Ahmed Kalkan

Ahmed Kalkan

Web sitesi adresi: http://Ümraniye Kalemder
Cumartesi, 06 Şubat 2021 21:43

TÂĞUT VE TUĞYÂN

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

TÂĞUT VE TUĞYÂN


- 787 -
Kavram no 173
İmtihan 11
Bk. Zulüm-Zâlim; Küfür-Kâfir;
Firavun; Hüküm-Hâkimiyet
TÂĞUT VE TUĞYÂN


• Tuğyân; Anlam ve Mâhiyeti
• İnsanı Tuğyana Sevkeden Şeyler
• Siyasî Otoritenin Tuğyânı
• İnsanlara Zulüm de Siyasî Otoritenin Tuğyanıdır
• Tuğyâna Karşı Müslümanların ve Özellikle Âlimlerin Tavrı
• Siyasî Otorite ve Yöneticinin Tuğyânını Başkalarına Ulaştırması/Tâğut'laşması
• Kur’ân-ı Kerim’de Tâğut Kelimesi
• Tâğut Kimdir?
• Siyasî Rejimler, Hüküm ve Yetkiyi Allah'tan Almıyorsa Tâğuttur
• Tâğut ve Tuğyan'ın Çağdaş Boyutu
• Tâğutların Özellikleri
• Tâğutun Mahkemelerine Müracaat
• Şirk Toplumunda İslâmî Hayat (Tâğutun Mahkemesine Gidenin Durumu)
• Tâğuta Küfür, Tâğutun Yaptığı İyilikleri İnkâr Edip Görmezden Gelmeyi de Kapsar
“Allah onlarla istihzâ (alay) eder, tuğyânlarında (azgınlıklarında) onlara mühlet verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.“ 3141
Tuğyân; Anlam ve Mâhiyeti
Tuğyân, taşkınlık, azgınlık, sınırı aşmak demektir. Fiziksel güçlerin normal sınırları aşacak şekilde faal hale gelmeleri de tuğyanla ifade edilmiştir. “Su tuğyan ettiğinde (kabarıp taştığında) sizi akıp giden (gemi)de taşıdık.“3142 Bu şekilde taşan ve her yeri kaplayan şeye tâğıye denilmektedir. Kavram olarak tuğyân, isyan ve günahta, sınır tanımayacak ölçüde ileri gitmektir. İnsanın haddi ve ölçüyü aşması demektir. İnsanın haddi; Allah'ın, onun için koyduğu sınırıdır ki, kişinin onu aşması câiz değildir. İnsanın değeri, Allah'a kul olması itibariyledir; onun için Rabbine itaati ve sürekli kulluk sınırı içinde bulunması gerekir. Ne zaman, Allah'ın insan için koymuş olduğu aşılmaması gereken hududu aşar, ölçüyü kaçırırsa tuğyana düşmüş, Allah'a isyan etmiş olur. Tuğyân kelimesi, türevleriyle birlikte Kur'an'da 39 yerde geçer. Bu türevlerden 8'i, tâğût şeklindedir. Tâğût, tuğyanı yaşayan ve yaşatan kişi veya güç anlamındadır. Tuğyan kelimesi de Kur’an’da toplam 9 yerde kullanılır.
3141] 2/Bakara, 15
3142] 69/Haakka, 11
- 788 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Tuğyan, istikametten bir sapmadır.3143 Tuğyana sapmanın Mûsâllat edeceği denge bozukluğu (hastalık) insanı aldatır, kuruntu ve hayale esir eder. İnsan bu duruma gelince nefsinin oyuncağı olur ve karanlığı ışık zannetmeye başlar. Kur'an, bu özelliği belirtirken, inkârcıları “tuğyanları içinde oynayıp oyalanan gafiller“ olarak tanıtır. 3144
İnsan, belli nimetlere kavuştuğu ve kendisini başkalarından müstağnî zannettiği, kendisinde istediğini yapabilecek bir güç, bilgi ve yetenek vehmettiği zaman, artık Allah'ı da unutur; gerçek kudret, ilim ve dilediğini yapabilme güç ve iradesine sahip olanın yalnızca Allah olduğunu aklından çıkarır. Bu durum, insan için tuğyana açılan bir kapıdır; artık dilediğini yapar, hak hukuk ve hiçbir sınır tanımaz. Allah'a ortak koşmaya, nefsini O'nun yerine geçirip hevâ ve heveslerinin peşinden gitmeğe girişir. İşte, bu hal tuğyan halidir. Bu tür insanlar da Kur'an diliyle tâğîdir.
Kur'an, bozgunculuk yapmayı, kendi izinleri olmadan halkın, yoksulların din değiştirmelerine ve dinlerini yaşamalarına rıza göstermemeyi, kendi üstünlüklerini tartışmasız kabul etmeyi, sadece kendi kuvvetlerine güvenmeyi, bu nedenlerden dolayı şımarıp böbürlenmeyi, yeryüzünde çalım satıp gösteriş yaparak yürümeyi, kısacası velî edindikleri şeytanın taraftarı (hizbi) olmayı, tuğyana kalkışanların vasıflarından sayar. 3145
Âyetlerden anlaşıldığına göre tuğyan, hak hukuk ve sınır tanımamak, inatçı ve zorba bir tavır içerisinde olmak, böbürlenmek, kibir göstermek ve zulmetmek, insanlığı ezmek, mallarını gasbetmek, insanlara acımamak ve dolayısıyla Allah'ı bir ve gerçek Rab olarak tanımayarak O'na ortak koşmak, kısacası nefsinin, heva ve hevesinin peşinde gitmek ve bâtıl ile hüküm vermektir.
Yalancılık, isyan ve şerefsizlik etmek tuğyan olarak belirtilir.3146 Tuğyan, istikametten bir sapma olarak değerlendirilir. “Sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte, emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin. Doğrusu Allah, yaptıklarınızı bilir.“ 3147
Aşırı tüketim ve yemekte sınırı aşmak da bir tuğyandır. İsrail oğullarına verilen dünyevî nimetler belirtildikten sonra, aşırı gıda tüketiminin yasaklandığı anlatılır: “Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyin. Bunda aşırı (ölçüsüz) gitmeyin ki gazabıma çarpılmayasınız. Gazabımı hak eden, şüphesiz mahvolur.“ 3148
Dengeyi bozmak, tartı ve ölçüde adaletsizlik de tuğyandır. “Sakın dengeyi bozmayın. Ölçüyü adaletle tutun ve eksik tartmayın.“3149 Buradaki ölçü ve tartıya riâyet, doğruluk ve haklılık ölçüsünden şaşmamak biçiminde de anlaşılmıştır.
Kur'an; Firavun'un, Nuh kavminin, Semud kavminin ve daha başka üzerlerine Allah'ın gazabının hak olduğu kavimlerin durumlarını tuğyan kelimesiyle
3143] 11/Hûd, 112
3144] Bak. 6/En'âm, 110; 7/A'râf, 186
3145] Bak. 17/İsrâ, 16; 20/Tâhâ, 71; 23/Mü'minûn, 47; 41/Fussılet, 15; 40/Mü'min, 75; 8/Enfâl, 47; 58/Mücadele, 19
3146] 79/Nâziât, 17, 21-24
3147] 11/Hûd, 112
3148] 20/Tâhâ, 80-82
3149] 55/Rahmân, 8-9
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 789 -
açıklar. Bunlar, kendilerini yeryüzünün en büyük ve istediklerini istedikleri biçimde yapabilecek gücü olarak görüp tam bir istiğnanın içine girmişler, tuğyanın içine dalmışlardır. Semud kavmi bağlarda, bahçelerde, çeşme başlarında ve hurmalıklar arasında zevk ve safa içinde yaşayıp müsriflerin emrine itaat etmekle ve Salih’in (a.s.) uyarmalarına kulak tıkayarak Allah'ın âyetlerine yüz çevirip O'na şirk koştukları yetmiyormuş gibi bir de kendilerinin istedikleri bir mûcize olan deveyi boğazlamakla3150 tuğyankâr olmuşlardı. Âd kavmi, ebedî hayat umuduyla köşkler dikip boş şeylerle uğraşırken, yakaladıklarını zorbaca yakalar ve yeryüzünde fesat çıkarırken Hûd’un (a.s.) çağrısına uymayarak Allah'a şirk koşmaya devam etmekle tuğyan içine batmışlardı. 3151
En zâlim ve en tuğyankâr olarak nitelendirilen Hz. Nuh'un kavmi3152 kendilerini üstün görüşlü ve mü'minleri de ayak takımı olarak değerlendirmeleri, Hz. Nuh'u taşlamakla tehdit etmeleri ve bir an önce kaçınmaya çağırdığı azabı getirmesini istemeleri, çağrısına kulaklarını tıkayıp kibirli kibirli ayak diremeleri, büyük büyük tuzaklar kurup taptıkları sahte tanrıları bırakmamalarıyla3153 şehirlerde tuğyanda bulunmuş ve fesadı artırmış oluyorlardı.3154 Aynı şekilde Firavun da İsrailoğullarına akla gelmedik zulümler yapıyor, erkeklerini boğazlatıp kadınlarını kirletiyor, Hz. Mûsâ'nın çağrısına sağır kesilip Allah'a şirk koşuyor ve kendisini insanların en büyük Rabbi ilan ediyordu.
Kur'an, Nuh tufanı sırasında suların köpürüp azmasını tuğyan kökünden bir fiille (tağâ = tuğyan etti) ifade etmektedir. İlginçtir ki, suların tuğyanı ile boğulan Nuh devrinin zâlimlerini Kur'an, “zulme sapan, tuğyan edip azan“ bir kavim olarak anmaktadır. “Ceza, amel cinsindendir“ prensibi bu olayda net olarak kendini göstermekte ve insanın tuğyanını tabiatın tuğyanı ile cezalandıran sünnetullaha bu âyetler dikkatimizi çekmektedir. Yine benzer bir durum Semud kavmi için de söz konusu edilmiştir. Haakka sûresi 5. âyette, Semud kavmi azgınlarının “tâğıye“ ile helak edildikleri belirtilmektedir. Bu “tâğıye“ de tuğyan kökünden türeyen bir isim olup, tuğyan eden insanları cezalandırmak için Allah tarafından devreye sokulan tuğyan edici bir tabiat kuvvetini ifade etmektedir. Bu âyette cümle o şekilde düzenlenmiştir ki, tâğıye, hem Semud kavmini helak eden kuvveti, hem de bu kavmin helâkine sebep olan tavrı aynı anda ifade etmektedir: “Semud kavmine gelince, onlar tâğıye (tuğyan eden, azan) bir topluluk oldukları için tâğıye ile (yani azıp kuduran bir tabiat kuvvetiyle) mahvedildiler.“ 3155
Esas ceza âhirette olduğu halde, özellikle eski kavimlerden haddi aşıp isyan eden, azarak kendinden başka güç tanımayan insana, Allah'ın emrine boyun eğen tabiî hadiseler (tufan, fırtına, zelzele vb.) yoluyla haddi bildirilir. Akıl sahibi ve şerefli olarak yaratıldığı halde baş kaldırıp isyan eden, her istediğini yapabileceğini zanneden azgın insan, akıl sahibi olmadığı halde her emre boyun eğen “Allah'ın askerleri“3156 olan tabiat güçleri, yani doğal âfetler tarafından mağlup ve perişan edilir.
3150] 26/Şuarâ, 146, 157
3151] 26/Şuarâ, 128-130
3152] 53/Necm, 52
3153] 11/Hûd, 27, 32; 26/Şuarâ, 11, 116, 71/Nuh, 7, 22-23
3154] 89/Fecr, 11-12
3155] 69/Haakka, 5
3156] 48/Fetih, 7
- 790 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İnsanı Tuğyana Sevkeden Şeyler
Tuğyan, insanın tabiatında vardır: “İnsan gerçekten azar.“3157 Âyetin hemen devamında, insanın tuğyanının temel sebebi gösterilir: İstiğnâ; yani insanın kendini kendine yeterli görmesi, kendisini hiç kimseye muhtaç olmayan bir konumda zannetmesi ve okumaması, vahiyden/ilimden uzak olması.3158 İnsanı istiğnâya, dolayısıyla tuğyâna sürükleyen en büyük etken, ya malının çokluğu veya nüfuzlu otoritesidir. Birincisi malın tuğyânıdır; ikincisi ise otoritenin. Siyasî otoritenin tuğyânı tâğut kavramıyla ifade edilir. Tuğyanın her iki türü de değişmez sünnetullah gereği, helâk edicidir.
Allah, insanların azıp sapmamaları için her şeyi ölçü ile yaratmış, rızkı da belli bir ölçü ile insanlara vermiştir: “Eğer Allah rızkı kullarının hepsine bol bol verseydi yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Ama O, (rızkı) dilediği ölçüde indirir.“3159 “İnsanın açık bir düşmanı olan şeytan“3160 ve “kötülüğü çok emreden nefis“3161 insanı azgınlığa ve sapıklığa teşvik eder. Bunun için Kur'an, nefis ve şeytana karşı insanı sık sık uyarır ve onların vesvese ve saptırmalarına karşı uyanık bulunmayı emreder. Allah'ın bu uyarısı, insanlara olan lütuf ve merhametinin bir eseridir. Allah insanı başıboş bırakmamıştır.3162 Başıboş bıraksaydı, insanın aleyhine olurdu; ademoğlu azıp sapardı. Bununla beraber, insanların çoğu bilgisizlikleri ve akılsızlıklar yüzünden iman etmemişlerdir.
Tuğyan, insan egosunun, kendini ilâhlaştırması, her şeyin, herkesin üstünde görmesi halinde ortaya çıktığında doruk noktadır. Kur'an'a göre, bu doruk noktanın tipik temsilcisi Firavun'dur.3163 Firavun, bütün gücün kendi elinde olduğunu vehmediyor, insanları küçük görüyor, onları öldürüyor ve en kötü işkenceye maruz bırakıyordu.3164 Firavun mantığına göre bütün insanlar onun kulu kölesi; Mısır ve başta Nil olmak üzere tüm nehirler onun mülkü idi: “Firavun, milletine şöyle seslendi: Ey milletim! Mısır hükümdarlığı ve memleketimde akan bu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?“3165 Firavunlar medeniyeti bir tuğyan medeniyeti idi; batışları bu yüzden olmuştur: “Görmedin mi Rabbin ne yaptı? Sütunlar, saraylar sahibi Firavunlara. Onlar ki, ülkeler boyunca tuğyan sergilediler (azgınlık ettiler) ve oraları fesada boğdular. Sonunda Rabbin onların üzerine azap kamçısı yağdırdı.“ 3166
Sünnetullah gereklerinden birini Kur'an belirtir: Bütün uygarlık ve saltanatların çöküşü tuğyan (azgınlık) yüzündendir. Bu, daha çok, maddî değerlere aldanarak azmaktır. Her çöküşün altında bu yatar. Tuğyana sapanların cezaları, bir tabiat tuğyanı olan ateşle verilecektir. Cehennem, tabiat kuvvetleri tuğyanının çok güçlü bir belirişidir.
Tuğyancı zâlimlerin cezalandırılmasında en uygun yol, cehennemle ceza
3157] 96/Alak, 6
3158] bk. 96/Alak, 7 ve 1-5
3159] 42/Şûrâ, 27
3160] 12/Yûsuf, 5
3161] 12/Yûsuf, 53
3162] 75/Kıyâme(t), 36
3163] Bk. 20/Tâhâ, 24, 43; 79/Nâziât, 17
3164] 2/Bakara, 49; 144/İbrahim, 6
3165] 43/Zuhruf, 51
3166] 89/Fecr, 11-13
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 791 -
yoludur.3167 Cehennem, bir gözetleme yeridir, tuğyana sapmışlar için bir dönüş/varış yeridir.3168 Böyle olduğu içindir ki, cehennem ehli, birbirlerini suçlarken sürekli: “seni tuğyana ben itmedim“ şeklinde konuşacaklar; “tuğyana sapmış bir topluluk idiniz, haydi görün sonunuzu!“ hitabını duyacaklardır. 3169
Siyasî Otoritenin Tuğyânı
Siyasî otoritenin tuğyânı, insanın kendisine verilen emretme ve yasaklama yetkisi ve gerektiğinde başkalarına zorla yaptırımı sebebiyle ölçü ve haddini aşması, Allah'ın koyduğu hükümlerle belirtilen hududullahın dışına çıkmasıdır. Bu tuğyan türü, genelde yönetici ve emir sahiplerinde olur. Çünkü onların güç ve yetkileri ve bu konulardaki azgınlık ve taşkınlıkları insanların genelini ilgilendirir. Siyasî otoritenin tuğyânı, bazen insanı rububiyet iddiasına kadar götürür. Bu, ya Firavun'un yaptığı gibi lisan-ı kaliyle (konuşma diliyle) veya nice tâğutun yaptığı gibi lisan-ı haliyle rablık iddia etmekle olur. “(Adamlarını) topladı ve (onlara) bağırdı: 'Ben sizin en yüce rabbinizim' dedi.“ 3170
Siyasî otoritenin tuğyânına baş örnek Firavun'un tuğyanıdır. Onun haddini aşması ve ölçüyü kaçırmasının bir görüntüsü, rububiyet dâvâsı güdecek kadar gerçek Rabb'e; haklarını küçümseyecek, zulmedecek ve köleleştirecek kadar da insanlara karşı büyüklenmesidir. Nitekim Allah, birçok âyetinde ibret ve öğüt almak için, Firavun'un tuğyanını ve bu azgınlığı yüzünden başına gelenleri tekrar tekrar anlatmıştır. Bu da insanların çoğunun otorite tuğyânıyla imtihana tâbi tutulduğunu gösterir. “Mûsâ'nın haberi sana geldi mi? Hani Rabbi ona Kutsal Vadi'de Tuvâ'da seslenmişti: 'Firavun'a git, çünkü o tuğyan etti (azdı).“3171 Buradaki tuğyanı, hem Yaratıcı'ya karşı, hem yaratılanlara karşı haddi aşmak olarak anlayabiliriz. Yani Firavun, küfürle Yaratıcı'ya karşı baş kaldırdı; halkı köleleştirmek ve onlara zulmetmek suretiyle de yaratılanlara büyüklük tasladı.
Firavun, rubûbiyet (rablik) iddia ederek tuğyanın zirvesine ulaştı. O, bu bâtıl iddiasıyla, yöneticiliğini yaptığı vatandaşların kendisine, kendi kanunlarına uymalarını; Allah da olsa, kendi ilkelerine ters düşenlere itaat etmelerini yasaklıyor, bu mutlak itaat edilmeye kendini yetkili görüyordu. Fahreddin Râzî'nin yorumuna göre Firavun, rablik iddiasıyla şunları diyordu: “Ben, sizin terbiye eden, büyütüp geliştiren, ihsan eden Rabbinizim. Size âlemde emredecek ve yasak koyacak da ancak benim!“
İnsanlara Zulüm de Siyasî Otoritenin Tuğyanıdır
“Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd kavmine? Yüksek sütunlarla dolu İrem'e? Ki şehirler arasında onun eşi yaratılmamıştı. Vâdide kayaları oyan Semûd'a? Ve kazıklar sahibi Firavun'a? Bunlar ülkelerde azmışlardı. Oralarda çok kötülük etmişlerdi. Bu yüzden Rabbin onların üzerine azap kırbacını çarptı. Elbette Rabbin her an gözetlemededir.“3172 Bunlar ülkelerinde azmışlardı; yani isyan edip günah işlediler. İnsanlara eziyetle ve yeryüzünü fesâda uğratmakla haddi aştılar. Kazıklar sahibi Firavun denilmesi: Fira3167]
Bk. 79/Nâziât, 39
3168] 78/Nebe', 21-22
3169] 50/Kaaf, 27; 37/Saffât, 23, 31; 38/Sâd, 55-56
3170] 79/Nâziât, 23-24
3171] 79/Nâziât, 15-17
3172] 89/Fecr, 6-14
- 792 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vun, yere dört kazık çaktırır, işkence edeceği kimseleri ellerinden ve ayaklarından bu kazıklara bağlatır, o şekilde işkence ederdi. Bunun için veya kazık gibi askerleri çok olduğundan böyle nitelenmiştir. Âyetlerde ifade edilen azdıkları ve çok kötülük ettikleri de gösteriyor ki, bu azgın ve zâlim yöneticiler, Allah'a isyan edip baş kaldırdıkları gibi; zulüm ve düşmanlıkta da haddi ve ölçüyü aşmışlar, halklarına işkence ve eziyeti çoğaltmışlardı.
Tuğyâna Karşı Müslümanların ve Özellikle Âlimlerin Tavrı
Tuğyanın temelinde “kibir“ ve “benlik“ yatar. Tâğutlardan biri olan Şeytanın azgınlığının sebebi de kibir ve benlik idi. Tuğyan, küfür, şirk ve zulüm olarak insanlara yansır. “Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür.“3173 Çünkü şirk, bile bile hakkı inkâr etmek, nimeti görmemek ve onu verene isyan etmektir. Bu, iman noktasından bir tuğyandır. İman açısından tuğyan içinde bulunan kimsenin, uygulama bakımından da zâlim olması doğaldır. Firavun'un tuğyanı buna örnektir. Uygulama açısından tuğyan ise, zulüm ve haksızlıktır. Özellikle yetki sahibi bir kimsenin, kendisini haklı gösterecek bazı gerekçelerle(!) adaletten ayrılması ve emri altındakilere zulmetmesidir. Zaten, Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen yöneticinin zâlim olmaması beklenemez.3174 Böyle kişilerin, hakkı korkusuzca söyleyen müslümanlar, özellikle de âlimler tarafından uyarılması gerekir. Tâğutlaşan yöneticiye (sultanun câirun) karşı hakkı söylemek, mazlumları savunmak ve zulme engel olmaya çalışmak, en önemli ibâdetlerdendir. “Cihadın en üstünü, zâlim yöneticiye karşı hak sözü söylemektir.“ 3175
İslâm tarihi, zâlim sultanlara ve kötü yöneticilere karşı gelen güçlü bilginlerle doludur. Çoğu kez bu muhalefet, dil ve kalemden mızrak ve kılıca dönüştü. Tıpkı Abdurrahman b. el-İş'as ve beraberindeki fakih ve muhaddislerin, Haccac'ın tuğyanına ve Emevî devletinin sapmasına baş kaldırmaları gibi. Medine'nin ünlü fakihi Said bin Müseyyeb, Hulefa-i Raşidin'in yolundan gitmeyen, mal-mevki ve nüfuz peşinde koşan Emevî emîr ve valilerinin, kendi itibarından yararlanmak için yaptıkları mal ve mevki tekliflerini reddediyor ve onların kötü emellerine âlet olmuyordu. Velid bin Abdülmelik'e biatı reddeden Said bin Müseyyeb'e 60 değnek ceza vuruldu. Tâbiin dönemi âlimlerinden Said bin Cübeyr, Haccac'ın zulmünü önce vaaz ve nasihatle önlemeye çalıştı, bu fayda vermeyince ona karşı ayaklandı ve şehid edildi. (Yusuf el-Kardavi, bu destansı mücadeleyi tiyatro eseri şeklinde Âlim ve Tâğut adıyla kitaplaştırmıştır.)
Halife Mansur'un zulmüne boyun eğmeyerek onun isteklerine âlet olmamak için teklif edilen kadılık görevini reddeden Ebu Hanife de işkenceyle şehid edilmiştir. Diğer bir mezheb imamı Malik bin Enes de Halife Mansur'dan haksızlık ve zulüm gördü. Hz. Ali (r.a.) taraftarlarının isyanına fetva vermesi üzerine ona da işkenceler yapıldı. Her dönem, tâğutî düzenler tarafından zulüm ve işkence gören, hatta idam edilen âlimler çok sayıda âlim vardır. Bu konuda son dönemdeki âlimleri gözönüne getirirsek, hemen meşhur bütün âlimlerin isimlerini saymak gerekecektir: Şeyh Said, İskilipli Âtıf Hoca, Said Nursi, Süleyman Efendi, Ali Haydar Efendi, Hasan el-Bennâ, Seyyid Kutub, Abdülkadir Udeh, Mevdudi, Ali Şeriati, İmam Humeyni, Muhammed Bâkır es-Sadr...
3173] 31/Lokman, 13
3174] 5/Mâide, 45
3175] İbn Mâce, Fiten 20
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 793 -
Örneklerden de anlaşıldığı gibi tuğyan (zulüm), ister mü'min geçinsin, ister kâfir, maddî gücü ve siyasî iktidarı elinde bulunduran yöneticilerin yakalandıkları bulaşıcı bir hastalıktır. Yöneticiler, bu hastalıktan ancak hiç taviz vermeden Allah'ın kitabıyla hükmederek adalete sarılmak suretiyle ve yanlarına müttakî âlim yardımcılar (müşavirler) alarak kurtulabilirler. Bunun gerçekleşmesi için de, öncelikle sistemin tâğutî olmayıp İslâmî olması gerekir. Adaletin gerçekleşmesi buna bağlıdır. Çünkü Allah'ın hükmü adalet; onun zıddı ise zulümdür. “Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.“ 3176
Siyasî Otorite ve Yöneticinin Tuğyânını Başkalarına Ulaştırması/Tâğut'laşması
Tuğyankâr insanların özellikle elebaşıları ve önde gelenleri, kendi tuğyanlarını haklı göstermek ve insanlar üzerinde rableşip onların dünya hayatlarını düzenlemek için belli hükümler koyarlar. Böylece diğer insanlar da bunların koydukları hükümleri kabul eder, Allah'ın hükmünü bırakır, tuğyankârların hükümleriyle muhâkeme olunmak ister ve böylece tuğyankârlara hem ibâdet etmiş, hem de onları velî edinmiş olurlar. İşte, Kur'an, bunlardan birinci tür, yani tuğyankâr olan ve başkaları üzerinde rableşip tuğyanlarını haklı çıkarmaya, dünya hayatını yönlendirip vatandaşlarının rabbi kesilmeye girişen insanlara tâğut der. Bu kelimenin tekili de çoğulu da aynıdır; yani tâğut bir yerde bir tane olabildiği gibi, işbirliği içinde birden fazla da olabilir. Tâğut, kendisini velî/dost edinenleri nurdan zulümâta çıkarır. Kendisi zulümât, yani karanlıklar içinde olduğu için kendi peşinden gidenleri de baş aşağı bu karanlıkların içine yuvarlar.3177 Böylece, tâğutun peşinden gidenler, onu velî/dost edinmekle ona ibâdet etmiş3178 olurlar. Allah'a imandan önce 'lâ/hayır' silâhıyla tâğuta küfretmeleri, onu tanımamaları gerekirken onun koyduğu hükümlerle muhâkeme olunmak istemekle Allah'a küfretmiş ve tâğuta iman etmiş olurlar.3179 Artık, karanlıkları yırtıcı birer ışık olan Kur'an âyetleri böylelerinin ancak tuğyan ve küfrünü arttırır.3180 Böylelikle, şirk toplumunun üzerine oturduğu üçlü de (tâğut, onun tanrısı olan nefsi, yani heva ve hevesi ile yardımcılarıyla tâğuta ibâdet edenler) tamamlanmış olur; tevhid toplumunun yerini alır veya karşısına geçer. 3181
Kur’ân-ı Kerim’de Tâğut Kelimesi
Tâğut kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de toplam 8 yerde kullanılmıştır: 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 5/Mâide, 60; 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17.
“Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğuta küfredip (onu inkâr edip reddederek) Allah’a iman ederse, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah (her şeyi) işitir ve bilir.“ 3182
“Allah, iman edenlerin dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlere (inkâr edenlere) gelince, onların dostları da tâğuttur, onları aydınlıktan alıp karanlıklara götürür.
3176] 5/Mâide, 45
3177] 2/Bakara, 257
3178] 5/Mâide, 60
3179] 4/Nisâ, 60
3180] 5/Mâide, 64
3181] Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, s. 320-321
3182] 2/Bakara, 256
- 794 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada devamlı kalırlar.“ 3183
“Kendilerine Kitap’tan nasip verilenleri görmedin mi? Cibte ve tâğuta (putlara ve bâtıl tanrılara) iman ediyorlar, sonra da kâfirler için ‘bunlar, Allah’a iman edenlerden daha doğru yoldadır’ diyorlar.“ 3184
“Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tâğutun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Hâlbuki ona küfretmekle (tâğutu inkâr etmekle, tekfir etmek, lanetlemekle) emrolunmuşlardır.“ 3185
“İman edenler Allah yolunda savaşır; küfredenler de tâğut yolunda savaşırlar. O halde, şeytanın dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır.“ 3186
“De ki: Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size haber vereyim mi? Allah’ın lânetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymunlar, domuzlar ve tâğuta tapanlar çıkardığı kimseler. İşte bunlar, yeri (durumu) daha kötü olan ve doğru yoldan daha çok sapmış bulunanlardır.“ 3187
“Andolsun ki, Biz her kavme; 'Allah'a ibâdet edin, tâğuttan (tâğuta kulluktan) kaçının' diye (tebliğat yapması için) bir peygamber gönderdik.“ 3188
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah'a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.“ 3189
Tâğut Kimdir?
Tâğut, kelime olarak haddi aşan, azan, hakikatten sapan, taşkınlık gösteren ve her sapıklığın başı gibi anlamlara gelir; Istılâhta ise Allah'a isyan eden anlamında kullanılır. Allah'ın indirdiği hükümlere alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler koyan her varlık tâğuttur. Bunun insan olması, put, şeytan veya bunların dışında herhangi bir şey olması farketmez. Kur'an-ı Kerim'de: “Andolsun ki, Biz her kavme; 'Allah'a ibâdet edin, tâğuta kulluktan kaçının' diye (tebliğat yapması için) bir peygamber gönderdik.“3190 insanlar, sadece Allah'a kul olma, yalnız O'na ibâdet etme hususunda istisnasız uyarılmışlardır. “İman edenler Allah yolunda savaşırlar; küfredenler ise tâğut yolunda savaşırlar.“3191 Yani insanlar ya Allah'a ibâdet edecekler veya tâğuta kul olacaklardır; bu iki yolun dışında üçüncü bir hal yoktur.
Kur'an-ı Kerim'de: “Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tâğutun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Hâlbuki tâğutu inkâr etmekle (tekfir etmek, lanetlemekle) emrolunmuşlardır.“ 3192 buyrulmaktadır. Kur'an'daki bütün bu
3183] 2/Bakara, 257
3184] 4/Nisâ, 51
3185] 4/Nisâ, 60
3186] 4/Nisâ, 76
3187] 5/Mâide, 60
3188] 16/Nahl, 36
3189] 39/Zümer, 17-18
3190] 16/Nahl, 36
3191] 4/Nisâ, 76
3192] 4/Nisâ, 60
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 795 -
âyetleri dikkate alarak şu hususu belirtmekte fayda vardır: Tâğutun hükümlerine râzı olanlar ve boyun eğenler, kâfirlerdir. Nitekim İbn Kesir, bu hususta şunları kaydediyor: “Bu âyet-i kerimede3193 Hz. Muhammed’e (s.a.s.) ve diğer peygamberlere iman ettiklerini söylemekle beraber, ihtilâf ettikleri hususlarda, Allah'ın kitabından ve Peygamber'in sünnetinden kaçınıp, insanların kendi akıllarına göre (beşerî kanunlarla) hüküm vermesini isteyen kişinin iman iddiasını Allah reddetmektedir.“ 3194
Bugün dünyada; vahyi inkâr ederek, insanların çoğunluğunun rızasına göre kurulduğu iddia olunan bütün demokratik sistemler, Allah'ın hükümlerine mukabil ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad etmektedir. Dolayısıyla bütün demokratik sistemler, bu noktada “tâğutî“ özellikler taşırlar. Bu, bir anlamda bütün ideolojik sistemler için de geçerlidir. Daha genel bir ifade ile İslâm'ın dışındaki bütün sistemler tâğutîdir. Tâğutların hükümlerine göre yönetilen bütün yerlerde yaşayan mü'minlerin, Allah'ın indirdiği hükümlerin galip gelmesi uğruna cihad etmeleri farz-ı ayndır. Şurası unutulmamalıdır ki, tâğutun hükümlerine “evet“ diyenler, Allah'ın dinine “hayır “ demiş, küfretmiş durumundadırlar. Bunu ister bilerek, ister bilmeyerek yapsınlar durum asla değişmez. Çünkü bütün peygamberlerin insanlara; “Allah'a ibâdet edin, tâğuta kulluktan kaçının“ diye tebliğat yaptıkları âyetlerle sabittir. Tâğutun hükümlerini inkâr etmeyen ve tâğutî güçlerle mücadele vermeyen kimse, ne kadar âlim olursa olsun, “müsteşrik“ çizgisini asla geçemez. 3195
Tâğut, Hakkı tanımayıp azan ve sapan her kişi ve güce verilen addır. Şeytana da bu yüzden tâğut denmiştir. Tâğut, hakka, hakikate ve imana karşı gelen, Allah'ın kulları için çizdiği nizamı ve sınırları aşan her şeyi ifade eder. Tâğut, bir şahıs olabileceği gibi, Allah nizamından alınmamış her türlü sistem, Allah'a bağlanmayan her çeşit fikir, düşünce, âdet ve alışkanlık da olabilir. Kim bütün bunları ne şekilde olursa olsun reddeder ve yalnız Allah'a iman edip bağlanır, sadece Allah'ın kanun ve nizamlarını kabul eder ve tüm yaşantısını buna göre düzenlerse, sağlam bir kulpa bağlanmış, yani kurtulmuş olur.3196 Tâğutu reddetmeden iman eksiktir, yarımdır; böyle bir iman geçerli olmaz. Bu durum, aynen müşriklerin Allah'a inanması gibidir. Tâğut, Allah'a ibâdetten alıkoyan, Allah'a giden yolu tıkayan, dini Allah'a has kılmayı, Allah ve Rasûlü'ne tâbi olmayı önleyendir. Bu, cinnî ve insî şeytan olabileceği gibi, ağaç, beton, tunç, taş, mezar, inek, para, ateş, âdet ve sistem de olabilir. Günümüzdeki medya araçlarının çoğunu da bu kavramın içine koyabiliriz.
Mevdudi'ye göre tâğut kelimesi, sözlük anlamıyla, sınırları aşan herkes için kullanılır. Kur'an bu kelimeyi Allah'a isyan eden, Allah'ın kullarının hâkimi olduğunu iddia eden ve onları kendi kulu olmaya zorlayan kimse için kullanır. Eğer bir kimse Allah'a isyan eder ve O'nun kullarını kendisine boyun eğmeye zorlarsa, o zaman tâğuttur. Böyle bir kimse; şeytan, rahip, dinî veya politik lider, kral veya bir devlet olabilir. Bu nedenle bir kimse tâğutu reddetmedikçe Allah'a inanmış sayılamaz. Tâğutun, tekil ve çoğul anlamı birlikte kullanılır. Çünkü Allah'ı inkâr
3193] 4/Nisâ, 60
3194] İbn Kesir, 1/519
3195] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 316-317
3196] 2/Bakara, 256
- 796 -
KUR’AN KAVRAMLARI
eden kimse, sadece bir tek değil; binlerce tâğutun kölesi olur.3197 Tâğut, ilâhî olmayan hükümlere göre kararlar veren otorite demektir. Tâğut kelimesiyle, aynı zamanda, Allah'ı tek hâkim / egemen ve Rasûlü'nü nihâî otorite olarak tanımayan hüküm sistemleri de kastedilir. 3198
Seyyid Kutub da tâğutu şu şekilde tanımlar: Allah'ın emri dışındaki her çeşit sistem, Allah'ın şeriatına dayanmayan her türlü nizam tâğuttur. Tâğut, Allah'ın şeriatından başka bütün idare şekilleridir. Zira insan, ülûhiyet özelliklerinden birisini kendisine mal edip, adaletin ve hakkın ta kendisi olan şeriatın hudutlarını aşarak kendi egemenliğini ileri sürerse tuğyan etmiş ve kendi haddini aşmış demektir. Böyle bir şey, tuğyandır ve böyle iddialar ileri sürenler tâğî denilen haddini aşmış âsilerdir. Bunlara inananlar, bunlara tâbi olanlar şirk içerisindedirler, küfür içerisindedirler. 3199
Yusuf el-Karadavi'ye göre, Allah'ın şeriatı ile çatışan bütün gelenekler, rejimler, zâtında güç görülen eşya, insan ve putlar tâğuttur. Tâğut, kulun haddi tecavüz ederek, ibâdet ettiği, tâbi olduğu ve itaat ettiği şeydir. Her kavmin tâğutu, kendisine hüküm götürdükleri, huzurunda muhakemeleştikleri, ibâdet ettikleri, tâbi oldukları, yalnız Allah'a itaat edilmesi gerektiği yerde itaat ettikleri kimse veya varlıklardır. Bunların ve bunlarla ilişkisi olan insanların durumlarını düşündüğümüz zaman, insanların çoğunu Allah'a ibâdet ve itaatten yüz çevirmiş, tâğutlara ibâdet ve itaat eder halde görürüz.3200
Nisa, 76. âyetine göre tâğut, Allah'a karşı olanların, uğruna savaştığı şey, nesne, insan, dâvâ, ideoloji olarak anlaşılmaktadır. Tâğut, itaatte Allah'a ortak koşulan her şeydir. Kendisine kayıtsız şartsız itaat edilecek tek merci Allah'tır. O'nun dışındakilere O'ndan dolayı itaat edilir. Bu tür itaatler, meşruiyetini Allah'tan alırlar. Kur'an, Allah'tan başkasına itaati, tâğuta itaat ve ibâdet olarak nitelemektedir.3201 İtaat edilen şey, Allah'ın hükümlerine aykırı olursa, itaat tâğuta itaatin ta kendisi olmaktadır. 3202
Tâğut bir semboldür; küfrün, zulmün, şerrin, haksızlığın, adaletsizliğin, putçuluğun, azgınlığın, sapkınlığın ve daha aklınıza gelen tüm kötülüklerin sembolü. Bu sembol, bazen kendini Firavun ilan eden antik ya da çağdaş bir yönetici, bazen cansız bir eşya, bazen bir ideoloji, bazen da şeytan, uğur, şans, talih gibi soyut şeylerdir. Tâğut, insanoğlunun ilâhlaştırdığı her şeydir. Daha doğrusu tâğut, insanla Allah arasına gerilen şeylerin tümüne verilen ortak isimdir. Allah'ın koyduğu sınırları çiğneyen insan tuğyan etmiştir. İşte tâğut, o insana bu sınırları çiğneten şeydir. Eğer o şey insansa ve kâfirse ona itaat eden de kâfir olur; yok eğer insanın itaat ettiği tâğut münâfıksa ona itaat eden de münâfık olur. Tabii fâsıksa fâsık; zâlimse zâlim olur. 3203
Bütün bu açıklamalar çerçevesinde tâğut, her türlü azgınlık, sapkınlık, aşırılık ve bâtıl inanç ve davranışları sembolize eder. Tâğut, tuğyanı yaşayan ve
3197] Mevdûdi, Tefhimü'l- Kur'an, c. 1, s. 202
3198] Mevdûdi, a.g.e. c. 1, s. 375
3199] Seyyid Kutub, Fi Zılali'l Kur'an, c.3, s. 269
3200] Yusuf el-Kardavî, Tevhidin Hakikatı, s. 57
3201] 16/Nahl, 36
3202] 4/Nisâ, 60
3203] Mustafa İslâmoğlu, İman Risalesi, 170
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 797 -
yaşatmaya çalışan kişi ve güçtür.
Tâğut, her devirde Firavun ruhlu kişilerle, onların yardakçıları olan grubun genel adı, cins ismidir. Her devirde birden çok tâğut bulunur. Tâğutların, kabile çapında, millet çapında olanları yanında bölgesel ve enternasyonal olanları da bulunacaktır. Bunlar, birbirlerinden habersiz olabilecekleri gibi, organize de olabilirler. Hatta İblisler parlamentosu (hizbu'ş-şeytan, evliyâu'ş-şeytan) gibi birlikler, beraberlikler vücuda getirebilirler. Tâğutlar, aralarında hiyerarşik bir düzen kurabilir, paralellik veya entegrasyona gidebilirler. Böyle olunca tâğutî sistemler, parlamentolar, prensipler geliştirilebilir. Meselâ, Muhammed İkbal, emperyalist batılıların oluşturdukları sömürü düzeninin temsilcilerinin vücut verdikleri organizasyonu, İblisler parlamentosu diye anmıştır. Aynen bunun gibi tâğutlar parlamentosu deyimini de kullanabiliriz. Kur'an, bu noktada evliyâu't-tâğut (tâğutun dostları, görev arkadaşları, destekçileri) deyimini kullanıyor. 3204
Bir kimse, Allah'a, meleklerine... inandığını ikrar etse, buna mukabil, tâğutî rejimleri (demokratik, laik, hümanist, kapitalist, sosyalist vs.) çağdaş devlet modelleri adı altında benimsese, doğruluklarına itikat etse, irtidat etmiş olur, yani dinden çıkar. Kim, insanların maslahat ve iyiliklerini Allah'tan daha iyi bildiğini iddia ederek, insanlar üzerinde hükümler koymaya ve bunları tatbik etmeye gayret ederse “ilâhlık“ iddiasına girişmiş olur. Her kim de bunların bu iddialarını doğrulayarak onlarla işbirliği yaparsa, tevhid akidesini parçalamış, ilâhlara iman etmiş, kâfirler zümresine dâhil olmuş demektir. Bu açıdan “çağdaş devlet modelleri“ iyi değerlendirilmeli, isimleri milliyetçi-mukaddesatçı dahi olsa, Allah'ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere doktrinler imal eden, bu doktrinleri insanların hayatına tatbik edeceğini ilân eden insanların tâğut olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Bu gün dünyada insanların beşikten mezara hayatlarını düzenlemek iddiasındaki meclisler, konsüller, krallar, kavimlerarası kuruluşlar, insanları teslim almış görünmektedirler. 3205
Hz. Âdem'den günümüze kadar, genel anlamda insanlığın iki tanrısı var olagelmiştir: Allah ve tâğut... Tarih boyunca insanoğlu ya tevhid dinine mensup olmuş ve bu dinin tanrısı olan Allah'ı kendisi için yegâne ilâh edinmiş; ya da şirk dinine mensup olmuş ve bu dinin çok çeşitli olan tanrı veya tanrılarına ittiba etmiştir. İşte Kur'an, şirk dininin tanrı veya tanrılarına genel olarak tâğut demektedir.
Günümüzde müslümanlık iddiasında bulunanların birçoğu bu bakımdan profan / bölmeli bir kafa yapısına sahip bulunmaktadır. Bu kimseler, bir yandan Allah'a iman ettikleri iddiasında bulunurken, diğer yandan İslâm'ın açıkça emrettiği ve yasakladığı şeylere ters düşebilmekte ve tâğutların yasalarına kabulleri arasında yer verebilmektedirler. Oysa bir kalpte hem imana, hem de küfre yer verilmesi İslâm'a göre açık bir paradoks, gerçek bir çelişkidir. “Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil ve rüsvaylıktır. Kıyamet gününde de azabın en şiddetlisine itilirler. Allah, yaptıklarınızı bilmez değildir.“ 3206
3204] 2/Bakara, 257; Kur'an'ın Temel Kavramları, 562
3205] Hüsnü Aktaş, Medeni Vahşet, 140
3206] 2/Bakara, 85
- 798 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bir kalpte hem iman ve hem de aynı zamanda küfür bulunamaz. Bu iki olgu, ateş ile barut gibi yanyana bulunamazlar. Birisinin yerleştiği kalpte bir diğerine yer yoktur. Mü'min, kâfir ve münâfıktan farklıdır; kendisine İslâm ile beraber bir veya birkaç dünya görüşünden veya ideolojiden sentezler yapan, bukalemun bir şahsiyete sahip olamaz. Çünkü tevhidi, şirkten farklı kılan; başka felsefelere, herhangi bir dünya görüşüne veya ideolojiye ihtiyaç duymaması, mü'minin bütün bir hayatını kuşatan yetkin bir inanç, bir pratik; kısacası bir sistem, bir yaşam biçimi olmasıdır. Bugün beşeriyet, Tevhid dininden uzaklaşarak, yeryüzünde egemen olan tâğutların dinine sapmış bulunuyor. Müslümanlık iddiasında bulunan yığınların Allah'a değil; tâğutlara ibâdet ettikleri su götürmez bir gerçektir. Bu gerçekten hareketle Kur'an'ı öğrenmek, mânâsının derinliklerine dalmak ve onu pratik hayatlarına indirgemek isteyen her müslümanın, tâğut kavramının gerçek anlamını kavraması ve kavradığı tâğutu tüm kuralları ve kurumlarıyla birlikte reddetmesi, bu reddi davranışlarıyla göstermesi itikadî bir sorumluluktur.
Siyasî Rejimler, Hüküm ve Yetkiyi Allah'tan Almıyorsa Tâğuttur
Bugün yeryüzünde yürürlükte olan rejimlerin hemen hepsi, beşerî rejimlerdir ve hükümlerini kendileri koymakta; dolayısıyla da Allah'ın hükümlerine muhalefet etmektedirler. O yüzden bu rejimlerin hepsi “tâğut“ olarak isimlenir.
Bir kimse; Allah'a, ahirete ve inanılacak hususlara inandığını açıklasa; fakat demokratik, laik, sosyalist, kapitalist vb. rejimlerden herhangi birinin hükümlerini kabul edip itaat etse, böyle bir kimsenin irtidadına hükmedilir. Zira insanları yaratan Allah'tan başkası, insanların nasıl idare olunacağı hususunda ve onların sosyal yaşamlarına yönelik hükümler koyma yetkisine sahip değildir. Çükün hüküm koyan insan, o hükme tâbi olmasını istediği insanlardan üstün ve herhangi bir ayrıcalığa sahip değildir. Allah katında üstünlük, sadece takvâ iledir.3207 Kendisinde böyle yetkiler gördükten sonra, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyip, heva ve hevesleri doğrultusunda hükümler koyanlar aynı zamanda “ilâhlık“ iddiâsı içindedirler. Dolayısıyla Allah'ın hükümleri dışında hüküm koyanlar ve o hükümlere tâbi olanlar da, tevhid akidesinin dışına çıkarlar. Tâğut, müslümanın en büyük düşmanıdır. Tâğut, devlet sistemlerini, ahlakî değerleri ele geçirmiş ve onları müslümana zarar verecek bir hale dönüştürmüştür. Kısaca tâğut, müslümanı dört yanından kuşatmış bulunmakta ve müslümana müslümanca hayat hakkı tanımamaktadır. Tâğutî güçler, Allah'ın arzında, O'nun hükümlerine karşı tuğyan eden ve insanların üzerinde ilâhlık iddiasında bulunan otoritelerdir. Bunlarla sürekli olarak savaşmak farzdır. 3208
Günümüzde Allah'ın indirdiği hükümleri bir kenara bırakarak, “hakimiyet kayıtsız ve şartsız insanındır“ sloganına sarılan ve insanların çoğunun rızasına göre kurulduğu iddia edilen siyasî otoriteler, iktidar haline gelmişlerdir. Bu siyasî otoritelerin tâğut hükmünde olduğu unutulmamalıdır. Daha açık bir ifade ile İslâm nizamının dışındaki bütün sistemler “tâğutî“ özellikleri taşırlar. Kelime-i şehadet getirerek, başka ilâhları ve tâğutları reddeden müslümanlar, bu sözlerini davranışlarıyla da ispatlamak zorundadırlar.
3207] 49/Hucurât, 13
3208] 4/Nisâ, 76
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 799 -
Allah, zâlim yöneticilere yardım etmeyi de haram kılmış, onlara küçük çapta meyil ve yardım anlamı taşıyan sözlerden, davranış veya tasvipten nehyetmiştir: “Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın; sonra size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah'tan başka evliyânız/dostlarınız yoktur. Sonra (O'ndan da) yardım göremezsiniz.“ 3209
İnsanlara zulmeden tâğutî siyasal otorite konusunda, unutulmaması gereken hususlardan biri, zâlim yöneticilerin, yardımcıları olmasa, zulmetmeye güçlerinin yetmeyeceğidir. Tâğutî yönetim ve kurumlardaki bu yardımcılar, zulüm ve tuğyanda yöneticinin kullandığı malzemeleridir. Zulüm ve tuğyan çarklarının dönmesi için bir taraftan ezen ve diğer taraftan ezilen dişlilerdir. Bu sebeple, onlar da aynen o zâlim tuğyankâr gibi suçlu ve zulmünün cezasında ortaktırlar. Bundan dolayı Allah, Firavun ve avanelerini aynı vasıfla anmıştır: “Gerçekten Firavun, Hâmân ve askerleri yanlış yolda idiler.“3210 Allah, Firavun'u helak edince, onları da helak ettiğini açıklar: “Firavun, askerleriyle birlikte onların peşine düştü. Deniz onları gömüp boğuverdi.“3211; “Biz de onu (Firavun'u) ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik. Bak, işte zâlimlerin sonu nasıl oldu!“ 3212
Tâğut tanımına girenler şunlardır:
a- Arzuları mâbudlaştırılan nefis, tâğuttur.
b- Allah'ın emir ve yasaklarını tanımayan, İslâm nizamı ile çatışan düzen ve düsturlara çağıran her fert ve önder tâğuttur.
c- Allah'tan gayrı, zâtında güç görülen eşya, insan ve putlar tâğuttur.
d- Şeytan tâğuttur.
e- Allah'ın şeriatı ile çatışan bütün gelenekler, esas alınan bütün rejimler tâğuttur. 3213
Tâğutları destekleyen, onları ölçü alan, onlara sevgi besleyen her insan, Allah'a ibâdet ve kulluktan vazgeçip tâğutun kulluğunu kabullenen şeytan askeridir. Allah'ın emirleri ve yasaklarıyla çatışan nefsi, fertleri, önderleri, rejimleri ve ilkeleri reddetmedikçe, hâkimiyetin yalnız Allah'a ve O'nun nizamı İslâm nizamına ait olduğunu tasdik etmedikçe, tevhid kulpuna yapışılamaz.3214 Müslüman olmak için şart olan tâğutun şiddetle reddedil-mesi, sadece sözle yeterli değildir. Ruhun derinliklerinde kasırgalaşan ve amelî hayatta neticeler doğuran fiilî bir red gerekir. Bunun için de tâğutla savaşmak lazımdır. Bu savaşın gerekleri:
a- Allah'ın emir ve yasaklarına tâbi oluncaya kadar tâğut olan nefisle savaşmak,
b- Kişisel ve toplumsal hayatımızı Allah'a döndürmemize engel olan ve tâğut olan cahiliyye düzenleri ve tâğutî fikir babaları ile savaşmak.
İslâm'da emrolunan cihad, işte bu tâğutlara karşı verilmesi gerekli olan
3209] 11/Hûd, 113
3210] 28/Kasas, 8
3211] 20/Tâhâ, 78
3212] 28/Kasas, 40
3213] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 2, s. 869
3214] Bk. 2/Bakara, 256
- 800 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mücadeledir. Tâğutla çatışmak, hakkı getirmek ve bâtılı gidermek için olacağından, her kesimden ve her iş yapanlardan bütün mü'minler, tâğutla mücadele edeceklerdir. Bu, farz bir görevdir. Rabbimiz, mü'minleri tâğuta karşı kendi nizamının savaşçıları olarak takdim ediyor.3215 Tâğuta ve ondan yana olanlara karşı mücadele vermeyenler mü'min kalamazlar. Bunun içindir ki, Peygamberimiz: “Her kim (tâğuta karşı) cihad etmeden ve onunla mücadele (ederek Hakkı hâkim kılma) arzusunu ruhunda duymadan ölürse nifaktan bir şube üzerinde ölür.“ 3216 buyurmuşlardır. Tâğutu kalben reddetseler dahi, fiilen onunla vuruşmayanlar, amelî hayatın icabı onunla anlaşma ve dostluk kurma yoluna gitmeye mecbur kalırlar. Bu da Allah ve tâğut dostluğunu bir araya getirmek olan nifakın ilk tezahürü olur. Hâlbuki Allah, tâğuta ancak kâfirlerin dostluk gösterebileceğini açık bir şekilde belirtmiştir. 3217
Müslümanlar, bugün Allah ve tâğut hâkimiyetini, dostluğunu bir arada yaşatmaya çalışmak gibi sonu zulmet ve ateş olan çıkmaz bir yolun üzerindedirler. Namazı, orucu... kabul edip, hatta yerine getiren niceleri, İslâm'ın asrımızın yaşayan bir toplumsal ve siyasal düzeni olmasını lüzumlu bulmayanlar, Allah ve tâğut hâkimiyetini bir arada tanımış oluyorlar. İslâm insanının yetiştirilmesini isteyen niceleri, materyalist eğitim sistemine mücadele etmeksizin rızâ göstermekle tâğut dostluğuna sine açıyorlar. Ferdî mülkiyeti, Allah'ın mülk vb. hâkimiyetini kabul eden niceleri, faiz düzenini zaruri görmekle, tâğut egemenliğine baş eğiyorlar. Ahlâk ve fazilet ölçülerinin yaşanmasını isteyen niceleri, kişisel çıkarları uğruna çeşitli çirkinlik ve kötülükleri yapmakla tâğut dostluğunu açığa vuruyorlar. Bütün bu durumlar, kendisinden râzı olundukça veya tâğuta karşı bir iman ve amel harbi açılmadıkça bir küfürdür. 3218
Yaşadığımız toplum düzeni, fikir putlarıyla, cahiliyye örfü ve sistemleri ile ve sapıttırdığı öz nefsimizle, bizleri kuşatmış, tâğutu hâkim ve dost tanımak sapıklığı ile karşı karşıya getirmiştir. Öyle ki, fert, aile cemiyet, sanat, ticaret, memuriyet, eğitim ve politika hayatının her bölümü bir kavşak noktası olmuştur. Bu kavşakta bir tek yol İslâm nizamına; diğer yollar tâğuta gidiyor: Abdullah bin Mes'ud anlatıyor: Hz. Peygamber bize bir hat çizdi ve sonra, “bu Allah'ın yoludur“ dedi. Bu hattın sağına ve soluna da birçok hatlar (çizgiler) çizdi ve “bunlar, birtakım yollardır ki herbiri üzerinde kendisine çağıran bir tâğut vardır.“ buyurdu ve şu âyeti okudu: “Şüphesiz ki bu (İslâm) benim dosdoğru yolumdur. Ona uyun. (Tâğuta ait) yollara tâbi olmayın ki, sizi O'nun yolundan saptırıp parçalamasınlar. İşte Allah (tâğutun kötülüklerinden) sakınasınız diye size bunları emretti.“ 3219
Bugün Kur’anî kavramlar içerisinde kendisinden bütünüyle habersiz kalınan ve aynı zamanda büyük bir tahrif ve istismara uğrayan kavramlardan bir tanesi de hiç şüphesiz tâğut kavramıdır. Öyle ki; kendilerini Müslüman olarak isimlendiren insanların büyük bir kısmı tâğut kavramını hayatlarında bir kere dahi olsa hiç duymamışlardır. Çok küçük bir kesim ise, tâğut kavramını duymakla beraber, ya bu kavram hakkında hiçbir bilgiye sahip değiller, ya da azda olsa bu noktada bilgi sahibi olsalar bile bu bilginin pratiğe nasıl aktarılacağı hususunda büyük
3215] 4/Nisâ, 76
3216] Sahih-i Müslim; Riyâzü's- Sâlihin, II, no: 1346
3217] Bk. 2/Bakara, 257
3218] Bk. 4/Nisâ, 60
3219] 6/En'âm, 153; Ali Rıza Demircan, İslâm Nizamı, II/ 41
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 801 -
bir cehalet içerisindedirler. Bu cehaletin doğal bir sonucu olarak, hayatlarının her alanında tâğutlara ibâdet etmektedirler. Hâlbuki tâğut kavramı Kur’ani kavramlar içerisinde en önemli kavramlardan bir tanesidir. Çünkü bütün resullerin getirmiş olduğu tek hak din olan İslâm dininin ilk şartı, tâğutu reddetme şartıdır. Allahu Teâlâ fertlerin ya da toplumların İslâm dairesi içerisine girebilmelerini öncelikle tâğutu reddetme şartına bağlamıştır. Tâğutun reddi olmadan Müslüman ismine sahip olabilmek bu noktada asla mümkün gözükmemektedir. Nitekim Allahu Teâlâ Bakara Sûresi’nin 256. âyetinde şöyle buyurmaktadır: “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O halde kim tâğûtu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.“
Yine aynı şekilde tâğutu reddetme şartı, tüm resullerin gönderilme ve kitapların indirilme gayesidir. Tüm resuller öncelikle Allah’a ibâdet etme ve tâğutu reddetme gerekliliğini insanlara tebliğ etmek için gönderilmişlerdir. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Andolsun biz, her ümmete, “Allah’a kulluk edin, tâğûttan kaçının“ diye peygamber gönderdik. Allah onlardan kimini doğru yola iletti, onlardan kimine de (kendi iradeleri sebebiyle) sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde dolaşın da peygamberleri yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün.“ 3220
Tâğutun her türlüsünü reddedebilmek ve hâlis bir tevhid inancına sahip olabilmek için ise, tâğut kavramının ve özellikle zamanımızın tâğutlarının en iyi şekilde bilinmesi gerekmektedir.
Lisanu’l Arab’da tâğut kelimesi hakkında şu bilgiler yer almaktadır: Tâğut: küfürde haddini aşan mânâsına da gelmektedir. Allah’tan başka ibâdet edilen her şey tâğuttur. Tâğut, putlardan olabildiği gibi cin ve insanlardan da olabilir.
İbn Cerir Et-Taberî tâğut kelimesi hakkında şöyle demektedir: “Tâğut; Allah’a karşı isyankar olup zorla, zorlama ile veya gönül rızasıyla kendisine tapınılıp mabud tutulan, gerek insan, gerek şeytan, gerek put, gerek dikili taş ve gerekse diğer herhangi bir şey demektir.
Bunun tefsirinde şeytan veya sihirbaz, yahut kâhin ya da insanların ve cinlerin, inat edip büyüklük taslayanları veya Allah’a karşı mabut tanınıp buna razı olan Firavun ve Nemrud gibiler veya putlar diye çeşitli rivâyetlere rastlanır.“
Müfessirlerden Kurtubî ise bu kavram hakkında şunları söylemektedir: “Tâğutu reddedin demek, şeytan, kahin, put, ve bunlar gibi Allah’tan başka ibâdet edilen ve sapıklığa çağıran her şeyi terk edin demektir.“
Yine tâğut kavramı hakkında Mücahid şunları demektedir: “Tâğut kendisine muhakeme oldukları ve emirlerine itaat ettikleri insan görünümündeki şeytanlardır.“
İbn Kayyim el-Cevziyye ise şunları söylemektedir: “Tâğut; kendisine ibâdet edilme, bağlanılma ve itaat edilme noktasında haddini aşan kul demektir. İnsanların tâğutu, Allah ve Resulü’nün kanunlarıyla hükmetmeyen, Allah’tan başka kendisine muhakeme olunan, ibâdet edilen ve Allah’ın emrine dayanmaksızın, Allah’a itaat etmeksizin kendisine tabii olunanlardır. Bunları düşünür ve insanların durumlarına bakarsan, insanların çoğunun Allah’a değil tâğutlara ibâdet
3220] 16/Nahl, 36
- 802 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ettiğini, Allah ve Resulü’nün hükümlerine değil tâğutların hükümlerine muhakeme olduklarını, Allah ve Resulüne değil, tâğuta itaat edip tabii olduklarını görürsün.“
Seyyid Kutub ise tâğut kavramı hakkında şunları söylemektedir: “Tâğut, sağduyuya ters düşen, gerçeği çiğneyen, Allah’ın kulları için çizdiği sınırı aşan düşünce, sistem ve ideoloji anlamına gelir. Bu düşüncenin, sistemin ve ideolojinin Allah’a inanmaktan, O’nun koyduğu şeriatından kaynaklanan bağlayıcı bir kuralı bulunmaz. İlkelerini yüce Allah’ın direktiflerine dayandırmayan her sosyal sistem, yüce Allah’ın buyruklarından kaynaklanmayan her kurum, her düşünce, her edep kuralı ve her gelenek bu kategoriye girer, bu kavramın kapsamına girer.“
Bilinmelidir ki, tâğut Allah’tan başka ibâdet edilen her şey olduğuna göre tâğutların sayısını belirli bir şekilde ifade etmek kesinlikle mümkün değildir. Buna karşılık İslâm âlimleri tâğutları şu beş kısımda incelemişlerdir:
1- Şeytan: Tâğutların başı ve en büyüğü, Allah’ın kullarını kıyamete kadar Allah’tan başkasına ibâdet ettirmek için nefsine yemin eden şeytandır. Şeytan tüm fitnelerin müsebbibidir ve kişiyi Allah’a ibâdetten men etmesi itibarıyla tâğutların başıdır. Şeytan insanoğlunun ebedi düşmanıdır. Kıyamet gününe kadar insanoğluna Allah’tan başkasına ibâdet ettirmek için bütün güç ve kuvvetini harcar:
“Şeytan dedi ki: “(Öyle ise) beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, ben de onları saptırmak için senin dosdoğru yolunun üzerinde elbette oturacağım.“ Sonra (pusu kurup) onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükreden (kimse)ler bulamayacaksın.“ 3221; “İblis, “Rabbim! Beni azdırmana karşılık, andolsun ki yeryüzünde kötülükleri onlara güzel göstereceğim, içlerinde ihlâsa erdirilmiş kulların hariç, onların hepsini azdıracağım“ dedi.“ 3222
Şeytan insanoğlunu saptırmak ve Allah’a kulluktan ayırıp kullara kulluk yaptırmak için uğraş veren bir lanettir. Ve bunun için yemin etmiştir. Şeytan öncelikle muvahhid kulları küfre davet edip, iman dairesinden çıkarmak ister. Şâyet bundan ümitsiz olur, muvahhid bir kulu iman dairesinden çıkaramayacağını anlarsa o zaman “imana büyük günahlar zarar vermez“ diyerek vesveseleriyle müslümanı günah bataklığına düşürmek ister. Şâyet bu hususta başarılı olamaz ise, küçük günahların ibâdetlerle silineceğine dair vesvese vererek kişiyi küçük günahlara itmeye çalışır. Bununla birlikte farz ibâdetlerden yoksun bırakmaya, nafile ibâdetleri yerine getirtmemeye gayret gösterir ve savaş kıyamete kadar bu şekilde devam eder durur. İşte bundan dolayı Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ey insanlar! Bütün yeryüzündeki nimetlerimden helâl olmak, temiz olmak şartıyla yiyin. Fakat şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o size belli bir düşmandır.“ 3223
2- Allah’ın Şeriatı Dışında Hüküm Koyan: Tâğutların en önde gelenlerinden bir tanesi de Allah’ın indirdiği hükümleri bir kenara bırakarak yasamada bulunanlar, Allah’ın helallerini haram, haramlarını helal yapanlardır. Bu ister tek kişi olsun, isterse de bir grup, parti ya da devlet olsun fark etmez. Kim Allah’ın indirdiği hükümleri terk ederek yasamada bulunursa haddini aşmış ve tâğutlaşmıştır.
3221] 7/A’râf, 16-17
3222] 15/Hicr, 39-40
3223] 2/Bakara, 168
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 803 -
Zira teşride bulunmak, kanun ve hüküm çıkarmak ilâhlığın en belirgin vasıflarındandır. Allah’ın indirdiği hükümleri terk ederek yeni kanun ve hükümler çıkaranlar bu yaptıklarıyla Allahu Teâlâ’nın hakkını gasbederek tâğutlaşmışlardır.
Böyle bir eylem aynı zamanda Yahudi ve Hristiyan âlimlerinin yaptıklarının aynısıdır. Zira onlar da Allah’ın kendilerine indirmiş olduğu şeriatı terk ederek, Allah’ın kendileri için haram kıldıklarını helal, helal kıldıklarını ise haram yapmışlardır. Allahu Teâlâ şöyle buyurur: “Onlar, Allah'dan başka bilginlerini ve rahiplerini de kendilerine Rab edindiler, Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa onlar bir olan Allah'a ibâdet etmekle emrolunmuşlardı. Allah'dan başka hiçbir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden de münezzehtir.“ 3224
İmam Âlûsî bu âyetin tefsirinde şöyle demektedir: “Müfessirlerin çoğundan nakledildiğine göre din adamlarının yaratıcı olduklarına inanmıyorlardı. Bilakis onlara emir ve nehiy konusunda itaat ediyorlardı.“
3- Allah’ın İndirdiği İle Hükmetmeyen Hâkim: Allah’ın indirdiği hükümlerden başka bir hükümle hükmeden hakimde haddini aşarak tâğutlaşmıştır. Böyle bir kimse Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyerek Allah’ın hükmünü terkedip ondan yüz çevirmiş, beşer aklına dayalı cahiliye kanunları ile hükmetmiş, insanları Allah’ın kulluğundan uzaklaştırıp, kendilerine kul/köle yapmaktadırlar. Yeryüzüne kendi egemenliklerini yayarak Allah’ın hükümlerini kaldırmaktadırlar. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kim Allah’ın indirdiği hükümler ile hükmetmezse; İşte onlar kâfirlerin ta kendileridir.“ 3225
Şeytan insanoğlunu saptırmak ve Allah’a kulluktan ayırıp kullara kulluk yaptırmak için uğraş veren bir lanettir. Ve bunun için yemin etmiştir. Şeytan öncelikle muvahhid kulları küfre davet edip, iman dairesinden çıkarmak ister. Şâyet bundan ümitsiz olur, muvahhid bir kulu iman dairesinden çıkaramayacağını anlarsa o zaman “imana büyük günahlar zarar vermez“ diyerek vesveseleriyle müslümanı günah bataklığına düşürmek ister. Şâyet bu hususta başarılı olamaz ise, küçük günahların ibâdetlerle silineceğine dair vesvese vererek kişiyi küçük günahlara itmeye çalışır. Bununla birlikte farz ibâdetlerden yoksun bırakmaya, nafile ibâdetleri yerine getirtmemeye gayret gösterir ve savaş kıyamete kadar bu şekilde devam eder durur. İşte bundan dolayı Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ey insanlar! Bütün yeryüzündeki nimetlerimden helal olmak, temiz olmak şartıyla yiyin. Fakat şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o size belli bir düşmandır.“ 3226
Câhilî hükümle hükmeden hâkim de haddini aşarak tâğutlaşmıştır. Böyle bir kimse Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyerek Allah’ın hükmünü terkedip ondan yüz çevirmiş, beşer aklına dayalı cahiliye kanunları ile hükmetmiş, insanları Allah’ın kulluğundan uzaklaştırıp, kendilerine kul/köle yapmaktadırlar. Yeryüzüne kendi egemenliklerini yayarak Allah’ın hükümlerini kaldırmaktadırlar. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kim Allah’ın indirdiği hükümler ile hükmetmezse; İşte onlar kâfirlerin ta kendileridir.“ 3227
4- Sihirbazlar: Sihirbazlar hakkı gizleyip batılı insanlara güzel
3224] 9/Tevbe, 31
3225] 5/Mâide, 44
3226] 2/Bakara, 168
3227] 5/Mâide, 44
- 804 -
KUR’AN KAVRAMLARI
göstermektedirler. Aynen Firavun’un sihirbazları gibi. Zira onlarda Hz. Mûsâ’nın hak davasını batıl göstermek için sihre başvurmuşlardı. Bununla beraber sihirbazların yaptığı her büyü şirk ve küfürle doludur. Bundan dolayıdır ki, Rabbimiz kitabında onlardan kendisine sığınmamızı emretmektedir: “De ki: Ben, ağaran sabahın Rabbine sığınırım, Yarattığı şeylerin şerrinden, Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, Ve düğümlere üfleyen büyücülerin şerrinden, Ve hased ettiği zaman hasetçinin şerrinden.“ 3228
5- Kâhinler: Gaybten haber verdiği iddiasıyla insanları kandıran sihirbazlarda tâğuttur. Bundan dolayıdır ki, Allah Rasûlü “kim bunlara başvurursa bana nazil olanı inkâr etmiştir“ diyerek bizleri ikaz etmektedir.
Bilinmesi gerekir ki, tâğut kavramının içeriği sadece bu beş kısımdan ibaret değildir. Zira aslen tâğut yukarıda da belirttiğimiz gibi Allah’tan başka ibâdet edilen her şeydir. Buna göre, bazen kişinin nefsinin ve hevasının tâğut olduğunu görürüz, Şöyle ki, kişinin nefsi her neyi emrederse kişi onu güzel görür ve ona tabii olursa nefsini tâğutlaştırmış olur. Allah’a isyan konusunda heva ve hevese itaat edilip bağlanıldığında, Allah’ın şeraitine ters düşse bile heva ve hevesin hak gördüğü hak, batıl gördüğü batıl görülerek eşyalar üzerinde hüküm verici kaynak tayin edildiğinde heva ve heves Allah’tan başka ibâdet edilen bir tâğut olmuş olur. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilâh edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın?“3229; “Hevâsını (nefsinin arzusunu) ilâh edinen, Allah’ın; (halini) bildiği için saptırdığı ve kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü?“ 3230
Bazı durumlarda özellikle demokrasilerde görüldüğü üzere millet iradesi tâğut olur. Zira demokrasiler de milletin, halkın yetkisi asıldır. Demokrasiye göre; İslâm’a zıt bile olsa çoğunluğun görüşü doğru ve geçerlidir.
Bazı durumlarda vatancılık ve milliyetçilik düşüncesi tâğut olarak karşımıza çıkar. Milliyetçilik düşüncesi ümmet kavramını yok etmesi sebebiyle bütün hak ve hukuku vatan anlayışı üzerine kurmaktadır. Bundan dolayıdır ki, bugün birçok İslâm alimi “kim kâfir olsun Müslüman olsun insanların hukukunu vatandaşlık anlayışına göre bina ederse kâfir olur“ demişlerdir. Çünkü bu düşünce akîde bağını koparmak, yerine başka bir bağ koymaktır ki, bu da İslâm’ın bütünüyle bertaraf edilmesidir. Asrımızın tâğutlarının milliyetçilik düşüncesini toplum içerisinde yaygınlaştırmaya çalışmalarının altında yatan temel esas da budur. Onlar devamlı surette vatan için mücadele etmeyi, vatan için yaşamayı ve vatan için ölmeyi telkin ederler ki bu da putperestliğin ta kendisidir.
Milliyetçilik anlayışına paralel olarak bazen ırkçılık düşüncesi tâğut olarak karşımıza çıkar. Kişi ırkçılığı kendisi için kabe edinip onun için mücadele ederse ırkçılığı tâğutlaştırmış olur. Irkçılık düşüncesi kişiyi öyle bir konuma getirir ki, kişi bütün ölçülerini bunun üzerine kurar. Dostluk ve düşmanlık gibi tevhid kelimesinin en önemli esasını akîde bağı üzerine değil ırk bağı üzerine bina eder. İnsanların dinine bakmaksızın kendi ırkından olanların hukukuna riâyet ederken, başka ırktan olanların hukukuna riâyet etmez ki bu da putperestliğin bir çeşididir.
3228] 113/Felak, 1-5
3229] 25/Furkan, 43
3230] 45/Câsiye, 23
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 805 -
Bazı durumlarda insanlık (Hümanizm) düşüncesi tâğut olarak karşımıza çıkar. Bu da kişinin Allah’ın şeraitini düşünmeksizin bütün fiillerini insanlığa yöneltmesidir. Hiçbir dini ayrım gözetmeksizin insan olması itibarıyla bütün insanlığı dost edinmek, bütün insanlara eşit davranmak bu düşüncenin dışa yansıyan halidir.
Burada üzülerek belirtmekte fayda görüyorum ki, bazı müfessirlerimizin tâğut kavramını şeytan olarak tefsir etmeleri üzerine günümüzün sathi düşünenleri tâğutun sadece şeytandan ibaret olduğunu zannetmişlerdir. Ve içinde yaşadıkları topluma da böyle anlatmışlardır. Bu düşünce tarzı da ister istemez toplumların, yeryüzünün bütününü kaplayan tâğutlardan habersiz kalmalarına sebep olmuştur. İnsanlar şeytana nefret beslediklerini zannederek hayatlarının bütününde tâğutlara kulluk ve kölelik etmeye başlamışlar ancak bunun farkına dahi varmamışlardır.
Sahih bir imanın gerçekleşmesi ancak Allahu Teâlâ’nın istediği şekliyle tâğutları inkâr etmekle mümkün olur. Tâğut; Allah’tan başka ibâdet edilen her şeydir. Şeytandan sonra tâğutların en tehlikelisi ise Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen idari sistemlerdir. Bir kimsenin mü’min olabilmesi için öncelikle La ilâhe reddi ile bu tâğutları reddetmesi gerekmektedir. Hayatın hiçbir alanında tâğutlara, Allah’a muhâlif bir meselede itaat etmemeli, itaat sözü vermemeli, her 3-5 yılda bir onlara iman tazeleme anlamına gelecek tavırlara meyledilmemelidir. Tâğutların mahkemelerinin Müslüman olduğunu iddia eden bir fert için asla yetkili bir kurum ve kuruluş olmadığı değerlendirilmelidir.
Tâğut ve Tuğyan'ın Çağdaş Boyutu
“Andolsun biz, her ümmete 'Allah'a kulluk edin, Tâğut'a kulluktan kaçının' diye bir elçi gönderdik. Onlardan kimine Allah hidâyet etti. Onlardan kimine de sapıklık hak oldu. İşte yeryüzünde gezin bakın, başkaldıranların sonu nasıl olmuş?“ 3231
Allah bir şeyi yaratırken onun işleyiş yasalarını, yiyeceğini, hayatını idame ettireceği rızkını da yaratır. Rabbimiz fizik âlem içinde insan toplumları için de böyle yasalar koymuştur. Bu yasalara uygun hareket etmek ilâhi dengeyi devam ettirirken, aksine hareket etmek bu dengeyi bozar.
Kur'an-ı Kerim, tufan gibi gelen yasaların bir istisnası olan taşkınlıklara da, ölçüde haksızlık yapan, ahlaki sapmalar içinde olan insan toplumlarının taşkınlıklarına da tuğyan demiştir.
İnsan topluluklarına uymaları için hayatın çeşitli alanlarına ait temel buyruklar indiren Allah, bu buyruklardan sapanları tâğut olmakla suçlamıştır, insanların tuğyanı sadece toplumda kargaşalık çıkarmaz. Fiziksel alemi, karayı, denizi, havayı, ozonu hatta atmosferin dışını dahi bozmaktan çekinmeyen bir karaktere sahiptir. O halde Allah'ın indirdiği ilkelere göre hareket etmeyen, örgütlü bir düşünce (ideoloji), ilâhi dengelere savaş açmış demektir. Bunun için tâğut, Allah'a iman edenlerin inkâr etmeleri gereken bir ilâhtır.
Tâğut, “Tağvâ“ ve “Tuğyan“ mastarlarının çokluğu ve büyüklüğü ifade eden bir kipinden türemiştir.' “Tağaâ kök harflerinden müştak olan “Tâğut“, çokça azan, taşkınlıkta, sınırı aşmada ileri giden demektir. el-Müfredat sahibi Ragıb
3231] 16/Nahl, 36
- 806 -
KUR’AN KAVRAMLARI
el-İsfehani “Tuğyan“ maddesinde konu ile ilgili şu bilgileri vermektedir. “İsyan ve günahta sınır tanımayacak kadar ileri gitmek“
Tâğut'un kelime anlamı ile çokça azgın haddi aşan anlamına gelirken, terim olarak da, zorla yahut insanları şartlandırarak kendisine kulluk ettiren (Firavun gibi) küfrün önde gelenlerine denir. Ayrıca şeytan, put, sihirbaz, kâhin için de kullanılan bir nitelemedir.
Eğer bir insan Allah'a isyanda ileri gider ve insanları kendi taşkınlığına ortak yapıp boyun eğmeye zorlarsa tâğut olur. Tâğut bir kişi olabileceği gibi dini ya da siyasi bir lider, kral, padişah, devlet başkanı olabilir. Sözü edilen güçlerin dayanağı, dayanışma içersinde olduğu kurumları da tâğut olabilir. Örneğin devlet ve benzerleri gibi...
İlkelerini Allah'ın direktiflerine dayandırmayan her düşünce, her kurum ve gelenek bu kavramın kapsamına girer. Hakkı çiğneyen, ilâhi vahyin ilkelerine savaş açan her düşünce, sistem, ideoloji ve Allah'ın adını istismar ederek, dinin yerine hurafeler ikâme eden herkes, tâğut kavramının kapsamına girer.
İnsanları “küfre“ düşüren her kişi, “fuhşa“ sürükleyen her dünya görüşü, “fesada“ saplanan ve “ifsada' yönelten her kurum, her türlü şirk önderliği tâğuttur.
Kısaca tâğut, Yüce Allah'ın onayına dayanmayan herhangi bir hukuk sistemi, Allah'ın şeriatınca desteklenmeyen her hükümranlık, otoritesinin meşruiyetini Allah'tan almayan her türlü yönetim, uygulamasını Allah'ın şeriatı ile test etmeyen her iktidar, hakka tecavüz eden her zalim düşünce tâğuttur.
Kur'an'da Tâğut'un Kelime ve Terim Anlamları
Türevleriyle birlikte Kırka yakın âyette geçen tâğut, suyun kabarıp taşması, yatağından çıkıp kenarlara hücum etmesi anlamında kullanılmıştır. Bu durum, yeni bir ilâhi emirle tabiatin genel işleyiş kanunlarının dışına çıkmasını ifade eder. Bu tuğyan hali insanın tuğyanını takiben bir ceza olmak üzere gerçekleşmiştir: “Sular kabarınca (Tağâ el-mâu), biz sizi akıp giden (gemi)de taşıdık.“ 3232
Aynı sûrenin 5. âyetinde de Semud kavminin yok eden fırtınadan “Tağiye“ kelimesi ile söz edilmiştir. Nuh kavminde olduğu gibi insanların tuğyanı/ilâhi çizgiden çıkması fiziksel alemin tuğyanını davet etmiştir: “Bu yüzden Semûd azgın bir olay (tâğıye) ile helâk edildiler.“ 3233
İnsan toplumları için uyulması gereken İlahi yasalar, nebevi vahiy ile belirlenmişken, azgınlık yapan, zulmü, ifsadı yaygınlaştırarak Tâğut nitelemesini hak edenleri Rabbimizin hem dünyada hem de ahirette cezalandırması O'nun adaletinin bir gereğidir. Dikkatimizi çekmesi gereken husus, insanın tuğyanının, tuğyana geçmiş maddi bir kuvvet tarafından yetki altına alınmaya çalışılmış olmasıdır. Ancak tufan ya da fırtınanın tuğyanı yaratıcıdan izinlidir ve adaletin tekrar ikamesi için son çare olarak devreye sokulmaktadır.
Tuğyan içinde olanlar sadece kendilerini değil, tüm insanlığı etkilerler. Hatta sınırsız kalkınma ve ilerleme sloganlarıyla hareket eden günümüz Batı medeniyetinin dünyayı bir felakete sürükleyecek teknolojiler üretmesi örneğinde
3232] 69/Haakka, 11
3233] 69/Haakka, 5
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 807 -
görüldüğü gibi, fiziksel âlemin ilâhi dengelerini de bozacak bir karaktere sahiptir.
Tâğutların zulümlerine engel olmamak, bütün bir toplumun helak nedenidir. Semûd kavmi, Mısır'ın Firavunî uygarlığı hep tuğyan üzere bir yaşam tarzı sürdürdükleri için helak edilmişlerdir: “Semûd (kavmi) azgınlığı (tuğyanı) yüzünden yalanlandı. En bahtsızları (şakileri) ayaklandığı zaman, Allah'ın elçisi onlara: “Allah'ın devesine ve onun su içme hakkına dokunmayın“ dedi: Onu yalanladılar, deveyi kestiler, Rableri de günahları yüzünden azabı başlarına geçirdi, orayı dümdüz etti.“3234; “Ve piramitler sahibi Firavun'a bunlar ülkelerde azmışlardı. (Tâğutluk yapmışlardı). Oralarda çok kötülük etmişlerdi. Bu yüzden Rabbin onların üzerine azab kırbacını çarptı.“ 3235
Tuğyânı bir yaşam tarzı haline getirenler menfaatleriyle öyle bütünleşirler ki, uyarı ve öğüt fayda vermez hale gelirler. Tuğyan hastalığı dolayısıyla adalet çağrısı yapanların öğütleri onların küfrünü ve zulmünü daha da arttırır.
“... Andolsun, Rabb'inden sana indirilen, onların, çoğunun azgınlığını (Tuğyan) ve küfrünü arttıracaktır...“ 3236
Tuğyan, insanın kendisini ilâhlaştırması sonucu doğan şer bir fiildir. “Şimdi sen Firavun'a git; çünkü o azdı (tağâ) 3237; “(Firavun): “Ben size izin vermeden ona inandınız ha? O, size büyü öğreten büyüğünüzdür...“ 3238
Cibt, cansız put anlamında iken, Tâğut o putu sembol olarak kullanıp zulüm düzenlerini kuran, bilinçli, azgınlıkta kararlı tavrı çağrıştırmaktadır.
Nisâ sûresi 51. âyette cibt (put) ve tâğut yanyana ve ayrı anlamlara tekabül etmek üzere kullanılmıştır. Siyak sibaktan anlaşıldığına göre ehl-i kitaptan bazı insanlar, Kur'an'ın indirildiği dönemde müslümanlarla ittifak kurmaları, Kur'an vahyine inanmaları gerekirken müşriklerle işbirliği yapmışlardır. Bunun nedeni tevhidi, üçlemeye ya da birtakım kuruntularla şirke yaklaştırmaları dolayısıyladır.
Nasıl Allah'ın indirdiği yasalara göre hareket etmemek bir taşkınlıksa, bu taşkınlığa öncülük eden din adamları, rahipler, hahamlar, kahinler, beyler, paşalar, efendiler, üstadlar da birer tâğuttur. Çünkü bu kişilere Allah'ın onayından geçmeyen yasalar koyma yetkisi tanımışlardır. Bu yetkiyi üstlenenler ise ilâhi ölçüleri çiğneyerek taşkınlık yapmışlar Allah'ın tekelindeki bir imtiyaz olan egemenliği insanlara vermişlerdir. Bu tutum bir taşkınlık ve kuralları çiğneme olayıdır. 3239
Tâğutların Özellikleri
a- Müstağnilik: Kendilerini, zengin, yeterli, üstün görmeleri, 3240
b- Zulüm: Haksızlık yapmayı bir hayat tam olarak sürdürmeleri, 3241
3234] 91/Şems, 11-14
3235] 89/Fecr, 10-13
3236] 5/Mâide, 64; Ayrıca Bk. 2/Bakara, 15, 6/En’âm, 110, 7/A’râf, 186; 10/Yûnus, 11; 17/Nahl, 60; 23/Mü’minûn, 75; 52/Tûr, 32
3237] 20/Tâhâ, 24; Ayrıca Bk. 20/Tâhâ, 43; 79/Nâziât, 17
3238] 20/Tâhâ, 71
3239] Bk. 4/Nisâ, 51-55
3240] 96/Bk. Alak, 6-7
3241] Bk. 53/Necm, 52
- 808 -
KUR’AN KAVRAMLARI
c- Kurdukları sömürü düzenin korumak için ellerinden gelen gayreti göstermeleri; kararlı, bilinçli olarak tuğyanı seçmiş olmaları, 3242
d- Fesadı yaygınlaştırmayı bir kazanç vesilesi saymaları, 3243
e- Maddi gücü elinde bulundurmak için her türlü haksızlığı halkına reva görebilmeleri, istikbarı sürdürebilmeleri için halkın zayıf kalmasına yönelik politikalar icra etmeleri. Örneğin nüfus kontrolü ve güç kontrolü için bebekleri kesecek kadar cânîleşebilmeleri. 3244
Tâğut'a Kulluk
Tâğuta ibâdet etmekten sakınmak, mü’minlerin temel görevleri arasındadır. Çünkü, Allah'ın dışındaki nesne, kişi, kurum vb. ibâdet etmek, Rabbani yöneliş içerisindeki kişiliklere yakışmaz.
Zümer sûresi 17-18 âyette Tâğuta kulluktan kaçınmak ile sözün en güzeline uymak arasındaki, uyma olayına dikkatimiz çekilmektedir. Böylece Tâğutun insan ruhunda dolaşan belli belirsiz bir duygu olmadığını, önemli bir tercihte somut bir şekilde karşısına alınanın mücadele alanı olduğunu öğrenmekteyiz.
Nefsini tezkiye etmek isteyenler, sözlerin en güzeli olan ilâhi bildirime uyarlar. Hayatlarını kötülükle, günahla çevrili insanlar ise Tâğutun günaha, kirliliğe çağıran sözlerine kulak verirler:
Tâğutun peşinden gidenler, onu öncü, yönetici dost (velî) olarak kabul ettikleri için, ona ibâdet etmiş olurlar. 3245
Tâğut ise kendisini velî edinenleri ateş çukuruna, nurdan zulümâta götürüp karanlıklar içinde bırakıverirler. 3246
Mâide sûresi 60. âyette “maymun ve domuz olun“ denilerek Allah'ın gazabına uğrayan ehl-i kitaptan bazı kimseler, tâğuta ibâdet etmekle suçlanmaktadırlar. Somut olarak onlar din adamlarına tapmış değillerdir. Yani azgın, çizgiden sapmış ve hakka tecavüz eden otoritelere, onlar, açıkça rükû ve secde yaparak kulluk yapmıyorlardı. Fakat hahamlara kayıtsız şartsız itaat ettikleri için bu durum kulluk olarak nitelendirilmekte ve yoldan sapmak şeklinde anılmaktadır.
Kısaca tâğuta ibâdet edenler, Allah'ın indirdiklerine muhalefet ettikleri için ilâhi adalet tarafından maymun ve domuz olmakla cezalandırılmışlardır. Çünkü onlar, Allah'a düşmanlık, Allah'a “cimridir“ diye iftira etmek, haram yeme konusunda yarışmak, günah işleyerek tuğyanı hayatlarında kurumlaştırmak vb. şer eylemleri işlemişlerdir. 3247
Tâğut'a Kulluğun Somut Tezahürü: Hâkimliğine Başvurmak
Âyetlerde sözü edilen ehl-i kitaptan olup, Allah'ın önceden indirdikleri yahut Kur'an'daki hükümler yerine başka bir sistemin başka bir hüküm merciğinin
3242] Bk. 11/Hûd, 27-32; 26/Şuarâ, 111-116; 71/Nûh, 71/7-25
3243] Bk. 89/Fecr, 11-12
3244] Bk. 28/Kasas, 4
3245] Bk. 5/Mâide, 60
3246] Bk. 2/Bakara, 257
3247] Bk. 5/Maide, 60-65
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 809 -
hakemliğine başvurmak isteyen yahudiler ve onların yardakçıları münafıklardır. Bu gruplar uymak istedikleri hüküm kaynağını nevalarından olmakta böylece ilâhlığın başta gelen yetkisini kendisine yakıştırdıkları için kendileri tâğut ilan etmiş olmaktadırlar.
Münafıklar Allah'ın dininden meşruiyetini almayan bir kaynağın hakemliğine başvurarak sonucu hüsranla bitecek bir maceraya atılmış oluyorlar. “Şunları görmüyor musun? kendilerinin, sana ve senden önce indirilene inandıklarını soruyorlar da, hakem olarak tâğuta başvurmak istiyorlar. Oysa kendilerine onu inkâr etmeleri emredilmişti. Şeytan onları iyice saptırmak istiyorlar.“ 3248
Şeytan ve tâğut kelimelerinin ayrı ayrı kullanılmasından anlıyoruz ki, tâğut şeytanın razı olacağı şekilde yeryüzünde egemenlik kuran insanlar anlamına gelmektedir. Ağızlarıyla inandıklarını söyledikleri halde, hayat tarzı olarak başvuru kaynağı olan ilâhi bildirgelere ters hareket edenler tâğuttur. Mü’minlerin görevi, bunları dost tutmamak, inkâr etmektir. “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inkâr edip küfredenler de tâğut yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarıyla savaşın. Çünkü şeytanın hilesi zayıftır.“ 3249
Karanlığın Dostu Tâğutların, Kendilerini Temize Çıkarma Çabası
Allah'ın şeriatını bir yana bırakıp, başka bir kaynağın hakemliğine başvuranlar, her zaman kendilerinin temiz oldukları iddiasında bulunurlar ve hatta bu konuda kendilerini temize çıkarmak için Allah'ın adını bile istismar ederler.
“Allah inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin dostları da tâğuttur. (O da) Onları aydınlıktan karanlığa çıkarır. Onlar ateş halkıdır, orada ebedi kalacaklardır.“ 3250
Tâğutlar karanlığa yolcu taşıdıklara halde dostlarına hayra, iyiliğe, uzlaşmaya çağırdıkları mesajını vererek aldatmaya çalışırlar: “Ya nasıl, elleriyle yaptıkları (kötülükler) yüzünden başlarına bir felaket gelince, hemen sana geldiler de: “Biz sadece iyilik etmek ve uzlaştırmak isledik“ diye Allah'a yemin ediyorlar.“ 3251
İslâmî Mücadele Yöntemi Olarak Tâğut'u İnkâr
Küfrün kaynağı tâğut, imanın kaynağı ise Allah'tır. Tâğutu inkâr bir mücadelenin İslâmîliğinin garantisi aynı zamanda başarısınında teminatıdır. Çünkü Tâğutu inkâr edip Allah'a gönülden inananlar Urvetu'l-Vuska'ya/kopmaz kulba yapışmıştır. Bu kulbun yapışanını selamet sahiline ulaştıracağından kuşku yoktur.
“Dinde ikrah yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tâğutu inkâr edip Allah'a inanırsa muhakkak ki o, kopmayan sağlam bir kulba yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir.“ 3252
Tevhid ve adaleti hakim kılma mücadelesi, yeryüzünde görevlendirilmiş bütün elçilerin ve mü’minlerin uymakla yükümlü, oldukları bazı temel ilkeler üzerinde yükselir. Bu ilkelerin en başta geleni tâğutu inkâr etmektir; İslâmî kimliğin
3248] 4/Nisâ, 60
3249] 4/Nisâ, 76
3250] 2/Bakara, 257
3251] 4/Nisâ, 62
3252] 2/Bakara, 256
- 810 -
KUR’AN KAVRAMLARI
toplumsal hayata yansıyan bariz vasfı tâğuti otoriteye, bu otoriteyi temsil eden kurumlara ve şahıslara açık bir red tavrına sahip olmasıdır.
Tâğut kavramı kendini yeterli ve Allah'tan bağımsız olarak görüp azgınlaşan Allah'ın uluhiyetine (Hanlığına) ve Rabbliğine karşı tuğyan İçinde olan her tür kişi ve kurumu kapsar. Bu yönüyle açıkça şeytanın tarafında yer alan ve Allah'ın dininin yeryüzünde ortaya çıkma biçimlerine ve nişanelerine (Örneğin; başörtü zulmü, faiz yasağını alaya almak, hadleri alaya almak, ihramla, haccın rükunlarıyla dalga geçmek) karşı savaş açan yerel ve evrensel dünya sistemleri birer tâğuttur. Nasıl Firavun nüfusu kontrol ederek insanların neye saygılı neye saygısız olması gerektiğini tespit ederek, eline geçirdiği güçle şirk sistemini hakim kılarak tâğutlaştıysa günümüzün Firavunları da geniş kitleleri, zayıf bırakarak, genel servetten mahrum kılarak, sömürü politikalarıyla insanları esip sindirmektedirler. Bu nitelikleriyle tâğut insan haysiyet ve onuruna aykırı olarak zalim küfre dayalı bir sistemi göğüslere vesvese vererek, şartlama yoluyla medya ve benzeri güçleri kullanarak, yahut askeri kaba kuvvete zor ve şiddete dayalı olarak mahrum kitlelere emperyalist sistemini dayatanlardır.
Tâğutu inkâr, sözde kalmaması gereken bizzat yaşamayı da içeren bir şekilde egemenliğin tümünü Allah'a hasretmeyi gerektirir. Tevhid kelimesinde Allah'tan başka tüm otoriteleri reddetmek anlamına gelen “lâ“ demek nasıl Allah'a imanın bir ön şartıysa, tâğutu inkâr da Allah'a yönelmenin bir ön şartıdır.
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde vardır. Müjdele kullarımı. Onlar ki sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar, işte onlar Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir. Ve onlar akl-ı selim sahibidirler.“ 3253
İslâmî kimliğin en belirgin vasıflarından biri tâğuti güçlere karşı tavır almaktır. Allah'ın değil sistemin rızasını kazanmaya çalışan sözde mukaddesatçı, muhafazakarlıkta ölçüsüz oluşumlar İslâmîlik iddiasında bulunamazlar. Günümüzde İslâmîlik iddiasındaki birçok oluşum mevcut şirk sistemine yaklaşımda ve kurduğu yapısal ilişkilerde genelde tâğutla uzlaşmacı sentezci bir yaklaşımı benimsemektedirler.
Uzlaşmacılık, İslâmî olmak iddiasındaki bir mücadelenin esası olamaz. Devleti, “ebed-müddet“ olarak görüp adeta Allah'ın hâkimiyetine ortak koşarak masum telakki etmek, yaptıklarını sorgulamamak, hatta İslâm'a karşı açılmış bir savaşı sevap getiren bir “ictihad“ olarak nitelemek, sorunu yöneticilerle ve yöneticilerin uygulamalarıyla sınırlıymış gibi görmek, olsa olsa safdilliktir. Devlet, şahısların iradelerinin üzerinde bir yapı ve işleyişe sahiptir. Tâğuti bir karaktere sahip olan devleti “aynı gemideyiz“ edebiyatı ile koruyucu, kollâyıcı pozisyon içerisine girmek son derece yanlıştır. Bu tutum, 1960'larda İslâmî duyarlılığı olan kitleleri Missuri Zırhlısından çıkan Amerikan askerlerini koruma ve kollama görevi amacıyla, solculara karşı kışkırtan basiretsiz noktalara kadar uzanmıştır.
Mevcut şirk sistemini doğru tanımlamak, neye sahip çıkıp çıkmamamız gerektiğini belirlemek için elzemdir. Missuri Zırhlısı örneğinde görüldüğü gibi geleneksel anlayış ve yapılanmalarının olumsuz mirasına dair önemli ipuçları vermektedir. Temelinde iyi niyet bulunan birçok muhafazakâr yapı, adeta Allah'ın değil tâğutun rızâsını kazanma kaygısıyla oluşturulmuştur.
3253] 39/Zümer; 17-18
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 811 -
Mevcut durumu ve câri sistemi kutsamaktan ötürü, geçmiş yıllarda Kur'ani düşünce ve Kur'ani kavramların önü kapatılmıştır. Müslüman isminin önüne sağcı, muhafazakar, mukaddesatçı, milliyetçi vb. sıfatlar eklenmiştir. Dünya sisteminde faşizmin moda olduğu yıllarda milliyetçilik sıfatı nasıl tâğutun bir dayatması ise, Körfez Savaşı'ndan sonra kurulduğu iddia edilen “Yeni Dünya Düzeni“nde de liberal, demokrat, sivil toplum gibi sıfatlar tâğutun birer dayatmasıdırlar. Müslüman kimliğinin önüne böyle bulandırıcı sıfatlar eklemek değiştirmek zorunda olduğumuz şirkin değerlerine teslimiyete yol açar.
İslâmî mücadele evrensel ya da yerel, geleneksel ya da modern tâğuti oluşumlara karşı net, tavizsiz, devrimci bir tavrı gerektirir. Çünkü tâğutu inkâr Allah'a imanın bir ön koşuludur. Bu tavır bütün peygamberlere emredilmiştir. Çünkü ilkelerin, zamanın değişmesiyle, düşmanın farklılaşmasıyla hükmü ortadan kalkmaz. Egemen şirk sistemi zamana ve zemine göre müslümanları çeşitli yerlere yama olarak eklemek isteyecektir. Bu dayatmalar karşısında tavizkar bir tutum sergilemek İslâmî ilkelerin tasfiyesine kadar gidebilecek çıkmaz bir sokaktır.
Zamanın egemen güçleri, Peygamberimizle de ilkesel uzlaşılara girmek istemiştir. Ancak Allah Teâlâ O'nun kalbini bu tür oyunlara karşı sağlamlaştırarak sapmayı önlemiştir. “Onlar istediler ki sen onlarla uzlaşasın da onlarda seninle uzlaşınlar.“ 3254
Tâğutların sonu ateş çukurlandır: “Cehennem de durmadan gözetlemektedir. Azgınlar (tâğutların) varacağı yerdir.“ 3255
“Bu böyledir. Fakat azgınlara (tâğutlara) da en kötü bir gelecek vardır: Cehennem. Oraya girecekler. Ne kötü bir döşektir O!“ 3256
Tâğut, tuğyanın bilinçli bir yayıcısı, zulmün ele basısı, lideridir. Adaletin çağmalarına da ilkin tâğutlar karşı çıkarlar. Tâğutların tarih boyunca geçerli bir özelliklerine Rabbimiz dikkatimizi çekerek, İslâmî, mücadeleyi üstlenmek isteyen mü’minlerin işe, “tâğutu inkâr“la başlamalarını emretmektedir. 3257
Tâğutun Mahkemelerine Müracaat
Kur’an’da şöyle buyrulur: “(Ey Muhammed!) Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Reddetmekle emrolunmuşken tâğuta muhakeme olmak istiyorlar. Oysa şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak istiyor. Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine (kitaba) ve Rasûle gelin (onlara başvuralım)’ denildiği zaman münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün.“ 3258
Tâğutun mahkemesine müracaatla ilgili bu âyetten farklı hükümler çıkarılmakta ve farklı yorumlar yapılmaktadır. Bu âyette dikkatimizi çekmesi gereken odak kelime, bana göre “yurîdûne/isterler (istiyorlar)“ ifadesidir. Bir kimse İslâm devletinde bile yaşasa, sadece tâğutun hükümleriyle muhakeme olmak istese bu isteğiyle küfre girmiş olur. Tersine; bir kimse istemeden böyle bir mahkemede muhakeme olsa bu, küfür olmaz. Meselâ bir müslümanı polisler evinden
3254] 68/Kalem, 9
3255] 78/Nebe’, 21-22
3256] 38/Sâd, 55-56
3257] Fevzi Zülaloğlu, Haksöz-Haber
3258] 4/Nisâ, 60-61
- 812 -
KUR’AN KAVRAMLARI
alıp götürüyorlar. Sonra mahkemeye çıkartıyorlar. Bu, elbette küfür de değildir, haram da değildir. Zulmen mahkemeye çıkarılmak. Benzer şekilde bir zulümle karşı karşıya kalsa ve hakkını İslâmî bir kurum (Allah’ın hükmüne göre işleyen bir İslâm mahkemesi) olmadığı için müslümana has şekilde alamıyorsa, zulme rıza göstermenin de haram olduğunu değerlendirip bir zulmün def edilmesi için (başka alternatif bulamadığı için) istemeye istemeye mahkemeye gitmesi yukarıdaki âyetteki tehdidin içine insanı koymaz diye hükmedilebilir. Ama bu husus kişinin gönlünün tatmin olmasına bağlıdır. Hadiste “Fetvayı alsan da kalbine danış“ buyrulmaktadır. Mümkün ki, azimet-ruhsat ayrımı yapılabilir.
İslâm’ın temel ilkelerinden biri, tâğutu reddetmek olduğu kadar, bir diğeri zulme engel olmaktır. Zulüm, ancak mahkeme yoluyla engellenebiliyorsa, dinin ölçülerine uymak kaydıyla ondan yararlanılabilir. Delil, hilfu’l-fudûl kurumudur.
Hilfu’l-Fudul nedir, bu konuya açıklık getirelim:
Hılfu’l-Fudûl
Hılfu’l-Fudûl; Zulme karşı İslâm öncesi Arapların yaptığı Hz. Peygamber'in de katıldığı antlaşma demektir.
Bütün cahili toplumlar gibi İslâm öncesi Arap toplumu da kuvvet sahibi zorbaların hâkim olduğu, zulüm ve haksızlığın kol gezdiği bir toplumdu. Fil olayının yirminci yılında Ficâr savaşı olarak adlandırılan kanlı kabile kavgalarından sonra Mekke'de hiçbir yabancı ve koruyucusuz kimsenin mal, can ve namus güvenliği kalmamıştı. İşler çığırından çıkmıştı. Yabancı tacirlerin malları alınır, parası ödenmezdi. Hac için gelenlerin hoşa giden kadın ve kızları zorla ellerinden alınır, kimsenin feryadına kulak asılmazdı.
Böyle bir ortamda Yemen Zebid kabilesinden bir adam Mekke'ye satmak için bir deve yük mal getirmişti. Mekke'nin ileri gelenlerinden As b. Vail, Zebidî'nin mallarını almış fakat parasını ödememişti. Zavallı Zebidî parasını almak için Mekke'nin güçlü ailelerine başvurdu ise de bir sonuç alamadı. Başvurduğu kimseler yardım etmek bir yana, aşağılayarak kovmuşlardı adamı.
Uğradığı zulümden bağrı yanan Zebidî, bir sabah Ebu Kubeys dağına çıkarak Kâbe çevresinde toplanan Mekke halkına, “ey Fihr halkı“ hitabıyla uğradığı zulmü şiir biçiminde haykırdı. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in amcası Zübeyr bir daha böyle olayların tekrarlanmasını engellemek düşüncesiyle girişimlerde bulundu. Kendisine katılan Hâşim, Muttalib, Zühre, Esed, Hâris ve Teymoğullarının ileri gelenleri ile birlikte Mekke'nin zengin ve saygı değer adamlarından Abdullah b. Cud'an'ın evinde toplandılar. Uzun görüşmelerden sonra Mekke'de hiçbir yabancı ve yerli kimsenin zulme uğramasına meydan verilmemesi, hakları alınıncaya kadar mazlumların yanında hareket edilmesi yolunda karar aldılar.
Yakubî'ye göre antlaşma şu şekilde gerçekleştirildi: Abdulmuttalib'in kızı Atike veya Beyda ortaya hazırladığı bir çanak koku koydu. Oradakiler birer birer ayağa kalkıp elini çanaktaki kokuya batırarak, “Vallahi, bundan böyle Mekke'de yerli olsun, yabancı olsun, zulme uğramış hiçbir kimse bırakmayacağız. Zulme meydan vermeyeceğiz. Mazlumlar zâlimlerden haklarını alıncaya kadar mazlumlarla birlikte hareket edeceğiz. Denizlerin bir kıl parçasını ıslatacak suları kalmayıncaya, Hira ve Sebir dağları yerlerinden silinip gidinceye, Kâbe'ye istilam
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 813 -
ibâdeti ortadan kalkıncaya kadar bu ahdimizde sebat edeceğiz“ diye and içtiler.
Bu antlaşma, daha önceki zamanlarda aynı amaçla Cürhüm ve Katura kabilesinde Fadl ve Hidayl adlı birkaç kişinin yaptıkları andlaşmaya çok benzediği için onların adına izafe edilerek “Fadl'ların andlaşması“ anlamındaki “Hılfu'l-Fudûl“ olarak adlandırılmıştır. Fudûl kelimesi “fazlalık şey“ anlamına da gelmektedir. Bu antlaşmayı yapanlar zulmedenlere fazladan zulmen alınan mallarını geri vermek üzere yemin ettikleri için bu isimle anılmıştır da denilir.
Andlaşmaya katılanlar ilk iş olarak As b. Vail'in kapısı önüne dikilmiş ve ondan Zebidî'nin hakkını almışlardır. Daha sonra da benzeri olaylarda zulmün ortadan kaldırılması yolunda başarılı girişimleri olmuştur. Bunlara örnek olarak anılan iki olay şöyledir:
Has'am kabilesinden birisi kızı ile birlikte Hac için Mekke'ye gelir. Mekke'nin güçlü kişilerinden Nübeyh b. Haccac çok beğendiği kızı babasının elinden zorla alarak evine kapatır. Kızını kurtarmak için çırpınıp duran adama Hılfu'l-Fudûl'a başvurması tavsiye edilir. Adamın başvurusu üzerine hemen Nubeyh'in evi kuşatılır ve çaresiz kalan zalim, kızı babasına teslim eder.
Sumale kabilesinden bir tacir mallarını bir kısmını Mekke reislerinden Ubey b. Halef'e satar. Ancak Ubey üzerinde anlaştıkları bedeli tacire ödemez. Hılfu'l-Fudûl'a başvuran adama, “şimdi sen hemen Ubey'e git ve ona Fudulî'lerden geldiğini, ödemeyi derhal yapmazsa biıim gelişimizi beklemesini söyle“ derler. Bu haber Ubey'e ulaşınca vakit geçirmeden adamın parasını öder.
“Fadl'lar Andlaşması“na, o zaman yirmi yaşlarında olan Rasûl-i Ekrem (s.a.s) de katılmıştır. Ahmed b. Hanbel'in rivâyetine göre Hazret-i Peygamber bu antlaşma hakkında şöyle demiştir: “Abdullah b. Cud'an'ın evinde yapılan And'da ben de bulundum. Bence o and kırmızı tüylü bir deve sürüsüne malik olmaktan daha sevgilidir. O zaman Haşim, Zühre ve Teym Oğulları, deniz bir kıl parçasını ıslatacak kadar suya malik oldukça mazlumlarla birlikte bulunacaklarına and içmişlerdi. Ben ona İslâm devrinde bile çağrılsam icabet ederdim.“ 3259
Andlaşmaya katılanlar sonradan aralarına başka kimseleri alamadıkları için onların ölümüyle “hılfu'l-fudûl“ son bulmuştur. Fakat fiilen devam etmese de yıllarca sonra bile hılfu'l-Fudûl'dan söz etmek zâlimleri korkutmaya yetmiştir. Nitekim Muaviye'nin yönetimi döneminde Medine valisi Velid b. Utbe, bir meseleden dolayı kendisine zulmetmeye kalkışınca Hazreti Hüseyin, “vallahi, ya adalete riâyet eder hakkımı verirsin, yahut kılıcımı sıyırarak Rasûlullah'ın Mescidi'nin kapısına dikilir halkı Hılfu'l-Fudûl'a davet ederim.“ diyerek onu tehdit etmiştir. Bunu duyan Abdullah b. Zübeyr, “Vallahi, eğer Hüseyin böyle bir davette bulunacak olursa, ben de kılıcımı çeker, ona adalet üzerine hakkı verilinceye kadar onunla birlikte ayaklanırım, yahut hep ölürüz“ demiş, buna daha başkaları da katılınca Velid çaresiz Hazreti Hüseyin'e hakkını teslim etmiştir. 3260
Bir müslüman, günümüz şartlarında mahkemede kendini savunabilir. Mahkemeye zorla çıkarılabilir. Çıkmak zorunda bırakılabilir. Bu konularda şirk ve haram olduğu kesin olan şeylerden sakınmak kaydıyla mahkemelerden yararlanabilir.
3259] Ahmed b. Hanbel, I,190, 193
3260] Ahmed Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 440-441
- 814 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Aynen belediyeden yararlandığı gibi. Esnafın vergi karnesini işyerine asıp ondan yararlanması (ceza gibi zararlardan korunması) gibi.
Bütün bunlar yasak kapsamına girme ihtimali olan hususlar olduğu için sonra da istiğfar ve tevbe etmesi, aynı zamanda İslâmî devlet için çalışması ve bu tür İslâm açısından riskli şeyleri zorlayan gayri İslâmî düzene tavır alması (varsa, bu konudaki) günahlarına kefaret için terk edilmemesi gereken önemdedir.
Ama adalet bekleyerek, mecbur olmadan, çok büyük bir zararın def’i gibi bir zaruret bulunmadan tâğutların mahkemesine müracaata caiz demek çok zordur.
Sözün özü: zarar büyükse, zarardan/zulümden sakınmak için hilful fudul örnek alınabilir. Bu ifadeler, kesinlikle bir fetva mahiyeti taşımaz. Mü’minler, kalbine danışmalı ve kendileri karar vermelidir.
Şirk Toplumunda İslâmî Hayat (Tâğutun Mahkemesine Gidenin Durumu)
Özellikle devlet düzeninde şirkin hâkim olması hayata dair birçok sorunları da gündeme getirmektedir. Zira bugün halkı yönetenler hiçbir hususta Allah’ın indirdiklerine itibar etmiyorlar. Bundan dolayı birçok noktada olumsuz şeylerle karşılaşabiliyoruz. Bunlardan biri, günümüz tâğutlarının mahkemelerinde muhakeme olmaktır. Acaba günümüz tâğutlarının mahkemelerine yapılan her türlü müracaat sahibini dinden çıkaran bir amel midir?
Müslüman bir kimse elindeki tüm imkânları kullanarak bu mahkemelere muhakeme olmaktan kaçınmalıdır. Özellikle davetçiler bu konuda çok titiz davranmalıdır. Zira onlar toplumun içinde örnek alınan şahsiyetlerdir.
Ancak, bir Müslümanın büyük bir malı gasp edilmişse ve tâğutun muhakemesine gitmeksizin uğradığı zararı kaldırma gücü yok ise bu durumda tâğutun muhakemesine başvurabilir. Çünkü bazı ihtiyaçlar zaruret durumundadır.
Bir de büyük miktardaki bir malın gasp olunması bir tür ikrah mânâsını taşır. Dolayısıyla böylesi bir durumda bu mahkemelere başvuran kişiler küfre girmezler.
Bir kişi Şeyh Abdurrazzak Afifi’ye böyle bir soru yöneltmiştir. O da cevaben şöyle demiştir: “Müslüman gücü yettiği kadar tâğutların mahkemesine başvurmasın. Şâyet başka bir alternatifi yoksa başvurabilir. Hatta Seyyid Kutup, Mısır’da Muhammed Kutub kanun dışı olarak yakalanınca mahkemeye başvurmuştur.“ 3261
Fakat Şeyh Hamid bin Atik, Şeyh Süleyman bin Sehman gibi bazı âlimler “inkâr etmekle emrolundukları halde tâğuta muhakeme olmak istiyorlar“3262 âyetinin zâhirine bakarak hiçbir şekilde tâğutun mahkemelerine muhakeme olmayı caiz görmemişler.
Hâlbuki bu âyetin nüzul ortamında İslâm şeriati hâkim idi ve o zamanın atmosferi ile bizim içinde bulunduğumuz ortam bir değildir. Zira bizim içinde bulunduğumuz ortamda İslâm şeriati hâkim değildir. Her iki ortamın arasındaki bu büyük farkı görmezlikten gelerek birbirine kıyas yapmak kıyas-ı maal fârıktır.
3261] Münir Gadban, Hareket Metodu, sy: 74
3262] 4/Nisâ, 60
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 815 -
(Yani ilgisiz şeylerin birbiri ile kıyaslanmasıdır.)
Ayrıca Rasûlullah (s.a.s.) mazlumların hakkını korumak için müşriklerin kurmuş olduğu müesseseye iltica etmeyi, sığınmayı caiz görmüştür.
İmam Ahmed’in Musned’inde ve Müstedrek’te geçen bir rivâyette Rasûlullah (s.a.s.) “Çocukken amcalarımla birlikte Hılfu-l Mutayyibin’e şâhit oldum. Bana kırmızı develer verilse bile bu anlaşmayı bozmam“ buyurmuştur.
Yine mürsel olarak gelen bir başka rivâyette ise “Şâyet bugün o anlaşmaya çağrılsam giderdim“ buyurduğu nakledilmiştir.
Konuya dair Şeyh Muhammed bin İbrahim şöyle der: “Helâlı haram, haramı helâl kılma konusu olmadığı müddetçe aşiret reislerine sulh yapmak için başvurulabilir. Fakat hüküm vermek için başvurmak caiz değildir. Zira aşiret reislerinin çoğu cahil insanlardır. Onlara tahakküm yetkisini vermek tâğuta muhakeme olmaktır.“ 3263
Maalesef bu taksimatlardan habersiz olan bazı cahil kişiler mahkemeye giden herkesi tekfir ederler. Hatta bazıları işi iyice abartarak tâğutun karakollarına gidenleri de tekfir ederler. Kişinin bu karakola niçin gittiğini araştırma gereği bile duymazlar.
Dolayısıyla İslâm’ın caiz gördüğü bir şeyi yasaklar, İslâm’ın genişlettiğini darlaştırırlar. Kişinin içinde bulunduğu zamana ve zemine bakmadan kendileri gibi düşünmeyen herkesi tekfir ederler. Bu yaptıklarıyla âlimlerin içtihadına hayat hakkı tanımazlar. Kur’an’dan ve sünnetten bazı âyet ve hadisleri kendi düşüncelerini doğru göstermek uğruna istismar ederler. 3264
Tâğuta Küfür, Tâğutun Yaptığı İyilikleri İnkâr Edip Görmezden Gelmeyi de Kapsar
Bakara 256’daki âyet: “Fe men yekfur bi’t-tâğuti / Kim tâğuta küfrederse…“ diye başlıyor. Âyette geçen “tâğuta küfretmek“ nasıl olur ve neleri kapsar? Bu soruyu cevaplamak için “küfür“ nedir, onu tahlil etmek gerekir.
Küfür, “ke-fe-ra“ fiil kökünden masdar olup, lügatta ‘bir şeyi örtmek’ demektir. Bu anlamıyla tohumu toprağa eken ve böylece onu örtüp gizleyen çiftçiye küffar denildiği gibi, kılıcı örttüğü için kınına, karanlığı örttüğü için geceye, yıldızları örttüğü için buluta da kâfir denir. Bazı ibâdetler ve tevbe de birtakım günahları örttüğü için bunlara da keffare(t) denilmiştir. Kâfir kişi de Allah'ın varlığını, âyetlerini, nimetlerini veya hükümlerini görmezlikten, bilmezlikten gelip inkâra gittiğinden bu ismi almıştır. Küfür kelimesi, Türkçe’de inkâr kelimesiyle karşılanır. Küfretmek; inanmamak, inkâr etmektir.
Kur’an, imana yüklediği tüm anlamların zıtlarını küfür kelimesine yüklemiştir. Zaten küfür de, bir inançtır; olumsuz bir inanç. Göğüsler iman için açıldığı gibi, küfür için de açılır. 3265
“Küfür“, “iman“ın zıddıdır. Küfrü tanımak için zıddı olan imanı tanımak
3263] Fetvalar, 12/292
3264] Alaeddin Palevî, Mühim Soruların Cevabı, s. 160 -161
3265] 16/Nahl, 106
- 816 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gerekir. İman, emn kökünden bir mastardır. Sözlük anlamı, birini sözünde tasdik etmek, onaylamak, kabullenmek itimat etmek, gönülden benimsemek, güvenmek/güvenilmek anlamlarına gelir. Türkçedeki inanmak kelimesi bunu aşağı yukarı karşılar. Demek ki küfür de “birini sözünde tasdik etmemek, onaylamamak, kabullenmemek ona itimat etmemek, onu gönülden benimsememek, ona güvenmemek demektir.
Küfür kelimesinin yukarıdaki anlamından yola çıkarak, “tâğuta küfretmek“, tâğutun varsa nimetlerini veya hükümlerini görmezlikten, bilmezlikten gelip inkâr etmek gerekiyor, demek zorundayız. Buraya kadar küfür kelimesinin salt lügat anlamından çıkan zarûri bilgileri aktarmış olduk. Kelimenin bu anlama geldiğinden “tâğuta küfür“ kavramını bu doğrultuda şöyle açıklamamız gerekir:
Tâğuta nasıl küfredilir, tâğutun neyini, nesini inkâr edip örteceğiz, neyi yok sayacağız? Tâğutun kendisini yok saymak, görmezlikten gelmek, onun varlığını inkâr etmek kast edilmiş olabilir mi? Hayır, olamaz! Çünkü tâğutun varlığını kabul edecek ki, onun hükümlerinin veya mahkemelerinin varlığını anlasın ve kanunlarını ve mahkemelerini kabul etmesin.3266 Varlığını kabul edecek ki, ondan (tâğuta kulluktan) kaçınsın. 3267
Küfür, aynı zamanda nimetleri inkâr, iyilikleri görmezlikten gelmek, yani nankörlük demektir. Kur’ân-ı Kerim’de tam 30 âyette küfür kelimesi, nankörlük anlamında kullanılır. Nankörlük, nimete karşı küfür, iyilikleri örtmek, nimeti ve yardımı inkâr etmek, yok saymak demektir.
Nankörlük kelimesi dilimize, Farsça'dan geçerek yerleşmiş bir kelimedir. Arap dilinde nankörlük; “küfrân“ ya da “küfrânü'n-nimeti“ kelimeleriyle ifade edilmektedir. Nankör kimseye de “kâfirü'n-nimeti“ denilir. Nankörlük; bir insanın başka bir insana karşı ya da Rabbine karşı nankörce davranmasına göre iki yönden ele alınabilir. İkinci tür nankörlük, insanın Rabbine karşı olan nankörlüğüdür. Zira bunda, insanın küfre girme ihtimali büyüktür. Her ne kadar küfür ile nankörlük ilk bakışta birbirlerinden tamamen farklıymış gibi görünseler de aralarında çok yakın bir benzerlik vardır. Birincisinde; Allah'ın varlığını, birliğini ya da inanmamızı emrettiği hükümlerini inkâr etme söz konusudur ki, bu açıkça küfürdür. Allah'ın verdiği nimetleri inkâr etmek, onları unutmaya çalışmak ya da unutmuş görünmek de haddi zatında küfürdür. Zira her iki durumda da, ikrar edilmesi vacib olan hakikatleri inkâr etme söz konusudur.
Kur'ân-ı Kerim'de, insanların Allah'a karşı nankörlüğünden söz edilirken, “nankör“ ve “nankörlük“ kelimelerinin, “küfr“ kelimesiyle ifade edildiğini görüyoruz: “...Nankörlük ettikleri için (bimâ keferû) onları işte böyle cezalandırdık. Biz, nankör (kefûr) olandan başkasını cezalandırır mıyız?“ 3268
“Yanında kitabdan bir ilim olan kişi; sen yerinden kalkmadan önce onu sana getirebilirim, dedi. Süleyman tahtı yanına yerleşivermiş görünce; bu, şükür mü edeceğim yoksa küfür (nankörlük) mü edeceğim diye beni sınayan Rabbimin lütfundandır. Şükreden, ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük eden de (ve men kefera) bilsin ki Rabbim
3266] 4/Nisâ, 60
3267] 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17
3268] 34/Sebe', 15-17
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 817 -
Ganî'dir, Kerîm'dir.“ 3269
“Allah, size güven ve huzur içinde olan bir kasabayı misâl verir; her taraftan oraya bolca rızık geliyordu. Ama Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler (keferat bi-enumi’llâh). Bu yüzden Allah onlara, yaptıklarına karşılık açlık ve korku belâsını tattırdı.“ 3270
Yukarıdaki âyet meallerinin ilkinde geçen “nankörlük ettikleri için“ sözü, Kur'an'daki “bimâ keferû“ kelâmının mealidir. “Nankör“ kelimesi de “kefûr“ sözünün mealidir. Aynı şekilde, ikinci ve üçüncü âyetlerde geçen “nankör“ ile “nankörlük“ kelimelerinin tümü, “küfr“ kelimesinin türevleridir. 3271
İşte, Farsçadan Türkçeye geçtiği şekliyle nankörlük demek olan Kur’an ifadesi olarak “küfür“ Kur’an’daki ikinci anlamıyla nimeti tanımamak demektir. Nimetleri inkâr, iyilikleri görmezlikten gelmek demektir. Kur’ân-ı Kerim’de tam 30 âyette küfür kelimesi, işte bu anlamda, nimeti görmezlikten gelme, yani nankörlük anlamında kullanılır. Dolayısıyla, Kur’an’da 30 âyette geçen “küfür“ kelimesi, “nimete karşı küfür, iyilikleri örtmek, nimeti ve yardımı inkâr etmek, yok saymak“ anlamında kullanılmıştır. Kur’an’ın en doğru tefsiri yine Kur’an’la yapılır. Kur’an’daki “Tâğuta küfür“3272 kelimesinin tefsiri de, Kur’an’dan yola çıkarak; “iyilikleri örtmek, nimeti ve yardımı inkâr etmek, yok saymak“ olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
“Tâğuta küfür“ kavramını başka türlü izah etmek zordur. Eğer buradaki “küfür“ kelimesinden “red, reddetmek“ anlamı kast edilseydi, “redd“ kelimesi kullanılırdı. Bilindiği gibi reddetmek anlamındaki “redd“ kelimesi Arapça’dır ve Kur’an’da (türevleriyle birlikte) tam 62 yerde kullanılmıştır. Başka yerde kullanılan “redd“ kelimesi, Bakara 256’da kullanılmamış, “küfür“ kelimesi kullanılmıştır. Demek ki, buradaki küfür kelimesini “redd“ anlamı vermek doğru değildir. Zaten Kur’an’da diğer âyetlerde de “küfür“ kelimesi, redd anlamında kullanılmamıştır ki, bu âyette kullanılmış olsun. Ama küfür kelimesi, Kur’an’da tam otuz yerde “nimetleri, iyilik ve yardımları yok saymak, iyilikleri örtmek, inkâr etmek“ anlamında kullanıldığına göre, bu âyette de o anlamda kullanılmıştır diyebiliyoruz.
Kur’an, bizden tâğutların iyiliklerini örtmemizi, onların yardım ve iyiliklerini görmezden gelip yok saymamızı, yani inkâr etmemizi istemektedir. Kur’an bunun örneğini de bizzat kendi tavrıyla gösterir. Meselâ Kur’an, bazı (tâğut olmayan) kâfirlerin bazı olumlu taraflarını ifadeden kaçınmaz: “Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iâde eder...“3273 İçki ve kumar hakkında da benzer tavır takınılır: “Sana şarap ve kumar hakkında sorarlar: De ki: ‘Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için birtakım faydalar vardır. Ancak, her ikisinin de günahı faydasından daha büyüktür...“3274 Fakat Kur’an, hiçbir âyette tâğut kategorisine giren İblis’in, şeytanın, Firavun, Nemrud, Ebû Cehil gibi şahısların olumlu taraflarından bahsetmez. Onların iyi taraflarını örter, yok sayar.
3269] 27/Neml, 40
3270] 16/Nahl, 112
3271] Halid Erboğa, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 50-51
3272] 2/Bakara, 256
3273] 3/Âl-i İmrân, 75
3274] 2/Bakara, 219
- 818 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an, onların hiçbir iyiliğini görmezlikten gelerek örnek olduğu gibi, bizim de tâğutlar konusunda benzer tavır takınmamızı, onların iyiliklerini örtmemizi, yani küfredip inkâr etmemizi istiyor. Çünkü o tâğutlar, sıradan kâfir gibi değildir. Biz, tâğut olmayan kâfirlerin olumlu yönlerini anlatabiliriz. Ama tâğutların asla. Çünkü onlar, yüz binlerce belki milyonlarca insanın şirke düşmesine, Allah’a isyan etmesine ve Cehenneme doğru adım atmasına insanları teşvik ediyorlar, hatta zorlayıp yönlendiriyorlar. Kişileri Allah’ın indirdiği kanunlardan mahrum bırakıyor, kendi kafalarından çıkardıkları hükümlerle insanlara hükmederek onları Allah’ın azâbına sürüklüyorlar. Böyle büyük cinâyetler işleyen tâğutların insanlara dünyevî yönden bazı faydalar sağlaması gündeme getirilecek önemde midir? O küçük faydaların gözönüne getirilip inkâr edilmemesi, o tâğutların büyük cinâyetlerini örtbas etmeye götürebilir. Kanserden can çekişen bir adamın ayağındaki mantarla uğraşmak veya binlerce adam öldürmüş seri katil bir canavar kişinin bu cinâyetlerini görmezden gelip dilenciye verdiği yardımı öne çıkarmak gibi bir şeydir bu.
Kur’an, o yüzden sıradan kâfirlerden ayrı “tâğut“ kavramından bahseder ve bu özellikteki insanlara karşı tavır almamızı, onları (yaptıkları iyilikleri) inkâr etmemizi emreder. Bunu iman için bir esas kabul eder. Bu imanî esası çok iyi anlayan peygamberlerden hiçbiri, kendi dönemlerindeki tâğut saydıkları yöneticileri en küçük çapta olumlu bir özellikleriyle zikretmemişler, onların hep kötülük odakları olduğunu bildirip onlarla hep mücadele etmişler. Sadece kendileri onlara tavır almakla yetinmemişler, kavimlerine onlara kulluktan, yani itaatten kaçınmaları gerektiğini ısrarla hatırlatmışlardır: “Andolsun ki, Biz her kavme; 'Allah'a ibâdet edin, tâğuttan (tâğuta kulluktan) kaçının' diye (tebliğat yapması için) bir peygamber gönderdik.“3275 Tâğutların bazı iyi taraflarını gündeme getiren kimse, nasıl tâğuttan kaçınır? Allah’a karşı bu kadar azgınlaşan, tuğyan eden tâğutun iyi tarafı olduğu nasıl kabul edilir? Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen tâğutlar, sadece kâfir değil, aynı zamanda zâlim ve fâsıktırlar. 3276
Kur’an’da iki çeşit yönetici vardır. Biri, hoşlanmadığımız durumlarda bile itaat etmek zorunda olduğumuz, Allah’ın indirdiğiyle hükmeden bizden olan yönetici, yani “ulu’l-emr.“3277 İkincisi, hiçbir halde itaat edemeyeceğimiz, onun iyi taraflarını bile kabul edemeyeceğimiz kötülük odağı, şeytanın siyasal versiyonu “tâğut“. İşte bu ikinci yöneticiyi aynı zamanda inkâr etmemiz, iyiliklerini örtmemiz iman için şart koşuluyor.3278 Güne kâfirlere ültimatomla başlamamız Peygamberimizin sünneti: Her sabah ilk işimiz namaz kılmak. Sabah namazının ilk kıldığımız sünnetinin ilk rekâtında Fâtiha’dan sonra “Kâfirûn“ sûresi okumak sünnettir. Bu sûrede “De ki: ‘Ey kâfirler! Tapmam sizin taptıklarınıza… Sizin dininiz size, benim dinim bana!“3279 Günümüzü de benzer bilinçle kapatıyoruz: Gece, en son kıldığımız namaz yatsıdan sonra vitir namazı. Onun da en son rekâtında okuduğumuz kunut duası. Bu duada “ve nahlau ve netrukü men yefcuruk“ diye Allah’a söz veriyoruz. Yani diyoruz ki: “(Ey Allah’ım!) Biz Sana isyan eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi (yönetimden, liderlikten) hal’ edip alaşağı ederiz,
3275] 16/Nahl, 36
3276] 5/Mâide, 44, 45, 47
3277] 4/Nisâ, 59
3278] 2/Bakara, 256
3279] 109/Kâfirûn, 1, 2, 6
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 819 -
onu kendi haline terk ederiz.“ Nahlau (hal’ ederiz) derken kullandığımız hal’ kelimesi, “ehl-i hal’ ve’l-akd“ denilen yöneticiyi azletme ve yeni bir yönetici atama konusunda ehil olan şahısların yaptığı iştir. “Yöneticiyi makamından indirmeye, alaşağı etmeye“ hal’ etme denir. Ve netruku: Terk ederiz, onu yardım(cı)sız bırakır, onunla ilişkilerimizi keseriz, ona destek olmayız, onu inkâr ederiz. Dikkat edilirse, Allah’a isyan eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi, sadece bu vasıflarıyla hal’ etme sözü veren müslüman, yüz binlerce insanı Allah’a isyan etmeye sevk eden, onların fâsık ve fâcir, hatta müşrik olmasına zorlayıp yönlendiren tâğutlara karşı haydi haydi hal’ etme sözü vermiş olacaktır. İşte, bizim namazımız bile tâğutlara bir ültimatom ve onlara karşı nasıl tavır takınacağımıza dair bir ahid ve söz verme, bir siyasî bilinçtir.
“Andolsun Biz, her toplum içinde: 'Allah'a ibâdet edin, tâğuttan kaçının' diye bir elçi gönderdik.“3280 Bu âyette “tâğut“, ibâdet konusunda Allah'ın karşısına konulmuş ve ondan kaçınılması emredilmiştir. Şu âyette ise, tâğuta ibâdetten sakınan ve Allah'a yönelen kimsenin müjdelenmesi istenmiştir: “Tâğuta ibâdet etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var.“3281 Şu âyette de, tâğuta ibâdet edenler şiddetle kınanmaktadır: “De ki: Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size söyleyeyim mi? Allah'ın lânetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymun, domuz ve tâğuta tapanlar çıkardığı kimseler; işte onların yeri daha kötüdür ve onlar doğru yoldan daha çok sapmışlardır.“3282
Nedir tâğut? “Tâğut“ kelimesinin kökü “tuğyan“dır. Tuğyan, isyanda haddi aşmak, azmak, zulmetmek, sapmak, ölçüsüz şekilde hareket etmek, büyüklenmek anlamlarına gelir. Tâğut; şeytana, putlara, Allah'tan başka tapılan her varlığa, insanı azdıranlara, insanları haktan ve hidâyetten saptıranlara, hayır yolundan men edenlere, haddi aşanlara, küfür ve dalâlette önderlik edenlere, gaybdan haber verdiğini ileri süren kâhinlere/medyumlara, insanların Allah'a ibâdet etmelerine ve İslâm'ı yaşamalarına engel olanlara denir. Put olsun, ağaç olsun, insan veya hayvan olsun, Allah'tan başka tapınma konumunda olan her şey; kanunlarında Allah'ın dinine karşı sınırı aşan zâlim yönetici ve Allah'ın indirdiği hükümlerin gayrisiyle hükmeden idareci; İslâm şeriatine uymayan bütün metod, düşünce, fikir, ideoloji, pozisyon, âdet, gelenek ve görenekler tâğut kapsamına girer. Ayrıca tâğuttan hoşnut olup ona bağlanan, tâğuta kulluğa çağıran, tâğutun dâvet ettiği şeye sahip çıkan da kendi sapıklığı içinde tâğuttur.
Kur’ân-ı Kerim'de tâğutla ilgili bütün âyetleri dikkate aldığımızda şu sonuca varırız: Kulu Allah'a kulluktan, dinde ihlâslı olmaktan, Allah ve Rasûlüne itaatten alıkoyan ve çeviren her şey tâğuttur. Tâğut; hakkı ezmeye çalışan, Allah'ın kulları için çizdiği sınırları çiğneyen her kimse veya her nesnedir. Allah ile bağlantısı olmayan her program ve Allah'a bağlanmayan her çeşit düşünce, sistem, edep ve alışkanlık; otoritesini Allah'ın sisteminden almayan her idare, Allah'ın otoritesine, ulûhiyetine ve hâkimiyetine düşman olan her şey tâğuttur.3283
Allah'a isyan konusunda herhangi bir kimseye itaat eden kişi, o kimseye
3280] 16/Nahl, 36
3281] 39/Zümer, 17
3282] 5/Mâide, 60; Ayrıca, tâğutu reddetmek konusunda Bak. 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 16/Nahl, 36
3283] Muhammed Kutub, Lâ İlâhe İllâllah, Ravza Y., s. 109
- 820 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ibâdet etmiş olur ve bu itaat edilen kimse tâğuttur. Mevdûdi, tâğut kelimesini şöyle izah eder: “Tâğut, Allah'a karşı azan, isyan eden, kulluk haddini aşarak kendisi için ulûhiyet ve rubûbiyet iddiâsına kalkışan her şahıs, zümre ve idareye denir. Tâğut, Allah'a karşı haddi aşan ve zulmeden her türlü üstünlük, otorite, başkanlık veya komutanlıktır. Tâğut, mülkünde hükmünü yerine getirir; kullarını zorla, aldatmakla yahut kötü yollarla kendine itaate çağırır. Kişinin bu türlü otoriteye, başkanlığa, liderliğe boyun eğmesi ve ona tapması tâğut için bir ibâdettir.3284
Kur'an'a göre tâğut; Allah'ın, dininin, elçisinin ve kitabının karşısına konulan, Allah yerine tapılan, İslâm'ın hükümleri, emir ve yasakları, helâl ve haramları yerine ikame edilen, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in yerine önder seçilen, Kur'an düşüncesi, inanç ve hayat tarzı yerine başka düşünce, inanç, hayat ve yönetim biçimi koyan, hayata geçiren, bunlara öncülük eden ve uyulan her insanın, her sistemin ortak adı ve sembolüdür.
Buna göre tâğuta ibâdet, Allah'tan başka şeytan, insan, önder, kâhin gibi canlı ve cansız varlıklara, Allah'a isyan anlamına gelecek şekilde itaat etmek, boyun eğmek, Allah'ın hükmü yerine Allah'tan başkalarının hükümlerini kabul edip isteyerek uygulamak demektir ki bu, insanı şirke, küfre götürür.
Bir kimse tâğutu reddetmedikçe gerçekten iman etmiş sayılamaz. Tevhid'in şartı, Allah'a imandan önce tâğutları reddetmek, onları tanımamaktır. Bu durum, Kur’an’da açıkça beyan edilmiştir: “Artık kim tâğutu inkâr edip Allah'a iman ederse, kopmayan sağlam kulpa yapışmış olur.“ 3285
“Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddiâda bulunanlara bakmaz mısın? O azgın şeytana, tâğûta muhâkeme olmak, onun hükümlerini kabul etmek istiyorlar. Hâlbuki onu tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan ise onları çok uzak bir sapıklığa düşürmek ister. Onlara, 'Allah'ın indirdiği Kur'an'a ve Peygamberim hükmüne gelin' denildiği zaman münâfıkları görürsün ki, senden düşmanca bir dönüşle yüzçevirirler.“ 3286 “... Hüküm (hâkimiyet, egemenlik ve kanun koyma hakkı) ancak Allah'ındır. Ve O yalnız, sadece Kendisine kulluk ve ibâdet etmenizi emretmiştir. İşte doğru ve gerçek din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.“ 3287
Kur'an, peygamberlerin tavrını da, bize örnek olması için, açıkça belirtiyor: “Celâlim hakkı için, Biz, her ümmete 'Allah'a kulluk/ibâdet edin ve tâğutlardan sakının' diye bir peygamber gönderdik...“3288 Düşünelim ki, Hz. İbrâhim, devrindeki tâğutlarla nasıl mücâdele etti? Putlara ve Nemrut'a karşı nasıl tavır aldı? İnsanları bu tâğutlardan nasıl sakındırmaya gayret etti? Firavun'a karşı Hz. Mûsâ'yı ve mücâdelesini bir gözönüne getirelim. Nemrut'un, Firavun'un emrine girmek isteyen, onun sarayında, onun düzenine ve ona yardımcı olmayı düşünen bir tavır gözünüzün önüne gelebiliyorsa, bugün tâkip edilen yol meşrûdur; yoksa... Ve son peygamber, esas örnek ve liderimiz, ki hakkında “Gerçekten Allah'ı, âhiret gününü arzulayanlar ve Allah'ı çok zikredenler için size Allah'ın Rasûlünde (tâkip edeceğiniz)
3284] Mevdudi, Kur'an'a Göre Dört Terim, İdeal Kitaplar Y., s. 66 ve 84
3285] 2/Bakara, 256
3286] 4/Nisâ, 60-61
3287] 12/Yusuf, 40
3288] 16/Nahl, 36
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 821 -
pek güzel örnek vardır.“3289 hükmü bulunan zâtın, bize örnek olması gereken bu konudaki tavırları... Rasûlullah, her türlü düşmanca tavra rağmen açıkça Allah'a kulluğa ve tâğutlara isyana (itaat etmemeye) devam edince, Mekke müşrikleri Hz. Peygamber'le uzlaşma yolları aradılar. Bazı tâvizlerine karşılık bazı tâvizler istiyorlardı. Bu tâvizler arasında “dilersen bir sene sen hükümdar ol ve bizi yönet, bir sene de biz yönetelim“ teklifi de vardı. Ama Rasûlullah, tüm bu tekliflere Kur'ân-ı Kerim'den âyetler okuyarak kesin red cevabı veriyordu. Oysa müşrikler “bizim sistemimize dokunma, ama onu gel sen yürüt“ diyorlardı. Temelinde şirk ve adâletsizlik olan bir rejimin yönetimi Peygamber'in eline tümüyle veya iki yılda bir geçseydi ne değişirdi ki? Müşrikler de tekliflerinin bilincindeydiler. Çünkü “biz sana uyarsak, yerlerimizden (mevkîlerimizden) hızla çekilip alınacağız.“3290 diyorlardı. Zâten Rasûlullah'ın amacı da buydu: Hâkimiyet hakkını onlardan almak, taptıkları putları ortadan kaldırmak ve şirkin yerine tevhidi, zulmün yerine İslâm adâletini ikame etmek, yani Kureyş düzenini kökünden yok etmek, darmadağın etmek, devirmekti. Yine bir defâsında amcası Ebû Tâlib aracılığıyla, müşriklerin, Efendimiz'e teklif ettikleri birkaç husustan biri de “istersen gel, seni başımıza kral yapalım“ teklifi idi. Bugünkü siyasîlerin bırakın krallığa, bakanlığa; milletvekilliği teklifine bile nasıl can attıklarını bir düşünelim. Efendimiz ise: “Vallahi, bir elime güneşi, bir elime de ayı verseniz, dâvamdan vazgeçmem“ diyordu; dâvâ hiçbir tâviz ve dünyevî beklentiyi kabul etmiyordu. Efendimiz'in reddettiği anlayış, şimdilerde “bırakın birkaç sene de biz idare edelim“ şeklinde hem de çok harâretli tek taraflı isteklere dönüşüvermişti. Müslümanlar çok oy oyununa gelmişlerdi: Devlete, rejime tâlip olmak ve bunun için Rabbânî mücâdele yapmak yerine; hükümete, kâfir rejimin idaresine tâlip olmuştu müslüman. Müslümanların çokça oy verdikleri partilerdeki insanlar yönetici olduklarında İslâm nâmına neler değişmişti acaba? Değiştiğini düşünelim: İsterse, şeriat 100 esasta toplanmış olsa, 99'unu uzlaşma veya küfürle koalisyonlarla kabul ettirerek tâviz koparsalar müslümanların 1 tek esası bile küfürden almaları, bir esasta tâviz vermeleri câiz miydi? Bu tür tâvizci sistem İslâm olabilir miydi acaba? “Yoksa siz Kitab'ın (ve ahkâmın) bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şimdi sizden bunu yapanların cezâsı, ancak, dünyada rezillik, rüsvaylık ve bayağılık; kıyâmette de en şiddetli azâba atılmaktır. Allah, sizin yaptıklarınızdan gâfil değildir.“3291 Amelden tâviz vere vere Müslümanlar, inanç ve dâvâlarından da tâviz vermeye başladılar: Rejim devam etsin, küçük ıslahatlarla hatta takviye edilsin, ama yöneticiler namaz kılanlardan olsun. Hamam ve tas aynı olsun, tallâklar değişsin.
Bu anlayışlarımızı değiştirmeden Rabbimizin devlet nimeti vererek, toplumumuzu değiştireceğini beklemek İlâhî hükme, sünnetullaha ters olur: “...Muhakkak ki Allah, bir kavmi, onlar kendi nefislerini değiştirmedikleri müddetçe değiştirmez...“3292
Kâfirler, düzenbazlar, müslümanların da ancak kendi istedikleri sahada, kendi istedikleri metotlarla mücâdele etmelerini istiyorlar. Hâlbuki İslâm'da savaşlar, kâfirlerin değil, müslümanların istediği sahalarda kabul edilir. Her çeşit İslâmî mücâdele ve hizmetlerin esasları, ancak müslümanların istediği şekillerde ve İslâmî esaslara göre tanzim edilir. Bugün ise, Firavunların tesbit ve müsâade
3289] 33/Ahzâb, 21
3290] 28/Kasas, 57
3291] 2/Bakara, 85
3292] 13/Ra'd, 11
- 822 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ettiği, yönlendirdiği, sınırlarını çizdiği sahada mücâdele ve çalışmayı tercih eden müslümanlar, Firavunlara açıkça cephe almadan, onları nasıl alt edeceklerdir?
Demokrasi ile İslâm'a giden, bu yolla Kur’an ahkâmını tatbik eden dünyada hiçbir örnek gösterilemez; aksi ise, dâima olagelen vâkıadır. Kur'an bu gerçeğe ışık tutar mâhiyette şöyle diyordu: “Hepiniz, toptan Allah'ın ipine (dinine, şeriatına) sımsıkı sarılın. Birbirinizden ayrılıp dağılmayın, fırka fırka olmayın...“ 3293 Fırka fırka, hizip hizip olmak yasaklanıyordu. Bu âyetleri bilmiyor muydu bu kardeşler, biliyorlar, hatta başkalarına da okuyorlardı, ama buna rağmen kendi partilerine çağırıyorlardı insanları. Fırkalaşmayı reddeden âyetle, bir fırkaya dâvet ederek çelişkiler sergiliyorlardı. Osmanlı'nın son zamanlarında ve T.C.'nin ilk yıllarında parti kelimesinin Türkçe karşılığı olarak “fırka“ kelimesi kullanılıyordu, hatta. “İttihad ve Terakki Fırkası“, “Halk Fırkası“, “Serbet Fırka“ gibi. Rabbimiz fırka fırka olmayın demesine rağmen fırkalar, hizipler kendi yaptıklarıyla övünüp tefrikaları hızlandırıyor, ümmetin vahdetine engel oluyordu. “Onlar ki, dinlerini parçalara ayırdılar, böylece grup grup, parti parti olmuşlardır. Her hizip (her parti), kendindekine güvenmekte, onunla övünmektedir.“3294 Eski Türkçe'de fırka, Arapça'da hizip (hızb) diye karşılık bulan, bugünkü Türkçe'de Avrupa'daki kullanılışı gibi aynen kullanılan “parti“ zâten parça demekti. Partinin bu anlamı, âileleri, samimi insanları bile nasıl parçalayıp birbirine düşman ediyor, müslümanlar nasıl parça parça olup, kardeşliğini unutup düşman hale geliyor, özellikle seçim atmosferinde daha berrak gözükmektedir.
İslâm ise, kelime-i tevhid'deki lâ=hayır kılıcıyla tâğutla işbirliğini, onunla yardımlaşmayı, ona tâviz vermeyi, onunla uzlaşmayı kesip atar. Bir tevhid eri için “lâ“ ile isyan bayrağını çektiği küfür ve şirkle uzlaşma nasıl mümkün olabilir? Uzlaşma olursa Rabbimizin emri tebliğ ve cihad nasıl gerçekleşir? Tevhidin gereği olan, tâğutlara isyan olmadan da İslâm devleti, İslâmî değişim ve dönüşüm hayal olur. Rabbimiz bu konuda bakın ne buyuruyor: “(Yâ Muhammed!) Az kalsın seni bile sana vahyettiğimizden başka bir şeyi Bize karşı uydurman için fitneye düşüreceklerdi. İşte o zaman seni dost edinirler. Eğer Biz sana sebat vermemiş olsaydık, muhakkak, az da olsa sen onlara meyledecektin (tâviz verecektin). O takdirde dünya ve âhiret azâbını kat kat tattırırdık. Sonra Bize karşı kendin için hiçbir yardımcı bulamazdın.“ 3295 Yine tâvizci anlayışa yukarıda zikrettiğimiz Bakara Sûresi âyet 85 tokat gibi inmektedir. Tâvizci bir edâ ile hak-bâtıl karışığı dâvet, tebliğ ve hizmet yolunu Hz. Allah yasaklamaktadır: “Hakkı bâtıla karıştırmayın. Ve bile bile hakkı gizlemeyin.“ 3296
İslâm'ın istediği devlet olmadığında, eğer İslâm'ı temsil iddiâsındaki müslümanlarla küfür düzenleri arasında uzlaşma ve düzenin emrine ve hizmetine girme varsa, devletin istediği İslâm(!) olacak, bu tip İslâm, tâğutların yönlendirdiği, Amerikanvari özellikler taşıyacaktır, tevhîdî özellik değil. “Allah'ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet. Onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği Kur'an hükümlerinin bir kısmından seni şaşırtırlar, vazgeçirirler diye kendilerinden sakın. Eğer onlar, hükümleri kabulden yüzçevirirlerse bil ki Allah, onların bazı günahları sebebiyle onları cezalandırıp, başlarına bir musîbet getirmek istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fâsıktır.“ 3297 Tam bir
3293] 3/Âl-i İmrân, 103
3294] 30/Rûm, 32
3295] 17/İsrâ, 73-75
3296] 2/Bakara, 42
3297] 5/Mâide, 49
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 823 -
açıklıkla, cesâretle tebliğ ve hizmet emredilmektedir: “Emrolunduğun şeyi çatlatırcasına (tam bir cesâretle ve hiç çekinmeden) açık açık bildir, tebliğ et. Ve müşriklerden yüzçevir (sözlerine ve tehditlerine aldırma). Muhakkak Biz, o müstehzîlere karşı sana kâfîyiz, seni korumaya Biz yeteriz.“ 3298
Biz, Rabbimizin gösterdiği yolda kulluk vazifemizi yapar, hiçbir şeyi O'na şirk/ortak koşmazsak, devlet nimetini Cenâb-ı Hak, bir meyve olarak bize Kendisinin ihsân edeceğini beyan ediyor: “Sizden iman edip sâlih ameller işleyenlere Allah vaad etti: Kendilerinden öncekileri nasıl halîfeler kıldıysa, şüphesiz onları da yeryüzünde halîfeler kılacak, onlar için seçtiği dini (İslâm'ı) kendilerine kuvvetlendirip icrâ imkânı verecek, onları korkularının ardından emniyete kavuşturacaktır. Bana ibâdet ederler ve Bana hiçbir şirk/ortak koşmazlar. Kim de bundan sonra nankörlük ederse, işte onlar fâsık olanlardır.“ 3299 Bu âyetin tefsirinde Mevdûdî diyor ki: “Burada Allah'ın yeryüzünde halîfelik verme sözünün, adı müslüman olanlar için değil, imanda samimi, amelde müttakî, sadâkatte içten ve Allah'ın dinine uymada şirkin her türlüsünden uzak ve ihlâslı olanlar için olduğu belirtilerek münâfıklar uyarılmaktadır. Kendilerinde bu nitelikleri ve İslâm'a yalnızca dillerinin ucuyla hizmet edenler bu sözün muhâtabı ve lâyığı değildirler. O halde, bu sözde, payları olduğu ümidini beslememelidirler. Bu nimeti kazanmak için ileri sürülen şart: Mü'minlerin her türlü şirkten kaçınarak imanlarında ve Allah'a bağlılıklarında sağlam ve sarsılmaz olmaları gerektiğidir. Hakiki mânâda bu imana sahip kimseler Allah'tan bir vaad üzeredir ve Allah vaadini yerine getiren ve ordusuna yardım edendir. Allah'a karşı savaşanları Allah daha iyi bilir. Müslümanlar, çok olduklarından dolayı değil, Allah'ın nusret ve yardımıyla savaşarak gâlip gelir.“ 3300
Kendi nefsinde ve ailesinde... yaşayabileceğinin en son noktasına kadar Şeiratı yaşamayan, bu noktada yüzlerce tâvizler veren, devlete şeriatı nasıl uygulayacak? Biz, kendi vazifemizi (şirkin hiçbir şûbesine bulaşmayıp tâğutlardan kaçınarak, Allah'a kulluk) yapalım. Allah'ın vaadini beklemeye hakkımız olsun. Tabii ki, tâğutlardan kaçınmanın ve Allah'a kulluğun fiilî cihadsız da olmayacağını bilelim. Onun için biz Şeriat'ı getirmekle değil, zâten 1400 sene önce gelmiş olan Şeriat'ın hükümlerini yaşamakla mükellefiz. Devlet olarak halîfeliği de biz değil, Allah kendi tekeffül ederek, Nur Sûresi, 55. âyetteki şartları yerine getirenlere vaad ederek üzerine alıyor. Dokunulmazlıkları, makamları, koltukları... yani partinin imkânları olduğu halde, şeriatın adını bile anamayanlar, lâfı eveleyip gevelemek zorunda kalanlar, “İslâm Devleti istiyoruz“ demeye bile güç yetiremeyenler, tâğutlardan korktukları için sloganlara bile sansür koyanlar, putları ürkütmemeye özen gösterenler, demokrasinin bir sürü geleneğini yerine getirenler, zâhiren kanunlara teslim olan, hatta kanun koyan ya da kanunları halka uygulatanlar, bu küfür kanunlarının çerçevesinde, kanunları, işgal ettikleri o makamları nasıl devirecekler?
Bir insanın veya teşkilâtın “biz peygamberlerden ve Peygamberimiz'den daha kolay, daha kestirme, daha rahat bir yol bulduk. O zâtlar İslâm devletine gitmek için memleketlerinden kovuldular, olmadık zulme, işkencelere mâruz kaldılar, tâğutlarla, maddî güçleri çok az olduğu halde savaştılar, putlara ve
3298] 15/Hıcr, 94-95
3299] 24/Nûr, 55
3300] Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur'an, c. 3, s. 497-499
- 824 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tâğutlara boyun eğmeyeceğiz diye nice tehlikelere atıldılar. Biz ise çok daha kolay yol biliyoruz. Onlar bilememişler. Veya bu devirdeki bu tür kolaylıkların bir benzerini onlar yapmamakla hata etmişler...“ dese, bu sözleri söyleyenlere tepkiniz ne olur? Peki, bunları diliyle söylemeyip davranışlarıyla söylüyorlarsa? Öyle ya, “bugün devlete gidiş yolu ancak budur; günümüzün cihadı böyle olur“ diyerek rahat koltuklarda nutuk atma, 4-5 yılda bir oy atma, sonra yan gelip yatma: Al sana modern cihad, sen de böyle yap, ol bir mücâhid, sonra bekle, gelsin kolay yoldan İslâmî sistem!
Din tamamlanmış, Kur'an'ın ve Sünnet'in ahkâmı Kıyâmete kadar değişmeden uygulanmayı beklemektedir. “Bugün kâfirler, dininizi söndürebilmekten ümitlerini kestiler; artık onlardan korkmayın, yalnız Ben'den korkun. Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçip ondan râzı oldum.“ 3301 Asrımızın en büyük bid'atlerinden biri particiliktir. Kâfirler tarafından Batıdan, önce Türkiye'ye, oradan da İslâm âlemi denilen tâğutların hâkim olduğu hemen tüm memleketlere yayılma gösterdiği gibi, dine hizmet, cihad vs. diye takdim edildiğinden tehlikesi çok büyük bir bid'at olmuştur. Çünkü bid'atin târifi: Dine, Peygamberimiz'den sonra sokulan herhangi bir şeydir. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “(Dinde) Sonradan ortaya çıkan her şey bid’at’tır; her bid’at dalâlettir/sapıklıktır ve sapıklık insanı ateşe sürükler.“3302; “Allah (c.c.) bid’at sahibinin, orucunu, namazını, sadakasını, haccını, umresini, cihadını, (hayır yoluna) harcamasını, şâhidliğini kabul etmez. O kılın yağdan çıktığı gibi dinden çıkar.“ 3303; “Yoksa onların, dinden Allah'ın izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.“ 3304 Bid'at ve bid'atçılara karşı fıkhî hükümleri de müslümanlar araştırıp öğrensinler.
Müslümanlar! Boş, lüzumsuz, hatta nice yönden zararlı şeylerle vakit geçirip oyalanmayı bırakalım. “Rabbimiz'in “Cihad edenlerle oturanları ayırt etmeden cennette gireceğinizi mi sanıyorsunuz?“ 3305 hitâbının gereğini yapalım. “(Ey mü'minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kavimlerin başlarına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu ve öyle sarsıldılar ki, Peygamber ve onunla beraber iman edenler nihâyet 'Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?' dediler. İşte o zaman (onlara), 'Şüphesiz Allah'ın yardımı yakın' (denildi).“ 3306
Eski bir şâirin bir şiirini hatırlayalım:
“Muîni zâlimin erbâb-ı denâettir. / Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî-insâfa hizmetten.“ (Zâlimlerin yardımcısı ancak alçaklar grubundandır. Çünkü insafsız avcıya hizmet etmekten zevk alan köpektir.) Bu şiirde başka şey kast edilebilir, ama siz İslâm'a göre “zâlim“, “zâlime yardımcı olmak“, “insafsız avcı“ ve “köpek karakterliler“i değerlendirme ferâsetinde olun. “Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zâlimlerin tâ kendisidir.“ 3307 “Zâlimlere az da olsa meyletmeyin. Aksi
3301] 5/Mâide, 3
3302] Müslim, Cum'a 43, hadis no: 867, 2/592; Ebû Dâvûd, Sünne hadis no: 4606, 3/201; İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 45-46, 1/17; Nesâî, Iydeyn 22, 3/153
3303] İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 49
3304] 42/Şûrâ, 21
3305] 3/Âl-i İmrân, 142
3306] 2/Bakara, 214
3307] 5/Mâide, 45
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 825 -
halde size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız). Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra da size yardım edilmez.“ 3308 Bundan önceki âyette de “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!“ 3309 uyarısı yapılır.
Müslümanlar, zâhire göre değerlendirmek zorundadır. Kalpleri bilen yalnız Allah'ındır. Açıkça bâtılı savunanların sözlerine ve davranışlarına (zâhirlerine) göre bakıp müslüman-kâfir diye hüküm verenler, benzeri küfür lâfızlarını sevdikleri şahıslar söyleyince de aynı hükmü vermek zorundadır. Yoksa Efendimiz'in “kalbini yarıp baktın mı?“ sözü ile muhâtap olurlar. Önce belirttiğimiz gibi, Mâide sûresi 44, 45, 47. âyetler konusunda da, sevdiklerinizi hangi şer'î ölçüye göre istisnâ edeceğinizi iyi tesbit etmeli ve araştırmalısınız.
Ya T.B.M.M. denilen yere ne dersiniz? Yine önce bir âyet-i kerimeden yola çıkalım: “Allah size kitabında (Kur'an'da) şunu da indirmiştir: Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla eğlenildiğini işittiğiniz zaman, o kâfirlerle beraber oturmayın, tâ ki başka söze dalsınlar (başka bir söze geçmedikçe onlarla bir arada oturmayın). Yoksa orada kalırsanız siz de onlar gibi olursunuz. Şüphe yok ki Allah, münâfıklarla kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır.“3310 Ve bu âyetin bir öncesi: “Mü'minleri bırakıp, kâfirleri dost edinen münâfıkları acı bir azap ile müjdele. Şerefi, izzeti kâfirlerin yanında mı arıyorlar? Oysa bütün şeref ve izzet tamâmen Allah'a âittir.“ 3311 Müctehid ve fukahâya göre: Meselâ kumar oynanan, bira içilen bir kahvede, içkili lokantada, içen veya oynayanların yanındaki ayrı bir masada bir müslümanın çay içmesi, yemek yemesi (yanında, aynı mecliste haramı görüp önlemeye çalışmadığı için) câiz olmuyor, haram oluyor. Bu, harama rızâ kabul ediliyor. Harama rızâ haram olur; Küfre rızâ ise küfür. Yanındaki masada içilen haram olan bira veya şaraba seyirci olmaktan çok daha kötüdür “egemenliğin kayıtsız şartsız ulusa âit olduğu“ küfür ifâdesine -ki, Kur'an hükmüne tümüyle terstir: “Hüküm (egemenlik, hâkimiyet) ancak (kayıtsız şartsız) Allah'ındır.“3312- devamlı seyirci olmak. Meclis'i düşünün: Kapı gibi (belki de altından dökme) harflerle tüm milletvekillerinin gözüne sokarcasına, kafasına ve kalbine koyarcasına devamlı, tam karşısına bu hükmü diken meclis. Bu mecliste her Allah'ın günü Allah'la ve O'nun diniyle, hükümleriyle alay etmek, O'nu inkâr edip kaale bile almamak, O'nun hâkimiyetini zerre kadar tanımamanın isbâtı olarak; ilâhlık taslanacak, kanun koymaya, teklif edilmeye çalışılacak, düzenin aksayan yönlerine tedbirler alınacak, nice küfür ve şirk olan kelimeler sık sık söylenecek, müslüman da bütün bunlara rızâ gösterip seyredecek. Seyretmeyip ne yapabilir, dersiniz? Günde binlerce defa değişik ifâdelerle gündeme gelen küfür kelimelerinin hangisine, nasıl tepki gösterecek, hangisi söylenince en azından dışarı çıkacak? Küfür ahkâmının nasıl icrâ edileceği konuşulup, tâğutların Allah'a rağmen kanun koymaya kalktıkları... yerde oturmanın hükmünü müslümanlar mutlaka öğrenmek zorundadır.
Yanlış anlaşılmasın, biz hâricî de değiliz, tekfirci de. Ulu-orta tekfir müessesesinin işletilmesinin, delilsiz olarak, müslümanların birbirlerine, hele grup, hizip ve parti taassubu ile kâfir demelerine şiddetle karşıyız. Biliyoruz ki, karşımızdakine kâfir deyince, o kâfir değilse, söylediğimiz söz bize döner. Biz aşırılığa
3308] 11/Hûd, 113
3309] 11/Hûd, 112
3310] 4/Nisâ, 140
3311] 4/Nisâ, 138-139
3312] 12/Yusuf, 40
- 826 -
KUR’AN KAVRAMLARI
karşıyız, itidalden yanayız. Hatta mecbur olmadan, ihtilâflı meselelerin, metot tartışmalarının gündeme gelmesini esas düşmanlara karşı gücümüzü azaltacağı için, vahdeti engelleyeceği için tasvip etmeyiz. Evet, küfre düşecek kesin delil olmadan hiçbir mü'mine kâfir demenin câiz olmadığı bilinci içindeyiz. Amma, Kur'an ve hadis-i şerifler ışığında tevhidî akîde çerçevesinde tüm olayları değerlendirmek zorundayız. Bazı kimselerin hatırına veya ihtilâf çıkmasın diye açık şer'î hükümlere ters olan, küfür veya şirk kabul edilen tavırları sergilemekten çekinmenin de vebal olduğunu bilmekteyiz. Yoksa Kur'an ve Sünnette bu hükümlerin yer almasına gerek olmazdı. Bu konuda kardeşlere tavsiyemiz; açıkça küfrüne şâhit olmadıkları hiçbir şahsı tekfir etmemeleri, ama şahıs ille de ben Kur'an'ın kâfir dediği sınıflardanım diye diliyle veya tavrıyla diyorsa, ona da mü'min demenin kimsenin hakkı olmadığı anlayışıyla hareket etmeleridir. Peygamberimiz (s.a.s.): “münâfıkların alâmeti şunlardır...“, “şöyle yapan şirke düşmüştür“, “şu câhiliyye alâmetidir“, “şunu söyleyen bizden değildir“ veya “kâfirlerdendir“ gibi genelleme yapar, açık delil olmadan muayyen bir ismi tekfirden kaçınırdı. Yalnız bu konuda da aşırı gitmemeli, dost-düşman bilinmeli, tebliğ ve dâvet ona göre yapılmalı, tavırlar muhâtabın akîde durumunun bilinmesini gerektireceğinden dolayı, kâfire mü'min demenin de günahı bilinmelidir.
Bazı Âlimlerin Görüşleri
Şeyhul İslâm Mustafa Sabri şöyle der: “Laiklik ilkesini kabul eden bir siyası rejim İslâm hükümlerine başkaldırmış demektir. Dolayısıyla öncelikle bu hükümet irtidat etmiş sonra da buna itaat edenler mürtedleşmiş sayılır. Siyasî yönetimde görev alanlar tek tek mürted hükmünü aldıkları gibi bu hükümete itaat eden kitleler de irtidada düşmüş olur. Bu, kestirmeden toplu küfre giriş kadar korkunç bir olay tasavvur edilemez. Birimiz, fert olarak İslâm'ın herhangi bir hükmünü kabul etmediğimiz, dinin sultasını reddettiğimiz, helâl ve haramdan, emir ve nehiyden birini inkâr ettiğimiz takdirde küfre girmiş oluruz. Peki, toptan Allah’ın sultasını, emir ve nehiylerini helâl ve harama ilişkin ölçülerini reddeden dolayısıyla mürted olduğu şüphe götürmeyen bir idarenin üyeleri hakkındaki hükmünüz ne olacaktır? Cevap: Yalnızca ‘mürted olmak’, değil mi?“ 3313
Şeyh Şankıtiy şöyle demektedir: “Allah hüküm koymada kendine ortak kabul etmez.“ 3314 âyeti ve benzeri âyetlerden anlaşılıyor ki; Kur'an ve sünnetin dışında kendi hevâ ve heveslerine göre kanun koyanlara uyanlar Allah’a şirk koşmuşlardır. Bu mânâyı destekleyen birçok âyet de vardır. Örneğin; Şeytana ve kendi hevalarına göre teşri (kanun) koyarak, haram olan ölü hayvan etini “Allah öldürmüştür“ diye helâl sayanlara uyanlar hakkında Allah (c.c.) şöyle diyor: “Üzerine Allah’ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin. Bunu yapmak Allah’ın yolundan çıkmaktır. Doğrusu şeytan sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldar. Eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz müşrik olursunuz.“ 3315 Bu âyette Allah’ın haram kıldığı eti helâl sayanlara itaat etmenin şirk olduğu apaçık bir şekilde bildiriliyor. Bu şirk, Allah’ın kanunlarına muhâlif olan kanunlar koyanlara itaat edilerek işlenmiş bir şirktir.
“(Ey Muhammed!) Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını
3313] Mustafa Sabri, Mevkıf el Akl ve’l İlm ve’l Âlem min Rabbil Âlemîn, c. 4, s. 280
3314] 18/Kehf, 26
3315] 6/En'âm, 121
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 827 -
iddia edenleri görmüyor musun? Tâğuta küfretmeleri (ona inanmayıp onu inkâr edip reddetmeleri) emrolunduğu halde, tâğutun önünde muhâkeme olmak, onların hükümleriyle hükmedilmek istiyorlar. Hâlbuki şeytan onları derin bir dalâlete/sapıklığa saptırmak istiyor.“3316
Bu zikrettiğimiz âyetlere göre apaçık belli oluyor ki; şeytanın kendilerini kandırdığı ve insanların kafalarından çıkarılmış Allah’ın şeriatına muhâlif kanunlara tâbi olan kimselerin kâfir ve müşrik olduklarında şüphe edenler; hakkı görmek hususunda basireti kör olmuş kimselerden başkaları değildir. 3317
Kurtubi şöyle diyor: “Ebu Ali dedi ki: ‘Allah’ın kanunlarından yüz çevirip onların dışında başka hükümleri isteyen kâfir olur.“ 3318
İbn Teymiye şöyle diyor: “Bütün âlimlerin ittifakıyla; her Müslümanın bilmesi gerekir ki; Her kim İslâm'dan başka bir dine tâbi olur veya Muhammed’in (s.a.s.) şeriatından (kanunundan) başka şeriatlara (kanunlara) tâbi olmayı serbest bırakıp câiz görürse kâfir olur.“3319
İbn Kesir, Nisâ sûresi 65. âyetinin 3320 tefsirinde şöyle diyor: “Allah (c.c.) tüm işlerde Rasûlullah’ı (s.a.s.) hakem tayin etmeyenin iman etmiş olmayacağını kendi adına yemin ederek belirtiyor. Allah’ın Rasûlü (s.a.s.) hükmederse o haktır. Zâhiren ve bâtınen yalnız ona bağlanmak gerekir.“ 3321
İbn Kesir, “İhtilâfa düştüğünüz her meselede hüküm verecek olan Allah’tır.“ 3322 âyetinin tefsiriyle ilgili şunları söyler: “Yani Allah ve Rasûlünün verdiği hüküm haktır. Hakkın dışında sapıklıktan başka ne vardır? Bu sebeple Allah, bu âyetin hemen ardından: “Eğer Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız“ buyurmaktadır. O zaman bu; “Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız aralarınızda olan ihtilâflarda, anlaşmazlıklarda çözümü Kur'an ve sünnetten isteyin ve o iki kaynağı hakem tayin edin,“ demektir. Bu âyetler gösteriyor ki yalnız Kur'an'a ve sünnete muhâkeme olmayan kişi Allah’a ve âhiret gününe iman etmiyor demektir.“ 3323
İbn Kesir, bir başka eserinde şöyle diyor: “Kim Muhammed’e (s.a.s) inen şeriatı bırakıp bunun dışında neshedilmiş (iptal edilmiş Tevrat ve İncil gibi) şeriatlara bağlanırsa küfre girer. Kur'an ve sünnete muhakeme olmayıp da Yesak'a 3324 muhâkeme olanın (onun hükmüyle hükmetmenin) hükmü nedir? Şüphesiz ittifakla küfürdür.“ 3325
Bu konuda önemli bir noktaya değinmek gerekir: İslâm’la çelişmeyen idari
3316] 4/Nisâ, 60
3317] Şankıtî, Edvâü’l Beyan, c. 4, s. 83-84
3318] Kurtubi Tefsiri, s. 2185
3319] İbn Teymiyye, Fetvalar c. 4, Mesele 515
3320] “Rabbine andolsun ki aralarında ayrılığa düştükleri şeylerde seni hakem tayin etmedikçe, verdiğin hükümden dolayı kalplerinde hiçbir sıkıntı duymadan teslim olmadıkça onlar iman etmiş olmazlar.” (4/Nisâ, 65)
3321] İbn Kesir Tefsiri, c. 1, s. 520
3322] 42/Şûrâ, 10
3323] İbn Kesir Tefsiri, c. 1, s. 518
3324] Yesak: Cengiz Han’ın Kur’an, Tevrat, İncil ve kendi düşüncesinin bir sentezi olarak ortaya koyduğu bir yasadır.
3325] İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 13, s. 119
- 828 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kanunları tatbik etmek ayrı, haramı helâl, helâlı haram yapan kanunları tatbik etmek ayrıdır. Birincisi caizdir, ikincisi ise küfürdür. İslâm ile çelişmeyen idarî kanunlardan kasıt; haramı helâl, helâlı haram yapmayan, fertlerin menfaatini ve topluluğun düzenini sağlayan idarî kanunlardır. Trafik, binaların şekli, yolların şekli, su dağıtma şekli, mahallede bulunanların kaydedilmesi, işçilerin tanzimi, fabrikalar kurma vb. ve düzenleme gibi halkın genel maslahatına uygun olan ve şeriata karşı gelmeyen kanunları yapmak ve uygulamak câizdir.
Şeyh Emin Şankıtiy şöyle diyor: Hevâ ve heveslerinden kaynaklanan Kur'an'a zıt olan kanunları uygulamak (ki bu açık bir küfürdür) ile Kur'an'a ve sünnete zıt olmayan, insanların hayatını düzene sokan kanunları uygulamak arasındaki farkı ayırmak lâzımdır. Kanunlar iki türlüdür: İdarî ve şer'î kanunlar. İdarî kanundan maksat; insanların durumlarını Kur'an ve sünnete muhâlif olmayacak şekilde düzenlemektir. Bu gibi kanunların insanlar tarafından konulması câizdir. Sahâbiler ve ondan sonra gelen Müslümanlar da bunu yapmışlardır. Ömer b. Hattab Rasûlullah (s.a.s.) zamanında olmayan bunun gibi idarî birçok kanunlar koymuştur. Örneğin; Askere katılanlarla katılmayanları tespit etmek için askerlerin kaydedilmesi gereken bir kuruluş kurmuştur. Hâlbuki Rasûlullah (s.a.s) böyle bir şey yapmamıştır. Dolayısıyla Kâ'b İbn Mâlik ve onun gibi Tebük savaşına katılmayan kimseleri ancak sonra öğrenebilmiştir. Ayrıca Ömer b. Hattab Saffan b. Umeyye'nin evini hapishane yapmıştır. Hâlbuki Rasûlullah (s.a.s.) ve Ebu Bekir zamanında hapishane yoktu. İşte bu gibi İslâm'a zıt olmayan ve insanların hayatını düzene koyucu kanunları koymak câizdir. Şeriata muhâlif olmayan işçilerin işlerini düzenleyen kanunlar koymak da bunlardandır. Fakat gökleri ve yerleri yaratan Allah’ın şeriatına muhâlif bir kanun koymak ve bunu insanlara uygulamak bu gökleri ve yeri yaratanı inkârdır, küfürdür. Mirasta erkek ve kızın eşit tutulması, boşanma gibi hususlarda yeni kanun koymak, had cezalarını kaldırmak, hırsızların elini kesme cezasını değiştirmek ve bunun gibi şeriatta bulunan cezaları ortadan kaldırmak ve bu cezalar hakkında: ‘Artık bunlar zamanımıza uymaz’ demek gökleri ve yeri yaratanı inkâr etmek demektir. Böyle yapmak Allah’ın koyduğu nizama başkaldırmaktır. Hâlbuki Allah (c.c.) insanların maslahatını en iyi bilendir. Teşrî’ konusunda da Allah (c.c.) ortaktan münezzehtir.3326
Tâğut, şeytanlığın, şeytânî özelliğin, yani kötülüğün örgütlenmiş, kurumsallaşmış şeklidir.
Öncelikle, bir konuda âyetler delil olarak gündeme getiriliyorsa, mü’minlere düşen husus, bu konuda alternatif olarak şahsî kanaat ve yorumlarını belirtmek olmamalı; o âyetlerin ilmî usullere göre delil olup olmadığını gündeme getirmek olmalıdır. Bu konuda söz ve yazı ile tartışmaya katılacak kişi, o âyetlerin ilgili hüküm konusunda delil olduğu tezini çürütecek ve onlar kadar sağlam başka deliller ileri sürecekse, bu konuyu ilmî olarak tartışıyor demektir. Yoksa… İmam Şafii şöyle diyor: “Kim Kur'an ve sünnetten kaynaklanan sağlam bir delile dayanmadan, kendi görüşü doğrultusunda bir fetva verirse, doğruya isabet etmiş bulunsa bile bu yaptığından dolayı sevap alamaz ve yanlış yapmış olmaktan kurtulamaz. Eğer Kur'an ve sünnete dayanmadan yanlış fetva verirse, bu durumda da özür sahibi sayılmaz.“ 3327
3326] Edvâü’l Beyan, c. 4, s. 84
3327] Muhammed bin İdris eş-Şâfiî, er-Risâle, 178. risale
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 829 -
Kur’an, ihtilâfları gidermek için gelmiştir. “İhtilâfa/ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a mahsustur.“3328 Kur’an, mü’minler arasında hakemdir, ölçüdür. Mü’minler, bir âyetten uluorta, ilimsiz ve aceleci yaklaşımla hüküm çıkarmamaya dikkat ederler. Ama onların hükmü Kur’an’la irtibatsız ve hele Kur’an hükümlerine ters olamaz. Kur’an’ın çok açık bir hükmü kendine ulaştığında, farklı bir yoruma, farklı bir tercihe, farklı bir alternatife gidemez. Hükmün kabulünde ve uygulamaya geçirilmesinde ertelemeye gidemez. “İşittik, itaat ettik.“3329 derler. Hele, bir âyet değil, birbirini destekleyen onlarca âyetin hükmü gündeme getirilince, Allah’ın kitabına teslim olmaları gereken mü’minlerin ne yapmaları gerekir?
Bunun için Kur’an okumalıyız, özellikle de şu âyetleri topluca ve bütünlük içinde okuyup, ilk indiği ve inşa ettiği hayatla ve bugünkü hayatla bağını da kurarak anlamaya çalışmalıyız. (16/Nahl, 17, 35/Fâtır, 3, 7/A’râf, 3, 42/Şûrâ, 21, 42/Şûrâ, 10, 6/En’âm, 121, 4/Nisâ, 65, 24/Nûr, 47-48, 5/Mâide, 44, 5/Mâide, 50, 95/Tîn, 8, 4/Nisâ, 59, 33/Ahzâb, 36, 7/A’râf, 54, 6/En’âm, 82, 12/Yûsuf, 40, 39/Zümer, 17-18, 3/Al-i İmrân, 31-32; Yine Bak. 4/Nisâ, 60, 61, 64; 49/Hucurât, 15; 29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214; 24/Nûr, 50-54; 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16; 23/Mü’minûn, 115., 18/Kehf, 26, 17/İsrâ, 23, 12/Yûsuf, 40, 25/Furkan, 43, 6/En’âm, 153, 2/Bakara, 85, 5/Mâide, 49, 2/Bakara, 42, 2/Bakara, 257, 6/En’âm, 129
“Yoksa onların, Allah’ın izin vermediği bir şeriatı, dini getiren ortakları mı var? Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz zâlimlere can yakıcı bir azap vardır.“ 3330 Yani, onların önünde müşriklik, İslâm dışı sistemlere uymak, zulüm, aslı astarı olmayan ibâdet ve inançlar, kutsal kişiler, günler, mekânlar icat etmek gibi Allah’ın meşrû kılmadığı birtakım şeyleri emreden ve diledikleri gibi din yapan birileri mi var?
Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.“ 3331 Adiy: “Ya Rasûlallah, hristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki“ dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?“ Adiy: “Evet“ dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir.“ 3332 Evet, Allah’ın haram kıldıklarını serbest kılanlar, helâl kıldıklarını ve hatta emrettiklerini yasaklayanlar rablik iddia etmiş, onların bu durumlarını kabul edenler de onları rab kabul etmiş oluyorlar.
“Emrolunduğun şeyi çatlatırcasına (tam bir cesâretle ve hiç çekinmeden) açık açık bildir, tebliğ et. Ve müşriklerden yüzçevir (sözlerine ve tehditlerine aldırma). Muhakkak Biz, o müstehzîlere karşı sana kâfîyiz, seni korumaya Biz yeteriz.“ 3333
Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’
3328] 42/Şûrâ, 10
3329] 2/Bakara, 285
3330] 42/Şûrâ, 21
3331] 9/Tevbe, 31
3332] Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetu’l-Ahvezî, hadis no: 5093
3333] 15/Hıcr, 94-95
- 830 -
KUR’AN KAVRAMLARI
demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.“ 3334
Yukarıdaki nasslardan anlaşılmaktadır ki; Kim hükmetme, kanun koyma hakkını Allah’tan başkasına verirse, Allah’tan başkasını rab edinmiş olur. Bu hakkı verdiği otoriteyi Allah’a şirk koşmuş olur. İslâm'ın dışındaki tüm yönetim şekilleri, hayat sistemleri küfürdür, tâğutîdir, çağdaş tâğutları temsil etmektedir. Onları inkâr etmek, tanımamak ve onlardan uzak durmak gerekir. Aynı şekilde onları bilinçli olarak ve doğru kabul ederek destekleyenler de iman-küfür saflaşmasında tercihini yapmış sayılır.
Kur'an ve sünneti bırakıp insanların hayatlarını düzenleyen beşerî kanunlar koyanlar, “tâğut“ kategorisine girer. Bu tâğutî otoriteleri ikrah olmaksızın reddetmeyenler, bunların hükümlerini mutlak şekilde kabul edip tatbik edenler de saflarını belli etmiş kimselerdir.
Yolların ayrılış noktasındayız: insan, ya tâğuta tâbi olup geçici zevkler peşinde koşacak; o zaman sonuç, dünyada zillet ve kullara kulluk; tâğuta kalben teslim olmak (iman etmek) suretiyle hevâ ve heveslerine göre yaşamanın sonucu ahirette de varış, cehennem olacaktır. Veya tâğutları reddedip Allah'a dostluk; hayatını İslâm'ın hükümlerine göre tanzim edip izzetli, onurlu bir hayat ve cennet: “Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah'a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.“3335 Bu iki inanç ve yaşama biçiminin dışında üçüncü bir durumdan söz etmek mümkün değildir!
“İman edenler Allah yolunda savaşır; küfredenler de tâğut yolunda savaşırlar. O halde, şeytanın dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır.“ 3336
3334] İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4204, 4205
3335] 39/Zümer, 17-18
3336] 4/Nisâ, 76
TÂĞUT VE TUĞYÂN
- 831 -
Konuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Tuğyân ve Tâğut Kelimelerinin Kökü Olan T-ğ-y Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam -Hepsi- 39 Yerde): 2/Bakara, 15, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 5/Mâide, 60, 64, 68; 6/En’âm, 110; 7/A’râf, 186; 10/Yûnus, 11; 11/Hûd, 112; 16/Nahl, 36; 17/İsrâ, 60; 18/Kehf, 80; 20/Tâhâ, 24, 43, 45, 81; 23/Mü’minûn, 75; 37/Sâffât, 30; 38/Sâd, 55; 39/Zümer, 17; 50/Kaf, 27; 51/Zâriyât, 53; 52/Tûr, 32; 53/Necm, 17, 52; 55/Rahmân, 8; 68/Kalem, 31; 69/Haakka, 5, 11; 78/Nebe’, 22; 79/Nâziât, 17, 37; 89/Fecr, 11; 91/Şems, 11; 96/Alak, 6.
B- Tuğyân Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 9 Yerde): 2/Bakara, 15; 5/Mâide, 64, 68; 6/En’âm, 110; 7/A’râf, 186; 10/Yûnus, 11; 17/İsrâ, 60; 18/Kehf, 80; 23/Mü’minûn, 75.
C- Tâğut Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 8 Yerde): 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 5/Mâide, 60; 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17.
D- Tuğyanla Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler: Bakara, 15; En'am, 110; Maide, 64, 68; A'raf, 186; Hud, 112; Yunus, 11; Mü'minun, 75; İsra, 60; Kehf, 80; Taha, 24, 43, 45, 81; Saffat, 30; Sat, 55; Kaf, 27; Zariyat, 53; Tur, 32; Rahman, 8; Kalem, 31; Nebe', 22; Necm, 17, 52; Hakka, 5, 11, Naziat, 17, 37; Fecr, 11; Alak, 6; Şems, 11.
E- Tâğut Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler: Bakara, 256-257; Nisa, 51, 60, 76; Maide, 60; Nahl, 36; Zümer, 17.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 215-216
2. Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 193-196
3. Tefsir-i Kebir (Mefatihu'l-Gayb), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 49-51
4. Fi Zılali'l Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 90-91,; c 3, 269
5. Tefhimül Kur'an, Mevdudi, insan Y. c. 1, 202, 375
6. Min Vahyi'l-Kur'an, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s. 81-83
7. Bakara Suresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. 140-141
8. Tâğut, Ahmed Kettan, Muhammed ez Zeyn, Esra Y.
9. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 6, s. 226-228, 77-79
10. Kur'an'da Siyasi Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 297-307
11. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 319-321
12. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 316-317
13. Kur'an'da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y. s. 143-145
14. Tevhid ve Değişim, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 105-109
15. İlahi Kanunların Hikmetleri, Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s. 248-261
16. İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 166-171
17. Lâ, Mustafa Çelik, Ölçü Y. c. 1, s. 31-45, 203-211
18. Kur'an'da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 67-70, 149-162
19. Tevhidin Hakikatı, Yusuf el-Kardavi, Saff Y. s. 55-58
20. Tevhid ve Akaid, Muhammed Karaca, Ribat Y. s. 53-57
21. Tuğyana Karşı Ulema, M. Recep el-Beyyumi, Eksen Y.
22. Alim ve Tâğut, Yusuf el-Kardavi, Bengisu Y.
23. Medeni Vahşet, Hüsnü Aktaş, Düşünce Y. s. 135-141
24. İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 2, s. 41-46
25. Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Recep Çetintaş, Usûl Y.

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 21:41

TAHRİF

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

TAHRİF


- 761 -
Kavram no 172
Görevlerimiz 38
İmtihan 10
Atalar Yolu; Câhiliyye;
Ehl-i Kitap; İncil; Tevrat
TAHRİF


• Tahrif; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Ehlî Kitabın Kitaplarını Tahrifi
• Yahûdilerin Tevrat’ı Tahrif Etmesi
• Hristiyanların İncil’i Tahrif Etmesi
• İslâm’ı Tahrif Çabaları
• Yahûdi ve Hristiyanları Taklit, Hak Dini Tahrife Götürür
• Sünnetin Tahrifi
• İsrâiliyyât
• Çağdaş İsrâiliyyât
• Bazı Hurâfeci Tahrif Akımları
“Şimdi (ey mü’minler!) onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa ki, onlardan bir zümre, Allah’ın kelâmını işitirler de iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi.“ 3020
“Elleriyle (bir) Kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için ‘bu Allah katındandır’ diyenlere veyl/yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü yazıklar olsun onlara!“ 3021
Tahrif; Anlam ve Mâhiyeti
“Tahrif“ kelimesi, “ha-ra-fe“ den gelir. “Harf“, bu fiilin masdarıdır; çevirmek, değiştirmek demektir. Harf, isim olarak kullanıldığında harf, kenar, uç anlamlarına gelir. Tahrîf, “bir şeyi uzatmak, sözgelimi, kalemi uzatmak, yani açmak, sivriltmek, kelimeleri harf harf yapmak, yani gerçek anlamından çıkarıp birkaç manaya gelebilecek şekle sokmak“ demektir. Bir kelimede harflerin yerini veya bir harfi değiştirme, bozma; bir ibârenin mânâsını değiştirme anlamına gelir. Daha çok, ilâhî kitaplar üzerinde herhangi bir kelimenin bile bile değiştirilmesi için kullanılır. Tahrif edene “muharrif“, tahrif edilen şeye de “muharref“ denir.
Kur’an’ın tahrif konusundaki âyetlerinde bu olayın nasıl gerçekleştiği açıklanmaktadır. Tevrat ve İncil gibi Allah tarafından gönderilen Kitab’ın âyetleri, gerçek anlamından çıkarılmaktadır. Kelimelerle esas kastedilen manayı öteye beriye çekmek, âyetlere yersiz manalar verip anlamsız te’villerde bulunmak, kısaca kendi dâvâlarının aksini belirten kelime ve âyetlerin manalarını değiştirmek,
3020] 2/Bakara, 75
3021] 2/Bakara, 79
- 762 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ayrıca âyetlerin bizzat metinlerinde de değişiklik yapmak sûretiyle Kitap tahrif edilmektedir. Kur’an’ın metni Allah tarafından korunmaya alınmıştır: O zikri (Kur’an’ı) Biz indirdik; elbette onu yine Biz koruyacağız.“3022 Buna rağmen, aynı hâdise, Kitab’ın lafız veya metninde değişiklik yapmanın dışında, belli ölçülerde İslâm ümmetinde de cereyan etmiştir. Çünkü Kur’an’ın geçmiş ümmetlerden, özellikle İsrâiloğulları ve hristiyanlardan söz eden âyetleri İslâm ümmetine bir bakıma kesin bir ikaz mâhiyetindedir. 3023
İslâm’a göre birkaç çeşit tahrif vardır:
1- Bir kelimenin bazı harflerini yanlış telaffuz ederek ona başka mana vermek,
2- Bir hadis veya âyete tefsir yoluyla değişik mana vermek,
3- Metinler arasında bile bile değişiklik yaparak Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde mevcut olmayan bir kelimeyi metinlere eklemek sûretiyle varmış gibi göstermek.
Dinî bir metnin aslını bozma ve değiştirme anlamına gelen tahrif, İslâm literatüründe genellikle Tevrat ve İncil’in geçirdiği değişiklikler ve aslının bozulmasını ifade için kullanılır. Yapılan araştırmalar Tevrat’ta, Allah’ın kelâmı olarak kabul edilebilecek az sayıda ibâre ve bölümün bulunduğunu ortaya koymuştur. İlâhî metin olma niteliğindeki bu az sayıda ibâre ve bölüme de haham, kâhin ve yahûdi müfessirleri tarafından söz, hikâye, vaaz ve telkinler ilâve edilmiştir. Bu bakımdan, ilâvelerin ayıklanarak aslî metnin ortaya çıkarılması oldukça zordur.
Hz. Mûsâ, İsrâiloğullarından, verdiği tâlimatlara uymalarını, Allah’ın emir ve yasaklarını gelecek nesillere öğretmelerini, evde olsun yolda olsun, her oturuş kalkışta bunlardan söz etmelerini ve Tevrat’a gönülden sahip çıkmalarını istemiş, onlardan söz almıştı. Fakat onlar, Hz. Mûsâ’nın samimi nasihatini ciddiye almadıkları gibi, Tevrat’ı muhâfaza ve nesilden nesile devretme görevini de yerine getirmemişlerdir. İsrâiloğulları ta başından beri Allah kelâmı olan Tevrat’a daima ilgisiz kalmışlardır. O kadar ki, Hz. Mûsâ’dan yedi yüz yıl sonra Kudüs’teki Süleyman Mâbedinin baş râhibi ile dönemin hükümdarı, kendilerine Allah tarafından Tevrat adında bir kitabın verildiğinden nerede ise haberleri bile yoktu.
Tevrat’ın nesilden nesile sağlam bir şekilde intikali konusunda yahûdi din adamlarının en büyük suçu, bu ilâhî kitabı okuma imkânını kendi tekellerine almış olmalarıdır. Bundan dolayıdır ki Tevrat, yahûdi halkının bildiği ve okuduğu bir kitap mahiyetini alamamış, halk bu Allah kelâmından kopuk yaşamıştır. Daha sonraları yahûdiler arasında bid’at ve cehâlete dayanan uygulamalar ortaya çıkınca, din bilginleri bir yandan bid’at ve cehâletle mücadeleye girişmiş, bir yandan da bozuk inanç ve uygulamalara karşı Tevrat’tan kanıtlar bulmaya çalışmışlardı. Tevrat’tan kesin cevap bulamadıkları hususları da bizzat kendileri Tevrat’a eklemişlerdir. Yahûdi bilgin ve hahamları, kesin cevap bulamadıkları noktalarda Tevrat’ı yalnız kendi anlayışları doğrultusunda yorumlamakla kalmamışlar, uygun gördükleri metinleri ekleyerek bazı yerleri de çıkarmışlardır. Sonuçta bu ilâve ve çıkarmalar gerçek Tevrat’ı tanınmaz hale getirmiştir.
Aynı tür bir tahrif olayına diğer ilâhî kitap olan İncil’de de rastlanmaktadır.
3022] 15/Hıcr, 9
3023] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 86
TAHRİF
- 763 -
Hristiyan râhipleri kendi yorum ve hayal ürünü düşüncelerini, kendi ictihadları doğrultusunda geliştirdikleri din anlayışlarını Allah’ın kelâmı olan İncil’e ekleyerek bu ilâhî kitabı âdeta anlaşılamayacak hale getirmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim, yahûdi ve hristiyan din adamlarının ilâhî kitaplar üzerindeki bu çirkin tasarrufunu şöyle açıklıyor: “Ey iman edenler! Bilin ki, hahamlardan ve râhiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve insanları Allah yolundan alıkoyarlar...“3024 Bu âyetten anlaşıldığı üzere, hahamlarla râhipler, mukaddes kitaplardaki âyetleri dünya menfaati karşılığında değişmişler veya hükmünü kendilerine göre yorumlamışlardır. Bunlar, özellikle Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğiyle ilgili âyetleri tahrif etmişler, Kitab-ı Mukaddes’in, Hz. İsa’dan sonra Hz. Muhammed’in geleceğini müjdeleyen âyetlerini yok etmeye çalışmışlardır. Haham ve râhipler bununla da yetinmemiş, ilâhî kitaplara yaptıkları ilâvelerin aslî metin olduğunu iddia etmişlerdir. Böylece haham ve râhiplerin tarih felsefesi, kelâm, fıkıh, tefsir ve diğer ilim dallarındaki görüş ve yorumları Kitab-ı Mukaddes külliyatı içine girerek âdeta Allah kelâmının bir parçası halinde görülmüştür. 3025
Kur’ân-ı Kerim’de Ehlî Kitabın Kitaplarını Tahrifi
Kur'ân-ı Kerim, yahudi ve hristiyanların birçok yanlış ve sapık davranışlarından söz eder. Üzeyir ve Mesih'i ilâh olarak kabul etmeleri gibi. Bu affedilmez yanlışlarının başında tahrif gelir. Onlar, kutsal kitaplarını değiştirmekten, hükümlerini gizlemekten, atmalar ve katmalarla tahrif etmekten uzak durmamışlardır.
“Elinizdekinin (Tevrat'ın) aslını tasdik edici olarak indirdiğime (Kur'an'a) iman edin! Sakın onu inkâr edenlerin ilki olmayın! Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız Benden korkun. Hakkı bâtıl ile karıştırmayın, bilip dururken hakkı ketm etmeyin/gizlemeyin. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı hakkıyla verin, rükû edenlerle beraber rükû edin. (Ey bilginler!) Siz Kitab'ı okuyup gerçekleri bildiğiniz halde, insanlara iyiliği emrediyor, kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmayacak mısınız?“ 3026
“Ey iman edenler, onların (yahudilerin) size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysaki onlardan bir zümre, Allah'ın kelâmını işitirler de iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi/değiştirirlerdi.“ 3027
“Elleriyle Kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için 'Bu Allah katındandır' diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü yazıklar olsun onlara!“ 3028
“Allah'ın indirdiği Kitaptan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır.“ 3029
“Ey ehl-i kitap! Neden hakka bâtılı karıştırıyor ve bile bile hakkı/gerçeği gizliyorsunuz?“ 3030
3024] 9/Tevbe, 34
3025] Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 92-93
3026] 2/Bakara, 41-44
3027] 2/Bakara, 75
3028] 2/Bakara, 79
3029] 2/Bakara, 174
3030] 3/Âl-i İmran, 71
- 764 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Ehl-i kitaptan bir grup, okuduklarını Kitaptan sanasınız diye Kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Hâlbuki okudukları Kitaptan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde; ‘bu Allah katındandır’ derler. Onlar bile bile Allah’a iftira ediyorlar.“ 3031
“Allah, kendilerine Kitap verilenlerden, 'Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz' diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kötü!“ 3032
“Yahûdilerden bir kısmı kelimeleri tahrif ederler/yerlerinden değiştirirler, dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak (Peygambere karşı) ‘işittik ve isyan ettik’, ‘dinle, dinlemez olası’, ‘râinâ’ derler...“ 3033
“Sözlerini bozmaları sebebiyle onları (İsrâiloğullarını) lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler (Kitaplarını tahrif ederler). Kendilerine öğretilen ahkâmın (Tevrat’ın) önemli bir bölümünü de unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hâinlik görürsün. Yine de sen onları af1fet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever.“ 3034
“Biz hristiyanlarız’ diyenlerden de kesin söz almıştık, ama onlar da kendilerine zikredilenin (verilen öğütlerin veya Kitabın) önemli bir bölümünü unuttular. Bu sebeple kıyâmete kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık. Yakında Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.“ 3035
“Ey ehl-i kitap! Rasûlümüz size Kitaptan gizlemekte olduğunuz birçok şeyi açıklamak üzere geldi; birçok (kusurunuzu) da affediyor. Gerçekten size Allah’tan bir nur, apaçık bir Kitap geldi.“ 3036
“Ey Rasûl! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla ‘inandık’ diyen kimselerden ve yahûdilerden küfür içinde koşuşanlar(ın hali) seni üzmesin. Onlar durmadan yalana kulak verirler ve sana gelmeyen (bazı) kimselere kulak verirler; kelimeleri yerlerinden kaydırıp tahrif ederler/değiştirirler...“ 3037
“...İnsanlardan korkmayın, Benden korkun. Âyetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.“ 3038
“Onların ardından (âyetleri tahrif karşılığında) şu değersiz dünya malını alıp, 'nasıl olsa bağışlanacağız' diyerek Kitab'a vâris olan birtakım kötü kimseler geldi. Onlara ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar. Acaba Allah'a karşı haktan/gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dair kendilerinden, o Kitabın hükmü üzere mîsak/kuvvetli söz alınmamış mıydı ve onlar Kitab'ın içindekini ders edinip okumadılar mı? Hâlbuki âhiret yurdu, takvâ sahipleri/Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?“ 3039
“Ey iman edenler, (biliniz ki) hahamlardan (yahudi bilginlerinden) ve (hristiyan) râhiplerden birçoğu insanların mallarını bâtıl/haksız yollarla yerler ve onları Allah'ın
3031] 3/Âl-i İmrân, 78
3032] 3/Âl-i İmran, 187
3033] 4/Nisâ, 46
3034] 5/Mâide, 13
3035] 5/Mâide, 14
3036] 5/Mâide, 15
3037] 5/Mâide, 41
3038] 5/Mâide, 44
3039] 7/A'râf, 169
TAHRİF
- 765 -
yolundan men ederler. Altın ve gümüşü yığıp biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlara hemen acıklı bir azabı müjdele!“ 3040
Kur'anî ifadeler, görüldüğü gibi, hristiyan ve yahudilerin kitaplarını tahrif ettiklerini, yer yer kendi elleriyle yazdıklarını açık ifadelerle belirtiyor. Bir tahrif çeşidi olarak ehl-i kitap, Allah'ın indirdiği Kitaptan Hz. Muhammed'in (s.a.s.) vasfını dünyevî menfaatlerinden dolayı gizlemişlerdir: “Allah'ın indirdiği Kitaptan bir şeyi (âhir zaman peygamberinin vasıflarını) gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah kendileriyle ne konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onlar, doğru yol karşılığında sapıklığı, mağfirete bedel olarak da azabı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar! Bu azabın sebebi, Allah'ın, hak olarak indirmiş olduğu Kitab'ı(n hükmünü gizlemeleri)dır. (Hak olarak inen Kitab'ı farklı yorumlar yapıp) Kitapta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir.“ 3041
Peygamber Efendimiz de hadis-i şeriflerinde yahûdi ve hristiyanların “tefsir etmek sûretiyle kitaplarını tahrif ettiklerini“3042 “İsa’dan sonra meliklerin Tevrat’ı değiştirdiklerini“3043 “Kitaplarını hem tahrif ettikleri, hem de ilâveler yaptıklarını“3044 açıklamıştır.
Yahûdilerin Tevrat’ı Tahrif Etmesi
İsrâiloğulları, Hz. Mûsâ'nın bütün ikazlarına rağmen Tevrat'a sahip çıkamadılar, onu koruyamadılar, onu tahrif ettiler. Bu tahrifatın kökeninde yahudi din adamlarının duyarsızlığı yatıyordu. Bel'amlar, kendileri Kitab'ı öğrenmek kaydıyla muhafaza etmedikleri gibi, halka da öğretmiyorlardı. Kutsal kitabın kaderi tamamen ruhban sınıfa kalmıştı. Kutsal kitap, halk arasından tamamen çektirilmişti. Kitaba ancak ruhban sınıf ve aristokrat sınıf ulaşabilirdi. Onlar da Kitabı mevcut statükoya göre, egemen güçlerin arzuları istikametinde yorumluyorlardı. Hele kutsal kitap, halkın arasından çektirildi mi, halk tamamen câhil hale gelerek bütünüyle şirk, hurâfe, bid'at ve sapıklıkla başbaşa kalır. İşte yahudi din adamları ve hahamları Kitabı muhafaza edecekleri yerde, revaçta olan, yaygınlık ve önem kazanan bâtıl ve sapık inançlara, ahlâkî bozukluklara Tevrat'tan dogmalar bulmaya çalışarak onları meşrû gösterme gayreti içine giriyorlardı. Giderek Tevrat'ta bulunmayan dogmaları da kendi felsefelerinden türeterek tahrifata çalışıyorlardı.
Öyle oldu ki artık Allah'ın kutsal kitabı olan Tevrat, din adamları ve hahamlar elinde bir taslak, bir oyuncak oldu. Bu kimseler, Allah'ın kitabını kendi hevâ ve istekleri, kendi felsefe ve sapık inançları doğrultusunda istedikleri gibi nesh ediyorlardı. Nesh ederlerken, mensuh âyetler yerine kendi hezeyanlarını yerleştirerek tahrifi pekiştiriyorlardı. Bu din adamları, menfaatleri istikametinde her türlü bâtıl tefsir ve te'vil hakkına sahiptiler. Her çeşit ekleme ve çıkarmalar için kendilerini yetkili görüyorlardı. Bütün bu yapılanlar yetmiyormuş gibi, “bunlar
3040] 9/Tevbe, 34
3041] 2/Bakara, 174-176
3042] Dârimî, Mukaddime 56
3043] Nesâî, Kudât 12
3044] Tirmizî, Tefsir, 34
- 766 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah katındandır“ diyerek tahriflerini tescillendiriyorlardı. Böylece, birçok felsefecinin, tarihçinin, müfessirin, yorumcu, bid'at ve hurâfeci masalcının görüşleri mukaddes kitaba sokularak Allah'ın kelâmı oluverdi. Bu saçmalıklar Allah'ın kelâmı oluverince de kim bunlara karşı çıktıysa hemen dinden çıkmış sayıldı.
İsrâiloğullarının birçok açık hakikatleri inkâr ettiklerini veya tahrif edip değiştirdiklerini görürüz. Hz. Muhammed'in vasfını Tevrat'tan kaldırmaları,3045 “İbrahim (a.s.) bizim dinimiz üzeredir“ diyerek ona iftira etmeleri,3046 kendi yorumlarını “bu Allah'ın Kitabındandır“ diyerek Allah'a iftirada bulunmaları,3047 onların kelimeleri yerlerinden oynatarak tahrif etmeleri3048 Kur’an’da vurgulanır.
İsrâiloğullarının peygamberlerine Allah tarafından indirilen Tevrat'ı Kur'an tasdik eder. Tevrat'ı bir nur ve öğüt,3049 hidâyet kaynağı,3050 bir hidâyet ve rahmet3051 olarak vasıflandırır. Buna karşılık Kur'an, Tevrat'ın tahrif edildiğini de haber verir. Onlar Kitabı elleriyle yazıp 'bu Allah katındandır' diye yalan uydurup3052Allah'ın kelâmını değiştirmektedirler.3053 Kelimeleri konuldukları anlamlardan çıkarmaktadırlar.3054 Vahyi gizlemektedirler.3055 Vahyi ciddi muhafaza etmeyip unutulmaya terk etmektedirler.3056
İsrâiloğullarının Kitaplarını tahrif ettiğini bizzat Tevrat'ın kendisi itiraf ederek, Yeremya peygamberin dilinden şöyle söyler: “Allah'ımızın sözlerini değiştirdiniz.“3057
Tevrat'ın tahrif edildiğini anlamak için derin bir araştırma yapmaya ihtiyaç yoktur. Tevrat satırları arasında yapılacak kısa bir gezinti, bu kitabın tahrifine dair birçok örneği gözler önüne serecektir. Tevrat'ta Allah'a oğul isnâd edilir.3058 Allah'ın, yiyip bitiren bir ateş olduğu ifade edilir.3059 Allah'a yorgunluk isnâd edilir.3060 Allah'ın, Hz. Yakub'la güreşip ona yenildiği gibi komik hikâyeler aktarılır. 3061
İftira edilen sadece Allah değildir. Onun peygamberleri de türlü iftiralara uğrar Tevrat'ta: Hz. Âdem, Allah'ın dilinden ilâhlaşmış biri gibi tanıtılarak hem Allah'a hem Âdem'e iftira edilir: “İşte Âdem iyiyi ve kötüyü bilmekte bizden birisi gibi oldu.“3062 Hz. Nuh'a içki içiren kızlarının onunla zina ettikleri ve öz kızlarının bu
3045] 4/Nisâ, 46
3046] 3/Âl-i İmran, 65
3047] 3/Âl-i İmran, 78
3048] 5/Mâide, 13
3049] 21/Enbiyâ, 48
3050] 17/İsrâ2
3051] 28/Kasas, 43
3052] 2/Bakara, 79
3053] 2/Bakara, 59, 75
3054] 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 7/A'râf, 162
3055] 2/Bakara, 159, 174; 5/Mâide, 15; 6/En'am, 91
3056] 5/Mâide, 13-14
3057] Kitab-ı Mukaddes, Yeremya, 23/36
3058] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 6/2; Mezmurlar, 2/7
3059] Kitab-ı Mukaddes, Tesniye, 4/24
3060] Tekvin, 2/2
3061] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 32/28
3062] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 3/22-23
TAHRİF
- 767 -
peygamberden hamile kaldığı söylenir.3063 Yine aynı peygambere yapılan bir başka çirkin isnat da torunu Ken'an tarafından sarhoşken tecavüze uğradığıdır.3064 Hz. İbrahim de Tevrat'taki iftiralardan payını alır. Bu yüce peygamber, hanımı Sâra'yı kendi elleriyle Firavun'a peşkeş çeken biri olarak gösterilir. 3065
Hz. Yakub, Allah'a başkaldıran ve onu azarlayan biri olarak gösterilir.3066 Hz. Harun, Tevrat'a göre altın buzağı putunu yapıp buna tapılmasını emreden biridir.3067 Hz. Dâvud, Uriya adlı bir komutanının hanımıyla zina eden, ondan gayrı meşru çocuk sahibi olan ve onunla evlenmek için kocası Uriya'ya komplo kurarak öldürten bir zorba olarak takdim edilir.3068 Hz. Süleyman, hanımlarından putperest olanların oyununa gelerek puta tapan biri olarak gösterilir.3069 Yine aynı peygamberin ağzından şuh ve müstehcen şiirler verilir. 3070
İsrâiloğullarının peygamberlerine önce çamur atıp sonra onu kutsal kitaplarına geçirmele-rini Kur'an şiddetle yerer. Tevrat'ta yer alan peygamberlerden birçoğu Kur'an'da da yer alır. Ne ki, Kur'an, kendisinde adı geçen hiçbir peygamber hakkında onların peygamberlik şeref ve haysiyetiyle bağdaşmayacak herhangi bir rivâyete yer vermez. Üstelik Tevrat'ta iftiraya uğrayan kimi isimleri de aklar. Bunlardan biri Tevrat'ta puta tapmakla itham edilen Hz. Hârun'dur. Kur'an, olayın doğrusunu vererek, Hz. Hârun'un putçu yahudilere engel olmaya kalktığını, lâkin buna güç yetiremediğini aktarır.3071 Tevrat'ta iftira edilip de Kur'an'ın akladığı İsrâiloğulları peygamberlerinden biri de Süleyman peygamberdir. Tahrif edilmiş Tevrat' ta sırf boy asabiyeti uğruna Hz. Süleyman, küfre düşen ve putperest olan biri olarak lanse edilir.3072 Kur'an ise, yahudilerin bu iftirasını “Onlar, şeytanların uydurdukları sözlere uydular“ diye reddederek Hz. Süleyman'ı “Süleyman kâfir olmadı, lâkin (onu tekfir eden) şeytanlar kâfir oldu“ ifadesiyle aklar. 3073
Ayrıca yaratılış kıssası, Âdem kıssası, Nuh kavmi ve kıssası, Lût kavmi ve kıssası, Kur'an'da, Tevrat'ta geçtiği gibi yalan yanlış değil; doğru ve nübüvvet makamına yakışmayacak isnat ve iftiralardan uzak bir biçimde anlatılır. Burada esas olan, asıl Tevrat'ta doğrusunun anlatıldığından kuşku duymadığımız peygamber kıssalarının niçin tahrif edildiği ve yahudileşen İsrâiloğullarının hayatlarına vâkıf oldukları kendi peygamberlerine böylesine iğrenç isnat ve iftiraları hangi sebeple yaptıklarıdır. Bu sebeplerden biri siyâsî idi: İsrâiloğulları âlimleri, uzun süren sürgün ve işgal yılları sırasında her türlü tecavüz ve ahlâksızlığın revaç bulduğu yahudi toplumunu kendilerine bağlayabilmek için böyle yalanlar uyduruyorlardı. Güya böylelikle zulme ve tecavüze uğramış toplumu teskin ederek millî bir görev icrâ ediyorlar ve toplumu moralize ediyorlardı. İkinci sebep ekonomik idi: İsrâiloğulları âlimleri aslî görevleri olan dini tebliğ etme vazifesini bırakıp
3063] Tekvin, 19/30-36
3064] Tekvin, 9/20-25
3065] Tekvin, 12/14-19
3066] Kitab-ı Mukaddes, Sayılar, 11/10-15
3067] Kitab-ı Mukaddes, Çıkış, 32/1-5; 24, 35
3068] Kitab-ı Mukaddes, II. Samuel, 11/2-27
3069] Kitab-ı Mukaddes, Krallar, 11/4
3070] Kitab-ı Mukaddes, Neşideler Neşidesi, 1/1-4
3071] 7/A'râf, 150; 20/Tâhâ, 90-94
3072] Kitab-ı Mukaddes, I. Krallar, 11/5, 9
3073] 2/Bakara, 102
- 768 -
KUR’AN KAVRAMLARI
işi yatırımcılığa, hatta halktan topladıkları parayla tefeciliğe dökmüşlerdi. Bu kötü alışkanlıklarından millî felâketler sırasında dahi vazgeçmiyorlardı. Bunun için halkın bozulan ahlâkını dine uydurmak yerine; dini tahrif ederek halka uyduruyorlardı. Sonuçta, ahlâksızlık yapan insanlara “bakın bunu yapan sadece siz değilsiniz, falan büyük, filân ulu kişi de böyle yapmış“ yollu teselli metotları geliştiriyorlardı.
Bu tür bir tahrif yönteminin farklı bir biçimde günümüz İslâm toplumları arasında da revaçta olduğunu müşâhede ediyoruz. İlkesizliğin pençesinde olan kimi sorumsuz âlimler (daha doğrusu “bilgin“ler, ucuz bir popülizmi bayraklaştırıp halka ve yöneticilere şirin görünmek için dinin değişmez değerlerini zorluyorlar. En azından iyiliği yayma ve kötülüğe engel olma noktasında görevlerini tavsatıyorlar. Halkı dine uydurmak yerine; dini halka uyduruyorlar. Değiştirmeyi teklif bile edemedikleri İslâm dışı düzen ve uygulamaları dinî gösteriyorlar. Câhil yığınların önünde onlara klavuzluk edecekleri yerde yığınların ardına takılıp sürüden biri haline geliyorlar.
Belki peygamberlerine yahudileşen İsrâiloğulları gibi doğrudan iftira etmiyorlar, lâkin ne hayatlarıyla, ne davranışlarıyla ve ne de duygu ve düşünceleriyle peygamberi hatırlatan “örnek“ olabiliyorlar. Aksine “örneği“ unutturuyorlar. Dinin özünü değiştirip peygamberin hâtırasını tahrif ediyorlar. Böylece peygamberlerini mânen “öldürmüş“ oluyorlar. Tabii bu da peygamberlere yapılabilecek dolaylı bir hakaret anlamına geliyor. Bir gün birileri çıkıp peygamberlerine ve onun yakınlarına en olmadık iftiraları yakıştırıp, ağıza alınmayacak küfür ve ithamlarda bulununca, aynen İsrâiloğulları toplumu gibi “neme lazımcılıkla“ sineye çekiyorlar.
Tevrat'ın tahriften korunamamasının temel sebebi, Allah'ın onu korumayı benî İsrâil âlimlerine vermiş olmasıdır: “Rabbânîler ve ahbâr da Allah'ın kitabını korumakla görevlendirildikleri için, onu koruyup kolluyorlardı. Artık insanlardan korkmayın, Benden korkun da âyetlerimi basit bir ücret karşılığı satmayın. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, kâfirlerin ta kendileridir.“3074 Ne ki, Allah'ın Tevrat'ı koruma işini kendilerine emanet ettiği İsrâil oğulları âlimleri Allah'tan korkmayıp emanete ihanet ettiler. Görevlerini yerine getirmediler. Allah'ın hükmü ile hükmetmediler. Dolayısıyla Allah'ın hükümleri ve o hükümlerin içinde yer aldığı vahiy unutuldu. 3075
Hristiyanların İncil’i Tahrif Etmesi
“Biz hristiyanlarız’ diyenlerden de kesin söz almıştık ama onlar da kendilerine zikredilenin (verilen öğütlerin veya Kitabın) önemli bir bölümünü unuttular. Bu sebeple kıyâmete kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık. Yakında Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.“ 3076
İlk hristiyanlar da yahûdilerin amansız takipleri ve işkenceleri karşısında darmadağınık yaşamışlar, Allah tarafından Hz. İsa’ya vahyedilen İncil’i muhâfaza edemeyip kaybetmişlerdi. Milâdî üçüncü asrın başlarında Roma imparatoru Kostantin’in hristiyanlığa meyletmesinden sonra rahatlayan hristiyanlar, mukaddes kitaplarını yazmaya teşebbüs etmişler, bunun neticesinde ortaya, birbirini
3074] 5/Mâide, 44
3075] M. İslâmoğlu, Yahudileşme Temâyülü, s.176-180
3076] 5/Mâide, 14
TAHRİF
- 769 -
tutmayan yüzlerce İncil çıkmıştır. Hz. İsa’nın yolundan çıkan, Allah’a verdikleri sözde durmayan hristiyanlar böylece ihtilâfa düşmüş, ayrı dinlermiş gibi mezheplere bölünmüş, asırlarca birbirleriyle didişmişlerdir.
Hz. İsa, kendi zamanında öğretilerini konu edinen yazılı herhangi bir belge düzenlememiş ve havârîleri/öğrencileri de onun sağlığında böyle bir şey meydana getirmemişlerdir. Bundan dolayı İncil’e baktığımız zaman onun tek bir eser olmayıp bir tek isim altında birçok risâleden meydana geldiğini görürüz. Yani İncil, bir bakıma derleme eserler koleksiyonudur.
İncillerin durumu, İslâm’daki hadislere bir yönden benzemektedir. Hadisler, daha çok Hz. Muhammed’in (s.a.s.) vefatından sonra yazılmıştır. İnciller de Hz. İsa’nın ref’inden sonra kaleme alınmışlardır. Ancak burada çok önemli bir fark vardır: Hadisleri rivâyet eden kişiler Hz. Muhammed’i (s.a.s.) görenlerdir; hâlbuki İncilleri Hz. İsa’nın ref’inden onlarca sene sonra kaleme alanlar, onu görmemişler ve yazdıklarını da ondan duymamışlardır.
Bugün hristiyanların ellerinde bulunan Ahd-i Cedîd, yani Yeni Sözleşme adındaki İncil; Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncillerinden ve Peygamberlerin İşleri adlarını taşıyan beş kitaptan oluşmaktadır. Bu kitaplar incelendiği zaman onların birbirlerini yalanlayan, akla mantığa ve tevhide aykırı bölümlerle dolu olduğu görülür. Buna mukabil İncillerin yazılışlarına bir yönden benzettiğimiz hadislerin arasına yalan haberlerin girmemesi için İslâm âlimleri kılı kırk yararcasına çeşitli metodlar geliştirmişler ve sahih hadisleri diğerlerinden ayırmışlardır. İnciller, sahih hadislerin bu titiz yazılışından yoksun bir şekilde kaleme alınmıştır.
Kur’ân-ı Kerim, Tevrat gibi İncil’in de aslen ilâhî kaynaklı bir kitap olduğunu belirtir. Bununla ilgili olarak bir âyette şöyle denilmektedir: “Onların ardından yanlarındaki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa’yı gönderdik ve Ona içinde yol gösterici ve nûr bulunan İncil’i verdik...“3077 Bu âyet, açıkça Hz. İsa’ya İncil’in Allah tarafından verildiğini ifade etmektedir. Hz. İsa, yaklaşık olarak 30 yaşına kadar Nâsıra kasabasında, başka yerlerdekiler tarafından bilinmeyerek ve tanınmayarak yaşamıştı. Daha sonra köyleri ve kasabaları gezerek halka İncil’i tebliğ etmiştir. Onun tebliğatını yaptığı İncil, tabiatıyla hak olan bir kitaptır. Ancak, Hz. İsa şifahî tebliğatının dışında yazılı bir eser bırakmamıştır. Onun bu dünyadan ayrılmasından sonra çeşitli İncil nüshaları yazılmıştır. Ancak bu İncil nüshalarında, Hz. İsa’ya kadar gelip geçen birçok kişinin hayat hikâyeleri ve bu arada cereyan eden olaylar ve fevkalâde haller Hz. İsa’nın gösterdiği mûcizeler, onun yahûdiler ile olan ilişkileri ve Hz. İsa’nın sözleri birer birer anlatılmaktadır. Ayrıca bu İncil nüshalarında Hz. İsa’nın tutuklanıp gerek yahûdiler ve gerekse Romalılar tarafından yargılanması, bunun ardından da haç’a gerilmesi ve kabrinden kalkarak göklere yükselmesi de tarihî bir safha olarak anlatılmaktadır.
İncillerin Hz. İsa’nın ref’i ve ondan sonraki olayları anlatması, onların tahrif edildiğinin ve birçok şeyin onlara eklendiğinin göstergesidir. Zaten bugün birden fazla İncil’in mevcut olması ve bu İncillerin birbirlerini yalanlar türden haberlerle dolu olması, onların tahrif edildiklerinin bir başka ispatıdır. Bütün müslümanların ve akl-ı selim sahibi herkesin sahip olduğu kanaate göre Allah’ın vahyinde çelişki bulunamaz. İnciller üzerinde kesinlikle tasarruf ve tahrif yapılmıştır. Bunu
3077] 5/Mâide, 46
- 770 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yapan hristiyan kilisesi Hz. İsa’nın hayatını ve öğrettiği dinî esasları nakleden kitapların çoğunda son derece önemli budamalar yapmıştır. Kilise, Yeni Ahid içinde sadece sınırlı sayıda kitaplar alıkoymuştur. Bunların en önemlileri resmî dört İncil, yani Matta, Markos, Luka ve Yuhanna'dır.
Aslında M.S. 325 yılında yapılan İznik konsiline kadar bu İnciller kilise tarafından resmen kabul edilmemişti. Bununla birlikte birbiriyle çelişkili onlarca İncil’den oluşan bir koleksiyon vardı. Kilise, bunlardan sadece dört tanesini seçip almıştı. Yani kilise, bir bakıma İncil yazımı için sipariş veriyordu. Kilisenin bu konuda karşılaştığı en büyük sorun, İncillerin sayısının çokluğuydu. Tabiatıyla İncillerin çokluğu neticede onun tahrif edilmesinden kaynaklanıyordu. Kur’an bu tahrifi yapanları şöyle kınamaktadır. “Allah, Kitap verilenlerden onu insanlara açıklayacaksınız ve gizlemeyeceksiniz diye ahid almıştı. Onlar ise İncil’i arkalarına atıp az bir değere değiştirdiler. Onların alış verişleri ne kötüdür.“ 3078
Hristiyanlığın ilk asırlarından beri İncillerin çokluğunun kiliseyi zor durumda bıraktığını söylemiştik. Roma imparatorlarının hristiyanlara yaptıkları baskılara son vermek ve hatta onların gözetim ve korumalarına girmek isteyen bazı hristiyanlar İncilleri imparatorların istedikleri şekle sokmak istemiş ve bunda da başarılı olmuşlardır. Çünkü M.S. 325 yılında İznik’te yapılan konsilde artık horlanan, işkence edilen hristiyanlar, kendi dinlerinin Roma devletinin resmî dini olması sebebiyle âdeta derin bir nefes alarak rahatlıyorlardı. Kur’an, hristiyanların İncil’i az bir değere sattıkları fikrini teyid etmektedir. Neticede hristiyanlık başkalaşarak Roma devletinin himayesine girebilmiştir. Kısaca Roma devletini idare edenler hristiyanlığı kendi istekleri doğrultusunda değiştirdikten sonra kabul etmişlerdir. Çünkü bu aşamadan sonra onu kabul etmek, kendi zâlim yönetimleri için tehlikeli değildi.
Hz. İsa’nın yaptığı tebliğatın tek bir İncilde bulunması gerekirdi. Kilisenin ve bu arada Roma devletinin yazılması için sipariş verdiği İncillerin Hz. İsa’nın tebliğ ettiği Kitap olamayacağı açıktır. Zaten Hz. İsa’nın tebliğ ettiği İncil’in sözlü olarak Allah’tan gelen ve tek bir İncil olduğunu Yeni Ahid’deki şu cümleler de desteklemektedir: “Yahya ele verildikten sonra İsa Allah’ın İncil’ini vazederek Galile’ye gelip dedi.“3079 Aynı şekilde Kitab-ı Mukaddes’teki Pavlos’un risâlelerinde de Mesih’in İncil’inden bahsedilmektedir. 3080
Bütün bu gerçeklere rağmen hristiyanlar tek bir İncil’in varlığını kabul etmeyip onları iki grupta ele alırlar. Birinci gruba ilk üç İncil3081 girmektedir. İkinci gruba ise Yuhanna İncili girmektedir. Bu üç İncil, Yuhanna İncilinden çok farklıdır. Kendi aralarında da bir insicam yoktur. Zaten bu kitapları okuyan bir kişi, onlardaki çelişkileri kolayca görebilir. 3082
İslâm’ı Tahrif Çabaları
Tarihte yahudi din adamları ve hahamları kutsal kitap olan Tevrat üzerinde nasıl oynamışlarsa, bugün de korumasız kalmış laik ülkelerdeki durum aynıdır.
3078] 3/Âl-i İmrân, 187
3079] Kitab-ı Mukaddes, Markos, 1/14
3080] Kitab-ı Mukaddes, Romalılara 1/10-16; 15/19
3081] Matta, Markos, Luka
3082] M. Fatih Kesler, Kur’ân-ı Kerim’de Yahûdiler ve Hristiyanlar, s. 216 vd.
TAHRİF
- 771 -
Günümüzde de son kitap olan Kur'an üzerinde benzer tahrifatlar, kasıtlı ve yanlış yorumlarla yapılmaktadır. Din sahipsiz kalınca, bütün işler resmî din kurumlarına terk edildi. Bu teşkilâtların bağlı olduğu otorite hangi dine ve ne tür bir düzene ve hangi yasalara bağlıysa, din teşkilâtı da o dine bağlı sayılacaktır. Yani bu laik kurumların İslâm'a, Kur’an’a, müslümanların haklarına sahip çıkması bu şartlarda mümkün değildir. Kaldı ki böyle bir görev de zaten onlardan beklenemez. Laik toplumlarda bu derece sahipsiz kalan dini, her isteyen etkin kişi, istediği gibi tahrif etmeye başlar. Din ve Kitap üzerinde o kadar oynanıyor ki, hakkı hâkim kılmak ve sadece Allah’a kulluk için gönderilen din, özellikle laik ülkelerde, artık statükoyu ayakta tutma ve zorluklar esnasında zâlim yönetimlere koltuk değneği olma görevi görüyor. Her canı isteyen, istediği şekilde Allah'ın âyetlerini amacı dışına çıkarıyor, istismar edebiliyor. Yani Allah'ın vahyi, hevâ ve isteklere göre yorumlanıp şekillendiriliyor.
İşte din, böyle garip bırakılınca, düşmanlar tarafından bid'at, hurâfe, israiliyat ve şirk unsurlarından niceleri Hak Dine katılmaya başlandı. Ve yıllar sonra da bunlar İslâm'dan sayıldı ve câhil halka dinin esası gibi sunulmaya çalışıldı. Bunların Kur'an ve sahih sünnete göre yeniden sağlamasını yapıp bâtıl ve hurâfeleri ayıklamak, ilim sahibi mü'minleri beklemektedir. Bu çok zor görünse de mutlaka yapılmalıdır. Bizim Ehl-i Kitap'tan farklı bir yönümüz vardır ki o da Allah kelâmı olan Kur'an'ın dokunulmazlığı, Allah tarafından korunmasıdır.3083 İşte bu konum itibarıyla biz yeniden Kitabımız'a sahip çıkabiliriz. Yeter ki bu bilinci kazanalım, yeter ki bu konuda yeterince formasyona sahip olalım.
Mûsâ ümmetinin Tevrat'a yaptığının benzerini Muhmmed ümmeti de Kur'an'a yaptı. Onu taşıması ve iki ayaklı Kur'an olması gerekenler Allah'tan değil de, yöneticilerden korktukları için görevlerini ihmal ettiler. Toplum içerisinde hükmedilmek için indirilen âyetler, para karşılığı ölülere okunmaya, muskalar yazılmaya, anma günlerinde “müsekkin“ olarak kullanılmaya başlandı. Ümmet-i Muhammed, ümmet-i Mûsâ gibi yahudileşme temayülüne kapılsa da, Kur'an'ın metni, Tevrat gibi tahrif edilemedi. Çünkü bu iki kitap arasında bir fark vardı. Allah Tevrat'ın korunmasını daha önce verdiğimiz âyette görüldüğü üzere İsrâiloğulları âlimlerine tevdî etmişken, Kur'an'ın korunmasını bu ümmetin âlimlerine bırakmayıp bizzat kendisi üstlenmişti: “Elbette Biz, Biz indirdik Zikr'i (Kur'an'ı) ve elbette onu koruyacak olan da Biziz.“ 3084
Kur'an, Tevrat'ın tahrifini ifade ederken, tahrifin hangi şekillerde yapıldığını farklı kavram ve terimlerle ifade eder:
a- Tahrif yoluyla: Tahrif, “geri dönmek, yolu değiştirmek, yoldan çıkmak, bozmak, eğilmek, ayağı kaymak“ anlamlarına gelir. Kur'an'da hepsi de yahudileşenler için kullanılır: “Allah'ın kelâmını tahrif ediyorlar/kökünden bozup değiştiriyorlar.“3085; “Kelimeleri konuldukları mânâdan tahrif ediyorlar/çıkarıyorlar.“ 3086
Tahrifin bu çeşidini yahudiler sık sık yapıyorlardı. Kur'an'dan öğrendiğimize göre, Rasûlullah'a gelip “bizi dinle“ diyorlar, hemen arkasından da “dinlemez
3083] Bkz. 15/Hıcr, 9
3084] 15/Hicr, 9
3085] 2/Bakara, 75
3086] 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41
- 772 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olasıca“ gibi hakaret ifadesini ekliyebiliyorlardı.3087 “Bizi gözet, kolla“ mânâsına gelen “râınâ“ ifadesini, dillerini ayın harfinde kırarak “çobanımız“ anlamında “raînâ“ya çeviriyorlardı.3088 “Hıtta“ yani, “Ya Rabbi bizi affet“3089 demeleri gerekirken, “buğday“ anlamına gelen “hınta“ dedikleri de bu örnekler arasındadır.3090 Peygamberimiz döneminde Medine yahudileri de bu tahrifi gündelik hayatlarında bile yapıyorlardı. Hz. Âişe'nin şahid olduğu bir olaydan öğreniyoruz ki, onlar Rasûlullah'a verdikleri selâmda dahi tahrifat yaparak “es-selâmu aleyküm“ yerine “es-sâmu aleyküm“ (kahrol) kelimesini geveliyorlardı. 3091
Benzer tahrifler, esefle kaydedelim ki, bazı müslüman bilginler tarafından da yapılabilmektedir. Bazı müslüman âlimlerin kelimeleri ve harfleri değiştirerek yaptıkları tahrife ilginç bir örnek verelim: “De ki, ben de yalnızca sizin gibi bir insanım“3092 âyetindeki “innemâ“ daki “mâ“ya olumsuz anlam vererek, âyeti “De ki, ben sizler gibi (sıradan) bir insan değilim“ gibi tam tersi bir manaya tahrif etmişlerdir İlginç olan da şudur ki, Kur'an'ın anlamında bu açık tahrifi yapanlar, Hz. Peygamber'i yüceltme adına bu cinâyeti işliyorlardı.
b- Tebdil yoluyla: Değiştirerek tahrif etmek mânâsına gelen tebdil, Kur'an'da iki yerde geçer: “Onu kendilerine söylenenden başka bir sözle değiştirdiler.“3093; “Kelâmı, kendilerine söylenmeyen bir lâfla değiştirdiler.“ 3094
Bu tip tahrif Kur'an'da görülmez. Ancak aynı tipte tahrif, aynı gerekçelerle hadis külliyatında çok görülür. Açıklama ve şerhlerin sonradan hadisin metnine dâhil edildiğinin sayısız örnekleri vardır. Bu türden rivâyetlere hadis ilminde “müdrec“ denir. Bazılarınca tek lafzî mütevâtir olarak anılan “Kim benim adıma yalan söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın.“ hadisine belki de öncekilerin tefsir olarak düştüğü “müteammiden (kasıtlı olarak)“ notunun, sonradan metne eklenmesi bunun en çarpıcı örneğidir.
c- Gizleme yoluyla: İsrâiloğulları Hz. Mûsâ'ya indirilen kitabın çoğunu gizliyorlardı.3095 Kitaptaki delilleri ve hidâyeti gizliyorlardı.3096 Kitap ehlinin gizlediği ilâhî bilgilerden birçok şeyi Kur'an açıklıyordu.3097 Bile bile gerçeği gizliyorlardı.3098
d- Unutma yoluyla: Kendilerine gönderilen vahiyle hükmetmeyip onu unutulmaya terkediyorlardı. “Uyarıldıkları şeyden bir payı unuttular.“ 3099
e- Uydurma yoluyla: Uydurdukları yalanları, ya da tefsirleri bir müddet sonra Kitab'ın metnine ilâve ediyorlar, sonraki kuşaklar onu da Kitab'ın metninden
3087] 4/Nisâ, 46
3088] 2/Bakara, 104
3089] 2/Bakara, 58-59
3090] Buhâri, Tefsir 4; Müslim, Tefsir 54/1
3091] Buhâri, Edeb 35; Müslim, Selâm 8, 10-12
3092] 18/Kehf, 110
3093] 2/Bakara, 59
3094] 7/A'râf, 162
3095] 6/En'am, 91
3096] 2/Bakara, 159, 174
3097] 5/Mâide, 15
3098] 3/Âl-i İmran, 71
3099] 5/Mâide, 13
TAHRİF
- 773 -
zannediyorlardı. Her tahrif, “tahlit“i (karıştırma) beraberinde getiriyordu. Kur'an buna dikkat çeker: “Ey ehl-i kitab, niçin hakka bâtılı karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?“ 3100
Aynı tip tahrifi müslümanlar da kendi şeriatlarında yaptılar. Hadis uydurmacılığı bunun en tipik örneğiydi. Allah'ın koyduğu haramlarla yetinmeyip uydurma hadislerle yeni haramlar ihdas ettiler. Allah tarafından korunmuş kitaplarının tahrif olduğu sonucunu doğuracak yalan rivâyetleri en güvenilir kitaplarına (tefsirlerine, hadis kitaplarına) aldılar. Selman Rüşti ve Turan Dursun gibi kendi inancına düşman edilmiş zavallıların elinde İslâm'a karşı kullanacakları birer koza dönüşecek “Garanik“ türü rivâyetlerle doldurdular kitaplarını.
Nâsih-mensûh ile ilgili tuhaf ve Kur'an'dan şüphe uyandıracak rivâyetlerle, tefsir ve te'vil adı altında nice tahrifat içinde Kur'an'a yaklaşımlar söz konusudur.
Müslüman İsrâiloğullarının yahudileşme alâmetleri, ümmet-i Muhammed içerisinde de tezahür etmiştir. Bunların başında din âlimlerinin Kitab'ı birtakım gerekçelerle keyfî yoruma tâbi tutmaları gelmektedir. Bu eğilimin günümüzdeki temsilcileri, Allah'ın hükmüyle hükmetmemek, faiz, zina, içki, piyango, heykel ve tesettür gibi konularda tam bir yahudileşme temayülü sergilemektedirler. Özellikle Bel'am kılıklı âlim müsveddeleri âyetleri işine geldiği gibi yorumlayarak tahrif etmeye çalışmaktadırlar.
“Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?“3101 Ümmet-i Muhammed, özellikle nesh konusunda İsrâiloğullarının düştüğü yanlışa düştü. Kur'an'ın iki kapağı arasında yazılı olup da hükmü geçersiz olan hiçbir âyet yoktur. Şeriatların maksatlarından biri olan “tedrîcilik“ sünnetini gözönüne almayan birkısım ulemâ, bazı âyetler arasında çelişki olduğunu zannedip bir kısmını bir kısmıyla mensuh addetmişlerdir. Lâkin Hz. Peygamber'den Kur'an'da metni bulunan hiçbir âyet için “bu âyet mensuhtur“ biçiminde sahih bir rivâyet gelmemiştir. Ayrıca, mensuh olduğu üzerinde tüm ümmet âlimlerinin ittifak ettikleri bir tek âyet yoktur.
Sünnetin tahrifi ve İsrâiliyât (hem yahudi ve hristiyan kaynaklarından ve hem de modern hurâfeler/çağdaş İsrâiliyat) tahrif ve tahripleri insanımızın zihinlerini ve gönüllerini allak bullak etmeye yetmiştir. Çağdaş tahrif akımlarından Bahâilik, Kadıyanilik, Hurufîlik, Ebcedcilik, Cifircilik, Ondokuzculuk, İskender-i Ekber taraftarları, devlet âlimi (kapıkulu ulemâsı) olan Bel'amlar, modernist muharrifler (reformcular) ve daha niceleri sayılabilir. 3102
Yahudileşme temâyülü, yahudilerden daha tehlikelidir. Çünkü bu ümmet, yahudileşmekten korunabilirse, yahudilerle baş edebilir. Birkaç milyon nüfusla 250 milyonluk Amerika'yı, dolayısıyla dünyayı yöneten yahudilerden daha korkunç olanı, bu ümmetin yahudileşmesidir. Bu ümmet, öncelikle yahudilerle değil; yahudileşmeyle mücadele etmelidir. Bugün, kendi nefislerimizde olan “yahudileşme temâyülü“ sonucunda ümmet olarak geldiğimiz vahim nokta ortada. Ümmetin kıyameti, yahudileşme sonucunda koptu. Ümmet coğrafyasının çeşitli bölgelerinden gelen feryatlar, bunun acı habercisi. Her kıyamete bir yeniden
3100] 3/Al-i İmran, 71
3101] 2/Bakara, 85
3102] M. İslâmoğlu, a.g.e. s. 181 vd.
- 774 -
KUR’AN KAVRAMLARI
diriliş gerek. Eğer nefislerimizde olan “yahudileşme temâyülü“nü frenler, onu “müslümanlaşma temâyülü“ne dönüştürebilirsek, o zaman çölde âvâre kasnakçasına dönüp duran İsrâiloğulları gibi sıkıştığımız şu zaman çölünden “çıkış“a kadir olup, “arz-ı mev'ûd“a değil ama Kur'an'da va'dedilen “nasr-ı mev'ûd“a ulaşabiliriz. 3103
Yahudilerden mü'min olanlara, artık nasıl yahudi denmezse, müslümanlardan yahudileşenlere de artık müslüman denilmesi yanlış olur, o artık “yahudi(leşmiş)“ bir kimsedir. Kendisinde nifak (itikadî anlamda) alâmeti bulunanlar, hadis-i şerifteki ifadeyle nasıl hâlis/tam bir münâfık oluyorsa, kendisinde yahudilik alâmetleri bulunanlar da tam bir yahudi olurlar. Yoksa yaratılış ve ırk olarak yahudi olmak, ne başlı başına bir üstünlük, ne de alçaklıktır. İnsanın, kendi elinde olmayan bir sebepten dolayı, şu veya bu ırka mensup olmasından ötürü gazab edilmesi ve lânetlenmesi Kur'an'ın bütünlüğüne uygun bir anlayış değildir. İnsan, irâdesini iyiye veya kötüye kullanmasından, kendi yaptıklarından dolayı ödül veya cezayı hak eder. Önemli olan Kur'an'da ifadesini bulan yahudi karakterine sahip olup olmamaktır. Aynen, müslüman bir anne-babadan doğmak, yani ırk olarak müslüman çocuğu olmak, müslüman sayılmak için kâfi olmadığı gibi.
Batılı kâfirlere, hristiyan ve özellikle de yahudilere ait Kur'an'da beyan edilen nice olumsuz özellik, bugün “müslümanım“ diyenlerde hiç eksiksiz bulunmaktadır. Dolayısıyla hristiyan ve yahudilere verilecek dünyevî ve uhrevî cezalar, mü'minlerden onları örnek alan taklitçilere de verilecektir. Bu, ilâhî adaletin gereğidir. Lânete, gazaba uğrama ve dalâlet/sapıklık hükümleri/damgaları da. Bu değerlendirmeler, fertler için olduğu kadar; toplum için de geçerlidir. Toplumların, devlet ve rejimlerin lânetli ve sapık yolu izledikleri zaman, helâkleri ve cezaları tarihtekinden farklı olmayacaktır. Sünnetullah'ta (Allah'ın toplumsal kanunlarında) bir değişiklik olmaz. Saâdeti asra taşımak ve sahâbeleşmek mümkün olduğu gibi, İsrâil'leşmek de mümkündür. Bu tercih, mutluluk veya felâketi, cennet veya kıyameti seçmektir. Dışımızdaki yahudiden daha tehlikeli olan, içimizdeki yahudidir. Kalp ve kafamızdaki, el ve dilimizdeki küfürdür dünyamızı perişan, âhiretimizi zindan edecek olan. “Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca dalâlette olan kimseler size zarar veremez.“3104 Gönüllerdeki yahudiliğe savaş ilân edip içimizdeki işgali kaldırmadan, dıştakine tavır almak mümkün değildir.
Yahudi ve Hristiyanları Taklit, Hak Dini Tahrife Götürür
Hristiyanlar ve yahûdiler, dinlerini daha çok ekonomik sebepten, dünyevîleşme ve dini geçimlerine âlet etmekten dolayı tahrif ettiler. Yahûdiler gibi altına tapmak, hristiyan batılılar gibi kapitalizmin sömürü çarklarını çevirmek, onlara benzemek olduğu gibi, hak dini de aynen onlar gibi tahrif etmeye sebep olacaktır. Kur’an, bu konuda çok hassas olmamız gerektiğini hatırlatmak için ısrarla onların yoluna uymamamızı emreder ve onların tahrif yoluna nasıl girdiklerini ibret almamız için belirtir.
“Ey iman edenler, (biliniz ki) hahamlardan (yahudi bilginlerinden) ve (hristiyan) râhiplerden birçoğu insanların mallarını bâtıl/haksız yollarla yerler ve onları Allah'ın
3103] M. İslâmoğlu, A.g.e. s. 13-14
3104] 5/Nisâ, 105
TAHRİF
- 775 -
yolundan men ederler. Altın ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlara hemen acıklı bir azabı müjdele!“3105 Burada dikkati çeken bazı noktalar vardır:
Bâtıl yollarla insanların mallarını yiyenler, bazı din bilginleridir ve bu iş için bu vasıflarından yararlanmaktadırlar. Bu yollarla insanların mallarını yemeleri, onları aynı zamanda Allah'ın yolundan da uzaklaştırmaktadır. Yani bu yolla malını kaybeden insan, yolunu da sapıtmaktadır. Din adamlarının bu yola girmelerine sebep, maddî ihtiraslarıdır; altın ve gümüş, yani para biriktirme arzularıdır. Hristiyan ve yahudilerdeki bu anlayışların taklit edilmesiyle ilgili meşhur hadis-i şerifi hatırlatalım: “Sizden öncekilerin yollarına karış karış uyacaksınız. Hatta onlar bir keler/sürüngen deliğine girseler, siz de onların arkasından gireceksiniz.“ Biz, yâ Rasûlallah, yahudilerle hristiyanlara mı? dedik. “Ya kime (olacak)!?“ 3106
Bu takip ve taklid, Allah'ın kitabını kazanç konusu yapmada olduğuna göre, yahudiler, konumuzla ilgili âyet-i kerimeye yegâne muhatap olmaktan çıkmış olmalıdırlar. Hitap, aynı anda, takibi karış karış sürdüren müslümanlaradır da: “Elinizdekinin (Tevrat'ın) aslını tasdik edici olarak indirdiğime (Kur'an'a) iman edin! Sakın onu inkâr edenlerin ilki olmayın! Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız Benden korkun. Hakkı bâtıl ile karıştırmayın, bilip dururken hakkı gizlemeyin. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı hakkıyla verin, rükû edenlerle beraber rükû edin. (Ey bilginler!) Siz Kitab'ı okuyup gerçekleri bildiğiniz halde, insanlara iyiliği emrediyor, kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmayacak mısınız?“ 3107
Âyetleri az bir paha (semen-i kalîl) karşılığında satmak... Hakkı bâtıl ile karıştırmak... Gerçekleri gizlemek... Dosdoğru namaz kılmamak... Zekâtı vermemek (paraya hırslı olmak)... Başkasına doğruyu emrettiği halde, kendini (kendi çıkarı için) unutmak... Ve bunların hepsini Kitab'ı okuyup dururken yapmak da söz konusu takip ve taklidin tamamlayıcılarından sayılabilir. 3108
Tahrifin ikinci bir sebebi de, siyasal sebeplerdir. Bu da, yine bâtıl zihniyetlerin yönetim anlayışlarını aynen almak ve Allah’ın hükmü yerine, bâtıl yönetimin her çeşit kurallarına mutlak bir şekilde uymak şeklinde olmaktadır. Bâtıl yönetime ve zâlim tâğutlara itaat için hak din en önemli engel olduğu için din, uydurma te’villerle tahrif edilmeye çalışılacak veya hak gizlenecektir. Hakkın râzı olduğu din, halkın ve tâğutların râzı olacağı şekilde çarpıtılacaktır ki, bu da dine bid’at ve hurâfelerin, hatta açıkça şirk unsurlarının katılmasıyla veya bazı hakikatlerin örtbas edilip yok sayılmasıyla gerçekleşecektir. İşte dine bu müdâhele, atma ve katma, tahrif kavramıyla ilgilidir ve hak dine en büyük ihânettir.
“Benden sonra birtakım emîrler (idareciler) olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik eder, yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa benden değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse benim 'havz'ımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez, zulümlerinde onlara yardım etmezse bendendir. Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında bana ulaşacaktır.“ 3109
3105] 9/Tevbe, 34
3106] Buhârî, Enbiyâ 50, İ'tisâm 14; Müslim, İlm 6; İbn Mâce, Fiten 17; Ahmed bin Hanbel, II/325, 327, 336, III/83, 89, 94
3107] 2/Bakara, 41-44
3108] Faruk Beşer, Fıkıh Pencesinden Fetvâlarla Çağdaş Hayat, s. 64
3109] Sünen-i Tirmizî, 121, hadis no: 2360; Tâc Terc. III/106, hadis no: 168
- 776 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Benden sonra, yakında birtakım sultanlar peydah olur. Kapılarında fitneler develerin yatakları gibidir. Kimseye bir hayır göstermezler (ellerinden kimse hayır görmez). Bir şey verirlerse, ancak onların dinlerinden bir tâviz kopararak verirler.“ 3110
Sünnetin Tahrifi
Sünnet, Kur’an’ın hayata dönüşmüş şeklidir. Sünnetin kavramsal alanı, kitabî ve teorik olanla değil; hayatî ve pratik olanla ilgilidir. Zaten “sünnet“ sözlükte alışılmış yol, takip edilen örnek, taklit edilen davranış şekli gibi anlamlara gelmektedir. Onun içindir ki Kur’an, kendisini değil; Rasûlullah’ı örnek gösterir. 3111
İsrâiloğullarının kendi Kitapları üzerinde yaptıkları tahrifatın aynısını bu ümmet de hadiste yapmıştır. Önceki ümmetlerin vahyin aydınlık yolundan nasıl saptığını çok iyi bilen Rasûlullah, onların kötü sünnetlerini takip etmemesi için bu ümmeti tekrar tekrar uyarmıştır. Özellikle müslüman İsrâiloğullarının nasıl yahûdileştiklerini bu ümmete ibretâmiz bir örnek olarak gösteren Allah Rasûlü, bu ümmetin de “onların yolunu karış karış, adım adım izleyeceğini“3112 bir mûcize olarak daha o günden beyan etmiştir. Rasûlullah’ın, bu ümmetin yahûdileşmesi konusunda gösterdiği hassâsiyet, Kur’an’dan kaynaklanmaktadır. Kur’an’ın bu konudaki en büyük uyarısı “Kitabın arkaya atılması“ konusundadır. Çünkü müslüman İsrâiloğullarını yahûdileştiren en büyük sebep, Kitaplarını arkaya atarak onun hükümlerini terketmeleridir: “Kitap verilenlerden bir grup, Allah’ın kitabını sanki bilmiyorlarmış gibi arkalarına attılar.“3113; “Allah, kendilerine kitap verilenlerden ‘onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz’ diye söz almıştı. Fakat onlar verdikleri sözü arkalarına attılar ve ona karşılık bir miktar ücret aldılar.“ 3114
Vahyin arkaya atılıp “metrûk“ bir tarihî hâtıra haline getirilmesi yalnız Allah'a karşı değil; Peygamber’e karşı da bir hakarettir. Ümmetinin bu yâhudileşme alâmetini Rasûlullah’ın kıyâmette Allah Teâlâ’ya nasıl şikâyet edeceği Kur’an’da şöyle ifade edilir: “Peygamber der ki: ‘Ya Rabbi, halkım, bu Kur’an’ı terkedilmiş bir halde bıraktılar!“ 3115
Rasûlullah’ın kesin emirle “Benden bir şey yazmayın. Benden Kur’an dışında bir şey yazan hemen onu imha etsin!“3116 buyurması, sahâbenin kendi sözlerini yazmak için izin istediklerinde bu isteği defaatle reddedip buna izin vermemesi3117 hep bu ümmetin Kitab’ı tahrif ederek yahûdileşeceği korkusu yüzündendir.
Sünnetin temiz ırmağını bulandırmak için, onun bir bölümünü oluşturan hadisleri tahrif etmek, en uygun yoldu. İsrâiloğulları, tahrife daha çok ekonomik çıkarlar yüzünden girişmişlerdi. Müslümanlar ise tahrif işine siyasal çıkarlar yüzünden bulaştılar. İlk uydurulan rivâyetler, hizip savaşlarında kullanılmak için uyduruldu. Örneğin “Kaderiyye, bu ümmetin mecûsileridir“ sözü bunlardan biriydi. Rasûlullah’ın vefatından onlarca yıl sonra ortaya çıkan bir mezhep
3110] Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî, Râmûzu'l-Ehâdîs, I/302; Taberânî, Kebir; Hâkim, Müstedrek
3111] 33/Ahzâb, 21
3112] Buhâri, İ’tisam, 14; Müslim, İlim 6
3113] 2/Bakara, 101
3114] 3/Âl-i İmrân, 187
3115] 25/Furkan, 30
3116] Müslim, Zühd 72; hadis no: 3004; Dârimî, Mukaddime 42; Ahmed bin Hanbel, 3/12, 21, 39
3117] Dârimî, Mukaddime 42, Tirmizî, İlim 11
TAHRİF
- 777 -
hakkında, Onun ağzından yalan uydurmaktan çekinmemişlerdi Kaderiyye’nin muhâlifleri. Tabii Kaderiyye de karşı taraf için uyduruyordu. Mürcie hakkında uydurulan şu mevzû hadis onlardan biri: “Nebi buyurdu ki: ‘Mürcie’ye yetmiş peygamberin dili lânet okusun!“ 3118
Uydurmacılık, sadece kelâmî mezhepler arasında kalmıyor, fıkhî mezhepleri de kapsıyordu. Müfrit bir Hanefî mezhebi müntesibinin uydurduğu şu söz bunlardan biri: “Allah Rasûlü buyurdu: ‘Ümmetimden bir adam çıkar; Ona Muhammed bin İdris (İmam Şâfii) denir. O adam, ümmetime İblisten daha zararlıdır. Yine ümmetimden bir adam çıkar; ona Ebû Hanife (İmam Âzam) denilir. O ümmetimin kandilidir.“ 3119
Uydurmacılığın en tehlikeli yanlarından biri, Allah’ın koyduğu haram ve helâl sınırlarını değiştirmekti. İsrâiloğullarına mubah olan birçok şeyi hahamların haram kıldığını Kur’an’dan öğreniyoruz: “Tevrat indirilmeden önce, İsrâil (Yakup Peygamber)’in kendisine haram kıldığı şeyler dışında İsrâiloğullarına bütün yiyecekler helâldi. De ki: Getirip okuyun Tevrat’ı, eğer doğruysanız!“3120 (Gerçekten de İsrâiloğullarının kendilerine yasak kıldıkları inek etinin Tevrat’ta helâl kılındığını görüyoruz. 3121
Allah’ın koymadığı yasakları koymak, sünnetullaha aykırı olduğu gibi, fıtrata da aykırıydı. Çünkü eğer vahiy bir konuda yasak koymamışsa elbette bunun bir hikmeti vardı. Bu hikmet dün çıkmamışsa bugün, bugün değilse yarın kendini gösterebilirdi. Çünkü din evrenseldi ve getirdiği kurallar da bütün insanlığın ihtiyacını karşılayacak çapta olmalıydı.
Arap ırkına has hayat tarzını, giyim stilini, damak zevkini, estetik anlayışını din pâyesi altında tüm dünyaya dayatmaya kalkmak, öncelikle dinin “değişken“ ve “sâbitelerini“ birbirine karıştırmak demekti. Bu, dinde lâubâlileşme sonucunu doğururdu. Çünkü insanlar, hayatî sorunlarını çözmede hiç gereği yokken yerli-yersiz din ile karşı karşıya getirildiğinde, din, kalabalıkların dini olmaktan çıkıp bir seçkinler sınıfının dini olmaya başlıyor; kalabalıklar ise artık dinin değişmez değerlerine karşı lâubâlileşiyordu. Bu, tam İsrâiloğullarının Hz. Mûsâ’dan sonra dinlerine karşı lâubâli oluş serüveninin aynısıydı.
Dün, tiyatro konusunda konulan sınırı belirlenmemiş yasakların ardından, bugün “İslâmî tiyatronun farziyyeti“ derecesine, dün “erkek çocuklarını dahi okula göndermeme“ ifrâtının ardından bugün delikanlı kızların okuması hatırına “başlarını açıversinler canım“ tefritine, dün vesikalık resmin dahi zarûrete binâen ancak tecvîzinden, bugün Altın Portakala aday “hidâyet filmleri“ne, dün telli çalgıların haramlığından bugün telli çalgıların, yanında dut yemiş bülbüle döndüğü orglar ve orkestralar eşliğinde verilen “İslâmî konser“lere, dün dinlenmesi “haram“ olan radyodan bugün kurulması “farz“ olan televizyon istasyonuna kadar bir yığın örnek, yukarıda vardığımız yargıyı sadece doğrulamakla kalmıyor, içine düşülen çıkmazı da bir kara mizah halinde gözlerimizin önüne seriyor. 3122
3118] Bağdâdî, el-Fark, s. 190
3119] Zehebî, el-Mîzan3/129; Cezerî, Câmiu’l Usûl 1/137
3120] 3/Âl-i İmrân, 93
3121] Levliler, 22/20-30
3122] M. İslâmoğlu, a.g.e., s. 206 vd.
- 778 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İsrâiliyyât
Tahrif ve hadis uydurmacılığı bahsinde önemli bir konu da İsrâiliyyât’tır. İsrâiliyyât, önceleri İsrâiloğulları kaynaklı tüm rivâyetlere verilen bir isimken, daha sonra İslâm kültürüne (daha doğrusu bazı müslümanların kültürüne) girmiş tüm yabancı kaynaklı bilgilerin ortak ismi haline gelmiştir. İsrâiliyyât kaynaklarının başında Tevrât ve onun şerhleri gelir.
Uydurma olduğu kesin olan İsrâiliyyâta karşı Rasûlullah’ın tavrına şu rivâyet delildir: Rasûlullah’a elinde İsrâiloğullarına ait kitaplardan -ki bu kitap, bazı hadis şârihlerinin zannettiği gibi Tevrat değildi, baştan sona uydurma rivâyetler içeren yahûdi sözlü geleneğinin kaynağı olan Mişna adlı bir kitaptı- biriyle gelen Hz. Ömer’i Rasûlullah azarlamıştı. 3123
Kur’an’ın ve sünnetin yaklaşımı esas alınarak İsrâiliyyât, üç kısımda değerlendirilir:
1- Doğruluğu tasdik edilen İsrâiliyyât,
2- Yalan olunduğundan emin olunan İsrâiliyyât,
3- Doğru ya da yalan olduğu bilinemeyen İsrâiliyyât.
Kur’an, Tevrat’ın mihenk taşıdır. Kur’an’ın kabul ettikleri doğru, reddettikleri yalan, sükût ettikleri ise meçhuldür. Meçhul rivâyetler karşısında tavrımızın ne olması gerektiğini Rasûlullah açıklamıştır: “Kitap ehlini ne yalanlayın, ne de tasdik edin. Deyin ki: ‘Allah'a ve Allah’ın bize ve size indirdiği âyetlere iman ettik.“ 3124
Rasûlullah, müslümanlara yaptığı bu tavsiyeyi (her konuda olduğu gibi) önce kendi tutmuş, kitap ehlinin Tevrat’tan İbrânice okuyup da Arapçaya çevirerek anlattıkları kimi hikâyeleri sadece dinlemekle yetinmiştir. Esasen bu hikâyeler, asırlardır o bölgede oturmakta olan yahûdiler tarafından sürekli anlatıla anlatıla artık bölge halkının ortak kültürü haline dönüşmüştü. Bunlar içerisinde Tevrat’ta yer alan bir cümlenin atasözü haline gelmişi olan “kadın, kürek/eğe kemiğinden yaratılmıştır“ sözü örnek olarak anılabilir.
Deccâl, mehdî, kıyâmet alâmetleri gibi birçok konuda yığınlarca rivâyet nakledilir. Birçoğunun aslı araştırıldığında bunların İsrâiliyyâttan olduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak kimi râvîler mârifetiyle bu rivâyetler Rasûlullah’ın ağzından çıkmış gibi nakledilmektedir. (Bu gibi rivâyetlerin asıl kaynağı olan Kâ’bu’l-Ahbar, Vehb bin Münebbih gibi kimselerden bazı sahâbiler dahi rivâyet etmişlerdir. Bir sahâbinin kendisinden sonraki nesle mensup birinden rivâyetine usûlde “tedlis“ denir.)
İşte buna benzer “senedi sahih, metni illetli“ bir rivâyetin aslını araştıran bir muhakkikin tesbiti: “Zübeyr bin Avvam, hadis rivâyet eden bir adam duydu. Adam hadisi bitirene dek bekleyen Zübeyr ona şöyle dedi: ‘Sen bunu Rasûlullah’tan mı duydun?’ Adam ‘evet’ dedi. Zübeyr şöyle dedi: ‘İşte bu ve benzerleri beni Nebî’den hadis rivâyet etmekten soğutanlardır. Ömrüme yemin olsun ki, ben bunu Rasûl’den duydum ve bu söylediğinde Rasûlün yanındaydım. Fakat Rasûl bu hadise başladığında biz ona kitap ehlinden bir adamın sözünü aktardık. Ve
3123] Ahmed bin Hanbel, 3/378
3124] Buhârî, İ’tisâm 25, Tevhid 51
TAHRİF
- 779 -
sen, ‘evet, duydum’ diyen kişi, sen hadisin başı bittikten sonra geldin ve kitap ehlinden bir adamın anlattıklarını Rasûlullah’ın hadisinden zannettin.“ 3125
İşte bu rivâyet, bazı sahâbilerin dahi yahûdilere ait birtakım rivâyetleri sözün başına yetişemedikleri için Rasûlullah’ın söylediğini zannederek rivâyet ettiklerinin en ilginç delili. Bu gibi örnekler, mûteber hadis kaynaklarındaki senedi sahih, lâkin metninde İsrâilî rivâyetler olan hadislere nasıl bakmamız gerektiğini göstermektedir. İşte şu hadis de onlardan biri: “Ölüm meleği Mûsâ’ya gönderildi. Mûsâ ona bir yumruk vurdu ve gözünü çıkardı. Melek Rabbine geri dönüp dedi ki: ‘Beni ölmek istemeyen birine gönderdin’ Allah, gözünü geri iâde etti ve buyurdu ki: ‘Dön, eğer yaşamak istiyorsa elini öküzün sırtına koymasını söyle, avucunun aldığı her kıla karşılık bir yıl yaşar. Mûsâ sordu: ‘Ya Rab, ya sonra?’ Allah cevapladı: ‘Ölüm!’ Mûsâ dedi: ‘O zaman şimdi gelsin...“ 3126
Sözkonusu hadislerden biri de şudur: “Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Nil cennet nehirlerindendir.“3127 Bu hadis rivâyeti, Tevrat’taki cümlelere çok benzemektedir.3128 Kur’an’a aykırı olan İsrâiliyyât, tefsirlerde de çokça yer alır. İsrâiliyyât, Kur’an ve sünnet ölçüsüne vurularak süzgeçten geçmeden ulu orta kaynak olarak kullanılırsa, geçmişte olduğu gibi bir yığın hurâfe ve yalanın müslümanların kaynaklarına karışması sonucunu doğuracağı gibi, dinin tahrifini de beraberinde getirir.
Çağdaş İsrâiliyyât
Bugün, İslâmî kültürü tehdit eden, eski İsrâiliyyât değil; adı İsrâiliyyât olmayan ve çoğu kimsenin dikkatini çekmeyen çağdaş İsrâiliyyâttır. İsrâiliyyât, bizce “tahrif kültürü“nü sembolize eden bir isimdir. İslâm kültürünü tahrife yönelen her kültür, “isrâiliyyât“ kapsamına girer. Bu yüzden orta çağda İslâm kültürünü istilâ eden Yunan felsefesi de döneminin isrâiliyyâtıydı. Her yabancı kültür gibi girdiği kültüre hem katkıda bulundu, hem yozlaştırdı. Yüzyıllardır boşu boşuna tartışılan ve “imanın kelâmlaşması“ demeye gelen Allah’ın sıfatları meselesi, dünyanın “kadîm/hâdis“liği meselesi, “haşir“ meselesi, “cüz’ü lâ yetecezzâ“ meselesi hep bu kültürün İslâm kültürüne etkisiyle ortaya çıkan incir çekirdeğini doldurmayan meselelerdi.
Bugünün en tehlikeli isrâiliyyâtı çağdaş ideolojiler ve sistemlerdir. Marksizm, sosyalizm, şövenizm, kapitalizm ve Kemalizm birer isrâiliyyât olduğu gibi, pozitivizm, materyalizm, sekülerizm ve laisizm gibi felsefî ve siyasî akımlar da bugünün İslâm kültürünü ve hatta varlığını ciddi bir biçimde tehdit eden isrâiliyyâttır. Türk-İslâmcılık, İslâmî sol, İslâm sosyalizmi şimdilerde moda olan laik İslâm da “hakkın bâtılla karıştırılarak“ bir tür “düşünce şirki“ elde edilen yahûdileşme ve gâvurlaşma temâyüllerindendir. Bu gibi düşünce şirklerine fetva tedarik etmekle görevlendirilen resmî din adamları taifesiyle Kur'an’ın “hakka bâtılı karıştırıp bile bile hakkı gizledikleri“ için kınadığı yahûdileşmiş din adamları arasında garip bir ilişki var.
3125] İbnu’l Cevzî, Def’u Şübheti’t Teşbih, s. 38
3126] Buhâri, Cenâiz 69
3127] Müslim, Cennet 26
3128] Her bakımdan yanlış bilgilerle dolu olan Tevrat’taki konuyla ilgili cümleler için bkz. Tekvin, 2/10-14
- 780 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Laisizm, son moda isrâiliyyât olarak günümüz Türkiye müslümanları için çok ciddi bir tehlike olarak hissettirmektedir kendisini. Müslümanca düşünme ve yaşama felsefesini kökten tehdit eden laisizm sadece kültürümüzü değil; imanımızı da tehdit etmekte. Kadim/eski isrâiliyyât, kelimeleri yerlerinden ederek düşünceyi tahrif ve hayatı tahrip ediyordu. Çağdaş isrâiliyyât olan laisizm ise eşyayı menşeinden, gayesinden ve illetinden ederek düşünceyi tahrif ve imanı tahrip etmektedir. Bu çağdaş ilhad modası, hayatla imanın arasını ayırarak eşyanın tabiatına aykırı bir konum almakta, bu modaya kapılanlar ise dini “vicdanîleştirerek“ hristiyanlaşmaktadırlar. Laisizm, Kur’an’ın diliyle “sapıtanların yolu“, yani bir “hristiyanlaşma“dır.
Ancak, şu bir gerçektir ki, isrâiliyyâtın ister eski, ister çağdaş olsun tüm çeşitlerinde yahûdilerin parmağı hep olagelmiştir. İslâmî kaynaklara girmiş kadim isrâilî rivâyetlerin başında deccal ve mehdi haberleri gelirdi. Çağımız yahûdileri, tekellerinde tuttukları basın-yayın ve iletişim araçları vasıtasıyla süper güç adı altında insanların zihninde “heyûlâ“ haline getirilen yeni “deccal“ ve “mehdi“ler imal etmektedir. İnsanlığın bilnçaltına yerleştirilen bu güçler, kimi için “korku“, kimi için “umut“ haline getirilmektedir.
Bugün iletişim organları sayesinde çağdaş teknoloji muazzam bir hurâfe haline getirmektedir. İnsanlar makinelerde, onlarda olmayan birtakım güçler vehmeder olmuşlardır. Çağdaş isrâiliyyât, “yazılı âyetler“ dışındaki üç âyeti de tahrife yönelmiştir.
İnsanın tahrifi: Allah’ın âyetlerinden bir âyet olan insan, hem fiziğiyle hem metafiziğiyle tahrip edilmekte, kitlesel imha silâhlarıyla bedeni tehdit altındayken, kitle iletişim araçlarıyla da duygu ve düşüncesi tahrip ile karşı karşıya kalmaktadır.
Olayların tahrifi: Yine, Allah’ın âyetlerinden bir âyet olan “âyât-ı hâdisât“ da yahûdi kartellerin elinde tuttuğu uluslararası medya tarafından tahrif edilerek insanların haber alma emniyeti katledilmektedir. Olaylar, olduğu gibi değil; haberi aktaranların istediği gibi, tahrife uğrayarak insanlara sunulmaktadır.
Tabiatın tahrifi: Allah’ın âyetlerinden dördüncüsü olan “âyât-ı kâinât“, yani tabiat, teknoloji adlı canavarın tahrifine uğramakta, ekolojik ve biyolojik denge tahrip olmaktadır. Allah’ın kevnî âyeti olan tabiatın tahribine yol açan bu “teknolojik tahrif“i de, insanlığın istikbalini tehdit eden bir tahrif çeşidi olarak görmek yerinde olacaktır.
Türkiye gibi pozitivist eğitimin tutmadığı, bunun sonucunda da genç kitlelerde büyük bir inanç boşluğu meydana gelen taklitçi ülkelerde şimdilerin en moda isrâiliyyâtı, yıldız falcılığı, astroloji ve burç falcılığı, medyumluk gibi sapkınlıklardır. Bir asra yakın zamandır dinî olan her şeyi yok etmek için insafsızca savaşan resmî ideoloji, dinin yerine koyacak bir şey bulamayınca, ortalığı bu sahte dinler, nazar boncuğu, uğur totemleri vs. gibi sosyete putları kapladı. Bu sahte dinlerin peygamberleri de medyum, astrolog, nümerolog, müneccim adı altında ortaya çıkan kimselerdi.
Bazı Hurâfeci Tahrif Akımları
Tahrif konusu işlenirken, örnek olarak gösterilen tahrifçi akımlar, hep hicrî ilk üç yüz yıllık bir dilimden gösterilir. Oysaki İslâm ümmeti içerisinde daha sonra
TAHRİF
- 781 -
ortaya çıkan tahrifçi mezhepler, dinde yaptıkları tahribat açısından öncekilerden hiç de aşağı değildirler. Bunların en önemlileri Bahâîlik, Kadıyânîlik, Hurûfilik, Ebced ve Cifircilik, On dokuzculuk, İskendercilik gibi bâtıl mezhep ve akımlardır.
İran ve Hindistan-Pakistan gibi ülkelerde yaygın olduğunu gördüğümüz Bahâîlik ve Kadıyânîliğin Türkiye toprakları üzerinde pek etkisi olmadığını belirtelim.
Hurâfeci Tahrif Akımlarından Hurûfîlik, Ebcedcilik, Cifircilik: insanlık tarihinde tevhid akîdesini bulandıran bir yığın hurâfe çeşidi olagelmiştir. Bunlar bazen ağaç, ırmak, inek, yıldız, güneş, ateş, yer, gök gibi müşahhas/somut varlıklar olabildiği gibi, bazen de peri, gulyabânî, dev, hortlak vs. gibi mücerret/soyut tasavvurlar da olabilmektedir. İnsanın, olmayan bir şeyi vehmetmesiyle, eşyada olmayan bir gücü onda varmış gibi hissetmesi arasında temelde bir fark yoktur. Bunların tümü birer “tahrif“tir, imanın tahrifi...
Somut birer varlık olan eşyada güç vehmetmekten daha beter bir hurâfe olan soyut birer sembol olan harf ve rakamlarda birtakım sırlar ve manalar vehmetmek, insanoğlunun en eski hurâfelerinden biridir. Bu hurâfeler, kendisine inanan insanlarda gösterdiği etki sayesinde yaygınlaşmakta, bâtıl da olsa, insanın duyuları üzerindeki baskısı sonucunda gerçekleşen birtakım fizikî tezâhürler, “evhamlı“ insanların hurâfelere inanmasına delil olmaktadır.
Din, her şeye gücü yeten bir varlığa (Allah); sihir ise, tabiattaki somut ya da soyut bir güce yönelmektir. Dinin bir cemaati, sihrin ise sadece müşterisi vardır. Dinde günah ve haram anlayışı varken, sihirde yoktur. Dinde açıklık ve anlaşılırlık, sihirde ise kapalılık ve gizem esastır. Dinde erdem, itaat ve bağlanma; sihirde ise menfaat vardır. Sihir, ilâhî otorite ve ahlâkî kuralların dışındadır. İddiası, tanrı(lar)ı zorlayarak bir şey yaptırmaktır. Sihirbaz, menfaati için her kutsalı kullanmakta bir beis görmez.
Hurûfîlik, tarihin en eski hurâfe yöntemlerinden biridir. Harfler ve rakamlarla insanların duyguları üzerinde baskı kurma, onları, tabiat üstü varlıkları harekete geçiren birer parola olarak kullanma işinin bir parçası olan rakam değerli harf sistemini (ebced, cifir), yahûdileşen İsrâiloğulları sistematik bir biçimde kullanmışlardır.
Sihirbazlık ve yıldız falcılığı Tevrat’ta yasaklanmasına rağmen3129 yahûdiler bu işi yapagelmişlerdir. Hatta Kabala adı verilen ve ebced hesabına çok benzeyen bir rakamsal sihir sistemi yahûdilere atfedilir. Kur’ân-ı Kerim, Hz. Süleyman’ın “peygamber“ değil de; büyücü olduğunu iddia eden yahûdileri reddederek sihrin ilk defa nasıl ortaya çıktığını Bakara sûresi, 102. âyette bildirir.
Yahûdiler, eski alışkanlıkları gereği hep gizemli şeylerin ardına düşüyorlar, tabiatta insanla uyum içerisinde yaşayan şeffaf güçleri, hasımlarının aleyhine kullanmanın yollarını arıyorlardı. Ayrıca “Ebû Câd hesabı“ diye bilinip Türkçeye “ebced hesabı“ olarak geçen rakam değerli harf sistemiyle, gelecekte vuku bulacak birtakım olayları bileceklerini iddia ediyorlardı.
İslâm âlimleri, ebced sistemine hurâfe olarak bakarlar. İbn Hacer bu sistemle
3129] bkz. Levililer, 19/26, 31; 20/27; Çıkış, 22/18; İşaya, 47/ 8-14
- 782 -
KUR’AN KAVRAMLARI
varılan sonuçların bâtıl olduğunu, ona itimat etmenin câiz olmadığını söyler. İbn Abbas’ın da (r.a.) ebced hesabından insanları sakındırdığı ve onu sihrin bir çeşidi sayarak “bu hesabın şeriatta yeri yoktur“ dediği aktarılır. 3130
Cifr, ebced, cümmel vs. gibi adlar verilen rakam değerli harf sistemiyle olayların zamanını, yerini, durumunu, sırrını keşfetmek için yapılan bu hurâfecilik işlemine “hurûfîlik“ adını verebiliriz. Tarihte bu adla ünlenmiş bir ekol de bulunmaktadır. İran’lı Fazlullah Hurûfî3131 adlı bir şeyhin kurduğu bu tarikatta, görülmeyen güçleri harekete geçirmek ve tabiat üstü kuvvetleri kullanmak için birtakım harf, rakam ve şekillere özel anlamlar yüklenir.
On Dokuzculuk; Hem Çağdaş, Hem Hurâfe: Hurûfîliğin çağdaş bir tezâhürü de 19’culuk akımıdır. Amerika’da yaşamış Türk asıllı bir Mısır vatandaşı olan biyokimya doktoru Reşat Halife’nin bilgisayar analizlerine dayanarak icad ettiği “on dokuz mûcizesi“, piyasaya ilk sürüldüğünde hayli taraftar buldu kendisine. Reşat Halife iddiasını, “on dokuz“ sayısının Kur’an’ın kodu olduğu tezi üzerine kurmuştu. Tarihte çıkan her fırka gibi o da delillerini Kur’an’dan getirmeye çalışıyordu. Ama on dokuz sayısının mûcizeliğinin ispatı yapılırken, Kur’an’da bu rakamla uyuşmayan bazı sayımlar elde edilince, Kur’an’ın bazı âyetleri (meselâ Tevbe sûresinin son iki âyeti) inkâr edilmeye, bu âyetlerin -hâşâ- Kur’an’a sonradan ilâve edildiği gibi çok âdice bir iftiraya varılıyordu. Hurâfenin mantığı, her yer ve her çağda aynı. Uydurulan hurâfeye uymadı diye, hurâfeden vazgeçilmek yerine âyetten vazgeçiliyordu. Buna “Kur’an’a iman etmek“ değil; “19’a iman etmek“ derler. Hâlbuki sadece bu iki âyetteki kelimeler değil; nice örnekte görüldüğü şekilde bazı kelimeler yanlış sayılıyor, veya uydurma te’villerle zorlanarak sayı tutmuş gösteriliyordu.
En sonunda bu iddiaları ortaya atan Reşat Halife, ağzından baklayı çıkardı. O, beklenen “peygamberliğini“ ilân ediyordu. “Reşat Halife / Allah’ın Rasûlü“ imzasını attığı “Allah’ın Dünyaya Bildirisi“ başlıklı bir metin ile peygamberliğini dünyaya duyurur ve herkesi kendisine inanmaya dâvet eder. Bu sapık mütenebbî ve bağlıları, bununla da yetinmeyip bazı âyetleri tahrif etmekten geri durmazlar. Kur’an’ın Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceğini ısrarla söylediği kıyametin kopma tarihini, yahûdilerin yaptığı gibi, hurûf-ı mukattaa’nın cifr hesabındaki toplam rakamsal karşılığı olarak ilân ederler.
19’cular, çok ilginç bir şeyi daha yaparlar. Tıpkı, Kadıyânîler’in İngilizlerin Hindistan’daki varlığını; Bahâîlerin, yine İngiliz ve Rusların İran’daki sömürüsünü meşrûlaştırdığı gibi, bunlar da Türkiye’de ateizmin taşeronluğunu yapan Kemalizm’in varlığını meşrûlaştırmaya çalışırlar. Bu sapık dine göre, Kur’ân-ı Kerim’e -hâşâ- Muhammed“in yâveleri diyecek kadar Kur’an’a düşman olan Mustafa Kemal, Kur’an’ın kodu olan kutsal 19 rakamıyla geleceği haber verilen “mûcizevî“ bir müceddiddir. “Şeytanî bir hilâfete son veren Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatını kuşatmış bulunan 19 sistemi Fussılet, 53 âyetinde belirtilen işaretlerden biridir“ diyerek3132 yer yer sahtekârlık derecesine varan bir çarpıklıkla Atatürk“ün hayatındaki 19 rakamıyla ilişkiyi ortaya atarlar. 3133
3130] Süyûti, el-İtkan, 3/26
3131] ö. 1394
3132] Edip Yüksel, Müslüman Din Adamlarına 19 Soru, Ozan Y. s. 70
3133] Bu tezler ve bu sahtekârlığın eleştirisiyle ilgili olarak bkz. M. İslâmoğlu, Yahûdileşme
TAHRİF
- 783 -
Değil hadisleri, tüm sünneti “şeytanî öğreti“ adı altında acımasızca süpürüp, ezanda Peygamber Efendimiz’in adının anılmasını “putperestlik“ olarak niteleyebilecek kadar modernist ve “Kur’an’cı“, bilgisayara dayalı bir öğreti geliştirecek kadar yenilikçi ve devrimci geçinen 19’cular da pekâlâ tarihin en mistik hurâfe ve hezeyanlarından hiç de aşağı kalmayan bir hurâfenin ve tahrif akımının mimarı olabilmektedirler. Bu durum, bir kez daha göstermiştir ki, hurâfecilik ve tahrif, hiçbir zümreye has değildir; bu bir yahûdileşme mantığıdır. Bu mantığa saplanan insan, kimi zaman sünnet, kimi zaman gelenek, kimi zaman da çağdaşlık adına âyetleri tahrif, dini tahrip edebilmektedir.
İskender el-Ekber Tâifesi: Kendisini önce mehdî, sonra peygamber ilân edip “Risâlet Nurları“ isimli bir de -hâşâ- Allah tarafından kitap indirildiğini iddia eden mistik Mihr’cilerin tahrifi de rasyonalist 19’cuların tahrifiyle özde aynıdır. İşte Kur’an’dan sonra dünyaya indirilen “Risâlet Nurları“ndan âyetler(!): “Onlara aralarındaki anlaşmazlıkları halletmelerini söyle. Hepsi ile ayrı ayrı toplantı tertip et. Sonra Demirel, Erbakan, Türkeş ve Feyzioğlu kullarımızla toplan.“3134 “Bugün öğleden sonra Sanayi Bakanlığına git. Soner’in sağ tarafında sana yardımcı kıldıklarımızdan birini göreceksin. Ona bu satırları göster sana biat edecek.“3135 “Beni defalarca gördün. Vaktiyle dayı beyin düştüğü hataya düşme. Beni defalarca gördün. Cibril’i, Muhammed kulumuzu, kendini de gördün.“3136 “Gördün ki sen uçtuğun zaman kimse senin uçtuğunun farkına varmıyor.“3137 “Ey İskender el-Ekber hazretleri kulumuz. Evet, sen hakiki bir hazretsin. Bozoklu Han bir veli idi ve senin ceddindir, seyyiddir. Sen de seyyidsin, 12. imamsın, son imamsın.“3138 “Evet, şeytan senin voltajına dayanamaz. Dalga uzunluğu konusunu sana tekrar yazdıracağız.“ 3139
Bunlar gibi, baştan sona abuk-sabuk cümleler ve hezeyanlarla dolu olan bu kitapçık, bir gerçeği açık seçik ortaya koymuştur: insanlar eğer sâdık peygamberlerine tâbi olmazlarsa, onları arkalarına takacak sahte peygamberler çıkmaya devam edecektir. Eğer içinde şüphe bulunmayan Allah’ın vahyi Kur’an’a sarılmazlarsa, bu ümmetin içinden çıkan ya da çıkacak olan muharriflerin/tahrif edicilerin elleriyle yazıp ‘bu Allah’tandır’ diyerek piyasaya sürdükleri şeytanî vahiylerin tuzağına düşeceklerdir.
Muharrifler ve Müceddidler
Tecdîd, tahrîfin zıddıdır. Tahrif edileni aslına döndürmeye, tahrip edileni onarmaya, bozulanı yapmaya, eskiyeni yenilemeye “tecdîd“, bunu yapana da “müceddid“ denir. Tecdîd, sonradan uydurmak değildir. Aksine tecdîd, sonradan uydurulmuş şeyleri “asıl“dan temizlemektir. Bir bid’attan arındırma ameliyesidir. Tecdîd, kesinlikle reform değildir. Reformda, öze bağlılık aranmaz. “Deforme“ Temâyülü, s. 235-239; Mahmut Toptaş, K. Kerim ve 19 Efsânesi, İnkılâb Y; E. Şenlikoğlu, İnsanlar da Kayar, Mektup Y; B. Sağlam, 19 Meselesi ve Edip Yüksel’e Cevaplar, Tebliğ Y. ve 19 Meselesini doğrulayan ve Atatürk’ü savunan eser olarak bkz. Cenk Koray, Kur’an-İslâmiyet, Atatürk ve 19 Mûcizesi, Altın Kitaplar Y.
3134] Anlaşmazlık sûresi, s. 1
3135] Mehdi suresi, s. 13
3136] Allah Teâlâ, suresi, s. 15-16
3137] s. 26
3138] Tayyı Mekân suresi, s. 44
3139] s. 62
- 784 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmakla “tahrif“ arasında benzerlik varsa da, bunların izâlesi için yapılan “reform“ ile “tecdîd“ arasında mâhiyet farkı vardır.
Reform, orijinali şart koşmaz. Reformun karşılığı “tecdîd“ değil; “ıslah“tır. Reformasyon, düzeltme, iyileştirme, daha kullanışlı hale getirme işidir. Elde deforme olmamış bir “asıl“ olmadan bir şey reforme edilebilir, ancak elde tahrif olmamış bir “asıl“ olmadan tecdid gerçekleştirilemez.
Tarih, müceddidlerle muharrifler arasındaki bitmez tükenmez mücadelenin en büyük şâhididir. Muharrifler, tarih boyunca hep müceddidlere düşman olagelmişlerdir. Ekmeğini tahriften çıkaran her tahrifçi, tecdid yanlılarının amansız düşmanıdır. Bu nedenle de tarihte bir inancın müceddidlerine en çok düşman olanlar, o inancı inkâr edenler değil; o inancın tahrif edilmiş biçimini kabul edenler olmuştur.
Benî İsrâilin Tahrifi ile Bu Ümmetin Tahrifi Arasında Karşılaştırma ve Sonuç: Tahrif, İslâm ümmetinin yahûdileşme tehlikesine en çok mâruz kaldığı bir temayüldür. İsrâiloğulları dinlerini tahrif edince; ahlâkî, sosyal ve siyasal yapıları da tahrip olmuştur. Bu ümmet de dinini tahrif edince aynı âkıbete uğrayarak ahlâkî, sosyal ve siyasal bir çöküş sürecine girmiştir. İsrâiloğullarının Tevrat’a sarılarak öze dönmesi artık mümkün değildir. Çünkü Tevrat’ın muhâfazası benî İsrâil bilginlerine bırakıldığı için aslı kaybolacak bir biçimde tahrif edilmiştir. Ancak ümmet-i Muhammed’in Kur’an’a sarılarak dinini tecdid etmesi mümkündür. Çünkü Kur’an, bizzat Allah tarafından korunmuştur.
İsrâiloğullarını tahrife yönelten sebeplerin başında iki şey gelir: Kör taassup ve dünyevîleşme. Bu ümmetin tarihindeki tahrifin sebeplerinin başında da bu iki unsur gelmektedir: Siyaset, mezhep, meşrep, soy, ırk, ulus asabiyeti ve makam-mevki, mal-mülk, servet-şöhret ihtirası.
Bu ümmetin muharrifleri Kur’an’ın metninde tahrifat yapamamışlarsa da, onun mânâsında te’vil, tefsir, nesh, tahsis adı altında birçok tahrifat yapmışlar, bunu müteşâbih âyetler sınırında da tutmayıp muhkem âyetleri dahi mezhep, meşrep ve politik kavgalarında silâhlarının ucuna takmaktan çekinmemişlerdir. İsrâiloğullarının en ünlü tahrif biçimi olan uydurmacılığı Kur’an’da gerçekleştiremeyenler, sünnetin büyük bir bölümünü oluşturan “hadis“te gerçekleştirmişlerdir.
Müslüman İsrâiloğullarının yahûdileşmesinde nasıl eski Mısır, Yunan, Filistin putperest kültürlerinin etkisi olmuşsa, bu ümmetin yahûdileşme temayülüne sapmasında da başta isrâilliyyât olmak üzere Yunan, Roma, Bizans, kadim Türk ve çağdaş Batı kültürlerinin tahrip edici etkileri olmuştur.
İsrâiloğulları içerisinden çıkıp da kendilerine has peygamberler ve kitaplar ihdas eden sapık grupların benzeri bu ümmetin içerisinden de çıkmıştır. Bahâîlik, Kadıyanîlik, Hurûfîlik, 19’culuk ve İskender el-Ekber taifesi bunlardan birkaçı. Bu sapkınlıklardan birçoğunun ortak yanı da bir tür rakam gizemciliğine dayalı “cifr“ ve “ebced“e aşırı düşkünlükleridir.
Hurâfe, tarih boyunca tahrifin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Tarihte ve günümüzde din ne kadar tahrif edilirse, hurâfe de o kadar itibar kazanmaktadır. Şimdilerde toplumumuzda hayli ilgi toplayan medyumlar, tarotçular, burççular,
TAHRİF
- 785 -
falcılar, büyücüler, cinciler ve bilumum çağdaş üfürükçüler din düşmanı rejimin açtığı boşluktan istifadeyle ortaya çıkmışlardır.
Hurâfecilik, öteden beri sanıldığı gibi yalnızca mistik, geleneksel ve gizemci çevrelerin müptelâ olduğu özel bir sapma değil; 19’culuk sapkınlığında da görüldüğü gibi akılcı, modern ve bilimci çevrelerin de pekâlâ sarılabileceği genel bir sapmadır.
Bel’am, “din âlimi“ne karşı çıkarılan “devlet âlimi“ tipidir. Her din ve dinî toplum, kendi içerisinden çıkardığı “Bel’amların“ tahrif ve tahribine mâruz kalmıştır. Bu konuda ümmet-i Mûsâ ile ümmet-i Muhammed’in kaderleri garip bir biçimde birbirine benzemektedir.
Tahrif ile tecdid arasındaki savaş, neredeyse insanlıkla yaşıttır. İlk tahrifçi şeytandır. Tarih boyunca, bir dinin muharrifleri, aynı dinin müceddidlerinin en büyük hasmı olagelmiştir. Bu ezelî kural, bu ümmette de bozulmamıştır. Günümüzdeki İslâmî mücadelenin içinde olanlar, bu tarihî gerçeğin çağdaş tezâhürlerinin acı hâtıralarıyla doludurlar. 3140
3140] M. İslâmoğlu, a.g.e. s. 212 vd.
- 786 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Tahrif Konusunda Âyet-i Kerimeler
A- Tahrîf Kelimesinin Kökü Harf ve Türevleriyle İlgili Âyet-i Kerimeler (Toplam 6 Yerde): 2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 8/Enfâl, 16; 22/Hacc, 11.
B- Tahrif Konusundaki Âyet-i Kerimeler
a- Tevrat, Yahûdilerin Tahrifine Uğramıştır: 2/Bakara, 75, 79, 95, 174; 3/Âl-i İmrân, 65, 78, 93; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41-43.
b- İncil, Hristiyanların Tahrifine Uğramıştır: 3/Âl-i İmrân, 65, 78; 5/Mâide, 110.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. 1. Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 177-180
2. 2. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 327-328
3. 3. Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, insan Y. c. 1, s. 87-89
4. 4. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 390-400
5. 5. El-Câmaiu li-Ahkâmi’l Kur’an, İmam Kurtubî, Burûc Y. c. 2, s. 180-191
6. 6. El-Mîzan Fî Tefsîri’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabâî, Kevser Y. s. 1, s. 300-301
7. 7. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 156-159
8. 8. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s .157-161
9. 9. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 3, s. 107-125
10. 10. Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s. 90-92
11. 11. Safvetü’t Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 125-130
12. 12. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 21-23
13. 13. Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 162-163
14. 14. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 6, s. 92-94
15. 15. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 85-86
16. Yahudileşme Temayülü, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 83-89;176-253
17. Hristiyanlık Üzerine Konferanslar, Muhammed Ebu Zehre, Fikir Y. s. 92-95; 129-133
18. Kur’ân-ı Kerim’de Yahudiler ve Hristiyanlar, M. Fatih Kesler, T. Diyanet V. Y. s. 188-198; 216-221
19. Kur’an ve Sünnete Göre Yahudilik ve Münafıklık, Mustafa Özçelik, Sabır Y. s. 37-41
20. Dört İncil, Farklılıkları ve Çelişkileri, Şaban Kuzgun, Şahsî Y. s. 148-154; 305-342
21. Kur’an’da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 198-200
22. Tevrat ve İncildeki Tahrifler, İmam el-Harameyn el-Cüveynî, Seha Neşriyat
23. Tevrat, İnciller ve Kur’an, Maurice Bucaille, D.İ.B. Y.
24. Kitab-ı Mukaddes Allah Sözü müdür? Ahmed Deedat-E. Yüksel, İnkılab Y.

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 21:39

ŞÜKÜR

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

ŞÜKÜR


- 733 -
Kavram no 171
Görevlerimiz 37
Bk. Hamd; Allah; Esmâu’l Husnâ
ŞÜKÜR


• Şükür; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Şükür Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Şükür Kavramı
• Şükür - İman İlişkisi
• Şükür İbadeti, Bir İmtihan Aracıdır
• Şekûr ve Şâkir
• Şükür-Hamd İlişkisi
• Şükrün Yerine Getirilmesi
• Şükrün Önemi
• Kendisinden Dolayı Şükredilecek “Nimet“ Nedir?
• Bunca Nimet, Bunca Şikâyet; Şükretmeyen Bir Toplum Olduk
• Şükrün Zıddı Nankörlük
• Şükür ve Nankörlükle İlgili Sünnetullah
• Şükür Bilincinin Kazandırdıkları
“O davranışlarınızdan sonra, belki (akıllanıp) şükredersiniz diye sizi affettik.“ 2895
Şükür; Anlam ve Mâhiyeti
‘Şükr’ sözlükte; semizlemek ve gelişmek anlamlarına gelir. Yani, lügat anlamıyla şükür, hayvanların bedenlerinde yedikleri gıdanın etkisinin apaçık ortaya çıkmasıdır. Din dilindeki ‘şükür’ de bunun gibidir. Yani ‘şükür’, Allah’ın nimetinin etkisinin kulun dilinde ‘itiraf ve övgü’ olarak, kalbinde ‘şahitlik ve muhabbet/sevgi’ olarak, organlarında da ‘itaat etme ve boyun eğme’ olarak ortaya çıkmasıdır. Şükür kelimesinin zıddı, küfür (nankörlük)dür; nimeti unutup örtmektir. Şükür, kişinin kendine ulaşan nimeti bilmesi ve bunu çeşitli şekillerde açığa vurmasıdır. Bir başka deyişle nimet sahibini bilip onu övmesi demektir.
Şükr'ü çeşitli açılardan tanıtan şu tanımlara bakmakta yarar vardır: Şükür, nimet vereni boyun eğerek itiraf etmektir. Şükür, ihsan yapan kimseyi, ihsanını anarak övmektir. Şükür, nimet verene kalbin sevgiyle, organların itaatle, dilin onun zikri ile ve onu övmekle meşgul olmasıdır. Şükür, nimetleri onu verene boyun eğerek nisbet etmektir. Şükür, Allah’ın nimet vermesinden dolayı O’nun ihtiyacı olmadığı halde O’nu övmekle lezzet duymaktır. Şükür, bir nimeti verene teşekkür etmek, memnuniyetini ve minnettarlığını belirtmek, verilen nimetin değerini bilip takdir etmektir. Her türlü nimetin tek ve gerçek sahibinin Allah olduğunun şuuruna varmak ve bunu saygıyla ifade etmektir. Şükür, şükürden âciz olduğunu bilmektir. Şükür, Allah'ın verdiği nimet ile Allah'a isyan etmemektir.
2895] 2/Bakara, 52
- 734 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an, insana sayısız nimet verildiğini, insanın bunları veren Allah’ı bilip, hizmetine sunulan bu nimetlerden dolayı nimet sahibine minnet duymasını, bu minnettarlığı çeşitli şekillerde ortaya koymasını söylüyor. Türkçede kullandığımız ‘teşekkür etmek, şükran duymak’ kavramları da aynı kökten gelmekte ve yaklaşık aynı mânâyı ifade etmektedirler.
Kur'ân-ı Kerim'de Şükür Kavramı
Şükür, Kur’an’da üzerinde en çok durulan konulardan biridir. 75 yerde şükürden, şükretmenin öneminden bahsedilir. Şükrün Kur’an’da bu kadar önemle vurgulanmasının sebebi, şükrün iman ve tevhidin en önemli göstergelerinden olmasındandır. Kur’an, sürekli olarak Allah’ın insanlara verdiği nimetlere, yaptığı bağışlara, ettiği ihsanlara dikkat çekmekte ve insanın bütün bu iyilikler karşısında minnettarlık duymasını, ‘şükran’ duyguları içerisinde olmasını istemektedir. Çünkü nimete kavuşmanın, iyilik görmenin karşılığı budur.
Kur’an’da mü’minlerin çokça şükretmeleri hatırlatıldığı gibi, şükredenlerin ve şükretmeyenlerin örnekleri verilir, âkıbetleri anlatılır. İnsan, Allah’ın kendisine verdiği can ve organlar karşılığında,2896 yağmur vermesinin,2897 gece ile gündüzü var etmesinin,2898 dağ gibi gemileri yüzdürmesinin,2899 eti yenen hayvanları,2900 yeryüzündeki her tür geçim vasıtaları2901 ve daha nice nimetler vermesinin karşılığı olarak şükretmelidir. Bütün bu nimetleri vereni tanımalı ve O’nun önünde boyun bükmelidir.
Allah’ın insanlara; “Verdiğim nimetlere şükredin“ demesi de ayrıca kul için bir nimet ve ihsandır. Çünkü şükrün faydası dünya ve âhirette Allah’a değil; kula dönüktür. Yerine getirdiği şükür ile fayda gören kulun kendisidir. Kul, şükrederek Rabbine bir karşılık veya bir mükâfat vermemektedir. Zaten buna da hiçbir varlığın gücü yetmez. Kim şükrederse kendi nefsi için şükretmiş olur.2902 Yoksa Allah’ın böyle şeylere asla ihtiyacı yoktur.
Ancak Allah (c.c.) kullarına karşı bu kadar cömert, bu kadar lütuf sahibi olduğu halde, kullarının bir kısmı nankördür, çok şükretmekten uzaktır. “Muhakkak ki Allah, insanlara karşı lütuf sahibidir, ama çokları şükretmiyorlar.“ 2903
Allah’ın Kur’an’daki ve evrendeki âyetlerini ve ibretlerini şükretmeyenler anlayamaz; ancak çok şükredenler anlayabilir.2904 Çünkü nankör insan, duyarsızdır, hikmetleri anlayabilecek ferâsetten ve anlayıştan uzaktır.
Şükretmek mü’minlerin en önemli özelliklerinden biridir. Allah (c.c.) mü’minlere verilenleri zaman zaman hatırlatıyor ve bu hatırlatmanın da onları
2896] 23/Secde, 7-9
2897] 45/Câsiye, 4-5; 56/Vâkıa, 68-69
2898] 28/Kasas, 73
2899] 31/Lokman, 31
2900] 36/Yâsin, 71-73
2901] 7/A’râf, 10
2902] 27/Neml, 40
2903] 2/Bakara, 243; ayrıca bkz. 10/Yunus, 60; 7/A’râf, 10; 23/ Mü’minûn, 78; 27/Neml, 73; 40/Mü’min, 61; 67/Mülk, 23
2904] 7/A’râf, 58; 14/İbrahim, 5; 31/Lokman, 31; 34/Sebe’19
ŞÜKÜR
- 735 -
şükretmeye teşvik olduğunu hissettiriyor. Söz gelimi, Allah mü’minleri affeder,2905 mü’minler Ramazan orucuyla ibâdet ederler, doğru yolu bulurlar ve Allah’ı da büyük tanırlar,2906 onlar Allah’tan ittika ederler (hakkıyla çekinirler),2907 bundan dolayı Allah (c.c.) onlara nimetlerini tamamlamak ve onları temizlemek istiyor.2908 Allah (c.c.) onlara âyetlerini çok net bir şekilde açıklıyor,2909 onlara zafer veriyor ve güzel rızıklarla rızıklandırıyor,2910 dinlenmek için geceyi ve gündüzü var etmiştir;2911 işte bunların sebebi, umulur ki mü’minler hakkıyla şükrederler.
Bütün nimetlerin sahibi Allah (c.c.) insanlara; “Siz Beni zikredin (anın) ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin, fakat asla nankörlük etmeyin.“2912 diye emretmektedir. Yine Lokman (a.s.)’ın şahsında insanların ‘şükür’ edici olmalarını istiyor.2913 insana sayısız nimet verilmesinin sebebi, onun şükreden bir kul mu yoksa nankörlük eden bir kul mu olduğunu denemek içindir. Kur’an bunu Hz. Süleyman’la ilgili bir olayda şöyle haber veriyor: “Yanında kitaptan bir ilim olan biri, dedi ki; ‘Ben (gözünü açıp kapamadan) onu (kraliçenin tahtını) sana getirebilirim.’ Derken (Süleyman) onu (tahtı) kendi yanında durur halde görünce dedi ki: ‘Bu Rabbimin fazlındandır. O’na şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemektedir…“ 2914
“O davranışlarınızdan sonra, belki (akıllanıp) şükredersiniz diye sizi affettik.“ 2915
“Siz Beni zikredin (tâat ve ibâdetle anın) ki, Ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın nankörlük yapmayın!“ 2916
“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyin; eğer siz gerçekten yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız, O’na şükredin.“ 2917
“...Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır.“2918
“Eğer siz iman eder ve şükrederseniz Allah size neden azap etsin! Allah Şâkir’dir, Alîm’dir; şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir.“2919
“...Allah, şükredenleri daha iyi bilmez mi?“2920
“Rabbiniz şöyle buyurmuştur: ‘Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size (nimetimi, mükâfatımı) artırırım ve andolsun eğer küfrederseniz (veya nankörlük yaparsanız), şüphesiz benim azabım pek şiddetlidir.“ 2921
2905] 2/Bakara, 52
2906] 2/Bakara, 185
2907] 3/Âl-i İmran, 123
2908] 5/Mâide, 6
2909] 5/Mâide, 89
2910] 8/Enfâl, 26
2911] 28/Kasas, 73
2912] 2/Bakara, 152
2913] 31/Lokman, 12
2914] 27/Neml, 40
2915] 2/Bakara, 52
2916] 2/Bakara, 152
2917] 2/Bakara, 172
2918] 3/Âl-i İmrân, 144
2919] 4/Nisâ, 147
2920] 6/En’âm, 53
2921] 14/ İbrahim, 7
- 736 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Siz, hiçbir şey bilmezken Allah, sizi analarınızın karnından çıkardı; şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.“ 2922
“Gerçekten İbrahim, Hakk'a yönelen, Allah'a itaat eden bir önder idi. Allah'a ortak koşanlardan değildi. Allah'ın nimetlerine şükrediciydi. Çünkü Allah, onu seçmiş ve doğru yola iletmişti.“ 2923
Kur’an, âhiret için çaba harcayan mü’minleri ‘şükr’ kökünden gelen ‘meşkûr’ sıfatıyla övmektedir. “Kim de âhireti ister ve bir mü’min olarak ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası meşkûr’dur (şükre değerdir).“2924
“Şükreden, ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden de bilsin ki Allah müstağnîdir, her türlü övgüye lâyıktır.“ 2925
“...Ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!“ 2926
“...Şükredin. Kullarımdan şükreden azdır!“ 2927
“Şâyet nankörlük ederseniz (küfrederseniz), artık şüphesiz Allah size karşı hiçbir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için buna rızâ göstermez. Ve eğer şükrederseniz, sizin (faydanız) için ondan râzı olur…“ 2928
“...Biz şükredenleri mükâfatlandırırız.“ 2929
Hadis-i Şeriflerde Şükür Kavramı
“Mü'minin işi tuhaftır, her işi hayırdır. Bu, yalnız mü'mine vergidir/özgüdür. Sevindirici bir işle karşılaşsa şükreder, o iş kendisi hakkında hayırlı olur. Üzücü bir işle karşılaşsa sabreder, kendisi için hayırlı olur.“ 2930
“Hamd, şükrün başıdır. Allah'a hamdetmeyen, O'na şükretmemiştir.“ 2931
“Rasûlullah (s.a.s.) geceleri ayağa kalkıp ayakları kabarıncaya kadar namaz kılardı. Kendisine; ‘Allah (c.c.) senin geçmiş ve gelecek günahlarını affetti (niye kendini bu kadar yoruyorsun?)’ denildi. “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?“ cevabını verdi. 2932
“İnsanlara karşı hamdetmeyen (teşekkür etmeyen), onlara nankörlük yapan insan, Allah'a karşı da hamdetmez.“ 2933
“Allah'ım, Seni zikretmek, Sana şükretmek ve güzel ibâdet etmek için bana yardım eyle!“ 2934
2922] 16/Nahl, 78
2923] 16/Nahl, 120-121
2924] 17/İsrâ, 19; ayrıca bkz. 76/İnsan, 22
2925] 31/Lokman, 12
2926] 32/Secde, 9
2927] 34/Sebe’, 13
2928] 39/Zümer, 7
2929] 54/Kamer, 35
2930] Müslim, Zühd 64; Dârimî, Rikak 61; Ahmed bin Hanbel, Müsned V/24
2931] Abdürrezzak; Beyhakî, Şuabu'l-İman; Kenzu'l Ummâl, 3/6419, s. 255
2932] Buhâri, Teheccüd 6, 2/63; Tefsir-Fetih 1, 6/169, Rikak 19, 8/124; Müslim, Sıfatü’l Munafikîn 18, 79, Hadis no: 2819, 4/2181; Tirmizî, Salât 304, Hadis no: 412, 2/268; Nesâi, Kıy. Leyl 17, 3/178
2933] Ebû Dâvud, Edeb 11; Tirmizû, Birr 35
2934] Ebû Dâvud, Vitr 26; Nesâi, Sehv 60; Müsned, Ahmed bin Hanbel, 2/299, 5/245
ŞÜKÜR
- 737 -
“Allah, bir kuluna nimet verince, kulunun üstünde o nimetin izini görmek ister.“ 2935
“Yüce Allah diyor ki: 'Ey kullarım! Geçmiş ve gelecek, siz bütün ins ve cinler bir araya gelerek, aranızdaki en muttakî kimsenin kalbi gibi olsanız, sizin bu durumunuz, Benim hâkimiyetimi zerre kadar arttırmaz. Yine ey kullarım! Geçmiş ve gelecek bütün ins ve cin bir araya toplansanız, aranızdaki en günahkâr birinin kalbi gibi olsanız, Benim hâkimiyetime en ufak bir noksanlık getiremezsiniz. Ey kullarım! Hakkınızda itibar ettiğim şey, amellerinizdir. Daha sonra siz, amellerinize göre eksiksiz olarak mükâfatlandırılacak veya cezalandırılacaksınız. Öyleyse kim bir hayır işlemeye muvaffak olursa, bundan dolayı Allah'a şükretsin. Kim de hayrın dışında başka bir şey işlerse, bundan dolayı da kendi nefsini suçlasın.“ 2936
“Yemek yiyip şükredenin derecesi, (nâfile) oruç tutup sabredenin derecesi gibidir.“ 2937
“Kıyamet gününde ‘hamd edenler ayağa kalksın’ denildiğinde yalnız Allah'a çokça ve her hal ü kârda şükredenler ayağa kalkar.“ 2938
Mal toplamayı yasaklama hususunda âyet nâzil olunca Hz. Ömer (r.a.): “Öyleyse ne toplayalım yâ Rasûlallah?“ diye sordu. Rasûlullah da şöyle cevap verdi: “Allah'a şükreden dil, zikreden kalp ve mü’mine hanım.“ 2939
“Zikrin en faziletlisi ‘lâ ilâhe illâllah’tır. Duânın en faziletlisi ‘el-hamdü lillâh’tır.“ 2940
Şükür - İman İlişkisi
Şükür, nimet vereni bilip onu açığa vurmak olduğu gibi, bunun tam zıddı olan ‘küfr’ ise, nimet vereni inkâr edip onu gizlemektir. Küfür kavramının, inkâr ve nimet sahibini gizlemeyi de ifade ettiğini hatırlayalım. Küfür kelimesi, iman etmemeyi, insanlara sonsuz nimetler veren rızık sahibi Allah’ı inkâr etmeyi anlattığı gibi, şükür kelimesi de iman etmeyi, verilen nimetlerin sahibi olan Allah’ı tanımayı ve O’na minnettarlık duymayı ifade eder. Şükrün zıddının Kur’an’da “küfür“ kelimesiyle tanımlanmasından, şükretmenin Allah katında ne kadar önemli olduğu ve bu ibâdetten uzaklaşmanın ne kadar büyük problem olduğu açıkça anlaşılır.
Şükür, hamdetmeyi ve tevhide inanmayı bir araya toplar. Her şükrün başı mutlaka Allah’a hamd olmalıdır. Nitekim Fâtiha sûresine Allah’a hamd ile başlar, tevhid dinine bağlılıkla bitiririz. Fâtiha’da, “Bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet“ dememiz emredildi. Kendilerine nimet verilenler ise, peygamberler, sıddíkler, şehitler ve sâlih insanlardır. Kendilerine gazap edilenler ile sapıtanlar, nimet verilenler arasına sokulmamıştır. Küfredenler, inkârcılar; şükredenler ise iman edenlerdir diyebiliriz.
Şükür, iman etmenin çeşitli organlarla ve bu organların faaliyetleriyle ortaya konulmasıdır. Şükür aynı zamanda nimeti bilmenin ismidir. Çünkü nimeti bilmek, nimeti vereni bilmenin yoludur. İşte bunun için Allah (c.c.), Kur’an’da İslâm ve imana şükür diye isim vermektedir. Nimetin nereden geldiğini bilmek, şükrün
2935] Tirmizî, Edeb 54; Müsned, Ahmed bin Hanbel, 2/311, 4/438
2936] Müsned, Ahmed bin Hanbel, 5/160; Müslim, Birr 55; Tirmizî, Kıyâm 48; İbn Mâce, Zühd 30
2937] Buhâri; Kütüb-i Sitte, c. 17, s. 176, hadis no: 559 -1765-
2938] Taberâni; Ebu Naim; Beyhakî, Gazâli, İhyâ-i Ulûmi’d Din, c. 8, s. 547
2939] Gazâli, İhyâ-i Ulûmi’d Din, c. 8, s. 547
2940] Tirmizî; Nesâi; İbn Mâce; nakl. İhyâ, 8/309
- 738 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şartlarından biridir. Yoksa tamamı değildir. Şükrün içerisinde nimet vereni itiraf, nimete karşı nimet sahibi Allah'ı övmek, O’na boyun eğmek, O’nu sevmek ve nimet konusunda O’nu hoşnut edecek şeyleri yapmak da bulunmaktadır. Kul nimeti tanıdığı zaman, nimetin sahibini de tanır. O’nu tanıyınca O’nu sevmeye başlar ve O’nun hoşlanacağı şeyleri yapmaya niyet eder.
Küfür, rızık ve O’nu verenin üzerini örtmek, gizlemek, görmezlikten gelmek; şükür ise, nimeti bilmek, itiraf etmek ve açığa vurmaktır. Şüphesiz bu itiraf yalnızca dil ile olmaz; şükür, imanın eyleme dönüşmesiyle yerine getirilir. Bazı âyetlerde 'şükür' kelimesinin iman etmenin, 'küfr'ün ise inkâr etmenin yerine kullanıldığını görüyoruz: “Şâyet nankörlük ederseniz (küfrederseniz), artık şüphesiz Allah size karşı hiçbir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için buna rıza göstermez. Ve eğer şükrederseniz, sizin (faydanız) için ondan razı olur…“ 2941; “Rabbiniz şöyle buyurmuştur: ‘Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size (nimetimi, mükâfatımı) arttırırım ve andolsun eğer küfrederseniz, şüphesiz benim azabım pek şiddetlidir.“ 2942
Şükür, aynı zamanda ‘şirk’ koşmanın da karşılığıdır. Şirk koşanlar elbette şükretmezler. Onlar zaten Allah’a ortak koşarak O’nun asıl nimet sahibi olduğunu inkâr etmektedirler. Onlardan bir kısmı Allah’tan bir iyilik gelirse şükretmeye söz verirler. Ancak sıkıntıdan kurtulunca tekrar şirk koşmaya devam ederler.2943 Şükretmek, şirk koşmanın zıddı olarak Allah'a kullukla beraber zikredilir: “...Andolsun ki Allah'a şirk/ortak koşarsan, amellerin/işlerin şüphesiz boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun. Hayır! Yalnız Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol.“ 2944
Bir âyette şükretmek, yalnızca Allah'a kulluk etmenin şartı olarak gösterilir: “Ey iman edenler, size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyin ve eğer siz gerçekten yalnızca Allah’a kulluk ediyorsanız O’na şükredin.“ 2945
Şükür İbâdeti, Bir İmtihan Aracıdır
İnsan şükretmek veya küfretmek noktasında denenmektedir: “Hiç şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan (nutfeden) yarattık. Onu denemekteyiz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık. Biz ona yolu gösterdik; (artık o) ya şükredici olur ya da nankör olur.“2946 Bu âyette şükretmenin imanla, şükretmemenin ise küfürle eş tutulduğu açıkça görülmektedir. Allah (c.c.) mü’minleri zaman zaman ‘sabır ve şükr’ ile imtihan eder. Bazen darlıkla, bazen varlıkla, bazen musibetlerle, bazen de zaferlerle dener. Kendini yeterince tanımaları için nimet verir ve verdiği nimetleri hatırlatır. Bazen bolluk verir, bazen de bolluktan sonra darlık verir. Sınava tutulan mü'minlerin başlarına sıkıntı gelir, bazı şeylerden mahrum kalırlar, insanlardan eziyet görürler. Mü’min her türlü zorluğa ve denemeye sabreder, her türlü nimete ise hamd eder veya şükreder.
Allah, insana sayısız nimetler vermiştir. Bu nimetlerle insanları sınamaktadır; insan şükür mü edecek, nankörlük mü? 2947
2941] 39/Zümer, 7
2942] 14/ İbrahim, 7
2943] 6/En’âm, 63-64
2944] 39/Zümer, 65-66
2945] 2/Bakara, 172
2946] 76/ İnsan, 2-3
2947] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, 644
ŞÜKÜR
- 739 -
Şekûr ve Şâkir
Kur’an, şükredenlere ‘şâkir’ demektedir ve bu kelimeyi genellikle çoğul olarak kullanmaktadır. Allah (c.c.) ‘Şekûr ve Şâkir’dir. Yani şükredenlerin sevabını kat kat, fazlasıyla verendir. ‘Şâkir’, ‘şükr’ mastarının fâil ismidir. ‘Şekûr’ ise bu fâil ismin mübalağalı (abartılı) halidir. ‘Şâkir’ şükreden demektir. Kur’an-ı Kerim’de iki âyette Allah hakkında, diğerlerinde ise Allah’a şükreden mü’minler hakkında tekil ve çoğul olarak geçmektedir. ‘Şekûr’ sözlükte, çok çok şükreden demektir. Bu kavram da daha çok şükreden kullar hakkında kullanılmaktadır. Ancak dört âyette Allah’ın (c.c.) ismi olarak geçmektedir.
a- Allah’ın Şâkir-Şekûr Olması
Kulun Allah’a şükretmesi, O’nun verdiği nimetleri bilmesi ve bunu bizzat kulluk yaparak, Allah’a itaat ederek yerine getirmesi şeklinde görülür. Ancak Allah’ın ‘Şâkir veya Şekûr’ olması böyle değildir. Allah’ın kullarına şükrü, onları bağışlaması, amellerinin karşılığını vermesi ve onları övmesi, kullarının az da olsa şükürlerinden râzı olmasıdır.
Allah hakkında kullanılan ‘şâkir ve şekûr’ kelimelerinin yalnız değil de ‘Ğafûr, Halîm ve Alîm’ sıfatlarıyla beraber gelmeleri dikkat çekmektedir. Allah (c.c.) Şekûr’dur. Yani kullarının az amellerine karşı çok mükâfat verendir, ecirlerini kat kat artırandır. Bir başka deyişle şekûr, Allah’ın kullarını bağışlaması, amellerinin karşılığını vermesi ve onları övmesidir. Kullarından gelen az bir şükre râzı olması da Allah’ın ‘Şekûr’ olmasının bir sonucudur. Allah (c.c.) kullarından gelen az şükre râzı olarak onları çok şükre teşvik etmekte, az da olsa şükrü küçümsemeyip bu görevi yapmalarını istemektedir.
Allah kullarının ecirlerini noksansız öder ve kendi fazlından onların ecirlerini daha da artırır. Çünkü O Ğafûr ve Şekûr’dur; bağışlayandır ve şükrü kabul edendir2948. Allah iyilik edenlerin iyiliğini artırır. Çünkü O Ğafûr ve Şekûr’dur2949. Kim, kendisine farz kılınan ibâdetlerin fazlasını gönülden yaparsa, onun karşılığını alır. Çünkü Allah (c.c.) Alîm’dir (bilendir) ve Şekûr’dur (şükrün karşılığını verendir)2950. Şu âyette de aynı sıfat Halîm ismiyle beraber kullanılmaktadır: “Eğer Allah’a güzel bir borç verecek olursanız (Allah rızâsı için ihtiyaç sahiplerine infak eder veya fâizsiz borç verirseniz), onu sizin için kat kat artırır ve sizi bağışlar. Allah Şekûr’dur (şükrü kabul edip çok ihsan edendir), Halîm’dir (ceza vermekte acele etmeyendir).“ 2951
Allah’a güzel bir şekilde borç vermek, O’nun yolunda malı içten gelerek, severek ve isteyerek infak etmek, karşılıksız borç vermek şeklinde tefsir edilmiştir. Allah (c.c.), kuluna verdiği maldan infakta bulunmasını istiyor, bunun da karşılığını bol bol veriyor. Kul, şükrünü noksan yaptığı zaman da ona ceza vermekte acele etmiyor, ona hilimle (yumuşaklıkla) davranıyor. Aynı ifadeyi Kur’an’da iki yerde daha görmekteyiz.2952 Kullar, şükrün bir ifadesi olarak Allah’ın kendilerine verdiği maldan ihlâslı bir şekilde O’nun yolunda harcarlarsa, Allah’a borç verirlerse; Allah da bunun karşılığını kat kat öder. Çünkü O, şükrü karşılıksız
2948] 35/Fâtır, 30, 34
2949] 42/Şûrâ, 23
2950] 2/Bakara, 158
2951] 64/Teğabûn, 17
2952] 2/Bakara, 245 ve 57/Hadid, 11
- 740 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bırakmaz.
‘Şâkir’ sözlükte şükreden anlamına gelmekle beraber Allah hakkında kullanıldığı zaman, tıpkı ‘Şekûr’ gibi şükrün karşılığını, şükreden kimseyi bilip ona hak ettiği mükâfatı veren demek olur. Bunun için Kur’an’da iki âyette ve Alîm sıfatıyla birlikte geçmektedir. Bunun Alîm sıfatıyla birlikte kullanılması, bu ismin yanlış anlaşılmasını önlemekte, kulun yaptığı şükrün Allah tarafından bilinip karşılığının verileceği açıkça bildirilmiş olmaktadır.2953 “Eğer şükreder ve iman ederseniz, Allah size ne diye azap etsin? Allah, Şâkir’dir (şükrün karşılığını verendir), Alîm’dir (bilendir)“ 2954
b- İnsanların Şâkir-Şekûr Olmaları
Şekûr ve şâkir kavramları insanlar hakkında da kullanılmaktadır. Allah (c.c.) insanı bir yola (sebile) sevketmiştir, onu düzene koyarak ona akıl vermiş ve dünyaya göndermiştir. Böylece o acaba şâkir (şükreden) bir kul mu yoksa nankörlük eden bir kul mu olacak?2955 Şâkir olma sıfatı bazı peygamberlerin de sıfatıdır. Meselâ Hz. İbrahim tek başına bir ümmet idi ve şâkir (şükreden) bir kuldu.2956 Nûh (a.s.) da şekûr (şükreden) bir kimse idi. 2957
Kulların şükredici olmalarını belirtmek için de birçok âyette ‘şâkir’ kelimesinin çoğul halinin (şâkirûn-şâkirîn) kelimelerinin kullanıldığını görmekteyiz.2958 Kur’an, Hz. Dâvud’a ve Hz. Süleyman’a Allah’ın verdiği çeşitli nimetleri saydıktan sonra, onlara ve onların kişiliğinde diğer kullara şöyle sormaktadır: “Siz, şâkirlerden (şükredenlerden) olmayacak mısınız?“ 2959
Rabbimiz buyuruyor ki: “Hayır, artık (yalnızca) Allah’a kulluk et ve şükredenlerden (şâkirîn’den) ol.“2960 Şükredenler, Rablerine iman ederler, O’nun nimet ve rızık verici olduğunu bilirler. Onlar, hayatın ve ölümün, insanın emrine verilen her şeyin bir deneme sebebi olduğunun şuurundadırlar. Onlar böyle iman etmişlerdir. Şükrün gereğini yerine getirirler.
Şükür – Hamd İlişkisi
Hamd ile şükür arasında büyük yakınlık ve benzerlik vardır. Hatta hamd yerine şükür, şükür yerine hamd kelimeleri kullanılabilir. Hadis-i şerifte bu yakınlık şöyle ifade edilir: “Hamd, şükrün başıdır. Allah'a hamdetmeyen, O'na şükretmemiştir.“ 2961
Bunun yanında, hamd ile şükür arasında kısmî farklar vardır. Hamd, isteyerek yapılan bir iyiliğe karşı, iyilik yapana bir teşekkür ve bir övgüdür. Hamd etmenin özelliği bir iyiliğe karşı yapılmasıdır. Hamd ile ihsanda bulunan hem övülür, hem ona karşı minnettarlık duyulur, teşekkür edilir. ‘Şükür’ de böyledir. Ancak
2953] 2/Bakara, 158
2954] 4/Nisâ, 147
2955] 76/İnsan, 3
2956] 16/Nahl, 120-121
2957] 17/ İsrâ, 3
2958] 21/Enbiyâ, 80; 3/Âl-i İmrân, 114, 145; 7/A’râf, 17, 144
2959] 21/Enbiyâ, 80
2960] 39 Zümer/66
2961] Abdürrezzak; Beyhakî, Şuabu'l-İman; Kenzu'l Ummâl, 3/6419, s. 255; El-Cevziyye, Medâricü’s Salikîn, 2/208
ŞÜKÜR
- 741 -
şükür yapılmış olan bir iyiliğe karşı söz ile veya fiil ile yerine getirilen bir övgü ve şükran duygusudur. Bu bakımdan hamd genel olarak şükürden daha geniş kapsamlıdır.
Hamd, nimete kavuşmanın veya gelecek olan bir nimetin sevincini, huzurunu duyup, nimet sahibine övgüde bulunmadır. Şükür de insana gelip ulaşmış bir nimete karşı bir teşekkürdür. Hamd’de sevinç ve arzu anlamı, şükürde ise içten bağlılık ve dostluk anlamı daha çok yer almaktadır. Bununla beraber hamd etmede saygı ve değer verme yönü daha yüksektir. Allah’a karşı kullanılan bütün saygı ifadeleri, O’nu zikretme, O’nu methetme (övme): hepsi de birer hamd’dir. ‘el-Hamdü lillâh’ (Allah’a hamdolsun) denildiği zaman hepsi de ifade edilmiş olur. Hamd, şükrün başıdır.
Şükür, ‘hamd’e göre, sebepleri açısından daha genel, ilgili olduğu şeyler açısından daha özeldir. Hamd, ilgili olduğu şeyler açısından daha genel, sebepleri açısından daha özeldir. Bunun anlamı şudur: Şükür, nimet sahibine şahitlik yaparak kalp ile överek ve nimet sahibini itiraf ederek dil ile itaat ederek ve boyun bükerek organlarla olur. Şükrün ilgilendiği şey Allah’ın zatına ait özellikler değil, O’nun verdiği nimetlerdir. Allah’ın, hayat, işitme ve görme gibi sıfatlarına karşılık ‘şükürler olsun’ denmez. Bunlar için Allah’a hamdedilir. Şükr gereken her şeye aynı zamanda hamd de gerekir. Ama hamdin gerekli olduğu her şeye şükür gerekmez. Şükür organlarla, hamd ise kalp ve dil ile yerine getirilir.
Hamd; bir nimetin veya güzelliğin kaynağı ve sahibi olan gücü, övgü ve yüceltme sözleriyle anmaktır. Bir başka deyişle hamd, isteğe bağlı bir iyiliğe veya onun başlangıç noktası olan bir yardıma karşı, gönül açıklığı ile o iyiliğin sahibine saygı ifade eden bir övgü sözüdür. Bunda hem nimet sahibini övmek, hem şükretmek, hem de yüceltme anlamı vardır. ‘Hamd’, bir çeşit övmek veya övülmek, iyi bir övüş veya övülüş, güzel bir övücü veya övülen olmak gibi anlamları da kapsayan bir sözdür.
Hamd; en geniş anlamıyla şükürdür. Hamd, yalnızca dille yapılır. Hâlbuki şükür hem dille hem de hareketle yerine getirilir. Şükür, bir nimetin karşılığı olarak yapılır. Hamd ise, nimet sahibinin var olduğunu bilmemiz durumunda, o nimet veya güzellik bize ulaşmasa da yapılır. Bu bakımdan hamd her durumda yerine getirilir. Şükür, insana ulaşan bir iyilikten sonra, sözlü, fiille ve kalpten nimeti verene karşılık vermektir. Yalnız fiille veya kalpten yapılan şükür ne methetmedir, ne de hamd’dir. Fakat dil olarak yapılırsa bu, hem hamd, hem methetme olur. Böyle bir hamd de Allah’a karşı duyulan minnettarlığın başı olur. Hamd, geçmişte verilen ve gelecekte verilecek olan nimetler hakkındaki sevinç durumundan, şükür ise, verilmiş olan bir nimete kavuşma durumundan dolayı yapılan bir mutluluk ilânıdır.
Tekrar edelim ki şükür; nimet veren Allah’ın (c.c.) nimetlerini boyun bükerek itiraf etmektir. Kul kendisine yapılan iyiliği itiraf eder ve nimet vereni över. Bu anlamda onun ‘Allah’a hamdolsun’ demesi bir şükür ifadesidir. Nimetlere şükür, Allah’ın yaptığı ihsanları görmek, hürmet ve büyük tanımayı (tazimi) yerine getirmek ve nimet verenin hizmetinde bulunmaktır. Şükür bir anlamda da kulun kendini gerçek şükretmekten âciz görmesidir. İnsan ne kadar gayret ederse etsin; ne verilen nimetlerin karşılığını hakkıyla ödeyebilir, ne de nimet vereni hakkıyla övebilir.
- 742 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şüphesiz ki Allah’ın bir insana şükredebilme kabiliyeti ve fırsatı vermesi, anlayabilenlere göre, insan için en büyük iyiliktir. Bir başka açıdan ‘şükür’, güç ve imkânlarını Allah’a ibâdet ve itaat uğruna kullanabilmektir.
Şükür
Şükür veya teşekkür, yapılan iyiliğin bilincinde olma, bundan dolayı memnun ve hoşnut olma, bu memnuniyeti ve hoşnutluğu iyiliği yapanı memnun ve hoşnut edecek hal, hareket ve ifadelerle dile getirme, kısaca iyilik yapana iyilikle karşılık vermek, hoşnut edeni hoşnut etmek anlamına gelir.
Yapılan iyilik ve yardım; yerine göre nimet, lütuf, ihsan, ikram, hayır, övme ve yüceltme (hamd, i’zaz) gibi isimler alır. Böyle bir iyilik gören, kim ve ne olursa olsun iyilikle karşılık verir, sevincini dile getirir, gönül borcunu öder. Bu hal bütün varlıklarda görülür. Meselâ bir bakım (iyilik) yapılan bir ağacın çiçek açması ve meyve vermesi şükür (teşekkür), olduğu gibi beslenen, okşanan ve sevilen bir hayvanın, meselâ bir kedinin ve köpeğin hal ve hareketleri de teşekkürdür. Bitkilerde ve hayvanlarda rastlanan bu tabiî ve fıtrî hale en güzel şekliyle ve bilinçli olarak insanlarda da rastlanır. İnancı, dini, mezhebi, ideolojisi, ırkı, dili, rengi ve bölgesi ne olursa olsun bütün toplumlarda teşekkür ve bu anlama gelen bir ve birkaç terim vardır. Bunun içindir ki, şükrün ve teşekkürün evrensel beşerî ve ahlakî bir değer olduğunu ifade ediyoruz.
İslâm’da önemli bir dinî ve ahlakî kavram olan şükür hem Allah Teâlâ, hem de insanlar için kullanılır. Bir hadiste: “İnsanlara şükr (teşekkür) etmeyen Allah’a da şükretmez.“2962 buyrulmuştur. Bununla beraber Kur’an’da ve hadislerde şükür Allah Teâlâ için kullanılmıştır. İnsanın insana şükretmesi ise daha ziyade: “Allah râzı olsun, sağol, eline (diline, ağzına) sağlık, Allah dünya ve âhirette mutlu etsin.“ şeklinde duû sûretiyle yapılır. İslâmî anlamda insanın insana şükr (teşekkür) etmesinde, Allah ve O’nun rızâsı, yardımı, inâyeti, koruması, lütfu ve keremi bu kavramın özünü oluşturur. Şükür; bir merhamet ve iyilik söz konusu olduğunda yapılır.
Şükürde şu üç unsur önemlidir: Bilgi, dillendirme ve davranış.
Bilgi: Neyin nimet ve iyilik olduğunu, nimet ve iyiliğin oluş biçimini ve bunun kaynağını, yani nimeti vereni ve iyiliği yapanı bilmek önemlidir. Bu anlamda bilmek şükürdür. Maddi ve manevi bütün nimetlerin ve iyiliklerin Allah Teâlâ’dan olduğunu bilmek, nimetten önce nimeti vereni görmek (düşünmek) lâzımdır.
Nimete nâil olan ve iyilik gören kişinin bundan dolayı hoşlanması, sevinmesi ve ferahlaması, memnuniyetini belli eder bir tavır takınması şarttır. Nimeti ve kaynağını bilmek, ama buna sevinmemek nimeti kabul etmemek veya küçümsemek anlamına gelir.
Nimeti vereni bilmekten hâsıl olan sevinç kişiyi buna uygun eylemlere ve davranışlara sevk etmelidir. Bu davranışlar da kalp, dil ve bedenle (diğer organlarla) ilgilidir.
Kalple Şükür: Kalple ilgili eylem herkese iyilik yapmaya niyet ve azm etmek şeklinde olur. Buna gönül borcu denir. Yapılan iyiliğe kendini borçlu sayma,
2962] Tirmizi, Birr, 35; Ebu Davud, Edeb, 11
ŞÜKÜR
- 743 -
iyiliğe iyilikle karşılık vermeye karar verme demektir. Minnettarlık ve minnettar olmak da budur. Kısaca şükür konusunda kalp merkezî bir ağırlık taşır. Kalpte hissedilen sevinç, kendini borçlu hissetme kişiyi iyi yönde eyleme sevk eder.
Dille Şükür: Dil ile ilgili olan eylem nimete nâil olan ve iyiliği gören kişinin gönlündeki sevinç hissini dile getirmesi, nimeti verene ve iyilik yapana dua etmesi, onun karşısında saygılı ve edepli bir ifade ile nimeti ve iyiliği uygun bir ifade ile ve nezâketle dile getirmesidir. Buna Tahdis-i nimet denir. Yüce Allah: “Rabbinin nimetini dile getir.“2963 buyuruyor. Nimeti vereni ve iyiliği yapanı övmek (hamd u senâ) da dille yapılan şükürdür.
Bedenle Şükür: Bedenle ilgili olan şükür, verilen nimete ve yapılan iyiliğe dayanarak o nimeti verenin ve iyiliği yapanın memnun ve râzı olacağı şekilde davranmaktır. Yüce Allah’ın lutfettiği göz, kulak gibi organları ve bedeni onun yasakladığı alanlarda kullanmamak, tersine rızâsına ve bunları yaratılış amacına uygun olarak kullanmak şükrün gereğidir.
insanın her an sayısız nimetlerine nâil olduğu Yüce Allah’a iyilik yapması ve faydalı olması elbette ki söz konusu değildir. Zira Allah Teâlâ başkasının iyilik yapmasına muhtaç değildir. Onun için insanın Mevlâ’ya şükretmesi O’nu övmesi, hamd u senâ etmesi, yüceltmesi suretiyle olur. Aslında Hak Teâlâ’nın buna da ihtiyacı yoktur, ama O’na hamd u senâ eden bir kul kendisini iyi bir erdemle donatmış ve O’nun yakınlığını kazanmış olur. Yani hamd etmeye insanın ihtiyacı vardır.
Allah Teâlâ da şükreder. Bunun için O’na: “Şâkir2964 denilmiştir. Allah Teâlâ’nın şükretmesi kulunun şükrünü kabul etmesi ve O’nun nimetini artırması anlamına gelir. Nitekim: “Eğer şükrederseniz (nimetlerimi) arttırırım.“2965 buyurmuştur.
Kur’an’da: “Eğer Allah’ın nimetlerini sayacak olursanız bunu sayamazsınız, insanlar çok zâlim ve pek nankördür.“2966 buyrulmuştur. Her nimete bir şükür lâzım olduğuna göre sayısız nimetlere de sayısız şükür gerekir. Buna ise insan ömrü yetmez. Aslında insanın Allah’a şükretmesi O’nun verdiği akıl, ilim, idrâk, kudret ve irâde ile gerçekleştiğinden, her şükür aynı zamanda bir nimettir ve buna da şükredilmesi icâp eder. Bu ise insanın tâkatini aşar. İşte bu noktada, şükür, insanın şükretmekten âciz olduğunun şuur ve idrâki içinde olmasıdır, denilir.
Şükür; nimeti ve bunu vereni bilmektir, dedik. Bundan dolayı şükür kadirdanlık ve kadirşinaslık anlamına da gelir. Bir kimsenin insanların değerini bilmesi ve onların saygıdeğer olduklarını bilmesi aslında teşekkürün tâ kendisidir.
Şükrün zıddı küfrân-ı nimet, yani nankörlüktür. Kur’an’da: “Kim şükrederse kendi lehinedir, kim nankörlük ederse Allah’ın onun şükrüne ihtiyacı yoktur.“2967 buyrulmuştur. Demek ki şükrün ve teşekkürün yararı ve sevabı Allah’a değil, insana aittir.
Yakınmak ve sızlanmak (şekvâ-şikâyet) de şükür ve minnettarlığın zıddıdır.
Birçok âyet-i kerime’de şükretsinler diye Allah’ın insanlara sayısız nimetler
2963] 93/Duhâ, 11
2964] şükreden, bk. 2/Bakara, 158; 4/Nisâ, 147
2965] 14/İbrahim, 7
2966] 14/İbrahim, 34
2967] 31/Lokman, 12
- 744 -
KUR’AN KAVRAMLARI
verdiğine işaret edilir: “Allah size kulak, göz ve kalp verdi, umulur ki şükredersiniz, diye.“2968 Şu halde kulun şükretmesini Allah hem ister, hem de bundan râzı olur. Nankörlüğü ise istemez ve yasaklar.
Hak Teâlâ Kur’an’da sıkça: “İnsanların çoğu şükretmez.“2969 der. Gerçekten de biz insanlar hem Yüce Allah’a karşı hem de birbirimize karşı şükür ve teşekkür borcumuzu yerine getirme hususunda çok kusurluyuz. Hak Teâlâ buyurur: “İnsanı, Rabbi sınayıp ona ikramda bulunduğu ve bol nimet verdiği vakit: Rabbim bana ikramda bulundu (Çünkü bu benim hakkımdı) der. Ama onu deneyip geçimini daralttığı vakit: Rabbim beni önemsemedi“ der.“2970 Kur’an’da bu yüzden bazı insanların hiç hak tanımaz ve gâyet nankör (zalûm, keffâr ve kefûr) olduğundan bahsedilmiş ve “Allah nankörleri sevmez.“ denilmiştir.
insanın tabiatında hem minnettarlık ve kadirbilirlik hem de nankörlük ve hak tanımazlık vardır. İlki kalpten ve ruhtan kaynaklanır, rahmanîdir; ikincisi şeytandan ve nefsin hevâsından kaynaklanır, şeytânîdir. Akıl ve idrâk sahibine düşen görev, irâdesine dayanarak rahmânî olanı şeytânî ve hevâî olana egemen kılmaktır. Hak yol budur, huzur ve mutluluk da buradadır.
Şükür, nimetine dayanarak Allah’a itaatsizlik etmemektir. Şu halde her isyan ve günah mutlaka bir veya birçok nimete dayanılarak yapıldığından nankörlüktür. Meselâ yalan söyleyen bir insan dil nimetini ve konuşma yeteneğini kötüye kullanarak bu günahı işler, nankörlük eder. En az günah işleyen, Allah’a en çok şükredendir. Şükür-tâat, nankörlük-günah ilişkisi bu esasa dayanır. Buna göre itaat şükür, isyan nankörlüktür.
Şükür hakkında şöyle denilmiştir: “Şükür, şükürden âciz olduğunu kavramandır.“; “Şükür, kendini nimete ehil görmemendir.“; “Şükür, nimeti değil, onu vereni görmedir.“
Şâkir ile şekûr yani şükredenle çok şükreden arasındaki farktan da bahsedilmiştir:
Şâkir, olana; şekûr, olmayana da şükredendir.
Şâkir, verilene; şekûr, verilmeyene de şükredendir.
Şâkir, âfiyete; şekûr, belâya da şükredendir.
Genellikle ferah, rahat ve nimete nâil olma zamanında: “Allah’a şükür.“ denilir. Sıkıntı, darlık, yokluk ve musibet zamanında da: “Allah’a hamd olsun“ denilir.
Şükür ve teşekkür dindar ve fazilet sahibi kişinin en ayırt edici özelliğidir, bir kemal hâlidir. Üstün bir haslet, yüce bir meziyettir. Gönülden gelmeyen ve ruhun derinliklerinden kopup çıkmayan dildeki göstermelik şükür ve teşekkür hiç önemli değildir, bu bir merasim, bir şekildir, özden ve ruhtan yoksundur. Gerçek şükür ve teşekkür gönüldeki minnettarlık hissi, yani borçlu olma duygusudur. Bu duygunun bir hal ve tavır olarak belirmesi de çok mühimdir. En sonunda ise sözü edilen iki hususa dayanan dille şükür ve teşekkür gelir.
2968] 16/Nahl, 14, 76
2969] Meselâ, 2/Bakara, 143
2970] 89/Fecr, 17-20
ŞÜKÜR
- 745 -
Allah Teâlâ’ya şükür ile kullarına teşekkür arasında sıkı bir ilişki vardır. Allah nimetini bize bir sebep ve bir araçla ulaştırır. Çoğu zaman sebep ve araç insandır. İnsan hem nimetin gerçek kaynağı olarak bildiği ve inandığı Allah’a şükretmeli, hem de o nimetin kendisine ulaşmasına sebep ve vesile olana teşekkür etmelidir. Birini ihmal ve terk nankörlük anlamına gelir. 2971
Şükrün Yerine Getirilmesi
Kur’an’dan anladığımıza göre mü’minler Allah’a üç şekilde şükredebilirler:
a- Dil ile şükür: Nimet sahibini anmak, O’nu övmek, O’nun nimet sahibi olduğuna iman etmekle ve bunu Tevhid kelimesiyle ilan etmekle olur. Bu basit bir teşekkür ifadesi değil, dil ile ‘şehâdeti’ getirmek, dil ile doğru sözlü olmak, dil ile Kur’an’ı tasdik etmek, dil ile İslâm’ı anlatma, Kur’an okuma ve dil ile Allah’ı çokça zikretmek ve buna benzer dil ile ilgili kulluk görevlerini yapmakla yerine getirilir.
b- Kalp ile şükür: İmanı kalbe yerleştirdikten sonra nimet sahibinin Allah olduğunu kalp ile tasdik etmek, vahy ile gelen şeyleri kabul etmek, yüreğe Allah’tan başka kimsenin korkusunu ve sevgisini koymamaktır.
c- Fiil (aksiyon-eylem) ile şükür: Bedenin organlarıyla nimet verene itaat etmek ve O’nun yüce emirlerini yerine getirmektir. Kısaca İslâm’ı her bakımdan yaşamaya çalışmaktır. Çünkü nimet vereni bilip O’nu övmek, bir anlamda O’ndan gelen her şeyi kabul etmektir. Allah'a şükür; hidâyete uymak, İslâm'a teslim olmak demektir. Şükür, söz tekrarından çok, uygulamadır, eylemdir.
Şüphesiz yalnızca dil ile ‘Allah’ım sana şükürler olsun’ demek şükür için yeterli olmaz. Fiil ile şükür, Allah’a hakkıyla kullukla beraber aynı zamandan Allah’ın verdiği nimetlerden Allah’ın diğer kullarını da faydalandırmaktır. 2972
“...Ey Dâvud ailesi! Şükredin. Kullarımdan şükreden azdır.“2973; “Eğer siz gerçekten yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız, O’na şükredin.“2974 Âyetlerde “şükür deyin“ buyrulmamış, “şükredin“ denilmiştir. “Şükretmek“, gerçek şükrün, Allah’ın emrettiklerini yapıp nehyettiklerinden de uzaklaşmakla edâ edileceğini gösterir. Dolayısıyla şükür, bazılarının zannettiği gibi sadece namazlardan ve yemek yiyip doyduktan, su içip kandıktan sonra “el-hamdü lillâh“ demekten ibaret değil; bunun yanısıra ibâdetin fiilen edâ edilmesi demektir. Rasûlullah, geceleri yataktan kalkıp ayakları şişene kadar namaz kılmasının sebebini öyle açıklıyordu: “Şükreden bir kul olmayayım mı?“2975 Rasûlullah (s.a.s.), şükür etmeyi, sadece dil ile yapılan bir övgüden ibaret görmüyor, aksine şükrü bizlere bütün nimetleri sunan Allah'a, bedenin bütün âzâlarıyla yapılan bir ibâdet olarak görüyordu. Onun için şükür şöyle tarif edilir: “Şükür, Allah’ın vermiş olduğu nimetlerin etkisinin, kulunun dilinde övgü, kalbinde sevgi ve âzâlarında itaat ve bağlılık olarak zuhur etmesidir.“
Gerçek şükür için, dilde Allah’tan başkasının övgüsü olmamalı, kalpte Allah’tan başka sevgili bulunmamalı, mahlûklardan biri sevilse bile Allah için
2971] Süleyman Uludağ, Evrensel Bir Ahlak Değeri Olarak Şükür
2972] Hüseyin K. Ece, a.g.e. 648 vd.
2973] 34/Sebe’, 13
2974] 2/Bakara, 172
2975] Buhâri, Teheccüd 6; Müslim, Sıfatü’l Münâfikîn 18, 79
- 746 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sevilmelidir. Allah sevgisi insanın kalbine yerleşince de, insan o sevdiğinin bütün emirlerini tüm organlarıyla yerine getirir ve bütün yasaklarından da çekinir. İşte hakiki şükür budur.
“Yalnızca Rabbinin nimetini anlat; onu minnet ve şükranla an.“2976 Bu âyet-i kerimede geçen “anlat“ kelimesinden maksat, ya Allah’ın vermiş olduğu nimetleri başkalarına da anlatarak zikretmek ve “Allah bana şu şu nimetleri nasib etti“ demektir; ya da “bu âyet-i kerimede anlatılması emredilen nimet: “Allah yoluna dâvet etmek, O’nun şeriatını tebliğ etmek ve ümmete İslâm’ı öğretmektir.“ Âyet-i celile bu iki mânâyı da kapsamaktadır.
İnsan, dalâlet ve câhiliyye içerisinde olduğu günleri hatırlamalı ve Allah’ın kendisini karanlıklardan, nur’a çıkartmış olduğuna şükretmelidir. Hz. Ömer (r.a.) de böyle yapıyor, câhiliyye günlerinde helvadan put yapıp, acıkınca yediklerini hatırlayınca, o günlerine gülüyordu. Müslüman, Allah'ın nimetiyle zengin olduktan sonra da, fakir olduğu eski günlerini hatırlamalı ve davranışlarını ona göre ayarlamalıdır. Durumu düzeldiğinde sıkıntılı günlerini hatırlamalı, sonra da Allah kendisini o dertlerden kurtardığı için şükür vecibesini yerine getirmelidir. Bu şekilde, Allah’ın kendisine verdiği nimetlerin anlatımı olur ve bunun vecibelerini insanları Allah yoluna dâvet etmek suretiyle tamama erdirir.
Kulun şükrü, üç rükûn üzere kuruludur. Bunların hepsi bir arada olmayınca kul, şükür etmiş sayılmaz. Bunlar: Allah’ın vermiş olduğu nimetleri itiraf etmek, bu nimetlerden dolayı Allah'a hamd ve senâ etmek, bu nimetleri, Allah’ın rızasını kazanacak işlerde kullanmaktır.
Allah’ın vermiş olduğu nimetleri itiraf etmek, bu nimetleri kendi tecrübemize, zekâmıza, çabamıza, makamımıza, şöhretimize ve kuvvetimize değil; sadece Allah'a dayandırmaktır. Karun, kendisine verilmiş olan nimeti, kendi bilgisine ve becerisine dayandırınca Allah onu, bütün malı ve mülkü ile yerin dibine sokmuştur. Bunun için, normal olarak kişi, kendisine bütün bu nimetleri veren Allah'a şükretmelidir. Sonra, kendisine nimet verenin Allah olduğuna yakînen iman eden ve O’na hamd ve senâ eden kişi, kendisine verilen bu nimetleri Allah'a isyan yolunda kullanmaz. Kendisine mal verilen kişi, faizle para vermeyeceği gibi, sıhhat ve âfiyet verilen kişi de, insanlara karşı zor kullanarak, onlara zulmetmez; ibâdetleri terk etmez. Bu rükünleri gereği gibi edâ ettiğimiz zaman, hiç şüphe yok ki Allah bize vermiş olduğu nimetleri çoğaltacak ve Kerim olan kitabında “Şükrederseniz, and olsun ki size arttıracağız.“2977 buyurarak, vaad etmiş olduğu üzere, o nimetleri bereketlendirecektir. 2978
Seyyid Kutub, şükrün derecelerini şöyle açıklar: Allah Teâlâ’ya şükrün pek çok dereceleri vardır. Birinci derecesi, Allah’ın fazl u keremini itiraf ederek isyan etmekten hayâ etmektir. Son derecesi de, bedenin bütün hareketiyle, lisanın bütün telâffuzuyla, kalbin bütün hafakanıyla, ruhun bütün titreyişi ile Rabb-i Zülcelâl’e şükretmektir. 2979
Mevdûdi, şükrün belirtilerini şu şekilde açıklar: Şükrün belirtisi, ihlâsla
2976] 93/Duhâ, 11
2977] 14/İbrahim, 7
2978] Abdülhamid Bilâlî, Arınma Yolu, 2/22-25
2979] Seyyid Kutub, Fî Zılâl, 1/291
ŞÜKÜR
- 747 -
Allah’ın lutfettiği nimetlerin kadrini bilmek ve bunu dil ile ikrar edip davranışlarla sergilemektir. Bu da üç şeyi ifade eder: Birincisi, şükreden kimse kendisine nimet verenin lutfunu iyice değerlendirmeli ve şükürde başkasını O’na ortak kabul etmemelidir. İkincisi, kendisine nimet veren varlığa sevgi ve bağlılık duymalı ve bu tür duyguları O’nun düşmanlarına karşı beslememelidir. Üçüncüsü, kendisine nimet verene itaat etmeli ve O’nun isteğine aykırı harekette bulunmamalıdır. 2980
Şükrün Önemi
Hayat bir nimettir. Hayatın devamını sağlayan her şey birer nimettir. Allah’ın zatını idrak etmek bir nimettir. İman ise bir insan için en büyük nimettir. Allah’ın bir kuluna iman nasip etmesi, ona olan nimetini tamamlaması demektir. Şükrün başı Allah’ı bilmektir. Allah’ı Rab olarak bilen, O’nun nimet verdiğinin şuurunda olan bir kimse de O’nu sevmeye başlar. Allah’ı seven O’na ibâdet eder, O’na hiçbir şeyi şirk koşmayarak O’nun nimet verici olduğunu itiraf eder. Kul bu şuurla eşi ve benzeri olmayan bir Rabbin önünde kulluk yaptığının, bir büyük lezzetle ülfet ettiğinin farkında olur. Bu nedenle Tevhid, yani Allah’ı hakkıyla birlemek şükrün zirvesidir.
İnsan kul olarak her zaman fakirdir, yani her açıdan Allah’a muhtaçtır.2981 Çünkü O’ndan başka nimet veren yoktur. Hayatını sürdürebilmek için her zaman O’nun yarattığı nimetleri tatmak zorundadır. Kul bu nimetlerin karşılığını da ancak ibâdetle/kullukla yerine getirebilir. İnsan, aynı zamanda, hata ve günah içerisindedir. Günahkâr ise her an Rabbinin af ve mağfiretine muhtaçtır. Bu açıdan Allah (c.c.) kulları hakkında Rahim ve Ğafur’dur. Rahim olan Allah kullarına nimet vererek ve ihsanda bulunarak merhamet etmektedir.
Kul daima Rabbinin verdiği nimetler ile nefsinin günahları arasındadır. Hasan-i Basrî diyor ki: “Ben nimet ile günah arasında sabahlıyorum. Bundan dolayı nimeti şükürle, günahı ise tevbe-istiğfar ile hatırlamak istiyorum.“ 2982
Şükretmenin ne kadar önemli bir konu olduğuna bir delil de, İblis’in Kur’an’da ibret olarak nakledilen şu sözleridir: “İblis: ‘Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları (İnsanları) saptırmak için senin doğru yolunun üstünde tuzak kuracağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın’ dedi.“2983 Âyette ifade edildiği gibi, şeytan, insanın şükürden uzaklaşmasını, kendisi için büyük bir başarı olarak görüyor. Şeytanın hedefinin insanları şükürden alıkoymak olduğuna göre, şükretmeyen insanın nasıl bir dalâlet içinde olduğu anlaşılır.
Şükrün işaret ettiği bütün görüntüler Allah’a ait olmasına rağmen Kur’an, bir yerde ana-babaya da şükredilmesini emrediyor.2984 Bunu Türkçedeki teşekkür ve iyilik olarak anlamamız daha uygundur. Yalnız, Kur’an’ın ana-babaya şükür/teşekkür edilmesini emretmesinde, ana-babaya karşı evlâtların tavırlarına dikkat çekildiğini görmek zorundayız. Bebekliğimizden itibaren onların yaptıkları iyilikleri unutup nankörlük yapmamamız, onlara saygı ve minnettarlıkta bulunmamız
2980] Mevdudi, Tefhim, 1/422
2981] 35/Fâtır, 15
2982] nak. Ibni Teymiyye, el-Câmiu’r Rasâil, 1/116
2983] 7/A’râf, 16-17
2984] 31/Lokman, 14)
- 748 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gerektiğini Kur’an, onlara şükürle emrederek, insanlara karşı da nankör olmamamızı belirtiyor.
Allah (c.c.) şükreden kullarının ecirlerini kat kat onlara öder. Ahiret mutluluğunu kazanmak için çaba harcayan mü’minlerin bu çabası Allah katında değerlidir, makbuldur. Bu çabaların karşılığı (şükrü) bol bol verilecektir. Karşılığı verilen çabalar, gayretler; meşkûr’dur.
Şükür ahlâkının Hz. Muhammed’in (s.a.s.) hayatında nasıl somutlaştığını aşağıdaki örnek güzel bir şekilde göstermektedir: “Rasûlullah (s.a.s.) geceleri ayağa kalkıp ayakları kabarıncaya kadar namaz kılardı. Kendisine; ‘Allah (c.c.) senin geçmiş ve gelecek günahlarını affetti (niye kendini bu kadar yoruyorsun)’ denildi. “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?“ cevabını verdi. 2985
Mü’minin hayatı sabır ile şükür anlayışı arasında geçmelidir. Allah’ın verdiği nimetler sayılamayacak kadar çoktur. Bu nimetlerin sahibine şükür, insanlık borcudur, yaratılışın gereğidir. Şükür borcu iman ettikten sonra, bütün bir ömrü Allah’ın istediği gibi yaşamakla, nimet sahibinin rızâsı doğrultusunda hayat sürmekle yerine getirilir. Bir nimete kavuşulduğu veya kişiyi memnun edecek bir hayır ona ulaştığı zaman, ‘şükür secdesi’ yapmak müstehabtır. Rivâyet edildiğine göre “Peygamberimiz (s.a.s.)’e sevindirici bir haber geldiği zaman veya onun müjdesi verildiğinde hemen Yüce Allah’a şükür için secdeye kapanırdı.“ 2986
Sâdi-i Şirâzî, Gülistan'ın dibacesinde; “Bir insan, her nefesinde Allah'a karşı iki şükür borçludur.“ der. Bir soluk alıp vermede hayatını iki defa bağışlayan, iki defa can veren Allah'tır. Böyle bir Allah'a elbette dilinle, halinle, kalbinle, kalıbınla, teşekkür etmen icap eder. Bundan dolayı gerçek anlamda hamd ve şükürde bulunanlar çok azdır. “Kullarımdan şükreden ne kadar az!“ 2987
Çok sevilen, çok sayılan bir zatın, bir padişahın hediyesi bize iki hususu düşündürür. Birincisi, o kimse tarafından bize verilen hediyenin maddî kıymet ve değeridir ki, bu, ondan alınacak zevk ve lezzet, sadece maddî değeri kıymetindedir. İkincisi ise, onun, çok saygın bir zatın, bir padişahın hediyesi olması hususudur ki, burada artık maddî değerin hiçbir kıymeti yoktur. Bu makamda önemli olan, bu hatıranın o saygın kişiye ait oluşudur. Böyle bir hediyeden alınacak zevkin, öncekinden kat kat fazla olduğunu herkes kabul eder. Çünkü bu hatırayla, onu bağışlayan zata bağlanılır, bu hediye, ikram edenle yakınlığın simgesi kabul edilir.
Bu örnekle anlaşılmaktadır ki, nimet verilen kimse, nimetten çok, nimet vereni hatırlamalıdır. Verilen nimetlerden yararlanmaktan daha çok önemlidir, nimet verenin bize önem verip, bağış ve ikramlarını sunması. Nimetten, nimet sahibine intikal edilmelidir; Araçlardan amaca, postacıdan mektup sahibine, aracıdan her şeyin gerçek sahibine; Ve bunca acziyet ve isyanımıza rağmen bize ihsan ve bağışından vazgeçmeyen gerçek mürebbimiz Rabbimize. O yüzden tüm nimetlerin sahibi olan zat, büyüklüğünden ve bize değer verdiğinden dolayı devamlı
2985] Buhâri, Teheccüd 6, 2/63; Tefsir-Fetih 1, 6/169, Rikak 19, 8/124; Müslim, Sıfatü’l Munafikîn 18, Hadis no: 2819, 4/2181; Tirmizî, Salât 304, Hadis no: 412, 2/268; Nesâi, Kıyâmu’l Leyl 17, 3/178
2986] Ebû Dâvud, Cihad, Hadis no: 2774, 3/89; H. Ece, a.g.e. 646
2987] 34/Sebe' 13
ŞÜKÜR
- 749 -
şükredilmeye lâyıktır. Şükür, sadakat makamıdır.
Allah, insanlar için çeşit çeşit nimetler yaratmış, onlara yol gösterici olarak peygamberler gönderip kitaplar indirmiştir. Kendileri için kulaklar, gözler ve kalp var etmiş, ayrıca doğru yolda olsunlar ve dünya-âhiret saadetini kazansınlar diye emir ve yasaklarda bulunmuştur. Bütün bunların karşılığında insana düşen O'nun yolunda yürümek ve emirleriyle yasaklarının dışına çıkmamaktır. İşte hamd ve şükür budur. Allah'ın insanlardan insanlar için istediği budur.2988 Yoksa Allah insanların hamd ve şükrüne muhtaç olmadığı gibi, küfürlerinden de etkilenecek değildir. Hamdeden, şükreden kendi iyiliği için şükreder, hem dünyada, hem âhirette gerçek saadete erer. Allah, şükrünün karşılığında nimetlerini artırır ve kendisini mükâfatlandırır, yani O da kullarının şükrüne karşı şükredendir. 2989
Dünya nimetlerinden çok âhiret nimetleri, maddî nimetlerden çok manevî nimetler için şükretmemiz gerekir. Allah'a şükretmek, bize her iyiliği, her nimeti ihsan eden Allah'a karşı, bu ihsan ve nimeti vermesi yüzünden, yalnız sözle değil; fiil ile de ta'zim etmektir.
Bazı insanlar, şükretmek için kendilerine çok büyük, özel bir nimetin gelmesini veya büyük bir probleminin çözülmesini beklerler. Hâlbuki insan her ânında sayısız nimetler içindedir. Hayatı, sağlığı, aklı, duyuları, nefes aldığı havaya varıncaya kadar sayılamayacak nimetler içinde yüzmektedir en şikâyetçi ve nankör insan bile. Bütün bunlar şükrü gerektirir. İnsan, nimetler içinde yüzerken bunların kıymetini anlamayabiliyor; ama elinden çıktıktan sonra nimetlerin değerini anlayıp nankörlüğünün cezasını çekiyor.
Şükür, maddî nimetlere yapıldığı gibi, daha çok manevî nimetlere karşı yapılır. Nimetlerin en büyüğü de imandır. Hikmet, mârifet, ilim nimetleri, maddî nimetlerden daha büyüktür anlayanlar için. Kitab'ımızın hamdle başladığını unutmamak, iman ve hidâyet gibi nimetlere sahip olduğumuzu, başka problem ve eksiklerin çok da önemli olmadığını, dilimizle ve tebessümümüzle şükür ve hamdi devamlı taşıyarak gösterebiliriz.
Çay ikram edene teşekkür eden kadirşinas kimse, hiç bunca nimet verene teşekkürü unutur mu? “El-hamdü lillâh (hamd Allah'a mahsustur) de. Fakat onların çoğu düşünmezler.“2990 El-hamdü lillâh, Sana şükürler olsun Rabbim!
Bir insan, kendi haberi olmadan birinin sürekli kendi iyiliği için çalıştığını öğrense acaba ne yapar? Herhalde, önce kendisine bu iyiliğin niçin yapıldığını öğrenmek ister. Sonra, bu yapılanlara kayıtsız kalmaz; en azından teşekkür eder. İşte şükrün bir anlamı da budur. Allah, bize bizim haberimiz olmadan iyilikler, güzellikler veriyor. Ama biz, gaflet içinde yaşadığımızdan bunların farkında değiliz. Her şey biz insanlar için ayarlanmış, uygun hale getirilmiş, emrimize verilmiş. Fakat insanoğlu bunların gelişi güzel, rastgele yapıldığını zannediyor. Bu uyumu, bu muazzam düzeni ve bunun sanatkârını fark etmek, Allah'a sonsuz teşekkürü gerektirir. Bunun içindir ki, Kur'an hamd ile başlamıştır.
2988] 5/Mâide, 6, 89; 16/Nahl, 78...
2989] 27/Neml, 40; 14/İbrahim, 7; A. Kalkan, Hamd kavramı
2990] 29/Ankebut, 63
- 750 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kendisinden Dolayı Şükredilecek “Nimet“ Nedir?
‘Nimet’ sözlükte, her türlü iyi hal (durum) demektir. Geniş anlamıyla nimet; hayatın güzel ve hoş olması, geçim yönünden geniş olmak, manevî olarak rahat olmak anlamına gelir. Nimet kelimesinin içerisinde, iyilik, mutluluk, ihsan, bağış, hayırlı mal ve servet, her türlü güzel durum mânâları bulunmaktadır.
Türkçede başta ekmek olmak üzere, yiyecek, içecek ve ihtiyacı karşılayan şeylere ‘nimet’ denildiğini hatırlayalım. Aynı kelimeden gelen in’âm; nimet verme, nimetlendirme demektir. Kur’an’da bir sûreye (altıncı sûre) adını veren ‘En’âm’, kendilerinden faydalanılan deve, davar ve sığır gibi hayvanlara denmektedir. Yine aynı kökten gelen ‘naîm’, pek çok nimet anlamındadır. Cennet’te mü’minlere haddinden fazla nimet verileceği için, oraya ‘Naîm cenneti’ adı verilmektedir.
Kur’an’da ‘nimet’ kelimesi sık sık geçmektedir ve Allah’ın insana verdiği bağışlar hatırlatılmaktadır. İnsanın sahip olduğu her türlü imkân, yetenek ve varlık, aslında Rabbinin ona verdiği nimetlerdir. Bu nimetlere akıl ve aklın işlevleri girdiği gibi, bedenin düzgün olması, kullandığı eşyalar, yeryüzü ve onun üzerinde yararlanılan her şey, doğru yolu bulmak, rahat olmak ve benzeri her şey girmektedir. Nimet, aslında insanın tat aldığı durum, yani mutluluk demektir. Buradan hareketle insanın tat alarak mutlu olduğu her şeye nimet denmiştir.
Elinde dünyalığı olduğu halde, onu gereği gibi kullanamayan, ondan yeterli tadı alamayan, nimet içinde değildir. Allah’ın nimet vermesi, bir anlamda, verdiği şeyin tadını tattırmasıdır. Canlı veya cansız bütün varlıklara verilen ve varlıklarını sürdürmelerini sağlayan şeylere ‘rızık’ denir ve bu hayvan veya insan için kullanılır. Ancak nimet kelimesi yalnızca insan için kullanılmaktadır. Çünkü yediği, kullandığı, kavuştuğu şeyin tadını tam anlamıyla almak yalnızca insana ait bir olaydır.
İnsana verilen nimetler ya dünyalıktır ya da âhiretliktir. Dünyada ulaşılan nimetler de iki çeşittir: Allah vergisi nimetler; Çalışılarak elde edilen nimetler. Allah vergisi (vehbí) nimetler de ya maddî olur veya mânevî. Ruhun bedene üfürülmesi, yani can verilmesi, akıl ve zekânın işe yaraması, düşünme, konuşma, akletme, vicdan ve iç duygular, anlama ve ifade etme gibi yetenekler birer vehbî nimettir. Vücudumuz, vücudumuzdaki bütün organlar, bunların işe yaraması, kuvvet ve hareket yeteneği yine birer nimettir.
Çalışarak elde edilen nimetlerin başında iman gelir. İlim sahibi olma, ahlâkı güzelleştirme, doğru olma, itibar sahibi olma, mal ve mülk kazanma gibi şeyler, nimet olan şeylerdir. Âhiret nimeti ise, Allah’ın bağışını kazanarak nimetler yurdu Cennete kavuşmadır.
Bu anlamda insanlar Allah’ın nimetlerini saymaya kalksalar sayamazlar. Çünkü Allah’ın insana verdiği nimetler sayısızdır. Yenilen ve içilen bütün rızıklar, sahip olunan ve kullanılan bütün eşyalar, tabiatın verdiği her şey, insanın bütün yetenekleri, hayatın devamını sağlayan her şey Allah’ın insana verdiği nimetlerdir. Bunları kim sayabilir? “O size istediğiniz her şeyden verdi. Eğer Allah’ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız! Doğrusu insan çok zâlim, çok nankördür.“ 2991
2991] 14/İbrahim, 34
ŞÜKÜR
- 751 -
Fâtiha Sûresinde her gün şöyle dua ediyoruz: “Yâ Rabbi, bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğrayanların ve doğru yoldan sapmış olanların yoluna değil.“2992 Allah’ın kendilerine nimet verdiği kimseler şu âyette açıklanıyor: “Kim Allah’a ve O’nun Rasûlüne nimet verdiği peygamberler, sıddıklar (imanında doğru olanlar), şehidler ve sâlih (iyi iş yapan) kimselerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar.“2993 Kendilerine nimet verilenler, doğru yolu bulmuş, İslâm’la şereflenerek dünya hayatını İslâm’la düzene koymuş, bu imanla yaşamış, ölümden sonra ise sonsuz nimetlere kavuşmuş kimselerdir.
Değerli nimetlerin başında; yaşama hakkı, hürriyet hakkı, inanma, vicdan sağlığı, öğrenme ve kazanma hakları gelir. Bunlar da Allah’ın insana ihsanıdır. Hidâyet, yani doğru yolu bulma imkânı ise en büyük nimettir. Allah’ın bu yolu insanlara vahy veya peygamberle göstermesi de onlar için muazzam bir nimettir. Nimet ayrıca, insana her türlü faydanın sağlanması, her türlü zararın ondan giderilmesidir.
İnsana düşen, kendisine sayılamayacak kadar çok bağışta bulunan nimet sahibi Allah’ı tanıması ve kendisine nasip edilenlere hakkıyla şükretmesidir. Allah’ın nimetleri sayesinde mü’min ve birbirlerinin kardeşi olan müslümanlar çok çok şükretmeliler.2994 Bunun yanında müslümanlar, kendilerine rızkın ve nimetlerin ulaşmasına sebep olanlara da teşekkür etmeyi bilmelidirler. Kullara teşekkür etmesini bilmeyen, zaten Allah’a şükretmesini bilmez. 2995
Eğer nimet, dini için imkân sağladığı ve ilimle ibâdetle meşgul olup Allah'a yaklaşmasına sebep olduğu için kul seviniyorsa, bu tam şükür olur. Bunun özelliği, dünyada kendisini ilim, ibâdet ve hak yoldan alıkoyan her nimete üzülmek, onu nimet olarak bilmemek, belki de o nimetin geri alınmasını nimet bilip buna şükretmektir. Kişiyi Allah’tan uzaklaştıran hiçbir şey, o kişi için nimet olamaz! Gerçekte nimet, âhiret saadetidir. Bunun dışındakilere nimet ve mutluluk demek, ya yanlıştır veya mecazdır. Âhirete yardım etmeyen dünyevî mutluluğa, rahat ve zevklere nimet ismi vermek böyledir. Dünyada yaratılan her şey, ancak insan onunla âhiret saâdetine ersin, Allah'a yakınlığı elde etsin diye kula bir âlet/araç olarak yaratılmıştır. Her insan, tâatinin oranında, tâatte kullandığı sebeplerle Allah’ın nimetine şükreder.
Her nimetin şükrü, kendi cinsinden yapılır. Malın şükrü, zekât ve sadaka vererek; ilmin şükrü, onunla amel edip, başkalarına da öğreterek, vücudun şükrü, onu Allah yolunda kullanarak yerine getirilebilir.
Bunca Nimet, Bunca Şikâyet; Şükretmeyen Bir Toplum Olduk
Kitabımızın ilk âyeti “Elhamdü lillâh“ diye başladığı halde; hamdi, şükrü unutan bir toplum olduk. Şükretmek için nimetlerin farkında olmak lazımdır. Günümüz insanı ise, bunca varlık içinde, öylesine nankör ve âsî ki... Çok şikâyetçiyiz. Toplum ve fert olarak karamsar ve aç gözlülüğün ızdıraplarıyla kıvranıyoruz. Şikâyetlerin başında geçim sıkıntısı var. Bu tabir, eskiden pek bilinmezdi.
2992] 1/Fâtiha, 6-7
2993] 4/Nisâ, 69
2994] 3/Âl-i İmrân, 103
2995] Hüseyin K. Ece, a.g.e. 502-503
- 752 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İnsanımız bugüne göre daha fakirdi. Fakirdi ama gönlü zengindi. Kanaat denilen bir hazineye sahipti dedelerimiz. Dillerden şükür, zikir taşardı.
“Kim benim zikrimden yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı, geçim sıkıntısı olacak ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.“2996 Hamd ve şükür zikirdir. Zikirden yüz çevirmenin dünyadaki cezası sıkıntılar ve özellikle geçim sıkıntısı, âhiretteki cezası da nimetleri ve nimet vereni dünyada göremediği için kör olarak haşrolmak. Çözüm ise zikir ve şükürde: “Hatırlayın ki, Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) arttıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir! diye bildirmişti.“ 2997
Gül bahçesine girsek, herhalde güllerin güzelliğinden, mis kokulardan önce, elimize değil ama gözümüze dikenler batacak. İslâmî geleneğimizde “nasılsınız?“ sorusuna cevap “elhamdü lillah“ idi. Şimdi, beylik bir “iyiyim“den sonra başlıyor şikâyetler... Hoca talebeden, talebe hocadan, koca karısından, kadın kocadan, baba evlattan, evlat babadan, herkes toplumdan, hatta müslümanlardan, cemaat veya cemiyetlerden... şikâyet. İyi de, olayların güzel tarafları yok mu? Güzel bakmayı unutmaktan kaynaklanıyor bazı kara tablolar. Güzel bakan güzel görür. Güzel gören güzel düşünür. Rivâyete göre; Medine çevresinde Rasûlullah ashabıyla yürürken yol kenarında bir köpek leşi görürler. Sahabe, manzaranın ve kokusunun çirkinliğinden bahsetmeye başlayınca, Efendimiz, güzel bakmakla ilgili güzel bir ders verir: “Görmüyor musunuz, dişleri inci gibi, ne güzel!“ (Bu olay, Havarileriyle gezinen Hz. İsa için de sözkonusu edilir.) Problem gözlüklerimizde. Kara gözlükleri çıkarıp, olaylara ve varlıklara Allah'ın nuruyla bakabilmeliyiz. Basarla gözükmeyen nice güzellikler basiretle görülebilecektir. Yani kalıp gözü olumsuz baksa bile kalp gözü Mutlak Güzel'in, varlıklara ve eşyaya yansıyan güzelliklerini müşâhede eder. Her şey Rabbine devamlı hamdediyor.2998 Gül açıyor, bülbül ötüyor, güneş gülümsüyor, yani varlıkların şükür ve hamdi hal dillerinden anlaşılıyor. İnsanoğlu ise çok zâlim ve çok nankör.2999 Dikkat edilmelidir ki, âyette geçen nankör anlamına gelen kelime ile küfür kelimesi aynı kökten gelmektedir.
Şükür ve Nankörlük, insanın Yüzünden Okunur
Şükür ve Hamd, Hayata Gülümsemektir. Şükür, insanı iyimser yapar. Eşyanın, kendi halimizin güzel yanlarını gösterir. Kabir ve hasta ziyareti, kendimizdeki nimetleri görmeye katkı sağlar. Henüz ölmediğimiz, nice hastalardan daha sıhhatli olduğumuzu, hastane ve mezarlık aynalarında görebiliriz. Şükrü artırdığı için bu ziyaretlerin önemi vurgulanmış. Dünyevî konularda bizden daha fakir, daha zayıf kimselerle kendimizi kıyaslamak, bizi şükre götürür. Dilimiz şükrettiği gibi, yüzümüz de her an şükretmelidir. Yüzün şükrü tebessümdür. Nimetlerin ve nimet sahibinin farkında olmanın getirdiği mutluluk ve huzurun gönülden yüze yansımasıdır bu. Önderimiz, tüm şemâil kitaplarının nakline göre devamlı mütebessim idi. Tebessümle sırıtma ve kahkaha çok farklı şeylerdir. Ekrem Elçi'nin suratı asık değildi; onca zulüm, onca işkence, onca açlık, yahûdilerin hâinlikleri, münâfıkların nifakları, dağların taşıyamayacağı onca yüke rağmen, tebessümü yüzünden hiç eksik olmazdı.
2996] 20/Tâhâ, 123
2997] 14/İbrahim, 7
2998] 17/İsrâ, 44
2999] 14/İbrahim, 34
ŞÜKÜR
- 753 -
Efendimiz'in gözünden akan yaşlar, insanlarla değil; sadece Rabbiyle başbaşa olduğu, secdelerle süslü gecelerin incileriydi. “Benim bildiğimi bilseniz, az güler, çok ağlardınız!“ buyuran o büyük zatın insanların içinde, çevresine huzur ve saadet dağıtan tebessümü, şükrünün dışa yansımasıydı. O'nu örnek alması gereken mü'min, içinden dua, haşyet, takvâ, İslâm'ın derdi, müslümanların durumları ve bunları düşünmenin, tefekkürün gereği mahzun bir gönül taşımalı. Ama insanlara gülümseyen, şükrettiği yüzünden belli olan bir çehre aydınlatmalı zâlimlerin kararttığı çevreyi. İçi ağlasa bile dışı gülmeli müslümanın. Bir müslümana surat asmanın karşımızdakine hakaret ve kul hakkına tecavüz olduğunu bilmeli, kardeşlerine merhametinin izleri yüzünden okunabilmeli.
İnsan, diliyle olduğu gibi haliyle, tavrıyla, yüzüyle de devamlı şükretmeli, hamdetmeli. Seviyesizce cıvıklık, şuh kahkahalar, boş vermiş tavır, vur patlasın çal oynasın anlayışı mü'minden ne kadar uzak olmalıysa; karamsarlık ve ümitsizlik taşıyan bunalımlı bir yüz de o derece çirkin kabul edilmeli. İslâm, insana huzur verir. Câhiliyye düzenini muazzam bir inkılâpla deviren peygamber nizamının ve o çağın adı “asr-ı saâdet“, yani mutluluk çağıdır. Müslüman dünyada da haseneler içindedir. Etrafındaki güzelliklere karşı gözü kör değildir. Yaratılanı sever, Yaratan'dan ötürü. İçinde yarım bardak su olan kabın dolu tarafını görür. Ama gücü ve imkânı el veriyorsa, boş kısmını önce kendisi doldurmaya çalışır.
Farkında olmadığımız, önemsiz görüp üzerinde düşünmediğimiz öylesine büyük ve öylesine çok nimetler içinde yüzüyoruz ki... Her şeyden önce, insan olarak yaratılmışız. Ot veya it olarak yaratılabilirdik. Tabii, insan olarak yaratıldığımız halde, ot gibi düşüncesiz, kaygısız hayat da sürebilir; dört ayaklılardan daha aşağı olabilirdik. İnsan olarak, yaratıkların en şereflisi olarak yaratıldık. Annemizi, babamızı, doğduğumuz memleketimizi biz seçmedik. Herhangi bir kentin fuhuş ortamında, batakhanelerinde veya çok fakir bir ülkenin çölünde, dağında ya da ormanında yarı aç yarı tok, çelimsiz, kültürsüz, daha da kötüsü dinsiz imansız olabilirdik. Elsiz, ayaksız, dilsiz, kulaksız veya görme özürlü olabilirdik. Daha fecîsi, hakkı görmeyen, gözleri perdeli, kalbi mühürlü olabilirdik. Felçli, sakat, yatalak değiliz. Uyuşturucu bağımlısı, alkolik, kumarbaz, hilebaz, düzenbaz, ahlaksız... olabilirdik.
Bütün bu nimetler, zenginlik değil de; dünyada bile mutluluk sağlamayan emanet paraların veznedarları olan kapitalistlerin para hamallığı mı zenginlik? Gözlerinizi bir milyon dolara satın almak isteyen olsa verir misiniz? Demek ki, ne kadar pahalı, ne kadar kıymetli varlıklara sahipmişiz! Ya aklınızın değeri? Kaça satardınız? Bütün bunların üstünde imanınızı değişebileceğiniz bir değer olabilir mi? Müslümanca mutluluğun, huzurun, kanaat denilen hazinenin, sabır denilen hazzın, dâvâ yolunda çekilen çilenin, infak etme, verme lezzetinin, ibâdetlerden aldığımız zevkin, bereketin, ağız tadının, gönül şenliğinin, hele ebedî mükâfatın, cennetin değeri, bedeli?! Bütün bunlara şükredilmez de ne yapılır?
Şükür insanın ruh ve gönül âleminden coşan şükrandır. Bu şükran duygusunun, içinde kaynadığını hisseden müslüman için bu coşku, Allah'la olan en samimi bağlantıdır. Bu bağın kuvveti, dilimizin ve gönlümüzün, bütün organlarımızla uyumlu olarak şükür vazifesini yerine getirmesiyle kendini gösterir.
Şükür, sadece bize ait özel nimetlere yapılması gerektiği gibi, genel nimetlere de yapılmalıdır. Kur'ân-ı Kerim'de bu genel nimetlere vurgu yapılarak bunlar
- 754 -
KUR’AN KAVRAMLARI
üzerinde düşünmemiz, Allah'ın bu âyetlerini okumamız ve şükretmemiz emredilir. Devamlı karşılaştığımız için önemi üzerinde düşünülmeyen alışılmış nimetlerin akabinde de şükür edilir ki, insanın Rabbi ile irtibatı, ilişkisi, iletişimi canlı tutulsun ve yapılanlar ibâdet olsun. Yemekten sonra hamd ve şükür edilir ki, yediğimiz nimetleri ihsan eden, o gıdalara lezzet katan, bize ağız tadı veren, açlığımızı bunlarla gideren, gıdaları enerjiye dönüştüren Yaratıcı'yı görmezden, bilmezden, hatırlamazdan gelmeyelim, nankör olmayalım.
Kemal derecesinde bir şükrün üç basamağı vardır. Erişilen nimetin Allah'tan geldiğini bilmek, O'nun verdiğine rızâ göstermek ve nimetinin gücü bedeninde bulunduğu sürece O'na isyan etmemek. Her ciddi eylem, her nimet üç ibâdet ister. Bunlar zikir, fikir ve şükürdür. Başta zikir (besmele), ortada -iş esnasında- fikir (tefekkür, Allah'ın nimet ve ihsanını düşünüp O'nun rızasını istemek) ve sonunda şükür (El-hamdü lillâh demek). 3000
Şükrün Zıddı; Nankörlük
Nankörlük, şükrün zıddıdır. Nankör: Kendisine yapılan iyiliği inkâr eden, gördüğü iyiliğin ve yardımların değerini bilmeyen, iyilik ve nimet verene karşı inkârcı bir tavır takınan kimse demektir. İyiliklere ve nimet verene karşı takınılan bu olumsuz tavra, nankörlük denir. Eskiler bu kötü ahlaka ‘küfrân-ı nimet’ derlerdi. Yani nimeti yalan sayma, nimeti inkâr etme, nimeti ve sahibini görmezlikten gelme. Küfrân-ı nimet, nimet bulunduğunda haddi aşmak ve şükrünü yerine getirmemektir.3001 Râgıb, Müfredâtında şöyle der: Nimetin küfrü veya küfrânı, şükrünü edâ etmemek suretiyle nimeti örtmek demektir. “Küfrân“ (nankörlük), nimetin inkârında kullanılırken, “küfür“, dinde inkâr anlamında kullanılmaktadır. “Küfür“ kelimesi ise, her iki anlamda da kullanılır. 3002
Allah’ın nimetlerine karşı gösterilen olumlu tavır, şükür iken, şükretmemenin Kur’an’daki adı küfürdür. Şükrün ve küfrün zıt anlamlar içermesi, bazı âyetlerde açıkça gözükür: “...(Süleyman) tahtı, yanında yerleşmiş görünce dedi: ‘Bu, Rabbimin lutfundandır. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük (küfür) mü edeceğim diye beni sınamak istiyor. Şükreden, kendisi için şükretmiş olur; nankörlük (küfür) edene gelince, o bilsin ki, Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir.“3003; “Ve Rabbiniz şöyle bildirmişti: ‘Andolsun şükrederseniz, elbette size (nimetimi) arttırırım ve eğer nankörlük (küfür) ederseniz azâbım pek çetindir.“ 3004
‘Nankör’ kelimesi, Farsçadan dilimize geçmiş bir sözcüktür. Gördüğü iyilikleri, kavuştuğu maddî ve manevi nimetleri inkâr eden, iyilik edeni ve nimet vereni bilmeyen, teşekkür veya şükretmeyen kimseye de nankör anlamında ‘kâfir-i nimet’ denmiştir. Kâfir, Allah’tan gelen gerçeğin üzerine örten, gizleyen, tanımayan ve inkâr edendir. Nankör de, iyilikleri, nimetleri ve bunları yapanları görmez, inkâr eder, bilmezlikten gelir.
İnsan kendine yapılan iyilik ve yardımların, verilen nimet ve rızıkların kadrini (değerini) bilmeli. Bu iyilikler ister insandan gelsin, isterse Allah’tan gelsin; kişi
3000] A. Kalkan, Hamd Kavramı
3001] Lisânu’l-Arab 5/125
3002] Râgıb, el-Müfredât, s. 439
3003] 27/Neml, 40
3004] 14/İbrahim, 7
ŞÜKÜR
- 755 -
bunun şuurunda olmalıdır. İyilik yapanlar genellikle karşılık beklemezler. Ancak iyilik yapanlar teşekkürü hak ederler. Bu teşekkür, hem yapılan iyiliğin derecesini artırır, hem nimetin devamını sağlar, hem de iyilik yapan ile yapılan arasında sevgi bağı kurar.
Nankörlük ya insanlara karşı, ya da âlemlerin Rabbine karşı yapılır. Kişi, başkasından gördüğü bir iyiliği, bir yardımı, bir destek olmayı, görmezlikten gelse, bu bir nankörlüktür. İyilik yapanı unutarak nankörce davranmadır. İnsanlar ölünceye kadar birbirlerine muhtaçtırlar. Başkaları olmadan hayatlarını sürdüremezler. Maddi gücün her şeyi çözmediği tecrübelerle ispatlanmıştır. Kişiye ana-babasının iyiliğinden tutun da, hasta olunca tedavi eden doktora, ilim öğreten hocaya, yol gösteren bir büyüğe kadar, pek çok kimsenin iyiliği dokunur. Bir insana ana-babasının yaptığı iyilikleri saymak mümkün mü? Bu karşılıksız iyiliklere teşekkür etmek, insanlık ve yardım etme duygusunun yüceliğinin gereğidir.
Türkçedeki ‘bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır’ atasözü çok şey ifade etmektedir. Maddeyi bütün ilişkilerin temeline yerleştiren, çıkarından başka bir kutsal tanımayan, bu yüzden de derin bir egoizme saplanan günümüz insanına bunu nasıl anlatmalı? insan, diğer insanlardan gördüğü iyilik ve yardımlara teşekkür etmeli. Fakat iyilik edene kul köle olmak, onun karşısında ezilip büzülmek, zelil olmak doğru değildir. İyilik eden böyle bir şey beklerse, bu iyilik değil sömürü niyetidir. İyiliklere ve yapılan yardımlara, nankörlük etmek bir kötü ahlâktır, kınanması gereken kötü bir davranıştır.3005 Kendisine iyilik yapılanın teşekkür etmesi, nasıl ahlâkî bir görev ise, yapılacak iyiliğin bir teşekkür ve minnettarlık beklentisine bağlı olmaması da aynı şekilde bir ahlak ilkesidir.
Kur’an, iman edenlerin özelliklerinden bahsederken, bu konuda şöyle söylediklerini açıklar: “Biz size Allah rızâsı için yemek yediriyor, doyuruyoruz; Sizden ne bir karşılık, ne de bir şükür (teşekkür) bekliyoruz.“ Yine unutulmamalıdır ki, “İnsanlara karşı hamdetmeyen (teşekkür etmeyen), onlara nankörlük yapan insan, Allah'a karşı da hamdetmez, şükretmez.“3006 Bu konuda ölçü şu olmalıdır: Birisinden iyilik gören, bunu unutmamalı; birisine iyilik yapan, bunu hatırlamamalıdır.
Esas nankörlük, Allah'a karşı yapılandır. Nimeti haramlarda kullanmak, o nimete nankörlüktür. Gözü haramda kullanmak, göz nimetine; kulağı haramda kullanmak kulak nimetine nankörlüktür. Dolayısıyla insandan sâdır olan her amel/eylem, ya şükürdür veya küfür (nankörlük).
Kişinin içinde yüzdüğü bunca nimeti görmezlikten gelip başına gelen bazı musibetleri anması, nankörlük karakterini uyandıran durumlardandır. “Eğer yüz çevirirlerse Biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen, yalnız duyurmaktır. Biz insana, katımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinir. Ama ellerinin işledikleri yüzünden başlarına bir kötülük gelirse, hemen insan nankör olur.“ 3007
İnsana ulaşan sıkıntıların ve korkuların ortadan kalkması da nankörlüğün ortaya çıktığı durumlardandır: “Denizde size bir sıkıntı dokunduğu zaman O’ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolur. Fakat O sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine yüz çevirirsiniz.
3005] H. Ece, a.g.e. s. 483-484
3006] Ebû Dâvud, Edeb 11; Tirmizî, Birr 35
3007] 42/Şûrâ, 48
- 756 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Gerçekten insan nankördür.“ 3008
Nankör kimse, ortada olduğu halde Allah’ın nimetlerini görmezlikten, kendisine verilen nimetleri, kendisinden uzak tutulan çeşitli belâları ve kötülükleri bilmezlikten gelir. “O’dur ki, sizi diriltti, sonra sizi öldürür, sonra yine sizi diriltir. Hakikaten insan çok nankördür.“3009 Nankör insan, Allah’ın nimetlerine karşı duyarsız, kendisine bahşedilen nimetlerin kadrini bilemeyen kimsedir. 3010
Nankörlük, her insanın fıtratında olmakla birlikte, karakterleri iman esaslarına göre şekillenmeyenlerde iyice belirginleşir. “Kahrolası insan, ne de nankördür!“3011 insan, nankörlükten kurtulup minnettarlığa, şükreden bir kul olmaya yönelmelidir. Hoşuna gitmeyen olaylar karşısında da sabırla direniş göstermelidir.
Kur’an’ın ifadesine göre inkârcıların nankörlükleri, onların küfretmelerinden kaynaklanır. Küfür ile nankörlük farklı gibi görünse de aralarında yakınlık vardır. Nankörlük kelimesinin anlam sahası içerisinde tıpkı küfür gibi, Allah’ı yaratıcı, bütün evrenin sahibi ve canlılara ait geçim kaynaklarının var edicisi olduğunu; insanın sahip olduğu hayat, can, kalp, eşya gibi şeylerin O’nun tarafından verildiğini inkâr etmek vardır. Bu tutum da elbette tıpkı küfre düşmek gibidir.
Şükür ve Nankörlükle İlgili Sünnetullah
Şükredenlere, şükretmesinin çokluğu ve gerçek anlamda yapıldığı oranında nimetlerin arttırılması ve çokça ödüllendirilmesi Allah’ın değişmez yasalarındandır. “Andolsun, eğer şükrederseniz, gerçekten size (nimetimi) artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.“3012 İman edip şükretmek azaptan kurtulmak demektir. Azabın temelinde ise, şükretmemek vardır. “Eğer siz iman eder ve şükrederseniz Allah size neden azap etsin! Allah Şâkir’dir, Alîm’dir; Şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir.“3013; “...Kim bir iyilik işlerse onun sevabını artırırız. Gerçekten Allah, Ğafûr’dur, Şekûr’dur; bağışlayan ve (iyiliğe, şükre) karşılık verendir.“ 3014
Gereği gibi şükretmeyip nankörlük yapanları Allah’ın değişmez kanunları cezalandırır. Bu cezalar, bu konudaki âyetlere göre, açlık ve korkuyla cezalandırılma, nankörlerin helâkı ve ülkelerinin harap olması ve ekin ve meyvelerinin helâk edilmesi gibi cezalardır. Esas ceza yeri âhirettir. Şükür ibâdetiyle Allah'a iman ve kulluğunu göstermeyen insanları orada elîm bir azap beklemektedir.
a- Açlık ve korkuyla cezalandırılma: “Allah bir şehri örnek verdi: (Halkı) güvenlik ve huzur içindeydi, rızkı da her yerden bol bol gelmekteydi; fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler, böylece Allah da yaptıklarına karşılık olarak, onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı.“3015 Yani, Allah Teâlâ, durumu böyle olan güvenli ve huzur içinde, korkusuz, kedersiz ve her yerde bolluk içinde olan kent halkını Mekke’lilere ve Allah’ın nimetine, hakkıyla takdir edememek ve şükrünü yerine getirmemekle nankörlük yapan her topluma örnek verdi ki, Allah’ın örneklendirdiği bu kent
3008] 17/İsrâ, 67
3009] 22/Hacc, 66
3010] 16/Nahl, 111-112
3011] 80/Abese, 17
3012] 14/İbrahim, 7
3013] 4/Nisâ, 147
3014] 42/Şûrâ, 23
3015] 16/Nahl, 112
ŞÜKÜR
- 757 -
halkının yaptığını, aynı şey başlarına gelmesin diye yapmaktan kaçınsınlar.
b- Nankörlerin helâkı ve ülkelerinin harap olması: Kendilerini helâk, ülkelerini ise tahrip etmesi, Allah’ın nankörler hakkındaki sünneti/değişmez kanunudur. “Biz refah içinde şımarmış nice memleketi helâk ettik. İşte yerleri! Onlardan sonra oralarda pek az oturulabilmiştir. Onlara Biz vâris olduk.“3016 Yani nice bol ve rahat geçimli kentleri helâk ettik. Onların da durumu, aynen emniyet, bolluk ve rahat yaşantı içinde sizler gibiydi. Ne zaman nimetlerin hakkını edâ ve Allah'a olan şükürlerini îfâ edemediler, Allah da onları ve ülkelerini yerle bir etti. Öyleyse her toplum, nankörlük konusunda aynı şeyleri yaptıkları zaman, bunların başına gelenlerden ibret alsınlar!
c- Ekin ve meyvelerinin helâk edilmesi: Ekin ve meyvelerinin de yok edilmesi, Allah’ın nankörler hakkındaki sünnetlerinden biridir. Nankörlerin cezası bir değildir. Korku ve açlıkla, evlerinin yıkılması ve helâk edilmeleri şeklinde olabileceği gibi, ekin ve meyvelerinin yok edilmesi tarzında da olabilir. Bazen bütün bu cezalar toplanabilir de. Bazen yalnız bir ceza iner, tevbekâr olurlar, diğer cezalar da başlarına gelmez. Kâmil hikmet sahibi Allah’tır; dilediğini yapar. Allah’ın Sebe’ halkına verdiği ceza da, nankörlerin ekin ve meyvelerini yok etmesi türünden bir cezadır. “Andolsun, Sebe’ (oğulları)nın oturdukları yerlerde de bir ibret vardır: (O meskenler,) sağdan, soldan iki bahçe (ile çevrili idi. Onlara): ‘Rabbinizin nimetinden yiyin de O’na şükredin! Hoş bir memleket ve çok bağışlayan Rabb!’ (denilmişti). Ama şükürden yüz çevirdiler; bu yüzden üzerlerine Arim selini gönderdik; onların iki bahçesini, buruk yemişli, acı ılgınlı ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki (harap) bahçeye çevirdik. Nankörlük ettiklerinden ötürü onları böyle cezalandırdık; Biz nankörden başkasını cezalandırır mıyız?“ 3017
Bu âyetler, Sebe’ halkı hakkında inmiştir. Sebe’, Yemen’de Me’rib isminde bir şehirde yaşayan kavmin ismidir. Bu şehir, Belkıs’ın başkenti idi. Kurucusu Sebe’ olduğu için, belde ve halkı onun adıyla anılmıştır. Âyetlerin ifade ettiği gibi, buranın halkı, ülkelerinde nimet ve bolluk içindeydiler. Rahat bir yaşantıları vardı. Rızıkları, ekin ve meyveleri çoktu. Allah onlara, kendisini birlemek ve kendisine ibâdet etmek suretiyle nimetlerine şükrederek verdiği rızkını yemelerini emreden peygamberler gönderdi. Onlar Allah’ın dilediğince böyle kaldılar. Daha sonra, emrolundukları şeylerden yüz çevirdiler. Tevhidden, yalnız O’na ibâdet etmekten, nimetlerine şükretmekten vazgeçtiler. Allah da onlara “arîm“ gönderdi. Arîm, şiddetli yağmurun sebep olduğu sel demektir. Allah böylece topraklarını, ekin ve meyve bahçelerini su altında bıraktı. Sonra da meyveli bahçelerinin yerine meyvesi acı bahçelerle dikenli acı ılgın ağaçları verdi. Sonra, Cenâb-ı Hak, başlarına gelen cezayı açıklayarak, bunun, Allah’ın verdiği nimetlere nankörlük etmelerinin bir cezası olduğunu ifade buyurdu. Zaten, ancak Allah’ın nimetlerine nankörlük edenler cezaya çaptırılır. 3018
Şükür Bilincinin Kazandırdıkları
Konuyu özetler ve bu hususta yapılacakları tekrarlarsak, diyebiliriz ki, şükür, Allah'ı tanıma, O'na ta'zim ve dua etmedir. O'na inanıp ibâdet/kulluk etmedir.
3016] 28/Kasas, 58
3017] 34/Sebe’, 15-17
3018] Abdülkerim Zeydan, İlâhi Kanunların Hikmetleri, s. 263-266
- 758 -
KUR’AN KAVRAMLARI
O yüzden şükür, imanî bir kavramdır. Düşünülerek yapılan şükür, bizdeki kulluk şuurunu canlı tutar. İnsanların Allah'a muhtaç olduklarını, Yüce Allah'ın ise, her şeyden müstağnî olduğunu, kimsenin şükrüne Allah'ın ihtiyacı olmadığını günümüz insanı iyice kavramalı ve gerektiği gibi iman etmelidir.
Şükür, nimetşinaslık, kadirşinaslıktır. “Küfür“le aynı kökten gelen nankörlüğün zıddıdır. En küçük bir iyilik yapana bile teşekkür etmeyi insanlık görevi biliyoruz. Hâlbuki bizi ve bize iyilik yapanı yaratan, yapılan iyiliği, nimeti yoktan var eden, iyilik yapana bu güzel özelliği veren ve sevdiren, bizi o iyilikten zevk alacak şekilde vücuda getiren, her şeyin gerçek sahibi Allah'tır. Öyleyse her şeyden önce, O'na şükretmeliyiz. Bize hediye getirmede aracı olan postacıya teşekkür edip, hediyeyi postalayan gerçek ikram sahibini unutmak uygun olur mu?
Sabahlara kadar, gözyaşıyla ıslattığı secde yerinden kalkmayan en çok şükreden zât’a, hanımı; “Geçmiş ve gelecek günahların mağfiret olduğu halde, kendini sıkıntıya sokacak kadar niye ibâdet ediyorsun?“ diye sorduğunda, şu cevabı almıştı: “Şükreden bir kul olmayayım mı?“ Peki, bizim, bunca nimete bunca isyanla cevap verirken, şükreden, hamdeden bir kul olmaya ihtiyacımız yok mu?
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes ve her şey O'nu tesbih eder. O'nu hamd ile övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.“3019 buyruluyor. Allah'ın bütün mahlûkatını kuşatan nimetleri, özellikle insanoğlunu daha çok kucaklamaktadır. Diğer varlıklardan daha çok nimetlere muhatap olduğumuz halde; bir taş kadar, bir çiçek, bir böcek kadar hamd etmeden, şükretmeden, nasıl yaratıkların en şereflisi olacağız?
Hamdetmek, şükretmek; iyimser olmaktır. Hayata güzel ve olumlu pencereden bakabilmektir. Mutlu olabilmek, mutluluk elbisesi giymektir şükür. Şikâyetçi ve karamsar karakterlerin kararttığı karanlık insanların dünyasını, ancak şükür şuuru aydınlatabilir.
Vücut organlarına şükür, onları Allah’ın istediği doğrultuda kullanmaktır. Diğer nimetler için de aynı hüküm geçerlidir.
“Nimet ve ilâhî rahmetin fiyatı şükürdür.“
“Nimete karşılık vermede elin kısa kalırsa, şükür yolunda dilini uzun eyle!“
“Şükür bir itiraftır; âcizlik ve kulluk itirafı. Şükür, şükürden âciz olduğunu bilmektir.“
“Şükür, nimete değil; nimeti verene bakmaktır.“
“Şükrün çok çeşitleri vardır; Tüm çeşitleri içinde toplayansa namazdır.“
“Şükür, nasıl nimetleri arttırıyorsa, şikâyet de musibeti arttırır.“
Şükredenlerden kıldığı için şükürler olsun O Şekûr olan Allah’a.
Ve âhıru da'vânâ eni'l-hamdü lillâhi rabbi'l-âlemin: Dâvâmızın sonu âlemlerin Rabbi Allah'a hamdetmek, şükretmektir.
3019] 17/İsrâ, 44
ŞÜKÜR
- 759 -
Şükürle İlgili Âyet-i Kerimeler
A- “Şükr“ Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 74 Yerde): 2/Bakara, 52, 56, 152, 158, 172, 185, 243; 3/Âl-i İmrân, 123, 144, 145; 4/Nisâ, 147, 147; 5/Mâide, 6, 89; 6/En’âm, 53, 63; 7/A’râf, 10, 17, 58, 144, 189; 8/Enfâl, 26; 10/Yûnus, 22, 60; 12/Yûsuf, 38; 14/İbrâhim, 5, 7, 37; 16/Nahl, 14, 78, 114, 121; 17/İsrâ, 3, 19; 21/Enbiyâ, 80; 22/Haccc, 36; 23/Mü’minûn, 78; 25/Furkan, 62; 27/Neml, 19, 40, 40, 40, 73; 28/Kasas, 73; 29/Ankebût, 17; 30/Rûm, 46; 31/Lokman, 12, 12, 12, 14, 31; 32/Secde, 9; 34/Sebe’, 13, 13, 15, 19; 35/Fâtır, 12, 30, 34; 36/Yâsin, 35, 73; 39/Zümer, 7, 66; 40/Mü’min, 61; 42/Şûrâ, 23, 33; 45/Câsiye, 12; 46/Ahkaf, 15; 54/Kamer, 35; 56/Vâkıa, 70; 64/Teğâbün, 17; 67/Mülk, 23; 76/İnsan, 3, 9, 22.
B- “Hamd“ Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 68 Yerde): 1/Fâtiha, 2; 2/Bakara, 30, 267; 3/Âl-i İmrân,, 144, 188; 4/Nisâ, 131; 6/En’âm, 1, 45; 7/A’râf, 43; 9/Tevbe, 112; 10/Yûnus, 10; 11/Hûd, 73; 13/Ra’d, 13; 14/İbrâhim, 1, 8, 39; 15/Hıcr, 98; 16/Nahl, 75; 17/İsrâ, 44, 52, 79, 111; 18/Kehf, 1; 20/Tâhâ, 130; 22/Hacc, 24, 64; 23/Mü’minûn, 28; 25/Furkan, 58; 27/Neml, 15, 59, 93; 28/Kasas, 70; 29/Ankebût, 63; 30/Rûm, 18; 31/Lokman, 12, 25, 26; 32/Secde, 15; 33/Ahzâb, 40; 34/Sebe’, 1, 1, 6; 35/Fâtır, 1, 15, 34; 37/Sâffât, 182; 39/Zümer, 29, 74, 75, 75; 40/Mü’min, 7, 55, 65; 41/Fussılet, 42; 42/Şûrâ, 5, 28; 45/Câsiye, 36; 47/Muhammed, 2; 48/Fetih, 29; 50/Kaf, 39; 52/Tûr, 48; 57/Hadîd, 24; 60/Mümtehıne, 6; 61/Saff, 6; 64/Teğâbün, 1, 6; 85/Bürûc, 8; 110/Nasr, 3.
C- Nankörlük Anlamındaki “Küfr“ Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 33 Yerde): 2/Bakara, 152; 3/Âl-i İmrân, 115; 11/Hûd, 9; 14/İbrâhim, 7, 8, 28, 34; 16/Nahl, 72, 83, 112; 17/İsrâ, 27, 67; 18/Kehf, 80; 21/Enbiyâ, 94; 22/Hacc, 66; 26/Şuarâ, 19; 27/Neml, 40, 40; 29/Ankebût, 67; 30/Rûm, 51; 31/Lokman, 12; 34/Sebe’, 17, 17; 35; 35/Fâtır, 36, 36; 39/Zümer, 7, 7, 8; 42/Şûrâ, 48; 54/Kamer, 14; 76/İnsan, 3; 80/Abese, 17.
D- Şükür Konusuyla İlgili Âyetler:
a- Şükretmek: 2/Bakara, 152, 172; 16/Nahl, 114; 27/Neml, 40; 28/Kasas, 71-73; 29/Ankebut, 17; 39/Zümer, 66; 42/Şûrâ, 33; 93/Duhâ, 11.
b- Şükür, Nimetleri Artırır: 14/İbrahim, 7.
c- Şükür, Azabı Uzaklaştırır: 4/Nisâ, 147.
d- Şükredenlerin Mükâfatı: 4/Nisâ, 147.
e- Şükreden, Kendisi için Eder: 31/Lokman, 12; 39/Zümer, 7.
f- İnsan, Az Şükreden Bir Varlıktır: 7/A’râf, 10; 34/Sebe’, 13.
g- Allah’ın Şükür Nasib Etmesi İçin, Süleyman (a.s.)’ın Duası: 27/Neml, 19.
E- Hamd Konusuyla İlgili Âyetler:
a- Hamde Lâyık olan Yalnız Allah'tır: Bakara, 267; Nisa, 131; Fatır, 1, 15, 34; Kasas, 70; Ankebut, 63 ; Sebe' , 1, 6 ; Fussılet, 42; İbrahim, 1, 8; Hacc, 64; Buruc, 8
b- Bütün Varlıklar Allah'a Hamdeder: İsra, 44; Mü'min, 7; Zümer, 75.
c- Hamd, Âlemlerin Rabbi Allah'a Aittir: 1/Fâtiha, 1; 6/En'âm, 1, 45; 7/A'râf, 43; 45/Câsiye, 36; 50/Kaf, 39; 18/Kehf, 1; 17/İsrâ, 111; 20/Tâhâ, 130; 13/Ra'd, 13; 40/Mü'min, 55, 65; 42/Şûrâ, 55; 23/Mü'minûn, 28; 30/Rûm, 18; 37/Sâffât, 182; 10/Yûnus, 10; 14/İbrâhim, 39; 31/Lokman, 25; 27/Neml, 15, 59, 93; 15/Hıcr, 98; 64/Teğâbün, 1; 39/Zümer, 29, 74; 52/Tûr, 48.
F- Nankörlük Konusuyla İlgili Âyetler:
a- Nankör Olmaktan Sakınmak: 2/Bakara, 152; 14/İbrahim, 7-8; 27/Neml, 40.
b- Nankörlük Eden Kendisi İçin Eder: 31/Lokman, 12.
c- İnsan, Nankör Bir Varlıktır: 11/Hûd, 9-10; 17/İsrâ, 67-69, 83; 22/Hacc, 66; 23/Mü’minûn, 78; 29/Ankebut, 65-66; 30/Rûm, 33-36; 36/Yâsin, 77; 39/Zümer, 49-50; 40/Mü’min, 61; 41/Fussılet, 49-51; 42/Şûrâ, 48; 64/Teğâbün, 2; 70/Meâric, 19-21; 80/Fecr, 15-16; 100/Âdiyât, 6-9
d- Müşrikler ve Kâfirler, Nankördür: 6/En’âm, 63-64; 10/Yûnus, 12, 21-23; 16/Nahl, 53-55, 83; 21/Enbiyâ, 46; 29/Ankebut, 65-67; 30/Rûm, 33-35; 31/Lokman, 32; 37/Saffât, 11; 39/Zümer, 8; 43/Zuhruf, 9, 15, 87; 80/Abese, 17-23; 100/Âdiyât, 6-9; 106/Kureyş, 1-4
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1- Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 71-74, 445-447
2- Fî Zılâli'l Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 291
3- Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi, insan Y. c. 1, s. 422
4- Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, s. 626
5- Sabredenler ve Şükredenler, İbn Kayyim el-Cevziyye, Pınar Y.
- 760 -
KUR’AN KAVRAMLARI
6- Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 6, s. 62-63
7- Kur'an'da Kulluk, Zekeriya Pak, Kayıhan Y. s. 278-283
8- Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 442-447
9- İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 483-485; 502-504; 641-650
10- İnanç ve Amelde Kur'anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 178-181
11- Kur'an'da Temel Kavramlar, Cavit Yalçın, Vural Y. s. 116-122
12- Kur'an'da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. s. 265-267
13- İlâhi Kanunların Hikmetleri, Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s. 241-247
14- İhyâ-i Ulûmi'd-Din, İmam Gazâli, Arslan Y. c. 8, s. 305-425
15- Kimyâ-yı Saâdet, İmam Gazâli, Çile Y. s. 546-563
16- Tenbihu'l Gâfilin, Ebu'l Leys Semerkandi, Bedir Y. s. 471-477
17- Arınma Yolu, Abdülhamid Bilâlî, Şafak Y. c. 2, s. 21-25
18- Kur'ânî Terimler Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılâb Y. s. 184-185
19- Kur'an'da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. s.265-267
20- İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 449-450
21- Yeni İslâm İlmihali, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat, s. 615-619
22- İslâm Nizamı, A. Rıza Demircan, Eymen Y. c. 1, s. 282-286
23- Kur’an’da insan Psikolojisi, Hayati Aydın, Timaş Y. s. 109-113
24- Kur'an'da İman Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s.160-161
25- Kur’an’da Ulûhiyet, Suat Yıldırım, Kayıhan Y. s. 207-209
26- Kur’ân-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor? Veli Ulutürk, Nil A.Ş. Y. s. 109-113
27- Kur’an Kavramları Tefsiri, Ahmed Kalkan, Hamd maddesi

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 21:38

ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ


- 681 -
Kavram no 170
Peygamberler 8
Bk. Peygamberlik ve Peygamberler;
Ticaret; Namaz; Helâk
ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ


• Şuayb (a.s.); Hayâtı, Tevhid ve Ahlâk Mücâdelesi
• Şuayb (a.s.)’ın Kavmi Medyen
• Kur’ân-ı Kerim’de Şuayb (a.s.) ve Medyen Kavmi
• Ölçü-Tartı ve Hile
• Ticârî Muâmelelerdeki Haramlar ve Haram Kazanç Yolları
• Hadis-i Şeriflerde Ticaretin Övülmesi, Hilenin Yerilmesi
• Bozuk Düzenin Terazisi ve Şuayb (a.s.)
• Medyen Kavmi ve Almamız Gereken Dersler, Mesajlar
• Medyen Kavmi ve Günümüz
“Medyen (oğullarına) da kardeşleri Şuayb’ı (peygamber olarak gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a ibâdet/kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir: Artık ölçüyü tartıyı tam yapın. İnsanların eşyalarını eksik vermeyin. Islah edildikten sonra yeryüzünde ifsâd/bozgunculuk yapmayın. Eğer inananlardan iseniz bunlar sizin için daha hayırlıdır. (85)
İman edenleri tehdit ederek Allah yolundan alıkoymak için ve o yolda çarpıklık arayarak öyle her yolun (başını) kesip oturmayın. Düşünün ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı. Bakın ki, fesatçıların/bozguncuların sonu nasıl olmuştur! (86)
Eğer içinizden bir grup benimle gönderilene iman eder, bir grup da inanmazsa, Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. O hâkimlerin en hayırlısı/iyisidir.’ (87)
Kavminden müstekbir mele’ (ileri gelen kibirliler/büyüklük taslayanlar) dediler ki: ‘Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız, yahut dinimize döneceksiniz.’ (Şuayb) dedi ki: ‘İstemesek de mi (bizi yurdumuzdan çıkaracak veya dinimizden döndüreceksiniz)?! (88)
(Andolsun ki,) Allah bizi ondan (kâfirlikten) kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek, Allah’a karşı iftirâ emiş oluruz. Rabbimiz Allah’ın dilemesi hali müstesnâ, geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a tevekkül eder/dayanırız. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adâletle hükmet (kimin haklı, kimin haksız olduğunu adâletle açığa çıkar). Çünkü Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.’ (89)
Kavminden mele’ (ileri gelen) kâfirler dediler ki: ‘Eğer Şuayb’e uyarsanız o takdirde siz mutlaka ziyana uğrarsınız.’ (90)
Derken o şiddetli deprem onları yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü donakaldılar (diz üstü çökerek helâk oldular). (91)
- 682 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şuayb’i yalanlayanlar sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Asıl ziyana uğrayanlar Şuayb’i yalanlayanların kendileridir. (92)
(Şuayb) Onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: ‘Ey kavmim! Ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!“ 2616
Şuayb (a.s.); Hayâtı, Tevhid ve Ahlâk Mücâdelesi
Şuayb (a.s.), Kur’an’da adı geçen peygamberlerden biridir. Medyen ve Eyke halkına peygamber olarak gönderildi. Bu iki ülkede ayrı ayrı mücâdelede bulundu. Bu iki toplumla yaptığı mücâdelesi, çeşitli âyetlerde geçmektedir. Medyen ve Eyke, dağlık ve ormanlık olan iki ülke idi. Medyen toprakları, Hicaz’ın kuzey batısında, oradan Kızıldeniz’in doğu sahiline, güney Filistin’e, Akabe Körfezi’ne ve Sina Yarımadası’nın bir bölümüne kadar uzanan bölgelerde yer alır.
Kur’an’ın Medyen halkı hakkında anlattıklarının önemini kavramak için, bu insanların, Hz. İbrahim’in üçüncü hanımı Katurah’tan olma oğlu Midyan’ın soyundan geldikleri iddialarına dikkat edilmelidir. Doğrudan doğruya onun neslinden gelmemiş oldukları halde, tümü onun soyundan olduklarını iddia etmişlerdir. Çünkü eski bir geleneğe göre, büyük bir zâta bağlı olan herkes, daha sonra yavaş yavaş onun torunları arasında sayılmaya başlanırdı. Nitekim Hz. İsmail’in (a.s.) soyundan gelmemesine rağmen bütün Araplara “İsmailoğulları“ denmiştir. Hz. Yakub’un (a.s.) soyu (İsrailoğulları) için de durum aynıdır. Aynı şekilde, Hz. İbrahim’in (a.s.) çocuklarından biri olan Midyan’ın etkisi altına giren tüm bölge halkına Benû Medyen (Medyenoğulları) ve onların oturduğu yerlere de, Medyen bölgesi dendi. 2617
Şuayb (a.s.), soyu anne tarafından Lût’un (a.s.) kızına ulaştığı ve Eyyûb’la (a.s.) teyze oğulları oldukları rivâyet edilmiştir. Mûsâ’nın (a.s.) kayınpederidir. Kavmine güzel söz söylemesi, tatlı ve tesirli hitâb etmesi sebebiyle kendisine Hatîb-ul-Enbiyâ (peygamberlerin hatibi) denilir. İnsanlara İbrâhim’e (a.s.) bildirilen dinin emir ve yasaklarını tebliğ etti. Arabistan Yarımadasının kuzeybatısında Hicâz’la Filistin arasında Kızıldeniz sâhilinde yer alan Akabe körfezinden Humus vâdisine kadar uzanan Medyen bölgesinde doğup büyüyen Şuayb (a.s.), o kavmin asil bir âilesine mensuptu. Gençliği, dedelerinden Medyen adlı bir şahsın etrâfında toplandıkları için bu adla anılan Medyen halkı arasında geçen Şuayb (a.s.), azgın ve sapık kavminin kötülüklerinden uzak yaşar, babasından kalan koyunlarıyla meşgul olur ve namaz kılardı. Medyenliler atalarının doğru yolundan ayrılmışlar ve kötü yollara sapmışlardı. Allah Teâlâ’ya iman ve ibâdet etmeyi bırakmışlar, kendi elleriyle yaptıkları putlara ve heykellere tapıyorlardı. Medyen, ticâret kervanlarının gelip geçtiği yollar üzerinde olduğundan ticâretle uğraşıyorlardı. Yaptıkları alış-verişte hep hile yapıyorlardı. Yiyecek maddelerini alıp stok yapıyorlar, pahalanınca fâhiş fiyatla satıyorlardı. Ölçü ve tartı için iki değişik ölçek kullanıyorlar, alırken büyük ölçekle alıyorlar, satarken küçük ölçekle veriyorlardı. İnsanların yollarını kesiyorlar, onların mallarına zorla el koyuyorlardı. Yol üstünde durup, bilhassa yabancı ve gariplerin mallarını çeşitli hilelere başvurarak ellerinden alıyorlardı. Ayrıca sahip oldukları pekçok nimetin şükrünü yapmayıp nankörlük ediyorlardı. Allah Teâlâ onlara, doğru yola dâvet etmek için
2616] 7/A’râf, 85-93
2617] ez-Ziriklî, Kamûsu’l-A’Iâm, VI, 4244; Yakut el-Hamevî, Mu’cemü’l-Büldan, Beyrut 1956, V, 77
ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ
- 683 -
Şuayb’ı (a.s.) peygamber olarak gönderdi. Şuayb (a.s.) onlara nasihatlerde bulunup Allah Teâlâ’ya şirk koşmamalarını ve yanlızca O’na ibâdet etmelerini, alış-verişte, ölçü ve tartıda haksızlık ve hile yapmamalarını, yeryüzünde bozgunculuk etmemelerini söyledi. Kötülüklere devam ettikleri takdirde azâba uğrayacaklarını, vazgeçtikleri takdirde mükâfâta kavuşacaklarını anlattı. Fakat azgın Medyen kavmi, Şuayb’ın (a.s.) sözlerini dinlemeyip ona karşı çıktılar. Ona inananları tehdit ettiler. Şuayb (a.s.), bütün sıkıntı, eziyet ve horlamalara rağmen, Medyenlileri doğru yola dâvete devâm etti. İbret olarak isyanları sebebiyle helâk edilen Nûh kavminin, Hûd ve Lût kavminin başına gelen azapları ve helâk olmalarını anlattı. İnkârdan vazgeçip imân etmelerini, mağfiret dilemelerini, aksi halde kendilerinin de isyan edip helâk olan kavimler gibi azâba düşeceklerini ve helâk olacaklarını açık bir lisanla anlattı. Onun peygamberliği Şam’a kadar duyulmuştu. Pekçok kimse gelerek Şuayb (a.s.)’a iman etmekle şereflendiler. Fakat Medyenliler yolda durup Şuayb (a.s.)’a gelenlere mâni olmaya çalıştılar. Şuayb (a.s.)’ı ve ona iman edenleri kendi sapık dinlerine dönmedikleri takdirde yurtlarından çıkaracaklarını söyleyip tehdit ettiler. Şuayb (a.s.) azgın Medyen halkının, bütün nasihatlerine rağmen imana gelmelerinden ümit kesince, onları Allah Teâlâ’ya havâle etti. Şuayb (a.s.) Allah Teâlâ’ya; “Yâ Rabbi! Bizimle kavmimiz arasında hak ile hüküm ver. Sen hükmedicilerin en hayırlısısın“2618 diye duâ etti.
Azgınlıklarına ve mü’minlere karşı düşmanlıklarına devam eden Medyen halkı üzerine, Allah Teâlâ azap gönderdi. Bir sayha ve bir zelzeleyle onların hepsini helâk etti. Hepsi yok oldular. Sanki onlar o beldede yaşamamışlardı. Şuayb (a.s.) ve ona inananlar kurtulup Medyen’e yakın bir yerde, yeşillik, ağaçlık ve bolluk içinde bir şehir olan Eyke’ye giderek oradaki insanlara doğru yolu göstermekle vazifelendirildi. Medyen halkının bütün husûsiyetlerini taşıyan Eyke halkı, parayı tartı ile alırlar, kenarlarından kırptıktan sonra, tane ile verirlerdi. Alış-verişlerinde karşı taraftakine muhakkak zarar verirler ve onu aldatırlardı. Alırken ucuz ve fazla fazla alırlar, satarken pahalı ve eksik verirlerdi. Yolcuları soyarlar, putlara taparlardı. Şuayb’a (a.s.) inanmak için gelenleri vazgeçirmek için çalışıyorlar, Şuayb’a (a.s.) yalancı diyorlardı. İstekleri olmazsa, tehditte bulunup, eziyet ediyorlardı. Şuayb (a.s.) Eyke halkını Allah Teâlâ’ya iman ve ibâdet etmeye dâvet etti. Şuayb (a.s.) son defâ ikaz edip puta tapmaktan vazgeçmelerini, Allah’a iman etmelerini ölçü ve tartıda adâletli olmalarını ve her türlü zulümden vazgeçip kurtulmalarını söylediyse de inkâr edip inanmadılar. Alay ettiler, onun yalancı, sihirbaz biri olduğunu ileri sürdüler. İman etmeyeceklerini açıkca söyleyip; “Eğer sen doğru sözlüysen, bize gökten azap indir.“ dediler.
Şuayb (a.s.) bu azgın kavmi Allah Teâlâ’ya havâle etti. Allah Teâlâ onlara isyanları sebebiyle şiddetli bir azap göndererek hepsini helâk etti. Önce ortalığı kasıp kavuran şiddetli bir sıcaklığa tutuldular. Sular fokur fokur kaynadı. Susuzluktan kıvranıyorlar sıcak suları içtikçe içleri yanıyordu. Çaresizlikten gölge ve içecek su arıyorlar, bir tarafdan bir tarafa koşuyorlardı. Bu hâl yedi gün devâm etti. Sekizinci gün ufukta koyu gölgeli siyah bir bulut çıkıp yükseldi. Bunu gören Eykeliler serinlemek için koşup hepsi bulutun altında toplandılar. Onlar bulutun altına toplanır toplanmaz buluttan üzerlerine şiddetli bir ateş yağmaya başladı ve hepsi ateş altında helâk olup gittiler. Eykelilerin helâk edildiği bugün, Kur’ân-ı Kerim’de (gölge günü) olarak bildirilmekte ve meâlen şöyle buyrulmaktadır: “O
2618] 7/A’râf, 89
- 684 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gölge (zılle) gününün azâbı onları yakalıyıverdi. Gerçekten o azap büyük bir günah azâbı idi.“2619 Şuayb (a.s.), Eyke ahâlisinin helâk olmasından sonra, inananlarla birlikte Medyen’e gidip yerleşti. İnananlardan birinin kızıyla evlendi. İki kızı oldu. Kızlar büyüdü. Kendisi iyice yaşlandı. Allah korkusundan çok gözyaşı döktü. Gözleri zayıfladı, vücudu kuvvetten düştü.
Bu sırada Mısır’dan çıkıp Medyen’e gelen Mûsâ (a.s.), kuyu başında koyunlarını sulamak için bekleyen Şuayb’ın (a.s.) kızlarına yardım ederek koyunlarını suladı. Şuayb (a.s.) ücret vermek için onu evine dâvet etti. Onu emin/güvenilir bir kimse olarak görüp koyunlarına çoban tuttu. Sekiz sene koyunlarını gütmesi şartıyla kızlarından birini ona nikâhladı. Mûsâ (a.s.) orada on sene kaldı. Çocukları oldu. Daha sonra Mısır’a göç etti. Sıhhati düzelip gözleri açılan Şuayb (a.s.), her sene Medyen’den Mısır’a giderek kızı va damâdını ziyâret etti. Bir müddet sonra (rivâyete göre orada) vefât etti.
Şuayb (a.s.) çok namaz kılardı. Tevrât’ta ismi Mikâil olarak bildirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de A’râf, Şuarâ, Hûd ve Ankebût sûrelerinde Şuayb (a.s.) ve Medyen kavmi hakkında âyet-i kerimeler mevcuttur.
Şuayb (a.s.), Hz. İbrahim’in torunlarından Mikâil’in oğludur. Annesi ise Hz. Lût’un kızıdır. 2620
Yüce Allah’tan Şuayb’a (a.s.) kitab veya sahife gönderilmedi. O, Âdem, Şit, İdris, Nuh ve İbrahim’e indirilen sahifeleri okudu ve onlarla tebliğde bulundu. 2621
Şuayb (a.s.) büyük bir hatipti. İnsanları güzel söz ve nasihatlerle aydınlatmaya çalıştı. Dolayısıyla ona peygamberler hatibi denilmiştir.2622 Şuayb (a.s.) aynı zamanda Mûsâ (a.s.)’ın kayınpederi idi. Kızı Safura’yı Mûsâ (a.s.) ile evlendirmişti. 2623
Şuayb’ın (a.s.) peygamber olarak Medyen’e gönderilmesi ve Medyenlilerle mücâdelesi, Kur’an’da şöyle bildirilir: “Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka ilâhınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi. Ölçüyü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Eğer inanan (insan)lar iseniz böylesi sizin için daha iyidir!.. Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek insanları Allah yolundan çevirmeye ve O (Allah yolu)nu eğriltmeye çalışmayın. Düşünün siz az idiniz, O sizi çoğalttı ve bakın bozguncuların sonu nasıl oldu!.. Eğer içinizden bir kısmı benimle gönderilene inanmış, bir kısmı da inanmamış ise, Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. O, hükmedenlerin en iyisidir.“ 2624
Görülüyor ki Şuayb (a.s.) onları Allah’a kulluk etmeye, insan haklarına saygılı olmaya, her türlü bozgunculuktan uzak durmaya ve bu yolda sabırla hareket etmeye dâvet ediyordu. Fakat Medyen halkı Şuayb’ın (a.s.) nasihatlerini dinlemediler ve kötü hareketlerinde daha ileri gittiler. Onların bu isyan ve
2619] 26/Şuarâ, 189
2620] et-Taberî, Tarih, Mısır 1326, I, 167; es-Sa’lebî el-Arâis, Mısır 1951, s. 164; M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Ankara 1990, I, 327
2621] İbn Asâkir, Tarih, Beyrut 1979, VI, 322
2622] ez-Zemahşerî, el-Kesşâf, Kahire 1977, II, 118
2623] İbnü’l-Esir, el-Kâmil, Beyrut 1965, 177
2624] 7/A’râf, 85-87
ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ
- 685 -
sapkınlıkları, Kur’an’da şöyle haber verilir: “Dediler ki: ‘Ey Şuayb, senin söylediklerinden çoğunu anlamıyoruz, biz seni içimizde zayıf görüyoruz. Kabilen olmasaydı, seni mutlaka taşlarla(öldürür)dük! Senin bize karşı hiçbir üstünlüğün yoktur!“ 2625
Şuayb (a.s.) onların bu taşkınlıklarına karşı nasihat ediyor ve onları büyük bir azap ile kokutuyordu: “(Şuayb onlara de ki): ‘Ey kavmim, size göre kabilem Allah’tan daha mı üstün ki, O’nu arkanıza atıp unuttunuz? Şüphesiz Rabbim, yaptıklarınızı kuşatıcıdır (Ondan bir şey gizli kalmaz). Ey kavmim, olduğunuz yerde (yaptığınızı) yapın, ben de yapıyorum. Yakında kime azâbın gelip kendisini rezil edeceğini ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz. Gözetin, ben de sizinle beraber gözetmekteyim.“ 2626
Her türlü mücâdelede, tebliğ ve nasihate rağmen, Allah’ın emirlerini dinlemeyen, zulüm, taşkınlık ve kötülükte ısrar eden Medyen halkı, azâbı hak etmişti: “Derken o (müthiş) sarsıntı onları yakalayıverdi, yurtlarında diz üstü çöke kaldılar. Şuayb’ı yalanlayanlar, sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Şuayb’ı yalanlayanlar... İşte ziyana uğrayanlar, onlar oldular.“ 2627
Medyen halkı, kâfirlerin kaçınılmaz sonu olan azâba maruz kaldıktan sonra Şuayb (a.s.) onlara acımıştı. Bu durum, Kur’an’da şöyle bildirilir: “(Şuayb), onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: ‘Ey kavmim, ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!..“ 2628
Buna göre, Allah’ın emirlerini dinlememede ısrar eden ve bunun neticesinde Allah’ın azâbı ile cezâlandırılanlara acımamak gerekir. Çünkü bu cezâyı hak etmiş oluyorlar.
Şuayb (a.s.) Medyenlilerle beraber, Eyke halkına da peygamber olarak gönderilmişti. Onlarla da önemli mücâdelelerde bulundu. Onlarla olan mücâdelesi ve onların isyankârlığı, Kur’an’da şöyle özetlenmektedir: “Gerçekten Eyke halkı da zâlim kimselerdi.“ 2629
Eyke halkı da gönderilen elçileri yalanladı. Şuayb, onlara demişti ki: “(Allah’ın azâbından) korunmaz mısınız? Ben size gönderilen güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Ben sizden buna karşı bir ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnız âlemlerin Rabbine aittir. Ölçüyü tam yapın, eksiltenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın. İnsanların haklarını kısmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın, Sizi ve önceki nesilleri yaratan (Allah’)dan korkun.“ 2630
Eykeliler, Şuayb’ın (a.s.) telkinlerine karşı ters hareket ettiler. Söz dinlemeyip isyanda bulundular. Hatta, Şuayb’a (a.s.) hakaret ettiler. Onların bu isyanı, Kur’an’da şöyle dile getirilir: “Dediler ki: ‘Sen iyice büyülenmişlerdensin. Sen de bizim gibi bir insansın, biz seni mutlaka yalancılardan sanıyoruz.“ 2631
Eykeliler bununla da yetinmediler. Azap isteyecek kadar ileri gittiler: “Eğer
2625] 11/Hûd, 91
2626] 11/Hûd, 92-93
2627] 7/A’râf, 91-92
2628] 7/A’râf, 93
2629] 59/Haşr, 78
2630] 26/Şuarâ, 176-184
2631] 26/Şuarâ, 185, 186
- 686 -
KUR’AN KAVRAMLARI
doğrulardansan, o halde üzerimize gökten parçalar düşür!“2632 diyerek Şuayb’a (a.s.) meydan okudular. Şuayb (a.s.) onlara şöyle cevap verdi: “Rabbim, yaptığınızı daha iyi bilir.“2633 Yüce Allah da, onlara verilen azâbı, şöyle haber veriyor: “Onu yalanladılar. Nihâyet o gölge gününün azâbı, kendilerini yakaladı. Gerçekten o, büyük bir günün azâbı idi. Muhakkak ki, bunda bir ibret vardır. Ama yine çokları inanmazlar“ 2634
Âyette söz konusu olan “gölge gününün azâbı“ hakkında, müfessirler şöyle bir açıklamada bulunuyorlar: Eykeliler azap isteyince, güneş yedi gün müthiş bir sıcaklık yaydı. O sırada gökyüzünde bir bulut belirdi ve serin bir rüzgâr esti. Eyke’liler bulutun gölgesinde toplandılar. Birden o buluttan bir ateş indi ve Eyke halkı yeryüzünden silindi. 2635
Medyen ve Eyke halkı Hz. Şuayb’ı dinlemediler ve bunun neticesinde, yukarıda sunulan âyetlerde ifâde edildiği gibi helâk oldular. Allah’ı dinlememenin, peygambere uymamanın ve yanlış yollara sapmanın cezâsını buldular. Şuayb (a.s.), kendisine uyanlarla birlikte Mekke’ye gidip yerleşti.
Orta boylu, buğday benizli biri olan Şuayb (a.s.), hayatının sonuna doğru gözlerini kaybetmişti, âmâ olarak yaşıyordu. Mekke’de vefât etti. Türbesinin, Kâbe’nin batısında, Darünnedve ile Benû Semh kapısının arasında olduğu rivâyet edilir. 2636
Yukarıda iktibas edilen metinde ifâde edildiği şekilde, bazıları Eyke’nin ayrı bir kavim olduğunu belirtirler. Ama biz Eyke ile Medyen’in aynı kavim olduğu kanaatini taşıyoruz. Kur’an’da ashâbu’l-Eyke2637 diye bahsi geçen “ağaçlı vâdilerin sâkinleri“nden kasıt, peygamberleri Hz. Şuayb’ın uyarılarına aldırmayan ve bu yüzden de, bir yer sarsıntısı ve/veya volkanik püskürtü sonucu yok olup giden Medyen halkıdır. Kur’ân-ı Kerim’de Eyke kelimesinin geçtiği dört âyette de2638 “ashâbu’l-Eyke“ diye bahsedilip “kavm“ kelimesiyle bahsedilmemesi, buranın Medyen’deki en önemli yerleşim yeri/şehir olduğunu düşündürmektedir. Eyke: sık ormanlık, ağaçlı vâdi demektir. Şuayb (a.s.) ve kavminin oturduğu ülke, ormanlık olduğu için, buradakilere ashâbu’l-Eyke (Eyke halkı) denilmiştir.
Ağaçları sık ve birbirine örülmüş koruluk ve orman demek olan Eyke, Şuayb Peygamber’in kavmi Medyenlilerin yurdudur. Tebuk’un kuzeyinde, Ürdün nehrinin doğu yakasında bir yer olup Leyke diye de isimlendirilmiştir. Bir görüşe göre, Eyke yerleşim merkezinin adı, Leyke ise genel olarak bu bölgenin adıdır.
Şuayb’ın (a.s.) Kavmi Medyen
Medyen, Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Şuayb’ın (a.s.) kavmini tevhide dâvet ettiği yer olarak adı geçen ülkedir. Kur’ân-ı Kerim’de Medyen kelimesi on kere geçer. Yüce Allah Medyen halkına kardeşleri Şuayb’ı gönderdiği2639, Hz. Şuayb onlara
2632] 26/Şuarâ, 187
2633] 26/Şuarâ, 188
2634] 26/Şuarâ, 189, 190
2635] el-Beydavî, Envâru’t-Tenzîl, Mısır 1955, II, 84
2636] et-Taberî, Tarih, Mısır 1326, I, 167; İbn Kuteybe, Kitabü’l-Maârif, Beyrut 1970, s. 19; İbn Asâkir, Tarih, Beyrut, 1979, VI, 322; Nureddin Turgay, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 53-55
2637] 15/Hıcr, 78
2638] 15/Hıcr, 78; 26/Şuarâ, 176; 38/Sâd, 13; 50/Kaf, 14
2639] 7/A’râf, 85; 11/Hûd, 84; 29/Ankebût, 36
ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ
- 687 -
Allah’a kulluk etmeleri, âhirete inanmaları ve bozgunculuk yapmamaları2640, ölçüye-tartıya dikkat etmeleri, inananları yoldan çıkarmamaları, helâl kâra kanaat etmelerini bildirdi. Kavminin ileri gelenleri ona, daha önce yumuşak huylu ve akıllı bir insan iken kendilerini niçin babalarının taptığı şeylerden vazgeçirmeye çalışıp mallarını diledikleri gibi tasarruftan alıkoymak istediğini sordular. Hz. Şuayb, kendisinin Rabbi tarafından görevlendirildiğini, onlara yasakladığı şeyleri, kendisinin de yapmadığını, böylelikle onların hallerini düzeltmeye çalıştığını ifade etti. Medyen halkı, bu söylediklerini anlayamadıklarını ileri sürüp küçümser sözler sarfederek onu tehdit ettiler, onun kendilerinden bir üstünlüğü bulunmadığını ileri sürdüler. Hz. Şuayb onlara; “Allah’tan daha mı üstünsünüz ki onu unuttunuz“ deyip onları Rabbine havâle etti ve başlarına gelecek felâketi beklemelerini de ilâve etti. Bunun üzerine onu ve inananları ya şehri terketmeleri veya dinlerine dönmeleri yolunda uyardılar. İnananlar bunlara kulak asmadılar. “Rabbimiz gerçeği açığa çıkarır“ diye beklediler. İnanmayanlar, onlara eğer Şuayb’e uyarlarsa ziyana uğrayacaklarını söylediklerinde o korkunç ses ve sarsıntı geldi. Medyenliler sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular, diz üstü çökekaldılar. Hz. Şuayb ve inananlar Yüce Allah’ın rahmetiyle kurtuldular2641 Hz. Şuayb, “Ey kavmim, dedi; ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim.“2642
Hz. Şuayb, onları Nuh, Sâlih ve Lût kavimlerinin başına gelenlerle uyardıysa da Medyen halkı dinlemedi.2643 Peygamberleri açık deliller getirdiği halde Âd ve Semûd kavimleri, Nuh, İbrahim ve Lût kavimlerinin başına gelenler Medyen halkını da yakalamış, şehirleri başları üstünde ters dönmüştü.2644 Yüce Allah’ın Âd ve Semûd’u nasıl helâk ettiği, vaktiyle oturdukları yerlerden bellidir. Karun, Firavun ve Hâmân da helâk edilmiştir; Medyen halkı da. 2645
Medyen halkını ve diğerlerini helâk eden korkunç ses, onları ansızın yakalamıştı. Çekişip duruyorlardı. Sur da gâfilleri öyle yakalayacak ve o zaman peygamberlerin doğru söylediği son bir kere ortaya çıkacak. O da sadece korkunç bir sesten ibâret olacaktır. 2646
Hz. Mûsâ (a.s.), Medyen’de yıllarca kalmıştı. O, Firavun ve çevresinin zulmünden Yüce Allah’a ilticâ edip Medyen’e yöneldi. Medyen suyu başında hayvan sulama sırasına girememiş iki kızın hayvanlarını sulayıverdi. Babaları o zaman ihtiyarlamış olan bu iki kızdan biriyle evlenip burada sekiz yıldan az olmayan uzun bir süre kaldı.2647 Bu kızların babasının Hz. Şuayb olduğu kanaati vardır.
Dokuz hadis kitabında Medyen ismi geçmez. Hz. Şuayb, “Hatîbu’l Enbiyâ“ diye bilinir. Medyenliler ticaretle meşguldüler. Hz. Şuayb’in ikazı bu yönden de dikkate alınmalıdır. Bu halk yahûdi ve hristiyanların kutsal kitaplarında “Mudyâniler“ (midianites) diye geçer. Bu ad, kuzey batı Arabistan’da Akabe körfezinin doğu
2640] 29/Ankebût, 36
2641] 7/A’râf, 85, 93; 11/Hûd, 84-95
2642] 7/A’râf, 93
2643] 11/Hûd, 89
2644] 9/Tevbe, 70; 22/Hacc, 42
2645] 29/Ankebût, 36, 40
2646] 36/Yâsin, 48-54
2647] 28/Kasas, 22-30
- 688 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kıyılarına uzanan alan içerisinde yer alan bu çöl şehri sâkinlerine Hz. İbrahim’in Keturah’dan2648 olma oğlu Midian’dan geldiği söylenir. Hz. Yusuf’u Gilead’dan Mısır’a giderken alıp götüren Midyâni tüccarlardır2649 Hz. Şuayb için yahûdi ve hristiyan kutsal kitaplarında Hz. Mûsâ’nın kayınpederi olarak Yetro (Jethro, Revel) diye bahsedilir. 2650
Kur’ân-ı Kerim’de Şuayb (a.s.) ve Medyen Kavmi
Allah (c.c.) Şuayb’ın (a.s.) ismini, Kur’an’da toplam on bir yerde zirketmiştir: 7/A’râf, 85, 88, 90, 92, 92; 11/Hûd, 84, 87, 90, 95; 26/Şuarâ, 177; 29/Ankebût, 36. Şuayb (a.s.) ile kavmi arasındaki tevhid mücâdelesi, Kur’ân-ı Kerim’in 7/A’râf, 11/Hûd, 26/Şuarâ ve 29/Ankebût sûrelerinde gündeme gelir. Şuayb (a.s.)’ın kavmi Medyen ismi de Kur’ân-ı Kerim’de toplam 10 yerde zikredilir. Kavmin diğer adı olan Eyke ise toplam 4 yerde kullanılır.
“Medyen (oğullarına) da kardeşleri Şuayb’ı (peygamber olarak gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a ibâdet/kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir: Artık ölçüyü tartıyı tam yapın. İnsanların eşyalarını eksik vermeyin. Islah edildikten sonra yeryüzünde ifsâd/bozgunculuk yapmayın. Eğer inananlardan iseniz bunlar sizin için daha hayırlıdır. 2651
İman edenleri tehdit ederek Allah yolundan alıkoymak için ve o yolda çarpıklık arayarak öyle her yolun (başını) kesip oturmayın. Düşünün ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı. Bakın ki, fesatçıların/bozguncuların sonu nasıl olmuştur! 2652
Eğer içinizden bir grup benimle gönderilene iman eder, bir grup da inanmazsa, Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. O hâkimlerin en hayırlısı/iyisidir.’ 2653
Kavminden müstekbir mele’ (ileri gelen kibirliler/büyüklük taslayanlar) dediler ki: ‘Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız, yahut dinimize döneceksiniz.’ (Şuayb) dedi ki: ‘İstemesek de mi (bizi yurdumuzdan çıkaracak veya dinimizden döndüreceksiniz)?! 2654
(Andolsun ki,) Allah bizi ondan (kâfirlikten) kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek, Allah’a karşı iftirâ emiş oluruz. Rabbimiz Allah’ın dilemesi hali müstesnâ, geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a tevekkül eder/dayanırız. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adâletle hükmet (kimin haklı, kimin haksız olduğunu adâletle açığa çıkar). Çünkü Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.’ 2655
Kavminden mele’ (ileri gelen) kâfirler dediler ki: ‘Eğer Şuayb’e uyarsanız o takdirde siz mutlaka ziyana uğrarsınız.’ 2656
Derken o şiddetli deprem onları yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü donakaldılar (diz
2648] Tekvin 25: 1
2649] Tekvin, 37: 25-28, 36
2650] Çıkış 2: 15, 3: 1; Günay Tümer, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 104-105
2651] 7/85
2652] 7/86
2653] 7/87
2654] 7/88
2655] 7/89
2656] 7/90
ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ
- 689 -
üstü çökerek helâk oldular). 2657
Şuayb’i yalanlayanlar sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Asıl ziyana uğrayanlar Şuayb’i yalanlayanların kendileridir. 2658
(Şuayb) Onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: ‘Ey kavmim! Ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!“ 2659
“Onlara, kendilerinden öncekilerin; Nuh, Ad, Semud kavminin, İbrahim kavminin, Medyen ahalisinin ve yerle bir olan şehirlerin haberi gelmedi mi? Onlara resulleri apaçık deliller getirmişlerdi. Demek ki Allah, onlara zulmediyor değildi, ama onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.“ 2660
“Medyen (halkına da) kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah’a ibâdet edin, O’ndan başka ilâhınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın; gerçekten sizi bir bolluk ve refah (hayır) içinde görüyorum. Doğrusu sizi çepeçevre kuşatacak olan bir günün azâbından korkuyorum. 2661
Ve ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapın; insanlara eşyalarını eksik vermeyin; yeryüzünde bozguncular olarak dolaşmayın. 2662
Eğer mü’min iseniz Allah’ın (helâlinden) bıraktığı (kâr) sizin için daha hayırlıdır. Ben üzerinize bir bekçi değilim.’ 2663
Dediler ki: ‘Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını (putları), yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmayı terketmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın!’ 2664
Dedi ki: ‘Ey kavmim! Eğer benim, Rabbim tarafından (verilmiş) apaçık bir delilim varsa ve O bana tarafından güzel bir rızık vermişse buna ne dersiniz? Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam ancak Allah’ın yardımı iledir. Yalnız O’na dayandım ve yalnız O’na döneceğim. 2665
Ey kavmim! Sakın bana karşı düşmanlığınız, Nuh kavminin veya Hûd kavminin, yahut Sâlih kavminin başlarına gelenler gibi size de bir musibet getirmesin! Lût kavmi de sizden uzak değildir. 2666
Rabbinizden bağışlanma dileyin; sonra O’na tevbe edin. Muhakkak ki Rabbim çok merhametlidir, (mü’minleri) çok sever.’ 2667
Dediler ki:’ Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve içimizde seni cidden zayıf (âciz) görüyoruz! Eğer kabilen olmasa, seni mutlaka taşlayarak öldürürüz. Sen bizden
2657] 7/91
2658] 7/92
2659] 7/A’râf, 85-93
2660] 9/Tevbe, 70
2661] 11/84
2662] 11/85
2663] 11/86
2664] 11/87
2665] 11/88
2666] 11/89
2667] 11/90
- 690 -
KUR’AN KAVRAMLARI
üstün değilsin.’ 2668
(Şuayb:) ‘Ey kavmim dedi, size göre benim kabilem Allah’tan daha mı güçlü ve değerli ki, onu (Allah’ın emirlerini) arkanıza atıp unuttunuz. Şüphesiz ki Rabbim yapmakta olduklarınızı çepeçevre kuşatıcıdır. 2669
Ey kavmim! Elinizden geleni yapın! Ben de yapacağım! Kendisini rezil edecek azâbın geleceği şahsın ve yalancının kim olduğunu yakında öğreneceksiniz! Bekleyin! Ben de sizinle beraber beklemekteyim.’ 2670
Emrimiz gelince, Şuayb’ı ve onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık; zulmedenleri ise korkunç bir gürültü yakaladı da yurtlarında diz üstü çökekaldılar. 2671
Sanki orada hiç refah içinde yaşamamışlar gibi. Haberiniz olsun; Semud (halkına) nasıl bir uzaklık verildiyse Medyen (halkına da Allah’ın rahmetinden öyle) bir uzaklık (verildi).“ 2672
“Eyke halkı da gerçekten zâlim idiler. 2673
Biz onlardan da intikam aldık. İkisi de (Eyke ve Hicr) açık bir yol üzerindedir.“ 2674
“Hani kız kardeşin gezinip; ‘Onu(n bakımını) üstlenecek birini size haber vereyim mi?’ demekteydi. Böylece, seni annene geri çevirmiş olduk ki, gözü aydın olsun ve hüzne kapılmasın. Sen bir insan öldürmüştün de, biz seni tasadan kurtarmış ve seni esaslı bir denemeden geçirip sınamıştık. Medyen halkı arasında da yıllarca kalmıştın, sonra bir kader üzerine (buraya) geldin ey Mûsâ.“ 2675
“Medyen halkı da (peygamberlerini yalanlamıştı). Mûsâ da yalanlanmıştı. Böylelikle Ben, o inkâr edenlere bir süre tanıdım, sonra onları yakalayıverdim. Nasılmış Benim (her şeyi alt üst edip kökten değiştiren) inkılâbım.?“ 2676
“Âd’ı, Semûd’u, Ress halkını ve bunlar arasında daha birçok nesilleri de (inkârcılıklarından ötürü helâk ettik).“ 2677
“Eyke halkı da peygamberleri yalancılıkla suçladı. 2678
Şuayb onlara şöyle demişti: ‘(Allah’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? 2679
Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim 2680
Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. 2681
2668] 11/91
2669] 11/92
2670] 11/93
2671] 11/94
2672] 11/Hûd, 84-95
2673] 15/78
2674] 15/Hıcr, 78-79
2675] 20/Tâhâ, 40
2676] 22/Hacc, 44
2677] 25/Furkan, 38
2678] 26/176
2679] 26/177
2680] 26/178
2681] 26/179
ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ
- 691 -
Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir. 2682
Ölçüyü tastamam yapın, (insanların hakkını) eksik verenlerden olmayın. 2683
Doğru terazi ile tartın. 2684
İnsanların hakkı olan şeyleri kısmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. 2685
Sizi ve önceki nesilleri yaratan (Allah) dan korkun.’ 2686
Onlar şöyle dediler: ‘Sen, olsa olsa iyice büyülenmiş birisin! 2687
Sen de, ancak bizim gibi bir beşersin. Bil ki biz seni ancak yalancılardan biri sayıyoruz. 2688
Şâyet doğru sözlülerden isen, üstümüze gökten azap yağdır!’ 2689
Şuayb: ‘Rabbim yaptıklarınızı en iyi bilendir’ dedi. 2690
Velhâsıl onu yalancı saydılar da, kendilerini o gölge gününün azâbı yakalayıverdi. Gerçekten o, muazzam bir günün azâbı idi! 2691
Doğrusu bunda büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler. 2692
Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak galip ve engin merhamet sahibidir.“ 2693
“Medyen’e doğru yöneldiğinde de: ‘Umarım Rabbim, beni doğru bir yola yöneltip iletir’ dedi. 2694
Medyen suyuna vardığı zaman, su almakta olan bir insan topluluğu buldu. Onların gerisinde (hayvanları su başına götürmekten çekinen) iki kadın buldu. Dedi ki: ‘Bu durumunuz ne?’ ‘Çobanlar sürülerini sulamadıkça, biz sürülerimizi sulayamayız; babamız, yaşı ilerlemiş bir ihtiyardır’ dediler.“ 2695
“Ancak Biz birçok nesiller inşa ettik de onların üzerinde (nice) ömür(ler) uzayıp geçti. Ve sen Medyen halkı içinde yaşayıp da âyetlerimizi onlardan okuyarak öğrenmiş değilsin. Ancak (bu bilgileri sana) gönderen Biziz.“2696
“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Böylece dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah’a kulluk edin ve ahiret gününü umud edin ve yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık
2682] 26/180
2683] 26/181
2684] 26/182
2685] 26/183
2686] 26/184
2687] 26/185
2688] 26/186
2689] 26/187
2690] 26/188
2691] 26/189
2692] 26/190
2693] 26/Şuarâ, 176- 191
2694] 28/22
2695] 28/Kasas, 22-23
2696] 28/Kasas, 45
- 692 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çıkarmayın.’2697
Fakat onu yalancılıkla itham ettiler. Derken, kendilerini bir sarsıntı yakalayıverdi ve yurtlarında diz üstü çöke kaldılar. 2698
Âd ve Semûd’u da (helâk ettik). Sizin için, (onların başına nelerin geldiği) oturdukları yerlerden apaçık anlaşılmaktadır. Şeytan onlara yaptıkları işleri güzel gösterip onları doğru yoldan çıkardı. Oysa bakıp görebilecek durumdaydılar. 2699
Karun’u, Firavun’u ve Hâmân’ı da (helâk ettik). Andolsun ki, Mûsâ onlara apaçık deliller getirmişti de onlar yeryüzünde büyüklük taslamışlardı. Hâlbuki (azâbımızı aşıp) geçebilecek değillerdi. 2700
Nitekim onlardan herbirini günahı sebebiyle cezâlandırdık. Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine zulmediyorlardı.“ 2701
“Onlardan önce Nuh kavmi, Res halkı ve Semûd da yalanlamıştı. 2702
Âd ve Firavun ile Lût’un kardeşleri de (yalanladılar). 2703
Eyke halkı ve Tübba’ kavmi de. Bütün bunlar peygamberleri yalanladılar da tehdidim gerçekleşti!“ 2704
“İnsanlardan alırken ölçüp tarttıklarında tam, onlara vermek (satmak) için ölçüp tarttıklarında ise noksan yapan hilekârlara yazıklar olsun!“ 2705
Ölçü-Tartı ve Hile
Sıvılar ve taneli bitkiler gibi bir hacim ölçülü veya belirli bir kapla ölçülerek alınıp satılan şeylere ölçü ile satılan (mekîlât)lar denir. Zeytin yağı, gaz, arpa, mısır gibi. Günümüzde sıvı maddeler “litre“ ile; katı fakat içine konulduğu kabın şeklini alabilen maddeler de “hacmi belirli bir ölçekle“ alınıp satılmaktadır.
Ağırlık ölçüleri ile alınıp satılan şeylere de “tartı ile satılanlar (mevzûn)“ denir. Ağırlık ölçü birimleri dirhem, dinar ve miskal gibi İslâm hukukunda ölçü alınan birimlerdir. Günümüzde bunların yerine gram, kilogram ve ton gibi ağırlık (vezn) ölçüsü birimleri kullanılmaktadır. Demir, kömür, çimento, şeker gibi şeyler tartı ile alınıp satılmaktadır.
Bazı malların ölçü veya tartıyla satılması onları standart hale getirmektedir. Bu; özellikle fâiz yasağında etkisini gösterir…
Bir toplumda sosyal adâletin sağlanabilmesi, karşılıklı hakların korunabilmesi için her şeyden önce ölçü ve tartının doğru ve düzgün olması gerekir. Bunu
2697] 29/36
2698] 29/37
2699] 29/38
2700] 29/39
2701] 29/Ankebût, 36-40
2702] 50/12
2703] 50/13
2704] 50/Kaf, 12-14
2705] 83/Mutaffifîn, 1-3
ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ
- 693 -
temin etmek için iki şart vardır. Biri bizzat ölçeği tam yapmak; eksik, fazla veya yanlış âlet/araç kullanmamaktır. İkincisi de, tam ve doğru alıp tartmaktır. Ölçme ve tartmanın doğru olması, bir hak, adâlet anlayışı, din ve vicdan meselesidir. Ölçüyü, ölçeği ve tartıyı doğrultacak olanlar bunlardır. Vicdanlardan hak ve adâlet fikrini kaldırdığınız zaman, içlerinde Allah korkusu olmayan insanlar, doğru âletle ölçerken bile yanlışlık yapmaktan çekinmezler. İnsanlar başkalarının haklarını kendi haklarıyla bir tutarak ölçü ve tartıda doğru ve dürüst olma duygusundan yoksun oldukları sürece; alırken fazla, verirken eksik yapmaktan kurtulmaları mümkün değildir. Bunun için önce vicdanları düzeltmek, sonra da ölçü ve tartı âletlerini ıslah etmek gerekir. Bu da vicdanlara Allah korkusu ve âhiret inancını yerleştirmekle olur. Ölçü ve tartıda hile yapmak, doğru dürüst hareket etmemek büyük günahtır.
Kur’ân-ı Kerim’de ticaret erbâbı, ölçü ve tartıda eksiklik yapmamaları için şöyle uyarılır: “Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline! Onlar, insanlardan ölçüp alırken eksiksiz alırlar. Kendileri onlara ölçerek veya tartarak sattıkları zaman eksik verirler.“2706
Ölçü ve tartının doğru olması, alış-verişe hilenin karıştırılmaması gerekir. İslâm dini, insanları ahlâka, fazîlete ve muâmelelerinde dürüstlüğe çağırır. Müslümanın en dikkate değer özelliği, dürüst oluşudur. Alış-verişlerde hîleden maksat; bir kimseyi söz, fiil ve davranışlarıyla etkileyerek satım akdinin onun yararına olduğunu telkîn etmek ve onu piyasa fiyatının dışında bir satış bedeline râzı etmektir. Âyet-i Kerîme'de şöyle buyrulur: “Veyl (Azap, yazıklar) olsun ölçüde tartıda noksanlık edenlere ki, onlar insanlardan ölçüp (haklarını) aldıkları zaman tam olarak alırlar. Fakat insanlara (verilmek üzere) ölçtükleri veya onlara tarttıkları zaman eksiltirler.“2707 2708
Hz. Muhammed (s.a.s.) Peygamber olduğu zaman Hicaz'da Araplar ticâretle uğraşıyordu. Peygamber (s.a.s.) vahiy gereği olarak düzenleyici bazı hükümler getirerek dürüst bir piyasanın teşekkülünü sağladı. Ebû Hüreyre’den rivâyet edildiğine göre, Hz. Peygamber bir gün pazar yerinden geçerken, elini bir zâhire yığınının içine sokmuş, altının ıslak olduğunu görünce satıcıya sebebini sormuştur. Satıcı yağan yağmurun ıslattığını bildirince, Allah’ın Elçisi şöyle buyurmuştur: “Bu ıslaklığı herkesin görmesi için zâhirenin üzerine çıkarman gerekmez miydi? Bizi aldatan bizden değildir.“2709 Bu hadis, alış-verişte hile yapmanın haram olduğuna delâlet eder. Hile sâbit olunca satılan şeyin veya satış bedelinin geri verilmesi, yalnız gabn-ı fâhiş (aşırı yararlanma) hali varsa gerekli olur. Bu da Hanefî mezhebine göre ancak tarafları aldatması (tağrîr) hâlinde sözkonusu olur. Yani hile ve aldatma yanında, fâhiş gabn hâli de varsa satım akdinin bozulması mümkün ve câiz olur. Satıcı veya dellâlin, alıcıyı yanıltması ve fâhiş bir kârla satım akdini yapmaya râzı etmesi gibi. Hz. Ebû Bekir, halife iken valilerini irşâdında fâhiş gabn nisbetini üçte bir olarak belirlemiştir. Bu duruma göre gabn; bir malın kıymetinden açık, yani göze batan bir şekilde fazla veya eksik bir fiyatla satılmasıdır. Fazlalık veya noksanlık açık olduğu zaman fâhiş gabn meydana gelir.
Hz. Peygamber, dürüst ticâret yapanları şu hadisi ile övmüştür: “Sözü ve
2706] 83/Mutaffifin, 1-3; Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 162-163
2707] 83/Mutaffifîn, 1-3
2708] Ayrıca bk. 6/En'âm, 152; 17/İsrâ, 35; 28/Şuarâ, 181-183
2709] Müslim, İman 164; Ebû Dâvud, Büyû’ 50
- 694 -
KUR’AN KAVRAMLARI
muâmelesi doğru tüccâr, kıyâmet gününde arşın gölgesi altındadır.“2710 Ayrıca müşteri aldığı bir malı herhangi bir sebeple geri vermek isteyebilir. Hanefî fakîhlerine göre hem müşteri ve hem satıcı aldıkları malı geri verme veya geri alma hakkına sahiptirler. Ancak böyle bir geri dönüşte ilk alınan bedel aynen geri verilir. Yoksa yeni bir fiyat ile verilemez. O zaman yeni bir alış-veriş olur. Bu durumda iki taraf da zarara sokulmamalıdır. Alıcı malı geri vermek istediğinde satıcı bu mal karşılığı almış olduğu parayı tüketmiş ise, bu durum satışın bozulmasına engel değildir. Fakat satılan mal kısmen veya tamamen helâk olmuşsa böyle bir durumda satıştan geri dönülmez. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.): “Satışı bozmak isteyen mü’mine kolaylık gösteren kimseyi, Allah (c.c.) sürçüp düşmekten korur“2711 buyurmaktadır. 2712
Tefecilik, fâiz, kumar, rüşvet, gasb, çalma, hıyânet gibi hileli kazanç yollarının hepsi bâtıldır. Bu çeşit yollarla para kazanmak haramdır. Yalnız, kişinin çalışması, karşılıklı rızâya dayanan helâl malların ticâreti, hibe ve miras yoluyla elde ettiği mal helâldir. Ticâretin meşrûluğu, karşılıklı rızâya bağlıdır. Aldatma bulunan ve aldatmanın farkına varıldığı zaman, taraflardan birinin râzı olmayacağı ticâret meşrû değildir. Hz. Peygamber (s.a.s.), “...Aldatan kimse bizden değildir!“2713 buyurmuştur.
Ticârî Muâmelelerdeki Haramlar ve Haram Kazanç Yolları
a- Haram Olan Şeyleri Satmak: “Allah ve Rasûlü şarap, boğazlanmamış hayvan (meyte), domuz ve put satışını haram kılmıştır.“2714 “Allah bir şeyi haram kılınca onun bedelini de haram kılar.“2715 İçki, zina ve kumar gibi haram yollardan kazanç da haramdır: “İçki içilmesini yasaklayan Allah, içkinin alım ve satımını da haram kılmıştır.“2716; “Çirkin eylem ve sözlerin mü’minlerin arasında yayılmasını arzu edenler (yok mu?) Onlara dünyada da âhirette de pek acıklı bir azab vardır.“2717; “Kazancın en şerlisi zinâ bedelidir.“ 2718
b- Bir Yanı Meçhul Satış: Fıkıh ve hadis kitaplarının “cehâlet ve ğarar“ diye ifade ettikleri şey, akdin unsurlarından biri meçhul kalan, yahut gerçekleşmesi şüpheli bulunan satıştır. Eğer bu bilinmezlik, arada anlaşmazlık çıktığı takdirde çözüm ve icrâyı imkânsız kılacak ölçüde ise satım akdi fâsiddir. “Sürüden bir koyunu, başakları olgunlaşmadan buğdayı veya arpayı, denizdeki balığı...“ satmak buna örnektir. Peygamberimiz (s.a.s.) anlaşmazlık çıkmasın, bir taraf zarara uğramasın diye bu nevi satışları yasaklamıştır. 2719
c- Narh Koymak: İslâm prensip olarak piyasaya müdâhale etmez; arz ve talep gibi tabiî ve iktisâdî kurallar içinde pazarı serbest bırakır. Nitekim Peygamberimiz’in zamanında fiyatlar yükselmiş, narh koyarak fiyatları sınırlaması için kendisine başvurmuşlardı; şöyle buyurdu: “Fiyatı ayarlayan, bolluk, darlık
2710] İbn Mâce, Ticâret 1
2711] Ebû Dâvud, Büyû’ 54
2712] Hamdi Döndüren, Akif Köten, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 103-108
2713] Müslim, İman 164; Tirmizî, Büyû' 74; İbn Mâce, Ticârât 36
2714] Buhârî, Meğâzî 51, Büyû’ 105; Müslim, Büyû’ 93
2715] Ebû Dâvud, Büyû’ 38, 63, 64
2716] Müslim, hadis no: 930
2717] 24/Nûr, 19
2718] Müslim; S. Müslim ve Ter. M. Sofuoğlu, 5/87
2719] Müslim, Büyû’ 43; Ebû Dâvud, Büyû’ 24
ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ
- 695 -
ve rızık veren Allah’tır. Şüphesiz ben, -hiçbir kimsenin, benden talep edeceği mal ve can hususundaki bir haksızlığım olmadan- Allah’a kavuşmak emelindeyim.“2720 Ancak, fertler bu hürriyeti toplumun zararına olacak şekilde kötüye kullanırlar, ihtikâr (karaborsa), stokçuluk, lüks tüketimi körüklemek gibi yollara saparlarsa müdâhale ve sınırlama zarûrî olarak câiz görülmüştür.
d- Fiyatlarla Oynamak: İslâm’da mukavele ve piyasa hürriyeti esas olmakla beraber, hürriyetin mutlak olmadığına, toplumun menfaati ile sınırlı bulunduğuna işaret etmiştik. Fiyatların yapay olarak artmasına sebep olanlar hakkında Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Pahalılığı arttırmak için müslümanların fiyatlarına müdâhale eden kimseyi, kıyâmet gününde büyük bir ateşe oturtmayı Allah üzerine almıştır.“2721 Üretimin az, tüketimin fazla olması gibi tabiî etkenler dışında fiyatların artması bazı müdâhalelerle olmaktadır; bunlardan birkaçını örnek olarak zikredelim:
İhtikâr/Karaborsacılık: İhtikâr, bir malı (fiyatı artınca satmak üzere) piyasadan çekmek, stok etmek veya piyasaya sürmemektir. “Pazara mal getiren merzuk (rızık verilmiş), ihtikâr yapan mel’undur (lânetlenmiştir).“2722; “Fiyatını arttırmak gâyesiyle kırk gün ihtikâr eden kimse, Allah’tan uzaklaşır; Allah da ondan uzaklaşır.“ 2723
Kabz-ı mallık ve Komisyonculukla Yapay Olarak Piyasaya Müdâhale: Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), şehirdeki satıcının, köylü malını, pazara gelmeden teslim alarak azar azar pahalı satmasını yasaklamıştır.2724 Bu mânâdaki birçok hadisin müşterek hedefi şudur: “Üretici malı doğrudan doğruya pazara arzedecek, araya başkaları girerek fiyatın sun’î (yapay) bir şekilde artmasına sebep olmayacaktır. Maksat bu olduğuna göre fiyat artışına sebep olmayan hizmetler, yardımlar, aracılıklar, pazarlama ve dağıtım işleri yasak değildir. Üreticinin malını tüketiciye arzeden, satıcıya müşteri bulan ve bunun için de belirli bir ücret veya yüzde alan hizmetler meşrûdur.
Menkul kıymetlerin fiyatlarını sun’î/yapay olarak artırmak veya düşürmek için başvurulan hileler, spekülatif faâliyetler de fiyatlarda oynamaktır ve câiz değildir.
e- Hileli Arttırma: Peygamberimiz’in men ettiği “necş“2725 şöyle açıklanmıştır: Malı almak niyeti olmadığı halde üçüncü şahısları aldatmak için değerinden fazla fiyat vermek. Açık ve kapalı arttırma veya eksiltmelerde yapılan hile ve muvâzaalar (danışıklı pazarlıklar) da bu hadisin hükmüne dâhildir.
f- Hile ve Aldatma: Peygamberimiz bir gün pazarı dolaşırken tahıl satan birisinin yanına gelmiş, elini daldırmış, altının ıslak olduğunu görerek sormuştu: “Bu (ıslaklık) nedir?“ ‘Yağmur ıslatmıştı!’ “Halkın görebilmesi için ıslak olanı üste getirseydin ya? Bizi aldatan bizden değildir.“2726 Hadisin son cümlesi hile konusunda bir düstur mâhiyetindedir. Reklâm, malı tanıtma sınırını geçer, işe yalan ve abartma
2720] Tirmizî, Büyû’ 73; Ebû Dâvud, Büyû’ 49
2721] Ahmed bin Hanbel, 5/27, 50
2722] İbn Mâce, Ticâret 6
2723] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2896
2724] Buhârî, Büyû’ 58, 64, 68, 71; Müslim, Büyû’ 11, 12, 18, 19, 20-22
2725] Buhârî, Büyû’ 60; Müslim, Büyû’ 13
2726] Müslim, İman 164; Ebû Dâvud, Büyû’ 50
- 696 -
KUR’AN KAVRAMLARI
karışırsa hile ve aldatma gerçekleşmiş olur. (Şimdiki reklamların hemen hepsi helâl olan tanıtım sınırını aşmakta ve kazancı haram edecek aldatma ve yalan alanına girmektedir.)
g- Yemin: Peygamberimiz tüccarı, genel olarak çok yeminden ve özel olarak da yalan yere yeminden men etmiştir: “Yemin, malı harcama (elden çıkarma), bereketi mahvetme sebebidir.“ 2727
h- Eksik Ölçmek ve Tartmak: Ölçme ve tartma konusunda elden geldiği kadar dürüst davranmak, hile yapmamak, eksik ölçü ve tartı ile satış yapmamak Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetine konu teşkil etmiştir.2728 İstatistik, anket ve sayım hileleri de eksik ölçme ve tartma kavramına girer. “Ölçekte ve tartıda hile yapanların vay haline...“2729; “Kim bize hile yapar (karıştırılmış mallarla bizi) aldatırsa, bizim yaşayışımız üzerinde yaşayanlardan değildir.“ 2730
i- Çalınan ve Gasbedilen Şeyi Satın Almak: Çalınan veya haksızlıkla sahibinden alınan bir şeyi bilerek satın almak bu haksız fiile yardımdır. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kim, bildiği halde hırsızlık eşyayı satın alırsa onun günahına ve şerefsizliğine katılmış olur.“ 2731
i- Fâiz: “Fâiz yiyen kimseler (kabirlerinden), tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali, 'alış veriş (ticâret) de fâiz gibidir' demelerindendir. Oysa ki Allah, ticâreti helâl, fâizi haram kılmıştır...“2732 İslâm, bütün çeşitleri ve miktarlarıyla fâizi yasaklamış, haram kılmıştır. İçkinin günahı, nasıl yalnızca içenin üzerinde kalmıyorsa, fâizin vebali de sadece onu yiyene âit değildir. Fâizi ödeyen, mukaveleyi yazan ve şâhidlik edenler de günaha girmektedir. Hadiste “Allah Teâlâ’nın fâiz yiyeni, yedireni, şâhidlerini ve yazanı lânetlediği“2733 ifade edilmiştir.
Fâiz yasağının sebep ve hikmetleri, şu maddelerle özetlenebilir:
1- Fâizli kredi kullananlar fâizi de maliyete ekledikleri için bu fazlalık sonunda tüketiciden (sermayesi olmayan, emekçi, zanaatkâr vb. dar gelirli ve fukarânın cebinden) çıkmaktadır. Böylece zengin daha zengin, fakir ise daha fakir hale gelmektedir.
2- Fâizli kapitalist sistemlerde zengin-fakir arasındaki refah farkı gittikçe büyüyeceği için bunun sonucu sosyal bunalımlar, anarşi ve fesât toplumu kasıp kavuracaktır.
3- Fâizsiz kredi insanları birbirine yaklaştırırken, fâiz uzaklaştırmakta, düşmanlık doğurmaktadır.
4- Fâizcilik, paradan para kazanan, rantiyeci, hortumcu, toplum içinde fâiz yiyip yatan, işsiz güçsüz ömür tüketen, topluma hizmetten uzak yaşayan bir sınıfın doğmasına sebep olmaktadır.
2727] Buhârî, Büyû’ 26; Müslim, İman 117, Müsâkat 131
2728] 6/En’âm, 152; 17/İsrâ, 35; 26/Şuarâ, 181-183; 83/1-6
2729] 83/Mutaffifîn, 1-6
2730] Riyâzu’s Sâlihîn Terc. 3/160
2731] Beyhakî, Sünenu’l-Kübra, V/336
2732] 2/Bakara, 275
2733] Buhârî, Büyû’ 24, 113; Ebû Dâvud, Büyû’ 4; Tirmizî, Büyû’ 2
ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ
- 697 -
5- Fâizli kredi ile çalışan kimse gece gündüz çalışıp didinirken riziko içindedir; fâizci ise hem emeksiz hem de endişesizdir. Bu durum, kişilerin adâlet duygusunu zedelemekte, ahlâka ve toplum dayanışmasına ters düşmektedir.
k- Sigorta Şirketi: insanoğlunun mutluluğu üzerinde güvenlik duygusunun büyük payı vardır. Malı, canı, değerleri üzerinde kaygısı ve korkusu olan kimse huzurlu ve mutlu olamaz. Hiçbir tedbir almadan Allah’a tevekkül, bazı havâssın hali ve kârı olabilir; ancak Rasûl’ün ümmetine tavsiyesi tedbirdir. Sigorta da dünyevî tedbirlerden biridir. Ancak sigorta, insanların istikbal endişesini, kaza ve felâkete uğrama korkusunu istismar ederse İslâm’ın bunu meşrû görmesi düşünülemez. Bilinen üç sigorta çeşidi vardır: Devlet sigortası, üyelik sigortası ve ücretli (özel) sigorta.
Bunlardan birincisi, İslâm’da en kâmil mânâda gerçekleşmiştir. Bütün vatandaşların kazâ, felâket, angarya yüklenme ve yoksulluk karşısında İslâm devletine (beytü’l-mâle) başvurma hakkı vardır. Üyelik sigortası: Meselâ bir iş koluna mensup üyelerin içlerinden birisi kazâ veya felâkete uğradığı, yardıma muhtaç olduğu zaman yardım edilmek üzere periyodik bir meblâğ vermeleriyle gerçekleşir. Bu da meşrûdur, teşvike değer bir sigorta çeşididir. Ücretli (özel) sigortaya gelince; bir sigortacının kazâ, yangın, ölüm ve benzeri durumlarda zararı ödemek, bunlar meydana gelmezse hiçbir şey ödememek, para sigortacıya kalmak üzere bir şahısla ücretli sigorta akdi yapmasıyla vücut bulur. Bu şekil, özellikle sigortacının kazancı açısından İslâmî hükümlere aykırıdır. Ancak, zarûret halinde câiz olabilir. 2734
l- Tahvil: Tahvil, alınıp satılabilen fâizli borç senedi mâhiyetindedir. Tahvili ister devlet çıkarsın, ister özel şahıs ve şirketler çıkarsın, esası fâiz karşılığında borç almaktır. İslâm fâiz alıp vermeyi haram kıldığına göre tahvil alıp satmak, bu yoldan kazanç elde etmek de helâl değildir.
Dövize endeksli tahvil ve döviz karşılığı borç alma: Tahvil alanın parasının değerini de koruyarak gelir sağlamasını mümkün kılmak ve tahvil alım-satımını teşvik etmek için başvurulan yeni bir yol da tahvile yatırılan parayı, daha doğrusu tahvilin nominal değerini, tahvil ihracı sırasında geçerli kura göre dolar ve Euro gibi bir dövize bağlamak ve ana para, Türk lirası olarak iâde edilirken, iâde sırasındaki kura göre tahvil bedelini ödemektir. Dövize endeksli tahvillerde fâiz de ödendiği için bu işlem İslâm hukuku bakımından câiz olmamaktadır.
Borçlanmaların karz-ı hasen (güzel borç, Allah rızâsı dışında karşılık beklemeden borç/ödünç para vermek) şeklinde olmasını Kur’an tavsiye etmektedir.2735 Dövize veya altına bağlı ödünç alıp verme işlemleri de paranın değer kaybını önlemeye, dolayısıyla borç verenin zarara girmesine engel olmaya yönelik tedbirlerdir.
m- Rüşvet: “(Kişi ve toplum haklarını kendi zimmetine geçirmek için) Rüşvet alana, verene ve aracı olana Allah lânet etsin!“ 2736
n- Emeği sömürmek: “İşçiye hakkını, teri kurumadan veriniz.“2737; “Ben kıyâmet
2734] Geniş bilgi için bk. Hayreddin Karaman, İslâm’a Göre Banka ve Sigorta
2735] 2/Bakara, 245; 5/Mâide, 12; 57/Hadîd, 11, 18; 64/Teğâbün, 17; 73/Müzzemmil, 20
2736] Câmiu’s Sağîr, 2/124
2737] İbn Mâce, hadis no: 2443
- 698 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gününde üç kişinin hasmıyım. Bana verdiği sözden cayanın, hür bir kimseyi satıp hakkını yiyenin, bir işçiyi çalıştırıp hakkını tam olarak vermeyenin.“ 2738
o- Hırsızlık, gasp: “Ey iman edenler! Aranızda karşılıklı rızâya dayanan ticâret olması hali müstesna, mallarınızı, bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size merhametlidir. Kim düşmanlık ve haksızlık ile bunu yaparsa (bilsin ki) onu ateşe sokacağız; bu ise Allah'a çok kolaydır.“ 2739
Haram Kazanç Yolları: Aslında helâl olan, fakat içki, kumar, fuhuş ve fâiz parası gibi haram yollarla kazanılmış olan paralarla alınan gıdâ maddelerini yemek de haramdır. Böyle haram parayla elde edilen yiyecekler, farkında olmasak bile beden ve ruh sağlığımız açısından sakıncalı, âhiret gıdâlarına ulaşma açısından engelleyici özelliktedir. Kur’an, helâl ve temiz gıdâlardan yememizi emretmiş, maddî bakımdan temiz olsa da, haram olan gıdâlar, manevî yönden temiz değildir.
Mü’min, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin ihtiyaçlarını karşılamak ve gücü yetiyorsa toplumdaki ihtiyaçları gidermek için Allah’ın meşrû kıldığı, helâl yollardan geçimini temin etmeye çalışacaktır. Geçim zorluğunu bahane ederek haram yollardan para kazanmaya çalışmak, dünyada zulme ve sömürüye sebep olmak, âhirette ilâhî azaba uğramak demektir. Peygamberimiz bu gerçeği şöyle açıklar: “Haramla beslenen vücut (cennete girmez;) ona ancak ateş yaraşır.“ 2740
Haramla beslenen kimse, Allah'tan uzaklaşacağı için, duâsı da Allah tarafından kabul edilmeyecektir. “...Bir kimse ellerini semâya kaldırarak: 'Ya Rabbi, ya Rabbi, diye duâ eder. Hâlbuki, yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, kendisi haramla beslenmiş olursa, duâsı nasıl kabul edilir?“2741 Müslümanın yiyeceğine, içeceğine, giyeceğine ve diğer ihtiyaçlarına dikkat edip, bu konuda haramlardan tüm gücüyle uzak durması gerekmektedir. Helâl lokmanın getireceği nimet de büyük olacaktır: “Kim helâl lokma yer, Sünnet (Şeriat) gereğince amel eder ve insanlar da, onun kötülüklerinden emin olurlarsa, o kişi muhakkak cennete girer.“ 2742
Allah'a hakkıyla kulluk yapan, temiz ve helâl rızıklardan başkasını istemeyip nimetlere şükreden sâlih kullara, Allah dünyada da güzellikler ve zenginlikler verir. Nankörlük edenlerin kendilerine gelmesi için, onları cezalandırır: “Allah, güven (ve) huzur içinde olan bir şehri misal verir ki, o şehrin (halkının) rızkı her taraftan bol bol gelirdi. Fakat, Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler de yapmakta oldukları şeylerden dolayı Allah, onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı. Andolsun ki, onlara kendilerinden peygamber geldi de onu yalanladılar. Onlar (kendilerine) zulmederlerken azap onları hemen yakalayıverdi.“ 2743
İslâm âlimlerine göre kazanç yollarının fazilet sırası şöyledir: 1. Cihad, 2. Ticâret, 3. Ziraat, 4. Zanâat. Bu yollarla kazanç sağlamanın hükmü:
a- Kendine, âilesine ve borçlarını ödemeye yetecek kadar kazanmak farzdır.
2738] İbn Mâce, hadis no: 2442
2739] 4/Nisâ, 29-30
2740] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2787; Keşfu’l Hafâ, hadis no: 2632
2741] Müslim, Zekât, 65; Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'an, 3173; Dârimî, Rikak 2720
2742] Tirmizî, Sıfatu'l Kıyâmet, 2640
2743] 16/Nahl, 112-113
ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ
- 699 -
b- Fakirlere bakmak, akrabaya ikrâm etmek için bundan fazlasını kazanmak müstehaptır.
c- Güzel ve müreffeh bir hayat sürmek için kazanmak mubahtır.
d- Helâl kazanç ile de olsa övünmek, yarışmak, azgınlık ve taşkınlık yapmak için kazanmak mekrûh veya haramdır. 2744
Hadis-i Şeriflerde Ticaretin Övülmesi, Hilenin Yerilmesi
Güvenilir ve doğru tâcirin, kıyâmet gününde şehidlerle beraber bulunacağını2745 söyleyen Hz. Peygamber (s.a.s.), yalanın insanı cehenneme sürükleyeceğini,2746 Allah'ın nasip ettiği rızkı güzel, helâl yoldan aramayı,2747 başkasının satışına engel olmamayı,2748 hayvanların sütlerini memelerinde bekletip satmamayı,2749 gereksiz yere ticârete aracı ve komisyoncuların girmemesini emretmiş2750, vurgunculuğu kesin şekilde yasaklamıştır. 2751
“Doğru, dürüst ve güvenilir tâcir, Peygamberlerle, sıddıklarla ve şehidlerle beraberdir.“ 2752
“Sözü ve muâmelesi doğru tüccâr, kıyâmet gününde arşın gölgesi altındadır.“ 2753
“En güzel ve hoş kazanç o tüccarındır ki; konuştuğunda yalan söylemez, kendisine inanıldığında emniyeti kötüye kullanmaz, vaad ettiğinde vaadinden dönmez, satın aldığında malı kötülemez, sattığında da övmez, borçlandığında vâdesini geçirmez ve alacaklı olduğunda borçluya güçlük çıkarmaz.“ 2754
“Kim hacim ölçüsü ve tartıyla bir yiyecek satın alırsa, ölçmeden ve tartmadan onu başkasına satmasın.“ 2755
“Siz ıyne alış-verişi yaptığınız, sığırların kuyruğuna yapıştığınız, tarıma râzı olduğunu (sanâyileşmediğiniz) ve cihadı terk ettiğiniz zaman Allah size zilleti Mûsâllat kılar. Ondan, cihad yapıp dininize dönünceye kadar da kurtulamazsınız.“ 2756
“Alıcı ve satıcı ayrılmadıkça muhayyerdirler. Dürüst davranır, gerçeği açıklarlarsa satışları bereketlenir. Ama gerçeği saklar ve yalan söylerlerse satışlarından bereket kaldırılır.“ 2757
“Bizi aldatan bizden değildir.“ 2758
2744] El-İhtiyâr, IV/171-172; Hayreddin Karaman, Günlük Hayatımızda Helâller Haramlar
2745] İbn Mâce, Ticârât 1
2746] İbn Mâce, Mukaddime 7
2747] İbn Mâce, Ticârât 2
2748] Müslim, Büyû' b. 4
2749] Müslim, Büyû' b. 4
2750] Müslim, Nikâh 51; İbn Mâce, Ticârât 15
2751] İbn Mâce, Ticârât 6, 16
2752] Tirmizî, Büyû' 4, h. no: 1209; İbn Mâce, Ticârât 1, h. no: 2139
2753] İbn Mâce, Ticârât 1
2754] Beyhakî, Şuabu'l-İman IV/221; Terğîb ve Terhîb, II/366
2755] Müslim, Büyû' 31-39
2756] Ebû Dâvud, Büyû' 56
2757] Buhârî, Büyû 19; Ebû Dâvud, Büyû' 51; Tirmizî, Büyû' 26
2758] Müslim, İman 164; Tirmizî, Büyû' 74
- 700 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Kim kusurunu söylemeden ayıplı malı satarsa Allah'ın gazabı ve meleklerin lâneti onun tepesine yağmaya devam eder durur.“ 2759
“Ey tâcirler topluluğu! Muhakkak ki Allah'tan korkan, iyi ve doğru olanların hâricindeki tâcirler günahkâr ve şerliler olarak haşr olunacaklardır!“ 2760
“Yemin, malın tükenmesine, bereketin eksilmesine sebeptir.“ 2761
“Allah'ın buğzettiği üç kişi: Başa kakan cimri, kibirlenen mağrur ve çok yemin eden tâcirdir.“ 2762
“Üç kişiye Allah kıyâmet gününde rahmet nazarıyla bakmaz. Onları temize çıkarmaz. Onlar için elem verici bir azap vardır.“ Sahâbe dediler ki: “Kim onlar yâ Rasûlallah? Gerçekten onlar büyük zarara uğradılar, elleri boş kaldı ve iflâs ettiler.“ Rasûlullah (s.a.s.) cevaben buyurdu ki: “İyiliğini başa kakan, kibirlenmek için uzun elbise giyen ve malının değerini yalan yeminlerle arttırarak satışını kolaylaştırmak isteyen. Siz alış-verişte çok yemin etmekten sakının! Çünkü o satışı teşvik eder, sonra da bereketi yok eder.“ 2763
“Münâfığın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler. Vaad ettiği zaman zaman sözünde durmaz. Kendisine güvenildiğinde hâinlik eder.“ 2764
“İmkânı olanın borcunu vâdesinde ödememesi zulümdür.“ 2765
“Müslümanlar verdikleri söze, koydukları şartlara uyarlar. Sözlerinin erleridirler.“ 2766
“Kimse rızkını tamamlamadan ölmez. Sabırsızlık etmeyin. Allah'tan korkun. Ey insanlar! Rızkı meşrû yollardan güzellikle arayın. Helâl olanı alın, haram olanı bırakın.“ 2767
“Zenginlik, mal çokluğundan değildir. Gerçek zenginlik gönül zenginliğidir.“ 2768
“Müslüman olup yeterli rızık verilen ve Allah'ın kendisine verdiğine kanaat sahibi kıldığı kimse felâh bulmuştur.“ 2769
“İşçiye ücretini teri kurumadan veriniz.“ 2770
“Dışarıdan pazarımıza mal getiren rızıklandırılır. İhtikâr yapan/karaborsacı ise mel'undur.“ 2771
“Kim ihtikâr/karaborsacılık yaparsa o âsî bir günahkârdır.“ 2772
“Kim yiyeceklerde müslümanlara ihtikâr/karaborsacılık yaparsa Allah onu iflâs ettirir,
2759] İbn Mâce, Ticârât 45
2760] Tirmizî, Büyû' 4
2761] Buhârî, Büyû 26; Müslim, Müsâkât 131; Ebû Dâvud, Büyû' 6
2762] Ahmed bin Hanbel, V/151
2763] Müslim, İman 171; Tirmizî, Büyû 5
2764] Buhârî, İman 24; Müslim, İman 59
2765] Buhârî, Havalât 1; Müslim, Müsâkât 33; İbn Mâce, Sadâkat 8
2766] Buhârî, İcâre 14; Ebû Dâvud, Akdıye 12; Tirmizî, Ahkâm 17
2767] Müstedrek, II/5, IV/361; Beyhakî, es-Sünenu'l-Kübrâ, V/265
2768] İbn Mâce, Zühd 9
2769] İbn Mâce, Zühd 9
2770] İbn Mâce, Ruhûn 4
2771] İbn Mâce, Ticârât; Dârimî, Büyû' 12
2772] Ahmed bin Hanbel, II/351; Müslim, Müsâkât 26
ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ
- 701 -
cüzzam gibi pis hastalıklara uğratır.“ 2773
“İslâm'da zarar vermek ve zarara uğramak, zarara zararla karşılık vermek yoktur.“ 2774
Rasûlullah (s.a.s.), bir buğday satıcısına uğramışlardı. Ellerini buğday yığınına daldırdı. Elleri ıslandı. “Bu ne?“ diye sordu. Satıcı yağmurdan ıslandığını söyledi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: “Islananı halk görsün diye üste çıkarsaydın ya? Bizi aldatan bizden değildir.“ 2775
“Kim kusurunu açıklamadığı bir malı satarsa, Allah'ın gazabına ve hiddetine uğrar. Melekler de ona lânet eder dururlar.“ 2776
“Birbirinizin satışı üzerine satış yapmayın. Birbirinize müşteri kızıştırmayın. Şehirli de köylü adına satış yapmasın.“ 2777
“Muhakkak ki Allah ve Rasûlü içki, ölü, domuz ve put alıp satmayı yasaklamış, haram kılmıştır.“ 2778
“Allah'ın rahmeti, satarken, alırken ve iddiâ ederken yumuşak olan kimseyedir.“ 2779 buyurmuştur. Yine Buhârî'nin rivâyet ettiği bir hadiste şöyle buyrulur: “Alış-verişte yemin, malın sürümünü arttırsa bile hakikatte kazancın bereketini giderir.“ 2780
“Alıp-satanlar“ birbirlerinden ayrılmadıkça (vazgeçmekte) muhayyerdirler. Alıp-satanlar alışverişi sıdk ve doğruluk üzere yapar (kusuru) beyan ederlerse alış-verişleri her ikisi hakkında da mübarek kılınır. Yalan söylerler (kusurları) gizlerlerse, belli bir kâr sağlasalar bile alış-verişlerinin bereketini kaybederler.“ Bir rivâyet şöyledir: “Alış-verişlerinin bereketi yok edilir: Yalan yemin malı rağbetli, kazancı bereketsiz kılar.“ 2781
“Satış işine yemin ve yalan bulaşmaktadır, siz (Rabbin gadabını söndüren) sadaka karıştırın“ 2782
“(Ticarette yalan) yemin, (tüccarın zannınca) mala rağbeti artırır. (Hâlbuki gerçekte) kazancı giderir.“ 2783
“Ticârette çok yemin etmekten sakının. Çünkü yemin sürümü artırır, fakat bereketi yok eder.“ 2784
“Öyle bir devir gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helâlden mi, haramdan mı olduğuna
2773] İbn Mâce, Ticârât 6
2774] İbn Mâce, Ahkâm 17; Muvattâ, Akdıye 31
2775] Müslim, İman 164; Tirmizî, Büyû' 74; İbn Mâce, Ticârât 36
2776] İbn Mâce, Ticârât 45
2777] Buhârî, Büyû' 64; Müslim, Büyû' 11; Ebû Dâvud, Büyû' 46
2778] Buhârî, Büyû' 105, 112; Müslim, Büyû' 71; Tirmizî, Büyû' 61
2779] Buhârî
2780] Müslim, Müsâkat, 131, 133, İman 117; Buhârî, Büyû' 26
2781] Buhârî, Büyû: 19, 22, 44, 46; Müslim, Büyû' 47, h. no: 532; Ebû Dâvud, Büyû' 53, h. no: 3459; Tirmizî, Büyû' 26, h. no: 1246; Nesâî, Büyû' 3, h. no: 7, 244-245; İ. Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları 3/11
2782] Ebû Dâvud, Büyû’ 1, h. no: 3326, 3327; Tirmizî, Buyû’ 4, h. no: 1208; Nesâî, Eymân 7, h. no: 7, 15
2783] Buhârî, Büyû' 26; Müslim, Müsâkât 13, h. no: 1607; Ebû Dâvud, Büyû' 6, h. no: 3335; Nesâî, Büyû' 5, h. no: 7, 246
2784] Müslim, Müsâkât, 27
- 702 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hiç aldırmayacak.“2785 Rezîn rivâyetinde şu ziyâde vardır: “...Böyle kimselerin hiçbir duâsı kabul edilmez.“
“Yedi helâk ediciden kaçının!“ Sahâbîler: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bunlar nelerdir?’ diye sordular. Hz. Peygamber: “Allah’a şirk/ortak koşmak, sihir (büyü) yapmak, Allah’ın haram kıldığı bir canı haksız yere öldürmek, fâiz yemek, yetim malı yemek, savaş meydanından kaçmak, evli, nâmuslu ve hiçbir şeyden haberi olmayan kadınlara zinâ isnad etmektir.“ 2786
“Allah bir şeyi haram kılınca, onun bedelini de haram kılar.“ 2787
“Kim bildiği halde hırsızlıkla elde edilmiş çalıntı bir malı satın alırsa onun günahına ve alçaklığına ortak olmuştur“ 2788
“Pazara mal getiren rızıklandırılmış; ihtikâr (stok ve karaborsa) yapan lânetlenmiştir.“ 2789
“Bilmiş ol ki, haramdan gıdâsını alıp büyüyen bir ete ancak ateş evlâdır.“ 2790
“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden önce o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsı, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.“ 2791
“Muhakkak helâl belli, haram da bellidir. Lâkin aralarında helâle de harama da benzer şüpheli şeyler vardır ki, onları insanların çoğu bilmez. Şüpheli şeylerden kaçınan bir kimse; dinini, ırzını/insanî kıymetini korumuş olur. Şüpheli şeylere dalan bir kimse, harama düşme tehlikesindedir. O, tıpkı sınır kenarında hayvan otlatan ve nerede ise yasak yerde otlatacak bir çoban gibidir. Bilin ki, her hükümdarın hudûdu vardır; Allah’ın sınırları ise haramlardır. Haberiniz olsun, bedende bir küçük et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün vücut iyi olur, bozuk olursa bütün beden bozulur. İşte o (et parçası), kalptir.“ 2792
“Ey insanlar, şüphesiz ki Allah, Tayyib’dir. Tayyibden (temiz, hoş ve helâl olandan) başka bir şey kabul etmez. Allah, mü’minlere de, Rasûllere emrettiği şeyi emreder: ‘Ey Rasûller, helâl olan şeylerden yiyin ve sâlih amellerde bulunun. Çünkü Ben, sizin yaptıklarınızı bilirim.2793 ve “Ey iman edenler, size verdiğimiz rızıkların tayyiblerinden (helâl ve hoş/temiz olanlarından) yiyin.’2794 buyurmuştur.“ dedi. Sonra devam etti: “Bir kimse (Hak yolunda) uzun sefere çıkar, saçları dağılmış, toza-toprağa bulanmış bir halde ellerini semâya kaldırarak: ‘Yâ Rabbi, Yâ Rabbi’ diye duâ eder. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram,
2785] Buhârî, Büyû' 7, 23; Nesâî, Büyû' 2
2786] Buhârî, Vesâyâ 23, Tıb 38, Hudûd 44; Müslim, İman 145; Ebû Dâvud, Vesâyâ 10; Nesâî, Vesâyâ 12
2787] Ebû Dâvud, Büyû' 38, 63, 64
2788] Beyhakî, Sünen, V/336
2789] İbn-i Mâce, Ticâret, 6
2790] Tirmizî, Salât 429, hadis no: 609; Dârimî, Rikak 60, hadis no: 2779
2791] Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48
2792] Buhârî, İman 45, Büyû’ 5; Müslim, Müsâkat 107-108; İbn Mâce, Fiten 14, hadis no: 3984; Nesâi, Büyû’ 2, hadis no: 4431; Tirmizî, Büyû’ 1, hadis no: 1219; Ebû Dâvud, Büyû’ 1, hadis no: 3329-3330; İbn Mâce, Fiten 3984
2793] 23/Mü’minûn, 51
2794] 2/Bakara, 172
ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ
- 703 -
giydiği haram, kendisi haramla beslenmiş olursa, böyle birinin duâsı nasıl kabul edilir?“ 2795
“Üç sınıf insan vardır ki kıyâmet günü Allah, onlarla konuşmaz, yüzlerine bakmaz, onları temize çıkarmaz. Hem de onlar için can yakıcı bir azap vardır.“ (Râvi Ebû Zer dedi ki; Rasûlullah bu cümleyi üç kere tekrarladı. Ebû Zer: 'Bu kimseler tam bir mahrûmiyete ve hüsrâna uğramışlar. Bunlar kimlerdir, ey Allah'ın Rasûlü?' diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.) de şu cevabı verdi: “Elbisesini kibirle yerlerde sürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve yalan yere yemin ederek ticâret malını iyi bir fiyatla satmaya çalışandır.“ 2796
“Her kim helâl lokma yer, Sünnet (Şeriat) gereğince amel eder ve insanlar da onun kötülüklerinden emin olurlarsa, mutlaka cennete girer.“ Bunun üzerine bir adam: “Yâ Rasûlallah, bugün halk arasında bu (vasıfta kişiler) pek çoktur’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu: “Benden sonraki asırlarda da bulunacaktır.“ 2797
“Allah, haramdan verilen hiçbir sadakayı ve abdestsiz (su veya toprakla temizlenmeden) de hiçbir namazı kabul etmez.“ 2798
“Hiçbir kimse el emeğinden daha hayırlı yiyecek yememiştir ve Allah'ın peygamberi Dâvud da el emeğini yerdi.“ 2799
Ebû Zerr (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.): “Üç işi vardır, kıyamet gününde Allah onlara ne konuşur ne nazar eder ne de günahlardan arındırır, onlar için elim bir azab vardır!“ buyurdu ve bunu üç kere de tekrar etti. Ben: “Ey Allah'ın Rasûlü! Öyleyse onlar büyük zarar ve hüsrana uğramışlardır. Kimdir bunlar?“ dedim. Şöyle saydılar: “(Elbisesini kibirle, yerlere kadar salıp) süründüren, yaptığı iyiliği başa kakan, malını yalan yeminlerle reklâm eden kimseler!“ 2800
“Bir kavimde gulûl (denen devlet malından hırsızlık) zuhûr ederse, Allah o kavmin kalplerine korku atar. Bir kavim içinde zinâ yayılırsa orada ölümler artar. Bir kavim, ölçü ve tartılarda (hile yaparak) miktarı azaltırsa Allah ondan rızkı keser. Bir kavmin (mahkemelerinde) haksız yere hükümler verilirse, o kavimde mutlaka kan yaygınlaşır. Bir kavm ahdinden dönüp gadre yer verirse, Allah onlara mutlaka düşmanlarını Mûsâllat eder.“ 2801
“Mal, yeşil (taze) ve tatlıdır. El açıklığıyla (cömertlik ve ikramla) onu ele geçirenin malına bereket verilir. İnsanlara zulmetmek için kazananın malı ise bereketlenmez. Onun durumu, yiyip doymayan kimse gibidir. Üstteki el, alttaki elden hayırlıdır.“ 2802
“Haramla beslenen vücut (cennete girmez;) ona ancak ateş yaraşır.“ 2803
“Kim dünyaya çok önem verirse, Allah onun işini dağıtır (zorlaştırır). İki gözünün
2795] Müslim, Zekât 65; Tirmizî, Tefsîrul’l-Kur’an 3, hadis no: 3173; Dârimî, Rikak 9, hadis no: 2720
2796] Müslim, İman 171; Ebû Dâvud, Libâs 25; Tirmizî, Büyû' 5; Nesâî, Zekât 69, Büyû' 5, Ziynet 103; İbn Mâce, Ticâret 30
2797] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 22, hadis no: 2640
2798] Ebû Dâvud, Tahâre 31, hadis no: 59; Nesâî, Zekât 104, hadis no: 139; İbn Mâce, Tahâre 2, hadis no: 271-274; Dârimî, Tahâre 21, hadis no: 692
2799] Buhârî, Büyû' 15
2800] Müslim, İman 171, (106); Ebû Dâvud, Libas 28, -087, 4088- Tirmizî, Büyu 5, h. no: 1211; Nesâî, Büyu 5, h. no: 7, 245
2801] Muvattâ, Cihâd 26, h. no: 2, 460
2802] Buhâri; Askalani, S. Buhâri Şerhi, c. 3, s. 335
2803] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2787; Keşfu’l Hafâ, hadis no: 2632
- 704 -
KUR’AN KAVRAMLARI
arasına fakirliği (aç gözlülüğü) koyar. (Hâlbuki) dünyadan ona ulaşacak olan kendisi için yazılandan başkası olamaz. Kimin de niyeti âhiret(i kazanma) ise Allah onun işini toparlar (kolaylaştırır). Onun kalbine zenginliği koyar. Ona dünyadan da ihtiyaç duyduğu şey ulaşır.“ 2804
“Zenginlik mal çokluğuyla değildir. (Hakiki) zenginlik göz tokluğudur, gönül zenginliğidir.“ 2805
“Sizin elde ettiğiniz dünya metâı, hayır değil; bir fitnedir. Evet, hayır, ancak hayır getirir. Lâkin bu dünya ziynetleri hayır değildir. Çünkü bunlar fitneye sebep olur. Onlarla siz âhiret hususuna yönelmekten meşgul olursunuz. Baharın yetiştirdiği nebatların bazısı, çok yiyen hayvanları ya patlatıp öldürür yahut ölüme yaklaştırır. Ancak ihtiyacına kadar yiyenlere zarar vermez. Dünya malı da öyledir, insanlar ona hoş görerek meylederler. Bazısı mala gark oldu denilecek şekilde çok mal edinir, bazısı fazlasına tamah etmeyerek azı ile yetinir. Mala gark olanlar, ekseriyetle onun sebebiyle ya helâk olur yahut helâke yaklaşırlar.“ 2806
“İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, o zamanda ancak öldürmekle ve zorla mülke erişilir, ancak gasb ve cimrilikle zengin olunur, ancak dinden çıkmak ve hevâya uymakla sevgi kazanılır; kim bu zamana ulaşır da zengin olmaya gücü yettiği halde fakirliğe sabreder, sevgi kazanmaya gücü yettiği halde buğz olunmaya sabreder, izzete gücü yettiği halde alçaltılmaya sabrederse Allah kendisine beni doğrulayan elli doğrulayıcı sevabı verir.“ 2807
“İhtiyarın kalbi iki şeyi sevme hususunda gençtir: Yaşama sevgisi ile mal sevgisinde.“ Diğer rivâyetler de şöyledir: “Âdemoğlu ihtiyarlar, fakat onun iki şeyi genç kalır: Yaşama sevgisi ve mal sevgisi.“ “Âdemoğlu büyür, onunla beraber iki şey de büyür: Mal sevgisi, uzun ömür sevgisi.“ 2808
“Âdemoğlunun iki vâdi dolusu malı olsa, üçüncü bir vâdi daha isterdi. Âdemoğlunun karnını topraktan başka bir şey dolduramaz. Ama Allah tevbe eden kimsenin tevbesini kabul eder.“ 2809
Sehl İbn Sa’d es-Saidî (r.a.) anlatıyor. “Bir gün Rasûlullah (s.a.s.)’a bir adam gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bana öyle bir amel gösterin ki, ben onu yaptığım takdirde Allah beni sevsin, halk da beni sevsin’ dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Dünyaya rağbet etme, Allah seni sevsin. İnsanların elinde bulunanlara göz dikme ki onlar da seni sevsin!“ 2810
“Allah'ım, Âl-i Muhammed'in rızkını belini doğrultacak kadar ver.“ -Bir diğer rivâyette- “yetecek kadar ver.“ 2811
Abdullah İbnu Muğaffel (r.a.) anlatıyor: “Bir adam gelerek “Ey Allah'ın Rasûlü! Ben seni seviyorum“ dedi. Rasûlullah: “Ne söylediğine dikkat et!“ diye cevap verdi. Adam: “Vallâhi ben seni seviyorum!“ deyip, bunu üç kere tekrar etti.
2804] İbn Mâce, Zühd 1, hadis no: 4104; Tirmizî, Kıyâmet 31, hadis no: 2467
2805] Buhârî, Rikak 15; Müslim, Zekât 120, hadis no: 1051; Tirmizî, Zühd 40, h. no: 2374
2806] Müslim, S. Müslim Terc. ve Şerhi, c. 5, s. 474
2807] Naklen: Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 444-445
2808] Müslim, hadis no: 1046; S. Müslim Terc. ve Şerhi, 5/463
2809] Müslim, hadis no: 1048; S. Müslim, Terc. ve Şerhi, 5/465
2810] Kütüb-i Sitte, 17/563
2811] Buhârî, Rikâk 17; Müslim, Zekât 126, hadis no: 1055; Tirmizî, Zühd 38, hadis no: 2362
ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ
- 705 -
Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine adama: “Eğer beni seviyorsan, fakirlik için bir zırh hazırla. Çünkü beni sevene fakirlik, hedefine koşan selden daha sür'atli gelir.“ 2812
“Kişi mahzurlu olan şeyden korkarak mahzursuz olanı terketmedikçe gerçek takvâya ulaşamaz.“ 2813
“Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah'ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için gereklidir.“ 2814
“Dünya sevgisi her çeşit hatalı davranışın başıdır. Bir şeye karşı olan sevgin, seni kör ve sağır yapar.“ 2815
“İki haslet vardır, bunlar kimde bulunursa Allah onu şükredenler ve sabredenler arasına yazar: Din hususunda kendinden üstün olana bakıp ona uymak; Dünyalıkta kendinden aşağı olana bakıp Allah’ın kendine vermiş olduğu üstünlüğe hamdetmek. İşte böyle olan kimseyi Allah şükredici ve sabredici olarak yazar. Kim de din konusunda kendinden aşağı olana bakar, dünyalıkta da kendinden üstün olana bakar ve elde edemeyeceğine üzülürse Allah onu şükreden ve sabreden olarak yazmaz.“ 2816
“Ey insanlar! Allah’a karşı muttakî olun ve (dünyevî) isteklerde mûtedil/ölçülü olun. Zira hiçbir kimse yoktur ki, (Allah’ın kendisine takdir ettiği) rızkını eksiksiz elde etmeden ölmüş olsun. Rızkı gecikse bile ona mutlaka kavuşacaktır. Öyleyse Allah’tan korkun ve talepte mûtedil olun, (gayr-ı meşrû yollara sapmayın) helâl olanı alın, haram olanı terkedin.“ 2817
“(Bu dünyada malca) en çok olanlar, kıyâmet günü en aşağıda olacaklardır. Ancak malı şöyle şöyle (bol bol) harcayanlar ve onu temiz yoldan kazananlar hâriç.“ 2818
“Malı şöyle, şöyle, şöyle ve şöyle dağıtanlar hâriç dünyalığı çok kazananlara yazıklar olsun!“ “Şöyle“ kelimesini Rasûlullah dört kere tekrar etti. Bunlarla “sağından, solundan, önünden ve arkasından (hayır için harcayanlar“ demek istedi). 2819
“Birkısım insan vardır, Allah'ın mülkünden haksız bir sûrette mal elde etmeye girişirler. Hâlbuki bu, kıyâmet günü onlara bir ateştir, başka değil.“ 2820
“Öyle devir gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helâlden mi, haramdan mı olduğuna hiç aldırmayacak.“2821 Rezîn şu ziyâdede bulunmuştur: “Böylelerinin hiçbir duâsı kabul edilmez.“
“Ümmetler (uluslar), insanların birbirlerini sofraya dâvet etmeleri gibi birbirlerini sizin üzerinize dâvet edecek ve üzerinize üşüşecekler.“ Birisi sordu: “Bizim azlığımızdan mı?“ Rasûlülullah cevap verdi: “Hayır, aksine, siz o gün çok olacaksınız. Fakat selin sürüklediği çer çöp gibi... Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı duydukları korkuyu kaldıracak ve sizin kalbinize de ‘vehn’ atacak.“ Yine birisi sordu: “Ey Allah’ın Rasûlü,
2812] Tirmizî, Zühd 36, hadis no: 2351
2813] Tirmizî, Kıyâmet 20, hadis no: 2453
2814] Buhârî, Rikak 30; Müslim, Zühd 8, hadis no: 2963; Tirmizî, Kıyâmet 59, h. no: 2515
2815] Ebû Dâvud, Edeb 125
2816] Tirmizî, Kıyâmet 59, hadis no: 2514
2817] Kütüb-i Sitte, 17/245
2818] Kütüb-i Sitte, 17/571
2819] Kütüb-i Sitte, 17/571
2820] Buhârî, Hums 7; Tirmizî, Zühd 41, hadis no: 2375
2821] Buhârî, Büyû' 7, 23; Nesâî, Büyû' 2, -7, 243-
- 706 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vehn nedir?“ Cevap verdi: “Dünya sevgisi ve ölüme karşı isteksizlik.“ 2822
“Satışında, satın alışında, borcunu ödeyişinde cömert ve kolaylaştırıcı davranan kimseye Allah rahmetini bol kılsın“ 2823
“Allah, sizden önce yaşamış olan bir kimseye rahmetiyle muâmele etti. Çünkü bu adam satınca kolaylık gösterir, satın alınca kolaylık gösterir, alacağını isteyince (kabalık ve sertlik değil, anlayış ve) kolaylık gösterirdi.“ 2824
“Allah, satıştaki müsâmahayı, satın alıştaki müsâmahayı, ödemedeki müsâmahayı sever.“ 2825
“Sattığın zaman tart, satın alınca tarttır.“ 2826
İbn Mes'ud (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) ribâyı (fâizi) yiyene de, yedirene de lânet etti.“ Ebû Dâvud ve Tirmizî'nin rivâyetlerinde şu ziyade vardır: “(Fâiz muâmelesine) şâhitlik edenlere de bu muâmeleyi yazana da...“ 2827
“İnsanlar öyle bir devre ulaşacak ki, o zamanda ribâ yemeyen kalmayacak. Öyle ki, (doğrudan) yemeyene buharı ulaşacak.“ Bir rivâyette “...tozu ulaşacak“ denir. 2828
“Pahalanması için, kim bir yiyecek maddesini kırk gün saklarsa, o, Allah'tan yüz çevirmiştir, Allah da ondan yüz çevirmiştir.“ 2829
“Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah'ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için gereklidir.“ 2830
“Iyne usulüyle alışverişte bulunur, sığırların peşine düşer, ziraate râzı olur ve cihadı da terkederseniz, Allah size öyle bir zillet verir ki, dininize tekrar rücu etmedikçe o zilleti kaldırmaz.“ 2831
İyne usulüyle satışı şârihler şöyle tarif etmiştir: Tüccar, malını veresiye olarak belli bir vade ile müşteriye satar. Sonra bu malı müşteriden daha ucuz bir fiyatla satın alır. Bu tarz alışveriş caiz mi, değil mi münakaşa edilmiştir. İmam Malik Ebû Hanife, Ahmed İbn Hanbel gibi birkısım fukaha “caiz değil“ derken, İmam Şafii ve ashabı “caizdir“ demiştir.
Hadis, esas itibariyle, insanların ticaret ve ziraate kendilerini vererek cihadı ihmal etmelerini yasaklamaktadır. İlk nazarda, hadisten ticaret ve ziraatin kötülendiği anlaşılabilir. Aksine hadis, cihadın terkinden gelecek zillete dikkat çekmektedir. Daha önce de zikredildiği üzere Aleyhissalâtu vesselâm aslî meslekler olarak “ticaret, ziraat ve san'atı“ saymıştır. Ama ne ticaret, ne ziraat ne
2822] Ebû Dâvud, Melâhim 5; Ahmed bin Hanbel, V/278
2823] Buhârî, Büyû' 16; Tirmizî, Büyû' 75, h. no: 1320
2824] Tirmizî, Büyû' 75, h. no: 1320
2825] Tirmizî, Büyû' 75, h. no: 1319
2826] Buhârî, Büyû’ 51
2827] Müslim, Müsâkât 25, h. no: 1579; Ebû Dâvud, Büyû' 4, h. no. 3333; Tirmizî, Büyû' 2, h. no: 1206; İbn Mâce, Ticârât 58, h. no. 2277
2828] Ebû Dâvud, Büyû' 3, h. no: 3331; Nesâî, Büyû' 2, h. no: 7, 243; İbn Mâce, Ticârât 58, h. no: 2278
2829] Ahmed İbn Hanbel, II/33
2830] Buhârî, Rikak 30; Müslim, Zühd 8, h. no: 2963; Tirmizî, Kıyamet 59, h. no: 2515
2831] Ebû Dâvud, Büyû' 56, h. no: 3462
ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ
- 707 -
de san'at cihad gibi mühim bir meşguliyeti ihmale sevketmemelidir. Şevkânî'nin dediği gibi “İslâm'ın izzet ve diğer dinlere üstünlüğünü izhar vesilesi olan “Allah yolunda cihad“ın terki halinde Allah, müslümanlara, düşüncelerinin aksiyle muâmele ederek zillet verir: Atların sırtında olduktan sonra sığırların peşlerine takar, hâlbuki at sırtı, sığırın peşinden makamca daha üstün, daha izzetlidir.“ 2832
“Zannediyorum bu hadisin bize anlattığı, işaret ettiği hususları ancak, sanayî inkılâbı ve sanayî hareketlerinden sonra anlayabildik. Onu da doğru anlayabildi isek. Cihadı, zaten unutmuştuk; sanayî derken ziraat ve hayvancılığı da ihmal ettik ve kendimizi bir başka dengesizliğin berzahında bulduk. Oysaki yapılacak şeyi, hem de 14 asır evvel Allah Rasûlü haber veriyordu. Ve O, her meselede olduğu gibi, bu meselede de fevkalâde dengeliydi. Elbette ki, ziraat ve hayvancılık olacaktır. Nitekim bu tür çalışmaları teşvik eden hadis-i şerifler de vardır. Ancak, bütün himmeti bunlara hasretmek, işte doğru olmayan budur.Şehir hayatına karışmadan, bir dağa çekilip, kendi füyuzât hisleriyle baş başa kalmayı arzulayan insandan tutun da, teşebbüs gücünden mahrum ziraatçı ve hayvancıya kadar şümulü olan bu ifade, bize mühim bir iktisat ve ekonomi dersi vermektedir. Ayrıca, devletler muvazenesinde yerinizi almak için, gerekli caydırıcı gücü elde tutmadığınız, cihadı terkettiğiniz veya cihadı terkedip de, devletler muvazenesindeki yerinizi kaybettiğiniz zaman Allah, size altından kalkamayacağınız bir mezellet Mûsâllat edeceğini, tagallüpler, esaretler, tahakkümler altında kalıp ezileceğinizi de hatırlatmaktadır ki, bu durum, yeniden dine dönüp, İslâm'ı hayata hayat kılacağınız âna kadar da devam edecektir. Verdiğimiz misâl, deryadan bir katredir ve Allah Rasûlü'nün bu hususta daha nice sözleri var. Ne var ki biz, bu biricik misâlle iktifa edeceğiz. Allah Rasûlü, nasıl ki, istidat ve kabiliyetleri tahdid edip sınır altına almamış, öyle de bedenî güç ve kuvvetleri dahi hakir görmemiştir. Görmemiş ve aksine şöyle buyurmuştur: “Kuvvetli bir mü'min, (beden sıhhatine sahip olan bir mü'min) Allah indinde zayıf mü'minden daha hayırlı ve sevimlidir.“ Allah indinde sevimli olmak isteyenler, kalb sıhhatiyle beraber beden sıhhatine, cisim sıhhatiyle beraber ruh sıhhatine de sahip olmalıdırlar. Görülüyor ki, Allah Rasûlü (s.a.s.): “Zayıflayacaksınız, perhize girecek, bedenî güç ve kuvvetinizi kıracaksınız ki Allah indinde makbul olasınız“ demiyor. Belki ruhbanlığa, keşişliğe ve papazlığa karşı realiteyi, fıtrî ve tabiî olmayı öne çıkarıyor ve meselelere, tabiatı içinde bir mecra araştırıyor; ve bizi o istikamete kanalize ediyor.
Bozuk Düzenin Terazisi ve Şuayb (a.s.)
İnsanlar hayatlarını idâme ettirebilmeleri için kendilerinde bulunmayan ihtiyaç maddelerini, ya kendilerine yakın olan bölge insanlarından ya da bu ihtiyaçların bulunduğu yerlerle yapılan alışverişlerle sağlarlar. Ticaret denilen bu olgu, insanların ihtiyaçlarını temin etme vâsıtası olduğu gibi, onlar için geçim sağlama vâsıtası da olmuştur.
Toplum bireylerinin kaynaşması ile aynı zamanda yakın ve uzak toplumların iletişim vâsıtası konumunda olan ticaret; insanlar arasındaki karşılıklı haklar korunduğu sürece toplumların ilerlemesinde büyük etken olurken, bu hakların ihlâlinde ise toplumu uçuruma sevkedecek bir âmil durumuna gelir. Allah, ticaretin; toplumun yaşamında önemli bir yeri bulunduğunu, doğru yapılmasından
2832] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/423
- 708 -
KUR’AN KAVRAMLARI
toplumun olumlu, karşılıklı hakların ihlâlinde toplumun büyük zararlar çektiğini, hatta; uçuruma (helâke) ittiğini göstermek amacıyla (özellikle tüccar bir toplum olan Mekke'lilere) Şuayb’ın (a.s.) kıssasını vahyeder. Böylece Allah, Müşriklerden kavimlerini uçuruma götüren, ticarette karşılıklı rızâyı gözetmeyip hile yapan Şuayb kavminin kıssasının ışığında, kıssadan öğüt ve ibret almalarını ister.
Mekkî sûrelerde anlatılan Şuayb kavminin, ticaretle ilgilenen tüccar bir toplum olduğu gözönüne alındığında ticaret kervanlarının geçtiği işlek bir yol üzerinde olduğu anlaşılmaktadır. Şuayb kavminin yaşadığı bölge, muhtemelen Hz. Mûsâ'nın da Mısır'da işlediği cürümden dolayı kaçtığı yer olması hasebiyle Mısır'a yakın olan; Mısır, Filistin, Sina üçgeni içerisinde Mekke ticaret kervanlarının da geçtiği bir yerde bulunmaktaydı. “Mûsâ 'Medyen'e yöneldiğinde: ‘Rabbimin bana doğru yolu göstereceğini umarım’ dedi.“2833; “Sen bir cana kıymıştın, seni üzüntüden kurtarmıştık ve birçok musîbetlerle denemiştik. Bunun için 'Medyen' halkı arasında yıllarca kalmıştın.“ 2834
Risâlet vazifesini yüklenmeden önce, işlediği bir fiilden dolayı Mısır'dan kaçan Mûsâ (a.s.) Medyen'e sığınır. Medyen'de Şuayb’ın (a.s.) yanına yerleşir, onun kızıyla da evlenir. Daha sonra eşiyle birlikte Medyen'den ayrılarak Tur dağının bulunduğu yöreye doğru yola koyulur.
“Mûsâ süreyi doldurunca ailesiyle birlikte yola çıktı. Tur tarafından bir ateş gördü...“2835 Ve bundan sonra Mûsâ, Allah tarafından Firavun kavmine Rasûl olarak tâyin edilir. Kur'ân-ı Kerim'deki Mûsâ’nın (a.s.) anlatıldığı bu âyet-i kerimelerden Medyen'in bulunduğu yer tâyin olunduğu gibi, Medyen kavminin bulunduğu yörede yaşayanlar itibarıyla aynı zamanda Arap asıllı oldukları da anlaşılmaktadır. Mısır'a yakın bir yerde olduğu anlaşılan Medyenliler; aynı zamanda kendilerinin ticarette ileri bir seviyede olmalarını sağlayan zengin kervanların geçtiği bir yol üzerin deydiler. Hindistan'dan gelen ticaret kervanları Yemen, Tâif, Mekke, Medine istikametiyle Medyen kavminin de bulunduğu bölgeden geçip Şam'a ulaşırlardı. Mekkeliler'in de katıldığı bu ticarete Kur'an'da Kureyş sûresinde şöyle değinilir: “Kureyş kabilesinin yaz ve kış seferlerinde...“ 2836
Kur'ân-ı Kerim bize, Mekkelilerin tüccar bir toplum olduğunu belirttiği kadar, onların Medyen ahâlisinin helâk olduğu yerlerden geçmeleri hasebiyle Medyenliler'in başından geçenleri; Kur'ânî doğrultuda olmasa da bildiklerini beyan etmektedir. Şuayb kavminin helâkten sonraki kalıntılarının bulunduğu yerlerden geçen Mekkelilerden ibret almalarını isteyen Allah, Lût ve Şuayb kavimlerinin, Mekke ticaret kervanlarının yolları üzerinde olduğunu Hicr sûresindeki şu âyetle ifâde eder: “Eykeliler de, şüphesiz zâlim kimselerdi. Bunun için onlardan öç aldık. Hâlâ her iki memleket de işlek bir yol üzerindedirler.“
Kur'an'da Şuayb’ın (a.s.) kavminden bahsedilirken Medyen ve Eyke olarak iki isim verildiğini görmekteyiz. Medyen halkından bahsedilirken “Ehûhum (kardeşleri)“ denmesinden yola çıkan bazı müfessirler, Eyke'lilerden bahsedilirken “Onlara“ denmesinin Şuayb’ın (a.s.) Eyke'lilere sonradan gelmiş olması gerektiğini savunurlar. Bazı müfessirler de Şuayb'ın dâvet ve nasihatinin aynı, her iki ahâlinin
2833] 28/Kasas, 22
2834] 20/Tâhâ, 40
2835] 28/Kasas, 29
2836] 106/Kureyş, 1
ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ
- 709 -
de cezâsının benzer şekilde olmasından hareketle, Medyen ve Eyke'nin aynı kavim olduğu kanaatine varmışlardır. Bütün bunlara ilâveten; Kur'ân-ı Kerim'de kıssaları anlatılan tüm Rasûllerin, kendi kavimleri içinde yetişmiş “içlerinden bir Rasûl“ ve “güvenilir bir elçi“ olarak görevlendirdikleri dikkate alındığında, Medyen ve Eyke'nin aynı kavim olduğu, ancak anlatımın değişik varyantlarla yapıldığı kanaati hâsıl olmaktadır.
Allah'ın isteği, bu kavmin işlediği kötü fiillerin onları helâke götürdüğü nazar-ı dikkate alınarak bu suçların işlenmemesidir. Kur'an'ın hedeflediği bu noktayı kenara bırakıp, pek fazla fayda getirmeyecek, aksine birbirimizle cedelleştirecek tâlî konularla uğraşmak, kıssayı öğüt ve ibret olmaktan engellemek demektir.
Şuayb kavminin Allah ve Rasûlüne karşı tutumunu birkaç grupta inceleyeceğiz: Bunlardan birincisi, Şuayb kavminin Allah'a karşı tutumudur.
“Ey kavmim.' Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilâhınız yoktur.“ 2837
“Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?“ 2838
“Sizi ve daha önceki nesilleri yaratandan korkun.“2839 diye çağrıda bulunan Şuayb (a.s.)'a karşı şöyle cevap verirler:
“Ey Şuayb! Babalarımızın taptığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı men'eden senin salât'ın/namazın mıdır?“ 2840
Âyetlerden anlaşıldığı gibi Şuayb'in kavmi, putlara tapan bir kavimdir. Kendilerinin arzu ettikleri şekillere göre yonttukları ilâhların, emirlerini de yine kendi içlerindeki; Kur'an'ın “ileri gelenler“ olarak nitelediği zengin ve yönetici kimseler tarafından belirlendiği bir dine (yaşam tarzına) inanıyorlardı. Pek tabii ki Şuayb’ın (a.s.) tek ve gerçek İlâha inanmaları isteği hoşlarına gitmemişti.
Kendi yaşamlarını kendileri belirleyen bu insanlar, Allah'a inanmak istemediler, daha doğrusu; kendi kafalarına göre çizdikleri bir Allah'a iman ettiklerinden dolayı işlerine gelmeyen tek ve gerçek Allah'ı inkâr ettiler. Allah'ı inkâr eden bu insanlar onun elçisini de reddederek karşı tutum aldılar: “Sen ancak büyülenmiş birisin, bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin. Doğrusu seni yalancılardan sanıyoruz. Eğer doğru sözlülerden isen göğün bir parçasını üzerimize düşür, dediler.“ 2841
Allah'a inanmak aynı zamanda Rasûlüne inanmak demektir. Rasûlüne inanmak Allah'a inanmayı gerektireceğinden, Şuayb’ın (a.s.) tek Allah'ını inkâr eden kavmi, o Allah'ın Rasûlünü de inkâr eder. Şuayb’ı (a.s.) beşerlikle, büyücülükle, yalancılıkla suçlarlar. Mûcize talebinde bulunarak; Allah'ın tekelinde bulunan bir konuda, sanki Rasûlün elinde olan bir şeymiş gibi Rasûlü âciz göstermeye çalışırlar. “Doğru söze“ (vahye) inanmayanlar, mûcize gelse bile şu veya bu bahânelerle yine inkâr edeceklerdi.
Allah'ı ve Rasûlünü reddeden bu müşrikler Rasûlün getirdiği vahye de karşı
2837] 7/A’râf, 85
2838] 26/Şuarâ, 27
2839] 26/Şuarâ, 184
2840] 11/Hûd, 87
2841] 26/Şuarâ, 185-187
- 710 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tutum alırlar. Neden reddetmesinlerdi!? Kendi inançları doğrultusunda uydurdukları ilâhları siper yaparak dilsiz, düşüncesiz ve âciz putlar adına oluşturdukları dinde zulmün en hasını gerçekleştiriyorlardı. Böylece mustaz’af halkı soyuyorlar, haklarını gasp ediyorlardı. Oysa Şuayb'ın getirdiği vahiy, onlardan bu yaptıkları zulmü bırakmalarını istiyordu.
Diğer karşıt tutumları ise Allah 'm emirlerine karşı gelmekti:
“Ölçüyü tam yapın, eksiltenlerden olmayın, doğru terazi ile tartın, insanların hakkını azaltmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.“ 2842
“Ölçüyü, tartıyı eksik tutmayın. Doğrusu ben sizi bolluk içinde görüyorum.“ 2843
“Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı tamamı tamamına yapın; insanlara haklarını eksik vermeyin; yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. İnanıyorsanız Allah'ın geri bıraktığı helâl kâr sizin için daha hayırlıdır.“ 2844
Ticaret yapan bu toplumdaki haksızlıkları gündeme getiren ve bu haksızlıklardan vazgeçilmesini isteyen Allah, doğru yapılmayan ticaretin insanların haklarını gasbetmek olduğunu, bunun ise zulüm olduğunu beyan eder. İşin ilginç yanı; âyette “Doğrusu sizi bolluk içinde görüyorum“ diye belirtilen durumdur. Şuayb’ın (a.s.) kavmi bolluk içinde olmasına rağmen yine de alışverişte hile yapılıyordu. Bu bolluk içerisindeki insanların ticarette hile yapmalarındaki sebep; satıştan kalan kârın daha çok olması isteğidir.
Oysa Allah hile yapılarak kazanılan kârın haram olduğunu; gerçek ve helâl olan kârın karşılıklı rızayla yapılan alışverişten kalan kâr olduğunu beyan eder: “İnanıyorsanız, Allah'ın geri bıraktığı helâl kâr sizin için daha hayırlıdır.“ Ama bu yozlaşmış toplumda Rasûlün hatırlatmaları fayda vermez. İnkârcılar müslümanlar aleyhine ellerinden ne gelirse geri koymazlar. “Allah'a inananları yolundan alıkoyup ve yolun eğriliğini dileyerek tehdit edip her yolda pusu kurup oturmayın.“ 2845
Bu âyetler müşriklerin geldiği son noktanın, müslümanları tehdit ve işkence olduğunu belirtir. Her toplumda olduğu gibi “mele’“ (ileri gelenler) tarafından yönetilen Şuayb'ın kavmi de inkârcıların safındaydı. Mevcut yönetimin icraatına, yani ilâhlar adına uydurulan bu yaşama karşı gelmek gibi bir istekleri yoktu. Zâten mevcut yönetime karşı gelip Şuayb'a inanmaya kalksalar “ileri gelen“lerin tehditleri onları da hedef alıyordu. “(Şuayb'm) kavminden ‘ileri gelen’ kâfirler dediler ki: ‘Eğer Şuayb'a uyarsanız o takdirde siz mutlaka ziyana uğrarsınız.“ 2846
Allah'ın Hûd Sûresi 84. âyetinde Şuayb’ın (a.s.) ağzından belirttiği “doğrusu ben sizi bolluk içinde görüyorum“ değerlendirmesi ışığında bu kavmin neden Allah'a isyanda direndiğini tespit etmek lâzımdır.
Tarihte bolluk ve refahın zirvesinde olan birçok kavmin Allah'ı inkâr ettikleri görülmektedir. Çünkü; o bolluk ve refaha insanların haklarına tecâvüz edilmesi (zulüm) ile ulaşılmıştır. Tek amaçları servet biriktirmek ve diledikleri gibi yaşamak olan inkârcılar, ulaştıkları bu seviyeyi korumak isterler. Nasıl olacaktır bu
2842] 26/Şuarâ, 183
2843] 11/Hûd, 84
2844] 11/Hûd, 85-86
2845] 7/A’râf, 86
2846] 7/A’râf, 90
ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ
- 711 -
koruma? Aynı yöntemle; yani zulümle. Böylesi bir toplumun, mevcut sömürücü konumlarını sürdürebilmeleri için Allah'ın elçilerine karşı gelmeleri gereklidir. Aksi halde, Rasûlün getirdiği mesajı kabullenmeleri, düzenlerinin sonu anlamına gelir. Bunun farkında olan, kavmin yönetimini üstlenen “ileri gelenler“ soyguncu düzenlerinin devamı için; ilâhlar/putlar adına düzenlerini tasdik ettirici şeyler uydurup insanları bu yaşam tarzına itaat etmeye çağırmışlardır.
Hal böyle olunca tabiidir ki, Allah'ın Rasûlünü yalanlayacaklar, ondan olağanüstü isteklerde bulunacaklar, bu istekleri gerçekleşmeyince, peygamberliğinin de geçersiz olduğunu iddia ederek onu yalanlamak için kendilerince mâkul bir sebep bulmuş olacaklardır. Bunun yanısıra, getirdiği vahiyde pazarlık yaparak, “şunu kabul edersek…“ veya “bunu istemezsen…“ gibi uzlaşmacı tavırlarla Rasûlün getirdiği vahyi kendi hevâlarma göre eğriltmeye, karıştırmaya çalışacaklardır.
Müşrikler kendi bâtıl sistemlerini korumak için ne gibi önlemler gerekirse alacaklar ve iman edenleri susturmak için ne lâzımsa yapacaklardır. Bütün bu karşı gelme çabaları sonuç vermezse devreye baskı ve eziyet girecek, bu da işe yaramazsa iman edenler yurtlarından sürülmeye başlanacaktır. Bu hususta şu âyet bize, Şuayb kavminin de aynı tavırda olduğunu belirtiyor: “Ey Şuayb! Ya mutlaka seni ve seninle beraber iman edenleri kentimizden çıkarırız. Ya da dinimize dönersiniz.“ 2847
Peki, bütün bu zulümlerle yaşayan, Allah'a isyanda dönüş yapmayacağı belli olan kavim için Allah ne yapacaktır? Her şeyden önce Allah, bir kavmi yok yere cezalandırmaz. Bu hususta Allah şöyle diyor: “Biz Rasûl göndermedikçe hiçbir kavmi yok etmeyiz.“2848 insanları kendine kulluk etsinler diye yaratan Yüce Allah, arzu ettiği vakit, “Bize Rasûl göndermedin“ dememeleri için zaman zaman Rasûller göndermiş, onları bu yolla çeşitli imtihanlara sokarak denemiştir. “Biz hangi kasabaya bir Rasûl gönderdikse, ora halkını, yalvarıp yakarsınlar diye, darlık ve sıkıntıya uğratmışızdır. Sonra kötülüğün yerine iyiliği koyduk, öyle ki çoğalıp ‘babalarımız da darlığa uğramıştı, (bazen de) bolluğa kavuşmuşlardı’ dediler.“ 2849
Allah'ın Rasûl göndererek doğru yola gelmeleri için uyardığı, bolluk ve refah içerisindeki Şuayb'ın kavmi, Allah'ı inkârda direndikleri ve O’nun emirlerine karşı geldikleri için helâki hak etmişlerdir. “Kavminin inkâr eden ileri gelenleri, ‘Şuayb'a uyarsanız, andolsun ki siz kaybedersiniz!’ dediler. Bu yüzden onları bir sarsıntı tuttu ve oldukları yerde diz üstü çöküverdiler.“ 2850
Oysa başlarına gelecekler hakkında uyarılmışlardı. Eğer Allah'a isyanda direnmeselerdi Allah onlara bu azâbı yollamazdı. Bu hususta Şuayb (a.s.)'ın duâsı gerçekleri ortaya koyar: “Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hak ile Sen hüküm ver, Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.“2851; “Ey kavmim! Andolsun ki Rabbimin sözlerini size bildirdim, öğüt verdim; kâfir millet için niçin üzüleyim!“ 2852
2847] 7/A’râf, 88
2848] 17/İsrâ, 15
2849] 7/A’râf, 94-95
2850] 7/A’râf, 90-91
2851] 7/A’râf, 89
2852] 7/A’râf, 93
- 712 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah da bu gerçeği şöyle vurgular: “Eğer inanmış ve Bize karşı gelmekten sakınmış olsalardı, onlara göğün ve yerin bolluklarından verirdik. Ama yalanladılar; bu yüzden onları yaptıklarına karşılık yakalayıverdik.“2853 Kıyâmete kadar bâki olan Kur'ân-ı Kerim, hitâbettiği tüm insanlara Allah'a göre yapılması ve yapılmaması gerekli olanları belirtmiş ve insanların öğüt almalarını istemiştir. “Dinde zorlama yoktur.“ Akıllara hitâbeden Allah'a, kendi rızâları ile uyanlara esenlik, ebedî cennet; şu veya bu şekilde yine kendi istekleriyle gerçekleri inkâr edip, emirlere isyan edenlere de ebedî azap verileceği açıklanmıştır.
Sonuçta, Şuayb’ın (a.s.) kıssası ile tüccar bir toplum olan Mekkeli müşriklere ve Kıyâmete kadar yaşayacak tüm Kur'an muhâtaplarına alışverişlerde karşılıklı rızâya dayanan bir ticaret yapılması öğütlenmiş olur. Başkalarının mallarını haksızlık ve hile ile yememeleri için insanlar uyarılır. Bu hususta karşılıklı rızayla yapılan ticaretten kalan kârın, Allah'ın nezdinde hak ve helâl olan kazanç olduğu hatırlatılır. Ticaretin yapılmadığı hiçbir toplum düşünülemeyeceğine göre; adları ne olursa olsun; sanayi toplumu, tarım toplumu gibi tanımlamalarla kendilerini tanımlayarak, Allah'ın bu emirlerinden kaçmak demek zulümde devam edilmesi anlamına gelir ki bu hususta Allah şu hatırlatmayı yapar: “Kasabaların/şehirlerin halkı, geceleyin uyurlarken azâbımızın kendilerine gelmesinden emin midirler?“ 2854
Medyen Kavmi ve Almamız Gereken Dersler, Mesajlar
Yüce Allah Lût kavmini toptan helâk ettikten sonra Şuayb’ın (a.s.) hareketinden bahsediyor. Bu kavim de ölçü ve tartıda hileli davranmak ve yeryüzünde bozgunculuk yapmakla tanınmaktadır. Bugün acaba onlar gibi İslâm’ın hudutlarını çiğneyip ölçü ve tartıda hileli davrananlar yok mudur? Elbette âlâsı var. Günümüz toplumu Lût kavminin, Sâlih kavminin, Hud ve Nuh kavminin yaptıklarım yapmıyor mu acaba? Ama Yüce Allah bir hikmete mebni olarak bunları dünya tarihinden silmiyor. Topyekun silmiyor, ancak çeşitli şekillerde bunlar da dünyada Allah’ın azâbından geçmektedirler. Günümüzde hemen herkesin hastalıklı olması, her gün binlerce kişinin trafik kazalarında hayatlarını kaybetmesi, depremler, savaşlar ve anarşik olaylardan her yıl sayısız insanların kaybı ve bunların da ötesinde lüks, konfor ve dünyaperest hastalığının getirdiği maddî ve mânevî krizleri sayabiliriz. Ama bütün bunlardan daha büyük olan cehennem azâbı vardır ki ondan hiçbir zâlim ve âsi kurtulamayacaktır.
Diğer Resullerin yaptığı gibi, Şuayb (a.s.) da başlangıçta tevhid akidesini gönüllere yerleştirmekle işe başladı. Arkasından, emanet ve adâlet konusuna da ağırlık verdi. Çünkü Medyen halkı, büyük bir ticarete sahipti. Yemen’den Suriye’ye, Irak’tan Mısır’a kadar uzanan iki ana ticaret yolunun kavşağında iskân ettiklerinden dünya üzerinde büyük bir öneme sahiptiler. Ticaretlerinde eksik tartma ve eksik verme, hileli davranma, zulüm ve soygun olaylarına karışma gibi konularda da kötü bir üne sahiptiler. Şuayb’ın (a.s.) onlara yaptığı bunca nasihatten maalesef pek yararlanan olmadı. Onlar, insanların eşyalarını eksik verdiklerinden, insanlara zulmedip bozgunculuk yaptıklarından ruhları körelmiş ve hayata adâlet gözlüğüyle bakamıyorlardı. Onlar sadece nefislerinin tuzağı olmuş, böylece Allah'ın elçisine karşı çıkarak şöyle diyorlardı: “Ey Şuayb, senin namazın mı bizim babalarımızın yaptıklarını ve mallarımızı dilediğimiz gibi kullanmamızı men ediyor?
2853] 7/A’râf, 96
2854] 7/A’râf, 97; Cengiz Duman, Haksöz, Sayı 37, Nisan 94, s. 43-45
ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ
- 713 -
Sen doğrusu aklı başında yumuşak huylu birisin.' Şuayb: 'Ey kavmim, ben Rabbimden apaçık bir delil üzere isem ve bana kendisinden güzel bir rızık ihsan etmişse ne dersiniz? Size yasakladığım şeylere aykırı hareket etmek istemem. Gücümün yettiği kadar ıslah etmekten başka bir isteğim yoktur. Başarım ancak Allah'tandır. O'na güvendim, O'na yöneliyorum' dedi. 'Ey kavmim, bana karşı gelmeniz, Nuh kavminin, Salih kavminin başına gelen felâketin benzerini sakın sizin başınıza getirmesin. Lût kavmi de sizden pek uzak değildir. Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra da O'na tevbe edin. Doğrusu benim Rabbim Rahimdir, Veduddur.“ 2855
Şuayb'ın kavmi, inat ve bilgisizlikleri yüzünden körü körüne onun hakkında alay ve istihzaya başladılar. Şehid müfessir Seyyid Kutub, günümüz toplumunun düşünce ve inkârları bakımından hiç de Şuayb peygamberin kavminden geri kalmadığı konusunda şunları söylüyor: 'İçinde yaşadığımız şu günün câhiliyesi ve şirki hiç de Şuayb peygamberin devrindeki cahiliyeden ve şirkten ayrı değil... Aralarında yahûdi, hristiyan ve müslüman adı verilenler de dâhil olmak üzere günümüzde insanlığın içine düştüğü putperest hayat, inançla hareketin arasını açıp ayırıyor. Şeriat ile sosyal münâsebetleri birbirinden ayrı mülâhaza ediyor. İnanç ve ibâdetin Allah'a ait olduğunu, nizam ve münâsebetlerin ise Allah'tan başkalarına ait olduğunu savunuyor. Dinî konularda Allah'ın emirlerine, sosyal konularda Allah'tan başkalarının buyruğuna boyun eğiyor. Aslı ve hakikati itibarıyla en büyük şirk de budur zâten.
Ne acı ki, bugün aramızda kendilerine müslüman adını verdikleri halde din ile ahlâkın, din ile dünyanın ayrılması gerektiğim savunanlar da bulunmaktadır. Gerek kendi yerli ve gerekse yabancı üniversitelerden mezun olmuş aydınlar arasında öyleleriyle karşılaşıyoruz ki dudaklarını bükerek söze başlıyorlar ve hemen arkasından ekliyorlar: “Niçin karışsın İslâm bizim özel hayatımıza?... Neden İslâm’da plaja ve açık saçık kıyafetlerle denize girmek yasak olacakmış? Kadının kılık ve kıyafetine niçin karışsın İslâmîyet? Seksüel konularda dinin dogmaları hâlâ geçerli olabilir mi? Kafamızı dindirmek için bir iki yudum içki içmemize İslâmîyet neden karışacakmış? Medenî memleketlerin yaptıkları şeylere İslâm'ın ne hakkı varmış müdâhale etmeye?“ Ne fark var şu sorularla Medyen putperestlerinin: “Ey Şuayb, senin namazın mı bizi babalarımızın yaptıklarını ve mallarımızı dilediğimiz gibi kullanmamızı men ediyor?“ demeleri arasında?!
Bu kadarla da kalmıyorlar. Şiddetle kızarak, dehşete kapılarak dinin, ekonomik konulara müdâhale etmesine karşı çıkıyorlar. “Sosyal ilişkiler ile inançların nasıl bir ilgisi olabilir? Bırakalım dinî inançları da, ahlâka bile ilgisi mevzû bahis edilemez. Fâiz neden yasak olacakmış? Faizsiz bir toplum hayatı olabilir mi? Birisi devlet tarafından konulan kanunların pençesine düşmeden hile yapıyorsa, aldatabiliyorsa neden karışacakmış din buraya?“ diyorlar. Hatta daha da şımarıklık ederek, ahlâkî kaideler iktisadî hayata müdâhale edecek olursa ekonomik hayatı bozar diyorlar. Çünkü ekonomik hayat her türlü ahlâkî kayıttan âzâde olmalıymış. Bunlara göre eski çağ kalıntısı bir düşünüşmüş ahlâk denilen şeyler...
O ilk câhiliye devrinin Medyen halkının tutumu gözümüzde pek büyümesin. Bugün biz daha korkunç bir cehâlet ortamında yaşıyoruz. Ne var ki, günümüzün câhiliyesi eskisi gibi bilgisizliğe dayanmıyor, aksine bilgi, görgü ve medeniyet esaslarına istinat ediyor. Ve dinle günlük hayat arasında ilgi kurmak isteyenleri,
2855] 11/Hûd, 87-90
- 714 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sosyal muâmelelere dinî inançları müdâhale ettirenleri başlıyorlar itham yağmuruna. Gerici diyorlar, mutaasıp diyorlar, tutucu diyorlar...
Şurası muhakkaktır ki, bir gönülde hem Allah'ın birliğine inanmak, hem de sosyal münâsebetler hususunda Allah'tan başkalarının buyruklarına bağlanmak, yeryüzü kanunlarına tâbi olmak asla birleşemez. Nasıl olur, şirkle tevhid bir kalpte birleşir mi hiç? Şirkin de çeşitleri vardır şüphesiz. Bugün bizim de içinde yaşadığımız siyasal ve sosyal düzenlemeler bir şirk nevidir. Hatta diyebiliriz ki her zaman ve her devirde gelen müşriklerin müşterek tarafları günümüzdeki şirkçi unsurlardır...
Medyen halkı da tıpkı günümüzde saf tevhid akidesine dâvet eden ve bu uğurda çalışan gerçek mü’minler ile alay eden kimseler gibi Hz. Şuayb'ı alayla karşılıyorlar: 'Sen doğrusu aklı başında, yumuşak huylu birisin' Aslında bu söylediklerinin tam tersini belirtmek istiyorlar. Onlara göre yumuşak huyluluğun ve aklı başında olmanın biricik ifadesi hiç düşünmeksizin onlar gibi, atalarının tapındıkları şeylere tapınmaktır. İbâdet ile çarşıdaki muâmelelerini birbirinden ayrı mütâlea etmektir. Öyle değil mi günümüzdeki aydın ve medenî kimselerin(!) yanında da? Bu yüzden ayıplamıyorlar mı mutaassıpları ve geri kafalıları(!) 2856
Medyen kavmi Şuayb’ın (a.s.) bütün ikazlarına rağmen, öğüt ve ihtarlarına rağmen bir türlü şımarıklıklarından vazgeçmiyor ve onunla alaya kalkışıyorlardı. Bu davranışlarını daha ileriye götürerek onu ölümle tehdit etmeye başladılar: “Dediler ki: 'Ey Şuayb, söylediklerininin çoğunu anlamıyor ve seni aramızda zayıf görüyoruz. Taraftarların olmasaydı seni taşlardık, esasen sen bizim yanımızda şerefli kimse de değilsin.' Şuayb: 'Ey kavmim, elinizden geleni yapın. Doğrusu ben de yapacağım. Rezil edecek bir azâbın kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz. Gözetleyin, doğrusu ben de sizinle beraber gözetleyeceğim.' Emrimiz gelince Şuayb'ı ve beraberindeki inananları katımızdan bir rahmet olarak kurtardık; zulmedenleri de korkunç bir ses yakaladı. Ve oldukları yerde dizüstü çöküverdiler. Sanki oralarda hiç yaşamamışlardı. Bilin ki Semud kavmi gibi Medyen halkı da Allah'ın rahmetinden uzaklaştı.“ 2857
Evet, Şuayb (a.s.)'ın halkı olan Medyenlilerin de sonu gelmişti artık. Tıpkı Sâlih peygamberin kavmi gibi tarih sahnesinden silindiler. Öyle ki, hiç yaşamamışlardı âdeta. Onlardan geriye kalan sadece birkaç satır... Onların kıyâmeti sadece bir çığlık, bir ses olmuştu. Acaba beş milyar insanın yaşadığı şu günümüz dünyasının kıyâmeti nasıl olacaktır? 2858
Kendilerine Şuayb (a.s.)’ın peygamber olarak gönderildiği Medyen halkı hakkında bildiğimiz, İbrahim (a.s.)’ın soyundan olduklarıdır.2859 Kur’ân-ı Kerim’in ifâdelerinden Şuayb (a.s.)’ın kavminin tek Allah’a inanıp O’na kulluk yapmayan, O’na ortak koşan müşrik bir kavim olduklarını anlıyoruz, özellikle hâkimiyet konusunda Allah’a şirk koşuyor, muâmelâtta, -özellikle de alışveriş hususunda- Allah’ın ortaya koyduğu prensiplere uymuyor ve kendi yanlarından, hevâ ve heveslerinden kaynaklanan uydurma kanunlarla amelî konuları yürütüyorlardı.
Bu kıssa, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılır: “Medyen halkına da kardeşleri Şuayb’ı
2856] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, c. 8, s. 250-252
2857] 11/Hûd, 91-95
2858] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, 58-63
2859] Mevdûdî, Tefhim, c. 2, s. 61
ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ
- 715 -
gönderdik. Onlara şöyle dedi; ‘Ey kavmim, Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. O’ndan size apaçık bir burhan/delil gelmiştir, ölçü ve tartıyı tam yapın, insanlara eşyasını eksik vermeyin. Düzeltilmişken yeryüzünde fesat çıkarmayın. İnanıyorsanız bilin ki, bunlar sizin için daha hayırlıdır.“2860 Kur’ân-ı Kerim’in bu ifâdelerinden anlaşılıyor ki, Şuayb kavmi, alışveriş konusunda dürüst davranmayan, zâlim; hidâyete ermiş ve Allah’a iman eden insanlar arasında fitne-fesat çıkaran ve doğru yoldan alıkoyan insanlardı. Allah yolundaki doğruluktan hoşlanmıyorlar, İlâhî düsturun adâletine katlanamıyorlar, bu düsturu bozmak istiyorlardı. 2861
Kavminin sapıklığını muâmelâta taalluk eden bir noktada olduğunu bildiği halde Şuayb (a.s.), onları yalnız Allah’a ibâdet/kulluk etmeye, O’nun tek ilâh olduğuna inanmaya, yalnız O’nun dinini kabul etmeye çağırıyor. Şuayb (a.s.)’ın işe Tevhid akîdesine dâvet ile başlaması, onun, hayatın her türlü metod ve kanunlarının ancak bu kaideye bağlı olarak geliştiği zaman bir anlam kazanabileceğini bilmesinden dolayıdır. Yine yalnız Allah’a kulluk ederek O’na bağlanmalarını şart koşmasının nedeni; onun, sağlam bir akîde olmadan insanların yeryüzünde bozgunculuktan vazgeçmelerinin mümkün olmadığının idrâkinde olmasında dolayıdır. İşte bu sebepten dolayıdır ki, Şuayb (a.s.) kavmini ilk olarak sadece Allah’a kulluğa, yani Tevhid akîdesine dâvetle işe başlıyor. 2862
Tevhid’le Birlikte Fesâdın Önlenmesine Yönelik Çağrı: “Medyen (oğullarına) da kardeşleri Şuayb’ı (peygamber olarak gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a ibâdet/kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir: Artık ölçüyü tartıyı tam yapın. İnsanların eşyalarını eksik vermeyin. Islah edildikten sonra yeryüzünde ifsâd/bozgunculuk yapmayın. Eğer inananlardan iseniz bunlar sizin için daha hayırlıdır. 2863
Her peygamber, günün temel problemleriyle ilgili bir söyleme sahip olarak gelir. Gelen nebî Mûsâ ise ve sorun etnik ve dinî azınlığın problemleri, yani siyasal ahlâksızlıksa Mûsâ’ya inen vahyin buna kayıtsız kalması düşünülemez. Yoğun olarak bu sorun gündeme gelir. Gelen Şuayb ise ticarî ahlâksızlıkların önlenmesine yönelik çağrılar olacaktır. Ama bütün bu fesatların ancak, Allah’tan başka ilâh kabul edilmemesi ve sadece O’na ibâdet ve kulluk yapılması gereği, yani tevhid vurgusu yapılacaktır. Çünkü bütün fesat ve haramlar, temel problem olan şirkle bağıntılıdır. Tevhid hayata hâkim olmadan fesâdın ve ahlâksızlıkların önüne geçmek mümkün değildir.
Allah’tan Çok, Taraftarlarımızdan Korkan Bir Düşman: “Dediler ki:’ Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve içimizde seni cidden zayıf (âciz) görüyoruz! Eğer kabilen olmasa, seni mutlaka taşlayarak öldürürüz. Sen bizden üstün değilsin.’ (Şuayb:) ‘Ey kavmim dedi, size göre benim kabilem Allah’tan daha mı güçlü ve değerli ki, O’nu (Allah’ın emirlerini) arkanıza atıp unuttunuz. Şüphesiz ki Rabbim yapmakta olduklarınızı çepeçevre kuşatıcıdır.“ 2864
Küfrün ve kâfirlerin basiret ve ferâseti kesinlikle yoktur. Onlar mücâdelede neyin araç, neyin ise amaç olduğunu; neyin asıl ve neyin ise fer’ (teferruat)
2860] 7/A’râf, 85
2861] S. Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, c. 6, s. 139
2862] Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, s. 83-84
2863] 7/A’râf, 85
2864] 11/Hûd, 91-92
- 716 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olduğunu anlayabilecek bir idrâke bile sahip değildirler. Bu yüzden helâklerini getiren şeylere birer nimet gibi koşmakta ve kendilerine yok oluştan başka bir şey getirmeyecek amellere sarılmaktadırlar. Korkmadıkları ve hesâba katmadıkları gerçek İrâde’nin lütuf ve bereketi ise, mü’minlerin zaferlerinin temellerini oluşturmaktadır. 2865
Medyen Kavmi ve Günümüz
Medyenliler gibi karşı tarafın taraftarlarından korkmak yerine, gerçek güç ve kuvvet sahibi ve her şeyden değerli Allah’ın yardımına sahip olacak özellikler üzerinde bulunmamız gerekmektedir. 2866
Gayr-ı İslâmî toplumların temel problemi olan şirk ve Allah’la irtibatsızlık önemsenmeden, esas problemin ahlâkî olduğunu düşünüp sadece o alanda nasihatler yapmak delik kaba su doldurma çalışması gibi başarısız kalmaya mahkûmdur. Çünkü her türlü fesâdın ve ahlâksızlığın beslendiği şirk mikrobuyla savaşılmadan bu altyapıya bağlı olan yanlışlıkların düzelmesine imkân yoktur. O yüzden hangi çeşit ahlâksızlık, fesat ve zulüm varsa, bunların kökten giderilmesi için insanlara tevhidi hâkim kılma gayreti zorunludur. Bütün peygamberler, devirlerindeki yanlışlıklara karşı çıkarken, öncelikle tevhid vurgusu yapmışlardır. Toplumlarını Allah’tan başka ilâhları reddetmeye ve sadece O’na ibâdet ve kulluğa çağırmışlardır. Bu alt yapıyı oluşturarak fesâdın ve ahlâkî dejenerasyonun önüne geçmeye çalışmışlardır.
Bununla birlikte, câhilî topluma içi boş, kuru bir söylem olarak, felsefî ve teorik fikir yığını olarak tevhid söylemi de eksiktir, dolayısıyla tek başına yanlıştır. Bunun güncel şirkin izâlesi, bireyin ve toplumun yaşayışını kökten değiştirecek tevhid vurgusunu, yaşanan hayatla irtibatlandırak öncelikli olarak hangi davranış ve ahlâkî özelliklere sahip olunması gerektiğinin vurgulanması önemlidir. Tevhid, hayattan kopuk, insan davranışlarından bağımsız bir inanç esası değildir, tam tersine insanı ve hayatı her yönüyle kuşatıp yeniden inşâ etme projesidir. Vücutta etle kemik ne ise, tevhidin teorisi ile pratiği odur. O yüzden tâğutlara, sahte ilâhlara karşı çıkıp tavır almak, hayatı İslâmlaştırmak için kaçınılmaz bir zorunluluk olur. Bazı radikal geçinen gençlerin tevhidi, ahlâktan ve yaşayıştan uzak, sadece felsefî bir teori gibi algılaması, öncelikle kendi hayatlarında tevhîdî bir ahlâk ve yaşayışı, örnek şekilde gösterememesi, bir yönden İlâhî yardıma, diğer yönden iyi niyetli ama câhil insanların mesaja kulak vermesine engel olmaktadır.
“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik)...“2867 Allah (c.c.), âyetin bu kısmında Medyen halkına, onlara hakkı tebliğ etmesi ve onları imana dâvet etmesi için Şuayb’ı (a.s.) bir Rasûl olarak seçip gönderdiğini haber vermektedir. Bu âyette geçen; “kardeşleri“ kelimesinden kasıt, din kardeşliği değildir. Bundan kasıt; aynı kabileden olmaları veya meleklerden değil de insan cinsinden olmasıdır.
Şuayb kavminin en büyük hastalığı muâmelât konusuna Allah’ı karıştırmamak ve ölçüye, tartıya riâyet etmemek. Ölçü ve tartıda kapitalist bir hayatın ortaya konması. Maddeci ve materyalist bir anlayışın doruklaştırılması. Ahiret inancının, hesap duygusunun diskalifiye edilip dünyanın birinci plana alınması
2865] Levent Uçkan, İslâm Tarihi Notları, s. 32-33
2866] bk. 11/Hûd, 91-92
2867] 7/A’râf, 85
ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ
- 717 -
ve bunun sonucu olarak da putlaştırılan dünya ve dünyalıklara ulaşabilmek için her şeyin meşrû sayıldığı bir toplum.
Hz Şuayb’ın önce tıpkı önceki elçilerin yaptığı gibi bu toplumu Allah’a kulluğa çağırdığını görüyoruz: “Ey kavmim Allah’a kulluk edin, çünkü sizin O’ndan başka kulluk yapacağınız ilâhınız yoktur.“ Allah’tan başka sözünü dinleyeceğiniz, kendisine ibâdet edeceğiniz, sizin üzerinizde yetki ve otorite sahibi yoktur. Yaratıcınız O, rızık vericiniz O, hayat programınızı belirleyen O’dur. Ondan başka hayatınızda minnet duyacağınız, hesap ödeyeceğiniz göklerde de yerde de başka bir varlık yoktur. İşte böyle bir Allah’ı dinleyin. Çünkü: “Rabbinizden size apaçık beyyineler gelmiştir. Öyleyse Rabbinizin emrettiği biçimde ölçü ve tartıya riâyet edin ve insanların mallarını eksiltmeyin.“
Evet, Allah’ın peygamberi evvelâ toplumunu tevhide dâvet ettikten sonra ölçü ve tartı konusunu, ticarette dürüst davranmaları konusunu gündeme getiriyor. Elbette tevhidi kavrayamamış, Allah’a Allah’ın istediği biçimde inanmamış bir bir insanın, içine iman ve akide yerleşmemiş bir toplumun amelî hayatının düzelmesi de mümkün olmayacaktır. Allah’ı Allah’ın kendisini tarif ettiği biçimde tanımayan ve inanmayan bir adama birkısım amellerden söz etmenin anlamı yoktur. Çünkü ne adına yapacak insan bunları? insanlara önce Allah anlatılacak, Cennet anlatılacak, Cehennem anlatılacak, hesap-kitap anlatılacak, yani Cenneti ve Cehennemi olan, sonunda hesaba çekecek olan bir Allah anlatılacak ve ondan sonra da “işte bu Allah hatırına şunları şunları yapman lâzım“ denilecektir. Sadece Allah’ı dinlemen ve Allah’tan başka hiç kimseyi dinlememen gerekir diyeceğiz. Yani, öncelikle insanları şirkten-küfürden arındırıp onların kalplerine imanı yerleştirmeliyiz.
İşte Allah’ın elçisi de işe buradan başladıktan sonra onların hayatlarındaki bir bozukluğa dikkat çekiyor: “Ölçü ve tartıya riâyet edin ve insanların eşyalarını eksiltmeyin, eksik vermeyin!“ Ölçü ve tartıya riâyet edilmeli ve insanların eşyaları eksiltilmemeli. Bu emir, ticaretin her çeşidini içine alan bir emirdir. İhtiyaç olmayan şeyleri reklâm vâsıtasıyla ihtiyaçmış gibi göstermekten tutun da, insanların şartlandırılmasına, satılmaması gereken malın satılmasına kadar, enflasyon yoluyla çaktırmadan sade yağdan kıl çeker gibi insanların ceplerine uzanmaya kadar her türlü mal eksiltmeyi içine almaktadır ve bunların her türlüsü yasaktır.2868
Bu âyette yer alan ve “İnsanların eşyalarını eksik vermeyin“ anlamına gelen ibare, hem maddî, hem ahlâkî ve sosyal haklara riâyet etmek gerektiğini belirtir. Çünkü insan, sadece alış verişlerde değil, başkalarıyla girdiği tüm ilişkilerde de doğruluk ve adâletten ayrılmamakla yükümlüdür.
Şuayb (a.s.)’ın Kavmine Emrettikleri:
Şuayb (a.s.), kavmi Medyen’e şu beş şeyi emretti:
1) Sadece Allah (c.c.)’a İbâdet ve Şirki Terk:
“O şöyle dedi : “Ey kavmim! Allah’a ibâdet edin! Sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur.“2869 Şuayb (a.s.), kavmine ilk olarak sadece Allah’a (c.c.) ibâdet etmelerini, şirkin her çeşidini terk etmelerini emretti. İşte bu, bütün Rasûllerin insanlara ilk dâvet
2868] Ali Küçük, Besâiru’l-Kur’an, c. 6, s. 486-488
2869] 7/A’râf, 85
- 718 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ettiği şeydir.
Allah (c.c.), bu konuyla ilgili olarak başka âyetlerde şöyle buyurmuştur: “Senden önce hiçbir Rasûl göndermiş olmayalım ki, ona: ‘Benden başka ibâdete layık ilâh yoktur, yalnız Bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım.“2870; “Andolsun ki, her ümmete: ‘Allah’a ibâdet edin ve tâğuttan kaçının’ diye (tebliğ etmeleri için) bir Rasûl gönderdik. Allah, onlardan kimine hidâyet etti ve onlardan kiminin üzerine de sapıklık hak oldu. Yeryüzünde gezin de yalanlayanların sonunun nasıl olduğuna bir bakın!“ 2871
Şuayb (a.s.), kavmi Medyen ahâlisine ilk olark şöyle dedi: “Ey kavmim! Sadece Allah’a ibâdet edin, sadece O’nun emirlerini dinleyin, sadece O’nun şeriatine göre hayatınızı düzenleyin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın! Çünkü sizin, O’ndan başka ibâdete lâyık ilâhınız yoktur.“ Şuayb (a.s.) de bütün Rasûllerin yaptığı gibi ilk olarak kavmini tevhide ve her türlü şirki terke çağırdı.
Çünkü dinde ilk bozukluk şirk koşmakla başlar. Dinin esası da zaten bu temele dayanır. Yaratılışın asıl gâyesi de budur ve bütün ibâdetlerin geçerliliği tevhidin sağlanıp sağlanmamasına bağlıdır. İnsî ve cinnî şeytanlar, bu meseleyi çok iyi bildikleri için ilk olarak tevhidi bozmaya çalışırlar ve bunun için bütün güçlerini kullanırlar.
2) Gönderilen Rasûle Tâbi Olmak ve İtaat Etmek:
“Rabbinizden size bir delil geldi.“ Şuayb (a.s.), kavmine ikinci olarak, kendisinin Allah (c.c.) tarafından gönderilmiş bir Rasûl olduğunu ve kendisine tâbi olunması gerektiğini emretti. Onlara şöyle dedi: “Ey kavmim! Sizlere, getirdiğim şeylerin doğruluğunu ve Allah tarafından olduğunu ispat eden, aklı başında herkesin anlayabileceği deliller gelmiştir.“
Bu âyette zikredilen deliller, kâinatla ilgili bir mûcize olabileceği gibi, aklî deliller de olabilir. Allah (c.c.) Şuayb’e (a.s.) kâinatla ilgili bir mûcize verdiğini belirtmemiştir. Fakat onun Allah’ın (c.c.) Rasûlü olduğunu, doğru söylediğini ispat eden kâinatla ilgili bir mûcizenin mutlaka verilmiş olması gerekir. Ebû Hureyre’den, Rasûlullah’ın (s.a.s) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Her nebiye, insanları ona iman etmeye sevk eden mûcizeler verilmiştir. Bana verilen mûcize ise Allah’ın (c.c.) vahyi Kur’ân-ı Kerim’dir. Kıyâmet gününde en çok tâbi olunan olmamı dilerim.“ 2872
3) Ölçü ve Tartıda Âdil Olmak:
“Artık ölçü ve tartıyı tam yerine getirin!“ Şuayb (a.s.), kavmine üçüncü olarak ölçü ve tartıda âdil olmayı emretti. Onlara şöyle dedi: “Ölçü ve tartı konusunda insanların haklarını verin! Tartıda eksiklik yaparak insanları kandırmayın ve böylece onlara zulmetmeyin!“
Şuayb (a.s.) kavmini Allah (c.c.)’ı tevhid etmeye ve her türlü şirki terk etmeye çağırdıktan ve kendisine tâbi olunmasını emrettikten sonra ölçü ve tartı konusunda insanlara haksızlık yapmamalarını emretti. Bu konu üzerinde hassâsiyetle durmuş olması, bu meselenin ne kadar önemli olduğunu ve ölçüde, tartıda âdil olmamanın ne kadar büyük suç olduğunu göstermektedir. İşte bu sebeple
2870] 21/Enbiyâ, 25
2871] 16/Nahl, 36
2872] Buhârî; Müslim
ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ
- 719 -
mü’minler, bu mesele üzerinde titizlikle durmalıdırlar.
4) insanlara Haklarını Tam Vermek:
“İnsanlara, eşyalarını eksilterek vermeyin!“ Şuayb (a.s.), kavmine dördüncü olarak, insanlara ihânet ederek haksız yere mallarını almamayı emretti. Onlara şöyle dedi: “İnsanların haklarını tam olarak verin! Haklarını eksilterek, ihânet ederek, kandırarak ve zulmederek almayın!“
Şuayb (a.s.), kavmine ölçü ve tartıda eksiklik yapmamalarını emrettikten sonra, insanlara karşı yapılabilecek her türlü haksızlığı genel olarak yasaklamıştır. Böylece insanların mallarını gasb ederek, hırsızlık yaparak, rüşvet alarak veya hile yoluyla yemelerini de yasaklamıştır.
5) Yeryüzünde Bozgunculuk Çıkarmamak:
“Islahından sonra yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın!“
Şuayb (a.s.), kavmine son olarak yeryüzünde fesad çıkarmamalarını emretmiştir. Onlara şöyle dedi: “Yeryüzünü ıslah ettikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın, tevhidi bırakıp şirk işlemeyin. Çünkü yeryüzünde en büyük bozgunculuk, şirk işlemek, insanları bu yola sevketmek ve tevhidi engellemektir. Artık şirk işlemeyin, tevhidi bozmayın, muvahhidlere karşı gelmeyin! Allah’ın şeriatinin uygulanmasına engel olmayın, insanlara O’nun şeriatinden başka bir şeriatle hükmetmeyin! Aksi takdirde, zulmü yaymış olursunuz. Allah’ın yasakladığı amelleri işlemeyin ve size yaşamanız için gösterdiği doğru yoldan asla ayrılmayın! Allah’ın şeriatini hayatınızın her yönüne uygulayın! O’nun şeriatini terkederek, beşer aklının ürünü ve hevâ ü hevese dayalı olan şeraitleri/hükümleri tatbik etmeyin! insanları onunla muhâkeme olmaya zorlamayın!“
“Eğer inananlardan iseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır.“ Şuayb (a.s.), kavmine beş şeyi emrettikten sonra onlara şöyle dedi: “Ey kavmim! İyi bilin ki, yapmanızı emrettiğim şeyleri yerine getirirseniz, yani sadece Allah’a ibâdet eder ve ona hiçbir şeyi ortak koşmazsanız, tartıda ve ölçüde insanların haklarını yemezseniz, insanlara karşı hiç zulmetmez ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmazsanız, benim söylediklerimi tasdik eder, Allah tarafından gönderilmiş bir Rasûl olduğuma, size sadece O’nun emir ve yasaklarını bildirdiğime inanırsanız, bu, sizin için hem dünyada hem de âhirette daha hayırlı olur.“
Bu âyet gösteriyor ki, toplumun ıslahı için sadece ilim yetmez. Gelecek nesillerin de dine bağlanmaları için halkın ve özellikle de yeni nesillerin İslâmî bir terbiye ile terbiye edilmesi gerekir. Yeni neslin, her türlü şirki terkedip tevhide göre yaşamak ve pratikte bunu uygulamak üzere terbiye edilmesiyle birlikte, ahlâki yönden de çok iyi terbiye edilmesi gerekir. Doğruluk üzere yaşamaları, emânete ihânet etmemeleri, herkese karşı adâletli davranmaları, her türlü ahlâksızlıktan, fesad ve bozgunculuktan uzak durmaları gerektiği onlara aşılanmalıdır.
Medyen toprakları, Hicaz’ın kuzeybatısında, oradan Kızıldeniz’in doğu sahiline, güney Filistin’e, Akebe Körfezi’ne ve Sina Yarımadası’nın bir bölümüne kadar uzanan bölgelerde yer alır. Medayinde yaşayanlar büyük tüccar idiler. Onların yerleşim merkezleri, Kızıldeniz sahilini takip eden Yemen-Mekke ve oradan Suriye ticaret yolu güzergâhı ile Irak’tan Mısır’a giden yolun kesiştikleri mevkilerde yer alır. Bundan dolayı da onlar Araplar arasında iyi bilinirler ve helâk
- 720 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmalarından sonra bile Suriye ve Mısır’a giden ticaret kervanlarının yolları onların arkeolojik kalıntıları arasından geçmesi nedeniyle hatırlanırdı.
Yukarıdaki tarihî gerçeğin ışığı altında, onların Hakk’ın sesini ilk defa, Hz. Şuayb’dan (a.s.) duydukları bir hakikattır. Gerçekte Medyenoğulları, İsrail kavmi gibi aslında müslümandılar. Fakat Şuayb (a.s.) kendilerine peygamber olarak gönderildiği zaman onların inançları bozulmuş idi, tıpkı, Hz. Mûsâ’nın (a.s.) geldiğinde İsrailoğulları’nın saf inançlarının bozulmuş olduğu gibi. Benî İsrail, Hz. İbrahim’den (a.s.) sonraki yaklaşık altı asır süresince müşriklerle ihtilât ederek (onlara karışıp, benzeyip uyarak) şirke ve ahlâksızlığa dûçar olmalarına rağmen, hâlâ “mü’min“ olduklarını ve bundan gurur duyduklarını iddia ediyorlardı.
Bu, Hz. Şuayb’ın kavmine, şirk ve ticarî ahlâksızlık gibi iki önemli günah bakımından onları ıslah etmek için gönderildiğini göstermektedir. Hz. Şuayb (a.s.) burada onların dikkatini özellikle şu hususa çekmek istemiştir: “Sizden önceki peygamberlerin (selâm üzerlerine olsun) yerleştirdiği Hak Yolu (Sırat-ı Mustakimi), kendi yanlış inanç ve ahlâksızlıklarınızla bozmayın.“
Peygamberin onların inançlarına telmihte bulunması göstermektedir ki, onlar kendi kendilerinin “inananlar“ olduklarını itiraf ediyorlardı. Her ne kadar yanlış inançlara ve sapmalara kaymışlarsa da her hal u kârda “inananlar“ olduklarını ve bununla da övündüklerini söyleyen, güya baştan çıkarılmış müslümanlar idiler. İşte bunun için peygamber onlara: “Eğer gerçekten inananlar iseniz, iyilik ve kötülüğü, Allah’a, âhiret gününe inanmayan şu dünyaperest insanların ölçüleriyle değil, doğru ve dürüst insanların ölçüleriyle değerlendirmelisiniz diye hitapda bulunmaktadır.
Şuayb’ın (a.s.) Kavmini Yapmaktan Yasakladığı Şeyler
“Ona iman eden kimseyi tehdit ederek Allah’ın yolundan alıkoymaya ve onda çarpıklık aramaya çalışarak (böyle) her yolun başında oturmayın. Hatırlayın ki siz, az (ınlık) idiniz de O, sizi çoğalttı. Fesatçıların/bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın (bakalım).“ 2873
Şuayb (a.s.), bu âyette kavmini şu üç şeyden nehyetmiştir:
1 - Yol keserek insanların mallarının gasbetmekten.
2 - İnsanların kendisine bağlanmalarını engellemekten ve ona bağlı olanları dinlerinden döndürmek için zor kullanmaktan.
3- Yalan, hile ve şüphe uyandırma ile Allah’ın (c.c.) dosdoğru yolunu eğriltmekten, bozmaktan ve tahrif etmekten.
İnsanlara zulmetmek, haksız yere onların mallarını yemek, hevâ ve hevese göre onlara hükmetmek, Allah’ın (c.c.) şeriatine göre değil de hevâ ve hevese göre yaşamak isteyenler, Allah’ın (c.c.) doğru olan şeriatinin hâkim olmasını asla istemez, daima eğri olan kanunların hâkim olmasını isterler.
Bu âyet gösteriyor ki tevhide çağıran, her türlü şirki zulmü, ahlâksızlığı yasaklayan, iyi ahlâka çağıran yegâne doğru yol, Allah’ın (c.c.) şeriatidir. Onun dışında olan düzenlerin, fikirlerin, ideolojilerin hepsi eğridir, bozuktur, sapıktır...
2873] 7/A’râf, 86
ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ
- 721 -
Allah (c.c.) bu âyette, Şuayb’ın (a.s.), yapmakta oldukları birtakım amellerden kavmini vazgeçirmeye çalıştığını haber vermektedir: “Ona iman eden kimseleri tehdit ederek Allah’ın yolundan alıkoymaya ve onda çarpıklık aramaya çalışarak (böyle) her yolun başında oturmayın.“
Âyette geçen “fesâd“ halinin insanın, velî, koruyucu ve yardımcı olarak Allah'tan başkasını kabul etmesiyle başladığı Kur’an’da belirtilir. O halde düzen, ancak tek velî, koruyucu ve yardımcının, yalnız Allah olduğunu bilmekle tekrar sağlanabilir.
Allah (c.c.) âyetin bu kısmında Şuayb’ın (a.s.) kavmine şöyle dediğini bildirmektedir: “Ey kavmim! insanların Mallarını çalmak için yol köşelerinde oturarak onları ölümle tehdit etmeyin! Bana iman etmek isteyenlere telkinde bulunarak, onları imandan vazgeçirmeye çalışmayın! Onları, imanlarından döndürmek için korkutmayın! Allah’ın size bildirmiş olduğu doğru yolunun eğri olmasını istemeyin. Bu yolu bozmaya, tahrif etmeye, küçük düşürmeye çalışmayın!“
Rabbimiz diyor ki “ölçü ve tartıya iyi riâyet edin, insanların mallarını eksiltmeyin. İnsanların haklarını yemek sûretiyle onlara zulmetmeyin.“ Eğer bir toplumun hayatı Allah’a iman esasına dayanmıyorsa, ekonomik hayatı Allah’a teslimiyyet esasına dayanmıyor, kapitalist yahut materyalist bir anlayışa dayanıyorsa, küfre ve şirke dayanıyorsa, o toplumda mutlaka zulüm olacak, insanlar her şeyi kendi menfaatlerine göre yontacak ve mutlaka o toplumda ezenler ve ezilenler olacaktır. Çünkü hayatları Allah’a iman esasına dayanmayan, hayat programlarını Allah’tan almayan toplum fertleri bencildir, hodbindir, sadece kendini düşünen, kendinden başka hiç kimseyi düşünmeyen, tüm dünya kendisine verilse bile bir türlü doymayan özelliktedir. Bundan dolayıdır ki daha çok kazanabilmek için, insanlara ölçüp tartarken hep eksik ölçüp tartacaklar ve insanlara zulmedeceklerdir.
İşte Medyen ahâlisi de böyleydi. Rivâyetlere göre ticarette kullandıkları altın ve gümüş paralardan insanlara verirken bir kısmını keserek, eksilterek veriyorlardı. İşte, içinde yaşamak zorunda olduğumuz toplumsal düzendeki enflasyon da aynı şeyi gerçekleştirmektedir. Tabii bu şekilde insanların birbirlerine zulmetmelerini sağlayan şu anda yaşadığımız sistemdir. Allah’a iman ve teslimiyyet esasına dayanmayan bu sistem her gün insanların cebindekini biraz daha eksiltmektedir. Ama halk da buna yardımcı oluyor.
“Allah’a inananları yolundan alıkoyup ve o yolun eğriliğini dileyerek tehdit edip her yolda pusu kurup oturmayın. Azken, Allah’ın sizi çoğalttığını hatırlayın; bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın.“ 2874
Herbir yolun üzerine oturup insanları Allah yolundan uzaklaştırıp kendi yollarınıza çağırmayın. Yolda eğrilik arayarak, yolun eğrisini isteyerek, insanların yollarını eğip bükerek insanların dinlerini, yollarını bozmayın. Anlayabildiğimiz kadar bunun birkaç mânâsı var:
1- Birincisi bu toplum Asya, Afrika ve Avrupanın ticaret kervanlarının geçtiği kesiştiği merkezî bir noktada oturan bir toplumdu. Bu bölgeden geçen ticaret kervanlarının yollarını değiştirerek kervanları soymaya çalışıyorlardı da Rabbimiz
2874] 7/A’râf, 86
- 722 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bunu yapmamalarını, böyle bir ahlâksızlıktan vazgeçmelerini öğütlemektedir. Tıpkı bugün reklamlar vasıtasıyla, insanları şartlandırmak sûretiyle insanların yollarını değiştirerek yazar kasalarının önlerine uğramalarını sağlayarak onları soymaya çalışan insanların yaptıkları gibi.
2- Devletin, toplumun önemli köşelerini ellerine geçirerek, önemli noktalarına oturarak, iktisad, ekonomi, hukuk, eğitim sahalarını ellerine geçirerek toplumun dinlerini, hayatlarını, hayat programlarını bozuyorlardı. Veya meselâ medyayı, basın ve yayın araçlarını ellerine geçirerek bütün bu sahip oldukları imkân ve araçlarla insanların düşüncelerini, inanışlarını ve dinlerini bozuyorlardı. Ellerine geçirdikleri bu vâsıtalarla insanları şartlandırarak hakkı bâtıl bâtılı hak, beyazı siyah, siyahı beyaz göstererek toplumun tüm ahlâkî değerlerini bozuyorlardı. Tıpkı bugün aynı vâsıtaları ellerine geçirerek, aynı köşe bucakları kaparak insanların dinlerini, inanışlarını ve düşüncelerini bozmaya çalışan zâlimler gibi. Devletin ve toplumun bütün imkânlarını, halkı soyarak elde ettikleri tüm ekonomik güçlerini bu yolda harcayan, bu toplumun dinini bozma ve toplumu dinsizleştirme yolunda kullanan zâlimler gibi.
Ekonomiyi bozuyorlar, hukuku bozuyorlar, eğitimi bozuyorlar, kılık kıyafeti bozuyorlar, halkın paralarıyla yazdıkları güya din dersi kitaplarıyla halkın dinini bozuyorlar. Allah’ın dinini bozuyorlar, Allah’ın dinini eğip büküyorlar ve “işte din budur!“ diye insanların karşısına bozuk bir din çıkarıyorlar. Allah’ın dinini kaldırarak yerine resmî bir din çıkarıyorlar. Kendi hevâ ve heveslerine göre hayata karışmayan, hayatta hiçbir etkinliği olmayan, devletle hiçbir problemi olmayan, kendi tanrılıklarına, kendi egemenliklerine evet diyen bir din çıkarıyorlar ve “işte din budur“ diyorlar. Böylece Allah dininden kopardıkları insanları kendi dinlerine kul-köle edinerek Allah kullarını Cehenneme sürüklüyorlar. Halkın imkânlarıyla oturdukları makamlarda zorla mü’minlerin çocuklarının örtülerini çıkartıyorlar. “Bizim dinimize göre, resmî dine göre bu yasaktır!“ diyorlar. “Resmî dine göre başörtüsü yasaktır, sakal yasaktır, sarık yasaktır, namaz yasaktır!“ diyorlar. Bugün de aynen Medyenliler gibi Allah kullarının dinlerini eğip bükenleri görüyoruz.
3- Ya da herbir yolun başına oturarak yolu değiştirerek, yolun kurallarını kendileri koyarak, yolun özelliğini bozarak insanları Allah yolundan uzaklaştırıyorlardı. Kaynağın başına oturarak insanları bu dinin temel kaynaklarından uzaklaştırarak kendi yazıp çizdikleriyle insanların dinlerini karmakarışık hale getiriyorlardı. Üç kuruşluk dünya menfaati adına, beş kuruşluk statü adına insanları kendi yollarına, kendi anlayışlarına çağırarak Kitap ve Sünnetten uzaklaştırmaya çalışıyorlardı.
Şu anda da insanları Allah’ın kitabına ve Rasûlünün Sünnetine çağırmayarak kendilerine, kendi cemaatlerine, kendi anlayışlarına, kendi yollarına veya kendileri gibilerin yollarına çağıranların tamamı, Allah kullarının dinlerini karmakarışık etmeye çalışan insanlardır. O kadar çok insan sözü, o kadar çok insan hayatı duyuyor ki bu insanlar ne yapacaklarını, nasıl amel edeceklerini şaşırıyorlar. Filan şöyle dedi falan böyle dedi, filan şöyle uçmuştu, falan böyle kaçmıştı; “acaba bizler bunların hangisiyle sorumluyuz?“ diyerek insanların kafaları karma karışık hale geliyor. Bırakalım bunları da, Allah’ın kitabını ve Rasûlünün Sünnetini anlatalım. Net ve açık İslâm’ı gündeme getirelim de, insanlar ne yapacaklarını
ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ
- 723 -
bilsinler.
Evet ey Medyen toplumu! Ve ey şu anda Medyen’i aratmayacak biçimde Allah kullarının yollarını, dinlerini bozmaya çalışanlar, yapmayın bunu! Allah kullarının dinlerini bozmayın!
Sizler azken, güçsüzken Allah’ın sizi hem mal yönünden, hem güç ve kuvvet yönünden, hem makam-mansıp yönünden güçlendirdiğini hatırlayın. Şu anda sahip olduğunuz her şeyi size Allah vermedi mi? Bunu düşünün ve sizden önce şu anda sizin yaptığınız fesâdı yapanların âkıbetlerinin nasıl olduğuna da bir bakıverin. Eğer sizler şu anda bu fesatlarınıza devam edecek olursanız onların başlarına gelenlerin sizin de başınıza da geleceğiden hiç şüpheniz olmasın. 2875
“Hatırlayın ki siz, az (ınlık)idiniz de O, sizi çoğalttı..“ Allah (c.c.) âyetin bu kısmında, Şuayb’ın (a.s.) kavmine şöyle dediğini haber vermektedir: “Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın! Siz, az idiniz de sizi çoğalttı, zilletten ve hakirlikten sonra size izzet verdi. Fakirlikten sonra ise sizi zenginleştirdi. Bunları ve diğer nimetleri hatırlayın ve yanlız Allah’a ibâdet edin, her türlü şirki terk edin! Sadece O’nun emirlerini yerine getirin ve yasaklarından kaçının! Böylece O’na gerektiği şekilde şükredenlerden olun!“
“Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın (bakalım)!“ Allah (c.c.) âyetin bu kısmında Şuayb’ın (a.s.), kavmini korkutmak ve sakındırmak için şöyle dediğini haber vermektedir: “Ey kavmim! Sizden önceki ümmetlerin halini düşünün! Nuh, Âd, Semud, Lût kavimlerinin başlarına gelenlerden ibret alın! Şirk koştukları, insanlara zulmettikleri, yeryüzünde fesad çıkardıkları, Allah’ın emirlerini dinlemeyip yasaklarından kaçınmadıkları, Rasûlleri yalanlayıp onlara tâbi olmadıkları için onların başlarına gelenlerden ibret alın, onlar gibi olmayın! Yoksa onların helâk olduğu gibi, siz de zillet içinde helâk olursunuz.“
Şuayb (a.s.)’ın Kavmini Allah’ın Hükmüyle Uyarması:
“Şâyet sizden bir grup, kendisiyle gönderildiğime iman eder ve bir grup da iman etmezse, (bu durumda) Allah, aramızda hüküm verinceye kadar sabredin. Elbette ki O, hâkimlerin en hayırlısıdır. 2876
Allah (c.c.) bu âyette yine, Şuayb’ın (a.s.), kavmine söylediği sözleri zikretmektedir. “Şâyet sizden bir grup, kendisiyle gönderildiğime iman eder ve bir grup da iman etmezse, (bu durumda) Allah, aramızda hüküm verinceye kadar sabredin.“ Allah (c.c.) bu âyette Şuayb’ın (a.s.), kavmine şöyle dediğini haber vermektedir: “Ey Medyen ahâlisi! Eğer bir kısmınız beni doğrulayıp bana inanmış, Allah tarafından getirdiğim şeyleri kabul etmiş, her türlü şirki terkedip ibâdeti sadece Allah’a ihlâslı olarak yapmış ve insanlara zulmetmeyi, tartı konusunda haksızlık yapmayı terk ederek bana bağlanmış, diğer kısmınız da yalanlayıp benim getirdiğimi reddetmişse, o zaman Allah aramızda hüküm verinceye kadar bekleyelim. Bakalım, hangi taraf doğru yoldadır! Bakalım, Allah kimlerden râzı olmuştur!“
“Elbette ki O, hâkimlerin en hayırlısıdır.“ Şuayb (a.s.) sözlerini şöyle bitiriyor: “Allah hükmedenlerin en hayırlısı, en adâletlisidir. Çünkü hükmünde hiç kimseyi kayırmaz ve hiç kimseye meyletmez.“ Bu âyet gösteriyor ki, adâletli hüküm, sadece Allah
2875] A. Küçük, a.g.e., c. 6, s. 489-493
2876] 7/A’râf, 89
- 724 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(c.c.)’ın verdiği hükümdür. Onun için, insanlar arasında haksızlık yapmaktan çekinen, onlara adâletli hüküm vermek ve doğruya isâbet etmek isteyen hâkimin sadece Allah’ın (c.c.) Kur’ân’ı Kerim ve sahih sünnette bulunan hükmünü uygulaması gerekir. “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerdir.“2877 Buna rağmen, Allah (c.c.)’ın hükmünü bir kenara bırakıp beşerî kanunları uygulayan hâkim, hem zulümle hükmetmiş hem de Allah’ın hükmünü inkâr etmiş olur. “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.“ 2878
Hz. Şuayb’ın (a.s.) konuşmasının hemen akabinde bu kelimeleri de ilâve etmesinin nedeni, onların yeniden inançsızların yolu üzerine dönmeyecekleri hususunda kesin bir iddiada bulunmaya yetkili olmadığını göstermek içindir. Allah’ın kudretini tam olarak anlamış mü’min, O’nun irâdesinin her şeyi kuşattığını bilir. Bundan dolayı da bir mü’min “Bunun ya da şunun yapılması tamamen Allah’ın dileğine bağlı iken, ben şunu yapacağım, şunu yapmayacağım“ diye kesin iddialarda bulunmaz. “Eğer O dilerse, başarılı olurum, yoksa hayır“ der. Allah Teâlâ, aynı şeyi âyetlerinde de bildiriyor. “Hiçbir şey hakkında: ‘ben bunu yarın mutlaka yapacağım’ deme; ancak, Allah dilerse, yapacağım’ de.“ 2879
Ama şurasını hiçbir zaman unutmayalım ki yeryüzünde bâtıllar asla hakkın varlığına tahammül edemezler. Yeryüzünde kâfirler, bir mü’minin varlığına asla tahammül edemez. Hak taraftarları yani mü’minler bâtıl taraftarları kâfirlerle herhangi bir savaşa girişmese de, az evvel ifade edildiği gibi “mâdem ki ey kâfirler, sizler inanmadınız, öyleyse bizler de Allah aramızda hükmünü verene kadar bekleyeceğiz“ dese de bâtıl taraftarları yine de rahat durmazlar. Yine de hakka karşı barıştan yana olmazlar. İlâhî yasa budur yeryüzünde ve bu yasa tarihin hiçbir döneminde değişmemiştir. Bakın ne diyorlar: “Milletinin büyüklük taslayan ileri gelenleri, ‘Ey Şuayb! Ya dinimize dönersiniz ya da, andolsun ki seni ve inananları seninle beraber kasabamızdan çıkarırız!’ dediler. Şuayb, onlara: ‘İstemesek de mi?’ dedi.“
İşte her zaman olduğu gibi mele’ grubunun tehdidi. Her dönemde ileri atılan, devlet yönetimine sahip olan, devletin kaymağını yiyen, devletin imkânlarından nasiplenen ve bunun için de devletin zevalinden çok korkan, daha doğrusu kendi menfaatlerinin zevalinden ödü kopan ve bunun için de her dönemde herkesden önce öne atılan mele’ grubu dediler ki Allah’ın elçisine: “Ey Şuayb! Ya bizim dinimize dönersiniz ya da seni ve sana inananları ülkemizden çıkaracağız. Ya bizim dediğimiz gibi inanır, bizim istediğimiz gibi düşünür, bizim istediğimiz gibi giyinir, bizim istediğimizi gibi yaşarsınız; ya da andolsun ki sizi memleketimizden söküp atacağız. Ya bizim gibi iktisadî bozukluklara ses çıkarmaz, bizim ahlâksızlıklarımıza siz de sahip çıkarsınız, bizim hayatımıza, bizim yasalarımıza, bizim ticaretimize, bizim çalıp çırpmamıza, yetimlerin haklarını, devletin imkânlarını kullanmamıza hiç laf etmezsiniz, bizim hukukumuza, bizim eğitim anlayışımıza, bizim kılık kıyafet anlayışımıza ses çıkarmazsınız ya da sürülmeyi göze alırsınız. Ya bizim fâizlerimize, bizim gasplarımıza, bizim genelevlerimize, bizim fuhuşlarımıza, bizim rüşvetlerimize dil uzatmayarak fitne çıkarmazsınız yahut da sizi süreceğiz!“ diyorlar. Yani “ya bizim huzurumuzu kaçırmaz, düzenlerimizi bozmazsınız, ya da sürülmeyi göze alırsınız!“ diyorlar. “Ya bizim
2877] 5/Mâide, 45
2878] 5/Mâide, 44
2879] 18/Kehf, 23 ve 24
ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ
- 725 -
hayatımızı benimsersiniz ya da çeker gidersiniz!“; “ya seversiniz düzenimizi, ya da bu ülkeyi terk edersiniz!“
Allah elçisine ve beraberindeki mü’minlere kâfirlerin tehditleri böyleydi. Dünkü kâfirlerin mü’minlere söyledikleri bu gün bize söylenmiyorsa ya kâfirler değişmiş ya da müslümanlar değişmiştir. Kâfir hiçbir zaman değişmeyeceğine göre herhalde bugün onlar karşısında biz müslümanlar değiştik. “Ya bizim hayatımızı kabullenirsiniz, ya bizim anlayışlarımıza dönersiniz, ya bizim metodlarımızla hareket edersiniz, ya bizim gibi demokratik usullerle çalışırsınız bizim prensiplerimize uyarsınız ya da sizi ülkemizden çıkarırız!...“
Aslında bunu onlara biz demeliydik. Onlara bunu biz söylemeliydik. Ama biz demeyince onlar diyorlar tabii bunu. Biz demiyoruz onlara bunu. Biz diyoruz ki “vazgeç bu işten! Etliye sütlüye karışma! Sakın ileri gitme!“ diyoruz. Arkadaşlarımız, akrabamız diyor, babamız, anamız diyor. Biz böyle davranınca da elbette onlar bize bunu deme hakkını elde ediyorlar.
Evet, Allah’ın elçisi Şuayb (a.s.) karşısında bu tehditleri savuruyorlardı. Çünkü şunu kesin olarak biliyorlardı onlar. Eğer Şuayb’ın (a.s.) Allah’tan getirdiği mesaj toplumda maya tutarsa o zaman toplum hayatını bu mesaja göre düzenleyecek ve toplumda zulümden eser kalmayacaktı. Toplumda materyalizm, maddecilik tutunamayacak, toplum ferlerinden hiçbirisi diğerini sömüremeyecek, kimse kimsenin kanını ememeyecek, kimse kimseyi ezemeyecek, kimse kimsenin sırtına binerek para kazanamayacaktı. Dolayısıyla bu mele’nin hortumları, gelir kaynakları kesilecekti. İşte bundan dolayı herkesten önce bunlar peygamberin karşısına dikiliyorlar ve onun dâvetinin insanlar tarafından kabul görmesini engellemeye çalışıyorlardı. Hûd sûresinde de toplumun Hz. Şuayb’a (a.s.) şöyle dedikleri anlatılıyor: “Ey Şuayb! Babalarımızın taptığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı men eden senin namazın mıdır? Sen doğrusu aklı başında, yumuşak huylu birisin’ dediler.“ 2880
Namazın Kötülükleri Terk Ettirmesi
Diyorlar ki; ‘ey Şuayb! Senin namazın mı emrediyor bunları sana? Atalarımızın, babalarımızın senelerdir tapındıkları tanrılara, senelerdir uyup geldikleri bu yasalara itaat etmememiz gerektiğini ve sadece Allah’a kulluk etmemiz gerektiğini sana emreden senin namazın mıdır? Veya hayatımızı düzenleyen yasalar konusunda, ticaret hayatımızı belirleyen, hukukumuzu, eğitim hayatımızı düzenleyen yasalar konusunda sadece Allah’ı dinlememiz gerektiğini sana emreden senin namazın mı yoksa? Veya mallarımız konusunda dilediğimiz gibi tasarrufta bulunmaktan senin namazın mı menediyor? Bütün bunları senin namazın mı emrediyor?’
Demek ki Allah’tan mesaj alma makamı olan namazın böyle bir misyonu vardır. Namaz bütün hayatı düzenleme fonksiyonuna sahiptir. Kıldığı namazı kişiye sadece Allah’a kulluğu, sadece Allah’ı dinlemeyi ve Allah’tan başkalarını dinlememeyi, Allah’tan başkalarına kulluk etmemeyi öğretmesi lâzımdır. Namaz kişiyi tüm hayatında Allah’a teslimiyete götürmelidir. Malı konusunda, evlâdı konusunda, hanımı konusunda, zamanı konusunda dilediği gibi hareket etmemesini,
2880] 11/Hûd, 87
- 726 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tüm bu konularda sadece Allah’ı dinlemesini emreden bir fonksiyona sahip olması gerekmektedir. “Muhakkak ki namaz, fahşâ (iğrenç şeyler) ve münker (kötülükler)den vazgeçirir.“2881 Bu âyet de bunu anlatır. Yani namaz, kişinin tüm hayatını düzenleyen bir özelliğe sahiptir ve böyle bir namaza namaz denir. Değilse, namaz kıldığı halde hayatını Allah’a teslim etmeyen kişinin kıldığı namaza namaz denmez. Namaz kıldığı halde malı konusunda Allah’ı söz sahibi bilmeyen, namaz kıldığı halde hukukunda Allah’ı söz sahibi bilmeyen, ekonomi anlayışında Allah’ı söz sahibi bilmeyen, eğitimi konusunda Allah’tan başkalarının yasalarını uygulayan bir adam namaz kılmıyor demektir.
Allah elçisinin karşısında bâtılın tehditlerinin estiğini görüyoruz. Ama kâfirler ne derlerse desinler, ne yaparlarsa yapsınlar, nasıl tehditler savururlarsa savursunlar Allah’ın elçisi asla tâviz makamında değildi. Allah’ın elçisi Hz Şuayb tâviz vermeye yetkili bir makamda değildi. Onların bu tür tehditleri karşısında Allah’ın elçisinin cevabı kesindi: “Yani biz istemesekde mi? Yani bu sizin bize sunduğunuz hayattan râzı olmasak da mı bunu bize yapacaksınız? Veya bu kendi vatanımızdan çıkmak istemesek de mi bizi çıkaracaksınız? Zorla ve zorbayla mı bizi kendi ülkemizden çıkaracaksınız? O zaman: “Allah bizi dininizden kurtardıktan sonra ona dönecek olursak, doğrusu Allah’a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimizin dilemesi bir yana, dininize dönmek bize yakışmaz. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz yalnız Allah’a güvendik. Rabbimiz! Bizimle milletimiz arasında hak ile Sen hüküm ver, Sen hükmedenlerin en hayırlısısın“ dedi. 2882
“Rabb’imiz Allah istemedikçe bizim sizin inancınıza dönmemiz mümkün değil anlamına gelen ibâre, Allah’ın insanlardan inkâra dönmelerini isteyebileceği ihtimalini değil, aksine samimi mü’minin O’na tam teslim olma tavrını ifade eder.
Allah bize hidâyetini gönderip bizi dalâletten, sapıklıktan kurtardıktan sonra tekrar o eski dalalet ve sapıklığa dönecek olursak o zaman bizler Allah’a açık bir iftirada bulunmuş oluruz. Eğer Rabbimizin gönderdiği hakkı, hidâyeti doğru yolu tanıdıktan sonra, Rabbimizden gelen hakka inandıktan sonra eğer sizin sapıklıklarınıza, sizin milletinize, sizin dininize, sizin anlayışlarınıza, sizin yasalarınıza, sizin dolandırıcılıklarınıza, sizin rüşvetlerinize, sizin kılık kıyafet anlayışınıza, sizin hukuk anlayışınıza, sizin hayat anlayışınıza dönersek, sizin gibi inanır sizin gibi yaşamaya kalkışırsak o zaman Allah’a karşı en büyük iftiraya kalkışmış oluruz. Eğer sizin bu sapık dininize, bu sapık hayat tarzınıza dönersek Allah’a en büyük iftirayı yapmış oluruz. Eğer sizler de bizler de Allah’ın bu hükümlerini duyduktan sonra, Allah’ın yolunu ve hidâyetini tanıdıktam sonra sanki bütün bunları duymamış gibi, tanımamış gibi hâlâ eski hayatımıza devam edecek olursak Allah’a en büyük iftirayı yapmış oluruz. Bir peygamber için asla geri dönüş yoktur. Peygamber yolunun yolcuları için de bu böyledir. Peygamber de peygamber yolunun yolcuları da hidâyeti tanıdıktan ve ona iman ettikten sonra tekrar eski küfürlerine, eski şirklerine dönmektense bin defa ateşe atılmayı tercih ederler. Çünkü gerçekten hakkı tanıdıktan sonra insanın onu bırakıp bâtıla uyması çok daha zor, çok daha çetrefilli ve yorucudur. Tevhidi tanıyan, Allah’ı tanıyan, Allah’a kulluğu tanıyan bir adamın Allah’ı bırakıp da Allah’tan başkalarına kulluğu insanda insanlık haysiyeti bırakmaz, öldürür. Böyle bir insanın insanlar
2881] 29/Ankebût, 45
2882] 7/A’râf, 89
ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ
- 727 -
tarafından boynuna gem vurulup zorla Allah’tan başkalarına kulluğa çağrılması kadar korkunç ve hakir bir şey düşünülemez. Yeryüzünde bundan daha hakir bir kulluk türü de düşünülemez. Allah bile kâinatın sahibi ve yaratıcısı olduğu halde insanlardan böyle zoraki bir kulluk istememektedir. Ama bâtıl bu şekilde hâkimiyetini kurunca, gücü eline geçirince insanlar hem akıllarını, hem dinlerini, hem nesillerini hem de servetlerini kurtaramazlar. İnsanlar bâtıllara karşı mükellefiyetlerinin gereği olarak her şeylerini kaybederler. Çünkü doyumsuzdur bâtıllar ve insanların her şeylerine el koyarlar. 2883
Kavminden mele’ (ileri gelen) kâfirler dediler ki: ‘Eğer Şuayb’e uyarsanız o takdirde siz mutlaka ziyana uğrarsınız.’2884 Bu ifâdeleri üstünkörü geçmemeli, bilâkis içerdiği anlamları derinliğine düşünmeliyiz. Medayin’in ileri gelenleri ve şefleri şöyle söyleyerek halkı bu hususta kandırmak istediler: “Dürüstlük, doğruluk, ahlâk ve iyilik gibi hususları temel ilkeler kabul eder ve uygularsak, biz o zaman tümüyle mahvoluruz. Biz ticaret ve alışverişimizde doğruluk ve dürüstlüğe uyar ve mesleğimizi bunlara göre sürdürürsek, ticaretimiz kesinlikle büyüyemez, serpilemez. Bunun yanında, en önemli kervanların, güzergâhlarının kesiştiği bölgede yer alan şu coğrafî stratejik konumumuzdan yararlanamaz, bu yörenin uslu vatandaşları olur ve kervanların geçip gitmelerine bir şeyler yapmadan seyirci kalırsak işte o zaman bu stratejik durumun sağlamakta olduğu bütün siyasî ve ticarî avantajlarımız bitti demektir. Bu da, komşu ülkelere karşı olan hâkimiyetimiz ve etkiğinliğimizin de bir sonu demektir.“ İşte bu “mahvolma“ korkusu, sadece Hz. Şuayb’in kavmine özgü bir olay değildir. Sefih toplumlar, hak, doğruluk ve dürüstlük hakkında, her zaman aynı tedirginliği duymuşlardır. Yalan, üçkağıtçılık ve ahlâksızlığa başvurmaksızın, fâize bulaşmaksızın ticaret, siyaset ve diğer dünyevî işlerin yürütülmesinin imkânsız olduğu düşüncesi tarih boyunca bütün iflâs etmiş toplumların görüşü olagelmiştir. Bundan dolayı da Hak dâvete karşı her zaman yapılan en büyük itiraz, “hep eğer bilenen o dalavereli yollar bırakılır ve doğru yola uyulursa ilerleme sağlanamayacağı ve toplumun yıkılacağı“ konusundadır.
Evet Hz Şuayb işi Allah’a bırakıyor. O Allah’a teslim bir peygamber olarak insanların tekliflerini reddeder ama meşîeti İlahîye de karışmaz. Zira o sadece bir elçidir ve Allah’ın bu mevzûdaki murâdını da bilmemektedir. İşte böylece Ulûhiyyet kavramının Peygamber şahsında billurlaşmasını görüyoruz. Allah’ın elçisinin kuvvet kaynağını görüp O’na sığındığını görüyoruz. Rabbine Rabbin istediği biçimde sığındığını gören toplumun da bakın O’nu bırakıp her dönemde olduğu gibi ona inanan mü’minlere yöneldiklerini görüyoruz. Alçaklar Peygambere dokunamıyorlar. Ona iliştikleri zaman biliyorlar başlarına nelerin geleceğini de ona inanan garibanların üzerine gidiyorlar. Peygamberi dize getiremeyince çevresindeki mü’minlere yükleniyorlar.
“Milletinin inkâr eden ileri gelenleri, ‘Şuayb’a uyarsanız, andolsun ki siz kaybedersiniz’ dediler.“2885 “Eğer Şuayb’a iman ederseniz andolsun ki kaybedenlerden olursunuz“ ifâdesini iki anlamda söylediklerini anlıyoruz. Ya bu bir tehditti, mü’minleri tehdit ediyorlardı. Eğer ona iman ederseniz çok büyük ziyana uğrayacaksınız.
2883] A. Küçük, a.g.e., c. 6, s. 496-501
2884] 7/A’râf, 90
2885] 7/A’râf, 90
- 728 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yani “bizim reddettiğimiz bu adama iman ederseniz artık başınıza gelecekleri siz düşünün. Neyiniz varsa hepsini elinizden alacağız, mallarınızı hatta canlarınızı ve tüm haklarınızı elinizden alıp sizi kendimize köleler edineceğiz. Her şeyinizi kaybedip bizim kölelerimiz durumuna düşeceksiniz“ diye tehdit ediyorlardı mü’minleri. Ya da bunu onlara bir nasihat olarak söylüyorlar da olabilir. Yani “eğer bu adama iman ederseniz, bu peygamberin istediği gibi yaşamaya kalkışırsanız o zaman bu toplumda sizler yok olmak, erimek zorunda kalacaksınız. Öyle değil mi? Fâiz almadan, ölçüde-tartıda bizim gibi hile yapmadan, insanların cebindekine uzanmadan, içki içmeden, kumara yönelmeden, yalana-dolana bulaşmadan bu toplumda nasıl ticaret yapacaksınız? Kazanmak şöyle dursun, büyümek şöyle dursun sermayelerinizi bile koruyamayacaksınız. Bunları yapmadan bu toplumda ayakta kalmanız mümkün değildir. Bu kafayla sizler bu toplumda, bu toplumun ekonomik anlayışı içinde eiriyecek, silinip gideceksiniz. Eğer Şuayb’ın getirdiği dine tâbi olursanız, onun haram dediklerini haram, helâl dediklerini de helâl kabul ederek hayatınızı bu inanca binâ edecek olursanız, kesinlikle sizler zarar edeceksiniz“ diyorlar. “Fâizsiz, kumarsız, rüşvetsiz bir ekonomi düşünülemez. İnsanlara zulmetmeden, insanların haklarını yemeden, insanların sırtlarına basmadan para kazanmak da yükselmek de mümkün değildir. Baksanıza Şuayb’ın getirdiği mesaj bunların tümünü reddetmektedir. Eğer ona iman ederseniz bütün bunları nasıl yapabileceksiniz? Mümkün değil, bu kafayla giderseniz zinhar sizler adam olamazsınız. Zarar etmek bir tarafa, sizler dünyanızı da zindan edeceksiniz. Çünkü içkisiz, kumarsız, kadınsız, faizsiz, düzensiz, dalaveresiz bir hayat çekilebilecek bir hayat değildir. Gelin, hayatınızı yaşayın, bu adamın dediklerine inanmayın“ diyorlardı.
Kâfirler mü’minlere böyle diyorlar ve nasihat ediyorlardı. “Bu peygamberin dediği gibi bir hayat yaşarsanız kaybedeceksiniz“ diyorlardı. Alçaklar kendileri dünyayı hedef bildiklerinden dolayı dünyalık elde edemeyen mü’minlere: “Sizler sonunda keybedecek ve enayi durumuna düşeceksiniz“ diyorlardı. Müslümanca bir hayat onlar için kayıptır. Dünyada zevklerini yaşayamamış olmak onlar için kayıptır. Kâfirler müslümanlar için dün de bu gün de böyle düşünüyorlar. Hâlbuki gerçek keybedenler kendileridir, gerçek kayıp onların hayatlarıdır. Allah’a kulluğa dönüştürülemeyen bir dünya hayatı baştan sona kayıptır. Yedikten sonra Allah’a kulluğa dönüşrütülmeyen tüm nimetler boştur ve kayıptır. İstifade edilip de kulluğa dönüştürülemeyen tüm nimetler değersiz ve boştur. İşte kendileri boş şeylerle oyalanan kâfirler mü’minlerin hayatlarını boş olarak görüyorlar ve aldanıyorlar.2886
“Derken o şiddetli deprem onları yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü donakaldılar (diz üstü çökerek helâk oldular). Şuayb’i yalanlayanlar sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Asıl ziyana uğrayanlar Şuayb’i yalanlayanların kendileridir. 2887
Medyen’in bu tümüyle yerle bir edilişi, komşu halkların dilinde darb-ı mesel olmuştu, Zebur’da,2888 Dâvud (a.s.) zâlimlere karşı Allah’ın yardımını şöyle istiyordu: “Senin kullarına karşı sinsice planlar yapan ‘bu hâinlere’ Medyen halkına yaptığını yap“, İşaya peygamber de İsrailoğullarına “....Asurlu’dan korkma...
2886] A. Küçük, a.g.e., 6/503-504
2887] 7/A’râf, 91-92
2888] 83/5-9
ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ
- 729 -
O asasını Mısır’ın üzerine kaldırdığı gibi kaldıracak... Orduların Rabbi, Medyen vurgununda olduğu gibi kırbacı ona karşı kımıldatacaktır...“2889 diyerek teselli vermiştir.
“(Şuayb) Onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: ‘Ey kavmim! Ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!“2890 Burada anlatılan bütün bu olayların derin mânâları vardır. Her kıssa, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) ve onun kavminin durumuna tam ve yerinde uymaktadır. Her kıssada iki taraf vardır: Peygamber ve kavmi, herbir kıssada geçen peygamber ve onun tâlimleri, uyarıları vs. tamamıyla Hz. Muhammed’in (s.a.s.) dâvetinde olduğu şekildedir. Diğer taraftan, kötülük, ahlâksızlık ve inatçılıklara dalmış olan halk ve onların kendini beğenmiş şefleri, her zaman, küçümser bir tavırla dâvete karşı çıkmışlardı. Hz. Muhammed (s.a.s.) ve dâvetine karşı Kureyş halkı da aynı tarz bir tavır takındığı için, dolaylı olarak, eğer çağrıya kulak vermezler ve Allah’ın onlara bahşettiği fırsatı değerlendirmezlerse âkıbetlerinin de onlar gibi olacağı ikazı yapılmakta. Eğer körükörüne aynı yolda gitmekte ısrar ederlerse, sapkınlıklarında ısrar edenlere geçmişte müstehak olan aynı belâ kendilerinin de başına er geç gelecektir.
“Bu yüzden onları bir sarsıntı tuttu ve oldukları yerde diz üstü çöküverdiler.“2891 Bu yaptıkları yüzünden onları bir racfe, bir sarsıntı, bir deprem ya da geberin geberesiceler diye bir ses yakaladı da hepsi oldukları yere diz çöküverdiler. Oldukları yere yığılıp kaldılar. Evlerinin ortasında diz çökülü kalıverdiler. Zaten ölüydü bu kâfirler. Çünkü vahiyle ilgi kuramamış insanların tamamı ölüdürler. Kur’an ve Sünnetle tanışamamış insanların tamamı ölüdürler. İşte bu ölüleri bir sarsıntı kendilerine getiriverdi. Yani Allah’tan gelen bir racfe, bir sarsıntı onları olmaları gereken konuma getiriverdi. Onlar hayatlarında diz çöküp Allah’a kulluk yapmaları gerekirken bundan kaçınıyorlardı da bir sarsıntı onları diz çöktürüverdi. O âna kadar Allah huzurunda diz çökmeye yanaşmayan alçaklar çaresiz diz çöküverdiler. Kazandıkları o malları mülkleri, çalıp çırptıkları servetleri, o makamları mansıpları, güçleri, kuvvetleri, medeniyetleri onları Allah’ın azâbından kurtaramadı. Ekonomik yönden çok büyük bir güce sahip oldukları halde bu güç ve kuvvetlerine güvenerek Allah’a ve Allah’ın elçisine kafa tuttukları halde evlerinde çöküverdiler. Allah diyor ki bakın: “Şuayb’ı yalanlayanlar, yurtlarında sanki hiç yaşamamışlar gibi oldular, izleri bile kalmadı. Mahvolanlar, Şuayb’ı yalanlayanlar oldu.“ 2892
“(Şuayb) Onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: ‘Ey kavmim! Ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!“2893 Eğer bizler de çevremizdekilere karşı görevlerimizi tam yaparsak, onlara Allah’ın istediği biçimde İlâhî mesajı duyurursak o zaman biz de hiç üzülmeyeceğiz. Son derece rahat olacağız. Ama bizler bu insanlara karşı tebliğ görevimizi hakkıyla yapamadıysak hem kendimize hem de onlara ağlayalım.
Evet üzülmüyordu Allah’ın elçisi, çünkü görevini tam yapmıştı. Üzülmüyordu, vazifesini eksiksiz yapmıştı. Gönül rahatlığı içindeydi Şuayb (a.s.), çünkü hakkıyla
2889] İşaya, 10: 21-26
2890] 7/A’râf, 93
2891] 7/A’râf, 91
2892] 7/A’râf, 92
2893] 7/A’râf, 93
- 730 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uyarmıştı onları. Tüm bu uyarılarına rağmen yine de iman etmeyen, yine de adam olmayarak burnunun doğrusuna giden bu insanlara üzülmeye değmezdi. Demek ki kâfirlerin, müşriklerin arkasından üzülmek câiz değildir. İşte Allah’ın en merhametli, en şefkatli, onların dirilişi için kendini bile ihmal edecek kadar çırpınan bir Allah elçisinin onların arkalarından üzülmediğini görüyoruz. Firavun’un arkasından da kimse üzülmedi. Rabbimiz Kur’an’ın başka bir yerinde “Ona ne gök ağladı ne yerdekilerden kimse ağladı“2894 buyurmaktadır.
2894] 44/Duhân, 29
ŞUAYB (A.S.) VE MEDYEN KAVMİ
- 731 -
Şuayb.(a.s.) ve Medyen Kavmi Hakkında Âyet-i Kerimeler
A- Şuayb’ın (a.s.) İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 11 Yerde): 7/A’râf, 85, 88, 90, 92, 92; 11/Hûd, 84, 87, 91, 94; 26/Şuarâ, 177; 29/Ankebût, 36.
B- Medyen İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler: (Toplam 10 Yerde): 7/A’râf, 85; 9/Tevbe, 70; 11/Hûd, 84, 95; 20/Tâhâ, 40; 22/Hacc, 44; 28/Kasas, 22, 22, 45; 29/Ankebût, 36.
C- Eyke İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 4 Yerde): 15/Hıcr, 78; 26/Şuarâ, 176; 38/Sâd, 13; 50/Kaf, 14.
D- Ress İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler: (Toplam 2 Yerde): 25/Furkan, 38; 50/Kaf, 12.
E- Şuayb (a.s.) ve Kavmi Konusundaki Âyetler
a- Şuayb (a.s.)’ın Kavmiyle Tevhid Mücâdelesi: 7/A’râf, 85-93; 11/Hûd, 84; 26/Şuarâ, 177-178; 29/Ankebût, 36.
b- Şuayb (a.s.) Medyen Kavmine Gönderilmiştir: 7/A’râf, 85, 11/Hûd, 84; 26/Şuarâ, 177-178; 29/Ankebût, 36.
c- Medyen Kavminin Kötülüğü: 7/A’râf, 85-86; 11/Hûd, 84-85; 26/Şuarâ, 181-183.
d- Şuayb (a.s.)’ın Kavmine Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 7/A’râf, 85-93; 11/Hûd, 84-93; 26/Şuarâ, 176-188; 29/Ankebût, 36-37.
e- Medyen Kavminin Helâk Edilerek Yok Oluşu: 7/A’râf, 85-93; 11/Hûd, 94-95; 15/Hıcr, 78-79; 25/Furkan, 38; 26-Şuarâ, 189-191; 29/Ankebût, 36-37, 40; 50/Kaf, 12, 14.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur’ân-ı Kerim’de Kavimler ve Toplumlar Âd Semûd Medyen, S. Süleyman Nedvî, Terc. Abdullah Davudoğlu, İnkılâb Y.
2. Kur’an Coğrafyası, Ali Akpınar, Fecr Y.
3. Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y.
4. Allah’ın Yok Etmesi ve Yok Olan Toplumlar, Veysel Özcan, Mirfak Y.
5. Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y.
6. Kur’an’da Helâk Olan Kavimler, S. Ü. Sosyal Bilimler Enst. (doktora tezi), Cemalettin Sancar, s. 70-79
7. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. Şuayb (a.s.) maddesi, Nureddin Turgay, c. 6, s. 53-55; Medyen maddesi, Günay Tümer, c. 4, s. 104-105
8. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y., c. 19, s. 417-425
9. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y., s. 83-84
10. Kur’an’da Toplumsal Çöküş, Ejder Okumuş, insan Y.
11. Rabbanî Yol ve Sünnetullah, Said Hakim, insan Dergisi Y.
12. Kur’an Kıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y.
13. Kur’an Kıssaları Üzerine, İdris Şengül, Işık Y.
14. İlmî ve Edebî Yönleriyle Kur’an Kıssaları, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y.
15. Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, Cevdet Said, çev. İlhan Kutluer, insan Y.
16. Toplumsal ve Kültürel Değişme, Mahmut Tezcan, Ank. Üniv. Eğitim Bilimleri Fak. Y.
17. Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Emre Kongar, Bilgi Y.
18. Peygamberler, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y.
19. Peygamberler Aydınların Önderleri, Abdülkerim Süruş, Kıyam Y.
20. Peygamberler Tarihi, İlhami Ulaş, Osmanlı Y.
21. Peygamberler Tarihi, Bünyamin Ateş, Nesil Basım Yayıyn
22. Peygamberler Tarihi, Mustafa Necati Bursalı, Ölçü Y.
23. Peygamberler Tarihi, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
24. Peygamberler Tarihi, 1, 2, 3, Ahmet Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
25. Peygamberler Tarihi, Ahmet Behçet, Uysal Kitabevi Y.
26. Peygamberlerden Kıssalar, Muhammed el-Habeş, İklim Y.
27. Peygamberlerin Hayâtı, Seyyid Kutub, Ravza Y.
28. Peygamberlerin Hayâtı, S. Kutub-Abdülkadir Cûde es-Sahhar, İslâmoğlu Y.
29. Peygamberlerin Hayâtı, Ebu’l Hasan en-Nedvî, Risale Y.
- 732 -
KUR’AN KAVRAMLARI
30. Peygamberlerin Kıssaları, Ebu’l Hasan en-Nedvî, Arslan Y.
31. Peygamberlerin Mûcizeleri, H. İbrâhim Acıpayamlı, Tuğra Y.
32. Peygamberlik ve Peygamberler, Muhammed Ali Sâbûni, Kültür Basın Yayın Birliği Y.
33. Kur’ân-ı Kerim’e Göre Peygam. ve Tevhid Mücâdelesi, 1, 2, 3, M. Solmaz, İ. L. Çakan, Nesil/Ensar Y.
34. Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi ve Hz. Peygamberin Hayâtı, Mevdudi, Pınar Y.
35. Peygamberler Tarihi, Ferhat Koç, Çekirdek Y.
36. Peygamberler, Seyyid Kutub, Ravza Y.
37. Kur’an’da Peygamberler ve Peygamberimiz, Afif Abdülfettah Tabbara, Gonca Y.
38. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Peygamber, Muhittin Akgül, Işık Y.
39. Kur’an’ın Tanıttığı Peygamberler, A. Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
40. Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, Ahmed Cevdet Paşa, Akit Y.
41. Peygamberler Tarihi, M. Âsım Köksal, T. Diyanet Vakfı Y.
42. Âyetler Işığında Peygamberler Tarihi, Muhammed Ali Sâbûnî, Ahsen Y. s.
43. Kur’ân-ı Kerim Işığında Nebîler Silsilesi, Osman Nuri Topbaş, Erkam Y. s.
44. İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Beşir İslâmoğlu, Denge Y.

Cumartesi, 06 Şubat 2021 21:35

ŞİRK

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

ŞİRK


- 605 -
Kavram no 169
İman 31
Bk. Tevhid; Küfür, İrtidâd; Câhiliyye,
Atalar Yolu Put ve Putperestlik
ŞİRK


• Şirk; Anlam ve Mâhiyeti
• Şirkin Çağdaş Yansımaları
• Şirkin En Belirgin Özelliği Olarak Tarihten Günümüze Put ve Putlaştırma
• Kur’an-ı Kerim’de Şirkin Tanım ve Görüntüleri
• Şirkin Sebepleri; Şirkin Çeşitleri
• Şirk İçin Bazı Örnekler
• İttibâ Şirki; Büyük ve Küçük Şirk
• Açık Şirk ve Gizli Şirk
• Gizli Şirk Örneği Olarak Riyâ
• Şirkin Zararları; Hevânın Putlaştırılması
• İlâh Nedir? Putlaştırılıp İlâh Haline Getirilen Bâtıl Tanrı Anlayışları
• Efâz-ı Küfür ve Efâl-i Küfür
• Hurâfe; Allah’ın Birliği ve Şirk
• Müşrik; İrtidat ve Mürted
“Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya karşı insanların en düşkünü olarak bulursun. Şirk koşan müşriklerden/putperestlerden herbiri de arzular ki, bin sene yaşasın. Oysa (uzun) yaşatılması hiç kimseyi azaptan uzaklaştırmaz. Allah onların yapmakta olduklarını eksiksiz görür.“ 2285
Şirk; Anlam ve Mâhiyeti
“Şirk“, “şerike“ fiilinden masdardır. “Şirk“ ve aynı kökten gelen şirket, müşâreket, sözlükte; mülk ve saltanatta ortak olmak demektir. Bir şeyin birden fazla kişiye ait olduğunu ifade ederler. Aynı kökten gelen ‘eşreke’ fiili, ortak koşmak, ortak olmak anlamına gelir. Ortak koşana ise “müşrik“ denir.
Istılâhta şirk; Allah’a zatında, sıfatlarında ve fiillerinde ortak ve denk tanımaktır. Şirk koşan kişiye müşrik denir. İki veya daha çok ilâh tanımak, herhangi bir varlığı ma’bud (ibâdet edilen) olarak bilmek, Allah’ın yaratıcı, kadim, bâkî... gibi sıfatlarını başka varlıklara vermek şirktir. Kısaca şirk, Allah’ın ilâhlık vasıflarını Allah’tan başkasına vermektir. Şirk; tevhidin temeli olan “lâ ilâhe illâllah“ gerçeğinin dışına çıkmak, Allah’tan başka ilâh(lar) olduğunu inanç, söz veya eylemle iddia etmek, Allah’ın dışında ibâdet edilecek, duâ edilecek, gerçek anlamda güç ve kudret sahibi olduğunu kabul etmektir.
Şirk küfürdür, müşrik aynı zamanda kâfirdir. Şirk kavramı, insanların
2285] 2/Bakara, 96
- 606 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uydurdukları dinleri tanımlama açısından son derece önemli kavramlardan biridir. İnsanlar tarih boyunca sınırlı sayıdaki inançsızlar/ateistler dışında ya “şirk’ dini üzerinde ya da ‘Tevhid’ dini üzerinde olmuşlardır. Aslında ateistler de bir anlamda müşrik ve münkirdirler.
Şirkin olduğu yerde sâlih amel olmaz. Çünkü amelin kabul olması için ihlâs, yani yapılan ibâdetin yalnız Allah için yapılmış olması gereklidir. Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Rabbine kavuşmayı uman kimse, sâlih amel işlesin ve Rabbine ibâdette hiçbir kimseyi ve hiçbir şeyi ortak tutmasın.“ 2286
Şirk, kelime anlamı itibariyle bir ortaklığı, ortak olmayı, bir eş-arkadaş tutmayı, malda ve tasarrufta bir hissedar bulmayı ifade eder. Söz gelimi, aynı kökten gelen ‘şerik’ arkadaş, yardımcı, hissedar yani ortak demektir. Şirk, bu ortak olma, eş ve arkadaş bulma fiilidir. İslâm kültüründe şirk kelimesi sözlük anlamından hareketle çok daha özel bir mânâ kazanmıştır. Tevhid dinine aykırı olarak inanılan dinleri ve Allah’tan başka ilâh kabul edenlerin kafa yapılarını, aynı zamanda da onların yaptıkları yanlış işi değerlendirmek üzere kullanılır olmuştur.
Şirk ve Küfür İlişkisi: Şirk olayının küfr olayı ile birlikteliği vardır. Aslında şirk de bir inkârdır; Hak’tan gelen gerçeğin üzerini örtmektir (küfürdür). Ancak ‘küfr’ kelimesi ‘şirk’e göre biraz daha kapsamlıdır. ‘Küfr’ kavramı bütün inkârcıların eylemini ifade ederken; ‘şirk’ Allah’ı kabul ediyor görünürken O’na ortak koşmayı, birden fazla ilâh edinmeyi, bir şeye Allah’ın özelliklerini vermeyi anlatmaktadır. Kısaca ‘şirk’ Tevhid dini dışında kalan bütün ilâh anlayışlarını, tüm bâtıl inançları içeren anahtar bir kavramdır. İnsanın, fıtratından gelen inanma ve ibâdet etme ihtiyacını karşılarken düştüğü alçak seviyeyi, haktan yüz çeviren insanın içindeki kaosu, inanma adına insanların düştüğü cahillik ve sapıklığı anlatmaktadır. Yine ‘şirk’ kavramı, insanların kendi kafalarından uydurdukları inançları ve bu inançlar adına yaptıkları yanlışlar, fesatlar ve zulümleri gözler önüne sermektedir.
Şirk, insan zihnindeki bir sapmayı ve sıkıntıyı ifade etmektedir. Tevhid hakikatinden sapan kimselerin, kendi kendilerine düştükleri açmazları, sürüklendikleri yanlışları ve bunun sonucu olarak yaratılış kanununa aykırı düşmeleri böylelikle ortaya konmaktadır. Şirk; Allah’a zâtında (sayı olarak), sıfat ve tasarrufunda (yapıp etmelerinde) ortak tanıma eylemi veya inanışıdır. Şirk koşmak salt bir inkâr olayı değildir. Şirk koşanlar, yani müşrikler inançsız insanlar değildir; aksine, Allah'a inanan ama yanlış inanan, inancı tevhide aykırı olan ve Allah’ın yanında başka varlıklara da ilâh diye tapınan kimselerdir.
Kur’an, şirk üzerinde ısrarla durmaktadır. Çünkü tarih boyunca dinsiz toplumlardan çok şirk koşan toplumlarla, ateist insanlardan çok müşrik insanlarla karşılaşıyoruz. İnsanlar, Tevhid’ten uzaklaştıkça, din adına çok çeşitli yalanlar, hurâfeler uyduruyor, kendi kafalarından sahte tanrılar icad ediyor; sonra da onlara yine kendi kafalarına göre ibâdet ediyorlar. Bazı toplumlar da, başlangıçta Tevhid’e bağlı iken zamanla çeşitli nedenler yüzünden şirke düşmüşler, dinlerini bozmuş ve yanlış bir şekilde inanıp din adına ilâhlar, ilkeler, törenler, âyinler ve ibâdet türleri uydurmuşlardır.
İnanmak fıtratta/yaratılışta vardır. İnanma ve yüce bir kudrete kulluk yapma ve ona tapma; yüce bir güçten yardım isteme ihtiyacı bütün insanlarda vardır.
2286] 18/Kehf, 110
ŞİRK
- 607 -
İnsanın fıtratı böyledir. Yaşamak için suya, yemeğe, havaya muhtaç olan insan, inanmaya ve inandığı ilâhın önünde eğilmeye de muhtaçtır. Bu ihtiyacı bilen, insanların yaratılışına bu ihtiyacı koyan âlemlerin Rabbi, ilk insandan itibaren toplumlara peygamberler/elçiler göndermiş ve nasıl hareket etmeleri gerektiğini onlara göstermiştir. Dünyaya imtihan için gelen insan, bu elçilerin gösterdiği gibi yani Tevhid dini üzerinde yaşadığı zaman, hem sınavı kazanır hem de dünya hayatını fıtratına uygun olarak yaşamış olur. Üstelik Tevhid’in ilkeleri, insana gerçek saâdeti ve kurtuluşu getirmektedir. İnsana ait hakları ona vermekte, insanlar ve toplumlar arasındaki adâleti sağlamakta, azgın kimselerin hevâ ve heveslerinin getirdiği fitne ve zulümden insanları korumaktadır.
Ancak insanların çoğunluğu bu gelen elçileri dinlemedi. Elçilerin öğrettiklerini ya hiç almadı veya aldıktan kısa bir zaman sonra bir tarafa attı, tevhidi tahrif ve dejenere etti; kendi hevâsının peşinden gitti. Eline geçirdiği güç ve dünyalıklarla ‘bağy’ etti, ‘tuğyan’ ederek azgınlaştı ve tevhidin doğru yolundan ayrıldı.
Toplumların hayatını düzenleyici kanunlar, insanların bağlandığı değer yargıları, insanın fıtratında bulunan tapınma, duâ etme, kendinden üstün bir varlığa el açma ihtiyacı insanla birlikte vardır. Tevhidden uzaklaşanlar veya Tevhidi bilmeyenler, her ne kadar yerin ve göklerin bir sahibi, yağmuru yağdıran, dünyayı yaratan ve yöneten bir ilâhın olduğunu kabul etseler de; hâkimiyet, sosyal hayatın düzenlenmesi, ibâdet, helâl haram gibi konularda kendi hevâlarına veya egemen güçlerin isteklerine ve tâğûtî yasalara uyarlar. Böyle kimseler ve topluluklar, zamanla birtakım varlıkları ve güçleri ilâhlaştırarak, onlara aşırı saygı göstermeye, bazılarının yardımını alabilmek için, bazılarının da kötülüğünden kurtulmak için onlar adına uydurulmuş putlara veya ilkelere tapınırlar. Kimileri de bu tapındıkları ilâhları kendileriyle Allah arasında bir aracı kabul ederler. Kendilerine göre dinler icad ederler ve onun peşinden giderler veya hak dini tahrif eder, hurâfe ve şirk peşinde koşarlar.
Tevhid dininden ayrılıp kendi hevâsına uyarak ‘bağî’ ve ‘müşrik’ olan ve bu şekilde doğru yoldan uzaklaşan zâlimler, kendi kafalarından koydukları ilkeleri bir inanç haline getirirler ve insanlara dayatırlar. İnsan, inanma ihtiyacı ile beraber yaratılmış olduğu için, âlemlerin Rabbine olan tevhidî inancını kaybetmiş veya hak dini bulamamışsa, içindeki boşluğu mutlaka bir şeyle dolduracaktır. Geçmişte daha çok putçuluk ve bâtıl/uydurma din şeklinde görülen bu ihtiyaç, günümüzde de benzer şekilde karşımıza çıkmaktadır. Kimileri Allah’a ait ilâhlık özelliklerini bir başka şeye verirler. Sayı olarak, birden fazla ilâh kabul ederler, kimileri de Allah’a ait yaratma, rızık verme, cezalandırma, ödüllendirme, kendisine ibâdet ve duâ edilme gibi özellikleri Allah’ın dışındaki varlıklara da verirler. Onlar bu değer verdikleri niddlerini (ortak koştukları ilâhlarını) Allah’ı sever gibi, hatta daha fazla severler.2287 Kimileri, herhangi bir şeye hayatlarında Allah gibi yer verir; Allah’tan fazla ondan korkar, Allah’tan fazla ona değer verir. Allah’ın hükümlerini takmaz, aldırmaz; ama o çok sevdiği şeyden geldiğini zannettiği her şeye daha fazla itibar eder.
Bu gibi müşrikler, bir müslümanın Allah’a ibâdet ettiği gibi, ilâh haline getirdiği şeyin karşısında rukû’ yapar, ya da secdeye kapanır veya namazdaki kıyâma benzer şekilde saygı duruşunda bulunur. Ona olan saygısını ve bağlılığını çeşitli
2287] 2/Bakara, 165
- 608 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şekillerde ortaya koyar. İlâh haline getirdiği şeyin veya kişinin emrinden dışarı çıkmaz. Onun önünde boyun eğer, onu râzı etmeye ve onun cezasından kurtulmaya çalışır.
Şirk olayı, Allah’ın dışındaki herhangi bir şeyi, bir varlığı, bir kişiyi, bir gücü veya beşerî ideolojiyi Allah gibi değerlendirme, Allah yerine koymanın mantığıdır. Allah dışındaki herhangi bir şeyi Allah gibi sanmanın, onlara ilâhlık vermenin adıdır şirk. Bu, onlara tapınma şeklinde ortaya çıktığı gibi, inanç ve saygı olarak da görülebilir. Nitekim Kur’an câhiliyye Araplarının putlara tapınmasını şirk olarak nitelendirdiği gibi2288 O’na çocuk isnat etmeyi ve yaratıkların ilâh sayılmasını da şirk olarak nitelemektedir.2289 Bu yanlışlık, kulların Allah’a ait ilâhlığı ve rabliği yeterince anlamamalarından kaynaklanmaktadır. Kur’an bu konuda şöyle diyor: “Allah’ı gereği gibi takdir edemediler.“2290 Allah’ı hakkıyla bilemeyenler, O’nu ve O’nun rabliğini anlamayanlar, başka dinlere girer, başka ilâhlara boyun eğerler. Kendilerini âlemlerin Rabbinden mahrum edenler, içlerindeki ihtiyacı başka yalancı ilâhlarla gidermeye çalışırlar. Kendini Allah’tan mahrum edenler, mutlaka başka ilâhlar (tanrılar) bulacaklardır. Yaratılış gereği Allah’a kulluk etmeyenler, ibâdet edecekleri bir ilâha, bir puta bağlanacaklardır. Allah'a hakkıyla kul olamayan insanın böyle dalâleti var, putunu kendi yapar, kendi tapar. İşte şirk yanlışı, insanı bu noktaya düşüren bir zillet ve bayağılıktır.
Şirk En Büyük Zulümdür: Kur’an’ın ifadesine göre şirk en büyük zulümdür.2291 Zulüm, hem nûrun zıddı olarak karanlık; yani kötülük, mutsuzluk, kaos, huzursuzluktur; hem de hakkı asıl sahibine değil de bir başkasına vermek, Allah’ın hâkimiyet hakkını, hiç hakkı olmayan başkalarında görme yanlışlığıdır. Şirk inancı, insana huzur değil; sıkıntıyı, emniyeti değil; korkuyu ve güvensizliği, saâdeti değil; şekaveti, adâleti değil; zulmü, iyi ahlâkı değil; azgınlığı ve fesâdı kazandırır. Kur’an, şirk koşanların sürekli huzursuzluk içinde olduklarını çarpıcı bir şekilde anlatmaktadır: “Kim Allah’a şirk koşarsa sanki o gökten yere düşmektedir de kuşlar onu didik didik etmektedir veya rüzgâr onu ıssız bir yere sürükleyip atmış gibidir.“ 2292
Şirk İnancının Bir Temeli Yoktur: İslâm’a göre tek yaratıcı Allah’tır ve O bütün kâinatın tek hâkimidir.2293 Bu açıdan şirkin bir esası, bir temeli yoktur. Zaten müşrikler bile sıkıştıkları zaman âlemlerin Rabbi Allah’a sığınırlar.2294 Yerde ve gökte iki veya fazla ilâh (tanrı) olsaydı hepsinin düzeni bozulurdu.2295 Öyleyse şirk dininin ilâh anlayışı temelinden sakattır. Şirk inancı, sahibini desteksiz ve yönsüz bırakır. Şirk koşanlar, Allah ile bağlarını kopardıkları için haktan uzak kalırlar, yanlış hüküm verirler, adâletten uzaklaşırlar, zulme bulaşırlar. Hatta bu şirk onlara çocuklarını öldürmeyi bile güzel gösterebilir.2296 Ancak, şirk inancı insanı tatmin etmez. Müşrik kimse, bir arayış ve özlem içerisindedir. Müşrikler, ibâdet ve duâ ettikleri ilâhlarının kendi ihtiyaçlarını karşılayacağını sanırlar. Hâlbuki
2288] 53/Necm, 19-23
2289] 6/En’âm, 100; 7/A’râf, 191-192
2290] 22/Hacc, 74
2291] 31/Lokman, 13
2292] 22/Hacc, 31
2293] 6/En’âm, 101, 164; 10/Yûnus, 68; 17/İsrâ, 111; 22/Furkan, 2
2294] 6/En’âm, 40, 63; 10/Yûnus, 22
2295] 21/Enbiyâ, 22
2296] 6/En’âm, 137
ŞİRK
- 609 -
ilâhlar onlara hiçbir karşılık veremezler. İlâhlara yalvaranların hali susuzluğunu gidermek için iki elini suya uzattığı halde asla suya ulaşamayan kimse gibidir. 2297
Müşrikler, hiçbir şey yaratamayacak olan, aksine kendileri bir Yaratıcı tarafından yaratılmış şeyleri Allah’a şirk/ortak koşmaktadırlar. Şüphesiz aklını iyi kullananlar bunun yanlışlığını görürler.2298 Allah’a ait özellikleri (nitelikleri) yaratılmış olanlara vermek, yanlışların en büyüğüdür. Şirk koşanlar büyük sapıklık ve karmaşa içerisine düşerler.2299 Onlar, dibi görünmez bir karanlığa yuvarlanırlar.2300 Allah (c.c.) böylesine yanlışlığa ve sapıklığa düşenlerin yüreklerine sürekli bir korku salmıştır. Onlar devamlı bir tedirginlik ve korku içerisindedirler.2301 Onlar, âhiret hayatına yakînen inanmadıkları için, hep dünyada kalmak isterler, ölmekten korkarlar. 2302
Allah (c.c.) şirk günahını affetmez: Kur’an’ın haber verdiğine göre Allah, şirk koşma dışında kalan günahlardan dilediğini bağışlayacaktır. Ancak, rahmetinin genişliğine rağmen müşrikler bu rahmetten mahrum kalacaklar. Çünkü şirk, kulun işlediği en önemli cürümdür.2303 Yarın hesap gününde onlar affedilmeyi, merhamet olunmayı istedikleri zaman onlara “hani dünyada iken ortak koştuklarınız, çağırın bakalım“ denecek. Ama ortak koştukları şirk unsurları onlara asla yardım edemeyecektir.2304 Hatta o şirk koştukları şeyler, müşriklere ‘siz yalancılarsınız’ diye cevap verecekler ve kendilerinin Allah’a teslim olduklarını söyleyecekler. 2305
Şirk koşmadan ölenlerin affedileceği umulur: Şirk koşanlar, kesinlikle cehennemliktirler.2306 Müslümanlardan şirk koşmadan ölenlerin affedilip cennete konulacağı umulur. 2307
Ebû Zer (r.a.)’in rivâyet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Cebrail (a.s.) bana gelerek; ‘Ümmetinden kim Allah’a herhangi bir şeyi şirk koşmadan ölürse cennete girer müjdesini verdi.“ Ben, (hayretle) zina ve hırsızlık yapsa da mı? diye sordum. “Evet, hırsızlık etse de, zina yapsa da“ cevabını verdi. Ben tekrar: ‘Yani hırsızlık etse, zina yapsa da ha?’ dedim. “Evet, bunları yapsa da (Cennete girecektir)“ buyurdu. Ben aynı soruyu dördüncü defa sorunca; “Ebû Zerr’in burnu kırılsa (patlasa) da Cennete girecektir“ buyurdu.2308 Peygamberimiz, açık ve büyük şirkten sakındırdığı gibi, mü’minleri gizli şirkten de sakındırmaktadır.2309 Peygamberimiz, şunu da ilâve ederek diyor ki: “Dikkat edin ben size onlar (müslümanlar) güneşe, aya
2297] 13/Ra’d, 14
2298] 7/A’râf, 191
2299] 4/Nisâ, 48
2300] 4/Nisâ, 116
2301] 2/Âl-i İmrân, 151
2302] 2/Bakara, 96
2303] 4/Nisâ, 48, 116
2304] 6/En’âm, 23; 16/Nahl, 27; 18/Kehf, 52
2305] 16/Nahl, 86-87
2306] 5/Mâide, 72; 4/Nisâ, 116
2307] Müslim, İman 151-152, hadis no: 93-94, 1/94
2308] Müslim, İman 153-154, hadis no: 94, 1/94-95; Tirmizî, İman 18, hadis no: 2644, 5/27; Buhârî, Tevhid 33; K. Sitte, 2/205
2309] İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4204, 1/1406
- 610 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tapacaklar demiyorum, ancak onlar amellerini Allah’tan başkası için yapacaklar.“ 2310
Şirkin Çağdaş Yansımaları
Şirk, Allah’a ait özellikleri bir anlamda gasbetmek ve onları hak etmeyenlere vermektir. Haddi aşan insanlar veya aklını iyi kullanmayanlar, Allah’ın rabliğini, melikliğini, ilâhlığını, hâkimiyetini gasbederler. Bütün bu ilâhî özellikleri bazı şeylere, insanlara veya birtakım güçlere verirler. Sonra da onların önünde şöyle veya böyle boyun eğerler, onlara mutlak anlamda itaat ederler. İnsanların şirk içinde olması Allah’ın rabliğine zarar vermez. İnsan, kendi aleyhine olarak şirke yuvarlanır. Ancak, şirkin zararı sadece müşrikle sınırlı kalmaz, topluma da yayılır. Şirkin ve müşriklerin güçlü olduğu yerlerde fesat yaygınlaşır, hayatın huzuru bozulur. Allah’tan başka yaratıcı, öldürücü, mutlak tasarruf sahibi, sınırsız güç sahibi, sevilen ve ibâdet eder gibi itaat edilen, hükmüne -Allah’ın hükümlerine aykırı olarak- boyun eğilen her şey, şirke götüren sahte tanrılardır. Şirk içinde olanlar, şüphesiz toplum içinde, tabiatta ve insan ilişkilerinde dengeyi bozarlar. Hâlbuki Tevhid bu hayatî dengeyi kurmak ve korumak için gönderilmiştir.
Şirke düşenler hiçbir zaman “Allah (c.c.) evreni şu kadar ortakla, yardımcı ile idare ediyor“ demiyorlar. Onlar, yaptıklarının şirk olduğunu çoğunlukla kabul bile etmezler. Hatta birçoğu İslâm’a ve Kur’an’a saygı duyduklarını dahi söylerler. Ancak, şirk koşmaktan maksat, Allah’ın evren üzerindeki hâkimiyetini tanımamak, O’nun hükümlerini reddetmek ve O’na Rabliğinde ortaklar bulmak, öyle inanmaktr. Dolaysıyla hayata ait hükümleri, İlâhî ölçüleri Allah’tan almamak, kulluğu, mutlak itaati başka sahte ilâhlara yapmaktır.
Bu anlamda çağımızda yepyeni şirk örnekleri gelişmiştir. Eskiden görülen şirk çeşitlerine yenileri de ilave olmuştur. Artık atalar dini, eskiden beri devam eden putçuluk, falcılık, kurtarıcı liderlik, siyasal güçler, mezarda yatan ölüler, spor kulüpleri, ikon (put) haline getirilen sevgililer, herbir şeyi taklit edilen sanatçılar, dünya çıkarları, makamlar, heykeller ve ölümlü kişiler birer şirk aracı haline getirilmiştir. Allah’a inandığını söyleyen niceleri, O’nun Rabliğini göklere gönderirken, O’nun yalnızca göklere karışmasını isterken, kendi hayatına ve toplum hayatına başkalarının ilkelerini daha uygun görmekte, Allah’ın peygamber aracılığıyla gönderdiği ölçüye aldırış etmemektedirler. Bir kişinin veya bir siyasal gücün ilkelerini Allah’ın hükümlerinin önüne getirebilmektedirler. Çok üstün sandıkları birtakım kişilere ve şeylere Allah’tan ve O’nun hükümlerinden daha fazla değer vermektedirler. İslâm, insanın bu sapıklıktan kurtulup Tevhidle hayat bulmasını istiyor. Allah’ı birlemek ve yanlızca O’na kulluk yapmak üzere yaratılan insanın fıtratına uygun olan da budur. İnsana düşen, Kur’an’ın “De ki O Allah tektir. O’nun eşi ve benzeri yoktur. Doğmamış, doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’na denk/eş değildir.“2311 gerçeğine teslim olmak ve gereğini yapmaktır. 2312
İnsan, müslümanım dediği, kelime-i tevhidi söylediği halde, cehalet ve düzenin/ortamın cahilî yapısından dolayı -Allah muhafaza etsin- kolaylıkla şirke düşebilir. Mü’min olmak, çok zor değildir; esas önemli olan, özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı çevrelerde mü’min kalmak ve müslüman olarak ölmektir. Günümüzde
2310] İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4205; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 635-639
2311] 112/İhlâs, 1-4
2312] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 640-641
ŞİRK
- 611 -
sık görülen şirk unsurlarının, tevhidi bozan durumların bazıları şunlardır:
Güncel Câhilî Eğitimde Şirk: Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip, sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Bu, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın ortaya çıkışı konularında ortaya atılan teoriler câhilî eğitimin temelini teşkil eder. İlk insanı, tesadüf sonucu veya doğa kanunları gereği hayvanın evrim geçirmiş türü kabul eden günümüz bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi (rabliği) Allah'a hiç dayandırmayan, yaratıcı ve rab olarak başka tanrılara inanan müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Yaratma konusunda Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen şirk zihniyeti, dünyadaki ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücadelesi unutturulmak istenir. Müşriklerin hâkim olduğu devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti; Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir.
Hepimizin okullarla şu veya bu şekilde bir ilişkisi var. Ya kendimiz veya çocuklarımız ya da en yakınlarımızdan birileri eğitim adına eritiliyor, öğütülüyor. Yeni neslin kafaları düzene uygun hale getirilmek için yontuluyor, fıtratları bozuluyor. Ve bu konuda Müslümanlar olarak çıkış yolu bulamamanın bin bir zilletini yaşıyor ve vebalini taşıyoruz.
Problemi anlamadan çözüm mümkün olmaz. Hastalığı doğru teşhis etmeden tedavinin mümkün olmadığı için, önce problemin adını koymamız gerekiyor: Okullar, devlet kurumları olduğuna ve bu ülkede yaşayan her çocuk, 8 yıl zorunlu eğitime tâbi tutulduğuna göre, ilk olarak devleti/düzeni din açısından teşhis etmeyle işe başlamamız lâzımdır.
Türkiye, bir din devletidir. Okullara ve her türden resmî kurumlara baktığınızda bunu kabullenmek zorunluluğu var. Kemalizm dini, tek dindir ve kimse Atatürk’e hiçbir şeyi ortak koşamaz.
Laik olduğunu iddia eden T.C., aslında Kemalist bir teokrasidir. Devletin resmî lügatinde bu ilan edilir: 1948’de basılan Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğüne göz atılırsa sadece devletin değil, tüm Türklerin de dini Kemalizm’dir. Bu resmî sözlüğe göre; “Kemalizm: Türklerin dini“dir. Türkiye Devletinde Atatürk tek ulusal lider kabul edilir ve halkın da bu tercihi alternatifsiz kabul etmesi istenir. Sanıldığının aksine, resmî inanışa göre o, yalnız askerî ve siyasî bir dehâ değil, aynı zamanda dinî liderdir de. Günümüzde, devletin okullarında okutulan Din Dersi (Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi) kitaplarının kapağına ve içeriğine, âyet ve hadisten daha fazla onun referans gösterildiğine bakmak yeterlidir. O, devlet inancında “ulu önder“dir. T.C., 1923’den beri Atatürk’ün en büyük olduğuna inandığı için her Türk vatandaşının onu sevmek ve ilkelerine itaat etmek zorunda olduğunu düzen, din yaklaşımı içinde tartışmasız kabul eder ve ettirir. Anayasa, partiler kanunu ve tüm yasalar onun ilkelerinin hiçbirine ters düşemez. Hangi parti yönetim rolünü üstlenirse üstlensin, aslında Atatürk her dönemde tek başına iktidardadır ve iktidarını başkalarıyla paylaşması, yani Atatürk’e şirk koşulması
- 612 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kabul edilemez. Bu ülkede egemenlik kayıtsız şartsız Atatürk’ündür. Bu ülkede din devletinden bahsedilemez, ama devlet dininin egemenliğinden rahatlıkla söz edilebilir. Ne diyordu Celal Bayar: “Atatürk’ü sevmek ibâdettir.“ Evet, devletin gözünde Atatürkçülük bir dindir. Devletin anayasasında, Allah, Peygamber, Kur’an, İslâm gibi kelimeleri bulamazsınız. Bunun yerine sadece Atatürk’e ve onun ilkelerine atıfta bulunulur. Devletin bu mutlak sevgisi ve bağlılığı, bir tapınmanın göstergesi kabul edilebilir.
Kur’an, müşriklerin, “biz atalarımızın yolundan ayrılmayız, onların izinden gideriz“ dediğini belirtir. T.C. de kendine özgü bir atalar rejimidir. Türkiye düzeni, tüm Türk vatandaşlarının atası kabul ettiği için, atasını sevmeme hakkını kimseye vermez. Atatürk sevgisinden daha büyük sevgi olmaması gerektiğini, onun ilkelerinin tartışılmaz doğru olduğunu bir akîde ve davranış biçimi olarak ilân eder ve çeşitli âyinlerle bu tavır, İlköğretimin ilk sınıfından itibaren tüm vatandaşlara uygulattırılmaya çalışılır. Düzene göre, onun hata yaptığı kabul edilemez. Kimse Atatürk’ü eleştiremez, heykellerine ve fotoğraflarına yan gözle bakamaz.
Düzenin ve okulların farklı bir dini dayattığı için, Müslüman çocuklarımız iki dinli yetişiyor. Evdeki din ile okuldaki din farklı; birbirine tümüyle düşman iki inanç ve yaşam tarzı sunuyor. Çocuklar, çifte standartlı yetişiyor. Ana ve babaların “aman oğlum, şunu sevme, şuna inanma, ama bunları okulda öğretmenine filan da belli etme!“ diye tavsiyesi, çocuğun karakterini daha küçük yaşta anormalleştiriyor.
Bu ülkedeki tüm problem, çatışma ve gerginliklerin sebebinin dinler arası çatışma olduğunu söyleyebiliriz. Hayır, kısa zaman önce ülkeyi karıştırmak ve belki de tekrar askerî darbeye zemin hazırlamak için öldürülen Hrant Dink’ten, Ermenilerden, azınlıklardan bahsetmiyorum. Onlar özgür olarak kendi dinlerini öğrenebiliyor, papazların öğretmen olarak görev yaptığı özel okullarda kendi dinlerine uygun eğitim alabiliyor, kendi dinlerini özgürce yaşayabiliyorlar. Devlet dini olan laiklik ve Kemalizm ile çoğunluğun dini İslâm arasındaki çatışmadan bahsediyorum. En önemli Kemalist devrimlerden biri tevhid-i tedrisattır. Yani, eğitim ve öğretimin tekel olarak devlete ait olduğu ilkesi. Tevhid eri Müslümanlar olarak biz tevhid-i tedrisat değil; tevhîdî tedrisat istiyoruz. Eğitim, tümüyle devlet tekelinde olduğu için, okullarda şikâyet edilen tüm problemlerden öncelikle bu düzen sorumludur. Bu ilkeden yola çıkarak düzen, eğitim kurumlarında kendi dinini, kendi kutsallarını bütün Müslüman çocuklara dayatmakta, bütün çocukların laik ve Kemalist olmasından başka bir seçenek ve özgürlük tanımamaktadır. İslâm’ın putperestlik olarak kabul ettiği uygulamalar, törenler, âyinler, övgüler okutulan derslerden de önemli, en öncelikli ders kabul edilmektedir. Siyer dersi işlenir gibi ama farklı bir kişinin hayatı işleniyor; uydurma coşkularla döne döne her yıl ezberlettirilip körpe beyinlerin yıkanması için anlatılıyor, anlatılıyor. Tüm derslerin içeriği Batıcı, laik ve Kemalist inanca uygun olarak veriliyor okul denilen tapınakta. Okullar, düzene uygun kafalar yetiştiren birer torna atölyesi konumunda işlev yapmaktadır. Uysal ve düzene itaatkâr nesiller, tâğuta kulluk yapmaya hazır insanlar yetiştirmek okulların temel görevi olmaktadır.
Bu topraklardaki tüm okullarda verilen eğitim Kitapsız bir eğitimdir, tıpkı devletin Kitapsız bir devlet olduğu gibi. Buradaki Kitab’ı tırnak içinde ve Kur’an
ŞİRK
- 613 -
anlamında ifade ediyorum. Yoksa fırlatılınca ekonominin yerle bir olduğu düzenin sarsıldığı Anayasa adında kutsal bir kitabı vardır devletin. Okullarda da bu kutsal Anayasa ve kutsal Nutuk kitabına uygun o paralelde farklı kitapların varlığını elbette herkes bilmektedir. Evet, insanlar tâğutî kurumlar aracılığıyla Kitapsız yapılmakla da kalmıyor, farklı kutsallarla yönlendiriliyor. Eğitim, Rab kavramını gündeme getirir. İnsanların mutlak eğiticisi, terbiye edip yetiştiricisi Allah'tır. O'nu temel almayan eğitim, eğitim değil öğütüm olur. Pansuman tedaviler yerine; radikal değişim ve çözümler olmadan eğitimden hayır beklemek, okyanusu yürüyerek geçmeyi düşünmek demek. Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Laik devlet yönetime, laik eğitim de bilime Allah'ı karıştırmaz. Oralara başka ilâhlar(!) yön verir. Hâlbuki Kur'an'a göre yönetmek ve eğitmek sadece Allah'a ve izin verdiklerine aittir, bunların ilkelerini tesbit yalnız O'nun hakkıdır. Vahyi, eğitime müdâhale ettirmemek, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın ortaya çıkışı gibi konularda ortaya atılan teorilerden tutun, hiçbir konu Allah'a dayandırılmaz. Eğitim, aynı zamanda besmelesizdir. Bismillâh deyip besmele çekerek başlamak bile yasaktır derse, Es-selâmu aleyküm'le sınıfa girmek gibi. Başörtüsü yasağı da gâyet doğaldır bu zihniyette. Ama besmele ile başlama, başörtüsüne göz yumma câhiliyyenin veremeyeceği tâvizler değildir. Ve bana göre câhiliyyenin o zaman tehlikesi daha büyük olur. İçinde haktan bazı basit hususlar taşıyan bâtıl daha tehlikeli olacaktır, hakka hiç yer vermeyen bâtıldan. Günümüz bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi (rabliği) Allah'a hiç dayandırmadığından; yoktan var edici, yarattıklarını yönetici bir ilâh ve eğitici bir rab olarak başka tanrılara inanıp kul olmaya hazır müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Kur'an'ın ilkelerine hiç yer vermeyen, O'nun emir ve yasaklarını, hükümlerini bilimsel bulmayan anlayışta neyi eleştirecek, nasıl düzelteceksiniz?
Yaratma konusunda Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen şirk zihniyeti, bize göre kendisine küçük bir Kitap (suhuf, vahy) verilmiş bir peygamber olan ilk insanı, okuyup-yazması olmayan, hatta konuşamayan, çiğ et yiyen mağara insanı olarak tanıtır. Şirk zihniyeti, ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücadelesi unutturulmak istenir. Peygamberler değil, krallardır, tâğutlardır vahyi kabul etmeyen tarihin öne çıkarttığı; hak-bâtıl mücâdelesi değildir. Savaşlar, antlaşmalar ve uyduruk uygarlıklardır üzerinde durulan. Müşriklerin hâkim olduğu devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti; Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir, şimdiki örneği de Batı, yani zulüm ve sömürü merkezi Amerika ve kokuşmuş Avrupa. Genel Coğrafya, Allah’tan bağımsız işlenir, dünya kendi kendine güneşten kopmuş, kendi kendine içinde canlılar belirmiş olarak körpe beyinlere sunulur. Diğer tüm derslerde de aynı ateist ve ataist bakış açısı sözkonusudur.
Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin adından da anlaşılacağı gibi, Din, sadece kültür ve ahlâktan ibârettir bu zihniyete göre. Tevhidî Müslümanlar olarak
- 614 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“keşke olmasa“ dediğimiz Din Dersi, daha doğrusu “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi“ dersi için durum, biraz farklıdır. Dersin isminden de anlaşılacağı gibi, din, bir kültür olarak; ahlâk da bir bilgi olarak sözkonusu edilirken, yine ders kitaplarına Kemalist ve laik bakış açısı baştan sona hâkimdir. Bu ders kitaplarındaki ve müfredattaki farklılık, bu derste Atatürkçülüğün şirki kabul etmesidir. Yani diğer derslerde Atatürk’e eş ve benzer hiçbir güç, ideoloji, inanç kabul edilmez ve ona en küçük çapta bir ortaklık verilmezken; Din dersinde Atatürk’le beraber, Allah’tan ve Peygamber’den de bahsedilerek, Atatürk’e şirk koşulmasına müsaade edilir. Her ne kadar Atatürk’ün cümleleri, âyet ve hadislerden daha fazla ise ve Atatürkçü bakışla konular ele alınsa da, yine de, Atatürkçülüğe ters düşmeyen ve ona uygun yorumlanan başka bir dinle ilgili bazı hususlar kültür olarak da verilmeye çalışılır. Bu ders, câhil halkın çoğuna göre çok önemlidir. Bir şuurlu genç Müslüman, marangoz hatası olarak nasılsa çıksa ve bu kitapların daha kapaklarındaki resimleri, içindeki referansları, Kur’an’dan fazla Nutuk’tan alıntıları göstererek “bu din benim dinim değil; bu kitaptakiler Kur’an’ın anlattığı İslâm değil!“ deyip halk tabiriyle “din dersi“ne girmek istemese -ki düzen sadece bu dersi isteğe bağlı kabul eder- başta babası ve yakın çevresi tarafından nasıl dışlanacaktır? Evet, bu ders, hakla bâtılın, putperestlikle İslâm’ın sentezinden ibaret ve şirk kabul edilmesi gereken anlayış doğrultusunda düzenin oltaya taktığı bir yemdir.
Bu konular, halkımızın gündeminde yoktur. Aydınlar ve Müslüman yazarlar, hocalar da tartışamaz bile. Câmiler de devlet dairesine benzediğinden oralarda da bahsedilmez bu hususlar. Abdesti bozan konular, tevhidi bozan konuların önüne geçirilir hep. Kur’an’ın en fazla önemsediği, bütün peygamberlerin en büyük mücadeleyi bu konuda verdiği putperestlik ve şirk konusu, artık çağdaş müslümanı(!) hiç ilgilendirmemektedir.
Câhillik kötüdür, dolayısıyla “çocuğumu nerede, hangi şartlarla nasıl olursa olsun okutayım“ demek, daha da kötü olabilir. Fazla ilim sahibi olmamak anlamında kullanılan câhillik kötüdür ama, küfür mânâsına gelen câhillikten çok ama çok ehvendir. Halkın birinci tip câhillikten/bilgisizlikten ağzı yıllardır yandığından, çocuğunu ikinci tip câhil yapmaya yeltendi. Yani câhilliğe rızâ göstermeyeyim diye, câhilî eğitime râzı oldu, yağmurdan kaçarken doluya tutuldu.
“Ne yapmalı?“ sorusu bu teşhisin içinde. Hastalık doğru teşhis edilmeden tedâvi mümkün değildir. Doğru teşhise katılan, hatanın nerede olduğunu tesbit eden, çözümü bulmakta zorlanmayacaktır. Çocuk, anne ve babaya emânet olarak teslim edilmiş bir fitnedir/sınavdır. Ana-baba, kendisi veya vekilleri eliyle çocuğun ya İslâm fıtratını koruyacak, ya da şirke bulaştırılacak. İkincisi olursa, âhirette de kendisini bu şekilde yetiştiren büyüklerine şöyle diyecek: “Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, 'Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik!' derler. 'Ey Rabbimiz! Biz reislerimize/beylere ve büyüklerimize itaat edip uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar' derler. 'Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetleyip rahmetinden kov.“ 2313
“Eğitim konusunda neler yapılmalı?“ sorusuna verilecek cevabın şekli, öncelikle bizim nerede durduğumuz ile alâkalıdır. Nihâî tercihimizi Allah’tan, âhiretten, cennetten, İslâm’dan, Kur’an’dan yana yapıp yapmadığımızla ilgilidir.
2313] 33/Ahzâb, 66-68
ŞİRK
- 615 -
İmkân ondan sonraki mesele. Zaten Allah, nihâî tercihini Kendinden yana yapanlara, yollarını açacak, onları güçlerinin dışındakinden zaten hesaba çekmeyecek. Ama önce biz bu tercihi yapmış mıyız, ya da böyle bir arayış içerisinde miyiz, onu sorgulamamız lâzım. Yani, Allah’a kulluğu birinci sıraya alıyor muyuz? İşimizi seçerken, eşimizi, aşımızı seçerken, evlâdımızla ilgili tercihimizi yaparken, kendimizle ilgili kararlar verirken Allah’ı merkeze alarak mı hareket ediyoruz? Yoksa kulluk görevlerimizle ilgili çoğu alanda mâzeret adıyla bahânelere mi sığınıyoruz?
Okul gibi, askerlik gibi konuları çözmek için devlet gücü lâzımdır. Müslümanlar günümüzde dünyanın hemen hiçbir yerinde siyasî otorite oluşturamadılarsa, bunu mâzeret sayıp kesin haram olan, hatta haramın ötesinde şirkle bağlantılı olan hususlara bahane arama lüksüne sahip olamazlar. Siyasî otoriteleri yoksa cemaatleri vardır (olmalıdır). Mekke’de camii yoktu, okul yoktu; ama Erkam’ın evi vardı. Ümmetin evleri vardı. Yani camii, okul fonksiyonunu icra edecek, insanlara vahyi öğretebilecek, çocuklarını bu noktada korumalarını sağlayacak, imkânların elverdiği en uygun çözümlere gidilmişti. Yine Hz. Mûsâ, Firavun gibi azgın bir zorbanın her uygulamasıyla tanrılık tasladığı bir yerde risâlet görevine muhâtap olmuştu. Hz. Mûsâ’yla ve O’na iman edenlerle ilgili bir âyet-i kerime var; meâli şöyle: “Mûsâ’ya ve kardeşine, ‘kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapın. Namazı dosdoğru kılın. Mü’minleri müjdele’ diye vahyettik.“2314 Zaferle müjdelenecek mü’minlerin yapmaları gereken zafere yönelik faâliyetler gündeme gelir. Nedir o? Evleri mescid edinmek. Mescid tâbirini bugünkü vâkıadan yola çıkarak sadece namaz kılınıp dağılınan yerler değil; otuz civarında işlevi bulunan, siyasal, sosyal, ailevî ve eğitimle ilgili her türlü düzenlemeyi içeren bir muazzam kurum olarak düşündüğümüzde, evlerin mescid, yani mektep, okul ve insanların ihtiyaçlarına cevap verecek kurumlar haline getirilmesi emri ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla hantal yapıların modası da geçti. Müslümanlar ne kaybettilerse araçlardan, metotlardan kaybettiler. Halen de yeterince ibret almıyorlar. Çoğunluk olarak 1969’dan sonra bir partinin arkasında faâliyetler yaptılar. Bir düdük öttü, bütün müslümanların faâliyetleri kesiliverdi. Sonra Kur’an Kursu, İmam Hatip faâliyetleri oldu. Bir yönetmelik çıktı, bir başörtüsü yasağı oldu, sekiz yıllık zorunlu eğitim başladı; Kur’an Kurslarının kapıları kapanıverdi. Katsayı değişti, İmam Hatipler câzibesini yitirmeye başladı. Yeni ve köklü alternatifler oluşturulmadı. Vakıflara bazı zorluklar getirildi, tavizler ve geri adımlar hızlandı. Müslümanlar dar ve engelli alanlarda sıkıştılar kaldılar. Yani çok yönlü mobil hizmet alanları oluşmadı. Çok yönlü kullanılabilecek ve değişik planlara müsâit faâliyet için cemaatlere, dernek ve vakıflara çok iş düşüyor.
Okullarda Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersini zorunlu saymayarak ateist bir insanın çocuğuna din dersini mecbur etmeyen bir düzen, bir müslümana da ateist ve İslâm’ı dışlayan eğitim anlayış ve uygulanışını mecbur etmeme eşitliği tanımalı değil midir? Okulsuz olma özgürlüğü, okul reddetme hakkı, insan hakları kapsamına girmiyor mu? Böyle hukuk anlayışı ve özgürlük olur mu? Bir Müslüman kalksa, “her istediğiniz bâtılı, zihnine yerleştirmek ve onu düzene uygun bir tarzda bir müşrik vatandaş haline getirmek için çocuğumu zorla elimden alıyorsunuz, bu bizim özgürlüğümüzü yok sayan bir durumdur; okul dediğiniz şey,
2314] 10/Yûnus, 87
- 616 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bizim için hapishane ve zindan konumundadır“ dese, ne cevap verir yetkililer? Bir hak mıdır eğitim, yoksa vatandaş açısından bir sorumluluk ve zorunluluk mu; devletin uyguladığı tek tipleştirme dayatmasından önce bunu hukukçularına danışıp anayasaya uygunluğunu değerlendirmesi gerekir. Dayatmacı bir düzen hukukun üstünlüğünü tanıyarak özgürlükçü ve eşitlikçi davranır mı; zaten problemin özü bu sorunun cevabında yatıyor.
Öncelikle vurgulamalıyız ki, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerdeki okullarda müşrik olmama özgürlüğü yok. Öğrenci ve öğretmen olarak şirk tornasından geçmeme hakkı için mücâdele gerekiyor. Bir manifestomuz yok. Bir müslümanın her çeşit eğitim kurumlarında yapmasının kesinlikle câiz olmadığı şeyler, câiz tâbirinden de öte insanlık suçu olduğunu ilan edecekleri, resmî âyinlerde şirk unsuru olan hususlar varsa bu törenler, bazı derslerde kabulü ve dillendirmesi şirk olan durumlar varsa onlar, kamuoyuna hâlâ yansıtılmamıştır. Burada ben, tartışmalı olan, yoruma tâbi olan hususları kastetmiyorum. Çok net olarak, eğitimle ilgili İslâm’la bağdaşmayacak şirk unsurları şunlardır diyerek maddeleştirip kamuoyuna veli, öğrenci ve öğretmenlere ilan ve tebliğ bile edememişiz. Her vatandaşın ve her düzenin bunları rahatlıkla bilmesi ve zulmün boyutlarının sergilenmesi gerektiğini düşünüyorum. Varsa yoksa sadece başörtüsü yasağı gündemde. ABD gibi, Avusturya ve diğer Avrupa ülkeleri gibi, başörtüsünün suç olmadığı memleketlerde yaşasaydık, bizim okullardan istediğimiz olmayacak mıydı? Yani sadece üniversitelerde ve sadece başörtüsünden başka. Başörtüsüne bile müsaade etmeyen bir zihniyet aracılığıyla, başın içine koyduğu bilgi ve kültürün ne olup olmadığı, ciddi mânâda maddeler halinde net olarak dosta düşmana ilan edilebilmiş bile değildir ki, ona göre eylem planı hazırlansın.
Çözüm konusunda azîmet veya ruhsat olarak iki çizgiden biri seçilmelidir. İlki, yanlış olarak radikallik denilen savaşçı kimliği, Allah askeri olmak ile; diğeri de en asgarî bir tevhid eri Müslüman kimliğiyle alâkalıdır. Birincisi toptan reddetmektir, tüm tâğutları ve tâğûtî kurumları. Bedeli vardır elbette bu tavrın. Mümkün ki, bu tavır savaş ilanı kabul edilecek, sürgünler yani hicretler, mahrûmiyetler, sıkıntılar, cezalar gibi karşı tarafın zulmüne göğüs germeyi gerektirecektir. Ayrıca, alternatifler oluşturmadan sadece tavır almak yeterli olmadığı için imkânlar oranında çözüm üretmeyi, müslümanca bir eğitim arayış ve çabalarını da mutlaka oluşturma mecburiyetini de ebeveynin sırtına yükleyecektir.
Her müslümanın kahraman olması beklenemeyeceği, İslâm’ın bedevîlerin, ihtiyar kadınların, âciz müstaz’afların da dini olduğu için, ruhsat yolu da tercih edilebilir. Bu konuda, tâviz verilebilecek hususlarla tâviz verilmesi bir Müslüman için mümkün olmayan şeyleri ayırt etme mecbûriyeti karşımıza çıkmaktadır. Müslüman, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerde ve böyle ortamlarda belki zâhiren tâğutların egemenliğini kabul etmiş gözükerek Allah’ın affetmesini umacağı günahlarla bu konuda tâviz vererek kurtulabilir. Ama yeterli bir ikrâh olmadığı müddetçe küfür lafız söyleyemez ve küfür davranışlarını sergileyemez. Bülûğa ermemiş olan temyiz yaşındaki çocukların mürtedliği de geçerlidir Hanefî fıkhınca. O yüzden çocuğunu kendi elleriyle ateşe atmamak için ebeveyn, onu kurumlardaki küfre karşı uyarmalı, Müslüman kimliğini nasıl taşıyıp nasıl koruyabileceğini iyi öğretmelidir. Cezalar da verilse, tâğutların övgüsü niteliğindeki şiirleri okumayacak, onların övüleceği bayram ve törenlere katılmayacak, en azından ağzından tâğutların kutsallarını över anlamda sözler çıkmayacak ve
ŞİRK
- 617 -
bu tür davranışlardan her ne pahasına olursa olsun uzak kalacaktır. Bu konuda ant törenleri ve bayramlar çözüm getirilmesi gereken problemler olarak karşısına çıkacaktır Müslüman ebeveynin. Derslerdeki terslikler, yani bir Müslüman açısından küfür olan hususlar tesbit edilmeli ve zihin ve gönüllere o tür zehirli gıdaların girmemesine özen gösterilmelidir. Okullarda nasıl gıdalar verildiği, her akşam çocuk eve geldiğinde kontrol edilmeli ve varsa zehirler iyice yerleşmeden hemen temizlenmelidir.
Günümüzde ekonomik yorumlar da baştan sona şirk anlayışı içerir. Sadece iktisat ve ekonomi eğitimi veren kurumlar değil; medyanın, hatta halkın gündemindeki ekonomik değerlendirmelerin hemen hepsinde para, ilâhların başında gelir. Tüm mülkün, para, mal ve nimetlerin Allah'a ait olduğu anlayışı olan “ekonomik tevhid“ anlayışına yer yoktur. İnsanların ekonomi yönüyle de evrim geçirdiği, ilkel komünal toplumdan köleci topluma, feodal toplumdan, kapitalist ve sosyalist topluma doğru seyri ve bu çeşit tasnifi, insanların Allah’tan bağımsız olarak sürekli evrim geçirdiği iddiasını haklı çıkarmaya dayanır. İlk insanın, ilk peygamber ve ilk yaşama biçiminin vahyin ışığında tevhid olduğu gerçeği, en küçük bir teori ve ihtimal dâhilinde bile değerlendirilmez.
Siyasal şirk anlayışı da bilimsel kılıflarla takdim edilir. En iyi sistem, milyonlarca yıllık tecrübe sonunda cumhuriyet ve demokrasi olarak adlandırılır. Hakk’ın değil; halkın egemenliğine, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyi alternatif bile kabul etmeyen bu câhiliyye düzenlerini neredeyse tüm insanlar canla başla savunur. Faşist, kapitalist veya sosyalist olsun her farklı grup, gerçek demokrasinin kendi savundukları ideoloji ve düzen anlayışında olduğunu iddia ederlerken, kendini müslüman sayan nice insan da bu orkestraya katılır.
Devlet yönetiminde dine yer yoktur, eğitim ve sosyal hayatın düzenlenmesi laik ve Kemalist esaslarla düzenlenmek zorundadır. Din anlayışı, din eğitimi ve din kurumları da laik düzenlemeye tâbidir. Dinlerin ortaya çıkışı, din eğitimi veren laik kurumlarda da doğal olarak şirk esasına dayandırılır. İlk din İslâm, ilk insan ilk peygamber, ilk peygamber Hz. Âdem değildir bu şirk anlayışında; insan, önce tabiata, totemlere tapmış, sonra çok tanrılı dinleri icad etmiş, çok sonraları da tek tanrılı din anlayışı oluşturmuştur...
Modern câhiliyyenin sosyal ve siyasal şirk anlayışı gereği, devlet, din esaslarına -en küçük çapta bile- dayandırılamaz. Tüm kurum ve kurallarıyla şirkin dışına çıkılamaz bu devlet anlayışında. Halk da sosyal hayatta, kamu alanında tevhidî inancını sergileyemez, muvahhid bir şekilde yaşayamaz. Ama demokrasi vardır; halk şirk arasında istediği tercihi özgürce yapabilir, istediği tâğutu rab olarak seçebilir.
İnsanların çoğu, aynen eski Arap câhiliyyesinde olduğu gibi, Allah’ı, göklerin hâkimi kabul ediyor, yağmuru yağdıran, insanları ve varlıkları yaratan olarak kabul ediyor; ama yeryüzüne O’nu karıştırmak istemiyor, yerin egemenliğini başka tanrılara veriyorlar. “Allah, yeryüzünde (o da beşerî kanunlara, ilke ve yönetmeliklere uygun olmak şartıyla) sadece -o da sınırlı şekilde- câmilere karışabilir, oraya hâkim olabilir. Üniversite dâhil okullara, mahkemelere, meclislere, çarşı ve pazarlara, cadde ve sokaklara, kıyafet ve kanunlara, sosyal hayatı düzenleyen anlayışlara karışamaz.“ Bu anlayış ve uygulamalar, şirk değil de nedir? Çok kaypak bir içeriği olduğu halde, üzerinde ittifak edilen en belirgin anlamıyla “dinin
- 618 -
KUR’AN KAVRAMLARI
devlete, devletin dine karışmaması“ demek olan “laiklik“ gereği ve dayatması olarak sadece vicdana hâkim olmasına karışıl(a)mayan Allah'ı dünya işlerine karıştırmak istemiyorlar, buralarda egemen başka güçler (tanrılar) kabul ediyorlarsa, buna herhalde tevhid ve İslâm adı verilemez. Bu anlamda laikliğin çağdaş değil, temeli çok eskilere dayanan bir şirk olduğunu söyleyebiliriz. Ve eski Arap câhiliyesinin de Allah’ı (hak dini) dünya ve devlet işlerine karıştırmak istemediklerini, Peygamberimiz’le bunun için mücâdele ettiklerini biliyoruz. Demek ki şirk cephesinde yeni hiçbir şey yok; sadece eski câhiliyenin modern görünüm ve söylemleri var; tek millet olan müşrikler, ilkel atalarını taklit etmekten başka bir şey yapıyor değiller.
İnsanlar, demokrasi ve özgürlük putlarının da etkisiyle, hevâlarını hiçbir sınır tanımadan tatmin etmek istiyor, şeytanî fesad ve ahlâksızlıklara, içki, kumar ve zina evlerine dinin müdâhale edip yasak koymasını istemiyorsa, konu şirk kavramıyla ilgilidir. Tüm sosyal, siyasal, kamusal ve hukukî alanlara Allah’ın dışında başka tanrıların egemenliği egemen güçler tarafından isteniyor, dayatılıyor ve halk tarafından buna rızâ gösteriliyorsa, bunların tümü, şirkin dışında bir şeyle izah edilemez.
Câhiliyye Arapları, yaratıcı olarak sadece Allah’ı kesin bir şekilde kabul ediyorlardı.2315 Modern câhiliyye insanı ise, Allah'a bu kadar bile inanmıyor; ne olduğunu ve hangi vasıflara sahip olduğunu düşünmeden doğa/tabiat ve tesadüfe yaratıcılık atfediyor. Tabiatı ilâhlaştırarak çocukları, çiçekleri, güzellikleri doğanın armağanı olarak kabul ediyor. Bazen de bu “tabiat tanrısı“na kendisini ve hemcinslerini ortak koşuyor, kendisinin veya başka insanların yaratıcılıklarından bahsediyor.
Tüm bunların yanında, her dönemde görülebilen şirk unsurlarını da katarsanız, muvahhid insanın, istisnalar dışında niye yetişmediği, huzursuzluk ve zilletin niye artarak devam ettiğinin temel sebebi daha iyi teşhis edilecektir.
Yalnız, burada unutulmaması gereken önemli bir husus var: Allah'a ortak koşan birisinin, şirk koştuğu şey için, “bu da bir ilâhtır“, “ben buna da tapıyorum“ demesi veya böyle düşünmesi de, olayın şirk olması için şart değildir. Şirk, öncelikle kalpte yer eder, sonra düşünce ve hareketlere yansır. Şirkin temeli, Allah’tan başka herhangi bir şeyi Allah'a tercih etmektir.
Hızır olarak adlandırılan ölümsüz zannedilen zat, gerçekte hayatta olmayan bir kimsedir. Yine Hızır gibi bazı ilâhî vasıflara sahip olduğu zannedilen “evliyâ“nın, tanrılaştırılıp bunların her yerde hazır ve nâzır olduğuna, insanları gözetlediğine, bazen koruyup yardım ettiğine inanılır. Dünyanın varlık sebebinin bu gibi zatlar olduğu kabul edilir. Müslümanım diyen nice insan, Allah’ın dünyayı ve özellikle yaşanılan coğrafyaları onların yüzü suyu hürmetine ayakta tuttuğunu, yoksa çoktan helâk edeceğini kabul edip dillendirir. Bu tür inançların gerçekle de, temel hakikat olan tevhidle de hiçbir ilgisi yoktur. Tümüyle bâtıl itikatlardır. Allah, dünyayı kendi irâdesiyle ayakta tutmaktadır. O’nun irâdesine engel olacak veya onu değiştirecek hiçbir zat olamaz. Allah, dünyanın ve evrenin işleyişi ile ilgili kanunlar koymuş, hikmetler belirlemiştir. Evren bu ilâhî kanunlarla ayakta durur. Allah’ın otoritesinde ve tasarrufunda hiçbir kimsenin
2315] 29/Ankebût, 61, 63; 31/Lokman, 25; 39/Zümer, 38; 43/Zuhruf, 9, 87
ŞİRK
- 619 -
ortaklığı yoktur. Dolayısıyla Allah’tan başkasına, sanki bir güce sahipmiş gibi duâ etmek şirktir. Ölülerden medet ummak câhiliyye sapıklıklarındandır. Muvahhid bir mü’min, bunlardan kesinlikle uzak durmalıdır. O, yalnızca Rabbinden dilekte bulunmalı, O’na yönelmeli ve O’na duâ etmelidir.
Şirkin En Belirgin Özelliği Olarak Tarihten Günümüze Put ve Putlaştırma
Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlanageldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücadeleden ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas, tevhiddir. Kur’an-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulmasıdır. Şirk, sadece putlara tapmak değildir. Nefsin istekleri peşinde koşmak, Allah’ın sevgisi yerine dünya sevgisini tercih etmek, bunların sonucunda Allah’ın hükümlerinden birini dahi reddetmek de şirktir.
Peygamberimiz zamanındaki Mekke müşrikleri Allah’la birlikte birçok ilâha inanıyorlardı. Bu müşrikler kendi hevâ ve heveslerine göre putlar yapıyorlar ve onlara tapıyorlardı. Kâbe’nin içinde 360 tane put bulunuyordu. Bunların en büyükleri; Hubel, Lat, Menat, Uzza isimli putlar idi. Ayrıca Ved, Suva, Yeûk ve Nesr isimli putlar vardı. Bunlar Hz. Nuh zamanında yaşamış olan iyi huylu, cömert ve sâlih insanlardı. Bu insanlar ölünce, onların heykelleri yapılmış ve zaman geçtikçe halk onlara tapmaya başlamıştı. Bazı Araplar bunlardan başka, güneşe, aya, bazı taşlara, ağaçlara ve hayvanlara tapıyorlardı. Bazı müşrikler ise, melekleri Allah’ın kızları olarak görüyorlar ve onları Allah’a şirk koşuyorlardı. Aslında insanların Allah’tan başka bir puta tapmasının asıl nedeni; kendi nefislerini ilâh edinmeleridir. Bugünkü müşriklerle, Peygamberimiz zamanındaki müşrikler arasında temelde bir fark yoktur. Müşriğin mantığı her devirde aynıdır. Bu mantık, Allah’ı yeryüzüne karıştırmama, yeryüzünde ilâh olarak kendini tanımadır. İşte şirkin aslı budur. Zamanımızda da insanlar her ne kadar kâinatı yaratanın, yağmuru yağdıranın, öldüren ve diriltenin Allah olduğunu kabul etseler de, O’nun tasarruflarında ortak tanıyorlar, dünya ile ilgili işlerde Allah’ın belirttiğinin aksine hükümler koyuyorlar. Günümüzde şirkin aldığı en net görünüm budur.
Put, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî mânevî her şeydir ve putları bu yönleriyle hayatın amacı kılmak da şirktir. Put sadece tapılan birtakım nesneler değildir. Eğer hayatın amacı haline gelir ve insanı Allah’a isyana sevkederse, yerine göre makam, para, kadın veya insanlar için değerli herhangi bir şey put olabilir. Şirk düzeni; insanları köleleştiren, ilâhlık taslayan çağdaş Firavunlar ile onlarla işbirliği yapan sahte din adamları yani Bel’amlar ve sömürüye ortak olan, bizzat şirk düzeninden beslenen, haramzade, zengin elit tabaka ve bu üç kesime bağlanan, onlara itaat eden, onların koyduğu kanunlarla -Allah’ın hükümlerine aykırı olmasına rağmen- yaşayan halk yığınlarından meydana gelir.
Kur’an-ı Kerim’in açıkladığı şirk çeşitlerinden birisi de putlara ibâdet şeklinde ortaya çıkan tapınmadır. Putlar çeşit olarak çok fazla olmakla beraber, genel olarak iki kısımda mütâlâa edilebilir:
1- İnsan, hayvan, kuş veya bunların karışımı bir şeklin; ağaç, taş ve madenden yapılarak tapınılması biçiminde ortaya çıkan ilkel putçuluk. Bu tür putlara sanem veya vesen adı verilir.
- 620 -
KUR’AN KAVRAMLARI
2- Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere, kalplere dikilen veya tâbi olunan putçuluk. Bu tür putperestliğin görüntüsü daha moderndir. Sanem veya vesen dediğimiz ilk maddedeki putlar, tapanların nazarında tabiatüstü yüce bir gücü ve kuvveti temsil ettikleri için putperestler, bu güç ve kuvvetin tapındıkları putlarda gizli olduğuna inanırlar. Bu bağlamda her putun veya putçuluğun ilgili bulunduğu bir efsanesi, tahrif edilmiş tarihsel bir mitleştirmesi vardır. Bu putların bir kısmı iyiliği, bir kısmı şerri, bir kısmı ucuzluğu, düşmandan kurtuluşu, bereketi vs. yi temsil eder.
İslâm tarihçilerinin kaydettiklerine göre putperestlik, İslâm’dan önce Arap yarımadasında oldukça yaygındı. Denilebilir ki, Arabistan’da putçuluğun bütün çeşitleri olmakla beraber, daha çok birinci maddede belirtilen putperestlik yaygındı. Kâbe’nin, putperestliğin sergilendiği bir yer olarak gerçek amacından saptırıldığını görüyoruz. Peygamberimiz (s.a.s.) Mekke’yi fethettiği zaman Kâbe’ye girmiş ve orada peygamberlerin resimlerinin bulunduğunu görünce, bunların ortadan kaldırılmasını emretmişti. Ayrıca Kâbe’de herbiri farklı kabile ve şahıslara ait olan ve değişik şeyleri temsil eden 360 putu görünce, onların da kırılmasını emretmişti.
Putçuluğun her çeşidine karşı çıkan ve putlara tapınmanın kötülüğünü en beliğ biçimde ortaya koyan Kur’ân-ı Kerim âyetleri, insanoğluna, yaratıcının sadece Allah olduğu fikrini ve putların, heykellerin de yaratıcı değil; yaratık olduğu düşüncesini aşılama sadedinde deliller sunar. “Siz, elinizle yonttuklarınız (putlar)a mı tapıyorsunuz? Oysa sizin de, bütün taptıklarınızın da yaratıcısı Allah’tır.“ 2316
Put, sadece Arapların cahiliyye döneminde taptıkları basit ve alelâde şekillerden veya özellikle Hz. İbrahim döneminde olduğu gibi muhtelif cahiliyye sistemlerinde tapınılan tahtadan, taştan, tunçtan heykellerden ve ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayallerden ibaret değildir. Bu basit puta tapınma şekilleri Allah'a şirk koşmanın bütün boyutlarını kapsamaz. Yalnızca bu ilkel putçuluklar üzerinde duracak olursak ve Kur’an’daki şirkten maksadın sadece bunlar olduğunu kabul edecek olursak, oldukça boyutlu olan şirk kavramından bir şey anlamış olmayız. Oysa Kur’an’a göre put, o kadar geniş anlamlıdır ki, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-manevî her şeydir. Bu putları, hayatın amacı kılmak da Allah'a şirk koşmak olarak nitelendirilmiştir. İnsanları kendilerine faydası dokunmayan ağaç, taş, maden vs. şeylere ibâdete sevk eden sebepler nelerdir? İnsanlar niçin putlara taparlar? Göz göre göre bu cansız şeylere neden tâzimde bulunulmuş ve bulunulagelmektedir?
Putlara Tapınmanın Sebepleri: Kur’an, putlara tapınma sebepleri konusunda şunları sayar:
1- Şefaat düşüncesi ve Allah'a bu aracılarla güya yakın olma arzusu: Kur’an, putçuların bu bahanelerini, yapay kılıflarını geçerli bir neden kabul etmez ve insanları putperestliği bırakmaları için en keskin ve sert dili kullanır. 2317
2- Aşırı ta’zim: Kur’an’a göre bir varlığa aşırı saygı gösterme, onu yüceltme ve onu ululama, sonuçta onu tanrılaştırmaya yol açacağı için yerilmiş ve şirk olarak değerlendirilmiştir. Sanki ibâdet edilecek derecede yüceltilen şahsiyetler,
2316] Saffat, 95-96
2317] Bkz. 39/Zümer, 3, 44; 10/Yûnus, 18; 17/İsrâ, 56-57; 43/Zuhruf, 86; 30/Rûm, 13
ŞİRK
- 621 -
Allah katında makbul ve aslında böyle bir ta’zimden kaçan kimseler bile olabilirler. Kur’an, peygamberlere, din adamlarına, meleklere, sâlih insanlara vb. varlıklara gösterilen bu aşırı ta’zimi şirk olarak değerlendirmiştir. 2318
3- Aşırı sevgi: Kur’an, herhangi bir şeyi, Allah’ı sever gibi severek, onun arzularına, emir ve yasaklarına itaat etmeyi Allah'a şirk koşmak olarak değerlendirmiş; herhangi bir şeye veya kimseye karşı beslenen aşırı sevgiyi de, onu putlaştırmak olarak nitelemiştir. “İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’tan başka eşler tutarlar. Allah’ı sever gibi onları severler. İman edenler ise, en çok Allah’ı severler...“2319 Allah'a inanmak, kişinin O’nun isteğini kendi dileğine veya başkalarının isteklerine tercih etmesini ve diğer arzuları O’nun yolunda feda edecek kadar O’nu sevmesini gerektirir. Allah’ı sevmenin kanıtı, Allah’ın belirli nitelik ve güçlerini başkalarına atfetmemek ve O’nun hakkını sahte ilâh ve rablere vermemektir. Allah’ın sıfat ve güçlerini başkalarına atfedenler, O’nu sevdiklerini iddia edemezler; bilakis bu şekilde O’na ortak koşmuş, Allah'a denk tutmuş olurlar. İnsan, Allah’ın melekleri, nebî ve velîleri gibi değerli kullarını severken de, bu âyetin çizdiği sınırda durmasını bilmelidir. Zira Allah için sevmekle, Allah’ı sever gibi sevmenin arasındaki farkı bilip ona göre davranmak gerekir. Hiçbir şeyi veya kimseyi Allah’ı sever gibi sevemeyiz, O’na ait vasıfları veremeyiz, O’nun gibi yüceltemeyiz.
Tarihteki putları ve puta tapanları incelediğimiz zaman, şirk temeline dayalı putçuluğun, günümüzde geçerli olan şirkten ve putçuluktan pek de farklı olmadığını görürüz. Mekke’li müşrikler de bir Allah inancına sahipti.2320 Fakat Allah’ın hükmü yerine Mekke site devletinin parlamentosu Daru’n-Nedve’nin kanun yapmasını ve Ebû Cehil gibi tâğutların kendilerini yönetmelerini istiyorlardı. Yer yer dindar kesilmelerine rağmen, tevhid’in karşısında durarak şirke sarılıyorlardı.
Günümüzde de kelime-i şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan, hacca giden kimselerin tâğutun hükmüne rızâ gösterdikleri, tâğuta itaat ettikleri, sadece Allah'a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri bilinen bir gerçektir. Yine bu kimselerin Allah’ı bırakıp birtakım armaları, şiarları/sloganları, işaretleri, bayrakları, heykelleri, gelenek ve görenekleri, bazı kavram ve ideolojileri, sanatı, sanatçıları, futbolu, sporcuları, gruplarını, parti veya kurumlarını, devlet adamlarını, liderlerini... yücelttikleri ve bu sayılan değerler uğruna mallarını, mülklerini, namuslarını, ahlaklarını pâyimal ettikleri, böylece bunlara kulluk ettikleri ortadadır. Sözü edilen bu şahısların, tâğutun ortaya koyduğu nefsanî, şeytanî ve indî değer yargılarıyla Allah’ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep Allah’ın şeriatını onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri, kısacası putların veya putların arkasına sığınmış olanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah’ın şeriatına tümüyle zıt olan sistemleri kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri de inkâr edilemez.
Bunlar, müşrik değil de nedir? Bundan daha açık putçuluk düşünülebilir mi? Putların emir ve direktifleri doğrultusunda hareket ederek onların yolundan hiç ayrılmayanlar, Allah’ın kitabına ve Rasûlü’nün sünnetine kulaklarını tıkayarak putların ve onların işbirlikçilerinin çağrısına kulak verenlerden daha iyi putperest olur mu? Bunlar, apaçık müşrik olduklarını kendileri ilân ediyorlar. Bu tür
2318] Bkz. 5/Mâide, 116; 9/Tevbe, 30, 31; 34/Sebe’, 40; 71/Nuh, 23
2319] Bakara, 165
2320] Bkz. 29/Ankebût, 61, 63; 39/Zümer, 3
- 622 -
KUR’AN KAVRAMLARI
insanlar, ister namaz kılsın, ister oruç tutsun, ister hacca gitsin ve isterse sabahlara kadar Allah Allah diyerek tesbih çeksinler. Ne yaparlarsa yapsınlar, kendilerini putçu müşrik olmaktan kurtaramaz, kimse de onları zorla temize çıkararak müslüman yapamaz!.. 2321
Putları Kırmak: Şeytan insana, şirkten kurtulmayı çok zor ve karmaşık, tevhidi, ihlâsı ve imanı ise yaşanması imkânsız gibi olağanüstü zor gösterebilir. Oysa bu, yalnızca şeytanın verdiği bir vesveseden ibarettir.2322 Bilinmelidir ki, şirkten kurtulmak için samimi bir niyet ve tavır değişikliği yeterlidir. Bu niyet tashihi kişininn her şeye, herkese ve tüm olaylara karşı olan bakış açısını şirkten tevhide çevirecektir. Yani siyah gözlük takan birisinin etrafını görebilmek için her yeri tek tek aydınlatmasına gerek yoktur. Gözlüğünü çıkarması yeterlidir. Şirk de her yeri karartan bu gözlük gibidir. Gözlüğü çıkarmadan zorlama yöntemlerle şirkten arınmaya çalışmak hem zor, hem de ümit kırıcıdır. Bir hamlede gözlüğü çıkarmak ise hem kolay, hem de tek etkili çözümdür. İnsanın şirk boyutundan Allah’ın râzı olduğu iman ve ihlâs boyutuna geçmesi de tek bir kararlılık hamlesi gerektirir. Bu da her ne durumda olursa olsun Allah'a güvenmek ve Kur’an’a bütünüyle ve samimi olarak uymaya karar vermektir. Bu samimiyet ve kararlılık, muhakkak beraberinde Allah’ın yardımını, hidâyetini ve büyük bir nimetle rahmetini getirecektir.
Şeytan tabii ki, tevhidi ve ihlâsı çirkin, sıkıntılı ve ızdırap verici olarak göstermeye çalışacaktır. Hâlbuki gerçek eziyet, sıkıntı ve ızdırap şirktedir. Bu, dünyada da âhirette de böyledir. Taptığı sahte ilâhları bırakarak sadece Allah'a yönelen bir insan boşlukta ve sahipsiz kalmaz; aksine tek gerçek ilâh olan Allah'a sığınarak olabilecek en büyük huzur, güven ve rahatlığı kazanır. “Kim Allah’tan ittika ederse (korkup sakınırsa), (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, kendi emrini yerine getirip gerçekleştirendir.“2323
Şirkle tevhid arasındaki fark, çoğu zaman niyet ve bakış açısı farkıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) Kâbe’deki putları fiilî olarak kırmış, Hz. Mûsâ yahûdilerin edindiği altın buzağı heykelini yakıp küllerini denize savurmuştur. Bunlar, sembolleştirilen şirklere karşı vurulan darbelerdir. Bugün de sembolleştirilen şirklere karşı aynı fiilî müdâhaleler yapılabilir; ama önemli olan öncelikle şirkin mantığını yıkmaktır. Gönül ve kafalardaki putlar yıkılmadan diğer putların yıkılması çok önemli olmayacaktır. Şirki gönül ve kafalardan yıkmak için, niyet ve bakış açısının değiştirilmesi gerekmektedir.
Bu nedenle, şirkten vazgeçip tevhide yönelen insanın yaşadığı büyük değişim, öncelikle kalpte ve zihinde meydana gelir. Dış görünüm olarak belki eski yaşamının bazı öğelerini devam ettirse bile tamamen farklı bir bakış açısına ve kavrayışa sahip olur muvahhid insan. Eskiden atalarından gördüklerine, kendi tutkularına, birtakım insanların fikirlerine göre düzenlediği hayatını, şimdi sadece Allah’ın kitabına göre ve sadece O’nun rızâsı için düzenler. Böylece binlerce küçük ve sahte ilâha kulluk etmeyi, onları memnun etmek için uğraşmayı
2321] Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, Şafak Y. s. 132-138
2322] 14/İbrâhim, 22
2323] 65/Talak, 2-3
ŞİRK
- 623 -
bırakarak, “birbirinden ayrı rabler mi daha hayırlıdır, yoksa Kahhar olan bir tek Allah mı?“2324 diyen Hz. Yûsuf gibi, sadece kendisini Yaratan’a teslim olur. 2325
“İbrâhim / İçimdeki putları devir / Elindeki baltayla / Kırılan putların yerine / Yenilerini koyan kim?“
“Andolsun biz İbrâhim’e daha önce rüşdünü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi. Dediler ki: ‘Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen oyunbazlardan biri misin?’ ‘Hayır’ dedi; ‘sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım!’ Sonunda İbrâhim onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı; belki ona müracaat ederler diye. ‘Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zâlimlerden biridir’ dediler. (Bir kısmı:) ‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. O halde, dediler, ‘onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.’ ‘Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim?’ dediler. ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi, onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!’ dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) ‘zâlimler sizlersiniz, sizler!’ dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: ‘Sen bunların konuşmadığını pek âlâ biliyorsun’ dediler. İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz akıllanmaz mısınız?’ (Bir kısmı:) ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ dediler. ‘Ey ateş! İbrâhim için serinlik ve esenlik ol!’ dedik. Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, onu ve Lût’u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.“ 2326
Hz. İbrâhim’in putçularla mücâdelesi ve putları devirmesi Sâffât sûresinde de şu şekilde anlatılır: “Şüphesiz İbrâhim de onun (Nuh’un) milletinden idi. Çünkü Rabbine kalb-i selîm ile geldi. Hani o, babasına ve kavmine: ‘Siz kime kulluk ediyorsunuz?’ demişti. ‘Allah’tan başka birtakım uydurma ilâhlar mı istiyorsunuz? O halde, âlemlerin Rabbi hakkındaki görüşünüz nedir?’ (Hz. İbrâhim’in kavmi, yıldızlara bakar, onlarla kâhinlik yaparlardı. Bir bayram günü İbrâhim’e kendileriyle beraber bayram yerine gelmesini söylediler.) Bunun üzerine İbrâhim yıldızlara şöyle bir baktı. ‘Ben hastayım’ dedi. Ona arkalarını dönüp gittiler. Yavaşça (kavmin) putlarının yanına vardı. (Oraya konmuş çelenkleri, yemekleri görünce:) ‘Yemiyor musunuz? Neden konuşmuyorsunuz?’ dedi. Bunun üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu (kırıp geçirdi). (Putperestler) koşarak İbrâhim’e geldiler. (Neden putları kırdığını sordular.) İbrâhim: ‘Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?! Oysa ki sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı’ dedi. ‘Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın!’ dediler. Böylece ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat biz onları alçaklardan kıldık.“ 2327
Ve Rasûlullah: Yegâne önderimiz Rasûlullah (s.a.s.), put kıran bir peygamber babanın, put kıran bir peygamber oğludur. Tek başına bir ümmet olan İbrâhim (a.s.), put kıran bir peygamber idi. O babanın oğlu, yani onun neslinden olan
2324] 12/Yûsuf, 39
2325] Hârun Yahya, Şirk, s. 90, 92
2326] 21/Enbiyâ, 51-71
2327] 37/Sâffât, 83-98
- 624 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Rasûlullah da, put kıran bir Peygamberdir. Rasûlullah, hem kalplerdeki, hem beyinlerdeki putları ve putlaşmış fikirleri, akîdeleri kırıp parçalamış, hem de müşrik putperestlerin kendi elleriyle yapıp meydanlara diktikten sonra tapınılan put heykelleri paramparça edip kırmıştır. Rasûlullah, hem putçu ideolojileri ortadan kaldırmış, hem de tapınılan ve putlaştırılan şeyleri yok etmişti.
Gerek içteki, gerekse dıştaki putları kırmak ile vazifeli olan Rasûlullah’ın, müşrik tâğutların egemen olduğu ve bir dâru’ş-şirk haline getirdikleri tevhidin merkezi Mekke’deki bir uygulaması şöyledir: (Bu uygulama, Rasûlullah’ın hicret edeceği sırada gündeme gelmiştir.) Emîru’l-Mü’minîn İmam Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) anlatıyor: “Ben ve Peygamber (s.a.s.) yürüdük, nihâyet Kâbe’ye vardık. Bana: “otur!“ dedi. Oturdum, omuzuma çıktı, yukarıya kaldırmak istedim. Benim güçsüzlüğümü görünce, indi ve: “Sen, benim omuzuma çık!“ dedi. Omuzuna çıktım, beni kaldırdı, bana öyle bir hal geldi ki, istersem göğe kadar yükselebileceğimi sandım. Nihâyet Beyt’in üstüne çıktım. Bakır ve altından yapılmış birçok heykellerle karşılaştım. Beyt’in sağından, solundan, önünden ve arkasından onları toplayıp bir araya getirdim. Hepsini topladığımda bana, şöyle buyurdu: “Şimdi onları bir bir aşağıya fırlatıp at!“ Fırlatıp attım, cam bardaklar gibi kırılıp parça parça oldular. Sonra indim. İnsanlardan birinin bizi görmesinden korktuğumuz için koşarak evlerin ötesine kaçtık, kaybolduk.“ 2328
Olayı anlatan Hz. Ali’nin (r.a.) ifadelerine dikkat edilecek olursa, bu put kırma hareketi çok gizli yapılmış, gerekli önlemler alınıp en müsait zaman seçilmiş, olay gerçekleştikten hemen sonra koşarak evlerin arasında kaybolup olay yerinden uzaklaşılmıştır. Hatta İmam Ali’nin ifadesiyle, “İnsanlardan birinin bizi görmesinden korktuğumuz için koşarak evlerin ötesine kaçtık, kaybolduk.“ Bu korku, tedbir mâhiyetinde bir endişe idi ki, tabiî ve fıtrîdir. Yoksa korkunun adı tedbir olmuş değildi. Yine dikkat edilecek olursa, tüm ihtimaller düşünülerek ve tedbirler alınarak olay gerçekleşmiştir. Müşrik tâğutların egemenliğindeki Mekke’de örnek bir put kırma olayını gerçekleştiren önderimiz Rasûlullah, birkaç yıl sonra fethedilen Mekke’de, gerek Kâbe’nin içinde ve üstünde, gerekse Kâbe’nin etrafında, yani Harem-i Şerif’teki bütün putları kıracaktı.
Abdullah bin Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.s.), Mekke’nin fethi günü Kâbe’nin avlusuna girdi. Kâbe’nin etrafında ibâdet için dikilmiş üç yüz altmış put vardı. Rasûlullah, elindeki deynekle bu putlara dürtmeye başladı (onunla dokunduğu her put, yüz üstü düşüyordu) ve şu âyetleri okuyordu: “Hak geldi, bâtıl yok oldu.“2329 “Hak geldi, bâtıl ise, ne (bir şey) ortaya çıkarabilir, ne geri getirebilir.“ 2330
Ebu'l-Heyâc el-Esedî anlatıyor: “Bana Hz. Ali (r.a.): 'Rasûlullah (s.a.s.)'ın beni göndermiş olduğu şeye ben de seni göndereyim mi?' diye sordu ve Rasûlullah'ın kendisene: “Haydi git, kırıp dökmedik put, düzlemedik yüksek kabir bırakma!“ buyurduğunu söyledi.“ 2331
2328] Ahmed bin Hanbel, 1/84; Rûdânî, Cem’u’l-Fevâid: Büyük Hadis Külliyatı, c. 3, s. 259, hadis no: 6396-6398; İslâm Tarihi, Mekke Devri, M. Âsım Köksal, c. 6, s. 149
2329] 17/İsrâ, 81
2330] 34/Sebe’, 49; Buhârî, Meğâzî, B. 50, hadis: 294; Müslim, Cihad ve’s-Siyer, B. 32, hadis: 87; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an, B. 18, hadis no: 3345; Kul Sâdi Yüksel, Selefin İzinde, s. 215-219
2331] Müslim, Cenâiz 93; Ebû Dâvud, Cenâiz 72; Nesâî, Cenâiz 99
ŞİRK
- 625 -
Hz. İbrâhim’in putperestlerin yüzüne haykırdığını, çağdaş putçulara biz de tekrarlıyoruz: “Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Siz aklınızı kullanmaz mısınız?“ 2332
Kur’ân-ı Kerim’de Şirkin Tanım ve Görüntüleri
Kur’an’da Şirk ve türevleri 168 yerde geçer. Şirk kelimesi geçmese bile âyetlerin çok büyük bir bölümü, tevhidi hâkim kılmak için şirkle mücâdeleyi konu edinir. Kur’ân-ı Kerim’de Allah lafzı 2697 yerde, ilâh kelimesi 147 yerde, lâ ilâhe illâllah ifâdesi 2 yerde, lâ ilâhe illâ hû cümlesi 30 yerde, iman kelimesi 873 yerde, küfür kelimesi 525 yerde zikredilir. Saydığmız bu kavramlar şirk kelimesiyle birlikte toplam olarak 4442 etmektedir. Sadece bu lafızlarla tevhidin yerleştirilmesi ve şirkin izâlesi Kur’an âyetlerinin üçte ikisini teşkil ettiği görülür. Bir adı da Tevhid sûresi olan İhlâs sûresinin Kur’an’ın üçte biri sayılması da bu sûrede baştan sona tevhidin en özlü ve özet biçimde sunulduğunun hatırlatılmasıyla ilgilidir. Yani, ihlâs sûresinin içerdiği tevhid, Kur’an konularının üçte biridir anlamı taşır. Hadis rivâyetindeki ihlâs sûresinin Kur’an’ın üçte birine eşit olduğu ifâdesinden de anlaşıldığı gibi, direkt tevhidle ilgili âyetler Kur’an’ın üçte birini teşkil etmekte, dolaylı olarak şirkin izâle edilip tevhidin hâkim kılınmasıyla ilgili âyetler ise yukarıdaki rakamlardan anlaşıldığı gibi Kur’an’ın üçte ikisinden fazlasını oluşturmaktadır. Bütün bunlar göstermektedir ki, Kur’an’ın en temel konusu gönüllerde, zihinlerde ve eylemlerde birey ve toplum olarak tevhidin hâkim kılınıp şirkin yok edilmesidir.
Kur’an-ı Kerim, müşrikleri, yeryüzünde birliği ve huzuru bozan, insanlar için zararlı, çirkin bir tip olarak görür ve necis, yani pislik olarak nitelendirir.2333 Kur’an’da şirk, herhangi bir şeyi, kavramı veya bir kimseyi tercih etme, önem ve kıymet verme, yüceltme bakımından Allah’la eşit düzeyde görmek veya bunu davranışlarıya göstermektir. Kur’an bize Allah’ı (c.c.) birçok sıfat ve isimleriyle tanıtmış ve O’ndan başka ilâh olmadığını kesin ifadelerle bildirmiştir. İlâh, Allah’ın Kur’an’da bildirilen özelliklerine sahip olan varlıktır. Allah gerçek ve tek ilâhtır; Allah’ın sıfatlarına sahip olan başka hiçbir varlık olamaz. İşte, Allah’ın herhangi bir sıfatına başkasının Allah’la birlikte veya bağımsız olarak sahip olduğunu iddia etmek, Allah’tan başka ilâh kabul etmektir, yani şirktir.
Kur’an-ı Kerim’de birçok âyette Allah Teâlâ, insanları şirke düşmemeleri hususunda uyarır: “De ki: ‘Ey câhiller! Bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?’ Ey Muhammed! And olsun ki sana da, senden önceki peygamberlere de vahyolunmuşıur. And olsun, eğer Allah’a ortak koşarsan amellerin şüphesiz boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun. Hayır, yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol. Onlar, Allah’ı gereği gibi takdir edemediler. Hâlbuki kıyâmet günü bütün yeryüzü O’nun tasarrufundadır. Gökler O’nun eliyle dürülüp bükülecektir. O, müşriklerin ortak koştuklarından münezzeh ve yücedir.“ 2334
“(İbrahim onlara) dedi ki: ‘Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet uğruna Allah’ı bırakıp birtakım putlar (tanrılar) edindiniz...“ 2335
2332] 21/Enbiyâ, 67
2333] 9/Tevbe, 28
2334] 39/Zümer, 64-67
2335] 29/Ankebût, 25
- 626 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah'a -hâşâ- eşler, ortaklar, benzerler edinirler de onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi.“ 2336
“Onlar (müşrikler), O’nu bırakıp yalnızca birtakım dişilere tapar, onlardan yardım isterler. Onlar o her türlü hayırla ilişkisi kesilmiş şeytandan başkasına tapmazlar.“ 2337
“Allah dedi ki: ‘İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek bir ilâhtır. Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun.’ Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, din de (itaat ve kulluk da) yalnız O’nundur. Böyleyken, Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?“ 2338
“Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarıp yakarma, sonra azaba uğratılanlardan olursun.“ 2339
“...Öyleyse iğrenç bir pislik olan putlardan kaçının, yalan söz söylemekten de kaçının. Kendisine şirk/ortak koşmaksızın Allah’ın hanifleri (O’nun birliğini kabul eden mü’minler olun). Kim Allah'a ortak koşarsa, sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürükleyip atmış gibidir.“ 2340
“De ki: ‘Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen Allah’tan başkasını mı velî/dost edineceğim?’ De ki: ‘Bana müslüman olanların ilki olmam emrolundu.’ Ve ‘sakın Allah'a ortak koşan müşriklerden olma!’ (denildi).“ 2341
“Kâfirler Beni bırakıp da kullarımı evliyâ/dostlar edineceklerini mi sandılar? Biz cehennemi kâfirlere bir konak olarak hazırladık.“ 2342
“Allah sizin düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Velî (gerçek bir dost) olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.“ 2343
“Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Hâlbuki onların (o sahte tanrıların, taptıkları putların) kendilerine yardım etmeye asla güçleri yetmez. Bilâkis onlar, bu mâbutlar için yardıma hazır askerlerdir.“ 2344
“Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlar ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.“ 2345
“Ey oğlum, Allah'a şirk koşma! Şüphesiz şirk, gerçekten en büyük zulümdür.“ 2346
“Gönülden katıksız bağlılar olarak, O’na yönelin ve O’ndan korkup sakının, namazı dosdoğru kılın ve müşriklerden olmayın.“ 2347
2336] 2/Bakara, 165
2337] 4/Nisâ, 117
2338] 16/Nahl, 51-52
2339] 26/Şuarâ, 213
2340] 22/Hacc, 30-31
2341] 6/En’âm, 14
2342] 18/Kehf, 102
2343] 4/Nisâ, 45
2344] 36/Yâsin, 74-75
2345] 4/Nisâ, 116
2346] 31/Lokman, 13
2347] 30/Rûm, 31
ŞİRK
- 627 -
“Allah, sizlerden iman edip sâlih amellerde bulunanlara vaad etmiştir: Hiç şüphesiz kendilerinden öncekileri nasıl güç ve iktidar sahibi kıldıysa, onları da yeryüzünde halifeler (yeryüzüne hâkim, güç ve iktidar sahibi) kılacak, kendileri için beğenip seçtiği dini (İslâm’ı) kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları geçirdikleri korku döneminden sonra, güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca Bana ibâdet ederler ve Bana hiçbir şeyi şirk/ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır (büyük günahkârlardır).“ 2348
“Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, azizdir.“ 2349
“Biz insana, anne ve babasına (karşı) ihsânı/güzelliği tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan şeyle Bana ortak koşman için sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda, onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır. Artık yaptıklarınızı size haber vereceğim.“ 2350
“Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz ki: ‘Nerede (o bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?’ Sonra onların: ‘Rabbimiz olan Allah'a and olsun ki, biz müşriklerden değildik’ demelerinden başka bir fitneleri olmadı. Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler ve düzmekte oldukları da kendilerinden kaybolup uzaklaştı.“ 2351
“Andolsun, ‘Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler küfre düşmüştür. Oysa Mesih’in dediği (şudur:) ‘Ey İsrâiloğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibâdet edin. Çünkü O, kendisine ortak koşana şüphesiz cenneti haram kılmıştır, onun barınma yeri ateştir. Zulmedenlere yardımcı yoktur. Andolsun, ‘Allah üçün üçüncüsüdür’ diyenler küfre düşmüştür. Oysa tek bir ilâhtan başka ilâh yoktur. Eğer söylemekte olduklarından vazgeçmezlerse, onlardan inkâr edenlere mutlaka (acı) bir azab dokunacaktır.“ 2352
“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.“ 2353
“De ki: ‘Ey Kitap ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim.’ Eğer yüz çevirirlerse, deyin ki: ‘Şâhid olun, biz gerçekten müslümanlarız.“ 2354
“Onların çoğu Allah'a, şirk koşmadan iman etmezler“ 2355
“Yoksa onların birtakım şirk koştukları ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat/dinî kural kıldılar)? Eğer o fasıl kelimesi (azabı erteleme sözü) olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.“ 2356
2348] 24/Nûr, 55
2349] 22/Hacc, 74
2350] 29/Ankebût, 8
2351] 6/En’âm, 22-23
2352] 5/Mâide, 72-73
2353] 9/Tevbe, 31
2354] 3/Âl-i İmrân, 64
2355] 12/Yûsuf, 106
2356] 42/Şûrâ, 21
- 628 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız’ derler. Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?“ 2357
“İçlerinden kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar. Kâfirler dedi ki: ‘Bu, yalan söyleyen bir büyücüdür. Tanrıları bir tek ilâh mı yaptı? Doğrusu bu, tuhaf bir şey!’ Onlardan mele’ (ileri gelen bir grup, egemen güçler): ‘Yürüyün, ilâhlarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur. Son dinde de bunu işitmedik. Bu, içi boş bir uydurmadan başka bir şey değildir.“ 2358
“Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa kahredici olan bir tek Allah mı? Sizin Allah’tan başka taptıklarınız, Allah’ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın taktığı (birtakım anlamsız) isimlerden başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur; ancak insanların çoğu bilmezler.“ 2359
“Allah’ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek ve yararları dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve ‘Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’ derler. De ki: ‘Siz, Allah'a, göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk koştuklarınızdan uzak ve yücedir.“ 2360
“Ey iman edenler, müşrikler ancak bir pisliktirler...“ 2361
“Kendisi hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah'a şirk/ortak koştuklarından dolayı küfredenlerin kalplerine korku salacağız. Onların barınma yerleri ateştir. Zâlimlerin konaklama yeri ne kötüdür!“ 2362
“O’nu bırakıp ilâhlar mı edindiler? De ki: ‘Kesin delilinizi getirin, işte benim ve ümmetimin kitabı ve benden öncekilerin kitapları.’ Hayır, onların çoğu gerçeği bilmez de yüz çevirirler.“ 2363
“O ancak tek bir ilâhtır. ‘Doğrusu ben O’na ortak koşmanızdan mâsumum’ de.“ 2364
“Allah ile birlikte başka bir ilâh edinip tapma. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.“ 2365
“İşte, Rabbiniz Allah budur. O’ndan başka ilâh yoktur. O her şeyi yaratandır. O her şeye vekildir. Gözler O’nu görmez, O bütün gözleri görür. O latiftir, -her şeyden- haberdardır.“ 2366
“De ki; O Allah bir’dir. O Allah samed’dir. Her şeyin kaynağı ve yaratıcısıdır. Hiç kimseyi doğurmamıştır. Hiç kimse O’nu doğurmamıştır. O’na benzeyen hiçbir şey de yoktur.“2367
Kur’an’da birçok âyetlerde açıkça görüldüğü gibi, Allah, ibâdetin sadece
2357] 2/Bakara, 170; Benzer âyetler için bkz. 5/Mâide, 104; 43/Zuhruf, 22-24; 7/A’râf, 28
2358] 38/Sâd, 4-7
2359] 12/Yûsuf, 39-40
2360] 10/Yûnus, 18
2361] 9/Tevbe, 28
2362] 3/Âl-i İmrân, 151
2363] 21/Enbiyâ, 24
2364] 6/En’âm, 19
2365] 28/Kasas, 88
2366] 6/En’âm, 102 - 103
2367] 112/İhlâs, 1-4
ŞİRK
- 629 -
kendisine yapılmasını emrediyor. İster içimizde ve ister dışımızda olsun bizi kendisine râm eyleyen, mutlak anlamda itaatkâr kılan, bizim bedenimizi ve ruhumuzu kendi kudretine göre yönlendiren, bizim enerjimizi kendi istediği yöne sevkeden, yani bizi teslim alan her “güç“, bizi kendisine kul yapmış demek olur. Oysa Rabbimiz, ulûhiyet, rubûbiyet ve ubûdiyeti bizim yalnızca kendisine tahsis etmemizi ve bu noktada bütün sahte ilâh ve rableri reddetmemizi istiyor.
Kur’ân-ı Kerim’de Şirk, Şu Şekillerde Tanımlanır:
1-) Büyük Günah: “Allah’a ortak koşan kimse şüphesiz büyük bir günahla iftira etmiş olur.“ 2368
2-) Büyük Zulüm: “Lokman, oğluna öğüt vererek: ‘Ey oğulcuğum, Allah’a eş koşma. Doğrusu O’na eş koşmak büyük haksızlıktır, zulümdür’ demişti.“ 2369
3-) Büyük Cehâlet: “O’nu bırakıp tanrılar mı edindiler? De ki: ‘Kesin delilinizi getirin. İşte benim ve ümmetimin kitabı ve benden öncekilerin kitabı.’ Hayır, onların çoğu gerçeği bilmez de yüz çevirirler.“ 2370
4-) Apaçık Sapıklık: “Allah’ı bırakıp da, kıyâmet gününe kadar cevap veremeyecek şeylere yalvarandan daha sapık kimdir? Çünkü, yalvardıkları şeyler yalvarışlarından habersizdirler.“2371 “Allah kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse, derin bir sapıklığa sapmış olur.“ 2372
5-) Büyük Alçaklık: “Buzağıyı tanrı olarak benimseyenler, Rablerinin öfkesine ve dünya hayatında alçaklığa uğrayacaklardır. İftira edenleri böylece cezalandırırız.“ 2373
6-) Zanna Göre Hareket: “Yeryüzündekilerin çoğunluğuna itaat edersen seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar, sadece tahminde bulunurlar.“ 2374
7-) Dünya Hayatına Düşkünlük: “Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya karşı insanların en düşkünü olarak bulursun. Şirk koşan müşriklerden/putperestlerden herbiri de arzular ki, bin sene yaşasın. Oysa (uzun) yaşatılması hiç kimseyi azaptan uzaklaştırmaz. Allah onların yapmakta olduklarını eksiksiz görür.“ 2375
8-) Halkı, Sağlam Temellerden Uzak Tutma: “Allah’tan başka dostlar edinenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı şüphesiz örümceğin yuvasıdır. Keşke bilseler!“ 2376
9-) Şirk Koşanların Kalplerinin Korku ile Doldurulması: “Hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah’a ortak koşmalarından ötürü, inkâr edenlerin kalbine korku salacağız. Onların varacağı yer cehennemdir. Zâlimlerin durağı ne kötüdür!“ 2377
10-) Cennetin Kapılarının Şirk Koşanlara Kapanması: “Kim Allah’a ortak koşarsa,
2368] 4/Nisâ, 8
2369] 31/Lokman, 13
2370] 21/Enbiyâ, 24
2371] 29/Ankebût, 5
2372] 4/Nisâ, 116
2373] 7/A’râf, 52
2374] 6/En’âm, 116
2375] 2/Bakara, 96
2376] 29/Ankebût, 41
2377] 3/Âl-i İmrân, 151
- 630 -
KUR’AN KAVRAMLARI
muhakkak Allah ona cenneti haram eder, varacağı yer ateştir, zulmedenlerin yardımcıları yoktur.“ 2378
11-) Tevhid İnancında Olanlara Karşı Düşmanlık: “İman edenlere en şiddetli düşman olarak, yahudileri ve Allah’a eş koşanları bulursun...“ 2379
Sahâbeden Muaz b. Cebel anlatıyor: Bir gün Rasûlullah (s.a.s.) bana, “Ey Muaz! Allah’ın kulları üzerindeki hakkı nedir? diye sordu. Ben: ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ dedim. Rasûlullah: “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, kulların O’na ibâdet edip, başka hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır.“ buyurdu. 2380
Şirkin Sebepleri
İnsanların şirke düşme sebepleri söyle özetlenebilir:
1-) insanın Kendisini/Hevâsını (Basit Arzu ve Şehvetlerini) Tanrılaştırması: insanların tevhidden sapıp şirke düşmelerinin asıl sebebi; insanın kendi nefsine tapması, nefsini, yani kötü arzularını (hevâsını) ilâh edinmesi ve diğer insanlara karşı üstünlük sağlayıp onları kendisine kul etmek istemesidir. Kur’ân-ı Kerim bunu şu şekilde belirtmektedir: “(Firavun:) ‘sizin en yüce rabbiniz benim’ dedi.“2381; “Firavun milletine şöyle seslendi; ‘Ey kavmim! Mısır hükümdarlığı ve memleketimde akan ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?“2382 insan, büyüklük taslayınca, tuğyan eder, azgınlaşır; Rabbine döneceğini unutur. “İnsan, azgınlık etmektedir, kendisini müstağnî/ihtiyaçsız görerek. Şüphesiz dönüş Rabbinedir.“ 2383
“Allah katında din İslâm’dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, başka değil, ancak aralarındaki bağy nedeniyle ayrılığa düştüler.“ 2384 Bağy; “hakka saldırı, payına razı olmayıp başkalarının payına el uzatma, haksızlık etme, hased, birbirini çekememezlik“ mânâlarına gelir. İnsanları bağy etmeye iten, hevâ ve heveslerinin peşine gitmeleri, kendi nefislerine tapınmalarıdır. “Hevâ ve hevesini ilâh edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın.?“2385; “Allah’tan bir hidâyet olmaksızın, kendi nefsine uyandan daha sapık kim vardır?“ 2386
Kendi nefsini ilâhlaştıran ve Allah’a değil de kendisine tapan ve tapılmasını isteyenler; başkalarının haklarına el uzatmanın, yalnız Allah’a ibâdet edildiği ve uyulduğu sürece mümkün olmadığını bilirler. Çünkü Allah’ın dini, adâleti emreder ve bütün insanları eşit olarak görür. Şirk ise nefsini ilâh edinenlerin, insanları kendilerine kul etmeleri ve sömürmeleri üzerine kuruludur. Bu yüzden tâğutlar, kendi nefislerini ilâhlaştırmak için, ilkelerini kendilerinin tesbit ettikleri ve başkalarının haklarını gasb üzere kurulu şirk düzenini isterler. Tâğutlar, ortaya attıkları ilâhlara insanları taptırarak, aslında kendilerine kulluk ettirirler. Sosyal ve siyasal anlamda şirk, insanların insanlara kulluk ettiği düzenin adıdır. Tevhid de, kulun kula kulluktan kurtulup yegâne Yaratıcısına yönelmesidir.
2378] 5/Mâide, 72
2379] 5/Mâide, 82
2380] Buhâri, Müslim
2381] 79/Nâziât, 24
2382] 43/Zuhruf, 51
2383] 96/Alak, 4-5
2384] 3/Âl-i İmrân, 10
2385] 25/Furkan, 43
2386] 28/Kasas, 50
ŞİRK
- 631 -
2-) Ataların Yolunu Körü Körüne Tâkip Etmek, Gelenekleri, Örf ve Âdetleri Yüceltmek, Irkçılık: Şirkin temel sebebi cehâlettir. Cehâlet taklidi getirir. Câhil kimseler doğru bir inanca sahip olmak için hiçbir gayret sarfetmezler. Atalarından, büyüklerinden nasıl görmüşlerse öyle inanırlar. Atalarının ve büyüklerinin her şeyin en iyisini bildiklerini zannederler. Onların bellettikleri ve miras bıraktıkları örfe âdete uymayı da görev kabul ederler. Atalardan kalma her şeyin doğru olduğuna inanma veya topluma uyma yanlışlığı, insanı şirke yaklaştırır. “(Ne yapalım,) Daha önce babalarımız Allah'a şirk/ortak koşmuşlardı. Biz de onlardan sonra gelen bir nesildik (onun için biz de onların izinden gittik...“2387; “Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denilince, ‘hayır, atalarımızı yapar bulduğumuz şeye uyarız’ derler. Ya ataları bir şey akledemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?“ 2388; “Ey Muhammed! Senden önce, herhangi bir kasabaya gönderdiğimiz uyarıcıya, o kasabanın şımarık varlıklıları sadece: ‘Doğrusu babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerini izlemekteyiz’ derlerdi. Gönderilen uyarıcı: ‘Eğer size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş isem de mi bana uymazsınız?’ dedi. Onlar: ‘Doğrusu sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz’ dediler.“ 2389
3-) Aşırı Hürmet ve Saygı; Diğer Varlıkları Allah ve Rasûlünden Çok Sevmek: “De ki: ‘Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler, sizce Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevgili ise, Allah’ın hükmü gelinceye kadar bekleyin.’ Allah fâsık kimseleri doğru yola eriştirmez.“2390; “Sen, yahûdi ve müşriklerin dünya hayatına daha düşkün olduklarını görürsün. Herbiri ömrünün bin yıl olmasını ister. Oysa uzun ömürlü olması onu azabtan uzaklaştırmaz. Allah onların yaptıklarını görür.“ 2391
4- Kibir, Büyüklenme (İstikbar): Şirk ve küfrün sebeplerinin başında büyüklük taslama gelir. “Küfredenler, cehenneme sunuldukları gün, onlara 'Siz, dünya hayatında bütün iyi şeylerinizi tükettiniz ve onlardan gönlünüzce faydalandınız. Fakat bu gün, hem dünyada haksızca büyüklük taslamış olmanız, hem de fâsıklık etmeniz dolayısıyla alçaltıcı bir azap ile cezalandırılacaksınız' denir.“2392 Cehennemdeki kâfir kuluna Allah şöyle seslenir: “Sana, âyetlerim gelmişti de, onları yalanlamış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştun.“2393; “Mûsâ şöyle dedi: 'Ben, hesap gününe inanmayan her kibirlenen (mütekebbir)den Rabbime sığınırım.“2394 İblis'in Âdem için Allah'a secde etmemesinin ve küfre düşmesinin sebebi de kibir idi. “Meleklerin hepsi onun için secde etmişti; yalnız İblis hariç. O, büyüklenmiş ve kâfirlerden olmuştu.“2395 Azgın Firavun da istikbarı yüzünden rabliğini ilân etme küstahlığında bulundu: “(Firavun,) adamlarını topladı ve onlara bağırdı: ‘Ben, sizin en yüce Rabbinizim!’ dedi.“ 2396
5- Haddi Aşmak (Taşkınlık): Şirk ve küfrün sebeplerinden biri de Kur'an'da “beğâ“ fiili ile anılan Türkçesi “başkalarına karşı aşırı kibri yüzünden haksız ya
2387] 7/A’râf, 173
2388] 2/Bakara, 170
2389] 43/Zuhruf, 23 - 24
2390] 9/Tevbe, 24
2391] 2/Bakara, 96
2392] 46/Ahkaf, 20
2393] 39/Zümer, 59
2394] 40/Mü'min, 27
2395] 38/Sâd, 72-74
2396] 79/Nâziât, 23-24
- 632 -
KUR’AN KAVRAMLARI
da hukuksuz davranışlarda bulunmak“ olan durumdur. “Eğer Allah, rızkı kullarına (ölçüsüz) verseydi, mutlaka yeryüzünde bağy ederler, küstahlaşırlardı. Ama O bir ölçü dâhilinde dilediğini indiriyor.“2397 “Karun, Mûsâ ümmetindendi. Ama o, toplumda kendini bilmez bir bağî/taşkın oldu. Biz ona öyle bir hazine vermiştik ki, onun anahtarları güçlü bir topluluğa ağır geldi. Kavmi ona demişti ki: 'Şımarıp böbürlenme, Allah, taşkınlık edenleri sevmez. İyilik yap, Allah'ın sana verdiği ile dünyadan nasibini unutmadan âhiret yurdunu ara ve dünyada fesat çıkarmaya niyetlenme. Allah, bozgunculuk yapanları hiç sevmez.“ 2398
6- Utuv ve Tuğyan (Çılgınlık, Azgınlık): insanların çoğu, bilhassa refah içinde zengin bir hayat yaşamaya başladıkları zaman, çılgınlık ve azgınlık sebebiyle, Allah'a ve O'nun vahyine karşı burun kıvırıp meydan okuyarak şirkin ve küfrün alçaklığına saplanırlar. “Oysa Biz, Bize kavuşmayı ummayanları azgınlıkları (tuğyanları) içinde bırakırız da bocalayıp dururlar.“ 2399
7- İstiğnâ (Kendisini Yeterli Görmek), Zenginlik ve Refahla Şımarma, Dünyevî Endişeler: insanın kendi kendini yeterli görmesi ve kendi dışında İlâhî bir güce ihtiyacı olmadığını zannetmesi yeni değildir. Teknolojinin baş döndürdüğü dünyamızda, insanlar, bu ürünlerinin kulu olarak Allah'ı unutmuşlar ve yaptıklarına tapınmaya başlamışlardır. “Hayır, doğrusu insan, istiğna ederek (kendi kendine yeterli olduğunu zannederek) tuğyan/azgınlık etmektedir. Oysa dönüş Rabbinedir.“ 2400
8- Cebbarlık: insanın büyüklük taslayarak, kendi kendine yeterliliğini tahakküm biçiminde ortaya koymasına cebbarlık denir. Bu da şirkin ve küfrün sebeplerindendir. Kendini bu pozisyonda gören bir insan, Allah'a iman ihtiyacı duymaz, O'nu tanımaz. “İşte Allah, her büyüklük taslayan ve cebbar kalbe böyle mühür vurur.“ 2401
9- Çoğunluğa, Sürüye Uymak; Zanna Tâbi Olmak: “Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar, zandan (kesin olmayan bilgiden, tahmin ve teoriden) başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan da başka (söz) söylemezler.“2402 Hakikat adına hiçbir şey ifade etmeyen zannın2403 peşine düşmek, insanı Allah'a şirk/ortak koşmaya2404 götürür. Allah'a şirk koşmanın ve sahte tanrılara tapmanın, zanna tâbi olmanın (tahmin ve teorilere yaslanmanın) dışında hiçbir dayanağı yoktur.
10- Aklı Kullanmamak, Allah’ı Yeterince Tanımamak; Câhillik, Allah’ı ve O’nun Tasarruflarını bilmemek
11- Sadece Hissedilebilene, Beş Duyu ile Algılanılabilene İnanıp, Hissedilemeyeni İnkâr, Duyu Organlarının İlâhlaştırılması, Gayba İman Etmeme
12- İnsanlara Tevhidî Dâvetin Yeterli Şekilde Yapılmaması
2397] 42/Şûrâ, 27
2398] 28/Kasas, 76-77
2399] 10/Yûnus, 11
2400] 96/Alak, 6-8
2401] 40/Mü'min, 35
2402] 6/En’âm, 116
2403] 10/Yûnus, 36; 53/Necm, 28
2404] 6/En’âm, 116, 148; 10/Yûnus, 35-36, 66
ŞİRK
- 633 -
13- Yarını/Âhireti Uzak Görmek, Önemsemeyip İhmal Etmek, Bâtıl Umutlar
14- Şeytanın Aldatması, Şirk Düzenlerinin ve Müşrik Çevrelerin (İslâm’a Teslim Olmayan Ailenin, Arkadaş Grubunun, Medyanın, Eğitimin) Etkisi.
Şirkin Çeşitleri
Câhiliyye Araplarının putlara tapan müşrikler olduğunu okuyan veya duyan bazılarının zannettiği gibi, şirkin tek çeşidi putlara tapmak değildir. Gerek Kur’an’a ve gerekse câhiliyye Araplarının hayatına baktığımızda putlara ibâdetin şirk çeşitlerinden sadece biri olduğunu görürüz. Evet, putlara tapma, şirkin en açık bir örneğidir; ama onun dışında her zaman dilimindeki câhiliyyenin şirki çok çeiştlidir. Farklı câhiyyelerde şirk, değişik boyutlar kazanmıştır. Modern câhiliyyenin egemenliğindeki günümüz düzen ve toplumlarında, doğuda ve batıda insan hayatında sayısız şekilleriyle şirk mevcuttur.
Arap câhiliyyesinde de, sanıldığı gibi, şirk unsuru olarak put, yalnız ve tek çeşit değildi. Müşrik Araplar, putlara ibâdetin yanısıra; meleklere, cinlere tapınma, kabile taraftarlığında (ırk ve soy asabiyetinde) aşırıya gitme, atalarının örf ve âdetlerini körü körüne taklit gibi sahte rablere kulluk ediyorlardı. Zaten onlar, putlara Allah gibi bir ilâh gözüyle de bakmıyorlar, onların Allah'a yakınlık için aracı, şefaatçi olduklarına inanıyorlardı. Bununla birlikte kesinlikle Allah’ı yaratıcı ve büyük ilâh olarak kabul de ediyorlardı. Şirk çok çeşitlilik arzeder. Şirk, temelde Allah’tan başka ilâh/tanrı kabul etmek olduğu halde, çok farklı görüntüleri vardır. Şirki iyi anlamak için çeşitlerini bilmek şarttır. Şirk çeşitlerini şöyle sayabiliriz:
1-) Şirk-i İstiklâl: Birbirinden ayrı iki ilâhın varlığını kabul etmek; Allah ile birlikte başka bir ilâh tanımak yahut tamamen ayrı olmak üzere Allah’tan başka bir veya birden fazla mâbudun varlığına inanmaktır. Eski Türklerdeki yer ve gök tanrısı inancı veya mecûsîlerin iyilik ve kötülük tanrısı inançları gibi.
2-) Şirk-i Teb’iz: Allah’ın bir olduğunu kabul etmekle beraber, birden fazla tanrının toplanmasından meydana gelmiş bir Allah kabul etmektir. Hristıyanların teslis, yani Allah’ın baba-oğul-ruhul kudüs toplamı olarak bir olduğu inancı gibi.
3-) Şirk-i Takrib: Allah’a yaklaştıracakları zannıyla birtakım putlara tapınmak; Kâinatın yaratıcısının ve düzenleyicisinin bir olduğuna inanmakla beraber ona yaklaştıracağı inancı ile insanların kendi yaptıkları put, heykel ve benzeri şeylere tapmasıdır. Peygamberimiz zamanında yaşayan câhiliyye Arapları putlara, kendilerini Allah’a yaklaştıracakları iddiası ile tapıyorlardı. Kur’an-ı Kerim onların şöyle dediklerini anlatır: “Allah’ı bırakıp da kendilerine birtakım dostlar edinenler derler ki: Biz bunlara ancak bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.“ 2405
4-) Şirk-i Taklid: Çevrenin etkisinde kalarak düşülen şirk; Ataların bâtıl inanışlarını aynen sürdürmek, bâtıl da olsa atalar dinine inanmak. Hususi olarak beğenip seçtikleri için değil de, atalarından geldiği için bâtıl olduğu halde kabul ettikleri inanç, düşünce ve yaşama biçimi, şirktir. Genellikle insanların çoğu, dinini araştırıp delilleriyle bilerek, bâtılı haktan ayırıp seçerek değil; içinde bulunduğu
2405] 39/Zümer, 3
- 634 -
KUR’AN KAVRAMLARI
toplumda o din bulunduğu için, bulduğu saflığı veya yanlışlığıyla birlikte bir dine sahip olur. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de müşriklerin ağzından şöyle belirtilir: “Atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerine uyarız.“ 2406
5-) Şirk-i Esbab: Sebepleri putlaştırmak; Kâinattaki her türlü kanunun Allah’ın yaratması ve müsaadesiyle değil de, kendi kendine oluştuğuna ve işlediğine inanmak. Evrendeki her şeyi yaratan ve eşyanın hususiyetlerini tayin ve takdir eden Allah’tır. Kâinatta her şeyin özellikleri vardır. Su yüz derecede kaynar, ateş yakıcıdır gibi. Eşyaya bu özellikleri Allah vermiştir. Allah’ı hiç tanımayarak her şeyi eşyaya ve sebeplere bağlamak şirktir. Allah her şeye bir sebep göstermiştir. Her şeyin sebeplerine bağlı olduğuna, sebepsiz bir şey olmadığını kabul etmekle beraber, sebepleri Allah’ın yarattığına inanmak şirk değildir. Şirk olan, her şeyi yalnız tabiata ve zâhirî sebeplere vermek, sebepleri gerçek fâil ve yaratıcı kabul etmek, sebepleri putlaştırıp yüceltmektir.
6) Şirk-i Ağraz: “Acaba Allah ne der?“ yerine; “İnsanlar acaba ne der?“ diyerek, insanların hatırını Allah’ın hatırından üstün tutmaya ve Allah’ın rızâsı yerine insanların beğenisini tercih ederek Allah’ın hükmünü uygulamayıp başkalarının hükmünü isteyenlerin şirkine şirk-i ağraz denilir.
Şirk İçin Bazı Örnekler
Bu şirk çeşitleri yanında, bazı inanç ve davranışlardan dolayı düşülen şirki, şu örneklerle ayrı ayrı ele almak da mümkündür:
Allah’ın Sıfatları Konusunda Şirke Düşmek. Allah’ın isim, sıfat ve fiillerinden herhangi birini inkâr etmek veya başkasını bu hususlarda ortak görmek, O’nu gereği gibi tanımamak. Sadece Allah'a ait olan bazı sıfat ve özellikleri, Allah'la birlikte veya O’ndan bağımsız olarak başkasına vermek. Bunun sonucu olarak, Allah’a herhangi bir eksiklik izâfe edilir veya ortak koşulur ki, bu tevhidi bozar. “En güzel isimler Allah’ındır. O halde Allah’a bu isimlerle duâ edin. O’nun isimlerinde sapıklık edenleri terk edin. Yarın kıyâmette onlar yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.“ 2407
Hâkimiyet Şirki; Allah’ın indirdiği emirlerle hükmetmemek ve Allah ve Resulü’nün hükmünü kabul etmemek. Allah’tan başkasını mutlak kanun koyucu kabul etmek, İslâm dışı kanunları ve kanun koyucuları benimseyip kabullenmek de insanı şirke sokar. Allah’ın hükümlerini bir tarafa bırakıp, tâğutların hükümlerini uygulamak ve onlara tâbi olmak insanı tevhidden uzaklaştırır. “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.“2408; “Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur; ancak insanların çoğu bilmezler.“2409; “Yoksa onların birtakım şirk koştukları ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat/dinî kural kıldılar).“2410; “Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam mânâsıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.“2411 Allah ve Rasûlü’nün hükmüne
2406] 43/Zuhruf, 23
2407] 7/A’râf, 18
2408] 5/Mâide, 44
2409] 12/Yûsuf, 40
2410] 42/Şûrâ, 21
2411] 4/Nisâ, 65; ve yine bkz. 4/Nisâ, 59
ŞİRK
- 635 -
teslim olmamak, İslâm’dan olan bir şeyden tiksinip hoşlanmamak, Allah’ın haram kıldığını helâl/serbest veya helâl kıldığını haram/yasak saymak da açık bir şirktir.
Allah’tan başkasına emretme, yasaklama, helâl ve haram kılma, kanun koyma ve hâkimiyet hakkını verme gibi haller tevhidi bozar, insanı şirke sokar. Allah’ın koyduğu hükümleri, ölçüleri bir tarafa bırakarak hâkimiyeti herhangi bir şeye vermek bir mü’minin yapamayacağı şeydir. Bu konuda Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Hüküm/egemenlik yalnız Allah’a mahsustur. O sadece kendisine kul olmayı emretti. Dosdoğru din ancak budur.“2412; “Onlar Allah’ı bırakıp bilginlerini, râhiplerini, Meryem’in oğlu Mesih’i rabler edindiler. Hâlbuki onlar da bir olan Allah’tan başkasına ibâdet etmekle emrolunmamışlardı. O, bunların eş tutageldikleri her şeyden münezzehtir.“ 2413
Kur’an’ın hak-bâtıl, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin... gibi ölçülerini kabul etmeyerek başka ölçü ve kıstasları benimsemek, şirktir. Bir kimse, benimsediği bu İslâm dışı ölçüleri koyanları, Allah’ın dışında hüküm ve kanun koyucu olarak kabul ederse, onu Allah'a şirk koşuyor demektir. Bu ölçü veya hükümleri koyan, kişinin kendisi, yani hevâsı, babası, ataları, patronu, çevresi, içinde yaşadığı toplum, çeşitli ideoloji ve felsefelerin kurucuları ve uygulayıcıları, devlet veya devlet adamları... olabilir. Allah’ın itaat edilip uyulmasına izin vermediği kimselerin görüşlerini veya İslâm’ın çizdiği yoldan farklı bir yolu benimseyen, beşerî düzen ve yasaları ilâhî nizama tercih eden kimse şirke girmiş demektir. Böyle bir kimse, kendisinin müslüman olduğunu iddia etse, hatta İslâm’ın birçok emirlerini yerine getirse bile bir tek konuda bile Kur’an’a ters bir anlayışı, düşünce ve değer yargısını tercih etse şirke düşmüş olur. “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkeğe ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.“ 2414
Allah’tan Başka İlâh Kabul Etmek: İlâh; kendisine kulluk edilen, yönelinen, kendisinden korkulan, aynı zamanda sevilen, sayılan, kâinatın idaresini elinde tutan zat demektir. İlâh, her şeyi görür, bilir, dilediğini yapmaya gücü yeter. Allah’tan başka bir zatın da her şeyi gördüğünü, bildiğini ve evrende dilediği gibi tasarruflarda bulunduğunu zannetmek şirktir. 2415
Allah’tan Başka Rabler Edinmek: Rab kelimesinin anlamı: Eğiten, yetiştiren, yönlendiren, terbiye eden, hükmeden, idare edendir. Allah’tan başka rab edinmek şirktir. Allah’tan başka rab olarak benimsenen sâlih bir insan, hatta peygamber bile olsa bu durum, yine açık bir şirk olur. “Onlar, Allah’tan başka âlimlerini, din adamlarını ve Meryem oğlu Mesih’i kendilerine rab edinmişlerdi. Hâlbuki onlar da tek bir ilâha kulluktan başka bir şeyle emrolunmamışlardı. Zira O’ndan başka ilâh yoktur. O, koştukları şirklerden münezzehtir.“2416 insanların Allah’tan başka rab edinmeleri nasıl olur? Allah’ın gönderdiği Kur’an’ı bir tarafa bırakarak, üstün ve büyük bildikleri zatlara yönelip onların her dediğini kabul eden, her hükmüne iman eden kimseler, onların Allah’ın helâl kıldığı şeyleri haram, haram kıldıklarını helâl
2412] 12/Yûsuf, 40
2413] 9/Tevbe, 31
2414] 33/Ahzâb, 36
2415] Bkz. 6/En’âm, 19; 27/Neml, 63; 41/Fussılet, 6
2416] 9/Tevbe, 31; ayrıca bkz. 3/Âl-i İmrân, 64; 12/Yûsuf, 39; 18/Kehf, 110
- 636 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kabul eden görüşlerine uyan kimseler onları rab edinmiş olurlar. 2417
Kur’ân’ın temel konusu olan tevhidle, bunun Peygamberî izah ve uygulamasıyla yetişmiş Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi zatlar, yöneticiliklerinde kendilerini rab olarak kabul etmemelerini insanlara öğretmişler, “Eğer biz Allah’ın yolundan ayrılırsak, bize itaat etmeniz gerekmez“ demişlerdi. Halkın içinden herhangi bir genç çıkıp, “Ey Ömer, Allah’ın yolundan ayrılırsan, seni bu kılıçlarımızla doğrulturuz“ diyebilmişti. Hz. Ömer ise, bu tevhidî şuur dolayısıyla Allah'a hamd ediyordu.
Yakınlaştırma ve Vâsıta Anlayışıyla; Şefaatçi Kabulü ile Düşülen Şirk: “Dikkat et, hâlis din Allah’ındır. O’nu bırakıp kendilerine birtakım dostlar edinenler, ‘onlara, bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz’ derler.“2418; “Onlar Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve ‘bunlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdır’ diyorlar. De ki: ‘Siz Allah'a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Hâşâ! O, onların şirk/ortak koştukları her şeyden uzak ve yücedir.“ 2419
Allah ile insanlar arasında, ibâdetleri Allah'a çıkaran ve aracılık/arabuluculuk yapan varlıklar olduğuna inanmak: Allah ile insanlar arasında, Allah’ın buyruklarını insanlara ulaştıran peygamberlerden başka, Allah ile insanlar arasında bu anlamda aracılar/şefaatçiler yoktur. Kul ile Allah arasına ibâdet yönüyle hiç kimse giremez. Allah, kulun ibâdetini, duâsını işitir ve onu görür. Allah, kuluna şah damarından daha yakındır. Kul duâ ettiği zaman, Allah onun duâsını ânında işitir. Allah’ı hakkıyla takdir edemeyen câhiller ise, kulu Allah'a yaklaştırıcı, aracı zatların olduğuna inanırlar, böylece şirke düşerler. Yanlış bir örnekle doğruluklarını ispatlamaya kalkışırlar: “Bir vatandaşın cumhurbaşkanı ile görüşebilmesi için aracılara, cumhurbaşkanına yakın zatlara ihtiyaç duyulur da âlemlerin rabbi olan Allah ile görüşebilmek için aracılara ihtiyaç duyulmaz mı?“ derler. Elbette cumhurbaşkanı ile herkes görüşemez, aracılara ihtiyaç duyulur. Çünkü cumhurbaşkanı, bir anda ancak bir kişiyle görüşebilen, bir kişiyi duyabilen âciz ve zavallı bir varlıktır. Milyonlarca vatandaşı bir anda kabul etmesi, onları görmesi ve işitmesi mümkün değildir. Fakat Allah bundan âciz midir ki aracılara gerek duysun! O, bir anda bütün kâinatı ve yarattığı varlıkları görür ve duyar. O, semî’ ve basîrdir. Çünkü O, ilâhtır. Gerçek İlâh, âcizlik göstermez, eksik ve noksanlıktan uzaktır. Kul ile Allah’ı karşılaştırıp kıyas ederek böyle bir şirki, ibâdet gibi insanlara sunmak, şeytanın evliyâsının bir tuzağıdır. Bu tuzağa düşmemek için uyanık olmak, Allah’ın kitabını okumak ve anlamak gerekir. Allah Kitab’ında ne buyuruyor: “Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur’an ile uyar. Ki onların Allah’tan başka velîleri ve şefaatçıları (aracıları) yoktur. Umulur ki sakınırlar.“2420; “Kullarım sana Benden sorarlarsa, Ben şüphesiz onlara yakınım. Bana duâ edenin, duâ ettiği zaman duâsına cevap veririm. O halde onlar da Benim çağrımı kabul etsinler ve Bana inansınlar ki doğru yolu bulabilsinler.“ 2421
Velî/Dost Edinme Şekliyle Şirk; Mü’minleri Bırakıp Kâfir ve Münâfıkları Velî/Dost Edinmek: Sevgi, güvenme ve yardım bekleme gibi duyguların bir araya gelip
2417] Bkz. 9/Tevbe, 31. âyetin izahı olarak Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hds no: 3292
2418] 39/Zümer, 3
2419] 10/Yûnus, 18
2420] 6/En’âm, 51
2421] 2/Bakara, 186
ŞİRK
- 637 -
kaynaşmasından velî/dost edinmek adı verilen yakınlık doğar. Allah, Kur’an’da velî, dost ve yardımcı olarak kendisinin yeterli olduğunu belirtir “Allah sizin düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Velî (gerçek bir dost) olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.“2422 insan için Allah’tan başka gerçek anlamda dost ve yardımcı yoktur. “Gerçek şu ki, göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır; diriltir ve öldürür. Sizin Allah’tan başka velîniz ve yardımcınız yoktur.“2423 Kâfirleri dost tanıyıp, müslümanları sevmemek açık bir şirktir: “Ey iman edenler! Yahudilerle, hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır. İçinizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır.“2424; “Ey iman edenler! Sizden önce Kitap verilenlerden dininizi oyuncak ve eğlence yerine tutanları ve kâfirleri dost edinmeyin. Eğer gerçek mü’minlerden iseniz Allah’tan korkun.“ 2425
Kâfirleri velî ve yönetici tanımak açık bir şirktir. Velî kelimesi, Arapçada hem dost, hem de sahip, yönetici anlamına gelir. Mü'minler birbirlerinin dostudur. Allah da mü'minlerin sahibi ve yöneticisidir. Bir mü'min, Allah için ve O’nun izin verdiği mü'minleri velî/dost edinmeyi bırakıp kâfirleri dost ve yönetici olarak kabul ederse, imanı boşa çıkar ve müşrik olur. “Allah, mü'minlerin velîsidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velîsi ise tâğuttur. Onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. Onlar ateş arkadaşlarıdırlar. Orada temelli kalacaklardır.“2426; “Ey iman edenler, kendilerine Kitap verilenlerden herhangi bir gruba itaat ederseniz, onlar sizi, imanınızdan sonra çevirip kâfir yaparlar.“2427 Velî, yani gerçek ve mutlak anlamda yönetici, dost ve yardımcı edinilmeye lâyık yegâne varlık Allah’tır. O’ndan başkaları, kendilerine bile yardım etmeye güçleri yetmeyen, kendileri de Allah tarafından yaratılmış olan, her bakımdan Allah'a muhtaç ve bağımlı olan âciz varlıklardır. “De ki: ‘Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen Allah’tan başkasını mı velî/dost edineceğim?’ De ki: ‘Bana müslüman olanların ilki olmam emrolundu.’ Ve ‘sakın Allah'a ortak koşan müşriklerden olma!’ (denildi).“2428 Müşriklerin önemli bir özelliği, kendilerine Allah’tan başka dostlar edinmeleridir. Allah’ı bırakıp kullarını velî (mutlak yönetici, dost ve yardımcı) edinmek, Kur’an’a göre şirktir. “İnkâr edenler, Beni bırakıp kullarımı evliyâ/dostlar, velîler edindiklerini mi sandılar? Gerçekten Biz cehennemi kâfirler için bir konak/durak olarak hazırladık.“2429; “Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Hâlbuki onların (o sahte tanrıların, taptıkları putların) kendilerine yardım etmeye asla güçleri yetmez. Bilâkis onlar, bu mâbutlar için yardıma hazır askerlerdir.“ 2430
Herhangi Bir İbâdet Şekliyle, Özellikle Duâ Hususunda Şirke Girmek, İbâdeti Allah’tan başkasına yapmak. Allah’tan başkasına secde etmek, Allah’tan başkası adına kurban kesmek, Allah’tan başkasına duâ etmek gibi fiiller tevhidi bozar. “De ki, şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.“ 2431; “Ancak Sana ibâdet/kulluk eder, ancak Senden yardım ister,
2422] 4/Nisâ, 45
2423] 9/Tevbe, 116
2424] 5/Mâide, 51
2425] 5/Mâide, 57
2426] 2/Bakara, 257
2427] 3/Âl-i İmran, 100
2428] 6/En’âm, 14
2429] 18/Kehf, 102
2430] 36/Yâsin, 74-75
2431] 6/En’âm, 162
- 638 -
KUR’AN KAVRAMLARI
medet umarız (Ey Allah’ım!)“2432; “Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarıp yakarma, sonra azaba uğratılanlardan olursun.“2433; “Allah’tan başkasına (yalvarıp) duâ edenden daha sapık kim vardır? Yalvardıkları o kimseler kıyâmet gününe kadar onlara cevap veremezler ve onların duâlarından habersizdirler.“2434; “Allah’tan başka duâ ettikleriniz sizin gibi kullardır.“2435; “Allah’ı bırakıp da duâ ettikleriniz size yardım etmeye muktedir olamazlar; Onlar, kendilerine bile yardım edemezler.“ 2436
İlâhî gücün tamamı Allah’ın elindedir. O’ndan başka böyle bir güce sahip kimse yoktur. Duâ elbette, güç ve kudret sahibi, yardım etme ve tasarruf sahibi olma gibi şartları taşıyan kimseye yapılır. Müşrikler, Allah’ın dışında, bu tür şartları, vasıfları üzerinde taşıyan zatların olduğuna inanırlar. Onlara yönelerek medet umar, duâ ve niyaz ederler. Tevhîdî bir imana sahip olan, şirklerden arınmış bir mü’min ise yalnızca Allah'a yalvarır, ihtiyacını O’na arzeder ve yalnızca mutlak anlamda O’ndan yardım diler. Müşrikler, yardım ümidiyle; ölülere, mezar taşlarına, türbelere ve kutsal saydıkları yerlere giderek orada çeşitli ibâdetler yaparlar, onlar için adaklar ve kurbanlar keserler, çaputlar bağlarlar, şekiller çizerler, orada medfun olan yatır veya evliyâ dedikleri zatlara duâ edip arzularına nâil olmak isterler. İnsanların çoğu, bilmeden bu tür şirke düşer. Câhillik, insanı şirke götüren en kolay, en kestirme yoldur. Hele İslâm dışı bir çevrede, İslâm’ı yozlaştıran ve tahrif eden bir anlayışın hâkim olduğu, gerçek dinin mahkûm olduğu ortamlarda bu yol daha hızla kişiyi şirke ulaştırır.
Câhil halk, Allah’tan başka yatırlara, türbelere duâ etmekte, hatta bazen Allah’ın Rasûlünü de kendi şirkine âlet etmektedir. Bazı câhil insanlar, duâ ederken: “Ya Rabbi, Ya Rasûlallah!“ diye nidâ etmektedir. Dolayısıyla hem Allah'a, hem de Allah’ın Rasûlüne duâ ediyor. Bunun sebebi, çoğunlukla “Rasûlullah“ kelimesinin anlamını bilmemek olmalıdır. İkinci sebep ise, Rasûlullah’ın ölümsüz olduğu, herkesi görüp gözeterek ümmetinin yardımına her an koştuğu inancı olabilir. Hurâfe ve şirk inancı, insanlara Peygamber’in ölümsüz olduğunun yanında, evliyâların, Hızır’ın, Mehdi’nin, Mesih’in ölümsüz olduğunu, fakat bunların gizli yaşadıklarını, herkesin onları görmesinin mümkün olmadığını kabul ettirmiştir. Oysa peygamberlerin ölümlü olduğunu Kur’an bize açıkça ifade etmektedir: “Muhammed ancak bir peygamberdir/elçidir. O’ndan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.“2437 Peygamberimiz’in vefatından sonra, onun ölümüne inanmak istemeyenlere karşı Hz. Ebû Bekir’in cevabı meşhurdur: “Herkes bilsin ki Muhammed (s.a.s.) ölmüştür. Kim, Muhammed’e tapıyorsa O, beşerdi ve öldü. Kim de Allah'a tapıyorsa bilsin ki O, diridir, hayy ve kayyûmdur. Kendisinden başka ilâh olmayan tek Allah’tır.“
“Sizden hiçbiriniz, beni ana babasından, çocuklarından ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe gerçek mü’min olamaz.“ insanlar içinde en çok, hatta kendi nefsimizden daha fazla Allah Rasûlünü sevmek zorundayız. Bu sevgi, “anam babam
2432] 1/Fâtiha, 5
2433] 26/Şuarâ, 213
2434] 46/Ahkaf, 5
2435] 7/A’râf, 194
2436] 7/A’râf, 97
2437] 3/Âl-i İmrân, 144
ŞİRK
- 639 -
(ve kendim, senin uğruna) fedâ olsun yâ Rasûlallah!“ diyen ashâbın dillendirdiği fedâkârlık boyutlarında da olmalıdır. Ama Allah için sevmekle, Allah’ı sever gibi sevmek, tevhidle şirk kadar birbirinden apayrı şeylerdir. Peygamberlerini sevmekte aşırıya giderek şirke düşen hristiyanlar, peygambere duâ edip yalvarır, ondan bir şeyler isterken; tevhidî esaslara bağlı olan mü’minler, peygamberleri için Allah'a duâ eder, Allah’ın ona rahmet etmesini isterler; yani salevat getirirler. Birinde kendisinde ilâhî özellik görülerek duâ edilen, Allah'a şirk koşulan bir yanlış sevgi; diğerinde, kendisi için Allah'a duâ edilen, insan olarak büyüklüğüne rağmen, duâya, Allah’ın rahmetine muhtaç kabul edilen bir kul olarak doğru sevgi...
Allah ve Rasûlü’nden Geldiği Kesinlikle Sâbit Olan Nasslara, Hükümlere Bir Bütün Olarak Tümüne İnanmamak: Kim Kur’an’ın hükümlerinden birini geçersiz sayıyor veya ona inanmıyorsa o kişi Allah’a ortak koşmuş olur. “...Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası, ancak, dünya hayatında rüsvaylık/rezilliktir. Kıyâmet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.“2438; “...Sakın dinlerini parçalayan, fırka fırka olan ve her fırkası, kendi elindekiyle sevinen müşriklerden olmayın.“ 2439
Kur’an’la, Sünnetle, Dinle, Peygamberle Alay Etmek, Onlara Hakaret Etmek: “Eğer onlara, (niçin alay ettiklerini) sorarsan, elbette, ‘biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk’ derler. De ki: ‘Allah ile O’nun âyetleriyle ve O’nun peygamberi ile mi alay ediyordunuz? (Boşuna) özür dilemeyin; çünkü siz iman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Sizden (tevbe eden) bir grubu bağışlasak bile bir gruba da suçlu olduklarından dolayı azab edeceğiz.“2440; “O (Allah), Kitap’ta size şöyle indirmiştir ki: ‘Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (başka konuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münâfıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.“ 2441
Allah’tan Başkasına Tevekkül Etmek, Mutlak İtimad ve Güven Duymak: “Mü’min iseniz Allah’a tevekkül ediniz..“2442; “De ki: ‘Allah’ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isâbet etmez. O bizim mevlâmızdır. Ve mü’minler yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler.“2443; “Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Hâlbuki onların (o sahte tanrıların, taptıkları putların) kendilerine yardım etmeye asla güçleri yetmez. Bilâkis onlar, bu mâbutlar için yardıma hazır askerlerdir.“ 2444
Sevgi, Hürmet ve Bağlılık Yönüyle Şirk. Bir insanı veya Nesneyi, İdeolojiyi Aşırı Şekilde Severek Putlaştırmak: “(İbrahim onlara) dedi ki: ‘Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet uğruna Allah’ı bırakıp birtakım putlar (tanrılar) edindiniz...“2445; “İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah'a -hâşâ- eşler, ortaklar, benzerler edinirler de
2438] 2/Bakara, 85
2439] Rûm, 31-32
2440] 9/Tevbe, 65-66
2441] 4/Nisâ, 140
2442] 5/Mâide, 23
2443] 9/Tevbe, 51
2444] 36/Yâsin, 74-75
2445] 29/Ankebût, 25
- 640 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi.“2446; “Biz insana, anne ve babasına (karşı) ihsânı/güzelliği tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan şeyle Bana ortak koşman için sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda, onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır. Artık yaptıklarınızı size haber vereceğim.“ 2447 Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetim adına en çok korktuğum şey Allah’a şirk koşmaktır. Ancak benim söylediğim, onların güneşe, aya, putlara tapmaları değildir. Benim korktuğum şirk, Allah dışındaki şeylerin hoşnutluğunu gözeterek ameller yapmak ve gizli şehvettir.“ 2448
Allah’tan Başkasının da Gaybî Yollarla Fayda ve Zarar Verebileceğine İnanmak: Gaybî yollarla, yani arada hiçbir vâsıta olmadan, mûcizevî bir şekilde yapılan yardıma, böyle bir güce ancak İlâh sahiptir. İlâh ise yalnızca Allah’tır. Allah’tan başka hiçbir varlık hiçbir surette gaybî yollarla hiç kimseye fayda da zarar da veremez. Böyle bir güce peygamber de sahip değildir. “De ki: ‘Ben Allah’ın dilediğinden başka kendime (bile) herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı, ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.“2449; “De ki: ‘Allah’ı bırakıp da sizin için fayda ve zarara gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Hakkıyla işiten ve bilen yalnız Allah’tır.“ 2450
Allah’ın Âyetlerinden Yüz Çevirmek: Kur’an’dan, Allah’ın âyetlerinden yüz çevirmek, onları önemsemeden hayatına yön vermek, yaşadığı hayatı Kur’an’a uymayan bir tarzda sürdürmek de şirktir. Çünkü insan ancak Allah’ın âyetlerini yaşadığı sürece Allah'a kulluk eder. Allah’ın âyetlerinden uzak olduğu zaman Allah'a kulluktan da uzaklaşır. Ya hevâsının, heveslerinin kulu olur, ya da uyduğu lider ve büyüklerinin kulu olur. “Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra sakın seni onlardan alıkoymasınlar. Rabbine yalvar ve sakın müşriklerden olma!“2451; “Şu hevâ ve hevesini kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü?“2452; “Âyetlerimiz size okunmadı mı? Fakat siz, büyüklük tasladınız ve suçlu bir kavim oldunuz.“2453; “...Âyetlerimizi tanımayıp yalanlayanlar ise, işte onlar cehennem ateşinin dostlarıdır ve orada ebedî kalacaklardır.“ 2454
İtaat ve İttibâ Yoluyla Şirk. Tâğutların Hükmünü Allah’ın Hükmüne Tercih Etmek, İslâm’ın Yaşanıp Kur’an’ın Hâkim Olmasını İstememek, Rasûlullah’ın Örnek ve Önder Olduğunu Kabullenmemek. “Yoksa onların birtakım şirk koştukları ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat/dinî kural kıldılar.“2455; “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden
2446] 2/Bakara, 165
2447] 29/Ankebût, 8
2448] İbn Mâce, hadis no: 4205
2449] 7/A’râf, 188
2450] 5/Mâide, 76
2451] 28/Kasas, 87
2452] 45/Câsiye, 23
2453] 45/Câsiye, 31
2454] 2/Bakara, 39
2455] 42/Şûrâ, 21
ŞİRK
- 641 -
yücedir.“ 2456
Kötülüğü Hoş Karşılayıp Yayılmasına Seyirci Kalmak, Kötülüğü Emretmek: “Münâfık erkekler ve münâfık kadınlar (sizden değil), birbirlerindendir. Onlar kötülüğü emreder, iyilikten alıkor ve cimrilik ederler. Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu (Onları terketti, hidâyet ve yardımını kesti)! Çünkü münâfıklar fâsıkların kendileridir!“ 2457
Korku Yönüyle Şirk: “Allah dedi ki: ‘İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek bir ilâhtır. Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun.’ Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Din de (itaat ve kulluk da) sürekli olarak O’nundur. Böyleyken Allah’tan başkasından mı korkup sakınıyorsunuz?“2458; “Allah, kuluna yeterli değil mi? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur.“2459; “İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını (veya sizi kendi dostlarından) korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, Benden korkun.“ 2460
Müşrikler, taptıkları şeylerin kendilerine zarar verebileceğini düşünerek, onlara kulluk edebilirler. Hz. Hûd’a (a.s.) onlar şöyle diyorlardı: “Tanrılarımızdan biri seni çarpmıştır’ demekten başka bir şey söylemeyiz.“2461 Buradaki “çarpmak“, daha ziyade “deli etmek“ şeklinde izah edilmiştir.
Cibt ve Tâğuta da İnanmak: Cibt: Asılsız ve bâtıl olan hurâfeler, Allah'tan başka kulluk edilen her şey, put vb. şeylerdir. Cibt; büyücülük, müneccimlik, gaybdan/gelecekten haber verme, kehânet gibi şeylere denir. Tâğut ise: Allah'ın çizdiği sınırları aşan, sapmış, azgın kimseler; Allah'ın hükmüne alternatif olma iddiasındaki anlayış, düzen, sembol, put veya şahıslardır. Bunlar, Allah'ın Kitabında olmayan ve Kitab'a aykırı olan hükümleri ve kanunları insanlara Allah'ın kanunları gibi sunarlar. Cahil kimseler de bunlara aldanıp inanırlar. Böylece imanlarını boşa çıkarırlar. “Kitaptan bir nasip verilenleri görmüyor musun? Cibt ve tâğuta (putlara ve bâtıl tanrılara) iman ediyorlar. Sonra da kâfirler için 'bunlar, Allah'a iman edenlerden daha doğru yoldadır' diyorlar. İşte bunlar, Allah'ın lânetledikleridir. Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın.“2462 “Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini iddia edenleri görmedin mi? Tâğutun önünde mahkemeleşmek, onların hükümlerini uygulamak istiyorlar. Oysa onu tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan onları uzak bir sapıklığa düşürmek istiyor.“ 2463
Tasarruf ve Hulûl Yoluyla Şirk.
r- Kur’an’ın Zâhirî Mânâsına Ters Düşen Bâtınî Anlamlarının Olduğuna, Bunları da Ancak İlham Aracılığıyla Az Sayıda insanların Bilebileceğini İddia Etmek.
s- Tevhid Ehli Bir Mü’mini Haksız Yere Tekfir Edip Katlini Helâl Saymak.
2456] 9/Tevbe, 31; Ve bkz. 4/Nisâ, 65, 59; 33/Ahzâb, 36
2457] 9/Tevbe, 67; Ve bkz. 5/Mâide, 78-79
2458] 16/Nahl, 51-52
2459] 39/Zümer, 36
2460] 3/Âl-i İmrân, 175
2461] 11/Hûd, 54
2462] 4/Nisâ, 51-52
2463] 4/Nisâ, 60
- 642 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İttibâ Şirki
İnsanın inanç, düşünce ve davranışları yönüyle şirki üçe ayırmak mümkündür: İtikad şirki, ibâdet şirki ve ittibâ şirki. Bırakın eğitim kurumlarını, câmiilerde bile (istisnalar dışında) tevhidden şirkten pek bahsedildiği olmaz. Olursa bile yasak savma bâbından ve fincancı katırları ürkütmemeye özen göstermek adına hakla bâtıl karıştırılarak veya hakkı ketmederek... Abdesti bozan şeylerin üzerinde durduğu kadar insanlar tevhidi bozan konulara önem vermez. Hâlbuki insanların kurtuluşunun yolu, Kur’an kavramlarının tashihi, boşaltılan içlerinin yeniden Kur’anî değerlendirmelerle doldurulmasıdır. Özellikle de lâ ilâhe illâllah kavramının, yani tevhid ve şirk gibi temel kavramların düzeltilmesi gerçekleşmeden dünyamızın da âhiretimizin de kurtulması mümkün değildir. Bütün şikâyet edilen olumsuzluklar, bu kavramların düzeltilmesine ve sağlam şekilde yaşanmasına bağlıdır. Filistin topraklarında siyonist yahûdiler başta olmak üzere, İslâm topraklarını işgal eden zâlim kâfirler silâhtan korkmuyor, zaten müslümanın elindeki silâhın pek korkutmaya yetecek önemi de yok. Ama onlar, eliyle (veya buna gücü yetmiyorsa) diliyle, kalemiyle kendilerini taşlayan mü’minin akîdesinden çekiniyor, korkuyor. Tevhid eri Allah’ın askerini, ölümden korkmayan canlı şehidi korkutup yıldıracak hiçbir silâhın mevcut olmadığı gibi; tevhid bilincine sahip insan da imanı oranında kâfirlerin korkulu rüyası olmaktadır.
Islah çalışmaları, ülkeyi kalkındırma planları en azından iki yüz senedir uygulanan batılı tarzdaki yaklaşımlarla iflas etmiştir. Şirk düzeninin ıslah edilmesi mümkün de değildir, doğru da olmaz. “Zulmedenler, hangi inkılâpla devrilip döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.“2464 Çözüm, câhiliyye düzenini devirip yerine saâdet asrının anlayışını yerleştirmektir. Aynen Peygamber’in yaptığı gibi. İnsanları sahih akîdeye, tevhidî bilince, Kur’ânî eğitime, inkılâbî çizgiye yönlendirmedikçe uğraş ve gayretler, delik kabı suyla doldurmaya benzeyecektir. Siz ne kadar (sadece fazilet, ahlâk ve benzeri özellikleri teşvik ederek) delik kabı doldurursanız, o, kısa zaman içinde boşalacaktır.
Tevhid, İslâm’ın birinci ve en büyük esasıdır. Kur’an’an en fazla önem verdiği konudur. Mekke’de inen âyetlerin hemen hepsi tevhide vurgu yapan âyetlerdir. Medine’de inen âyetler de, çoğunlukla tevhide atıfta bulunur, onu kökleştirmeye çalışır. Ahkâm âyetlerinin ekserisi “Ey iman edenler...“ diye tevhide işaretle, o temeli güçlendirmek ve üstüne bina dikmek için alt yapıya dikkat çeker. Tevhid, bir zaman konuşulup birazcık üstünde durularak başka söze geçilecek bir konu değildir. Hemen her konu buna dayanmalı, müslümanın hayatından hiçbir zaman geri planlara atılmamalı, bu konu hiç bitmemelidir. “Ey iman edenler, İman edin! (imanınıza devam edin, yeniden ve kâmil anlamda iman edin, imanınızı yenileyin, güçlendirin, imanda sebat edin).“ 2465
“Lâ ilâhe illâllah“ hükmü, beşerî hayatta süreklidir. Sadece kâfirler inanmak için, müşrikler inançlarını düzeltmek için çağrılmaz ona. Mü’minler de ona çağrılır ve onlara sık sık hatırlatılır. Kalplerinde canlı ve sâbit kalması, hayatlarında etkili olması, gereklerini ihmal etmemeleri için “Ey iman edenler, İman edin!“ diye uyarılır. Kur’an, insanın hayat programını çizen bir kitap olduğu için tevhide karşı bu önemi ve titizliği gösterir. Allah, tek yaratıcı, yegâne hâkim ve yönetici,
2464] 26/Şuarâ, 227
2465] 4/Nisâ, 136
ŞİRK
- 643 -
rızık verici... olduğundan yalnız O’na ibâdet edilmeli, başkası O’na ortak koşulmamalıdır: Bu, Allah’ın kulları üzerindeki en büyük hakkıdır. Allah, kullarının ibâdetine muhtaç değildir, ama insan muhtaçtır ve her an mutlaka ibâdet halindedir; ya Allah'a veya Allah’ın dışındakilere. İnsan, imanla küfür arasında, sahte ilâhlarla gerçek İlâh arasında bir tercih yapmalıdır. Âdemoğlu, hem Allah'a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz.2466; “Tâğuta kulluk/ibâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle Allah'a yönelenlere müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele!“2467 Bunun için insan daima “Lâ ilâhe illâllah“a muhtaçtır.
Bütün peygamberler, kavimlerine bu sözü tebliğ ediyor, “yalnız Allah'a kulluk edin, O’ndan başka ilâhınız yoktur“ diyerek insanları tevhide dâvet ediyorlardı. Peygamberimiz de kavmini bu esasa çağırıyordu. Amcası Ebû Tâlib’e “Onu söyle, onunla Allah’ın yanında sana şefaatçı olmam için bir cümle: Lâ ilâhe illâllah...“ diyordu. Câhilî tavır, eski peygamberlerin kavimlerinden itibaren bu cümleyi kabullenmiyor, bu dâveti reddediyordu. Niçin? Sadece bir cümle için mi, yoksa o cümlenin anlam ve gerekleri için mi? Çağrıldıkları hayatla, yaşadıkları hayat arasında bir uçurum vardı. Dâvete karşı çıkışlarının çeşitli şekilleri ve çeşitli sebepleri vardı: Vahy olayını, yeniden dirilmeyi, hesap ve cezayı yalanlıyorlardı. İlâhın tek bir ilâh olmasını, babalarının yolundan ayrılmayı, Kitab’a uymayı, Allah’ın hudûdunu kabul etmiyorlardı. Bir de ahlâkî çıkmazları vardı: İçki, kumar, zina, zulüm... Ama bunların temeli itikad ve itaat idi; inanç, düşünce, helâl ve haram ve ahlâkı içeren kapsamıyla Allah’tan bir din kabulünü benimsemedikleri gibi böyle bir dinin bağlayıcılığını da kabul etmiyorlardı.
Kur’an’ın önemle vurguladığı, bütün sorunları içeren iki baş sorun vardı: İbâdetin tek olan Allah'a yapılması ve helâl-haramda Allah’ın indirdiğine uyulması. Şirk, inançta Allah’tan başka ilâhların varlığına inanma, amelde ve ibâdette Allah’tan başkasına yönelme ve Allah’tan başkasının Allah'a rağmen hüküm koyması, helâl haram tayin etmesidir. İşte bunun için müşrik Araplar, kelime-i tevhidi kabul etmediler, onu söylemeye yanaşmadılar. Yığınlar, tutucudur; alıştıkları çok sayıdaki ilâhları, atalarının yolunu bırakmayı kolay kabullenmezler. Elleriyle tutabildikleri, duyu organlarıyla algıladıkları eşyaya bağlıdırlar. Mele’ (ileri gelenler, müstekbirler, tâğutlar) ise, onların ilâhlara bağlılığı gerçekçi değil; sahtedir, şeklîdir. Mevcut sahte ilâhları savunmaları, onların adıyla halk kitlesini sömürmelerinden kaynaklanır. Bu zâlimlere göre, gerçek sorun hâkimiyet sorunudur. Onlar mı, yoksa şeriatının uygulanması yoluyla Allah mı? Bütün câhiyyelerdeki müstekbirleri tevhid çağrısıyla savaşa iten gerçek sorun budur. Hakları olmayan egemenliğin ve otoritenin ellerinden çıkıp sömürünün ortadan kalkması onların işine gelmez. Hâlbuki otorite, hüküm; tek yaratıcı, rızık verici... Allah'a aittir. “...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!“2468; “...Hüküm sadece Allah’a aittir.“2469; “Hiç yaratan, yaratmayan gibi midir? Hiç düşünmüyor musunuz?“2470; “Allah’tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? O’ndan başka ilâh yoktur. O halde, nasıl oluyor da (tevhidden)
2466] Bkz. 33/Ahzâb, 44
2467] 39/Zümer, 17-18
2468] 7/A’râf, 54
2469] 12/Yûsuf, 40
2470] 16/Nahl, 17
- 644 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çevriliyorsunuz (imanı istemeyip küfre dönüyorsunuz)?“ 2471
Buna rağmen, toplumun üst tabakası açık veya gizli diktatörlükle yığınlar üzerindeki otoriteleri neticesinde hevâlarına, süflî arzu ve heveslerine hizmeti kaybetmek istemezler. Aslan payının ellerinden çıkmasına tepkiyi arkasına gizlendikleri, aslında kendilerinin de inanmadığı sahte putların gölgesine sığınarak, güya onlar adına sürdürürler. Yönetimi ve rantı elinde bulunduranlar, bundan dolayı, koltuklarına alternatiflerden, makamlarına aday olanlardan daha çok, tevhid çağrısından çekinirler. Bütün güçlerini tevhidle savaşa hazırlarlar. Yığınları kandırır, korkutur, tevhidi savunanları karalar, onlara komplo kurar ve halkı onlara karşı kışkırtırlar. “Firavun dedi ki: ‘Bırakın, Mûsâ’yı öldüreyim de, o Rabbine duâ etsin, yalvarsın (bakalım O Mûsâ’yı kurtaracak mı?) Çünkü ben, onun dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde bir fesat/bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum.“ 2472
Mekke’deki olay da aynıydı. Mele’, Kureyş’ti orada. Düşmanlık ve savaş, onlarla Rasûlullah arasında değil; onlarla dâvet, tevhid arasındaydı. Kendilerine karışmayacak “el-emîn“ Muhammed (s.a.s.)’den şikâyetçi değillerdi. Onun için, dâvetten vazgeçmesi halinde mal, mülk, dünya varlığı, hatta yöneticilik teklif ve takdim ediliyordu. Dâvetle düşmanlık, ister istemez onlarla dâvetin temsilcisi arasında bir savaşa dönüşüyordu. Putlar yalnız değildi rablık anlayışında. Şirk de tek çeşit değildi: Kabile tapınılan bir rabdı, baba ve dedelerin örfü, kamuoyu tapınılan bir rabdı. Kureyş ve diğer büyük kabileler, Araplara dediğini yaptıran ve dilediğini haram yapan rablerdi.
Ve bazıları iman etti; Örnek nesil, sahâbe denilen altın nesil. Lâ ilâhe illâllah nasıl yer ediyordu onların hayatında? Ondan ne anlıyorlardı? Sadece kalple tasdikten, dille ikrardan mı ibaretti onların hayatında? Mü’minlerin nefisleri (her şeyleri) tevhidle değişince, şirkin pis renklerinden aklanınca onlarda çok büyük değişme/inkılâb oldu. Sanki yeniden doğmuşlardı... İnsanlık açısından, bir insanın bir şeye inanması, ardından da bütün tavırlarının inandığının tersi veya muhâlifi olması normal midir, mümkün müdür? Zehirli bir yılanın öldürücü olduğuna inanan ve ölmek de istemeyen bir insanın, elini yılanın ağzına hiç tedbir almadan sokması düşünülebilir mi? Ateşin yakıcı olduğuna inanan kimsenin elini ve tüm vücudunu ateşe atması?! Peki, gerçekten Allah'a iman eden tevhid eri bir mü’minin Allah'a itaat etmemesi, O’nu tek mâbud, tek rızık verici, tek otorite... kabul ettiğini davranışlarında göstermemesi nasıl olur?!
İman iddiası, itaat ile ispat edilmeden insanı kurtaramaz. Bu konuda Kur’an’dan açık hükümleri görelim: Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.“2473 Adiy: “Ya Rasûlallah, hristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki“ dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?“ Adiy: “Evet“ dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir.“ 2474
2471] 35/Fâtır, 3
2472] 40/Mü’min, 26; Ve yine bkz. 10/Yûnus, 75-78; 43/Zuhruf, 54
2473] 9/Tevbe, 31
2474] Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetu’l-Ahvezî, hadis no: 5093
ŞİRK
- 645 -
“Rabbinizden size indirilen Kitab’a uyun. O’ndan başka dostlar edinerek onlara uymayın.“2475; “Yoksa Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları mı vardır?“2476; “Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a aittir.“2477; “...Doğrusu, şeytanlar, sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz müşrik olursunuz.“2478; “Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.“2479; “(Münâfıklar,) ‘Allah’a ve Rasûlüne inandık ve itaat ettik’ diyorlar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor. Bunlar mü’min değillerdir. Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman, hemen onlardan bir grup yüz çevirir.“2480; “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.“2481; “Yoksa câhiliyye hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren (hüküm koyan) kim olabilir?“2482; “Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir?“2483; “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve âhirete gerçekten iman ediyorsanız, onu Allah’a ve Rasûlüne götürün (onların tâlimâtına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.“2484; “Allah ve Rasûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık iman etmiş bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.“2485; “...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!“2486; “İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.“2487; “...Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.“ 2488
Allah’a ve Rasûlüne itaat, ebedî cennete götürdüğü gibi, Allah’a ve Rasûlüne itaatsizlik/isyan da kişiyi ebedî cehenneme ulaştırır: “Bunlar Allah’ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah’a ve Peygamberine karşı isyan eder ve O’nun sınırlarını aşarsa Allah onu devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.“2489; “Sana ganimetleri soruyorlar. De ki: ‘Ganimetler Allah ve Peygamber’e aittir. O halde siz (gerçek) mü’minler iseniz Allah’tan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin.“2490; “Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek
2475] 7/A’râf, 3
2476] 42/Şûrâ, 21
2477] 42/Şûrâ, 10
2478] 6/En’âm, 121
2479] 4/Nisâ, 65
2480] 24/Nûr, 47-48
2481] 5/Mâide, 44
2482] 5/Mâide, 50
2483] 95/Tîn, 8
2484] 4/Nisâ, 59
2485] 33/Ahzâb, 36
2486] 7/A’râf, 54
2487] 6/En’âm, 82
2488] 12/Yûsuf, 40
2489] 4/Nisâ, 13-14
2490] 8/Enfâl, 1
- 646 -
KUR’AN KAVRAMLARI
akıl sahipleri de onlardır.“2491; “(Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: ‘Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.“ 2492
Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.“ 2493
Hüküm koyma (teşrî), “Lâ ilâhe illâllah“la direkt ve sağlam bir şekilde irtibatlıdır. Bu bağ da, hiçbir durumda kopmaz. “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kâfirlerdir.“2494 âyetinde fukahâ, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen kimse, bunu helâl saymadıkça tekfir edilmez, eğer helâl saymıyorsa, dinden çıkarmayan küfür (küfrün gerisinde bir küfür, yani büyük günah) demişlerdir. Taraflardan birinden rüşvet aldığından, önündeki meselede Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm veren hâkim de bu yaptığıyla tekfir edilmez. Allah’ın gazabına uğramış bir günahkârdır. İctihad edip önündeki konuda yanılan ve Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermiş olan biri ise günahkâr da değildir. Bilâkis niyeti ihlâslı oldukça ictihadına ecir de vardır. Ve sayılan diğer fıkhî hususlar...
Evet, lâkin bunların hiçbiri, Allah’ın indirdiği dışında bir şeyi teşrî ile ilgili değildir. Önündeki bir konuda, helâl saymamak şartıyla, fıkıh kitaplarında belirtilen herhangi bir nedenle Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermek başka, Allah’tan ayrı olarak teşrî/hüküm koyma başka bir şeydir. Birinci durumda Allah’ın dinini kaynak olarak kabuldeki itiraf (uygulamadaki farklılığa rağmen) bozulmuyor. İkinci durumda, kendi yanından Allah’ın dinine muhâlif haramlar helâllar koyuyor. Ardından açıkça veya lisan-ı haliyle: “Allah’ın dinini değil; benim hükmümü/kurallarımı uygulayın, çünkü bu, ona denktir veya bu, Allah’ın kanunundan daha üstündür, kıymetlidir“ diyor. İslâm tarihinde fıkıh âlimleri, bunun dinden çıkaran bir şirk ve küfür olduğunda ihtilâf etmemiştir. Yine, fıkıh âlimlerinin tarihten bu yana hiç ihtilâf etmeden şirk ve küfür olduğunu kabul ettikleri bir mesele de şudur: Bilmesine rağmen ve kendi irâdesiyle Allah’ın dini dışında bir teşrîe (hüküm koymaya) râzı olmak. İkrâh bunun dışındadır;2495 çünkü ikrahta rızâ yoktur.
Şirkin ve zulmün hâkimiyeti ve egemen tâğutî güçlerin de etkisiyle insanların İslâm’dan kopukluğu arttı. Artık, kendisinin müslüman olduğunu da söyleyen nice insan, açıkça şirk olan inançlara sahip olmaya, şirk ideolojilerini kabullenmeye, elfâz-ı küfrü dilleriyle ulu orta söylemeye başladı. Allah’ın hükmüne uymak, İslâm’a teslim olmak, her konuda helâl ve haramlara dikkat etmek, Allah’ın sınırlarına riâyet etmek gibi değerler, müslüman olduğunu iddia eden nice insanın gündeminden çıktı. Bütün bunlar ve sayılması uzun sürecek şirk unsurlarına rağmen, insanlara, “lâ ilâhe illâllah“ deyince müslüman olacakları, İslâm’ı yaşamasa
2491] 39/Zümer, 17-18
2492] 3/Al-i İmrân, 31-32. Yine bkz. 4/Nisâ, 60, 61, 64; 49/Hucurât, 15; 29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214; 24/Nûr, 50-54; 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16; 23/Mü’minûn, 115
2493] İbn Mâce, hadis no: 4205
2494] 5/Mâide, 44
2495] 16/Nahl, 106
ŞİRK
- 647 -
da insanın küfre düşmeyeceği ısrarla söyleniyordu. Müstekbir oburların önüne konulmuş çanaktaki yem gibi oldu bu kelimeyi sadece diliyle söyleyenler. 2496
Tarihten bu yana, tevhîdî muhtevanın soyulmasının bazı etkenleri, sebepleri vardır. Tekliflerden kaçınma, uyarının (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker) yetersizliği, aşırı bolluk (lüks ve rahata meyil, yani dünyevîleşme), siyasî istibdat ve mürcie düşüncesi, israfa ve dünyevîliğe pasif tepki şeklinde ortaya çıkan, zulümle mücâdele ve toplumsal tavır yerine kabuğuna çekilme anlayışının oluşturduğu mistisizm... bu etkenlerin başında gelir.
Büyük ve Küçük Şirk; Açık Şirk ve Gizli Şirk
Şirki İslâm âlimleri şu şekilde de ayırmışlardır. a- Büyük Şirk: Allah’ın ortağı olduğunu iddia etmektir ki bu, en büyük inkâr ve küfürdür. b-Küçük Şirk: Bazı amelleri yaparken Allah’ın dışında başkalarının da rızâsını hesaba katmaktır. Böyle bir tavır riyâ ve amelî münafıklıktır. Şirkle ilgili yukarıdaki tasniflerin yanında, şirk; açık şirk ve gizli şirk olmak üzere de ikiye ayrılmıştır.
Gizli Şirk
Açık şirk: Allah’ın zatında, sıfatlarında ve isimlerinde ortak tanımaktır. Bu şirkin tesbiti kolaydır. Fakat gizli şirk öyle değildir. Gizli şirk; Allah’ın tasarruflarına (isteklerine) kafa tutmak ve Allah’tan beklenmesi gerekeni başkasından beklemektir. Bu şirkin farkına varmak zordur, kişi çoğu zaman bu şirke düştüğünün farkına bile varmayabilir. Maalesef, günümüzde dinini tam olarak bilmeyen bazı müslümanlar gizli şirke bulaşmaktadırlar. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) bu hususta müslümanları uyarmaktadır. Riyâ, gizli şirklerin başında gelir. Meselâ, bir insan Allah'a ibâdet ederken insanların gözüne girmeyi, onların yardımlarından faydalanmayı amaç edinirse, şirk koşmuş olur. Buna gizli şirk denir. Çağımızda bir hastalık derecesine varan, aşırı mal-mülk sevgisi, aşırı para ve servet hırsı, aşırı şöhret sevdası gibi kötü duygular da gizli şirk sayılmışlardır. Bunlar için delicesine çalışılırsa, bu çok tehlikelidir. Farkına varmadan insanı şirke götürebilir. Çünkü İslâm’da ibâdet, sadece Allah’ın rızâsı için yapılır; hayatın amacı sadece Allah olmalıdır.
“Onların çoğu Allah'a, şirk koşmadan iman etmezler.“2497 Allah Rasûlü (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurur: “Sizin hakkınızda en çok korktuğum küçük şirktir.“ ‘Küçük şirk nedir ey Allah’ın elçisi?’ diye sordular. “Riyâdır. Allah Teâlâ, kıyâmet günü insanların amellerinin karşılıklarını verdiği zaman riyâkârlara: ‘Dünyada kendilerine gösteriş yapmakta olduklarınıza gidin. Bakın bakalım, onların yanında bir karşılık bulacak mısınız?’ buyurur.“ 2498
Rasûlullah (s.a.s.) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, şirkten sakınınız. Muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.“ İçlerinden birisi: “Ey Allah’ın Rasûlü, karıncanın kımıldamasından daha gizli olduğu halde böyle bir şirkten nasıl sakınabiliriz?“ “Ey Allah’ım, bile bile sana herhangi bir şeyle şirk koşmaktan yine Sana sığınırız. Bilmediğimiz şeylerden de senden mağfiret dileriz’ deyin“ buyurdu. 2499
2496] Geniş bilgi için bkz. Muhammed Kutub, Tevhid
2497] 10/Yûnus, 106
2498] Tirmizî, Hudûd 24, hadis no: 1457, 4/58; Müsned, Ahmed bin Hanbel
2499] İbn-i Kesir
- 648 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’ın halili (dostu) İbrahim (a.s.) ne güzel dua etmiş: “Allah’ım, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Ya Rabbi, şüphesiz ki bu putlar, birçok insanı saptırdı.“2500 Âyette belirtildiği üzere, İbrahim (a.s.) bile kendinin ve neslinin putlardan uzak kalması için Allah'a duâ etmiştir.
Hele, İslâm’ın hâkim olmadığı günümüz câhiliyye ortamlarında şirk çeşitleri daha da çoğalmıştır. Kur’an’ın birçok âyetinde, küçük olsun, büyük olsun şirkin her türlüsünden arınan müttakî kullardan bahsedilir. Allah’ın birliğine iman eden, Allah'a şirk koşanlara düşman olan, tâğutlara ve müşriklere buğz ederek Allah'a yaklaşan, sadece Allah’ı dost, ilâh ve ma’bud edinen, yalnız O’nu seven, O’ndan korkan, O’ndan uman, O’ndan yardım isteyen, O’na boyun eğen, O’na tevekkül eden, O’nun emrine tâbi olup rızâsını gözeten, bir iş yaptığı zaman Allah adıyla yapan ve hayatının her bölümünü O’na ait kılan kimseler kurtuluşa ermişlerdir. “De ki, namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin rabbi Allah içindir. O’nun hiçbir şeriki/ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu ve ben müslümanların ilkiyim.“2501; “De ki, Allah her şeyin Rabbi iken, ondan başka bir rab mi arayayım?“ 2502
Küçük Şirk
Kebâirden, (büyük günahlardan) daha büyük, ebedî cehennemlik yapan şirkten daha küçük olan şirk unsurları, küçük şirk diye adlandırılır. Günümüzde de her yerde görülebilen küçük şirke bazı örnekler verelim:
1- Riyâ (Allah rızâsı için yapılması gereken bir ibâdeti Allah'tan başkası için yapmak anlamında).
2- Allah'tan başkası adına yemin etmek (Allah'ın dışında yemin edilecek kutsal bir varlık kabulü anlamında).
3- Mavi boncuk, nazar boncuğu takmak (zarardan uzaklaştırmak için manevî sığınak olarak Allah'ın dışında bir şey kabulü anlamında).
4- Sihir/büyü ve üfürükçülük, kâhinlik, medyumluk, arraflık: “...Süleyman kâfir olmadı (büyü yapmadı ve ona inanmadı). Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri öğretiyorlardı...“ 2503
5- Gelecekten haber vermek ve bu haberlere inanmak veya mutlak gaybı bildiğini iddia etmek (Yıldızlardan ve burçlardan yola çıkarak, her çeşit fal bakarak, cinlerden öğrendiğini iddia ederek gelecekle ilgili bilgiler vermek ve bu yalanlara inanmak; kendisinin veya başkasının geleceği, mutlak gaybı bildiğini iddia etmek anlamında).
6- Allah'tan başkası adına adak adamak veya kurban kesmek, muskacılık, cincilik yapmak
7- Uğursuzluk görüşü.
Gizli Şirk Örneği Olarak Riyâ
“Riyâ“ kavramının aslı görmek anlamına gelen “ru’yet“tir. Riyâ; kişinin,
2500] 14/İbrahim, 35-36
2501] 6/En’âm, 162-163
2502] 6/En’âm, 164
2503] 2/Bakara, 102
ŞİRK
- 649 -
görsünler diye bir davranış içerisine girmesi, bir ibâdeti gösteriş için yapmasıdır. Bu; işte, davranışta ve ibâdette gösteriştir. Sâlih bir ameli Allah rızâsını kazanmak amacıyla değil, insanların beğenisini, onların hoşnutluğunu kazanmak için yapmaktır. Bu şekilde gösteriş yapanlara ‘riyâkâr’ veya ‘mürâi’ denilir.
Riyâ anlayışında, yapılan fiil niyete uymaz. Bu uygunsuzluk yerine getirilen ibâdette ve davranışta ya tamamen ya da biraz olabilir. Riyâ, samimiyetsizliğin, ikiyüzlülüğün, kişiliksizliğin bir sonucudur. Bazı zayıf karakterli insanlar, ya bir dünyalık elde etmek, ya bir makama çıkmak, ya da şöhrete ulaşmak için başkalarına şirin görünmeye çalışırlar. Onların hoşuna gidecek davranışta bulunurlar. Oldukları gibi değil de; yaranmaya çalıştıkları kişilere göre görünürler, ortama göre hareket ederler.
Riyânın en çirkini şüphesiz, insanı Rabbine yaklaştıran ve kulluğun gereği olan ibâdetin veya İslâmî ilkelerin çirkin çıkarlara âlet edilmesidir. Kişinin, ibâdeti, kul olduğu ve Allah’ın rızâsını kazanmak için değil de; menfaat elde etmek niyetiyle yapmasıdır. Bir kişinin tamamen veya az da olsa saf ve iyi niyetinin tersine iş ve ibâdet yapması, bunun sonucunda mükâfat beklemesi riyâdır.
Riyâkâr, Allah rızâsı için yapılması gereken bir ibâdeti, kullar görsün diye sergiler. Allah’tan beklenmesi gereken sonucu/ödülü de kullardan bekler. Böyle bir durumda iki yalan ve yanlış vardır: Allah rızâsı için yapması gereken davranışı kullar için yapmak; Allah’tan beklenmesi gereken bir mükâfatı kullardan beklemek. Kur’an-ı Kerim, riyâyı münâfıkların önemli bir özelliği olarak saymaktadır: “Gerçek şu ki, münâfıklar (sözde), Allah’ı aldatmaktadırlar. Oysa O, onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman isteksizce (tembel tembel) kalkarlar. İnsanlara karşı riyâ (gösteriş) yaparlar ve Allah’ı çok az anarlar.“2504 Yine, Mâûn sûresinde namazı gösteriş için kılıp, kıldığı namazdan habersiz olanlar kınanmaktadır. Sûrenin başında Din’i yalan sayan, yetime yemek yedirmeyi teşvik etmeyen kimse kınanırken, sûrenin sonunda, riyâ/gösteriş için namaz kılanlar ağır dille suçlanır. Bu kimseler “mâûn“u (zekâtı veya çeşitli yardımları) da vermezler.2505 Mâûn sûresinin ifadesine göre bu gibi riyâ, Din’i yalanlamakla eşittir; münâfıklık ve çirkin bir davranıştır. Riyâ, olduğundan farklı şekilde iyi görünerek insanların kalbinde hak etmediği bir yer almak isteğidir. Böylesine bir davranış karakter bozukluğudur, bir kalp hastalığı ve alçak bir ikiyüzlülüktür. 2506
Riyânın Dereceleri: İmam Gazâli, riyânın dört derecesini saymaktadır:
1- En ağır riyâ çeşidi; hiçbir sevap beklentisi olmadan gösteriş için ibâdet etmek. Abdestsiz olduğu halde insanların yanında namaz kılmak gibi. Bu, açık bir şirktir.
2- Biraz Allah rızâsı için niyet olsa da, ibâdeti gösteriş için yapmak. Tek başına olsa yapmayacağı o ibâdeti başkalarının görmesi için yapmak. Bu davranış, gizli şirktir
3- Gösteriş ve sevap niyeti eşit olan davranışta bulunmak. Bu şekilde amel işleyenin ameli boşa gider.
2504] 4/Nisâ, 142
2505] Bkz. 107/Mâûn, 4-7
2506] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 541-543
- 650 -
KUR’AN KAVRAMLARI
4- İbâdetini, insanların duymasından sonra daha da artırmaktır. Böyle birisi, insanlar duymasa da ibâdetini yapar. Ancak riyâ kokusu olduğu için bu şekilde davranmak hatadır.
Peygamberimiz (s.a.s.) riyâyı, gizli şirk olarak tanıtmaktadır: “Muhakkak ki sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirk, yani riyâdır.“ 2507
Câfer Sâdık (r.a.) da şöyle diyor: “Riyânın her türlüsü şirktir. Şüphesiz ki insanlar için amel eden kimsenin sevabı insanların üzerinedir (karşılığını onlardan beklesin); Allah (c.c.) için amel eden kimsenin sevabı ise Allah üzerinedir.“2508 Kur’an, Allah’a ve âhiret gününe inanmayıp insanlara karşı gösteriş olsun diye mallarını infak edenleri kınar ve onların yaptıklarının geçersiz olduğunu belirtir.2509 Buna karşın gerçek mü’min olanlar, mallarını yalnızca Allah rızâsı için infak ederler. 2510
Birçok hadis-i şerifte riyânın çirkinliği ve riyâkârların kazandıkları kötü sonuçlar açıklanmaktadır. Gösteriş için Kur’an okuyanlar, insanlar kendisine âlim desinler diye ilim öğrenenler, dinini âlet ederek dünya çıkarı sağlamaya çalışan istismarcılar, insanlara ma’rû’fu (iyiliği) emredip kendileri yapmayanlar ve benzerleri şiddetle tenkit edilmektedir. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Allah Teâlâ buyuruyor ki: ‘Ben şirk koşulan her şeyden müstağnîyim (onlara ihtiyacım yoktur, onlardan uzağım). Kim bir amel yapar, buna Benden başkasını da ortak kılarsa, onu ortağıyla başbaşa bırakırım.“ 2511
Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerife göre, “kahramanlık ve gösteriş için cihad eden Allah yolunda değildir. Ancak bir kimse îlâ-yı kelimetullah (Allah’ın yüce adı) için cihad ederse o Allah yolundadır.“2512 insanların en kolay riyâ karıştırabilecekleri ibâdetler namaz ve sadaka vermektir. Çünkü her ikisi de zordur ve sevapları çoktur. Peygamberimiz (s.a.s.) bunların gösteriş için yapılmasını ısrarla yasaklar.
Riyâkârlık ve münâfıklık daha çok müslümanların güçlü olduğu yerlerde ortaya çıkmaktadır. Rabbimiz buyuruyor ki: “De ki: ‘Şüphesiz ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim; yalnız bana sizin ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, sâlih amelde bulunsun ve Rabbine ibâdette hiç kimseyi ortak tutmasın.“ 2513
Şirkin Zararları
İman ve tevhid fıtrattandır. Fert olarak insan, doğuştan fıtrat üzere (imana ve tevhide müsait şekilde) doğduğu gibi, ilk din de (câhiliye eğitiminde kasıtlı olarak tersi söylenmesine rağmen) tevhid dinidir; ilk insan, tevhidî mesaja sahip bir peygamberdir. Şirk, hastalıktır, bünyeye sonradan giren bir mikroptur, bir ârızadır, bir anormalliktir. Şirk, öncelikle kalbin hastalığıdır, müşrikler
2507] Tirmizî, Hudûd 24, hadis no: 1457, 4/58
2508] İ. Humeynî, Kırk Hadis Şerhi, 1/53
2509] 2/Bakara, 264; 4/Nisâ, 38
2510] 2/Bakara, 272
2511] Müslim, Zühd 46, hadis no: 2985, 4/2289
2512] Müslim, İmâre 150, hadis no: 1904, 3/1513
2513] 18/Kehf, 110
ŞİRK
- 651 -
de ölümcül hastadırlar,2514 onların duyu organları da ârızalı ve görev yapamaz durumdadır.2515 Onlar, akıllarını da kullanmayan hayvandan aşağı insan müsveddeleri,2516 birer pisliktirler.2517 Bir küçük kibrit çöpü koca ormanı yakıp mahvettiği gibi, şirk de amelleri mahveder. Bir kanser mikrobunu veya yanan kibrit çöpünü önemsiz, tehlikesiz görüp bunların zararlarına duyarsız kalmak, hiç akılla bağdaşır mı? Şirk, kaos ve düzensizliktir. Şirkin olduğu yerde, kargaşa, fezat, fesat, kavga, anarşı, düzensizlik ve huzursuzluk vardır. “Eğer yerde ve gökte, Allah’tan başka ilâhlar/tanrılar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı), kesinlikle bozulup gitmişti.“2518 Kâinatta nizam ve âhenk olduğuna göre, tevhidî özellik vardır.
Güneşler, gezegenler ve büyük yıldızlar gibi makro âlemden atom ve hücrenin iç yapılarına kadar mikro âleme, bitkiler âleminden hayvanlar âlemine kadar tüm evrende tevhidin eseri gözükmektedir. Yeryüzünün halifesi olarak yaratılan insanın tevhidden yüzçevirmesi, çevresiyle uyumsuzluğa sebep olduğu gibi, halifelik misyonu açısından da bir ihânettir. Hayatlarını din ve dünya diye ayıran, Sezar ve Tanrı diye iki ilâh kabul eden, devletine dini karıştırmak istemeyen, laiklik gibi çok tanrılı anlayışa sahip olan, Kur’an tâbiriyle dinlerini parçalayan müşriklerin kendileri de parça parça, grup gruptur ve her grup, kendi yanındakiyle övünür durur.2519 Şirkin bu çirkin tablosu yanında; Tevhid ile vahdet kelimeleri aynı kökten gelir. Biri, “birlemek“, diğeri “birlik“ veya “birleşmek“ demektir. Tevhide inanan her ırktan, her yapıdan insan “ümmet“ bilincine sahip olacak, birbirlerini ancak kardeş2520 kabul edecektir. Aynı Allah'a gerçekten iman edenler, yekvücut olacaklar, aynı nizamın parçasını oluşturacaklar, güç ve imkân birliği oluşturacaklardır. Şirkin sayısız zararlarını ana başlıklar halinde şöyle özetleyip sayabiliriz:
1 Şirk, fıtrattaki nuru söndürür.
2 Arınmış nefsi yok eder.
3 İzzeti öldürüp yerine zilleti, köleliği getirir. İnsanlık için bir hakarettir.
4 Vahdeti, insanların birliğini parçalar.
5 Amelleri boşa çıkarır.
6 İnsanın ebediyyen cehennemden kalmasına sebep olur.
7 Şirk, bütün hurâfelerin yuvasıdır.
8 Büyük bir zulümdür.
9 Şirk, bütün yanlış korkuların, fobilerin kaynağıdır.
10 İnsan dinamizmini hareketsiz bırakır.
Şirk, Allah’ın asla affetmediği bir günahtır. Bütün zararlarından daha
2514] 2/Bakara, 10
2515] 2/Bakara, 18, 7/A’râf, 179
2516] 7/A’râf, 179
2517] 9/Tevbe, 28
2518] 21/Enbiyâ, 22
2519] 30/Rûm, 31-32
2520] 49/Hucurât, 10
- 652 -
KUR’AN KAVRAMLARI
önemli olan, şirkin insanı ebedî cehennemlik yapmasıdır. Allah, şirk inancı ile âhirete gelenleri asla affetmeyecektir. “Sana da, senden öncekilere de vahyolunmuştur ki 'eğer şirk koşarsan, şüphesiz bütün amellerin boşa gider ve hüsrâna uğrayanlardan olursun.“2521; “Allah, kendisine şirk/ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah'a şirk koşan kimse büyük bir günah ile iftira etmiş olur. Kim Allah'a şirk/eş koşarsa büsbütün sapıtmıştır.“ 2522
Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlanageldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücadeleden ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas tevhiddir. Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulması konusudur.
Kendi nefsini ilâhlaştıran ve Allah’a değil de kendisine tapan ve tapılmasını isteyenler; başkalarının haklarına el uzatmanın, yalnız Allah’a ibâdet edildiği ve sadece O’na uyulduğu sürece mümkün olmadığını bilirler. Çünkü Allah’ın dini adâleti emreder ve bütün insanları eşit olarak görür. Faziletler doğuştan değil; sonradan kazanılan iman, takvâ, cihad ve ilim sâyesindedir. Şirk ise nefsini ilâh edinenlerin, insanları kendilerine kul etmeleri ve sömürmeleri üzerine kuruludur. Bu yüzden tâğutlar, kendi nefislerini ilâhlaştırmak için, ilkelerini kendilerinin tesbit ettikleri ve başkalarının haklarını gasb üzere kurulu şirk düzenini isterler. Tâğutlar, ortaya attıkları ilâhlara insanları taptırarak, aslında kendilerine taptırır, kulluk ettirirler. Şirk, insanların insanlara kulluk ettiği düzenin adıdır.
Müşrikler, bazı şeyleri ilâh haline getirdikten sonra bazıları doğrudan o ilâhlara tanrı diye, bazıları da ‘bizi Allah’a götürecekler’ diye tapınmaya başladılar. Hâlbuki Allah (c.c.) bütün insanlara, sizi ben yarattım ve rızkınızı da ben veriyorum. Öyleyse ibâdeti yalnızca Bana yapın.’ diye buyurmaktadır.2523 Şirk dini üzerinde olanlar, hem Allah’ın dışında birtakım ilâhlara ibâdet ederler, hem de o ilâhlar adına kurallar (şeriatlar) uydurup onu din haline getirirler. Allah ise onların bu tutumunu kesin bir şekilde kınamakta ve reddetmektedir.2524 Allah’a başka şeyleri ‘şerik-ortak’ koşanlar, aslında gerçek anlamda bir ilâh bulmuş ve gerçekten ona ibâdet ediyor değildir. Onların bu yaptığı bir ‘zan’ (sanı)dır, bir avunmadır.2525 Yarın hesap günü şefaatçi olacakları zannedilen bütün ‘şerikler-ortaklar’ müşriklerin yanında olmayacaklar, onlara yardım edemeyeceklerdir. 2526
Bâtıla İman: Kur'an, imanı sadece olumlu alanlar için kullanmaz. Gönülden benimseme ve tasdik etmenin, yani imanın, olumsuz görünümlerinin bulunabileceğine de dikkatimizi çeker. İman, Allah'ın inanılmasını istediği şeylere olursa doğru; hakkında Allah'ın hiçbir delil indirmediği şeylere olursa bâtıl olur. “De ki: ‘Benimle sizin aranızda şâhit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde ne varsa bilir.’ Bâtıla iman eden ve Allah'ı inkâr edenler var ya, işte ziyana uğrayacaklar onlardır.“2527; “Tek Allah'a ibâdete çağrıldığı, duâ edildiği zaman küfrederdiniz. O'na şirk koşulunca (buna)
2521] 39/Zümer, 65
2522] 4/Nisâ, 48 ve 116
2523] 4/Nisâ, 36
2524] 42/Şûrâ, 21
2525] 10/Yûnus, 66
2526] 6/En’âm, 94
2527] 29/Ankebut, 52
ŞİRK
- 653 -
iman ederdiniz. Artık hüküm, yüceler yücesi Allah'ındır.“2528; “Onların çoğu, ancak şirk koşarak Allah'a iman ederler.“ 2529
Bu âyetlerden anlaşılıyor ki, mutlak anlamda aldığımızda inkâr da bir imandır. İnkâr, imansızlığa imandır. Yani, her imanda bir inkâr, her inkârda bir iman vardır. Mü'min de Allah'a iman etmiş olmak için, hatta imandan önce, bazı şeyleri inkâr etmesi, “küfür“ etmesi gerekir. Küfredip reddetmesi gerekenlerin başında tâğut gelir.2530 Doğru iman, Kur'an'ın gösterdiği imandır. Bu iman, insanlara Allah'tan başka ilâh olmadığını, Allah'ın âlemlerin Rabbi olduğunu, Allah'tan başkasına duâ ve kulluk edilmemesi gerektiğini öğretir. Doğru imanın zıddı, bâtıla iman, yani şirktir. Şirk, doğru olduğunu ispatlamak için Allah'ın, hakkında delil/âyet indirmemiş olmasına rağmen; insanların uydurdukları bâtıl inançlardır. “Allah'tan başka kulluk ettiğiniz şeyler, sizin ve atalarınızın uydurduğu putlardan başka bir şey değildir. Allah, onların doğru olduğuna dair bir delil indirmemiştir. Hükmetmek, yalnızca Allah'a aittir. O'ndan başkasına değil!“ 2531
Kur'an, imanlarını zulümle (şirkle) lekeleyenler için kurtuluş kapısını kapatmıştır. “İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte emn (güven) onlarındır. Ve onlar hidâyeti (doğru yolu) bulanlardır.“2532 Kur'an, imandan sonra küfre sapanlara karşı çok sert ve şiddetli bir tavır takınmaktadır. Kur'an, bu olaya tebdil veya irtidat demektedir. Tebdil, imanı küfürle değiştirmek; irtidat ise, İslâm dininden çıkmak, geriye dönmek demektir. Tebdil ve irtidat Kur'an'a göre en iğrenç ve onur kırıcı hastalığın adlarıdır. 2533
Hevânın Putlaştırılması
“Hevâ“; boş, hava dolu, sonuçsuz, değersiz gibi anlamlara gelir. Bu kavram nefsin şehvete ve zevke düşkünlüğünü anlattığı gibi, yeterli ilmi olmadan sahibine emir veren nefis anlamında da kullanılmaktadır. Böyle bir nefis, sahibini şehvete ve aşırı zevke düşürüp günaha sürükler, dünyada rezilliğe, âhirette ise azâba götürür.
İnsanın aşırı isteklerine, Allah’tan gelen ilme yani vahye uymayan tutumlarına “hevâ“ denilmektedir. Nefsin ölçülü ve sınırlı istekleri, meşrû arzuları normal yoldan karşılandığı zaman hata değil; sevap bile olur. Nefis her zaman çeşitli isteklerde bulunur. Bu taleplerin bir kısmı insanın ihtiyacı değil; hevânın aşırı arzularıdır. Kişi, nefsinin meşru isteklerini inandığı Rabbin gönderdiği ölçüler içerisinde karşılayabilir. Aşırı isteklere uyulması; nefsin Rabbin ölçülerine aldırmaması anlamına gelir. Bu, şüphesiz bir hatadır ve sahibine zarar veren bir şeydir.
Eğer nefis Allah’tan gelen ilme, yani vahye uyarsa, görüşlerini, kararlarını, isteklerini bu ilme uygun bir şekilde ayarlarsa; o nefis doğru yolda olan nefistir. Fakat bir kimse Allah’tan gelen ilme/vahye kulak asmaz, yalnızca kendi görüşünü, zevkini, kararını, arzusunu ön plana çıkarırsa, bu nefis, doğru yoldan azan bir nefistir ve o kişi hevâsına uydu demektir. Yeryüzündeki bütün günahların,
2528] 40/Mü'min, 12
2529] 12/Yûsuf, 106
2530] Bkz. 2/Bakara, 256
2531] 12/Yûsuf, 40
2532] 6/En'âm, 82
2533] Bkz. 3/Âl-i İmran, 86, 90; 2/Bakara, 217
- 654 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bütün şirklerin, bütün kâfirliklerin sebebi hevâya uymaktır. Bir iş yaparken, bir şeyin hakkında karar verirken, bir ibâdet fiilini yerine getirirken, bir şey yanlış mı doğru mu diye düşünürken; kişi ya kendi aklına/arzularına ya da inandığı dinin ölçülerine uyar. Eğer bir akıl Allah’tan gelen haberlere inanmıyorsa, o aklın sahibi kesinlikle yanılacaktır ve insan, hevâsına uymuş olacaktır.
Hevânın İlâh Haline Getirilmesi: Bir insan kendi görüşünden, kendi kararından başkasını beğenmiyorsa, kendi zevkinden daha üstün bir şey tanımıyorsa o insan kendi hevâsını, kendi nefsini tanrı haline getiriyor demektir. Kur’an-ı Kerim bunu şöyle açıklıyor: “Gördün mü hevâsını (arzularını/isteklerini) tanrı haline getireni? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın?“2534 Böyle kimseler, canlarının istediğinden başka kutsal bir şey bilmezler. Bunlarda hakseverlik yoktur. Bu gibiler bencil insanlardır. Peşine düştükleri arzuları da normal bir istek değil, nefislerinin istediği kuruntulardır. Böyleleri hak, hukuk, delil, âyet, şâhit tanımazlar, yalnız kendi isteklerini en üstün tutarlar. Onlara göre din de, insanların vicdanlarından gelen arzularıdır. Dolayısıyla kendi nefislerini doyurmaya, keyiflerini tatmin etmeye çalışırlar. Bunlar, hakkı/gerçeği kabul etmezler, ama keyfîliği hayat anlayışı olarak alırlar.
“Şimdi sen, kendi hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz öğüt alıp düşünmüyor musunuz?“ 2535
Hevâsına Uyanların Özellikleri: Hevânın yerleştiği kalpte, başta şirk olmak üzere bütün olumsuz davranışlar, bütün kötülükler yerleşmeye başlar. Böyleleri hevânın bir benzeri olan zanlarının (boş kuruntularının) ve keyflerinin peşine giderler. Allah’ın gönderdiği hidâyet rehberine aldırmazlar bile. 2536
Kişinin kendi hevâsına uyması, Hak’tan yüz çevirmesi demektir. Nitekim Kur’an, “kendi hevâlarına uyanlara tâbi olmayın“2537 demektedir. Böyle yapanlar zâlim olurlar. Zâlimler ise Hak’tan yüz çevirenlerdir.2538 Zaten onların Allah’ın hidâyetinden yüz çevirmelerinin, ya da âyetleri yalan saymalarının sebebi, Vahyi bırakıp kendi hevâlarına uymalarıdır.2539 Şu âyet, hevâya uymanın zararlarını göstermesi açısından ne kadar dikkat çekicidir: “Eğer hak, onların hevâlarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesada (bozulmaya) uğrardı…“ 2540
Hevâlarına uyanların özelliklerinden biri de istikbar (kendini büyük görme) ve peygamberlerin getirdiği vahye karşı çıkmadır. Bu gün de hayata ve dünyaya kendi hevâları doğrultusunda yön vermek, keyiflerine göre yaşamak isteyenler Kur’an mesajına, İslâm’ın güzelliklerine karşı çıkmaktadırlar.2541 Hevâlarına uyanlar Allah’tan gelen ilmi (vahyi veya âyetleri) bilgisizce bir tarafa atarlar. Onlar
2534] 25/Furkan, 43
2535] 45/Câsiye, 23
2536] 53/Necm, 23
2537] 38/Sâd, 26; 5/Mâide, 77
2538] 2/Bakara, 145
2539] 6/En’âm, 150; 18/Kehf, 28
2540] 23/Mü’minûn, 71
2541] 2/Bakara, 87; 5/Mâaide, 70
ŞİRK
- 655 -
gerçekten câhillerdir.2542 Kur’an, Hz. Peygamberi ve onların şahsında müslümanları uyararak: “Sana gelen bu ilimden (Kur’an ve hükümlerinden) sonra onların hevâsına uyarsan, senin için Allah’tan bir velî ve yardımcı yoktur.“2543; “Allah’ın indirdiği ile hükmet, onların hevâsına uyma!“2544; “Emrolunduğu gibi dosdoğru ol ve onların hevâsına uyma!“2545 diye emretmektedir.
Kur’an, mü’minlere ayrıca “adâletten ayrılıp hevânıza uymayın“ demektedir.2546 Şüphesiz ki hevâya uymak dengeyi bozar, hakları ihlâl eder, tarafgirliğe ve taassuba sebep olur, düşmanlığı körükler. İnsan, Allah’ın hidâyet kitabı olarak gönderdiği Kur’an’ı, yani vahyi dışlayarak, her şeyi kendi aklına, kendi hevâsına göre çözmeye, her şeyin hükmünü işine geldiği gibi vermeye kalkışırsa, insanın içinde de yeryüzünde de huzurun olması mümkün değildir. Vahyi dışlayanlar hem kendilerine çeşitli ilâhlar bulurlar, hem de küçük, önemsiz ve kısır çekişmelerin içinde, ucuz çıkarların peşinde koşar dururlar. Hevâsına uyan kimselerin yön verdiği dünyada barış ve adâletin olması mümkün değildir. Bu gerçeğe hem tarih şâhittir, hem de içinde yaşadığımız şartlarda bunu açıkça görmekteyiz.
Kur’an, mü’minleri, hevâlarına uymamaları konusunda sık sık uyarmaktadır. Yine, mü’minlere, hevâlarına uyan veya hevâlarını tanrı haline getirenlerin peşinden gitmemelerini emretmektedir. Buna bağlı olarak da en iyi barınma yeri Cennet’in Rabbinin makamından korkanlar ve nefsinin hevâsından sakınanlar için hazırlandığını haber vermektedir.2547 Kur’an, Allah’ın âyetlerine tâbi olanlar ile hevâlarına uyanların bir olmayacağını belirtir: “Şimdi Rabbinden apaçık bir belge üzerinde bulunan kimse, kötü ameli kendisine ‘süslü ve çekici’ gösterilmiş ve kendi hevâsına uyan kimse gibi midir?“2548 Elbette bir olmaz. Birisi, Allah’tan gelen açık, sağlam, Hak, doğru, hidâyete ulaştırıcı, iki dünyada da kurtuluşa götürücü, kişiyi adam eden ilâhî belgelere, yani vahye (Allah’ın âyetlerine) uymakta, öbürü ise nefsinin aşırı isteklerine, kuruntulara, ilmî dayanağı olmayan zanlara, boş hayallere uymaktadır.
Peygamberimiz (s.a.s.) buyuruyor ki: “Yüce Allah’ın yanında gök kubbe altında Allah’tan başka tapınılan tanrılar içinde, kendisine uyulan hevâ (aşırı istek ve tutkular)dan daha büyüğü yoktur.“2549 Hevâsına uyan insanların çok olduğu toplumlarda hata çok yapılır, suç çok işlenir, fitne ve fesat çok yaygınlaşır, insanî değerler rağbet görmez, adâletle hareket etme ahlâkı zayıflar. Bu bakımdan insanlara düşen, hevâlarına uymak değil; kendi hevâsından konuşmayan bir Peygamber’e2550 ve O’nunla beraber Allah’tan gelen ilme (vahye) tâbi olmaktır. 2551
“Hakiki mücâhid, nefsiyle (hevâsıyla, kötü arzu ve istekleriyle) savaşandır.“2552 Nefsin sayısız denecek kadar çok, kötü arzu ve istekleriyle mücâdele İslâm’ın istediği
2542] 30/ Rûm, 29
2543] 13/Ra’d, 37; 2/Bakara, 120
2544] 5/Mâide, 48-49
2545] 42/Şûrâ, 15
2546] 4/Nisâ, 135
2547] 79/Nâziât, 40-41
2548] 47/Muhammed, 14
2549] Taberânî, nak. Elmalılı, 6/70, Ş. İsl. Ans. 2/397
2550] 53/Necm, 3-4
2551] 2/Bakara, 120; Hüseyin K. Ece, A.g.e. s. 264-266
2552] Tirmizî
- 656 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şekilde ve miktarda olmazsa, hevâsı insana hâkim olur, insanın tüm yönetim ve denetimini ele geçirir. İşte bu durum, Kur’an’ın “hevâyı ilâhlaştırmak“ dediği durum olur. Hevânın her emrini yapmak, arzularını bir kanun gibi benimseyip, kimseyi karıştırmayan mutlak özgürlük içinde bulunmak, İslâm’la çeliştiğinde tercihi arzulardan ve nefsî isteklerden yana yapmak hevâyı putlaştırmak demektir. “Allah’ın ölçülerine göre; Allah’ın mâbudluğunun dışında, arzularına uyulan nefisten/hevâdan daha büyük bir ilâh, semâ gölgesi altında yoktur.“ Dini, şeriatı nefsine hâkim kılamayan kişi, çevresine ve devlete hiç kılamaz. İrâdesine hâkim olamayan kişi, başkalarına hakkın sözünü hiç duyuramaz. Nefsimizin istediği ölçüde, basit menfaatlerimize uygun düştüğü kadar İslâm’ı isteyen, hevâsını hakem ve ölçü yapmıştır. İslâm tebliğ edildiği halde, çeşitli bahaneler ileri süren, İslâm’ı yaşamayan veya yanlış yaşayan bazı kötü örnekleri, kendi yaptığı yanlışlara mâzeret kabul eden, onları tenkit ederek işin içinden sıyrılacağını zanneden kişi, hevâsının egemenliğine girmiş, şirk yoluna düşmüş demektir. Kişi; Allah'a, İslâm’a dil uzatılmasına karşı sessiz kaldığı halde; nefsine sataşıldığında, menfaatlerine ters bir durum olduğunda kavgaya kalkıyorsa, nefis ve hevâsını büyük tanrı kabul etmiş olmaz mı?
İlâh Nedir?
Şirki ve tevhidi tam değerlendirmek için iyi bilinmesi gereken kavramlardan biri de “ilâh“ kavramıdır. Bu kavram iyi bilinmeden şirk de yeterince anlaşılmaz. Tevhid Kelimesinin içinde yer alan bu kavram, iman ile şirk (ortak koşma) arasındaki farkı ortaya koyar. Sözlük anlamı; ısınmak, alışmak, birisine aşırı sevgi ile yönelinen, kulluk edilen, mâbud haline getirilen, alışılan, düşkün olunan demektir. Kendisinden türediği ‘elihe’ fiili; yönelmek, düşkün olmak, kulluk yapmak, örtmek, gizlemek, alışmak gibi anlamlara gelmektedir.
Kavram olarak; “kendisine ibâdet edilen, mâbud sayılan her şey, her şeyden çok sevilen, ta’zim edilen kutsal varlık“ anlamında kullanılmaktadır. Tapınılan, kendisine ibâdet edilen, üstün sayılan bütün mâbudların ortak adı “ilâh“tır. Türkçede bunu “tanrı“ kelimesi ile karşılarız. İslâmî ıstılahta ilâh; tapınılan, kendisine ibâdet edilen demektir. İlâh; ibâdet edilmeye lâyık, yani kudret ve kuvveti önünde huşû ile boyun eğip ibâdet ve itaat etme gereği duyulan, her şeyin O’na muhtaç olduğu bir varlık demektir. İlâh kelimesi, gizlilik ve esrârengizlik mânâlarına da gelir ki, böylece ilâh, görülmez ve ulaşılmaz bir varlıktır. İlâh, İslâmî ıstılâhta şu anlamlara gelir: “Otorite sahibi, kanun koyan, ibâdet edilen, rızık veren, hesaba çeken, kendisine ihtiyaç duyulan.“ İlâhlık ve otorite birbirini gerektirir. İlâh denildiğinde, aklımıza, hayatımız için kanun koyan, nizam ve hukuk belirleyen ve kayıtsız şartsız hâkimiyet sahibi Allah (c.c.) gelmelidir.
İnsanın fıtratında kendinden üstün bir varlığa yalvarma ve tapınma ihtiyacı yatar. Her insan bir şeye tapar. İnsanlar fıtrattan gelen ilâh edinme ihtiyacını sadece Allah’a yöneltmezse, başka ilâhlara tapar ki, bu da insanı şirke ve küfre sokar. Kur’ân-ı Kerim’de öncelikle Allah’ın ilâhlığı üzerinde durulur. Tek ilâh Allah’tır, yani kendinden başka kulluk edilecek, tapınılacak, yönelinecek başka bir ilâh yoktur. Câhiliyye döneminde, gerek Mekke müşrikleri gerek yahûdi ve hristiyanlar Allah’a inanıyorlardı; fakat Allah’ın ilâhlık vasıflarını başkalarına da vererek, Allah’a karşı en büyük yalan olan şirke düşmüşlerdi.
İlâh tektir ve O da Allah’tır. Allah; her şeyi yaratan, insanları bir gün bir araya
ŞİRK
- 657 -
toplayacak olan, öldüren ve dirilten, kendisine güvenilen, yalvarılan, sığınılan, kendisi için zaman ve mekân sınırı olmayan ve varlıkların eksikliklerinden bütünüyle uzak olandır. O halde, sadece bütün bunlara gücü yeten “ilâh“tır ve O da bir tanedir. Birden fazla ilâh olması mümkün değildir. Birden fazla ilâh inancı, kâinatın var oluşu ve işleyişindeki nizam ile ters düşer. Evrenin varlık ve nizamındaki mükemmellik, Allah’ın tek ilâh olmasının bir delilidir. Allah bu konuda şöyle buyurur: “Allah hiç evlât edinmemiştir. O’na ortak hiçbir ilâh da yoktur. Aksi takdirde her ilâh kendi yarattığını sevk ve idâre eder ve bir gün mutlaka onlardan biri diğerine gâlip gelir, üstün çıkıp büyüklenirdi. Allah Onların (müşriklerin) bütün isnatlarından münezzehtir.“ 2553
Yani, her ilâh başka bir şey dilerdi. Her ilâh diğerinden farklı bir şey yapmak, bağımsız olduğunu ve egemenliğini göstermek isterdi. Bunun sonucunda da bütün kâinat yerle bir olurdu. Hâlbuki kâinatta muazzam bir düzen vardır. Öyleyse bütün kâinata hükmeden ilâh tekdir ki, O da Allah’tır. Bütün evren, içindeki varlıklarla birlikte, gücü her şeye yeten, bilgisi her şeye ulaşan bir İlâh’ın kontrolündedir. İnsanlar bu İlâh’a yönelirler, O’na duâ ederler. Korkuları bu İlâh’tandır, güvenleri de bu İlâh’adır. Bu İlâh’a her şeyiyle bağlıdırlar, O’nu her şeyden çok severler. Elbette bu ilâh âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. “Lâ ilâhe illâllah“ kelimesinde belirtildiği gibi, Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.
İlâhlık vasıflarının en önemlisi, Allah’ın hayatımız için kanun koyan, nizam ve hukuk belirleyen olmasıdır. Eğer kanun koyma, insanlar için hukuk belirleme Allah’tan başkalarına verilirse, bu onlara ilâhlık vasıflarını da vermek olur ki, bu da şirktir. Bu mânâda kanun koyucu olarak ilâhlık taslayan tâğutlar tarih boyunca çıkmıştır ve çıkacaktır. Günümüzde ve tarihte en çok görülen şirk çeşidi budur.
“Kim tâğutu reddedip Allah’a iman ederse, muhakkak ki, kopması mümkün olmayan sapasağlam kulpa yapışmış olur.“2554 Kur’ân-ı Kerim bize bütün Peygamberlerin tevhid akidesiyle gönderildiğini bildirir. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur: “Ey Muhammed! Senden önce gönderdiğimiz her Peygambere; Benden başka ilâh yoktur, Bana ibâdet/kulluk edin diye vahyetmişizdir.“ 2555
İnsanoğlu her zaman bir ilâha inanma, sığınma ve ondan yardım istemeye muhtaçtır. İnsan, bazı şeylerden korkar, bazı şeylere gücü yetmez de başkalarından yardım ister, bazı şeylere sığınır, bazı şeyleri kendinden üstün görür. Bütün ümitlerinin bittiği yerde, görmediği, tanımadığı, hayal etmediği bir gizli ‘ilâh’tan yardım ister. Çevresinde gördüğü bütün olayların kendi gücünün dışında olduğunun farkındadır. Bu olayları bir gücün yaptığına inanır. Bunlara benzer daha birçok sebepten dolayı insan sığınacak bir melce, sığınak arar.
Peygamberlerin tebliğ ettiği Allah inancından uzaklaşan topluluklar ve insanlar, yaratılışlarında ve pratik hayatlarındaki bir ilâha bağlanma ihtiyacını başka şekillerde giderirler. Tarihte ve günümüzde gerçek anlamda dinsiz insan olmadığı gibi, ilâhsız insan da yoktur. Kimileri, hiçbir tanrıya inanmadığını söylese bile onun içerisinde, sığındığı, bağlandığı, yardım istediği, her şeyden çok sevdiği, her şeyden çok büyük saydığı bir ‘şey’ mutlaka vardır. İşte o ‘şey’ onun
2553] 23/Mü’minûn, 91
2554] 2/Bakara, 256
2555] 21/Enbiyâ, 25
- 658 -
KUR’AN KAVRAMLARI
için bir tanrıdır. Kur’ân-ı Kerim çok ilginç bir örnek veriyor: Birtakım insanlar kendi görüşlerini, kendi isteklerini, kendi emirlerini en üstün ve doğru görürler. Bırakın bir dinin emrine uymayı, toplumda geçerli olan hiçbir kural onları bağlamaz. Bu tip insanlar, kendi keyiflerine uyarlar. Kendi hevâlarından (arzularından) başka kutsal, kendi isteklerinden ve görüşlerinden üstün güç ve doğru kabul etmezler. İşte bu tür insanlar için Kur’ân-ı Kerim; “Gördün mü o kendi hevâsını (istek ve arzularını) ilâh/tanrı edinen kimseyi. Şimdi onun üzerine sen mi bekçi olacaksın?“2556 demektedir.
İlâh zannedilen şey, insan üzerinde var sayılan ‘güç’tür. Bu kimilerine göre ateş, kimilerine göre güneş, kimilerine göre gökler, kimilerine göre yıldızlar, kimilerine göre madde, kimilerine göre ataların ruhu, kimilerine göre tabiat (doğa), bazılarına göre devlet erki, kimilerine göre iyilik ve kötülük tanrılarıdır. Hatta kimi insanlar ve toplumlar, başlarındaki yöneticileri, kralları ilâh, ya da yarı ilâh saymışlardır. Nitekim Firavun, elinin altındakilere “ben sizin en büyük Rabbinizim/ilâhınızım“2557 diyordu. Japon kralları, güneşin/tanrının oğlu, bir çeşit Budist dini olan Lamaların büyüğü Dalay Lama yarı tanrı sayılıyor. Birçok ülkede diktatörler, tanrı gibi algılanmış, karşı konulmaz üstün güce sahip, her dedikleri yapılması gereken, kızdığı zaman gazabıyla herkesi cezalandırabilen tanrılar gibi düşünülmüştür. Hatta birçok yerde bu diktatörler adına dikilen heykellere insanlar secde edercesine saygı göstermektedirler.
Tarihte, Tevhid Dininden uzaklaşmış bütün toplumlarda farklı ilâh düşünceleri gelişmiştir. Kimileri inandıkları ilâhlar adına putlar ve mâbetler/tapınaklar yapıp o putlara tapınmışlardır. Bu putların taştan, tunçtan veya ahşaptan yapılmasının fazla bir önemi yoktur. İnsanlar, ilâhları adına kendi elleriyle heykeller yapıp, sonra da buna, ilâhımız veya bizi ilâhımıza götürecek aracımız diyorlar ve o heykellere tanrı diye tapınıyorlardı.
Kur’ân-ı Kerim’e göre, yer, gök ve ikisinde olan her şey, bir olan Allah’ındır. Yoktan var eden yalnızca O’dur. Bütün nimetler O’nun elindedir. Sonsuz güç ve kuvvet yalnızca O’nundur. Bütün işler yani kader O’nun elindedir. Yerde ve gökte olan her şey isteyerek veya istemeyerek O’na boyun eğer. Her şey O’nu tesbih eder (O’na ibâdet eder, O’nu zikreder). Yerde ve gökte yalnızca O’nun hükmü geçer. O’nun bir benzeri ve eşi yoktur. Hiçbir şey O’nun dengi olamaz. O’nun Rabliğinin, ilâhlığının, hükmünün, yaratıcılığının ortağı ve yardımcısı yoktur. O hiçbir şeye muhtaç değildir. Mutlak anlamda yardım edici O’dur, mutlak anlamda ceza verici yine O’dur. O, gerçek ve mutlak olan yegâne ‘ilâh’tır ve O’ndan başka ilâh yoktur.
İslâm, bu sıfatları taşıyan Rabbe, Allah demiştir. Bu isim ilâh kavramından farklıdır. Benzeri, eşi, ortağı, çoğulu, olmayan bir Allah kavramı. Bu, kâinatın sahibi, mutlak yaratıcı ve azamet sahibi ‘ilâhın’ özel adıdır. İnsanlar birçok ilâhlar düşünmüşlerdir, düşünebilirler de; ama ‘Allah’ birdir ve O’nun hakkında başka türlü düşünmek de mümkün değildir. Allah, hem ilâhlık (ulûhiyet), hem rablık (rubûbiyet), hem hâkimlik (hâkimiyet), hem de meliklik (mülûkiyet) sıfatlarına, işlevine sahiptir.
2556] 25/Furkan, 43
2557] 79/Nâziât, 24
ŞİRK
- 659 -
İlâh’ın Kur’an’daki İki Mânâsı: Kur’an’da ‘ilâh’ daha çok iki anlamda kullanılmıştır: Birincisi, hak olsun bâtıl olsun, bütün insanların kendisine ibâdet ettikleri ma’bud; ikincisi, gerçek ibâdete lâyık olan, âlemlerin Rabbi olan Allah.
İlâh Düşüncesi: Hz. Âdem’den belirli bir zaman sonra insanlar, Tevhid inancının dışına çıkmaya başladılar ve ikinci Âdem Hz. Nûh’tan sonra da yaptıkları heykelleri ilâh haline getirip onlara tapındılar. Daha sonradan gelen birçok kavmin arasında ve günümüzde dünyanın çeşitli yerlerinde bu bâtıl inanış devam etmektedir. Kişinin inandığı ilâh, onun ihtiyaçlarını karşılayan, duâlarına karşılık veren, sıkıştığı zaman imdadına koşan ve her bakımdan üstün (müteâl) olmalı. Bu ilâh, insanın sahip olmadığı birçok özelliği taşır. Ülûhiyet (ilâhlık), aynı zamanda ulaşılamayacak yüce bir makamdır. Kimileri bu ilâhlarını somut bir şekilde, put halinde cisimleştirmişlerdir. Birçoğu da insana ait birtakım özellikleri onlara vermişlerdir.
Eski yunan tanrıları, insanlar gibi kavga ediyorlar, birbirlerinin hanımlarına göz koyuyorlardı. Eski İran dini Mazdeizm’in iki tanrısı vardı ve sürekli kavga ederlerdi. Birisinin kötülükleri, diğerinin iyilikleri yarattığına inanılırdı. Eski Azteklerin ilâhı zâlim bir savaşçıydı. Kimileri birtakım hayvanları, kimileri zamanı, kimileri ruhları, kimileri yerleri kutsal sayıp, onlara bir ilâh gibi saygı göstermişlerdir. Geçmişte bu tür acaip ve sapık ilâh inançları çoktu. İslâm, bütün peygamberler vâsıtasıyla bu tür bütün ilâh düşüncelerini kaldırmış ve insanlar hakkında hakk olan Allah inancını getirmiştir. Çünkü bu inanç, insanların kendi kafalarından ve eksik görüşlerinden değil; bizzat insanların Rabbi Allah’tan gelmiştir. Böylece, Tevhid dinine inanan insanlar ‘ilâh’ konusundaki düşüncelerini ve inançlarını düzeltebilmişlerdir.
Ancak buna rağmen tarihte olduğu gibi günümüzde de aklını kullanmayan, Kur’an’a kulak vermeyen insanlar, hâlâ yanlış ilâh inancını sürdürmektedirler. Allah’a ait bir sıfatı veya sıfatları bir başka varlığa veren, onu ilâh gibi düşünmüş olur. Dinimizde bunun adı şirktir. Allah’ın yaratma, öldürme, diriltme, affetme, azab etme, yoktan var etme, kutsal olma, nimet verme, hüküm koyma gibi sıfatları, başka şeylerde, başka varlıklarda var sayılırsa, onlar ‘ilâh’ haline getiriliyor demektir. Bu bağlamda bir kimse; bir kişinin, bir kurumun veya bir başka şeyin, tıpkı tanrı gibi olduğunu kabul etmesi, “tıpkı tanrı gibi yaratıyor“ diye düşünmesi, onu ilâh saymasıdır.
Günümüzde bu tür ilâh fikrini çokça görmek mümkündür. Üzülerek söylemek gerekirse, bilimin bu kadar ilerlemesine rağmen insanlar hâlâ, geçmişteki câhiller gibi sapık ilâh inancını terketmemişlerdir. Bugün kimileri, atalarının ruhunu, kimileri devlet yöneticilerini ve kahramanları, kimileri devlet örgütlerini, kimileri uluslararası kuruluşları tıpkı ilâh gibi görmektedirler. Bunların gücü çok büyüktür ve bunlara asla karşı gelinmez diye inanılmaktadır. Gazete sayfalarında görülen ‘futbol ilâhı’, ‘müzik ilâhı’, ‘sanat ilâhı’, ‘seks tanrıçası’, ‘ey falanca şarkıcı sana tapıyorum’, ‘ey sevgili sana tapıyorum’ gibi ifadeler işte bu yanlış ilâh fikrinin çok çirkin görüntüleridir. Kimileri bir spor yıldızını, kimileri bir müzik ve film yıldızını kendisi için en üstün örnek sayar, onun peşinden gider, onu taparcasına sever, ondan başka üstün ve kutsal bir şey düşünmez. İşte bu yanlış fikir onu sapık ilâh fikrine, yani şirke sürükler.
Rejimlerin, devlet adamlarının, diktatörlerin, partilerin, meclislerin
- 660 -
KUR’AN KAVRAMLARI
koydukları ilkeler ve kanunlar, yaptıkları işler, uygulamalar, ‘karşı gelinemez, değiştirilemez, itaat edilmesi zorunlu ilkelerdir’ düşüncesi, onları ilâh saymanın çağdaş görüntüleridir. İnsanlar bu gibi otorite sahiplerinde olağanüstü bir güç var sanmaktalar, dolaysıyla onlarda ilâhlık sıfatları görmekteler. Bazılarının, ‘birtakım kişilerin veya grupların fikirleri, ilkeleri, kanunları en üstündür, onların üzerinde güç ve otorite yoktur’ şeklindeki düşünce ve inançları, onların dinleridir. Aynı konuda âlemlerin rabbi Allah’ın insanlar için indirdiği hükümlere aldırmamak, onları reddetmek, ya da onların yerine kişilerin ve kurumların hükmünü kabul etmek; onları ilâh haline getirmenin göstergesidir.
Diyelim ki, herhangi bir konuda Allah’ın koyduğu bir ölçüsü veya bir hükmü var. Buna karşın aynı konuda bir kişinin, siyasî bir otoritenin, devletin veya başka bir gücün tam aykırı bir görüşü veya ölçüsü bulunmaktadır. Bir insan Allah’ın hükmüne rağmen onları benimser, inanır ve peşinden giderse; işte o kabul ettiği hükmü veya ölçüyü koyan kaynağı ilâh haline getirmiş demektir. Örneğin, Allah (c.c.), Kur’an’da içki içmeyi yasaklıyor, fâiz alıp vermeyi haram sayıyor, kadınlara örtünmeyi emrediyor, ama birtakım yöneticiler veya yetki sahipleri, içki içmeyi normal görüyor, fâizsiz ekonomi olmaz diyor, ya da birileri kadınların örtünmesini çağdaş kıyafet değil diye yasaklıyor. Bazıları, ‘Allah’ın ölçülerinin geçerliliği yoktur, bu zamanda uygulamak zordur, ama yöneticilerin koyduğu hüküm daha doğrudur, zamana daha uygundur, biz onları tercih ederiz’ derlerse, işte bu inanç başkalarını ilâh haline getirmedir.
Kim herhangi bir şeyi Allah’tan fazla severse, bir şeye Allah’tan fazla saygı gösterir, Allah’tan korkar gibi ondan korkarsa, kim Allah’ın dışında herhangi bir şeye veya insana tapınırsa, kim Allah’ın hükmüne aykırı olarak başkalarının ilkelerini daha üstün sayarsa, işte o insan, bütün bunları ilâh haline getiriyor demektir. Farklı ilâhlara inananlar, bu inançlarını zaman zaman ortaya koyuyorlar. ‘Falanca devletin, filanca uluslararası kuruluşun, falan adamın ilkeleri her şeyin üstündedir’ diyen kimse, Allah’ı değil onları ilâh tanıyor demektir.2558 İslâm’ın ezelî, ebedî, değişmeyen ve evrensel ilkesi şudur: “Lâ ilâhe illâllah, Muhammedü’r Rasûlullah“ Yani, “Allah’tan başka ilâh yoktur; Hz. Muhammed Allah’ın Rasûlü, elçisidir.“ “Allah ile birlikte başka bir ilâh edinip tapınma. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.“ 2559
Putlaştırılıp İlâh Haline Getirilen Bâtıl Tanrı Anlayışları
Kur’ân-ı Kerim, müşrikler tarafından tapınmaya konu edilen varlıklardan bahsederken, birçok durumda genel ifadeler kullanır: “Allah’tan başka taptıkları“2560; “Allah’tan başka duâ edip yalvardıkları“2561; “Allah'a şirk koştukları“2562; “Şirk koştukları şeyler“2563; “Allah’tan başka benimsedikleri“2564 tarzında fiil şekilleri olduğu
2558] Hüseyin K. Ece, A.g.e. s. 295-299
2559] 28/Kasas, 88
2560] 25/Furkan, 17
2561] 7/A’râf, 194
2562] 28/Kasas, 68
2563] 7/A’râf, 190
2564] 45/Câsiye, 10
ŞİRK
- 661 -
gibi; genel anlamda birtakım isimler de hayli fazladır: “İlâh“2565; “âlihe -ilâhlar-“2566; “endâd -eş ve denkler-“2567; “esnâm -heykelden putlar-“2568; “evsân -putlar-“2569; “temâsîl -heykeller-“2570; “şürekâ –ortaklar-“2571; “şühedâ -şâhitler, yardımcılar-“2572; “şüfeâ’ -şefaatçiler, aracılar-“2573; “erbâb -rabler-“2574; “evliyâ -velîler, dostlar, yöneticiler-“2575; “emsâl -eşler, benzerler-“2576; “tâğût -azgın yönetici“2577; “cibt -putlar-“2578; “ensâb -dikili taşlar, putlar-“2579; “veled -çocuk-“2580; “sâhibe -eş, hanım, zevce, tanrıça-“ 2581
Kur’an’da yukarıdaki âyetler başta olmak üzere çeşitli yerde yüzlerce defa kullanılan bu genel tâbirler gösteriyor ki, Kur’an şirkin her türlüsünü iptal için gelmiştir. Yoksa sadece zuhur ettiği bölgede, birtakım özel isimlerle belirtilen (Menât, Hubel, İsâf vb.) putları hedef almış değildir. Allah’ı tek tanımanın hâlis olması için yukarıda anılan bütün şirk kavramlarının kapsadığı alanın, ulûhiyete tahsis edilmesi gereklidir (İbâdet, şefaat, duâ, tutunma, hâkimiyet, velâyet vb.). Bu özellik, Kur’an’ın şirk karşısındaki durumu bakımından, birinci dereceden bir önem arzetmektedir. Öbür yandan Kur’an, bâtıl ulûhiyetlerin (sahte tanrıların) türlerini gösterirken genel olarak, onların adlarından değil; mâhiyetlerinden bahseder. (Arabistan’da o dönemde tapılan tanrılardan bazılarının özel isimleri -el-lât, el-Uzzâ, Vedd vb.- sadece birkaç yerde zikredilmiştir.) Şu halde, o, aslında ulûhiyet bakımından yok olan o varlıkları muhâtap, bir muârız, bir rakip veya düşman gibi telâkkî ederek birtakım belirli fertlere değil; insanlık dünyasında tanrılaştırılmaları yaygın olan mâhiyetlere hücum etmiştir. Mâhiyetler üzerinde dururken de, onlar hakkında bilgi vermek değil; onların eksik yanlarını, neden tanrı olamayacaklarını belirtmeye yönelmiştir.
Diğer taraftan, Kur’an’ın mâhiyetlerinden bahsettiği bâtıl ve sahte tanrıların, insanlığın çeşitli devir ve yerlerinde tanrılaştırdığı varlık tipleri durumunda olduğu söylenebilir. Bu tipler arasında, Arabistan’da rastlanmayanların da bulunması, Kur’an’ın evrenselliği ile açıklanmalıdır. Bu tipler, şöyle sınıflandırılabilir:
Hayat sahibi varlıklar
İnsanlarca görülmeyen varlıklar; a) hayırlılar (Melekler, kısmen cinler), b) Şerliler (şeytanlar, kısmen cinler)
İnsanlar; a) Tanrı oğlu veya kızı (İsa, Uzeyr), b) Tanrıça (sâhibe), c) Hükümdar-tanrı
2565] 15/Hicr, 96
2566] 21/Enbiyâ, 36
2567] 2/Bakara, 165
2568] 7/A’râf, 138
2569] 22/Hacc, 30
2570] 21/Enbiyâ, 52
2571] 13/Ra’d, 16
2572] 2/Bakara, 23
2573] 39/Zümer, 43
2574] 12/Yûsuf, 39
2575] 29/Ankebût, 41
2576] 16/Nahl, 74
2577] 2/Bakara, 256
2578] 4/Nisâ, 51
2579] 5/Mâide, 90
2580] 72/Cin, 3
2581] 72/Cin, 3
- 662 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(Firavun)
Hayvanlar; a) Buzağı, boğa, b) Nesr (kartal)
Cansızlar
Tabiat varlıkları; a) güneş, b) ay, c) yıldızlar (Şi’râ), d) Ba’l, e) ağaç (el-Uzzâ), kaya (el-lât, Menât)
İnsan eliyle yapılanlar; a) esnâm, evsân (Vedd, Yeğûs vb.), b) ensâb
Mücerred Varlıklar
1- Nefsin hevâsı, 2- şâri’, 3- dehr, 4- seneviyye 2582
Elfâz-ı Küfür ve Ef’âl-i Küfür
Elfâz'ın tekili olan lafız (lafz); söz, kelime ve ifade demektir. Küfür ise “kefera“ fiilinden mastar olup, sözlükte; bir şeyi örtmek anlamına gelir. Kalbindeki imanını örten kimseye de bu yüzden münkir veya kâfir denilmiştir. Bir terim olarak, kişiyi küfre düşüren ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere “elfâz-ı küfür“ adı verilir.
Ef'âl-i küfür, küfür fiil ve davranışları demektir. İnsanların bazı hareket, kıyafet ve davranışları küfre alâmet sayılmıştır. Bu fiillerin bir kısmı müslüman olmayan toplumlara benzemek kastıyla yapılan hareket ve davranışlardır. 2583
Hurâfe
Dinde olmadığı halde dindenmiş gibi uydurulup anlatılan hikâye ve rivâyetlere verilen ad. Bu çeşit rivâyetler ve hikâyeler tümüyle uydurma, hatta bir kısmı saçma sapan olduğu halde, tarih boyunca Islâm’a mal edilmiş, dinî bir kılıfla sunulmuşturlar. Hurâfe, aslında bir kişinin adıdır. Hurâfe adındaki bu kişi, aslı astarı olmayan hikâyeler anlatırmış. Dolaysıyla, Hurâfe’nin anlattıkları, Hurâfe’nin uydurdukları, Hurâfe’nin kullandığı deyimler zamanla, bu tür bütün uydurma rivâyetlerin ortak adı olmuştur.
Hurâfeler, dilden dile veya kitaplarla anlatılan rivâyetlerdir. Bunların sağlam bir asılları yoktur yani uydurma şeylerdir. Ancak dinî bir motifle, dine mal edilerek anlatılır. İşin önemli olan yanı da burasıdır. Hurâfeler yalnızca hikâyeden ibâret olsa, üzerinde durulmaz. Hikâye her yerde her zaman anlatılabilir, yazılabilir. Ancak bunlara uydurma ve yanlış oldukları halde İslâmî bir kılıf giydirilirse, o zaman iş değişir. Çünkü bu tür rivâyetler müslümanların saf inancına zarar vermektedir. Müslümanlar arasında dolaşan yanlış unsurların bir kısmı, yahudi ve hristiyan kaynaklarından aktarılmışlardır. Bunlara ‘israiliyyat’ denilir. Bir kısmı, dinden olmadığı halde din’e sonradan sokulan bid’atlerdir. Ki bunlar, uydurma oldukları halde, çok önemli dinî ibâdetler gibi algılanır ve yapılır. Bir kısmı, halk arasına yerleşmiş bâtıl, yani yanlış, İslâm dışı inançlardır. Hurâfeler, İslâm gerçekleriyle bağdaşmayan bâtıl inanışlar, uydurma hikâyeler ve çarpık davranışlardır.
Hurâfeler, bir taraftan müslümanların inançlarına zarar verirken bir taraftan da başkalarının, yeni yetişen nesillerin İslâm hakkında yanlış fikre sahip
2582] Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, s. 339-340
2583] Geniş bilgi için bk. Ahmed Kalkan, Kur’an Kavramları, Küfür Kavramı, kavram no: 122
ŞİRK
- 663 -
olmalarına sebep olur. Hurâfelerle örülmüş bir din, günümüzün gerçeklerinin çoğuyla bağdaşmaz. Hâlbuki İslâm, kâinattaki kevnî gerçeklerle uyuştuğu gibi, her çağın ve her ülkenin insanına hitap etmektedir. Günümüzde birçok felsefî, siyasî ve iktisadî düşünceler, birçok tavır ve anlayışlar birer bilimsel gerçek, birer değişmez inanç ilkeleri gibi sunulmaktadır. Hâlbuki bunların çoğu ya kişilerin kendi görüşleri, ya da zamanla modası geçecek şeylerdir. Bunların pek çoğu müslümanların saf inancını bozacak özelliktedir. Bunlara ‘modern hurâfeler’ dememiz mümkündür.2584 Cifircilik ve ebcedcilik gibi, “on dokuzculuk“, bilimcilik/bilimselcilik gibi doğrulukları tartışabilecek hususların din gibi veya dinin kesin ve bağlayıcı yorumu olarak kabulü de bu kabildendir.
Müslümanlar, hangi adla ve hangi kılıfla sunulursa sunulsun, her türlü hurâfeye karşı dikkat etmek zorundadırlar. 2585
Allah Teâlâ’nın Birliği ve Şirk
Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ’nın varlığını belirten birçok âyet-i kerime olmakla beraber, O’nun birliğinden bahseden âyetler, varlığını ifade eden âyetlerden daha çoktur. Allah Teâlâ’nın birliğinden bahseden ve çoğu Mekke’de inen âyetler, şirki reddedip tevhidi emreder. Bu âyetlerin bir kısmı Allah Teâlâ’nın ilâhlık vasfına yakışmayan; yaratılmışlık, âcizlik ve eksiklik ifade eden özelikleri reddetmek suretiyle O’nu tenzih eder. Bir kısmı da O’nun kâinatın yaratıcısı, nimet vericisi, tek sahibi ve hâkimi olduğunu belirtir.
Meselâ; Kur’an’da “Allah kendine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan da gerçekten büyük bir günah işlemiştir.“2586 buyrularak şirk reddedilirken; diğer bir sûrede: “De ki: O Allah birdir. Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır. Kendisi doğurmamıştır ve doğurulmamıştır.“2587 buyrularak tevhid en özlü biçimde vurgulanmaktadır.
Ebû Cehil gibi en azılı müşrikler, hatta şeytan bile Allah’ı inkâr edememiş, O’nu yaratıcı, tabiata hükmedici olarak kabul etmeye kendilerini mecbur hissetmişlerdi. Ama Allah’a sadece inanmak yeterli değildir. O’na hiçbir şeyi, hiçbir şekilde şirk koşmamak şarttır.
İnsanlar tarih boyunca Allah’ın varlığını doğrudan inkâr yerine ya müşrikler gibi O’na ortak koşarak şirke düşmüşler, ya da laiklik anlayışıyla O’nun bazı sıfat ve fiillerini inkâr ederek küfre düşmüşlerdir. Bu iki inkâr, iki şirk çeşidi arasındaki benzerlik ve farkları şöyle ifade etmek mümkündür:
Müşrikler Allah’ın varlığını, yaratıcılığını, rızık vericiliğini kabul ettikleri halde, vahdâniyetini inkâr ediyorlar, O’na putları ortak koşuyorlardı. Laiklik ise, Allah’ın rabbâniyetini inkâr ederek O’nu dünya hayatına, insanın gündelik yaşamına, toplumların yönetimi demeye gelen siyasete karıştırmak istememektir. Özetle, şirk vahdâniyeti; laiklik rabbâniyeti inkâr etmektir.
Şirk, Allah’ın zatında O’na ortaklar koşmakken; laiklik de Allah’ın sıfatlarında O’na ortaklar koşmak ve O’nun olan teşrî, terbiye etme, hüküm koyma
2584] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 279
2585] Geniş bilgi için bk. Ahmed Kalkan, Kur’an Kavramları, Atalar Yolu
2586] 3/Âl-i İmrân, 48
2587] 112/İhlâs, 1-4
- 664 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yetkilerini yaratandan alıp yaratılanlara devretmektir.
Şirkle laikliğin bu uygulamaları neticede aynı kapıya çıkıyordu: Hevâ ve heveslere uygun bir hayat sürmek; canları çekince çiğnedikleri, ya da değiştirdikleri, kurallarını kendilerinin belirlediği bir hayat...
Şirk de laiklik gibi hakkı ikiye paylaştırıp Allah’ın hakkını Allah’a, “Sezar“ları olan tâğutlarının hakkını da putlarına vermektir.
“Allah’ın birliği“ konusu, Akaid’in temel ve en önemli konusudur. Akaid ilmine bu yüzden Tevhid ilmi de denir. (Tevhid, birlemek, Allah’ı bir kabul etmek demektir. Yani, Allah’ın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde eşsiz olduğunu bilmek ve öylece inanmaktır.) İslâm Dini’ndeki tüm hükümlerin bir noktada Allah’ın birlenmesine (tevhide) dayandığı için, İslâm’a Tevhid dini; müslümanlara da muvahhid denilir.
Günümüzde Allah’ı sözde bir olarak kabul eden nice insanlar, hâkimiyet ve mutlak otorite konusuna gelince Allah’a ortaklar koşmaktadırlar. Allah’a ait bazı vasıfları başkalarına veren, başka şeyleri Allah’ı sever gibi seven, başkasından Allah’tan korkar gibi korkanlar Allah’ı gerçekten birlemiş olmazlar. Allah’ı kanunlarına, idarelerine, işlerine... karıştırmak istemeyenler tevhid eri vasfını kaybedip müşrik vasfını kazanırlar. “Onların çoğu, Allah’a, şirk koşmaksızın iman etmezler.“ 2588
Allah’ın varlık ve birliğini kabul etmenin, fert ve toplum hayatının her alanında ortaya çıkması zorunlu olan birtakım sonuçları vardır. Bir olan Allah’a iman etmek: Sadece O’nun hâkimiyetini kabul etmek, mutlak itaat edilecek otorite olarak O’nu tanımak, O’na ve emirlerine boyun eğmektir. Bir olan Allah’a iman; Allah’ın öngördüğü nizama aykırı olan her şeye karşı bir inkılâp hareketidir; bir başkaldırıdır. Allah’tan başka ilâhları reddettiğimiz, Allah’ı birlediğimiz yaşantımızın tüm boyutlarında kendini göstermelidir. Allah’a iman, çevreyi etkilemeyen, gayr-ı İslâmî vâkıayı kabullenen kuru ve edilgen yahut etkisiz bir iddia olamaz. Bir olan Allah’a iman etmenin zorunlu gereği; Allah’ın nizamını hayatına, düşünce ve inançlarına, ferdî, sosyal, siyasal, ekonomik, ahlâkî ve teabbudî (ibâdetle ilgili) bütün ilişkilerine hâkim kılmaya çalışmaktır.
Tevhid ve Tâğutlarla Mücadele
“De ki: ‘Ey kitap ehli! Bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah'a ibâdet edelim; O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; bazımız bazımızı Allah’tan başka rabler edinmesin..’ Eğer yüz çevirirlerse: ‘Şâhid olun, biz müslümanlarız’ deyin.“2589; “İman edenler Allah yolunda savaşırlar; küfredenler de tâğut yolunda savaşırlar. O halde, şeytanın dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır.“ 2590
Sosyal bir hayat nizamı olarak tevhid, halkın bilgisizliği ve şuursuzluğu üzerine dayalı veya onlara zulmetmek üzere kurulan cahilî ve tâğutî sistemleri temelden değiştirecek plan ve projeler sunar. Tevhid, sırf fikrî ve nazarî bir akide değil; eyleme yönelik, pratik çözüm yolları sunan bir sistemdir. Tevhid akidesi, yalnızca tabiat ötesi/metafizik konulara izah getiren ve ahlâk ile ilgili konularda
2588] 12/Yusuf, 106
2589] 3/Âl-i İmrân, 64
2590] 4/Nisâ, 76
ŞİRK
- 665 -
sözkonusu edilebilecek bir tasavvur değil; şirk temeli üzerine oturmuş tâğutî sistemlere karşı muvahhidlere planlı, programlı bir hareket mantığı sunan, inkılâpçı bir başkaldırıdır.
Tevhid akîdesi, pratik, eyleme dönük bir hareket ve câhiliyyeye, şirk temeline dayanan sistemlere bir başkaldırı ve de müstekbir, zâlim tâğutlara karşı siyasî, iktisadî, sosyal ve hukukî bir sistem olmasaydı, tarih boyunca bu akîdeyi kavimlerine sunan bütün peygamberlere karşı savaş açılır mıydı?
İslâm güneşinin doğduğu sıralarda Mekke’de hayatlarını sürdüren “Hanifler“in konumu, bu konuda ışık tutması bakımından oldukça önemlidir. Peygamberimiz’e peygamberlik görevi verileceği dönemde Mekke’de Hz. İbrahim’in şeriatı üzerine yaşayış sürdürdüklerini iddia eden Hanif dini taraftarları vardı. Bunlar, putlara tapmaktan vazgeçerek Hz. İbrahim’in dinine girmişlerdi. Bunlar, Allah’ı birliyor ve kavimlerinin putları adına kestikleri kurbanları yemiyorlardı. Panayırlarda tevhidin hakikatı ile ilgili nutuklar söylüyorlar, putların bâtıllığına dair deliller getiriyorlar ve onlara tapmamayı öğütlüyorlardı.
Ne var ki, Hanif dininden olduğunu iddia eden bu kimselerin savundukları düşünce, sadece zihinde taşınan, salt fikir ve kuramsal inanış ve anlayış olmaktan öteye gitmiyordu. O yüzden müşrik Mekke toplumunda en ufak fikrî ve pratik bir etkinlikleri yoktu. O putperest toplumda ortaya koydukları fikirler, sadece nazarî inanç biçimiydi. Bunun için de bu kimseler, şirk temeline dayalı o cahilî toplumda müşrik putperestlerle aynı ortamda, birbirleriyle fiilî olarak çatışmadan yaşıyorlar ve bu konumları kendilerini fazla rahatsız etmiyordu. Kokuşmuş bu küfrî toplum düzeninin geleneği, göreneği, örf ve âdetlerinin pratik olarak içindeydiler. Bu yüzden, pratik yaşamdan uzak bulunan ve sadece nazariye olmaktan öteye gitmeyen tevhid akîdesine bağlı olmaları, onları o haysiyetsiz yaşayış tarzından, cahilî ortamdan ve kokuşmuş zulüm tasallutu altında zelil bir hayat sürdürmekten uzaklaştırmıyordu.
İslâmî dâvetin en önemli ve temel maddesi, tevhidin ispatı ve şirkin reddi olduğu için, câhilî Mekke atmosferinde, yerleşik şirk düzeni içerisinde gündeme gelen tevhid akîdesi, özel bir yaşam biçimini göstererek, inkılâbçı bir kimlikle işe başladı. İslâm’ın siyasî, iktisadî ve sosyal bir sistemin ve hayatın bütün alanlarına hükmeden bir nizamın adı olduğu net bir şekilde ilân edildi. Şirkin her çeşidinin çürütüldüğü deliller ileri sürüldü ve gâyet özlü bir şekilde insanlar tevhide davet edildi. Tevhid fikri anlatılırken, sadece zihinsel olarak Allah’ın var oluşu değil; O’nun tek oluşunun anlamı ve bu akîdeye olan ihtiyaç da anlatıldı. İşte Rasûlullah’ın (s.a.s.) kavmine sunduğu tevhid anlayışı ile Hanifler’in savundukları tevhid fikri arasındaki temel fark bu noktada odaklaşıyor: Bir yanda hayatın bütün alanlarına hükmeden, hem zihinsel, fikirsel ve hem de pratiğe yansıyan bir akîde; diğer yanda sadece zihinde yer eden, sadece kalpte yer tutan ve pratiğe indirgenemeyen, hayata geçirilemeyen bir inanç...
Peygamberimiz, risâlet ile görevlendirildikten sonra yaptığı ilk iş, inanç ve amele dayanan, teorisi ve pratiği olan gerçek tevhid anlayışını yerleştirmek olduğu için Mekke’nin egemen güçleri, idâreyi ellerinde tutan müstekbirler, kendisine karşı savaş başlattılar. Savunduğu bu saf akîde, Peygamberimiz’i kâfirlerle karşı karşıya getirdi. Kâfirler, kendisine has, özel bir yaşam biçimi sunan bu akîdenin, kendi câhilî sistemleriyle asla uzlaşmaya girmeyeceğini, yeryüzünde
- 666 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tâğutî rejimlerle sürekli ve amansız bir mücadele içerisinde olacağını, kısacası küfre karşı devamlı bir savaşım vereceğini kesinkes anladılar. Tevhidin, uygulamaya ve tâğutî düzenlere karşı başkaldırı ilânı olduğu anlayışı, onların neden, daha önce aynı akîdeyi savunan Hanifler’e karşı en ufak bir tepki göstermezken, Hz. Peygamber ve onunla beraber olanlara karşı şiddetli bir savaşın içerisine girdiklerini açıkça ortaya koyuyor.
Şirk Ehli Müşriklerle Mücâdele
“İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun Rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin muhasebesi ise Allah'a aittir.“ 2591
Şirk ehliyle, müşriklerle mücâdele esastır. Müslüman, zaman ve şartların durumuna göre savaşmıyorsa bile onlara en azından “Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza ibâdet etmem. Sizin dininiz size; benim dinim bana!“2592 deyip, onları reddettiğini göstermek zorundadır. “Size de, Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylerinize, putlarınıza da yuh olsun! Siz, akıllanmaz mısınız?“ 2593
İslâm dininin en temel esası tevhiddir. Tevhid kelimesi ise, “Lâ ilâhe illâllah“tır. Mânâsı: Allah’tan başka ilâh yoktur, yani bütün kâinatta Allah’tan başka ibâdet edilmeye, O’nun dışında mutlak olarak itaat edilmeye ve boyun eğilmeye lâyık kimse yoktur. Dikkat etmek gerekir ki kelime-i tevhid önce Allah’tan başka diğer ilâhları reddetmekle başlıyor. Müslüman, önce Allah’tan başka bütün ilâhları reddetmeli ve ilâh olarak sadece Allah’ı kabul etmelidir.
İslâm dininin ilk indiği zamanlarda -tıpkı bugün olduğu gibi- şirk hâkimdi. İnsanlar putlara tapıyorlar, ilâhlık vasıflarını insanlara ve bazı varlıklara veriyorlardı. Araplar, melekleri Allah’ın kızları olarak kabul ediyorlar, ehl-i kitap olan yahûdi ve hristiyanlar da, Allah’a oğullar isnat ediyorlardı. Helâl ve haram koyma yetkilerini din adamlarına vererek, onları ilâh ediniyorlardı. Peygamberimiz’in bu ortamda en küçük bir tâviz vermeden sürdürdüğü tebliğde, en çok vurguladığı konu tevhiddi. Esasen insanlık tarihi, Allah’a hakkıyla iman edenlerle, şirk koşanların, birden fazla ilâha inananların kavgasından ibârettir.
Kur’ân-ı Kerim baştan sona kadar tevhid’den söz etmektedir. Bütün peygamberler tevhid’i ikame etsinler diye gönderilmişlerdir. Kur’an’a baktığımız zaman, bütün peygamberlerin üzerinde ısrarla durdukları ve insanların kavramaları için her türlü zorluklara katlandıkları hususlar; Allah’ın her hususta, yani hayatın her sahasında “tek“ olarak kabul edilmesi ve O’na kesinlikle şirk koşulmamasıdır. Tevhid, insanın hayatındaki düşünceden başlayarak, günlük hayatındaki her tavrına kadar, Allah’ın belirlediği sınırlara uyması, onların korunması için seferber olması ve Allah’ın ortaya koyduğu ölçü ve onun pratikteki şekli olan sünnetin yaşanılmasıdır.
2591] Buhâri, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104; Tirmizî, Tefsir 78; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10
2592] 109/Kâfirun, 1, 6
2593] 21/Enbiyâ, 67
ŞİRK
- 667 -
Müşrik
“Müşrik“, ‘şirk’ kökünden türemiştir ve ‘şirk koşan’ demektir. ‘Müşrik’, ‘eşrake’ fiilinin fâil ismidir. Allah’a ortak koşan demektir.
Müşrik, açıktan açığa Allah’a sıfatlarında ve fiillerinde ortak koşan kimsedir. O görünüşte Allah’ın varlığını kabul etmektedir. Ama ya birden fazla ilâha inanır, ya Allah’a ait sıfatları başka ilâhlara verir, ya da Allah’ın fiillerini (yaptıklarını) başka ilâhların da, başka şeylerin de yapabileceğini kabul eder.
Müşrik, Kur’an dilinde iki ayrı anlama gelir. Biri açık (zâhirî), diğeri de gerçek (hakiki)dir. Açıktan müşrik, çok açık bir şekilde Allah’a ortak koşan, birden fazla ilâhın olduğuna inanan kimsedir. Bu anlam açısından bakılırsa Hristiyan ve Yahûdilere müşrik denmez. Gerçek (hakiki) müşrik, Tevhid dinini tanımayıp, İslâm’ı kabul etmeyen bütün gayri müslimlerdir. Çünkü hıristıyanlar; Hz. İsa’ya, yahûdiler; Hz. Uzeyr’e Allah’ın oğlu demektedirler. Onlar böyle inanmakla beraber bir Allah fikrini de kabul ederler. Onlar dışarıdan bakınca tek Allah inancını benimseseler bile müşriktirler.2594 İslâm’ın iman esaslarını kabul etmedikleri için mutlak anlamda müşrik olurlar. Hatta Kur’ân-ı Kerim, kitap ehline bazen ‘kâfir’ (inkârcı) bile demektedir. “Ne kitap ehlinin kâfirleri ve ne de müşrikler Rabbinizden size bir iyilik inmesini isterler.“2595; “Şüphesiz ‘Allah, Meryem oğlu Mesîh’tir’ diyenler andolsun ki kâfir olmuşlardır...“2596; “Andolsun ‘Allah, üçün üçüncüsüdür’ diyenler de kâfir olmuşlardır. Hâlbuki bir tek Allah’tan başka hiçbir tanrı yoktur.“2597 Müşrik ile kâfir arasında esasta bir fark yoktur. Ancak kâfirlik, müşrikliğe göre biraz daha geniştir. Kur’ân-ı Kerim, Allah’a şirk koşanların da, O’nu inkâr edenlerin de büyük bir sapıklık içinde olduklarını belirtiyor.2598 Kâfir, Allah’ı doğrudan inkâr eder, müşrik ise, Allah’ın varlığına iman ettiği halde, O’nun ilâhlık ve Rabb’lik sıfatlarına başkalarını da ortak eder. Allah’a şirk koşmanın küfr olduğu konusunda hiçbir şüphe yoktur. Müşrikler özellikle Allah’ın ilâhlık sıfatını kabul etmemekte, bu ilâhlığı başka varlıklara vermektedirler.
Şirk İnancının Ortaya Çıkması: Tevhid Dini üzerine şekillenmiş topluluklar, gerek münâfıkların gerekse, haddi aşanların (bağîlerin) yüzünden zayıflar ve parçalanırlar. Zaman içerisinde insanlar giderek Tevhid inancından ve İslâmî hayattan uzaklaşırlar. Parçalanan toplum, Tevhidden uzaklaşan insanlar başka yollara, başka inançlara saparlar. Bazı insanlar dünya hayatını âhiret hayatına tercih ederler. Hevâsına (kendi görüşüne) uyan birtakım kimseler, kendi uydurdukları dinleri veya ilkeleri din edinmeye başlarlar. Başkalarına da bu uydurma dini dayatırlar. Böylece, insanlardan bir kısmı ‘müşrik’ olurlar, bir ve tek olan Allah’a ibâdet yerine başka ilâhlara da kulluk yapma yanlışlığı ortaya çıkmaya başlar.
Nefislerine uyarak bağî olan azgınlar, Tevhid toplumunu şirk toplumuna çevirirler. Bütün insanlarda yaratılıştan ibâdet, duâ, sığınma isteği, kendisinden üstün saydığı varlıktan yardım istemeye duyguları vardır. Bütün toplumların, hayatlarını düzenleyici kanunları, bağlandıkları değer yargıları vardır. Tevhid toplumundaki mü’minler, tek olan Allah’a kulluk yaparlar. O’na duâ ederler, O’na
2594] 22/Hacc, 17
2595] 2/Bakara, 105
2596] 5/Mâide, 17
2597] 5/Mâide, 73
2598] 4/Nisâ, 116
- 668 -
KUR’AN KAVRAMLARI
el açarlar. O’nun gönderdiği ilkeler doğrultusunda hayatlarını sürdürürler, toplumsal düzenlerini sağlarlar. Ancak şirk toplumlarında insanlar birden çok ilâh edinirler. Kimileri kendi nefsine, kimileri tabiat güçlerine, kimileri ata ruhuna, kimileri hayvanlara, kimileri güneşe, kimileri liderlerine ilâhlık özelliği verirler. Allah’a ait sıfatları ve özellikleri bunlarda ararlar.
Müşrikler, sebepleri Yaratan Allah’a değil de sebeplerin kendisinde ilâhlık görürler. Tapınmak için putlar edinirler. Putların kendilerini Allah’a yaklaştıracağını sanırlar. 2599
Müşriklerin Özellikleri
Kur’ân-ı Kerim, inkârcılara bazen kâfir, bazen de müşrik demektedir. Bu onların yaptıkları işlere, takındıkları tavırlara göre verilen bir isimlendirmedir. İnkâr açısından ikisi arasında fazla bir fark bulunmamaktadır. Kur’an, müşrikleri tanıtırken, yalnızca Firavun’a iman edenleri, Hz. Muhammed’e karşı çıkan Mekkeli müşrikleri değil; hem onları hem de tüm zamanlar boyunca olabilecek bütün müşriklerin özelliklerini tanıtıyor. Şirkin nasıl bir şey olduğunu ortaya koyarak, insanları sakındırıyor.
Kâinatın Rabbi Allah (c.c.) bütün kemal (üstün) sıfatlara sahip, bir ve tek olan, başlangıcı ve sonu olmayan, yaratıklardan hiçbirine benzemeyen, her şeyin sahibi, çok güçlü ve kudretli, emir ve hüküm sahibi olan, istediği şeyi istediği gibi yaratan, varlığı her şeyi kuşatan, yalnızca kendisine ibâdet edilen tek İlâh’tır. Canlıların rızkını O verir. O öldüren ve diriltendir. Mülk O’nundur. O yaratıcıdır (Hâlık) ve O’nun dışında her şey yaratılmış (mahlûk)tır.
İşte Allah (c.c.)’a ait bu ve buna benzer sıfatları başkasına veren müşriktir. Evrende olan olayları Allah’ın yarattığını kabul etmeyip, bunların tabiat (doğa) tarafından yaratıldığına inanan müşriktir. Tabiatı veya diğer sebepleri yaratılan değil de, yaratıcı gibi kabul eden müşriktir. Yeryüzünün ve insan irâdesinin dışındaki bütün oluşumlara ait tasarruf Allah’ın elindedir. Müşrikler, bu tasarruf hakkını başkalarına da verirler. Hayatın her alanına ilâhî hükümler koyma yetkisi Allah’ındır. Ancak müşrikler, Allah’ın bu yetkisine saldırarak, ya kendileri adlarına, ya da başka bir insan veya put adına hüküm koyarlar.
İnsanları Allah yaratmıştır. Dolaysıyla onlar Allah’ın kullarıdır. İbâdet yalnızca Allah’a yapılır. Ama müşrikler Allah’tan başkasına da kulluk yaparlar. O’nun dışındaki varlıkların da önünde tıpkı bir ilâh gibi secde ederler. Kendi hevâ ve hevesleri doğrultusunda insanlar adına, bir ulus ve ideoloji adına hükümler/yasalar koyarlar ve bunlara kalpten bağlanır, Allah’ın hükümlerini bir tarafa atarlar. Bunlar şirk koşmaktadırlar.
Allah’ın helâl ve haram ölçülerini kabul etmeyip, O’nun gönderdiği ilkeleri bir tarafa atarak, kendi arzusuna göre helâl ve haram ölçüleri koyanlar; insanların, partilerin, devletlerin veya örgütlerin koyduğu haram ve helâl ölçülerini kabul edenler müşrik olurlar. Bir insanın, bir örgütün, bir ideolojinin görüşlerini, hükümlerini Allah’ın hükümlerinden daha doğru, daha çağdaş, daha iyi bulanlar, Allah yerine başka ilâh tanımış olurlar.2600 Allah’a ait görme, haberdar olma, mutlak anlamda ilâhî yardım yapma, günahları affetme, gözetleme gibi
2599] 39/ Zümer, 3
2600] 9/Tevbe, 31
ŞİRK
- 669 -
sıfatları varlıklara veya insanlara verenler müşrik olmuşlardır. Söz gelimi, bağlanılan şeyhlerin çok uzak yerlerden öğrencilerini (müridlerini) evlerinin içinde bile gördüğünü, ibâdet veya zikirleri ancak şeyhlerin Allah’a ulaştırabileceğini, şeyhlerin diledikleri yere diledikleri zaman gidebileceklerini, istedikleri zaman kerâmet gösterebileceklerini kabul etmek, şüphesiz ki şirke çok benzemektedir.
Ölmüş veya yaşayan kimi insanların ilkelerini mutlak hüküm ve ilke saymak, onların görüşlerini en üstün, hatta Allah’ın âyetlerinden daha yüce saymak, ölünün mezarı başına gidip, ona hesap vermek şirkin, yani Allah’a ortak bulmanın ta kendisidir. Çünkü Allah’a ait sıfatlar bir ölümlüye veya ölmüşe verilmektedir. Tekrar edelim ki, ister bir başka insanın, ister insanın kendi hevâsının, ister bir grubun, isterse bir coğrafyanın olsun; Allah’ın ilâhlığına ait bir özelliği onlarda görmek, onlarda da aynı özelliklerin var olduğuna inanmak şirktir. Bunu yapanlar da müşriktirler. İslâm ülkelerinde bazı adamlar, müslümanlık iddia etmelerine rağmen, batı dünyasından gelen bütün fikirleri, bütün ölçüleri en üstün sayarlar. Onlara, ‘bakınız Allahımız şöyle buyuruyor’ denildiği zaman, “o din işi“, “o ayrı“ ayrı derler.
Görüldüğü gibi müşriklik, inkârcılıktan çok, Allah var denildiği halde, Allah’a benzer ilâhlar bulmanın, O’na ait özellikleri varlıklara da verip onları da Allah gibi üstün tutmanın adıdır. İslâm’ın mücadele ettiği en önemli inkâr işte bu şirk anlayışıdır. İslâm geldiği zaman Mekkeliler tanrısız değillerdi. Evreni Allah’ın yarattığını, rızkı O’nun verdiğini kabul ediyorlardı. Ama O’na putları ortak ediyor, başka şeylere kulluk yapıyorlardı.2601 Günümüzde müslümanların sakınması gereken temel tehlike budur.
Kur’ân-ı Kerim, müşriklere ait bazı özel durumlara da dikkat çekmektedir: Şirk en büyük zulümdür, öyleyse müşrikler aynı zamanda zâlimdirler.2602 Müşrikler, gerçek ilme değil; zanna (sanrıya, tahmin ve teorilere) uyarlar. Onlar ilmin, aydınlığın, doğrunun peşinde olduklarını söylerler, ama onların gerçek sandığı şey, Allah katında bir değer ifade etmez. Onlar sıkışınca Allah’a duâ eder, yalvarırlar, ama rahata ve refaha kavuşunca Allah’ın âyetlerinden yüz çevirirler.2603 Putlarını, yani Allah’a eş koştukları şeyleri çok severler, onlara candan bağlıdırlar. 2604
İslâm’ın teklifleri müşriklere çok ağır gelir.2605 Onlar mü’minleri sevmezler, devamlı düşmanlık beslerler. Dünyaya aşırı bağlıdırlar.2606 İslâm’a karşı çıkışları noktasında tutarlı değillerdir. Yaptıkları işler sebebiyle Allah katında suçlu (mücrim) olmuşlardır. 2607
İrtidat ve Mürted
İrtidat, Arapça bir kelime olup, ridde’nin türevidir. Reddetmek, geri çevirmek ve bir işten rücû etmek gibi manalara gelir. Istılâhta, iman ettikten sonra, İslâm’dan dönmeye verilen isimdir. İslâm dinini terkedip başka bir dine geçmek
2601] 31/Lokman, 25
2602] 31/Lokman, 13
2603] 17/İsrâ, 67
2604] 37/Saffât, 35-36
2605] 42/Şûrâ, 111
2606] 2/Bakara, 96
2607] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 472-476
- 670 -
KUR’AN KAVRAMLARI
veya eski inancına dönmeye irtidat; bunu yapan kimseye de “mürted“ denir.
Kur’an’da irtidatla ilgili şöyle buyrulur: “Sizden kim irtidat eder (dininden döner) ve kâfir olarak ölürse, işte onların dünya ve âhirette amelleri boşa çıkmıştır ve onlar cehennem ehlidir, orada ebedî kalacaklardır.“2608; “Kim imanı küfürle değiştirirse, şüphesiz o, dümdüz yolun ortasında sapıtmıştır.“ 2609
İrtidat edip, dinden dönen, İslâm’ı terkedip küfrü veya şirki seçen kimse. İslâm’dan çıkma olayına ‘ridde’ veya ‘irtidat’ denilmektedir. Mürted, müslümanlığı kendi isteğiyle, hiçbir baskı olmadan seçtiği halde, sonradan çeşitli nedenlerle yine kendi arzusu ile terkeden, küfrünü açıkça ortaya koyan insandır. Kur’ân-ı Kerim, böylelerinin çirkin durumunu açıklayarak onları kötü bir âkıbetin/sonucun beklediğini haber veriyor. 2610
Mürtedin Kişiliği: Mürted, kişilik zaafı (zayıflığı) olan biridir. Doğru bir bilgiye ve sağlam bir görüşe sahip olamamıştır. İnandım dediği dini yeterince benimsememiştir. Bir başka fikir veya inanç, hoşuna giden bir dünyalık onu daha çok etkilemiştir. ‘İslâm’dan çıkarsam, gayri müslimlerin safına geçersem maddî bir çıkar kazanabilirim’ diye düşünmüştür. Kendisine çok süslü gösterilen, İslâm dışı hayat şekilleri daha çok hoşuna gitmiştir. Nefsinin arzuları kabarıp taşmıştır. Çok şey istemektedir, birçok şeyden zevk alma arzusundadır, ama müslüman kaldığı müddetçe bunlara ulaşması zordur. Zaten pamuk ipliği ile bağlı olduğu İslâm bağını hemen koparıp atmaktadır.
Mürtedlik aslında sıradan bir mesele değildir. Allah katında din seçmek insan varlığı için en önemli olaydır. Âlemlerin Rabbi, insana değer veriyor, onu kendisine muhâtap (hitap edilecek kişi) olarak kabul ediyor, deyim yerindeyse, insanı ‘adam yerine koyuyor’. Ona elçiler ve din gönderiyor, ona doğru yolu gösteriyor. Buna karşın insanların bir kısmı buna aldırmıyor yahut elçilerle gelen dâvete karşı çıkıyor, ya da onu eğlenceye alıyor. Bunun bir belirtisi olarak da bazen inandığını söylüyor, bazen de bu inandığı dini terkediyor. Kimileri de dışarıdan inanmış gibi görünüyor, ancak içinden inkârcılığa devam ediyor. Aslında pek de âciz olan ve ölünce mutlaka Rabbinin huzuruna çıkacak olan insanın bu denli cesur olması, cür’ette bulunması, korkmaması, yaptığı işin sonunu düşünmemesi ne kadar acıdır!
Kendisine verilen değeri anlamayan ve değerini çok çok yüceltecek olan ilâhî dâvete kulak vermeyen insandan daha akılsızı, daha bedbahtı (şanssızı) var mıdır? Böyleleri bile bile zararlı ve kötü olanı tercih ediyorlar, derecelerini kendi elleriyle alçaltıyorlar. Bir kısmı da kurtuluş ve mutluluğun adı olan İslâm’ı kabul ettikten sonra şu veya bu sebepten dolayı onu terkediyorlar. Onu ya beğenmiyorlar, ya küçümsüyorlar, ya da çıkarlarına engel görüyorlar.
Hangi sebeple olursa olsun bu tavır Allah’ın sevmediği bir tavırdır. Bu davranış âlemlerin Rabbi Allah ve O’nun aziz dini İslâm ile -hâşâ- dalga geçmek gibidir. Bu bir ciddiyetsizlik, câhillik ve dönekliktir. İslâm’a göre, elbette din ve inanç hürriyeti vardır. İsteyen istediği dini ve yaşama biçimini seçebilir. Bu konudaki seçim hakkı bireyin kendisine aittir. Onu hiçbir kimse bir inanca ve ideolojiye
2608] 2/Bakara, 217
2609] 2/Bakara, 108
2610] 2/Bakara, 217
ŞİRK
- 671 -
bağlanmaya zorlayamaz. Herkesin cehenneme gitme, orayı tercih etme özgürlüğü vardır. Ancak bir kimsenin İslâm’ı din olarak seçtikten sonra onu terketmesi hem onun için çok önemli bir kayıp, hem müslüman toplum için bir sorun, hem de İslâm’ın yüceliğine gölge düşüren bir durumdur.
Mürtedliğe Yol Açan Sebepler: Mürtedlerin İslâm’dan dönmelerinin birkaç sebebi olablir:
1- İslâm’ı ve onun hükümlerini beğenmemek,
2- İslâm’ı çıkarlarına ve zevklerine engel görmek,
3- Dünyalık bir makam elde etme ihtirası,
4- İman zayıflığı veya İslâm’ı yeterince tanımama,
5- Gayri müslimlere özenme, onların zevk içinde yaşamalarına imrenme ve onları bazı konularda üstün ve ileri kabul etme anlayışı ve diğer sebepler.
Bir Müslümanı Mürted Yapan Tavırlar: Bir müslümanın İslâm’dan çıkmasına sebep olacak bazı durumları şöylece özetleyebiliriz.
Müslüman olduğu halde, Allah’a şirk koşmak; Allah’ın dışında bir kimseye, bir otoriteye, putlara tapınmak, Allah’tan istenecek yardımı ölülerden veya mezarlardan istemek, birtakım örgütleri veya devletleri Allah gibi düşünmek, kişiyi İslâm’dan çıkarır, mürted yapar.
İslâm’ın küfr veya kâfirlik dediği şeyler konusunda şüphe etmek; İslâm da bellidir, onun dışındaki bâtıl yollar da bellidir. Küfür olan konularla ilgili olarak “acaba onlar da doğru olabilir mi?“ düşüncesi İslâm inancına aykırıdır. Onlar doğru olsaydı, İslâm’ın Hz. Muhammed ve Kur’an’la gönderilmesine ne lüzum vardı? Bütün bâtıl dinler, bütün İslâm dışı ideolojiler, insanlar adına nisbet edilen hayat sistemleri İslâm tarafından reddedilmektedir (Komünizm, Hinduizm, Hristiyanlık, demokrasi, Marksizim, laisizm, Kemalizm ve diğerleri).
Peygamberimiz’in bize bildirdiği bazı şeyleri beğenmemek, onlara karşı yüzü buruşturmak, râzı olmamak.2611
Müslümanlara karşı kâfirlerle işbirliği yapmak, onlara yardım etmek.2612
İslâm’ın ilkelerine, şeriata karşı gelmek, onlarla alay etmek, onların yerine başka otoritelerin veya kişilerin görüşlerini daha iyi, güzel veya çağdaş bulmak.
Kesin deliller ile ümmetin icmâsı ile sâbit olmuş, dinden sayılan hükümlere karşı gelmek, onları kabul etmemek.
Bunlar veya bunlara benzer davranışlar ve sözler bir müslümanı dinden çıkarabilir, mürted yapabilir. Bunlar birer hükümdür ve müslümanları din konusunda dikkatli olmaya teşviktir ve onları tehlikeden sakındırmaktır. Kişi ya inanır, ya inanmaz. Ama tutarlı olması gerekir; inandığı dinin gösterdiği gibi inanması ve yaşaması lâzımdır. İslâm, Allah’ın dinidir ve ona nasıl inanılması gerektiği ortaya konulmuştur. O, insanların görüşü değildir ki, dileyen dilediği gibi kullansın.
2611] 47/Muhammed, 9
2612] 9/Tevbe, 65-66
- 672 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mürtede Karşı Tavır
Bu konuda dikkatli olmak mecbûriyeti vardır. Önüne gelene, ‘kâfir’ damgası vurmak demek olan “tekfir hastalığı“na düşmemek, rastgele câhil müslümanlara ‘mürted’ mührü vurmamak gerekir. İnsanların yetişme tarzı, bilgilerinin azlığı, o bilgileri kullanma tavrı, İslâm’ı öğrenme kaynakları gözönüne alınmadan ‘tekfir’ etmek çok yanlıştır. Bir müslümanı onu dinden çıkaran davranış ve söz üzerinde bulursak, onun yanlışlığını düzeltmeye çalışmamız gerekir. Rastgele ‘kâfir’ damgası vurmak hem görevimiz değil, hem de müslümanların sayısını azaltmaktır. Sayımızın azlığı ancak düşmanlarımızı sevindirir.
Mürted’e verilecek ceza konusunda fıkıhçıların değişik görüşleri var. Bazıları, eğer toplu irtidat olmuşsa bu; İslâm toplumunun veya devletin güvenliğini ilgilendirdiği için, onlarla topluca savaşılır, zararları def edilir demektedirler. 2613
Hanefî fıkhına göre İslâm’dan çıktığını açıkça gösteren söz, tutum ve davranışlarda bulunan kişi, mürted sayılır ve tevbe etmediği takdirde idam edilir. Mürted ile kâfir arasında çok önemli bir fark vardır. Şöyle ki; mürted, İslâm’ın Allah indinde yegâne din olduğunu ve kudsiyetini bildiği halde; dünya menfaati, hırs, hased, kin veya bunun gibi duygularla dinini terketmiştir. Bu duygular, mürtedi müslümanlara karşı harbî (muhârip, savaşçı) durumuna getirir. Çünkü irtidatla birlikte sahip olduğu ismet-i şahsiyetini (kişisel mâsumluk ve dokunulmazlığını) kaybetmiştir. Gayr-i müslim olan kâfir ise, dâvete muhtaçtır. İslâm hakkında doğru bir bilgiye sahip değildir.
İbn Âbidin: “İrtidat eden ve muhârip durumuna geçen kimsenin öldürülmesi, dinin muhâfazası için zarûridir. Çünkü dinin muhâfazası, maslahatların en üstünüdür“ hükmünü zikreder. Hanefî fukahâsı: “irtidat eden erkeğin öldürülmesinde, kadının ise hapsedilmesinde müttefiktir. Çünkü kadın, muhârip (savaşçı) durumunda değildir.“ Bu noktada şunu hatırlatmakta fayda vardır: Mürted olan erkek derhal öldürülmez; önce irtidat sebebi araştırılıp, şüpheye düştüğü husus izah edilir ve tecdîd-i imana dâvet edilir. Bütün bunlardan sonra, durum değişmezse ulu’l-emr tarafından öldürülür. Bu cezayı herhangi bir mü’min, kendi şahsî değerlendirmesiyle yapamaz. Çünkü velâyete tecâvüz câiz değildir. Ulu’l-emr, bütün ümmetin velâyetine sahiptir. 2614
Günümüzde batılı ülkelerin ulaştığı zenginlik ve kalkınma birçok zayıf imanlı müslümanı onlara hayran ediyor. Bir kısmı da onların İslâm’a uymayan fikirlerini, hayat şekillerini benimsiyor, onlar gibi olmaya çalışıyor. Bu, İslâm’ı bilmemenin ve ona imanın zayıf olmasının bir sonucudur. Bazı müslümanlar da yönetildikleri rejimler tarafından İslâm dışı ideolojilere, uyguladıkları eğitim, medya ve devlet politikasıyla inandırılmaya, İslâm’dan koparılmaya çalışılıyor.
Bugün yapılması gereken, ‘falanca adam küfür sözü söyledi, şu söz ve davranışıyla şirke düştü; mürted oldu, müşrik oldu, ona hangi cezayı verelim?’ diye fetvâ arayışı değil; İslâm’ın, güzellikler ve kurtuluş yolu olduğunu en güzel yolla insanlara ulaştırmak, hatayı biraz da kendimizde arayıp zayıf müslümanların dinden uzaklaşma sebeplerini azaltmaya çalışmaktır. Şirk konusu, bu bilgileri çevremizdeki düzenin kurbanı ve câhil insanlar için kılıç gibi kullanmak için
2613] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 457-459
2614] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 214
ŞİRK
- 673 -
öğrenilmez. Kendimizi, en küçük bir ihtimalle bile şirke düşürebilecek davranışlardan şiddetle sakınmamız ve insanları bu hale getiren bataklıkla mücâdele etmeyi, şirk düzeni ile mücâdele edilmeden bunun önünün alınamayacağını idrâk etmek ve insanları en büyük tehlike olan bu belâdan kurtarmanın yollarını aramak, tebliğ etmek, canlı Kur’an olmaya çalışıp tevhidi bayraklaştırdığımızı davranışlarımızla ispat etmek için olmalıdır.
“İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.“2615
Peygamberimiz (s.a.s.), mü’minlere şöyle duâ etmelerini tavsiye ediyor: “Bile bile şirk koşmaktan Allah’a sığınırım, bilmediklerimden de Senden af dilerim“.
Selâm olsun, şirkin en küçüğünden ve en gizlisinden bile kaçan tevhidî söyleme ve eyleme sahip olan muvahhid gençlere!
2615] 6/En’âm, 82
- 674 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şirkle İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Şirk Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 167 Yerde): 2/Bakara, 96, 105, 135, 221, 221, 221, 221; 3/Âl-i İmrân, 64, 67, 95, 151, 186; 4/Nisâ, 12, 36, 48, 48, 116, 116; 5/Mâide, 72, 82; 6/En’âm, 14, 19, 22, 22, 23, 41, 64, 78, 79, 80, 81, 81, 88, 94, 100, 106, 107, 121, 136, 136, 136, 137, 137, 139, 148, 148, 151, 161, 163; 7/A’râf, 33, 173, 190, 190, 191, 195; 9/Tevbe, 1, 3, 4, 5, 6, 7, 17, 28, 31, 33, 36, 113; 10/Yûnus, 18, 28, 28, 28, 34, 35, 66, 71, 105; 11/Hûd, 54; 12/Yûsuf, 38, 106, 108; 13/Ra’d, 16, 33, 36; 14/İbrâhim, 22; 15/Hıcr, 94; 16/Nahl, 1, 3, 27, 35, 54, 86, 86, 86, 100, 120, 123; 17/İsrâ, 64, 111; 18/Kehf, 26, 38, 42, 52, 110; 20/Tâhâ, 32; 22/Hacc, 17, 26, 31, 31; 23/Mü’minûn, 59, 92; 24/Nûr, 3, 3, 55; 25/Furkan, 2; 27/Neml, 59, 63; 28/Kasas, 62, 64, 68, 74, 87; 29/Ankebût, 8, 65; 30/Rûm, 13, 13, 28, 31, 33, 35, 40, 40, 42; 31/Lokman, 13, 13, 15; 33/Ahzâb, 73, 73; 34/Sebe’, 22, 27; 35/Fâtır, 14, 40, 40; 37/Sâffât, 33; 39/Zümer, 29, 65, 67; 40/Mü’min, 12, 42, 73, 84; 41/Fussılet, 6, 47; 42/Şûrâ, 13, 21; 43/Zuhruf, 39; 46/Ahkaf, 4; 48/Fetih, 6, 6; 52/Tûr, 43; 59/Haşr, 23; 60/Mümtehıne, 12; 61/Saff, 9; 68/Kalem, 41, 41; 72/Cinn, 2, 20; 98/Beyyine, 1, 6.
B- Şirk Konusundaki Âyetler
a- Allah'a Eş/Şirk Koşmak: 4/Nisâ, 36, 48, 116; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23, 39; 29/Ankebût, 68; 33/Ahzâb, 57.
b- Şirkin Misali: 30/Rûm, 28.
c- Şirk Büyük Bir Zulümdür: 31/Lokman, 13.
d- Hevâ ve Hevesi Putlaştırmak: 45/Câsiye, 23, 47/Muhammed, 12.
e- Allah'a Çocuk İsnâd Edenler: 18/Kehf, 5, 102; 19/Meryem, 88-92.
f- Allah'a Eş Koşmak Haramdır: 7/A’râf, 33; 16/Nahl, 74; 22/Hacc, 31.
g- Putlara Tapmak: 5/Mâide, 76; 23/Mü’minûn, 117; 46/Ahkaf, 5.
h- Allah, Kendisine Şirk Koşmayı Affetmez: 4/Nisâ, 48, 116.
i- Şirkten Sakınmak: 26/Şuarâ, 213; 28/Kasas, 88; 30/Rûm, 31; 39/Zümer, 65-66; 40/Mü’min, 66; 41/Fussılet, 37; 51/Zâriyât, 51.
j- Şirkten Sakınanların Mükâfatı: 47/Muhammed, 15, 36.
k- Mekke’li Müşriklerin Şirki: 6/En’âm, 100; 30/Rûm, 28-29, 31-32; 34/Sebe’, 41; 43/Zuhruf, 20-21, 57-59.
C- Müşrikler Konusundaki Âyetler
a- Müşrikler, Allah'a Çocuk İsnâd Ettiler:6/En’âm, 100-101; 10/Yûnus, 68-70; 16/Nahl, 57, 62; 17/İsrâ, 40; 19/Meryem, 88-92; 21/Enbiyâ, 26; 22/Hacc, 3-4; 34/Sebe’, 40-42; 37/Saffât, 149-159, 180; 43/Zuhruf, 15-16, 18, 79-82; 52/Tûr, 39; 53/Necm, 21-22.
b- Müşrikler, Allah’tan Başkasını Tanrı Edindiler: 2/Bakara, 165; 3/Âl-i İmrân,151; 4/Nisâ, 117; 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 1, 107, 136, 150; 7/A’râf, 191; 10/Yûnus, 18, 66; 11/Hûd, 109; 14/İbrâhim, 30; 15/Hıcr, 95-96; 16/Nahl, 73; 19/Meryem, 81; 22/Hacc, 11-13, 71, 74; 25/Furkan, 3, 55; 36/Yâsin, 74-75; 37/Saffât, 11; 38/Sâd, 5-7; 39/Zümer, 15 45, 67; 40/Mü’min, 10-12; 42/Şûrâ, 9; 52/Tûr, 43.
c- Müşrikler, Kötülükleri “Atalarımızdan Devraldık“ Diye Savunurlar: 2/Bakara, 170-171; 5/Mâide, 103-104; 7/A’râf, 28; 11/Hûd, 109; 31/Lokman, 21; 37/Saffât, 68-71; 43/Zuhruf, 22-25.
d- Müşrikler, Allah’ın Âyetlerini İnkâr Ederler: 6/En’âm, 4-5, 66-67, 105, 110, 124; 8/Enfâl, 31-33, 52; 9/Tevbe, 9; 10/Yûnus, 15; 37/Saffât, 68-71; 38/Sâd, 8.
e- Müşrikler, Put Diye Şeytana Taparlar: 4/Nisâ, 117.
f- Müşrikler, Hem Kendileri Peygamber’den Uzaklaşırlar, Hem de insanları Uzaklaştırmak İsterler: 6/En’âm, 26, 116-117; 21/Enbiyâ,. 2-5; 25/Furkan, 7-9; 31/Lokman, 6-7; 34/Sebe’, 43-44; 38/Sâd, 8, 50/Kaf, 1-2, 5; 54/Kamer, 3; 68/Kalem, 46-48, 51.
g- Müşrikler, Öldükten Sonra Dirilmeyi İnkâr Ederler: 6/En’âm, 29-30, 134; 11/Hûd, 19, 25/Furkan, 11, 32/Secde, 10-11, 36/Yâsin, 78-79; 37/Saffât, 16-21; 41/Fussılet, 7; 44/Duhân, 9-10 34-36; 45/Câsiye, 24-26; 50/Kaf, 2-4; 51/Zâriyât, 12-14; 64/Teğâbün, 7.
h- Müşrikler, Peygamberlerden İnanmayacakları Mûcizeler İsterler: 6/En’âm, 37, 57-58, 109-111, 158; 10/Yûnus, 20, 46; 11/Hûd, 12; 13/Ra’d, 6-7, 27, 40; 15/Hıcr, 6-8; 17/İsrâ, 59, 90-93; 20/Tâhâ, 133-135; 21/Enbiyâ, 5, 37-39; 25/Furkan, 7-8; 29/Ankebût, 50-51, 53-54; 32/Secde, 28-29; 37/Saffât, 176-177; 45/Câsiye, 25; 70/Meâric, 1-3, 5-7; 74/Müddessir, 52-53.
i- Müşrikler İman Etmezler: 7/A’râf, 192-193; 10/Yûnus, 42-43; 25/Furkan, 9; 36/Yâsin, 7-10; 41/Fussılet, 4, 14; 43/Zuhruf, 40, 88; 68/Kalem, 42-43; 109/Kâfirûn, 1-6.
j- Müşrikler, Putları Şefaatçi Kabul Ederler: 10/Yûnus, 18; 13/Ra’d, 14; 16/Nahl, 55; 19/Meryem, 81-82; 39/Zümer, 3, 43-44.
ŞİRK
- 675 -
k- Müşriklerin Şirki: 6/En’âm, 100; 30/Rûm, 28-29, 31-32; 34/Sebe’, 41; 43/Zuhruf, 20-21, 57-59.
l- Müşriklerin Peygamberimiz’e İftiraları: 21/Enbiyâ, 5-6; 25/Furkan, 4-5; 34/Sebe’, 43, 46; 38/Sa’d, 4; 44/Duhân, 14; 46/Ahkaf, 8-9; 51/Zâriyât, 8-11;52/Tûr, 29-30, 32-33; 68/Kalem, 1-2, 5-6, 51.
m- Müşrikler, Peygamberimiz’le ve Mûcizelerle Alay Ederler: 21/Enbiyâ, 36; 25/Furkan, 7-9, 41-43; 37/Saffât, 11-12, 14-15, 35-36; 40/Mü’min, 83; 43/Zuhruf, 31-32, 57-58; 54/Kamer, 2; 70/Meâric, 1-2, 36-39.
n- Müşrikler, Kur’an’ı Dinlerler ve “Eskilerin Masallarından İbaret“ Derler; Kur’an’la Alay Ederler ve O’nu Yalanlarlar: 6/En’âm, 25; 10/Yûnus, 42-43; 17/İsrâ, 47-48; 21/Enbiyâ, 5; 25/Furkan, 4-6; 34/Sebe’, 43; 37/Saffât, 167-170; 38/Sa’d, 7; 43/Zuhruf, 30-31; 46/Ahkaf, 7, 11; 50/Kaf, 5; 52/Tûr, 33; 53, Necm, 59-61; 68/Kalem, 15; 74/Müddessir, 11-26; 83/Mutaffifîn, 13.
o- Müşrikler, Meleklere Cinsiyet Yakıştırırlar: 43/Zuhruf, 19; 53/Necm, 27-28.
p- Müşriklerin Akıllarına Hitap Ederek İman Etmelerini İsteyen Âyet-i Kerimeler: 30/Rûm, 8-9; 36/Yâsin, 66-73; 40/Mü’min, 13; 50/Kaf, 6-7; 52/Tûr, 35-43; 53/Necm, 62; 67/Mülk, 19-24, 28, 30; 80/Abese, 17-32; 82/İnfitâr, 6-9; 88/Ğâşiye, 17-21; 106/Kureyş, 1-4.
q- Mekke Müşriklerinin İslâm’a ve Peygamberimiz’e Karşı Yürüttükleri Haksız Mücadele: 2/Bakara, 118, 139; 170; 3/Âl-i İmrân, 7, 10, 135, 165; 8/Enfâl,30, 47; 9/Tevbe, 13, 32; 10/Yûnus, 2, 15-16; 38-39, 49, 51, 53, 57, 59, 104, 108; 11/Hûd, 7-8, 12, 14; 13/Ra’d, 5-7, 16, 27, 30-31, 43; 14/İbrâhim, 28, 46; 15/Hıcr, 3, 85, 90-91; 16/Nahl, 1, 44-45, 83, 101-102, 125; 17/İsrâ, 46, 50-51; 56-57, 73, 76, 90, 93; 18/Kehf, 55, 58; 19/Meryem, 77, 80-82; 20/Tâhâ, 133-135; 21/Enbiyâ, 34, 36, 41, 46, 109, 111; 22/Hacc, 15, 19, 25, 47, 49, 68-69; 23/Mü’minûn, 56, 63-96, 109-110; 25/Furkan, 3-9, 21-22, 27, 29, 32, 40, 44, 52; 26/Şuarâ, 4-8 192 197, 208, 212, 214; 28/Kasas, 46-51, 57; 29/Ankebût, 12-13, 50-51, 53-54, 61, 63, 67; 30/Rûm, 6, 10, 28, 33, 43-46, 50-54; 35/Fâtır, 4, 5, 37, 42-43; 36/Yâsin, 6, 11, 69-70, 74-76; 37/Saffât, 11, 13, 34, 36, 38, 40, 50, 61, 149, 158, 167, 170, 176, 179; 38/Sa’d, 8-11, 15-16; 39/Zümer, 36, 38-40, 64; 40/Mü’min, 6, 10, 12, 56, 69, 77; 41/Fussılet, 5, 13-f4, 26, 29, 33, 38, 40, 53, 54; 42/Şûrâ, 13, 15, 24, 47, 54; 43/Zuhruf, 24-25, 29-31, 79-80; 44/Duhân, 10, 16, 34, 37; 46/Ahkaf, 9; 47/Muhammed, 1-3, 8, 10, 14, 32; 48/Fetih, 25-26, 50/Kaf, 12, 14, 22, 36-37, 45; 51/Zâriyât, 14, 53-54, 59-60; 52/Tûr, 15-16, 30, 47; 53/Necm, 19, 26, 33, 37, 59,61; 62/Cum’a, 2; 67/Mülk, 9, 11, 13, 18, 25, 30; 68/Kalem, 42-43, 46-47, 51; 69/Hakka, 43-44, 49-50; 73/Müzzemmil, 15; 74/Müddessir, 11, 49; 75/Kıyâme, 31; 76/İnsan, 27; 77/Mürselât, 7, 16; 78/Nebe’, 1; 83/Mutaffifîn, 13, 16; 86/Târık, 17; 96/Alak, 19; 102/Tekâsür, 1-8; 106/Kureyş, 1-4; 107/Mâûn, 1-3; 108/Kevser, 1-3; 109/Kâfirûr, 1-6; 111/Leheb, 1-5.
A- Müşriklerin Bazı Özellikleri
a- Müşrikler Nankördür: 6/En’âm, 63-64; 10/Yûnus, 12, 21-23; 16/Nahl, 53-55, 83; 21/Enbiyâ, 46; 29/Ankebût, 65-67; 30/Rûm, 33-35; 31/Lokman, 32; 37/Saffât, 11; 39/Zümer, 8; 43/Zuhruf, 9, 15, 87; 80/Abese, 17-23; 100/Âdiyât, 1-11; 106/Kureyş, 1-4.
b- Müşrikler, Kız Çocuklarını Öldürüyorlardı: 6/En’âm, 137, 140; 16/Nahl, 57-59; 42/Şûrâ, 17; 81/Tekvîr, 8-9.
c- Müşrikler, Helâlı Haram; Haramı Helâl Yaparlar: 6/En’âm, 136-140, 143-145, 148-151; 10/Yûnus, 15, 59-60; 16/Nahl, 35.
d- Müşrikler, Kadınlara Değer Vermezler: 6/En’âm, 139; 16/Nahl, 58-59; 42/Şûrâ, 17; 43/Zuhruf, 17; 52/Tûr, 39; 53/Necm, 21-22.
e- Müşrikler, Allah’a İftira Ederler: 6/En’âm, 138-139, 143-144,
f- Müşrikler, Çocuklarına Putlarının Adını Verirler: 7/A’râf, 190-191.
g- Müşrikler, Antlaşmalarını Bozarlar: 9/Tevbe, 1-4, 7-10, 12-13.
h- Müşrikler Necistir: 9/Tevbe, 28.
i- Müşriklerin Misali: 13/Ra’d, 14; 22/Hacc, 31; 25/Furkan, 44; 29/Ankebût, 41-43.
j- Müşrikler, Mü’minlerle Alay Ederler: 23/Mü’minûn, 109-111; 38/Sâd, 62-63; 67/Mülk, 25-29; 83/Mutaffifîn, 29-36.
k- Müşrikler, Dünya Nimetleriyle Övünürler: 13/Ra’d, 26; 23/Mü’minûn, 54-56, 101; 43/Zuhruf, 32; 53/Necm, 29-30; 68/Kalem, 14, 16-41.
l- Müşrikler, Fakirlere Vermekten Kaçarlar: 41/Fussılet, 7; 68/Kalem, 17-33, 36-40; 107/Mâûn, 1-3.
m- Müşrikler, Yetimlere Zulm Ederler: 107/Mâûn, 1-2.
n- Mekke Müşrikleri, Kâbe’yi Çıplak Tavaf Ederlerdi: 8/Enfâl, 35.
o- Mekke Müşrikleri, Kâbe’yi Tavaftan Men Ederlerdi: 8/Enfâl, 34-35.
E- Müşriklerin Cezaları
- 676 -
KUR’AN KAVRAMLARI
a- Müşrikler, Putlardan Fayda Görmeyecekler: 2/Bakara, 166; 6/En’âm, 22-24, 94; 7/A’râf, 37, 53, 194-198; 10/Yûnus, 28; 25/Furkan, 17-19; 26/Şuarâ, 96-103; 38/Sâd, 59-60; 45/Câsiye, 10.
b- Müşrikler, Azabı Görünce Tekrar Dünyaya Dönmek İsteyecekler: 2/Bakara, 167; 6/En’âm, 27-28; 7/A’râf, 53; 23/Mü’minûn, 99-100, 107-108; 26/Şuarâ, 94-102; 32/Secde, 12; 35/Fâtır, 37; 39/Zümer, 56-59.
c- Kıyâmet Günü Müşriklerin Durumu: 3/Âl-i İmrân, 151; 4/Nisâ, 120-121; 6/En’âm, 22-24, 30; 9/Tevbe, 17; 10/Yûnus, 28-30; 11/Hûd, 20, 22; 12/Yûsuf, 107; 13/Ra’d, 34; 15/Hıcr, 95-96; 16/Nahl, 86-87; 18/Kehf, 52-53; 23/Mü’minûn, 99-108, 112-115; 25/Furkan, 11-14; 26/Şuarâ, 91-103; 28/Kasas, 62-67, 74; 29/Ankebût, 54-55; 30/Rûm, 12-13; 34/Sebe’, 31-33; 37/Saffât, 19-34, 38-39; 38/Sâd, 55-64; 39/Zümer, 15-16, 60; 40/Mü’min, 71-76, 84-85; 41/Fussılet, 6, 47; 43/Zuhruf, 36-39; 50/Kaf, 22-30; 68/Kalem, 42-43; 70/Meâric, 42-44; 73/Müzzemmil, 11-13; 98/Beyyine, 6.
d- Müşriklerin Tevbesi: 9/Tevbe, 3, 11; 25/Furkan, 70; 28/Kasas, 67.
e- Müşriklerin Yaptıkları İyilikler Boşa Gider: 9/Tevbe, 17; 39/Zümer, 65.
f- Mekke Müşriklerinin Azapla Korkutulmaları: 16/Nahl, 45; 18/Kehf, 55, 58; 19/Meryem, 77-82; 20/Tâhâ, 134-135; 21/Enbiyâ, 41, 46, 109, 111; 22/Hacc, 19, 25, 49, 69; 40/Mü’min, 77; 41/Fussılet, 13; 43/Zuhruf, 41-42; 44/Duhân, 9-16, 36, 59; 50/Kaf, 12-14, 36; 51/Zâriyât, 59-60; 52/Tûr, 31 42, 44-47; 54/Kamer, 4-5, 43-48, 51; 67/Mülk, 16-18; 68/Kalem, 16-41. 44; 70/Meâric, 40-41; 72/Cin, 24; 73/Müzzemmil, 11, 15-17; 77/Mürselât, 16-18; 85/Bürûc, 17-20; 86/Târık, 17; 88/Ğâşiye, 23-24.
g- Müşriklerin Malları ve Evlâtları, Kendilerine Fayda Vermez: 3/Âl-i İmrân, 10, 91, 116; 5/Mâide, 36; 6/En’âm, 70; 7/A’râf, 48; 13/Ra’d, 18; 19/Meryem, 77-80; 45/Câsiye, 10; 58/Mücâdele, 17; 69/Hakka, 25-29; 92/Leyl, 8-11; 104/Hümeze, 2-6; 111/Leheb, 1-3.
h- Müşrikler, Azaptan Kurtulmak İçin Her Şeylerini Fedâ Etmek İsteyecekler: 70/Meâric, 11-18.
i- Müşriklere Verilen Mühlet (Süre): 18/Kehf, 58-59; 29/Ankebût, 53; 39/Zümer, 8; 68/Kalem, 44-45; 70/Meâric, 42-43; 73/Müzzemmil, 11.
j- Müşriklerin Kâbe’ye Hizmet Hakları Yoktur: 9/Tevbe, 17-19, 28.
F- Müşrik-Mü’min İlişkisi
a- Müşriklerin Dostluğu Yoktur: 2/Bakara, 105; 5/Mâide, 82; 6/En’âm, 106; 9/Tevbe, 7-8, 10, 12; 17/İsrâ, 73-75; 28/Kasas, 87; 60/Mümtehine, 1-2, 6-9.
b- Müşrikler, Mü’minleri Ateşe Çağırırlar: 2/Bakara, 221; 17/isrâ, 73-75; 29/Ankebût, 12-13.
c- Müşriklerden Yüz Çevirmek: 6/En’âm, 106, 150; 10/Yûnus, 41; 15/Hıcr, 94; 28/Kasas, 87; 32/Secde, 30; 37/Saffât, 173-174, 178-180; 43/Zuhruf, 83, 89; 45/Câsiye, 18; 51/Zâriyât, 54; 53/Necm, 29; 54/Kamer, 6; 68/Kalem, 8; 73/Müzzemmil, 10.
d- Müşriklerden Korkulmaz: 9/Tevbe, 13-14; 10/Yûnus, 65; 15/Hıcr, 94; 22/Hacc, 38; 37/Saffât, 171-175.
e- Müşrikler İçin İstiğfâr Edilmez: 9/Tevbe, 113-115.
f- Müşrikle Mü’min Karşılaştırması: 47/Muhammed, 15; 67/Mülk, 22.
g- Müşrikler, Mü’minlere Zarar Veremezler: 37/Saffât, 160-163; 52/Tûr, 42.
h- Müşriklere Savaşta Yapılacak İşlem: 9/Tevbe, 5-6, 11-12.
G- Putlar ve Küfrün Öncüleri
a- Putlar, Kıyâmet Günü Kendilerine Uyanlardan Uzaklaşacaklardır: 2/Bakara, 166; 6/En’âm, 22-24, 94; 7/A’râf, 37, 53; 10/Yûnus, 28-30; 11/Hûd, 21; 18/Kehf, 52; 19/Meryem, 81-82; 28/Kasas, 64, 75; 35/Fâtır, 14; 38/Sâd, 59-61; 41/Fussılet, 48; 46/Ahkaf, 6.
b- Putlar, Hiç Kimseye Zarar ve Fayda Veremezler: 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 40, 41, 46, 71; 7/A’râf, 192-198; 10/Yûnus, 18, 106; 13/Ra’d, 14, 16; 17/İsrâ, 56-57; 20/Tâhâ, 88-89; 22/Hacc, 11-13; 25/Furkan, 55; 34/Sebe’, 22; 36/Yâsin, 74-75; 39/Zümer, 38.
c- Putlar, Hiçbir Şey Yaramazlar: 7/A’râf, 191-192; 10/Yûnus, 34; 13/Ra’d, 33; 16/Nahl, 20; 21/Enbiyâ, 21; 25/Furkan, 3; 27/Neml, 60-64; 30/Rûm, 40; 31/Lokman, 11; 35/Fâtır, 40; 46/Ahkaf, 4.
d- Putlar Şefaat Edemezler: 10/Yûnus, 3, 18; 30/Rûm, 12-13; 34/Sebe’, 23; 39/Zümer, 43-44; 43/Zuhruf, 86; 53/Necm, 24.
e- Putlar Cehennem Odunudurlar: 21/Enbiyâ, 98-100.
f- Putlar Bâtıldır: 22/Hacc, 62; 28/Kasas, 74; 53/Necm, 23.
g- Putların Misali: 22/Hacc, 73.
h- Putlar Rızık Veremezler: 29/Ankebût, 17.
i- Putlar Kendilerine Tapanlardan Habersizdirler: 46/Ahkaf, 5.
ŞİRK
- 677 -
j- Lât, Uzza, Menat Putları: 53/Necm, 19-20.
k- Kendisine Tapılan Putların Rabbi de Allah’tır: 53/Necm, 49.
l- Putların Kendilerine Bile Faydaları Dokunmaz: 7/A’râf, 197-198; 10/Yûnus, 35; 21/Enbiyâ, 43; 25/Furkan, 3.
m- Putlar, Yapılan Duâlara Cevap Veremezler: 13/Ra’d, 14; 27/Neml, 62; 34/Sebe’, 22; 35/Fâtır, 14.
n- Put İle Allah’ın Misali: 13/Ra’d, 16, 33; 16/Nahl, 17, 75-76; 22/Hacc, 62; 27/Neml, 59-64; 40/Mü’min, 20.
o- Putlar, Diri Değil Ölüdürler: 16/Nahl, 21.
p- Putlar, Hiçbir Şeye Sahip Değildirler: 16/Nahl, 73; 35/Fâtır, 13; 53/Necm, 19-20.
H- Putlara Tapmak
a- Putlara Tapmak Haramdır: 5/Mâide, 90; 17/İsrâ, 29, 39.
b- Putlara Sövmekten Sakınmak: 6/En’âm, 108.
c- Putlara Tapanlar Gerçekte Ona Tâbi Olmuyorlar: 10/Yûnus, 66; 28/Kasas, 62-63; 39/Zümer, 3.
d- Putlara Tapmaktan Sakınmak: 17/İsrâ, 22; 22/Hacc, 30; 25/Furkan, 68; 42/Şûrâ, 9.
I- Putların ve Küfür Öncülerinin Cezaları
a- Kıyâmet Günü Putların Durumu: 25/Furkan, 17-19; 28/Kasas, 62-64, 74; 37/Saffât, 22-34.
b- Putlar, Müşrikler Tarafından İnkâr Edilecektir: 30/Rûm, 13.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 194-195
2. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 352-355
3. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s . 199-201
4. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 3, s. 236-238
5. Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, 422-426
6. El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, İmam Kurtubî, Buruc Y. c. 2, s. 223-226
7. El-Mîzân Fî Tefsîri’l-Kur’an, Tabatabaî, Kevser Y. c. 2, s. 323
8. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 6, s. 47-49, c. 4, s. 396-398
9. Kur’an’da İman Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 231-232
10. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılâb Y. s. 303-305
11. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 334-338
12. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 635-641, 472-476
13. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 64-83
14. Kur’an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. s. 137-141
15. Kur’an’da Temel Kavramlar, Harun Yahya, Vural Y. s. 10-19
16. Nurdan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c.1, s. 31-34, 52-57c. 2, s. 52-57
17. İnanmak ve Yaşamak, Ercümend Özkan, Anlam Y. c. 3, s. 85-96
18. Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 15-123
19. Kurtulan Toplum, Muhammed bin Cemil Zeyno, Saff Y. s. 43-71
20. Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshıhıko İzutsu, Pınar Y. s. 179-183, 238-244
21. Kur’an-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor, Veli Ulutürk, Nil A.Ş. Y. s. 262-266, 309-310
22. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 115-146
23. Kur’an’da Ülûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. 1-9; 281-385
24. Kur’an’da insan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 105-152
25. Kur’an’ın Ana Konuları, M. Sait Şimşek, Beyan Y. s. 36-60
26. İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 80-86
27. Kur’anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s. 182-184
28. Kur’ân-ı Kerim’de Tevhid ve Fazileti, Osman Öztürk, Yenda Y. s. 189-198
29. Bu Böyledir, Kul Sâdi Yüksel, Yenda Y. s. 115-137; 58-89
30. Selefin İzinde, Kul Sâdi Yüksel, Yenda Y. s. 21-36; 211-232
- 678 -
KUR’AN KAVRAMLARI
31. Yeryüzünün Vârisleri, Kul Sâdi Yüksel, Yenda Y. s. 82-99
32. Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celâleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 71-111
33. Şirk, Abdullah Hanifi, Hanif Y.
34. Şirk, Harun Yahya, Vural Y.
35. Kur’an’da Şirk Kavramı, M. H. Surti, Akabe Y.
36. İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidâyet Y.
37. Kur’an’da Şirk Kavramı, Hafız İsmail Surti, Akabe Y.
38. Kur’an ve Hadislere Göreş Şirk ve Müşrik Toplum, Nadim Macit, Ribat BasımY.
39. Kitabu’l-Asnâm (Putlar Kitabı), İbnü’l-Kelbî, Ank. Ü. İlâhiyat F. Y.
40. Çağdaş İrtidat, Ebul Hasan Ali en-Nedvî, Akabe Y.
41. İslâm Fıkhında Mürtede Ait Hükümler, Numan A. Semerrai, Sönmez Neşriyat
42. Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y.
43. Tevhid, Hasan el-Bennâ, Nizam Y.
44. Tevhid, İsmail R. Faruki, insan Y.
45. Tevhid, Abdullah bin Abdurrahman, Tevhid Y.
46. Tevhid, 1,2, Muhammed bin Abdülvahhab, Tevhid Y.
47. Tevhid, Abdülhalık Abdurrahman, Tevhid Y.
48. Tevhid, Abdurrahman bin Hasan, Tevhid Y.
49. Tevhid, Mehmed Zahid Kotku, Seha Neşriyat
50. Tevhid Risalesi, Muhammed Abduh, Fecr Y.
51. Tevhid Risalesi, Mehmet Sürmeli, Mavi Y.
52. Tevhide Giriş, Muhammed Esad, Erkam Y.
53. Tevhidî Görüş, Heyet, Sahra Y.
54. Tevhidî İnanç, Abdurrahman bin Hasan, Gonca Y.
55. Tevhidin Işığında İslâm’ın Anlaşılması, Ali Diko, Meki Y.
56. Tevhid ve Şirk, Salih Gürdal, Beyan Y.
57. Tevhid ve Mü’minin Seyir Çizgisi, Mustafa Şehri, Bir Y.
58. Tevhid ve Değişim, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y.
59. Tevhid ve Ledün Risâlesi, İmam Gazâli, Furkan Basım Y.
60. Tevhid Dâveti, Seyyid Kutup, Ravza Y.
61. Tevhidin Hakikatı, Yusuf el-Kardavi, Saff/Özgün Y.
62. Tevhidi Gerçekliğin Işığında, Atasoy Müftüoğlu, Nehir Y.
63. Allah’ın Varlığı ve Tevhidin Hakikati, Yusuf el-Kardavi, İhtar Y.
64. Kelime-i Tevhid Risalesi, M. Ali Karahasanoğlu, Yipar Y.
65. Kelime-i Tevhid Kal’ası, Gazali, Özel Y.
66. Kur’an’da Tevhid, Hüseyin Beheşti, Objektif Y.
67. Kur’an-ı Kerim’de Tevhid Esasları, Muhammed Salih Ali Mustafa, Ölçü Y.
68. İşte Tevhid, 1,2, Ziyaüddin el-Kudsi, Hak Y.
69. Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Abdullah Özbek, Esra Y.
70. İslâm Akaidinde Tevhid, Hasan el-Benna, Nizam Y.
71. Gençlerle Tevhid Dersleri, Mehmet Göktaş, İstişare Y.
72. 20. Y.Y.da Tevhid ve Şirk, Mehmed Alagaş, insan Dergisi Y.
73. Kelime-i Tevhid Davası, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
74. Yeryüzünün Vârisleri, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
75. Hakikatü’t-Tevhid, B. Said Nursi, Sözler Y.
76. Soruşturma 1, Tevhid Üzerine, Heyet, Sor Y.
77. İslâm Düşüncesinde Tevhid, Mevlüt Özler, Nun Y.
78. Dua ve Tevhid, İbn Teymiyye, Pınar Y.
79. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmed Alptekin, Saff Y.
80. Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber, Mevdudi, Pınar Y.
ŞİRK
- 679 -
81. Kur’an ve Sünnete Göre Tevhid ve Akaid, Muhammed Karaca, Ribat Y. s. 40-50
82. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y.
83. Mü’min-Kâfir, Necip Fâzıl Kısakürek, Büyük Doğu Y.
84. İslâm Dünyasında İnanç Sorunları, Hasan el-Hudaybi, İnkılâb Y.
85. İslâm İnancında Temel Kavramlar, Taner Cücü, Cumhur Y.
86. Kur’an’da Allah ve insan, Toshıhıko İzutsu, Kevser Y.
87. Biz Müslüman mıyız? Muhammed Kutub, Hilâl Y.
88. Allah’a İman ve Altı Esası, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
89. Akide, Şeriat ve Hayat Yolu Lâ İlâhe İllâllah, Muhammed Kutub, Ravza Y.
90. İman Küfür Sınırı (Tekfir Meselesi), A. Saim Kılavuz, Marifet Y.
91. Çocuklarımıza Allah’ı Nasıl Tanıtalım?, M. Emin Ay, Timaş Y.
92. Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan/Özgün Y.
93. İslâm ve Dört Terim, Ali Karlıbayır, Dünya Y.
94. İman, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
95. İtikad Üzerine, İhsan Eliaçık, Şafak Y.
96. İslâm’da Allah İnancı, Said Havva, Petek Y.
97. İslâm, Said Havvâ, Hilâl/Petek Y.
98. Din Gerçeği ve İslâm, Mehmed Alagaş, insan Dergisi Y.
99. İslâm’a İtirazlar ve Kur’an-ı Kerim’den Cevaplar, Süleyman Ateş, Kılıç Y.
100. Mekke Rasûllerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y.
101. İlk Mesajlar, M. Ali Baştaşı, Birlaşik Yayıncılık
102. Şehâdet Bilinci, Hasan Eker, Denge Y.
103. Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 23-35
104. İslâmî Kimlik İlkeler ve Hareket, Toplu Çalışma, Ekin Y.
105. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
106. İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y.
107. Epistemolojik Açıdan İman, Hanifi Özcan, İFAV Y.
108. İman, Şartları ve Onu Bozan Şeyler, Seyfüddin el-Muvahhid, Hak Y.
109. Kelimetü’l-İhlâs (Lâ İlâhe İllâllah), İbn Receb el-Hanbelî, Hak Y.
110. Yalnız Allah veya Tevhid, M. Süleyman Temimi, Özel Y.
111. Hz. Peygamber’in Hayatı ve Tevhid Mücadelesi, 1,2,3, Mevdudi, Pınar Y.
112. Kur’an-ı Kerim’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi, Mehmed N. Solmaz
113. Kur’an ve Sünnete Uygun İnanç, Muhammed b. Cemal, Tekin Y.
114. İman, Abdülmecid Zindani, Risale Y.
115. Lâ, 1-2, Mustafa Çelik, Ölçü/Yenda Y.
116. İlâhlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
117. Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
118. Resmî İdeolojinin Ücretli Köleleri, Mustafa Çelik, Misak Y.
119. Devletsiz İslâm, Mehmet Göktaş, İstşare Y.
120. Düşüncede Devrim, Mehmed Kürşat Atalar, Anlam Y.
121. Elfâz-ı Küfür -Küfür Sözler-, Hüseyin Âşık, İlim Y.
122. Mürtede Ait Hükümler, Samarrai, Sönmez Neşriyat
123. Çağımızın Bâtıl İnançları, Yüksel Kanar, Beyan Y.
124. Antik İnançlar, Modern Hurâfeler, Martin Lings, İşaret Y.
125. Kur’an’’a Göre Müşrikler ve Putperestler, İslâmî Araştırmalar Dergisi, Temmuz, 1986
126. Kur’an Okulu, Hanif Y. 7-8

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 21:32

ŞİARLAR

 

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

ŞİARLAR


- 533 -
Kavram no 168
İman 30
Görevlerimiz 36
Şeriat; Hak-Bâtıl; İslâm
ŞİARLAR


• Şiar; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Şiarlar, Allah’ın Şiarları
• Şiar ve Semboller
• Şiarların Dili
• Günde Beş Kez Çağrı, Beş Kez Manifesto
• Besmele; Manifestoya Giriş
• Allahu Ekber; En Büyüklük İlânı!
• Lâ İlâhe İllâllah; Sahte İlâhlara İsyan, Büyüklenmeye Red
• Tahmîd; Övgü ve Şükür En Büyüğe, Allah’a Âittir!
• Tesbih; Allah’ı Her Çeşit Şirkten Aklama, O’nun Egemenliği Paylaşılamaz!
• Lehu’l Mülk (Her şey, Bütün Mülk O’nundur); En Büyüklük, Egemenlik Gerektirir
• Salevât; Bağlılık Andı, Biat Yenileme
• Kunut Duâsı; Fâcir ve Kâfirlere Ültimatom (Yoldan Çıkan Devrilir/Devrilmelidir!)
• İstiğfâr; Nefis/Hevâ Büyüklenmesine Dur!
• Allah Lafzı ve Günlük Hayatta Şiar Olarak Kullanım Alanları
• Ezân; Allah’a Çağrı ve Kurtuluş İlânı
• İslâm Bayrağı, Râyet, Sancak, Hilâl
• Diğer Önemli Şiarlar: Kurban, Hac, Selâm, Başörtüsü, Sakal
• Küfrün Şiarları/Sembolleri; Bâtıl Dinlerin Kutsalları, Heykel, Giyim...
• Allah'ın Şiarlarını Yüceltme
“Safâ ile Merve şüphesiz Allah’ın şiarlarından/alâmetlerindendir. Kim Beytullah’ı hacc/ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde bir günah yoktur. Kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa, şüphesiz Allah onu bilir, karşılığını verir.“ 2067
Şiar; Anlam ve Mâhiyeti
Şiarlar demek olan Kur'an kavramı “şeâir“, “Şeîre“nin çoğuludur. Şeîre: Yapılması gereken şeyler, vazifeler, alâmetler mânâsındadır. “Şeâiru’l-Hacc“: Hacda yapılması gereken vazifeler, hacca ait ameller ve menâsik demektir. “Şeâir“ ve tekili olan “şeîre“, “şuur“ (ş-a-r)“ kelimesinin türevidir.
“İlim“ maddesinden “alem“, “alâmet“ ve “alâim“ gibi; “şuur“ maddesinden “şeâir“, “şaîre“nin veya “şiâre“nin, yahut da “meş’ar“ın çoğuludur ki, bu özel
2067] 2/Bakara, 158
- 534 -
KUR’AN KAVRAMLARI
isim, bildiren alâmet, belirti mânâsına gelir. Nitekim savaşta iki tarafın tanışması için kullanılan alâmet ve işarete de “şiar -parola-“ denir. Şeâir; bazen ibâdetin kendisine, bazen de yerine denir. Ezan, cemaat ile namaz, bu cümleden olarak Cuma ve Bayram namazları ve Hac dinin şeâirinden, yani alâmetlerindendirler. Aynı şekilde câmiler, minâreler, Hacdaki ibâdet ve haccın özel yerleri de alâmet ve işaretlerdendir ki, Safâ ile Merve de bunlardandır.2068 Bunların yanında, besmele, tehlil, tekbir, tesbih, tahmîd, salevât, istiğfâr, İslâm bayrağı/râyet de İslâm’ın en önemli şiarlarındandır.
Bilindiği gibi şiarlar şuurları uyandırmak içindir. Semboller, dış görünüşlerinden çok daha büyük anlam ve değer taşırlar. İslâm’ın şiarlarına karşı mücâdele edenler aslında şuursuz nesiller yetiştirmek istiyorlar. Çünkü şuursuz nesilleri kullanmak ve gütmek daha kolay olur.
İslâm, sırf tevhid dinidir. Onda kulla Allah arasında aracı yoktur. Gözlerin erişemediği Allah’ı, hayal etmesi için, insan düşüncesinin temerküz edeceği, insan hikmetinin yöneleceği gözle görülür, elle tutulur put ve benzerlerini de kabul etmez İslâm dini. O yüzden ne aracı, ne put, ne de heykel veya imtiyazlı dinî bir zümre bahis konusudur.2069 Öyleyse İslâm, hayalde mücerretliği/soyutluğu, düşüncede yüceliği, irâde ve niyette temizliği, amel ve tatbikatta ihlâsı, mâsivâdan alâkayı kesmeyi isteyen bir dindir ki, düşünce ve inançta bundan daha üstünü tasavvur olunamaz. Hiçbir din, hiçbir felsefe ve ideolojiler, değil böylesine; benzerine bile ulaşamamışlardır.
Fakat insan fıtratı, arzularını yönelteceği, ta’zim ve yaklaşma konusundaki ısrarlı isteğini gerçekleştireceği ve gönlündeki dinmeyen aşkı dindireceği ve gözüyle görebileceği bir şeyi aramaktadır. Cenâb-ı Hak, gözle görülen, elle tutulan, Kendisine mahsus olan ve Kendisine nisbet edilen, aynı zamanda rahmetinin tecellî ettiği, inâyetinin kuşattığı bazı şeyleri seçmiştir ki, bunlar görüldüğünde Allah anılır ve bunlar, Allah’ın günlerini, nimetlerini, dinini, tevhidini ve peygamberlerinin kahramanlıklarını hatırlatan olaylarla çok yakından ilgilidirler. Allah bunlara “Allah’ın şiarları“ adını vermiş ve onlara yapılan ta’zim ve hürmetleri Kendisine yapılmış olarak kabul etmiş, onların yanında yapılan edepsizliği de Kendi nezdinde yapılmış olarak saymıştır. İnsanlara, gönüllerindeki aşkı, görmek ve yaklaşmak husûsundaki fıtrî arzuyu onlarla tatmin etmeleri için müsaade etmiş, hattâ teşvik edip dâvet etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Kim Allah’ın şiarlarına/hükümlerine saygı gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvâsındandır.“2070; “Durum böyle. Her kim, Allah'ın emir ve yasaklarına saygı gösterirse bu, Rabbinin katında kendisi için daha hayırlıdır...“ 2071
Seven kimse, sevdiğine nisbet edilen her şeyi sever. Allah’ı seven de O’nun şiarlarına karşı sevgi ve saygı duyar.
Kur’ân-ı Kerim’de Şiarlar, Allah’ın Şiarları
Kur’ân-ı Kerim’de “şeâir“ (şiarlar, alâmetler) kelimesi 4 âyette geçmektedir. Bunların tümünde şeâir kelimesi, Allah’a izâfe edilmekte, “şeâiru’llah -Allah’ın
2068] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, s. 457
2069] bk. 2/Bakara, 186, 39/Zümer, 2-3
2070] 22/Hacc, 32
2071] 22/Hacc, 30; Ebul Hasen Ali Hasenî en-Nedvî, Dört Rükûn, İslâmî Neşriyat, s. 242-243
ŞİARLAR
- 535 -
şiarları-“ şeklinde kullanılmaktadır.
Bir şeyin tanındığı belirtiler, nişanlar anlamına gelen “şeâir/şiarlar“ genel olarak ibâdetler yahut hacdaki ibâdetler veya kurbanlar şeklinde açıklanmıştır. Rivâyetlere göre Araplar, kurban edilecek hayvanları hafifçe yaralar, kan akıtırlardı. Hayvanın üstüne süzülen bu kan, onun kurbanlık olduğuna işaret sayılır, ona kimse dokunmazdı. Bu işe “şear“ (yan tarafa mızrak vurmak), “şeîre (Allah'ın nişanı) denirdi. Şeîre'nin çoğulu olan “şeâir“ işaretlenmiş, nişanlanmış kurbanlık hayvanlar anlamında kullanılıyordu. Buna göre, âyette böyle işaretli kurbanlık hayvanlara dokunmamanın takvâ gereği olduğu belirtilmiştir. Fakat “şeâir/şiarlar“, farzlar, vâcipler, dinî geleneklerdir. Kurbanlar da bu geleneklerdendir. Âyette bu tür dinî geleneklere saygı gösterilmesi öğütlenmektedir.
Bakara sûresinde Safâ ile Merve'nin, Allah'ın şiarlarından olduğu belirtilmiş; Mâide sûresinde ise, Allah'ın şiarlarını, harâm ayını, kurbanlıkları helâl saymamaları, Allah rızâsına ermek için Beyt-i Harâm'a gelenlere saygısızlık etmemeleri emredilmektedir.2072 Bu âyetlerdeki şiarlar, Allah'ın buyrukları, belirlediği sınır anlamındadır. Hac sûresi 32. âyette Allah'ın şiarlarına saygı göstermenin, kalp takvâsı gereği olduğu; 36. âyette de kurbanlık develerin Allah'ın şiarlarından olduğu, onlarda hayır bulunduğu belirtiliyor. Allah'ın nişanlarına, O'na ait yasalara, O'nun tarafından konulan hükümlere, ahlâk kurallarına, prensiplere saygı göstermenin, gönüllerin takvâsı gereği olduğu vurgulanmaktadır. Yani ancak gönlü Allah'tan korkan kimseler, Allah'ın koyduğu prensiplere, Allah'a varan yol olan dine saygılı olurlar.
“Safâ ile Merve şüphesiz Allah’ın şiarlarından/alâmetlerindendir. Kim Beytullah’ı hacc/ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde bir günah yoktur. Kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa, şüphesiz Allah onu bilir, karşılığını verir.“ 2073
“Ey iman edenler! Allah’ın şiarlarına (koyduğu, dinî) işaretlerine, haram aya, (Allah’a hediye edilmiş) kurbana, (ondaki) gerdanlıklara, Rablerinin lütuf ve rızâsını arayarak Beyt-i Harâm’a yönelmiş kimselere (tecâvüz ve) saygısızlık etmeyin. İhramdan çıkınca avlanabilirsiniz. Mescid-i Harâm’a girmenizi önledikleri için bir topluma karşı beslediğiniz kin sizi tecâvüze sevk etmesin! İyilik ve (Allah’ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezâsı çetindir.“ 2074
“Kim Allah’ın şiarlarına/hükümlerine saygı gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvâsındandır.“ 2075
“Biz, büyük baş hayvanları (onların kurban edilmesini) da sizin için Allah’ın şiarlarından (O’nun dininin işaretlerinden) kıldık. Onlarda sizin için hayır vardır. Şu halde onlar, ayakları üzerinde dururken üzerlerine Allah’ın ismini anın (ve kurban edin). Yan üstü yere düştüklerinde ise, artık (canı çıkmış olacağından) onlardan hem kendiniz yiyin, hem de ihtiyacını gizleyen-gizlemeyen fakirlere yedirin. İşte bu hayvanları Biz, şükredesiniz diye sizin istifadenize verdik.“ 2076
2072] 5/Mâide, 2
2073] 2/Bakara, 158
2074] 5/Mâide, 2
2075] 22/Hacc, 32
2076] 22/Hacc, 36
- 536 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hac ve Umre Esnâsında Safâ ile Merve’nin Tavaf (Sa’y) Edilmesi: “Safâ ile Merve şüphesiz Allah’ın şiarlarından/alâmetlerindendir. Kim Beytullah’ı hacc/ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde bir günah yoktur. Kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa, şüphesiz Allah onu bilir, karşılığını verir.“ 2077
Peygamberimiz (s.a.s.), hacc-ı şeriflerinde Safâ’ya yaklaştıkları zaman: “Safâ ile Merve Allah’ın şiarlarından/alâmetlerindendir. Allah’ın başladığı ile başlayın“2078 diye emretmiş ve kendisi Safâ’dan başlayıp Beyt’i görünceye kadar üzerine çıkmıştır. Bir hadisinde bu hususta: “Allah size sa’yi yazmış/farz kılmıştır, sa’y yapınız“2079 buyurmuştur.
Mekke'de, Kâbe'nin hemen yakınında bulunan Safâ ve Merve adındaki iki alçak kayalık tepe arasındaki sahanın, Hz. İbrâhim'in Allah'ın buyruğu ile Hâcer'i ve bebek yaştaki oğlu Hz. İsmâil'i çölde terkettiği ve anne Hâcer'in bundan dolayı acı ve ızdırap çektiği mekân olduğu rivâyet edilir. Susuzluktan kıvranan ve çocuğunun hayatından endişeye kapılan Hâcer, iki kaya arasında koşup duruyor ve yardım için Allah'a yalvarıyordu. Sonunda Hâcer'in Allah'a güveni ve sabrı, hem kendisini, hem de çocuğunu susuzluk sebebiyle ölmekten kurtaran bir su kaynağının (bu güne kadar gelen ve Zemzem diye bilinen suyun) keşfiyle mükâfatlandırıldı.
Hâcer'in bu şiddetli imtihanının ve Allah'a güveninin anısıyla Safâ ve Merve, İslâm öncesi zamanlarda bile imanın ve sıkıntılara göğüs germenin sembolleri olarak görülmeye başlandı. Bu özellik, Safâ ile Merve'nin neden sabır ve Allah'a güven erdemlerini konu alan âyetler içinde zikredildiğini de açıklamaktadır. 2080
Kâbe yakınında iki tepe olan Safâ ile Merve arasında gidip gelmek, Allah tarafından Hz. İbrâhim’e (a.s.) Hac ile birlikte öğretilen ibâdetlerdendi. Fakat Safâ ve Merve’de iki tapınak yapıp, bunları İsâf ve Nâile adlı iki puta adadılar ve onlara tapınmaya başladılar. Araplar müslüman olduklarında Safâ ile Merve arasında gidip gelmenin eski hac geleneğinin/ibâdetinin bir parçası mı, yoksa sonradan putperestler tarafından uydurulmuş bir tapınma biçimi mi olduğu ve iki tepe arasında gidip geldiklerinde şirke düşmüş olup olmayacakları konusunda sorular sormaya başladılar.
Ayrıca Hz. Âişe’den (r.a.) rivâyet edilen bir hadise göre, Medine’liler İslâm’ı kabul etmeden çok önce bile safâ ile Merve arasında gidip gelme geleneğine karşıydılar. Bu sebepten dolayı Kâbe kıble yapıldıktan sonra Allah, onların Safâ ile Merve arasında gidip gelme konusundaki şüphelerini ortadan kaldırıyor ve onlara bunun İbrâhim (a.s.)’in Hac geleneğini kurduğundan beri var olan bir ibâdet şekli olduğunu, O’ndan sonra gelen câhil kimseler tarafından uydurulmadığını bildiriyor. 2081
Buhârî'nin Âsım bin Süleyman'dan rivâyetine göre, bu zat şöyle der: “Enes bin Mâlik (r.a.)'e Safâ ile Merve hakkında sordum. Şöyle dedi: 'Biz bunların
2077] 2/Bakara, 158
2078] Ebû Dâvud, Menâsik 57; Tirmizî, Hacc 38; Nesâî, Hacc 161, 166, 170; İbn Mâce, Menâsik 34, 84
2079] Feyzu’l-Kadir, II/249
2080] Muhammed Esed, Kur'an Mesajı, 1/43-44
2081] Mevdûdi, Tefhîmu’l Kur’an, 1/113
ŞİARLAR
- 537 -
(arasında tavaf etmenin) câhiliyye işlerinden olduğu görüşünde idik. İslâm gelince onlardan uzak durduk. Yüce Allah da “Safâ ile Merve şüphesiz Allah’ın şiarlarından/alâmetlerindendir. Kim Beytullah’ı hacc/ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde bir günah yoktur. Kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa, şüphesiz Allah onu bilir, karşılığını verir.“2082 âyetini indirdi.“ 2083
Şiar ve Semboller
Sembollerin Pratik Hareket İçindeki Rolleri: Semboller bizim hayatımızda düşünceyi sırtlayan isimler işlevini görür. Oldukça geniş bir çizgide rol oynarlar. Bu sâyede düşünce dünyasına geniş bir kapıdan girilmiş oluyor. Ayrıntılar ise insanın kişisel bilinçlenmesine yönelik içsel birikim hareketinde bir ikinci aşama olgusudur. Çünkü cüz’lerin kül’lerle birlikte hareket etmesi kaçınılmazdır. Küllî olgular, hayatın büyük alanlarına yönelen genel ilkeler konumundadır. Bunlar aracılığı ile bir düşünce diğer bir düşünceden, bir tavır başka bir tavırdan ayır edilebilir. Küçük ve ayrıntı nitelikli çerçevelerdeki oluşum faâliyetleri bundan sonra başlar.
Düşünsel Sınırları Bilmek: İlâhî mesajlarda somut olarak gözlemlediğimiz bir durumdur bu. Örneğin tevhid sembolü, mesajın bir vitrini niteliğindedir. Risâlet de inanç ve şeriatın vitrini konumundadır. Amaç insanların, başka düşünce akımlarını ayıran düşünsel sınırları bilmelerini sağlamaktır. Belirgin ve ayrı bir kişiliğe sahip olması buna bağlıdır çünkü.
Sembolün “insan yapma“daki olumlu işlevi budur. İnsanın düşüncesi üzerinde etkili olur ve genel sorunlara yönelik düşünsel tavrının ayırıcı çizgilerini belirler. Dolayısıyla insan, taşıdığı düşüncenin ve izlediği metodun kalın çizgilerini onda görür. Sözgelimi düşüncesinde herhangi bir şaşkınlık yaşamaz. Küllî olgulardan uzak bir şekilde sayısız cüzlerin ayrıntılarına dalmış kimseler gibi hayrete düşmez. Tam tersine, sahip olduğu genel sembol nitelikli isimler aracılığıyla, nasıl bir hareket tarzını belirleyeceğini bilir. Tıpkı gerek kendisine ve gerekse başkalarına bu tavrının şeklini açık bir şekilde belirginleştireceği gibi. Böylece şu veya bu yolu izleyeceğini de hiçbir zorluk çekmeden kestirmesi imkân dâhilinde olur.
Sembollerin düşüncenin niteliği ve yönünü belirleyen isimler olma gibi bir vasıflarının yanında bir diğer önemli vasıfları, bir diğer önemli rolleri de vardır: Değişik duygular aracılığı ile insanın duygusal yönünü beslemek. Bunlara da şu veya bu düşüncenin psikolojik telkinlerinin farklı oranında olumlu ya da olumsuz tarzda farklılıklar gösterirler. Örneğin herhangi bir sembol, içindeki ince ve sıcak duyguları kabartabilir. Bu da seni başkalarına karşı açık olmaya, onlarla belli noktalar üzerinde buluşturmaya yöneliktir. Başka bir zaman diğer bir sembol, içindeki katı duyguları harekete geçirebilir. Bu da seni meydan okumaya, saldırıya geçmeye, dolayısıyla insanlardan ayrılıp kabuğuna çekilmeye yöneltebilir.
Kur’an’daki Semboller, insanın Barışçı ve Savaşçı Duygularını Şekillendirmeye Yöneliktir. Örnek olarak, barış sembolünü içeren âyeti gösterebiliriz: “Ey iman edenler, topluca silm’e -barışa- girin.“2084 Bu sembol çağrının üzerinde durup
2082] 2/Bakara, 158
2083] Buhârî, Hac 80
2084] 2/Bakara, 208
- 538 -
KUR’AN KAVRAMLARI
düşündüğün zaman, içindeki duygular depreşmeye başlar. Bu sıcaklık, bütün düşünceni, vicdanını ve duygularını kaplar. Savaş meydanında karşı karşıya geldiğin kimselere karşı duygusal yönün ön plana çıkar. Bu amaçla hem kendinin, hem de onların sahip oldukları sevgi, merhamet ve acıma gibi duyguları harekete geçirerek uygun bir ortam oluşturmaya çalışırsın. Ki seninle onlar arasında karşılıklı güvene dayalı bir ilişki kurulabilsin. “Barış“ sözcüğünün duygular ve oluşturduğu sıcak atmosfer etkili olabilsin. Bu durumda herkes, açık ve geniş bir ortamın bulunduğuna, buluşmak için ortada herhangi bir engel olmadığına, ihtilâfların bir sorun olmadığına inanmaya başlar. Belki de içindeki özgür irâde uyanır ve meydandaki tüm engelleri birer birer kırmaya başlarsın, barışı bozmak için kafasını uzatmış tüm ayrılıkları bertaraf edersin. Ki sembol, insan hayatındaki doğal yerini alsın.
“Halklar arasında sadâkat“, “sevgi“ ve “merhamet“ gibi sembol ve sloganlar karşısında da benzeri duygular uyanır içimizde. Karşı tarafta ise savaş ve cihad gibi sloganlar bizi galeyana getirir: “Ey Peygamber, kâfirlerle ve münâfıklarla cihad et. Onlara karşı sert ol...“2085; “Onların sizinle topyekün savaştıkları gibi, siz de müşriklerle topyekün savaşın.“ 2086
Şiarların Dili
“Slogan“ kelimesi, İngilizce “slog“ (sık) kökünden geliyor. “Sıkça söylenen kısa sözler“ olarak Türkçe’de kullanılmaktadır. Arapça’da bunu karşılayabilecek “ş-a-r“ ve “s-n-y“ kökünden kelimeler vardır. “Şeara“ şiir söyledi demektir. “Şiir“, kısa sözlerle anlamlı kelimeler kullanılarak söylenir. “Şuur“, hissetmek, bilmek, “şâir“, şiir söyleyen, “şiar“, sembol, arma, parola, dinin korunması gerekli alâmetleri anlamına gelmektedir. Ayrıca Arapça’da saç ve kıl anlamında da bu kökten kelime kullanılmaktadır. Sıkça biten tüy olduğu için saça Arapça’da “şa’r“ denmektedir. “Şiar“ kelimesinde his ve duygu anlamı da vardır. Bu açıdan slogan kelimesinin derinliksiz, kuru çağrışımından daha geniştir. Ancak “tekrar edilen sözler“ anlamında kullanıldığında her ikisi de aynı anlamı karşılamaktadır.
“S-n-y“ (peltek s ile) kökünden de tekrar edilme ile ilgili kelimeler türetilmiştir. “İsnâ“; iki, “tesniye“; ikilemek, “mesnâ“; ikişer, “mesnevî“; iki mısralı nazım/şiir, “seneviyye“; iki tanrılı anlamlarına gelmektedir. “Mesânî“; ikilemek, katlamak, bükmek anlamında “tekrarlamak“ olarak anlaşılmaktadır. “Mesânî“ sözlük anlamında ele alındığında İngilizcedeki “slog“ (sık-tekrar) ile aynı anlama geliyor. Buradan hareketle, gerek Kur’an’da gerekse namazlarda tekrar edilen âyetler “şiaru’l-mesânî“, “tekrar edilen şiar, sloganlar“ olarak görülebilir. Yine Fâtiha sûresine “seb’u’l-mesânî“ denilmiştir. Buhârî, Tefsir bölümünün girişinde aldığı bir hadiste bu seb’u’l-mesânî hadisini zikretmektedir. Hadiste Nebî (s.a.s.) Fâtiha’nın büyüklüğünden bahsetmekte ve onun için “seb’u’l-mesânî“ tâbirini kullanmaktadır. “Tekrarlanan yedi“ anlamındaki bu ifâde, Fâtiha’nın yedi âyetinin tüm namazlarda sıklıkla tekrar edilişinden dolayı söylenmiş olmalıdır.
İslâm, âdetâ bir şiarlar dinidir. Müslüman, sanki şiarlarla yaşamaktadır. Kur’an’ın başından sonuna kadar bu güzel tekrarlarla karşılaşırız. Ayrıca gündelik namazlarda ve tavsiye edilen virdlerde her gün 1000 civarında tekrar
2085] 9/Tevbe, 73
2086] 9/Tevbe, 36; Muhammed Fadlallah, İslâmî Hareket İlkeler ve Sorunlar c. 2, s. 293-296
ŞİARLAR
- 539 -
yapmaktayız. Birbirine anlamca benzeyen kısa sözleri defalarca tekrar etmekteyiz. Kur’an’ın meseleleri anlatmadaki üslûbuna dikkat edersek bu tekrarları yakından görürüz. Anlatılan konu ne olursa olsun, savaş, miras, boşanma, kıssa, sonunda “Allah büyüktür, azizdir, O’ndan başka ilâh yoktur, O görendir, işitendir...“ gibi tekrarlar yapılır.
Bu Kitap, en çok neyin üzerinde duruyorsa, anlatmak istediği ana fikir de o değil midir? Dikkat edilirse İslâm’a ilk giren insan, tekrarlarla dini tanımaya başlıyor. Önce dine giriş cümlesi olan “kelime-i tevhid“i söylüyor. Sonra hemen namaza başlaması gerektiğinden benzer kelimeleri her gün beş vakitte tekrar etmesi gerekiyor. Bir taraftan tekrarları yaparken diğer taraftan derinliğine inmeye, onları anlamaya çalışıyor. Her namazda aynı kalıptaki cümleyi aynı zamanda ve aynı şekilde tekrar ediyor. Üstelik bunlar hep yalnız başına değil; topluca da yapılıyor. Bu dinin mensûbu olan herkes, aynı sözleri ayrı yerlerde de olsalar bir melodi gibi tekrarlıyorlar. Günlük yaşantı, bunlarla derinleşiyor, irfânî bir boyut kazanıyor, anlamlanıyor. Düşünceler, duygular aynı ana fikir etrafında dönüşüyor, zihinlere aynı çerçeve çiziliyor. Gözler aynı pencere etrafında toplanarak, o açıdan bakmaları sağlanıyor. Gittikçe “tek“liğe doğru bir akış devam ediyor. Aynı parolayı yüzlerce, binlerce insan birbirine söyledikçe kalpten kalbe yol açılıyor. Şiarlar etrafında yoğunlaştıkça fikir disiplini sağlanıyor. İslâm, müntesiplerini öyle bir eğitiyor ki, kısa sürede duygusu, düşüncesi kaynaşmış bir “bünyânun mersûs“ topluluk kendiliğinden oluşuyor.
Ancak ne var ki aradan geçen yüzyıllar hayat ve dinamizm ile dopdolu bu şiarları âdeta “erozyon“a uğratmış, söylenenleri dilsiz, sağır ve kör hale getirerek söylenip durmaktan öte bir anlamı kalmamış kuru tekerlemelere dönmüştür. Nasıl ki, bir padişahın “bana su getirin!“ emrini “su getirin, su getirin...“ diye diliyle tekrar edip durarak yerine getirdiklerini sanan adamların yaptığı anlamsızsa, bu dinin şiarlarını dille tekrar edip de ondan habersiz olanların da yaptığı aynı şekilde anlamsızdır. Bugün müslümanım diyenlerin çoğu, bu duruma düşmüştür.
Şunu iyi anlayalım ki Kur’an bize bırakılmış bir mirastır. İki kapağı arasındaki emir, orada durduğu müddetçe yazılı bir metin olmaktan öte bir anlam ifâde etmemektedir. Kur’an bize yol göstermez, biz ona yönelerek yolumuzu buluruz. Kur’an ve Sünnet (hadisler), nihâyet bir kitap koleksiyonudur. Onu canlı bir hayata döndürecek bizim yaklaşımlarımız, anlayışımız, kavrayışımız, fıkhedişimiz ve amellerimizdir. Dinin özü, metinlerde yazılı olandır. Kur’an’ı bize miras bırakan, açıklayıp uygulayan Nebî (s.a.s.) şu anda yaşamadığı için bıraktığı mirası ne kadar fıkhedersek (derince anlar ve yeterlice kavrarsak) o dine o kadar yaklaşmış oluruz. Dinin ruhunu anlayıp kavrama, bize tekrar ettirilen şiarlarından başlayarak olmalı, bize en çok ne tekrar ettiriliyorsa gündemimizi de oluşturmalıdır.
Günde Beş Kez Çağrı, Beş Kez Manifesto
Önce, her gün ilân edilen ezan manifestosunu, bizlere namaz kılarken, duâ ederken tekrar ettirilen sözleri “mercek altına“ alarak başlayalım... Arapçaları bilindiği için sadece Türkçe karşılıklarını yazacağız. Ezanda:
Allah en büyüktür, Allah en büyüktür!
Allah en büyüktür, Allah en büyüktür!
- 540 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’tan başka ilâh olmadığına şâhitlik ederim!
Allah’tan başka ilâh olmadığına şâhitlik ederim!
Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şâhitlik ederim!
Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şâhitlik ederim!
Haydin namaza! Haydin namaza!
Haydin kurtuluşa! Haydin kurtuluşa!
Allah en büyüktür, Allah en büyüktür!
Allah’tan başka ilâh yoktur!
Namazda, ayakta:
Allah en büyüktür.
Allah’ım, Seni tesbih ederim (tenzîh eder, aklarım). Sana hamd ederim (överim). İsmini yüceltirim. Şânını yüceltirim. Senden başka ilâh yoktur.
Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım. (İstiâze)
Rahmân ve rahîm Allah’ın adıyla başlarım. (Besmele)
Âlemlerin Rabbine hamd olsun. Rahman Rahim olana, Din gününün sahibine. Ancak, Sana ibâdet ederiz. Ancak Senden yardım dileriz. Bizi dosdoğru yola, kendilerine nimet verilenlerin yoluna hidâyet et/ilet; Senin yolundan sapan ve gazabına uğrayanların yoluna değil.“ (Fâtiha)
Allah en büyüktür.
Rukûda:
En güçlü olan Rabbimi tesbih eder (noksanlıklardan tenzih eder)im.
En güçlü olan Rabbimi tesbih eder (noksanlıklardan tenzih eder)im.
En güçlü olan Rabbimi tesbih eder (noksanlıklardan tenzih eder)im.
Ayakta:
Allah kendine hamd edeni işitir. Rabbimiz hamd Sanadır.
Allah en büyüktür.
Secdede:
En yüce olan Rabbimi tesbih eder (noksanlıklardan tenzih eder)im.
En yüce olan Rabbimi tesbih eder (noksanlıklardan tenzih eder)im.
En yüce olan Rabbimi tesbih eder (noksanlıklardan tenzih eder)im.Allah en büyüktür.
Allah en büyüktür.
En yüce olan Rabbimi tesbih eder (noksanlıklardan tenzih eder)im.
En yüce olan Rabbimi tesbih eder (noksanlıklardan tenzih eder)im.
En yüce olan Rabbimi tesbih eder (noksanlıklardan tenzih eder)im.
ŞİARLAR
- 541 -
Allah en büyüktür.
Oturuşta:
Tahiyyât, tayyibât, salevât Allah içindir. Ey Nebî, Sana selâm olsun. Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerine olsun. Selâm bizlere. Selâm Allah’ın sâlih kullarına. Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet ederim. (Tahiyyât)
Allah’ım, Muhammed’e salât et; ehline de salât et. İbrâhim’e ve âline salât ettiğin gibi. Sen yücesin, övülecek olan sadece Sensin.
Selâmda:
Allah’ın selâm ve rahmeti sizlere olsun!
Allah’ın selâm ve rahmeti sizlere olsun!
Namazdan sonra:
Allah’ım selâm Sensin. Selâmetlik Sendendir. Ey celâl ve ikrâm sahibi! Sen çok yücesin.
Tesbih Allah’adır. Hamd Allah’adır, Allah’tan başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür. Ondan başka güç ve kudret sahibi yoktur. O yücedir, güçlüdür.
Tesbih çekerken:
Allah’ı tesbih eder (noksanlıklardan tenzih eder)im. Allah şirk koşulanlardan uzaktır. (33 defa)
Hamd (övme ve övülme) Allah’a âittir. (33 defa)
Allah en büyüktür. (33 defa)
Tesbihten sonra:
Allah’tan başka ilâh yoktur. O’na ortak koşulamaz. O birdir. Mülk O’nundur. Hamd/övgü sadece O’nadır. O’nun her şeye gücü yeter.
Bir gün içinde en fazla tekrar edilen şiarlar şunlardır:
Allahu Ekber (Günde 285 defa + 165 -tesbih çekerken-)
Lâ ilâhe illâllah (68 defa)
Elhamdü lillâh (117 defa + 165 -tesbih çekerken-)
Sübhânallah (54 defa + 165 -tesbih çekerken-)
Sübhâne rabbiye’l-azîm (126 defa)
Sübhâne rabbiye’l-a’lâ (252 defa) (Tesbih; toplam 432 defa + 165 -tesbih çekerken-)
Görülüyor ki, namaz içinde tahiyyât oturuşunda Nebî’ye (s.a.s) ve tüm sâlih kullara gönderilen selâmlar hâriç, tüm sözler Allah’ın “en büyüklüğü“ etrafında dönmektedir. En büyüklük, övgü, yücelik, güçlülük, eşinin ve benzerinin bulunmayışının -tek ilâh oluşunun- ilânı, aklanıp tenzih edilişi vb. tüm büyüklük sıfatları O’na nisbet edilmektedir.
- 542 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Peygamberimiz (s.a.s.), namazlarda söylenenlerden ayrı olarak da bazı İslâmî şiarların özellikle söylenmesini tavsiye etmiştir. Onlardan bazılarını buraya almakta fayda var:
“Allah'ın doksan dokuz ismi vardır. Onları kim ezberlerse cennete girer. Allah tektir, teki sever.“2087 Diğer rivâyet şöyledir: “Gerçekten Allah'ın doksan dokuz ismi vardır. Bir müstesnâ yüz isim! Bunları kim sayarsa cennete girer.“ 2088
“Sübhânallahi ve'l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber' demem, benim için güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha sevgilidir.“ 2089
“Bir kimse günde yüz defa, 'Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke leh, lehu'l-mülkü ve lehu'l-hamdu, ve hüve alâ külli şey'in kadîr (Allah'tan başka ilâh yoktur. O'nun şerîki/ortağı yoktur; mülk O'nundur, hamd de O'na mahsustur. Hem O her şeye kaadirdir)' derse, o kimse için on köle (âzât etme) dengi sevap olur. Ve kendisine yüz hasene yazılır; yüz günahı da silinir. O gün, akşamlayıncaya kadar şeytandan muhâfaza olur. Onun yaptığından daha faziletli bir işi kimse yapamaz. Meğer ki, onun yaptığından fazla yapsın. Ve bir kimse günde yüz kere 'Sübhânallahi ve bihamdihî (Allah'ı hamdiyle birlikte tenzih ederim)' derse; günahları denizin köpüğü kadar bile olsa sâkıt olur.“ 2090
“İki kelime vardır ki, dile hafif, mîzanda ağır, Allah'a makbuldürler. (Bunlar:) 'Sübhânallahi ve bihamdihî, sübhânallahi'l-azîm (Allah'ı hamdiyle birlikte tenzih ederim. Yüce Allah'ı tenzih ederim)' (kelimeleridir).“ 2091
“Sübhânallahi ve'l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber (Allah'ı tenzih ederim, hamd Allah'a mahsustur ve Allah'tan başka ilâh yoktur. Allah her şeyden büyüktür)' demem, benim için, üzerine güneş doğan her şeyden daha makbuldür.“ 2092
Mus'ab bin Sa'd (r.a.) anlatıyor: Bana babam rivâyet etti. (Dedi ki: 'Rasûlullah (s.a.s.)'ın yanındaydık. “Biriniz her gün bin sevap kazanmaktan âciz midir?“ diye sordu: “Yüz kere tesbih eder (Sübhânallah der) ve kendisine bin sevap yazılır. Yahut üzerinden bin günah indirilir“ buyurdu.' 2093
Abdullah bin Kays’dan rivâyet edilmiştir. “Rasûlullah buyurdu ki: “Ey Abdullah! Sana cennet definelerinden bir define göstereyim mi?“ dedi. Ben: “Hay hay yâ Rasûlallah!“ dedim. 'Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh (güç ve kuvvet ancak Allah'a mahsustur' de!“ 2094
Muhâcirlerin fakirleri Rasûlullah’a (s.a.s.) gelerek: 'Varlık sahipleri yüksek dereceleri ve devamlı nimetleri alıp gittiler' demişlerdi. Rasûlullah (s.a.s.): “Neymiş o“ diye sordu. Muhâcirler: ' (Ne olacak,) Onlar da bizim kıldığımız gibi namaz kılıyor; bizim tuttuğumuz gibi oruç tutuyor. (Ama) Onlar sadaka veriyor, biz veremiyoruz; onlar köle âzâd ediyor, biz edemiyoruz' dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): “Ben size bir şey öğreteyim mi? Onunla sizi geçenlere yetişir; sizden sonrakileri de
2087] Müslim, Zikir 5, hadis no: 2677
2088] Müslim, Zikir 6, hadis no: 2677
2089] Müslim, Zikir 10
2090] Müslim, Zikir, 28, hadis no: 2691
2091] Müslim, Zikir 31, hadis no: 2694
2092] Müslim, Zikir 32, hadis no: 2695
2093] Müslim, Zikir 37, hadis no: 2698; Buhârî Deavât, Bed'ul-Halk; Tirmizî Deavât; İbn Mâce, Sevâbu't-Tesbîh
2094] Müslim, Zikir 44, hadis no: 2704
ŞİARLAR
- 543 -
geçersiniz. Hem hiçbir kimse sizden daha fazîletli olamaz; meğer ki sizin yaptığınız gibi yapmış olsun!“ buyurdu. Muhâcirler: 'Hay hay yâ Rasûlallah!' dediler. Rasûlullah: “Her namazdan sonra otuz üç kere tesbih (sübhânallah), tahmid (el-hamdu lillâh) ve tekbir (Allahu ekber zikri) edersiniz.“ Bunun üzerine fakir muhâcirler Rasûlullah (s.a.s.)'a dönerek: 'Mal, mülk sahibi din kardeşlerimiz bizim yaptığımızı işitmiş; bunun mislini onlar da yaptılar' dediler. Rasûlullah: “(Ne yapalım,) Bu, Allah'ın bir fazl u keremidir; onu dilediğine verir“ buyurdu. 2095
“Bir kimse her namazın sonunda Allah'a otuz üç defa tesbih, otuz üç defa hamd eder, otuz üç defa da tekbirde bulunursa, bunların toplamı doksan dokuz eder. Yüzün tamamında da: 'Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke leh, lehu'l-mülkü ve lehu'l-hamdu ve hüve alâ külli şey'in kadîr' derse, günahları denizin köpüğü kadar bile olsa (yine) affolunur.“ 2096
“Bir kimse, on defa 'Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke leh, lehu'l-mülkü ve lehu'l-hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr (Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O'nun şerîki/ortağı yoktur. Mülk O'nundur. Hamd de O'na mahsustur. O her şeye kaadirdir)' derse, İsmâil oğullarından dört kişi âzâd etmiş gibi olur.“ 2097
“Kelimelerin en güzeli dört tanedir: 'Sübhânallah ve el-hamdü lillâh ve lâ ilâhe illâllah ve Allahu ekber.“2098 Bunlara, hadisteki sırasıyla; tesbih, tahmîd, tehlîl ve tekbir denilir. “Zikrin en faziletlisi; 'lâ ilâhe illâllah', duânın en faziletlisi de 'el-hamdü lillâh'tır.“ 2099 Başka bir hadiste de Rasûlullah (s.a.s.): “Lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh“ demenin, çok sayıda günahların affedilmesine sebep olacağını söylemiştir. 2100
Namazda bir taraftan bazı temel zikirler/şiarlar söylenirken anlamlarına uygun olarak da bazı hareketler yapılıyor. Meselâ Allah’tan başkalarının yücelik ve büyüklük iddiâları reddedilirken, Allah’ın önünde eğilirken (rukû) ve secde edilirken anlamlı bir hareket yerine getirilmiş oluyor. Ayrıca yukarıda naklettiğimiz hadiste de görüldüğü gibi, temel kök, şiarların peş peşe yer aldığı dizi halindeki virdlerle de sürekli mırıldanarak günün her saatine yayılıyor. Bu anlam ve ruh atmosferinde yaşanıyor. Şimdi bu şiarların belli başlılarını kısaca açıklamaya çalışalım. Bunlar, sırayla şu “temel-kök“ şiarlardır: 1- Bismillâhirrahmânirrahîm, 2- Allahu Ekber, 3- Lâ ilâhe illâllah, 4- Sübhânallah, 5- Sübhânallahi’l-azîm, 6- İstiğfâr (estağfirullah), 7- Salevât (Allahumme salli alâ Muhammed), 8- Kunut duâsı.
Besmele; Manifestoya Giriş
“Allah’ın adı ile...“ Müslüman her şeye Allah’ın adı ile başlar. Söylediği bir sözü Allah’ın adı ile söyler. Allah’tan izin alarak. S-m-e kökü, isim koymak, ad vermek anlamında kullanıldığı gibi, -bi harf-i cerri ile de- yüceltmek, yükseltmek anlamına gelmektedir. Nitekim gökyüzü anlamında “semâ“ kelimesi vardır. Bismillâh “Allah’ı yücelterek“ şeklinde de; “Allah’ın yüce adı ile“ şeklinde de anlaşılabilir. Kovulmuş şeytandan sığınma, yüce olan Allah’ın adı ile başlama şeklindeki cümleye “eûzü-besmele“ denilmektedir.
2095] Müslim, Mesâcid, 142, hadis no: 595
2096] Müslim, Mesâcid, 146, hadis no: 597
2097] Müslim, Zikir 30, hadis no: 2693
2098] Buhârî, Eymân 19
2099] İbn Mâce, Edeb 25; Tirmizî, Deavât 9
2100] Tirmizî, Deavât 58
- 544 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Allah’ın adı ile“ demek, bir anlamda O’na sığınarak, O’ndan yardım dileyerek demektir. Zira hayat, şeytanın vesvesesine karşı uyanık durmakla İslâmî bir anlam kazanıyor. Her eylem, her duygu, her düşünce Allah’ın dediğine göre olmalıdır. Allah’ın adı ile başlamak, bunlara O’nun izin verdiği çerçevede yön çizmek demektir. Allah’ın adı ile demek, O’nun izniyle demektir. Besmele, bir hayat görüşü, bir hayat yorumudur. Gözlerimizin gördüğü dünyayı Allah’tan gelen İlâhî vahye göre yorumlamaktır. “Ben neyim, bu hal neyin nesi?“ sorusunu, tarihin derinliklerinden gelen Âdem-şeytan-vahy-risâlet-hidâyet-dalâlet kavramları ışığında cevaplamaktır. Allah, şeytan ve Âdem... İlk kıssa... Allah’ın Âdem’i ve eşini yaratışı. Ağaca yaklaşmama emri. Şeytanın onları kandırması, Allah’a karşı fücûru vesvese ile telkin etmesi. Sonra Âdem’in tevbesi ve yeryüzüne iniş... Burada başlayan insanlık tarihi, Âdemoğlunun yeryüzü serüveni...
İstiâze (Eûzü) ve Besmele: “Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım.“ Şeytan nereden kovulmuştu? Cennetten. Nereye gelmişti? Yeryüzüne. Kiminle gelmişti? Atamız Âdem ve anamız Havvâ ile. Ne yapacaktı burada? Allah’ın doğru yolu üzerine oturacak ve insanları iğvâ ederek saptırmaya çalışacaktı. Ne zamana kadar sürecekti bu mücâdele? Kendisine verilen mühlet dolana, yani yeryüzü imtihanımız bitip, Kıyâmet kopana kadar...
Görüldüğü gibi İslâm’a göre dinlerin kaynağı ikidir. Allah’tan gelen ve şeytandan gelen. Allah’tan gelen “vahiy“dir. Bununla “hak din“ oluşur. Şeytandan gelen ise “vesvese“dir, bununla da “izm“ler oluşur. İnsan ya Allah’tan yana olur, ya da şeytandan yana. İşte eûzü-besmele, bu tercihin açıklanmasıdır. Allah’ı kabul ederek O’na göre bir sistemin tercihi ile şeytanı kabul edip onun kışkırtıcı, isyancı, büyüklenmeci sistemi arasındaki tercih. Her ikisi de din olacaktır. Bu iki din arasındaki mücâdele mühlet dolana kadar devam edip gidecektir. Âdemoğlunun imanı, isyanı, korkusu, ümidi, tercihi, kazancı ve kaybı hep bu mücâdele içinde ortaya çıkıp şekillenecektir.
Nebî (s.a.s.), tüm duâlarında besmeledeki ruh ve anlamı yaşamıştır. Onun yaptığı duâlar genellikle iki cümle ile başlamaktadır. “Eûzü bike (Sana sığınırım)“ ve “es’eluke (Senden isterim).“ Nebî (s.a.s.) Allah’a şeytandan sığınmakta ve O’ndan birtakım hayırlar istemektedir. Bununla hayatın Allah, şeytan ve kişi arasında devam eden bir mücâdele olduğu açıklanmış oluyor. Peygamberimiz, Allah’tan bağışlanma, nur, dünya ve âhirette âfiyet dini, dünyası, malı ve ailesi için af ve âfiyet, ayıplarını gizlemesini, korkulardan emin kılmasını, şeytana karşı korumasını, fazlını, keremini, nusretini, müstaz’aflara yardım etmesini vb. istiyor. Ayrıca şeytandan, âcizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten, borca batmaktan vb. Allah’a sığınıyor ve bu şekilde duâlar yapmamızı öğütlüyor.
Kur’an, özellikle ilk inen âyetlerde Allah’ın isminin “zikredilmesini“ ve “tesbih“ edilmesini ister. 2101
Eûzü besmeleyi iyi anlamak için Allah’a sığınma, şeytan, şeytanın kovuluşu, şeytanın dünyaya ne yapmak için Âdem’le birlikte gönderildiği konularını iyice kavrayıp fıkhetmek gerekmektedir. Bir işe Allah’ın adı ile başlamakla şunları yapmış oluyoruz: 1. Yapılan işi Allah’tan yardım dileyerek yaptığımızı belirtiyoruz. 2- Allah’ı yücelterek başladığımızda o iş Allah için oluyor. O’nun dini için
2101] Bkz. 56/Vâkıa, 74-96; 69/Haakka, 52; 73/Müzzemmil, 18; 96/Alak, 1
ŞİARLAR
- 545 -
yapılan bir gayret özelliğini alıyor. 3- Şeytanın iğvâsına karşı direnme bilinci yenileniyor. 4- Her işe besmele ile başlamak, hayatı anlamlandırıyor. Allah’ın sözünü toplum hayatının dışına iten kökten laik anlayış reddedilmiş oluyor.
Besmelede özellikle “Rahmân“ ve “Rahîm“ ismi zikredilmiştir. Çünkü müşrikler bu isimlere itiraz ediyorlar ve “Rahmân da ne imiş?“2102 diyorlardı. Hatta Hudeybiye’de Rahmân ve Rahîm isimlerine itiraz eder, “biz böyle bir isim tanımıyoruz“ demişlerdi. Müşriklerin bu itirazına karşılık, besmelenin özellikle bu isimlerle beraber kullanıldığını görüyoruz. Bununla müşriklerin tanıdığı Allah ile Hz. Peygamberimiz’in anlattığı Allah arasındaki fark vurgulanmış olmaktadır. Zira müşrikler kendilerine göre bir çeşit Allah’a inanıyorlardı. Nebî (s.a.s.) tarafından Allah’ın “Rahmân“ olarak ilân edilişini bu anlayışlarını kabul etmeyen bir peygamberin çağrısı olarak gördükleri için sürekli karşı çıkıyorlardı.
Sanki buna karşılık Kur’an’da tüm sûreler Rahmân ve Rahîm isminin kullanıldığı besmele ile başlamaktadır. Rahmân tek başına Allah lafzının yerine de kullanılırken; Rahîm genellikle Raûf, Tevvâb, Azîz ve daha çok da Ğafûr ismi ile beraber geçmektedir. 2103
İslâm kültüründe “besmele, hamdele, salvele“ geleneği vardır. Her üçü de Kur’an’da kullanılmış ve emredilmiştir. Besmele, “düşmanı dışlama“ simgeleri olarak görülebilir. Eûzü besmelede iki bölüm olduğunu görüyoruz. 1- Düşman şeytandan dost Allah’a sığınma, 2- Rahmân ve Rahîm olan dost Allah’ın adı ile başlama. Birini dışlama, öbürüne sığınma. Çünkü hayatın mânâsı bundan ibârettir. Ya Allah’tan gelen vahyi din edinir ona göre yaşar, düşünür konuşursun; ya da şeytandan gelen fücur ilhâmını din edinir, ona göre konuşursun, yaşarsın. Bunun dışında Allah’ın dinini yaşarken şeytanın vesvesesine karşı uyanık olursun.
Eûzü besmele, müslüman insan için şeytana ve tâifesine, dostlarına karşı uyanıklık ifâdesi olmaktadır. Sanki ona karşı sürekli kullandığı, dilinde ve gönlünde taşıdığı bir “silâh“ gibidir.
İstiâze Şuurunun Bize Kazandıracağı Anlayış ve Davranışlar: Yapılması gerekeni yaptıktan sonra Allah'a sığınmalı ve O'ndan yardım istenmelidir. Şeytandan ve onun ilke ve yönlendirmelerinden uzaklaşmadığımız sürece Allah'a sığınmanın hiçbir anlamı yoktur. Dille şeytana düşman olurken, diğer tüm uzuvlarımızla şeytana dostluk ve bağlılık, istiâze şuuruyla bağdaşmaz.
İstiâze, “hicret“tir; Şeytanî özelliklerden Rahmânî vasıflara; Basit, geçici ve hayvanî olduğu kadar şeytanî zevklerden, sonu acıyla bitecek yapay duygulardan, şeytanî sanal lezzetlerden ebedî saadetlere hicret. İstiaze şuuruna sahip bir mü'min, Kur'an'da övülen o mutluluk çağının zirve kahramanları olan ashab'a ashab olup, sonu fetihle biten hicret için yol arkadaşlığına hazırlanabilir.
Kul ne yaparsa yapsın, Allah'ın dilemesi ve yardımı olmadan hiçbir şey olmaz. Öyleyse O'nun yardımına müstahak olarak O'ndan istemeliyiz.
Şeytandan Allah'a sığınan, şeytanî özellik ve vasıflardan da Allah'a sığınmış demektir. “Şeytan“ azgın ve haktan uzak demektir. Azgınlıktan ve hakka uzak
2102] 25/Furkan, 60
2103] Bkz. 6/En’âm, 118-119; 69/Haakka, 52; 73/Müzzemmil, 18; 33/Ahzâb, 56-57; 37/Sâffât, 182
- 546 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmaktan kurtulup, gerçek kul olmaya, Hakkın adamı olmaya çalışmalıyız.
Şeytan azılı tarihî düşmanımızdır. Onu iyi tanımalı ve hilelerine karşı uyanık olmalıyız. Cinlerden olduğu gibi, insanlardan da şeytanların olduğunu ve her yerde her zaman onlarla karşılaşabileceğimizi unutmamalıyız. Evden çarşıya, işten okula, sofradan tuvalete, mescidden cepheye kadar her yerde düşmanımızla karşılaşabiliriz.
Şeytanın kovulma ve lânetlenme sebebini değerlendirmeli ve aynı durumlara düşmemek için gayret etmeliyiz. Biliyoruz ki şeytan, Allah’ın emrine kibirlenip isyan etti ve o yüzden kovuldu, lânetlendi. Onu, ne sahip olduğu ilmi kurtarabildi, ne de zekâsı. Öyleyse vahyin ışığında bir akıl ve ilimle hikmetleri yakalamaya ve yaşamaya çalışmalıyız.
Şeytana lânetle yetineceğimize, ona uymayarak, onu mahvedecek şekilde Allah'ı çokça anarak onu yenmeli ve kahretmeliyiz. Unutmayalım ki, şeytan ve askerleri, kendi misyonlarını yapıyor. Biz, dünyadaki görevimizi yerine getirirsek, şeytana da uymamış oluruz. 2104
Tuvalete girerken, şeytandan korunmak için eûzü çekmeliyiz de; televizyonun düğmesini açarken eûzü, kaparken de en azından istiğfar çekmeli değil miyiz? Caddeye, çarşıya, dolmuşa adım atarken, iş başında, aş başında, gafletle geçen dakikalar, saatler, hatta günler içindeki tüm şerlerden, istiazedeki sığınak dışında kimin kalesine sığınabiliriz? Kur'an okurken istiaze gerekir de, beşerî kitaplar, gazeteler okunurken gerekmez mi dersiniz?
İstiâze, müslüman için şeytana ve taifesine, şeytan dostları ve askerlerine karşı uyanıklık ifadesi olmaktadır. İstiâze, mü'min için sanki düşmana karşı sürekli kullandığı, dilinde ve gönlünde taşıdığı bir silâh gibidir.
Allah'ı tek Rabb, tek Melik ve tek İlâh kabul ederek O'na sığınanlara, Allah'ın yardımı erişecektir. Unutulmamalıdır ki, insanlığın saadeti, şuurlu bir iman ve her türlü kötülüklerden Allah'ın dinine sığınıp sakınmalarıyla mümkün olacaktır. “En iyi koruyan Allah'tır ve O merhametlilerin en merhametlisidir.“2105; “O, ne güzel dost, ne güzel vekildir.“ 2106
Besmele, Laik Mantığı Protestodur: Bir mü'min, her eyleminin başına besmeleyi yerleştirmekle laik mantığa en büyük protestoyu yapmış olur. Besmele, insanın Allah'la iş yapması, Allah'ı işine karıştırmasıdır. Dolayısıyla besmele; ateizmi, materyalizmi, laisizmi reddir. Bu mânâda besmele, İslâmî dünya görüşünün anahtarı mesabesindedir. Laik dünya görüşü “besmelesiz“ olmaktır. Laik olmakla olmamak arasındaki fark, besmeleli olmakla olmamak arasındaki fark kadardır. Besmeleli yapılan iş, meşrûiyetini Allah'tan alır ve meşrû işlere besmele çekilir. Besmelesiz işlerse şeytana lâyıktır.
Besmelesizlik demek olan laisizm, aynı zamanda şeytanî bir dünya görüşüdür. Bunun için Allah Rasûlü her eylemine “Rahmân, Rahîm Olan Allah'ın adıyla“ başlayarak bu sapkınlığı mahkûm etmiştir. 2107
2104] A. Akpınar, Namaz Duaları ve sureleri, s. 21, 26
2105] 12/Yûsuf, 64
2106] 8/Enfâl, 40; 3/Âl-i İmrân, 173
2107] Mustafa İslâmoğlu, İman Risalesi, s. 180
ŞİARLAR
- 547 -
Besmele şuuru, bize şu anlayış ve davranışları kazandırır (kazandırmalıdır): Müslümanın her işi Allah'ın adıyla ve O'nun emir ve müsaadeleri doğrultusunda olmalı. Müslümanın her işinde 'evvel Allah' olmalı. Yani mü'min, başlayacağı işi yapıp yapmama konusunda önce Allah'a danışmalı. Harama besmele çekilmeyeceği için, besmele çekemeyeceğimiz hiçbir işe girişmemeliyiz. “Besmelesiz iş ebterdir, yok olmaya mahkûmdur.“2108 hadisinden anlıyoruz ki besmelesizler ve onların düzenleri devrilip yıkılmaya mahkûmdur.
Kesilirken besmele çekilmeyen her hayvan murdardır, pistir. Besmeleyle ve besmele doğrultusunda olmayan her düşünce, fikir, iş ve düzen de murdar ve leş hükmündedir. Besmele Allah'tan yardım dilemedir. Allah ise, ancak Kendi yolunda olanlara yardım eder.2109 Besmeleyle, yapılan işi kendi adımıza, fakat Allah’ın ismi ve izniyle, Allah'tan yardım dileyerek yaptığımızı belirtiyoruz. Allah'ı yücelterek başladığımızda o iş, Allah için oluyor. O'nun dini için yapılan bir gayret şeklini alıyor. Şeytanın iğvâsına karşı direnme bilinci yenileniyor. Her işe besmeleyle başlamak hayatı anlamlandırıyor.
Allah'ın sözünü toplum hayatının dışına iten kökten laik anlayış reddedilmiş oluyor. Mü'minler istiâze ve besmelenin şuuruna erdikleri gün, yeryüzünde hiçbir tâğutî iktidar gücünü muhafaza edemez. Çünkü eûzü-besmeleyi duyan şeytan ve tâğut çılgına döner, mahvolur.
Allahu Ekber; En Büyüklük İlânı!
“Kelimelerin en güzeli dört tanedir: 'Sübhânallah ve el-hamdü lillâh ve lâ ilâhe illâllah ve Allahu ekber.“2110 Bu şiarlara, hadisteki sırasıyla; tesbih, tahmîd, tehlîl ve tekbir denilir. Tekbir, namaz kılan bir mü’minin günlük hayatında en fazla tekrar ettiği “mesânî“ (şiar/slogan)dir. Bütünüyle dinin özü, bu kısa ifâdede toplanmıştır. Er fazla tekrar ettirilen bu şiar olduğuna göre İslâm’ın dünya görüşü, bu ifâdenin zâviyesinden olmalı değil midir?
Tekbir'in Anlamı: ‘Tekbir’ sözlükte, yüceltmek, büyük tanımak, ululamak demektir. “Ve de ki: ‘Hamd (övgü), çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan ve düşkünlükten dolayı yardımcıya da (ihtiyacı) bulunmayan Allah’a aittir.’ Ve O’nu tekbir edebildikçe tekbir et (büyük tanı)“ 2111
Allah’ın “ekber“ oluşu, “a’lâ“ ve “a’zam“ oluşunu da içine almaktadır. Son ikisi, âdeta ilkinin açıklaması gibidir. İslâm’ın insanlık tarihi boyunca söylediği kadîm şiarı, ne kadar özlü, ne kadar mânâlıdır. Kısaca “en büyüklük“ ilânı olan özlü mesaj iliklerimize kadar işlemeli iken başka gündemler, başka mesajlar bizleri oyalayıp duruyor. Bu dinin Şâri’ tarafından tâyin ve tesbit edilmiş tekrarlanan âyetler, bizim gündemimizin birinci maddesini teşkil etmeli iken, biz bu vurguları görmezlikten gelebiliyoruz.
K-b-r kökünden büyüklük ifade eden kelimeler geliyor. “Ekber“, en büyük olan, “ekâbir“ onun çoğulu, “mütekebbir“ büyüklenen, “müstekbir“ kendini büyük gören, büyüklük taslayan, “tekebbür“ kibirlenmek, “kebâir“, büyük
2108] İbn Mâce, hadis no: 1894
2109] Ali Akpınar, a.g.e. s. 28
2110] Buhârî, Eymân 19
2111] 17/İsrâ, 111
- 548 -
KUR’AN KAVRAMLARI
günahlar. Namazlarda söylenen diğer büyüklük ifâde edici tekrarlar da bu ifâde ile söylenmiş olmaktadır. Şimdi Kur’an’ın büyüklük ve büyüklenme ile ilgili âyetlerine bakalım:
1- Allah’ın Büyüklüğü: “Muhakkak ki Allah Aliyyu’l Kebîrdir.“2112; “Gayb ve şuhûd âlemini bilen Kebîru’l Müteâldir.“2113; “Hukm, Aliyyu’l Kebîr olan Allah’ındır.“2114; “Allah, her mütekebbir cebbarın kalbini mühürler.“2115; “Rabbini büyükle!“2116; “Rabbinin ismini an.“ 2117
2- Şeytanın Büyüklenmesi: “İblis secdeye yanaşmadı, büyüklendi ve kâfir oldu.“ 2118
3- Yeryüzünde Kâfirlerin Büyüklenmesi: “Âyetlerimizi yalanlayarak büyüklenenler ateşe atılacaklardır.“2119; “Firavun ve melei (ileri gelenleri), âyetlerimize karşı büyüklendiler.“2120; “Firavun yeryüzünde büyüklendi ve halkını gruplara ayırdı.“2121; “Ben sizin en yüce Rabbinizim dedi.“ 2122
4- Rasûl’e Karşı Büyüklenme: “Bu Kur’an iki şehirden birindeki bir büyük adama indirilmeli değil miydi dediler.“2123; “Kabul ettikleri halde haksızlık ve büyüklenmelerinden ötürü inkâr ettiler.“2124; “O’dur ümmî bir Rasûlü içlerinden gönderen.“ 2125
5- İnsanların Birbirine Karşı Büyüklenmesi: “(İblis:) ‘Ben onlardan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu topraktan’ dedi.“ 2126
Tüm hastalıkların kaynağı “büyüklenme“dir. Büyüklenenlerin ilki şeytandır, ilk günah, büyüklenme günahıdır. Şeytanın yolundan gidenler de onun işini meslek edinerek büyüklenirler. Bu nedenledir ki, her namazda Allah’ın “en büyük“ olduğunu tekrarlarız. Demek ki gün boyunca büyüklenme eğilimleri ve tavırları ile yüz yüzeyiz. Namaz kılan bir müslüman da yüzlerce defa Allah’ın en büyüklüğünü ikrar ettiği halde, bu sözleri söylerken bel büküp (rükû), yere burnunu sürttüğü (secde) halde, hâlâ büyüklenme eğilimleri varsa, ne söylediğini ve ne yaptığını bilmiyor demektir.
Yeryüzündeki fesâdın kökünde büyüklenme vardır. Fesadı çıkaran kâfirlerdir. Müslümanlar arasında anlaşmazlık sebebi de çoğunlukla büyüklenme (benlik/egoizm)dir. Tüm istenmeyen durumların kaynağında “benlik“ vardır. Benlik, büyüklenmeyle oluşur. Kâfir benliğini ortaya kor, büyüklenir, küfrüne sebep olur. Müslüman da din kardeşine karşı benlik yapar, büyüklenir, ayrılığa neden olur. Her ikisinin kaynağı da büyüklenmedir. Mü’min bu hastalıkları “Allahu ekber“
2112] 22/Hacc, 62
2113] 13/Ra’d, 19
2114] 40/Mü’min, 12
2115] 40/Mü’min, 15
2116] 74/Müddessir, 3
2117] 96/Alak, 3
2118] 2/Bakara, 34
2119] 4/Nisâ, 5
2120] 23/Mü’minûn, 46
2121] 28/Kasas, 4
2122] 79/Nâziât, 24
2123] 43/Zuhruf, 31
2124] 27/Neml, 14
2125] 62/Cum’a, 2
2126] 38/Sâd, 56
ŞİARLAR
- 549 -
kılıcı ile keser atar. En büyüğün Allah olduğunu ilân eder. Alnını her gün 80 defa yerlere eğip secde ederek bunu gösterir. Bununla şunları ilân etmiş olur:
1- “Ene rabbukûmu’l-a’lâ“ diyen Firavunlara meydan okur.
2- “Sellimû teslîmâ“ (tam bir teslimiyetle) rûhuyla Allah’a kendini adar.
3- Gününün her ânında “lâ“yı yaşamış, şimdi “illâ“nın en yakınına ulaşmıştır.
4- Kibirliliğin göstergesi olan “burnu havada olma“yı, “burnunu yere sürterek“ kırmış olur.
Yahûdiler de Rasûlullah’a karşı büyüklendiler. Aslında Rasûl olduğunu bildikleri halde “senden de peygamber mi olurmuş?!“ diyerek bunu kibirlerine yediremediler. Oysa Allah onların “ümmî“ diye hor gördükleri insanlar içinden bir Rasûl göndermişti. O ümmî idi; ancak, ona itaat edilmeliydi. Çünkü Allah böyle istemişti. Kalbinde hastalık bulunanlar hemen kendini gösteriverdi. Büyüklük hastalıklarını açığa vuruverdiler.
İmam Gazzâli, kibirliliğin sebepleri olarak kendini beğenme (ucup), kin (hıkd), çekememezlik (haset) ve gösteriş (riyâ)i sayar. Kibrin sebeplerinin ilim, amel, ibâdet, asâlet, güzellik, servet, kuvvet, çevre edinme gibi nedenler olduğunu anlatır. Bunlardan kurtulmak ve tedâvi olmak için “Allahu Ekber“ sözü ne güzel bir ilâç, rukû ve secde ne güzel bir tedâvidir.
Görüldüğü gibi, her şey Allah’ın “en büyüklüğü“ etrafında dönmektedir. Bu nedenle İslâmî bir devrimin dünyaya ilân edeceği temel çağrı bu büyüklüğün tanınması ve O’na teslim olunmasıdır. 2127
Biz müslümanlar, sevindiğimizde, üzüldüğümüzde, şaşırdığımızda, şok olduğumuzda, hayran olduğumuzda hep tekbir getiririz: Allahu ekber! Çünkü “Allah en büyüktür“ mânâsına gelen tekbirin işlevi de, anlamı kadar büyüktür. Seviniyorsak sevincimizi Allah’ın büyüklüğüne bağlarız. Üzülüyorsak, kendimizi Allah’ın en büyük oluşuyla teselli ederiz. O’ndan bağımsız bir saâdet ve felâket tasavvur etmediğimiz için safâ halinde de, cefâ halinde de “Allahu ekber“ deriz. Şaşırdığımızda, Allah’ın en büyük oluşunu hatırlar ve bizi şaşırtan şeyin Allah için çok basit, sıradan bir şey olduğunu bir kez daha hatırlarız. Şok olduğumuzda, bizi şok eden olayın Allah katında daha büyüklerinin olduğunu dile getirmek için tekbir getiririz. Hayran olduğumuzda, hayretimizi esere değil; o eserin sahici müessirine, sanata değil; asıl sanatkâra yönelttiğimizi tekbirle ifâde ederiz.
Namaza “Allahu ekber“le başlar ve her rekâtta beş kez bunu tekrarlarız. Namaz ki; o, Allah karşısında kulun esas duruşunu temsil eden ibâdetler mecmuasıdır. Allah’ın en büyük olduğunu itiraf ederek başlamayan bir ibâdet, insanı kula kulluktan nasıl kurtarabilir? “Allahu ekber!“ demekle, kula ve eşyaya kulluğu reddettiğimizi ifâde etmiş olur ve O’na kulluğumuzu secdeyle zirvesine taşırız. İşte tekbirin insanı getirdiği son nokta bir aşk hareketi olan secdedir. 2128
Şüphesiz âlemlerin Rabbi Allah (c.c.) her şeyden yücedir ve büyüktür. ‘Kibriyâ’ yani her türlü yücelik ve büyüklük O’nun Rabliğinin gereğidir. Mü’minler, iman ederek bu büyüklüğü tasdik ederler. Onlar Allah’ın büyüklüğü (kibriyâsı)
2127] İ. Eliaçık, İslâm ve Sosyal Değişim, s. 13-27
2128] D. Ârif Çevikel, Allahu Ekber
- 550 -
KUR’AN KAVRAMLARI
karşısında istikbar edip büyüklük taslamazlar, kibir göstermezler. Mü’minler, Allah Teâlâ’nın kendilerine hidâyet lutfetmesinden dolayı Allah’ı ‘tekbir’ ederler, ‘Sen en büyüksün’ derler. Büyüklük (kibriyâ) kelimesi neyi ifade ediyorsa, büyüklükten ne kast ediliyorsa hepsinin Allah’a ait olduğunu ilân ederler. İşte ‘tekbir’, Allah’ın her şeyden üstün, ulu, azamet sahibi ve büyük olduğunu söylemenin adıdır.
‘Tekbir’le ifâde edilen Allah’ın en büyük oluşu, sıradan bir cümle değildir. Farklı ilâhlara inanan kimseler, tapındıkları tanrıları büyük bilirler. Birtakım zorbaların, diktatörlerin, tâğutların önünde secde edenler, ya da onlara itaat edenler; onları çok büyük, en büyük tanırlar. Kimileri kendilerine hükmeden güç odaklarını, iktidar seçkinlerini, devlet erkini en güçlü ve büyük zanneder. Kimileri de süper güç olarak adlandırdıkları A.B.D. gibi zâlim ve emperyalist devletleri, her şeyi gören, her şeye gücü yeten kaadir-i mutlak kabul eder.
Rabbimiz mü’minlere ‘Allahu ekber’i öğreterek, bütün bu hatalı “büyük“ anlayışından, “büyüklük“ ve “büyüklenmek“ yanlışlığından onları kurtarmıştır. En yüce olan; eşi ve benzeri olmayan, her şeyi yoktan var eden, sonsuz güç sahibi, her an diri ve canlı olan, ezelî ve ebedî olan Allah’tır.
‘Allahu ekber’ bir iman ifadesidir. Bir din seçiminin sözle dile getirilmesi, bir kulluk bildirimidir. İman eden insan, bu cümleyi söyleyerek kimi büyük tanıdığını, kime ibâdet edeceğini ilân eder. Mekke’de ilk inen âyetlerde şöyle bir ifadeyi görüyoruz: “Ey bürünüp örtünen; Kalk (ve) bundan böyle uyarıp korkut; Rabbini ‘tekbir’ et (yücelt); Elbiseni de temizle…“ 2129
İslâm bu ilk mesajla, insanlara kimin ‘büyük’ tanınması gerektiğini haber veriyordu. Ya çıkarları olduğu için, ya korktukları, ya da baba mirası olduğu için yalancı ilâhları 'ekber' tanıyan insanlara bundan daha güzel bir mesaj olamazdı. Bu ilân/duyuru karşısında, ‘büyüklüğü’ başka şeye veren insanların sarsılmaması mümkün değildi. ‘Allahu ekber’ yüce bir gerçeği haykırıyordu ve işitenleri ürpertiyordu.
Bilindiği gibi, müslümanların şiarı (özel sembolü) sayılan 'ezan'ın ilk sözleri ‘Allahu ekber’dir. Mü’minler, her ezan okuyuşta, bu gerçeği işiten kulaklara, hisseden yüreklere, bütün canlılara ve ufka kadar bütün yeryüzüne ulaştırırlar, haber verirler. İnsan dışındaki bütün yaratıklar Allah’ın büyüklüğünü zaten bilirler, O’na itaat ederler, teslimiyet gösterir ve O’nu devamlı tesbih edip zikrederler. Ancak, hevâsını ve başka yalancı güçleri tanrı edinen bazı insan taslakları, bu gerçeğe yüreklerini kapatırlar. Okunan ezanlar bu kapalı yürekleri ölümsüz gerçeğe açma çağrısıdır, çabasıdır.
Mü’minler namaza da ‘tekbir’ ile ‘Allahu ekber’ diyerek başlarlar. Böylece, insanın gönlüne girebilecek bütün sevgileri, bütün yücelikleri, bütün değerli sanılan şeyleri bir tarafa atar, hepsini elinin tersiyle arkaya fırlatır ve öylece, büyük olan, en büyük olan Rabbinin huzuruna kul olmanın bilinciyle ve teslimiyetiyle dururlar. ‘Allahu ekber’ sözü, kulun Allah’ı tasdik etmesinin, O’na teslim olmasının, O’na karşı kul olduğunun bilincine varmasının açıkça gösterilmesidir. Başkalarının inandığı bütün büyüklük (istikbar/kibriyâ) anlayışlarının reddedilmesidir.
2129] 74/Müddessir, 1-4
ŞİARLAR
- 551 -
Namazın rükünlerinin herbirinin arasında da Allahu ekber denilir. Böylece bu muazzam gerçek, sık sık vurgulanır. Bu vurgu, mü’min tarafından öncelikli olarak kendi nefsine karşı yapılır ki, nefis elindeki imkânlarla büyüklük duygusuna kapılmasın. Sonra da başkalarına duyurulur. Bayramlarda ve hac zamanı söylenilen ‘teşrik tekbirleri’ de biraz daha uzun cümlelerle aynı şeyi ifade etmektedir.
Allah’ın dışında herhangi bir varlığa ‘en büyük’ diye hitap etmek şüphesiz Islâm'ın ölçüleriyle bağdaşmaz. Bu niteleme, ister sevgiden isterse korkudan kaynaklansın, farketmez. En büyük olma sıfatı, nitelik, nicelik, makam, güç ve kudret kaynağı olarak Allah’a aittir. Mecâzen de olsa bir başkasına, ‘falanca kişi veya şey en büyük, başka büyük yok’ demek Islâm inancına terstir. Hiçbir makam, hiçbir güç, hiçbir sevgi ve korku Allah’a ait olanla benzer ölçüde veya yanyana düşünülemez. Bir şeyi Allah gibi görenler, bir şeyi Allah’ı sever gibi sevenler, ya da Allah’a ait bir sıfatı yaratılmışlara verenler, -iman iddialarına rağmen- şirke düşerler. 2130
Allah'ın en büyük olduğunu kendine ve her şeye ilân eden kimsenin gözünde ve kalbinde başka bir büyük olamaz. Bazıları parayı, otomobili, kadını, dünyevî makamı/koltuğu, apartmanları, kendini, çocuklarını... büyük görür, giderek bunları veya bunlardan birini tutku halinde fanatik şekilde sever. Mü'minin gözünde ve gönlünde ise büyütülmeye, büyüklüğünü kabul etmeye değer tek varlık vardır; Allah. “İnsanlardan bazısı, Allah'tan başkasını Allah'a endâd (eşler ve benzerler) edinir de onları, Allah'ı sever gibi severler. İman edenler ise en çok Allah'ı severler (onların Allah'ı sevmesi her şeyden, her sevgiden daha fazladır).“ 2131
Lâ İlâhe İllâllah; Sahte İlâhlara İsyan, Büyüklenmeye Red
Müslümanım diyen her insanın, bütün gün boyunca söyleyip durduğu bu şiarlar/sloganlar bu kadar aktüel olmasına, derin anlamlar taşımasına rağmen, gerektiği gibi harekete ve ayağa kaldırmaya yol açmıyorsa, bunun tek sebebi, bu şiarların ilk kullanıldığı günlerdeki tazeliği ve anlam boyutlarıyla anlayıp kavrayamamış olmamızdır.
Mekke’de ilk müslümanların, bu şiarları ilk duyduğu günlerdeki tazelik, ruh ve heyecan nasıldı? Bir Ebû Zer... Gizlene saklana Mekke’ye geliyor. Rasûlullah’ı (s.a.s.) buluyor ve “bana İslâm’ı anlat, müslüman olacağım!“ diyor. Ona sadece bu kelime söyleniyor. “İşte İslâm bu demektir“ deniliyor. Müşriklere hitâben haykırmaya başlıyor: “Dinleyin beni! Ben Gıfar kabilesinden Ebû Zer’im. Sizin ilâhlarınızı reddediyorum. En büyük Allah’tır. Siz ve putlarınız bir hiçsiniz...“ Üzerine çullanıyorlar. Ebû Zer, kanlar içinde kalıyor, komalık oluyor.
Burada, Ebû Zer’in yaptığından ziyâde bu kelimeden ne anladığı ve ona bu sözü öğreten kişinin verdiği ruh önemlidir. Nasıl, bir söz ki, kabul eden kişinin üzerindeki etkisi fırlayıp ayağa kalkarak şehrin meydanına koşmak oluyor. Zaptedilmez bir enerjiyle doluyor. İliklerine kadar devrim ateşiyle dopdolu hale geliyor. İşte 23 yılda dünyayı saran bir inkılâbın temelinde yatan ruh budur. Bu ruhu veren, başlarındaki Peygamber, etrafında toplanan insanları bu enerjiyle doldurmuştur.
2130] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 693-694
2131] Bakara, 165
- 552 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Rasûlullah çırpınıyordu, kavminin hidâyeti için en güzel yollarla onları bu kelimelere dâvet ediyordu: “... Bir kelime, onu söyleyin, kurtulun; Rabbimin yanında size sahip çıkayım; Lâ ilâhe illâllah deyin!“ Tabii, kavmin ileri gelenleri, peşlerine kalabalığı da takıp diretiyorlardı. Çünkü biliyorlardı bu kelimelerin anlamının ne olduğunu. Henüz müslüman olmamış olan Hz. Peygamber’in amcası Abbas, Medine’lilerin biatı esnâsında onlara diyordu ki: “Bakın öyle bir söz söyleyeceksiniz ki, bu sözle bütün dünyaya savaş ilân etmiş olacaksınız? Lâ ilâhe illâllah demek, bütün dünyayı karşınıza almak demektir. Buna hazır mısınız?“
Bir çocuk; Ali... İlk duyduğunda bu sözü gidip babasına danışmak, onun iznini almak istiyor. Ancak sonradan düşünüyor ki, müslüman olmak için izin almak gereksizdir. Nasıl bir sözdür ki, ilk kabullenen bir çocuktaki etkisi, korkarak endişeye kapılmak ve odasına çekilip tefekküre dalıp düşünmek oluyor. Düşündüren, odalara kapattıran, ayağa kaldıran, dünyaya meydan okutan, canlandıran, dirilten bir söz... Lâ ilâhe illâllah.
Bu durum, onun zulme, haksızlığa, tuğyâna karşı muhâlefetçi, karşı koyucu, başkaldırıcı özelliğinden kaynaklanıyor. Bu söz, insanlar tarafından kabullenildiğinde daha ne hac, ne zekât, ne örtünme, ne içki yasağı, ne oruç, hiçbir şey yoktu. İnsanlar sadece “hayır!“ demeye, başkaldırmaya çağrılıyordu.
Tevhid Kelimesindeki “lâ“ ve “illâ“ sözleri başkaldırı ve boyun eğmenin ikisini de içermektedir. Müslüman “lâ“ diyerek “başkaldıran insan“ olurken; “illâ“ diyerek de “boyun eğen“ insan olmakta. “Lâ“ diyerek “hayır“ diyen; “illâ“ diyerek de “evet“ diyen insan olmaktadır. Böylece sadece başkaldırıyı kutsayan anarşizm ile boyun eğmeyi meslek haline getiren mazoşizmi dışlamış olmaktadır.
Müslüman olmanın ilk şartı başkaldırmaktır. Çünkü İslâm’a giren bir insana ilk önce “lâ“ yani, “hayır!“ dedirtilir. Neye hayır? Allah’ın en büyüklüğünü tanımayan, Allah’ın otoritesi, hükmü yerine geçmeye kalkışan, O’na alternatif olma iddiasındaki her şeye, her kişiye, her rejime, her güce... İkinci şart, boyun eğmedir. Bu, birincinin tam tersidir. Bu tevhidi dillendiren mü’min, Allah’tan başkasına baş kaldırdığı kadar, hatta daha büyük kararlılıkla Allah’a boyun eğecek, O’na teslim olacaktır. “Evet“ diyecektir. Neye evet? Allah’a, O’nun en büyüklüğüne, O’nun dinine, anlam, değer ve kurallarına, bildirdiklerine, açıkladıklarına...
Böylece kelimenin “Allah’a vet, gayrısına hayır!“ merkezinde döndüğü görülmektedir. Hayır ile evetin, başkaldırma ile boyun eğmenin, meydan okuma ile teslim olmanın bir arada olduğu özetin özeti bir cümle.
Lâ ilâhe illâllah sözü, özünde değiştirici ve devrimci tohumlar taşımaktadır. Başlıca dört unsurdan oluşan kelime, topyekün bir formül niteliğindedir.
Lâ: Hayır, red, dışlama.
İlâh: Allah’ın yerine geçmeye kalkışan (Lâ ile kullanıldığında)
İllâ: Evet, kabullenme, hâriç tutma.
Allah: Mutlak yaratıcı, kaynak. Mutlak kudret ve tüm kemal sıfatların sahibi.
Muhammed: Abdullah’ın oğlu, Kureyşli, Hz. İsa’dan 571 yıl sonra doğdu, 610 yılında peygamber oldu, 63 yaşında Medine’de vefat etti.
ŞİARLAR
- 553 -
Rasûl: Elçi, Allah’ın onu elçi seçmesi, değerler ve kurallarını onun vâsıtasıyla (son kez) bildirmesi olayı.
Allah: Mutlak yaratıcı, kaynak. Mutlak kudret ve tüm kemal sıfatların sahibi.
Böylece, önce dışlama, sonra kabul, daha sonra da kabullenilen kaynağın seçtiği Rasûle tâbi olma ortaya çıkmış oluyor. Buna “kelime-i tevhid“ denilmiştir. Yani, “birliği“, “bir“ olma durumunu izah eden kelime. Hayır’da birlik, evet’te birlik, Rasûl’e tâbi olmada birlik. Kelimenin ana terimi, “ilâh“tır. E-l-h kökünden gelen ilâh, sözlük anlamı itibarıyla “bir şeye sevgi ile yönelip kabullenerek onu yüceltip dokunulmaz kılmak“ demektir. Bu şekilde kim neye yöneliyorsa, onu ilâh ediniyor demektir. Kur’an’da “rab“ kelimesi gibi Allah’ın dışındaki birtakım güçler için de ilâh denilmiştir. Şimdi, Kur’an’daki kullanılışından bazı örnekler görelim:
1- Hevâyı ilâh edinmek: Hevâ kelimesi şu anlamlara geliyor: Arzu, istek, meyil, nefis, hoşuna gitmek, hüküm ve kanun koymak. “Hevâsını ilâh edineni gördün mü?“2132; “Hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü?“ 2133
Allah’tan geleni kabullenmeyerek, onları hoş görmeyerek kendi nefsinin hoşuna gidenleri kabul edip ona göre yaşayan bir kimse, hevâsını ilâh edinmiş olmaktadır. İnsanların çoğu, Allah Teâlâ’dan gelen kuralları çirkin bularak kendi hoşlarına giden şekilde kurallar koymakta ve ona göre yaşamaktadır. Bu durum kişinin kendi arzu ve zevklerini, fikir ve görüşlerini Allah’a rağmen ilâh edinmesidir. Müslüman kişinin buna da “lâ“ demesi ve “illâ“ diyerek Allah’a teslim olması gerekir.
2- Putları ilâh edinmek: “Dediler ki, ‘Ey İbrâhim! İlâhlarımıza ne yaptın?“ 2134
3- İnsanları ilâh edinmek: “Kendilerine bu kadar nimetler verildiği halde, yine onlar, yardımlarını umarak Allah’tan başka ilâhlar edindiler.“ 2135
4- Liderleri ilâh edinmek: “Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), râhiplerini (din adamlarını) rabler edindiler...“ 2136
Dalâlet ve Allah’ı gazaplandırmanın yolu, daima iki türlü olmuştur. Asıl kitabı bırakıp türev kitaplara yapışmak; asıl kişiyi bırakıp türev kişilere yapışmak. Burada asıl kitap, Allah’ın kitabı Kur’an’dır; asıl kişi de, Allah’ın elçisi Rasûller, nebîlerdir. Yahûdiler de, hristiyanlar da bunların aslına değil; türevlerine yapışıp onları aslının yerine koydukları için, yoldan çıkmışlardır. Tevrat’ı bırakıp tefsirlere, kişilerin yorumlarına yapışmışlar; Allah’ı bırakıp Rasûllerine ibâdet etmeye başlamışlardır. Mûsâ’yı, İsa’yı bırakıp onun arkadaşlarını, azizleri, Pavlos’u Rasûl gibi, hatta -hâşâ- Allah gibi düşünmüşlerdir.
Görülüyor ki, yoldan çıkmak “aslını bırakıp diğerini onun gibi görmek“ yanlışlığından kaynaklanıyor. Allah’ın en büyüklük ilânından sonra, bu büyüklüğe karşı tavır alanların red ve dışlanmasını ifade eden Lâ ilâhe illâllah sözü, İslâm
2132] 25/Furkan, 43
2133] 45/Câsiye, 23
2134] 21/Enbiyâ, 62
2135] 36/Yâsin, 74
2136] 9/Tevbe, 31
- 554 -
KUR’AN KAVRAMLARI
devriminin ikinci büyük şiarlarındandır. 2137
Tehlil: Tehlil, “Lâ ilâhe illâllah (Allah'tan başka ilâh yoktur)“ sözünü söylemek demektir. Bu kelime, bilindiği gibi “kelime-i tevhid“ olarak da adlandırılır. Tevhid, İslâm'ın temelidir. Allah'tan başka hiçbir ilâhın olmadığı, hâkimiyet, üstünlük, yaratıcılık ve ilâhlığın ancak Allah'a ait olduğunu kalp ve dil ile söylemeye tehlil denir. Tevhid kelimesi, iki kısımdan meydana gelir. Birinci kısmı, “Lâ ilâhe illâllah“, ikincisi ise, “Muhammedün Rasûlullah (Muhammed Allah'ın Rasûlü/elçisidir)“
Hz. Peygamberimiz, günde yüz defa tehlil'i okumayı/zikretmeyi tavsiye etmiş ve bunun, büyük sevapların kazanılmasına ve çeşitli günah ile zararların giderilmesine sebep olduğunu açıklamıştır.2138 Aslında buradaki yüz sayısı, çokluğa işarettir. İhlâsla bol miktarda tehlil okumanın faziletini ifade etmektedir.
Yine bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Zikrin en faziletlisi; 'lâ ilâhe illâllah', duânın en faziletlisi de 'el-hamdü lillâh'tır.“2139 Başka bir hadiste de Rasûlullah (s.a.s.): “Lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh“ demenin, çok sayıda günahların affedilmesine sebep olacağını söylemiştir. 2140
Ebû Süfyan'ın naklettiğine göre Rasûlullah (s.a.s.), Herakl'e mektup yazdığı zaman ona; “Gelin sizinle aramızda müsâvi, eşit olan bir kelimede birleşelim“ demişti. Bu kelimenin, takvâ kelimesi olan “Lâ ilâhe illâllah“ olduğu belirtilir. 2141
Bütün peygamberler, insanları tevhid inancına, Allah'a inanmaya ve yalnız O'na ibâdet etmeye çağırmışlardır. Peygamberlerin mücâdelesi, tevhid mücâdelesidir. Tehlil, bu tevhidi kalben, fikren ve zikren idrak etmek, yaşamak ve Allah'a yaklaşmaktır.
Tahmîd; Övgü ve Şükür En Büyüğe, Allah’a Âittir!
Tahmîd: Hamdetmeye, “el-hamdü lillâh“ demeye “tahmîd“ denilir. “Hamd“; bir nimetin veya güzelliğin kaynağı ve sahibi olan gücü, övgü ve yüceltme sözleriyle anmaktır. Bir başka deyişle ‘hamd’, isteğe bağlı bir iyiliğe veya onun başlangıç noktası olan bir yardıma karşı, gönül açıklığı ile o iyiliğin sahibine saygı ifade eden bir övgü sözüdür. Bunda hem nimet sahibini övmek, hem şükretmek, hem de yüceltme anlamı vardır. ‘Hamd’ kavramının anlamını Türkçe’de aynen karşılayacak bir kelime bulunmamaktadır. Çünkü o yalnızca bir övme değil, methetme ile şükür arasında bir çeşit övme, özel bir methetmedir. Canlı veya cansız varlıklar da methedilebilir. Meselâ, değerli bir elmas parçası veya güzel bir at övülebilir. Ama hiçbir zaman onlara hamd edilmez. ‘Hamd’, canlılara ve cansızlara istediği şekli ve değeri veren daha güçlü bir varlığa karşı yapılır.
Kur’an’ın birinci sûresi olan Fâtiha’nın ilk âyeti hamd olayının kime ait olduğunu net bir şekilde ortaya koymaktadır. “Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a aittir.“2142 Buna göre hamd sahibi bellidir. İnsanlar kendi görüşlerinden hareket ederek
2137] İhsan Eliaçık, a.g.e. s. 27-31
2138] Buhârî, Deavât 64; Tirmizî, Deavât 60
2139] İbn Mâce, Edeb 25; Tirmizî, Deavât 9
2140] Tirmizî, Deavât 58
2141] Buhârî, Eymân 19
2142] 1/Fâtiha, 2
ŞİARLAR
- 555 -
başkalarına hamd edemezler. Kur’ân-ı Kerim bu gerçeği başka bir âyette şöyle dile getirmektedir: “Başlangıçta da sonda da hamd yalnızca Allah’a aittir.“2143 Hamd, eşi ve benzeri olmayan ilâhî rahmetin hakkıyla övülmesi, o rahmetin sahibinin hakkıyla yüceltilmesidir.
Bütün varlıklar Allah’a hamd içerisindedir. Ancak en olgun hamd inanan bir insan tarafından yerine getirilir. Çünkü mü’min bir insan, Peygamberinden öğrendiği gibi Allah’ı hakkıyla takdir eder, O’na nasıl hamd edileceğini bilir. Allah’ı ve O’nun Rabliğini anlayan samimi bir müslüman hamdi yalnızca Allah’a yapar. O her zaman ‘elhamdülillah’ diyerek Yaratıcıyı hakkıyla över ve yüceltir. “Hamd olsun Allah’a ki, gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve nûru var etti. Yine inkârcılar, (başkalarını) Rablerine denk tutuyorlar.“2144 “Onların orada duası: ‘Allahım! Sen her türlü eksiklikten uzaksın’, birbirlerine sağlık temennileri; ‘selâm’, dualarını sonu da; ‘âlemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun’ sözleridir.2145 Bir hadiste şöyle buyruluyor: “Hamd, şükrün başıdır. Allah’a hamdetmeyen O’na şükretmemiş olur.“ 2146
Kur’an’dan anladığımıza göre mü’minler Allah’a üç şekilde şükredebilirler:
1- Dil ile şükür: Ni’met sahibini anmak, O’nu övmek, O’nun nimet sahibi olduğuna iman etmekle ve bunu Tevhid kelimesiyle ilân etmekle olur. Bu basit bir teşekkür ifadesi değil, dil ile ‘şehâdeti’ getirmek, dil ile doğru sözlü olmak, dil ile Kur’an’ı tasdik etmek, dil ile İslâm'ı anlatma, Kur’an okuma ve dil ile Allah’ı çokça zikretmek ve buna benzer dil ile ilgili kulluk görevlerini yapmakla yerine getirilir.
2- Kalp ile şükür; imanı kalbe yerleştirdikten sonra nimet sahibinin Allah olduğunu kalp ile tasdik etmek, vahy ile gelen şeyleri kabul etmek, yüreğe Allah’tan başka kimsenin gerçek anlamda korkusunu ve sevgisini koymamaktır.
3- Fiil (aksiyon-eylem) ile şükür; Bedenin organlarıyla nimet verene itaat etmek ve O’nun yüce emirlerini yerine getirmektir. Kısaca İslâm'ı her bakımdan yaşamaya çalışmaktır. Çünkü nimet vereni bilip O’nu övmek, bir anlamda O’ndan gelen her şeyi kabul etmektir.
Şüphesiz yalnızca dil ile ‘Allah'ım sana şükürler olsun’ demek şükür için yeterli olmaz. Fiil ile şükür, Allah’a hakkıyla kulluk yapmakla beraber, aynı zamanda Allah’ın verdiği nimetlerden Allah’ın diğer kullarını da faydalandırmaktır. Hayat bir nimettir. Hayatın devamını sağlayan her şey birer nimettir. Allah’ın zâtını idrâk etmek bir nimettir. İman ise bir insan için en büyük nimettir. Allah’ın bir kuluna iman nasip etmesi, ona olan nimetini tamamlaması demektir.
Şükrün başı Allah’ı bilmektir. Allah’ı Rab olarak bilen, O’nun nimet verdiğinin şuurunda olan bir kimse de O’nu sevmeye başlar. Allah’ı seven O’na ibâdet eder, O’na hiçbir şeyi şirk koşmayarak O’nun nimet verici olduğunu itiraf eder. Kul bu şuurla eşi ve benzeri olmayan bir Rabbin önünde kulluk yaptığının, bir büyük lezzetle ülfet ettiğinin farkında olur. Bu nedenle Tevhid, yani Allah’ı hakkıyla birlemek şükrün zirvesidir.
2143] 28/Kasas, 70
2144] 6/En’âm, 1
2145] 10/ Yûnus, 10; Ayrıca bkz. 7/A’râf, 43; 20/Tâhâ, 130; 28/Kasas, 70; 39/Zümer, 74
2146] Ebû Dâvud, Edeb 11; Tirmizî, Birr 35
- 556 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İnsan, kul olarak her zaman fakirdir, yani her açıdan Allah’a muhtaçtır. Çünkü O’ndan başka nimet veren yoktur. Hayatını sürdürebilmek için her zaman O’nun yarattığı nimetleri tatmak zorundadır. Kul bu nimetlerin karşılığını da ancak kullukla yerine getirebilir. İnsan, aynı zamanda hata ve günah içerisindedir. Günahkâr ise her an Rabbinin af ve mağfiretine muhtaçtır. Bu açıdan Allah (c.c.) kulları hakkında Rahmân, Rahim ve Ğafur’dur. Rahmân ve Rahim olan Allah kullarına nimet vererek ve ihsanda bulunarak merhamet etmektedir.
Kul daima Rabbinin verdiği nimetler ile nefsinin günahları arasındadır. Hasan-i Basrî diyor ki: “Ben nimet ile günah arasında sabahlıyorum. Bundan dolayı nimeti şükürle, günahı ise tevbe-istiğfar ile hatırlamak istiyorum.“ 2147
Şükür ahlâkının Hz. Muhammed’in hayatında nasıl somutlaştığını aşağıdaki örnek güzel bir şekilde göstermektedir: “Rasûlullah (s.a.s.) geceleri kalkıp ayakları kabarıncaya kadar namaz kılardı. Kendisine; ‘Allah (c.c.) senin geçmiş ve gelecek günahlarını affetti (niye kendini bu kadar yoruyorsun)?’ denildi. “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?“ cevabını verdi. 2148
Mü’minin hayatı sabır ile şükür anlayışı arasında geçmelidir. Allah’ın verdiği ni’metler sayılamayacak kadar çoktur. Bu ni’metlerin sahibine şükür, insanlık borcudur, yaratılışın gereğidir. Şükür borcu, iman ettikten sonra, bütün bir ömrü Allah’ın istediği gibi yaşamakla, nimet sahibinin rızâsı doğrultusunda yaşamakla yerine getirilir. 2149
“Lehu’l hamd“ Hamd O’nun içindir, O’na âittir. Ayrıca “el-hamdü lillâl“ şeklinde de sıkça kullanılır. Allah’a hamd olsun, hamd Allah için olsun anlamlarına gelir. Görüldüğü gibi, bu şiarda da ana terim “hamd“dir. Hamd’in Allah’a ait oluşu vurgulanmak istenmektedir.
H-m-d kökünden gelen hamd, şu anlamlarda kullanılıyor: Övmek, hakkını ödemek, övgü, övgüye değer, râzı olmak, sevinmek. Allah’ı övmek... Bir kişi, niçin övülür? Ya gerçekten bir iyilik görüldüğü için, ya da onun gözüne girmek için. Biz gelip geçen zaman içinde sadece bir noktayız, bir damlayız. Bizden evvel nice insan gelip geçti ve bizden sonra nice insan gelecek. Biz onlar için sadece bir küçük nokta olarak kalacağız. İnsan, geçmişi okudukça “acz“ içinde kalmaktadır. Dünyanın, kâinatın düzenini gördükçe acz içinde kalmaktadır. İnsanın, hayvanların, bitkilerin yaratılışını gördükçe ve anladıkça acz içinde kalmakta ve küçüklüğünü itiraf etmektedir.
Bir insan, kendi haberi olmadan birinin sürekli kendi iyiliği için çalıştığını öğrense acaba ne yapar? Herhalde “bana bu iyiliği ne için yapıyor?“ diye sorar. Sonra ona teşekkür eder. İşte “hamd“in bir anlamı da budur. Allah, bize bizim haberimiz olmadan iyilikler, güzellikler veriyor, bahşediyor. Ama biz bunların farkında bile değiliz. Her şey biz insanlar için ayarlanmış, uygun hale getirilmiş, emrimize verilmiş. Fakat insanoğlu bunların gelişigüzel, rastgele yapıldığını zannediyor. Bir “sânî“ (yapıcı, sanatkâr)yi fark edemiyor. Bu durumu fark etmek,
2147] nak. Ibn Teymiyye, el-Câmiu’r Rasâil, 1/116
2148] Buhârî, Teheccüd 6, 2/63, Tefsir Fetih 1, 6/169, Rikak 19, 8/124; Müslim, Sıfatü’l-Münâfikîn 18, hadis no: 2819, 4/2181; Tirmizî, Salât 304, hadis no: 412, 2/268; Nesâî, Kıyâmu’l-Leyl 17, 3/178
2149] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 247, 643
ŞİARLAR
- 557 -
Allah’a sonsuz teşekkürü/şükrânı gerektirir. Bunun içindir ki, Kur’an hamd ile başlamıştır. Kur’an’ın ilk sayfasından başlayan bir okuyucu Allah’a hamd ederek âyetleri okumaya başlar. Yani önce hamd, övgü...
Allah’ın büyüklüğü karşısında kendi küçüklüğünü hatırlayarak, insanlardan bir insan, okuyuculardan bir okuyucu, mü’minlerden bir mü’min olduğunu hatırlayarak... Bir “dâhî“ olduğunu zannederek değil... Eğer hamdi olmazsa, bir “hiç“ olacağını düşünerek... Kur’an’ı okumaya başlayan kişi, önce bu tür duygular atmosferinde işe başlamalıdır. Hamd üzerinde düşünme, bu duyguları veya benzerlerini akla getirecektir. Çünkü hamd, insanın kendini bilmesidir. Yaratılışı düşünerek Allah karşısındaki konumunu tesbit etmesidir. Hamd, bir itiraftır, âcizlik ve küçüklük itirafı...
İnsanların ve cinlerin kâfirleri hâriç, doğadaki her şey, Allah’ı övmekte, O’na hamd etmektedir. Yeryüzünde insan soyu yaratılmadan önce de bu böyleydi. Yeryüzünde bir halife yaratmayı murad edince Allah’a karşı melekler şöyle dediler: “Kan dökecek ve fesat çıkaracak birini mi? Oysa ki biz seni hamd ile tesbih ediyoruz.“2150 Ondan önce doğada tam bir hamd ve tesbih düzeni vardı. Herkes ve her şey Allah’ı övüp yüceltiyor, O’na karşı gelmiyor, tam bir teslimiyetle itaat ediyordu. İnsanoğlunun yaratılması ve şeytanla birlikte yeryüzüne gelmesiyle O’nu yüceltmek, tanımak şöyle dursun; O’na ve elçilerine karşı savaş açanlar çıktı. İnsanların çoğu Allah’ı unutup şeytanın yoluna girdi. Şeytanı övüp yüceltti.
İnsanoğlu ibâdete, hamde meyilli yaratılmıştır. Birilerini övmeye, onlara bağlanıp ibâdet etmeye meyyâl yaratılmıştır. Suyun çukur bulduğu yere doğru akmaya başlaması gibi, insan da Allah’ı unutursa, birilerine doğru akmaya, ona ibâdet etmeye, bağlanmaya, övüp yüceltmeye başlar. Çünkü insan, aslında ibâdete etmek için yaratılmıştır. Allah’a kulluk etmezse başkasına edecektir. Zira onun mayasında bu vardır.
Tesbih; Allah’ı Her Çeşit Şirkten Aklama, O’nun Egemenliği Paylaşılamaz!
S-b-h kökünden şu kelimeler kullanılıyor: Yıldızın hareket etmesi, uzaklaşmak, şehâdet parması, duâ, nâfile namaz. N-z-h (tenzîh) kökünde de şu anlamlar vardır: Hayvanları sudan uzaklaştırmak, uzaklaştırıldı, uzak olmak, korundu, uzak yer.
Allah’ı tesbih ve tenzih kelimeleri, genellikle beraber kullanılır. Bu şiar ile asıl olarak Allah’ı “aklama“ (tesbih etme) vurgulanmak istenmektedir. Yani nasıl ki Arap, suyun başına toplanan hayvanları uzaklaştırma işine “nezehe“ diyor, aynı şekilde Allah’a yakıştırılan birtakım iftiraları uzaklaştırma işine de “tenzîh“ diyoruz. Tesbihde de tenzihde de ortak olan mânâ, “uzaklaştırmak“tır. Biz buna Türkçe’de yaklaşık olarak “aklama“ diyebiliriz. Yani bir nevi bir şeyi protesto ânındaki durum oluyor. Bizim inandığımız Allah’a birileri iftira atıyor. O’na ait olan vasfları başkasına vermeye kalkışıyor. O’nun isimlerini, sıfatlarını çalarak kendi sevdiklerine, bağlandıklarına yakıştırıyor ve onları ululayıp yüceltiyor. İşte biz bu durumu red ve protesto için “sübhânallah!“ diyoruz. Bunu söylerken aynı zamanda da O’nu yüceltip övmüş oluyoruz.
2150] 2/Bakara, 30
- 558 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu kelimelerde koruma anlamı da vardır. Türkçe’de “koruma ve kollama“ denilen işi yapmak anlamında. Tabii, Allah’ın tesbih ve tenzih edilişi, fizikî bir durumdan ziyade, daha çok inanç ve düşünce alanında oluyor.
Kur’an’da tesbihin, üç temel anlamda kullanıldığı görülmektedir: 1- Aklama-uzaklaştırma 2- Anma-duâ-namaz 3- Kâinattaki her şeyin O’nun düzenine uyduğu.
Bu şiar (sübhânallah) ortay koyuculuğu (şirki) mahkûm etmek için söylenir. Zira gelen âyetlere bakıldığında bu amaçla kullanıldığı görülmektedir. Önce nelerin şirk, yani ortak koşuculuk, vasıflandırıcılık olduğu açıklanır. Meselâ, O’na çocuk isnat etmek, aracısı olduğuna inanmak, ortağı olduğunu zannetmek, başka şeylere benzetmek ve olmayacak şeylerle vasıflandırmak gibi. Sonra nelerin şirk olmadığı anlatılır. Doğanın yeryüzü ve gökyüzünün içindeki her şeyin O’nu tesbih ettiğinin söylenmesi gibi.
İns ve cinnin kâfirlerinın dışındaki her şey, Allah’a kul olup itaat ve tesbih ediyorken, bu yaratıklar bu düzeni bozuyorlar. İşte bu düzen dışılık, bu şiarla dışlanıyor, reddediliyor. Nitekim Arapça’da şehâdet parmağına “müsebbiha“ denilmektedir. Aynı kökten gelen tesbih, birleme, bir’i gösterme olarak şehâdet parmağının anlamına uygun mânâlar içerir.
Yüsebbihu fiiliyle Kur’an’da Allah’ı tesbih eden varlıklar anlatılr. Kur’an’da açık olarak, yeryüzü ve gökyüzündeki her şeyin Allah’a ait olduğu vurgulanıyor. Demek ki mülk ve hamd Allah’a ait olmazsa bu tesbih bozuluyor. Allah’tan başkası insanlar üzerinde yönetim (mülk) iddiâsında bulunursa, bu var olan tesbih düzenini bozmak demektir; ortak koşucu olmak (müşrik) demektir. 2151
Tesbih; Allah’ı O’na yakışmayan şeylerden tenzih etmek (uzak tutmak)tir. Tesbih, bir anlamda, Allah’ı büyük tanıma, O’na noksan sıfatları yakıştırmama, “sübhânallah“ demek ve O’na ibâdet etmektir. Bu, bir çeşit Allah’ı zikirdir. Bazı âlimlere göre tesbih, zikrin türlerinden biridir.
Tesbih; Allah’ı, kutsal yüceliğine lâyık olmayan kusur ve noksanlıklardan, insanların ilâhlar/tanrılar hakkında düşündükleri eksik sıfatlardan gerek inanç, gerekse söz ve kalp ile tenzih etmektir, uzak tutmaktır. Allah Teâlâ yücedir, uludur, azimdir. Hiçbir şey O’nun benzeri ve dengi değildir. O en yüce sıfatlara sahiptir. İnsanların aklına gelebilecek bütün eksik ve noksan sıfatlardan, kusurlardan uzaktır. Allah hakkında, insanlara ait şeyler düşünülmez. O, bütün bunların dışındadır. İşte, Allah’ı mükemmel (en yüce) sıfatlarla düşünmek, O’nu noksan sıfatlardan tenzih etmek (uzak tutmak) tesbihtir.
Aynı kökten gelen “Sübhân“ Allah’ın bir ismidir. Yani, çok tenzih edilen, Allah’a inanmayanların O’nun hakkında düşündüklerinden ve söylediklerinden, her türlü kusurdan uzak olan demektir. “Sübhânallah“ cümlesi, Allah’ın bütün eksikliklerden uzak, ama yüce sıfatların sahibi olduğunu ifade eder. Allah’ın zatının temizliğini ve kutsallığını da anlatır. Bu cümle; hem bir zikir, hem Allah’tan yardım isteme, hem de bazen bir şeye hayret edildiği zaman kullanılan bir ifadedir.
Allah’ı tesbih etmeyi ifade eden âyetler Kur’an’da bir hayli fazladır. Kur’an,
2151] İ. Eliaçık, a.g.e. s. 31-36
ŞİARLAR
- 559 -
Allah’ı zikretmeyi ve tesbih etmeyi beraber anıyor. Bu durum her iki ibâdetin ortak yanları olduğunu gösterir. “Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin. Ve O’nu sabah akşam tesbih edin.“2152 Sabah ve akşam vakitleri zikir ve Allah’ı tesbih için en uygun zamanlardır. Ancak sabah-akşam ifadesi bütün günü kapsaması sebebiyle, âyet; Allah’ı her an zikredin, tesbih edin, bunu devamlı yapın anlamına da gelir. “Şu halde onların söylediklerine karşı sabırlı ol, Güneşin doğuşundan önce ve batışından önce Rabbini hamd ile tesbih et. Gecenin bir bölümünde ve gündüzün uçlarında da tesbihte bulun ki hoşnut olabilesin.“2153; “Sen Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol.“ 2154
Kur’an’ın haber verdiğine göre yerde ve gökte olan bütün yaratıklar Allah’a tesbihte bulunurlar. Kur’an bunu bazen geçmiş zaman kipiyle ‘tesbih etti’ şeklinde, bazen şimdiki zaman kipiyle ‘tesbih eder-ediyor’ şeklinde vermektedir. Bu, varlıkların geçmişte ve şimdi sürekli tesbih ile meşgul olduklarını gösteren bir gerçektir. 2155
Canlı veya cansız varlıkların nasıl tesbih ettiklerini bilmiyoruz. Bu konuda birçok açıklama yapılmıştır; ama doğrusu onların tesbihlerinin nasıl olduğunu anlamak hem zor, hem de bunu anlama diye bir görevimiz yoktur. Bize düşen, bütün varlıkların ister istemez Allah’a teslim olup O’nu tesbih ettiklerini bilmek ve böyle bir gerçeğe şüphe duymadan inanmaktr. Bunu kabul ettikten sonra, onlar gibi bu yüce zikre katılmak, onlarla beraber Allah’a tesbihte bulunmaktır. Tıpkı Dâvud (a.s.) ile birlikte tesbih etsinler diye boyun eğdirilen dağlar gibi.2156 “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, O’nu tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlayamazsınız. O Halim’dir, bağışlayandır.“ 2157
Onların tesbihlerini anlayamacağımıza göre, bu konudaki gayret boş bir çabadır. Burada önemli olan, evrendeki bu imana katılmak, bu koro ile beraber, âlemlerin Rabbini, O’nun lâyık olduğu gibi zikretmek/anmaktır.
Allah’ın Sübhân Oluşu: Allah (c.c.) aynı zamanda “Sübhân“dır. Bütün yaratıklar, canlı ve cansız her şey, insanların bütün hücreleri, bazı insanların dilleri, sürekli Allah’ı tesbih ederler. O, bu anlamda çok çok tesbih edilendir. O, kendisi hakkında düşünülen bütün noksan sıfatlardan uzaktır. O, kendi dışındaki her şeyden münezzehtir (tenzih edilmiştir).
Kur’an, Allah’ın “sübhân“ olduğunu sık sık vurgulamaktadır. “Eğer her ikisinde (gökte ve yerde) Allah’ın dışında ilâhlar olsaydı, hiç tartışmasız, ikisi de bozulup gitmişti. Arşın sahibi Allah, Sübhan’dır; onların nitelendirdikleri şeyden uzaktır.“2158; “Üstünlük ve güç (izzet) sahibi Allah, sübhândır, onların nitelendirmekte olduklarından yücedir.“ 2159
2152] 33/Ahzâb, 41-42; 3/Âl-i İmrân, 41
2153] 20/Tâhâ, 130; Ayrıca bkz. 40/Mü’min, 55; 50/Kaf, 39
2154] 15/Hıcr, 98; Ayrıca bkz. 25/Furkan, 58; 52/Tûr, 48; 56/Vâkıa, 74, 96; 87/A’lâ, 1; 110/Nasr, 3
2155] 57/Hadid/1; 59/Haşr, 1, 24; 61/Saff, 1; 24/Nûr, 41; 62/Cuma, 1 vd
2156] 21/Enbiyâ, 79; 38/Sâd, 18
2157] 17/İsrâ, 44
2158] 21/Enbiyâ, 22
2159] 37/Sâffât, 180; Ayrıca bkz. 12/Yûsuf, 108; 17/İsrâ, 1, 93, 108; 27/Neml, 8; 28/Kasas, 68; 43/Zuhruf, 13; 68/Kalem, 29
- 560 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Melekler, zaman zaman Allah’ın ‘Sübhan’ olduğunu söylerler.2160 Mü’minler de inkârcıların Allah hakkında düşündükleri yanlış şeylere cevap verirken, Allah’ın onların nitelemelerinden çok uzak olduğunu dile getirirler, Allah’a “Sen Sübhânsın“ derler. 2161
Namaz ve Tesbih İbâdeti: Mü’minler ‘tekbir’le namaza girdikten sonra, önce “Sübhâneke“ duâsını okurlar. Namazın hemen başında Allah’ın bütün noksan sıfatlardan uzak olduğunu, müşriklerin nitelemelerinden yüce olduğunu dile getirirler. Bu imanla namaza başlarlar, namazı, yalnızca, bu tesbih ettikleri Allah (c.c.) için kıldıklarını ortaya koyarlar. Mü’minler rükûda iken “Sübhâne rabbiye’l-azîm (Yüce olan Rabbimi tesbih ederim)“, secdelerde ise sürekli “Sübhâne Rabbiye’l-a’lâ (Ulu olan Rabbimi tesbih ederim)“ derler.
“Bir adam Peygamberimize gelerek, ‘Ey Allah’ın Rasûlü, ben Kur’an’dan bir şey seçip alamıyorum. Bana yetecek bir şey öğretir misin?’ dedi. Peygamberimiz buyurdu ki, şöyle de: “Sübhane’llahi ve’l hamdüli’llahi ve lâ ilâhe ilallahu va’llahü ekber, ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah.(Allah’ım Seni tesbih ederim, hamdler Sana aittir. Senden başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür, bütün güç ve kuvvet Allah’ındır).“ 2162
Peygamberimiz yine buyuruyor ki: “İki kelime vardır; bunlar dilde hafif, terazide (mizanda) ağır, Rahman’ın yanında da sevimlidirler (Bunlar): ‘Sübhanallahi ve bihamdihî (Allah’ım seni hamdinle tesbih ederim), Sübhanallahi’l azîm (Yüce Allah’ım Seni tesbih ederim)’ sözleridir.“ 2163
Peygamberimiz, başka birçok hadisinde, tesbih’te bulunmanın, tevhid kelimesini söyleminin ve istiğfarda bulunmanın önemine ve sevaplarının çok olacağına işaret buyuruyor. Herbir rükünde ve rekâtında bol bol tesbih yapılarak kılınan namaza ‘Tesbih namazı’ denilir.
Namazdan sonra otuz üç defa ‘sübhanallah’, otuz üç defa ‘el-hamdülillâh’, otuz üç defa da ‘Allahu ekber’ demek, zenginlerin fakirlere sadaka verip yardım etmeleri gibi sevabı çok olan zikirlerdir. Bunlar ‘Sübhanallah’ ile başladıkları için hepsine birden “tesbih duâsı“ denmektedir.2164 Namazdan sonra, önemli zikir ifadeleri olan bu tesbihleri yapmak sünettir.2165 Türkçe’de ‘tesbih’ diye bilinen, otuz üçlü veya doksan dokuzlu taneler, aslında ‘tesbih âletidir. Halk ‘tesbih’ deyince bu tesbih âletini hatırlamaktadır. 2166
Lehu’l Mülk (Her şey, Bütün Mülk O’nundur);
En Büyüklük, Egemenlik Gerektirir
M-l-k kökünden şu anlamları içeren kelimeler geliyor: Mâlik ve sahip olmak, öz, esas-dayanak, hükümdar, egemen irâde, izzet, saltanat, büyüklük, ululuk,
2160] 2/Bakara, 32
2161] 3/Âl-i İmrân, 191; 5/Mâide, 116; 21/Enbiyâ, 87; 4/Nisâ, 171; 10/Yûnus, 18; 16/Nahl, 57; 30/Rûm, 40
2162] Ebû Dâvud, Salât 139, hadis no: 832, 1/221; Nesâî, İftitâh 32, 2/110
2163] Müslim, Zikir ve Duâ 10, hadis no: 2694, 4/2072; Buhârî, Deavât 65, 8/107, Eymân 19, 8/173; Tirmizî, Deavât 61, hadis no: 3467, 5/512
2164] Ebû Dâvud, Harac ve İmâret, hadis no: 2987, 3/150; Ahmed bin Hanbel
2165] Müslim, Mesâcid 144; Tirmizî, Deavât 35; Nesâî, Sehv 91
2166] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 697
ŞİARLAR
- 561 -
imparatorluk, idâre, devlet. Bu kökten kelimelerde, yavrunun kuvvetlenip anasını tâkibe muktedir olması, hamuru iyice yoğurmak anlamları vardır. Kökün tam anlamları üzerine düşünüldüğünde “sahip, muktedir olma, güç yetirme“ anlamı etrafında döndüğü görülüyor.
Kur’an’da en fazla şu kelime kalıplarıyla kullanılıyor: Melâike: Allah’ın melekleri (68 kez), Mülk: 1- Tabiatın sahibi (Mâlik) (3 defa), 2- Toplumun sahibi (melik) (13 kez). Mülkün kaynağını açıklamak için “lehû“ (O’nundur, O’nun içindir) âidiyet zamiri ile birlikte sıkça kullanılır. En çok kullanılan şekli de budur (Lehu’l-mülk).
Mülkün O’na ait olduğu açıklaması, niçin sıkça yapılmaktadır? Buna neden gerek duyulmaktadır? Çünkü toplum içinde çıkıp “bu toplumu biz yönetelim; şekil verelim, hamur gibi yoğuralım, Allah buna karışmasın, gökte otursun!“ diyerek şirkini ilân eden, mülke sahip olma hırsıyla Allah’a isyan eden tâğutlaşmış insanlar vardır. Bunlar haddi aşmakta ve mülk’ün sahibi olmak istemektedirler. Bunlar kendi hevâlarını egemen kılarak, istedikleri biçimde toplumu hamur gibi yoğurmak istemektedirler. Böylece toplumun “meliki“, kendileri olmuş olacak, insanlar onlara ibâdet/kulluk edeceklerdir. İşte bu durum, Allah tarafından şiddetle reddedilmektedir. Zaten bir şeytan kışkırtması olan bu iddiâ sahiplerini şirk ile suçlamaktadır. “Mülkte O’nun şeriki/ortağı olmadı, olamaz!“ 2167 ifâdesi ile bu durum, açıkça ilân ediliyor.
Mekke’de müslümanlar Kureyş kodamanlarının karşısına “Lehu’l-mülk“ şiarı/sloganı ile çıkmışlardır. Zaten bu tâğutlar “mülk“, “ilâh“, “ekber“, “Rab“ kelimelerine yabancı değillerdi. Bunların yanlış amaçlar için kullanılmasını Allah kaldırınca, sadece O’na ait olduğu söylenince beyinlerinden vurulmuşa döndüler. İslâm’ın, meydan okuyuşu karşısında günbegün eriyip yok oldular. Çünkü bu şiarları/sloganları haykıran o günün müslümanları, onları hayatın içine sokmuşlar, toplumun bütünlüğü içinde onlara anlam ve ruh kazandırmışlardı. Bunun için etkili oluyordu yeni mesaj. Aynı kelimeler, bugün de insanların en çok duyup işittiği kelimeler olmasına rağmen şuursuzca söylendiğinden anlamsızlaşmış, hiçbir etkisi kalmamıştır. O halde yapılması gereken “din“i değil; “anlayış“ı yenilemektir. “Bilgi“de değil; “yorum“da yenilik yapmaktır. Sonra bu yorumla çıkıp tüm bâtıllara meydan okumaktır.
Bu konuyla ilgili olarak Kur’an’da en çok şu kelimelerin kullanıldığını görüyoruz: “Yemliku-yemlikûne“: Güç yetirebilme (18 kez). “Melik“: Kral, siyasal kudretin başı (13 kez). “Meleket eymânihim (yemînike): Elleriyle (sağ eliyle) sahip olduğu, yani kadın köleler, câriyeler (15 kez). Görüldüğü gibi, sahip olma olayı değişik biçimlerde ele alınmıştır. Bunları da şöyle tasnif edebiliriz:
Yeryüzünün ve gökyüzünün sahibi olmak.
Gecenin ve gündüzün sahibi olmak.
Din gününün sahibi olmak.
Arz ve semâvâtın içindekilerin sahibi olmak.
Hazinelere sahip olmak.
2167] 17/İsrâ, 111
- 562 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Köle kadınlara sahip olmak.
Siyasal iktidar, toplumsal kudret sahibi olmak.
Zarar veya fayda vermeye güç yetirememek (sahip olmamak).
Şefaate, rızık vermeye, ölmemeye, dirilmeye güç yetirememek.
Bazı örneklerini aldığımız sahip olma ile ilgili âyetlerde geçen tüm hususlar, “lehu’l-mülk“ sözüyle Allah’a nisbet edilir. Şimdi, “mülk“ kelimesinin kullanıldığı âyetlerden bazılarına bakalım: “Arzın ve semâvâtın mülkü Allah’ındır. O’na döndürüleceksiniz.“2168; “Arz ve semâvâtın mülkü O’nundur. O, çocuk edinmemiştir.“2169; “O’nun, mülkünde ortağı yoktur. Ard ve semâvâtta olan her şey O’nu tesbih ediyor. Mülk O’nundur. Hamd O’na aittir.“2170; “İşte Rabbiniz Allah... Mülk O’nundur. O’ndan başka ilâh yoktur. Öyleyken, nasıl oluyor da, (O’na kulluktan) çevriliyorsunuz?“2171; “Melik dedi: ‘ben yedi inek gördüm...“ 2172; “Melik onu bana getirin’ dedi. Yusuf’a haberci (Rasûl) gelince Yusuf ona şöyle dedi: ‘Efendine (Rabbine) dön. Kadınlar niçin ellerini kesmişlerdi?’ bir sor. Doğrusu Rabbim (Rabbî) onların hilesini bilir.“2173; “De ki: ‘sığınırım insanların Rabbine, melikine, ilâhına.“2174; “Melikler (mülûk) bir şehre girdiklerinde orayı ifsâd ederler.“2175; “Yüce olan gerçek Melik (Meliku’l hakk) O’dur.“ 2176
Yukarıdaki âyetlerde “melik“, “rab“, “Rasûl“, “ilâh“ kelimelerinin kullanılışına dikkat etmek gerekiyor. Yusuf (a.s.) dönemindeki kral “melik“, “rab“ şeklinde anılıyor. Müslüman olsun olmasın, siyasal güç sahibi olan liderlere, krallara “melik“ diye hitap ediliyor. En son âyete bakarsak, nihâyet gerçek Melikin Allah olduğu ısrarla vurgulandığını görürüz.
İşte “Lehu’l-mülk“ şiarı, bu ısrarlı vurguyu ifade ediyor. Bunun toplum planında gerçekleşmesi ise müslümanların elinde olacak, toplumun mülkiyeti Allah’ın kitabına dayandırılacaktır. 2177
Salevât; Bağlılık Andı, Biat Yenileme
Yukarıda sayılan şiarların nisbet noktası, Allah idi. Şimdi ise O’nun elçisine salât etme sözkonusudur. Bununla Peygamber ile müslümanlar arasındaki bağ sağlamlaştırılmak istenmektedir. Önder ile ümmet arasındaki bağ sağlamlaştırılmak istenmektedir. Önder ile ümmet arasındaki bağı islâm, kendine özgü sistemi ile sağlamaktadır. Öyle ki, bu bağla ilgili söz vermenin her namazda söylenmesi istenir: “Ey Nebî! Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun... Bize ve tüm sâlih kulların üzerine olsun.“
Salevâtta asıl terimler, “âl-i Muhammed“ ve “salât“ kelimeleridir. “Âl-i Muhammed“ derken kimleri kastediyoruz? Salât ile neyi anla(t)mak istiyoruz? Ne
2168] 39/Zümer, 44
2169] 25/Furkan, 2
2170] 64/Teğâbün, 1
2171] 39/Zümer, 6
2172] 12/Yûsuf, 43
2173] 12/Yusuf, 50
2174] 114/Nâs, 1-3
2175] 27/Neml, 34
2176] 20/Tâhâ, 114
2177] İ. Eliaçık, a.g.e. s. 36-39
ŞİARLAR
- 563 -
anlama geliyor bu salevât?
E-v-l kökünden gelen “âl“ şu anlamları içeriyor: Serap, aile akraba, tâbi, taraf. E-h-l kökünden gelen “ehl“ ise, benzer anlamlarda birlikte kullanılıyor. Şu anlamları var: Evlenmek, mâmur olmak, akraba, eş, sahip. Âl-i Muhammed ve Ehl-i Beyt denilince, başlıca iki anlam ortaya çıkıyor: 1- Aile anlamı, 2- Taraftar-tâbi-çevresi anlamı. Şimdi kelimenin Kur’an’da ve İslâmî metinlerdeki kullanılışını görelim:
Âl kelimesinin Kur’an’da 25 defa geçtiği görülmektedir. 13 kere Âl-i Fir’avn şeklinde, geri kalanda Benî İsrâil’e gönderilen peygamberler için kullanılmaktadır. Âl-i İbrâhim, âl-i Ya’kub, âl-i Lût, âl-i Mûsâ, âl-i Hârun gibi.
Âl-i Muhammed’in kim olduğu konusunda da ihtilâf edilmiştir. Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik, “benî Hâşim“dir derken; Şâfii, “benî Hâşim ve benî Abdulmuttalip’tir“ diyor. Bazı ulemâ da: “Kureyş’in hepsidir“ diyor.2178 “Âl“ ve “ehl“ kelimeleri, nisbet edildiği isme göre kullanılan genel bir isim olmaktadır. Meselâ Âl-i Muhammed denildiğinde, “Onun taraftarları, bağlıları, etrafında toplanan çevresi“ anlamı daha kuvvetlidir. Zira kan bağı ile ona yakın olan akrabası kastedilmiş olsa idi, Ebû Leheb de işin içine girmiş olacaktı. Nitekim âl-i Fir’avun derken, onun akrabaları değil; çevresinde toplanan adamları, yönetim çevresi kastedilmektedir. Türkçe’de bu kelimeler karşılığı kullanılan taraftar, çevre, mensup, adamları, yanlıları vb. kelimeler vardır.
Kelimelerin ilk ve asıl mânâları bunlar olmakla birlikte, ikinci olarak da âilesi, hanımları, kızları, dâmatları vs. anlamları da vardır. Nitekim âl-i Muhammed’e sadaka verilmeyeceğine dair Buhârî’nin rivâyet ettiği Ebû Hüreyre hadisi 2179 buna örnektir. Hadiste “Âl-i Muhammed sadaka yemez“ denilirken, “Muhammed’in (s.a.s.) evinde oturanlar“ kastedilmiştir.2180 Bunlar da Nebî’nin (s.a.s.) ev halkını oluşturan hanımları, kızları, dâmâdı ve torunlarıdır. 2181
Ehl kelimesinin Kur’an’daki 54 ayrı yerdeki kullanımı incelendiğinde görülmektedir ki, kelime, genel bir nisbet ifâde etmektedir. En çok kullanılan “ehl-i kitap“la bir kitaba nisbet yapılmaktadır. Yani, bir kitabın (Tevrat ve İncil’in) etrafında toplananlar. Ehl-i Beyt denilince “Muhammed’in (s.a.s.) evinde oturanlar“ (hâne-i sükkân) kastedilir. Nitekim 33/Ahzâb sûresindeki âyetlerde Nebî’nin (s.a.s.) hanımlarına “ehle’l-beyt“ diye hitap edilmiştir. 2182
Salevâttaki “âl“ kelimesi de âl-i Fir’avn kelimesindeki kullanılışı gibidir. Yani Muhammed’e (s.a.s.) tâbi ve taraftar olan herkes kastedilir. Bunun içinde ailesi de, hâne halkı da vardır. Değil Kureyş’ten, Arap bile olmayan Fârisî (İran’lı) Selman, Habeşî (Habeşistan’lı) Bilâl, Rum (Bizans’lı) Süheyb de vardır. Âl ve ehl kelimelerini daraltarak sadece 4 kişiye hasretmek (Ali, Fâtıma, Hasan, Hüseyin -r.a.-), sonraki asırların ashâb arasında çıkan tartışma ve kavgaların etkisiyle bir tarafı tutarak diğer tarafı tümden silme yanlışlığının bir sonucudur. Öyle ki, aynı Rasûl’ün hanımı olan Âişe’ye (r.a.) Kur’an “ehl-i beyt“ diye hitap etmesine
2178] Buhârî, 5/293-295
2179] Buhârî, 5/292
2180] Buhârî, 5/295
2181] Buhârî, 5/295
2182] 33/Ahzâb, 33
- 564 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rağmen; Ehl-i Beyt’ten çıkarılmış, Nebî’nin kızı Fâtıma (r.a.) Ehl-i Beyt’ten kabul edilmiştir. Hâlbuki biri hanımı, biri kızıdır. Her ikisinin de Ehl-i Beyt olarak anılması gerekir.2183 Böylece “al“ ve “ehl“ kelimelerini özellikle Kur’an’daki kullanımlarına uygun olarak “inanç“ temelinde “aileden ve aileden olmayan çevre“ anlamında kullanmak en doğru kullanış olacaktır.
S-l-v kökünden gelen kelimelerde şu anlamlar var: Atın ikinci gelmesi, duâ, namaz, rahmet, hayvanın sırtının ortası. Salevât getirmek denilince “duâ ve rahmet“ okumak anlamları kastedilmektedir. Kur’an’da 104 defa kullanılan bu kökten kelimelerin bu kullanılışlarına baktığımızda hemen hemen tamamında bazı özel hareketleri ihtivâ eden bir ibâdet şekli olduğunu anlıyoruz. “Onlar ki salâtı ikame ederler ve zekâtı verirler.“2184; “Sen içlerinde olup da namazları kıldırdığın zaman, bir kısmı seninle beraber namaza dursun, silâhları da yanlarına alsınlar. Secdeyi yaptıktan sonra onlar arkanıza geçsinler, kılmayan öbür kısım gelsin, seninle beraber kılsınlar, tedbirli olsunlar... Namazı kıldıktan başka, Allah’ı ayakta iken, oturur iken ve yan yatarken de zikredin/anın... Emniyete kavuştuğunuzda, namazı gereğince kılın. Namaz şüphesiz ki mü’minler üzerine farz kılınmıştır.“2185; “Gecenin bitiminde ve gündüzün başlangıcında namazı ikame et.“ 2186
Salâtın namaz dışında, bir de duâ ve rahmet anlamı olduğunu belirtmiştik. Bu, “salevât göndermek“ denilen şeydir. ‘Salat’, Allah’a nisbet edilirse, kullarına rahmet etmeyi; müslümanlara nisbet edilirse duâyı, meleklere nisbet edilirse Allah’tan kullar için af dilemeyi ifade eder. Peygambere ‘salât’ etmek, ona duâ etmek demektir. Buradaki ‘salât’ın çoğulu bilindiği gibi ‘salavât’tır. ‘Salât’ bu anlamda Kur’an’da da geçmektedir: “Hiç şüphesiz Allah ve melekleri peygambere salât etmektedirler. Ey iman edenler, siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle ona selâm verin.“ 2187
Bu kelime yine Kur’an’da dua ve rahmet anlamında da kullanılmaktadır: “O’dur ki sizi karanlıklardan nura çıkarmak için size rahmet (salat) etmekte, melekleri de (size dua etmektedir). O, mü’minlere çok merhametlidir.“2188; “Rablerinden bir salevât (bağışlanma) ve rahmet bunların üzerinedir ve hidâyete erenler de bunlardır.“ 2189
Allah Teâlâ ve melekler hem Peygambere hem de mü’minlere salât ediyorlar. Peygamber mü’minlere devamlı salât-duâ etmektedir. Mü’minler de Peygamber'e ‘salât-salevât’ getirmekle, O’na dua etmekle sorumlu tutuluyorlar. Hergün namazda okunan ‘salli-bârik’ duâlarında bunu ifade etmekteyiz ve Peygambere ‘salât’ getirmekteyiz. “Ey Allah’ım! İbrahim’e ve ailesine ‘salât’ ettiğin gibi Muhammed’e ve O’nun âline/ailesine de ‘salât’ et.“ Peygamber’e salât etmek, yani salevât getirmek mü’minler üzerine bir yükümlülüktür.2190 Peygamberimiz de buyuruyor ki: “Kim bana salât okursa Allah da ona on salât okur ve on günâhını affeder, makamını on derece yükseltir.“ 2191
2183] 33/Ahzâb, 32-33
2184] 2/Bakara, 277
2185] 4/Nisâ, 102
2186] 17/İsrâ, 78
2187] 33/Ahzâb, 56
2188] 33/Ahzâb, 43
2189] 2/Bakara, 157
2190] 33/Ahzâb, 56
2191] Nesâî, Sehv 55, 3/43
ŞİARLAR
- 565 -
Peygamber'in ismi her anıldığında ona salât ve selâm göndermek böylece emredilmiş oluyor. Bunun ne zaman ve nasıl yapılacağı, her ismi geçtiğinde mi, yoksa çok anılan bir yerde bir defa salevâtın yeterli mi olacağı konusu tartışılmıştır. Genelde her ismi anıldığında veya yazıldığında salevât getirmek bir İslâmî gelenek olarak yerleşmiştir. Bu geleneği devam ettirmek gerekir.
Salevât, bir bağlılık açıklamasıdır. Dinin kaynağı olarak görülen risâletin korunması, üzerine toz kondurulmaması için özel bir formüldür. Bununla mü'minler dinin kaynaklarına bağlılıklarını her defasında yenilemiş olurlar. Zira risâlet ve Rasûl merkezî konumdadır. Biz dini onun açıklamasıyla, beyanıyla öğrendik. Onun doğru söylediğine inandığımız için dini kabullendik. Dolayısıyla ona olan en küçük bir güvensizlik, getirdiklerine de güvenmemeye yol açacağından bu durumun zedelenmemesi şarttır. O halde, İslâm'a giriş, risâlete iman ile başlamaktadır. Zira ortada görünen ne Allah ve ne de melekleri vardır. Sadece o konuşmaktadır. Söylediklerine inanan, müslüman olmakta, inanmayan kâfir olmaktadır. Âhiret günü hesaplaşmanın mihenk taşı da Rasûller olacaktır. Rasûle tâbi olan kurtulacak, olmayan cehennemi boylayacaktır.
Mü'minler Rasûl'ün önüne kimseyi geçirmemelidirler.2192 Zira her gün defalarca ismini anarak ona olan bağlılık izhar edilmektedir. Biz bu kadar ona yakınlaşmışken araya başkalarını sokarak nasıl ondan uzaklaşabiliriz. İslâmî önderler ve liderler bu salevâtın ölçüsüyle daima kontrol edilmeli, yüzleştirilmeli, onunla sağlaması yapılmalıdır. Bütün İslâmî önderler onun çizgisinde/hattında olmak zorundadırlar. Onun hattının üzerinde başka bir hat/usûl olamaz. Mekke ve Medine'de gerçekleşen ve başında bir Nebî'nin bulunduğu nur inkılâbına bağlılık esastır. Salevât bunu ifade eder. Her söylenişinde bu inkılâba ve onun nebî/Rasûl olan önderine/rehberine bağlılık andı içilmiş olur. Yeryüzünün her yanındaki mü'minler bu andla neyi örnek aldıklarını ifade etmiş olurlar. 2193
Kunut Duâsı; Fâcir ve Tâğutlara Ültimatom
(Yoldan Çıkan Devrilir/Devrilmelidir!)
Sözlükteki anlamı, bir şeye öylece devam edip durmaktır. ‘Kunut’, itaat, huşu (saygı), sakinlik anlamlarını da içerisine alır. Türkçede bunu en güzel ‘divan durmak’ deyimi karşılayabilir. Öyleyse ‘kunut’, Allah’a karşı saygıdan dolayı alçak gönüllü olarak uzun süre ayakta durmak ve O’na dua etmektir. Bu anlamıyla ‘kunut’, kıyam (ayakta durmak) demektir. Kunut yapan mü’min Allah’ın huzurunda olduğunun bilinciyle huşû (saygı) içerisinde, alçak gönüllü (tevazu sahibi) olarak organları susmuş, Allah’a teslim olmuştur. İşte bu saygı ve kıyam, kunuttur. Peygamberimiz buyuruyor ki: “Namazın en faziletlisi kunutu uzun olandır.“ 2194
Bir başka deyişle, namazda kıyâmı, Kur’an okumayı, duayı ve huşuyu uzun yapmaya ‘kunut’ diyebiliriz.2195 Terim olarak daha çok, vitir ve sabah namazının son rekâtında yapılan duâya ‘kunut’ denilmektedir.
2192] 49/Hucurât, 1
2193] İ.Eliaçık, a.g.e. s. 42-47
2194] Müslim, S. Müsafirîn 164, 165, hadis no: 756, 1/520; Tirmizî, Salât 285, hadis no: 387, 2/229; Ebû Dâvud, Tatavvu 2
2195] 2/Bakara, 238
- 566 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Peygamberimiz, İslâm'ı dâvet etmek üzere görevlendirdiği yetmiş sahâbeyi öldüren, Ri’l ve Zekvan kabilelerine bir ay boyunca sabah namazının farzının son rek’atında kunut yaparak beddua etmiştir. Yatsıdan sonra kılınan vitir namazında ‘kunut’ yaptığı rivâyet edilmiştir. 2196
Namazın kendisi bir kunut olduğu halde, son rekâtı uzun yaparak duâ etmek, kunut içerisinde kunuttur. Halk arasında kunut deyince de yalnızca vitir namazında okunan dualar akla gelmektedir. Vitir namazının üçüncü rek’atında sûre okunduktan sonra tekrar tekbir alınır, kunut duaları okunur, sonra rukû’ya gidilir. Sabah namazının farzının son rek’atı bittikten sonra rukû’ya varılır, rukû’dan kalktıktan sonra ayakta kunut yapılır ve sonra secdeye gidilir (Sabah namazında kunut yapmayı yalnızca Şâfiîler câiz görürler). Bazı âlimlere göre vitir namazında kunut yapmak vâcip, bazılarına göre sünnettir.
Kur’an’da, kunut yapanlar anlamında ‘kanitîn’ kelimesi vardır. Namaz, Allah’ın huzurunda öncelikle ‘divan durmak’tır, yani bir kunuttur. Bundan dolayı ‘kanitín’; namaz kılanlar, namazda huşu içerisinde olanlar, namazda dünyalık bir şey konuşmayanlar demek olur. Onlar, namazda Allah’ı zikretmekle meşgul olurlar, huzurda olduklarının farkındadırlar ve büyük bir huşu (saygı) içerisindedirler.
Müslümanlar başlangıçta namazda konuşuyorlardı veya birbirlerine selam veriyorlardı. Ancak yukarıdaki âyet gelince2197 bu huylarından vazgeçtiler. Yani kanitûn (namazı huşû ve suskunluk içerisinde kılanlar) oldular. Çünkü namazda mü’minler Allah’ın divanındadırlar, O’nu şükretmektedirler, ona dua etmektedirler.
Peygamberimizin ne zaman ve nerelerde kunut yaptığı konusunda çeşitli rivâyetler vardır. Belâ ve musîbet zamanlarında kunut yapılabilir. Peygamberimizin özel anlamda kunut yaptığı zamanlara bakarsak, uzun kunut yapmanın yine özel bir amacı olmalıdır. Daha çok felâket, sıkıntı, darlık zamanlarında yapılmaktadır.
Peygamberimizden aktarılan kunut duâlarının en meşhuru herkesin bildiği ‘Allahumme innâ nestâinüke ile Allahumme iyyâkke na’büdü’ duâlarıdır.2198 Bu duâların Türkçesi şöyle: “Ey Allahım! Biz, senden yardım ve bağışlanma dileriz. Senden hidâyet dileriz. Sana iman ederiz. Sana tevbe ederiz. Sana tevekkül ederiz. Bütün övgü sıfatlarıyla Seni överiz, Sana şükrederiz, Sana nankörlük etmeyiz. Sana karşı geleni hal’ ederiz (onu görevde tutmayız) ve onu terkederiz.“ “Ey Allahım! Yalnız Sana ibâdet ederiz. Ancak senin için namaz kılar, Senin için secdeye varırız. Koşmalarımız ve çabalarımız yalnız Sana yaklaşmak içindir. Senin rahmetini ümit ederiz, Senin azabından korkarız. Şüphesiz Senin azâbın kâfirlere lâyıktır.“
Hasan bin Ali bin Ebi Tâlip (r.a.) Rasûlullah (s.a.s.)'ın kendisine vitirde okuması için şu duâyı öğrettiğini haber veriyor: “Allahım! Beni hidâyete erdirdiklerinle beraber hidâyete erdir. Kendilerine afiyet verdiklerinle birlikte bana da afiyet ver. Dost edindiklerinle beraber beni de dost edin (kendilerini velâyetine aldıklarınla beraber beni de velâyetine al). Bana verdiğini benim için bereketli kıl. Verdiğin hükmün şerrinden beri
2196] Müslim, S. Misafirîn 297-304, hadis no: 677, 1/468-469; Buhârî, Vitir 7, 2/32; Cenâiz 40, 2/104; Nesâî, İftitah 116, 2/157; Ebû Dâvud, Salât 345, hadis no: 1443, 2/68
2197] 2 Bekara/238
2198] Beyhakî, 2/211; Ebû Davûd
ŞİARLAR
- 567 -
koru. Sen dilediğin hükmü verirsin ancak senin üzerine hüküm verilemez. Şüphesiz senin işini üzerine aldığın (dost-veli edindiğin) aşalığa düşmez (zelil olmaz). Ey Rabbimiz! Sen çok üstünsün ve yücesin.“ 2199
Mü’minler, kunut yaptıkları zamanlarda yukarıdaki duaları okurlar. Bu dualarda yer alan cümleler son derece önemlidir. Her cümlede bir ümit ve söz veriş vardır. Allah’tan istenebilecek şeyler sıralanırken, bazı güzel davranışlar konusunda da O’na söz verilmektedir. Mü’min, yalnızca Allah’a ibâdet edeceğine, yardımı yalnızca O’ndan isteyeceğine, secdeyi yalnız O’nun huzurunda yapacağına, nimetlere nankörlük etmeyeceğine söz vermektedir. Birinci duanın sonundaki cümleler daha ilginçtir. Mü’min, her kunut duasında; Allah’a karşı gelen, O’nun ilkeleri ve emirleri karşısında duyarsız kalan, Allah’ın dinine savaş açan, günahları açıktan çekinmeden yapan, insanlar arasında günahların yayılmasına çalışan bütün kişi, kuruluş ve otoritelere itaat etmeyeceğine, onlardan yüz çevireceğine, onları hal’ etmek için (onlara engel olmak için çalışacağına), onların fesatlarına devam etmeleri için fırsat tanımayacağına söz vermektedir.
Bu duâlar, hem bir yakarış, hem bir ümit, hem Allah’ın dini için çalışmaya söz veriş, hem azgınlardan yüz çevirme niyeti, hem de Allah’ın huzurunda bir teslimiyettir. Dualarında isyan edenlere karşı olacağını, onlarla ilişiğini keseceğine söz verenlerin bunu pratikte göstermeleri gerekir. 2200
Buhârî'nin Enes bin Mâlik'ten rivâyetine göre Enes'e, “Nebî (s.a.s.) sabah namazında kunut duâsı okur muydu?“ diye soruldu. O da: “Az mühlet sürmek üzere rukûdan sonra“ cevabını verdi.2201 Yine Enes bin Mâlik'ten “Nebî (s.a.s.) Ri'l ve Zekvan kabileleri aleyhine bir ay duâ buyurarak kunut etti.“2202 Rivâyetlerden anlaşıldığına göre Nebî (s.a.s.) namaz arasında ayakta durarak kunut nâmı ile duâ etmiştir. Peygamberimiz iki yerde kunut duâsı yapmış ve bu bir ay kadar sürmüştür. İlki, Ramazan'ın yarısında başlayıp bayramla birlikte biten kunuttur.2203 Bu kunutta Mekke'de müşriklerin elinde esir olan üç müslümanın ve diğer “müstaz'aflar“ın kurtuluşu için duâ edilmiş, ayrıca Mudar kabilesinin kâfirleri aleyhine duâ edilmiştir. Diğeri ise Bi'r-i Mâune hâdisesi üzerine edilen kunuttur. Bunda da Süleym kabilesinden Ri'l, Zekvan, Lihyan, Usayye kabilelerinin aleyhlerine Eslem ve Gıfar'ın lehlerine duâ edilmiştir.
Bi'r-i Mâune olayı, Uhud'dan dört ay sonra hicrî dördüncü senede vuku bulmuştur. Benî Süleym kabilesinden “dine dâvet ve İslâm'ı kabile halkına öğretmek“ maksadıyla bir grup sahâbenin oraya gönderilmesi istenmişti. Bunun üzerine Nebî (s.a.s.) Münzir bin Amr komutasında 70 kadar “kurrâ“yı Necd bölgesine gönderdi. Yolda giderken alçakça pusuya düşürülerek biri hâriç hepsi de şehid edildiler. Bunun üzerine Nebî (s.a.s.) çok üzüldü. Saldırıyı düzenleyen müşrik kabileler aleyhine bir ay boyunca namazlarda kunut okudu. Müşriklere lânet okudu. Böylece kunutta müşrikler aleyhine lânet okumak meşrû olmuştur.
Ancak, daha sonra kunutun kesildiği rivâyetleri de vardır. Bu konuda
2199] Ebû Dâvud, Salât 340, hadis no: 1425, 2/63; İbn Mâce, 1, Salât 117, hadis no: 1178, 1/372; Tirmizî, Salât 341, hadis no: 464, 2/328; Nesâî, K. Leyl 51, 3/206; Ahmed bin Hanbel, 1/199
2200] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 363-365
2201] Buhârî, Tecrîd-i Sarîh Terc. 536
2202] Buhârî, 2/233
2203] Buhârî, 3/234
- 568 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sahâbelerden birçoğu, kunuta devam etmiştir. Sabah namazında mı, vitirde mi okunacağı hakkında ihtilâf edilmiş, Hz. Ömer, İbn Mes'ud, Hz. Ali, Alkame, Hammad, Ebû Hanife kanalıyla gelen Kûfe ekolü Vitr'de, diğerleri de sabah namazında okunması gerektiğine kail olmuşlardır.
Duânın içeriği hakkında da değişik görüşler vardır. Birbirine benzeyen cümlelerde ibâret duânın asıl vurgusu, “kâfirlere lânet“ etrafında döner. Şimdi Hanefîlerin her gece Vitr'de, Şâfiîlerin de Ramazan'ın yarısından sonra okudukları duânın anlamına geçelim: “Allah'ım, Senden yardım dileriz, bağışlanma dileriz, hidâyet dileriz. Sana iman ettik, Sana tevekkül ederiz, sana hayır ile senâ ederiz, Sana şükrederiz, Sana küfretmeyiz. Sana muhâlefet ve isyan edene itaat etmez, deviririz, terkederiz (Nahleu ve netruku men yefcüruk).“ “Allah'ım, ancak Sana ibâdet ederiz, Senin için namaz kılarız, secdeyi Senin için yaparız. Koşuşup çabalamamız hep Senin içindir. Rahmetini umar, azâbından korkarız. Senin azâbın kâfirleri içine alacaktır.“ Diğer bazı rivâyetlerde ise duânın içeriğinde; “Kâfirlere lânet olsun, Allah'ım kâfirlerin birliğini boz, mü'minlere sebat ver, onlara yardım et. Kâfirlerin direnişini sars, onları korkuya dûçar kıl...“ gibi ifadelere rastlanmaktadır. 2204
Her gece Vitr'de okunan ve günün son namaz cümlelerinden olan duânın bitişi son derece dikkat çekici ve çarpıcıdır. “Nahleu ve netrukü men yefcüruk (Fâcirleşeni devirir, azleder, terkederiz).“ H-l-a kökünden gelen nahleu (hal') kelimesinin sözlükteki anlamları şunlardır: Yaprağın dökülmesi, izâle etmek, ayırmak, tahtından indirmek, salıvermek, ücret verip boşamak. T-r-k kökünden gelen terk ve metrûk gibi kelimeler de şu anlamlara geliyor: Bırakmak, terketmek, uzaklaşmak. F-c-r kökünden (fâcir-fücûr) şu anlamlardadır: Azmak, günaha dalmak, bozulmak, yemin ve sözünde yalancı çıkmak, haktan yan çizmek. L-a-n'den lânet de şu mânâlara geliyor: Rahmetten uzaklaşmak, kovmak, lânetlemek, sövmek, şeytanın kovulması.
Her gün bu cümlelerdeki anlamları tekrar ederek yatağa giren bir müslüman, fâcirlere karşı bu denli hassas kılınmakta iken “fâcir de olsa sultana karşı çıkılmaz“ anlayışıın pekiştirenlerin kulakları çınlasın! İslâm ve Allah düşmanlarının lânetlenerek “kahrolmaları“nı istemek, Peygamber sünnetidir. O sağlığında bunu yapmış, vefatından sonra da bu inkılâpçı gelenek devam ettirilmiştir. Esasında namazın tamamı, şiarların bütünü bu anlamlarla dopdoludur.
Buraya kadar açıklamaya çalıştığımız şiarları şöyle formülize edip toparlayabiliriz:
En büyüklük ilânı: Allahu ekber.
En büyüğün ismi ile başlama: Bismillâh.
En büyüklük egemenlik gerektirir: Lehu'l-mülk.
En büyüklük iddiâsına red: Lâ ilâhe illâllah.
En büyüklük paylaşılamaz: Sübhânallah.
En büyük olan ancak övülüp yüceltilir: Lehu'l-hamd.
En büyüklüğü nefse vurmaya dur: Estağfirullah.
2204] Buhârî, 3/239
ŞİARLAR
- 569 -
En büyük yüceltilip ululanır: A'lâ, A'zam.
En büyüğün elçisine bağlılık: Allahumme salli alâ Muhammed.
En büyüğün yolundan çıkan devrilir ve terkedilir: Nahleu ve netruk (Kunut duâsında) 2205
İstiğfâr; Nefis/Hevâ Büyüklenmesine Dur!
Ğ-f-r kökünden gelen ğufrân, mağfiret: Örtmek, gizlemek, kusurunu örtmek, bağışlamak, affetmek, ucuzlatmak, af dilemek anlamına geliyor. Allah’a nisbet edilerek söylendiğinde (estağfirullah) Allah’tan günah ve kusurları için bağışlanma dileme anlamını içeriyor. Kur’an’da kullanılışıyla ilgili âyetlerden bir bölümünü görelim: “Dedi ki: ‘Rabbim, ben nefsime zulmettim; beni bağışla.“2206; “Allah, şirki/ortak koşmayı bağışlamaz.“2207; “Allah, dilediğinin günahını bağışlar.“2208; “Siz amellerinizi düzeltin; Allah da günahlarınızı affeder.“2209; “Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et.“2210; “Onlar bir günah işlediklerinde veya nefislerine zulmettiklerinde hemen Allah’ı anarlar ve günahlarından dolayı bağışlanma dilerler.“2211; “O, günahlarını bağışlayan, tevbeleri kabul eden ve azabının şiddeti uzun olandır. Allah, affedip bağışlayan ve merhamet edendir (Ğaf^run Rahîm).“ 2212
İstiğfârın diğer şiarlardan farkı, müslüman-Allah ilişkisi ile ilgili olmasıdır. Burada konu, müslümanın kusur, günah ve yanlışlarından dolayı Allah’tan af dilemesi, kendisini Allah’a şikâyet etmesidir. Kendisinin inanç ve ilkeleri ile barışık yaşaması çabasıdır. Amellerini Allah ile yüzleştirmesi gayretidir. Kendi kendine itiraf etmesi, kendisiyle ters düşmeme isteğidir.
G-f-r kökünden gelen kelimeler genellikle “bağışlayan-bağışlar-bağışlama-bağışla“ kalıplarındadır. Vurgular, Allah’ın bağışlaması ve kulların bağışlanma dilemesi etrafında döner. Yanlışlık yapmış müslümanların bu yanlışlıklarını Allah’a nasıl arz edeceklerine dair duâ âyetleri vardır. Bunu okuyarak hallerini arzederler. İstiğfâr ile birlikte geçen diğer kelimeler de vardır. “Zenb“ (günah, yasaklı), “ism“ (günah, kötülük), “tevbe“ (pişmanlık, itiraf, dönüş yapma), “afuvv“ (af, bağış), “Rahîm“ (acıyan, merhamet etme), “keffera -tekfîr-“ (örtme, ayıpları gizleme).
Müslüman, aynaya baktığında aynadaki kendisi ile asıl kendisi arasında bir terslik görmemelidir. Her ikisi birbiriyle barışık olmalıdır. Müslüman kendisi ile barışık yaşamalıdır. Amellerini, sözlerini, sık sık ilkeleri ile değerleri ile yüzleştirmelidir. İçi gibi dışı, dışı gibi içi olmalıdır. İstiğfâr, bunu sağlamaya yönelik bir şiardır. İstiğfâr, kişiyi kişilik tekliğine götürür. İçi dışı bir olan şahsiyet...
“İzzet; Allah’ın, Rasûlünün ve mü’minlerindir.“2213 buyrulmuştur. Kişiye İslâmî şahsiyeti bu âyetteki anlayış verir. Müslüman kişinin yaptığı her yanlış, onun izzetinin
2205] İ. Eliaçık, a.g.e. s. 47-50
2206] 28/Kasas, 16
2207] 4/Nisâ, 48
2208] 5/Mâide, 18
2209] 33/Ahzâb, 81
2210] 2/Bakara, 286
2211] 3/Âl-i İmrân, 135
2212] 2/Bakara, 281
2213] 63/Münâfıkun, 8
- 570 -
KUR’AN KAVRAMLARI
alınıp götürülmesine yol açar. İzzetli olmayan ahlâklı olamaz. İslâmî ahlâk ve şahsiyet erginliği, izzetli olmakla sağlanır. Buna izzet-i nefs“ (kişiliğin korunması) da denilmiştir. Kişilik, içi dışı bir olan “tek kişilik“ oluşturmakla korunur; iki yüz bulundurmakla değil. İşte istiğfâr, bu ikiliği ortadan kaldırır. İyi bir insan kötülük yapmaz, yapmamalıdır. Yaparsa, derhal onu itiraf etmeli, iyi ile kötülüğü birbirine karıştırarak iyiliğe ihânet etmemelidir. Kötülüğün kendisine âit olduğunu itiraf, insan şahsiyetini ikiyüzlü olmaktan kurtarır. İyiliğin netleşmesine ve öne çıkmasına neden olur. İhtiyacınızı isterken izzetinizi koruyun, vakarınızı kaybetmeyin“ buyrulmuştur.
Görülüyor ki izzet, insanın kendi fıtratı üzere olmasıdır. Bunu bozan, ahlâkını da bozar. İnsan, yaratılış itibarıyla iki boyutlu bir varlıktır. Bir iyilikler boyutu, bir de kötülükler boyutu vardır. İki kişiliği de aynı bünyede barındırır. Sanki insanda hayvanlık ve meleklik birleşmiştir.
İzzet, üstünlük demektir. İnsanın iyilik boyutunu üstün tutması, bunu hayvanlık boyutuna çiğnetmemesi demektir. Bir de tersi vardır. O da “istikbâr“dır. Bu da üstünlük anlamındadır, ama hayvanlık boyutunun üstünlüğü. Kendini büyük görerek hevâ ve hevesini üstün tutması, arzularının peşine gitmesi, onları hayat tarzı olarak benimsemesi... İzzet kişinin şahsiyetinde Yaratıcı’nın koyduğu emir ve prensipleri üstün kılması, “istikbâr“ ise, kendi arzularını üstün kılmasıdır. Bu nedenle İslâmî ahlâkın temeli, “izzet“; ahlâk bozukluğunun, kişilik sapmasının, günahkârlığın temeli de “istikbâr“dır. Bu nedenle, istikbâra bulaşan herkes, istiğfâr etmeli ve böylece izzetini muhâfaza etmelidir. 2214
İstiğfâr; Allah’tan hata ve günahlarının bağışlanmasını isteme, mağfiret (bağışlanma) dileğinde bulunma demektir. İçerisinde ‘istiğfar (bağışlanma dileği) bulunan bütün dualara da ‘istiğfar duası’ denmiştir. İstiğfar; müslüman bir insanın bir kul olarak kendini Allah’ın büyüklüğü karşısında bir yere koyması, Allah’ın her şeye sahip olduğunu anlaması demektir bir anlamda. Kişi Allah’ın kuludur. Kul Allah’ın bir yasağını çiğnerse veya bir emrine aykırı hareket ederse günah kazanır. Yani Allah karşısında hata eder. Günahları ise yalnızca Allah bağışlar. 2215
Kul, yaptığı hatanın farkına varır, pişman olur, ellerini açar Rabbinden bağışlanma diler, af olmayı bekler. Kulun böyle yapması hem yaptığı hatadan dönmektir, hem de Allah’ın büyüklüğüne yeniden teslim olmaktır. Kişi, bir hatayı yaptığı halde umursamaz, aldırmaz, hatta yaptığı hatanın iyi bir şey olduğunu düşünür de, affedilmesi için Allah’a yönelmezse; bu tavır Allah’a karşı bir kibirdir/gururdur. Böyle bir ahlâk ancak inkârcıların davranışıdır. Kul, Allah’ı sevdiğini, O’nun Büyüklüğünü tanıdığını, O’ndan korktuğu (ittika ettiğini), O’na sığındığını, yalnızca O’ndan yardım dilediğini, Allah’tan bağışlanma (istiğfar) ile yerine getirir. Kulun en Yüce Makam karşısında acizliğini ve günahkârlığını dile getirmesi, Allah’ın rahmetine sığınması veya onu istemesi, onun çok önemli bir ibâdetidir. Bu tavır, Allah’a olan bir bağlılığın ispatıdır.
“Rabbinizden bağışlanma dileyin, doğrusu O çok bağışlayandır (Ğafur’dur).“2216 İnsan2214]
İ. Eliaçık, a.g.e. s. 39-42
2215] 3/Âl-i İmran, 135
2216] 71/Nuh, 10
ŞİARLAR
- 571 -
ların günahlarını tamamen gören ve bilen yalnızca Allah’tır.2217 Öyleyse insanlar günahlarını yalnızca Allah’a itiraf ederler ve yalnızca O’ndan bağışlanma dilerler. “Rabbinize istiğfar edin, sonra da O’na tevbe edin. Şüphe yok ki benim Rabbim Rahim’dir (merhamet sahibidir), Vedûd’tur (seven ve sevilendir).“2218; “Rabbimiz, biz inandık, bizim günahlarımızı bağışla, bizi ateş azabından koru’ diyenleri, sabredenleri, doğru olanları, huzurunda boyun büküp divan duranları, Allah için (mallarını) harcayanları ve seherlerde istiğfar edenleri görmektedir.“2219; “(Amel) defterinin sayfasında çokça istiğfar bulana ne mutlu!…“2220; “Âdemoğlunun hepsi hata edici, günah işleyicidir. Ancak, hata işleyenlerin en hayırlısı, tevbe edip Allah'tan affını dileyendir.“ 2221
İnsan günah işlediği zaman bunda ısrar etmemeli, hemen istiğfar ve tevbe etmeli. İstiğfar, günahın bağışlanmasını istemek; tevbe ise, günahtan vazgeçmektir. Allah’a istiğfar etmiş bir kimse, istiğfarından önce günah işlemiş de olsa affedileceği umulur 2222. İstiğfarın yalnızca dil ile yapılması yetmez. Bunun hem dil hem kalp ile yapılması gerekir. Her ibâdette olduğu gibi niyet çok önemlidir.
İhlâslı bir şekilde bağışlanma isteyip de günahtan vazgeçeni Allah affedebilir. Peygamberimiz buyuruyor ki: “Kim yatağına girince üç defa: ‘Estağfirullahe’l azím ellizi lâ ilâhe illâ hüve’l Hayyu’l Kayyûm (Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan, diri ve her an yaratıkları gözetip duran yüce Allah’tan bağışlanma dilerim)’ derse, Allah onu savaştan kaçmış olsa da bağışlar.“ 2223
Peygamberin günde yüz kadar istiğfâr etmesi, ümmetine tevbe ve istiğfârı öğretmek için olsa gerektir. Bir mü'min de günlük hayatında yüz kere olsun, tevbe ve istiğfârda bulunması dinî vazifelerindendir. İstiğfâr devamlı olmalıdır. Dinimizde, ibâdetin az da olsa devamlı olanı makbuldür. “Kim (günahlarına tevbe ederek) istiğfâra devam ederse, Allah o kimseyi (dünyevî ve uhrevî) her darlıktan kurtarır ve her gamdan, kederden âzâd eder ve onu ummadığı yerden rızıklandırır.“ 2224
Fakirlikten, kuraklıktan ve nice musibetten kurtuluş, istiğfâr sayesinde verilen nimetlerdir: “Artık, dedim, 'Rabbinize istiğfar edin/O'ndan mağfiret dileyin. Çünkü O, çok mağfiret edicidir. (O sayede) gök, üstünüze bol yağmur salıverir, sizin mallarınızı, oğullarınızı da çoğaltır, size bağlar, bostanlar verir, size ırmaklar akıtır.“ 2225
Müslüman, insan olması dolaysıyla yanılıp hata edebilir, günaha düşebilir. Önemli olan günahta ısrar etmemek ve Allah’a istiğfar etmektir. Böyle yapmak imanın gereğidir. Müslüman, kendisi için bağışlanma dileğinde bulunabileceği gibi, ana babası, ölmüş olsalar bile diğer müslümanlar için de istiğfar edebilir, bağışlanmalarını Allah’tan isteyebilir.2226 Fakat tevbeleri kabul edilmeyecek insanlar için bağışlanma dilemeleri yasaklanmıştır.2227 Münafıklar için bağışlanma
2217] 25/Furkan, 58
2218] 11/Hûd, 90
2219] 3/Âl-i İmran, 16-17
2220] Ibn Mâce, Edeb 57, hadis no: 3818, 2/1254
2221] İbn Mâce, c. 2, s. 1420; Müsned-i Ahmed bin Hanbel, 3/198; et-Tâc, c. 5, s. 515
2222] Tirmizî, Deavât 107, Hadis no: 3559, 5/558
2223] Ebû Dâvud, Salât, hadis no: 1517, 2/85; Tirmizî, Deavât 118, hadis no: 3578, 5/569
2224] Ebû Dâvud, I/348
2225] 71/Nûh, 10-12
2226] 14/İbrahim, 41; 47/Muhammed, 19
2227] 9/Tevbe, 80
- 572 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dileği yasaklandığı2228 gibi, yakın akrabası olsa bile müşrikler için de bağışlanma dilemek yasaklanmıştır. 2229
Allah’ın isimlerinden biri de ‘Ğafûr veya Ğâfir’ yani, istiğfar edenleri, bağışlanma isteyenleri çokça bağışlayandır.2230 Allah (c.c.) aynı zamanda ‘Ğaffâr’dır. Yani günahları çok çok bağışlayan, kullarını çok affedendir.2231 O halde müslümanlar her zaman Allah’ın Ğafur ismine sığınırlar, hatalarının bağışlanması için yalnızca O’ndan yardım dilerler ve samimi bir dilekle O’na tevbe ederler. 2232
Dilin/Konuşmanın Şiar Yönünden Önemi
İnsanı, diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliklerden biri, onun konuşuyor olmasıdır. İnsana, eşyanın isimlerini öğretmesi, onlara ad verebilmesi şeklinde, bu potansiyelle yaratan Allah'tır.2233 insanı yaratan Rahmân olan Allah, ona Kur'an'ı ve beyanı/açıklamayı da öğretmiştir.2234 Dil, insana bir emânettir. Dilediği gibi kelimelerin yerini değiştiremez. 2235
Dillerdeki Birlik ve Dillerin Allah Merkezli Olması: insanlık ailesinde bir “birlik“ olduğu gibi, insanların konuştuğu farklı dillerde de bir birlik vardır ve bu, temel bir ilkedir. Bütün diller, ilk insanın konuştuğu dilden türemiş ve zaman içinde çeşitli faktörlerin etkisi altında birden fazla dili konuşur hale gelmişlerdir. İnsanların farklı renklere ve ırklara mensup olması, herbirinin farklı bir Âdem’den geldiklerini göstermediği gibi, farklı diller de farklı kök ve kaynaklara işaret etmez. Bundan dolayı “İnsanların farklı renk ve dillere sahip olması, Allah’ın birliğine tanıklık eden âyetler“ hükmündedir. 2236
Müslüman kavimlerin dilleri ise, diğerlerine göre daha çok birbirine benzer. Başta Arapça olmak üzere, Farsça, Türkçe ve diğer nice diller “Allah merkezli“dir. Avrupa’da Boşnakça, Uzak Asya’da Malay dili ve Afrika’da çok sayıda mahallî dil, bu özelliği arz eder. Bu dillerin genel bağlamı gözönüne alındığında Lafza-i Celâl (Allah kelimesi), bir tohum veya güneş hükmündedir. Nasıl bütün bir ağaç, bir tek tohumdan neşet edip etrafa yayılıyorsa, bu dillerin de tohumu Tek Bir Kelime’dir. Bu açıdan müslümanların dili ve dil aracılığıyla teşekkül eden kültürleri (düşünce hayatları ve mirasları) bir ağaç gibidir. Bu ağacın kökü yukarıda, gövdesi, dalları ve yaprakları aşağıya doğru sarkıp yayılmaktadır.
Bu açıdan dilin hiçbir şekilde seküler/laik olamayacağını söylememiz mümkün. Dil, özü itibarıyla dinî ve müteâldir. Nitekim kendilerini seküler kimlikle takdim eden insanlar da şu veya bu düzeyde dinî bir dil kullanırlar.
Müslüman kavimlerin konuştuğu dillerin genel yapısına bakıldığında, denilebilir ki, dünyada hiçbir dil, dile yedirilmiş, havaya sinmiş bir ruh misali, hiç bu
2228] 9/Tevbe, 84
2229] 9/Tevbe, 113
2230] 40/Mü'min, 3, 9/Tevbe, 173, 182, 218; 3/Âl-i Imran, 31, 155; 8/Enfâl, 70; 35/Fâtır, 53; 58/Mücâdele, 2; 73/Müzzemmil, 20 vd
2231] 20/Tâhâ, 82; 38/Sâd, 66; 39/Zümer, 5; 71/Nûh, 10; 40/Mü'min, 42
2232] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 314-315
2233] 2/Bakara, 31
2234] 55/Rahmân, 1-4
2235] 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41
2236] 30/Rûm, 22
ŞİARLAR
- 573 -
kadar irfânî-kelâmî ve entelektüel-felsefî düzeyde zengin ve yoğun değildir. Bu dillerde asıl olan, iki kaynak var: Kur’an ve Sünnet. Bu iki kaynak müslüman kavimlerin dillerinde temel teşkil eden kök paradigmayı meydana getirirler. Gündelik hayatta, kelâm, fıkıh, tasavvuf ve hatta argo lisan bile bunun bir türevi hükmündedir. Bu sözkonusu türevlerin sayısını yüzlerle değil; meramın ifade biçimine göre binlerle, yüz binlerle ifade etmek mümkün.
Biz dili Tûbâ Ağacına benzettiğimize göre, bu kutlu ağaçta tohum Allah’ın ezelî ve sınırsız ilmi olan Levh-i Mahfuz’dur. Gövde Kur’an’dır. Sünnet’in öğrenilmesi ve ifâde biçimiyle bu gövdeden üç büyük dal çıkar. Bunlar da Tevhid, Tesmiye (Besmele) ve Tekbir’dir. 1- Tevhid: Lâ ilâhe illâllah (Allah’tan başka ilâh yoktur), 2- Bismillâh (Allah’ın adıyla), 3- Allahu ekber (Allah en büyüktür).
Bu üç büyük daldan İslâmî ilimler; Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm, Akaid, Tasavvuf, Felsefe (İlâhî Hikmet) ve diğerleri türer. Bunlardan da yapraklar teşekkül etmektedir ki, yapraklar gündelik hayatımızdaki konuşmalarımız, kullandığımız kelime ve cümlelerdir. Türkçe, müslüman kavimlerin konuştuğu güzel dillerden biri olarak Kutlu Ağaç modeli bu dilin yapısında da fazlasıyla tezâhür etmektedir. 2237
Bu konuya örnek olarak gündelik dildeki “Allah“ kelimesiyle yapılan deyimleri gösterebiliriz:
Allah Lafzı ve Günlük Hayatta Şiar Olarak Kullanım Alanları
Allah Allah!
Allah’ım!
Mâşâallah
İnşâallah
Estağfirullah
Fe-sübhânallah
El-hamdü lillâh
Vallahi
Billâhi
Tallahi
Hasbünallah
Maazallah
Hafazanallah
Neûzü billâh
Bi-iznillâh
Fî sebîlillâh
Îlâ-yı kelimetullah
2237] Ali Bulaç, Dil Ağacı
- 574 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yâ Allah
Allah acılarını göstermesin
Allah açlıkla terbiye etmesin
Allah adama ya akıl verir ya devlet
Allah adamı
Allah affedicidir / Allah affeder
Allah affetsin
Allah akıl fikir versin
Allah analı babalı büyütsün
Allah aratmasın (bu günlerimizi)
Allah artırsın
Allah aşkına!
Allah Allah demeyince işler olmaz
Allah az verip azdırmasın, çok verip gezdirmesin
Allah’a bir can borcum var
Allah’a duâ ettim
Allah’a emanet ol
Allah’a havâle ettim
Allah’a hesap vermek
Allah’a hicret etmek
Allah’a ısmarladık
Allah’a ibâdet
Allah’a isyan etme
Allah’a inanmak /iman
Allah’a karşı nankör
Allah’a kulluk / Allah’a kul olmak
Allah’a kurban adamak / olmak
Allah’a ortak olmak
Allah’a ortak koşmak
Allah’a sığındım
Allah’a şükür
Allah’a tevekkül etmek
ŞİARLAR
- 575 -
Allah’a yalvar
Allah’a yemin etme
Allah bağışlasın
Allah bana, ben sana
Allah be!
Allah belânı vermesin
Allah (bin) bereket versin
Allah beterinden saklasın
Allah bir (yemin olarak)
Allah bir dediğinden gayri (filan kimsenin) sözüne inanılmaz
Allah bir kapıyı kaparsa bin kapıyı açar
Allah bir karıncasından bile geçmez.
Allah büyüktür
Allah bilir
Allah bilir ama kul da sezer
Allah bilir ya
Allah bildiği gibi yapsın
Allah bile kulunun karasını yüzüne vurmamış
Allah bir kapı açar
Allah bir dediğini iki etmesin
Allah bir peygamber hak, pekmez kara yoğurt ak
Allah bir yastıkta kocatsın
Allah boyunu devir(me)sin
Allah bugünümüzü aratmasın
Allah büyük(tür)
Allah’ı hatırlamak
Allah'ı var...
Allah’ıma hamdolsun
Allah'ım Sen ne büyüksün!
Allah’ım, ne olur!
Allah’ım, yâ Rabbim!
Allah’ın âciz kulu
- 576 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’ın adâleti
Allah’ın adıyla
Allah’ın arzı geniştir
Allah’ın âyetleri
Allah’ın azâbı
Allah’ın belâsı
Allah belânı ver(me)sin
Allah’ın bereketi
Allah’ın birliği
Allah’ın bildiğini kuldan saklamak
Allah'ın birliği kuldan saklanmaz
Allah’ın boyası
Allah’ın buyruğu
Allah’ın cezası
Allah cezanı ver(me)sin
Allah’ından bul
Allah’ın dediği olur
Allah’ın dini
Allah’ın düşmanı
Allah’ın emri
Allah'ın emri, Peygamber'in kavliyle
Allah’ın eli cemaat üzerinedir
Allah’ın elçisi
Allah’ın emânetini teslim etti
Allah’ın Evi
Allah’ın emriyle
Allah’ın emri, Peygamberin kavli ile
Allah’ın gazabı
Allah’ın gücüne gitmesin
Allah’ın günü bitmedi
Allah’ın güzel isimleri (el-Esmâü’l-Hüsnâ)
Allah’ın haram ve helâlleri
ŞİARLAR
- 577 -
Allah’ın hakkı
Allah’ın hâkimiyeti
Allah’ın halifesi
Allah’ın hesabı
Allah hidâyet versin
Allah’ın hikmeti
Allah'ın hikmetinden suâl olunmaz
Allah’ın hükmü
Allah’ın hudûdu / hudutları
Allah’ın ihsânı
Allah'ın inâyeti ile
Allah’ın intikamı
Allah’ın ipine sarılmak
Allah’ın işi
Allah’ın işine bak
Allah'ın işine karışılmaz
Allah’ın izniyle
Allah’ın kendisinden râzı olduğu kul
Allah’ın kitabı
Allah’ın kudreti
Allah’ın kudret eli
Allah’ın lâneti
Allah’ın lutfu
Allah’ın murâdı
Allah’ın nimetleri
Allah’ın nûru
Allah'ın ondurmadığını kim ondurur
Allah'ın ondurmadığını kul ondurmaz
Allah'ın öldürmediğini kimse öldüremez
Allah’ın rahmeti
Allah’ın sevgili kulu
Allah'ın sevmediğini kul da sevmez
- 578 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’ın sonsuz rahmeti
Allah’ın sillesi
Allah’ın takdiri
Allah’ın tokadı
Allah'ın verdiği canı Allah alır
Allah’ın yardımıyla
Allah’ın yolu
Allah’ın yoluna dâvet
Allah’ına kurban
Allah’ını seversen
Allah’ını seven tutmasın
Allah’ından bul
Allah canımı alsın!
Allah canını almasın!
Allah cezanı ver(me)sin!
Allah dağına göre kar verir
Allah dağına göre kış verir
Allah deldiği boğazı aç koymaz
Allah derim
Allah dert verip derman aratmasın
Allah deveye kanat verseydi damı taşı dağıtırdı
Allah dilerse
Allah dilemezse hiçbir şey olmaz
Allah diyen aldanmaz
Allah diyen açıkta kalmaz
Allah diyen mahrum kalmaz
Allah doğruların yardımcısıdır
Allah dokuzda verdiği ömrü sekizde almaz
Allah dostu
Allah dört gözden etmesin
Allah düşmana fırsat vermesin
Allah düşmanıma vermesin
ŞİARLAR
- 579 -
Allah düşürmesin
Allah ecir sabır versin
Allah ecrini versin
Allah esirgesin
Allah etmesin
Allah eksik etmesin
Allah eksikliğini göstermesin
Allah emek yemez
Allah emeklerini boşa çıkarmasın
Allah Eyüp Peygamber sabrı versin
Allah gecinden versin
Allah gönlüne göre versin
Allah göstermesin
Allah gözünü kör etmesin
Allah güç kuvvet versin
Allah gümüş kapıyı kapa(tı)rsa, altın kapıyı açar.
Allah hakkı için
Allah Halil İbrâhim bereketi versin
Allah hastalığı vermiş, tedâvisini de
Allah her şeyi görüyor
Allah hayrını versin
Allah hayırlar göstersin
Allah hayırlara tebdil etsin
Allah hayıra çıkarsın
Allah hayırlı kazançlar versin
Allah hayırlı ömürler versin
Allah hidâyet versin
Allah huzur versin
Allah ıslah etsin
Allah için (doğru söyle)
Allah iki cihanda aziz etsin
Allah iki gözümü önüme akıtsın ki
- 580 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah ile kul arasına girilmez
Allah ilham etti
Allah ilmi dileyene, malı dilediğine verir
Allah imdat eylesin top çeken beygirlere
Allah imhal eder ama ihmal etmez
Allah imtihan ediyor
Allah inandırsın
Allah insana bir ağız iki kulak vermiş, bir söyleyip iki dinlemek için
Allah işini rastgetirsin
Allah iyiliğini versin
Allah izin verirse
Allah kabul ederse / etsin
Allah kahret(me)sin
Allah kapılara baktırmasın
Allah kardeşi kardeş yaratmış, kesesini ayrı yaratmış
Allah kavuştursun
Allah kaza belâ vermesin
Allah kefil
Allah kelâmı
Allah kerim
Allah kerimdir, keremin kuyusu derindir
Allah (başka) keder vermesin
Allah kolaylığını verir
Allah kolaylık versin
Allah korusun
Allah kuluna nefesi sayıyla vermiş
Allah kulundan vazgeçmez
Allah kulunu darda komaz
Allah, kulunun karasını yüzüne vurmaz
Allah, kulunun götüreceği kadar verir
Allah kuru iftiradan saklasın
Allah kurtarsın
ŞİARLAR
- 581 -
Allah lâyığını versin
Allah manda şifası versin
Allah mesut etsin
Allah muhâfaza
Allah muhtaç etmesin
Allah muhannete muhtaç etmesin
Allah mübârek etsin
Allah mü’min kulunun duâsını geri çevirmez
Allah müstahakını versin
Allah nâmerde muhtaç etmesin
Allah nazardan saklasın
Allah ne derse o olur
Allah ne murâdın varsa versin
Allah ne verdiyse
Allah ne verirse hayırlısını versin
Allah neyi kısmet ederse
Allah ona mal versin de başını kaşıyacak tırnak vermesin
Allah ömür verirse / versin
Allah övmüş de yaratmış
Allah rahatlık versin
Allah rahmet etsin
Allah râzı olsun
Allah rızâsı için
Allah, rızâsından ayırmasın
Allah, rızkın kefilidir
Allah sabır versin
Allah sabırlı kulunu sever
Allah sağ gözü sol göze muhtaç etmesin
Allah sağlık, âfiyet versin
Allah saklasın
Allah sâlih evlât versin
Allah selâmet versin
- 582 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah seni inandırsın
Allah seni dünya boş kalmasın diye yaratmamış
Allah sevdiğine kavuştursun
Allah son gürlüğü versin
Allah sonunu hayır etsin
Allah sözü
Allah (rûhunu) şâd eylesin
Allah şâhidim
Allah şifâ versin
Allah taksimi
Allah taksiratını affeylesin
Allah tamamına erdirsin
Allah taşına toprağına bereket versin
Allah tuttuğunu altın etsin
Allah uçamayan kuşa alçacık dal verir
Allah unutturmasın
Allah utandırmasın
Allah uzun ömür(ler) versin
Allah üçün beşin arkasını kesmesin
Allah var / Allah’ı var
Allah vekil
Allah vere de
Allah verdi, Allah aldı
Allah verince kimin oğlu demez
Allah verirse / versin
Allah verirse el getirir, sel getirir, yel getirir
Allah vergisi
Allah verdim derse
Allah yapısı
Allah yaratmış
Allah yardımcın olsun
Allah yar ve yardımcımız olsun
ŞİARLAR
- 583 -
Allah yar olduktan sonra kılıcın ağaç olsa yine keser
Allah yardım ederse kuluna, her iş girer yoluna
Allah (çok) yatırmasın
Allah yazdı ise bozsun
Allah yolu
Allah yurt yoksulluğu göstermesin
Allah, yürü yâ kulum demiş
Allah’la alış-veriş
Allah’tan dilerim ki
Allah’tan gelene ne denir
Allah'tan hayır iste hayır bulasın
Allah’tan iste
Allah’tan ki!
Allah’tan kork
Allah’tan korkmayan, kuldan utanmayan
Allah’tan korkmayandan korkulur
Allah’tan başka kimseden korkum yok
Allah’tan ümit kesilmez
Allah'tan yazılmış, başa gelecek
Allah kahret(me)sin
Allah kalpleri çevirir
Allah kerim
Allah kısmet ederse
Allah korudu
Allah korkusu
Allah mesut etsin
Allah müstahakkını versin
Allah özene bezene yaratmış
Allah sabredenlerle beraberdir
Allah sevgisi
Allah söyletiyor
Allahu a’lem
- 584 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allahu a’lemu bis-savâb
Allah yalanı (yalancıları) sevmez
Allah yardım eder
Allah yolunu açık etsin
Allah yolunda
Allah yolunda infak / cihad
Allah, yüzünden nurunu almış
Allah zulmü (zâlimleri) sevmez
Âdetullah
Âlemlerin Rabbi Allah
Alimallah
Aman Allah’ım!
Aziz Allah
Ben affetsem, Allah affetmez
Benimle Allah arasında
Beytullah
Bırak Allah aşkına
Bırak Allah’ını seversen
Bir ben bilirim, bir de Allah
Bugün Allah için ne yaptın?
Canı veren Allah
Deveni bağla, sonra Allah’a tevekkül et
Dilinden Allah lafzı düşmez
Din gününün sahibi Allah
Ehlullah
Er-rızku alâllah
Evvel Allah
Eyvallah
Garip kuşun yuvasını Allah yapar
Hay Allah
Hayırdır inşâallah
Hayırlısı Allah’tan
ŞİARLAR
- 585 -
Hayret vallahi
Her Allah’ın günü
Her işin başı Allah
Her şey Allah’tan
Hey Allah'ım!
Hikmetin başı, Allah korkusu
Hüküm Allah’ın
Kelâmullah
Kendini Allah’a adamış/vermiş
Kul affetmedikçe Allah affetmez
Kulla Allah arasında
Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh
Marifetullah
Muhabbetullah
Mülk Allah’ındır
Önce Allah, sonra sen
Rızâen lillâh
Rızık Allah’tan
Söz bir, Allah bir
Sünnetullah
Tedbir kuldan, takdir Allah’tan
Ver Allah ver
Veren de Allah
Yemin billâh
Bazı isimler:
Abdullah
Atâullah
Âyetullah
Beytullah
Cârullah
Cündullah
Emânullah
- 586 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Emetullah
Emrullah
Fazlullah
Fethullah
Habîbullah
Hamîdullah
Hayrullah
Hizbullah
Huccetullah
Lutfullah
Nimetullah
Nurullah
Rahmetullah
Ruhullah
Sadullah
Seyfullah
Sıbğatullah
Şükrullah
Ubeydullah
Bütün bu ifadeleri, egemen güçler tarafından dayatılan seküler/laik anlayışa rağmen, deyim, atasözü, halk duâsı ve çeşitli vesilelerle sık sık tekrarlanan şiar şeklinde ortaya dökülen halkın gönlünde gömülü (küllenmiş ve gizlenmiş olan) inancın izleri olarak, halkın Hak'tan hâlâ kop(arıla)madığının göstergesi olarak değerlendirilmelidir.
Kur'anî kavramlar, dinî ıstılah ve tâbirler de İslâmî şiarların korunması açısından çok önemlidir. Bunların önemlilerini saymaya çalışalım:
a- İtikada ait kavram ve deyimler: Allah'ın zâtî ve subûtî sıfatları, peygamberlerin sıfatları, melek, kitap ve âhiret gününe ait deyimler.
b- Fıkıh ve ibâdetlere ait olanlar: Farz, vâcip, helâl, haram, mekruh, sevap, günah... gibi.
c- El-hamdu lillâh: Bir sıkıntıdan kurtulduğumuz zaman ve Allah'ın bir lutfuna nâil olduğumuz vakit, halimizi/nasıl olduğumuzu soranlara karşı, bu ifâdeyi olduğu gibi veya “Allah'a hamdolsun“ ya da sadece “hamdolsun“ şeklinde söylemek.
d- Allah'a şükür: Nimete nâil olduğumuz zaman bu deyimi kullanmaya özen göstermek gerekir.
ŞİARLAR
- 587 -
e- İnşaallah: Bir işi yapacağımızı söylediğimiz zaman, “Allah dilerse“ mânâsına gelen bu deyim kullanılır. Unutmamak gerekir ki, bu ifâde, bir şeyi yapmaya karar verilirse söylenir, geleceği sadece Allah bileceğinden ve O bizim yapacağımız şeyi dilemezse bizim yapma kararlılığımızın bir şeye yaramayacağını hatırlayıp hatırlatma amacıyla söylenir; yoksa yapmaya karar vermediğimiz veya kesin kararlı olmadığımız bir iş için, baştan savma kasdıyla bu söz söylenmez/söylenmemelidir.
f- Bi-iznillâh: Allah'ın izniyle demektir. Önemli bir işi yaptığımızı (veya yapabileceğimizi) anlatırken, “Allah'ın izniyle yaptım“ demek gerekir. Bu deyim, övünmenin, nefsin gurura kapılmasının engellenmesi açısından önemlidir; tabii ki, anlamı düşünülüp değerlendirilirse.
g- Mâşâallah: “Allah'ın istediği olur“ mânâsındadır. “Allah nazardan saklasın“ karşılığı olarak kullanılır. Hayret ve memnunluk uyandıran haller karşısında da söylenir.
h- “Es-selâmu aleykûm“, “ve aleykûmû-sselâm“: (Selâm size olsun demektir.) Kur'an'da geçen ve Rasûlullah ve ashâbı tarafından kullanılan, aynı zamanda cennette de kullanılacak olan bu lafızlarla selâmın yerine başka türlü deyimleri kullanmamak gerekir. “İyi günler, merhaba, hayırlı akşamlar, hoşça kal, görüşmek üzere!“ gibi ifadeler, hiçbir zaman “es-selâmu aleyküm“deki güzel anlam, dilek ve duânın yerini tutamaz. Merhaba, selâmdan sonra, bir meclise oturulunca söylenebilir; asla selâmın yerine geçmez.
i- Allah râzı olsun: İyiliğini gördüğümüz müslümanlara, mutlaka bu ifade şekliyle mukabelede bulunmalıyız. Teşekkür veya sağol gibi ifadeler, soyut beşerî memnûniyeti ifâde eden ve dinî havası ve duâ özelliği olmayan deyimlerdir. Rızâ kelimesinin İslâm'da o kadar derin ve büyük mânâsı vardır ki, onun yerini tutabilecek ikinci bir kelime yoktur. Sahâbelerin isimleri anıldığı zaman, “Allah ondan râzı olsun“ anlamında “radıyallahu anh“ (r.a.) demek, dinî bir gelenek haline gelmiştir. Bunu da ihmal etmemek gerekir.
k- Aleyhi's-selâm (a.s.): (Selâm -Allah'ın selâmı- üzerine olsun demektir.) Peygamberleri andıkça, arkasından bu deyim kullanılmalı veya Hazreti (Hz.) kelimesi ile isimleri söylemeye başlamalıdır. Peygamberimiz'in ismi anıldığında da bu ifade kullanılabileceği gibi, en güzeli ve meşhur olanı “sallallahû aleyhi ve sellem“ (s.a.s.) demektir.
l- Rahmetullahi aleyh: (Allah'ın rahmeti üzerine olsun demektir.) Her ölmüş müslüman için, özellikle âlimler için bu deyim kullanılmalıdır. Bunun yerine, duruma göre; “Allah rahmet etsin“, “rahmetli“,“merhum“gibi deyimler de kullanılabilir. Ama unutmamak gerekir ki, Allah'ın rahmeti kâfirler için istenilmez, onlara bu ifâdeler kullanılmaz. Gayr-ı müslim ölüler için müteveffâ (vefat etmiş olan) veya “toprağı bol olsun“ denilebilir.
m- İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn: İstircâ denilen bu ifade, özellikle bir ölüm haberi alındığında veya bir büyük sıkıntı zamanında söylenilir. Bu ifâde Kur'an'da şöyle geçer.“O sabredenler, kendilerine bir musîbet/belâ geldiği zaman: İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn (Biz Allah'ın kullarıyız ve biz O'na döneceğiz)' derler.“ 2238
2238] 2/Bakara, 156
- 588 -
KUR’AN KAVRAMLARI
n- Azîzallah: Ezan sesi ilk duyulunca söylenir. Azîz olan (kıymetli, şerefli, onurla, saygı değer olan) Allah'tır, Allah azizdir anlamlarına gelir.
Bu İslâmî şiarlar, bütün laik özendirme ve mektep ve medyadaki dayatmalara rağmen hâlâ halka unutturulup terkettirilememiş kavramlarımızdandır. Bunları şuurlu bir şekilde ifade etmek, bu şiarlara sahip çıkmak, aynı zamanda hem zikir, hem de tebliğ olacaktır.
Ezân; Allah’a Çağrı ve Kurtuluş İlânı
Ezan da, bir İslâm şiarıdır (sembolü ve sloganıdır). “Ezan“, sözlükte, duyurmak, bildirmek, ilan etmek, çağrıda bulunmak anlamına gelen bir masdardır. Kavram olarak ezân; 5 vakit farz namazları ve Cuma namazının vaktinin geldiğini müslümanlara duyurmak için okunan özel ifadelere denir. Ezân, müslümanlara ait, sözleri hadislerle kesinleşmiş, okunması dinî bir emir olan namaz çağrısıdır. Ezân okuyana müezzin, ezân okunan yere de mi’zene denir. (Bu kelime daha sonraları Türkçe’de minare şeklinde söylenmeye başlanmıştır.)
Ezân, yalnızca namaz vaktinin, namaz için toplanma zamanının geldiğini ilan eden sözler değildir. Bu özel ibâdet, mü’minleri Allah’a itaat etmeye, şuura, uyanıklığa, takvâya ve İslâmî dirilişe dâvettir. Mü’minlerin gür bir sesle, yiğitçe Allah’ın adını yükseltmeleri, O’ndan başka ilâh, O’ndan başka Rab olmadığını, seslerinin ulaşabildiği her yere duyurmalarıdır. Ezân, Muhammed’in (s.a.s.) son peygamber ve tek önder olduğunu, mü’minlerin Kıyâmete kadar O’nun izinde olduklarını, O’nun hayatını örnek aldıklarını bildirmek ve ilân etmektir.
Ezân, baştanbaşa bir özgürlük bildirisidir. Müslümanların, Allah’tan başka hiçbir güç tanımadıklarını, O’ndan başka hiç kimsenin önünde eğilmelerinin sözkonusu olmadığını bütün dünyaya duyurmalarıdır, ültimatomlarıdır. Mü’minlerin İslâm’a bağlı olarak yaşama arzu ve isteklerini, ahid ve akitlerini, bu konudaki kararlılıklarını gösteren simgeleridir. Müslümanlar ezân şuuruyla; tevhidi, Allah’ın hâkimiyetini tebliğ ederken, insanları sadece Allah'a kulluk ve ibâdete çağırırken, kendi özgürlük hedeflerini de dile getirirler.
Mü’minler, İslâm’ın hâkimiyeti, ibâdet ve müslümanca hayat özgürlüğü anlamına kavuşan gerçek ezânı, İslâm’ı hakkıyla yaşayabildikleri yerlerde ve zamanlarda okuyabilirler. Müslümanların hâkim olmadığı yerlerde okunan ezânlar yalnızca bir namaz çağrısı ve sınırlı bir din hürriyetidir. Böyle bir yerlerde İslâm’ın hedeflediği ezân şuurundan bahsedilemez.
Namaz Peygamberimizin hicretinden önce Mekke’de farz olduğu ve mü’minler Mekke döneminde de namaz kıldıkları halde, ezan ile birbirlerini namaza çağıramıyorlar, ezan okuyarak namaz için bir araya gelip cemaat olamıyorlardı. Ama ne zaman ki hicretten sonra Medine’de bir İslâm toplumu ve İslâm devleti kuruldu, İslâm hâkim hale geldi; işte o zaman diğer İslâmî ahkâm uygulanmaya başlandığı gibi, ezan okuma yükümlülüğü de başladı. Şüphesiz bu durum, ezan olayı ile müslümanların hâkimiyeti arasındaki bağlantıyı gösterir. Müslümanlar tarih boyunca fethettikleri beldelerde öncelikle ezan okumuşlardır. Günümüzde laik rejimlerin ezana ses çıkarmaması, verdikleri küçük tâviz karşısında aldıkları büyük tâvizlerden dolayıdır. Müslümanlara sus payı olmak üzere ezan okumalarına lütfen izin verirler, yakın tarihte ve yaşadığımız coğrafyalarda görüldüğü gibi, canları isteyince de ezanın aslını okumayı yasaklarlar.
ŞİARLAR
- 589 -
Ezanın Başka Dillerde Okunması: Müslümanların yaşadığı beldeleri ele geçiren işgalci müşrikler ile yerli bağîler (Hakktan ayrılanlar), genellikle uğramadıkları camiye, kılmadıkları namaza, kuşanmadıkları tesettüre ve uyup gereğini yapmadıkları ezana müdâhale etmekten geri durmamışlardır. Canları istedikçe günümüzde de müdâhale edebilmektedirler. Ya onun sesini kısmaya, ya da asıl fonksiyonunu icrâ edemeyecek hale sokmaya çalışırlar. Etki alanını sınırlamak, başka dillerde okunmasını emredip yozlaştırmak isterler.
Ezanın sözleri Arapçadır ve dünyanın her yerinde Kıyâmete kadar Arapça okunmaya devam edilecektir. Çünkü onun sözleri bizzat Peygamberimiz tarafından tesbit edilmiş ve ümmete emânet bırakılmıştır. Ezanın Arapça sözlerinden başka bir şekilde okunabileceğine hiçbir aklı başında İslâm âlimi fetvâ veremez. Verenler olmuşsa veya böyleleri çıkacaksa, onlar âlim değil; kendilerine ekmek ve emir verenlerin sözcüleridir ve bunların değerlendirmeleri müslümanları bağlamaz. Üstelik hiçbir dildeki ezan çevirileri, aslının etkisini, sözlerindeki derin anlamı, âhengi, haşmeti ve ürpertiyi ifade edemez.
Hangi dil “Allahu ekber“ sözünü canlı, etkileyici, ürpertici, şuurlandırıcı, uyarıcı, ısındırıcı, kalplerin derinliğine işleyici bir şekilde anlatabilir? Hangi söz “eşhedü en lâ ilâhe illâllah (şehâdet ederim ki Allah’tan başka tanrı yoktur!)“ bildirisini, iman ilânını, coşkusunu, bağlılığını, yüceliğini, yalancı tanrıları red edişteki kararlılığı dile getirebilir?
Bir semboller sistemi olan dil, onu konuşanların inançlarını, tercihlerini ve dünya görüşlerini; hayatı, tabiatı ve yaratıcıyı algılayış biçimlerini gösterir. Arapça da antropolijik anlamda dillerden bir dildir ve kutsal değildir. Ancak Allah (c.c.) Kur’an’ı bu dille gönderdi, Peygamberini bu dili konuşan bir kavimden seçti. İslâm’ın gelişine kadar sıradan bir dil olan Arapça, Kur’an ile birlikte en zengin dillerden biri oldu. Kur’anî vahiy, bu dile ait kelimelerin içini kendi değerleriyle, kendi dünya ve evren görüşüyle doldurdu. Vahyin, içini doldurduğu bu kavramlar artık Arapça değil; Rab’çadır, İslâm’cadır. Müslümanlar dinlerini bu kavramlarla öğrenirler, algılarlar ve hayatlarını bu kavramlarla İslâm istikametinde dönüştürürler.
Ezanın başka bir dilde (özellikle Türkiye’de Türkçe olarak) devlet zoruyla okutulmaya çalışılması, Din’i protestanlaştırma amacından başka bir şey değildir. Ezanın Arapça dışında bir dille okunmasını savunanlar; dikkat edilirse, ya tepeden inmeci jakobenler ya da ulusçu düşünen yarım okumuşlar, aydın denilen karanlıklardır. Bunların da Din’i daha iyi anlayıp, daha iyi uygulama diye bir kaygı taşımadıkları bilinen bir şeydir.
Ezan, yalnızca namaz için toplanma çağrısı değildir. O, bir tevhid duyurusu, bir iman yenileme dâveti, bir birlik (vahdet) ilânıdır. Müslümanları tek bir İlâh’a, tek bir öndere çağırmak sûretiyle onlara kurtuluşun (felâhın) yolunu göstermekir. Şehâdet ilkesine sarılan mü’minler, tek yumruk, tek yürek halinde ve tek gâye uğruna İslâm ümmeti binasını meydana getirirler.
Ezan, aynı zamanda bir tebliğdir. Mü’minleri Allah’a ibâdete dâvet ederken, gayri müslimleri Allah’a teslim olmaya çağrıdır. Namaz, Allah’a kulluğun simgesidir. Teslimiyetin, zikrin, boyun eğmenin, Allah’ı büyük tanımanın, duânın, niyazın, en Yüce Makamı tanımanın somutlaşmış halidir. Namaz; İslâm’a teslimiyetin,
- 590 -
KUR’AN KAVRAMLARI
müslüman olmanın göstergesidir. Ezan, bu teslimiyeti yeniden hatırlatır, bununla mü’minlere şuur ve canlılık verir.
Ezan, insanlara İslâm gerçeğini, ibâdetin yüceliğini, Allah yolunun doğruluğunu haber verir. Ezan, mü’min yürekleri sevindirir, onların esir, aşağı, müstaz’af, sürünen, sünepe olmadıklarını; aziz olduklarını/olmaları gerektiğini ilân eder ve onları Allah’a ibâdetle en güzel hürriyetin tadını tatmaya dâvet eder.
Unutmamak gerekir ki ezan, yalnızca dinlenmez, aynı zamanda dinleyen müslümanlar tarafından okunur. Kur’an okur gibi, tabiatın dilini, denizin bestesini, gülün kokuşunu okur gibi… Herbir müslüman duyduğu ezan sesinde, kendi benliğini bulur, parçası olduğu bütünü hatırlar, organı olduğu bedeni aklına getirir. Ezanın sözlerinde imanını, umutlarını, kimliğini, aşkını ve varlığını hisseder.
Farz namazlardan önce ayrıca okunan ezana kaamet (ikaameh) denir. Ezan, farz namazlar ve cuma namazı için okunduğu gibi; mü’minler, doğan çocuklarının sağ kulağına ezan, sol kulağına kaamet okurlar. Bu ibâdet çocuğun İslâm fıtratına uygun bir amel ve ileride bu fıtratı koruması hususunda bir duâdır. Ezan, vâcip derecesinde sünnet-i müekkededir. 2239 insan doğar doğmaz ezanla, tekbirle hayata adım atar. Ölürken de ezanla, tekbirle Mûsâlâya konur, namazı kılınır. Önemli olan bu ikisi arasındaki hayatı ezan ve tekbir mesajı ve gerekleriyle geçirmektir.
Ezan, tekbire, salât ve felâha çağrı olduğu gibi, aynı zamanda bir tebliğdir. Allah'ın hâkimiyetini bütün dünyaya ilân eden bir özgürlük mesajıdır; bir devrim çağrısıdır. O yüzden ezanla dirilen, namazla şeytana karşı zafer kazanan tevhid eri, kulu kula kulluktan kurtaracak bu mesajı topluma yaymaya, sesini ulaştırabildiği tüm yerlerde Hakkı hâkim kılma mücâdelesine ve tevhid ve vahiy ekseninde toplum projesi sunup kişisel, sosyal, siyasal değişim ve dönüşüm için hakkı haykırmış olur. Bulduğu doğruyu ve güzeli, kurtuluş ve huzuru başkalarıyla paylaşmak için “buldum, buldum!“ demiş ve bulduğunu bulamayanlara da sunmuş olur.
“Namaz için ezan okunduğu zaman, şeytan oradan sesli sesli yellenerek uzaklaşır, ezanı duyamayacağı yere kadar kaçar. Ezan bitince geri gelir. İkamete başlanınca yine uzaklaşır, ikamet bitince geri dönüp kişi ile kalbinin arasına girer ve “şunu hatırla“ , “bunu düşün“ diye insanın aklında daha önce hiç olmayan şeylerle vesvese verir. Öyle ki (buna kapılan) kişi kaç rekât kıldığını bilemeyecek hale gelir.“ 2240
Rasûlullah, bu hadisinde, insî ve cinnî şeytanların ezandan duyduğu rahatsızlığı beliğ bir üslupla dile getirmektedir. Ezandan rahatsız olanların tercih edecekleri alternatif meşguliyet ve sesleri, Rasûlullah'ın yellenme sesine benzetmesi de dikkat çekicidir.
Ezan Yasağı; Allahu Ekber’den Tanrı Uludur’a: Ezan, 1932 yılında devlet baskısı ve zorlamasıyla sadece Türkçe tercümesiyle okunmuştur. Türkiye'deki tüm ninâreler, tam 18 sene boyunca “Allahu Ekber!“ sadâlarına hasret kalmıştır.
Arapça aslıyla okuma yasağı 16 Haziran 1950 tarihine kadar sürmüştür. Ezanın
2239] İslâm'da Bâtıla Benzemenin Hükmü, Ali Rıza Demircan, Eymen Y.
2240] Buhârî, Ezan 4, Amel fi's-Salât 18, Sehv 6; Müslim, Salât 19, Mesâcid 89; Ebû Dâvud, Salât 31; Nesâî, Ezan 30; Muvattâ, Nidâ 6; Kütüb-i SitteTercümesi, 8/ 320
ŞİARLAR
- 591 -
tekrar aslî lisanıyla okunmaya başlamasından ordu rahatsız olmuş, kışlalarda kıpırdanmalar başlamış; bu uygulamayı tekrar hayata geçirenler on sene sonra bu suçlarının (!) cezasını idam sehpalarında ödemişlerdi. Bu uygulama, “laik“ olduğu iddia edilen rejimin dine ne kadar müdâhale ettiğini göstermesi açısından hayli önemlidir. Ezanı Arapça aslıyla okumayı göze alan bazı müezzinlerin bu büyük suçu(!) işlediklerinden dolayı fecî zulümlerle cezalandırıldığını biliyoruz.
İslâm Bayrağı, Râyet, Sancak
Müslümanların şiarlarından biri de İslâm bayrağıdır, tevhid sancağıdır. Hz. Peygamber'in ilk defa, hicret sırasında Medine'ye girerken livâ/bayrak kullandığı bilinmektedir. Rivâyet edildiğine göre hicret kafilesi Medine'ye yaklaştığında Büreyde bin Husayb el-Eslemî, sarığını çözerek bir mızrağa bağlayıp kafilenin önünde yürüyerek Medine'ye girmişti. Hz. Peygamber, daha sonra, ilk defa hicretin yedinci ayında Hz. Hamza'nın kumandasında Sîfü'l-bahr'e sekizinci ayında da Ubeyde bin Hâris bin Abdülmuttalib kumandasında Seniyyetülmere'ye gönderdiği seriyyelere birer bayrak vermişti.
Gerek bu iki seriyyede, gerekse daha sonraki gazve ve seriyyelerde kullanılan bayraklarla ilgili olarak klasik kaynaklarda aynı mânâda olmak üzere “livâ“ ve “râyet“ kelimeleri kullanılmıştır. Ancak Hayber Savaşına kadar yalnız livâ bulunduğu, bu savaşta ise hem livâ hem râyeler taşındığı; Rasûlullah'ın râyesinin siyah, livâsının ise beyaz olduğu 2241 şeklindeki rivâyetlerden hareketle bazı âlimlerce râye ile livâ arasında bir fark bulunduğu ileri sürülmüştür. Hz. Peygamber zamanında kullanılan bayrakların beyaz, sarı, siyah, kırmızı vb. renklerde olduğu, ukab adlı siyah râyesinin Hz. Âişe'nin kaftanının yünlü kumaşından yapıldığı da kaynaklarda kaydedilmektedir. 2242
Rasûlullah'a ait sancak, alem-i Nebî, alem-i şerif, livâ-i saâdet, liva-i şerif isimleriyle de anılan bu sancak, halen Topkapı Sarıyında mukaddes emânetlerin arasında bulunmaktadır. Bedir ve Uhud savaşlarında Rasûlullah (s.a.s.), livâyı taşımakla Mus'ab bin Umeyr'i görevlendirmişti. Hicretten sonra yapılan bütün savaşlarda livâların kullanılmış olduğu görülmektedir. Bu livâlar umûmiyetle beyaz renkteydi. Bir de devlet başkanı ve ordu komutanı olarak Rasûlullah'a ait Ukab adında siyah bir livâ bulunmaktaydı.
Rivâyete göre Mekke'nin fethi esnâsında Rasûlullah'ın râyesi siyah renkte olup, üzerinde lâ ilâhe illâllah Muhammedun Rasûlullah“ yazısı bulunmaktaydı.2243 Daha sonra sancak-ı şerif olarak adlandırılan livâ budur.
Rasûlullah (s.a.s.)'in vefatından sonra, Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve peşinden gelen halifeler, bu sancağı savaşlarda sürekli olarak ordunun önünde bulundurmaya gayret göstermişlerdir. Sancak-ı şerif, Râşid halifelerden sonra Emevîlerin eline geçmiş, bunların çöküşünden sonra da Abbâsiler tarafından muhâfaza edilmiştir. Mısır'ın Yavuz Sultan Selim tarafından alınmasından sonra sancak İstanbul'a getirildi. Padişahlar, çıktıkları seferlerde onu yanlarında götürmüşlerdir. Sancak-ı şerif, sadece askerî seferler esnasında yerinden çıkarılmazdı. İstanbul'da meydana gelen isyanları bastırmak için de sancak-ı şerif çıkartılır ve halka, bunun
2241] Ahmed bin Hanbel, IV/297; Tirmizî, Cihad 10
2242] TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 248
2243] İbn Mâce, Cihad 20; M. Hamîdullah, Hz. Peygamber'in Savaşları, s. 216
- 592 -
KUR’AN KAVRAMLARI
altında toplanarak âsilere karşı savaşma çağrısı yapılırdı.
Sancak-ı şerif, son olarak 1826 yılında yeniçerilerin ayaklanması sebebiyle yerinden alınarak Sultan Ahmet Câmiinin minberine dikilmişti. Onun çevresinde toplanan halkın desteğiyle yeniçeriler topa tutularak, ortadan kaldırılmıştı. Osmanlılar, sancak-ı şerife büyük önem vermişler ve ona sürekli saygı göstermişlerdir. Sancak çıkarıldığı zaman, onun altında toplanmak ve savaşmak halk tarafından bir farz olarak telakkî edilmiştir.
Sancak-ı şerif, Topkapı Sarayında Arz odası karşısındaki kapı önüne dikildiği zaman onun dikildiği yere, kimsenin basmaması ve hürmetsizlikte bulunmaması için 1908 devrimine kadar iki süngülü asker nöbet tutmuştu. Bu tarihten sonra kaldırılan sancak-ı şerifin yerine bir taş dikilmiştir. Sancak-ı şerif, son olarak Osmanlı Devletinin 1. Dünya Savaşına katılması sebebiyle çıkarılarak Cihad-ı ekber ilân edilmiştir. Sancak-ı şerif, hâlen diğer kutsal emânetlerle birlikte Topkapı Sarayında muhâfaza edilmektedir. 2244
Hilâl
Kur'an'da, “Sana hilâllerden sorarlar. De ki:'Onlar insanlar için vakit ölçüleridir...“2245 buyrulur. Ayrıca, yılların sayısı ve hesabının bilinmesi için aya menziller tâyin edildiği,2246 onun eğri hurma dalı haline gelinceye kadar inceldiği ve bir yörüngede döndüğü2247 belirtilir. Hilâl, Allah'ın varlığının ve kudretinin delillerinden biri sayılır. Birçok âyette ayın insanların hizmetine sunulduğu belirtilir, ayrıca birkaç yerde onun üzerine yemin edilir.
Geçmiş kültürlerde farklı bir anlam taşısa da âyet ve hadislerde anlatılan özellikleri sebebiyle hilâlin müslümanlar tarafından mutluluk, sevinç ve dirilişin sembolü olarak kullanılmasında bir sakınca görülmemiş olmalıdır. İbn Hacer el-Askalânî'nin İbn Yunus'tan naklettiği rivâyete göre Hz. Peygamber, kabilesinin elçisi sıfatıyla Medine'ye gelen Sa'd bin Mâlik bin Ubeysır el-Ezdî'ye kavmine götürmesi için üzerinde hilâl bulunan siyah bir bayrak vermiştir. 2248
Hilâl motifinin bir sembol olarak VII. yüzyıldan itibaren İslâm dünyasında kullanıldığı görülmektedir. Emevîler döneminde Bîşâpûr'da basılan paralar kompozisyonları değiştirilmeden ay-yıldızlar arasına besmele, kelime-i tevhid veya bazı âyetler eklenerek yeniden darbedildi. Abbâsîler döneminde kendini bağımsız sayan devletler tarafından kesilen sikkeler arasında da hilâl motifi taşıyanlar vardı. Gazneli hükümdarı Sebük Tegin'in hilâli ordusunda bir sembol olarak kullandığı da belirtilmektedir. Haçlı şövalyelerin kiliseye çevirdikleri Kudüs'teki Kubbetu's-sahrâ'nın kubbesine altın bir haç yerleştirilmişti. Selâhaddin-i Eyyûbî Kudüs'ü Haçlılar'dan geri aldığı zaman (583/1187) bu haçı indirip yerine uçları birbirine yakın hilâl şeklinde bir alem koydurmuştu. Bu olaydan çok önce Alparslan 1064'te Ani'yi fethedince câmiye çevrilen katedralin kubbesindeki büyük
2244] Ömer Tellioğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 343-344
2245] 2/Bakara, 189
2246] 10/Yûnus, 5
2247] 36/Yâsin, 39-40
2248] el-İsâbe, II/329
ŞİARLAR
- 593 -
haç indirilip yerine daha sonra Ahlat'tan getirilen büyük bir hilâl konulmuştur. Hilâl şeklindeki bina alemleri en çok Osmanlılar döneminde kullanılmıştır. Bu da, İslâm devletlerinin kültürel mirasçısı olan Osmanlı Devletinin hilâl şiarını/sembolünü cihanşümul hale getirmesiyle açıklanabilir.
Daha önce Endülüs müslümanlarının ve Memlükler'in sancaklarında da yer alan hilâl, osmanlı sancaklarında zülfikârla birlikte temel motifti. Günümüzde hristiyan dünyasının Kızılhaç'ına mukabil kurulan Kızılay (Hilâl-i Ahmer), içki ve uyuşturucularla mücâdele etme amacını güden Yeşilay (Hilâl-i Ahdar) gibi müesseselerin sembolü olarak kullanılan hilâl, bazen tek, bazen de bir veya birkaç yıldızla birlikte Türkiye, Azerbaycan, Cezâyir, Kamerun, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Malezya, Moritanya, Pakistan, Singapur, Tunus, Türkmenistan gibi müslümanların yaşadığı ülkelerin bayrak motiflerini meydana getirmektedir.
Hilâl, XI. yüzyıldan itibaren Doğu'da ve Batı'da hristiyanlığın sembolü olan haça karşı İslâmîyet'in sembolü olarak kullanılmış ve bu durum, özellikle İstanbul'un fethinden sonra giderek yaygınlaşmıştır. Hilâlin ibâdet takvimindeki rolü, Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde Allah'ın âyetlerinden biri şeklinde gösterilmesi ve ona yemin edilmesi, ayrıca Hz. Peygamber'in Sa'd bin Mâlik bin Ubeysır el-Ezdî'ye üzerinde hilâl bulunan bir sancak vermesi sebebiyle müslümanlar tarafından İslâm'ın sembolü/şiarı kabul edildiği söylenebilir. 2249
Kurban
İslâm’ın şiarlarından biri de kurbandır. Kurban; insanı Allah’a yaklaştıran şey demektir. Bu, bir ibâdet ve hürmet ifadesidir ki, kurbanla insan Allah’a yaklaşmaya çalışır yahut kurban insanı Allah’a yaklaştırır. Bu yaklaşma elbette maddî anlamda bir yaklaşma değil; O’nun rızasına ve sevgisine yaklaşmaktır. Kurbanla insan, Allah’a karşı duyduğu takvâ duygusunu zenginleştirir.
Kurban olayı, tarihten günümüze kadar insanların başvurdukları bir ibâdet, bir adettir. İslâm'ın bâtıl din kabul ettiği birçok inanışta, hatta hırıstiyan ve yahudilerde bile ‘kurban’ âdeti veya ibâdeti vardı.
İslâm, tarih öncesinden günümüze gelen bu anlayışı kaldırmamış, ama O’nu asıl olması gereken şekle sokmuştur. Öncekiler kurbanı bir korkunun, bir çekinmenin, bir sığınmanın ihtiyacı olarak, tanrıların gazabını (öfkesini) dindirmek üzere verirlerdi. Kimileri de kurbanları tanrılarının yiyeceği sayarlardı. Hayvan kurban edildiği gibi, insan veya eşya da kurban ediliyordu.
İslâm, bütün bu yanlış anlayışları kökünden kaldırdı. Kurbanı, Allah’a yaklaşmanın, O’nun sevgisini kazanmanın, malı O’nun yolunda harcamanın, O’nun verdiği ni’metlerle sevinmenin ve insan ruhunu dindirmenin bir aracı haline getirdi. İslâm'a göre Kurban ibâdeti, belli hayvanlardan belli günlerde kesilmek suretiyle yerine getirilebilir. O, ne basit bir âdettir, ne de bütün malı mülkü belirsiz bir amaç uğruna bir tarafa atmaktır.
Kurban olmak Allah’a yakın olmaktır. O’na yaklaşmak fiziği metafiziğe taşımak, içkin olanı aşkın olana bağlamaktır. Bu anlamda kurban, varlığın sahibine yönelişi sembolize eder. İnsanın emrine verin maddenin, yine O’nun emrine
2249] Nebi Bozkurt, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 18, s. 13-15
- 594 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sunulmasıdır. Ya da ‘o benim kurbanımdı, ben ise Senin kurbanınım’ demektir. Allah’a yaklaşmak ancak ihlâs (samimiyet) ve aşkla, yani Allah’ı gereği gibi sevmekle olur. Kurban bu aşkın bir aracıdır. Mü’min, kurban keserek bu sevgisini gösterir. En azından bu inancını kendi içerisinde ispat eder, bunun heyecanını yaşar.
İslâm’da kurban kesme ibâdetinin Hz. İbrahim (a.s.) ile başladığını Kur’ân-ı Kerim’den öğreniyoruz:
“Böylece (çocuk) onun yanında koşabilecek bir çağa gelince (Ibrahim ona): ‘Oğlum, gerçekten ben seni rüyamda boğazlıyorken gördüm. Bir bak, sen ne düşünüyorsun?’ dedi. (Oğlu Ismail) dedi ki: ‘Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.
Sonunda ikisi de (Allah’ın emrine ve takdirine) teslim olup (babası, Ismail’i kurban etmek için) onu yanağı üzerine yatırdı.
Biz ona ‘Ey İbrahim’ diye seslendik.
Gerçekten son rüyayı doğruladın. Hiç şüphesiz biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.
Doğrusu bu, apaçık bir imtihandı.
Ve ona büyük bir kurban fidye olarak verdik.
Sonra gelenler arasında ona (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık.“ 2250
İbrahim (a.s.) oğlunu kurban etme imtihanı ile sınanmıştı. O, dünyada en fazla değer verdiği evladını rüyasında Rabbinden aldığı bir işaret ile O’nun yolunda kurban etmek durumunda idi. Ya da böyle bir kurbanı Rabbinin uğruna fedâ edebileceğini göstermek zorundaydı. Bu durumu henüz küçük yaşta olan oğlu İsmail’e anlattığı zaman, o hiçbir itirazda bulunmadı. Allah’ın emrine babası gibi o da teslim oldu. Bu olayda baba ile oğulun teslimiyetini ve Allah’ın emri karşısındaki tavırlarını açık bir şekilde görüyoruz. Bu olayda asıl maksat elbette insanın Allah yolunda kurban edilmesi değildi. Bu kötü adet batıl dine inananların işiydi. Buradaki asıl amaç, inanan bir insanın en sevdiği şeyi Allah yolunda feda edebilmesidir. İbrahim (a.s.) bu zorlu imtihan ile başbaşa kalmıştı. İsmail (a.s.) ise kendi canını isteyerek Allah yolunda vermenin sınaması karşısında idi. O da hiç tereddüt etmeden boynunu Allah’ın emrine teslim etti. Her ikisi de imtihanı kazanınca, Allah da onlara ‘büyük bir kurbanı’ fidye olarak gönderdi.
108/Kevser sûresinde Rabbimiz, Peygamberimize ‘Allah için namaz kılıp kurban kesmesini’ emrediyor. Bu emir, hem İbrahim’i (a.s.) hatırlamak, hem de aynı teslimiyetin, aynı fedakârlığın devamını sağlamak, ayrıca mükâfata kavuşan İbrahim (a.s.) gibi bayram coşkusunu yaşamaktır. Peygamberimiz kurban kesmiş ve ümmetinin de kesmesini emretmiştir. Bazı âlimler kurban kesmenin vacip olduğunu, bazıları ise, terkedilmeyecek kadar kuvvetli bir sünnet olduğunu söylerler. Peygamberin hayatında bunun uygulamasını görmekteyiz.
Kurban, ‘eyyâm-ı nahr’ denilen Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günlerinde kesilir. Bu günler Zilhicce ayının onuncu, onbirinci ve on ikinci
2250] 37/Sâffât, 102-108
ŞİARLAR
- 595 -
günleridir. Bu günler aynı zamanda hacc günleridir. İki ibâdetin aynı zamanda yapılmasının hikmeti iyi düşünülmeli. Müslümanlardan bazıları hacc’da hacc heyecanını yaşarken, diğer müslümanlar kendi evlerinde Kurban bayramını yaşayarak, kurban keserek aynı heyecanı paylaşırlar. Hz. İbrahim’i ve oğlu İsmail’i anarlar, onların davetlerini hatırlarlar.
Kurban, her şeyden önce sevilen, elde edilmek için emek ve para verilen, zaman ve ömür harcanan, değerli dünyalıklardan bir kısmını Allah için fedâ edebilmenin bir göstergesidir. Bu anlayış insanı başka şeyleri de Allah yolunda feda etme fedakârlığına götürür. Kurban, insandaki aşırı isteklerin (hırsın), başkasına merhametsizce davranmanın, başkasına saldırmanın azalmasına yardımcı olur. Üzerine kurban kesmek düşen mü’min, kurbanını kendisi kesmeli, kendisi kesmiyorsa bile kesilirken yanında bulunmalı. Böylece Allah için boğazlanan hayvanı o haliyle görürse merhameti çoğalır, başkasının kanına tecâvüzün zorluğunu anlar, Allah için fedakârlıkta bulunmanın lezzetini duyar.
Kurban, kesinlikle eti için kesilmez. O bir sosyal dayanışma amacı da değildir. Ancak kurbanı kesen kendisi etinden yiyebilir, fakirlere ve dostlarına verebilir. Bu dostlar ve müslümanlar arasındaki sevgiyi ve muhabbeti artırır. Bu aynı zamanda bayram yapmanın da anlamıdır.
Kurban bayramında bütün müslümanlar birlikte kurban keserler, birlikte bayram ederler. Bu durum Tevhid Dininin bir özelliğidir. O bütün müslümanları her zaman birliğe davet etmektedir. Kurbanlar, İslâm’ın şiarları olduğu gibi, Ramazan ve Kurban Bayramı adıyla iki bayram da mü’minlerin şiarlarındandır. 2251
İslâm, Allah yolunda mallarını ve canlarını kurban olarak feda eden veya etmeye hazır olan, ahlâk ve takvâ bakımından İsmail ve İbrahim (a.s.) gibi olanların eliyle yücelecektir. Kurban ibâdeti İbrahim’in ve İsmail’in şehâdetini bu çağa taşımaktır. Bunu kimileri kurban keserek sembolik olarak yaparlar. Kimileri de canlarını Allah yolunda vererek fiilî olarak gerçekleştirirler.
Kurban ibâdetinin şuuruna varmayanların payına kurbandan belki de ‘et’, İsmail gibi olanların payına da ‘cennet’ düşer. Kendilerini Allah’ın yoluna kurban olarak hazırlayanlar; imanlarını tıpkı kestikleri kurban gibi kusursuz, eksiksiz yapmaları gerekir. Bedeninde noksanlık olan hayvanlardan kurban olmaz. Kurbanın sağlıklı, eksiksiz ve hayvanlar arasından en seçilmişlerden olması gerekir. İmanı eksik, hastalıklı, felçli ve illetli olanlar kendilerini o ulvî gâyeye adayamazlar.
Kendilerini ve mallarını böylesine bir amaç uğruna adayabileyenler mübârek kimselerdir ve onların bayramları da bu anlamda mübârektir. Bayramlar, müslümana âhirette Rabbiyle buluşmayı hatırlatan vuslat zamanıdırlar. Ne adadığının farkında olanlar bu vuslatın değerini de bilirler.
İnsanın eşyaya, insana, ideolojilere, dünyaya kul ve kurban edildiği bir dünya, insanın harcandığı ve horlandığı bir yerdir. Böyle bir harcanmadan kurtulmanın yolu, yüce bir gâye için ‘adamak ve adanmak’tır. Bunu da İslâm’a teslim olarak emin olan ve tam bir hürriyete kavuşan şuurlu mü’minler aşkla yapabilirler.
Yeryüzü bugüne kadar insanın hoyratça harcandığı başka bir uygarlık görmüş
2251] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 365-369
- 596 -
KUR’AN KAVRAMLARI
müdür? insanların sahte tanrılara böylesine kitlesel ve sistematik bir şekilde kurban edildiği bir zaman geçmiş midir? İnsanı nesne haline getiren modernizm, onun yüreğini öldürmekle kalmadı; yüreğini bir puthaneye çevirdikten sonra onu modern ilâhların önünde kurban etti. Kısaca onu sefihleştirerek harcadı.
Böyle bir dünyada İslâm’ın getirdiği kurban ibâdeti bu çarpık zihniyete bir tavır alıştır, bir meydan okumadır. Bu sefihliğe, bu yanlışlığa, bu bozulmuşluğa teslim olmamaktır. İlâhî olanla sağlam bir bağ kurmaktır. Küresel sapmaya, bozulmaya, çürümüşlüğe rağmen, insan için gerçek güvenliğin ve gerçek emniyetin hâlâ mümkün olduğunu onlara göstermektir.
İnsanın, eşyaya, ikonlara, çıkarlara, boş hedeflere ve yalancı ilâhlara kurban edilip harcandığı günümüz dünyasında, İslâm’ın emrettiği kurban ibâdeti daha bir anlamlı hale geliyor. 2252
Diğer Bazı Önemli Şiarlar
Halife: İslâm’ın ve müslümanların simgelerinden biri de, tüm müslümanların tek bir topluluk (ümmet) oluşturmaları ve başlarında Allah’ın hükmü ile kendilerini yöneten Peygamber’in halîfesinin bulunmasıdır. Katolik hristiyanların lideri/halifesi Papa, Ortodoks hristiyanların halifesi ise Fener Rum Patriği. Peki, müslümanların halifesi nerede? Yok, Birlik unsuru, sembolü olmayan yerde, birlik de olmayacak, ihtilâfların her çeşidi, her yerde boy gösterecektir.
Başörtüsü: Kadınlar için Allah'ın emirlerine uygun olarak örtünme, iman alâmetidir, İslâm şiarıdır. Ruhumuz gibi, vücudumuz üzerinde de Allah'ın hâkimiyetini kabul edişin, belgesi olan bir ibâdettir tesettür. Örtünme; çağımızın zulüm egemenliğine karşı cihadı, başörtüsü de hürriyet bayrağıdır. Başörtüsü ve onunla beraber İslâmî tesettür, hicap ve iffet/haya, müslüman bayanların şiarıdır. Başörtüsü, Allah’ın emri olması yanında, nice hikmetleri de olan, müslümanın vazgeçemeyeceği bir semboldür. Bunu bilen İslâm düşmanları başörtüsüne, al görmüş boğa gibi saldırmaktan vazgeçmiyor, onu kamusal alanlardan uzaklaştırmak için bütün güçlerini kullanıyorlar.
Sakal veya Benzeri İslâmî Görüntü: Bir hanımın müslüman olup olmadığı, ya da İslâm’a teslimiyeti, dışarıdaki davranış ve kıyafetinden aşağı yukarı belli olur/olmalıdır. Aynen bu durum gibi, bir erkeğin de müslüman olup olmadığı, İslâmî bir kimliğe sahip olma durumu da dış görünüşüyle az çok belli olmalıdır. İşte müslüman erkek için kendi kimliğini belli edecek dışa yansıyan özellikleri, müslümanın şiarıdır. Bu da, başta sakal olmak üzere, sakalla beraber (veya ciddi bir gerekçe varsa, sakalsız olarak) müslümanca bir görünümdür.
Hac: Safâ ve Merve, Allah'ın şiarlarından2253 olduğu gibi, Hac da bu şiarlardandır. Hac, İslâm ümmetinin yıllık kongresidir. Tüm müslümanların birbirlerini kardeş kabul ettiklerinin, birbirlerini tanıyıp problemlerini ve çözümlerini gündeme getirdiklerinin bir göstergesidir. Hac, kulun, Yaratıcısına mutlak teslimiyet ve bağlılığın sembolüdür. Hacda giyilmesi şart olan ihram, insanlararası eşitliğin tam bir simgesidir. İki parça dikişsiz beyaz örtüden oluşan ihram, her türlü sınıfsal ve ekonomik farklılığı ortadan kaldırır. Arafatta vakfe, kıyâmetin, mahşer
2252] Mustafa İslâmoğlu, Şafak Yazıları, Denge Y. s. 115-116
2253] 2/Bakara, 158
ŞİARLAR
- 597 -
gününün bir sembolüdür.
Haccın menâsikı, İbrâhim’in (a.s.) Allah'ın emrine uyarak büyük bir teslimiyetle gerçekleştirdiği fedâkârlığın şiarı/ifadesidir. İbrâhim’in (a.s.) en sevdiğini, İsmâil’in (a.s.) kendini Allah'a seve seve fedâ etmesinin hâtırasının yaşamasıdır. Hac, İbrâhim, Hâcer, İsmâil ve Muhammed (salât ve selâm hepsinin üzerine olsun) gibi büyüklerin izinden yürümenin, onları örnek almanın işaretidir. Arafat, amellerimizden hesap sorulacağı kıyâmeti hatırlatır. Hacda sembolik olarak taşlanılan şeytanlarla, hacdan dönüşte karşılaşılaşılacak iki ayaklı düşmanlara tavır arasında irtibat kurulur.
Selâm
Müslümanların şiarlarından biri de selâmdır. Müslümanlar, birbirleriyle karşılaştıklarında İslâm'ın selâmıyla, Allah'ın selâmıyla selâmlaşırlar. ‘Selâm’, ‘selime’ fiilinden gelen bir masdardır. Sözlükte, kurtulmak, selamette olmak, güven, barış, ayıp ve kusurlardan uzak olmak anlamlarına gelir. ‘Selime’ fiili ve onun türevleri olan kelimeler, barış, teslim olma, güvende olma, ayıp ve kusurdan uzak olma, barışa girme, hayır ve iyilik içinde olma, emniyette olma gibi anlamlara gelirler. Görüldüğü gibi bütün bu anlamların birbirleriyle yakın ilgisi bulunmaktadır.
‘Selâm’ Allah’ın güzel isimlerinden biridir. Kendisi her türlü eksiklik ve noksanlıktan uzak olduğu gibi başkalarına da barış ve esenlik veren anlamına gelir. Bazılarına göre Allah’ın ‘Selâm’ ismi, bütün yaratıkları her türlü bozukluktan uzak tutan, onlara selâmet veren demektir. Kâinatta her şey Allah’ın koyduğu düzene göre devam etmektedir. Allah’ın bütün fiilleri bozukluk ve düzensizlikten uzaktır. O’nun takdirinde ve yaratmasında kusur olmaz.
‘Selâm’, hem Allah’ın noksanlıklardan uzak olduğunu, hem de O’ndan kullarına gelen esenliği, güveni ifade eder. Nitekim namazın sonunda Peygamberimiz, ‘Allahumme ente’s selâmü ve minke’s selâm’ demiştir. Yani, ‘Ey Allahım sen Selâmsın ve selâm Sendedir’ denilmesini tavsiye etmiştir.
Kur’an’da ‘selâm’ kelimesi esenlik, kurtuluş ve tehlikeden salim (uzak) olma anlamlarında da kullanılmaktadır.2254 Selâm Kur’an’da, insanlar hakkında kullanıldığında, ‘selâm vermeyi’, sözle esenlik, barış ve güven dilemeyi ifade etmek; Allah hakkında kullanıldığı zaman da, bizzat bu esenliği, barışı ve güveni gerçekleştirmek anlamında gelmektedir.
Allah (c.c.) ayrıca Cennetten olan kimseleri de bizzat ‘selâm’ sözüyle karşılamaktadır. “Rahman olan Rabbinden onlara bir de sözlü ‘Selâm’ vardır.“2255 Rabbimiz, özellikle seçtiği Rasûllerine ‘selâm’ sözüyle selâm vermekte ve onlar hakkında övücü sözler sarfetmektedir.2256 Cennete bulunan mü’minler orada boş bir söz, yalan bir lâf işitmeyecek; orada ancak selâm sözü işitecekler. 2257
Allah (c.c.), rızâsına uyanları Kur’an ve Hz. Muhammed’le ‘selâm yolları’na
2254] 11/Hûd/48; 21/Enbiyâ, 69
2255] 36 Yasin/58
2256] 27/Neml, 59; 37/Sâffât, 79, 109, 120, 130, 181
2257] 10/Meryem, 62; 56/Vâkıa, 26
- 598 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ulaştırır, o insanları kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır.2258 Rabbimiz, bütün insanları ‘selâm yurdu’na dâvet eder, insanlardan dilediğine, -bir anlamda hidâyeti isteyene- hidâyetini verir.2259 insanlar İslâm’ı hayat haline getirirlerse, önce kendileri ‘selâm’a ulaşırlar. Böyle insanlardan kurulu bir toplum artık ‘selâm’ toplumu olur ve onların yaşadığı yerler de ‘selâm yurdu’ (dârü’s-selâm) olur. Ancak, asıl ‘selâm yurdu’ Cennet’tir. Cennet’te bitmeyecek bir sonsuzluk, fakirliği olmayan bir zenginlik, hastalıksız sağlık, zilleti olmayan bir izzet vardır. Işte Allah (cc) insanları böyle bir yurda çağırmaktadır.
Müslümanların Selâmı: Mü’minler birbirlerine ‘selâm’ vermekle yükümlüdürler. Böylelikle kendilerinin ulaştığı ‘selâm’ halini müslüman kardeşi için de isterler. Onların yeryüzünde ve Cennet’te ‘selâm yurdunda’ olmaları için duâ ederler. Selâm, her şeyden önce, müslümanlar arasında bir şiardır (alâmettir). Mü’minler birbirlerine selâm vererek tanışırlar, birbirlerinden emin olurlar ve birbirlerine duâ ederler. Bir mü’mine ‘selâmün aleyküm’ veya ‘es-Selâmü aleyküm’ diyen bir kimse, ‘selâm senin üzerine olsun’, selâm üzere olasın, selâmette olasın, benden salim ol (benden sana zarar gelmez)’ demiş olur. Böylece mü’minler arası dostluk, güven ve karşılıklı iyi niyet gerçekleşmiş olur.
Kur’an diyor ki: “Selâm hidâyete uyanların üzerine olsun.“2260 Mü’minler Allah’ın hidâyetine kavuşan insanlardır. Öyleyse ‘selâm’ onların hakkıdır. Rabbimiz buyuruyor ki: “Siz bir selâm ile selâmlandığınız zaman, siz de ondan daha güzeliyle karşılık verin veya verilen selâmı aynen iade edin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını gereği gibi yapandır.“2261 Burada selâm ‘tahiyye’ kelimesiyle ifade ediliyor. “Ey mü’minler! Evlerinizden başka evlere izin almadan, seslenip sahiplerine selâm vermeden girmeyin. Eğer düşünürseniz bu, sizin için daha iyidir.“2262 Bu âyetler mü’minlerin birbirlerine selâm vermelerini emrediyor. Çünkü selâm insanlar arasındaki emniyeti, barışı, kardeşliği pekiştirir, mü’minlerin birbirlerine dua etmeleri sağlar.
‘Selâm’ dini olan ‘İslâm’ı tebliğ eden Hz. Muhammed (s.a.s.) ‘selâm’ sancağını taşıyan biricik Rasûldür. Öyleyse selâmların en güzeli O’na ve diğer peygamberlere verilmelidir. Et-Tehiyyatü’ aynı zamanda O’na selâm verme duâsıdır. Mü’minler bu duâyı, salli barik’i okuyarak, salevât getirerek O’na selâm verirler.
İslâm fıkhına göre müslümanların ‘selâm’ vermeleri sünnet, verilen ‘selâm’ı almaları ise farzdır. Bu hüküm, selâmın mü’minler arasında ne denli önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Bir sahâbe Peygamberimize ‘İslâmın hangi işi daha hayırlıdır?’ diye sordu. Buyurdu ki: “Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığına herkese selâm vermendir.“ 2263
Yine Peygamberimiz buyuruyor ki: “İman etmedikçe Cennet’e giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe olgun bir imana sahip olamazsınız. Size, yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayın.“ 2264
2258] 5/Mâide, 16
2259] 10/Yûnus, 25
2260] 20/Tâhâ, 47
2261] 4/Nisâ, 86
2262] 24/Nûr/27
2263] Ebû Dâvud, Edeb, hadis no: 5194, 4/350; Buhârî, İman 6 ve 20, 1/10 ve 1/14
2264] Müslim, İman 93, hadis no: 54, 1/74
ŞİARLAR
- 599 -
Selâmı,
‘es-selâmü aleyküm’,
‘selâmün aleyküm’,
‘es-selâmü aleyküm ve rahmetullah’ veya;
‘es-selâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühu’ şeklinde vermek mümkündür.
Selâm, ‘aleykümü's-selâm’, ‘ve aleyküm selâm’, ‘aleykümü's-selâm ve rahmetullah’ ve ‘aleykümü's-selâm ve rahmetullahi ve berekâtuh’ şeklinde iâde edilir. 2265
Birbirleri üzerindeki İslâm kardeşliği haklarından biri olan selâmlaşma hususunda mü'minlerin gayr-ı müslimlere benzememesini emreden Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: “Bizden gayrısına benzemek isteyenler bizden değildir. Bu (itibarla) yahûdilere ve hristiyanlara benzemeyin. Yahûdilerin selâmı parmaklarla işarettir. Hristiyanların selâmı ise avuç içleri ile işarettir.“ Bir diğer hadislerinde ise şöyle buyurmuştur: “Yahûdiler gibi selâmlaşmayın; onların selâmı başlarıyla, avuç içleriyle ve diğer işaretlerledir.“; “(Ey mü'minler,) Yahûdiler İslâm'ca selâmlaşmanızı kıskandıkları gibi size hiçbir yönde haset etmezler.“ 2266
Bütün anlamıyla, bereketiyle ve sonuçlarıyla selâm, Kur’an’ın dediği gibi ‘hidâyete tâbi olanların üzerine olsun.’ 2267
Küfrün Şiarları/Sembolleri; Bâtıl Dinlerin Kutsalları, Heykel, Giyim...
Heykel: Heykel, büst ve manken gibi hacimli sûretlerin yapılması ve kullanılması dinimizde haram kılınmıştır. Bâtıl din ve ideolojilerin bağlılarının uygarlığını benimseyip taklit ederek heykeller dikilmesi, büstler kullanılması ve mankenler kullanılması, kâfirlere benzeme yoluyla işlenmiş bir haramdır. Kur'ân-ı Kerim, heykelleri kutsayanları şiddetle takbih eder: “(İbrâhim,) Babasına ve kavmine: 'Sizin tapmakta olduğunuz bu heykeller nedir?' demişti. Onlar: 'Biz atalarımızı bunların tapıcıları olarak bulduk' dediler. (İbrâhim) dedi: 'Andolsun siz de atalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz.“2268; “(İbrâhim) Dedi ki: 'Kendi (elinizle) yontmakta olduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Hâlbuki sizi de (elinizle) yapageldiğiniz şeyleri de Allah yaratmıştır.“2269; “İbrâhim: 'Allah'ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Size de, Allah'ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Siz aklınızı kullanmaz mısınız?“2270; Bu konuda hadis rivâyetleri şöyledir: “Kıyâmet gününde en şiddetli azâba uğrayacaklar, yaptıkları sûretleri (heykelleri) Allah'ın yarattığı varlıklara benzetmeye çalışanlardır.“; “Kim bir canlı sûreti (heykeli) yaparsa kıyâmet gününde yaptığına can verinceye kadar Allah o kula azap edecektir. Kul ise ebediyyen can veremeyecektir.“
Tarihî dönemlerde yaygınlaşan ve asrımızda şekil değiştirerek varlığını
2265] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 587-590
2266] Tirmizî, hadis no: 2696; İbn Mâce, hadis no: 856
2267] 20/Tâhâ, 47
2268] 21/Enbiyâ, 52-54
2269] 37/Sâffât, 95-96
2270] 21/Enbiyâ, 66-67
- 600 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sürdüren çok tanrıcılık ve putperestliğin başlıca kaynaklarından birisi şüphesiz hacimli sûretlerin, yani heykellerin yapılması ve kullanılmasıdır. Tanrılaşma ve tanrılaştırma sapıklığını engelleyerek tevhid inancını korumak ve ahlâk dışı resim ve heykellerle şehvetin putlaştırılmasına mâni olmak gibi gâyelerle İslâm dini, heykelleri haram kılmıştır. İslâm dininin yasakları arasında bulunması sebebiyledir ki İslâm kültürünün egemen olduğu hiçbir İslâm ülkesinde heykel, büst ve manken yapımı ve kullanımı revaç bulmamıştır. Başta Peygamberimiz ve dört büyük halife olmak üzere hiçbir İslâm âlimi, kumandanı ve yöneticisinin heykeli yapılıp dikilmemiş, büstü kullanılmamıştır. 2271
Âtıf Hoca gibi nice İslâm âlimleri ve müslüman halktan binlerce kişi, kâfirlerin şiarı olduğu gerekçesiyle şapka giymeyi reddettikleri için idam sehpasında şehid edilmişlerdir. Günümüzde şapkanın kâfirlerin şiarı olmaktan çıktığı söylenebilir. Bunun yanında günümüzde papyon, kravatın batıcılar tarafından ve batı uygarlığının sembolü/şiarı olduğu gerekçesiyle nice müslümanın kravat ve papyon takmadıkları bilinmektedir. “Biz, onların boyunlarına halkalar geçirdik. O halkalar çenelere kadar dayanmaktadır. Bu yüzden kafaları yukarı kalkıktır.“2272 Bu âyetin tefsirinde Elmalılı Hamdi Yazır, âyette geçen “ağlâl“ kelimesini kravata benzeterek şunları söyler: “Biz onların boyunlarında birtakım bağlar, kelepçeler yapmışızdır. Çünkü tomruk ve kelepçe gibi bağlar, ceza ve ukubat âletlerinden olmak itibarıyla cebrî olan fıtriyâtı değil; iktisap ile istihkaka terettüp eden cezâî bir ilzâm ifade eder. İlk nazarda, asrî medeniyetin boyun bağlarını ihtar eder gibi görünen bu “ağlâl“ hem ferdin kabiliyet-i fıtriyyesini yanlış hedeflere sevkeden bir cemiyetin sultasının fena tazyıklarını, hem de itikadlar, çirkin itiyadlar, kötü huylar, taklit, taassup, hevâ gibi küfr ü ma'siyeti hoşlandırıp imandan sakındıran fena melekelere ve keyfiyetlere nefislerin alıştıra alıştıra değişmez hale getirilmiş olmasını temsildir.“ 2273
Kılık kıyafette bâtıl din ve ideoloji bağlılarına benzememek, İslâm'ın üzerinde hassâsiyetle durduğu bir mevzûdur. Zira zâhirî benzemeler, kaynaşmalara ve rûhen yakınlaşmalara sebep olmaktadır. Meselâ; askerler ve polisler gibi aynı meslekten olup, aynı tip elbise içinde görülen insanlarda rûhî bir yakınlaşma kaçınılmazdır. Kezâ, saç, sakal, bıyık şekilleri bir olan ve bu birlikleri hususuyla bir kaynaktan kaynaklanan ve bir gâyeye yönelik olan kişilerde de aynı rûhî yakınlaşmaları müşâhede ediyoruz. İslâm, mü'minlerin bâtıl din ve ideoloji mensuplarıyla kaynaşmasını câiz görmediği içindir ki, kılık kıyafet mevzuunda müslümanları bağlayıcı emirler ve yasaklar koymuştur.
Sakal ve bıyık: Sakal ve bıyık şeklinde İslâm'ın dışındaki yabancı ümmetlere; bâtıl din ve ideoloji mensuplarına benzenilmemesi konusuna dinimizde çok büyük bir önem verilmiş, sözlü ve fiilî sünnette açıkça belirlenmiş şekliyle sakal ve bıyık, dinin şiarlarından kabul olunmuştur. Değişik lafızlarla bize intikal eden emirlerinde Peygamberimiz (s.a.s.); “Sakalınızı uzatın; bıyıklarınızı kısaltın“ buyurmuşlardır. Peygamberimiz (s.a.s.) bu emirlerini verirken, çok defa “Müşriklere, mecûsilere, yahûdilere muhâlefet edin“ buyurmuş, bu konudaki emrinin yabancı ümmetlere benzenilmemesi hikmetine dayandığını açıklamıştır. Bu hikmetin
2271] Ali Rıza Demircan, İslâm'da Bâtıla Benzemenin Hükmü, s. 90-91
2272] 36/Yâsin, 8
2273] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Y. c. 6, s. 4010
ŞİARLAR
- 601 -
yanısıra Peygamberimiz'in sakal ve bıyığı, fıtratın gereği ve erkeklerin zîneti olarak vasıflandırması, bu konuda ümmetine bilfiil örnek olması da sakal ve bıyığı İslâmî kılığın değiştirelemez bir özelliği kılmıştır. Nitekim dört mezhepte bu konudaki nebevî hassâsiyeti tesbit etmiş ve üç mezhep imamı (Hanefî, Mâlikî, Hanbelî), Peygamberin emrini, vücûba (vâcip olduğuna) hamlederek sakal kesmenin haram olduğu görüşünde ittifak etmişlerdir. Beyhakî'nin bu konudaki hadis rivâyetini özetleyelim:
İran kisrâsı, Peygamberimiz'in mektupla kendisini İslâm'a dâvet etmesinden ötürü gazaplanmış, imparatorluğuna bağlı Yemen valisi Bazen'a Peygamberimizle ilgili emirler vermişti. Kisrânın emri üzerine Bazen'ın gönderdiği İran'lı elçiler Hz. Peygamber’in (s.a.s.) huzuruna çıktıklarında Peygamberimiz onların sakalsız suratlarına ve uzun bıyıklarına bakmış ve şöyle buyurmuştur: “Size yazıklar olsun. Bu ne biçim sakal ve bıyık şekli?“ Onların “efendimiz Kisrâmız bize böyle emrediyor“ demeleri üzerine de Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Bana da Rabbim sakalımı uzatmamı, bıyığımı kısaltmamı emretti.“ 2274
Söyleniş gâyesi itibarıyla bâtıl din ve ideoloji mensuplarının bütününe şâmil kılabileceğimiz bir hadislerinde Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Râhiplerin elbiseleri (gibi yabancı ümmetlere has elbiseler) giymekten sakının. Kim onların şekillerine bürünür ve onlara benzemek isterse Benden değildir.“2275 Bu konuya ilgili diğer bir rivâyette ise Abdullah bin Amr bin Âs şöyle diyor: Hz. Peygamber, üzerimde rengi sapsarı bir elbise gördüğünde şöyle buyurdu: “Bu elbise (renk ve şekil itibarıyla) kâfirlerin elbisesidir; onu giyme!“ 2276
İslâm âlimleri; haç takınmak, zünnar bağlamak, haham, râhip, râhibe elbiselerini giymek gibi giyimdeki benzemeleri alâmet-i küfür (küfür alâmet ve şiarları) olarak görmüştür. Burada üzerinde hassâsiyetle durulması gereken husus, giyilecek elbiselerin ve takılacak rozet ve süs eşyasının yabancı ümmetlere, bâtıl din ve ideoloji mensuplarına has olup olmadıkları keyfiyetidir. Mü'minin bâtıl din ve sistemlerden birinin mensubu gibi görülmesine sebep olacak tarzda giyinmesi kesinlikle haramdır. Zira bu tarzdaki bir giyim, yabancı bir milletin bayrağını iltizam eden kişinin işlediği “hıyânet-i vataniyye“ suçu gibi, bir “hıyânet-i İslâmîyye“ suçudur.
Yakın tarihimizdeki şapka devriminin İslâm âlimleri arasında infial uyandırmasının sebebi, devrin şartları içerisinde şapkanın küfür alâmeti ve şiarı olarak değerlendirilmesi, kâfirlere benzemekten korunma gayret-i diniyyesidir. Giyimdeki benzeme, duygu ve düşüncelerin kaynaşmasına medar olması bakımından önem taşıdığı gibi, mü'minlerle bâtılperestlerin iç içe yaşadığı toplumlarda, sosyal karmaşaya sebep olması bakımından da önem taşır.
Bu konuyu akaid meselesi olarak gören ve kâfirlere has kıyafeti giyenlerin küfürlerine hükmeden âlimler de vardır. Bu konuda eski ve yeni bazı âlimlerin fetvâlarından bir-iki örnek verelim: Ebussud Efendi'den fetvâlar: Mes'ele: “Zeyd'e sıla vâcip oldukta, yerlerine yakın yerde bir dâru'l-harp olup kefere libâsını (kâfirlere has kıyafeti) giymeyince oradan geçilmese, giydiği takdirde
2274] Hadislerin kaynakları ve bu konuda geniş bilgi için bkz. A. Rıza Demircan, İslâm'da Bâtıla Benzemenin Hükmü, s. 166-237
2275] Taberânî, Evsat
2276] Ahmed bin Hanbel, 2/164
- 602 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zevcesi boş olur mu?“ El-cevap: “Kefereye mahsus libâs ise bâin olur. (Kâfirlere mahsus kıyâfet ise bâin talâkla karısı boş düşer. Talâk-ı bâin, kadının yeniden evleniyorlarmış gibi rızâsı ile tekrar nikâh edilmedikçe geri alınamayacağı talâk, boşamadır. Kadın istemezse erkek zorla alamaz.) Mes'le: “Zeyd, bi-gayrı zarûretin (zarûret olmaksızın) başına yahûdi şapkası giyse, şe'an Zeyd'e ne lâzım olur?“ El-cevap: “Küfür lâzımdır.“ 2277
“Bele Zünnar (papazların bellerine bağladıkları kuşak) bağlamak gibi bazı günahlar vardır ki Kur'an ve Sünnet onları alâmet (şiar) ve dini yalanlamadan saymış, bu da şer'î deliller ile bilinmiş olduğundan, o gibi günahları işleyenlerin kâfir olduğunda nizâ (ihtilâf) yoktur.“2278; “Kâfirlere mahsus olup onlara ait bir alâmet (şiar) olarak kökleşip yaygınlaşan giysi ve rozetleri giyip takınmak; Havra ve kiliselerine girilmemiş olsa da, yahûdi ve hristiyan zünnarı takmak; Zarûret yokken mecûsi (veya müslüman olmayan herhangi bir bâtıl din mensuplarına ait) başlığı giyme... müslümanı kâfirliğe sürükleyip onlardan kılar.“ 2279
Ali Rıza Demircan, İslâm'da Bâtıla Benzeme'nin Hükmü adlı kitabında, teşebbühü yasaklayıcı genel özellikteki düsturlara aykırı olan benzeme çeşitlerine örnek olarak şunları da sayar: Tâzim maksadıyla ölü veya diri siyâset vs. adamlarının fotoğraflarının evlere, resmî dairelere asılması; bandolu, resimli ve çelenkli cenâze merâsimleri; tarihî şahsiyetlerin ölümleri sebebiyle veya ölüm yıldönümleri nedeniyle toplumda yas ilân edilmesi; yılbaşı gecesi eğlenceleri; falcılık, İslâmî ölçülere riâyet edilmeden ve tesettürlü olmayan kadınlarla erkeklerin karışık olarak bulundukları düğün; misafirlere alkollü içkiler ikram edilmesi; kravat veya papyon takmak; kabirlere mum yakmak gibi şiarlardan ve bunların kesin haramlığından bahseder. 2280
Yine, kâfirler için kutsal kabul edilen şiarlardan herhangi birini kabul etmek, dinimizde kesin olarak haram kabul edilmiştir. Haç işareti, papaz kıyafeti, orak-çekiç işareti, gamalı haç, altı köşeli yahûdi yıldızı, siyonizm vb. bâtıl ideolojilerin her çeşit simgeleri/şiarları, kâfirlere ait devlet marşları, bayrak, flama ve armalar, rozetler, kâfirlere ait âyine benzeyen törenler, küfür imam ve önderlerine saygı duruşu...
Allah'ın Şiarlarını Yüceltme
Kur'an Allah'ın koyduğu haramları gözetmenin, O'nun koyduğu helâl hükümlere uymanın gereğine işaret ettikten sonra şöyle diyor: “İşte böyle, kim Allah'ın ölçü ve kutsallarını/şiarlarını yüceltirse, şüphesiz bu, kalplerin takvâsındandır.“2281 Din, Allah'ın şiarlarına tâzim etme (saygı gösterme) esası üzerine binâ edilir. Bu hürmet duygusu, mü'minde takvâ olup olmadığının göstergelerinden biridir. Allah'ın şiarlarından maksat, O'nun muhterem kıldığı, saygıya lâyık gördüğü işaretlerdir. Bunlar, Beytullah'ın sahibi Allah'a yönelişin ve O'nun emirlerine uymanın belirtilerinden başka bir şey değildir.
2277] M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhul-İslâm Ebussuud Efendi Fetvâları Işığında 16. Asır Türk Hayatı, s. 118
2278] Sırrı Paşa, Nakdü'l-Kelâm fî Akaidi'l-İslâm, s. 248
2279] A. Ziyâeddin Gümüşhanevî, Câmiu'l-Mütûn, s. 76) (Naklen; A. Rıza Demircan, İslâm'da Bâtıla Benzemenin Hükmü, s. 56-65
2280] Bkz. A.g.e. s. 92-100
2281] 22/Hacc, 32
ŞİARLAR
- 603 -
Dinin şiarları, Rabbimizin kendisine ibâdete vesile olması için onlara saygı göstermeye, onlarla kulluk vazifelerini yapmaya insanları dâvet ettiği İslâm'ın esaslarıdır. Bunlar âdeta dinin nirengi noktalarıdır. İşte muttakî insan, bu dinî unsurlara saygı gösteren, onlara karşı kusur etmekten sakınandır. Bu dikkat ve sakınma, kalpteki takvânın eseridir. Onun için, “mü'minim“ diyen kimsede dinin kutsal tanıdığı şeylere karşı lâubâlilik, pervâsızlık ve saygısızlık olmaz. İman, bir anlamda dinin kutsallarına saygıdır.2282 Allah'ın hürmet edilmesini istediği en büyük şiarları dört tanedir. Bunlar: Kur'an, Kâbe, Peygamber ve namazdır. 2283
Allahım! Yalnız Senden yardım diler, yalnız Sana kulluk ederiz. Seni sığınak, barınak, tutamak bilir “yâ Allah“ deriz. Şeytandan Sana sığınır “e'ûzu billâh“ deriz. Her işe Seninle başlar “bismillâh“ deriz. Nimet verdiğinde gönülden şükrederiz. Versen de alsan da “el-hamdu lillâh“ deriz. Hayran kaldığımızda “mâşâAllah“, pişman olduğumuzda “estağfirullah“ deriz. Sevindiğimizde “Allahu ekber“, üzüldüğümüzde “innâ lillâh...“ deriz. Bir işi arzu ettiğimizde “inşâAllah“, bir işi başardığımızda “bi-iznillâh“ deriz. Güçlük karşısında “lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh, söz verdiğimizde “vallah ve billâh“ deriz. 2284
İslâm’ın tüm şiarlarına sahip çıkıp onları yücelten şuurlu gençlere selâm olsun!
2282] Ekrem Sağıroğlu, Kur'an'da İnsan ve Toplum, s. 243-244
2283] Şah Veliyyullah Dehlevî, Huccetullahi'l Bâliğa, s. 134-135
2284] M.İslamoğlu, Allah, s. 149
- 604 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 457-460
2. Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi, insan Y. c. 1, s. 113
3. Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 308-312
4. Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 314-315
5. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, 637-640
6. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 269-271
7. Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 4, s. 97-108
8. El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 536-540
9. El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 416-413
10. Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 270-271
11. Et-Tefsîru'l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 151-153
12. Kur'an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 43-44
13- Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 3, s. 109-112
14. Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 198-199
15. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, c. 19, s. 264-265
16. Huccetullahi’l Bâliğa, Şah Veliyyullah Kandehlevî, İz Y. s. 134-135
17. Kur’an’da insan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. 243-244
18. Takvâ Bilinci, Hüseyin K. Ece, Denge Y. s. 167
19. İslâm ve Sosyal Değişim, İhsan Eliaçık, Bengisu Y. s. 11-50
20. İslâmî Hareket İlkeler ve Sorunlar, Muhammed Fadlallah, Ekin Y. c. 2, s. 293-296
21. İlâhî Şiarları Özgürleştirmek, Atasoy Müftüoğlu, insan Y.
22. İslâm'da Bâtıla Benzemenin Hükmü, Ali Rıza Demircan, Eymen Y.

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 21:30

ŞEYTAN – İBLİS

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

ŞEYTAN – İBLİS


- 515 -
Kavram no 167
İmtihan 10
Bk. Vesvese; Cin; Sihir-Büyü
ŞEYTAN – İBLİS


• İblis ve Şeytan Kelimelerinin Anlam ve Mâhiyeti
• İblis/Şeytan ve Özellikleri
• İblis'in Allah İçin Secde Etmemesi
• Şeytana Mühlet Verilişi
• İblis ve Faaliyet Alanı
• İblis'in Başvurduğu Yöntemler
• Şeytanın insana Dört Bir Yandan Yaklaşması
• Şeytanın Görevi
• Şeytanın Zarar Veremeyeceği Kimseler
• Her insana Bir Şeytan Verilişi
• İnsanı Şeytana Tutsak Eden Nefsî Hastalıklar
• Şeytana Uyanların Durumu ve Âhirette Hesaplaşma
• Şeytanın Yaratılış ve insanlara Mûsâllat Olmasının Hikmeti
“Ve o zaman meleklere (ve cinlere): “Âdem'e secde edin!“ dedik, hemen secde ettiler. Yalnız İblis dayattı, kibrine yediremedi, inkârcılardan oldu.“ 1998
İblis ve Şeytan Kelimelerinin Anlam ve Mâhiyeti
‘İblis’, kelime anlamı yönünden, hayırsız olan, zarara uğrayan, şaşkınlığa düşen manalarına gelmektedir. İblis kelimesi Kur'an-ı Kerim'de 11 yerde geçer. Şeytana, işlediği hatanın onu sonsuza kadar hüsrana (zarara) uğratması sebebiyle ‘İblis’ denmiştir. İblis, Şeytanın Kur’an’daki özel adıdır. İblis, insanı kıskanması yüzünden Allah’a karşı gelen ve O’nun huzurunda küstahlık yapıp kibirlenen ve bu yüzden de kovulan (racim olan), insanın en önemli düşmanıdır.
“Şeytan“ ise, uzaklaştı mânâsındaki “şatane“ fiilinden türemiştir. Yandı anlamındaki “şâta“ fiilinden türediğini öne süren bazı âlimler de vardır. Şeytan kelimesinin aslının “Satan“ olup, bunun İbrânîce olduğu, rakip, muhalif gibi anlamlara geldiği, Tevrat'ta da bu anlamda kullanıldığı da ileri sürülür. Şeytan, cinlerden ve insanlardan en şerli (en kötü) yaratıkları nitelemek için kullanılan bir kavramdır. “Şeytan“ ve çoğulu olan “şeyâtîn“ kelimeleri Kur'an-ı Kerim'de toplam 88 yerde geçmektedir. Şer'î istılâhta, Yüce Allah'ın Hz. Âdem'e secde emrine karşı gelip isyan ettiği için ilâhî rahmetten kovulan ve insanların amansız düşmanı olan cinlerin inkârcılarından gizli bir varlıktır.
Kur'an, şeytanla İblis'in fonksiyon bakımından aynı olduklarını gösteriyor. Şeytan, İblis'in faal hale geçişinde aldığı ad, kuvvetlerinin tümüne verilen ad; İblis de şeytan denen şer kuvvetin kaynağı, babası olan varlığın özel adıdır.
1998] 2/Bakara, 34
- 516 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Âdem’in cennetten çıkmasına sebep olan şeytanın, İblis’ten başka ‘Azâzil’, ‘Adüvvullah’ gibi adları da vardır. İblis, şeytanî bütün faaliyetlerin beyni ve babası konumundaki varlıktır.
İblis/Şeytan ve Özellikleri
İblis ateşten yaratılmıştı ve cinlerdendi.1999 Hz. Âişe (r.anha)’nin rivâyetine göre Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Melekler nurdan yaratıldılar. Cinler zehirli ateşten. Âdem ise, size özellikleri söylenen şeyden (topraktan) yaratıldı.“ 2000
Evrende Hz. Âdem'den önce yaratılmış melek ve cin adında iki varlık mevcuttu. 2001
Ruhanî varlıklar üç kısımdır. Birinci kısma girenler, Allah'a itaat ve ibâdet eden meleklerdir ki, bunlar Allah'a hiç isyan etmezler, yanlış iş yapmazlar ve insanı aldatmazlar.
İkinci kısımdakiler, şerir ve isyankâr olan şeytanlardır. Bunlar, insanları aldatırlar, şer ve kötülük için çalışırlar. Üçüncü nevi ruhanî yaratıklar ise, ikisi ortası olan gizli yaratıklardır. Bunların hayırlıları ve Allah'a itaat edenleri olduğu gibi; şerlileri ve Allah'a isyan edenleri de vardır. Özel anlamıyla cin, bunlara denir. Cin denince, mü’mini de kâfiri de olan ruhanî varlıklar anlaşılır.
Hz. Âdem'e secde emrine kadar, hissiyatına/nefsine dokunan bir teklif yapılmamış ve imtihan olunmamıştı. Onun bu âna kadar, Allah'ın emirlerine göre mi, yoksa öz nefsinin isteklerine göre mi hareket ettiği bilinmiyordu. İlk imtihanında kaybetti; Âdem'e secde emri, onun hissiyâtına ters düştü. Emri yerine getirmekten kaçındı.
Eski adı Azâzil olan olan şeytan, Hz. Âdem'e secdeyi kabul etmediği andan itibaren, “hayırdan ümidini kesmiş, pişmanlık ve üzüntü duyan“ anlamında İblis; secde etmeyiş sebebi olarak da “beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın“ diyerek hükümsüz bir bahane ve kendisince geçerli bir gerekçe gösterdiği ve Hz.Âdem'i cennetten çıkarmaya çalıştığı andan itibaren de Şeytan adını almıştır. Dolayısıyla İblis ve Şeytan, davranışlarına paralel olarak, ona sonradan verilen iki isimdir. Kur'an'da Hz. Âdem'e secde söz konusu olan bütün âyetlerde özellikle “İblis“ kelimesinin kullanılmış olması, bu görüşü desteklediği gibi, âyetlerde kullanılan kelimelerin yerli yerince seçilişi ve Kur'an'ın yüce üslûbu hakkında bir fikir de vermektedir.
“Şeytan“ kelimesi; azgınlıkta, şer ve kötülükte emsalsiz olan, şerir ve inatçı anlamına gelen her azgına verilen bir cins isimdir. Şeytan kelimesinden, daha çok, cin cinsinden olan cin şeytanı anlaşılırsa da, kötü ruhlu insanlara da bu ad verilir. Dolayısıyla, kötü ruhla alakası olan, görülen veya görülmeyen her kötü ve haktan uzak ve insanları sapıttıran şeylere şeytan ismi verilir. Cin şeytanı olduğu gibi, insanlardan da şeytanlar vardır. İnsan ve insan şeytanı görüldüğü halde, ruhta gizlenen kötülük görülmez; eserleri ile bilinir. Bu sebeple, şeytan isminden, genel olarak, gizli ve kötü bir kuvvet, kötü ve habis ruh anlaşılır.
1999] 18/Kehf, 50; 15/Hıcr, 27; 55/Rahman, 15
2000] Müslim, Zühd 10, Hadis no: 2294, 4/2294
2001] Bkz. 2/Bakara, 31; 15/Hicr, 26-29). Şeytan, cin denen varlık grubuna mensup idi (18/Kehf, 50
ŞEYTAN – İBLİS
- 517 -
İnsan şeytanı, cin şeytanına tâbi, ona bağlıdır. Yaratılışta her cins, bir “ilk fert“ ile başladığından, “şeytan“ denilince, bu cinsin ilk ferdi olan ve atası sayılan ilk şeytan, yani “İblis“ akla gelir. İblis, şeytanın özel ismidir. Allah'a isyan ederek kibirlenip böbürlenen ve insan neslinin ilk ferdi Âdem’e (a.s.) secde etmeyen İblis, ilk şeytandır, şeytanların atasıdır. Şeytan cinlerdendir. “Hani Biz meleklere, ‘Âdem’e secde edin’ demiştik de, İblis’ten başkası hemen secde etmişti. O, cin’den idi. Rabbinin emrine karşı gelmişti.“2002 Şeytan, kötülüğün, küfrün, zulmün, şirkin temsilcisidir. Allah’a ilk isyan eden varlık şeytandır. Allah şeytana kıyamete kadar yaşama hakkı vermiştir. Yani kıyamete kadar ölmeyecek, devamlı olarak Allah’ın kullarını doğru yoldan çıkarmak için çalışacaktır.
Şeytan, insanı hak yoldan, selim fıtrattan aldatma ve çarpık gösterme sayesinde uzaklaştırabilmektedir. İnsanı gurura, hayale, çirkini güzel görmeye sevk eden şeytan iç dengeleri alt üst eder ve gerçeğin çehresini değiştirir. İnsanın doğruyu-yanlışı, hakkı-bâtılı fark edememesi böyle başlar ve bu gidiş, sapma, uçuruma yuvarlanmayla son bulur. Şeytanın kullandığı en büyük silâh, insanı gurura sevketmektir. Gururun esas anlamı, aldanmak ve bu aldanışla eşya ve olayları çarpık görmektir. O halde şeytanın başarısı, onun kuvvetinde değil; insanın kuvvetlerini, insanın aleyhine kullanabilmesinden kaynaklanıyor. “Şeytan insanlara, vaatlerde bulunur, onları hayale sevk eder. Ve şeytan insanlara gururdan/aldanmadan başka bir şey vaad etmez.“2003 Şeytanın bu gururu istismar etmesine, daha ilk insanın sürçmesi anlatılırken dikkat çekilmiştir. 2004
Şeytan, insanı Allah yolunda infak etmekten fakirlikle korkutarak caydırdığı gibi 2005; bâtıl yolda saçıp savurmayı, israfı körükler. “Şu bir gerçek ki, israfla saçıp savuranlar, şeytanın kardeşleridir ve şeytan, Rabbine karşı çok nankördür.“2006 Aynı şekilde şeytan her türlü haramı ve aşırılığı, fahşâyı, sosyo-psikolojik bozuklukları emreder.2007 Şeytanın yaydığı bozukluklardan biri de fâizdir. Fâiz yiyenler, şeytanın çarpmasına uğramış kişilerdir. 2008
İblis'in Allah İçin Secde Etmemesi
Allah, Hz. Âdem’i yarattı ve ona kendi ruhundan üfledi. Âdem’in yaratılışı bitince Allah, meleklere ‘Âdem’in önünde secde edin’ diye emretti. Hepsi secde ettiler ama İblis secde etmedi. Secde etmeyişinin sebebini de şöyle açıkladı : ‘Ben ateşten yaratıldım, Âdem ise topraktan yaratıldı. Ateş topraktan üstündür.’ Allah, bu isyanından dolayı İblis'i kovdu. İlâhî rahmetten ve huzurdan kovulan İblis, insanları saptırmak, kandırmak ve ‘hidâyet’ yolundan şaşırtmak üzere Allah’tan izin istedi. İblis’e bu izin verildi. İblis, kıyamete kadar gücü yettiği ölçüde insanları kandırıp kendi emrine çekmeye, onlara günah işletmeye devam edecekti. Bu konuyu Kur'an'dan takip edelim:
“Bir zamanlar Biz, meleklere (ve cinlere) 'Âdem'e secde edin' dedik. İblis hâriç hepsi
2002] 18/Kehf, 50; 2/Bakara, 34
2003] 4/Nisâ, 120; 17/İsrâ, 64
2004] Bkz. 7/A'râf, 20
2005] 2/Bakara, 268
2006] 17/İsrâ, 27
2007] 2/Bakara, 268; 24/Nur, 21
2008] 2/Bakara, 275
- 518 -
KUR’AN KAVRAMLARI
secde ettiler. O, yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.“ 2009
“Andolsun sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere 'Âdem'e secde edin' diye emrettik. İblis'ten başka hepsi secde ettiler. Fakat o secde edenlerden olmadı.
Allah (şeytana) buyurdu ki: 'Sana emrettiğim vakit seni secde etmekten alıkoyan nedir? (İblis:) 'Ben ondan daha hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın, onu da çamurdan yarattın' dedi.
Allah, 'Öyle ise, dedi. Oradan (cennetten veya meleklerin içinden) in. Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık, çünkü sen aşağılıklardansın!'
İblis, 'Bana, (İnsanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver' dedi.
Allah 'Haydi sen mühlet verilenlerdensin' buyurdu.
İblis: 'Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları (İnsanları) saptırmak için senin doğru yolunun üstünde tuzak kuracağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın!' dedi.
Allah buyurdu: 'Haydi sen, yerilmiş ve kovulmuş olarak çık oradan! Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım.'
(Allah buyurdu ki:) Ey Âdem! Sen ve eşin cennette yerleşin, dilediğiniz yerden (bol bol) yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın, sonra zâlimlerden olursunuz.
Derken şeytan çirkin yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi ve 'Rabbiniz, sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye sizi bu ağaçtan men'etti, başka bir sebepten değil' dedi.
Ve onlara, 'Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim' diye yemin etti.
Böylece onları hile ile aldattı. Ağacın meyvesini taddıklarında çirkin yerleri, avret mahalleri kendilerine göründü. Ve cennet yapraklarından üst üste yamayıp üzerlerine örtmeye başladılar. Rableri onlara: 'Ben sizi o ağaçtan men' etmedim mi ve şeytan size apaçık bir düşmandır demedim mi?' diye nidâ etti.
(Âdem'le eşi) dediler ki: 'Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet edip acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.'
Allah buyurdu: Birbirinize düşman olarak inin, sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşip kalma ve yaşayıp faydalanma vardır.
'Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan (diriltilip) çıkarılacaksınız' dedi.
Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah'ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi).
Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı (Âdem ile Havvâ'yı), çirkin yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kıldık.“ 2010
2009] 2/Bakara, 34
2010] 7/A’râf, 11-27
ŞEYTAN – İBLİS
- 519 -
Allah, Hz. Âdem’e kendi ruhundan üflemiş, tüm eşyanın isimlerini öğretmiş, onu yeryüzüne halife tâyin etmişti. İblis bunu görünce kıskandı ve secde etmedi. İblis, Allah’ın Hz. Âdem’e verdiği bu ilâhî emaneti, yani insan olarak yeryüzündeki ‘halifelik’ emanetini anlamadı, kibri ve bilgisizliği yüzünden Âdem’e secde etmedi.
İblis, aynı zamanda Allah’ın gelecek zamanlara ait planlarını göremeyip, kör nefsinin arzusuna uydu ve isyan etti. Öyleyse kim nefsinin arzularına hiçbir sınır tanımadan uyarsa, onda İblis ahlâkı var demektir. İblis, Allah’ın iradesini sevgi planında da görememiştir. O Allah'ı hakkıyla sevebilseydi, Allah’ın severek yarattığı Âdem’e secde ederdi. İblis, sevgiyi nefrete çevirmenin ilk örneğidir.
İblis, Âdem’in varlığının dış görünüşüne bakıp kendini üstün görmüştür ve yaratılışın iç yüzünü, sırrını, hikmetini anlamamıştır. Hâlbuki Allah’ın bütün işlerinin hikmetleri vardır, herbirinin kendine ait sırları vardır. Âdem’i sırf toprak zanneden İblis mantığı, kendi maddesini ondan üstün sanmıştır. Bugün, kendini mal, yüz güzelliği, makam, ırk, soy, sınıf veya ülke olarak üstün görenlerin mantığı İblis mantığıdır.
İblisin en önemli hatası Allah’ın hükmüne aykırı şekilde kıyas etmesidir. Yani kendi aklınca, ‘ateş topraktan üstündür; dolayısıyla kendisi de Âdem’den üstündür.’ Hâlbuki o durumda Allah’ın kesin secde emri vardı. İtaat eden bir kula düşen, mutlak Yaratıcı karşısında emri dinlemekti. Aklına çok güvenip Âdem’i kıskanan İblis isyan etti ve sonsuza kadar lânetlendi. İblis, bu kıyası hangi ölçüye göre yaptı? Kendi aklına, kendi küçük mantığına göre mi, yoksa Allah’ın ona verdiği ölçüye göre mi? Allah ona öyle bir ölçü ve kıyas etme görevi vermemişti. O, boyundan büyük bir işe kalkıştı; Âdem’i küçük görüp secde etmek istemezken, aslında Allah’a karşı böbürlendi ve O’nun apaçık emrine karşı geldi. 2011
Ona göre ateşten yaratılmak, bir üstünlük sebebiydi.2012 Böylece o, ateşin topraktan üstünlüğü gibi iki madde arasında, aslında olmayan bir fark görmüştü. Her iki maddenin yaratıcısının da Allah olduğu itiraf etmesine rağmen, Âdem'in halifelik ve ilâhî ruh taşıması, eşyanın isimlerini bilmesi gibi üstünlüklerini bilmezden gelmişti. Âdem'de toprak, kendisinde ateşten başka bir mâhiyet görmemiş; ölüden diri, diriden ölü yaratan ve bütün meziyetleri bahşeden Allah'ı maddeye mahkûm saymıştı. Bu, ilâhî hükümleri, kendi nefsine ve aklına göre değerlendirip mantığına ters gelen bir hükmü reddeden bir akılcılık olduğu gibi; ırkçılığın da temeli idi. Yaratıkları, ruhî yapısıyla değerlendirmeyip, sadece maddî özellikleriyle, asâletiyle değerlendiren ırkçı anlayışın temeli de İblis tarafından böyle atılıyordu.
Bu anlayış, şeytana Allah'ın huzurundan kovulma, rahmetinden ümit kesme ve kıyamete kadar Allah'ın lânetini hak etme dışında hiçbir şey kazandırmadı. Çünkü o dar görüşlüydü, maddenin ötesini görememişti. Maddeyi tek ve gerçek ölçü sanmakla şeytanca bir yanılgıya düşmüştü. His ve duygularıyla hareketi sonucu kendi nefsinden kaynaklanan yanılgısını Allah'ın emrine tercih etmekle insanın üstünlüğü gerçeğini kabul etmemişti. Mesele, sadece Allah'ın bir emrini yerine getirmemekle oluşan bir isyan değildi; Mü'min insan da yanılarak,
2011] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 284-285
2012] 38/Sâd, 71-85
- 520 -
KUR’AN KAVRAMLARI
unutarak isyan edebiliyor, ama lânetlenmiyor, şeytanlaşmıyordu. Çünkü tevbe çeşmesi ile tekrar arınabiliyor, hatasından dönebiliyordu. İşte şeytanî isyanın farkı burada düğümleniyordu: İblis, günahını itiraf ve tevbe etme, özür dileme yerine itirazı ve hayatı tercih etti.
Ateş ve toprak karşılaştırması bize gösteriyor ki, varlık sırrı, toprakta ve onun sembolleştirdiği çile alçak gönüllülük, ezilmişlik, hizmet ve didinmededir.
Şeytana Mühlet Verilişi
Hz. Âdem'e secde emri karşısında büyüklük taslaması sonucu ilâhî rahmetten ümidini kesen ve tamamen yalnız kalan şeytan, helâk edilebileceğini düşünmeye başladı; hayatından endişe etmeye başladı. “İnsanların tekrar dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver.“2013 diye Allah'a yalvardı. İnsanların tekrar dirilecekleri günden maksat, sûr'a ikinci üfürülüş zamanıdır2014. Bu şekilde mühlet istemekle tekrar dirilmeden sonra artık ölümün olmayacağını biliyor ve böylece ölümden kurtulacağını sanıyordu. Onun bu ölümsüzlük isteği, “...belirli bir zamana kadar“ kaydıyla, “Sen mühlet verilenlerdensin!“2015 şeklinde cevaplandırıldı. Belirli bir zamandan maksat ise, sûr'a birinci üfürülüş zamanıdır.2016 Bununla o, zillet ve hakaret dolu bir hayatı ölüme tercih etti. Onun için esas düşüş de bu oldu.
Buradan da anlaşılacağı gibi, şeytan aslında Allah'ı ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmediği gibi Âdem'in nesli ve zürriyeti olacağını, dünyada bir müddet yaşayıp sonra öleceklerini ve bir gün gelip tekrar diriltileceklerini de biliyordu. Şu halde onun küfrü, Allah'ı ve âhireti inkâr şeklinde değil; teklif edilen emrin gereğini yerine getirmeyi kabul etmeme ve itiraz şeklindedir.
Belirli bir zamana kadar mühlet verilen şeytan, hatasını anlayıp tevbe ederek suçunu affettirme yoluna gitmedi. Bilakis daha da azgınlaştı. Kendisine, kıyamete kadar meşgul olabileceği bir hedef seçti. Bu hedef, ilâhî rahmetten uzaklaştırılmasına sebep olan insandı. Gönlünü intikam duyguları bürümüştü. Cüretkâr bir edâ ile bu duygularını Yüce Allah'a şöyle açıkladı: “Beni azdırdığın için yemin ederim ki, yeryüzünde kötülükleri onlara güzel göstereceğim ve onların hepsini saptıracağım.“2017
Görüldüğü gibi, Yüce Allah, isyanından dolayı şeytanı hemen huzurundan kovmamış, önce ona konuşma fırsatı vermiş, hatasını anlayıp tevbe imkânı tanımış; fakat o inat ve küfründe ısrar edince, bulunduğu makamdan indirmiş ve tasarladığı plânlarını şöylece sıralayıvermişti: “Hâlis kullarım üzerinde senin bir nüfuzun olamaz. Ancak sana uyan sapıklar bunun dışındadır.“2018 “Yerilmiş ve koğulmuş olarak defol! Yemin olsun ki, insanlardan sana kim uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım.“ 2019
Şu halde şeytana uyan ondan, onun tebasından olup onun âkıbetine uğrayacaktır. Bu âyetlerden de anlaşılacağı gibi şeytana, Allah'ın hâlis kulları üzerinde
2013] 7/A'râf, 14
2014] 39/Zümer, 68; 83/Mutaffifîn, 6
2015] 7/A'râf, 15
2016] 27/Neml, 87
2017] 15/Hıcr, 39
2018] 15/Hıcr, 42
2019] 7/A'râf, 18
ŞEYTAN – İBLİS
- 521 -
etkili olabilecek hiçbir güç verilmemiştir. Dolayısıyla düşüncesinde, yaşayışında ve huyunda şeytana karşı olan insan, “Allah'ın kulu“ sıfatını koruyacaktır. Şeytana âit bir vasfı taşıyan kimsede ise, şeytandan bir haslet var demektir. 2020
İblis ve Faâliyet Alanı
İblis, Allah'ın doğru yolunun üzerine oturup, insanlara her yönden yaklaşıp onları kandırmaya çalışacağına söz verdi.2021 İblis böylece düşmanını seçti, faaliyet alanını belirledi. Onun düşmanı, yaratılmasıyla ve secde emriyle kendisinin racîm olup kovulmasına sebep olan insanın bizzat kendisi, gönlü, kafası, nefsi ve onun bulunduğu her yerdi. İblis, bütün gücünü kullanarak, bütün imkânlarını seferber ederek, düşmanlarını azdırmaya, isyana sürüklemeye ve kendine bağlamaya gayret edecektir. Kabilesini (askerlerini), dostlarını, cinlerden ve insanlardan yardımcılarını devreye sokacak, bu iş için kullanacaktır.
insanın iç dünyası, bu anlamda bir mücadele, bir savaş alanıdır. Onun içinde iyiliğe de kötülüğe de meyil vardır. İblis, sürekli kötülüğe olan meyilleri ön plâna çıkarmaya çalışacak, ona sürekli kötülükleri telkin edecektir. Ona bu faâliyet iznini veren Rabbimiz şöyle buyurur: “Onlardan güç yetirdiklerini sesinle sarsıntıya uğrat, atlıların ve yayalarınla onların üstüne yaygara kopar, mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol ve onlara vaadlerde bulun (söz ver). Şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey vaad etmez.“2022 Bu İblise verilmiş olan bir emir değil; 'haydi elinden geleni ardına koyma, yapabileceğini yap, serbestsin' demektir.
Hayatımızla, ibâdet ve inançla, haram ve helâl hükümleriyle ilgili kesin söz Allah’a aittir. Bu gibi konularda kendine göre dinler ve inanışlar uyduranlar İblisin arkadaşları, dostları ve askerleridirler.
Allah’tan insanları kandırmak için izin alan İblis, işe ilk defa Âdem’i ve onun eşini kandırmakla başladı. Âdem’i, ‘yasak ağacın meyvesinden yerseniz cenette ölümsüz olursunuz’ fitnesiyle ve Allah adına yemin ederek kandırdı. Yasak meyveyi yiyen ilk insanlar Cennetten çıkarıldılar ve dünyaya gönderildiler.
Âdem tevbe etti ve bağışlandı.2023 Âdem’in günahı nefsine aldanması idi. Bir anlık kanma sebebiyle işlenen günahları Allah bağışlardı. Ama şeytanın günahı nefse aldanmanın ötesinde Allah’ın emrini beğenmemek, kendini O’nun karşısında güçlü görmek, Allah’ın emrini bilerek dinlememek idi. Bu hata bağışlanmazdı.
İblis, Kur’an’da ‘şeytan´olarak da anılıyor. Şeytan, bütün kandırmaların, bütün kötülüklerin, bütün hak yoldan saptırmaların ortak adı olmaktadır. Bu mânâda birçok şeytan olabilmektedir. İblisin dünyada insanları kandırıp günaha ve isyana götürme faaliyetlerine artık şeytanî işler dememiz mümkündür.
Şeytan, itaat etmeye de isyan etmeye de, yani hayır işlemeye de şer işlemeye de meyilli yaratılan Âdemoğlunu, kendi tarafına çekmeye, ona günah işletmeye çalışır. Ancak onun Allah’a hakkıyla teslim olmuş kullar üzerinde bir hâkimiyeti, bir gücü yoktur:
2020] Elmalılı, c. 3, s. 2138
2021] 7/A'râf, 17
2022] 17/İsrâ, 64
2023] 2/Bakara, 37
- 522 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Meleklere, Âdem'e secde edin! Demiştik. İblisin dışında hepsi secde ettiler. İblis, 'Ben, dedi, çamurdan yarattığın bir kimseye secde mi ederim?'
Dedi ki: 'Şu benden üstün kıldığına da bir bak! Yemin ederim ki, eğer beni kıyâmete kadar yaşatırsan, pek azı dışında, onun neslini kendime bağlayacağım!
Allah buyurdu: 'Git! Onlardan kim sana uyarsa, iyi bilin ki cehennem hepinizin cezasıdır. Mükemmel ve tam bir ceza!
'Onlardan, gücünün yettiği kimseleri dâvetinle şaşırt; süvarilerinle, yayalarınla onları yaygaraya boğ; mallarına, evlâtlarına ortak ol; kendilerine vaadlerde bulun.'
Şeytan, insanlara, aldatmadan başka bir şey va'detmez.
Şurası muhakkak ki, benim (ihlâslı) kullarım üzerinde senin hiçbir ağırlığın (hâkimiyetin) olmayacaktır. (Onları) koruyucu olarak Rabbin yeter.“ 2024
İblis'in Başvurduğu Yöntemler
İblis insanları kandırmak için yaklaşırken birçok yöntem kullanır. Bunlardan bazıları şunlardır:
1- Şeytan her şeyden önce bir vesvesecidir. Vesvese; fısıltı, hışırtı gibi gizli seslere denir. Gönülde birbiri arkasından gelip tekrar eden gizli söze vesvese denir. Şeytan insana sokulur ve tıpkı nefis gibi ona sinsi bir şekilde vesvese verir, onu kandırır, ona telkinde bulunur. 2025
2- İblis insanları Allah'ın rahmetinin ve affının geniş olması ile aldatır ve onları günah işlemeye teşvik eder. Onlara sanki 'yiyin, için, zevkinize bakın, ibâdeti sonra yaparsınız, Allah nasıl olsa affedicidir, sizi de affeder' der. Kur'an, bizi bu noktada da uyarmaktadır: “...Sizi ğarûr/aldatıcı, sakın Allah'a güvendirerek aldatmasın.“ 2026
3- İblis'in bir diğer yöntemi insanlara Allah'ın adını ve O'nu hatırlamayı unutturmasıdır.2027 Allah'ı unutanlar, kuşkusuz O'nun hükümlerini kulak arkası ederler, emirlerini kaale almazlar, nefislerinin isteklerine karşı çıkmazlar; âhiret azabını hatırlamazlar, cennetteki nimetleri akıllarına getirmezler. Ne Allah'ın azabından korkarlar, ne de O'nun vereceği mükâfatları beklerler.
4- İnsanları özelllikle mal ve dünyalıklar konusunda korkuya düşürür. Onların dünyalıklara hırslarının artması için fakirliği silâh olarak kullanır, cimriliği ve aç gözlülüğü teşvik eder. Maldan ve dünyalıklardan başka bir kutsal tanımayan insanlar elbette İblis'in istediği noktaya gelen kimselerdir. İblis, bu gibi kimseleri çok rahat güdebilir. Onlara çok rahat kötülükleri yapmalarını emreder. 2028
5- İnsanların aralarını açmaya çalışır. Sürekli kavga, savaş, anlaşmazlık, fitne, güvensizlik, birbiri hakkında kötü düşünme tam da İblis'in arzu ettiği şeydir. İblis, insanlar arasında fitne çıkarmaktan asla vazgeçmez. 2029
2024] 17/İsrâ, 61-65
2025] 114/Nâs, 4-6
2026] 31/Lokman, 33; 35/Fâtır, 5
2027] 58/Mücadele, 19
2028] 2/Bakara, 268
2029] 17/İsrâ, 53
ŞEYTAN – İBLİS
- 523 -
6- İblis, kendine bağladığı, Hakk'tan yüz çeviren kimselerin yaptıklarının doğru, üzerinde bulundukları yolun sağlam olduğunu, inançlarında, sözlerinde ve işlerinde bir yanlışlık bulunmadığını onlara telkin eder. Onların yanlış ve sapık işlerini allayıp pullar. Böylece onların bu kötülüklere devam etmelerini sağlar. 2030
7- Şeytan ve onun yardımcıları olan cinler ve insanlar, diğerlerini kandırmak için süslü ve yaldızlı sözler söylerler. İddialarını ispatlamak için inandırıcı ve kandırıcı kendilerine göre deliller getirirler, her türlü ikna yöntemlerini kullanırlar. Çekici, hoşa giden, gönle rahatlık veren, ama aslında saptırıcı ve çarpık sözler kullanırlar. Avlarını bu yöntemle avlamaya çalışırlar. 2031
8- İblis, insanları kendi yoluna davet etmek için birtakım araçlardan yararlanır. Bu araçların başında içki, kumar ve putlara tapmak gibi şeyler gelir.2032 Bu gibi şeyler, esasen şeytanın pis işlerindendir. Bunlardan sakınmak, şeytanın aldatmasından kurtulmak anlamına gelir. İçki ve kumar gibi alışkanlıklara dalanların akıl ve şuurları yerinde olmadığı için şeytanın oltasına kolay takılırlar. Bütün kötülüklerin anası olan içki şeytanın işini kolaylaştırır. 2033
Şüphesiz ki İblis'in en önemli tuzaklarından biri de içki ve uyuşturucudur. Günümüzde içkinin ve uyuşturucunun çokça tüketildiği toplumlarda şeytanın saltanatı ve düzeni hâkimdir. O toplumlarda yaşayan insanların çoğu, şeytanın iki ayaklı askerleri haline gelmişlerdir.
9- Büyüklenme, istikbâr etme, kendini müstağnî görme, yani Allah' a muhtaç olmama duyguları da şeytanın önemli araçlarından biridir. Şüphesiz büyüklenmek, İblis'in ahlâkıdır. O bu duygu ile insanları Allah'ın huzurunda boyun eğmekten, O'nun emirlerine uymaktan uzaklaştırır. Aldatıcı bir gururla onlara istiğnâ, yani Allah'a ihtiyaç duymama duygusu telkin eder.
İblis bunlara benzer kendine ait tuzaklarla, verdiği vaadlerle, söylediği yalanlarla, süslediği zevk ve tutkularla, kendine bağlı olanları Allah'ın yolundan uzaklaştırmaya çabalar. 2034
Unutmamak gerekir ki İblis'in Allah'ın sâlih kulları üzerinde bir gücü yoktur. O ancak kendine bağlı olanları yönlendirir, istediğini yaptırır. İblis yalnızca davet eder, özendirir, teşvik eder. Ona aldananlar, onun yolunu izler. 2035
Şeytanın insana Dört Bir Yandan Yaklaşması
Allah tarafından kıyametin kopmasına kadar kendisine mühlet verilen İblis, insana nasıl yaklaşacağını yemin ederek şöyle dillendiriyordu: “İblis: 'Beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları (insanları) saptırmak için senin sırât-ı müstakimin/doğru yolunun üstünde tuzak kuracağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın.' dedi.“2036
2030] 27/Neml, 24; 16/Nahl, 63
2031] 6/En'âm, 112-113
2032] 5/Mâide, 90-91
2033] A. Osman Ateş, Şeytan, s. 214
2034] Zübeyir Yetik, Şeytan, s. 97-107
2035] H. K. Ece, Hz. Âdem, s. 139-141
2036] 7/A'raf, 16-17
- 524 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şeytan, insanları kandırıp saptırmak için bütün yolları deneyeceğini açıkça söylemektedir. “Bütün cephelerden, her taraftan, yani gücümün yettiği her yerden, insanın hangi tarafını, hangi duygusunu zayıf bulursam; o taraftan sokulacağım. Vesvese vereceğim, kendime dâvet edeceğim. Benim dâvetime uymazsa hiç olmazsa Allah'a isyan etmesini ona fısıldayacağım, yani günahkâr olması için elimden geleni yapacağım.“ diye söz vermiştir. Şeytan bunu yapabilecek mi? Buna gücü yetecek mi?
Aslında onun zorlayıcı bir gücü yoktur.2037 Ama o nereden öğrenmişse; insanın karakterini, kötülüğe ve iyiliğe, hayra ve şerre meyilli olarak yaratıldığını biliyordu. Ondaki kötü meyillere, aşırı isteklere hitap edecekti. Aklını kullanmayanlar ile sonunu düşünmeden zevklerinin peşinden gidenler, onun süslü sözlerine kanacaklardı.
İbn Abbas'tan (r.a.) gelen bir rivâyete göre, “önlerinden yaklaşacağım“ demek, onları dünyaya düşkün edeceğim; “sağlarından yaklaşacağım“ demek, din işlerinde, ibâdet ve amellerinde onlara şüphe vereceğim; “sollarından yaklaşacağım“ demek, onlara günah işlerinde azgın bir iştah (şehvet) vereceğim, anlamına gelir. 2038
Katâde de diyor ki: “Onlara önlerinden gelecek ve âhiret yok, yeniden diriliş yok, cehennem yok, cennet yok diyeceğim. Arkalarından gelip; dünya tutkularını süsleyip, allayıp pullayıp onları bu gibi zevklere dâvet edeceğim. Sağlarından gelip, ibâdetleri (hasenâtı) zor göstereceğim, geciktirmeye çalışacağım. Sollarından da yaklaşıp, günahları zevkli ve süslü gösterip onlara günah işlemelerini tavsiye edeceğim.“ 2039
Şeytan ve dostları, insanlara (özellikle müslümanlara) daha çok sağdan yaklaşırlar, onları din ile din motifleriyle aldatırlar. Nice zâlim sömürücü ve diktatörler, kitleler üzerindeki hâkimiyetlerini sürdürebilmek için dindar görünürler, dinî motifleri kullanırlar. İslâm'a bağlılık ve saygıları olmadığı halde kitleleri susturabilmek için dinî sloganlara başvururlar. Allah'ın âyetlerini çıkarları, düzenlerinin devamı için kullanmaktan çekinmezler.
Şeytan ve dostları, insanlara önlerindeki âhireti mümkün olduğu kadar unuttururlar. Hayatın yeme-içme ve zevklenmek olduğunu aşılarlar. Birkaç günlük dünyayı boş geçirmemek için nefsin istediklerini ona vermek gerektiğini iddia ederler. Onları dünyaya ve bitmez tükenmez tutkulara bağlarlar. O tutkuların peşinden bir ömür sürmelerini temin ederler. Ölümü ve ölümden sonrasını unutturmaya, boş hayaller peşinde koşturmaya çaba gösterirler.
İblis ve yandaşları insana soldan yaklaşarak, küfrü, şirki, isyanı zararsız göstermeye çalışırlar. İslâm'ın kötü (münker) dediklerini insanlara sevimli, câzip olarak sunarlar. İçki, kumar, uyuşturucu, zina, hak yeme, çılgınca eğlenmeyi, hayatın gayesi olarak sunarlar. Allah'ı hatırlamayı unuttururlar. O'na ibâdet etmeyin, yasaklarından kaçmayı zor ve ağzın tadını kaçırıcı, eğlenme ve zevki engelleyici olarak gösterirler. Akla gelmedik şeytanî metodlarla, hile ve tuzaklarla insanları
2037] 15/Hıcr, 41-42
2038] İbn Kesir, 2/9
2039] İbn Kesir, 2/9
ŞEYTAN – İBLİS
- 525 -
Allah yolundan uzaklaştırmak için gayret ederler.2040
İblis ve dostlarının aldatma ve tuzaklarından, kandırma ve şerlerinden kurtulmanın yolu, dinde ihlâs sahibi olmak, İslâm'ı samimi bir şekilde yaşamak ve Allah'a sığınmaktır.
İnsan, imtihan için yaratılmıştır. Ya hayr işleyerek râzı olunan kulların arasına katılacak; ya da şer işleyip cezayı hak edecek. Nefsi onu kötülüğe de iyiliğe de götürebilir. Şeytanın ve nefsin faaliyetleri imtihan olmanın bir gereğidir. Sıkıntı, meşakkat olmadan imtihan olmaz. İşte bu noktada Allah’ın hikmeti ortaya çıkmaktadır. Allah dileseydi ne şeytan olurdu, ne de kullar günah işleyebilirlerdi. Ancak, dünya hayatı imtihan içindir. İnsan, birtakım denemelerden geçecek ve makamını kendisi kazanacaktır.
Şeytan, yani İblis; insanın içine fısıldar, vesvese verir, insanı hayallere sürükler, hayırlı işleri yapmamaya, şerli işleri yapmaya davet eder. İnsanın içinde kötülüğe dâvet eden her çağrı, her duygu şeytandandır. O ve kabilesi insanları, onların görmeyecekleri yerden gözetlerler. Ancak o ve kabilesi, inkârcıların dostudurlar. 2041
O, insanlara sağlarından, sollarından, önlerinden, arkalarından sokulur; onların Allah’a şükredici olmamaları için çalışır.2042 Bu amacına ulaşmak üzere atlılarını ve yayalarını seferber eder, onlara karşı yaygara koparır, onlara mal ve çocuklarında ortak olmaya kalkışır. 2043
Şeytan, müslümanları hayır yapmaktan alıkoymaya çalışır. Zekât ve sadaka verenleri ‘fakir olacaksınız’ diye korkutur2044. Şeytan, insanlara her türlü ahlâksızlığı emreder2045. Onlara içkiyi, kumarı, zinayı süslü gösterir, böylece insanları Allah’ı anmaktan uzaklaştırır.
Şeytan, insanlara Allah’ı ve O’nun kitabını hatırlamayı unutturur. Böylece onları daha iyi kontrol altına alır ve hata yaptırır. Şeytan, Allah’ın gücünü ve kaderini unutturarak evrendeki olayları, insan hayatında olanları tesadüflere bağlar ve insanları bunlara inanmaya çağırır. Böylece Allah’ı hatırlarına getirtmez. Şeytan, kendi yolundan gelenlere; başkaları üzerine haksızlık yapmaya, onların elindekine göz dikmeye dâvet eder. İnsanlar arasında anlaşmazlıkların kavgaların çıkmasına sebep olur. 2046
Şeytanın işi fesat ve fitnedir. O, insanlar içinden kendine yandaşlar (veliler) bulur ve birçok işini onlara yaptırır. “Şeytanın evliyâsına/dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.“2047 Aslında şeytanın hilesi zayıftır. “Şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.“2048 Onun insan üzerinde herhangi bir gücü yoktur: “Benim (ihlâslı) kullarım üzerinde senin
2040] M. Alagaş, Şeytan ve Dostları, s. 27-52
2041] 7/A'râf, 27
2042] 7/A’râf, 17
2043] 17/İsrâ, 64 ve Müslim, Münafikûn 66, 68, Hadis no: 2813, 4/2167
2044] 2/Bakara, 268
2045] 2/Bakara, 288
2046] H. K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 286
2047] 4/Nisâ, 76
2048] 4/Nisâ, 76
- 526 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hiçbir ağırlığın (hâkimiyetin) olmayacaktır. (Onları) koruyucu olarak Rabbin yeter.“2049 Fakat insan, şeytanın fısıltılarına, kandırmacalarına, vesveselerine; hoşuna gittiği için kanmaktadır.
Yeryüzünde şeytana tâbi olup da Allah’ın dininden yüz çevirenlere Allah; ‘Hizbü’ş şeytan-şeytan taraftarı’ demektedir: “Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah'ı anmayı unutturmuştur. İşte onlar, hizbü'ş-şeytan/şeytanın taraftarıdırlar. İyi bilin ki hizbü'ş-şeytan mutlaka kaybedenlerdir.“2050 Demek ki, yeryüzünde tâbi tutulduğu imtihanı başarıp başaramamasına göre, insan ya şeytanın, ya da Allah'ın hizbinden olmak durumundadır.
Şeytanın Görevi
Âyet-i kerimeden net olarak anlaşıldığı gibi, şeytan, insanları doğru yoldan, Allah’ın yolundan saptırmaya çalışacaktır; bu onun görevidir. İnsanlar içerisinde ona uyanlar olacağı gibi, ona uymayıp reddedenler de olacaktır.
Allah Teâlâ Kur’an’da, şeytanın bizim düşmanımız olduğunu bizlere defalarca bildirmiştir. Bu düşmanlık kıyamete kadar devam edecektir. Biz mü’minler, devamlı olarak şeytandan uzak durmalıyız ve kesinlikle ona uymamalıyız. Aksi halde biz de onun gibi Allah'a isyan edenlerden oluruz.
“Ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helal şeylerden yiyin, şeytana ayak uydurmayın, zira o sizin için apaçık bir düşmandır. Muhakkak size, kötülüğü, hayâsızlığı, Allah'a karşı da bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.“ 2051
Şeytan insanları kötülüğe ve isyana çağırırken “Ben şeytanım“ dememekte, bunu saklamaktadır. Bu işi başka bir kimlikle yapmaktadır.
“Allah onu (şeytanı) lânetledi; o da: 'Yemin ederim ki kullarından bir pay edineceğim' dedi. Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım, kesin olarak onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar (putlar için nişanlayacaklar), şüphesiz onlara emredeceğim de Allah'ın yarattığını değiştirecekler' (dedi). Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse elbette apaçık bir ziyana düşmüştür. Şeytan onlara söz verir, vaadde bulunur, onları ümitlendirir ve kuruntulara düşürür. Ancak bu vaad sadece aldatmadan ibarettir. Onların varacağı yer cehennemdir; ondan kaçıp kurtulacak bir yer de bulamayacaklardır.“ 2052
Bu âyetler, aynı zamanda insanın, şeytanın fitnesinden sakınmasının mümkün olduğunu da gösterir. Yine bu âyetler, imansızlıkla şeytanlık, imansızlarla şeytanlar arasında bir yakınlık olduğunu ve şeytanın imansızların velîleri, âmirleri, işverenleri, başlarına Mûsâllat yakınları ve arkadaşları olduğunu gösterir.
Allah'ın gösterdiği doğru yoldan uzaklaşan ve O'nun koyduğu yasakları çiğneyen kimselerin eninde sonunda mutlaka şeytanın tuzağına düşecekleri2053, şeytanın tuzağına düşen bu azgın kimselerin, sonunda şeytanın kendilerini istilâ etmesine ve kayıtsız şartsız şeytanın esiri olmalarına engel olamayacak2049]
17/İsrâ, 65
2050] 58/Mücâdele, 19
2051] 2/Bakara, 168-169
2052] 4/Nisâ, 117-121) Ayrıca bkz. 18/Kehf, 50; 35/Fâtır, 6
2053] 43/Zuhruf, 39
ŞEYTAN – İBLİS
- 527 -
ları bildirilmiş2054 ve “...eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz müşrik olursunuz.“2055 buyrulmuştur.
Şeytanın Zarar Veremeyeceği Kimseler
Şeytanın kendilerine tesir edemeyeceği kimseler de Kur'an'da şöyle belirtilmiştir: “Şeytan seni dürtecek olursa Allah'a sığın, doğrusu O işitir ve bilir. Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca, Allah'ı anarlar ve hemen gerçeği görürler.“ 2056
“Kur'an okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın. Doğrusu şeytanın, iman edenler ve yalnız Rablerine güvenenler üzerinde bir nüfûzu yoktur. Onun nüfûzu sadece, onu dost edinenler ve Allah'a ortak koşanlar üzerindedir.“ 2057
Allah'ın hâlis kullarına tesir edemeyeceğini, şeytan, bizzat kendisi de itiraf etmiştir.2058
Âyetlerden de anlaşılıyor ki, Allah'a içtenlikle iman ederek ibâdet eden insanlar üzerinde, tabanca kurşununa karşı çelik yelek giyilmiş gibi şeytanın hiçbir etkisi olamamaktadır. Allah'a iman edip emirlerine uyan ve Peygamberimiz'in (s.a.s.) gösterdiği yoldan giden kişiler, şeytana galip gelmişler demektir. O halde, şeytana boyun eğmemenin tek yolu, Allah'a samimi olarak inanmak ve ibâdetleri tam yapmak, Peygamber'in gösterdiği yoldan ayrılmamaktır. Her işimize başlarken de şeytandan Allah'a sığınıp, Allah'ın ismini anmalı; “eûzü besmele“ ile başlamalıyız.
Her insana Bir Şeytan Verilişi
Yüce Allah insanı, yol gösteren bir melekle desteklediği gibi, onun yanına, kendisine vesvese veren, kötülüğü süslü gösteren, münkere teşvik eden ve fitneye çağıran bir şeytan da vermiştir. Bu konuda peygamberlerle diğer insanlar arasında hiçbir ayırım yapılmamıştır. Şöyle ki: “Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı (içi bozuk, dışı süslü ve aldatıcı) sözler söylerler.“2059 Yani ima ve işaretlerle öyle süslü, yaldızlı sözler telkin ederler ki, bunların sade dışındaki süsüne bakanlar aldanır ve onların şeytanlıklarına meftûn olurlar. Hz. Peygamber de bir soru üzerine: “Her insanın yanında bir şeytan vardır.“ buyurmuş, “Senin de mi ey Allah'ın elçisi?“ diye sorulduğunda, “Evet, fakat Rabbim ona karşı bana yardım etti de, o da bana teslim oldu.“ Cevabını vermiştir. 2060
Günümüzde birçok insan farkına varmadan ya da bile bile şeytanın tavırlarını sergilemektedir. İnsanları medeniyet adına şeytanî metodlarla hayâsızlığa götürenler günümüz dünyasının birer şeytanlarıdırlar. Ayrıca çoğu iletişim araçları da aynı görevi üstlenmiş durumdadır. Allah, her insanı, yol gösteren bir melekle desteklediği gibi; ona vesvese veren bir de şeytan vermiştir. Müslümana düşen
2054] 58/Mücadele, 19
2055] 6/En'âm, 121
2056] 7/A'râf, 200-201
2057] 16/Nahl, 98-100
2058] 15/Hıcr, 28-43; 17/İsrâ, 61
2059] 6/En'âm, 112-113
2060] Müslim, Münâfikun 11; Ahmed bin Hanbel, VI/115; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 6/ 40-41
- 528 -
KUR’AN KAVRAMLARI
görev, şeytana değil meleğe uymaktır.
İnsanı Şeytana Tutsak Eden Nefsî Hastalıklar
İman ve amel yönünden zayıflık, Allah'ın affı ve merhametinden ümitsizlik, emelsizlik, şımarıklık, aşırı sevinç, kendini beğenmişlik, yerli yersiz övünme, zulüm, azgınlık, inkâr, nankörlük, acelecilik, başıboşluk, serserilik, cimrilik, açgözlülük, hırs, münakaşa, gösteriş, şüphe, kararsızlık, cehalet, gaflet, düşmanlara haddinden fazla katılık, aldatma, yalan iddia, sabırsızlık, şikâyet ve yakınma, infak etmeme, isyankârlık, inatçılık, tahakküm, haddi aşma, mala düşkünlük ve dünyaya dört elle sarılma... Nefis bu hastalıklardan kurtulup mutmain olunca, içini Allah'ın zikri, şeytandan sakınma, güç ve gayretin Allah ile mümkün olduğunu itiraf etme, Allah'a yönelme gibi insanın mâneviyatını güçlendiren ve rûhî kalitesini yükselten faziletlerle dolar. Bu duruma yükselen insandan şeytan artık çekinmeye başlar ve onunla karşılaştığı yolunu değiştirir. Nitekim Hz. Ömer bunun en güzel örneğidir. Hz. Peygamber ona hitaben şöyle demiştir: “Ey Hattâb oğlu Ömer, şeytan asla seninle karşılaşmaz. Sen bir yoldan giderken, o muhakkak senin yolundan başka bir yola yönelir gider.“ 2061
Şeytana Uyanların Durumu ve Âhirette Hesaplaşma
Hz. Âdem'in yaratılışı ile meydana gelen bu imtihanda, şeytanın, nefsânî hislerine tâbi olarak melekler arasındaki makamdan şekavetin en aşağı mertebesine düşmesi ne kadar acıklı ise; hiç şüphe yok ki, meleklerin secde ettiği varlık olmak şerefine mazhar olan insanın, apaçık düşmanı olan şeytanın izine ve huyuna uyarak o ulvî makamdan düşüşü ve onun âkıbetine iştirak edişi ondan daha acıklı olacaktır. Allah kıyamet günü, insanları doğru yoldan uzaklaştıran kötü gruba hitaben şöyle der: “...Ey cin topluluğu! insanların çoğunu yoldan çıkardınız...' insanlardan onlara uymuş olanlar, 'Rabbimiz! Bir kısmımız bir kısmımızdan faydalandık ve bize tayin ettiğin sürenin sonuna ulaştık' derler. Allah, 'Cehennem, Allah'ın dilemesine bağlı olarak, temelli kalacağınız durağınızdır' der.“2062 İnsanlara hitaben de: “...Ey insanoğulları! Ben size, şeytana tapmayın, o sizin için apaçık bir düşmandır, Bana kulluk edin, bu doğru yoldur, diye bildirmedim mi? And olsun ki, o sizden nice nesilleri saptırmıştı, akletmez miydiniz? İşte bu, size söz verilen cehennemdir. Bu gün, inkârcılığınıza karşılık oraya girin.“2063 buyurmuştur. Diğer bir kıyamet sahnesinde de şeytan, kendisine uyanları kınayacak ve şöyle diyecektir: “İş olup bitince şeytan: 'doğrusu Allah size gerçeği söz vermişti. Ben de size söz verdim ama sonra caydım; esasen sizi zorlayacak bir nüfûzum yoktu; sadece çağırdım, siz de geldiniz. O halde, beni değil; kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Beni Allah'a ortak koşmanızı daha önce kabul etmemiştim; doğrusu zâlimlere can yakan bir azâb vardır' der.“ 2064
Şeytanın Yaratılış ve insanlara Mûsâllat Olmasının Hikmeti
İnsanın apaçık düşmanı olduğu bildirilen ve gayesi insanı doğru yoldan çıkararak küfre ve dalalete sevke çalışmak olduğu anlaşılan şeytan, acaba niçin yaratılmıştır? Bu konuda şu hikmetler sayılabilir:
2061] Buhârî, Fedâilü'l-ashâb 6; Müslim, Fedâilü's-sahabe 2; Ahmed bin Hanbel, I/171, 182
2062] 6/En'âm, 128
2063] 36/Yâsin, 59-64
2064] 14/İbrâhim, 22
ŞEYTAN – İBLİS
- 529 -
a- Allah, eşyayı zıdlarıyla birlikte yaratmıştır ki, biri diğerinden ayırt edilebilsin ve aralarındaki fark insanlar tarafından anlaşılabilsin. Şeytan da yaratıkların en temiz ve en şereflilerinden biri olan, hak ve hayrı tavsiye eden meleklerin varlığına mukabil yaratılmıştır.
b- Şeytanın yaratılmasındaki bir başka hikmet de, Allah'ın üstünlük ifade eden Kahhâr, Müntakîm, Adl, Dâll, Şedîdü'l-ıkab, Serîu'l-hisâb, Hâfid, Râfi', Muizz, Müzill gibi isimlerinin tecellî edecekleri bir varlığın gerekli olmasıdır. Zira bu isimler, taalluk edecekleri bir varlığı gerektiren kemâl sıfatlarıdır. Şâyet ins ve cin, melek tabiatında olsaydı, bu isimlerin eseri ve neticesi ortaya çıkamazdı.
c- Eğer şeytan yaratılmamış olsaydı, Allah'ın hıfz, afv, mağfiret, rahmet, günahları örtme ve bağışlama gibi hususları ihtivâ eden kemâl sıfatlarının ve isimlerinin tecellî etmesi mümkün olmazdı. Peygamberimiz, bunu veciz bir şekilde şöyle dile getirmektedir: “Eğer sizler, hiç günah işlemeseydiniz, Allah muhakkak ki sizleri giderirdi de, fertleri günah işleyip mağfiret dileyecek ve Allah'ın kendilerine mağfiret edeceği bir kavim getirirdi.“ 2065
d- Şeytan yaratılmamış olsaydı, insan için Allah'a ibâdet ve itaattan söz etmek mümkün olmazdı. Zira belli fiillerin ibâdet, tâat, hayır ve hasen oluşu ancak zıdlarının varlığı ile bilinebilir ki, insanlara şer ve çirkin fiillerde yol gösteren şeytandır.
Şüphe yok ki, süflî duygu ve arzular, insanın fiziksel varlığı için şarttır. Fakat bunlar çığırından çıkıp kontrol edilmez bir hale gelirse, insanın iyi ve yüce bir hayata doğru yönelmesine ve yükselmesine engel olur. İslâm, bu duygu ve arzuları görmezlikten gelmez; ama bunlara istikamet ve sınır çizer. İnsanın bu cins duygu ve arzularını kontrol etmesi, yöneleceği yeri helal olanlara göre belirlemesi ve haddi aşmaması gerekir. Eğer bunu yapmakta başarıya ulaşırsa, ne bu fizikî arzular, ne de onu tahrik eden şeytan insana zarar verebilir. Tam aksine, bu beşerî duygu ve arzular, manevî cephesinin emrine girer ve onun yükselmesine hizmet eder. İnsan için bir sınanma alanı olan bu dünyada insanı iyiliğe sevketmek için melek, vicdan, fıtratın varlığı nasıl lüzumlu ise; fizikî varlığı için de onun süflî arzularını kamçılayan kuvvetler, kontrol altına alınmak şartı ile zararsız; hatta faydalı olabilir.
Aslında şeytan, önce insana itaati kabul etmez. Babamız Âdem’e vesvese verdiği gibi, hepimizi yoldan çıkarmaya çalışır. Onun niyeti, insanoğlunu parlak sözlerle ve yalanla süflî arzularını uyandırarak, onu yanlış yola sevketmektir. İnsan, ruhî gelişmesinin ilk aşamasında, şeytanın içinde uyandırdığı süflî ve kötü arzuları susturmak için onunla savaşmak zorundadır. Fakat insan, bu mücadelede azimli olursa, ilâhî vahiy sayesinde sonunda şeytanı yenecektir. İnsan, bu safhayı atlatıp galip çıkar, ihlâs sahibi samimi mü’min olursa, artık yükselir. Şeytan, vesvese vermeye çalışsa da kâmil imana sahip ihlâslı insanlara güç yetiremez. Artık, şeytanla imtihan edildiği ve onu sürekli yendiği için, şeytan böyle bir insanın –istemese de- takvâsını, derecesini artırmış olur. Bu düşman sayesinde insan, meleklerden de üstün seviyeye çıkar. Şeytan ve onun içimizdeki vesvesesi olmamış olsaydı, insanın bu yücelmesi de mümkün olmayacaktı. “Benden size bir hidâyet rehberi geldiğinde kim ona uyar, yolundan giderse, onlar için artık korku yoktur, onlar
2065] Müslim, Tevbe 2; Tirmizî, Cennet 2, Deavât 98; Ahmed bin Hanbel, I/289, II/309
- 530 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mahzun da olmayacaktır.“ 2066
Allah’ın sevgi ve rahmetinden uzak kalan İblis (şeytan) kıyamete kadar düşmanı olduğu Âdem’i, yani insanı kandırmaya ve saptırmaya devam edecektir.
İnsana yakışan, düşmanına karşı uyanık olmasıdır. Allah'ım! Senin dostlarını ve bizim gerçek dostlarımızı bize sevdir. Düşmanlarımızın peşinden gitmeyecek kararlılık, ihlâs ve basiret ver!
2066] 2/Bakara, 38
ŞEYTAN – İBLİS
- 531 -
İblis-Şeytan Konusunda Âyet-i Kerimeler
A- İblis Kelimesinin Geçtiği Âyetler (Toplam 11 Yerde): 2/Bakara, 34; 7/A’râf, 11; 15/Hıcr, 31, 32; 17/İsrâ, 61; 18/Kehf, 50; 20/Tâhâ, 116; 26/Şuarâ, 95; 34/Sebe’, 20; 38/Sâd, 74, 75.
B- Şeytan Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 70 Yerde): 2/Bakara, 36, 168, 208, 268, 275; 3/Âl-i İmrân, 36, 155, 175; 4/Nisâ, 38, 60, 76, 76, 83, 117, 119, 120; 5/Mâide, 90, 91; 6/En’âm, 43, 68, 142; 7/A’râf, 20, 22, 27, 175, 200, 201; 8/Enfâl, 11, 48; 12/Yûsuf, 5, 42, 100; 14/İbrâhim, 22; 15/Hıcr, 17; 16/Nahl, 63, 98; 17/İsrâ, 27, 53, 53, 64; 18/Kehf, 63; 19/Meryem, 44, 44,45; 20/Tâhâ, 120; 22/Hacc, 3, 52, 52, 53; 24/Nûr, 21, 21; 25/Furkan, 29; 27/Neml, 24; 28/Kasas, 15; 29/Ankebût, 38; 31/Lokman, 21; 35/Fâtır, 6; 36/Yâsin,60; 37/Sâffât, 7; 38/Sâd, 41; 41/Fussılet, 36; 43/Zuhruf, 36, 62; 47/Muhammed, 25; 58/Mücâdele, 10, 19, 19, 19; 59/Haşr, 16; 81/Tekvîr, 25.
C- Şeytan Kelimesinin Çoğulu Şeyâtîn Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 18 Yerde): 2/Bakara, 14, 102, 102; 6/En’âm, 71, 112, 121; 7/A’râf, 27, 30; 17/İsrâ, 27; 19/Meryem, 68, 83; 21/Enbiyâ, 82; 23/Mü’minûn, 97; 26/Şuarâ, 210, 221; 37/Sâffât, 65; 38/Sâd, 37; 67/Mülk, 5.
D- İblis Konusunda Âyet-i Kerimeler
a- İblis: 2/Bakara, 34; Nisâ, 118-119; A'raf, 11-18; Hıcr, 28-38; İsrâ, 61-63; Kehf, 50; Tâhâ, 116; Sebe', 21; Sâd, 71-81.
b- İblis'in Kibri: Bakara, 34; A'raf, 11-13; Hıcr, 28-33; İsrâ, 61-62; Kehf, 50; Tâhâ, 116; Sâd, 71-76.
c- İblis'in Cennetten Koğuluşu: A'raf, 11-18; Hıcr, 34-35; İsrâ, 62-63.
d- İblis Lânetlenmiştir: Hıcr, 35; Sâd, 78;
e- İblis'e Mühlet (Süre) Verilmesi: A'raf, 14-15; Hıcr, 36-38; İsrâ, 62; Sâd, 79-81.
f- İblis'e Verilen Fırsatın Hikmeti: Sebe', 21.
g- İblis Allah'ın Rahmetinden Koğulmuştur: Nisâ, 118-119; A'raf, 18; İsrâ, 62-63; Sâd, 77.
B- Şeytan Konusunda Âyet-i Kerimeler
a- Şeytanın Ateşten Yaratılışı: A'raf, 12; Hıcr, 27; Sâd, 76.
b- Şeytan, insan ve Cin'den Olabilir: En'am, 112-113; Nâs, 6.
c- Kulak Hırsızlığı Yapan Şeytanlar: Hıcr, 17-18; Şuarâ, 212; Saffat, 7-10; Mülk, 5; Cin, 8-9.
d- Şeytan, insanlara Düşmandır: Bakara, 168, 208-209; En'am, 142; A'raf, 16-17, 27; Yusuf, 5; Hıcr, 39 40; Tâhâ, 116-117; Hacc, 52; Fâtır, 6; Yâsin, 60-61; Zuhruf, 62.
e- Şeytan Kötülüğü, Hayâsızlığı ve Allah'a Karşı Gelmeyi Emreder: Bakara, 169; Nisâ, 14, 118-119; En'am, 128; A'raf, 200; Nûr, 21; Sâd, 82-83.
f- Şeytan, insanların Kalbine Vesvese Verir: Nâs, 5.
g- Takvâ Sahipleri, Şeytanın Aldatmasını İdrak Ederler: A'raf, 201; Hıcr, 39-40; İsrâ. 65.
h- Şeytan, insanları Kuruntulara Düşürür: Nisâ, 119-120; A'raf, 20-21; İsrâ, 63-64.
i- İnsan ve Cin Şeytanları, Düşmandır: En'am, 112.
j- İnsan ve Cin Şeytanları, Aldatmak İçin Yaldızlı Lâflar Söyler: En'am, 112-113
k- Şeytana Uymak: Bakara, 208-209; Nisâ, 38, 119-120; En'am, 128, 142; A'raf, 18; Hıcr, 41-44; İsrâ, 63-64; Kehf, 50-51; Nur, 21; Şuarâ, 221-223; Lokman, 33; Fâtır, 5; Sâd, 84-85; Fussılet, 36; Zuhruf, 36-39.
l- Şeytanın, Mü'minler Üzerinde Hiçbir Hâkimiyeti Yoktur: Hıcr, 42; Nahl, 99-100; İsrâ, 65; Sâd, 82-83.
m- Şeytanın Arkadaşlığı: Nisâ, 38; Fussılet, 25; Zuhruf, 36-38; Kaf, 27.
n- Şeytanın Aldatmasının Etkili Olduğu Kişiler: Hacc, 52-55.
o- Şeytan, Kâfirlerin Dostudur: Bakara, 257; Nisâ, 38, 76; En'am, 71; A'raf, 27, 201-202; Enfâl, 48; Meryem, 83; Furkan, 55; Şuarâ, 221-223; Fussılet, 25.
p- Şeytan, Münafıkların Dostudur: Mücadele: 19-20; Haşr, 16-17.
r- Şeytandan Allah'a Sığınmak: A'raf, 200; Nahl, 98; Mü'minun, 97-98; Fussılet, 36; Nâs, 1-6.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 117-118
2. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 272-277
3. Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi, insan Y. c. 1, s. 64-65
4. Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 123-124
- 532 -
KUR’AN KAVRAMLARI
5. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 284-290
6. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 96-99
7. Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 337-342; 380-386
8. El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 176-178
9. Kur'an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 2, s. 505-506; c. 3, s. 1335-1336
10. Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s. 173-181
11. Ana Konularıyla Kur'an, FazlurRahman, Fecr Y. s. 249-265
12. Kur'an Cevap Veriyor, İzzet Derveze, Yöneliş Y. s. 235- 275
13. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 3, s. 58-59; c. 6, s. 38-42
14. Kur'an'da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y. s. 276-284
15. İnanç ve Amelde Kur'anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 133-153
16. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 209-216
17. İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 284-287
18. Hz Âdem, Hüseyin K. Ece, Denge Y. s. 111-144
19. Kur'an'a Göre Melek, Cin, Şeytan, Lütfullah Cebeci, Şûle Y.
20. Şeytanlardan Korunma Yolu, Abdülhamid Bilâlî, Şafak Y. / Büruc Y.
21. Kötülük Odakları, Şeytan, Zübeyir Yetik, Beyan Y.
22. İstiâze Şeytan, Yakup Çiçek, Fahrettin Yıldız, Bir Y.
23. Dünden Bugüne Şeytan ve Dostları, Mehmed Alagaş, insan Dergisi Y.
24. Şeytanizme Rağmen İslâmî Uyanış, Mehmed Alagaş, insan Dergisi Y.
25. Şeytandan Korunma Yolu, Abdülhamid Bilalî, Buruc Y.
26. Vesvese -Sebepleri ve Kurtuluş Yolları, Mehmed Paksu, Nesil Basım Yayım
27. Şeytan, A. Osman Ateş, Beyan Y.
28. Şeytan Girmeyen Evler, Muhammed Efsayim, Uysal Kitabevi Y.
29. Şeytan ve Yoldaşları, Kemal Çinel, Alem Y.
30. Şeytanın Varlığı ve Mâhiyeti, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
31. Şeytanın Hileleri ve Kurtuluş Çareleri, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
32. Şeytanın Tuzakları: insanın Kurtuluş Yolları 1-2, İbn Kayyim el-Cevziyye, Uysal Kitabevi Y.
33. Şeytanın Tuzakları, S. Ahmet Uzun, Mektup Y.
34. İnsanın Ezelî Düşmanı Şeytan, Osmanlı Y.
35. Şeytanla Münazara, Ümit Şimşek, Zafer Y.
36. Şeytanın Enâniyeti, Harun Yahya, Vural Y.
37. Satanizm -Şeytana Tapınmanın Yeni Adı-, Ahmet Güç, Alfa Y.
38. Nefis ve Şeytan, Mehmet Hulusi İşler
39. İnsan ve insanüstü, Süleyman Ateş, Dergâh Y.

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 21:28

ŞERİAT

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

ŞERİAT


- 477 -
Kavram no 166
Görevlerimiz 35
İbâdet; Şeriat; Haram-Helâl;
Günah; Sâlih Amel
ŞERİAT


• Şeriat; Anlam ve Mâhiyeti
• Şer'î Hüküm
• Kur’ân-ı Kerim’de Şeriat Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Şeriat Kavramı
• Şeriatlerin Esasta Birliği
• Şeriatte Hile Olur mu? Hîle-i Şer’iyye Denilen “Hîle-i Şerriyye“
• Bazı Tasavvuf Erbâbının Şeriatı Basite İndirgemesi
• Şathiye; Şeriatle Bağdaşmayan, İsyanla Dolu Tasavvufî Söz ve Şiirler
• Devlet ve İslâm Devleti
• Hâkimiyet/Egemenlik Kayıtsız Şartsız Allah’ındır
“Sana da, daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere Kitab'ı (Kur'an'ı) gönderdik. Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet; sana gelen hakkı/gerçeği bırakıp da onların hevâlarına/arzularına uyma. (Ey ümmetler!) Herbirinize bir şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (Şeriatler ve yolda sizi deneyip imtihan etmek için (böyle yaptı). Öyleyse hayırda/iyi işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri (n gerçek tarafını) O haber verecektir.“ 1872
(Sana şu tâlimâtı verdik:) Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların hevâlarına/arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmında seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüzçevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zâten fâsıktır/yoldan çıkmışlardır.“ 1873
Şeriat; Anlam ve Mâhiyeti
Şeriat; Sözlükte, insanı bir ırmağa, su içilecek bir kaynağa ulaştıran yol anlamına gelir. Din ıstılâhında ise İlâhî emir ve yasaklar toplamı demektir. Âyet, hadis ve icmâa dayanan İlâhî kanun anlamındadır. Din, dinin amele ilişkin hükümlerinin bütünü için kullanılır. Dinin dışa yansıyan görüntüsü ve dünya ile ilgili hükümlerinin tamamına şeriat denilir. Şerîatla eş anlamlı olan “şer'“ kelimesi yalnız “İslâm şerîatı“ anlamında kullanılırken, şerîat kelimesi diğer kanunlar için de kullanılabilir. “Mûsâ'nın şerîatı“, “Zerdüşt şerîatı“ gibi. Şer' kelimesinin çoğulu kullanılmaz. Şerîat'ın çoğulu “şerâyi'“dir. Şerîat'ın eş anlamlısı olan “Şir'a“ da sözlükte; yol, mezhep, metot, âdet, benzer, tek, suya giden yol, anlamlarına
1872] 5/Mâide, 48
1873] 5/Mâide, 49
- 478 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gelir. Ancak şerîat sözcüğü diğerlerine göre daha çok şöhret kazanmış, bütün emir ve yasakları ve diğer hükümleriyle “İslâm dini“ karşılığında kullanılmıştır. Buna göre, İslâm şerîatı denildiği zaman daima, Allah'ın Hz. Muhammed (s.a.s.) aracılığı ile insanlara gönderdiği İslâm dini ve onun özellikle amele ilişkin hükümleri anlaşılır. Şâri'; Şeriât koyan, teşrî' ise; Şerîat koymak, kanun çıkarmak demektir. Kelimenin terim anlamı Mekke'de inen şu âyette görülür: “Sonra seni bu işte apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy. Hakkı bilmeyenlerin heva ve heveslerine uyma.“1874 Yine Mekke'de inen şu âyette İslâm'ın önceki şerîatların devamı olduğu belirtilir. “Allah dini doğru tutmanız ve onda ayrılığa düşmemeniz hususunda Nuh'a tavsiye ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrahim'e, Mûsâ'ya ve İsa'ya tavsiyede bulunduğumuz dinle ilgili hususları size şerîat olarak koydu.“1875 Yine, aynı sûrede inançtan yoksun olanlara hitâben; “Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği hususlarda kendileri için dinden şerîat koyan ortakları mı var?“1876 buyrulmuştur.
Bu âyetlerden anlaşıldığı gibi şerîat ve eş anlamlısı olan kelimeler Allah'ın insanlar için koyduğu bütün hükümleri kapsamaktadır. Bu hükümleri vazedenin bizzat Allah olması itibarıyla O'na “Şâri-i Hâkim“ veya “Şâri-i Mübîn“ denildiği gibi, aynı isimler Hz. Peygamber için de kullanılır. Çünkü o da bir peygamber olarak, yeni hükümler koymuş veya Kur'an'ın hükümlerini tamamlayıcı esaslar getirmiştir. Bu yüzden Hz. Muhammed de “Şâri“ dir. Ancak O'nun koyduğu hükümler vahyin kontrolü altındadır. O'ndan vahye aykırı bir söz, fiil veya takrir zuhur ederse, Allah bunu düzeltir. Yanlış olan veya değişmesi gereken hükmün yerini vahiy alır. Kur'an'da şöyle buyrulur: “O, kendi arzu ve hevâsından konuşmaz. Onun her konuştuğu, Allah tarafından vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir.“ 1877
İslâm Şerîatı temelde Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas delillerine dayanır (Bunlardan ilk ikisi temel kaynak ve temel delil, diğer ikisi bunlara bağlı tâlî delillerdir). Bir hükmün İslâmî nitelik taşıması bu kaynaklardan birisine dayanmasına bağlıdır. Kur'an, Hz. Peygamber'in 12 yıl Mekke, 10 yıl da Medine dönemi olmak üzere toplam 22 yıl ve birkaç aylık peygamberlik süresinde tamamlanmıştır. “Bugün size dininizi tamamladım. Size olan nimetimi de tamamladım ve sizin için İslâm'ı din olarak seçtim.“ 1878
Bu dinin tamamlanması iki devrede olmuştur. Mekke'de Müslümanların sayısı az ve henüz kendilerini savunacak düzenli bir güce sahip olmadıkları için, bu devrede şerîatın dünyaya ve devlet düzenine ait hükümlerini uygulama imkânı yoktu. Bu yüzden Mekke'de inen sûrelerde daha çok inanç, ibâdet, ahlâk ve fazîlet konuları yer almış ve geçmiş milletlere ait ibret verici kıssalar anlatılmıştır. Medine döneminde ise artık evlilik, boşanma, nafaka, miras, ticaret, tarım, cihad, ceza hukuku müeyyideleri gibi devlet düzeni içinde yaşayan bir toplum için gerekli olacak bütün şer'î hükümler gelmiştir. Bunların bir bölümü Kur'an'da, daha geniş bölümü de hadislerde yer almıştır. Artık Müslümanların Şer'i hükümlerin uygulanmasını gerektiğinde zor kullanarak sağlayabilecek bir güce kavuştukları, Bedir, Uhud, Hendek gazveleri gibi düşmanla yapılan savaşlarda kendilerini savunabildikleri, ya da düşmanı yenilgiye uğrattıkları görülür. Böylece şer'î
1874] 45/Câsiye, 18
1875] 42/Şûrâ, 13
1876] 42/Şûrâ, 21
1877] 53/Necm, 3, 4
1878] 5/Mâide, 3
ŞERİAT
- 479 -
hükümler ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal bir sistem olarak bir bütünlük içinde uygulanmaya başlanmıştır. Bu arada ekonomik alanda faiz, karaborsacılık, aldatmaya dayalı fâhiş kâr yasaklanırken mufâvaza, inan, mudârabe, vücuh ve sanâyi şirketi gibi “kâr ortaklıkları“ yoluyla sermaye piyasası düzenlemeleri getirilmiştir. Altın, gümüş gibi ölçü ya da tartı ile satılan standart malların kendi cinsleriyle eşit ve peşin, farklı cinsle peşin olarak mübadele edilmesi prensibinin getirilmesi, özellikle altın ve gümüş paranın enflasyona karşı satın alma gücünü korumasını sağlamıştır. Çünkü faiz yasağı altın ve gümüş çeşidini kendi içinde ağırlık olarak (veznen) birbirine eşitlemiştir. Yani 10 gr. 22 ayar altın bilezik ile 100 gr. 22 ayar altın para satın alma gücü bakımından eş değer sayılmıştır. Bütün altın ve gümüş stoklarını eşitleyen bu prensip sağlam bir para anlayışını ortaya çıkarmıştır.
İslâm'ın amele yönelik esaslarını kapsayan şerîat hükümlerini klâsik fıkıh kaynakları üç ana bölüm içinde incelemiştir. İbâdetler, muâmeleler ve cezâ hukuku.
1- İbâdetler: İbâdet genel anlamda Allah'ın hoşnut ve razı olduğu her çeşit ameli kapsamına alır. Özel anlamda ise, âyet ve hadislerde özel şekil ve şartları belirlenen ibâdetler kastedilir. Namaz, oruç, hac, zekât, cihat ve kurban ibâdete örnek verilebilir. İbâdetler Müslüman'ın ruh ve mana zenginliği kazanarak olgunlaşmasını sağlar. Namaz mü'minin miracı, gönüllerin sevinci, rükû ve secdeleriyle kulluğun görüntüsüdür. Oruç, bedeni ve ruhu açlıkta eğitme, nefsi sabra alıştırma, yoksulun halini anlama, yasaklara uyma melekesi kazanma eğitimidir.
Hac, varlıklı mü'minlerin yeryüzünden her yıl tek kutsal bölgede toplanarak ırk, renk, dil, soy, devlet, ülke, belde farklarını kaldırarak bütün mü'minleri tek safta ve aynı çizgide birleştiren kökenleri ilk peygambere kadar uzanan Hz. İbrahim ve oğlu İsmail'le sembolleşen büyük bir ibâdettir. Zekât da zenginle yoksul arasında köprü vazifesi gören önemli bir sosyal güvenlik müessesesidir. Bir İslâm ülkesinde zenginlik sınırları içinde bulunan Müslümanların altın, gümüş, nakit para, döviz ve ticaret mallarının % 2,5'u hayvancılık sektörünün zekâtı, tarım ürünlerinden alınacak onda bir veya sulama yapılan yerden yirmide bir, madenlerden beşte bir oranında alınacak zekât yoksul kesimin mesken problemi dâhil bütün ekonomik sıkıntılarını çözecek güçtedir.
2- Muâmeleler: insanlar arasında medenî, ticarî, ekonomik ve sosyal bütün ilişkileri, insanların devletle ve devletlerin de birbirleriyle münasebetleri bu bölümde yer alır. İslâm doğumdan ölüme kadar evlenme, boşanma, nafaka, velâyet, vekâlet, vesâyet, miras, nafaka, alış-veriş gibi toplum hayatının gereği olan tüm medenî muâmelelere ait hükümler getirmiştir. Hatta sofra âdâbından tuvalet âdâbına, komşuluk âdâbından, komşu ülkelerle yapılacak savaş ve barış hükümlerine kadar her alanla ilgili düzenlemeler yapmıştır. Avrupa ülkelerinin devletler hukuku alanında çok gerilerde olduğu bir dönemde âyet ve hadislerde bu konuda yer alan önemli savaş-barış ve ikili ilişkilerle ilgili hükümler burada zikredilebilir.
3- Ceza hukuku: Bir İslâm ülkesinde İslâm emir ve yasaklara uymayan ve toplum düzenini bozmaya çalışanlara karşı bedenî, mâlî veya caydırıcı birtakım ceza hükümleri getirilmiştir. Kısas, recm, celde, kazf, hapis, diyet, erş, hükümetü'l-adl gibi cezalar bunlar arasında sayılabilir.
- 480 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm Şeratının Kaynakları: Şerîat hükümleri Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyastan başka fer'î deliller adı verilen istihsan, maslahat, örf, önceki şeratler, sahâbe kavli, istishab gibi delillere dayanılarak müctehitlerce bir sistem halinde açıklanmıştır. Ebû Hanîfe (ö. 150/767), Şâfiî (ö. 204/819), Mâlik b. Enes (ö.179/795) ve Ahmed b. Hanbel’in (ö. 241/855) temsil ettiği fıkıh ekolleri şer'î hükümleri bir bütünlük içinde sistemleştirdiler. Ana prensipler ortak olmakla birlikte ayrıntılarda farklı yaklaşım, tefsir ve teviller İslâm hukukuna esneklik kazandırdı. Böylece çeşitli ülke, yöre ve kültür yapısı içinde yaşayan mü'minler bu esnekliklerden yararlanarak tercih ettikleri yönde İslâm'ı yaşama ve uygulama imkânı buldular. Ayrıntıdaki bu yorum zenginliği İslâm'ın her asra intibakında da önemli rol oynadı. II. yüzyıldan itibaren bu mezhep oluşumları yaşanırken Ca'feriye-İmamiye ekolü de gerek akîde ve gerekse şer'î hükümlerin bazısını yorumlamada çoğunluktan ayrıldı. Ehl-i beyt dışındaki râviler aracılığı ile gelen tüm hadislere karşı itimatsızlığını ortaya koydu. Böylece “ehl-i sünnet“ adı verilen çoğunluk tarafı ile “şîa“ denilen bu ekol arasında hadis delili farklı kapsam kazandı. Bir imama inanıp bağlanmayı inanç esası haline getiren şîa, kendine özgü farklı bir İslâm toplumu oluşturdu. Ehl-i sünnet tarafıyla delillerin tartışılmasına, müzâkere ve münakaşasına girmedikleri için de çoğu zaman gizli, kapalı devre ve tek yanlı kaynaklara dayalı akide ve fıkıh ekolü oluşturdular. Bu arada ehl-i sünnetin mensuh saydığı “mut'a nikâhı“ gibi hükümleri meşrû sayarken, içlerinden “gulât-ı şîa“ denilen aşırıları Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman (r. anhum) gibi en önde gelen sahâbe büyüklerine sövecek derecede ehl-i sünnete karşı bir muhalefet içindedirler.
Şeriat hükümlerinin dayandığı aslî ve tal delillerin bilimsel münakaşası yapılarak, İslâm dünyasındaki yorum farkından kaynaklanan görüş ayrılıkları giderilebilir. Çünkü Kur'an, İslâm toplumuna en sağlam yolu gösterir, yüce Allah âyet ve hadisleri ihlâsla ve iyi niyetle yorumlamaya çalışanların idrak, anlayış ve ufuklarını açar. Vahiy ve sünnete bozguncu ve kötü te'vl amacıyla yaklaşanları da saptırır, ufuklarını daraltır. 1879
'Şeriat', Arapça'da 'şeraa' fiilinden türemiş bir masdardır. 'Şeraa', sözlükte; yol açtı, yolu açık ve dümdüz yaptı mânâsına gelir. Bu fiilin masdarı 'şer'a', açık ve dümdüz yola verilin isimdir. Bu masdar, 'şer'a' şeklinde söylendiği gibi, 'şir'a, şeri'a veya şeriat' şeklinde de söylenebilir.
'Şeriat'; insanı bir ırmağa veya bir su kaynağına götüren yol demektir. Kısaca şeriat sözlükte; açık ve düzgün yol anlamına gelmektedir. İslâm, bu kelimeyi bir kavram haline getirerek ona sözlük anlamına bağlı olarak yepyeni bir mânâ kazandırmıştır. Şeriat, İslâm'ın diğer adı olarak kullanılmaktadır. Bunu şu şekilde özetlemek mümkündür: insanın en sonunda kanmak, mutluluğa erişmek ve susuzluğunu gidermek için günlük hayatının her ânında izlemesi gereken yol demektir. İnsan, bu İlâhî yola girerse, bu yolun getirdiği ilkeleri izlerse su kaynağına ulaşır. Böylece susuzluğunu giderir, suya kanar ve mutluluğa kavuşur.
Şeriat kelimesinin eş anlamlısı 'şir'a' da sözlükte; yol, metot, âdet, mezhep, suya giden yol anlamlarına gelmektedir. Şeriat kelimesi diğer eş anlamlılara göre daha fazla meşhur olmuş ve daha geniş bir kullanım alanına ulaşmıştır. Şeriat, bütün emir ve yasakları, bütün hükümleri ve yasaları içerisine alacak şekilde
1879] bk. el-İsrâ', 17/9; el-Kasas, 28/56; Al İmrân, 3/7, 8; el-A'râf, 7/146; Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 29-30
ŞERİAT
- 481 -
İslâm Dini karşılığında kullanılmaktadır. Buna göre İslâm şeriatı denildiği zaman, Hz. Muhammed (s.a.s.) ile gönderilen din ve onun hükümleri akla gelir. Şeriat kelimesinin çoğulu 'şerâyi' 'dir.
Şeriat hükümlerini gönderene ve ortaya koyana; 'şâri' ', şeriat koymaya da 'teşrî' ' denir. Türkçe'de günlük konuşmalarda kullanılan 'meşrû' kelimesi, şeriata, kanuna ve olması gerekene uygun olan demektir. Bugünkü Arapça'da büyük caddelere 'şâria' denilmektedir. Bu bağlamda bütün insan topluluklarının sahip olduğu kurallara ve uydukları kanunlara sözcük anlamıyla 'şeriat' demek mümkündür. Çünkü şeriat kelimesi, tâkip edilen yoldur, üzerinde yürünülen caddedir, uyulan kurallar bütünüdür. İnsanı bir su kaynağına ulaştıran yoldur, metottur, hukuktur.
'Şeriat', bir anlamda kanun, kural veya prensip demektir. Batılılar bunu 'the right-hukuk' kavramı ile karşılarlar. Kanun ve kurallar bir taraftan hakların sahiplerine ulaşmasını ve düzeni sağlarken, bir taraftan da insan ve toplumun mutluluk yoluna girmesine sebep olurlar. Bu bakımdan diyebiliriz ki, tarihte bütün insan toplulukları bir şeriata sahip olmuşlardır. Şeriatsız bir toplum; kaos toplumudur, düzensizlik ve zulüm toplumudur. Güçlülerin ve zorbaların hükmünün geçtiği toplumdur. Bugün kanun hâkimiyetinin olduğu bütün ülkeler, anayasası olan bütün topluluklar, şeriata sahip topluluklardır. Bu şeriatların insan aklına dayalı olup olmaması önemli değildir. Çünkü şeriat, bir anlamda kanun demektir, kanunsuz toplum, kargaşa toplumudur. En geniş anlamıyla ve kavramsal karşılığıyla 'şeriat yanlıştır, kötüdür' demek, “bir toplumun sahip olduğu kanunlar bütünü kötüdür, anayasal düzen iyi değildir; kargaşa, anarşi, kanunsuzluk daha iyidir“ demektir.
Kavram Olarak Şeriat: Türkçe'de 'şeriat' deyince sözlük anlamına ve genel olarak kullanılan mânâsına bakılmaksızın, yalnızca İslâm'ın toplum ve devlet düzeni için getirdiği kurallar akla getirilmektedir. Kimileri de bu kelime ile yalnızca İslâm ceza hukuk sistemini kasdetmektedir. Meseleye bilimsel bir açıdan bakılmadığı için de bu kavram, pek çok kesim tarafından eksik ve yanlış tanınmaktadır. Kimileri de bu kelimeyi kendi bakışıyla değerlendiriyorlar, ona olumsuz bir anlam yükleyip bununla Allah'ın aziz dini İslâm'ı tartışma zeminine çekmek istiyorlar.
Bazı kimseler kendilerine göre bir 'şeriat' tanımı yapıyorlar, sonra da kendi uydurdukları tanıma göre İslâm'a karşı olumsuz tavır alıyorlar. Hatta müslüman olduğunu iddia eden pek çokları da bu yanlış bilgilenme yüzünden Allah'ın dini İslâm'ı yanlış anlıyorlar, yanlış tanıyorlar, bilmeden kendi değerlerine, içinde yaşadıkları toplumun değerlerine karşı çıkıyorlar. Kavram kargaşası meydana getirip kafaları karıştırıyorlar.
Günümüzde (özellikle Türkiye'de) 'şeriat' kelimesi maalesef en yanlış tanınan, üzerinde çok fazla gürültü yapılan kavramlardan biridir. Kavramların yerli yerine oturmaması ve özellikle bazı çevrelerin resmî imkânları kullanarak meydana getirdikleri olumsuz hava yüzünden sapla saman birbirine karışmaktadır. Kötü niyetli bozguncuların ve kendi ideolojilerini topluma bir dünya görüşü, bir yaşama biçimi olarak dayatıp saltanat sürmek isteyenlerin yanlış görüşlerini bir tarafa bırakıp olaya bilimsel açıdan bakmak gerekir. Bilinmelidir ki, bir kavram kendi bağlamında kendi âit olduğu sistemde bir anlam kazanır. O kavramı alanından
- 482 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve âit olduğu yerden koparır, içerisini kendiniz doldurmaya kalkarsanız; o kavramla ifade edilen şeyi insanlara arzu edildiği gibi sunmanız mümkün değildir.
Terim (kavram) kelimesinin 'ıstılâh' sözcüğü ile karşılandığını hatırlayalım. Istılâh; bir topluluğun belli bir şey, bir kelimenin anlamı üzerinde söz birliği etmesi, sözün kullanılışı üzerindeki ihtilâfın giderilmesi demektir. Böyle olunca, bazıları ne derse desin, kavramlara ilgili ilim çevrelerinin, o ilme âit ölçülerin getirdiği tanım önemlidir. 'Şeriat', Arapça kökenli bir kelimedir ve İslâm geldikten sonra, sözlük anlamını aşarak kavram-terim halini almıştır. Öyleyse, onun ne olduğunu anlamak için onun köküne, sözlük anlamına, kullanılış sahasına, neler hakkında kullanıldığına bakmak gerekir.
Şunu da vurgulamak gerekiyor ki, bu kavramın bu denli yanlış tanıtılması; İslâm'a karşı olan, onun bir hayat sistemi olarak yaşanmasını istemeyen bir zihniyetin çabasıdır. İslâm'a doğrudan karşı olduklarını söyleyemeyenler bu kavrama verdikleri olumsuz anlamın gölgesine sığınıyorlar. Onu kötü, eksik, çağdışı gösterip kitleleri İslâm'ın getirdiği ölçülerden uzaklaştırmaya, ya da İslâm'ın ahlâk ilkelerinden uzak durmalarını sağlamaya çalışıyorlar.
Kur'an'daki Kullanımı: Önce bu kelimenin Kur'an'da nasıl kullanıldığına bir göz atalım: Kur'an, insanlar için bir 'şeriat' ve bir 'minhâc' var edildiğini haber vermektedir: “Sana da (ey Muhammed!) önündeki kitap(lar)dan olanı doğrulayıcı ve ona bir şâhit-gözetleyici olarak Kitab'ı (Kur'an'ı) indirdik. Öyleyse, aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların hevâ (istek ve tutku)larına uyma. Sizden herbiriniz için bir şeriat ve bir minhâc (yol-yöntem) kıldık. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı; ancak (bu), size verdikleriyle sizi denemesi içindir. Artık, hayırlarda yarışınız...“ 1880
Görüldüğü gibi, Rabbimiz, insanların uyması gereken kaynağı haber veriyor. Onlar, yani gönderilen Kitab'a iman edenler; Allah'tan gelen hükümlere uyacaklar, inanmayanların kendi arzu ve kafalarından uydurdukları hükümleri, kuralları bir tarafa atacaklardır. Çünkü Allah (c.c.) onlara, kendilerini doğru yola ve mutluluğa götürecek, onların her devirdeki sorunlarını çözecek şeriatları (yolları, hükümleri) ve yöntemleri, çıkış yollarını göstermiştir.
Bu âyetin iki şeye işaret ettiği belirtilmiştir: Birincisi, her insana verilen yol (kabiliyet ve yöntem) ki, bununla insan kendine faydalı olanı araştırır ve dünya işlerini yapabilir. İkincisi ise, gönderilen dinden şeriat kısmının açıkça bildirilmesidir. Âlemlerin Rabbi, yarattığı insana hem dünya hayatını nasıl yaşayacağının kabiliyetini, hem de uyacağı şer'î kuralları, toplumsal ve kişisel düzeni sağlayacak hükümleri göndermiştir. Kimilerine göre bu âyette geçen 'şeriat' kelimesi Kur'an ile bildirilen şeylere, 'minhâc' ise Peygamberimizin sünnetiyle ortaya konulan dinî hükümlere işaret etmektedir. 1881
Dinin Eşanlamlısı Olarak Şeriat: İslâm tarihi boyunca 'şeriat' kelimesi, 'Din'in eş anlamlısı olarak anlaşılmıştır. Birçok kaynakta Din ile şeriatın aynı mânâda kullanıldığını görmekteyiz. Ancak, Kur'an bu iki kelimeyi ayrı anlamlarda kullanmaktadır. Sözgelimi, Dinden kaynaklanan bir şeriat'tan söz etmektedir. “Allah, dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin' diye Din'den Nûh'a vasiyet ettiğini
1880] 5/Mâide, 48
1881] Râgıb el-Isfehânî, el-Müfredât, s. 379
ŞERİAT
- 483 -
ve sana vahyettiğimizi, İbrâhim'e, Mûsâ'ya ve İsa'ya da vasiyet ettiğimizi sizin için de teşrî' etti (şeriat yaptı). Senin kendilerini çağırmakta olduğun şey, müşrikler üzerine ağır geldi. Allah dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni hidâyete eriştirir.“ 1882
Din'in Bölümleri: Burada kastedilen 'teşrî' kılma' meselesi şüphesiz ki Din'in ahkâm bölümüdür. Kişi ve toplum hayatını düzenleyen kurallardır. Bu bakımdan şeriat, daha doğrusu İslâm şeriatı denildiği zaman akla, İslâm'ın miras, medenî ve idare hukuku; idari ve toplumsal kuralları, cezaları, emirleri, yasakları, ibâdet ve ahlâk hükümlerini içine alan bölümü akla gelmektedir. Bunu şöyle ifade etmek mümkündür: İslâm iki ana bölümden meydana gelmektedir: a- Akaid, yani inanç esasları, tevhid ilkeleri, b- Şeriat, fertle ve toplumla ilgili bütün sosyal, ekonomik, hukukî, ahlâkî ve ibâdet hükümleri.
İslâm bütün unsurları ve bölümleriyle bir bütündür. İnanç esaslarını ahlâkla ilgili kurallardan, ibâdetle ilgili hükümlerini fert ve aile hayatını düzenleyen kurallardan ayırmak mümkün değildir. İnanç ilkeleri ile ibâdeti düzenleyen kurallardan ayırmak mümkün değildir. İnanç ilkeleri ile ibâdeti düzenleyen İlâhî emirler arasında fark yoktur. Mü'minlere Allah için kulluk yapmayı emreden İslâm, kulluğun sınırını her alanda Allah'ın ölçüleriyle hareket etme noktasına kadar uzatmaktadır. Onlara namazı emreden din, ahlâklı olmayı da, ticarette dürüst olmayı; helâl yollardan para kazanmayı da emretmektedir.
Şeriat Kavramı ve Bazı Yanlış Değerlendirmeler: Modern sistemler, 'din özgürlüğü' derken din'in iman, ibâdet ve ahlâkının fert vicdanında yaşatılmasını ve toplumlarda dinî ilkelerin bir kültür olarak kalmasını kasdetmektedirler. Onlar bu anlayışlarıyla Kitab'ın bir kısmını alıp bir kısmını terkettiklerini ortaya koyarlar.1883 Bu düşünce biçimine sahip olanlar, Din'in ancak kendi sosyal statülerini destekleyecek, konumlarına zarar vermeyecek kısmına râzı olurlar. Onların yanında Din, hayata yön veren bir inanç değil, bir vicdanî kanaat veya bir kültürel değerdir. Böyleleri, Din'in kendilerinin ve toplumun hayatına yön vermesini ve bütünüyle etkin olmasını istemezler. 1884
Bu düşünce biçimine sahip olanlar, Allah'ın gönderdiği Din'i ve O'nun emirleri ve tavsiyelerini kendi toplum modellerine aykırı gördükleri için beğenmezler. Kendileri, insanlar ve toplumlar için, Allah'ın gönderdiği temel inançlardan farklı olacak şekilde hüküm koyarlar, yani şeriatlar oluştururlar. Allah (c.c.) böyleleri hakkında bakınız ne buyuruyor: “Yoksa oların birtakım ortakları mı var ki, Allah'ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine şeriat kıldılar? Eğer 'fasıl-karar' kelimesi olmasaydı, elbette aralarında hüküm hemen verilirdi. Gerçekten zâlimler için acıklı bir azap vardır.“ 1885
Allah'ın vahy ile gönderdiği Din'in iman ilkeleri Allah'ın hükmü olduğu gibi; namaz, oruç, zekât, iyilik etme, sadaka verme ve benzeri ibâdetler; aynı zamanda, 'şöyle evlenin, mirasınızı şöyle pay edin, şu suçlara ceza verin, insanlarla şöyle ilişki kurun, Allah'tan şöyle korkun, adâleti yerine getirin' gibi emirler de Allah'ın hükümleridir. Bunların arasında ibâdet (kulluk) olarak fark yoktur. Rabbimiz tarih boyunca insanlara tek bir Din'i, İslâm'ı göndermiştir. Bu dinin temel
1882] 42/Şûrâ, 13
1883] 2/Bakara, 85
1884] 22/Hacc, 11
1885] 42/Şûrâ, 21
- 484 -
KUR’AN KAVRAMLARI
inanç esasları değişmemiş, hep aynı kalmıştır.
Ancak bu Din'in dünya işleriyle ilgili, ferdî, âilevî, sosyal, hukukî ve idârî konulardaki hükümleri, yani şeriatları zamanlara ve toplumlara göre değişiklik göstermiştir. Esasen bu İlâhî şeriatın temel prensipleri de değişmemiştir. Ancak ikinci derecede önemli olan birtakım ibâdet, muâmelât (ilişkiler), sorumluluk ve cezalar tarihin akışı içerisinde az da olsa değişikliğe uğramıştır. Bu değişikliğin amacı, Din'in özünün farklı olması değil, farklı coğrafya ve şartlarda yaşayan insanların müslümanlığının daha iyi olmasını sağlamak, onların sorunlarını daha kolay çözmek içindir.
İlk peygamberden son peygambere kadar bütün peygamberler bir şeriatla sorumlu tutulmuşlardır. Bir sonra gelen elçi, ya bir önceki peygamberin tebliğ ettiği şeriattan sorumlu oluyor, ya da bazı küçük değişikliklerle yeni bir şeriatı tebliğ ediyordu. İslâm şeriatı, öz açısından aynı kalmış ve Hz. Muhammed’le (s.a.s.) tamamlanmış, son şeklini almıştır.
Rabbimiz Peygamberimize bu şeriatın verildiğini söyledikten sonra ona uymaya dâvet ediyor: “Sonra seni de bu emirden (bu işten) bir 'şeriat' üzerinde kıldık; öyleyse sen ona (o şeriata) uy ve bilmeyenlerin hevâ (istek ve tutku)larına uyma. Çünkü onlar, Allah'tan gelecek hiçbir şeye karşı kesin olarak seni bağımsız kılamazlar. Hiç şüphesiz zâlimler, birbirinin velîsidirler. Allah ise, muttakîlerin velîsidir.“1886 Böylece Hz. Muhammed’in (s.a.s.) tebliğ ettiği İlâhî şeriat, kendin önceki bütün şeriatları yürürlükten kaldırılmıştır. Artık kıyâmete kadar bütün inananlar bu İslâmî şeriata uymak durumundadırlar.
İslâm Şeriatının Özellikleri: Bu arada şunu da söylemekte fayda var: İslâmî şeriatlar genellikle bir peygamberin adına nisbet edilirler. Yani Nûh şeriatı, Mûsâ şeriatı, İsa şeriatı, Muhammad (s.a.s.) şeriatı denilebilir. Çünkü peygamberler tebliğ ettikleri Din'in, aynı zamanda kendi ümmetlerine âit şerit hükümlerini de tebliğ ediyorlar ve uyguluyorlardı.
İslâm şeriatı, Kur'an'a ve Peygamberimizin sünnetine dayanır ve bu esaslar değişmez. Şeriat hükümleri genel hatlarıyla bu iki kaynakta bulunmaktadır. Ancak, bu iki kaynakta bulunmayan birçok sorunun cevabı icmâ ve kıyas, yani ictihad ile her zaman bulunabilir. Bu da İslâm fıkhıdır ve ihtiyaca göre değişebilir. Bütün toplumların sorunları Kur'an'a ve Sünnet'teki temel prensiplere uygun olarak her devirde ve her coğrafyada çözülebilir. Unutmamak gerekir ki, hakkında kesin delil (nass) olan hükümler, zaman ve şartlara göre değişmez. Bunun dışında kalan hükümler, yerine ve toplumun faydasına göre değişebilir, yeni çözüm yolları bulunabilir. İslâm şeriatı, İslâm'ın ahkâmı olduğu için iman edenlerin nasıl ibâdet edeceklerini düzenler, onların toplum düzenini korur, hakları sahibine verir, 'nasıl bir insan, nasıl bir toplum?' sorularının cevabını karşılar.
İslâm şeriatının şu özellikleri vardır:
1- İslâm şeriatı, kurallarının Allah'ın koyduğu bir şeriattır.
2- Bütün insanların yararını gözetir, belli bir grubun ve belli bir toplumun değil.
1886] 45/Câsiye, 18-19
ŞERİAT
- 485 -
3- İnsanın yaratılışına uygundur, zorlamacı değildir.
4- Kıyâmete kadar geçerli olacaktır, çünkü Kur'an ayakta kalacaktır.
5- İnsanla ilgili her şeyi içerisine almaktadır.
6- Maddî ve mânevî yaptırımları aynı anda uygular.
7- Kur'an'a dayanmak şartıyla, ictihad sâyesinde her devirde, her yerde uygulanabilecek bir hayat sistemini sunmaktadır. 1887
Şer'î Hüküm
Şeriata ait amelî prensip, hakkında âyet, hadis veya icmâ bulunan veya temelde bu delillere dayanan ve İslâm'ın pratik yönünü oluşturan prensipler. Allah ve Rasûlünün emir, yasak, muhayyer bırakma veya bir kimsenin fiiline ilişkin iki şeyi birbirine bağlama özelliklerini taşıyan prensiplere “şer'î hüküm“ denir. Şer'î hükümler teklifi ve vaz'î hükümler olmak üzere ikiye ayrılırlar.
1- Teklifî hüküm: Şer'î hükümleri koyan Allah ve Rasûlünün mükellef olan Müslüman'dan bir fiili yapmasını veya yapmamasını istemesi yahut onu yapıp yapmama arasında serbest bırakmasıdır. Şâri'in, fiilin yapılmasını istemesi kesin ve bağlayıcı tarzda ise buna “farz“, kesin ve bağlayıcı tarzda değilse buna “mendub“ denir. Diğer yandan Hanefîlere göre, delil kesin olmakla birlikte hükme delâleti zannî olursa hüküm “vâcib“ derecesinde kalır. Kurban kesmek, vitir namazı gibi.
Şâri'in fiilin yapılmamasını istemesi kesin ve bağlayıcı tarzda ise buna “haram“, kesin ve bağlayıcı tarzda değilse buna da “mekruh“ denir. Şâri'in, mükellefi fiilin yapılıp yapılmaması arasında serbest bıraktığı fiile ise “mubah“ denir.
Buna göre, teklif hükümler farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh ve müfsid (ibâdeti veya akdi bozan) hüküm olmak üzere çeşitli kısımlara ayrılmıştır. Bu duruma göre teklif hüküm bir işin yapılmasını veya yapılmamasını istemeyi yahut da iki seçenek arasında serbest bırakılmayı kapsamaktadır. Namaz kılmak, zekât vermek ve hacca gitmek yapılması istenen hükme örnek verilebilir. İçki ve kumar yasağı, yapılmaması istenilene örnek teşkil eder. Yiyip içme ve meşrû olarak gezinme de yükümlünün serbest bırakıldığı hususlardandır.
2- Vaz'î hüküm: Allah ve Rasûlünün bir şeyi başka bir şey için sebep, şart veya mani kılmasıdır. Teklif hükümler asıl temel hüküm olup, vaz'î hükümler bunların uygulanması sırasında ortaya çıkar. Meselâ Allah Teâlâ “Namaz kılın, zekât verin.“1888 buyurarak bunu mü'minlere farz kılmıştır. İşte bunların ifasının istenmesi “teklîfî“ bir hükümdür. Ancak namazın farz olması için aranan birtakım şartlar yanında, vaktinin girmesi de gereklidir. İşte namaz vaktinin girmesi, onun farz oluşuna bir “sebep“ teşkil eder. Zekâtta nisap miktarı malın üzerinden bir yıl geçmesi de zekâtın farz olmasının sebebidir.
Yine, Ramazan orucunun farz olması için, bu ayın girmesi, yani ramazan hilâlinin görülmesi, orucun farz kılınışına sebep teşkil eder. Hadiste; “Hilâli
1887] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, Beyan Y. s. 624-629
1888] 2/Bakara, 43
- 486 -
KUR’AN KAVRAMLARI
görünce orucu tutun, yine onu görünce oruca son verin“ denilmiştir. 1889
Şart'a örnek olarak, namaz için abdesti, mirasçılık için, mûris öldüğü tarihte vârisin hayatta olmasını, namazın geçerli olması için kıbleye dönülmesini ve nikâhın sahih olması için de şahitlerin bulunmasını zikredebiliriz.
Mâni için de “öldürme“ ve “dinden dönme“yi örnek verebiliriz. Bir kimse Kur'an'da belirlenen hısımlarına mirasçı olabilir. Fakat bu hısımlardan birisini öldürdüğü takdirde, öldürdüğü bu kişiye mirasçı olamaz. Böylece normalde uygulanması gereken bir hüküm, ortaya çıkan “öldürme“ engeli dolayısıyla uygulanmamaktadır. Hadiste, “Öldüren için miras hakkı yoktur“ buyrulur.1890 Yine dinden dönen kimse de Müslüman olan hısmına mirasçı olamaz. Burada normal şartlarda mirasçı olması mümkün iken, ortaya çıkan “dinden dönme“ engeli yüzünden miras alamamaktadır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Müslüman gayri müslime mirasçı olamaz.“1891 “Ayrı dinden olanlar birbirine mirasçı olamaz.“ 1892
Teklîfi hüküm ile vaz'î hüküm bazen bir tek nass'ta birleşebilir. Meselâ, “Hırsızlık yapan erkekle, hırsızlık yapan kadının yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesin.“1893 âyetinde hem hırsızlık suçunun cezası olan ve teklîfi nitelikte bulunan el kesme hükmü, hem de hırsızlık fiilinin bu cezanın sebebi kılınması yani vaz'î hüküm yer almıştır.
Yine; “İhramdan çıkınca avlanabilirsiniz.“1894 âyetinde, hem ihramdan çıktıktan sonra avlanmanın mubahlığı (teklîfi hüküm), hem de ihramdan çıkmanın avlanmanın mubah sayılmasına sebep kılındığı birlikte yer almıştır. Şu âyetlerde ise sadece teklîfi hüküm yer almış, sebep, şart veya mânî zikredilmemiştir: “Namazı kılın, zekâtı verin.“1895; “Ey iman edenler, akitleri yerine getiriniz.“1896 Şu hadiste ise yalnız vaz'î hüküm olan sebebin yer aldığı görülür: “Allah temizlik olmaksızın namazı kabul etmez.“ 1897
Kur'ân-ı Kerim'de Şeriat Kavramı
Yol açmak ve düz yol anlamına gelen şeriat ve şir' kelimesi, daha sonra İlâhî yol anlamında kullanılır olmuştur. Ş-r-a kökünden gelen kelimeler, toplam 5 âyette geçer: 5/Mâide, 48; 7/A'râf, 163; 42/Şûrâ, 13, 21; 45/Câsiye, 18. Râgıb el-Isfehânî, Şeriatla ilgili 5/Mâide, 48. âyette iki şeye işâret olduğunu belirtir:
1) insanların yararı ve ülkenin bayındırlığı konusunda Allah'ın her insana izleyeceği yolu belirlemesi. Buna şu âyetle işâret edilir: “... Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık...“ 1898
2) (Önceki peygamberlerle ilgili) Şeriatlerin değiştiği ve neshin (yürürlükten
1889] Buhârî, Savm 11; Muslim, Sıyâm 4, 18
1890] İbn Mâce, Diyât 14
1891] Buhârî, Ferâiz 26; Müslim, Ferâiz 1
1892] Tirmizî, Ferâiz 16; Ahmed bin Hanbel, II/187, 190
1893] el-Mâide, 5/38
1894] 5/Mâide, 2
1895] 2/Bakara, 43
1896] 5/Mâide, 1
1897] Nesaî, Zekât 48; İbn Mâce, Tahâret 2; Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 32-33
1898] 43/Zuhruf, 32
ŞERİAT
- 487 -
kaldırmanın) sözkonusu olduğu, Allah'ın bahşettiği/belirlediği ve gönüllüce izlemesini emrettiği dinî hükümler. Şu âyet de bunu gösterir: “Seni de din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Ona uy. Bilmeyenlerin hevâlarına/heveslerine uyma.“ 1899
42/Şûrâ, 13 ve 21.âyetlerde geçen şeriat (“şerea“ fiili) için Râgıb, şöyle der: Bu âyetler, bütün dinlerin/milletlerin birleştiği ve nesih sözkonusu olmayan usûle işâret eder; Allah'ı tanımak (iman etmek) gibi.1900 Bütün dinlerin ortak inanç temeli, Allah'ı tek tanrı edinmektir.
“Şeriat“ kelimesi ise bir âyette geçer: “Seni de din konusunda şeriat (alâ şerîatin mine'l-emr) sahibi kıldık. Ona uy. Bilmeyenlerin hevâlarına/heveslerine uyma.“1901 Şeriat, İslâmî kaynaklarda, iki mânâda kullanılmıştır:
1) Din ve millet kelimeleri gibi, bir bakış açısından İslâm'ı (din) ifâde etmek için kullanılır. Bu anlamda din, İslâm, şeriat, millet aynı mâhiyetin farklı isimleridir.
2) Dinin ibâdet ve hayat düzeni (muâmelât) ile ilgili kısmını ifâde için kullanılır. Bu mânâda şeriat, İslâm'ın bütünü değil, bir parçasıdır. 1902
Yukarıdaki ikinci anlamıyla şeriat, Kur'an hükümlerini, sünneti ve tarih boyunca geliştiği biçimiyle ve çeşitliliği içinde fıkıh denilen İslâm hukukunu içerecek şekilde genişletilmiştir. Bu anlamda şeriat, Kur'an'da açıklanan ve hadislerde geçen hukukî kurallar, daha sonra tefsirler, şerhler, görüşler, ictihadlar, fetvâlar ve yargı kuralları için kullanılmaya başlanarak, şeriat denince fıkıh anlaşılır olmuştur. 1903
“Sana da, daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere Kitab'ı (Kur'an'ı) gönderdik. Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet; sana gelen hakkı/gerçeği bırakıp da onların hevâlarına/arzularına uyma. (Ey ümmetler!) Herbirinize bir şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (Şeriatler ve yolda sizi deneyip imtihan etmek için (böyle yaptı). Öyleyse hayırda/iyi işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri (n gerçek tarafını) O haber verecektir.“ 1904
(Sana şu tâlimâtı verdik:) Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların hevâlarına/arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmında seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüzçevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zâten fâsıktır/yoldan çıkmışlardır.“ 1905
“O size, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettigimizi, İbrâhim'e, Mûsâ'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi sizin için şeriat (hukuk düzeni) yaptı. Fakat kendilerini çağırdığın bu nizam, Allah'a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.“ 1906
1899] 45/Câsiye, 18; Râğıb el-Isfehânî, el-Müfredât, s. 379
1900] el-Müfredât, s. 379
1901] 45/Câsiye, 18
1902] Hayreddin Karaman, Laik Düzende Dini Yaşamak, s. 134
1903] Vecdi Akyüz, Kur'an'da Siyasî Kavramlar, s. 419-421
1904] 5/Mâide, 48
1905] 5/Mâide, 49
1906] 42/Şûrâ, 13
- 488 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri dinden kendilerine şeriat yapan (kanun koyan, Allah'a eş koştukları) ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.“ 1907
“Sonra seni de emrimizden bir şeriat üzerine kıldık. Sen ona uy ve bilmeyenlerin hevâlarına/istek ve tutkularına uyma.“ 1908
“Biz, her ümmete, uygulamakta oldukları bir ibâdet tarzı (mensek) gösterdik. Öyle ise onlar (ehl-i kitap) bu işte seninle çekişmesinler. Sen, Rabbine dâvet et. Zira sen, hakikaten dosdoğru bir yoldasın.“ 1909
“İnsanlar (aslında) bir tek ümmet (millet) idi. Bu durumda iken Allah, müjde verici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren Kitapları da indirdi...“ 1910
“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine (ulu’l-emre) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, -Allah'a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Rasûl’e götürün (onların tâlimâtına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha iyidir.“ 1911
“Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri (münâfıkları) görmedin mi? Zira tâğutu inkâr etmeleri kendilerine emrolunduğu halde, tâğutun önünde muhâkemeleşmek (ve tâğutların kendilerine hükmetmesini) istiyorlar. Hâlbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.“ 1912
“Onlara ‘Allah’ın indirdiğine (Kitab’a) ve Rasûl’e gelin (onlara başvuralım)’ denildiği zaman, münâfıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün.“ 1913
“Hayır! Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda (ey Rasûlüm,) seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam mânâsıyla kabullenip teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.“ 1914
“Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana Kitab’ı hak ile indirdik; hâinlerden taraf olma!“ 1915
“...İnsanlardan korkmayın, Benden korkun. Âyetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.“ 1916
“...Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin, fâsıkların ta kendileridir.“ 1917
“Sana da, daha önceki Kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere Kitab’ı (Kur’ân’ı)
1907] 42/Şûrâ, 21
1908] 45/Câsiye, 18
1909] 22/Hacc, 67
1910] 2/Bakara, 213
1911] 4/Nisâ, 59
1912] 4/Nisâ, 60
1913] 4/Nisâ, 61
1914] 4/Nisâ, 65
1915] 4/Nisâ, 105
1916] 5/Mâide, 44
1917] 5/Mâide, 45, 47
ŞERİAT
- 489 -
gönderdik. Artık aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet; sana gelen gerçeği bırakıp da onların hevâlarına/arzularına uyma. (Ey ümmetler!) Herbirinize bir şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şeriatlerde) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse hayır işlerinde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri (n gerçek tarafını) O haber verecektir.“ 1918
“(Sana şu tâlimatı verdik:) Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların hevâlarına/arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki, (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu zaten fâsıktır, yoldan çıkmışlardır.“ 1919
“Yoksa onlar (İslâm öncesi) câhiliyye hükmünü (idaresini) mü istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?“ 1920
“...Hüküm, ancak Allah’ındır. Çünkü O, gerçeğe uyar ve O, sağlam hüküm verenlerin en hayırlısıdır.“ 1921
“...Dikkat edin, iyi bilin ki, hüküm, yalnız O’nundur ve O, hesap görenlerin en çabuğudur.“ 1922
“(De ki:) Allah’tan başka bir hakem mi arayacağım? Hâlbuki size Kitab’ı açık olarak indiren O’dur...“ 1923
“(Ey Muhammed!) Sen, sana vahyolunana uy ve Allah hükmedinceye kadar sabret. O, hâkimlerin en hayırlısıdır.“ 1924
“Siz Allah’ı bırakıp sadece sizin ve atalarınızın taktığı (birtakım anlamsız) isimlere tapıyorsunuz. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm, Allah’tan başkasının değildir. O da kendisinden başkasına ibâdet/kulluk etmememizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.“ 1925
“...Hüküm ancak Allah’ındır. Onun için ben yalnız O’na tevekkül edip dayandım. Dayananlar yalnız O’na dayansınlar.“ 1926
“...Bir toplum, kendilerini değiştirmedikçe Allah, onlarda bulunanı değiştirmez...“ 1927
“...Onların (göklerde ve yerde olanların) O’ndan başka bir yöneticisi yoktur. O, kendi hükmüne/hükümranlığına kimseyi ortak etmez.“ 1928
“(Bazı insanlar) ‘Allah’a ve Peygamber’e iman ettik ve itaat ettik’ derler; ondan sonra da içlerinden bir grup yüz çevirir. Bunlar mü’min değildir. Onlar, aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Peygamber’e çağrıldıklarında, bakarsın ki içlerinden bir kısmı yüz
1918] 5/Mâide, 48
1919] 5/Mâide, 49
1920] 5/Mâide, 50
1921] 6/En’âm, 57
1922] 6/En’âm, 62
1923] 6/En’âm, 114
1924] 10/Yûnus, 109
1925] 12/Yûsuf, 40
1926] 12/Yûsuf, 67
1927] 13/Ra’d, 11
1928] 18/Kehf, 26
- 490 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çevirip dönerler. Ama eğer (Allah ve Rasûlü’nün hükmettiği) hak kendi lehlerine ise, ona, gönülden bağlı olarak saygı ile gelirler. Kalplerinde bir hastalık mı var, yoksa şüphe ve tereddüt içinde midirler? Ya da Allah ve Rasûlünün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır; asıl zâlimler kendileridir. Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Rasûlüne dâvet edildiklerinde, ‘işittik ve itaat ettik’ demek, sadece mü’minlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat eder, Allah'a huşû (saygı) duyar ve ittika edip O’ndan sakınırsa, işte asıl bunlar bedbahtlıktan kurtulanlardır.“ 1929
“İşte O, Allah’tır. O’ndan başka ilâh/tanrı yoktur. Önünde de, sonunda da hamd O’nundur; hüküm O’nundur. Ve ancak O’na döndürüleceksiniz.“ 1930
“Yoksa kötülükleri yapanlar Bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kadar kötü (ve yanlış) hüküm veriyorlar!“ 1931
“Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.“ 1932
“...İnsanlar arasında hak ve adâletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma; yoksa bu seni Allah yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır.“ 1933
“...Allah’ın hükmü budur. Aranızda O hükmeder. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.“ 1934
“Size ne oluyor? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?“ 1935
“Allah, hâkimler hâkimi (hüküm verenlerin en üstünü) değil mi?“ 1936
“...Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden böyle davrananların cezâsı, ancak, dünya hayatında rezillik/rüsvaylıktır. Kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduğunuzdan asla gâfil değildir.“ 1937
Hadis-i Şeriflerde Şeriat Kavramı
“Kim Bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur; kim Bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur. Kim Benim emîrime itaat ederse Bana itaat etmiş; kim de Benim emîrime isyan ederse Bana isyan etmiş olur.“ 1938
“Dinleyin ve itaat edin! Üzerinize tâyin olunan vâli/yönetici, başı siyah kuru üzüm gibi Habeş’li bir köle olsa bile sizin aranızda Allah’ın kitabını uyguladığı müddetçe dinleyin ve itaat edin.“ 1939
1929] 24/Nûr, 47-52
1930] 28/Kasas, 70
1931] 29/Ankebût, 4
1932] 33/Ahzâb, 36
1933] 38/Sâd, 26
1934] 60/Mümtehıne, 10
1935] 68/Kalem, 36
1936] 95/Tîn, 8
1937] 2/Bakara, 85
1938] Buhârî, Ahkâm 1; Müslim, İmâre 33; Nesâî, Bey’at 26
1939] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 37; Nesâî, Bey’at 27
ŞERİAT
- 491 -
“Müslüman bir kimseye, kendisine ma’siyet (Allah’a isyan, günah hususlar) emredilmediği müddetçe, hoşlandığı ve hoşlanmadığı (her) hususta (İslâm devleti yöneticisini) dinleyip ona itaat etmesi gerekir. Eğer ma’siyet emredilirse, ne dinlemek vardır, ne de itaat!“ 1940
“Allah'a isyan konusunda yaratılmışlara itaat edilmez.“ 1941
“Benden sonra sizin (yönetim) işinizi birtakım insanlar üzerine alacaklar, sünneti söndürecekler, bid’atı ihdâs edecekler (uyduracaklar), namazı vakitlerinden geciktirecekler.“ Bunun üzerine İbn Mes’ud Rasûlullah’a sordu: “Ben onlara yetişirsem ne yapmalıyım?“ Rasûlullah şöyle buyurdu: “Ey Ümmü Abd’in oğlu! Allah’a isyan edene itaat olmaz!“ 1942
“Müslüman bir halka, Allah’ın görüp gözetmek üzere idâreci kıldığı hiçbir kul yoktur ki, onları aldatıp (zulmetmiş) olduğu halde ölürse muhakkak Allah ona cenneti haram etmiş olmasın.“ 1943
“Müslümanların idare işini üzerine alıp da onlar için çalışmayan ve hayır istemeyen hiçbir âmir yoktur ki, onlarla (müslümanlarla) birlikte cennete girebilsin.“ 1944
“İslâm’ın tutunulması gereken kulpları (yapılması gereken emirleri) tek tek çözülecek; herbir kulp koptukça insanlar önlerindekilere benzeyecekler. O kulpların ilki hüküm (hâkimiyetin Allah’ın olması, Kur’an’la hükmedilmesi), sonuncusu da namazdır.“ 1945
Hz. Peygamber’e “cihadın hangisi efdaldir?“ diye sorulunca: “Zâlim sultana karşı hakkı söylemektir.“ 1946
Şeriatlerin Esasta Birliği
“O size, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettigimizi, İbrâhim'e, Mûsâ'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı.“1947 Bu âyette bütün peygamberlere vahyedilen din yasalarının ruh birliğine işaret edilmiştir. Allah; Nûh'a, İbrâhim'e, Mûsâ'ya ve İsa'ya tavsiye ettiği din esaslarını, Hz. Muhammed (s.a.s.) vâsıtasıyla müslümanlara da meşrû kılmıştır. Din Allah'a kulluk ve ibâdet yoludur. Bütün peygamberlerin getirdiği inanç prensipleri aynıdır. Öteki peygamberlere vahyedilen temel inançlar, Hz. Muhammed’e (s.a.s.) de vahyedilmek sûretiyle yeni müslümanlara, tevhid ümmetlerinin yolunda gitmeleri emredilmiştir. Hz. Muhammed'e vahyedilenlerin özü, önceki peygamberlere vahyedilenlerden farklı değildir. Bütün peygamberlere ve ümmetlere dini doğru uygulamaları ve dinde ayrılığa düşmemeleri emredilmiştir.
“Senden önce hiçbir peygamber göndermemiştik ki: 'Benden başka ilâh/tanrı yoktur,
1940] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839; Tirmizî, Cihad 29, hadis no: 707; Ebû Dâvud, Cihad 96; Nesâî, Bey’at 34; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2864; Ahmed bin Hanbel, 6/111
1941] Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839
1942] Ahmed bin Hanbel, 5/301, hadis no: 3790; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2865
1943] Buhârî, Ahkâm 8
1944] Müslim, İman 229, hadis no: 142
1945] Ahmed bin Hanbel, 5/251; İbn Hibban, Sahih, hadis no: 257; Hâkim, el-Müstedrek, 4/92
1946] Ahmed bin Hanbel, 5/251; İbn Mâce, Fiten 20, hadis no: 4011-4012; Tirmizî, Fiten 13, hadis no: 2175; Ebû Dâvud, Melâhim 17
1947] 42/Şûrâ, 13
- 492 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bana kulluk ediniz' diye vahyetmiş olmayalım.“1948 âyetinde buyrulduğu gibi bütün peygamberlere yalnız Allah'a ibâdet/kulluk yapmaları vahyedilmiştir. Zâten İslâm'ın mânâsı da Allah'a teslim olmak demektir. Bu anlamda İslâm, bütün peygamberlere gönderilen dinin adıdır, anlamıdır. Bütün dinlerin özü İslâm, yani Allah'a tapmak, yalnız O'na teslim olmaktır. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Biz peygamberler topluluğu, baba bir kardeşleriz, dinimiz birdir.“1949 buyurmuştur.
Mâide sûresinin 48. âyetinde her ümmet için bir şeriatın, yani hukuk sisteminin, bir davranış tarzının belirlenmiş olduğu bildirilmektedir. Bu şeriatlerin hepsi tevhid temeline dayanır. Fakat hukuk ve ibâdet şekillerinde farklar olması doğaldır. Toplumların ihtiyaçlarına göre gönderilen şeriatlerde tedrîcî değişiklikler yapılmıştır. Öndeki şeriatlerde haram olan bazı eylemler, sonraki şeriatte helâl kılınmış veya bunun tersi olmuş, gerekli şartları ortadan kalkan bazı hükümler neshedilmiştir (Nesh, şeriatlar arasında olur). Ancak inanç esasları hepsinde birdir.
Şeriat ve Laiklik: Kur'an'a göre sadece bir tek makbul din vardır. O da Allah'ı birleme (tevhid) ve Allah'a kulluk/ibâdet dini olan İslâm'dır. İslâm kelimesi, dillere göre değişik olsa da, aynı rûhu taşıyan dini (tek hak dini) anlatmaktadır. Bütün peygamberler aynı inanç ve temel yasaları getirmişlerdir. Bu dinin temel niteliği olan tevhid aynı olmakla beraber, şeriat kısmı ulusların şartlarına göre farklılık gösterir. Şeriat ayrılığı doğaldır.
Laikliğe gelince; Din işlerinin devlet işlerinden ayrılması, devlet işlerine dinin karıştırılmaması, devletin dinden bağımsız olması demektir. Laik devlet, bütün dinlere ve dinsizliğe eşit ve tarafsız bakar. (Ama Türkiye'de laiklik İslâm düşmanlığı, devletin din işlerine istediği gibi ve istediği kadar karışması, dini yönlendirmeye kalkması, sınırlarını daraltması, kendi boyasını, yorumunu, kanunlarını, ilkelerini dinin izahı ve yaşanması için alternatifine izin verilmeyen mecbûrî kabulü şeklinde anlaşılıp uygulanmaktadır. Dini sadece -o da kurallarını kendi belirleyerek- câmi ve vicdan gibi alanlara hasrederek/hapsederek güya dine özgürlük verilmiş ve din karşısında tarafsızlık yapılmış olmaktadır. Özgürlük verilen bir-iki alanda da Allah'ın dini olan İslâm'a değil; ilkelere, anayasa ve yasalara uygun hale getirilmiş, atmalar ve katmalarla tahrif edilmiş devlet dininin anlatılıp öğretilmesine bu hak(!) lutfen verilmiştir. Siyasal alanda, resmî kurumlarda, yasama ve yürütmede, kamusal alanda resmî din Kemalizm başta olmak üzere başka dinlerin hâkim olmasını, İslâm'ın da bu alanlarda gündeme getirilmesine bile izin verilmeyeceğini dikte edip dayatmak şeklinde anlaşılıp uygulanmaktadır. Dini devletten ayırdığınızda dini kuşa benzetip güçsüzleştirdiğiniz, dini devletsiz yaptığınız gibi; dini devlete karıştırmayıp devleti dinden ayırdığınızda da, devleti dinsiz yapmış olursunuz. Laiklik de işte bu zulüm ve fâciaları gerçekleştirmek için vardır. Laiklik, aslında dinsizlik değil; çok dinliliktir, yani çağdaş şirktir.)
Laiklik bir düzen olarak uygulanan bir sistemdir. Birey bazında laiklik olmaz. Çünkü özel hayatında laik olmak, hayatına dini karıştırmamak demektir. Bu ise din ile tüm ilgiyi kesmek anlamına gelir ki, dünyada dinle tüm ilişkisini kesen insan sayısı çok azdır. Zaman zaman Allah'ı düşünen, O'nun huzurunda sorumluluğa inanıp bunun gereklerini yapan, namaz kılan veya evinden besmele ile
1948] 21/Enbiyâ, 25
1949] Buhârî, Enbiyâ 48; Müslim, Fedâil 145
ŞERİAT
- 493 -
çıkan, Cuma ve bayramlarda olsun namaz kılan, ara-sıra Kur'an okuyan (veya para vererek bâtıl yollarla da olsa ölmüşlerine Kur'an okutan), hâsılı hayatının bazı aralıklarında da olsa dinsel iş yapan (yani yaşamasa ya da çok azını yaşasa dahi 'ben müslümanım' diyen) kimse, hayatına dini karıştırmaktadır. Onda din (şu veya bu ölçüde) vardır, öyle ise o kimse laik değildir, çünkü dinî duygu taşımakta; din, hayatının tamamına olmasa da bir kısmına egemen olmaktadır. Demek ki o, tamamen din dışı yaşamamaktadır. 1950
“Ben hem müslümanım, hem de laikim“ diyen kimse, kendi özel hayatında laik olduğunu iddia ediyorsa, bu, tutarlı bir söz değildir. Çünkü dinin çok az kısmını ve hayatının çok az kısmında da olsa) dini hayatına uygularken laiklikten ayrılmaktadır. Dünyada çok nâdir insan dinî duygudan tamamen uzak, dinle ilgisiz, yani laiktir. Dininin çok küçük bir gereğini yapan kimse, hayatına dini karıştırdığı için laik değildir, olamaz. Ama, bilinçli olarak insan ille de “ben laikim!“ diyorsa, bu kimseye müslüman demek de mümkün olmaz; yani insan hem laik hem müslüman olamayacağı için, ya müslümandır, ya da laik, yani dinlere karşı tarafsız, çok dinli, dini kendine karıştırmayandır.
Kur'an'a göre, toplumu Allah'ın indirdiği yasalar yönetmelidir. Allah, her topluma, peygamberleri aracılığı ile yasalar (şeriat) indirmiştir. Allah'ın indirdiği hükümleri/yasaları uygulamayanlar kâfir/nankör, zâlim ve fâsık/yoldan çıkmış olurlar. 1951
Şeriate Bağlılık ve İbâdet: “Tâğuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var. Müjdele kullarımı. Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah'ın kendilerini hidâyete/doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar sağduyu sahipleridir.“1952 “Size verdiğimizi kuvvetle tutun, içinde olanı hatırlayın ki, (azâbımdan) korunasınız.“ 1953
İslâm’ın, Önceki Peygamberlerin Şeriatlarıyla İlişkisi
a) İslâm bütün peygamberlere gelen dinlerin adıdır.1954 insanlık dünyaya peygamberle (Hz. Adem’le) gelmiştir. Zamanın şartlarına ve insanlığın ihtiyaçlarına göre Allahu Teâlâ peygamberleri değişik şeriatlere (hukuklarla) göndermesine rağmen; itikat (inanç) her peygamberde aynı olmuştur.
b) Önceki peygamberlerin tebliğ ettikleri dinler bir kavme gönderilmişti. Hz. Muhammed’e (s.a.s.) gelen İslâm, evrensel bir dindir. Yani tüm evrene ve bütün insanlığa Allah (c.c.) tarafından sunulmuş, kıyamete kadar geçerli olacak bir hayat şeklidir.
c) Hz. Muhammed’in (s.a.s.) tebliğ ettiği İslâm Dini, önceki peygamberlerin tebliğ ettiği dinlerin hükümlerini (şeriatlarını) nesh edip ortadan kaldırmıştır. Yani şu anda geçerli olan şeriat Hz. Muhammed’in (s.a.s.) şeriatıdır.
d) İslâm dini, Hz. Muhammed (s.a.s.)’den önce Allah (c.c.) tarafından gönderilen tüm kitapları ve peygamberleri tasdik eder.
1950] S. Ateş, Kur'an Ans., 19/326
1951] 5/Mâide, 45-47
1952] 39/Zümer, 17-18
1953] 2/Bakara, 63
1954] Bkz. 2/Bakara, 130-133
- 494 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şeriatte Hile Olur mu? Hîle-i Şer’iyye Denilen “Hîle-i Şerriyye“
“Cumartesi günü içinizden (yahûdilerden) azgınlık edenleri elbette bilmiş olacaksınız. Çünkü Biz onlara 'aşağılık maymunlar olun!' dedik. Biz onu (meshi/maymunlaşmayı), hâdiseyi bizzat görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret dersi, muttakîler için de bir mev'ıza/öğüt kıldık.“1955 Meshedilen, yani maymuna çevrilip sonra helâk edilen insanlar, dünyevîleştiklerinden, sırf dünya metaını elde etmek ve midelerini doldurmak için Allah’ın emrini yerine getirmediler; irâdelerini kullanmadılar. Allah da onları irâdesi olmayan, sırf midesi için yaşayan zelil ve maskara maymunlara çevirdi. İrâdelerini kullanmadan, Allah’a isyan ederek yaşayanlar, ancak hayvanlara benzerler. Çünkü insanlarla hayvanları birbirinden ayıran temel özelliklerden biri, insanların irâdelerini kullanabilme yeteneğine sahip olmaları, hayvanların ise bu yeteneğe sahip olmamalarıdır. Kim, dünyevîleşerek böyle birtakım dünyevî menfaatler sebebiyle Allah’ın emirlerini te’villerle yerine getirmezse; âkıbeti, mesholunan bu insanlardan farklı olmayacaktır. Allah’ın azâbı er veya geç onları yakalayabilir. Dünyada olmasa da âhirette.
İman, insanın ilâhî emir ve yasakları yüzeysel bir şekilcilikle değil; fikrî, rûhî ve amelî boyutlarıyla derin bir teslimiyet ve itaat bilinci içinde karşılaması gerektirir. Düşünceyi şekilcilikle tasmalamaya çalışmak, itaate dayalı hedefleri açısından düşünceyi düşünce adıyla oyuncak haline sokmaktır. Allah, cumartesi eylemini, verilen söze aykırı bir hareket saymıştır. Hâlbuki onlar emrin, şeklî ve harfî mânâsına karşı gelmemişlerdi. Çünkü onlardan istenen, cumartesi günü avlanmamalarıydı ve onlar, bu emre güya karşı çıkmamışlardı. Onu şeklen uygulamışlardı. Fakat onlar, cumartesi günündeki bu avlanmanın neticesini dolaylı bir yolla elde etmenin hilesini bulmuşlardı. İşte bundan dolayı dünyevî ve uhrevî cezaya çarptırılmışlardı.
Çünkü emir ve yasaklara, zâhiren şekilsel olarak uyuyor görüntüsü verip ilâhî emirlere hileyle yaklaşmak, aslında itaatin içeriğini tersyüz edip isyan etmek olduğu gibi, alay anlamı da taşır. Emir ve yasakla ve hatta o hükmü koyan ile dalga geçmek ve onu hafife almak demektir. Sanki Allah’ın, kalplerden geçeni, niyetleri, emredilen hükümdeki hedeflerin saptırıldığını dâhil her şeyi bildiğine inanmamak, onun kandırılabileceğini vehmetmektir.
Bütün bu tavırlar, üzülerek belirtelim ki İslâm tarihinde, bazı geleneksel din ve fıkıh yorumunda ve günümüz müslümanlarında da ortaya çıkmaktadır. “Hîle-i şer’iyye“ yani, “şeriat’e uygun (!) hile“ diye isimlendirilen bu şeytanî anlayış, aslında “hile-i şerriyye“ (büyük şer ve kötülüğe sebep olan hile)dir. “Hîle-i şer’iyye“ yi câiz görenler, “hîle“nin anlamını çare, çözüm, beceriklilik, çıkış yolu mânasında kullandıklarını belirtirler. “Hîle“nin asıl anlamı, başkasını kurnazca aldatmak, yanıltıp kandırmak, sahtekârlık, düzenbazlıktır. İslâm tarihinde ve fıkhî tartışmalarda “hulle“ ve “iyne satışı“ gibi konularda daha çok görülür, yemin ve talâk konularında çok geniş bir alana yayılarak, hîleden (hîleye sıcak bakan bazı kimselerin daha çok bu konulardaki fetvâlarından) yararlanılır. Kanuna, şeriate karşı hilenin üç unsuru vardır. a) Yapılan muâmelenin şekil bakımından kusursuz ve hukuka uygun olması, b) Kanun koyucunun, şâriin vaz ettiği normun ruhuna ve maksadına aykırı bir sonuç doğurması, c) Hile kasdı.
1955] 2/Bakara, 65-66
ŞERİAT
- 495 -
Meselâ, borç verdiği kişiden faiz almak isteyen bir kimsenin herhangi bir malını ona 1 milyara veresiye satıp, aynı malı 700 milyona peşin satın alması gibi. Burada şekil yönünden hukuka uygun iki alışveriş işlemi arkasına gizlenmiş, alışverişin meşrûiyetinin amacına aykırı bir sonuç (fâiz alma) elde edilmiş ve bu muâmele o maksadı gerçekleştirmek üzere yapılmıştır. Bu tür alışverişe “iyne satışı“ denir. Peygamberimiz, bu konuda şöyle buyurur: “İnsanlar dînar ve dirhemlerin (küçük ve büyük paranın) peşine düşer, iyne satışı yapar, havancılıkla uğraşır ve Allah yolunda cihadı terk ederlerse, Allah onlara bir belâ indirir ve bu belâyı yeniden dinlerine dönünceye kadar da kaldırmaz.“1956 Mümkündür ki bu belâ, mesh kavramıyla ifade edilen maymunlaşma belâsıdır.
Bu konudaki bir uygulama örneği, Hz. Âişe’den şöyle nakledilir: Zeyd bin Erkam’ın ümmü veledi olan bir kadın O’na dedi ki: “Ey mü’minlerin annesi, Zeyd’e veresiye sekiz yüz dirheme bir köle sattım. Sonra onu ondan altı yüz dirheme peşin satın aldım.“ Hz. Âişe bunun üzerine şöyle dedi: “Ne kötü bir satım, ne kötü bir alım yaptın. Zeyd’e şunu bildir ki, eğer tevbe etmezse Rasûlullah (s.a.s.) ile yaptığı cihadın sevâbını kaybetmiş olur.“1957 Günümüzde özel finans kurumlarının faizden (şeklen) kurtulup, faiz geliri gibi kâr elde etmek için iyne satışına tümüyle benzer şekilde kredi verdiğini biliyoruz. Hîle-i şer’iyye için meşhur ve kesinlikle câiz olmayan bir örnek olan hulle için asr-ı saâdetteki şu olayı biliyoruz: Rifâa el-Kurazî hanımını boşadığında kadın tekrar Rifâa’ya dönebilmek için Abdurrahman bin Zebîr ile nikâhlanınca Rasûlullah onun maksadına işaretle fiilen evlilik hayatı yaşamadıkça eski kocasına dönemeyeceğini ifade etmiştir. 1958
Haram olan bir şeyi, hileli yollarla şeklen ve zâhiren helâl görüntüsü vermenin ve bu şekilde haramları işleme suçunun ve cezasının çok büyük olduğunu, “mesh olayı“nın sebebi olan “cumartesi ashâbı“nın yaklaşımından ve daha dünyadayken başlayan feci cezadan öğreniyoruz. Müslüman, Allah’a, O’nun hükümlerine teslim olan demektir. Bu teslimiyet ve itaat bilinci, insanın ilâhî emir ve yasakları yüzeysel bir şekilcilikle değil; fikrî, rûhî ve amelî boyutlarıyla hükümleri yaşamak ve basit çıkarlarına ters düşse bile gönülden gelen rızâ ile boyun eğmektir.
Bunun aksine, itaatteki ruhu görmezden gelip varsa fetvâları istismar etmek, fetvâsını alsa bile selîm kalbine danışmamak, hileli işlere sarılmak, Allah’ın rızâsını ve cenneti riske atmak demektir. Böyle bir anlayışın dünyadaki cezası mesh değilse bile en azından Peygamber lisanıyla dünyada üzerine bir belâ indirilmesine ve yeniden dinlerine dönünceye kadar da belânın kaldırılmamasına sebep olacaktır. Mümkün ki, bu inen belâ, mesh olmayacak, insan şekil olarak maymunlaşmayacaktır; ama karakter ve ahlâk yönünden, irâdesi olmayan, sırf midesi için yaşayan zelil ve maskara maymunlara benzeyecektir. Dünyevîleşen, sırf dünya metaını elde etmek ve midelerini doldurmak için Allah’ın emrini oyuncak edinenlerin cezası maymunlaşmaktır. Birtakım dünyevî menfaatler sebebiyle Allah’ın emirlerini geçersiz, gayr-ı meşrû te’villerle yerine getirmeyen, zâhiri/görüntüyü kurtarmakla yetinenlerin âkıbeti, mesholunan bu insanlardan farklı olmayacaktır.
1956] Ebû Dâvud, Büyû 54, Melâhim 10; Ahmed bin Hanbel, II/42
1957] Ahmed bin Hanbel, 4/469
1958] Buhârî, Şehâdât 3, Talâk 4; Müslim, Talâk 1-2, 4
- 496 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mesh’e uğrayıp maymunlaşan Cumartesi yasağını çiğneyen kavmin suçu, kendilerine ibâdet için tahsis edilen/ayrılan güne hile karıştırmaları; şeklen ibâdet gününe uyar görünüp gerçekte uymamalarıydı. Biz de, ibâdet için tahsis edilen zamanları, meselâ namaz vakitlerini, cumâ saatlerini gerektiği gibi değerlendirmez, görevlerimizi yapmazsak bizden önceki toplumların suçunu işlemiş oluruz. İbâdetleri yapar görünür de istenildiği şekilde rûhen icrâ etmeye uğraşmayıp gerçek anlamıyla kulluğumuzu yerine getirmezsek, benzer cezaya uğrama endişe içinde olmalıyız. İbâdete ayırdıkları zamanda bile dünyayı, midelerini düşünüp dünyevîleşenlerin durumu ve başlarına gelenler, sonraki nesillere ibret, muttakîlere de öğüttür.1959 Onlar, ilâhî yasağa (cumartesi yasağına) uymadıkları için bu cezaya çarptırıldılar; biz de İlâhî yasaklara uymayınca, hele bunlara mâzeret uydurup kılıflar uydurunca, benzer cezalara çarptırılmaktan korkmalıyız.
Bazı Tasavvuf Erbâbının Şeriatı Basite İndirgemesi
Tasavvufta şeriat, bir dış yapı olarak ele alınmış ve işin içyüzüne hakikat denilmiştir. Şeriatten hakikate giden yola tarikat denir. Şeriat, kabuk kabul edilmiş, tarikat ve hakikat öz olarak değerlendirilmiştir. Şeriatın emirlerine uyup tarikata girmeyen kişiler, işin kabuğunda kalmakla itham olunmuşlardır.
Mutasavvıflar, şeriate direkt cephe almaktan çekinmişler, benzetmelerle onu hafife almayı tercih etmişlerdir: “Dinin şeriat kısmı, cevizin ham ve yeşil olan dış kabuğuna, tarikat kısmı, sert olan iç kabuğuna, hakikat kısmı yenilecek olan içine, mârifet kısmı ise cevizin aslına ve mâhiyetine benzer. Bal, bal denilmekle ağız tatlanmayacağı gibi, bir cevizin yeşil kabuğu ısırılmakla da, ondan ağıza bir tad gelmez. Asıl tad, cevizin içinin yenilmesindedir. Bununla beraber, cevizin ta kendisi olabilmek daha iyidir. İşte mutasavvıflar, ilme'l-yakîn (bilmek), ayne'l-yakîn (bulmak) ve hakka'l-yakîn (olmak) gibi üç kelime ile özetle ifâde ettikleri mânânın da bu olduğunu söylerler. Yalnız cevizin adını işitmek, sonra onu arayıp bulmak, hatta yemek kâfi değil; cevizin ta kendisi olmak da lâzımdır. Bu dört mertebenin birincisi şeriattir, avâma (halka, aşağı tabaka, câhil kesim, ayak takımı) mahsustur. İkincisi tarikattir, havassa (üst tabaka, seçkinler, aydınlar, tarikat mensupları) mahsustur. Üçüncüsü hakikattir, havassü'l-havassa (seçkinlerin seçkini, tarikatın üst seviyesindekiler) mahsustur.“ Kastamonu'lu Şaban-ı Veli, bu dört yolu şu sûretle de ifâde etmiştir: Şeriat beden için; tarikat halk için, hakikat ruh için, mârifet Hak içindir.“ 1960
Şeriatın benzedildiği cevizin ham ve yeşil olan dış kabuğu yenilmez acılıktadır. Sadece cevizi korur. İçindeki gıda veren tatlı cevize ulaşmak için yeşil kabuğu ezmek ve kırmak gerekir. Üst kabuğu kırmadan içe ulaşılmaz. O yüzden cevize (hakikate) ulaşmak için şeriatın kırılması, o kabuktan kurtulunması gerekmektedir. Verdikleri örnekten yola çıkarak şeriatın ne kadar basit, kabuk ve aşılması gereken husus olduğu vurgulanır. İşin özü kabul edilen “hakikat“in ne olduğu bize göre çok belirgin değildir; kendileri tevil ve yorumlarla bu özün ancak tasavvufa gönül verenlere açılacağı gizli ve büyük hazine olduğunu belirtirler. Onlara göre, kabukta kalanlar zâten bunları anla(ya)maz. Bu ve benzeri örnek ve ifâdelerden şeriatın içinde hakikat olmadığı, hakikatin daha derinde ve daha
1959] 2/Bakara, 66
1960] Osman Ergin, Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun Hayatı ve Şahsiyeti, s. 230
ŞERİAT
- 497 -
başka şey olduğu anlatılmış olur. Şeriat ilmi ve yaşayışı, hakikat ilmine ve yaşayışına aykırı olduğu belirtilmiş olur. Bu hakikatin İslâm mı, küfür mü demek olduğu kimsenin aklına gelmez ve sorgulanmaz. Çünkü kullandıkları kelimeler, kavramlar hep İslâmî kavramlardır. Hakikate karşı çıkmak gibi bir suçlamayı göze alan pek çıkmaz. Zâten tüm toplum tarafından kabul görülen bu tasavvuf anlayışına karşı çıkmak cesâret isteyecektir. Ama şeriatın hakarete uğraması pek önemli kabul edilmez, ona bu sataşmalar müslümanlar tarafından bile olmadık tevil ve hatalı hüsn-i zanlarla müsâmaha bulur. Olan da şeriata olur. Bugün halk arasında şeriatı öcü gibi görülmesinde, onun gerçek İslâm'dan, Kur'an'dan ayrı bir şeymiş gibi kabul edilip yer yer çatılmasında bu geleneksel din anlayışı haline gelen yaklaşımın büyük payı vardır.
Zâhir-Bâtın Ayrımı: Dinin bir zâhiri, bir de bâtını olduğu konusunda Şia ile tasavvufçuların inancı aynıdır. Zâhir, avâm halkın nassların zâhirinden anladığı mânâdır. Bâtın ise, nasslardan kastedilen ve hakiki ilim kabul edilendir ki, onu da ancak şiaya göre imamlar, tasavvufçulara göre de velîler (evliyâ) bilir. Tasavvufçuların nassların bu şekilde bâtınî açıklanmasına hakikat, diğer zâhirî tarzda açıklanmasına şeriat adını vermiş, hakikatin velilere, şeriatın avam halka olduğunu söylemişlerdir. Gazâlî'nin “Lâ ilâhe illâllah“ın avamın imanı, “lâ huve illâ huve“nin havassın imanı olduğunu söylediği bilinmektedir. Şeriat âlimlerine “zâhir ve kışır bilgisi âlimleri“ deyişleri de meşhurdur. Şeriatta, kabukta kalmış olanlar, ibâdetlerini ve haramlardan kaçınmalarını cennet arzusu ve cehennem korkusu için yaparlar diye suçlanılır. Kendileri, cenneti küçük görme, onu istememeyi mârifet olarak görür ve gösterirler. Tabii ki şeriat kitabı Kur'an, bizden cehennemden sakınıp cenneti talep etmemizi ister, bizi cennete özendirir, azâbın dehşetinden korkutur.
Bazı tasavvuf kitaplarında ve günümüzdeki tasavvufçuların önemli bir kesiminde şeriat aleyhtarı gibi görünmenin doğru olmayacağı yaklaşımından, gerçek tasavvufun şeriata bağlılık olduğu slogan halinde tekrarlandığı da görülür. Ama tuhaftır ki; şeriata bağlı kalmadan gerçek tasavvuf ehli olunamayacağı gibi ifadelerle, şeriatın hafife alınması, işin özünün şeriat aşılarak ulaşılabilecek hakikat olduğu gibi çelişkilerle beraber ifadelendirilir. Ve şeriatla, tevhidle bağdaşmayacak gavs, kutub gibi yarı tanrılar, tanrı özelliği gösteren kerâmet/olağanüstü haller sahibi kişilerin evliyâ kabulü, türbe ve bâtıl vesileye verilen önem, şefaatçilik gibi inanış ve anlayışlarla, Peygamberimiz'in yapmadığı şekilde zikir ve değişik ibâdetlerle bid'at ve hurâfeler şeklindeki uygulamalar değerlendirildiğinde, şeriatın kaynaklarıyla izah edemedikleri hususlar için de “keşif“, “ilham“, “rüyâ“ gibi birçok gayr-ı meşrû delile sarıldıkları bilindiğinde, yukarıdaki sloganlarındaki samimiyetlerinin ölçülmesi için mihenk taşı olmalıdır. Tarihte, istisnâlar dışında medresede eğitim görmeyen, hattâ medresede okutulan ilimlere ve oradan yetişen âlimlere çatıp sataşan bir olumsuz tavırla tekkelere dolup tasavvufa meyleden kişilerin yine medrese vb. yerlerde ilim tahsil etmeyen ve âlim olmayı küçük görüp daha kıymetli olduğu yorumuyla ârif olmayı seçmiş, şeriatı küçük görüp şeriat bilgisi olmamasını fazilet gibi takdim etmiş kişilerin hocalığı altında ne kadar şer'î bilgiler almış olduklarını düşünebiliriz. Hele günümüzde daha çok avamdan insanların ya da şeriat bilgileri tahsil etmemiş farklı alanlarda yüksek tahsil yapmış az sayıdaki kişilerin şeriat bilgilerinin ne kadar sınırlı ve yetersiz olduğu değerlendirilebilir. Bununla birlikte şeyhler tarafından
- 498 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bunlara ne derece şer'î eğitim tavsiye edilmektedir? Tavsiye edilen kitapların kahir ekseriyeti yine tasavvufçu kişilerin eseri, sohbetlerde atıfta bulunulan örnek kişilerin hemen hepsi o yolun yolcusu olduğu için, insanların şeriata bağlılığı ne kadar olabilecektir? Bazı muvahhid gençlerin tevhidî esaslarla bağdaşmadığını âyet ve hadisleri delil getirerek tasavvufçulara anlattığında hiç olumlu bir netice alınamadığı da, şeriatın en temel delillerinin bile onlara niçin etkili olamadığının altı deşinilince, konuyla ilgili bahsettiğimiz problem kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
İşi biraz daha ileriye götürüp haramı helâl, helâlı haram ilân edenlere de rastlanır. Allah'ın dininde, şeriatta haram-helâl bütün müslüman kullar için sözkonusu iken, bunların din anlayışında bu haram ve helâller yalnız basit ve sıradan insanları (avâmı) bağlayan kurallar olarak sunulabiliyor ve kendilerinin bunlardan muaf olduğunu ileri sürebiliyor. Bu anlayış, kamuoyunda kabul görmediği için bunları tüm bu ekol sahipleri direkt olarak savunmazlar. Ama içlerinden bu anlayışta olanları inkâr da edemezler. Ayrıca, bu anlayışın temelini besleyen yaklaşımları hemen bütün tasavvufî kitap ve sohbetlerde bulmak mümkündür: Örneğin bir şeyhi içki içerken ve kadınlarla işret halinde gören mürîdin bu görünenlerin zâhir olduğunu düşünmesi, bâtınında ise mübâreklerin kim bilir ne halde olduklarını düşünmeleri, şeyhinin yanlış yapma ihtimalini aklından bile geçirmemesi tavsiye olunur. Böyle olunca, helâl-haram hudûdu insana göre değişmiş olacaktır. Şeyhin şeriata aykırı sözleri ve davranışları varsa, mürîde düşen bunları güzel bir yolla tevil etmesi, tevil edemiyorsa “vardır bir hikmeti“ demesi, ama kesinlikle eleştirmemesi, hatta hata olarak düşünmemesi gerekecektir. Ama kendisi şeyhinin eline, ölünün yıkayıcısına teslim olması gibi teslim olup her konuda itaat edecektir.
Kaynağı itibarıyla şeriat-hakikat ikilemi şeriatın zâhirî ve bâtını ikilemine râcidir. İslâm'ın başında müslümanlar bu ayrımı yapmamışlardır. Bu ayrım her şeyin zâhiri ve bâtını olduğu gibi Kur'an'ın, hatta Kur'an'dan her âyetin ve her kelimenin bir zâhiri bir de bâtını olduğunu söyleyen Şia ile başlamıştır.
Marifet ve Hakikat İddiası: Tasavvufçular dinin özü ve cevherine ulaşma iddiâları yanında onun hükümlerini küçümsemeyi ve onlara muhâlefeti bayraklaştırmayı da ihmal etmemişlerdir. Bu hükümleri zâhir, kabuk, şekil ve benzeri sıfatlarla niteleyerek bunlara muhâlefetin çok önemli olmadığı, önemli olanın cevher ve öz dedikleri mârifet ve hakikat olduğu havasını estirmişlerdir. Onun için bunlar arasında kemâle erdiğini tasavvur eden yahut erdiğini düşünenler artık teklifin kendilerinden kalktığını ve bu hükümlerin avam insanlar için olduğunu söylemekten kendilerini alamamaktadır. Nitekim günümüzde de aşk, sevgi, mârifet, hakikat, hümanizm ve hoşgörü sloganları arkasına sığınan ve dinin hükümlerini gözardı eden, hatta onlara inanmayan sayısız tarikat çevreleri bulunmaktadır.
Bu çevreler, yazılarında ve kitaplarında da bunu telkin ve teşvik etmekten de geri durmamaktadır. Bir-iki örnek verelim: “Namaz (sıtmaya yakalanmış bir hastanın) sağ elini, oruç sol elini, zekât ve sadaka sağ ayağını ve hac ile zikirler de sol ayağını tutsalar kalbi kötü ahlâklarından ileri gelen hastalıklarla mâlul olduğunda asla fayda vermez. Bir hâzik hekim demek olan mürşid-i kâmilin ilâcına muhtaçtır.“; “Buyurmuşlardır ki, ibâdetlerin yükte ağır, pahada hafifi ve pahada
ŞERİAT
- 499 -
ağır, yükte hafifi vardır. Abdest, namaz, oruç, hasenât ve her ne kadar zâhirî ibâdet ve tâat varsa, bunların hepsi yükte ağır, pahada hafiftir. Allahu Teâlâ'nın rızâsı, Rasûlullah (s.a.s.)'in sünnetleri ve mürşidin sözleri de, eski bakır gibi yükte hafif ve pahada ağırdır.“ 1961
Toplumda birtakım insanlar tarafından “kalbim temizdir, kalbime bak. Önemli olan kalp temizliğidir“ gibi sözlerin kullanılmasının kaynağı, bu nevi tasavvufî hikmetler(!) olsa gerek.
Muhammed Nazım Kıbrisî, ilim ve âlimi şu şekilde küçümsemekte ve aşağılamaktadır: “Ali başka, veli başka. Dünyada ne kadar âlim varsa, o âlimlerin hepsinin ilmini bir velinin ilim denizine atarsan kaybolur... Öteki ulemâların okuduğu ilimleri onların okudukları kitapları, Avrupa'nın papazları da okur. Bizden fazla okurlar onlar... İlmi dilinde olan kimselerin bildiğini onlar (oryantalistler) bizden fazla biliyor. Lâkin ilmi kalbinde olanların ilminden onlar bîhaberdir. Kalpte olan ilim ledunnî ilimdir. Ledunnî ilmi papazlar alamaz.“1962 (Tasavvuf ilimlerinin büyük çoğunluğunun bu ilme dayandığı Ledunnî ilim, şeriatın ölçülerine göre buna ilim demek doğru olmaz. İslâm akaidiyle ilgili kitapların hemen tümünde yer alan “ilmin kaynakları“ arasında bu tür ilim yoktur. Tasavvufçular bunu Kur'an ve Sünnet ile bildirilenlerin dışında ve gaybdan gelen bilgi olarak kabul etmektedir. Doğrudan doğruya Allah tarafından tasavvufçuların kalplerine ilka edilen veya onların kalbinde doğan ilim olarak bilinmektedir.) “Zâhirî ilim, melekler arasında bulunup cennet ve cehennemi bilfiil gören şeytanı dahi kurtarmadı. Zira ilmi gırtlaktan yukarı kafasında kalmış, kalbine inmemişti. (Fâsit kıyas yaptı ve cennetten kovuldu).“1963 “Bilmiyorsanız ehl-i zikir (âlimler)'den sorun“1964 âyetindeki ehl-i zikirden maksat, evliyâullah hazerâtıdır.“ 1965
Tasavvufçular, Kehf Sûresinde geçen Hz. Mûsâ ile “sâlih kul“ arasındaki kıssadaki sâlih kulu Hızır adında bir ermiş kişi olarak nitelemiş ve anlatılan kıssanın mânâlarını, hedeflerini ve mesajını tahrif etmiş ve tasavvuf inancının temellerinden biri yapmışlardır. Bu kıssaya dayanarak zâhir bir şeriat ve ona muhâlif bâtın bir hakikat bulunduğunu, şeriat âlimlerinin hakikat âlimlerinin bazı davranış ve sözlerini yadırgaması veya eleştirmesinin yanlış olduğunu söylemişlerdir. Peygamber değil; Hızır adında bir velî kabul ettikleri “sâlih kul“a Hz. Mûsâ'nın itirazının nasıl anlamsız ve tuhaf bir şey ise, şeriat âlimlerinin de hakikat âlimlerini eleştirmesi veya onlara itiraz etmesinin yersiz ve anlamsız olduğunu iddia etmişlerdir. Yanlış olarak, veli olduğunu söyledikleri Hızır'ın (Kur'an'daki geçen ifâdeyle “sâlih kul“) vahil, ilham, akaid ve şeriat sahibi olduğunu söylemişler ve ilimlerinin büyük birçoğunu buna binâ etmişlerdir.
Hızır'ın kıyâmete kadar yaşadığını, şeriat ilimlerinden ayrı olan bâtınî ilimlere sahip olduğunu, peygamber olmayıp veli olduğunu, peygamberlerden gelen vahiy yolundan ayrı bir yolla kendisine ledunnî ilim dedikleri bir ilim geldiğini, bu ilmin Hz. Peygamber'in peygamberliğinden önce ve sonra her zaman bütün velilere indiğini, bu ilimlerin peygamberlere gelen ilimden daha üstün ve daha
1961] el-Hac Mehmed Nuri Şemsuddin en-Nakşibendi, Tam Miftâhu'l-Kulûb, s. 229, 300
1962] M. Nazım Kıbrısî, Tasavvufî Sohbetler, s. 90
1963] Ali Erol, Hâtıratım, s. 66
1964] 16/Nahl, 43
1965] Ramazanoğlu Mahmud Sami, Musâhabe, 6/145) (İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslâm, s. 272-273
- 500 -
KUR’AN KAVRAMLARI
büyük olduğunu iddiâ etmişlerdir. Nitekim “veli olan Hızır'ın işlediği bazı fiillerin anlamını ve izahını Hz. Mûsâ peygamber olduğu halde bilememiş ve veli olan Hz. Hızır'a uymak zorunda kalmıştır. Üstelik Hızır'dan birtakım bilgiler öğrenmek için onun yanına gitmiştir...“ diye iddia etmişlerdir.
Yine, veli olduğu halde Hızır nasıl peygamber olan Hz. Mûsâ'dan daha büyük ve daha bilgili ise, ümmetin velileri de şeriatın zâhirini bilen peygamberden daha büyük ve daha bilgili olduğunu, aynı şekilde hakikat âlimleri olan evliya yahut tasavvufçuların şeriat (zâhirî) âlimi olan âlimlerden daha büyük olduğunu dolaylı olarak iddiâ etmişlerdir. Yine, Hızır'ın evliyâ ile buluştuğu, bu hakikatleri onlara öğrettiği, kendilerinden tasavvufî ahidler aldığını söylemiş, tasavvufî hakikatlerin şeriat hakikatinden farklı olduğu ve bundan dolayı her velinin müstakil şeriatı bulunduğunu belirtmişlerdir.
Hemen belirtelim ki, kendisine Hızır adı takılan “sâlih kul“un veli olduğunu söyleyen kimi âlimler olmakla beraber, âlimlerin cumhûru onun peygamber olduğunu söylemektedir. Nebî olduğunu söyleyenlerin delilleri daha açık ve kesin gibidir. 1966
İddiâ olarak, hemen tüm tasavvufçular, sözlerinin “Kur'an ve Sünnetle kayıtlı“ olduğunu ifade ederler. Meselâ, tasavvuf kitaplarında şu ifâde yer alır: “Şeriata bağlı olmayan kişilerin havada uçtuğunu veya su üstünde yürüdüğünü görseniz bile o velî olamaz.“ Bu tür sözleri, tasavvufun Kur'an ve Sünnet dairesi (şeriat) içinde olduğuna delil gösterenler olabilir. Ama din anlayış ve yorumlarının bu ölçülere gerçekten bağlı olup olmadıkları herhangi bir tasavvuf kitabındaki ifâdeleri gözönüne getirince ortaya çıkmaktadır. Meselâ tasavvufun meşhurlarından en-Nablusî'nin vahdet-i vücûdun Kur'an ve Sünnetten alındığını söyler. Yeryüzündeki ve evrendeki bütün varlıkların Allah'ın kendisi veya görünen şekli olduğunu söyleyen putperest bir anlayışın bile Kur'an ve Sünnetten alındığını iddiâ edecek bir yaklaşım, sözlerinin ve eylemlerinin Kur'an ve Sünnete, yani şeriata bağlı olduğunu niye iddiâ etmesin? Örnek olarak Gümüşhanevî'nin şu sözlerine bakalım: “Şeriata muhâlif olan tarikat, dalâlettir, felâkettir ve hatta küfürdür. Herhangi bir hakikat ki Kitap ve Sünnette uymazsa, fâsıklık ve zındıklıktan başka bir şey değildir.“1967 Bu ifadenin bir sayfa sonrasında yer alan şu sözlerin şeriatla bağdaştığını nasıl söyleyeceğiz?: “Şeriat sözler, tarikat fiiller, hakikat haller, mârifet de servetin başıdır.“ Şeriatın hangi hükmü hakikat değildir ki, diğer hükümlerine bu isim verilmiş olsun? İslâm'ın bu ayrımını Kur'an ve Sünnet mi yapmıştır, Rasûlullah (s.a.s.) döneminde tarikat mı vardı ki, şeriatı (ya da dini) bu şekilde kısımlara ayırsın ve değişik isimlerle isimlendirsin? Bu anlayış, şeriattan (Kur'an ve Sünnetten) takvâyı çıkarmışlar, onu kendi anlayışlarıyla yorumlayıp tasavvuf ve tarikate mal etmeye çalışmışlar; fetvâ ayrı, takvâ ayrı demişler, takvâyı elde etmenin yolunun şeriatten değil; tasavvuftan geçtiğini dillendirmişlerdir.
Ve bu anlayışta şeriata ters, Kur'an ve Sünnetle bağdaşmayacak din anlayışlarını savunan nice yanlışlara şâhit oluyoruz. Birkaç örnek verelim: Tasavvufun en büyük hanım evliyâsı Râbia şöyle der: “Ateşinden korktuğum yahut cennetini
1966] Bu konudaki deliller ve tasavvuf anlayışının iddiâlarının çürütülmesi için bak. İ. Sarmış, Tasavvuf ve İslâm, s. 70-81
1967] Gümüşhanevî, Veliler ve Tarikatlarda Usûl, Pamuk Y. İst. 1977, s. 267
ŞERİAT
- 501 -
umduğum için Sana ibâdet etmedim. Sana sadece zâtın için ibâdet ettim.“ Yunus Emre'nin de bu anlayışı şöyle tekrar ettiğini biliyoruz: “Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç hûri / İsteyene ver onları / Bana Seni gerek Seni.“ Görülüyor ki, Rabia ve Yunus (ve onların bu sözlerini tasvip eden tasavvuf), Allah'ın mü'minlere sâlih amelleri için vaad ettiği cenneti beğenmiyor veya yeterli görmüyor, onun yerine İsrâiloğullarının Hz. Mûsâ'ya “Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız“1968 dedikleri gibi, Allah'ın zâtını görmek istiyor. Hâlbuki hiçbir peygamber âhiret için böyle bir istekte bulunmamıştır. Kaldı ki, hayır ameller için mükâfat olarak Kur'an ve Sünnet cenneti vaad ederken, onları istememek veya Allah'ın zâtını istemek Kur'an ve Sünneti takmamak değil midir? Bid'at ve sapıklıklara dalan kimi tasavvufçuların Allah'ın dininden nasıl uzaklaştıkları açıkça görülüyor. Bu uzaklıktan dolayıdır ki, Şeyhu'l-İslâm Ebussuud Efendi, Yunus Emre'nin cennet ve nimetlerini hem istemeyen, hem küçümseyen sözleri için “küfür“ demektedir.1969 Allah'ın örnek gösterdiği kadınlardan biri olan Hz. Âsiye'nin duâsını Kur'an öğretiyor: “Allah, mü'minlere de Firavn'un karısını misal gösterdi. O, 'Rabbim, bana katında, cennette bir ev yap, beni Firavn'dan ve onun yaptıklarından koru, beni zâlimleri topluluğundan kurtar' demişti.“1970 Yüce Allah'ın takdirle andığı ve Kur'an'ında zikrettiği, mü'minlere örnek gösterdiği sâliha kadın Âsiye, cennette kendisine bir ev yapması için Allah'a yalvarıyor ve duâ ediyor. Firavun'un eşi yanında adı bile anılmaya değmeyecek olan Râbia ise, cenneti istemiyor... 1971
“Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri dinden kendilerine şeriat yapan (kanun koyan, Allah'a eş koştukları) ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.“1972 Bu âyette uydurdukları hurâfeleri Allah'ın dini, şeriatı gibi gösterenler reddediliyor. Onların, Allah'ın izin vermediği, râzı olmadığı dini kendilerine yasalaştıran, şeriat yapan, meşrû gösteren ortakları mı olduğu, inkâr tarzında soruluyor. Bu sorudan Allah'tan başka kimsenin din hükmü koyma yetkisinin olmadığı kesin şekilde anlaşılıyor. Zira Allah'tan başka ilâh yoktur. Allah, insanların Kur'an'a uymayan geleneklerini din yapmalarına izin vermemiştir. Bu gelenekler, Allah'ın din hükümleri değil, şeytan öğütleridir. Allah böyle şeylerden râzı olmaz. Şâyet ezelde kullarına bir süre vermeyi, cezâlarını ertelemeyi veya âhirete bırakmayı kararlaştırmış olmasaydı derhal aralarında hüküm verilip helâk edilirlerdi. Fakat Allah ezelî kararı uyarınca onların cezâlarını ertelemekte, (hidâyetleri ve) uslanmaları için fırsat vermektedir. Onlar, zamanı gelince şiddetli bir cezâya çarpılacaklardır. 1973
Bir de şu ifâdelere bakalım: “Şeriat, tarîkat yoldur varana / Hakîkat, ma'rifet andan içeru.“1974 Tasavvuf anlayışında, en azından yetersiz bir şeydir şeriat, başka şeylerle takviyesi gerekir. Yunus Emre'nin şu sözlerinde bu anlayış çok net görülür: “Mumlu baldır şeriat, yağı anın tarikat / Dost için yağı bala ya niçin katmayalar?“
1968] 2/Bakara, 55
1969] Bak. Ebussuud Efendi, Fetvâlar, s. 87, Mesele 353, İst. 1972
1970] 66/Tahrîm, 11
1971] İ. Sarmış, Tasavvuf ve İslâm, s. 227-232
1972] 42/Şûrâ, 21
1973] S. Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 19, s. 323-324
1974] Yunus Emre
- 502 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şathiye; Şeriatle Bağdaşmayan, İsyanla Dolu Tasavvufî Söz ve Şiirler
Şath: Üzerinde bönlük, saçmalama ve dâvâ kokusu olan sözdür. Böyle bir şeye kalkışmak, gerçeklere göre sürçmektir, suçtur.1975 Kelimenin kök anlamında sözde ölçüyü kaçırmak anlamı vardır. Şatah da; çelişkili ifâde, latîfe, mizah demektir; çoğulu şatâhat'tır. Şatah, çürük sözler olarak da tanımlanır. Şatha âit sözlere şathiye denir. Türk tasavvuf edebiyatında ciddi bir düşünce veya duyguyu, çoğunlukla da İslâm inançlarını ve şeriatın hükümlerini iğneleyici ve alaylı bir şekilde anlatan şiirlere şathiye denir. Bu tür şiirlere daha çok tekke şâirleri rağbet göstermişlerdir. Hatta bu nedenle şathiye yerine; şathiye-i sûfiyâne terimi kullanılır. Allah ile senli-benli, şakalı bir edâ ile konuşur gibi yazılan şathiyelerde daha çok inançlar, sözkonusu edilir ve alaylı bir dil kullanılır. Bazıları saçma sanılan bu sözlerin, yorumlandığında tasavvufla ilgili türlü kavramlara değindiği görülür. Şeriate aykırı veya mânâsız gibi söylenen düşüncelerin, aslında vahdet-i vücut felsefesindeki görüşleri bildirdiği kesindir. Tasavvuf ıstılahları arasında şathiyenin önemli bir yer tutmaya başlaması, vahdet-i vücut ekolünün yaygınlık kazanmasıyla paralellik gösterir.
Tasavvufla ilgili eserlerde şathiyelerle ilgili çok bol malzemeler görülür. Hallâc-ı Mansur'un “Ene'l-Hakk“ (Ben Hakk'ım/Allah'ım) sözü ile; Bayezid Bestâmî'nin “Sübhânî mâ a'zame şânî“ (Kendimi tesbih ederim, noksan sıfatlardan tenzih ederim, şânım ne yüce oldu) sözü yaygın olarak bilinen ve tüm tasavvufçularca tevil edilerek de olsa kabul edilen iki şathiye örneği olarak verilebilir. Yine, Bâyezid Bistâmî'ye âit: “Bir denize daldım ki, peygamberler o denizin sâhilinde durdu“ sözü de böyledir.
Tasavvufçulara göre şathiyye, “dıştan (zâhiren) ve ortalama (şeriatla ilgili) bilgilerle bakıldığı zaman şeriata aykırı imiş gibi gözüken, fakat tasavvufî/bâtınî anlamda bir hakikati ifâde eden söz ve deyişlerdir.“ 1976
Şathiye adı verilen bütün bu elfâz-ı küfrü tasavvufçular hiç eleştirmez, savunur ve sahip çıkarlar. Te'vil etmeye çalışırlar: Bunlar vecd halinde, bir nevi sarhoşluk ânında söylenen sözlerdir. Bu sözleri söyleyenler Allah'a o kadar yakın olmuşlar ki, bu samimiyetle senli-benli konuşmaya başlamışlar. Bunlarınki naz makamıdır, onlar için bu sözler câizdir; ama o makamlara erişmeyenlerin bu tür sözleri câiz olmaz... “Ben Hakk'ım, -hâşâ- Allah'ım“ diyenleri savunan ve bu sözlere teville karışık sahip çıkan zihniyetten beklenen tavır farklı olamazdı, denilebilir. Bunlar, iddiâ edildiği gibi, cezbe ve sarhoşluk zamanında (İçki içmeden insan nasıl sarhoş olur? Hz. Peygamberimiz veya ashâbdan böyle bir şey hiç nakledilmiş midir?) söylenmiş sözler değildir. Kitaplara geçmiş, tekrarlanmış, tasavvufçular tarafından dillendirilip kabul edilmiş, savunulmuş, hatta kutsal söz gibi kabul edilmiştir. Meselâ nakşibendîlerde ve diğer çoğu tarikatlarda kelime-i tevhid zikri olarak şeyhler tarafından müridlere vird olarak verilen ifadelerden biri: “Lâ mevcûde illâllah“ (Allah'tan başka mevcut -varlık- yoktur) sözüdür. Bunu, kendilerine göre belirli aşamaya gelmiş her tasavvufçu günde bilmem kaç bin defa söyler, tabii ki bunlar Allah'ın öğrettiği ve Rasûlü'nün uygulayıp tavsiye ettiği zikir/ibâdet cinsinden değildir, büyük ve fecî bir bid'attir.
1975] Seyyid Şerif Cürcânî, et-Ta'rîfât, s. 76
1976] Türk Dili ve Edebiyatı Ans. Dergâh Y. c. 8, s. 108
ŞERİAT
- 503 -
Saf zihinlerin olumsuz etkilenmesi, şeytanın onlara bu sözlerle vesvese vermesi gibi riskler içermesinden ötürü, Allah'tan af dileyerek, bunlardan bir kısmını konuya örnek olması için iktibas etme zarûreti duyuyorum. Zâten araştıran insan, bunları bu tasavvufçu şâirlerin eserlerinde ve onlardan alıntı yapan birçok tasavvuf kitabında kolaylıkla bulabilir.
“Sâlik, kâfir olmadıkça Müslüman olamaz, kardeşinin başını kesmedikçe Müslüman olamaz. Anası ile tezevvüc etmedikçe Müslüman olamaz.“ 1977
“Var kardaşın öldür, dahî avradın boşa, / Anana kâbin kıydır, Hakk'ı ıyân göresin.“ Sadeleştirip bugünkü dille söylersek: “Git, kardeşini öldür ve karını boşa, annenle nikâh kıydır, (Böylece) Allah'ı açıkça görmüş olursun.“ 1978
“Sekiz cennet yaptın sen Âdem için / Adın büyük, bağışla onun suçun / Âdem'i cennetten çıkardın, niçin? / Buğday nene lâzım, harmancı mısın?
Hafâya çekilip seyrâna durdun / Aklı yetmezlerin aklını urdun / kıldan ince köprü yaptın da kurdun / Akar suyun mu var, bostancı mısın?
Yüz bin cehennemin korkmam birinden / Rahmân ismi nâzil değil mi senden? / Gaffâruzzüznûbum demedin mi sen? / Affet günahımı, yalancı mısın?
Şânına düşer mi noksan görürsün / Her gönülde oturursun, yürürsün / Bunca canı alıp yine verirsin / Götürüp getiren kervancı mısın?
Bilirsin ben kulum, sen sultânımsın / Kalpde zikrim, dilde tercümânımsın / Sen benim canımda can mihmânımsın / Gönlümün yârisin, yabancı mısın?“ 1979
“Kıldan köprü yaratmışsın / Gelsin kullar geçsin deyû / Hele biz şöyle duralım / Yiğit isen geç a Tanrı.“ 1980
“Kıl gibi köpri gerersin geç deyû / Gel seni sen tuzağından seç deyû / Ya düşer ya dayanur yahut uçar / Kıl gibi köpriden âdem mi geçer? / Kulların köpri yaparlar hay içün / Hayrı budur kim geçerler seyr içün...“ 1981
“Hak Teâlâ Âdemoğlu özüdür / Otuz iki Hak kelâmı sözüdür. / Cümle âlem bil ki Allah özüdür / Âdem ol candır ki güneş yüzüdür.“ 1982
“Âdemi balçıktan yoğurdun yaptın / Yapıp da neylersin, bundan sana ne? / Halk ettin insanı saldın cihana / Salıp da neylersin bundan sana ne? / Bakkal mısın, teraziyi neylersin? / İşin gücün yoktur gönül eylersin / Kulun günahını tartıp neylersin? / Geçiver suçundan bundan sana ne? / Katran kazanını döküver gitsin / Mü'min olan kullar dîdâra yetsin / Emreyle yılana tamûyu yutsun / Söndür şu ateşi bundan sana ne? / Sefil düştüm bu âlemde nâçarım / Kıldan köprü yaratmışsın geçerim / Şol köprüden geçemezsem uçarım / Geçir kullarını bundan sana ne? / Behlül Dânâ'm eder cennet yarattın / Nice kulları cehenneme attın / Nicesin âteş-i aşk ile yaktın / Yakıp da neylersin bundan sana ne?“
1977] Mektubat, İmam Rabbani, 445. Mektup
1978] Yunus Emre
1979] Azmi Baba
1980] Kaygusuz Abdal
1981] Yunus Emre
1982] Seyyid Nesîmî
- 504 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Aşk katında küfr ile İslâm birdir / Her kanda mesken eylese âşık emîrdir.“ 1983
“Benem Hakk'ın kudret eli / Benem belî aşk bülbülü / Söyleyip her türlü dili / Halka haber veren benem.“ 1984
Söylediği şathiyeler/küfür lafızları devrinde muvahhid müslümanları kızdırmış ve ona karşı tavır alınmasına sebep olmuş olacak ki, Yunus Emre şöyle der: “Yûnus bu cezbe sözlerin / Câhillere söylemegil / Bilmez misin câhillerin / Nice geçer zamânesi.“ Böyle dediği halde, duramaz, nice şathiyeler döktürür. Bunlardan kimileri, sadece tasavvuf çevresinde değil; müslüman halk arasında da şöhret bulmuştur. Şu dörtlük onlardan biridir: “Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç hûri / İsteyene ver anı / Bana seni gerek seni.“
Devlet ve İslâm Devleti
‘Devlet veya dûlet’, değişmek, bir durumdan başka bir duruma dönmek, dolaşmak, nöbetleşe birbiri ardınca gelmek ve zafer kazanmak gibi anlamlara gelir. Bu kelimenin aslı olan ‘devl’ kökü, Kur’an’da bir yerde kullanılmaktadır ve dönüşümlü olmak, döndermek anlamındadır. “Biz o günleri insanlar arasında dönderir dururuz…“1985 ‘Devlet ya da dûlet’ biçimiyle de yine bir âyette geçmektedir. Ganimet mallarının taksimiyle ilgili bir konunun sonunda şöyle denilmektedir: “Ta ki o ganimet (ya da genel olarak servet ) sizden zengin olanlar arasında dolaşan bir ‘devlet-dûle’ (servet) olmasın.“ 1986
Bazı tefsirciler burada geçen kelimenin ‘devlet’ veya ‘dûlet’ şeklinde okunabileceğini açıklıyorlar. Buna göre ‘devlet-dûlet’ servet, baht, makam ve gâlibiyet gibi insanlar arasında bazen ona bazen buna devrolunan sevindirici nimet ve duruma verilen addır. Nitekim Türkçe’de, büyük bir nimete kavuşanlar için ‘başına devlet kuşu kondu’ şeklinde söylenilen bir deyim vardır. Kimileri de demişlerdir ki, ‘devlet’ şeklinde söylenirse devlet kavramı, yani zafer, galibiyet ve makam; ‘dûlet’ şeklinde söylenirse, mülk anlamı kasdedilir.1987 Buna göre ‘devlet’ kelimesinin sözlük anlamında; elden ele dolaşan, bir ona bir buna geçen güç, makam ve üstünlük gibi şeyler vardır.
Siyasî Anlamıyla Devlet: Tarihî gelişimi içerisinde bu kelime giderek, bir siyasí yapılanma, belli bir gücü elinde bulundurma ve egemenliğe sahip olma durumunu ifade etmeye başlamıştır. Bugün ‘devlet’ diye ifade edilen gücün, kelimenin sözlük anlamıyla ince bir bağlantısı vardır. ‘Devlet’ bir gücü ve belli bir üstünlüğü temsil etmektedir. Ancak bu güç sabit değildir, bir onun bir bunun elinde durmakta, sürekli el değiştirmektedir.
Bugün ‘devlet’ deyince, manevi bir kişiliği, anayasal bir düzeni olan, egemenlik sahibi, sınırları belli bir ülke üzerinde kurulu, bir hükümete ve ortak kanunlara sahip teşkilat (örgüt) akla gelmektedir. Devlet kavramının tanımı noktasında çok farklı görüşler vardır. Bunun sebebi hemen herkesin olaya kendi ideolojisi, kültürel kimliği ve aldığı eğitim açısından bakmasıdır. Herkes onu, kendi anlayışı
1983] Seyyid Nesîmî
1984] Yunus Emre
1985] 3/Âl-i Imran, 140
1986] 59/Haşr, 7
1987] R. Isfehânî, Müfredât, s. 252
ŞERİAT
- 505 -
doğrultusunda tanımlamaktadır.
Kur’an, çok açık şekilde devletten, devletin yapısından bahsetmez. Böyle bir şey zaten Kur’an’ın konusu değildir. Çünkü Kur’an bir hidâyet rehberidir ve insanlara Allah’a nasıl kulluk yapılacağının, dünya hayatının nasıl yaşanacağının, hangi ilkelere uyacaklarının genel hatlarını gösterir. Ancak Kur’an, yönetimden, âdil yöneticilere itaatten, mü’minlere iktidar verilmesinden, yönetici peygamberlerden, saltanat sahibi kralların azgınlıklarından, Allah’ın indirdiği ile hükmedilmesinden, suçluların cezalandırılmasından, adâletle hüküm verilmesinden sık sık bahsediyor.
Kur’an’da çok miktarda siyasí kavram ve siyasetle ilgili pek çok prensip olmasına rağmen ‘Íslâm’da bir yönetim şekli yoktur’ demek doğru değildir. Kaldı ki gönderilen bütün peygamberler, aynı zamanda kendi toplumlarının yöneticileri idiler. Onlar, insanları Din’e davet edipte sonra onları kendi halleriyle başbaşa bırakmamışlardır. Onları Allah’ın indirdikleriyle yönetmişler, aralarındaki sorunları ilâhí ilkelerle çözmüşlerdir.
Şüphesiz devlet anlayışı ve devletin örgütlenişi tarih boyunca bir gelişme göştermiştir. Ancak, yönetim, kanun, hukuk, hâkimiyet, hükümranlık ve benzeri şeyler hep devlete beraber düşünülmüş şeylerdir. İslâm tarihinde ‘devlet’ kelimesinin kavram olarak kullanılması Abbâsîler döneminden itibaren başlamıştır. Sevinçli günlerin sırasının Abbâsîlere geldiğini ifade etmek üzere ya kelimenin sözlük anlamından hareket ederek, ya da ‘devlet’ kelimesinin geçtiği âyetten esinlenerek ‘devlet’ sözü kullanılmıştır. Zira ‘devlet’ kelimesinde mutluluk ve kutlu olmak anlamları da vardır. İktidarın el değişmesi, mevcut yönetimlerin iyi veya kötü olarak nitelendirilmesi, yönetime bağlılıklar ve karşı oluşlar bu kelime ile ifade edilmiştir.
Batılılaşma hareketlerinden sonra da İngilizcedeki ‘state’ kelimesinin karşılığı olarak ‘devlet’ kelimesi tam olarak yerleşmiştir. Biz ‘devlet’ konusundaki çok farklı görüşleri ve geniş açıklamaları bir tarafa bırakıp, İslâm'ın tavsiye ettiği yönetim anlayışına kısaca değinmek istiyoruz.
İster ‘devlet’ diyelim, isterse başka bir ad verelim, yönetim olayının ilk insanla başladığı açıktır. İki insan bir araya gelse aralarında bir hukuk olayı meydana gelir. Toplu olarak yaşamaya mecbur olan insanların hukuksuz, yönetimsiz ve yöneticisiz olmaları mümkün değildir. Bir yöneticinin veya yönetimin yetkisinde belirli kurallara uyan topluluklar huzuru, toplumsal düzeni sağlarlar. Kuralsız, hukuksuz, yönetimsiz, başsız topluluklarda huzur ve düzen değil; kaos, anarşi ve düzensizlik vardır.
Müslümanların Tarihinde Devlet: insanı başıboş bırakmayan Rabbimiz, onlara elçiler göndererek dünya hayatlarını nasıl yaşayacaklarını bildirmiş, uymaları gereken kuralları ve hukuku da onlara haber vermiştir. Peygamberimiz (s.a.s.) Medine’ye hicret ettikten sonra İslâmî yönetimin genel esaslarını bizzat kendisi uygulayarak göstermiştir. O, vahy doğrultusunda insanların dâvâlarına bakıyor, suçları önlemek için tedbir alıyor, gerekirse suçluların cezalarını veriyor, saldırgan düşmana karşı ordu çıkarıp savaşıyor, kimileriyle barış imzalıyor, çeşitli ülke yöneticilerine elçi gönderiyor, onlardan gelen elçileri kabul ediyordu. Allah’ın hükümlerini yerli yerinde uyguluyor, ticaret emniyetini sağlıyor ve gerekirse
- 506 -
KUR’AN KAVRAMLARI
denetliyor, insanların eğitimleri için kurumlar tesis ediyor, emirler veriyor, diplomatik ilişkiler kuruyordu.
Şüphesiz bütün bunlar bugün ‘devlet’ denilen örgütün yaptıklarının benzeri idi ve o günün şartlarına uygundu. Peygamberimiz (s.a.s.) dikkat edilirse mescidde namaz kıldırıp, insanları irşad etmekle kalmamış, toplumun bütün sorunlarıyla ilgilenmiş, mü’minler topluluğunu sevk ve idare etmişti. O, ibâdet, vaaz ve irşad işlerini kendine, yönetim ve hükümranlık işlerini dinle ilgisi olmayan siyasîlere bırakmadı. Böyle bir şey İslâm'ın ilkelerine ters olurdu.
Peygamberimiz'in vefatından sonra Râşid Halifeler döneminde İslâmî devlet modeli daha da gelişti ve kurumsallaştı. Yönetim şekli Emevîlerle saltana dönüşse ve daha sonradan kurulan birçok İslâm devletinde saltanat kurumu korunsa bile; devlet yönetiminde ve hukuk alanında İslâm'ın genel prensipleri uygulanmaya çalışıldı. Râşid Halifelerin yönetimi, Peygamberimiz'in hayatını içine alacak şekilde, yani Asr-ı Saâdet hep bir model olarak düşünüldü. Çünkü bu model, İslâmî bir yönetimin bütün özelliklerini taşıyordu.
İslâmî bir yönetim biçiminde şûra, biat ve Allah’ın hükümlerinin hâkimiyeti ana temeldir. Biat sıradan bir oy vermek değil, Allah adına bir yöneticiye, o yönetici Allah’ın emrine uyduğu müddetçe bir bağlılık ve itaat sözüdür. Bu söz içerisinde itaat, mü’min olarak kamu alanındaki görevleri yerine getirme, yöneticiye hayırlı işlerde yardımcı olma, hem de kendilerine yönetim emaneti verilenleri denetleme görevi ve anlayışı da vardır.
Şûra, İslâmî devletin en belirgin özelliğidir. Bu yönetimde söz hakkı ne bir kişinin, ne bir sınıfın, ne çoğunluğun, ne de her sözü kanun olan diktatörlerindir. Şûra, bütün işlerde yöneticilerin yetkili kimselere, hatta gerekirse halka danışmasıdır. Hakka ve halkın yararına en uygun kararların alınma çabasıdır. İslâmî devlet modelinde son söz, Hakka, yani Allah’ın hükmüne aittir. Allah’ın insan toplulukları için gönderdiği, onların faydasına olan genel ve değişmeyecek hükümlerdir. İslâmî devletin kuruluş amacı ve siyasetinin metodu, bu hükümleri uygulamak, insanların işlerini bu hükümler doğrultusunda yürütmektir. Ancak bu hükümleri anlayacak ve uygulayacak olanlar yine insanlardır. Şûrâ, yani her konuyu uzmanına danışma prensibi, İslâmî hükümlerin en iyi anlaşılmasını ve adâletli bir şekilde uygulanmasını sağlar. İnananlar bunun en güzel şekilde olmasına çaba gösterirler, ama hiç kimsenin anladığı ve uyguladığı şey İslâmî modelin kendisi değil, İslâm’ı kaynaklara uygun anlama ve yaşama çabasıdır.
Devlet Amaç Değildir: Öyleyse İslâmî devlet bir amaç değil, İslâm’ı daha iyi yaşamak, hakları sahiplerine ulaştırmak, dünya işlerini düzene koymak ve suçları önlemek için bir araçtır. Kimilerine göre devlet en son güç ve hâkimiyet makamıdır. Onun gücünün üstünde güç yoktur. Koyduğu bütün ilkeler ve kanunlar tartışmasız doğrudur ve itaat edilmesi gerekir. Böyleleri devleti en son güç makamı olarak tanıyarak, onu hak etmediği bir yere koymakta ve onu adeta bir ilâh haline getirmektedirler.
İslâmî devlette, hâkimiyet; yani en son egemenlik Allah’a âittir. Bunun anlamı şudur: Mülk Allah’ındır. Yerde ve gökte olan canlı ve cansız bütün varlıklar O’nundur. İnsanlara din ve şeriat koyma, onlar hakkında hükümler, ölçüler ve ilkeler gönderme hakkı Allah’ındır. O, âlemlerin Rabbidir, her şeyi bilir ve her şeye
ŞERİAT
- 507 -
hâkimdir. İnsanlara düşen, Allah’ın gönderdiği hükümleri kabul edip uygulamak ve böylece kulluk görevlerini yerine getirmektir.
Hâkimiyeti, belli bir toprak parçasına sahip olup, orada bir otorite kurmak, özgürlükleri ve bazı hakları kullanabilmek; bir ülkeye, bir halka bir kişinin, bir zümrenin hükmetme hakkı yoktur anlamına alırsak, ‘hâkimiyet milletindir’ demek yanlış değildir. Bu söz ile ‘milletin, daha doğrusu millet adına hareket ettiğini iddia edenlerin görüşünün üstünde görüş yoktur, onların kararlarının üzerinde hiçbir hüküm tanımayız’ anlamı kasdedilirse; bu şüphesiz İslâm dışı bir görüştür. Çünkü bu anlayış, hüküm (helâl-haram ölçüleri, hukuk ilkeleri) hakkını Allah’tan alıp kullara verme anlayışıdır.
İslâmî devlet, Allah’ın hükümlerini uygularken, günün şartlarına göre, insanların ihtiyacı kadar yeni kanunlar çıkarabilir, yeni kararlar alabilir. Teknik geliştikçe yeni kurumlar, yeni çalışma yöntemleri oluşturabilir. İslâmî hükümlerin uygulandığı İslâm devletine ‘dâru’l-İslâm’ denildiğini hatırlayalım. Öyleyse bir yönetimin İslâmî sayılabilmesi, o yönetimin İslâmî ilkeler üzerine kurulması ve işlerin ve siyasetin İslâm’a göre yapılması gerekir.
Kimileri, ‘İslâmî yönetimin bir modeli yoktur. Yönetimle ilgili ilkeler ümmetin tarihí tecrübesi ve yeni gelişmelerle elde ettikleri, oluşturdukları sivil bir alandır’ görüşündedirler. İslâm fıkhının yönetimle ilgili ortaya koyduğu prensipler İslâmî yönetim modelinin kendisidir. Bu modelin günümüzde bilinen teknik terimlere uyması gerekmez. İnsanın bütün hayatını kuşatan İslâm, hükmetme, yönetme, kanun koyma gibi çok önemli bir alanı, her zaman hevâsına uyma zaafı olan insanın insafına bırakmamıştır.
İslâmî devlet modeli hiçbir monarşik, oligarşik, teokratik, laik ve demokratik modellere benzemez. Çünkü İslâm'ın kaynağı İlâhî vahy, diğerlerinin kaynağı ise insan aklıdır. Hatırlatmak gerekir ki cumhuriyet anlayışı ile demokratik yönetimin bazı yöntemleri, ilkeleri ve işleyiş biçimi İslâmî yönetime oldukça yakındır. İnsan hakları, hukukun üstünlüğü, halkın görüşüne itibar etme, danışma yabana atılacak şeyler değildir.1988 Ama bütün bunlar, onların beşerî ideolojiler olduğunu, içinde bazı doğrular yanında çok sayıda yanlışların/bâtılların bulunduğunu unutturmamalıdır. Onun doğru ve güzel kabul edilen nice hususlarının da kâğıt üzerinde kaldığını, özellikle İslâm ve müslüman sözkonusu olduğunda uygulamada ilkelerinden vaad ettiği güzellikten eser kalmadığı bilinen ve görünen bir hakikattir. Beşerî ideolojilerin hiçbiri, İslâmî sisteme alternatif olamaz, birlikte uzlaşmaları düşünülemez.
Hâkimiyet/Egemenlik Kayıtsız Şartsız Allah’ındır
Hukm kelimesi, sözlük anlamı olarak yargı ve yargıda bulunmak anlamındadır. Kelime, bütün kökleriyle, taraflar arasında ister anlaşmazlık bulunsun, isterse bulunmasın, belirli bir konunun gerçek değerinin anlaşılması için, bu konuda yetkili kabul edilen bir makama başvurma mânâsını içermektedir. Kur’ân-ı Kerim’de de bu anlamda kullanıldığı görülmektedir. Hukm kelimesinin Türkçede “egemenlik“ anlamında kullanılan “hâkimiyet“ şeklindeki söylenişi ise, hüküm koyma, hüküm verme yetkisi, yüksek egemenlik anlamıyla Arapçada yenidir.
1988] Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 32-33
- 508 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm’a Göre Hâkimiyet: İslâm’a göre hâkimiyet ve sınırlandırılamaz egemenlik yalnızca Allah’ındır. Bu konuda bütün gerçek müslümanlar arasında tam bir fikir birliği vardır. Hüküm koymak Allah'a has bir yetkidir. Başkalarının bu konuda herhangi bir ortaklığı yoktur. Hiçbir kimsenin Allah ile birlikte hüküm koyması sözkonusu değildir. O, hükmüne hiçbir kimseyi asla ortak etmez.1989 İslâm’da gerçeğin ölçüsü ve yegâne hak, Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’nün sünneti olduğundan, herkesin bu hükümleri kabul etmesi gerekir. Kim kendiliğinden birtakım sözler ortaya koyar ve kendi anlayışına göre bazı kurallar ortaya atarsa ve bunu kendi anlayışı, hatta dini yorumlayışı sonucunda ileri sürerse, bu söylenenler Rasûlün getirdiklerine arz olununcaya kadar ümmetin ona uyması ve anlaşmazlıklarında onun hükmüne başvurması gerekmez. Eğer Rasûlün getirdikleri ile çatışmaz ve uygun düşerse, doğrulukları belgelenirse ancak o zaman kabul edilir; fakat Rasûl’ün getirdiklerine aykırı olursa o zaman bunların reddedilmesi gerekir.1990 Çünkü Yüce Rabbimiz mü’minlerin geçerli bir imana sahip olmaları için aralarındaki anlaşmazlıklarda Rasûl’ün hükmüne başvurmayı şart koşmakla kalmamış; içlerinde herhangi bir sıkıntı duymaksızın ve tam bir teslimiyetle, verdiği hükme teslim olmayı öngörmüş bulunuyor. 1991
Konuyu özetlemek gerekirse; Her yönüyle kendisine has bir muhtevâya sahip olan İslâm Dininin, esas gayesini teşkil eden “dini yalnızca Allah'a has kılma“yı gerçekleştirmek için, diğer bir ifade ile İslâm’ı hâkim kılmak için kendine has bir yol ve yordamının olacağı da açıkça bilinen hususlardandır. İslâm’ı hâkim kılmak için yapılacak herbir doğru eylem, hatta zihinsel faâliyetler bile birer sâlih ameldir. Yani bu maksatla yapılacak işlerimizin kabul edilebilmesi için, bir ameli, sâlih kılan özellikler şunlardır: 1) Yapılacak amel ile birlikte sahih bir akîdenin bulunması, 2) Yapılacak amelin ihlâsla, yani yalnızca Allah’ın rızâsı gözetilerek yapılması, 3) Bu amelin, şeriatin o amel için belirlemiş olduğu şekilde yapılması, yani Kitaba ve Sünnete uygun olması (ittibâ). Dolayısıyla İslâm’ı hâkim kılmak için izlenecek yolun, İslâm’ın kendi bünyesinden alınmış olması yahut en azından İslâm’ın açıkça yasaklamış olduğu gâye ve maksatlara götüren bir yol olmaması gerekmektedir. Buna bağlı olarak, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Demokrasi, esas itibarıyla, hâkimiyeti Allah’ın bir hakkı olarak kabul etmeyip bu hakkı kayıtsız şartsız olarak halkta ya da millette gören bir rejimin adıdır. Demokratik yöntemler de bu amacı gerçekleştirmek için ortaya konulmuş yollardır. Müslüman bir kimse, İslâm’ı egemen kılmak için çalışma ibâdetini îfa ederken, hiçbir yönüyle İslâm’la bağdaşmayan bu yöntemleri, İslâm’ı egemen kılmanın vâsıtası olarak kullanamaz. Çünkü böyle bir durumda en azından sâlih amelde aranan “ittibâ“ şartı bulunmayacaktır. Dolayısıyla böyle bir amel, en azından red edilmiş olacaktır.
Kaldı ki, herbir sistemin yöntemi de ancak kendi tabiatına uygundur. Amaç ile yöntem arasındaki tabiat farlılıklarının varlığının sağlıklı birtakım sonuçlara ulaştıramayacağı da hem mantıkî bir gerçektir; hem de artık gerek İslâm âleminde ve gerekse coğrafyamızda yaşanan deneyimleri gözönünde bulunduracak olursak, vâkıa daha açık ortaya çıkacaktır. Laiklik ise; en azından İslâm’ın
1989] 18/Kehf, 26
1990] İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd, 1/38
1991] 4/Nisâ, 65; Hâkimiyet konusuyla ilgili geniş bilgi almak için bk. Ahmed Kalkan, Kur’an Kavramları, Hukm-Hâkimiyet kavramı.
ŞERİAT
- 509 -
devlet ve toplum hayatına dair hükümlerini red ve iptale dâvet ettiğinden, müslüman açısından kabul edilmesi imkânsız bir siyasal yaklaşımdır.
Allah’ın indirdiği hükümleri ve öncelikle de Allah’ın hâkimiyetini (hangi çerçevede olursa olsun) red etmek de, İslâm dışında bütün sistemlerin ortak yönünü teşkil eder. Dolayısıyla hâkimiyeti bütün kapsam ve boyutlarıyla Allah’ın hakkı olarak görmeyen bir sistem ve din de, müslüman tarafından red edilmeye mahkûmdur. Allah’ın hüküm ve hâkimiyetini kısmen ya da tamamen red eden sistemlerin, İslâm’a göre başka bir şekilde değerlendirilmeleri mümkün olmadığı gibi; müslümanın da bunları red etmekten başka bir tavır takınacağını beklemek mümkün değildir.
Müslümanlar Allah’ın Dini’ni gerçek mâhiyetiyle kavrayıp küllî ve cüz’î hiçbir alanda İslâm’dan başka herhangi bir sisteme ihtiyaç duymayıp yalnızca Rablerinin dini ile yetinerek, sadece o dinin gösterdiği doğrultuda, gösterdiği hedefe doğru ilerleyecek olurlarsa, hem kendi aralarındaki anlaşmazlıkları ıslah edip birbirleriyle ilişkilerini düzeltecek, hem de Rableriyle aralarını düzelterek O’nun rahmet ve inâyetine mazhar olacaklardır: “Uğrumuzda cihad edenleri, elbette Biz Onları, yollarımıza iletiriz. Muhakkak ki Allah, ihsân edenlerle beraberdir.“ 1992
Bu memlekette; Allah'ın hükmünün uygulanmasını istemek, şeriatı savunmak bile suç sayılabilir. “Şeriatçı“ kavramı bir suç, bir yafta olarak horlanan kimselere takılır, bazen herhangi bir olay bahanesiyle İslâm düşmanları sokaklara dökülür, “kahrolsun şeriat!“ şeklinde anırmalar yükselir. Müslümanların sarılması ve savunması gereken şeriat, yine içlerinden bazıları tarafından “hîle-i şer'iyye, yani şer'î hile terimiyle hilelere âlet edilir, iş kitabına uydurulmaya, hilelere şeriatten kılıf bulunmaya çalışılır. Bazıları da şeriatı da hakikatin dışında bir kabuk kabul ederek onu küçümser, avâmın takılıp kaldığı ve ileriye geçemediği bir ilk aşama olarak düşünüp, kendileri onu aştığını ileri sürerler.
Şeriat kavramının düşündürdüğü bir husus da; bu kavramla ilgili ve aynı kökü paylaşan “meşrû“ ve “gayr-ı meşrû“ terimleriyle ilgili câhiliyye insanının açmazıdır. Bilindiği gibi, “meşrû“ şeriata uygun; “gayr-ı meşrû“ da şeriata uygun olmayan demektir. Şimdi, biri kalkıp “bu düzen, bu hükümet, bu yöneticiler gayr-ı meşrûdur“ dese, bu ifâdeyi bu düzenin kurumları ve mensupları yanlış ve suç sayıp bu sözü söyleyenin cezâlandırılmasını isteyebilirler mi? Eğer “bu düzen ve mensuplarının gayr-ı meşrû“ olduğunu kabullenmeyip suç saysalar, o zaman kendileri bu düzenin şeriata dayalı olduğunu söylemiş, laik (dinsiz, daha doğrusu çok dinli), demokratik, İslâm dışı devleti şeriata uygun görmüş olacaklar ki, bu önce savundukları Atatürk ilkelerine, anayasaya ve ona bağlı kanunlara ters olan ciddi bir suç unsurudur. Bilindiği gibi devletin en küçük bir esasının bile dine ve dince mukaddes sayılan hususlara göre düzenlenmesini istemek bile suçtur, hele bu düzene tümüyle meşrû, yani şeriata uygun demek tümüyle suç olacaktır.
Yok, eğer “bu düzen meşrûdur“ diyen çıksa, bu sözü mevcut düzen yanlıları doğru mu, yanlış ve suç mu kabul etsinler? Bu söz, bu sistemin şeriata uygunluğunu ifade etmektedir. Müslüman açısından bu sözün doğru olmadığı açık-seçiktir, ama bu câhiliyye insanı olan düzen taraftarlarınca öyle bir karmaşadır ki…
1992] 29/Ankebût, 69
- 510 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bütün bu kaos içinde Allah'ın dinine, Muhammed (s.a.s.)'in şeriatına, Kur'an'ın hükümlerine sarılmayı başarabilen, ifrat ve tefritler arasında şeriatı incitmeyen ve incitilmeye aday olmayan şeriatçı gençlere selâm olsun! O gençler ki, Rasûlullah (s.a.s.)'ın şu tavsiyesine uymayı her şeyin önüne geçirmiş ya da geçirme gayretindedirler: “Size bir şey bırakıyorum ki, ona sarıldığınız müddetçe dalâlete/sapıklığa düşmezsiniz. O, Allah'ın Kitabı'dır.“1993 Ne mutlu, Kur'an'ın hidâyetinde her türlü sapıklığa düşmeyen şuurlu muvahhidlere!
“Şeriat kim sarây-ı Kibriyâdır / Hakikat mülküdür muhkem binâdır / Anın herbir taşını her kim koparsa / Yerine başını koymak revâdır.“ 1994
“Başını alır şerîatten koparsa kimse taş / Oldu şemşîri anın insâna âhenden hisar.“1995
“Şeriatın kestiği parmak acımaz.“1996 (İslâmî hükümlere uymamaktan dolayı gelen cezâ için bir şey söylemek mümkün değildir, anlamında deyim)
“Şeriat zâhire hükmeder.“1997 (Şeriat/İslâm hukuku, görünene göre uygulanır.)
1993] Müslim, Hacc 147, hadis no: 1218; İbn Mâce, Menâsik 84, h. no: 3074
1994] İbn-i Kemal
1995] Yahya Bey
1996] Atasözü
1997] Atasözü
ŞERİAT
- 511 -
Şeriat Kavramıyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Şeriat Kelimesinin Kökü “Ş-r-a“ Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (5 Âyet): 5/Mâide, 48; 7/A'râf, 163; 42/Şûrâ, 13, 21; 45/Câsiye, 18.
B- Hüküm Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (210 Âyet): 2/Bakara, 32, 113, 129, 129, 151, 188, 209, 213, 220, 228, 231, 240, 251, 260, 269, 269; 3/Âl-i İmrân, 6, 18, 23, 48, 55, 58, 62, 79, 81, 126, 164; 4/Nisâ, 11, 17, 24, 26, 35, 35, 54, 56, 58, 58, 60, 65, 92, 104, 105, 111, 113, 130, 141, 158, 165, 170; 5/Mâide, 2, 38, 42, 42, 42, 43, 43, 44, 44, 45, 47, 47, 48, 49, 50, 50, 95, 110, 118; 6/En’âm, 18, 57, 62, 73, 83, 89, 114, 128, 136, 139; 7/A’râf, 7, 87, 87; 8/Enfâl, 10, 49, 63, 67, 71; 9/Tevbe, 15, 28, 40, 60, 71, 97, 106, 110; 10/Yûnus, 1, 35, 109, 109; 11/Hûd, 1, 1, 45, 45; 12/Yûsuf, 6, 22, 40, 67, 80, 80, 83, 100; 13/Ra’d, 37, 41, 41; 14/İbrâhim, 4; 15/Hıcr, 25; 16/Nahl, 59, 60, 124, 125; 17/İsrâ, 39; 18/Kehf, 26; 19/Meryem, 12; 21/Enbiyâ, 74, 78, 78, 79, 112; 22/Hacc, 52, 52, 56, 69; 24/Nûr, 10, 18, 48, 51, 58, 59; 26/Şuarâ, 21, 83; 27/Neml, 6, 9, 78; 28/Kasas, 14, 70, 88; 29/Ankebût, 4, 26, 42; 30/Rûm, 27; 31/Lokman, 2, 9, 12, 27; 33/Ahzâb, 1, 34; 34/Sebe’, 1, 27; 35/Fâtır, 2; 36/Yâsin, 2; 37/Saffât, 154; 38/Sâd, 20, 22, 26; 39/Zümer, 1, 3, 46; 40/Ğâfir, 8, 12, 48; 41/Fussılet, 42; 42/Şûrâ, 3, 10, 51; 43/Zuhruf, 4, 63, 84; 44/Duhân, 4; 45/Câsiye, 2, 16, 21, 37; 46/Ahkaf, 2; 47/Muhammed, 20; 48/Fetih, 4, 7, 19; 49/Hucurât, 8; 51/Zâriyât, 30; 52/Tûr, 48; 54/Kamer, 5; 57/Hadîd, 1; 59/Haşr, 1, 24; 60/Mümtehıne, 5, 10, 10, 10; 61/Saff, 1; 62/Cuma, 1, 2, 3; 64/Teğâbün, 18; 66/Tahrîm, 2; 68/Kalem, 36, 39, 48; 76/İnsan, 24, 30; 95/Tîn, 8, 8.
C- Şeriat Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler:
a- Allah'ın Şeriatı: 5/Mâide, 48; 42/Şûrâ, 13, 21; 45/Câsiye, 18.
b- Allah'ın Şeriatına Uymak: 45/Câsiye, 18.
c- Her Ümmete Amel Edecekleri Bir Şeriat Verilmiştir: 22/Hacc, 67.
d- Şeriatlerin Muhtelif Olmasıyla İmtihan: 5/Mâide, 48.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. İslâm Şeriatı, Abdülkadir Udeh, Nur Y.
2. Yaşasın Şeriat, Abdurrahman Dilipak, Görüş/Risale Y.
3. Şeriat ve Demokrasi, Kâzım Güleçyüz, Yeni Asya Gazetesi Neşriyat
4. Muhteşem Şeriat ve Fikrî Mes'eleler, Ahmed Selâmî, Türkçesi Neşriyat, İst. 1976
5. Kur’an’da Siyasî Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 419-421; 41-62
6. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 116-118; 164-171
7. İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 624-629; 139-142; 279-281
8. Laik Düzende İslâm’ı Yaşamak, Hayreddin Karaman, İz Y., s. 134-137
9. Kur’an’da Temel Kavramlar, Harun Yahya, Vural Y. s. 43-46
10. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 188-191
11. Fikrî Tevhide Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat, s. 11-23
12. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 298-301; c. 3; 33; c. 6, s. 29-30
13. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 19, 317-339; c. 7, s. 236-245; c. 9, s. 5-38
14. İslâm Siyaset İlişkileri, Süleyman Uludağ, Dergâh Y. s. 149-156
15. Nurdan Cümleler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 1, s. 68-72
16. Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman b. El-Luveyhık, Kayıhan Y. s. 260-278
17. İnanmak ve Yaşamak, Ercümend Özkan, Anlam Y. c. 2, s. 187-196
18. Kur’an’da insan Psikolojisi, Hayati Aydın, Timaş Y. s. 203-207
19. İslâmî Hareket Fıkhı, Mustafa Çelik, Yenda Y. c. 3, s. 225-227, c. 4, s. 101-109
20. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y.
21. İslâm Devlet Yapısı, M. Beşir Eryarsoy, İşaret/Bunuc Y.
22. İslâm'da Siyasî Düşünce ve İdare, Harun Han Şirvani, Nur Y.
23. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y.
24. Câhiliyenin Hükmünü mü İstiyorlar? Ziyâeddin el-Kudsi, Hak Y.
25. Hâkimiyet Allah’ındır, Ziyaüddin el-Kudsi, Hak Y.
26. Hükmüllah, Heyet, Hilâl Y.
27. Hâkimiyet Allah’ındır, Âyetullah eş-Şiran, İhtar Y.
28. İslâm’da Hükümet, Mevdûdi, Hilâl Y.
- 512 -
KUR’AN KAVRAMLARI
29. Dünya İslâm Devleti ve Prensipleri, M. Said Çekmegil, Nabi-Nida Y.
30. Teşrîî İslâm Tarihi, Abdülvehhâb Hallâf, terc. Hüseyin Algül, Şamil Y.
31. Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, Vecih Kevserânî, çev. Muhlis Canyürek, Denge Y.
32. Din Bürokrasisi, Yapısı, Konumu ve Gelişi, Davut Dursun, İşaret Y.
33. İnanç Sorunları, Hudaybi, İnkılâb Y.
34. İslâm Siyaset İlişkileri, Süleyman Uludağ, Dergâh Y.
35. İslâm ve Siyasi Durumumuz, Abdülkadir Udeh, Pınar Y.
36. İslâm Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
37. İslâm’ın Siyasi Yorumu, Ebu’l-Hasan Ali Nedvi, Akabe Y.
38. Siyasi Hutbeler, Şeyh Said Şaban, Endişe Y.
39. Devlet ve Devrim, Münir Şefik, Dünya Y.
40. Modern Çağda İslâm’ın Politik Sistemi, Lokman Tayyib, İlke Y.
41. Anayasa ve Demokrasi, Abdurrahman Dilipak, Emre Y.
42. Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, M. Beşir Eryarsoy, Buruc Y.
43. Siyasi Hutbeler, Şeyh Said Şaban, Endişe Y.
44. İslâm’da Hükümet, Mevdudi, Hilal Y.
45. Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim, Mevdudi, Özgün/İnkılâb Y.
46. İslâm İnkılâbının Süreci, Mevdudi, Özgün Y.
47. İslâm Nizamı, Mevdudi, Hilal Y.
48. İslâm’da Siyasi Sistem, Mevdudi, Özgün Y.
49. Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan Y.
50. İslâm Kapitalizm Çatışması, Seyyid Kutub, Bir/Arslan Y.
51. Yoldaki İşaretler, Seyyid Kutub, Fecr/Dünya/Özgün/Pınar Y.
52. İslâm’ın Dünya Görüşü, Seyyid Kutub, Arslan Y.
53. İslâm Toplumuna Doğru, Seyyid Kutub, İslâmoğlu Y.
54. İslâm – Laiklik, Yusuf Kardavi, Denge Y.
55. İslâm, Laiklik ve Kenan Evren, N. Yücel Mutlu, Rehber Y.
56. İslâm ve Laisizm, Nakib Attas, Pınar Y.
57. Laik Düzende İslâm’ı Yaşamak, 1-2, Hayreddin Karaman, İz Y.
58. Laiklik Yargılanıyor, Rauf Pehlivan, Gonca Y.
59. Laik Vahşet, Faruk Köse, Mektup Y.
60. Laiklik Çıkmazı, Ahmed Taşgetiren, Erkam Y.
61. Laiklik Devrini Kapamıştır, İsmail Kazdal, İhya Y.
62. İslâm Açısından Laiklik, Muhammed İslâmoğlu (Sadreddin Yüksel), Özel Y.
63. Laikliğin Neresindeyiz? Safâ Mürsel, Yeni Asya Y.
64. Laik Demokratik Cumhuriyet İlkelerine Bağlı Kalacağıma, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
65. Laisizm, Abdurrahman Dilipak, Beyan Y.
66. Din ve Laiklik, Ali Fuad Başgil, Yağmur Y.
67. Türkiye’de Laiklik İdeolojisi, Ahmet Parlakışık, Objektif Y.
68. Türkiye’de Laiklik ve Fikir Özgürlüğü, Fehmi Koru, Beyan Y.
69. Müslüman Laik Olamaz, Ali Kemal Saran, Şelale Y.
70. Sosyalizm Bitti Laiklik Alır mıydınız? Yavuz Bahadıroğlu, Nesil Basım Y.
71. Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, Vecih Kevseranî, Denge Y.
72. Medenî Vahşet, Hüsnü Aktaş, Ölçü Y.
73. Çağdaş Truva Atı Demokrasi, İsmail Kazdal, İhya Y.
74. Demokrasi Risalesi, Yaşar Kaplan, Timaş Y.
75. Alaturka Demokrasi ve Alaturka Laiklik, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
76. Demokrasi ve Totalitarizm, Raymond Aron, Kültür Bakanlığı Y.
77. İzmlerin Çöküşü ve İslâm’ın Yükselişi, M. Emin Gerger, Şelale Y.
78. İslâm Işığında Hareketler ve İdeolojiler, Fethi Yeken, İslâmoğlu Y.
ŞERİAT
- 513 -
79. Değişim Sürecinde İslâm, J. Esposito, J. Donohue, insan Y.
80. Câhiliye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
81. İlahlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
82. Lâ 1-2, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
83. İslâm’a Göre Partinin Hükmü, Muhammed Fatih, Tevhidî Çekirdek Y.
84. Siyasal Katılım, Zübeyir Yetik, Fikir Y.
85. İslâm’da İmâmet ve Hilâfet, Hasan Gümüşoğlu, Kayıhan Y.
86. Hilâfet: Modern Arap Düşüncesinin Eleştirisi, Fehmi Şinnavi, insan Y.
87. Halifesiz Günler, Hakan Albayrak, Denge Y.
88. Hilâfet ve Şehâdet, Muhammed Bâkır es-Sadr, Objektif Y.
89. Hilâfet ve Halifesiz Müslümanlar, Sadık Albayrak, Araştırma Y.
90. Hilâfet Nasıl Yıkıldı? Abdülkadim Zellum, Hizbü’t-Tahrir Y.
91. Hilâfet ve Kemalizm, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Âlem Y/Araştırma Y.
92. Hilâfetin İlgâsının Arkaplanı, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, insan Y.
93. Hilâfet-i İslâmîyye ve T.B.M. Meclisi, İsmail Şükrü, Bedir Y.
94. Hilâfet (Geçmişi ve Geleceği ile), Kadir Mısıroğlu, Sebil Y.
95. Hilâfet ve Saltanat, Mevdudi, Hilâl Y.
96. Hilâfetin Saltanata Dönüşmesi, Vecdi Akyüz, Dergâh Y.
97. Hilâfet Hareketleri, Mim Kemal Öke, T. Diyanet Vakfı Y.
98. Hilâfetin Kaldırılması Sürecinde Cumhuriyetin İlanı, 1-2, Murat Çulcu, Kastaş Y.
99. Halifeliğin Kaldırılması ve Laiklik, Seçil Akgün, Turhan Kitabevi Y.
100. İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
101. Devlet ve Din, Çetin Özek, Ada Y.
102. Ceza Hukuku ve Demokratik Düzenin Korunmasında Laiklik İlkesi, Çetin Özek, 1978, İstanbul
103. Türk Hukukunda Laikliği Koruyucu Ceza Hükümleri, Çetin Özek, 1961, İstanbul
104. İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, s. 580-582

Cumartesi, 06 Şubat 2021 21:26

ŞEHİD VE ŞEHÂDET

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

ŞEHİD VE ŞEHÂDET


- 419 -
Kavram no 165
Görevlerimiz 34
Bk. Cihad; Savaş-Kıtâl;
Velî/Dost; Düşmanlık
ŞEHİD VE ŞEHÂDET


• Allah Yolunda Öldürülmek ve Şehidlik
• Allah Yolunda Öldürülenlere Şehid Denilmesi
• Şehâdet; Anlam ve Mâhiyeti
• Kelime-i Şehâdet Getirmek
• Şehid; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Allah Yolunda Öldürülenler
• Kur’ân-ı Kerim’de Şehid Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Allah Yolunda Öldürülenler (Şehidler)
• Şehidlik Ruhunun Yeniden Canlanması
• Ölümü Tefekkür mü, Şehâdeti Tefekkür mü?
• Şehid Olmak; Ölümsüz Hayata Göz Açmak
• Şehidin Mirası Zaferdir
• Şehidin Destanı
• Ölümsüz Şehidlerden Ölümsüz Mesajlar
• Ve… Günümüzdeki Cepheler
“Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyin. Bilakis onlar diridirler, lâkin siz anlayamazsınız.“ 1672
Allah Yolunda Öldürülmek ve Şehidlik
Kur'an, Allah yolundaki savaşta öldürülen kimselerin, gerçekte ölmediklerini vurgulamaktadır.1673 Yine aynı âyetlerde, Allah yolunda öldürülenlere ölü denmemesini, çünkü onların diri ve Rableri katında rızıklanmakta oldukları, fakat insanların bunu fark edemedikleri bildirilmektedir.
Ölüm, şu görünen bedene özgüdür. İnsanın asıl benliği, bedeni değil; ona hareket ve canlılık veren rûhudur. Beden kalıptır. Ruh onun hakikati, insanın gerçeğidir. Bedenin aslı topraktır. Topraktan süzüle süzüle besinlerle insana geçmiş, insan vücudunda birtakım işlemlerden geçip insan tohumu haline gelmiş, tohum haline gelirken de tıpkı süt içine yağın karışması, susam tanesine yağın nüfuzu gibi insan tohumunun içine de ruh cevheri, canlılık giydirilmiştir. Ana karnında cenîn haline gelen insandaki ruh da gelişmeye başlamıştır. Cenîni insan şekline sokup şu dünyaya getiren, Allah'ın izni ve irâdesiyle onun içine üflenen ruhtur.
Özü topraktan çıkan beden, zamanla değişikliğe uğrar, büyür, gelişir,
1672] 2/Bakara, 154
1673] 2/Bakara, 154; 3/Âl-i İmrân, 169
- 420 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ihtiyarlar ve içindeki ruhu kaybedince tekrar toprağa düşüp çözülür, dağılır, aslı olan toprağa dönüşür. Ama deneylerden geçip olgunlaşmak, ruhsal bilgiler ve haller kazanmak için bir süre beden içinde konuk edilen ruh; ölmez, yaşar. İşte insan öldüğü zaman kabir sevâbı ve azâbı ölen bedenine değil; ölmeyen ruhunadır. Çünkü beden ölünce genellikte toprakta çürür, bazı bedenler de yakılır, kül olur. Kimileri havada parçalanıp dağılır, kimileri denizlerin derinliklerine atılıp balıklarca yenilip yutulur. Ruhunu kaybeden bedene bir daha ruh dönmez, ölen kişi şu dünyada bir daha dirilmez. Kuruyan ağaca nasıl bir daha yaşlık gelmezse, ölen bedene de bir daha canlılık gelmez.
Dünyada güzel eylemlerle bezenip sâfiyet kazanan insan rûhu, şu bedenden ayrılınca cennet bahçeleri gibi bir yaşam içine girecek, orada iyi ruhlarla, peygamberler, sıddıklar, şehidler (gerçeğin tanığı bilginler veya Allah yolunda öldürülenler) ve sâlihlerden oluşan güzel arkadaşlarla beraber, tadına doyum olmaz rûhânî âlemde bulunacaktır. Fakat dünyada kötü eylemlerle kirlenmiş, bozulmuş, çirkinleşmiş olan insan ruhu da bedeninden ayrıldıktan sonra dünyadaki kötü eylemlerinin gerçek niteliğini görecek, azap zebânîsine dönüşüp kendisinden ayrılmayacak olan o kötü arkadaşlar arasında, azaplar içinde kalacaktır. İşte Hz. Peygamber, bu gerçeğe işaret için kabrin ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından bir çukur olduğunu söylemiştir.
Allah yolunda öldürülenler, eylemlerin en güzelini yapmışlar, her şeyden aziz ve tatlı canlarını Allah yolunda fedâ etmişlerdir. Yoluna can fedâ eden bu insanları Yüce Allah, iyi kullarının arasına katacak, mânevî derecelerin en yükseklerine çıkaracak, cennet bahçelerinde yaşatacak; huzurunda, akla ve hayale gelmeyecek nimetlere erdirecektir.
İnsan, dünyada ne kadar mutlu yaşasa, yine de acılardan, ızdıraplardan tamamen uzak duramaz. Çünkü dünyanın lezzeti yanında üzüntü ve kederi de vardır. Asıl elemsiz, üzüntüsüz, tasasız yaşam, o ruhsal yaşamdır. Allah yolunda öldürülenler, bu ruhsal yaşamın en yücesine erdirilirler. O ebedî zevk ve huzur içinde yaşayan insanlara “ölü“ demek doğru değildir. Onlar, ölümün geldiği beden giysisini atmış, katıksız, saf, ölümsüz hayata kavuşmuşlardır. Ama basîretleri (gönül gözleri) kapalı olan dünyalılar, onların o saf, ölümsüz hayatlarının, rûhânî zevk ve lezzetlerinin farkında değillerdir.
Allah yolunda öldürülen kimseler, amellerin en güzelini işlemişlerdir. Onlar, Allah'ın en fazla sevdiği işi yapmış, canlarını Allah uğruna fedâ etmişlerdir. Yoluna can fedâ eden bu insanları Yüce Allah, sâlih/iyi kullarının arasına katacak, mânevî derecelerin en yükseklerine çıkaracak, cennet bahçelerinde yaşatacak, huzurunda, akıl ve hayale gelmeyecek nimetlere nâil eyleyecektir.
İnsan, dünyada ne kadar mutlu yaşasa da yine de acılardan, sıkıntılardan uzak olamaz. Çünkü dünyanın lezzeti yanında üzüntü ve kederi de vardır. Asıl elemsiz, üzüntüsüz, tasasız yaşam, o rûhî hayattır. Şehidler, bu ruhsal yaşamın en yükseğine ermişlerdir. O ebedî zevk içinde yaşayan insanlara ölü demek doğru değildir. Onlar, ölmenin ârız olduğu vücut elbisesini atmış, katıksız, saf, ölümsüz hayata kavuşmuşlardır. Ama basîretleri kapalı olan dünyalılar, onların o saf, ölümsüz hayatlarının, rûhânî zevk ve lezzetlerinin farkında değillerdir.
Allah yolunda cihad, ibâdetlerin en üstünüdür. Cihad eden müslüman, ya
ŞEHİD VE ŞEHÂDET
- 421 -
şehid olur, ya gâzi. İkisi de yüksek rütbelerdir. Hele şehidlik mertebesi, mertebelerin en yücesidir. Peygamberlikten sonra en makbul seviye, şehidlik mertebesidir. Bundan dolayı ashâb-ı kiram, şehid olmak için can atarlardı. Allah'ın kılıcı ünvânıyla taltif edilmiş bulunan Hâlid bin Velid, son demlerinde, ömrü savaşlar içinde geçtiği halde yine şehid olamayıp yatağında ölmekte olduğu için çok üzgün olduğunu söylemiştir. 1674
Mü'minler, her şeyden önce Allah'ın emri olduğu için cihad edip savaşırlar. Onlar için bu yolda şehid olmak, büyük bir şereftir. Şehidliği arzu eden, dolayısıyla ölümden korkmayan insanı hiçbir silâh, hiçbir düşman korkutamaz.
Allah Yolunda Öldürülenlere Şehid Denilmesi
Kur’an’a baktığımızda, “şehid“ kavramının bizzat “Allah yolunda öldürülen“ anlamına kullanılmadığını, çok geniş anlamının olduğunu, öncelikle de şâhid/tanıklık eden, eşyanın hakikatlerini müşâhede eden gibi anlamları içerdiğini görürüz.
Peki, neden İslâm kültüründe “Allah yolunda öldürülen kişi“ye “şehid“ adı verilmiştir? Çünkü şehâdet (şehidlik) ilimle, yaşayışla, adâletle Hakka şâhidlik olduğundan, bunun bir göstergesi olarak Allah yolunda cihadla canını vermeye de şehâdet denmiş ve bu şekilde canlarını fedâ edenlere de şehid adı verilmiştir. Doğru olduğuna inandığı şey için kişinin hayatını fedâ etmesi, imanındaki ihlâsın bir göstergesidir. Nitekim Rasûlullah (s.a.s.) da hadislerinde Allah yolunda öldürülen anlamında şehid kavramını kullanmıştır. Fakat şunu belirtmekte fayda vardır ki; şehid olmak, mutlaka savaşta ölmeyi gerektiren bir durum değildir. Belki savaşta Allah yolunda ölmek, şehâdetin bir yan özelliğidir, aslından değildir. Şehâdetin özü, yakînî ilim, adâlet, takvâ ve yaşayışla Hakka şâhid olmaktır. Buna göre, “Allah yolunda cihad esnasında öldürülen her mü’min şehid, fakat her şehid Allah yolunda mücâdele sırasında öldürülen değildir“ diyebiliriz. Yani şehid, Allah yolunda öldürülen anlamını da içermektedir. O halde Allah yolunda şeytânî güçler tarafından öldürülen mü’mine şehid derken, şehid kelimesinin Kur’an’da kullanıldığı şekilde mutlak ve geniş anlamını unutmamak gerekir.
Şehâdet, Diğer Ölümler ve Cihad: Normal bir ölüm, yani şehâdetin dışındaki bütün ölümler, insanların hayatında pek etki bırakmaz. Başlangıçta biraz tesirleri olsa da bu etkileri kısa bir süre içerisinde kaybolur. Fakat şehâdet, öyle değildir. Şehidin bu dünyadan öbür dünyaya göçü asla unutulmaz. Şehidler tarih sayfalarına gömülüp kalmazlar. Çünkü şehidler, bütün bir insanlık için Allah yolunda giriştiği mücâdele ve şehâdetiyle destanlar yazmışlardır. Şehidler, topluma can vermek, kan vermek, ışık tutmak, nur saçmak, hayat vermek için kendilerini fedâ ederler. Şehidler, kalp gibidir; toplumun kurumuş damarlarına kendi kanlarını ulaştırırlar. Müslümanlara yeniden dinlerine ve kendilerine inanıp güvenme duygusu kazandırırlar.
Şehid; kötülüklerin, zulümlerin ve şeytanî güçlerin ortadan kalkması ve insanların mutluluğa kavuşmaları için canını ortaya koyarak kelle koltukta mücâdele eder. Böylelikle müslümanların kalplerinde taht kurar. Müslümanların tâğûtî/şeytânî güçler karşısındaki mücâdele ve mücâhedelerine ivme kazandırır.
1674] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 3, s. 65-70
- 422 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Müslümanlar, tarihin hangi devrinde olursa olsun, şehidi asla unutmamışlardır ve unutamazlar.
Cihad, Allah yolunda yapılan savaşımın, mücâdelenin her türlüsünü kapsamına alır. Bir hareketliliği, canlılığı, gayret ve didinmeyi ifâde eder. Allah uğruna cihad eden, yani mücâdele eden, didinen, gayret sarfeden ve savaşan kimseye mücâhid denilir. Buna göre şehid, mücâhiddir. Mücâhid olmayanın şehid olması mümkün değildir. Ancak “hayat, iman ve cihaddır“ düsturuyla hareket edenler şehidlik mertebesine erebilirler. Çünkü şehâdet ucuza elde edilebilecek bir şey değildir. Şehâdet işi, Allah’la bir alışveriş işidir.1675 Bu alışveriş çok kârlı bir ticarettir, karşılığında cennet olan bir alışveriş!
Şehâdet makamı, “söz“den ziyâde “hareket“in, “eylem“in meyvesidir. Gerçi, sözünü silâh haline getiren müslümanların da İslâm düşmanlarınca öldürüldükleri görülmüştür. Ama, bu noktada artık, söz, söz mertebesinden silâh mertebesine geçmiştir de, onun içindir İslâm düşmanı olanların o gibi söz sahiplerini öldürmekten başka çare olmadığını düşünmeye başlamaları...
Bir İslâm büyüğüne; “bize, köle âzâd etmenin faziletinden bahset“ dediklerinde, onun hemen izin isteyip o topluluğu terk etmesi ve bir müddet sonra gelip konuşmaya başlaması örneği vardır. O İslâm büyüğü der ki: “Benden bu konuda istekte bulundunuz. Ama, ben o zamana kadar hiç köle âzâd etmemiştim. Size o konunun fazileti hakkında nasıl söz söyleyebilirdim? Gittim, evimde her ne kadar param varsa, onları aldım; pazara uğradım, orada bir köle satın aldım ve sonra da âzâd ettim onu. Şimdi, o konunun fazileti hakkında biraz rahatça konuşabilirim...“ Şehidliğin faziletiyle ilgili dille ve kalemle bir şey anlatmak konusunda da, aynı şekilde davranmamız gerekmez miydi? Şehâdetin fazileti, şehidliği göze almış yürekli bir eylemle anlatılmalı...
Söz söylemeye varız da, “sözümüzün eri“ olmaya gelince, âdeta gelecek zaman üzerinde tasarruf hakkımız varmış gibi, muhtelif hesaplarla yan çizmemiz yok mu, işte o bizi mahvediyor. Bahânelerimiz de çok kere mantıklı ve mâkul geliyor herbirimize. İslâm hâkimiyeti ve i’lâ-yı kelimetullah dâvâsı uğruna yüz binlerce şehid vermiş atalarıyla övünen insanların, yakın tarihte yıllardır kaç tane şehid verdiklerini değerlendirdiklerinde çok eskide kalmış şehid atalarıyla övünmeye haklarının olup olmadığı anlaşılacaktır. Henüz “şehid vermek“ değil; “şehid kazanmak“ kavramının anlamını bile idrâk noktasına gelip gelmediğimizi kendimize bir sormalıyız.
Şehid... el-Esmâü’l-Hüsnâ’dan, Allah Teâlâ’nın isimlerinden olan şehid kavramı, tahsîsî değildir; yani Kur’an’da hiçbir yerde, belirleme eki olan “el“ takısıyla birlikte, “eş-şehîd“ şeklinde geçmez. Yani, sadece Allah Teâlâ’ya mahsus değildir. Şehid kavramı, Allah Teâlâ için kullanıldığında “her yerde hâzır ve nâzır olması hasebiyle, her şeyi hakkıyla bilen“ mânâsınadır. Şâhidlik, bilmekten daha ileridir. İslâm ıstılahında “şehid“, bilindiği gibi, “Allah yolunda dünya hayatını fedâ eden kimse“ anlamında kullanılmaktadır. Başka dinlerde ve ideolojilerde ise, esasen “şehidlik“ diye bir mertebe yoktur. Bu yüzden, başka din mensuplarının kendi dinlerine veya ideolojilerine (ki ideolojiler de birer bâtıl dindir), geçerlilik kazandırabilmek yolunda ölenler için “şehid“ denilemez. Ne var ki, her
1675] 9/Tevbe, 111
ŞEHİD VE ŞEHÂDET
- 423 -
şeyden önce, çoğu müslümanların (özellikle medya mensuplarının) bu husustaki vurdumduymazlığı ve İslâm düşmanlarının da çifte standart ve istismarcı yapıları ile İslâmî kavramları sû-istimal etmektedirler. Şehidin, İslâm’da çok yüksek bir mânevî makama sahip olduğunu bilenler, bu makamın etkisini tahrip edemeyenler, müslüman toplumların kültür ve akîdelerindeki şehid anlayışını söküp atamadıklarından, atamayacaklarını da bildiklerinden; bu kavramın içini kendileri doldurmaya başlamışlardır. Kendi sapık hedefleri, niyet, inanç ve ideolojileri için bu kavramı yüzsüzce kullanmayı denediler ve maalesef çoğu yerde de muvaffak oldular. İslâmî kavramların en aziz kelimelerinden birisi olan şehid kelimesinin mânâsının korunamaması, en başta şehidlerin dünya hayatını fedâ ettikleri mânâlara karşı, bir “emânete hiyânet“ durumu ortaya çıkarır.
“Vahyi reddetmek“ üzerine kurulu laiklik bile bütün materyalistliğine ve âhiret hayatını bir zan ve zihin fantezisi olarak değerlendirmesine rağmen, kendi kayıplarına, kendi yolunda öldürülenlere “laiklik şehidi“ demiyor mu? Hatta İslâm’la en küçük bir ilgisi olmayan kişilerin veya toplumların, bu kavga ve mücâdele dünyasında, karşısına çıkan herhangi bir hasmı ile savaşırken ölmesi karşısında, ona taraftar olanlar, bizim üzerinde yaşadığımız toprakların kitle iletişim haberlerinde, her çeşit medyada o gibi kimselerden “şehid“ diye söz etmiyorlar mı? Buna karşı bizler, gerçek mânâda İslâmî ölçülere göre şehid kavramına lâyık olanların, dünya hayatlarını uğrunda verdikleri aziz hedefleri değil; onların hâtırasını korumakta bile gerekli hassâsiyeti göstermiyor ve “şehid“ gibi bir yüce sıfatı, o mânâya zıt, ona ters ve en seviyesiz kimseler için kullanılmasına bile seyirci kalıyoruz. Şâir ne demiş:
“Vicdan bile duymaz, sesi çıkmazsa bir âhı
Sessiz kölelerdir yaratan, bin bir ilâhı.“
“Şehid vermek“ değil; “şehid kazanmak“ demiştik. “Vermek“te bir kaybetmek vardır; elden bir şeyler çıkıyor, vermekle. Şehâdet ise, bir kayıp değil; kazançtır. İnancı yolunda, Allah’ın dini uğrunda dünya hayatından vazgeçmeyi göze alabilecek kadar çetin bir mücâdeleye girişen müslümanın şehâdetle dünya hayatından çekilişi, evet, zâhiren bir kayıp gibi gözükse de, o gerçekte bir kazançtır. Çünkü, Allah’ın vaad ettiği yüksek mânevî makamlardan ayrı olarak, şehid olmanın verdiği bir mesaj vardır. Topluma kazandırdığı ruh vardır, kanıyla eğitip yetiştirdiği insanlar vardır.
Müslüman, şehid olmakla, diyor ki: “Ben, öyle bir dünya nizamına ve öyle bir hayat telâkkisine sahibim ki, onun bütün insanlar içinde tek kurtuluş yolu olduğuna inanıyorum ve sadece kendi hayatımı bu inanca göre düzene sokmak için değil; bütün insanların da bu anlayış içinde yaşayabilmesi için, bu yolda hatta dünya hayatından geçmeyi göze alıyorum. Evet, yaşamak için benimsediğim hayat yolu, öyle bir yoldur ki, onun uğrunda ölebiliyorum.“ Böyle bir anlayış içinde olan insanın dünya hayatını fedâ edebilmesi bir kayıp değil; bir kazançtır. Bu dünyevî ve uhrevî kazanç öylesine büyüktür ki, şehid; kanıyla, dâvâsına yeni bir kan ve can vermekte, dâvâsı yolunda tesâdüfen değil; bilerek dünya hayatını fedâ etmekle, inancının güçlülüğünü düşmanlarına da ispatlamakta ve hatta dünya hayatındayken iknâ edemediği, kendisine çekemediği yakınlarını da şehâdetiyle terbiye etmekte ve geride bıraktığı şehidlik hâtırasıyla kendi yakınlarına çok güçlü mesajlar vermekte ve iftiharlar sunmakta ve bu övünç
- 424 -
KUR’AN KAVRAMLARI
duygusunun verdiği şuurla, onları kendi mânevî huzur alanı içine çekmekte, dâvâsını, inancını, mücâdelesini onlara daha iyi anlatmaktadır. 1676
Şehâdet; Anlam ve Mâhiyeti
‘Şehâdet’ veya ‘şuhûd’ sözlükte, bir şeyi yerinde ve yanında gözlemektir. Bu gözleme kafa gözüyle olabileceği gibi kalp gözüyle de olabilir. ‘Şehâdet’ kelimesi farklı kullanım yerlerine göre, hazır olma, tanıklık, açık belirti, ona tanıklık etme demektir. Türkçe’de kullanılan ‘şâhit olma’, ‘şehâdette bulunma’ bu anlamlardadır. ‘Şehâdet ve şuhûd’ Kur’an’da ‘ğayb’ın karşıtı olarak kullanılmaktadır.
‘Şehâdet’ türevleriyle birlikte Kur’an’da yüz altmış yerde geçmektedir. Bu türevlerden en çok kullanılan, ‘şehid’ (çoğulu: şühedâ), ‘şâhid’ (tanık olan, gözleyen), ‘meşhûd’ (gözlenen, tanık olunan), ‘istişhad’ (tanıklık, gözleme, görerek bilip öğrenme) kelimeleridir.
‘Şehâdet’ kelimesi Kur’an’da çok geçmesine rağmen, yeterince bilinmeyen veya çok dar mânâda bilinen kavramdır. Kur’an’daki şu ifade dikkat çekicidir: “Burçları olan göğe andolsun, o vaadedilen güne, şâhid olana (görene) ve şâhid olunana-meşhûda (görülene de).“1677 Allah (c.c.), kendisinin hem ‘ğayb’ âleminin hem de ‘şehâdet’ âleminin âlimi olduğunu beyan ediyor.1678 insan Allah’tan aldığı şuur ve işaretle, ilim veya düşünce üretebilir. Bu ilim ve düşünce sâyesinde de varlığı ve eşyayı tanır. İnsanın kendisi ve onun ürettiği bilgi ve düşünce, Şâhid olan Allah’ın ona verdiği bir ‘şehâdet’ olayıdır. O, Allah’ın kendi varlığının delili olarak yarattığı ‘şuhûd âlemindeki’ bazı şeyleri görmektedir, gözlemektedir.
İnsan iman ettikçe, bunun doğrultusunda ilmi arttıkça ve kalp gözü açıldıkça, âlemdeki Allah’ın ‘şâhidlerini’, O’nun varlığını her an bilenleri, ona tanıklık edenleri daha iyi anlar. Böyle bir insan için ‘gayb’ın bir kısmı ‘şâhid’ olunan ‘meşhûd’ âlem haline gelmeye başlar. Aynı kökten gelen ‘müşâhede’; iyice gözlemek, hisleriyle bir şeyi anlamak, bir şeyde kesin bir bilgiye ulaşmak anlamlarına gelir. Şehâdet ise, müşâhedeye hazır olmak, nefis ve duygularla bir şeyin varlığına şâhid olmak, ona ait bir bilgiye ulaşmak ve sonunda bu bilgiyi açığa vurmak eylemidir.
Kişi, gerek nefsiyle, gerekse duyularıyla bir şeyin doğruluğunu anlarsa, o şeyin doğru olduğundan emin olursa, onu itiraf eder, onun öyle olduğuna tanıklık eder. Söz gelimi Tevhid Kelimesini söylemek, Allah’ın varlığına ve birliğine iman etmektir. Yani bu kelime ile verilen bilginin doğruluğundan emin olmak, onun doğruluğuna şâhid olmaktır. Burada hislerle bir şeyin doğruluğu gözlenmiş, emin olunmuş ve bu doğrulayıcı tavır bir ‘şehâdet’le ortaya konmuştur.
Allah (c.c.) kendi varlığını ‘ğayb-şehâdet’ süreci olarak ortaya koyuyor ve insanı çeşitli şekillerde buna şâhid olmaya çağırıyor. İşte bu şehâdet, insanın kaçamayacağı bir tanıklıktır. Yerde ve gökte olan her şey bu tanıklığı yapmaktadır. Yalnız bazı insanların nefisleri bunu inkâr etse de, gerçek böyledir.1679 Zâten Kıyâmet günü insanların dilleri susacak, buna karşın elleri ve ayakları insanın ne
1676] Mâlik Eşter, E. Selâhaddin, Tevhid, Şubat 91
1677] 85/Bürûc, 1-3
1678] 32/Secde, 6; 39/Zümer, 46; 59/Haşr, 22; 62/Cum’a, 8
1679] 57/Hadîd, 1; 59/Haşr, 1; 17/İsrâ, 44
ŞEHİD VE ŞEHÂDET
- 425 -
yaptığına ‘şâhitlik’ edeceklerdir. 1680
İnsanın var olması bir anlamda ‘şehâdet’i yerine getirmesi içindir. Bazı mü’minlerin “Yarabbi! Bizi şehidlerden yaz“ diye duâ etmeleri bu gerçeğe işaret etmektedir.1681 Olgun mü’minler, bu anlamdaki şehâdetlerini hakkıyla yerine getiren kimselerdir.1682 Kur’ân’ı tam anlayabilmek için bu evrensel şehâdeti bütün anlamıyla yerine getirmek gerekir. Çünkü Kur’an, bu şehâdeti insanlara bildirmek için geldi.
Allah’ın güzel adlarından biri de ‘Şehid’dir. O, her şeye ve her şeyin üzerine şâhiddir.1683 Allah’ın varlığı ve O’na ait yaratma, var etme, Rablik, kudret ve bunların eserleri bütün evrende, her yerde varken, bu şehâdeti inkâr etmek zâlimliktir. 1684
Şehâdetin tarihî süreç içerisinde üç zamanını görmek mümkündür: Allah’ın, insanların benliklerini kendi gerçeğine şâhid tuttuğunu Kur’an haber vermektedir. Bu ‘elest bezmi’ diye bilinen sözleşmedir/misaktır. Bütün insanlar fıtratlarıyla Allah’a ve O’nunla ilgili gerçeklere ‘şehâdet’ etmişlerdir ve etmektedirler. ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ sorusuna ‘evet Rabbimizsin, buna şehâdet ederiz’ demişlerdir.1685 Bu şâhidlik sebebiyle insan öldükten sonra, benim bundan haberim yoktu diyemeyecektir.
İnsan dünyaya geldikten sonra, dünya hayatının câzipliğine kapılarak bu şehâdeti unutabilir. hirette ona ‘sana bir uyarıcı peygamber gelmedi mi?’ sorusu sorulduğu zaman ‘nefislerimize karşı şehâdet’ ederiz’ derler.1686 Bu itiraf, hem varlık dünyasının Allah’a ait olduğunu kabul etmektir, hem de varlığın sahibi Allah’ın insana elçiler gönderdiğini ilan etmektir. Böylece insanlar dünya hayatında da bu şehâdeti sürdürmeye davet ediliyorlar. Bu şehâdeti yerine getiren mü’minleri Kur’an şöyle anlatıyor: “Rasûl’e indirilen Kur’an’ı dinledikleri zaman, tanıdıkları gerçekten dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Derler ki: Rabbimiz, inandık, bizi şâhidler (olarak) yaz!“ 1687
Allah (c.c.) kendi varlığına bizzat kendisi şehâdet ediyor. Aynı şehâdeti melekler ve ilim sahibi kimseler de yaparlar.1688 Allah (c.c.) bu tanıklığı, kendisinin dışında herhangi bir ilâh olmadığı gerçeğini vurgulayarak yapmaktadır. Melekler, bu gerçegi itiraf ederler. İlimden nasibi olan bazı âlimler de elde ettikleri bilgilerle bunu kabul ederler. Çünkü onların elde ettiği bilgiler zâten Allah’ın Rabliğinin şâhitleridir.
Allah’ın Şehâdeti: Allah (c.c.), âfakta (dış âlemde) ve enfüste (nefislerde) bulunan âyetlerini insana göstereceğini belirttikten sonra, kendisinin her şeye şâhid olduğunu haber veriyor.1689 Allah’ın şehâdetinin insan üzerinde gerçekleş1680]
36/Yâsin, 65; 41/Fussilet, 20
1681] 3/Âl-i İmrân, 53; 5/Mâide, 83
1682] 70/Meâric, 33
1683] 3/Âl-i İmrân, 98; 5/Mâide, 117; 10/Yûnus, 47
1684] 2/Bakara, 140
1685] 7/A’râf, 172
1686] 6/En’âm, 140
1687] 5/Mâide, 83
1688] 3/Âl-i İmrân, 18
1689] 41/Fussilet, 53
- 426 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mesi ise daha fazla dikkat çekicidir. Her şeye şâhid olduğunu söyleyen Rabbimiz, insana, onun şah damarından daha yakın olduğunu da açıklıyor.1690 Öyleyse insan sürekli bu tanıklığın kontrolü altındadır. İman edenler bu gerçeği bilerek devamlı en iyi ameli, devamlı en güzel kulluğu yapmaya çalışırlar. Allah’ın insanı her an gördüğünün bilinmesi şuuru, ‘ihsan’ durumudur ki mü’minlerin yücelecekleri en üstün makamdır.
Peygamberlerin Şâhid Oluşu: Allah (c.c.) kendisi her şeyin şâhidi (veya şehidi) olduğu gibi, aynı zamanda peygamberler de gerçeğin ve insanların yaptıklarının birer şâhididirler.1691 Kur’an, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in bir ‘şâhid’ olarak gönderildiğini sık sık vurgular.1692 Peygamberimiz aynı zamanda bütün insanların şâhidi olacaktır.1693 Hz. Muhammed (s.a.s.) nasıl şehid/şâhid ise, O’nun ümmeti de insanlar üzerine bir şehidler topluluğudur. Kur’an bunu çoğul halinde ‘şühedâ’ olarak kullanıyor.1694 İslâm ümmeti bu mânâda bütün insanlar üzerinde şühâdadırlar/şâhittirler. Onlar, yeryüzünde hakikatin gerçek şâhidleridir.
Kur’an, yeryüzünde bozgunculuk yapıp doğru yoldan uzaklaşan ve İlâhî vahye inanmayanları, iddialarını ispat etmeye çağırıyor.1695 Allah adına uydurdukları hükümlerin, doğru yolda olduklarının şâhitlerini getirmeleri isteniyor. Onlar elbette bu yaptıklarının doğruluğunu ispat edecek doğru şühedâ bulamazlar.
Adâlet ve Şehâdet: Şehâdet, ancak adâlet duygusuyla gerçekleştirilebilir. Yerde ve gökte mutlak anlamda İlâhî adâlet vardır. Allah’ın adâlet sıfatının tecellisi bütün yaratıkları kuşatmıştır. İnsanlar arasındaki adâletin sağlanması da hakkıyla ‘şâhitlik’ yapmakla mümkündür. Kur’an, hukukî anlamda yapılacak şehâdetin de hakkıyla yapılmasını emrediyor. Bu şehâdet adâlet sahibi kimseler tarafından yerine getirilir. 1696
Kur’an, borçlanmalarda, vasiyetlerde, zinâ ve iftira cezalarında şâhid getirilmesini bu gibi şeylerin şâhitlerle ispatlanmasını emrediyor.1697 Müslüman ve iffetli kadınlara zinâ iftirası yapıp da bunu dört şâhitle ispat edemeyenlerin şâhitlikleri ebediyyen kabul edilmez.1698 Kıyâmet günü Allah (c.c.) bütün herkes ve her şey üzerine şâhiddir. O, elbette dünya hayatında her şeye tanıklık ediyor. Hesap günü de O, insanların yaptıklarına şâhitlik edecektir. 1699
Bütün insanlar da kendi şâhitleriyle (peygamberiyle) diriltilir ve hesapları görülür.1700 Peygamberimiz (s.a.s.) hem kendi ümmeti üzerine, hem de bütün insanlar üzerine şâhid olarak getirilir.1701 Ayrıca her insanın elleri ve ayakları, derisi, kulağı ve gözü kendi aleyhine şâhitlik edecektir. 1702
1690] 6/En’âm, 19
1691] 16/Nahl, 84
1692] 33/Ahzâb, 45; 48/Fetih, 8; 73/Müzemmil, 15
1693] 4/Nisâ, 41
1694] 2/Bakara, 143; 22/Hacc, 78
1695] 28/Kasas, 75
1696] 5/Mâide, 8, 44; 65/Talâk, 2
1697] 2/Bakara, 282; 4/Nisâ, 15; 24/Nûr, 4, 6-9
1698] 24/Nûr, 6-9
1699] 4/Nisâ, 159; 10/Yûnus, 29; 13/Ra’d, 43
1700] 16/Nahl, 84
1701] 16/Nahl, 89; 4/Nisâ, 42
1702] 41/Fussilet, 20-22; 36/Yâsin, 65; 24/24Nûr
ŞEHİD VE ŞEHÂDET
- 427 -
Allah’a ve Rasûlüne itaat edenler, kendilerine Allah’ın nimet verdiği peygamberler, sâdık olanlar, sâlih ve şühedâ (şâhidler/şehidler) ile beraber olurlar. Onlar gerçekten güzel arkadaştır.1703 Buradaki ‘şühedâ’ yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız anlamda Hakk’a şâhitlik edenler olabileceği gibi, Allah yolunda canlarını fedâ eden şehidler anlamına da gelebilir.
Şehâdet, ilimle ve yaşantı ile Hakk’a şâhitlik etmek olduğu için, bunun göstergesi olarak Allah yolunda can vermeye de ‘şehâdet-şehidlik’ denilir. Bu yolda canlarını fedâ edenlere ‘şehid’ denilir. Bu şehidlik, şehâdetin bir başka şekilde gerçekleşmiş halidir. Ancak asıl ‘şehâdet’ yakîn bilgi (ilim), adâlet, takvâ ve İslâmî yaşayışla Hakk’a şâhit olmaktır. Bu mânâda bütün güzel mü’minler birer şehiddir. 1704
Kelime-i Şehâdet Getirmek
İslâm’ın, halk açısından anlaşılamayan yönlerinden biri de kelime-i şehâdet getirme meselesinde kendisini göstermektedir. Bilindiği gibi, matematikte bir problemi çözerken formülü yanlış uygularsanız sonuç da yanlış çıkar. Kelime-i şehâdet de İslâm’ın formülüdür. İlk etapta bunu doğru anlarsak, neye ve nasıl şâhidlik yapacağımızı da doğru anlamış ve doğru yaşamış oluruz.
Kelime-i şehâdeti mânâ olarak hatırlayalım: “Ben şâhidlik ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. Ve ben yine şehâdet ederim ki Hz. Muhammed (s.a.s.) O’nun kulu ve Rasûlü/elçisidir.“ Bilindiği gibi, günümüzde bir insan, müslüman olmak istediği zaman, ona birtakım telkinlerden sonra hemen kelime-i şehâdet söylettirilir. Böylece o kişi İslâm’a dâhil edilmiş olur.
Her şeyden önce, kelime-i şehâdetle nelerin denmek istendiğini açıklayalım: İlâh; kendisine itaat edilen, sığınılan ve râzı edilmeye çalışılan varlık demektir. Buna göre şehâdet kelimesinin ilk cümlesini tekrar edelim: “Şâhidlik ederim ki Allah’tan başka ilâh (mutlak olarak itaat edilecek, sığınılacak ve râzı edilecek varlık) yoktur, ben tanımıyorum.“ Bu, Allah’tan başkasına kayıtsız şartsız itaat etmemeyi ve sadece O’nun emir ve yasaklarına uyarak yaşamayı gerektirir.
O halde kelime-i şehâdet getirmek, insanlara şunu haykırmaktır: “Ey insanlar! Artık ben Allah’tan başkasına itaat etmeyeceğime şâhidlik edeceğim. Siz de benim hayatımda Allah’tan başkasına ait kuralların olmadığını göreceksiniz.“ Yani buradaki şehâdet, sözlü değil; fiilîdir/eylemseldir.
İkinci cümleye gelince: “Ve yine şâhidlik ederim ki, Hz. Muhammed (s.a.s.) O’nun kulu ve elçisidir.“ Elçi; bir şeyi birinden alıp bir başkasına götüren kimsedir. Padişahlar ferman yazıp elçilerine verir ve istedikleri kimselere gönderirler. Dolayısıyla padişaha giden yolu en iyi bilen o elçidir. Tıpkı bunun gibi peygamberler de Allah ile insanlar arasında elçidirler. Allah’tan aldıklarını insanlara iletirler. Bu örnekte elçi, nasıl padişaha giden yolu en iyi bilen kişi ise, Allah’a giden, O’nun râzı olduğu yolu en iyi bilen de peygamberlerdir. Öyleyse, teklife muhâtap insanlardan, Allah’a gitmek ve Allah’ı râzı etmek isteyen olursa, yapacağı şey, kendisine gelen peygamberi örnek/önder kabul edip onun gibi inanıp yaşamaktır.
İşte “Hz. Peygamber’in Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna şâhidlik ederim“
1703] 4/Nisâ, 69
1704] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 610-614
- 428 -
KUR’AN KAVRAMLARI
diyenler de, gerçekte şunu söylemiş olurlar: “Ey insanlar! Benim için, beni Allah’a götürecek tek önder Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Ben Allah’a itaat ederken O’nun kulu ve elçisi gibi itaat etmeye çalışacağım. O benim için örnektir.“ Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Sizin için Allah’ı ve âhiret gününü arzu edenler ve Allah’ı çok zikredip ananlar için Allah’ın peygamberinde pek güzel bir örnek vardır.“ 1705
Ashâb, şehâdeti böyle anladı ve böyle yaşadı. Yoksa bugün olduğu gibi, sadece diliyle kelime-i şehâdeti söyle ve bir ömür boyu hayatını pek fazla değiştirmeden yaşa! Hayır, böyle bir anlayış İslâm’ın ruhuna aykırıdır. Öyle bir yaşam ortaya koyacaksın ki, sen dilinle “ben müslümanım“ demesen bile dışarıdan bakanlar sana “müslüman“ demeliler. İşte şehâdet budur. Sadece söylenen bir söz değil; aynı zamanda yaşanan bir hayattır. Aksi takdirde pek bir anlamı olmaz. Şehâdet getirmek, getirmeyenlerden farklı olmaktır.1706 Şehâdet, Allah’la ve mü’minlerle bir antlaşma imzasıdır; bir sözleşmedir. Mü’minlere ait bütün haklardan yararlanmak için, mü’minlere ait bütün görevleri yerine getirme sözüdür. Cennet karşılığında bir alışveriş akdidir.
Şehid; Anlam ve Mâhiyeti
‘Şehid’, şehâdet konusunda geçtiği gibi, ‘şâhid olan, tanıklık eden, kesin bir haberi veren, hazır olan’ gibi anlamlara gelir. ‘Şehid’ kavramı Kur’an’da birkaç anlamda kullanılmasına rağmen, şehid deyince akla daha çok Allah yolunda öldürülen kimseler gelmektedir. Bu bakımdan ‘şehid’, Allah yolunda, O’nun dini uğrunda çalışırken ya da cihad ederken canını veren, bu uğurda ölen kimse demektir. Bu gibi kimselere ‘şehid’ denmesinin sebebi, onların cennetlik olduğuna şâhitlik edilmesi, Allah’ın huzurunda her zaman diri olmaları, ölümleri zamanında meleklerin onlara şâhit olmaları veya doğrudan Cennete giderek Allah’ın onlar için hazırladığı çeşitli nimetlere şâhit olmalarıdır.
‘Şehid’ kelimesi Kur’an’da otuzaltı yerde tekil, bir yerde ikili, onsekiz yerde de çoğul olarak ‘şühedâ’ şeklinde geçmektedir. Kur’an’da ‘şehid’ kelimesi aynı kökten türemiş diğer kelimelerle beraber daha çok Türkçe’de şâhitlik-tanıklık olarak bildiğimiz mânâda kullanılmaktadır.
Allah’ın İsmi Olarak Şehid: Allah’ın güzel isimlerinden (Esmâu’l-Hüsnâ’dan) biri de ‘Şehîd’dir. Allah’ın ismi olarak Şehid, kendisinden hiçbir şey saklanamayan, her şeye şâhid, ve hiçbir şeyi unutmayan demektir. Şâhit olma, bir şeyin bizzat yanında hazır olmayı hatırlatır. Allah ğaybı ve gizli-açık her şeyi bilmesiyle ‘Alîm-Bilen’, her şeyden haberdar olmasıyla ‘Habîr-haberi olan’, açık ve ğayb olan şeylere şâhid olması açısından da Şehiddir. Aslında Allah (c.c.) her şeyi bilir ve her şeye mutlak anlamda şâhiddir. İnsanlar bir şeyi, ancak ona ulaştıklarında, o şey kendileri için hazır olduğu zaman bilirler, ona şâhitlik ederler. Allah ise, insanlar için hazır olmayan, insanların bilmediği her şeye de ‘şâhid’ olan, onları olduğu gibi bilendir.
Kur’an’ın haber verdiğine göre Allah (c.c.) kendinden başka tanrı (ilâh) olmadığına ‘şehâdet ettiği gibi melekler ve ilim sahibi kimseler de buna şâhitlik ederler.1707 O, kullarının işlerine, meselâ münafıkların yalancı olduklarına şâhitlik
1705] 4/Nisâ, 69
1706] Hasan Eker, Şehâdet Bilinci, s. 99-102
1707] 3/Âl-i İmrân, 18
ŞEHİD VE ŞEHÂDET
- 429 -
eder.1708 Rabbimiz, şeytanları ve onların yardımcılarını kâinatın yaratılmasına şâhit tutmamıştır. 1709
Şehâdetin en büyüğü Allah’a ait olandır. Bu O’nun tarafından bilinen şeydir, ya da O’nun bildirdiği şeylerdir.1710 Allah, hem şehâdet âlemini, hem de ğayb âlemini bilir. O, hepsinin şâhididir.1711 ‘Şehid’ kelimesi yirmi kadar âyette Allah (c.c.) hakkında kullanılır. “Allah her şeye şehiddir, -şâhiddir-“ veya “şehîd olarak Allah yeter“ şeklinde sık sık geçmektedir. Şu âyetlerde bunun örneklerini görmekteyiz: “Allah, muhakkak Kıyamet günü onların arasını açacak, hükmünü verecektir. Şüphesiz Allah her şeye şehiddir.“1712; “Rabbin sana yeterli değil mi? Şüphesiz O her şeye ‘şehiddir.“1713; “Allah, benimle sizin aranızda ‘şehid’ olarak yeter. Şüphesiz ki O kullarının yaptığından haberdardır.“ 1714
Allah Teâlâ, kullarının yaptığı her şeye şehid-tanık olduğunu haber veriyor.1715 Yüce Allah, bir âyette de kendisi hakkında çoğul olarak ‘şâhidîn-şâhitler’ demektedir. Rabbimiz kendisi hakkında bazen ‘Biz’ zamirini kullanmaktadır. “Biz onların hükümlerine şehid-şâhitler idik.“1716 âyetinde de bu durum söz konusudur.
Hz. Muhammed (s.a.s.) de ‘şehid’ sıfatıyla anılmaktadır. Çünkü O, hem kendi ümmeti için, hem bütün insanlar için bir ‘şâhid’ olarak görevli kılınmıştır. O’na inanan mü’minler de insanlar üzerine ‘şehid’ olmaktadırlar. “Size bundan önce müslüman ismini O verdi. Bunun sebebi, Rasûl sizin üzerinize, sizler de insanlar üzerine ‘şehid’ (tanık) olasınız diye.“ 1717
İnsanların Şâhid Olması: ‘Şehid’ ismi, Allah hakkında kullanıldığı gibi insanlar hakkında da kullanılmaktadır. Bu kullanımların daha çok Türkçe’deki ‘şâhitlik-tanıklık’ anlamı taşıdığını görmekteyiz. ‘Şehid’in çoğulu ‘şühedâ’ Kur’an’da daha çok ‘şâhitler’ mânâsında kullanılmaktadır. Bu çoğul hali müşrikler hakkında kullanıldığı zaman, sahte tanrılar, müşriklerin yardımcı sandığı kimseler veya onların lehine şehâdet edecekleri umulan kimseler anlamı anlaşılmıştır.
İslâm ümmeti diğer insanlar üzerine ‘şühedâ’-şâhidler’ olarak seçilmiştir. “Böylece sizi, insanlara ‘şühedâ-şâhitler (ve örnek) olmanız için vasat (orta) bir ümmet kıldık. Peygamber de sizin üzerinizde ‘şehid-tanık’ olsun…“1718 Allah (c.c.) zafer ve hüzün günlerini insanlar arasında devredip durur. Bunun sebebi, Allah’ın insanlar arasından ‘şühedâ-şâhitler veya şehitler’ seçmek istemesidir.1719 Mü’minler, şehâdet sahibi kimseler (şühedâ) ile beraber haşr olunmayı (hesaba çekilmeyi) isterler.1720 Allah’a ve Rasûlüne itaat eden kimseler her zaman peygamberler ve ‘şühedâ’ ile
1708] 63/Münâfıkûn, 1
1709] 18/Kehf, 51
1710] 6/En’âm, 19
1711] 32/Secde, 6; 39/Zümer, 36; 59/Haşr, 22
1712] 22/Hacc, 17
1713] 41/Fussilet, 53
1714] 17/İsrâ, 96
1715] 3/Âl-i İmrân, 98
1716] 21/Enbiyâ, 78
1717] 22/Hacc, 78; Ayrıca bk. 4/Nisâ, 41; 48/Fetih, 8
1718] 2/Bakara, 143
1719] 3/Âl-i İmrân, 140
1720] 3/Âl-i İmrân, 53
- 430 -
KUR’AN KAVRAMLARI
beraberdirler. 1721
Allah Yolunun Şehidleri: Allah yolunda öldürülmek anlamında ‘şehidliğin’ derecesi çok yüksektir. Onlar, insan için pek sevimli olan canlarını Allah uğrunda, O’nun adının yüce olması (îlâ-yı kelimetullah) için, İslâm’ın yücelmesi ve korunması için fedâ ederler. Rabbimiz, şehidlerin kendi katında ölmeyip diri olduklarını ve Allah’ın verdiği şeylerle rızıklandıklarını açıklıyor.1722 “Ve sakın Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin; hayır onlar diridirler. Fakat siz bunun şuurunda değilsiniz.“ 1723
Allah, kendi yolunda ölenlerin ücretini vereceği gibi, onların bütün günahlarını da affedecek ve onları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır.1724 Peygamberimiz de birçok hadisinde Allah yolunda mal ve can ile çalışmanın, malı ve canı Allah yolunda fedâ etmenin faziletini, Allah katındaki değerini anlatmaktadır.
“Bu kadar yüce derecelere ulaşacak olan şehid kimdir?“ sorusu sorulabilir. Bu konuda farklı görüşler vardır. Ama şu hadis bize bu konuda bir ipucu vermektedir. ‘Kim Allah yolundadır?’ diye sorulan bir soruya karşılık Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kim Allah’ın adını, hükmünü yüceltmek, her şeyin üstüne çıkarmak için savaşırsa, o Allah yolundadır.“ 1725
Şehidlerin Çeşitleri: Şehidleri birkaç gruba ayırmak mümkündür. Çünkü hadislerde farklı şekillerde ölenlere ‘şehid’ denmektedir.
1- Hükmen şehid: Bunlar, İslâm uğruna savaşırken ölen kimselerdir. Kur’an bunlara; Allah yolunda öldürülenler demektedir.1726 Yol kesen soyguncular tarafından öldürülen de bu şekilde şehid sayılır. Allah yolunda öldürülen şehidler yıkanmaz ve kefenlenmez. Bunlara dünyanın ve âhiretin şehidi denilir. Çünkü dünyada müslümanlar onlara şehid muâmelesi yaparlar, âhirette ise zaten şehid kabul edililirler.
2- Âhiretin şehidi: Bunlara âhirette şehid muamelesi yapılması umulur. Hata yoluyla öldürülenler, Allah yolundaki savaşta yaralanıp da sonradan ölenler, çocukken ölenler, yanarak, boğularak, göçük veya çığ altında kalarak, salgın hastalık dolaysıyla ölenler, malını, ırzını veya toprağını koruma uğruna ölenler, doğum yaparken ölen kadınlar, gurbette veya ilim yolunda ölen müslümanlar da bu gruba girerler.
3- Dünya şehidi: Allah yolundaki bir savaşa katılmasına rağmen Allah rızâsı için değil de, başka bir amaçla savaşıp ölenler. Bunlara dünyada insanlar şehid dese bile Allah’ın katında onlar sehid sayılmazlar. Bunların durumunu sadece Allah bilir.
Şehidliğin Fazileti: Şüphesiz şehidlik üstün bir makamdır. Allah (c.c.) bu
1721] 4/Nisâ, 69; 3/Âl-i İmrân, 140
1722] 3/Âl-i İmrân, 169-171
1723] 2/Bakara, 154
1724] 3/Âl-i İmrân, 195
1725] Buhârî, İlim 45, 1/42, Cihad 15, 4/24; Müslim, İmâre 149-150, hadis no: 1904, 3/1512; İbn Mâce, Cihad 13, hadis no: 2783, 1/931; Ahmed bin Hanbel, 4/392, 397, 402, 405, 417
1726] 2/Bakara, 154
ŞEHİD VE ŞEHÂDET
- 431 -
makamı kendi uğrunda veya dininin uğrunda, yalnızca O’nun rızâsı için çalışıp gayret gösterirken, cihad ederken ölen kimselere vermektedir. Bizim bazı ölüler hakkında şu veya bu sıfatı kullanmamız fazla bir şeyi değiştirmiyor. Allah (c.c.) kendi yolunda çalışanları ve bu uğurda canlarını Cennet karşılığı seve seve verenleri bilmektedir. Bazı ölüler hakkında bizim ne dediğimiz değil; Allah’ın o ölüye nasıl muâmele edeceği önemlidir.
Çağımızda ‘şehidlik’ kavramı da diğer birtakım değerler gibi yıpratıldı, biraz da ucuzlatıldı. Şehid ve şehâdetin ne olduğu bu kadar açıkken, bazıları İslâm’ın dışındaki dinler ve ideolojiler veya kendi uydurdukları sistemleri uğruna ölenleri ‘şehid’ saymaktadırlar. Hatta Allah’ın dinine karşı savaşanlara, Allah’ın dini gelmesin, insan ve toplum hayatına hâkim olmasın diye çalışırken ölenlere bile Kur’an’ın bu kelimesini kullanıyorlar.
Açıktır ki bu övgü sıfatı, İslâm'a âit bir değerdir. Hayatlarına İslâmî ilkeleri temel almayanların, İslâmî değerlere karşı olanların, kendi kutsalları uğruna ölenler hakkında bu kelimeyi kullanmaya hakları yoktur. Kendi ölülerine başka bir isim vermeleri daha uygun olur. Böylece sağ iken önem vermedikleri İslâmî bir hükme, öldükten sonra da uymama dürüstlüğünü göstermiş olurlar. Zaten onlar ölülerine hangi ismi verirlerse versinler; Allah’a dönen ölünün durumunu Yüce Rabbimiz herkesten çok iyi bilmektedir. Onu dünyada iken peşinden gittiği inancına ve işlediği ameline göre hesaba çekecektir.
Tekrar vurgulama gerekir ki ‘şehâdet’ olayı, Allah’a ve O’nun bütün âyetlerine güçlü bir tanıklıktan sonra, bu tanıklığın bir gereği olarak O’nun dinine iman, sâlih amel ve cihadla yardım etmenin ve bu uğurda canı fedâ edebilmenin bir sonucu ve mükâfatıdır. İslâm gerçeğine samimi bir müslüman olarak şehâdet etmeyen birisinin cenazesine ‘şehid’ demenin bir faydası yok, zararı çoktur. 1727
Kur’ân-ı Kerim’de Allah Yolunda Öldürülenler
Kur'an, Allah yolundaki savaşta öldürülen kimselerin, gerçekte ölmediklerini vurgulamaktadır.1728 Yine aynı âyetlerde, Allah yolunda öldürülenlere ölü denmemesini, çünkü onların diri ve Rableri katında rızıklanmakta oldukları, fakat insanların bunu fark edemedikleri bildirilmektedir.
Mü'minler, şehid olmak veya gâlip gelip gâzi olmak için çarpışırlar. Şehidliği arzu ederek çarpışan insanlar hiç yenilir mi? Bu iman, en güçlü silâhları dahi yener. Çünkü silâhı kullanan da insandır. Yüce Rabbimiz: “Ölmekten, öldürülmekten kaçmak, size fayda vermez. Kaçsanız bile ancak az bir süre yaşatılırsınız.“1729 buyuruyor. Şu fâni dünyada zilletle yaşamak yerine Hak yolunda şehid olmayı tercih eden insanlar, ebedî diriliğe kavuşur, peygamberlerle arkadaş olmak şerefine ererler.
3/Âl-i İmrân sûresi 169-171. âyetlerin, Uhud'da şehid olanlar hakkında indiği kuvvetle muhtemeldir. Ancak mânâ geneldir, Allah yolunda can veren bütün insanları kapsamına alır. Bu âyetler, Allah yolunda öldürülen bütün insanların âhiretteki yerini belirlemektedir. Onların makamı çok yüksektir.
“Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyin. Bilakis onlar diridirler, lâkin siz
1727] Hüseyin K. Ece, A.g.e. s. 614-617
1728] 2/Bakara, 154; 3/Âl-i İmrân, 169
1729] 33/Ahzâb, 16
- 432 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlayamazsınız.“ 1730
“Eğer siz (Uhud’da) bir acıya uğradıysanız, (Bedir’de düşmanınız olan) o kavim aynı acıya uğramıştır. İşte böylece Biz, zafer günlerini insanların kâh bir kesimine, kâh diğer kesimine nasip ederiz. Tâ ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şehidler/şâhidler edinsin. Allah zâlimleri sevmez. Bir de (böylece) Allah, iman edenleri günahlardan temize çıkarmak, kâfirleri de helâk etmek ister. Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?“ 1731
“Sonra o kederin arkasından Allah size bir güven indirdi ki, (bu güvenin yol açtığı) uyuklama hali bir kısmınızı kaplıyordu. Kendi canlarının kaygısına düşmüş bir grup da, Allah’a karşı haksız yere câhiliyye devrindekine benzer düşüncelere kapılıyorlar, ‘(zafer için) bizim elimizden ne gelir?’ diyorlardı. De ki: ‘Emir (yardım, zafer, kader) bütünüyle Allah’ındır. Onlar, sana açıklayamadıklarını içlerinde gizliyorlar. ‘(Zafer için) Bizim elimizden bir şey gelseydi, burada öldürülmezdik’ diyorlar. Şöyle de: ‘Evlerinizde kalmış olsaydınız bile öldürülmesi takdir edilmiş olanlar öldürülüp düşecekleri yerlere kendiliklerinden çıkıp giderlerdi. Allah, içinizdekileri yoklamak ve kalplerinizdekileri temizlemek için (böyle yaptı). Allah, içinizde ne varsa hepsini bilir.“ 1732
“Ey iman edenler! Sizler, inkâr edenler gibi, yeryüzünde sefere çıkan veya savaşan kardeşleri hakkında, ‘Eğer bizim yanımızda kalsalardı ölmezler, öldürülmezlerdi’ diyenler gibi olmayın. Allah bu kanaati onların kalplerine (kaybettikleri yakınları için onulmaz) bir hasret (yarası) olarak koydu. Hayatı veren de, alan da Allah’tır. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görür.“ 1733
“Eğer Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz, şunu bilin ki, Allah’ın rahmet ve mağfireti, onların elde edecekleri bütün şeylerden daha hayırlıdır. Andolsun, ölseniz de öldürülseniz de, Allah’ın huzurunda toplanacaksınız.“ 1734
“(Evlerinde) Oturup da kardeşleri hakkında, ‘Bize uysalardı öldürülmezlerdi’ diyenlere, ‘eğer doğru sözlü insanlar iseniz, canlarınızı ölümden kurtarın bakalım!’ de.“ 1735
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın! Bilakis onlar diridirler; Allah’ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleriyle sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olanlara (şehid olacak kardeşlerine), hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar. Onlar, Allah’tan gelen nimet ve keremin; Allah’ın, mü’minlerin ecrini zâyi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler.“ 1736
“Kim Allah’a ve Rasûl’e itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!“ 1737
“Dünya hayatını âhiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah
1730] 2/Bakara, 154
1731] 3/Âl-i İmrân, 140-142
1732] 3/Âl-i İmrân, 154
1733] 3/Âl-i İmrân, 156
1734] 3/Âl-i İmrân, 157-158
1735] 3/Âl-i İmrân, 168
1736] 3/Âl-i İmrân, 169-171
1737] 4/Nisâ, 69
ŞEHİD VE ŞEHÂDET
- 433 -
yolunda savaşır da öldürülür veya gâlip gelirse Biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.“ 1738
“Size ne oldu da, Allah yolunda ve ‘Rabbimiz! Bizi, halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, bize, tarafından bir sâhip gönder, bize katından bir yardımcı yolla’ diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? (Buna hakkınız yok!)“ 1739
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler de tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.“ 1740
“Mü’minlerden -özür sahibi olanlardan başka- oturanlar ile malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Allah hepsine güzellik (cennet) vaadetmiştir; mücâhidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır. Kendinden dereceler, bağışlama ve rahmet vermiştir. Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir.“ 1741
“De ki: ‘Siz bizim için iki güzelliğin (şehidlik veya gâziliğin) birinden başkasını mı bekliyorsunuz? Hâlbuki biz size Allah’ın ya kendi yanından veya bizim elimizle bir azap eriştirmesini bekliyoruz. Haydi, bekleyin durun, biz de sizinle beraber bekleyenleriz.“ 1742
“Allah mü’minlerden mallarını ve canlarını onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. (Bu,) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine bir vaaddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde O’nunla yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kurtuluştur.“ 1743
“Allah yolunda hicret edip sonra öldürülen yahut ölenleri hiç şüphesiz Allah güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. Şüphesiz Allah’ın bizzat kendisi rızık verenlerin en hayırlısıdır. Allah onları, memnun kalacakları bir yere girdirecektir. Allah, kesinlikle tam bilgilidir, halîmdir.“ 1744
“Mü’minler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler/yiğitler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.“ 1745
“(Savaşta) inkâr edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihâyet onlara iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (esir alın). Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin. Durum şu ki, Allah dileseydi, onlardan intikam alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek ister. Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmaz.“ 1746
1738] 4/Nisâ, 74
1739] 4/Nisâ, 75
1740] 4/Nisâ, 76
1741] 4/Nisâ, 95-96
1742] 9/Tevbe, 52
1743] 9/Tevbe, 111
1744] 22/Hacc, 58-59
1745] 33/Ahzâb, 23
1746] 47/Muhammed, 4-6
- 434 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur'ân-ı Kerim'de Şehid Kavramı
Kur’an’a baktığımızda, “şehid“ kavramının bizzat “Allah yolunda öldürülen“ anlamına kullanılmadığını, çok geniş anlamının olduğunu, öncelikle de şâhid (tanıklık eden), bilen, hazır bulunan, gören, gözleyen, dosdoğru güvenilen bir haberci, bilinçli, hissedilip görülen, bütün gözlerin kendisine çevrildiği kimse, örnek alınan, haktan başka bir şey istemeyen, haktan başka bir şey yapmayan, haktan başka bir şeye şâhitlik etmeyen, eşyanın hakikatlerini müşâhede eden gibi anlamları içerdiğini görürüz.
Kur'ân-ı Kerim'de şehid, savaşta öldürülen anlamında değil; gerçeği bilen ve buna tanıklık eden rabbânî bilginlerdir ki bunların başında peygamberler bulunmakla beraber, Hak tanıkları sadece peygamberlerden ibâret de değildir. Çünkü Nisâ sûresi 69. âyette “şehid“in çoğulu olan “şühedâ“, peygamberlerden ayrı bir zümre olarak anılmaktadır. Şehîd, çoğulu şühedâ Kur'an'da, savaşta öldürülen anlamında değil; hakikatin tanığı, gerçek bilgin anlamında ise de hadislerde Allah yolunda öldürülen anlamını kazanmış ve bu anlam, İslâm literatüründe kelimenin temel anlamını gölgede bırakmıştır. Artık şehid denince hemen akla, Allah yolunda savaşta öldürülen insan gelir.
Şehâdet, olayı görenin veya orada bulunanın olay hakkında bildiğini söylemesidir. Gerçeği bilen ve söyleyene şâhid, şehid (çoğulu şühedâ) denilir. Gerçeği bilen ve söyleyen bilginlere de şühedâ (gerçeğin tanıkları) denilir. Başta Yüce Allah şâhiddir. Hiçbir şey O olmadan vukû bulmaz. O her şeye tanıktır. Şehidler, başta peygamberler olmak üzere gerçeğe tanık olan din bilginleri, rabbânî âlimlerdir. Şehid, esas itibarıyla gerçeğin tanığı olan rabbânî (kendini Allah'a vermiş) âlim demek ise de Allah yolunda öldürülen insan da bu mertebeye yükseldiği için şehid sıfatını kazanır.
Daha önce de zikredildiği gibi, Allah yolunda öldürülenlere, hadislerde şehid denilmektedir. Ancak, Kur'ân-ı Kerim'de onlar hakkında sadece “Allah yolunda öldürülenler“ deyimi kullanılmakta, şehide ise daha başka bir anlam verilmektedir. Şehid, olaylara tanık olan, işlerin içyüzünü bilendir. Türkçede buna şâhid deriz. Aslında şehid ve şâhid birdir, aynı şeye denilir.
Allah'ın Her Şeye Şehîd Oluşu: Şu âyetlerde Allah'ın her şeyin şehîdi olduğu, her şeyin içyüzünü bildiği ve insanlar arasında haklının ve haksızın kim olduğuna karar vereceği anlatılır:
“Vallahu alâ külli şey'in şehîd -Allah her şeye şehîddir-.“ 1747
“Ve kefâ billâhi şehîdâ -Allah'ın şehidliği yeterlidir-.“ 1748
“Vallahu şehîdun alâ mâ ta'melûn -Allah yaptıklarınıza şehiddir-.“ 1749
“Allahu şehîdun alâ mâ yef'alûn -Allah yaptıklarına şehiddir-.“ 1750
1747] 4/Nisâ, 33; 22/Hacc, 17; 33/Ahzâb, 55; 34/Sebe', 47; 58/Mücâdele, 6; 85/Bürûc, 9; 100/Âdiyât, 7
1748] 4/Nisâ, 79, 166; 10/Yûnus, 29; 13/Ra'd, 43; 17/İsrâ, 96; 29/Ankebût, 52; 46/Ahkaf, 8
1749] 3/Âl-i İmrân, 98
1750] 10/Yûnus, 46
ŞEHİD VE ŞEHÂDET
- 435 -
“Ve ente alâ külli şey'in şehîd -(Yâ Rabbi,) Sen her şeye şehidsin-.“ 1751
“Evelem yekfi birabbike ennehû alâ külli şey'in şehîd -Rabbinin her şeye şehidliği yetmez mi?-“ 1752
“Allahu şehîdun beynî ve beyneküm -Bizimle sizin aranızda Allah şehiddir-.“ 1753
Peygamberler de Ümmetlerine Şehîddir:
“Her ümmetten bir şehid (şâhid) çıkarırız: 'Delillerinizi getirin!' deriz. Gerçeğin Allah'a âit olduğunu bilirler ve uydurdukları şeyler kendilerinden sapıp gider.“ 1754
“Her ümmetten bir şehîd (şâhid) getirdiğimiz gün, artık ne nankörlere izin verilir, ne de onların özür dilemeleri istenir.“ 1755
“Her ümmet içinde, kendi aralarından, aleyhlerine bir şehîd (şâhid) getireceğimiz gün, seni de bunların aleyhine şehîd (şâhid) getirmiş olacağız. Sana bu Kitabı, her şeyi açıklayan ve müslümanlara yol gösterici, rahmet ve müjde olarak indirdik.“ 1756
Her ümmetten bir şehîd (şâhid), seni de şunların aleyhine şehîd (şâhid) getirdiğimiz zaman nasıl olur? Nankörlük edip Rasûl'e/Elçi'ye karşı gelenler, o gün yerin dibine geçirilmeyi isterler ve Allah'tan hiçbir söz gizleyemezler.“ 1757
28/Kasas sûresi 75. âyette, Kıyâmet günü Yüce Divan'da Allah'ın, huzurunda bulunan müşriklere, Kendisinden başka varlıkları ilâhlaştırmalarının delilini getirmelerini isteyeceği; o zaman yalnız Allah'ın gerçek İlâh olduğunu anlayacakları ve uydurdukları tanrıların kaybolacağı; 16/Nahl, 84. âyette her millete bir şehîd getirileceği ve artık onların kendilerini savunmalarına izin verilmeyeceği; 89. âyette de her millete getirilecek şehîdin (şâhidin), yaptıkları kötülükleri, tevhid ahlâkına aykırı davranışları açıklayan, aleyhlerinde bir şehîd olacağı, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in de gönderildiği inkârcı kavmin aleyhinde şehîd olarak getirileceği belirtilir. 4/Nisâ 41-42. âyetlerde de her ümmetten bir şehîd ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'in de şu kavme şehîd getirildiği zaman, onlarının hallerinin vahîm olacağı, soru tarzında belirtilir ve o gün kâfirlerin, Elçi'ye isyan etmiş olanların, pişmanlıktan yerin dibine geçirilmiş olmayı arzu edecekleri, Allah'tan hiçbir sözü gizleyemeyecekleri vurgulanır.
Bu âyetlerde, âhiretteki Yüce Divan duruşmasında her ümmetin suçluları aleyhine bir şehîd/şâhid, Hz. Muhammed'in de bu ümmetin inkârcıları aleyhine şehîd/şâhid olarak getirileceği bildiriliyor ve inkârcılar o yüce mahkeme gününe karşı uyarılıyor. Burada peygamberlerin aleyhte tanık olarak getirileceği kimseler, kendilerine uyan sâlih mü'minler değil; onları dinlemeyen, yoldan çıkmış, fâsık ve kâfirlerdir. Âyetlerin bağlamı bunu göstermektedir. “Ve ci'nâ bike alâ hâulâi şehîdâ -Seni de şunların aleyhine şehîd/şâhid getirdiğimiz zaman (onların hali) nasıl olur?-“ ifâdesi, bunu gösterir. Çünkü burada “hâulâi -şunlar-“ sözüyle kast edilenler, Peygamber'in çevresinde toplanan mü'minler değil; ona inanmayanlardır. Hz.
1751] 5/Mâide, 117
1752] 41/Fussılet, 53
1753] 6/En'âm, 19
1754] 28/Kasas, 75
1755] 16/Nahl, 84
1756] 16/Nahl, 89
1757] 4/Nisâ, 41-42
- 436 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Muhammed (s.a.s.) bu ümmetin fâsık ve kâfirlerinin aleyhine tanık olacağı gibi, Hz. İsa da kendi ümmetinin sapıkları aleyhine tanıklık edecektir: “Andolsun Kitap ehlinden hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce ona inanacak olmasın. Kıyâmet günü de o (İsa), onların aleyhine şehîd (tanık) olacaktır.“1758 âyetinde de Hz. İsa'nın, Kıyâmet gününde, Kitap ehli aleyhine şâhidlik edeceği bildirilmektedir.
Her ümmetin yaptığı işler, peygamberlerinin işleriyle karşılaştırılır. İnsanların yaptıkları işlerin, kendi getirdiklerine uyup uymadığına her peygamber tanıklık eder. Getirdikleri prensipleri kabul etmeyeni reddeder. Nasıl diğer ümmetlerin işleri, kendi elçilerinin işleriyle karşılaştırılacaksa, bu ümmetin bireylerinin işleri de Hz. Muhammed (s.a.s.)'in getirdiği prensipler ve eylemlerle karşılaştırılacaktır. İnanç ve eylemleri, Peygamber'in getirdiklerine aykırı olduğu için Peygamber tarafından tanınmayan kimsenin sonu yamandır. Peygamber, onların aleyhlerine tanık olmaktadır.
Peygamberlerin yanında, onların vârisleri durumundaki gerçek din âlimleri de ümmetleri için aleyhte tanıktır: “Allah, kendisinden başka ilâh olmadığına şâhiddir (şehide -şehâdet etti-). Melekler ve ilim sahipleri de adâletle şâhiddir (ki O'ndan başka ilâh yoktur. O,) azîzdir, hakîmdir.“1759 âyetinde bilgi sahipleri de gerçeğe adâletle şâhidlik edenler arasında sayılmıştır. “Kim Allah'a ve Rasûl'e/Elçi'ye itaat ederse işte onlar, Allah'ın nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehîdler ve sâlihlerle beraberdir. Onlar da ne güzel arkadaştır!“1760 Bu âyette çoğul şeklinde geçen “şühedâ“, Allah'ın dininin doğruluğuna, insanların eylemlerinin hak dine uyup uymadığına tanıklık edecek olan din âlimleridir.
Allah, âlimler yanında sâdık İslâm ümmetini de “şühedâ -şehîdler-“ olarak nitelendirmiştir: “Böylece Biz sizi orta bir ümmet yaptık ki insanlara şehîdler (tanıklar) olasınız; Rasûl/Elçi de size şehîd (tanık) olsun.“1761; “Rasûl/Elçi, size şehîd olsun, siz de insanlara şehîd olasınız.“1762 Görüldüğü üzere bu âyetlerin hiçbirinde “şehîd“ savaşta öldürülen kimse anlamında değildir. Yalnız 3/Âl-i İmrân 120. âyette çoğul olarak kullanılan “şühedâ -şehîdler-“ savaş şehidleri anlamına gelebilir.
“Eğer siz (Uhud’da) bir acıya uğradıysanız, (Bedir’de düşmanınız olan) o kavim aynı acıya uğramıştır. İşte böylece Biz, zafer günlerini insanların kâh bir kesimine, kâh diğer kesimine nasip ederiz. Tâ ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şehidler/şâhidler edinsin. Allah zâlimleri sevmez.“ 1763. Bu âyette “Ve yettehıze minküm şühedâ'“ -Allah sizden şehîdler edinmek için...-“ ifâdesi, “Allah, içinizden canını Kendisi yolunda fedâ edecek doğru dindarlar edinmek ister“ anlamına gelir. Fakat buradaki “şühedâ“ kelimesi, sadece savaşta öldürülenlerin niteliği değil; canla başla savaşa katılmış ve kahramanca savaşmış olan bütün müslümanların özelliğidir. Onların hepsi de 22/Hacc, 78; 2/Bakara, 143. âyetlerin belirttiği gibi şehîd (doğruyu anlayan, kendini Alah'a vermiş gerçek dindar) anlamındadır. Elbette savaşta öldürülenler de şehîdlerin başında gelirler ama, şehîdler, sadece savaşta öldürülenlerden ibâret değildir. Ancak hadislerde şehid ve çoğulu şühedâ, çoğunlukla savaşta
1758] 4/Nisâ, 159
1759] 3/Âl-i İmrân, 18
1760] 4/Nisâ, 69
1761] 2/Bakara, 143
1762] 22/Hacc, 78
1763] 3/Âl-i İmrân, 140
ŞEHİD VE ŞEHÂDET
- 437 -
öldürülmüş olanlar hakkında kullanılmaktadır. 1764
Kur’an’da önemli bir yer tutan ve hayatın her aşamasında gözlemlenebilen somut bir tevhidî kimliğin göstergesi olarak ifade edilen şehid kavramı, ne yazık ki, çoğu kez anlam kaybına uğramış, bazen de anlamı daraltılmış olarak kullanılmaktadır. Her türlü sapkın ve müfsit ideolojilerin amaçları doğrultusunda öldürülen/ölen kişiye şehid denmesi, bir anlam karmaşasına sebep olmuştur. Kelime olarak kullanım, her ne kadar doğru gibi gelse de, Kur’an’daki kullanımıyla şehid, yakîn bir bilgiye sahip olan bir insan olarak adâletin örnekliğini temsil eden bir kimliğin taşıyıcısıdır. İlâhî, tevhidî bir kimliğe sahip olmayan her insanın ilme değil; zanna uyduğunu bildiren Kur’an’a1765 rağmen bu insanlara şehid denmesi doğru görülmemelidir.
Kur’an’daki şehâdet kavramı, adâletin hâkim kılınması için örnek ve önder olma, müşâhede edilen bir duruma vâkıf olan insanın yaptığı doğru tanıklık gibi yakîn bilgiye dayanan anlamlara gelmektedir. Bu anlamın bozulmasına neden olabilecek bütün kullanım biçimleri için uyanık olunmalıdır. İman edenlerin şehidler olduğunu bildiren âyetler ortada dururken; tâğut için savaşanlara, öldürülenlere şehid denemez. Çünkü iman edenler Allah yolunda, inkâr edenler ise tâğut yolunda savaşırlar.1766 Tâğut ise, Allah’ın koyduğu ölçülerin dışında ölçü/hüküm koyma iddiâsında olan her kişi ve kurumun adıdır.
Şehâdet, ilimle, yaşayışla, adâletle Hakk’a şâhitlik olduğundan, bunun bir göstergesi olarak Allah yolunda cihadla canını vermeye de şehâdet/şehidlik denmiştir. Fakat şehid olmak, mutlaka savaşta ölmeyi gerektiren bir durum değildir. Hatta savaşta Allah yolunda ölmek, şehâdetin yan özelliğidir ve aslından değildir. Yine de, Allah’ın hükmünü esas alıp adâleti hâkim kılmak kasdıyla eylemini sürdüren müslümanın bu tavrını sürdürürken direniş esnâsında öldürülmesini şehâdet olarak tanımlamak yanlış olmaz. Fakat şehâdeti bu anlamı ile sınırlandırmak doğru değildir. Esâsen şehâdet, hayatın her ânında Allah’ın hükmüne göre davranışta bulunmak, buna tanıklık etmek ve buna öncü/örnek olmaktır. 1767
Hadis-i Şeriflerde Allah Yolunda Öldürülenler (Şehidler)
“Allah Teâlâ, kendi yolunda cihada çıkan kimseye, ‘onu sadece Benim yolumda cihad, Bana iman, Benim Rasûllerimi tasdik yola çıkarmıştır’ buyurarak kefil olur. Allah, o kimseyi şehid olursa cennete koymaya, gâzi olursa mânevî ecre ve dünyalık ganimete kavuşmuş olarak evine döndürmeye kefil olmuştur. Muhammed’in canını kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda açılan bir yara, kıyâmet gününde açıldığı gündeki şekliyle gelir: Rengi kan rengi, kokusu misk kokusudur. Muhammed’in canını kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, eğer müslümanlara zor gelmeseydi, Allah yolunda cihada çıkan hiçbir seriyyenin arkasında asla oturup kalmazdım. Fakat maddî güç bulamıyorum ki onları sevkedeyim; onlar kendileri de bu gücü bulamıyorlar. Benden ayrılıp geride kalmak ise onlara zor geliyor. Muhammed’in canını elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda cihad edip öldürülmeyi, sonra cihad edip yine öldürülmeyi, sonra tekrar
1764] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 3, s. 72-75
1765] 6/En’âm, 116; 10/Yûnus, 36
1766] 4/Nisâ, 76
1767] Vahdettin Işık, Şehâdet ve Şehid, Haksöz, sayı 59
- 438 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cihad edip tekrar öldürülmeyi çok arzu ederdim.“ 1768
“Allah yolunda yaralanan bir kimse, kıyâmet gününde yarasından kan akarak Allah’ın huzuruna gelir. Renk, kan rengi; koku ise misk kokusudur.“ 1769
“Müslümanlardan bir şahıs, deve sağılacak kadar bir süre Allah yolunda cihad ederse, cennet onun hakkı olur. Allah yolunda yaralanan veya bir sıkıntıya düşen kimse, kıyâmet gününde yaralandığı gün gibi kanlar içinde Allah’ın huzuruna gelir. Kanının rengi zâferân gibi kıpkırmızı, kokusu da misk kokusu gibidir.“ 1770
“Cennet kapıları, şüphesiz kılıçların gölgeleri altındadır.“ Rasûlullah’ın bu sözünü duyan bir mücâhid, kılıcının kınını kırıp attı. Sonra elinde kılıcıyla düşmanın üzerine yürüdü ve ölünceye kadar düşmanla savaştı. 1771
“Kim Allah’ın adını, hükmünü yüceltmek, her şeyin üstüne çıkarmak için savaşırsa, o Allah yolundadır.“ 1772
Tepeden tırnağa silâhlı bir adam Nebî (s.a.s.)’ye geldi ve: “Yâ Rasûlallah! Sizinle birlikte önce savaşa mı katılayım, yoksa müslüman mı olayım?“ dedi. Rasûl-i Ekrem: “Önce müslüman ol, sonra savaş“ buyurdu. Bunun üzerine adam müslüman oldu, sonra savaştı ve neticede şehid oldu. Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: “Az çalıştı, çok kazandı.“ 1773
“Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisinin olsa bile dünyaya geri dönmeyi arzu etmez. Sadece şehid, gördüğü aşırı itibar ve ikram sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehid olmayı ister.“ 1774
“Cihada çıkan bir birlik veya seriyye savaşır, ganimet alır ve ölümden kurtulursa, ecirlerinin üçte ikisini önceden peşinen almış olurlar. Bir birlik veya seriyye cihada çıkar, ganimet elde edemez, şehid olur veya yaralı dönerlerse onların ecirleri âhirette tam olarak verilir.“ 1775
“Şehidin kul borcu dışındaki bütün günahlarını Allah bağışlar.“ 1776
“Bu gece rüyamda iki adam gördüm. Yanıma gelip beni bir ağaca çıkardılar; sonra da bir eve götürdüler. O ev, şimdiye kadar benzerini görmediğim güzellik ve değerde idi. Sonra o iki kişi bana: ‘Bu eşsiz ev, şehidler sarayıdır’ dedi.“ 1777
“Sizden biriniz karıncanın ısırmasından ne kadar acı duyarsa, şehid olan kimse de ölümden ancak o kadar acı duyar.“ 1778
“Kim gazâ etmeden ve gönlünde gazâ etme arzusu taşımadan vefat ederse, bir tür
1768] Müslim, İmâre 103; Buhârî, Cihad 7 (Hadisin bir bölümü); Nesâî, İman 24
1769] Buhârî, Cihad 10, Zebâih 31; Müslim, İmâre 105; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad21; Nesâî, Cihad 27
1770] Ebû Dâvud, Cihad 40; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 21; Nesâî, Cihad 25
1771] Müslim, İmâre 146; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 23
1772] Buhârî, İlim 45, 1/42, Cihad 15, 4/24; Müslim, İmâre 149-150, hadis no: 1904, 3/1512; İbn Mâce, Cihad 13, hadis no: 2783, 1/931; Ahmed bin Hanbel, 4/392, 397, 402, 405, 417
1773] Buhârî, Cihad 13; Müslim, İmâre 144
1774] Buhârî, Cihad 21; Müslim, İmâre 109; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 13, 25
1775] Müslim, İmâre 154; Ebû Dâvud, Cihad12; Nesâî, Cihad 15; İbn Mâce, Cihad 13
1776] Müslim, İmâre 119
1777] Buhârî, Cihad 4, Cenâiz 93
1778] Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 26; Nesâî, Cihad 35; İbn Mâce, Cihad 16
ŞEHİD VE ŞEHÂDET
- 439 -
nifak üzere ölür.“ 1779
“Allah Teâlâ’dan bütün kalbiyle şehidlik dileyen bir kimse, yatağında ölse bile Allah onu şehidlik mertebesine ulaştırır.“ 1780
“Şehidliği gönülden arzu eden bir kimse, şehid olmasa bile sevabına nâil olur.“ 1781
Abdullah bin Amr ibn Harâm el-Ensârî, Uhud şehidlerindendir. Oğlu Câbir şöyle diyor: Babam öldürüldüğü zaman ağlamaya başladım, yüzündeki örtüyü açıp açıp ağlıyordum. Rasûlullah'ın ashâbı beni bırakmak istemiyorlar, fakat Rasûlullah bana engel olmuyordu. Sonra buyurdu ki: “Ağlasan da, ağlamasan da fark etmezdi. O (baban) kaldırılıp defn olununcaya kadar melekler kanatlarıyla ona gölge yapıyorlardı.“ 1782
Câbir İbn Abdullah (r.a.) şöyle dedi: “Babamın müsle yapılmış cesedi getirilip Nebî (s.a.s.)’nin önüne konuldu. Yüzünü açmak üzere gittim, fakat oradaki topluluk bana engel oldu. Bunun üzerine Nebî (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Melekler ara vermeksizin onu kanatlarıyla gölgeliyorlar.“ 1783
“Kardeşleriniz Uhud'da vurulunca Allah, onların ruhlarını yeşil kuşların içine (şekline) koydu. Cennetin ırmaklarına gelir, meyvelerinden yer, Arşın gölgesindeki altın kandillere gelip konarlar. Yediklerinin ve içtiklerinin güzelliğini görünce; 'Keşke kardeşlerimiz, Allah'ın bize ne yaptığını (ne ikramlarda bulunduğunu) bilseler de savaştan geri kalmasalar!' dediler. Yüce Allah: 'Ben sizin bu arzunuzu onlara duyururum' buyurdu ve bu âyetleri 1784 indirdi.“ 1785
Enes (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre, Ümmü Hârise İbn Sürâka diye bilinen Ümmü Rübeyyi’ binti Berâ, Nebî’ye (s.a.s.) geldi ve: “Yâ Rasûlallah! Bana Hârise’den haber verir misiniz? Eğer cennette ise sabredeceğim; böyle değilse ona ağlamaya çalışacağım“ dedi. Hârise, Bedir savaşında şehid olmuştu. Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: “Ey Ümmü Hârise! Şüphesiz cennetin içinde cennetler vardır; senin oğlun bunların en yücesi olan Firdevs cennetindedir.“ 1786
Rasûlullah (s.a.s.) düşmanla karşılaştığı günlerden birinde güneş batıya meyledinceye kadar bekledi. Sonra ashâbın arasında ayağa kalktı ve şöyle buyurdu: “Ey müslümanlar! Düşmanla karşılaşmayı temennî etmeyin; Allah’tan âfiyet dileyin. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabredin. Bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.“ Sonra, Allah’a şöyle duâ etti: “Ey Kur’an’ı indiren, bulutları gökyüzünde gezdiren ve düşman saflarını darmadağın eden Allah’ım! Şu düşmanları perişan et ve bizi onlara karşı muzaffer kıl.“ 1787
“İki duâ reddolunmaz veya pek nâdir reddolunur. Bunlar; ezan okunurken yapılan duâ
1779] Müslim, İmâre 158; Ebû Dâvud, Cihad18; Nesâî, Cihad 2
1780] Müslim, İmâre 157; Nesâî, Cihad 36; İbn Mâce, Cihad 15
1781] Müslim, İmâre 156
1782] Buhârî, Cenâiz 34, Cihad 2; Müslim, Fezâil 26, hadis 129, 130
1783] Buhârî, Cenâiz 3, 35, Cihad 20, Meğâzi, 26; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 129-130; Nesâî, Cenâiz 12, 13
1784] 3/Âl-i İmrân, 169-171
1785] Ebû Dâvud, Cihad, bâb fî Fadli'ş-şehâdeh
1786] Buhârî, Cihad 14, Meğâzi 9, Rikak 51; Tirmizî, Tefsiru sûre 23
1787] Buhârî, Cihad 112; Müslim, Cihad 20; Ebû Dâvud, Cihad 89
- 440 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ile savaş ânında düşmanla boğaz boğaza gelindiği sırada yapılan duâdır.“ 1788
Ebû Katâde (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) ashâb arasında ayağa kalktı ve “Allah yolunda cihad ve Allah’a iman etmek, amellerin en fazîletlisidir“ diye hatırlattı. Bunun üzerine bir adam ayağa kalkıp: “Yâ Rasûlallah! Şâyet Allah yolunda öldürülürsem, bu benim günahlarıma keffâret olur mu?“ diye sordu. Rasûlallah (s.a.s.) ona: “Evet, şâyet sen sabrederek ecrini de sadece Allah’tan bekleyerek cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına keffâret olur“ buyurdu. Sonra Rasûlullah (s.a.s.): “Nasıl demiştin?“ diye sordu. Adam: “Şâyet ben Allah yolunda öldürülürsem günahlarıma keffâret olur mu?“ diye sözünü tekrarladı. Rasûlullah (s.a.s.) ona: “Evet, şâyet sen sabrederek ecrini sadece Allah’tan bekleyerek cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına keffâret olur. Ancak, borçların bunun dışındadır. Bunu bana Cibrîl söyledi“ buyurdu. 1789
Câbir (r.a.)’dan: Bir adam: “Yâ Rasûlallah! Eğer Allah yolunda öldürülürsem ben nerede olacağım?“ dedi. Rasûl-i Ekrem: “Cennette!“ diye cevap verdi. Bunun üzerine adam elinde bulunan hurmaları attı, sonra düşmanla savaştı ve neticede şehid düştü. 1790
Enes (r.a.) şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.s.) ile ashâbı yola çıktı ve müşriklerden önce Bedir’e vardılar. Müşrikler de geldiler. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Sizden hiçbiriniz, ben başında olmadıkça herhangi bir şey yapmasın!“ Sonra müşrikler yaklaştı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): “Genişliği göklerle yer arası kadar olan cennete girmek üzere ayağa kalkınız!“ buyurdu. Enes der ki: Ensar’dan Umeyr İbn Hümâm (r.a.): “Yâ Rasûlallah! Genişliği göklerle yer arası kadar olan cennet mi?“ diye sordu. Peygamberimiz: “Evet“ dedi. Umeyr: “Ne iyi, ne âlâ!“ dedi. Rasûlullah (s.a.s.): “Niye öyle söyledin?“ diye sordu. Umeyr: “Allah’a yemin ederim ki yâ Rasûlallah, cennet ehlinden olmayı istediğim için öyle söyledim, başka maksadım yok“ dedi. Rasûl-i Ekrem: “Şüphesiz sen cennetliksin!“ buyurdu. Umeyr, bu söz üzerine torbasından birkaç hurma çıkartıp onları yemeye başladı. Sonra: “Eğer şu hurmalarımı yiyinceye kadar yaşarsam, bu gerçekten uzun bir hayattır“ diyerek elindeki hurmaları attı; sonra şehid oluncaya kadar müşriklerle savaştı. 1791
Enes (r.a.) şöyle dedi: Birtakım kimseler Peygamber (s.a.s.)’e gelerek, “bize Kur’an’ı ve Sünneti öğretecek insanlar gönderseniz“ dediler. Rasûl-i Ekrem, içlerinde dayım Harâm’ın da bulunduğu, ensârdan kendilerine kurrâ denilen yetmiş kişiyi onlara gönderdi. Bunlar Kur’an okuyor, geceleri onu aralarında müzâkere edip öğreniyorlardı. Gündüzleri ise su getirip mescide koyuyorlar, odun toplayıp onu satıyor, bedeliyle de Suffe ehline ve fakirlere yiyecek satın alıyorlardı. İşte Nebî (s.a.s.) onlara bu kişileri göndermişti. Fakat gidecekleri yere varmadan önlerine çıktılar ve onları öldürdüler. Onlar (öldürülmeden önce): “Allah’ım! Bizim haberimizi Peygamberimiz’e ulaştır. Bizler Sana kavuştuk ve Senden râzı olduk; Sen de bizden râzı oldun“ dediler. Bir adam, yaklaşıp Enes’in dayısı Harâm’a mızrağını sapladı, hatta vücudunun bir tarafından öbür tarafına geçirdi. Bunun üzerine Harâm: “Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki, cenneti kazandım gitti“ dedi.
1788] Ebû Dâvud, Cihad 39
1789] Müslim, İmâre 117; Tirmizî, Cihad 32
1790] Müslim, İmâre, 143; Buhârî, Meğâzî, 17; nesâî, Cihad 31
1791] Müslim, İmâre 145; Ahmed bin Hanbel, Müsned 3/137
ŞEHİD VE ŞEHÂDET
- 441 -
Bu olay üzerine Rasûlullah (s.a.s.): “Şüphesiz ki din kardeşleriniz öldürüldüler. Onlar hem de şöyle dediler: ‘Allah’ım! Bizim haberimizi Peygamberimiz’e ulaştır. Bizler Sana kavuştuk ve Senden râzı olduk; Sen de bizden râzı oldun!“ buyurdu. 1792
Yine Enes (r.a.) şöyle dedi: Amcam Enes İbn Nadr (r.a.) Bedir savaşına katılmamıştı. Bu ona çok ağır geldi. Bu sebeple: “Yâ Rasûlallah! Müşriklerle yaptığın ilk savaşta bulunamadım. Eğer Allah Teâlâ müşriklerle yapılacak bir savaşta beni bulundurursa, neler yapacağımı muhakkak Allah görür“ dedi. Uhud savaşında müslüman safları dağılınca, Enes İbn Nadr arkadaşlarını kastederek, “Rabbim, bunların yaptıklarından dolayı özür beyan ederim“ dedi. Müşrikleri kastederek de, “bunların yaptıklarından da uzak olduğumu arzederim“ deyip ilerledi. Derken Sa’d İbn Muâz ile karşılaştı ve “Ey Sa’d İbn Muâz! İşte cennet. Nadr’ın Rabbine yemin ederim ki, Uhud’un yakınlarından ben onun kokusunu alıyorum“ dedi. Sa’d (bu olayı anlatırken): “Ben onun yaptığını yapmaya güç yetiremedim, yâ Rasûlallah!“ dedi. Hadisin râvîsi Enes, amcasıyla ilgili olayı şöyle anlatır: Amcamı şehid edilmiş olarak bulduk. Vücudunda seksenden fazla kılıç darbesi, mızrak yarası ve ok izi vardı. Müşrikler ona müsle yapmış, uzuvlarını kesmişlerdi. Bu sebeple onu hiç kimse tanıyamadı. Sadece kız kardeşi parmak uçlarından tanıyabildi. Enes, “biz şu âyetin amcam ve onun gibiler hakkında inmiş olduğu görüşündeyiz“ dedi: “Mü’minler içinde öyle yiğit erkekler vardır ki, Allah’a verdikleri sözlerinde durdular. Onlardan kimi ahdini yerine getirdi (çarpışıp şehid oldu), kimi de sırasını bekliyor. Bunlar, sözlerini asla değiştirmemişlerdir.“ 1793
“Şehidler beş kısımdır: Bulaşıcı hastalığa yakalanan, ishale tutulan, suda boğulan, göçük altında kalan ve Allah yolunda savaşırken şehid olanlar.“ 1794
“Siz kimleri şehid sayıyorsunuz?“ diye Rasûlullah (s.a.s.) sordu. Sahâbîler: “Yâ Rasûlallah! Kim Allah yolunda öldürülürse o şehiddir“ dediler. Peygamber Efendimiz: “Öyleyse ümmetimin şehidleri oldukça azdır“ buyurdu. Ashâb: “O halde kimler şehiddir, yâ Rasûlallah?“ dediler. Rasûl-i Ekrem şöyle buyurdu: “Allah yolunda öldürülen şehiddir; Allah yolunda ölen şehidddir; bulaşıcı hastalıktan ölen şehiddir; ishalden ölen şehiddir; boğularak ölen şehiddir.“ 1795
“Malı uğrunda öldürülen şehiddir.“ 1796
“Malı uğrunda öldürülen şehiddir; kanı uğrunda öldürülen şehiddir; dini uğrunda öldürülen şehiddir; ailesi uğrunda öldürülen şehiddir.“ 1797
Rasûlullah (s.a.s.)’a bir adam geldi ve: “Yâ Rasûlallah! Bir kişi gelip malımı almak isterse ne yapayım?“ diye sordu. Rasûl-i Ekrem: “Ona malını verme!“ buyurdu. “Benimle savaşmaya kalkarsa ne dersin?“ diye sordu. “Sen de onunla savaş!“ cevabını verdi. “Adam beni öldürürse?“ dedi. Peygamberimiz (s.a.s.): “Sen şehid olursun“ buyurdu. “Peki, ben adamı öldürürsem?“ deyince, Efendimiz: “O cehennemdedir“ buyurdu. 1798
1792] Buhârî, Cihad 9, Meğâzî 28; Müslim, İmâre 147
1793] 33/Ahzâb, 23
1794] Buhârî, Cihad 30; Müslim, İmâre 164; Buhârî, Ezan 32; Tirmizî, Cenâiz 65
1795] Müslim, İmâre 165; İbn Mâce, Cihad 17
1796] Buhârî, Mezâlim 33; Müslim, İman 226; Ebû Dâvud, Sünnet 29; Tirmizî, Diyât 21; Nesâî, Tahrîm 22, 23, 24; İbn Mâce, Hudûd 21
1797] Ebû Dâvud, Sünnet 29; Tirmizî, Diyât 21
1798] Müslim, İman 225
- 442 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şehidlik Ruhunun Yeniden Canlanması
Bir Kimsenin Şehid Olabilmesi İçin Gerekli Şartlar: Bir kimsenin şehid olabilmesi için aranan ilk şart: Mü'min olmasıdır. Özellikle mü'minliğin zikredilmesinin sebebi, kâfirlerin şehid olamayacağının bilinmesi içindir; hiçbir beşerî ideoloji mensubu bu makama eremez. Zira, kâfir zulmen öldürülse bile şehid değildir. Bu konuda, Uhud harbinde Peygamberimiz'e demir zırh ile yüzü örtülü ve silâhlı şekilde gelen kişinin; “hemen savaş mı edeyim, müslüman mı olayım?“ diye sorduğunda, Efendimiz'in; “önce müslüman ol, sonra harb et“ buyurması, onun da hemen müslüman olup, sonra savaşa katılıp şehid olması üzerine Rasûlullah (s.a.s.)'ın “az işledi, fakat çok kazandı“1799 buyurması, şehidin şehâdet rütbesine ve bu sûrette Allah'ın ihsan ve keremiyle bir saatte cennet gibi ebedî bir saâdete erebilmesi, onun İslâm câmiasına girmiş olmasına bağlı olduğu hükmünü iş'âr eder. 1800
Günümüzde İslâm'a düşmanlıklarıyla tanınan ideolojiler ve mensupları, şehid kavramını yozlaştırma gayreti içinde ve materyalist, ateist, komünist kimseleri şehid ilan etme yarışındadırlar. Bütün târiflerde geçtiği gibi, ancak Allah'ın yolunda öldürülenler şehid olabilirler. İslâm'ın dışında bir şeye itikad eden ve Allah'ın dâvâsının dışında bir dâvâ için ölenler, ancak ölüdürler. “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler de tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.“1801 Şehid olmak isteyen kimsenin, önce kimin yolunda olduğunu tesbit etmesi gerekir. Şeytanın dostu olduğu halde şehidlik beklemek, şaşkınlıktır. O makam ve mertebeyi gözleyen ve özleyenlerin, önce müslüman olmaları ve sadece Allah yolunda ve O'nun rızâsı için savaşmaları gerekir.
Şehid olabilmek için ikinci şart: Akıl-bâliğ olmak; üçüncü şart da: Zulmen öldürülmektir. 1802. Şehid olabilmek için, öncelikle müslüman olmak ve Allah'ın yolunda savaşmanın şart olduğunu tekrar edelim. Müslüman olmayan Allah yolunda olamaz. Allah yolunda olmayan Allah için savaşamaz. Allah için savaşamayan da şehid olamaz. Allah nizamının hâkimiyeti dışında başka ideolojiler için ölenler şehid olamazlar. Tâğutî güçlerin birbirleriyle mücâdelelerinde ve savaşlarında ölen hiç kimse şehid değildir. Tâğutî güçlerin emri ile savaşan kimseler de, velev ki müslüman dahi olsalar, şehid olamazlar.
Şehidin üzerinde bulunan fazla elbiseler çıkarılır; şâyet elbisesi, gerekli yerlerini örtmek için yeterli değilse, fazlalaştırılarak kefen, sünnet üzere tamamlanır. Şehidler yıkanmazlar ve üzerlerine, bu durumda cenâze namazı kılınır.
“Kim i'lâ-yı kelimetullah için, Allah kelimesi yüce olsun diye savaşırsa, işte o, Azîz ve Celîl olan Allah yolundadır.“ 1803 Abdullah bin Amr (r.a.): “Yâ Rasûlallah, cihad ve gazâdan bana haber ver“ dedim. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Ey Abdullah, Eğer sabrederek sevap ümid ederek savaşırsan, Allah seni sabredici, sevap ümid edici olarak diriltecek, eğer riyâkârlık ve mal toplamak için savaşırsan Allah da seni riyâkâr ve
1799] Buhârî, Cihad 13; Müslim, İmâre 144
1800] Tecrîd-i Sarîh Terc. 8/277
1801] 4/Nisâ, 76
1802] Molla Hüsrev, Düreru'l-Hukkâm Fî Şerhi Ğureri'l-Ahkâm, 1/168-169; İbn Âbidîn, Reddu'l-Muhtar ale'd-Dürri'l-Muhtar, 3/522
1803] Müslim, hadis no: 1904; Tirmizî, hadis no: 1646; Ebû Dâvud, 3/432
ŞEHİD VE ŞEHÂDET
- 443 -
mal çoğaltıcı olarak diriltecek. Ne hal üzere savaşırsan veya öldürülürsen, Allah da seni o hal üzere diriltir.“ 1804
Şehid; inancını hayatıyla besleyen İslâmî şahsiyetin adıdır. İslâm ulemâsı şehidleri ikiye ayırmıştır. Birisi “hakiki şehid“, öbürü ise “hükmî şehid“dir. İslâm ulemâsı, hakiki şehidi çeşitli şekillerde tarif etmişlerdi. Seyyid Şerif Cürcânî, şöyle tarif eder: “Şehid, zulmen öldürülen tâhir ve akıl bâliğ olmuş her müslümandır.“1805 İmam Merğınânî şöyle der: “Şehid, müşriklerin öldürdüğü veya savaş meydanında kendisinde bir eser olduğu halde bulunan veya müslümanların zulmen öldürdüğü kimsedir.“1806 Molla Hüsrev ise şehidi şöyle tarif eder: “Şehid; müslüman, tâhir, akıl bâliğ olup zulmen gerek bağî, gerek eşkıyâ ve gerekse harbî tarafından öldürülen kimseye denir.“1807 İmam Kâsânî'nin tarifi ise şöyledir: “Çarpışma meydanında veya başka bir yerde ehl-i harb ile savaşan veya malını, nefsini, ailesini, müslümanlardan birisini veya ehl-i zimmetten birini müdâfaa ederken öldürülen kişidir şehid.“1808
Hakiki şehid, aynı zamanda dünya ve âhiret şehidi olarak da tanımlanır. Bunun yanında bir de hükmî şehid olanlar vardır. Bunlar, haklarında şehidlerle ilgili dünya ahkâmı uygulanmayan, fakat âhirette şehid derecesine nâil olan kimsedir. Ulu önderimiz Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Şehidler beş kısımdır: Bulaşıcı hastalığa yakalanan, ishale tutulan, suda boğulan, göçük altında kalan ve Allah yolunda savaşırken şehid olanlar.“1809 Başka bir hadis-i şerifte ise şöyle buyruluyor: “Allah Teâlâ’dan bütün kalbiyle şehidlik dileyen bir kimse, yatağında ölse bile Allah onu şehidlik mertebesine ulaştırır.“ 1810
Tarih boyunca şehidi olan dâvâlar yükselmiş, şehidden mahrum olan dâvâlar ise muvaffak olamamıştır. İki güzelden birine (ihde'l-husneyeyn) tâlip insanlar çoğaldıkça, canını, malını Allah yolunda fedâ etmeyi ve Allah Teâlâ ile yapılan antlaşmayla cennet karşılığında satmayı1811 gâye edinmiş Allah erleri çoğaldıkça; dâvânın hâkimiyeti yakın demektir. Kansız, çile ve gözyaşı olmaksızın, zahmetsiz, sıkıntısız, ihtiyar kadınlar gibi evlerinin köşesinde oturarak zafer beklemek, ancak cihad kaçkınlarının işidir. Şehâdete, zorluklara, sıkıntılara tâlip olmak, Allah'ın dinini hâkim kılmak için çalışmak; gerçek imanın alâmetidir. Ve bu iman sahipleri için neticede iki hayır vardır: Ya şehâdet, ya da zafer ve ganîmet; bir de Allah'ın rızâsı ve muhabbeti... Ölümün acıları bile kendileri için lezzete dönüşen ve o lezzetleri elde edebilmek sebebiyle, defalarca şehid olmayı isteyen şühedâ... 1812
“Kim Allah'a ve elçisine itaat ederse işte onlar, Allah'ın nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştır!“1813 “Şehid“ kelimesinin sözlük anlamı, bilindiği gibi bir şeye şâhit olan “tanık“tır. Hayatının
1804] Ebû Dâvud, hadis no: 2519
1805] Et-Ta'rîfât, s. 129
1806] El-Hidâye, 1/94
1807] Molla Hüsrev, Düreru'l-Hukkâm Fî Şerhi Ğureri'l-Ahkâm, 1/127
1808] Kâsânî, Bedâiu Senâî fî Tertîbi Şerâî, 1/322
1809] Buhârî, Cihad 30; Müslim, İmâre 164; Buhârî, Ezan 32; Tirmizî, Cenâiz 65
1810] Müslim, İmâre 157; Nesâî, Cihad 36; İbn Mâce, Cihad 15
1811] 9/Tevbe, 111
1812] Şeyh Seyfuddin Muvahhid, İslâm Dâvetçilerine Öğütler, s. 112
1813] 4/Nisâ, 69
- 444 -
KUR’AN KAVRAMLARI
her yönünde onu uygulayarak imana şâhitlik (tanıklık) eden kişi şehiddir. Allah yolunda öldürülen kişiye de şehid denir. Çünkü o, Allah için isteyerek ölümü seçer. Doğru olduğuna inandığı şey için hayatını fedâ etmesi, imanındaki ihlâsın bir göstergesidir. 1814
Ölümü Tefekkür mü, Şehâdeti Tefekkür mü?
Nicedir hayatımızdan kovduk ölümü. Artık mezarlıklar insanları “rahatsız“ etmeyecek kadar uzak yerlere yapılır oldu. Ölümle içli-dışlı olan nesiller yerini, koynunda taşıdığı ölümü tanımayan bir nesle bıraktı. İslâm, kendi insanlarına ölümle barış içinde, hatta el ele yaşamayı öğretmişti. Ölümün korkulup kaçılacak bir şey değil; gereğinde baş tacı edilecek, koşulacak bir şey olduğuna inandırmıştı. İslâm'ın insanı, kendi ölümünü, muhtemel bir darlık ânında harcanmak için itinayla saklanılan “son dirhem“ gibi üzerinde taşıyor, yeri geldiğinde o sermayesini Allah ile arasındaki en kârlı alışverişinde kullanmaktan kaçınmıyordu. İslâm'ın insanı, kimi dermansız dertlerin devâsının ölümde olduğunu keşfetmişti.
Günümüz insanının ölüme bakış açısı bambaşka. Doğrusu, çağdaş insanın ölüm karşısında bir “bakış açısı“na sahip olduğu hayli su götürür. Yine de biz hayatın öteki yüzü olan bu olay karşısında takınılan câhilî tavrı, bir “bakış açısı“ olarak ele alalım. Kusacak kadar iyi tanıdığımız çağdaş ihtişamlar, ölümle mü'min arasındaki bu dostluğu kopma noktasına getirdi. Güzel ölümün şefkatli kollarından çirkin hayatın merhametsiz kucağına terkedildi insanımız. Değerini bilmeyip küstürdüğümüz ölüm yüzünden hayatla da aramız açıldı. Ne ölümü tümden hayatımızdan çıkartıp onun içimizdeki kronik korkusunu yenebildik, ne de hayat üzerinde istediğimiz gibi tasarruf etme hakkına sahip olabildik. İslâm'ın insanındaki “ölüm sevgisi“, bizde “ölüm korkusu“na dönüştü.
Ölümün bin bir yüzü olduğunu düşünemedik. O çok sevdiğimiz hayatı bile çirkinleştirecek kadar gül-endam ölümlerin olabileceğini hayal edemedik. Bir kez değil; bin kez, dönüp dönüp ölünecek ölümleri tanımadık. Yaşayacak kadar yüreksizleşen insanların gözünde ölümle dostâne ilişkiler kurmak demek, “aklından zoru olmak“ demeye gelirdi. “Siz onları görseydiniz deli derdiniz“ sözünün gerçek mânâsı şimdi daha iyi kavranmıyor mu? Onların deliliği ölümün üstünü üstüne gittiklerinden değil; gittikleri yere ölümlerini de beraberlerinde götürdüklerindendi. En az hayat kadar aziz bilmişlerdi ölümü. Bu aziz bilinen, bu hamayıl gibi göğüste taşınan ölümü sıradan ölümle karıştırmamak için İslâm ona güzel bir ad koymuştu: Şehâdet.
Çağımızda, ölümün yaşadığı sefâleti açıklayabilmek için fazla düşünmeye gerek yok. Çağının hiçbir döneminde İslâm, günümüzdeki şehâdet yoksulluğuna benzer bir yoksulluğa düşmemiştir. Uğruna can vermeyi cana minnet sayan birileri hep olagelmiştir. Ölümü hep diri ve gündemde tutan bu “gelenek“ kaybolalıdan beri ölümler sürekli ölü doğmuştur. Ba'sü ba'de'l-mevt'lere şâhid olamamıştır insanımız.
Şimdilerde gündemimize giren şehâdet olayı, epey uzaklaşan kervanla aramızdaki açığı kapatmak için en büyük fırsattır. Ölümü güzelleştirmeden hayatı güzelleştirmeye çalışmak, sünnetullahı bilmemek demektir. Niceden sonra açılan
1814] Mevdûdi, Tefhîmu'l-Kur'an, 1/334
ŞEHİD VE ŞEHÂDET
- 445 -
kapının kapanmasına fırsat verilmemeli. Bunun yolu da, onu “düşünmek“ten, onu hayal etmekten geçer elbet. Bu, müslüman için bir ısınma, bir hazırlık olacaktır.
Ocakları söndüren ölümü çok çok düşünmemiz emrediliyor. Şehid kıtlığı çektiğimiz şu çağda, bu emri, en güzel ölümü düşünerek, onu özleyerek yerine getirmememiz için bir sebep mi var? Bencil bir ölümle başkalarını dirilten bir ölüm arasındaki fark ölçüye sığmayacak kadar büyüktür. İnsan ister istemez soruyor: O halde, niçin “mevti tefekkür“ de, “şehâdeti tefekkür“ değil? 1815
Ölüm ve Şehâdet: Ölmek, yaşamanın öbür yüzüdür. Ölümünü sürekli koynunda taşımayan, hayatın hakkını veremez. Ölmeden evvel ölmeye çalışınız. Bir de öldükten sonra yaşamanın sırrını bulunuz. Ölümü ancak bu iki şekilde öldürebilirsiniz. Ölümün korkusu, ölmenin kendisinden çok daha beterdir. Ölümü bu iki şekilden biriyle öldüren “bir gün ölür“; ölümden korkup kaçmaya çalışan ise “her gün ölür.“
Tevhidi zedeleyecek davranışlardan uzak durmak şartıyla kabirleri ziyaret edin. Çocuklarınızın da elinden tutup bazen size en yakın kabristana gezintiye çıkın. Çocuğun küçük ve mâsum dünyasına “gül yüzlü güzel ölümü“ sokun. Çağdaş insanın gözünü en çok yıldıran “ölüm“ gerçeğidir. Bu gerçekle ne zaman yüz yüze gelse yalpalamakta, alı al, moru mor olmaktadır. Geleceği kuracak olan tarih işçileri, ölümün öldürdükleri arasından değil; ölümün öldüremedikleri arasından çıkacaktır.
Şehid olmak, Allah'ın vaadine şâhid olmak, en büyük emeliniz olsun. İyi bilin ki şehâdet, bitimsiz saâdettir. Şehid, insanın ebedî mutluluğu uğruna hayatını ortaya koyandır. Şehid, imanına namazıyla, cihadıyla, hayatıyla, memâtıyla, kanıyla, canıyla Allah'ı şâhid tutandır. Şehid, seven ve sevgisinin bedelini canıyla ödeyendir. Yani şehid, en büyük âşık, şehâdet en büyük aşktır. Şehid, tarihin kalbi, çağının tanığı, geleceğin müjdecisidir.
Kimi zaman olur ki şehid olarak yaşamak, şehid olarak ölmekten daha zor olabilir. İşte öylesi dönemlerde “şehid-i zî-hayat“ olmak, “şehid-i zî-memât“ olmaktan daha değerlidir. Unutmayın ki “nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz, nasıl dirilirseniz öyle haşrolunursunuz.“ Kimin yolunda yaşadınızsa onun yolunda ölürsünüz. Allah yolunda yaşayanlar, elbet O'nun yolunda öleceklerdir.
Her yirmi dört saat içerisinde ölümü sınayın. Gündüzü dünya hayatı, yatağı kabir, geceyi ölüm gibi bilin. Yatağa girdiğiniz zaman günlük amel defterinizi kendiniz açıp kendi vicdan mahkemenizde kurduğunuz “mizan“da kendinizi yargılayın. İşte “hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin“ tavsiyesini bu şekilde yerine getirmiş, günlük ba'sü ba'de'l-mevt'iniz olan ertesi güne daha bir dingin ve yenilenmiş olarak başlama şansını yakalamış olursunuz. Eğer böyle yaparsanız “iki günü bir“ olup “ziyanda olanlardan“ olmazsınız. 1816
Şehid Olmak; Ölümsüz Hayata Göz Açmak
Şehâdet, asıl olarak, “insanın kendi nefsinde ve hayatta olup bitenlere şâhid
1815] Mustafa İslâmoğlu, Makalât, s. 69-71
1816] M. İslâmoğlu, Tavsiyeler, s. 88-90
- 446 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmasıdır.“ Bu kavramın diğer yüzünü de “şehid olmak“ oluşturur. Aslında şâhid olmakla şehid olmak, birbirinden ayrı hususlar değildir. Aksine birbirlerini tamamlayan bir bütünün parçası şâhid olmak ise, ikinci parçası ve sonucu da şehid olmaktır. İster farkında olalım, istersek olmayalım; mü’minler olarak her gün kıldığımız beş vakit namazlarımızda okuduğumuz Fâtiha sûresinde şehidliği temennî ediyoruz: “Bizi doğru yola, nimetlerine eriştirdiğin kimselerin yoluna eriştir.“1817 Cenâb-ı Allah’ın nimetlerine erişen kullarından bir de şehidlerdir. “Kim Allah’a ve peygambere itaat ederse, işte bunlar, Allah’ın nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle ve sâlihlerle/iyilerle beraberdirler. Bunlar ne güzel arkadaştır!“1818 Şehidlerle birlikte olmak veya şehid olmak, sadece temenniye bağlı olan bir olay değil; o bir yaşam biçimidir. Savaşçı kimliğini kuşanmaktır. Siz şâhid olur da şehid gibi yaşarsanız neticede şehid olursunuz. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz; nasıl ölürseniz öyle haşredilirsiniz.“
Güzel ölmenin yolu, güzel hayattan geçer. Güzel düşünen güzel yaşar, güzel yaşayan güzel ölür, güzel ölen güzel haşredilir, güzel haşredilen de hayatına güzel yerde devam eder. Evet, şehâdeti özlüyor ve gözlüyorsak, kendimizi kontrol etmeliyiz: Nasıl yaşıyoruz? Eğer şehid gibi yaşıyorsak, biz zaten şehidliği fiilî olarak istiyoruz demektir. Şehidlik, istenmekten çok yaşanılır. Daha doğrusu, canlı şehid olarak yaşamakla şehidlik istenir. “Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır biçimde korkun ve ancak müslümanlar olarak ölmeye bakın.“ 1819
Şehidlik, ölümde zirvedir, en güzel ölümdür. Bir mü’min, “nasıl olsa öleceğim, bundan kurtuluş yok, o halde en güzel şekilde ölmenin çaresine bakayım!“ diyerek gözünü zirveye dikmelidir. Hz. Mûsâ ile yaptıkları mücâdeleyi kaybeden Firavun’un sihirbazları, iman ederek: “âlemlerin Rabbine inandık, Mûsâ ve Hârun’un Rabbine.“ 1820 diyorlar. Firavun bu durum karşısında; “ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra hepinizi asacağım“1821 şeklinde tehditler savuruyor. Ama artık mü’min olan eski sihirbazlar, ölüme meydan okurcasına sadece müslüman olarak ölmenin kaygısıyla şöyle diyorlar: “Dediler ki; ‘Biz zaten Rabbimize döneceğiz. Rabbimizin âyetleri gelince ona inandık diye bizden öç alıyorsun. Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve bizi müslümanlar olarak öldür.“ 1822
Bir insan, hangi halde yaşarsa yaşasın, mutlaka bir gün Rabbine dönecek. Madem bu, hiç kimsenin kaçınamadığı bir gerçek; o halde bu dönüş, neden Rabbimizin râzı olacağı en güzel şekilde olmasın? Her durumda hayatta kalmaya çaba göstermek! Ne kadar boş bir uğraş! Hâlbuki mârifet, hangi halde olursa olsun hayatta kalmak değildir; mârifet/mahâret, müslüman (Allah’a teslim olmuş) bir fert olmaktır. Böyle olduktan sonra, ister hayatta kal, istersen ölmüş ol; her ikisi de Rabbimizin râzı olduğu bir durumdur.
“De ki: ‘Bize yalnız iki güzellikten (gâzilik veya şehidlikten) birini gözetleyebilirsiniz. (Bundan başka ne olabilir?) Ama biz, Allah’ın size ya kendi tarafından veya bizim ellerimizle
1817] 1/Fâtiha, 6-7
1818] 4/Nisâ, 69
1819] 3/Âl-i İmrân, 102
1820] 7/A’râf, 121-122
1821] 7/A’râf, 124
1822] 7/A’râf, 125-126
ŞEHİD VE ŞEHÂDET
- 447 -
bir azap ulaştırmasını bekliyoruz. Haydi, gözetin, biz de sizinle beraber gözetleriz.“1823 Gözü dünyaya (aşağıya, alçağa) takılmış insanlar, zirveye bakamazlar ve gözü alçağa alışmış insanlar zirveden ürkerler.
Şehidliğe susamanın yolu, ölümü sevmekten geçer. Ölümü seven insanlar, ölümlerin en güzelini daha çok severler. Ölüm nasıl sevilir? Dünyayı sevdiğiniz an ölümü sevemezsiniz. Hele şâhidliği/şehidliği hiç sevemezsiniz. Eğer dünya, gözünüzde “sineğin kanadından daha değerli“ ise, ölümü sevip şehidliği arzulayamazsınız. Adını şehid olarak tarihe yazdıran insanlara bakın. Onlar hakkında Hâlid bin Velid’in Bizans komutanına şöyle dediği rivâyet edilir: “İşte size öyle bir orduyla geldim ki, sizin dünyayı sevdiğiniz kadar onlar ölümü seviyorlar!“ Şehidliğe susamışlığın psikolojisi bu olsa gerek.
İslâm kültüründe şehidlik, gerçek mânâda yaşamaya başlamanın adıdır. Şehidlik, aslında gerçek anlamıyla ölmek istemeyen, hep yaşamak isteyen insanların ölüm şeklidir. Diğer insanlar sadece ölürler; fakat şehidler ölmezler, insanlar bunu anlamasa da.1824 Siz, zillet içinde yaşamayı yaşamak mı zannediyorsunuz? Şâhidlik ve şehidlik; şerefsizliğe, zillete karşı koyulan bir tavırdır. Şehid, ya şereflice yaşamak veya şereflice ölmekten başka bir üçüncü yol bilmeyen kahramandır.
Belirli bir amaca ulaşmak gâyesiyle savaşımı seçen kişi için savaşı başlatmak, onu sürdürmekten daha kolaydır. Savaşımın başlangıcında umutlar daha fazladır. Dayanışma daha sağlamdır, hedefe ulaşma şevk ve isteği daha canlıdır ve hiç kuşkusuz yoldaki tehlikeler de daha azdır. Ama savaşım doruğa çıkınca, yol dolambaçlaşıp kıvrımlı bir hal alınca, hareket kurbanlar isteyip kanlılaşınca, özellikle de hedef zor ulaşılabilir bir hedefse ve engeller çok fazla olup düşman bir türlü direnişten vazgeçip siperini terk etmiyorsa, daha çok, savaşımı toyluk ve hamlıklarından dolayı kendi zaaflarına has bir yorumla seçmiş bulananlar yolun yarısında, önce kendilerine ve daha sonra da savaş arkadaşlarına şunu sorarlar: “Bu savaş sürdürülmeye değer mi? Döktüğümüz bunca kana, çektiğimiz bunca sıkıntıya, verdiğimiz bunca kayba rağmen ortada zaferden bir eser olmadığına göre acaba hâlâ savaşı sürdürmek gerekir mi? Bu sıkıntıların huzura dönüşeceğinin garantisi ve bu kanların hebâ olmayacağının güvencesi nedir?“
Soru şudur: Hangi öğreti, bu kayıplar karşısında ve hâlâ zaferden herhangi bir eserin bulunmadığı bir durumda savaşımın sürdürülmesini sağlayabilir? Hangi öğreti direnişe, savaşımı sürdürmeye, sabırlılığa ve hedefe doğru ilerlemeye teşvik edebilir? Ve hangi öğreti, bunları yapmaktan âcizdir? Şüphesiz bu soruların hepsine birden çok net cevap verebilecek tek dâvâ, İslâm’dır. Çünkü İslâm, ölüm ötesine uzanan ebedî bir hayatı kapsar. Ayrıca o, ölüm sonrası kurtuluşu ölüm öncesi kurtuluşa bağlar. Bu yüzden İslâm, mensuplarını ölüme çağırırken gerçekte ölmeye değil; yaşamaya çağırmaktadır.
İslâm dışı düzenler ise, mensuplarını sadece ölmeye çağırırlar. Çünkü onların dünyasında “ölüm ateşi“ yoktur. İslâm dışı beşerî düzenler Allah’ı, cennet ve cehennemi olmayan, sadece yalancı peygamberleri/önderleri olan uydurma dinlerdir. Bu düzen ve ideolojilere şunu sormak gerekir: “Beni kendi yolunda ölmeye çağırdığında, karşılığında bana ne vereceksin? Yoksa ben sadece öleceğim,
1823] 9/Tevbe, 52
1824] 3/Âl-i İmrân, 154
- 448 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sen de geride rahat mı edeceksin? Bana, öldükten sonra vereceğin bir cennet ve içinde süreceğim ebedî bir mutluluk var mı? Bütün bunlardan yoksun isen beni ne diye kendi yolunda ölmeye çağırıyorsun? Kısacası, sizler, uğrunda bir savaşım sürdürmeye ve ölmeye değmezsiniz!“
Fakat maalesef, günümüzdeki beşerî düzenler sadece İslâm’a has olan şehidlik kavramını alıp tepe tepe kullanıyorlar. Demokrasi şehidi, devrim şehidi, basın şehidi, görev şehidi... Şunu tekrar tekrar belirtelim ki, uğrunda ölünen yol Allah yolu, ölen kişi müslüman, ölenin niyeti de tamamen Allah’ın rızâsını kazanmak olmadıkça o şehid olamaz. O boşuna ölmüştür. Rasûlullah’a (s.a.s.); ‘adamın birisi şecaat için, birisi ırk hamiyeti için, birisi riyâ için savaşıyor; hangisi Allah yolundadır?’ diye sordular. Peygamberimiz buyurdu ki: “Kim Allah kelimesi yücelsin diye savaşırsa, o Allah yolundadır.“1825 Kur’an şöyle emrediyor: “De ki: ‘Namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir.“ 1826
Özellikle beşerî düzenler, kendilerini korumakla görevli olan asker veya polis, herhangi bir şekilde birileri tarafından öldürüldüğü zaman, hemen, “şehid edildi“ derler. Müslümaların tâkip ettiği medya da, istisnâlar dışında, aynı nakaratı dillendirir. Fakat aynı olayda ölenler arasında halktan mâsum vatandaşlar varsa, onlara da “öldürüldü“ derler. Yani, kısacası, bu düzenler, kendi amaçları doğrultusunda ölenlere şehid deyip sonra da onları, kabul etmedikleri İslâm’ın cennetine sokuyorlar! Dini ve İslâmî kavramları kullanıp müslüman halkın inançlarını sömürmeye hakları yoktur. Cenneti ve cehennemi olmayan, sadece yalancı peygamberleri olan düzenlerin İslâm’ın malı olan bu kavramı kullanmaya hakları kesinlikle yoktur. Müslümanlar olarak, bu noktada uyanık olup beşerî düzenlerin bizden çaldıkları kavramları, çarpıtılmış şekilde değil; İslâmî kavramları yine kendi zemin ve şartları içerisinde İslâmî bir perspektifle değerlendirmemiz gerekir.
Şehidler söylediklerini ve yaşadıklarını kanlarıyla yazarlar. Bu yüzden o yazılar silinmez. Tarih onları silemiyor ve unutturamıyor. Zâlimler ve müstekbirler de onları hayattan, tarih yazmaktan ve tarih sahnesinden atamıyor. Şehidlerin kanlarıyla yazdıkları mesaj, gün geçtikçe daha da derinleşip netleşiyor. Meselâ, şehid Seyyid Kutub’un şehâdetiyle birlikte daha fazla tanındığını, mesajının daha fazla yankı uyandırdığını söyleyebiliriz. Seyyid Kutub, sağ iken, bu kadar yaygın bir şekilde tanınmıyordu. O şehid olmasaydı, öğretmenliği bu denli sürekli ve canlı olamazdı. Tarih, aynı dönemlerde yaşayıp ölen nice insanları unutturduğu halde Seyyid Kutub daha fazla tanınır hale geldi. Bugün az çok okuyan, düşünen ve müslüman olduğunun farkında olarak yaşayan her müslüman tarafından tanınmaktadır. Kim demiş ki Seyyid Kutub öldü diye? Hayır, o ölmedi! Tam aksine, Allah yolunda yürüyen tüm mü’minlerin kalbinde yaşıyor. Şehidlere “ölüler“ denilmemesini ve onların yaşadığını bir başka açıdan da böyle anlamak gerekir. Seyyid Kutub örneğini vererek söylediklerimiz tüm şehidler için geçerlidir.
Şehid kanı çok bereketli ve verimli olduğundan sahibini gün geçtikçe daha fazla dallandırıp yeşertir. Şehidin kaleminde mürekkep yerine kan vardır. Şehidlik bir zevktir. Onu yaşayan, tekrar tekrar yaşamak ister. Zaten Rasûlullah da bir hadisinde cennete gireceklerden hiçbirinin oradan asla çıkmak istemeyeceklerini,
1825] Ebû Dâvud
1826] 6/En’âm, 162
ŞEHİD VE ŞEHÂDET
- 449 -
sadece şehidlerin oradan çıkıp dünya hayatına dönüp şehid oldukları ânı tekrar tekrar yaşamak isteyeceklerini belirtiyor. 1827
Şehidlik, dâvâ edinilmiş şeyin uğrunda kurban olmanın adıdır. İnfakta zirvedir. Bilindiği gibi infak; Allah yolunda harcama yapmak mânâsına gelen bir Kur’an kavramıdır. Allah yolunda sarfedilen maddî, mânevî her şey, infak kavramı içerisine girer. İnsan, sevdiği şeyleri infak ettikçe dâvâsına olan samimiyetini ispatlamış olur. “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe birre/iyiliğe ulaşamazsınız.“1828 insanın dünyada sevdiği şeylerin en başında herhalde kendi canı gelir. Ama bir insan en sevdiği şeyi olan canını dâvâsı uğruna veriyorsa, demek ki o insan dâvâsını canından da üstün tutuyor demektir. Rabbimiz kitabında böyle kimseler için “nefislerini cennet karşılığında Allah’a satmış kimseler“1829 buyuruyor. Kurban kelimesinin sözlük anlamı içerisinde “yakınlık, yakın olma“ mânâsı vardır. Kurban aynı zamanda kişinin arzu ve isteklerini Allah’a sunma biçimidir.1830 Şehid, kurban keserek değil; kurban olarak isteklerini Allah’a sunan kişidir.
Şehidlerin kanlı ve parçalanmış cesetlerine bakarak çoğu zaman “acaba öldürülürken ne acılar çektiler, nasıl dayandılar?...“ gibi duygular taşıyabiliriz. Bu, olayın bize görünen cephesidir. Bir de şehidin cephesinden olayı değerlendirelim. Bu konuda hadis-i şerif, öğretiyor ki, şehidlerin öldürülürken duydukları acı, sineğin ısırmasına benziyor. Olayın şehid tarafındaki cephesi o kadar tatlı olmasa, şehid cennetten çıkıp o ânı tekrar tekrar yaşamak ister mi?
Bu değerlendirmelerden, şehâdetin mutlaka kan ile sonuçlanacağı anlaşılmamalıdır. Gerçek öyle değildir. Şehid, yatağında bile ölebilir. Nice insan vardır, cephede öldüğü halde, hatta şehid zannedildiği halde şehid değildir; nice insan da vardır ki, kendisine şehid denilmediği ve dünya ahkâmı yönünden şehid muâmelesi yapılmadığı halde, yatağında öldüğü halde, âhiret açısından şehid hükmüne sahip olur. Önemli olan kişinin şehid gibi yaşamasıdır. “Allah Teâlâ’dan bütün kalbiyle şehidlik dileyen bir kimse, yatağında ölse bile Allah onu şehidlik mertebesine ulaştırır.“1831; “Şehidliği gönülden arzu eden bir kimse, şehid olmasa bile sevabına nâil olur.“ 1832
Bir mü’minin ölüm şekli kadar, belki ondan daha fazla yaşayış şekli önemlidir. Ama şu bir gerçek ki, hayata şâhid olmaya ve hayatı Allah’ın istekleri doğrultusunda düzenlemeye kalktığımızda da büyük bir ihtimalle şehidlik kapısı açılır. Bu yüzden şehâdeti, şâhid olmak ve şehid olmak şeklinde çift yönlü, ama bir bütün olarak anlamamız gerekir.
Nasıl öldüğümüz kadar, nasıl yaşadığımız önemlidir. Biz şuna inanıyoruz ki, şehid gibi yaşadığımız zaman, kanlı bir ölümle zâlimler tarafından öldürülmek şeklinde değil de; yatağımızda ölsek bile ölümümüz en az hayatımız kadar bu dine hizmet edecektir. 1833 “Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine ‘düşmanlarınız size karşı ordu topladı, onlardan korkun!’ dedi de bu, onların imanlarını artırdı ve ‘Allah
1827] Buhârî, Cihad 21; Müslim, İmâre 109; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 13, 25
1828] 3/Âl-i İmrân, 92
1829] 9/Tevbe, 111
1830] 5/Mâide, 27
1831] Müslim, İmâre 157; Nesâî, Cihad 36; İbn Mâce, Cihad 15
1832] Müslim, İmâre 156
1833] Hasan Eker, A.g.e. s. 88-98
- 450 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bize yeter, hem O ne güzel vekîldir’ dediler.“ 1834
Şehidin Mirası Zaferdir
Elbet şehid verilecektir. Ama her şehide karşılık İslâm saflarına bir melek ordusu katılacaktır. Her şehidin yere düşmesi, ortalığı bir şimşek gibi aydınlatacak ve o şimşeğin şiddetinden düşmanın bir ordusu kahrolacaktır. Bir Seyyid Kutub asılırsa, doğacak bin çocuğa Seyyid Kutub ismi verilecek, onun gösterdiği “yoldaki işaretler“ tâkip edilecektir. Şehidler diridirler. Şehid, toprağa düşmüş öyle bir tohumdur ki, verdiği başakta bin mü'min kalbi çarpar. Ve o başak, saf kuvvet, saf inançtır. O başağın dikeni ve samanı yoktur. Bir şehid kanı kara toprağa düşmesin, en kısa zamanda, o kandan bin müslüman dirilmedikçe o toprak rahat etmeyecektir. Her şehid verdikçe dâvâmız bir adım daha ilerliyor.1835 Aslında “şehid verdikçe“ değil; “şehid kazandıkça“ denmeli, çünkü şehid, dâvânın kaybettiği bir yiğit değil; kazandığı bin yiğittir.
Zafer, temennilerle gerçekleşmez. Söylenen her söz ölüdür, ne zaman ki o söz uğrunda can fedâ edilse o zaman dirilecek ve canlar arasında yaşanabilecektir. Uğrunda can fedâ edilmeyen inançlar cansızdırlar, hayattan habersizdirler. Bundan ötürüdür ki; iman hicreti, hicret cihadı, cihad kıtali, kıtal de şehâdeti gerektirir. Müslümanca yaşamanın mümkün olmadığı yerde, yerin altı üstünden hayırlıdır. Gerçek hayat; ma'siyet içinde yaşamak değil; Hakk'ın çizgisinde ölebilmektir. Yani, cihad mektebinde okuyup şehid olarak mezun olmaktır.
Şehidin Destanı
Şehidin Kutsallığı: İster müslüman, ister gayr-ı müslim olsun, bütün insanların ve özellikle gerçek mü’minlerin inanç ve örflerinde bazı kelime ve terimlerin oldukça önemli azamet, hürmet ve hatta kutsallıkları vardır. Âlim, filozof, profesör, mareşal, sanatçı, mûcit, kahraman, ıslahatçı, inkılâpçı, müceddid, müctehid, üstad, talebe, âbid, mü’min, mücâhid, muhâcir, iyilikleri emreden dâvetçi/tebliğci, velî, imam, peygamber gibi kelimelerin bazıları halk; bazıları hakiki müslüman ve bir kısmı da İslâm inancı ve kültüründe yine azamet, saygıdeğerlik ve özellikle kutsallık taşırlar. Hiç şüphe yok ki, kelimeler, söyleniş bakımından değil; anlamları dolayısıyla bu önem ve kutsallığı kazanmışlardır.
İslâm’da ise, “şehid“, kendine has kutsallık mânâsı taşıyan bir kelimedir. İslâmî kavramlarla âşinâlığı olan kimse İslâm kültürünce “şehid“in nurla hâlelenmiş bir kelime olduğunu rahatça anlayabilir. İslâm, kendine has bazı ölçülerle herhangi bir kimseyi “şehâdet“ makam ve derecesine erişmiş yücelikte tanır, yeter ki bu kimse, hakikatte yüce İslâmî hedef ve beşerî kıymetlerin seçkin yolları uğruna canını fedâ etsin ve böylece insanın erişebileceği en yüce derece ve makama, kendi ebedî saâdet yolculuğuna nâil olacak istikamete yönelmiş olsun. Şühedâ hakkında, Kur’ân-ı Kerim’in kullandığı tâbirler ve hadislerde nakledilen ifâdeler, İslâm mantığını tanımaya yettiği gibi, bu kelimenin şuurlu müslümanların zihnindeki kutsallığı bulmanın sebebini de ortaya koymaya kâfidir.
Şehidin Hakkı: Beşeriyete, amelî hikmet, ahlâk, keşif, buluş, sanat, düşünce, fikir/düşünce ve ilim yollarıyla hizmet eden herkesin, muhakkak ki insanlık
1834] 3/Âl-i İmrân, 173
1835] Sezai Karakoç, Dirilişin Çevresinde, s. 111
ŞEHİD VE ŞEHÂDET
- 451 -
üzerinde bazı hakları olur. Ancak, hiçbir kimsenin insanlık üzerindeki hakkı, bir şehidin hakkı kadar asla olamaz. Bu nedenle, insanların hissiyâtından doğan minnettarlık ve şehidler hakkında onların hâlisâne değer vermeleri, diğerler sayılanlardan çok daha fazladır. Niçin ve ne gibi delillerle şühedânın hakkı diğer yardımda bulunanlardan daha fazla ve yücedir? Elbette ki bunun da bir isbâtı vardır. Zira diğer topluma hizmette bulunanların hepsi şehidlere borçludurlar; fakat, şühedâ onlara medyûn değildir. Âlim, kendi ilminde, mûcit kendi buluşunda, muallim kendi ahlâkî öğretiminde müsâit bir çevreyi bulur ve böylece görevini yürütür. Oysa ki şehid, büyük fedâkârlıkla kendi can ve varlığını hiçe sayıp, görünüşte yok olup topraklaşarak, çevreyi diğer yaşayanlar için müsâit bir duruma sokar.
Şehid, aynen bir muma benzer; yanar, yanar; etrafına nurlar saçar ve yokluğuna mal olacak bu yanışla çevresini huzura kavuşturup işlerini görmeğe yardımcı olur; fakat sonunda kendini bitirip sönüp gider. Evet, şühedâ insanlık âleminin mumudur; bunlar kendilerini yakarlar, yakarlar ama beşeriyetin ufkunu da aydınlatırlar. Eğer insanlık âlemi karanlıkta kalsaydı, yukarıda sayılan topluma hizmet veren hiçbir başarılı insan göreceği işe başlayamaz veya onu devam ettiremezdi.
Gündüz güneşin aydınlığında şuraya buraya koşan, geceleyin bir mum veya lambanın ışığıyla işini gören insan, her şeye bu ışık sâyesinde sahip olur; onunla görür, onunla yolunu bulur. Şöyle bir düşünsek, eğer o ışık olmasaydı, bütün o hareketler ve kaynaşmalar bir anda durur, âdeta bütün yönler kaybolurdu. Şühedâ ise aynı şekilde toplumun parlayan, nurlar saçan mumlarıdır. Küfrün, istibdât ve köleliğin zulmeti onların nurlu ışıklarıyla görünmezliklerini kaybetmeseydi, beşer asla yolunu bulup tâyin edemezdi.
Kur’ân-ı Kerim, Rasûl-i Ekrem hakkında “sirâc-ı münîr“ (nur saçan lamba/mum) 1836 gibi gâyet latîf bir tâbir kullanmıştır. Bu tâbir ile Hz. Peygamber’in Allah’a dâvet ile O’nun izniyle küfür karanlıklarını aydınlattığı vurgulanmıştır: “Ey Peygamber! Biz seni hakikaten bir şâhid, bir müjdeci ve bir nezîr/uyarıcı olarak gönderdik. Allah’ın izniyle, bir dâvetçi ve nur saçan bir lamba olarak (gönderdik).“ 1837 Bu âyetlerin açıklaması sadedinde bir şâir şöyle diyor: “Bu yüzdendir ki, Ey korkan kişi! Allah, Hz. Peygamber’e: “Ey elbisesine bürünmüş!“1838 buyurdu; yani, “örtündüğün şeyleri at, onlardan sıyrıl. “Haydi geceleyin kalk (kıyâma dur/ibâdete yönel)!“1839 Çünkü, ey gerçek er, Sen mumsun; mumsa geceleyin dâima kıyamda bulunur. Senin nûrun olmadıkça aydın gün bile gecedir. Senin himâyen olmadıkça aslan bile tilkiye esirdir. Sen demedin mi (ey Peygamber!) “â’mâyı yola götüren, ona kılavuzluk eden kişi, Allah’tan yüzlerce sevâba ve ecre nâil olur. Kim bir körü tutar, kırk adım götürürse hidâyete erer ve bağışlanır“ buyurmadın mı? Haydi, tut, katar katar körler topluluklarının elinden tut da, şu bir karara durmayan dünyadan çek!“
Evet, İslâmî kelime ve kavramlar arasında ve bilgileri İslâm ilimleriyle dolu olan kişilerin zihinlerinde, “şehidlik“, bütün diğer benzer kelimelerden üstün
1836] 33/Ahzâb, 46
1837] 33/Ahzâb, 45-46
1838] 74/Müzzemmil, 1
1839] 74/Müzzemmil, 2
- 452 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mukaddes ve nurlu bir kelime ve kavramdır.
Şehidin Bedeni: İslâm’ın her emrinde binlerce hikmet, maslahat ve güzellikler vardır. Herhangi bir müslümanın ölümünde, o mevtâyı usûlünce yıkadıktan, ona gusül verdirdikten sonra, temiz bir kefenle sarmak, cenâze namazını kılmak ve sonra defnetmek, bütün şahıslara gerekli bir görevdir. Ancak, bu yapılan görevde bir istisnâ vardır; o da şehiddir. Şehid için sadece cenâze namazı kılınır, sonra o defnedilir. O yıkanmaz, ona gusül verilmez. Onun üzerindeki elbiseler çıkartılıp kefenlenmez asla.
Bu istisnânın kendisi, bir sır ve semboldür. Şehidin ruh ve şahsiyeti o derece temiz ve her şeyden arınmış durumdadır ki, bu pâklık onun bedenine, kanına ve giyimine tesir etmiştir. Şehidin bedeni öyle bir cesettir ki, ruhun hükümleri onda câri olmuştur. Aynı şekilde, şehâdet vakti üzerinde bulunan elbisesi de şehide câri olan hükme bürünür, kefen yerine geçer. Şehidin her şeyi, elbisesi ve bedeni de, Hakk’a kulluk ve teslimiyeti, tertemiz fedâîliği nedeniyle büyük şeref kazanmış olmaktadır. Şehid, eğer bir savaş meydanında, emânet ve sınav olarak kullandığı o canı, sahibine/verene teslim ederse, o kana bulanmış beden ve elbiseyle gusül verilmeksizin ve kefenlenmeksizin defnedilir.
Kutsallığın Kaynağı: Ölümlerin nicesi telef olmaktır. Ölümlerin çoğu iftihar vesilesi olmaktan uzaktır; hatta utanç verici ne kadar ölümler vardır. Şehâdete götüren ölüm ise çok farklıdır. Kur’an tâbiriyle “fî sebîlillâh -Allah yolunda-“ olup, insanlık ve mukaddes bir hedef (Allah rızâsı) uğruna, muhtemel, şüpheli, riskli veya kesin dünyevî tehlikelere karşı, şehâdet mertebesiyle yüceltilen bir ölüm olarak tanımlanır.
Şehâdetin iki esâsı vardır. Birinci rüknü, mukaddes bir hedef için fî sebîlillâh/Allah yolunda varlığını fedâ etmesi, diğeri ise bunun açıkça yapılmasıdır. Normal olarak şehâdet esnâsında cinâyet de sözkonusudur ve bu durum da şehâdette mevcuttur. Yani, bu amel; maktûle nisbet edildiğinde şehâdet olmasıyla mukaddes; katile nisbetiyle ise bir cinâyettir, aşağılıktır, âdîliktir.
Şehâdet, mukaddes bir hedef uğruna, şahsın kendi arzusuyla veya şahsî düşüncelerden ve ihtiraslardan arınmış olmasına binâen, muhakkak ki iftihârı gerekli olacak ve taltif edilecek yüce bir makamdır, kahramanlığın ta kendisidir. Ölüm çeşitleri içinde yücelik ve iftihar vesilesi olabilecek, dünya hayatından daha üstün, daha güzel, daha mukaddes sayılabilecek ancak ve ancak şehâdettir.
Cihad ve Şehidin Sorumluluğu: Kur’ân-ı Kerim, üç mukaddes kavramı birçok âyette bir araya getirmiştir: “İman“, “hicret“ ve “cihad“. Kur’an’da övülen insan, imanlı ve Allah (c.c.) dışında her şeyden âzâde hür bir varlıktır. Bu varlık, imana bağlı olarak, imanının kurtuluşu ve kendini kurtarmak için hicret eder ve toplumun imanının kurtulması için, daha doğrusu toplumu imansızlığın şeytanî pençesinden koparmak için cihad eder.
Cihad, Allah’ın herkese açmadığı cennet kapılarından bir kapıdır. Sıradan insanların, bu kapının kendisine açılmasına liyakati yoktur. Herkes cihad okulunda talebe olamaz, hele bu okuldan şehâdetnâme (şehidlik diploması) alarak mezun olamaz. Allah bu kapıyı, ancak kendi has dostlarına açar. İşte şehid, önce kendini ve toplumu arındıracak cihad mektebine lâyık görülmüş, sonra da bu okulu başarıyla bitirerek mezun olmuş, şehâdet ödülünü almış, sonraki hayatında en
ŞEHİD VE ŞEHÂDET
- 453 -
büyük ödüllere hak kazanmış, sorumluluk bilincini kuşanmış bir şahsiyettir. Bu sorumluluktan kaçmak, kişisel ve çevresel sorunlara kucak açmaktır.
Şehidin Zevk ve Sevgisi: İslâm’ın başlangıcına âit tarihlerde, özellikle ilk zamanlarda müslümanların pek çoğunda görülen, apayrı, husûsî bir ruh vardı. Yâ Rab, bu rûha ne ad takmalıyız? Buna “şehâdet sevgisi, şehidlik aşkı“ demek, herhalde en yerinde tâbir olur. Mücâhid ashâbın -ki, ashâbın tümü mücâhiddi- kalbinde bir ateş yanar, yakıp kavurur bunları; “acaba Rabbimiz bizi şehâdetle rızıklandırcak mı?“ diye. İşte Peygamber’e en yakın insanlar tarafından çoğunlukla yapılan duâlardan biri bu idi: “Allah’ım! Şehâdet feyzine nâil olabilmemiz için Senin yolunda ve Senin dostlarınla birlikte ölmeye bizi muvaffak kıl.“
Biz bu coşkulu sevgiyi o zamanın gencinde görüyoruz, yaşlısında görüyoruz, siyahında, beyazında, kısacası hepsinde görüyoruz. Bunlar, kendileri Hz. Peygamber’in mübârek huzurlarına geliyor ve “Yâ Rasûlallah, gönlümüz Allah yolunda şehâdetin arzusunu çekiyor“ diyorlardı. Allah yolunda şehâdet, kendini öldürmekle olamayacağına göre ve bir müslümanın intihara hakkı olmadığı cihetle, cihad istiyorlardı; Hak yolunda savaş istiyorlardı ve bu mukaddes vazifeyi yerine getirip O’nun yolunda şehid olmayı diliyorlardı. Böyle bir arzuyla geliyor, durumlarını Rasûlullah’a arz ediyorlar ve kendisinden “Yâ Rasûlallah, şehâdeti bize nasib etmesi için hakkımızda duâ buyur!“ diye yalvarıyorlardı.
İşte bunlardan bir tablo: Bir baba ve bir oğul şehâdet sırası için birbirleriyle münâzaaya giriştiler. Harbin kapıya dayandığı günlerdi. Bu tatlı tartışma, o dereceye vardı ki, oğul babasına; “ben gidiyorum, sen ailenin başında kal!“ diyor; baba ise, “hayır, cihada ben gideceğim“ diye diretiyordu. Oğul “ben gidip şehid olmak istiyorum“; Baba ise; “hayır, ben daha çok istiyorum“ diye tartışıyorlardı. Nihâyet kur’a çektiler. Kur’a oğula çıkınca o gidip şehâdet şerbetini içti. Bir müddet sonra baba, oğlunun âlem-i mânâda, inanılmaz bir saâdet ve erişilmez bir makam içinde hayat sürdüğünü gördü. “Babacığım!“ diyordu, “Allah bize ne vaad etmişse hepsi hak ve doğrudur. Allah vaadine vefâ gösterdi.“ İhtiyar baba gelip durumu Rasûl-i Ekrem’e arzetti: “Yâ Rasûlallah, her ne kadar ihtiyarlamış, kemiklerim zayıflamış, halsiz düşmüşsem de, şehâdeti çok arzuluyorum, sizden bir dilekte bulunmaya geldim; duâ buyurun, Allah beni şehâdetle rızıklandırsın.“ Yüce Peygamber de, “Bu mü’min kulunu şehâdetle rızıklandır yâ Rabbi!“ diye duâ buyurdular. Bir yıl geçmedi, Uhud gazvesi oldu ve yılların şehâdet âşığı koca insan Uhud’da şehâdeti tattı nihâyet.
Amr bin Cemûd adlı bir başka şahıs vardı; birkaç oğula sahipti. Kendisinin de bir ayağı topaldı. İslâm kanunları hükmünce, cihad bu şahsa farz değildi. Uhud gazvesinin başladığı sıralardı. Oğulları silâhlarını kuşandılar; fakat baba da: “Benim de gitmem gerek; ben de şehid olmalıyım“ diye tutturdu. Oğulları kendisine engel olmak istediler: Sen evde kal, senin mecbûriyetin yok, ne diye cihada gelmek istiyorsun?“ İhtiyar baba bütün ısrarlara karşı durunca, ailenin ileri gelenlerini toplayıp ihtiyarı bundan vazgeçirmek istediler. Nâfile olan çabaydı bu artık. Yılların cihad âşığı Hz. Peygamber’in huzûruyla müşerref olup “Yâ Rasûlallah, eğer şehâdet güzel bir şeyse, anlamıyorum; bunlar bana niye engel olmaya çalışıyorlar? Ben de onlar gibi Allah yolunda şehid olmak istiyorum“ diye yakındı. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) “mâni olmayın bu adama, bu adamda şehâdet arzusu, aşkı var; her ne kadar kendisine cihad farz değilse de haram hiç değildir; mâdem bu kadar
- 454 -
KUR’AN KAVRAMLARI
arzu ediyor, bırakın gitsin!“ buyurdular. Sevinmişti ihtiyar, hemen silâhlarını kuşanıp hazırlanmış, meydana gelmişti. Oğullarından biri babasının halsizliğini ve müdâfaasızlığını gördükçe onu koruyor, savaş boyunca ona yardımcı oluyordu aynı zamanda. Fakat ihtiyar baba âdeta ölüme meydan okuyor, kendini düşman ordusunun ta ortalarına atıyordu. Neticede susamış olduğu şehâdet şerbetini tattı. Oğullarından biriyle, o koca genç, âşık oldukları makamlarına eriştiler.
Uhud, Medine’ye yakın bir yerdir. Müslümanların cihadı/savaşı, gönüllerin arzuladığı şekilde neticelenmedi. Müslümanların yenilgisini duyanlar Medine’den haber için dağılıyorlardı. Bunu duyan Amr bin Cemuh’un eşi Uhud’a koştu. Kocasının, oğlunun ve bir kardeşinin mübârek cenâzelerini buldu. Oldukça kuvvetli olan devesine üçünü de yükledi ve Medine’de Bâki mezarlığına doğru yola koyulmak istedi. Her ne kadar deveyi Medine’ye doğru çekiyor idiyse de deve âdeta direniyor ve yol almak istemiyordu. Bu arada bazı kadınlar ve Hz. Peygamber’in bazı hanımları Uhud’a doğru geliyorlardı. Hz. Peygamber’in hanımlarından biri, “nereden geliyorsun?“ diye sordu. O hanım da Uhud’dan geldiğini söyledi. Devesinin yükünün ne olduğunu sorduklarında ise, gâyet soğukkanlı olarak; “biri kocamın, biri oğlumun, biri de kardeşimin cenâzeleri; Medine’ye götürüp orada defnetmek istiyorum“ dedi. Harbin neticesini sorduklarında ise; “el-hamdü lillâh, hayırla geçti; Peygamberimiz’in mukaddes canları sağ-sâlim olduğuna göre de olan olayların kıymeti yok. Allah kâfirlerin şerrini bastırdı“ dedi. Sonradan şöyle ilâve etti: “Benim şu devemin hali bir tuhaf! Medine’ye her ne kadar çeksem, gelmek istemiyor; Uhud’a çevirdiğim anda âdeta koşarcasına gitmeye başlıyor. Aksi olması gerekir; zira Uhud bir dağ, tepe tırmanışı; Medine ise düz yol.“ Rasûlullah’ın hanımı, “gidip Hz. Peygamber’e soralım“ dedi. Huzûra vardıklarında; “acâip bir durumla karşı karşıyayım. Devemi Medine’ye doğru ne kadar çeksem de gelmek istemiyor; ancak Uhud’a yönelince uçarcasına gidiyor.“ Hz. Peygamber sordu: “Kocan evden çıkışında hiçbir şey söyledi mi sana?“ Evet yâ Rasûlallah, ellerini duâya kaldırıp ‘yâ Rab, beni bir daha bu eve geri çevirme!’ diye duâ etti.“ Efendimiz (s.a.s.) “işte kocanın duâsı kabul olmuş, kocan tekrar eve dönmek istememiş. Bırak, kocanın cesedi Uhud’da kalsın, diğer şühedâ ile birlikte defnedilsin, bütün şehidleri Uhud’da defnedeceğiz, kocanı da.“
Hz. Ali (r.a.): “Başıma bir kılıçla vurulup bunun tesiriyle ölmem, hastalık nedeniyle yatağımda ölmekten yeğdir“ diyor ve şiir diliyle şöyle devam ediyordu: Dünyayı nefîs sayıyorsan, Allah’ın sevâp yurdu olan âhiret ondan daha yücedir ve de daha değerli. Malların derlenip toplanması, terk edilmek için olunca, insanın terk edilecek bir şeyin üzerine bu kadar düşmesi ve bu hususta cimri olmasının ne faydası/hayrı olabilir? Bedenler ölüm için var edilince, insanın Allah yolunda öldürülmesi elbette daha güzeldir.“
Şehidin Mantığı: Normal insan mantığı ile bir şehidin mantığı arasında fark vardır. Şehidin mantık ve düşüncesi asla normal insan mantık ve düşüncesi ile mukayese edilemez. Normal insan mantığı bazı ıstılâhlarla yüceltilip alçaltılabilir. Fakat şehidin mantığı... Ulu bir mantıktır, aşk mayasıyla yoğrulmuştur, bir taraftan İlâhî bir aşk; diğer taraftan ıslah olup ıslah etme mantığı. Islah edici sâlih birinin mantığı kendi toplumu için yanar, bir ârifinki ise Rabbinin vuslatının aşkı için. Tâbir câizse Allah âşığı bir ârifin coşkusu ile ıslah edici bir kişinin mantığından bir terkip/sentez oluşturursak, şehidin mantığı ortaya çıkar.
ŞEHİD VE ŞEHÂDET
- 455 -
Nasıl ki, büyük şehid Hz. Hüseyin, Kûfe’ye gideceği zaman, kavmin akıllı sayılan kişileri o Peygamber torununa engel olmak ister ve derler ki; “bu yolculuğunuz mantıklı bir yolculuk değil!“ Normal bir insan mantığına göre mantıklı bir şey sayılamazdı; doğru söylüyorlardı. Böyle bir mantığa göre, kendi fikirlerinin menfaat ve maslahat mihveri etrafındaki düşünceler ancak mantıklı olabilirdi. Menfaat ve siyaset mantığı... Onlarca Hz. Hüseyin, mantıklı bir iş görmüyordu. Ancak o yüce şehidin daha yüce bir mantığı vardı; bir şehid mantığı. Elbette ki şehid mantığı, alelâde kişilerin mantığının çok üstündedir. Akıl ehli, hayatta kalıp yaşamak için bin bir çare ararken; aşk ehli, Allah için şehid olacak ve O’na kavuşacak bir tercih peşindedir. Şehidin mantığı, basit insanların mantığı gibi olmayıp, onların çok ötesindedir. Aynen şehid kelimesinin etrafını çeviren kutsal bir hâle gibi. Bu nedenledir ki, diğer kelimelerin arasında yüce, ulu ve mukaddes, kısacası apayrı bir anlam taşır. O yüzden bir kahraman veya topluma büyük hizmeti dokunmuş herhangi bir insan, şehidle, şehâdetin yüceliği ile karşılaştırma bile yapılamaz.
Şehidin Kanı: Şehid nedir ve ne yapar? Şehidin vazifesi sadece düşmanın karşısında durmak değildir; düşmanı sadece yenen veya ona yenilen değildir şehid. Eğer şehidler sadece gâlibiyet için canlarını vermiş olsalardı, yenilgi halinde kanları boşa mı akmış olacaktı? Hayır, şehidin kanı asla boşa akmaz, o kan asla heder olmaz! Onun kanı yere dökülüp asla yokluğa karışmaz. O kanın herbir damlası yüzlerce katreciklere bölünüp insanlara kan olur, can olur ve kendi toplumunun dirilişine, kanlanıp canlanmasına sebep olur. Rasûl-i Ekrem, öyle buyurur: “Kanın hiçbir damlası, hakikat ölçüsü ile Allah’ın indinde, Allah yolunda dökülen bir kan damlasından daha hayırlı değildir.“ Şehâdet, toplumun ve özellikle donuk kanlı uyuşuk toplumların bedenlerine zerkedilen kan gibidir. Şehidin kanı, toplumun omuzlarına yeni bir gayret, damarlarına taze kan, dirilişine can, zayıflığına şifâ olacak enerji verir.
Şehidin Destanı: Şehid, diriliş destanıdır. Şehidin en büyük özelliği, onun toplumu canlandırmasıdır. Destan rûhu olan toplumlarda şehidler, özellikle İlâhî bir destan oluşturmak için ölürler/ölümsüzleşirler. Şehidin en önemli özelliği, bu ölüm destanıyla yeniden hayata, gerçek hayata kavuşmasıdır. Bunun için müslüman, şehâdeti niyaz eder ve bu özlem, onun devamlı destanlar icad etme arzusundan gelir. Yeni yeni destanlar ve yeni yeni canlanış ve şahlanışlar, hele üzerlerine ölü toprağı örtülmüş toplumlara yeniden tarih yazma fırsatıdır.
Şehidin Ölmezliği: Bazı insanlar âlimdir, topluma ilim yoluyla hizmet eder. Aslında ilim kanalıyla ferdiyetten/bireysellikten arınır ve toplumdan bir parça olur. Ferdî şahsiyeti, ilim yoluyla toplumun kollektif kimliğiyle birleşir; aynen bir damla suyun denize ulaşıp orada yok oluşu gibi. Âlim, gerçekte kendi kişiliğinin bir kısmını, yani kendi düşünce ve fikirlerini topluma ulaştırmayla, bu bağlantıyla toplumda devamlı yaşar duruma gelir. Diğer bir faâl şahsı, meselâ bir buluş yapan kişiyi ele alırsak, bu kimsede bu icadı sâyesinde toplumla birleşir ve topluma fennî bilgisi, sanatı ve kendi varlığı ile faydalı olur ve kendisi o toplumda yaşamaya devam eder. İnsan, bıraktığı faydalı eser sâyesinde ölümsüzleşir. Diğer biri sanatkârdır, meselâ şâirdir, kendisini sanat ve kültürü, fikir ve düşünceleriyle yaşatır. Bir başkası, ahlâk hocasıdır, toplum terbiyecisidir; kendisini hikmet dolu öğütlerle kalplerden kalplere aktarır ve yine bu kimse de toplumda kendini yaşatır. Öldükten sonra toplum içinde yaşayanlardan biri de şehiddir. Şehid, kendi
- 456 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kanıyla, kendini toplumda yaşatır, daha doğrusu, toplumda ebediyyen yaşayan bir kan, bir ruh olur.
Bazıları kendi fikirlerine kıymet, ebediyet ve ölümsüzlük katabilir; bazıları fen, hüner ve sanatlarıyla kendileri için unutulmazlık kapılarını açabilirler. Fakat şehid, kendi kanına, hakikatte bütün vücut ve varlığına kıymet, ebediyet ve ölümsüzlük sağlar. Şehidin kanı her zaman toplumun damarlarında atar durur. Daha doğrusu, her bölükten kaliteli insan, ancak kendindeki bir özellik kadar, kendinden bir miktar özellik katarak topluma ölümsüzlük bağışlarken; şehid bu yolda, kendini tamamen bütün varlığıyla verir. Bu sebeple Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Her iyi iş gören kimsenin elinin üzerinde başka bir iyilikseverin eli vardır; ancak Allah yolunda şehid oluncaya kadar. Allah yolunda şehid olduktan sonra, bunun üstüne çıkacak el yoktur.“
Ölüm konusunda farklı anlayış, felsefe ve inançlar vardır. Bunlardan biri, bedenle ruhun ilişkisini, bir hükümlünün hapisle, kuyuya düşmüş bir kişinin kuyuyla, kafesteki kuşun kafesle olan bağlantısı şeklinde değerlendiriyor. Bu anlayışa göre ölüm, kurtuluş ve özgürlüktür, intihara bile kapı açıktır. Peygamberlik iddiasında bulunmakla şöhret yapmış Mani’nin felsefesine göre böyledir. Diğer bir anlayış, bunun tam tersidir. Ölüm; tam bir yok oluş, bitiş ve sönüştür, varlığı kaybediştir. Aksi ise yaşayış, var oluş, vücut sahibi oluştur. Varlık yokluğa nazaran daha aziz, var oluş yokluğa her durumda tercih edilen bir durumdur. Yaşayış nasıl olursa olsun ve ne şekilde devam ederse etsin, ölüme tercih edilmelidir. İskenderun’lu meşhur hakîm/tabip Câlinus’un görüşü böyledir. Bu şahıs şöyle der: “Ben yaşamayı her hal ve şekliyle ölüme tercih ederim. Hatta o kadar ki, bir eşeğin karnında olmak ve nefes alabilmek için eşeğin kuyruğu altından başımı çıkarmak, bana ölümden, yok oluştan daha kıymetlidir.“ Birinci görüş, ölümü kutsarken, ikinci görüş dünya hayatını yüceltmektedir.
Başka bir anlayış ise şöyledir: Ölüm, yokluk ve yok oluş değildir, sadece bir dünyadan diğer bir dünyaya göçüştür. Fakat insanın dünya ile olan bağlantısı, ruhun bedenle; mahpusun hapisle, kuyudakinin kuyu ile kuşun kafesle olan irtibatı gibi değildir. Ancak belki talebinin okulla, ziraatçının ekimle olan ilişkisine benzeyebilir. Hiç şüphe yok ki, öğrenci evinden, yuvasından, dostlarıyla buluşmaktan ve bazen de vatanından uzak kalıp okulunun sınırlı çevresinde tahsil ve tekâmülü için uğraşır durur. Fakat toplum içinde saâdetle yaşayışın tek yolu, tahsil boyunca başarılı bir öğrenim devresini bitirebilmektir. Nitekim çiftçi de ev, yaşayış ve ailesini bırakıp tarlasında ekiniyle meşgul olmaktadır; ama ekim ve tarlada çalışması, onun maîşetini temin ettiği gibi, yılın kalan kısmını ailesinin, evinin çevresinde geçirmesine katkı sağlar. Dünyanın âhiretle, ruhun bedenle olan bağı işte böyle bir bağdır. Böyle bir dünya görüşü olan kimse, ameliyle başarılı olacağını bilir. Aynen, bir öğrenciyi ele aldığımız zaman, üzerinde tahsil yaptığı dalda, meselâ ziraatçilik konusunda esaslı bilgi edinmiş ise, vatanına dönmek ve öğrendiklerinin neticesini orada görmek istemesi beklenir. Her an, işini tamamlamış bir çiftçi gibi elde ettiği ürünü evine taşımak arzu ve endişesi içindedir. Bu öğrencinin, hiçbir zaman görevini arzusuna fedâ etmeyen bir çiftçi misali, içinde yalım yalım yanan vatan hasreti ile savaşıp tahsilini yarım bırakmama gayreti vardır.
Allah dostlarına, bu başarıları elde etmiş öğrenci gibi, adı ölüm olan öbür
ŞEHİD VE ŞEHÂDET
- 457 -
dünyaya göçüş bir arzudur. Öyle bir arzu ki, bu âlemde bir an dahi kalma arzusunu ortadan kaldırır. Hz. Ali şöyle buyuruyor: “Eğer Allah onlar için belirli bir ecel çizgisi çizmemiş olsaydı, onların ruhları, sevaplarının sevkinden ve günah işleme ihtimali korkusundan, bir göz açıp kapayıncaya kadar bedenlerinde kalmazdı.“ Aynı halde, Allah dostları, hiçbir zaman ölümü karşılamaya koşmazlar. Zira adına ömür dediğimiz şey, sadece tekâmül/olgunlaşma, sâlih amel ve güzel iş yapma fırsatıdır. Her ne kadar yaşarlarsa insânî kemâlâta o oranda fazla erişeceklerdir. Hatta ölüme karşı koymaya çalışır, Allah Teâlâ’dan uzun ömür talebinde bulunurlar. Bu açıdan bakarak pekâlâ görüyoruz ki, Allah dostlarının ölümü arzu, isteyiş ve sevişi; hiçbir zaman ölüme pisipisine atılma değildir; uzun ömür dilemeye ters değildir.
Kur’ân-ı Kerim, “biz Allah dostlarıyız“ iddiâsında bulunan yahûdilere hitap ederken şöyle buyuruyor: “Eğer siz evliyâullah -Allah dostları- olsanız ölüm, sizler için arzu edilen ve sevilen bir şey olmalıydı.“1840 Sonra şöyle ilâve ediyor: Fakat bunlar hiçbir sûretle ölümü arzu etmiyorlar. Zira önceden gönderdikleri çok zâlimâne, cinâyetkârâne amellerinin neticesi, öbür dünyada nereye gideceklerini kendileri pekâlâ bilmektedirler.
Evliyâullah -Allah dostları- iki hal ve durumda uzun ömür dilemekten kaçınırlar. Bunlardan biri şudur: Her ne kadar yaşasalar, bulundukları durum, tâatlerinde daha fazla başarı elde edemeyeceklerini, aksine tekâmül yerine noksanlığa düşeceklerini hissettikleri zaman, Hz. Hüseyin gibi şöyle duâ ederler: “Allah’ım, eğer ömrüm Sana itaatle geçecekse bana uzun ömür ihsan et. Yok, eğer, yaşayışım şeytana otlak olacak ise imkân nisbetinde beni kendi tarafına çek, çağır.“ ikincisi ise, şehâdettir. Allah dostları, şehâdetle ölümü Allah’tan şartsız olarak niyâz ederler. Tahmin edilebileceği gibi şehâdette yukarıda sayılan her iki özellik de vardır: Hem amel ve hem tekâmül. Hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, şehâdet hâriç, her iyi amelin tekâmül basamağında bir üst seviyesi vardır. Diğer yönüyle ise öbür dünyaya hicret; arzu edilen, istenen, sevilen bir şeydir Allah dostları için. Bu nedenle Hz. Ali, ölümün kendisine şehâdetle nasip olduğunu görünce neşesinden âdeta kalıbına sığmıyordu. Hz. Ali’nin yaralanmasıyla vefatı arasında geçen zamanda söyledikleri ifadelerden biri şuydu: “Allah’a kasem olsun, arzum olan şehâdeti istemişimdir daima, ona da ulaştım. Bu karanlık gecede uçsuz bucaksız bir çölde su arayan ve birden bire bir kuyu veya bir pınar bulan kişiye benziyorum. Ben arzusuna erişmeyi arayıp bulan bir kişi gibiyim. Şu halde, şehâdet; İslâm nazarında, fertler açısından, kısacası şehitliğin üstün fazîletine inanan kimse için büyük bir başarıdır, başarıların en üstünü; bir arzudur, arzuların en istenileni.
Şehâdetin diğer bir çehresi daha vardır; toplumla olan bağlantısı. Şehidin toplumla iki bağı vardır. Biri, kendisi hayatta olsaydı, ondan bazı kimseler faydalanabilirdi, fakat bu durumla onun feyzinden mahrum kalınmaktadır. Diğeri, fesat ve kötülüğü körükleyen kimselerle olan bağıdır ki, onlarla muâhezeye kalkıp, onların elleriyle şehâdete ermektir. Muhakkak ki, o şehidin hayatının feyzinden faydalanan, onun yolunda giden arkadaşları, eli boş kalmışlardır ve o şehidin şehâdetinden elbette ki müteessir olacaklardır. Onların bu üzüntüsü, aslında kendilerine ağlayıştır, kendileri için üzülüştür. Ancak, şehidin şehâdetinin vuku
1840] 2/Bakara, 94-96
- 458 -
KUR’AN KAVRAMLARI
buluşunda şehâdet, arzulanmayan bir olayın meydana gelmesi dolayısıyla özlenen bir iş olur. Şöyle bir örnek verebiliriz: Bir müdâhaleyi gerektiren, meselâ iç hastalıkların bazılarında yapılacak ameliyatlar, hiç şüphe yok ki yerinde bir iştir. Fakat ameliyatı gerektiren bir şey yoksa bu yapılan hatadır. Toplum açısından, şehâdetten alınacak ders şudur: İlkin böyle bir durumun vuku bulmasını önlemek gerekir. Yoksa bu fâcia, yapılmaması gereken bir eylem olarak dillerde dolaşır ve zulüm kahramanı olan katillere bağlı bir üzüntü kaynağı olur. Fakat bu durum, önlenmesi istendiği halde değiştirilemezse, o zaman toplumun fertleri o cânîlere dönüşmekten kendilerini sakınırlar.
Toplumun alması gereken diğer bir ders daha vardır. Toplumda şehâdeti gerektirecek durumlar olacaktır. Bu bakımdan şehidin kendisine taalluk eden uyarıcı ve seçilmiş bir amel nedenleriyle ve yükümlü olmadığı halde baş göstermesi halinde, insanların hissiyatları, o şehidin hislerinin renk ve şekline bürünür. İşte bu durumda şehide ağlayış, onun destanına iştiraktir, o ruhla hem-âhenk oluştur, onun neşesine bürünüştür, onun oluşturduğu dalga ile dalgalanmadır. Ağlayış, her zaman bir rikkat veya bir heyecan eseridir. Şevk ve aşk gözyaşlarını hepimiz biliriz. Ağlayış sırasında ve onun kendine has rikkat ve heyecanında, insan bütün hallerden ziyade, ağlamış olduğu sevgilisine kendini daha yakın görür. Hakikatte öyle bir hale bürünür ki, kendini onunla birlikte bulur. Gülüş ve neşede daha ziyade kendine dönüş, bencillik ve benlik; ağlayışta ise, kendinden geçiş, kendini unutuş ve sevilenle bir olmak vardır.
Şehidin mantığı, bir yönden aşk mantığıdır, diğer yönden ıslah. Islah eden, âşık ve ârifin iki karakterini senteze tâbi tutarsak ve ondan tek bir insan meydana getirirsek, o zaman şehid ortaya çıkar. Şehid mantığı, başka bir mantıktır. Şehid, destanlar oluşturmak, topluma can vermek, kan vermek, ışık tutmak, hayat bağışlamak için kendini fedâ eder. Şehâdet, sadece düşmanın mağlup olmasına yönelik bir çaba değildir. Şehâdette destanlar oluşturan güç de vardır. Eğer şehidler olmasaydı, destanlar da olmazdı. Üzerinden yıllar geçse de, halkın bu destanlara kulak verişi, bu olaydan ders alışı, ruhlanışı, canlanması temin edilemezdi. 1841
Şehidin, sadece savaşta öldürülen olmadığından dolayı, Allah'ın ahkâmı için, Kur'ân-ı Kerim'in hâkimiyetini sağlama yolunda cihad/gayret eden, bu yolda ciddî çabalar harcayan veya en azından bunlara yardım eden müslümanlar, yatağında ölse bile şehid sevâbı alacaklardır. Kur'an'ın şehid tanımından ve hadis-i şeriflerdeki şehid çeşitlerinden kesinlikle bu anlaşılmaktadır. Bir hadis-i şerifte de, “İnsanların fesâda uğradığı zamanda Peygamber'in sünnetine sarılan kişiye de (yüz) şehid sevabı verileceği“ bildirilmektedir. Çünkü şehidin gâyesi ölmek değil; Kur'an'ın ahkâmına itaat, O'nun hükümlerinin hâkimiyetine çalışmak, Rasûl'ün sünnetine sarılmaktır. Bunu sağlayınca, savaş alanında ölmese de şehid sevabı alacaktır. “Allah yolunda hicret edip sonra öldürülen yahut ölenleri hiç şüphesiz Allah güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. Şüphesiz Allah, evet O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.“1842 Hz. Ali de der ki; “Bir devlet başkanı bir kişiyi hapseder ve ona zulmederse, hapishanede iken o mazlum da ölürse şehiddir.1843 Ve zâlim sultanlara karşı hakkı
1841] Murtaza Mutahharî, Şehid
1842] 22/Hacc, 58
1843] Mirkat, Şerhu'l- Mişkât, 2/303
ŞEHİD VE ŞEHÂDET
- 459 -
söylerken öldürülenlerin en büyük şehidler olduğunu da Peygamberimiz haber vermiştir. 1844
Sahâbe, Bedir'de, Uhud'da bazı şehidleri anlatıyor: “Sanki Cennetin kokusunu almış da o tarafa koşarmış gibi koşarken gördüm, sonra da şehid edildi...“ insan, bir şeyde sağlam bir ilim edinecek olursa, o bilgi edindiği şeye doğru koşar ve onu elde etmek için gayret eder. Sanki kokusunu almış gibidir. Günümüzde de deriz: “Bu, paranın kokusunu almış, o tarafa gidiyor.“ Paranın kokusunu alan, o işe yatırım yapar, onu elde eder. Parayla insan, bazı organlarını doyursa bile gözünü ve iç dünyasını doyuramayacak, mutluluğu da satın alamayacaktır. Çünkü insan, maddî şeylerle değil; ibâdetle, zikirle, Allah'ı râzı etmekle, cennetle tatmin olup doyum sağlayabilir. Bunu idrâk edemeyen insanlar, doyumlarını sağlamak için sadece paraya doğru koşuyorlar; ama bu, bazılarının açlıklarını artırmaktan başka bir şey sağlamıyor.
Şehid, hadis-i şerifte ifâde edildiğine göre, karıncanın insanı ısırdığında ne kadar acı duyarsa, şehid olurken ancak o kadar bir acı duyar.1845 Biz, Filistin'de oğlunun ölmüş cesedi yedirilen kadının, sonra da işkence edilerek öldürüldüğünü duyunca tüylerimiz ürperiyor. Önce kolları, sonra ayakları kırılan, sonra da burnu kesilen insanları duyunca yüreklerimiz hopluyor, bize bunu gözönüne getirmek bile acı veriyor. Bize verdiği acı kadar şehidimiz acı duymamıştır. Yusuf’un (a.s.) güzelliğine bakarken ellerini kesen kadınların acıyı hissetmedikleri gibi şehidler de ölürken acı hissetmezler. Onun için, biz şehidlerimize acımıyoruz. Onlara rahmet okuyor ve kendimize acıyoruz. Şehid olmak (yani cephede düşman tarafından öldürülmek) gâye değildir; müslümanca yaşayan bir kul olmak, canlı şehid gibi yaşamak, Allah'ı râzı edecek şekilde yaşamak gâyedir. Allah'ın ahkâmının hâkim olması için kulluk yapmak gâyedir. Hazineyi elde etmek için harâbeyi yıktıkları gibi, öteki dünyayı (hatta her iki dünyayı) güzelleştirmek için şehâdet, severek tercih edilir. Ama o yolda yürürken önümüze engeller çıkmış, Mûsâ'nın denizi, İbrâhim'in ateşi veya Yusuf'un hapishanesi çıkmış, hiç önemli değil; ya geçeriz ya geçeriz!
Şehid: Ne adına, kime karşı ve niçin mücâdele ettiğini bilen kimsedir. Şehid, tuğyânın kurumlaşıp otoriteleştiği bir dünyada İlâhî sevdâya tutulmuş müslümandır.
Şehid: Kendisinin yeryüzünde halîfe1846 olduğu bilincinde olan, “yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din tamâmen Allah’ın oluncaya kadar İslâm düşmanlarıyla savaşılması gerektiğini“1847 unutmayan bir dünya vatandaşıdır. İstanbul’u fethetmek için tâ Medine’lerden gelip sur kenarlarında şehid olanların yolunu sürdüren ve dünyanın bir ucunda yaşayan bir mücâhid müslümanın dünyanın diğer ucundaki mazlum müslümanlara yardım için kıtalar arası seferleri en güzel seyahat kabul edenlerin yoludur şehidlik.
Şehid: Öyle bir öğretmen ve tebliğcidir ki, yıllarca medreselerde/okullarda verilen derslerin, ciltlerce yazılan kitapların, dillerle yapılan tebliğ ve uyarıların sağlayamadığı bir netice ve kazancı sağlar.
1844] Ebû Dâvud, Melâhim 17; Tirmizî, Fiten 13
1845] Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 26; Nesâî, Cihad 35; İbn Mâce, Cihad 16
1846] 2/Bakara, 30
1847] 8/Enfâl, 39
- 460 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şehid: Yarar-zarar hesaplarına radikalce iyi bir ders verir: Tek dünyalı insanların ölçülerine göre, şehidin yenemeyeceği bir düşmana kendini öldürteceğine, hayatta kalıp gücünü uygun zamanda kullanmak üzere saklaması daha faydalıdır. Gâlip gelemeyeceği, sonucunu dünyada göremeyeceği bir mücâdeleye girmemesi gerekir. Böyle düşünenler şehidi anlayamazlar. Anlarlarsa böyle düşünemezler.
Şehidlik: Sayıyı, maddî imkânların üstünlüğünü gözlerinde büyütenlere; pragmatizm ve determinizmin vazgeçilmez olduğunu zannedenlere en güzel cevaptır. “Boşu boşuna ölmek“, “kendine yazık etmek“, “kendini tehlikeye atmak“, “siyaset bilmemek...“ gibi ithamların, şehâdetin zevkini bilmeyenlerin bahâneleri olduğunu haykırmaktır. Bu tek dünya merkezli iddiâlar, şehâdet vâsıtasının hizmet ettiği gâyeyi bilmeyen veya önemsemeyip saptıranların anlayışlarıdır. Gâye, küfre/fitneye karşı maddeten gâlip gelmek, onu yıkmak, yönetimi değiştirmek, yeryüzüne hâkim olmak olunca, bu amaca götüren araç ve yöntemler de ona göre seçilir. Şehid için bunlar gâye değildir, olamaz. Bunlar, önemli olmasına çok önemlidir ama amaç değildir. Amaç, Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Yeryüzünde egemen olmak ise, bu amacın doğurduğu bir sonuç, bir lütuftur. Bu ince çizgi İslâm inkılâbıyla herhangi bir devrimi, şöhretli herhangi bir kahramanla şehidi birbirinden ayıran çizgidir. İhtilâllerin amacı bir memlekette (veya yeryüzünde) egemen olmaktır. Müslümanlar cihadla görevlidirler. Egemenlik (ve zafer) cihadın celbettiği, Allah’ın rızâsının sonucu lutfedilecek bir kazanımdır. Ancak müslümanlar bu kazanım için değil; sadece Allah’ın rızâsı için cihad eder. Sonunda bu kazanım (hâkimiyet) olsun veya olmasın, birinci derecede önemli değildir. İşin o cephesi Allah’a bağlıdır. Ve Allah’ın sünneti odur ki, her zaman müslümanlar dünya ölçeğinde başarılı olamazlar. Allah, zaferi insanlar arasında evirir çevirir:
“Eğer siz (Uhud’da) bir acıya uğradıysanız, (Bedir’de düşmanınız olan) o kavim aynı acıya uğramıştır. İşte böylece Biz, zafer günlerini insanların kâh bir kesimine, kâh diğer kesimine nasip ederiz. Tâ ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şehidler/şâhidler edinsin. Allah zâlimleri sevmez. Bir de (böylece) Allah, iman edenleri günahlardan temize çıkarmak, kâfirleri de helâk etmek ister. Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?“1848 Zafer, muvaffâkiyet/başarı Allah’ındır, o dilediğini başarılı kılar. “Nusret/zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’ındır.“1849 Yine unutmamak gerekir, Allah mü’minlere yardım için söz vermektedir: “Mü’minlere yardım etmek Bize hak olmuştur.“1850 Bu, cihad edip şehâdete can atan kimselere uzak da değildir. “Allah’ın yardımı/zaferi yakındır.“1851; “Onlar ağızlarıyla Allah’ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır. Müşrikler istemeseler de, dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamberini hidâyet ve hak ile gönderen O’dur. Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlüne iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım/zafer ve
1848] 3/Âl-i İmrân, 140-142
1849] 3/Âl-i İmrân, 126
1850] 30/Rûm, 47
1851] 2/Bakara, 214
ŞEHİD VE ŞEHÂDET
- 461 -
yakın bir fetih. Mü’minleri bununla müjdele!“ 1852
Birçok peygamber gelmiş, ömürlerini Allah’ın rızâsı doğrultusunda tebliğ ve cihada harcamışlardır. Fakat bazıları küçük bir ümmet/cemaat bile oluşturamadan gitmişlerdir. Bu, mağlûbiyet ve başarısızlık mıdır? Maddî ve zâhirî yönden “evet!“ Hz. Nûh da, dünya ölçeğinde mağlup olduğunu belirtiyordu: “(Nûh) Rabbine; ‘Ben mağlûb oldum, yenik düştüm, bana yardım et!’ diye yalvardı.“1853 O Nûh (a.s.) ki, her türlü yöntemi denemiş, gece-gündüz, gizli-açık tebliğ etmiş, tebliğ etmişti: “(Nûh:) ‘Rabbim! dedi, doğrusu ben, kavmimi gece gündüz (imana) dâvet ettim; fakat benim dâvetim, ancak kaçmalarını artırdı. Gerçekten de, (imana gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için onları ne zaman dâvet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, (beni görmemek için) elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler. Sonra ben kendilerine haykırarak dâvette bulundum. Üstelik, onlarla hem açıktan açığa, hem de gizli gizli konuştum.“1854 Hem de, dile kolay; tam 950 sene... “Andolsun Biz Nûh’u kendi kavmine gönderdik de, o, dokuz yüz elli sene onların arasında kaldı.“ 1855
Ama hakikatte ve âhiret ölçeğinde onlar başarılıydı, gâlipti, gâyelerine ulaşmışlardı. Onlar, ne yaptılarsa Allah rızâsı için yapmışlar ve o rızâyı da kazanmışlardı. İnsan, sadece kulluk yapmak için,1856 Allah’ın emir ve yasaklarına uyup O’na teslimiyetle itaat için yaratıldığına göre, bu görevlerini yapandan daha başarılı kimse olur mu?
Şehid: “Şehidlerin efendisi, zâlim sultan önünde hakkı haykırandır“ hadisini canıyla tasdik eden kimsedir. Şehid, kendi ölümüyle sonuçlanan eylemiyle, zâlimin maddî gücüne hiçbir zarar vermediği gibi İslâm saflarına da maddî açıdan hiçbir katkıda bulunmamıştır. Aksine, şehâdetiyle, kendi kişisel varlığını yok ederek İslâm saflarından bir neferin güç ve imkânlarından mahrum bırakmıştır; İslâmî hareketi yarar-zarar hesapları içinde yönlendirmeye çalışan zihniyete göre bu böyledir. Onlar, görmez veya göremez ki; İslâmî hareketin esas dinamikleri maddî imkânların ötesinde, ölçülemez, kolay anlaşılamaz dinamiklerdir.
Şehid, toplumun kalbidir. Şehidin kanı, bir uzvu olduğu topluma ulaştığında, toplumun kurumuş damarlarını harekete geçirir, canlandırır, bir kalp görevi yapar. Toplumu, içinde bulunduğu bitkisel hayattan (ot gibi yaşamaktan) kurtarır, canlandırır.
Şehidlik: Yaşamak için her çeşit zillete/şerefsizliğe tâlip olanların yaşadığı bir dünyada, çok şerefli bir ölümü (ebedî hayatı) seçmektir. Hayat süren leşlere, canlı cenaze durumunda olanlara en güzel dersi vermek için ölümsüzler kervanına katılmak demektir.
Ölüm istenmez, ama ölümden bin beter olan zillet hiç istenmez. Âdî birer korkak, alçak birer hâin olarak zillet içinde yaşamaktansa, şereflice ölüm elbette daha iyidir. Hem, şehidlik ölmek de olmadığına göre, ölüm istenmez, ama şehidlik istenir/istenmelidir. Şehidin de Rasûl’ün de tekrar tekrar istediği lezzettir şehid olmak.
1852] 61/Saff, 8-13
1853] 54/Kamer, 10
1854] 71/Nûh, 5-9
1855] 29/Ankebût, 14
1856] 51/Zâriyât, 56
- 462 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İnsan, müslümanca yaşayamıyorsa, müslümanca ölmenin yolunu mutlaka bulabilir. Bazen yerin altı, yerin üstünden daha güzeldir.
Şehidlik: Zulme, fitneye, Hakka isyâna; canla kanla karşı koymak, neticede kanın kılıca gâlip gelmesini sağlamak demektir.
Dünya, şehid olmaya can atanlardan korkuyor. Hiçbir silâh, yerinde kullanılan şehâdet silâhından daha büyük olamaz. Şehid olmak isteyeni, hiçbir maddî şeyle korkutamazsınız. O daima gâliptir; ölse de, yaşasa da. Ölümden korkan tüm materyalistler, yahûdiler, beşerî ideoloji mensuplarını ancak ölümden korkmayan yiğitler korkutabilirler. Görmüyor musunuz İsrâil’in taş atan gençten nasıl korkup üstüne tankla yürümesini... Görmüyor musunuz 15 yaşındaki gencin/çocuğun elindeki taşla dünya ile savaştığını... Çeçenistan destanını... Afgan direnişini, Bosna kıyâmını... (Ve Türkiye’nin uykusunu!... Pardon, Amerika safında Amerikan hedefleri doğrultusunda müslümanlarla savaşını...)
Şehidler, ölümden korkmaz; bilirler ki ölüm, daha güzel bir diyara, asıl vatana göç etmektir. Bilirler ki şehidlik ölümsüzlüktür. Bilirler ki her şeyin olduğu gibi canın da sahibi Allah’tır. O istediği zaman zaten emânetini geri alacaktır. Ama, gönül rızâsıyla seve seve O’nun yolunda canlarını O’na takdim, fazladan ikrâma sebep oluyor. Allah, kendi malını, kulundan, çok büyük bedelle satın almış alıyor. Onlar şehidliğe tâlip olmakla ölümlerini erkene almış olmadıklarının,1857 sadece eceli/ölümü güzelleştirdiklerinin bilincindedirler.
“Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyin. Bilakis onlar diridirler...“ 1858. Dirilikleri nasıldır? Nasıl, ne tür bir hayat yaşıyorlar? “Fakat siz onu hissedemez, anlayamazsınız.“1859 Şehidlerin hayatını tümüyle idrâk edemeyiz; künhüne vâkıf olamadığımız bir hayattır bu. Ancak, kabul ve tasdik ederiz, inanırız ve onlara ölü demeyiz. Cansız dediğimiz cisimlerin hayatını bilemediğimiz, atomlarındaki yazıları/şifreleri çözemediğimiz gibi... Tesbih eden,1860 İlâhî emânetin azametini idrâk eden,1861 Allah korkusundan yarılıp paramparça olan, yuvarlanan1862 taşların, dağların hayatını bilemediğimiz gibi. Cin ve meleklerin hayatına vâkıf olamadığımız gibi. Berzah/kabir hayatını tümüyle idrâk edemediğimiz gibi... Âhireti tümüyle anlayamadığımız, rüyânın sırlarını, rûhî hayatın gizliliklerini çözemediğimiz gibi... Şehidlerin hayatını da tümüyle anlayamayız. Ama tüm sayılanlara iman ettiğimiz gibi şehidlerin yaşadığına da inanırız.
Seven, sevdiğinin yolunda, sevdiğinin isteğini seve seve fedâ edendir; Şehidlik, bu hükmü kanıyla onaylayan sevdâlı fedâidir.
Şehid, Tevhid mücâdelesinin ebedî şâhididir. Hakk’a ve hakikatlere, gözüyle görmüş gibi şâhid olan şehâdet eridir.
Şehâdet/şehidlik, şehâdet kelimesini kuşanmakla, Allah’ın şâhidi olmakla mümkündür. Allah dışındaki bütün ilâhlara “lâ -hayır!-“ demek, şehâdete giden yola girmektir. Çünkü gerçekten şehâdet kelimesini haykırmak, bütün dünyaya
1857] 3/Âl-i İmrân, 154
1858] 2/Bakara, 154 ve 3/Âl-i İmrân, 169
1859] 2/Bakara, 154
1860] 17/İsrâ, 44
1861] 33/Ahzâb, 72
1862] 2/Bakara, 74
ŞEHİD VE ŞEHÂDET
- 463 -
meydan okumak, bütün küfür dünyasını karşısına almak, şehâdete/şehidliğe tâlip olmak demektir.
Şehidlerin kanları, İslâmî değişim ve dönüşümün, inkılâbın anahtarıdır. Şehidlerin kanları, güzellik ve koku saçan kırmızı lâlelerdir.
İnsan nasıl olsa ölecek, ecel ne bir sâniye önce, ne bir sâniye sonra değil (7/A’râf, 34), tam vaktinde gelecek. Ama ölümün şeklini belirlemek biraz da bizim irâdemize bağlı; kahramanca, şereflice ölmek, yani ölümsüzleşmek veya sıradan biri gibi...
Tevhidin ve Hakkın düşmanları, İslâmî dâvetin önüne engel koymak üzere her zaman hile ve tuzak kurmuşlardır. Tevhid tarihi boyunca bâtıl güçler, dünyevî aşağılık çıkarlarına engel gördükleri Hakkın hâkimiyetini istemediklerinden, insanları Allah yolundan alıkoymak için cinâyetlerden, vahşet ve katliâmlardan geri durmamışlar, sayısız şehidin kanı karşılığında fethedilen İslâm topraklarını işgal etmişlerdir. Cihad ve şehâdet rûhundan başka bu zâlimleri durduracak bir yol yoktur. Bu şuurdaki mü’minler, tarih boyunca Tevhid bayrağını yere düşürmemişler, özellikle saâdet asrından sonra, tâğutlara bütünüyle kulluk yapıldığı hiçbir devir olmamıştır. Kutsal emânet, şehidler sâyesinde bize sağlam bir şekilde ulaşmıştır. Şehid kanlarının yeşerttiği engin filizler Hak’tan başkası karşısında boyun eğmeyerek mukaddes değerleri korumuşlardır. Şehid kanlarının suladığı her toprak parçası, şehidlik mantığını öğretirken, üzerinde dolaşanlara sorumluluklarını hatırlatmakta ve şöyle haykırmaktalar: “Ey Allah’ın kulları, her şey Allah yolunda verilmeye lâyıktır; ama hiçbir şey Allah yolunda harcanmayacak kadar kıymetli değildir! Mukaddes tevhid sancağını yere düşürmemek, kutsal emânete ihânet etmekten kurtulmak için bugün, şehidlik şuurunu yeniden canlandırmak zorundayız. Unutmamalıyız ki bugün küfür cephesi, geçmiştekilerden daha mâsum, daha merhametli değildir. Hak ile bâtıl arasındaki mücâdele, günümüzde de en şiddetli biçimde sürüyor.
Hz. Hüseyin’in şehâdeti, asırlardır cihad, inkılâp ve şehâdet rûhunu nasıl etkilemiştir? Seyyid Kutub ve onun gibiler hâlâ yaşamıyorlar, yoldaki işaretleri göstermiyorlar mı? Bak, nasıl canlı dersler veriyorlar, hizmet ve cihad yapıyorlar... Onlar bu hizmetleri yaparken ölü de, biz mi diriyiz?
Kansız ihtilâl olmadığı gibi, her hayırlı inkılâp da şehidlerin kanına ihtiyaç duyar. İslâmî inkılâbın olmazsa olmazlarından biridir şehâdet. En büyük inkılâp, Kur’an’ın, Peygamber’in inkılâbıdır. O inkılâp öncesi, nice zahmetlere, fedâkârlığa, şehâdetlere sahne olmuştur Mekke ve Medine. Selâm olsun Sümeyye’lere, Yâsir’lere, Ammar’lara, Bilâl’lara, Hamza’lara, Câfer’lere!
Yakın tarihteki devrimlere bakın. 1789 Fransız devrimi, 1917 Rus İhtilâli; ne kanlara ve canlara sahne olmuştur. İran İslâm İnkılâbı da yüz bini aşkın şehid kanının üstüne kurulmuştur. Bugün de şehidler ve canlı şehidler ayakta tutmaktadır.
Bir buğday başağını düşünelim: Evimize ekmek olarak gelip bize enerji vermesi için hangi aşamalardan geçmiştir? Bir tohumun toprağa düşmesi, yere gömülmesi, çiğnenmesi, karanlık yeraltı zindanlarında uzunca çile çekmesi... Yarılıp/yaralanıp ikiye bölünmesi, ölmesi lâzımdır. Sonra bu aşamalardan geçen buğday
- 464 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dânesi, bir ölür, yüz dirilir 1863. Şehidler de başak gibidir, bir ölür, bin dirilir.
Denilebilir ki Deniz Gezmiş ve iki arkadaşı 1970’lerde dâvâları için kendilerini fedâ etmese, komünizm için idam sehpâsına boynunu uzatmasaydı, belki 70’li yıllarda Türkiye’de bu denli ilerlemeyecekti komünizm. PKK dâvâsı da bâtıl dâvâ uğruna binlerce canın fedâ edilmesiyle büyümedi mi? Onlar, cenneti olmayan bir dâvâ için, kendilerine göre yokluğu seçebiliyorlar da, müslüman gerektiğinde cennet karşılığı fedâi olamayacak mı? Canlı şehidler unutmaz ki, uğrunda ölünmeye/canlanmaya en lâyık dâvâ İslâm dâvâsıdır. Bâtıl ideoloji mensupları kadar çalışmayan, fedâkârlık yapmayan insanlar, sorumluluklarından nasıl kurtulacaklar? “İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah’a eşler, benzerler edinir de onları, Allah’ı sever gibi severler. İman edenler ise Allah’ı daha çok severler...“ 1864
Bâtıl dinler, beşerî dâvâlar ve ideolojiler uğruna, içi boş kavramlar için, ırkçılık, kan dâvâsı, toprak veya bâtıl simgeler uğrunda eziyet çekenler, ölenler normal görülebiliyor, hatta bu kimseler kahraman ilân ediliyorken; Allah yolunda öldürülenlere nasıl bakılmalı? “Ben de müslümanım el-hamdü lillâh!“ diyenler nasıl bakmalı? Bu bakış, bakanın kendisini iman aynasında görüp, imanının testi olmaktadır aslında.
İmanın, mü’min olmanın bir bedeli vardır. Cennetin bir bedeli vardır.1865 Bedeli ödenmeyen inanç, taklitten öte gidemez. İmanda tahkîke ve yakîne ulaşmak için gereken bedeli eksiksiz ödemek gerekir. İman sözü kuru bir iddiâdan ibâret değildir; “inandım“ diyen, en ağır imtihanlara tâlibim demektedir: “İnsanlar imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılavereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır. Cihad eden, ancak kendisi için cihad etmiş olur. Şüphesiz Allah, âlemlerden müstağnîdir.“1866 Nelerle imtihan olacağız? “Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma ile ile imtihan eder, deneriz. Sen sabırlı davrananları müjdele!“1867; “Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?“1868; “Sevdiğiniz şeylerden infak edip Allah yolunda harcamadıkça birre (iyiliğe) eremezsiniz. Her ne harcarsanız, Allah onu hakkıyla bilir.“ 1869
Allah yolunda savaş yapanları, cephede savaşan müslümanları görenler iyi bilir? Hayatta bu kadar nurlu, candan tebessüm edip gülen huzur dolu yüzlere kesinlikle başka bir yerde rastlanamaz. Şehidlik için gönülden yalvaranları, en güzel duâyı dille ve fiille yapanları, düğüne gider gibi cepheye koşanları kalemle veya dille anlatmak mümkün değildir, onu gören ve yaşayan bilir ancak.
Şehid: Fânî varlığını Allah’a sunarak giriştiği alışverişte, kendisi için rızâ ve cennet satın alırken, geride bıraktığı cemaati için de, bu dinamikleri çağırmış olur. Şehid kanının bereketi ve fazîleti dediğimiz şeydir bu. Şehâdetin işlevi, Allah’ın gaybî imkânlarını, şehidin içinden çıktığı cemaat üzerine celbetmektir.
1863] 48/Fetih, 29
1864] 2/Bakara, 165
1865] 2/Bakara, 214
1866] 29/Ankebût, 2-3, 6
1867] 2/Bakara, 155
1868] 3/Âl-i İmrân, 142
1869] 3/Âl-i İmrân, 92
ŞEHİD VE ŞEHÂDET
- 465 -
Allah’ın rızâsına paraleldir Allah’ın yardımı; sünnetullah budur. Allah’ın rızâsı, Allah’ın yardımını neticelendirir. Şehidin mesajı, örnekliği, verdiği dersler, kanı ile kendi zamanında ve gelecekteki, dâvâ kardeşlerine faydası ve Sünnetullah gereği Allah’ın yardımı ve zaferini dâvet ettirici olduğu gibi; âhirette de, içinden çıktığı topluma Allah'ın izniyle şefaat edebilecek, dünyada olduğu gibi âhirette şehâdette (şâhidlikte) bulunacak, hakkın şâhidi olacaktır.
Her şehid, dünya âleminde geriye kalanlara kutsal bir masaj bırakarak gider. Hiçbir ölüm olayının şehidlik kadar derin muhtevâsı yoktur. Belki birkaç damla gözyaşı veya dramatik sessizlik... Fakat şehâdet, katiller cephesinde, bir bedenin varlığına karşı girişilen bir yok etme olayından ibâret olmayıp, hak ve hakikatin, adâlet ve doğruluğun yok edilmesi olayına mâtufdur. Dolayısıyla yok edilmek istenen şehidin bedeninde sembolleşen hak, hakikat ve tevhid gerçeğidir. Dökülen her şehid kanı, aynı zamanda İlâhî dâvânını ebediyyen pâyidar kalması için önden gidenlerin arkada kalanlara mes’ûliyetlerini hatırlatma sadedinde bir mesajdır. İlâhî dâvâ uğruna canlarını fedâ edenleri anlayabilmek, ancak onların kaygılarıyla kaygılanıp, küfre ve zulme karşı onların duyduğu kutsal kini kuşanmakla mümkün olacaktır.
Şehidler, kendi hayatlarını fedâ etme pahasına kutsal emaneti, İslâm sancağını bize ulaştırdılar. Bizler, bu bayrağı taşıyabiliyor muyuz? Bizden sonraki nesillere bayrağı daha yükselterek teslim edebiliyor muyuz? Cevabımız “evet“ ise, şehid olamasak bile şehidlerin şefaatini umabiliriz; “hayır“ ise, hesap meleklerinden önce şehidlerin yakamıza yapışacakları endişesi taşımamız gerekir.
Şehidin kanı, hak ve bâtılı, adâlet ve zulmü birbirinden ayıran ölçü taşıdır. Şehid, halk kalabalıklarının sırıtan yüzünü görmesine engel olan bâtılın zulmünün maskesini yırtma görevi üstlenir.
Hak yolunun tâvizsiz savunucuları olan canlı şehidler, başarısızlığın % 99 olduğunda bile bâtılla tokalaşıp uzlaşmazlar. Ezilir, ama sebat ederler; düşerler, ama dosdoğru çizgiden yalpalamazlar. Hz. Hüseyin; şehidlerin seyyidi işte böyle birisidir. “Heyhâte mine’z-zilleh“ diyen korkusuz peygamberin yiğit torunu. Hüseyin gibi muhteşem mağluplardır asıl gâlipler, tarihe geçen, tarih yazanlar. Onu dünyevî olarak yenen, şehid edenlerin durumu mu? Kim, oğluna Yezid ismi koymuş ki bugüne kadar? Ya Hüseyinlerin sayısı?! Hz. Hüseyin, bir destan kahramanı değil, baştan sona bir destandır, canlı destan! Kendisi için en çok ağlanılan büyük şehid. Dâvâ adamının bir ideal uğruna ölebilenine/ölümsüzleşenine Hüseyin’den daha güzel bir örnek mi aranır?
Ölümsüz Şehidlerden Ölümsüz Mesajlar
“Muhammed'in canını elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda cihad edip öldürülmeyi, sonra cihad edip yine öldürülmeyi, sonra tekrar cihad edip tekrar öldürülmeyi ne kadar isterim!“ (Ümmetinin Şehidi/şâhidi Hz. Muhammed Mustafa) (s.a.s.)
“Sabran yâ âle Yâsir! İnne mev’ıdeküm el-cenneh -Sabredin ey Yâsir âilesi! Size cennet vaad edildi!-“ (Canlı Şehid Hz. Muhammed (s.a.s.)
“Gâyemiz Allah’tır, önderimiz Rasûlullah’tır. Anayasamız Kur’an, yolumuz cihaddır. En yüce temennîmiz Allah yolunda şehîd olmaktır.“ (Şehid Hasan
- 466 -
KUR’AN KAVRAMLARI
el-Bennâ)
“Normal bir insanın mantığı ile şehidin mantığı arasında büyük fark vardır. Şehid, aşk ehlidir; akıl ehli değil!“ (Şehid Mutahharî)
“Şehid verdik’ demeyelim; ‘şehid kazandık’ diyelim. Çünkü, şehid, evet, zâhiren aramızdan ayrılıyor ama kanı daha büyük hizmetler görüyor. Biz gönül ehliyiz, akıl ehli değil. Akıl ehli, hayatta kalmanın bin bir yolunu hesap ederken; gönül ehli, şehâdet için bir yol bulma gayretindedir. Sırf akıl ehli olanlar, dâvâları için sadece tedbir peşinde koşarlar. Gönül ehli olanlar ise, dâvâları için önce kendilerini fedâ etmeyi göze alırlar. Herbir müslüman, inancına aşkla bağlanmalıdır; sadece akılla değil!“ (Şehid Muhammed Hüseyin Beheştî)
“Kalem sahibi kimseler birçok büyük işler yapabilirler. Ancak; fikirlerinin yaşaması pahasına kendilerini fedâ etmeleri şartıyla... Fikirlerinin, kan ve canları karşılığında mânâlanması şartıyla... ‘Hak’ bildikleri şeyin ‘Hak’ olduğunu fütur etmeden söyleyip, gerekirse bu uğurda başlarını vermeleri şartıyla...“ (Şehid Seyyid Kutub)
“Bizler, kaderin Allah’ın elinde olduğuna inanıyoruz. Eğer benim ölümüm sizin bu zâlim mahkemenizin emri ile değilse, hapisten çıkınca size savaşın ne olduğunu göstereceğim! Yok, eğer ölümüm, sizin idam hükmünüzle ise, size şunu müjdeliyorum: Bizden sonra gelecek nesil, sizin küfür nizamınızı yerle bir edecektir.“ (Şehid Şükrü Mustafa)
“Dert ve gamla dolu kalbim, özgür olmak istiyor. Pejmürde rûhum artık uçmak ve şu kara gurbet beldesinden göçüp gitmek için yolculuk vâdisine çekmek istiyor. Gönül, varlık yükünden kurtulup, yokluk âleminde sadece Allah’ıyla vahdete ulaşmak derdinde...“ (Şehid Mustafa Çamran)
“Bu yolda ölümle karşılaşmamız şereftir bizim için. Zillete boyun eğmektense izzetle ölürüz! Müslüman, kula kulluk olmayacağını bilendir. Müslüman, gâyesinin Allah’a lâyıkıyla kulluk olduğunu bilendir. Müslüman, kolaya değil zora, sefâya değil cefâya, refaha değil çileye, savaşa değil barışa, kötülüğe değil iyiliğe, cehenneme değil cennete tâlip olandır.“ (Şehid Şeyhmus Durgun)
“Ey İslâm dâvetçileri! Ölüm tutkunu olun ki, size hayat bağışlansın. Sakın amelleriniz sizi aldatmasın, aldatanlar sizi Allah ile aldatmasın. Okuduğunuz kitaplar, devam ettiğiniz nâfileler sakın sizi aldatmasın!“ (Şehid Abdullah Azzam)
“Herkes ya kan, ya da mesajı... Ya Hüseyin ya da Zeynep olmayı... Ya öyle bir ölümü, ya da böyle bir kalımı... seçmesi gerektiğini bilmelidir...“ (Şehid Ali Şeriatî)
Eğer idamı hak etmiş olarak Hakk’ın emri ile ipe çekiliyorsam, buna itiraz etmem haksızlıktır. Eğer bâtılın zulmüne kurban gidiyorsam; bâtıldan merhamet dileyecek kadar alçalamam!“ (Şehid Seyyid Kutub)
“Allah’ım! Sana şükrediyorum; şehâdet sırrını bana gösterdin. Tâ ki, tehlike döneminde ölümden korkmayayım, aşkla tehlike denizine dalayım! Korkunç sahnelerden kaçmayayım. Tehlike ve tehdit beni Senin yolundan saptırmasın! Şehâdeti kabul etmem, beni özgürleştirdi. Şehidliğine dayanan böyle bir hürriyeti, hayatım pahasına hiçbir şeye satmadım, satmayacağım.“ (Şehid Mustafa
ŞEHİD VE ŞEHÂDET
- 467 -
Çamran)
“Cânân yolunda canım giderse / Canıma minnet, el-Hükmü lillâh!“ (Şehid Sefa Eryağan)
“Zulüm, kısmak istediği sesi nâra yapar. Ve bazı ölüler, yaşayanlardan daha yüksek sesle konuşur.“ (Boğanın boynuzundan tutan adam, Şehid Malcolm X)
“Biz, fikir ve sözlerimiz uğruna ölsek de; o fikir ve sözler, ruhlu birer vücut olarak kalacak; yahut da onları kanlarımızla sulayıp canlılar, ruhlular arasında yaşatacağız.“ (Şehid Seyyid Kutub)
“Ben şehâdeti bütün nimetlere tercih etmeye hazırım.“ (Şehid Safiyyullah Efzalî)
“Yarın ben kıyâmet günüde Allah’ın ve Peygamber’in huzuruna suçlu olarak çıkmak istemiyorum. O zaman Allah bana: ‘Ey Said, İslâm dininin hükümleri ayaklar altına alındığında sen niçin sessiz kaldın, gücün ve imkânın olduğu halde niçin savaşmadın?’ diye sorduğunda ben ne cevap vereceğim? Cehennem zebânîleri beni sarığımdan tutup cehenneme çektiklerinde ben ne edeceğim? Hayır! Andolsun Allah’a ki yalnız ben ve bu elimdeki baston bile kalsa, bâtılın karşısına çıkıp kıyâm edeceğim. Şehid olana kadar da mücâdelemden asla dönmeyeceğim. Ne ben Hz. Hüseyin’den daha makbul bir kulum ne de siz onun ailesinden daha makbulsünüz. Ben üzerime düşeni yapmak zorundayım. Allah’a emânet olun!“ (Şehid Şeyh Said)
“Yâ Rabbi! Kanımı, günahlarım için temizleyici kıl.“ (Şehid Tekiner Tayfur)
“Şehâdet, bir çağrıdır tüm nesillere ve çağlara!“ (Şehid Metin Yüksel)
“Aziz gençlere ilân ediyorum ki, ben şehid olmaya karar verdim. Belki de benden en son duyacağınız söz, bu olacaktır. Her müslüman, elinden geldiğince hatta hayatı pahasına İslâm’a dayanan şerefli, sâlih bir nizâmı yerleştirinceye kadar cihad ve mücâdeleye devam etmelidir.“ (Şehid Muhammed Bâkır es-Sadr)
“Ey Büyük Allah’ım! Benim için şehâdet yolunu açtın ve bu toprak dünyadan soyut âleme geçebilmem için bana bir pencere gösterdin. Bana hayatımın en lezzetli ümidini seçebilmemi ve bu yolda bütün zorluk ve eziyetlere katlanabilmemi müyesser kıldın. Şükürler olsun Sana!“ (Şehid Mustafa Çamran)
“Biz elbette Rabbimize döneceğiz. Beni bu değersiz dallarda asmanıza karşı pervam yoktur. Muhakkak ki yolum İslâm ve Allah içindir.“ (Şehid Şeyh Said)
“Size dinimi satmayı reddediyorum. Dinimi cellâtlara satmaktan Allah’a sığınırım. Hiç kimsenin, sahte dünya metâı karşılığında şehâdet tacını başımdan atmasına izin vermem!“ (Şehid Arif el-Basrî)
“Bir inanabilsem Allah’ım... Bir inanabilsem! Ben de bu mücâhidlerden, şehîd adaylarından biri miyim acaba?“ (Hama şehidlerinin liderlerinden Şehid Edip el-Kıylânî)
“Ölümü hayata tercih eden kimse için ölümle hayat müsâvîdir. Peygamberimiz bize hak uğrunda ölmekten korkmamayı öğretmiştir. Hiçbir şey bizi korkutamayacaktır. Ölümü hayata tercih eden bir milletin önünde hiçbir şey duramayacaktır.“ (Şehid Hasan el-Bennâ)
- 468 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Aziz şehidlerimizin meş’ale görevi görmeleri için, aziz hâtıralarının ayakta tutulması gerekir.“ (Şehid Edip el-Kıylânî)
Güzel ölmenin sanatı, hayatı güzel yaşamaktan geçer. Şehâdet, bir yenilgi, bir yitiri değil; bir seçimdir.
Ölümden korkmayanı, şehâdete susamış olanı korkutabilecek bir silâh icat edilemedi, edilemeyecektir.
Ne zaman müslümanların kurtuluş gemisi karaya oturmaya yüz tutsa, kanlarını altına pompalayarak O’nu yüzdüren ve yüzdürecek olan şehidlerimizdir.
Şehidlik konusunda söylenmedik söz kalmamış olabilir; ama bu konuda yapılmadık henüz pek çok eylem, icrâcısını bekliyor. Esâsen, şehâdet makamı, “söz“den ziyâde, “hareket“in, “eylem“in meyvesi değil midir?
Yenmek başkadır, kazanmak başka. Yenilmek başkadır, kaybetmek başka. Allah’ın askerleri savaşı kaybetse de, zaferi kazanırlar.
Son sözü hep şehid söyler. Çünkü o kanıyla konuşur. Fakat onun sözü, bir bakıma ilk sözdür. Her müslüman mücâhidin ölmeden önce ölüp, şehid olmadan önce şehid olması gerekir. Canlı şehid olamayana, canını şehid vermek nasib olmaz.
Selâm olsun tüm şehidlere, şehid gibi yaşayan canlı şehidlere ve şehâdet duâsı ve hazırlığı yapanlara!..
“Rabbimiz! İndirdiğine iman ettik ve Peygamber’e uyduk. Şimdi bizi şâhidlerden/şehidlerden yaz!“ 1870
Ve… Günümüzdeki Cepheler
Şehidlik; zulme, fitneye, Hakka isyâna; canla kanla karşı koymak, neticede kanın kılıca gâlip gelmesini sağlamak demektir. Dünya, şehid olmaya can atanlardan korkuyor. Hiçbir silâh, yerinde kullanılan şehâdet silâhından daha büyük olamaz. Şehid olmak isteyeni, hiçbir maddî şeyle korkutamazsınız. O daima gâliptir; ölse de, yaşasa da. Ölümden korkan tüm materyalistleri, yahûdileri, beşerî ideoloji mensuplarını ancak ölümden korkmayan şehâdete can atan yiğitler korkutabilirler. Görmüyor musunuz İsrâil’in taş atan gençten nasıl korkup üstüne tankla yürüdüğünü... Görmüyor musunuz 15 yaşındaki gencin/çocuğun elindeki taşla dünya ile savaştığını... Çeçenistan destanını... Afgan direnişini, Bosna kıyâmını... (Ve Türkiye’nin uykusunu!... Rejimin, Amerika safında, İsrail ve Amerika hedefleri doğrultusunda müslümanlarla, İslâmî simgelerle bilinçli-bilinçsiz mücâdelesini...)
Günümüzdeki cephelere gelince… Olaya heyecanla, duygularla değil; serinkanlılıkla, tecrübe birikimiyle, akılla, vahyin tedriciliğe verdiği önemle bakmak gerekiyor. Cihada hazır olmak elbette gereklidir, ama bunun usûlü, yöntemi ve tedricî aşamaları nelerdir? Hangi kapıdan nasıl gidecek gençler ve nasıl onlara yardım edecek? Bugün cephelerde insan ihtiyacından çok daha fazla silâha, yani paraya ihtiyaç var. Yetecek sayıda cihad edecek oralarda insan var. Ama hepsinin lojistik, mânevî ve maddî desteğe ihtiyacı var.
1870] 3/Âl-i İmrân, 53
ŞEHİD VE ŞEHÂDET
- 469 -
Ayrıca, kendi aramızda şu değerlendirmeyi yapmak mecburiyetindeyiz: Öyle bir acayip dünyada yaşıyoruz ki, söz fayda etmiyor; meşhur tabirle sözün bittiği yerdeyiz. Söz bitince silâh konuşsun diyorsunuz, o da fayda sağlamıyor. Yani, söylemesi zor, ama söylenmeli; canla cihadın bile yeterli olmadığı bir fitnenin içindeyiz. Nasıl mı?
Kurtuluş Savaşı denilen savaşta bu ülke topraklarında nice insan canlarını verdi. Sonuç mu? Onların kanları, antlaşma masalarında çok ucuza satıldı. Sanki düşman olan kâfirler gâlip gelseydi Türkiye’de nasıl bir yönetim ve nasıl halkı Batılılaştırmaya uğratacaksa aynısı uygulandı. Dünyevî açıdan bedavaya ölmüş oldular savaş yapan ve zafer kazananlar.
Bosna Hersek’te cephelerde öldürülen kardeşlerimiz… İnşaallah hepsi şehid derecesine ermiştir. Ama dünyevî sonuç ortada: Ne İslâm devleti kuruldu, ne problemler çözüldü. Çeçenistan için de benzer şeyler söylenebilir. Afganistan için daha göze batacak şekilde şehidlerin kanlarının neticeyi tayin etmede yeterli kalmadığı ifade edilebilir. Irak’sa tam bir fâcia. Ümmet birbirini kırarak cihad yaptığını sanıyor, Müslüman kardeşini öldürmek için ölenler şehid sayılıyor. Ve tabii bu kanlar zulmü boğamıyor, daha büyütüyor…
Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, kimin eli kimin cephesinde belli değil. Kim kimin uğrunda, niçin cihad ettiğini bilmiyor. Hangi teşkilat, hangi grup neyi amaçlıyor; çok net değil. Net kabul edilenlerin de yarın nasıl bir pazarlık ve hesaplar içinde olacağını, şehid kanlarını satıp satmayacağını, ya da kandırılıp kandırılmayacağını kimse bilmiyor.
Eskiden ülkücü gençlerde görüldüğü gibi, insanları gaza getirip dâvâ filan diyerek canlarını feda ettirmek çok zor değil. PKK bile bunu beceriyor. Önemli olan ölmesini bilmek değil; müslümanca yaşamanın yolunu bulmak. Müslümanın kanı o kadar ucuz olmamalı. Delicesine, heyecana kapılarak, hastalıklı bir ruh haliyle, öleyim de kurtulayım diyerek, kendisi ilim sahibi olsa isabetli karar verebilecek, ama öyle olmadığından, ilim ve takvâ sahipleriyle istişâre de yapmadan; mutlaka ölünmesi gerekip gerekmediğini bilmeden, aceleci bir kararla (dilim varmıyor, ama söylemeliyim: İntihar eder gibi) ölmek... Bu anlayış mı kurtaracak ümmeti? Delikanlı, doğru dürüst iman etmeden mücâhid kesiliyor. Canlı Kur’an değil; ama mücahid, kahraman! Niye öldüğünü, dininin kendisinden bu ortamda böyle bir şeyi kesin şekilde isteyip istemediğini bilmeden ölmek… Şehidlik bu demek mi gerçekten? Bu, militanca yaklaşıma, intihar bombacılığına, dünyevî kahramanlığa, fedâkârlığa, yiğitliğe daha yakın bir anlayış olabilir, ama İslâm’ın cihad ve şehâdet anlayışına ne kadar uzakta, tartışılmalı. İslâm, insanları kurtarmak ister. Canla cihad, yani Allah için savaş, başkalarını öldürüp cehenneme göndermek için değil; nefsimizi ve diğer nefisleri cehennemden kurtarmak için yapılır.
Esas acınacak insanlar, dostunu düşmanını tanımayan ve düşmanını dost zannedenlerdir. Cihadıyla, ibâdetiyle Allah'ın dinini yaşamayan, Müslüman kardeşine yardım edemeyen kimsenin, müslümanca ölmesi de çok zordur.
Cihad, yanmaktan kurtulan merhametli insanların başkalarının imdadına koşmasının, insan kurtarma savaşının adıdır. O yüzden kurtulmayan kurtaramaz. Kendi ülkesindeki küfrü, şirki ihmal edip cihad bölgelerine koşanların durumu
- 470 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şuna benziyor: Evinde büyük bir yangın olan, ateşler içindeki çocuklarının, kardeşlerinin dumandan boğulduğunu, sesleri çıkmaz hale geldiğini gören veya görmesi gerektiği halde görmek istemeyen, onları kurtarmak yerine, komşusunun hastasından inilti seslerine acıyarak evini terk edip ona ilaç yetiştirmeye çalışan samimi ama saf insan… Tabii, o komşusuna yardıma giderken evindeki yangının büyüyüp çocuklarını da, diğer yakınlarını da mahvetme riski büyük. Kaldı ki, elinde komşusunun hastalığına deva olacak ilaç filan da yok, ona pek bir yardımı olacak da değil. Komşusunun dilini anlamıyor, onun hastalığını teşhis edecek tıbbi bilgisi de yok. Henüz yangının sadece dumanlarının perişan ettiği ve yanmaktan kurtarabilecek imkânı olduğu halde, evini terk edip faydası pek olmayacağını düşünmeden iyi niyetle komşusunun yardımına koşması… Bu ülkede yaşayan insanımızın, küfür ve şirk alevleri içinde cehenneme doğru hızla koştuğuna şahit olan bir itfaiyeci durumundaki dâva adamının, yangın mahallini terk edip görev alanı dışındaki problemlerle uğraşması ne kadar onaylanabilir? Eyvallah, elbette bu sınırlar câhiliyyenin çizdiği yapay sınırlardır, kardeşlerimiz bu topraklarla sınırlı değildir. Ümmet bir bütündür. Ancak, maddî ve mânevî yardım, bulunduğumuz yerden başlayarak halka halka yayılması gereken bir süreç gerektirir. Biz, önce yaratıldığımız yerde imtihan olmaktayız. Ve buralarda cihada çok daha büyük ihtiyaç vardır.
Cihad, Allah için gayret etmek demektir, Allah’ın dinini hayata hâkim kılma gayreti için gücü yettiğince çabalamak demektir. Bu, sadece savaşla olmaz. Canla cihadda, yani Allah için savaşta bile hedef, öldürmek değil; diriltmektir. Ölü kalpleri diriltmek, sönük fikirleri aydınlatmak, donuk hissiyatlara can vermek. İnsanları yurtlarından etmek değil; onlara ebediyet yurdunu kazandırma gayretidir cihad. Bu diriliş hareketinin önüne çıkanlar ölümü hak etmiş olurlar.
Çokların hayat bulması için, belli bir azgın azınlığın ölmesi gerekiyorsa, işte buna “cihad“ deriz ve buna koşarız. Aksi halde çoğunluğa zulmetmiş oluruz. Ama bunun şartlarını da ümmetin ulemâsı belirler, birkaç gencin heyecanlı ama cahilce tavrı değil.
Cihad mekânları; mânen hastalıklı, ülkelerinde ciddi bir şey yapamayan insanların sığınağı, ucuz ve kolay yoldan cennete gitmek için kaçılacak, sığınılacak mekânlar veya Vehhâbileştirme kursu değildir.
Maddeler halinde cihadı tahlil edelim:
1) Cihad farzdır.
2) Cihad, sadece silâhla veya can alıp canını vermekle sınırlandırılamaz.
3) Kur’an’da cihadı emreden hemen bütün âyetler, “malınızla ve canınızla cihad edin“ der. Önce malla, yani, can dışında Allah ne tür imkân verdiyse onlarla Allah yolunda cihad…
4) Cihad emri, Kur’an’ın tedricî olarak topluma yüklediği görevlerdendir.
5) Cihad emri, öncesinde başka çalışmaları icap ettiriyorsa oradan başlamayı gerekli kılar. Namaz için önce abdestin gerekli olduğu gibi.
6) Türkiye topraklarında yaşayan kimselerin en önemli cihadı bu topraklarda olmalıdır. Çünkü bizim yaşadığımız yerlerde cihada daha büyük ihtiyaç vardır.
ŞEHİD VE ŞEHÂDET
- 471 -
Şirkin izale edilmesi için yapılacak ciddi çabalar için uğraş vermek, can vermekten daha zor, daha sabır isteyen, daha ilim ve olgunluk isteyen bir tavırdır.
7) Esas İsrail, bizim içimizdeki İsrail’dir. Esas Filistin biziz. Esas büyük işgal, toprakların işgali değil, bizim insanımızın gönlünün ve zihninin işgalidir.
Şeytan, yapamayacağımız büyük işleri, idealleri, boyumuzun ve gücümüzün yetmeyeceği şeyleri güya yaptırmak için, yapacağımız görevleri aksattırmayı pek sever. Şeytanın sağdan yaklaşmasıdır bu.
Çözüm, kısa vadede ve heyecanla, kendini feda etmekle çözülecek basitlikte değil. Ve kendini kurtaramayan başkalarını kurtaramaz. Eteği tutuşan itfaiyecinin yangını söndürmesi beklenemez. Yamuk ağacın gölgesi de yamuk olacaktır. Gencin biri “ben Halep’te 30 arşın (metre) atladım“ diye övünür durur; bununla orada burada kahramanlık taslar. Onun yalanını ispatlamak için biri der ki: “Halep oradaysa, arşın burada. Orada atladıysan burada da atlarsın, haydi!“ Ve delikanlı ondan sonra sus-pus olup oturur. Oralarda cihad edecek kahramanımız burada hangi cihad sınıflarından geçti, değerlendirilmez. Aynen, Almanya’daki cemaatlerin kendi çocukları tümüyle küfür ortamında eriyip kaybolurken, buna çözüm bulacak yatırımlar yerine, bütün infaklarını Türkiye’ye gönderdiği gibi. Yine, eve lâzım olan eşyanın camiye bağışlanması gibi bir durum.
Ben bunları yazmak zorunda mı kalacaktım Allah’ım? Ben ki, şehid çocuğu değilim, ama “Şehâdet“ benim çocuğum. Keşke, bilgisayarım olmasaydı, cihad ortamlarını ve şehid (zannedilenlerin) kanlarının sonucunu (sonuçsuzluğunu) eleştirmeseydi tuşlar! Ve bunları gönlüm kanayarak, ruhum ağlayarak yazmak zorunda kalmasaydım…
Ne mi yapmak lâzım? Önce durum ve konum tahlili… Akıllıca, çekinmeden. Sonra uzun vadeli programlar. Ümmetin ihyâsı, tevhidi anlayan muvahhidlerin vahdeti. Sonra öncülerin şûrâsı ve önderliği. Ulemânın beraberliği, kolektif dayanışma ve güçbirliği ruhu. İlim-takva-cihad bütünlüğü. Allah’a (O’nun dinine) yardım. İlâhî rahmete paratonerlik ve liyâkatlik. Ümmet içinde öncü bir kadro, ümmet içinde ümmet. Ve onların İslâmî değişim ve dönüşüm için planlı programlı faaliyetleri. Cihadsa, her çeşidiyle cihad; Ama önce niyetlerin, inançların, amellerin/eylemlerin, safların, önderliğin netliği.
Mukaddes tevhid sancağını yere düşürmemek, kutsal emânete ihânet etmekten kurtulmak için bugün, şehidlik şuurunu yeniden canlandırmak zorundayız. Unutmamalıyız ki bugün küfür cephesi, geçmiştekilerden daha mâsum, daha merhametli değildir. Hak ile bâtıl arasındaki mücâdele, günümüzde de en şiddetli biçimde sürüyor.
Hz. Hüseyin’in şehâdeti, asırlardır cihad, inkılâp ve şehâdet rûhunu nasıl etkilemiştir? Seyyid Kutub ve onun gibiler hâlâ yaşamıyorlar, yoldaki işaretleri göstermiyorlar mı? Bak, bu şehid öğretmenler nasıl canlı dersler veriyorlar, hizmet ve cihad yapıyorlar... Onlar bu hizmetleri yaparken ölü de, iş-aş-eş uğraşısı içinde kaybolan bizler mi diriyiz?
Her hayırlı sosyal değişim, şehidlerin kanına ihtiyaç duyar. İslâmî inkılâbın, İslâmî değişim ve dönüşümün olmazsa olmazlarından biridir şehâdet. Önemli olan; doğru yerde, doğru zamanda, doğru niyetle ve mutlak doğrunun hâkim
- 472 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olması uğruna can verebilmektir. En büyük inkılâp, Kur’an’ın teorisini çizdiği, Hz. Peygamber’in uygulamasını yaptığı devrimdir. O inkılâp öncesi, nice zahmetlere, fedâkârlığa, şehâdetlere sahne olmuştur Mekke ve Medine. Selâm olsun Sümeyye’lere, Yâsir’lere, Ammar’lara, Bilâl’lara, Hamza’lara, Câfer’lere!
Namaz farz diye, paldır küldür namaza duramayız. Önce abdest almamız ve namaz kılacak ortam hazırlamamız gerekiyor. Cihad farzdır ve şehâdet gereklidir, ama önce abdest gibi gerekli şeyler var. Abdestsiz namaz kılma aceleciliğinin caiz ve doğru olmadığını söylemeli bazıları. Önce abdest; şu soğuk ortamda zor gelse de, abdestin vakit kaybı olduğu önyargısı olsa da, önce abdest! insanlarımız heyecanla ve ucuzcu bir yaklaşımla, sağlıklı olmayan bir acelecilik ve kurtuluş isteğiyle abdestsiz namaz kılmayı öncelikliyorsa, bunun yanlış olduğunu söyleyenler (kendisini anlamayacakların, yanlış anlayacakların, itham edeceklerin çok olacağını bilmesine rağmen) çıkmalı. Ve insanlara abdest almasını, temizlenmesini öğretmeli. Yüce Nebî’ye; önce üzerindeki örtüyü (yalnızlığı, uzleti, toplumdan kopukluğu, eve çekilmeyi) atması ve ilerideki büyük cihadlara hazırlanması için elbisesini temizlemesi, her çeşit “rucz“den/kötülükten uzaklaşması emredilmişti.1871 Aynı emir bizim için de geçerli…
Haydi, abdest almaya! Çevremizde abdestsiz namaz kılmaya kalkanları uyarmaya; hep beraber cemaatle namaz kılmak için onları da abdeste davet etmeye. Sahi, abdest nasıl alınacak? Biz sadece namaza odaklandık, onu öğrenmeye çalışmadık, ona yoğunlaşmadık ki… Namaz vaktini kaçırmadan, abdest almasını öğrenelim. Öğrenince övünelim diye değil, öğrenince alalım ve sonra namaza duralım diye. O muazzam sayıdaki ümmet içinde muhteşem ümmetin/kadronun hep birlikte cemaat olup kıyâma kalkacağı büyük ibâdet için haydi abdest almaya!
1871] 74/Müddessir, 4-5
ŞEHİD VE ŞEHÂDET
- 473 -
Allah Yolunda Öldürülenlerle İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Allah Yolunda Öldürülenler (Şehidler)
a- Allah Yolunda Öldürülenler (Şehidler) Ölmez: 2/Bakara, 154; 3/Âl-i İmrân, 169-170
b- Allah Yolunda Ölmek veya Öldürülmek: 3/Âl-i İmrân, 157-158; 4/Nisâ, 74
c- Allah Yolunda Öldürülenlerin Mükâfatı: 3/Âl-i İmrân, 169-171, 195; 4/Nisâ, 74; 9/Tevbe, 52, 111; 22/Hacc, 58; 47/Muhammed, 4-6;
d- Savaşta Geçici Mağlûbiyetlerin, Şehidler Yönünden Hikmetleri: 3/Âl-i İmrân, 140-142
e- Allah Yolunda Öldürülenlerin Cennetteki Arkadaşlıkları: 4/Nisâ, 69
B- Gâziler
a- Düşmana Karşı Zafer Kazanan Gâziler: 4/Nisâ, 74, 95-96.
b- Yara Almalarına Rağmen Cihaddan Kaçmayanların Mükâfatı: 3/Âl-i İmrân, 172.
c- Savaşan Gâziler, Düşmana Karşı Allah’a Güvenirler: 3/Âl-i İmrân, 173-174.
Allah Yolunda Öldürülenlerle İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhârî, Cihad 2, 4, 7, 9, 10, 13, 14, 15, 20, 21, 30, 112; Zebâih 31; İlim 45; Cenâiz 3, 34, 35, 65, 93; Meğâzi 9, 17, 26, 28; Mezâlim 33; Rikak 51; Ezan 32
Müslim, İmâre 103, 105, 109, 117, 119, 143, 146, 144, 145, 147, 149, 150, 154, 156, 157, 158, 164; Fezâil 26, 129, 130, 165; Cihad 20; İman 225, 226.
Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 13, 21, 23, 25, 26, 32; Tefsiru sûre 23
Nesâî, İman 24; Cihad 2, 15, 27, 31, 35, 36; Cenâiz 12, 13; Tahrîm 22, 23, 24
İbn Mâce, Cihad 13, 15, 16, 17; Hudûd 21
Ebû Dâvud, Cihad 12, 18, 39, 40, 89; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 21; Nesâî, Cihad 25; Sünnet 29; Diyât 21;
Ahmed bin Hanbel, Müsned 3/137; 4/392, 397, 402, 405, 417)
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 451-452
2. Fî Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 297-300
3. Tefhîmu’l Kur’an, Mevdûdi, insan Y. c. 1, s. 113
4. Mefâtihu’l-Gayb (Tefsîr-i Kebir), Fahruddin er-Râzi, Akçağ Y. c. 4, s. 74-81
5. Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, s. 631-633
6. Hulâsatu’l Beyân Fî Tefsîri’l Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 264-265
7. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 3, s. 92-98
8. Kur’ân-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 304-308
9. El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, İmam Kurtubî, Buruc Y. c. 2, s. 400
10. Et-Tefsîru’l-Hadîs, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 149-151
11. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 264-269
12. El-Mîzân Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabâî, Kevser Y. c. 1, s. 485-535
13. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 3, s. 64-75; c. 19, s. 292-297
14. Şâmil İslâm Ansiklopedisi (Nureddin Turgay), Şamil Y. c. 6, s. 19-25
15. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Nil Y. s. 418-425
16. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 610-617
17. Tevhide Doğru, Halil Atalay, s. 163-168
18. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılâb Y. s. 293-298
19. Dağarcık, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 84-86
20. Tavsiyeler, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 88-90
21. Makalât, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 69-71
22. Dirilişin Çevresinde, Sezai Karakoç, Diriliş Y. s. 111-115
23. Kelime-i Tevhid Dâvâsı, Kul Sâdi Yüksel, Yenda Y. s. 169-207
24. Lâ 2, Mustafa Çelik, Ölçü Y./Yenda Y. s. 119-127
25. Şehâdet ve Şehid, Vahdettin Işık, Hak Söz, sayı 59 (Şubat 96)
26. Şehâdet, Ali Şeriati, Çev. M. Şayir, Fecr Y.
- 474 -
KUR’AN KAVRAMLARI
27. Şehâdet, Said Havva, Çev. Kenan Gültürk, Ravza Y.
28. Şehâdet Bilinci, Hasan Eker, Denge Y.
29. Şehid, Murtaza Mutahhari, Zaman Y.
30. Şehâdet ve Şehid Metin Yüksel, Sadi Yüksel, Madve Y.
31. Şehâdet Yarışı, Mustafa Çelik, Hizbullah Y.
32. Şehid Sahâbiler, Muhammed Fehmi Abdülvehhab, Çev. Süheyl Yücel, Esrâ Y.
33. Asr-ı Saâdetteki İslâm Şehitleri, Ali Sami en-Neşşâr, Bahar Y.
34. Darağacındaki Kur'an Şehitleri, Rec'i Vakası, Adem Saraç, Erkam Y.
35. Şehitlik ve Şehitlerin Hayatı, Abdülhakim Yüce, Nil Y.
36. Şehidin Günlüğü, İdris Gürsoy, Nil Y.
37. Şehitler Sultanı, Halid Muhammed Halid, Denge Kitabevi Y.
38. Şehidler Albümü, Heyet, Denge Y.
39. Şehid Hama, Ahmed Pakalın, İslâmoğlu Y.
40. Şehid Ömer, Hüseyin Kartal, Medeniyet Y.
41. Ölümsüzlük Düşüncesi, Turan Koç, İz Y.
42. Hz. Hüseyin, Bir Uyarı Bir Sembol, Heyet, Beyan Y.
43. Peygamberimize ve Ashâbına Yapılan İşkenceler, Asım Uysal, Uysal Kitabevi Y.
44. Cihad, Mevdûdi, Seyyid Kutub, Dünya Y.
45. İslâm’da Cihad, Seyyid Kutub, Özgün Y.
46. İslâm’da Cihadın Önemi, Mustafa Kapçı, Bayrak Y.
47. Cihad, Mehmed Zahid Kotku, Seha Neşriyat
48. Cihad Dersleri I-II, Abdullah Azzam, , Buruc Y.
49. Cihad Dünya Gündeminde, Abdullah Azzam, İslâmoğlu, Y.
50. Cihad, Âdâb ve Ahkâmı, Abdullah Azzam, Ravza Y.
51. Cihad Kervanı, Abdullah Azzam, Ravza Y.
52. Cihad Günlüğü, Abdülhamid Muhacir, Özgün Y.
53. Cihad Müdafaası, Ömer Abdurrahman, İstişare Y.
54. Cihad Müdafaası, Kelimetü’l-Hak, Ömer Abdurrahman, Servet Y.
55. Cihad Önderleri, Heyet, Seha Neşriyat
56. Cihad Ruhu, Azmi Yahya, Risale Y.
57. Cihad Sahasında Bediüzzaman, Mehmed Kırkıncı, Zafer Y.
58. Cihad Üzerine Konuşmalar, Heyet, Seha Neşriyat
59. Cihad Yolunda Bir Adım Daha İleri, Said Havva, Uysal Kitabevi
60. Cihad Zikir Ayrılmazlığı, Mehmed Göktaş, İstişare Y.
61. Cihadı Kuşanan Topraklar, Bekir Tank, Şûra Y.
62. Bütün Cepheleriyle Cihad I-II, Enver Baytan, Mevsim Y.
63. Gönüllerin Fethinde Cihad, Abdülaziz Hatip, Gençlik Y.
64. Tek Yol Cihad, Mustafa Meşhur, Vahdet Y.
65. Âyetlerle Savaş ve Cihad, Said Köşk, Anahtar Y.
66. Cihad Âyetlerinin Nüzul Sebepleri ve Muhtemel Kronolojisi, Nazmi Söğüt, Yük. İst. Enst.Y.
67. Kur'an-ı Kerim'e Göre Cihad, Mehmed Kemal Pilavoğlu, Güven Matbaası
68. Kim Savaşım Verebilir? Abdülkerim Süruş, Seçkin Y.
69. İslâm’ın Hareket Metodu, Yüksel Kılıçaslan, Hak Y.
70. İslâmî Hareket Metodu, Seyyid Kutub, İslâmoğlu Y.
71. Rasûlullah’ın Hayatı ile İslâmî Hareket Metodu, I-II, Abdurrahman Muhacir, Hak Y.
72. Nebevî Hareket Metodu, I-II, Münir Muhammed Gadban, Nehir Y./Merve Y. Paz.
73. Ölümsüz Müdafaa, Mevlâna Ebul Kelâm, Marifet Y.
74. İslâmî Mücadelede Şiddet Sorunu, Cevdet Said, Pınar Y.
75. Hak Yolunda Mücadele, Hüseyin Âşık, Demir Kitabevi
76. Hükmüllah, Heyet, Hilâl Y.
ŞEHİD VE ŞEHÂDET
- 475 -
77. Bosna: Mağlûp Edilemeyenler, Ahmet Şanverdi, Kiyap Y.
78. Kim Savaşım Verebilir, Abdülkerim Süruş, Seçkin Y.
79. Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim, Mevdudi, Özgün Y.
80. Savaş, Barış, İktidar, Abdurrahman Dilipak, Ferşat Y.
81. İslâm Devletler Hukukunda Savaş Esirleri, Ahmet Özel, T. Diyanet Vakfı Y.
82. Şer İttifakı ve Sözcüsünü Arayan Bir Milyar Müslüman, M. Han Kayani, İnkılâb Y.
83. Hz. Muhammed ve Karşıt Güçler, M. Ahmet Halefullah, Birleşik Y.
84 İslâmî Tebliğin Medine Dönemi ve Cihad, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
85. Medine Devletine Giden Yol, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
86. Kılıcın Hakkı, H. Hicran Göze, Boğaziçi Y.
87. Sulh Peygamberi, H. Hicran Göze, Boğaziçi Y.
88. Özgürlük Peygamberi Hz. Muhammed, Abdurrahman Şarkavi, Birleşik Y.
89. Peygamberimiz’in Seriyyeleri, Muhammed Ali Kutup, Hisar Y.
90. Peygamberimiz’in Savaşları, Muhammed Kutup, Hisar Y.
91. Hz. Peygamber’in Savaşları, Muhammed Hamidullah, Yağmur Y.
92. Peygamberimiz’in Savaşları, Abdülkadir Dedeoğlu, Osmanlı Y.
93. Peygamberimiz’in Savaşları, Kasım Göçmenoğlu, Erdem Y.

Cumartesi, 06 Şubat 2021 21:24

ŞEFÂAT

 

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

ŞEFÂAT


- 397 -
Kavram no 164
İman 29
Bk. Allah; Âhiret; Hz. Muhammed (s.a.s.)
ŞEFÂAT


• Şefâat Kelimesinin Anlamı
• Şefâatin Mâhiyeti
• Dünyevî Şefaat
• Kur’an’da Şefaat
• Şefaat Kavramının Yozlaştırılması
• Şefaat yok diyenlerin gerekçeleri
“İleride gelecek bir günden korkun ki, o günde hiçbir kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz. Hiç kimseden şefaat kabul olunmaz ve fidye (bedel) de alınmaz. Onlara asla yardım yapılmaz.“ 1557
Şefâat Kelimesinin Anlamı
“Şefâat“in aslı “şef'“ kelimesidir. Bunun anlamı da bir şeyi benzeri olan şeye eklemek, yan yana getirmektir. Şef' kelimesinden türeyen şefâat ise, sözlükte, bir kimsenin bağışlanmasını istemek, başkası adına yardım istemek, dua etmek, rica etmek demektir. Şefâat, bir mü'minin günahlarının bağışlanması için Allah'a dua edip yalvarmaktır. Bir başka deyişle, bir kimsenin yardım etmek veya yardım dilemek gayesiyle, bir başka kişiye nisbet edilmesi, onunla birlikte anılmasıdır. Daha çok yüksek makamdan aşağı makama doğru bir kullanılışı ifade eder. Şefâat edene Şâfi' veya Şefî'; şefaat edilene meşfû' (şefaat bekleyen) denilir. “Şefâat“in çoğulu şüfeâ' olarak gelir.
Şefaat, kişinin yardım edeceği, kendisi için istekte bulunacağı kimsenin yanında yer alması ve onu tek bırakmamasıdır. Şefaat kavramı en çok saygı ve rütbe yönünden yüksek olanın kendisinden daha aşağı birinin yanında yer alıp yardımıyla onu yalnız başına bırakmamasında kullanılır. 1558
Âlimler, şefaatin tesirinin, azabı hak etmiş kimselerden, azabı düşürme şeklinde olduğunu belirtirler. Bu şefaat, ya mahşer meydanında onlara yapılır da cehenneme hiç girmezler veya onlar cehenneme girdikleri zaman onlara şefaat olunur ve böylece cehennemden çıkarılır, cennete girdirilirler. Âhiretteki şefaat, Rasûlullah’ın Rabbine yapacağı duâ ve Allah’ın bu duâyı kabul etmesidir.
Şefâat, aynı zamanda aracı olmak, yardım etmek, öncülük yapmak gibi anlamlara da gelir. Nitekim Kur’an’da bu mânâda da kullanılmaktadır: “Kim güzel bir şefâatte bulunursa (güzel bir şeye aracı olursa), ondan kendisine bir hisse vardır. Kim de kötü bir şefâatte bulunursa (kötü bir işe aracılık) yaparsa, ondan da kendisine bir pay
1557] 2/Bakara, 48
1558] Râğıb el-Isfahanî, El-Müfredât fî Garîbi'l-Kur'an, s. 263
- 398 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vardır. Alllah (c.c.) her şeyin üzerinde koruyucudur.“1559 Burada ‘şefâat’ olarak ifade edilen aracı olmayı, Peygamberimiz, “Kim güzel bir sünnet (âdet, tavır, çığır) başlatırsa, onunla amel edildiği müddetçe ilk yapana ecir (sevap) yazılır. Buna karşı o sünneti yapanların sevaplarında bir eksiklik olmaz...“1560 diye ortaya koymuştur.
Buradaki şefaat; hayır olsun, şer olsun, insanların bir yola girmesini sağlamak, onların o yola girmesine aracı olmaktır. ‘Hasene olan şefaat’, insanların iyiliği için, onların faydasına uğraşmak, onlardan zararı uzaklaştırmaya gayret göstermek, kötülükleri önlemeye çalışmaktır. Ebû Mûsâ (r.a.) anlatıyor: Peygamber (s.a.s.), bir ihtiyacının giderilmesini isteyen birisi gelince arkadaşlarına döner ve “Şefâat edin, ecir kazanın. Allah da Rasûlünün diliyle dilediğine hükmetsin“ derdi. 1561
“Seyyie olan şefâat“ ise, insanların kötü yollara gitmesi için çalışmak, onların kötülüğü ve sapıtması için çaba harcamak, onların zararı için gayret etmektir. İnsanların kötü yollara sapması için sebep hazırlamak, yardımcı olmaktır. Şüphesiz ki bu şekilde, iyi veya kötü olarak ‘şefâat’ etmek, insanlara yardımcı olmak karşılıksız değildir, herkes yaptığının karşılığını alır.
Şefâatin Mâhiyeti
Şefaati yardım etmek, birinin zarardan kurtulması için dua etmek, iyi bir şeye öncülük mânâsıyla alırsak, mü’minlerin ve salih insanların diğer kimseler hakkındaki dualarını, şehidlerin ve çocukların yakınlarına dua etmelerini, peygamberlerin ümmetleri için yalvarmalarını bu şefaat kapsamı içerisinde düşünebiliriz.
Şefaati, bir kimseyi azaptan kurtarmak için Allah’a aracı olmak şeklinde düşünürsek; bu, olmayacak bir şeydir. Hiç kimsenin bir başkasını azaptan kurtarmaya yetkisi olmadığı gibi gücü de yoktur. Birçok hadis-i şerifte geçtiği gibi Peygamberimiz (s.a.s.) mü’minlerin günahlarının bağışlanması için Allah’a dua etmiştir ve Ahirette yine dua edecektir.1562 Yani Peygamberimiz bütün ümmete ve bize dünyada iken şefaat etmiştir. Şefaat, elbette onu hak edenler içindir.
İnkâr edenler, dünyada iken kendilerine gelen elçileri ve onların haber verdiği Âhireti kabul etmiyorlardı. O elçileri alaya alıyorlar, Rablerine isyan ediyorlar ya da Allah’tan başka ilâhlar ediniyorlardı. Bu nedenle onların orada yardımcıları ve bir şefaat edicileri yoktur. Onları azaptan kurtaracak ya da cezalarını hafifletecek bir velileri de olmayacaktır.
Şefâat, bir yönüyle de yardımdır; Bir kimseye faydalı olmak, ona iyiliğin gelmesine aracı olmak, bir kötülüğün ondan uzaklaşmasına yardımcı olmaktır. Bu şefâat çeşitli şekillerde olabilir. Nitekim Peygamberlerin tebliği, insanları Hakka dâveti bir şefaat olduğu gibi onların, ümmetleri için dua edip affedilmelerini istemeleri de bir şefâattir. 1563
Dünyevî Şefaat
“Kim güzel bir şefaatle şefaatte bulunursa (iyi bir işe aracılık ederse) ondan kendisine
1559] 4/Nisâ, 85
1560] Müslim, Zekât 69, Hadis no: 1017, 2/705 ve 4/2059; İbn Mâce, Mukaddime 14, Hadis no: 207, 1/75
1561] Müslim, Birr 145, Hadis no: 2627, 4/2026; Ebû Dâvud, Edeb Hadis no: 5131, 4/334; Buhârî Edeb 37, 8/14; Tirmizî, İlim 14, Hadis no: 2672, 5/42; Nesâî, Zekât 65, 5/58
1562] Müslim, Cenâiz 102-103, Hadis no: 974
1563] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 607
ŞEFÂAT
- 399 -
bir hisse (sevap) vardır. Kim de kötü bir şefaatle şefaatte bulunursa (kötü bir işe aracılık ederse) ondan kendisine (günah olarak) bir pay vardır.“ 1564
Bu âyetteki şefaat, güzel veya kötü bir işte aracılık yapma anlamında kullanılmıştır. Allah, yapılan amellerin mutlaka bir karşılığının olduğunu, herhangi bir şeyde öncülük etmenin, o şeyde yol göstermenin de bir karşılığının bulunduğunu, bu sebeple toplumda kötülüğün yaygınlaştırılmasına değil; iyiliklerin, güzelliklerin yaygınlaştırılmasına aracılık etmek gerektiğini bildirmiştir. Dünyada iyi veya kötü bir işe aracı olmak, yardım etmek, öncülük yapmak, vesile olmak, çığır açmak “şefaat“ veya “sünnet“ kavramı içinde değerlendirilir. Şefaat-i hasene, iman edip Allah'ın ve kullarının haklarına riâyetle beraber, mü'minlerin iyiliği için uğraşmak, onları kötülüklerden ve zararlardan korumaya çalışmaktır.
Şefaat-i seyyie, mü'minlerin ve insanların zarara uğramaları ve kötülüklere düşmeleri için çalışmak ve kötü çığırlar açmaktır. Hangi hususta olursa olsun, insanlara menfaat sağlayıp zarara uğramalarını engelleme yolunda sırf Allah rızâsı için şefaatte bulunana dünyada ve âhirette bundan nasib ve ecir vardır. Kötülüğe ve zararlara sebep olanın da bu şefaat-i seyyienin vebal ve günahından nasibi vardır. “İyilik ve takvâ (Allah’ın yasaklarından sakınma) üzerinde yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.“ 1565
Rasûlullah, dünyevî işlerde şefaatte bulunmayı tavsiye ve teşvik eder. Bir başkasının hukukunu zâyi etmeye sebep olmayan ve hadlerle ilgisi bulunmayan her çeşit konuda şefaat teşvik edilmiştir. “Şefâat edin, ecir kazanın. Allah da Rasûlünün diliyle dilediğine hükmetsin.“ 1566
Allah'ın, kullarından faziletli birisinin diğer bir mü'min için hayır isteğine icabet ederek bundan bir zararı gidermesi yahut onun günahlarını affetmesi, insanlara sonsuz nimet ve lütuflarının bir kısmıdır. Mü'minin, mü'min kardeşinin günahlarının affı için duası Allah katında ona şefaati türündendir. Allah katında hayırlı bir kulun bu duası ister dünyada iken sağ olan mü'min için olsun, ister ölmüş mü'min için olsun aynıdır. Dünyada iken Hz. Peygamber’in (s.a.s.) mü'minlere duası, onlara bir çeşit şefaatidir. O daha bu dünyada hayatta iken mü'minlere dua ederek şefaatte bulunmuştur. Nitekim Hz. Âişe’nin (r.anhâ) naklettiğine göre, Rasûlullah (s.a.s.) çok defa geceleri yatağından kalkar, mü'min ölülere Allah'tan mağfiret istemek için Bâkiu'l-Ğarkad mezarlığına giderdi. 1567
Kur’an’da Şefaat
Kur'an'da şefaat kelimesi 30 yerde geçer. Bu âyetlerin bir kısmı, genel olarak şefaatin geçersizliği, kabul edilmeyeceği ile ilgilidir. Bu âyetleri, Kur'an bütünlüğünde değerlendirdiğimizde, bu kabul edilmeyen şefaat, âhirette kâfirler için fayda vermeyen şefaattir. Yine bu şefaatin, Allah'ın izin vermediği durumlarla ilgili olduğu görülür. Çünkü Kur'an'ın şefaatle ilgili olarak vurgu yaptığı önemli bir konu, şefaatin tümüyle Allah'a ait olduğu, O izin vermedikçe kimsenin şefaat edemeyeceğidir. Allah’ın dilediği ve râzı olduğu kişilere karşı, râzı olduğu
1564] 4/Nisâ, 85
1565] 5/Mâide, 2
1566] Müslim, Birr 145, Hadis no: 2627, 4/2026; Ebû Dâvud, Edeb Hadis no: 5131, 4/334; Buhârî Edeb 37, 8/14; Tirmizî, İlim 14, Hadis no: 2672, 5/42; Nesâî, Zekât 65, 5/58
1567] Müslim, Cenâiz 35
- 400 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kimselere şefaat izni verip vermeyeceğini âhirette göreceğiz. Kur'an'ın şefaat kavramının da tevhid akidesiyle ilgisini kurarak şefaati Allah'ın iznine bağlaması gösteriyor ki, hakikatte şefaat eden de, şefaati kabul eden de Yüce Allah'tır. “Şefaat yâ Rasûlallah“ şeklinde duâ kesinlikle uygun değildir. Böyle dua yapılırsa; sanki şefaatte tüm yetki Rasûlullah’a aitmiş gibi kabul edilir. Bundan daha yanlış olanı, sadece Allah’a duâ edilmesi gerekirken1568 “yâ“ nidâsını da koyarak Rasûlullah da olsa bir insana yönelinip ondan istekte bulunma, ona dua edip yalvarmadır. Hâlbuki Rasûl, salevât ile Allah’a kendisi için dua ettiğimiz bir şahsiyettir.
Şefaat İzni: Kur’an, şefaat olayının daha çok âhiretteki durumunu anlatmaktadır. “...O’nun izni olmadan, O’nun katında şefaat edecek kimdir?...“1569 âyeti, eğer Allah izin verirse başkalarının da şefaat isteğinde bulunabileceği anlamına geldiği gibi; müşriklerin şefaat umdukları bütün putlar ve benzerleri asla şefaatçi olamazlar, çünkü Allah (c.c.) onlara böyle bir yetki vermemiştir mânâsına da gelir. Yûnus Sûresi 3. âyette de benzer ifadeleri görüyoruz. Allah (c.c.), kendi katından ahid (söz) almışlara,1570 Hakka şâhidlik edenlere,1571 dilediği ve râzı olduğu kimselere1572 şefaat etmeleri için izin vermektedir.
Âhirette Kimsenin Şefaati Fayda Vermez: Bir âyette, mü’minlere mallarından ‘infak’ etmeleri emrediliyor. Bu infakın, hiçbir dostluğun veya şefaatin olmadığı Âhiret günü gelmeden önce gerçekleşmesi gerekir.1573 Bu ifade şefaat izniyle çelişmiyor. Esasen kullara şefaat edecek olan, onları kurtaracak olan Allah’tır. O’nun şefaatinin dışında hiçbir şey fayda vermez. Kişi başkalarının yapacağı şefaate güvenmemelidir. Fakat Rabbimiz dünyada veya Âhirette şefaat için bazı kullarına izin verebilir. İnkâr edenlere ve Hakk’tan yüz çevirenlere hiçbir şefaatçinin şefaati fayda vermez. 1574
Tapınılan Sahte Tanrıların Asla Şefaati Olmaz: Allah (c.c.) inkârcılara, puta tapanlara şöyle soruyor: “Yoksa onlar Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler?“1575 Bazıları kendilerine şefaatçi olsunlar diye putları, Allah’ın dışındakileri ilâh edinirler.1576 Ancak bu putlar onlara asla şefaat edemeyecektir.1577 O inkârcıların ve dünyada iken İslâm’dan yüz çevirenlerin ne yardımcıları ne de bir şefaatçileri vardır.1578 Kendilerine şefaat edecek kimsenin olmadığını kendi ağızlarıyla itiraf ederler.1579 Allah’ın dâvetine uymayıp Kitap’tan yüz çevirenler o gün “bize şefaat edecek bir şefaatçi yok mudur?“ diye yalvaracaklar veya dünyaya geri dönmeyi arzu edecekler. 1580
1568] 1/Fâtiha, 5
1569] 2/Bakara, 255
1570] 19/Meryem, 87
1571] 43/ Zuhruf 86
1572] 53/Necm 26
1573] 2/ Bakara, 254
1574] 2/Bakara, 48, 123
1575] 39/Zümer, 43
1576] 10/Yûnus, 18
1577] 30/Rûm, 13; 6/En’âm, 94
1578] 6/En’âm, 51, 70; 32/Secde, 4
1579] 26/Şuarâ, 100
1580] 7/A’râf, 53
ŞEFÂAT
- 401 -
Kur’ân-ı Kerim, Allah’a şirk koşulan şeylerin/putların şefaat yetkisine sahip olmadıklarını vurgular.1581 Müşrikler, bir yandan Allah’a şirk koşuyorlar, bir yandan da koştukları ortakların Allah katında mutlaka şefaat edeceklerini iddia ediyorlardı. Kur’an’ın reddettiği şefaat, Allah’ın iznine bağlamadan birtakım varlıklardan beklenilen ve istenilen şefaattir. Yoksa Yüce Allah’ın, bizzat kendi yetkisinde olan şefaat nimetini, sevdiği bazı kullarına ihsan edebilir veya etmez. Ama Kur’an’dan anlaşılmaktadır ki, kâfirler için şefaat söz konusu değildir. Yine kendisine şefaat izni verilen şefaatçi, öyle herkese şefaat talebinde bulunamaz; Ancak Allah katında iyi kimseler için şefaat konusunda aracılık yapabilir. 1582
Kur’an’daki birçok âyet, Haşr gününde şefaatte bulunma fiilini reddeder.1583 Başka âyetlere göre ise, bu dünyada işledikleri kötü ameller nedeniyle âhirette cezalandırılmaktan şefaatçileri sayesinde kurtulacaklarını düşünenler, Haşr günü telâkkilerinin yanlış olduğunu anlayacaklardır.1584 Bu tür âyetler, mahşerde adâlet ilkesinin sıkı sıkıya uygulanacağını ve herkesin kendi fiillerinin sorumluluğunu yükleneceğini ifade etmektedir. Kur’an, şefaatin Allah’ın izin ve müsaadesine bağlı olduğunu belirtir. 1585
Allah’ın en seçkin kulları melekler ve peygamberlerin bile Allah izin vermeden şefaatleri sözkonusu değildir.1586 Ancak mü’minler için bir hak olan şefaat,1587 sadece Allah’a ait olup1588 O’ndan başkası şefaat edemez, ama başkasına, şefaatte bulunmak müsaadesini vermek suretiyle Allah şefaat eder. 20/Tâhâ, 109; 21/Enbiyâ, 28, 53/Necm, 26 âyetlerinde şefaat iki şarta bağlanarak, Allah’ın, kendisi için şefaat dilenilen kimsenin kavlinden hoşnut olması ve şefaat ediciye de şefaat için izin vermesi halinde bu yoldan istifade edilebileceği anlatılır.
Şefaat yetkisi ancak Allah’a aittir. Ölmüş kimseler isterse peygamber olsun, direkt olarak onlardan asla şefaat istenemez. “De ki: ‘Şefaatin tamamı Allah’a aittir.“1589 Zaten duâ Allah’tan başkasına yapılamaz.1590 Bu yüzden, “şefaat yâ Rasûlallah“ demek yanlıştır. Dirilerden âhiret için şefaat istemek de yanlıştır; sadece dünya işleri konusunda şefaat (aracılık) istenebilir.
Büyük müfessir Elmalılı, âyet el-kürsî’nin1591 tefsirinde şunları söyler: Tüm sebep O, tüm gaye O, her şeyin mâliki olan O; Allah’ın mülkü olan yaratıklardan kimin haddi ki Allah’ın izni olmaksızın yüce huzurunda şefaat edebilsin? Bu halde hangi budaladır ki Allah’ın emri olmadan bunların birinden şefaat dilenebilsin. Bizzat O’nun izni ve emri olmadıkça herkes başından korkmadan nasıl şefaate kalkabilir? Herhangi bir şeyde ister bir parça olsun tasarrufa kimin yetkisi olabilir? Bilindiği üzere şefaat, hürmete lâyık birinin kendinden düşük bir diğeri hesabına rica ve yakarma ile yardım ederek O’na katılması demektir ki, bu
1581] 5/Mâide, 72, 94; 7/A’râf, 53; 10/Yûnus, 18
1582] 20/Tâhâ, 109; 53/Necm, 26
1583] 2/Bakara, 48, 123, 254
1584] 6/En’am, 94; 7/A’râf, 53; 26/Şuarâ, 100; 30/Rûm, 13; 74/Müddessir, 48
1585] 2/Bakara, 254, 255; 10/Yûnus, 3; 20/Tâhâ, 109; 34/Sebe’, 23
1586] 53/Necm, 26
1587] 44/Duhân, 41; 74/Müddessir, 48
1588] 6/En’am, 51; 32/Secde, 4
1589] 39/Zümer, 44
1590] 1/Fâtiha, 5
1591] Bakara, 255
- 402 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir bilinmezi bildirmek veya bir isteği ortaya çıkarma ile bir beraberlik anlamını kapsar.
Oysa Allah’ın mülkü olan şu yaratıklardan herhangi biri ile Allah’tan daha çok birlikte bulunmaya ve O’na bilgiçlik satmaya ve ilerisini gerisini tamamen idrâk etmeden ve önünü ardını hesap etmeden ilâhî huzurda kendine bir mertebe verip de şefaate kalkışmak, gerek şefaat eden ve gerek şefaat olunan için ne kadar tehlikelidir? Eğer Allah bildirmemiş ise şefaat edecek olanın hali, şefaat edilecek olandan daha çok endişeye değer olmadığı nereden bilinir? Bu hal içinde, isterse melekler ve peygamberler olsun, kimdir o ki Allah’ın izni ve güç vermesi olmadan önünü ardını hesaplamayıp Allah’ın kullarına Allah’tan daha çok sahip çıkmak, koruma yetkisini kendinde görsün de şefaate cesaret edebilsin. 1592
“İleride gelecek bir günden korkun ki, o günde hiçbir kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz. Hiç kimseden şefaat kabul olunmaz ve fidye (bedel) de alınmaz. Onlara asla yardım yapılmaz.“1593 Konumuzun temelini teşkil eden bu âyetin tefsirinde Min Vahyi'l-Kur'an adlı tefsirde şu açıklama yapılmaktadır:
Bu âyette şefaat, dünyadaki beşerî zihniyetin iptal edilmesi, kaldırılmasıdır. Yani dünyadaki zihniyet ve yaklaşıma göre insan tamamen sorumluluktan kurtulmak için bireysel bağlar ve kişisel umutlarla âhiretteki hayatını garanti altına almaya çalışmaktadır. Âhiret işlerini dünya işlerine benzetmektedir. Burada birisinin problemi olduğunda bir başkası onu halledebilmekte veya araya vasıta/aracı koymakta. Ya da malî veya başka bir bedel karşılığında işini başkasına gördürmektedir. Bunlar genel bir kurala dayanmayan, kişisel seviyelerin durumlarına göre değişebilen çözüm yollarıdır. Bu tür hareketler ve girişimler kanun dışına çıkmaya neden olabilir. Eğer şefaat edecek olan kişiler şan, şöhret, makam ve mevki sahibi kimselerden oluşuyorsa orada kanun işlemez. İşte âyet, âhirette böyle bir şefaat anlayışını reddetmektedir.
İlke olarak şefaat meselesine gelince; pek çok cahil insanın anladığı gibi, mesele bireysel sevgiden kaynaklanan kişisel ilişkilerle hiç de ilgili değildir. Genellikle câhil insanlar, bu yanlış anlayışlarından dolayı peygamberlere ve velî zannettiklerine kişisel birtakım üstünlükler vererek adaklar, sadakalar ve benzeri şeylerle onlara yaklaşmaya çalışırlar. insanlar aynı mantıkla liderlere, şöhret ve makam sahibi kimselere hediyelerle yaklaşmaya çalışırlar ve onların şefaatlerini elde etmeye uğraşırlar. Peygamberlere ve velî zannettiklerine yakınlaşma ile liderlere ve makam sahiplerine yakınlaşma arasındaki tek fark, velîlere ve peygamberlere karşı beslenen bu duygunun kutsallık bilinciyle beraber olmasıdır. 1594
Şefaatle İlgili Âyetler ve Nüzul Sırasına Göre Sıralanması
Şefaat konusunu daha iyi anlayabilmek için, Kur’an-ı Kerim’deki şefaatle ilgili âyetleri nüzul sırasına göre sıralayıp1595 incelemeye çalışacağız.
“Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez. Böyle iken onlara ne oluyor ki, (hâla)
1592] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c.2, s. 155-156
1593] 2/Bakara, 48
1594] Muhammed H. Fadlullah, Min Vahyi’l-Kur’an, II/38-39
1595] M. İzzet Derveze, et-Tefsirü’l Hadis “Nüzül Sırasına Göre Kur’an Tefsiri,” (trc. Mehmet Baytaş, Vahdettin İnce, Ramazan Yıldırım) 1.bs. İstanbul, Ekin y.y, 1997,C:VII, s. 455–456
ŞEFÂAT
- 403 -
öğütten yüz çeviriyorlar?“ 1596
“Çifte ve teke yemin olsun.“ 1597
“Göklerde nice melek var ki onların şefaatleri, dilediği ve hoşnut olduğu kimse için Allah'ın izin vermesi dışında, bir işe yaramaz.“ 1598
“(Fakat onlar), onun tevilinden başka bir şey beklemiyorlar. Tevili geldiği (haber verdiği şeyler ortaya çıktığı) gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: Doğrusu Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler. Şimdi bizim şefaatçilerimiz var mı ki bize şefaat etsinler veya (dünyaya) geri döndürülmemiz mümkün mü ki, yapmış olduğumuz amellerden başkasını yapalım? Onlar cidden kendilerine yazık ettiler ve uydurdukları şeyler (putlar) da kendilerinden kaybolup gitti.“ 1599
“O'ndan başka tanrılar mı edineyim? O çok esirgeyici Allah, eğer bana bir zarar dilerse onların (putların) şefaati bana hiçbir fayda vermez, beni kurtaramazlar.“ 1600
“Takva sahiplerini heyet halinde çok merhametli olan Allah'ın huzurunda topladığımız, günahkârları da susuz olarak cehenneme sürdüğümüz gün, Rahman nezdinde söz ve izin alandan başkalarının şefaate güçleri yetmeyecektir.“ 1601
“Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da işler izni olmadan hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte O Rabbiniz Allah'tır. O halde O'na kulluk edin. Hâla düşünmüyor musunuz?“ 1602
“Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve: Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir, diyorlar. De ki: “Siz Allah'a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Hâşâ! O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir.“ 1603
“Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz ve (dünyada) size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız. Yaratılışınızda ortaklarımız sandığınız şefaatçilerinizi de yanınızda göremeyeceğiz. Andolsun, aranız açılmış ve (tanrı) sandığınız şeyler sizden kaybolup gitmiştir.“ 1604
“Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları onunla (Kur'an ile) uyar. Onlar için Rablerinden başka ne bir dost, ne de bir aracı vardır; belki sakınırlar.“ 1605
“Allah'ın huzurunda, kendisinin izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez. Nihâyet onların yüreklerinden korku giderilince: Rabbiniz ne buyurdu? Derler. Onlar da: Hak olanı buyurdu, derler. O, yücedir, büyüktür.“ 1606
“Yoksa onlar Allah'tan başkasını şefaatçi mi edindiler? De ki: Onlar hiçbir şeye güç
1596] 74/Müddesir, 48-49
1597] 89/Fecr, 3
1598] 53/Necm, 26
1599] 7/A’râf, 53
1600] 36/Yâsin, 23
1601] 19/Meryem, 85, 86, 87
1602] 10/Yunus, 3
1603] 10/Yunus, 18
1604] 6/En’am, 94
1605] 6/En’am, 51
1606] 34/Sebe’, 23
- 404 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi (şefaatçi edineceksiniz)? De ki: Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin hükümranlığı o’nundur. Sonra O'na döndürüleceksiniz.“ 1607
“Yaklaşan gün hususunda onları uyar! Çünkü o onda dehşet içinde yutkunurken yürekleri ağızlarına gelmiştir. Zâlimlerin ne dostu ne de sözü dinlenir şefaatçisi vardır.“ 1608
“Bizi ancak o günahkârlar saptırdı. Şimdi artık bizim ne şefaatçilerimiz var, ne de yakın bir dostumuz. Ah keşke bizim için (dünyaya) bir dönüş daha olsa da, mü’minlerden olsak!“ 1609
“Allah'ı bırakıp da taptıkları putlar, şefaat edemezler. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır.“ 1610
“Allah, onların önlerindekini de, arkalarındakini de (yaptıklarını da, yapacaklarını da) bilir. Allah rızasına ulaşmış olanlardan başkasına şefaat etmezler. Onlar, Allah korkusundan titrerler!“ 1611
“Gökleri, yeri ve bunların arasındakileri altı günde (devirde) yaratan, sonra Arş'a istiva eden Allah'tır. O'ndan başka ne bir dost ne de bir şefaatçiniz vardır. Artık düşünüp öğüt almaz mısınız?“ 1612
“(Allah'a koştukları) ortaklarından kendilerine hiçbir şefaatçi çıkmayacaktır. Zaten onlar, ortaklarını da inkâr edeceklerdir.“ 1613
“Öyle bir günden korkun ki, o günde hiç kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz; hiç kimseden (Allah izin vermedikçe) şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz; onlara asla yardım da yapılmaz.“ 1614
“Ve bir günden sakının ki, o günde hiç kimse başkası namına bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda vermez. Onlar hiçbir yardım da görmezler.“ 1615
“Ey iman edenler! Kendisinde artık alış-veriş, dostluk ve kayırma bulunmayan gün (kıyamet) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcayın. Gerçekleri inkâr edenler elbette zâlimlerdir.“ 1616
“Allah, O'ndan başka tanrı yoktur; O, diridir, kayyumdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi o’nundur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir?“ 1617
“Kim iyi bir işe aracılık ederse onun da o işten bir nasibi olur. Kim kötü bir işe aracılık ederse onun da ondan bir payı olur. Allah her şeyin karşılığını vericidir.“ 1618
1607] 39/Zumer, 43-44
1608] 40/Mü’min, 18
1609] 26/Şuarâ, 99-102
1610] 43/Zuhruf, 86
1611] 21/Enbiyâ, 28
1612] 32/Secde, 4
1613] 30/Rûm, 13
1614] 2/Bakara, 48
1615] 2/Bakara, 123
1616] 2/ Bakara, 254
1617] 2/Bakara, 255
1618] 4/Nisâ, 85
ŞEFÂAT
- 405 -
“O’nu bırakıp da ilâhlar edinir miyim? Eğer Rahman olan Allah bana bir zarar vermek istese, onların şefaati bana fayda vermez, beni kurtaramazlar.“ 1619
“Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa hükmeden Allah’tır. O’ndan başka bir velî ve şefaatçiniz yoktur. Düşünüp öğüt almaz mısınız?“ 1620
Hadis-i Şeriflerde Şefaat
Ebu Hureyre’den rivâyete göre, peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Yakın akrabalarını uyar“ âyeti nazil olunca Rasûlullah şöyle dedi: “Ey Kureyş topluluğu yahut buna benzer bir şey söyledi. Nefislerinizi Allah’ın azabına karşı koruyunuz. Ey Abdi Menaf oğulları! Ben sizi Allah’ın azabına karşı koruyamam. Ey Abbas b. Abdulmuttalib! Seni Allah’tan gelecek azaptan koruyamam. Ey Rasûlullah’ın halası Safiye! Seni Allah’ın azabına karşı koruyamam. Ey Fadıma b. Muhammed! Malımdan dilediğini iste, ancak sana Allah’tan gelecek azabı def edemem.“ 1621
Ebu Hureyre’den rivâyete göre, peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Sizden hiçbirinizi Kıyamet gününde boynunda feryat eden bir koyunla bulmayayım. O, ey Allah’ın elçisi bana yardım et dedikçe ben, bu gün Allah’ın hükmünden sana bir fayda sağlayamam, ben tebliğ etmiştim diyeceğim“ 1622
Şeddat b. Evs (r.a.)’den rivâyete göre, peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Hakiki kazanç sahibi kendi nefsini hesaba çeken (kıyametten önce) ölümden sonrası için çalışandır. Aciz ise arzu ve şehvetinin esiri olup, Allah’tan uman kimsedir.“ 1623
Hz. Aişe (r.a)’den rivâyete göre, peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu: Rasûlullah’ı bazı namazlarda “Allah’ım hesabımı kolaylaştır“...diye dua ettiğini duyardım. 1624
İbn Abbas’ın (r.a.) rivâyetine göre; (sahabelerden) Osman b. Maz’un öldüğü zaman bir kadın (bir rivâyete göre de kendi hanımı) Cennet sana kutlu olsun ey Osman b. Maz’un der. Allah’ın elçisi ona kızgınca bakarak; “ne biliyorsun cennete gireceğini? Kadın, ey Allah’ın elçisi, senin şövalyen ve sahabendir deyince Allah elçisi, “Vallahi ben Allah’ın elçisiyim, ben bile bana ne yapılacağını bilmem“ buyurmuşlardır. 1625
Günahlar imanı zayıflatır, kalbi taşlaştırır ve nihâyet şirke götürür. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Hüsrana uğrayan topluluktan başkası, Allah'ın tuzağından (onlara mühlet verip de sonra ansızın yakalanmasından) emin olmaz.“1626; “Hayır, onların işleyip kazandıkları şeyler, kalplerinin üzerine pas olmuştur.“1627; “Sonra kötülük edenlerin sonu, Allah'ın âyetlerini yalanlamak oldu.“1628 Bu uyarılar günahkârı günahlardan uzaklaştırmaya, takvâ yolunu izleyip muhsinlere ulaşmasını sağlamaya yeter ve böylece
1619] 36/Yâsin, 23
1620] 32/Secde, 4
1621] Buhari,Vasaya, 2548; Müslim, İman, 203, 205; Tirmizi, Tefsir, 3019; Nesai, Vesaya, 3584, 3586, 3587, Müsnedi Ahmet, 8051, 8246, 8372, 8812, 9417, 10307; Darimi, Rikak, 2616
1622] Buhari, Zekât, 1314
1623] İbn Mace, Zühd 4250;Tirmizi, Kıyame, 2383; Darimi, Kıyame 2383
1624] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 23082
1625] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2020
1626] 7/A'râf, 99
1627] 83/Mutaffifîn, 14
1628] 30/Rûm, 10
- 406 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bu anlamdaki şefaate bile ihtiyaç duymaz. Bundan daha büyük yarar, en güzel sonuç budur. 1629
Şefaat Kavramının Yozlaştırılması
Tevhid akîdesinin anlaşılmasında en önemli kavramlardan birisi de şefaat kavramıdır. Tevhid ve şirk kavramları yeterince anlaşılmadan şefaat de anlaşılamaz. İşte bu sebeple şefaat kavramı, kimi istismarcılar tarafından ustalıkla çarpıtılmakta ve müslümanların temiz duyguları bazı çevreler yararına sömürülmektedir.
Kur’an’ın genel hatlarıyla anlattığı “tevhid“den habersiz olanların, sadece şefaat kavramını değil; diğer akîdevî kavramları da anlayabilmesi ve toplumsal yaşam içerisindeki istenilen yere oturtabilmesi mümkün değildir. Müslümanların, Allah’ın koymuş olduğu sınırları ve insanların o sınırlar içerisindeki yerini bilmesi gerekir. İnsanın yapısı, özellikleri ve gücü çok iyi bilindiği takdirde toplum içerisinde bazı insanların tuğyan edip haddi aşmaları, müstekbirleşerek Allah’ın sıfatlarına müdahale etmeleri de anlaşılabilecektir.
Kur’an, her dönemde ve her coğrafyada söz konusu olan şirkin temel özelliklerini açıklamış, şirk tehlikesine karşı bilgili, uyanık ve tedbirli olmamızı istemiştir. Hüküm/kanun koyucu, rızık verici ve bağışlayıcı olarak iman ettiğimiz Allah (c.c.), yaratma ve rızık vermede tek ilâh olduğu gibi, hâkimiyet ve benzeri meselelerde ve her konuda da tek ilâhtır. Şefaat meselesinde de durum böyledir. Kur’an’ın ilk indiği dönemdeki câhiliyye toplumunda şefaat hususundaki sapık düşünceler ne yazık ki günümüzde de mevcuttur. Kur’an’da şefaat kavramı anlaşılmadan, câhiliyye toplumunun bu husustaki sapmaları da anlaşılamaz.
Şefaat kelimesinin anlamı, o günkü câhiliyye toplumunda çok iyi biliniyor ve kullanılıyordu. Müşrikler kendi putlarını Allah’a yaklaştırıcı olarak kabullendikleri 1630 gibi, âhiret gününde şefaat edeceklerine ve kendilerini azaptan kurtaracaklarına da inanıyorlardı. “Onlar Allah’ı bırakıp kendilerine hiçbir zarar ve fayda veremeyecek şeylere tapıyorlar ve ‘bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’ diyorlar. De ki: ‘Siz Allah’a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Hâşâ! O, onların şirk/ortak koştukları her şeyden uzak ve yücedir.“1631 Allah katında (Allah’a rağmen, O’nun izin vermediği) şefaatçiler olduğunu söylemek, Allah’ı gereği gibi tanıyamamaktan kaynaklanır. Bu davranış, Allah’a iftira etmektir ki, bu da büyük bir sapıklıktır.
Böyle bir iddia, dünkü câhiliyye toplumunda olduğu gibi, bu günkü toplumda Kur’an’dan habersiz, gelenek ve hurâfeleri kendisine din edinmiş kesimlerde de vardır. Kur’an dışı bir geleneği din olarak kabul edip bunu yaşamaya çalışan bazı insanlar, kurtuluşlarının Allah’a gerçek iman ve salih amellerde değil; salih veya veli zannedilen zatlara bağlanmakta olduğunu, o insanların Allah’ın yanında özel bir konumlarının bulunduğunu, bu sebeple onların isteklerini Allah’ın geri çevirmeyeceğini iddia ediyorlar. Kur'an, putlara ve putlaştırılan insanlara güvenmenin şirk olduğunu değerlendirerek “Allah, onların şirk/ortak koştukları her şeyden uzak ve yücedir.“ buyuruyor. İnsanlara güvenmekten ziyade,
1629] Tabatabaî, El-Mîzân Fî Tefsiri'l-Kur'an, I/234-235
1630] 39/Zümer, 3
1631] 10/Yûnus, 18
ŞEFÂAT
- 407 -
sâlih amel işlemeye dâvet ediyor. “İleride gelecek bir günden korkun ki, o günde hiçbir kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz. Hiç kimseden şefaat kabul olunmaz ve fidye (bedel) de alınmaz. Onlara asla yardım yapılmaz.“1632; “Ve öyle bir günden sakının ki, o günde kimse kimseden yana bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda vermez, onlara hiçbir yardım da edilmez.“ 1633
O gün, öyle dehşetli bir gün ki, herkes kendisini kurtarabilmek için çırpınıyor, özürler sayılıp dökülüyor, güvenilen kişilerin veya şeylerin de kendileri gibi âciz olduğu anlaşılıyor. Sapanlar ve saptıranlar birbirlerini suçluyor, bu yapılan ve söylenilenlerin fayda vermediği anlaşılıyor. Herkes kazandıklarıyla rehin tutularak hesaba çekiliyor, zerre miktarı hayır ve şer karşılık görüyor, kimseye orada iltimas geçilmiyor, haksızlık edilmiyor. İşte bu sebeple Allah Teâlâ bizi o günün dehşetiyle uyarıp korkutuyor. Dünyada iken o gün için bir şeyler yapmamızı, şefaatçiler edinmeye çalışmanın faydasız olduğunu, ancak kendi amellerimizle korunabileceğimizi bildiriyor.
“Sizin O’ndan (Allah’tan) başka ne bir şefaatçiniz, ne de bir velîniz vardır. Hâlâ düşünüp öğüt almıyor musunuz?“1634 Allah o gün hâkimiyetin tümüyle, tek hâkim olan Allah’a ait olduğunu bildirerek, bu hâkimiyette hiçbir ortak ve aracının olmadığını, o gün insanların birbirlerinden farklılığının bulunmadığını, özel statüye sahip hiçbir kimsenin olmadı-ğını belirtiyor. “O’nun izni olmadan kimse konuşamaz.“1635; “Onlar Allah’tan önce söz söyleyemezler.“1636; “O gün öyle dehşetli bir gündür ki, kimse konuşmaya cesaret edemez; Ancak o gün ruh ve melekler, sıra sıra dizilirler. Rahman’ın izin verdiğinden başkası konuşamaz. (Rahman’ın izin verdiği) konuşan da doğruyu söyler.“1637; “Allah’ın huzurunda, izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez. Öyle ki, onların kalplerinden korkuları giderilince denilir ki, ‘Rabbiniz ne buyurdu?’ Onlar da: ‘Hakkı buyurdu, O çok yücedir, çok büyüktür’ derler.“ 1638
Fayda verecek şefaat Allah’ın izin verdiğidir. Kur’an’dan, tevhidden habersiz insanlar, kendilerine şefaatçi edindiklerinin de Allah’ın azabından korktuklarını anlayamıyor veya anlamak istemiyorlar. Peygamberlerin bile “nefsî, nefsî“ diyecekleri, kendi kurtuluşlarını düşünüp korkacakları bir günde kolay sığınak arıyorlar.
Peygamberimiz, kızına şöyle söyler: “Ya Fâtıma! Nefsini ateşten kurtar. Çünkü ben, senin için Allah'tan bir şeyi savamam.“1639 Görüldüğü gibi, Allah'a yakın olmak için, Peygamberimiz'in kızı dahi olmak yetmiyor. Mutlaka Allah'ın râzı olacağı ameller içinde olmak gerekiyor.
Âyetlerde geçen Allah’ın şefaat için izin verip vermeyeceği, verecekse vereceği kimselerin kimler olduğu, bunların bu izne ulaşmalarının sebebi, verilecek iznin hangi boyutta olduğu gibi hususlar Kur’an ışığında açıklığa kavuşturulması gereken hususlardır. Bu meseleler aydınlanmadığı sürece, nice insan
1632] 2/Bakara, 48
1633] 2/Bakara, 123
1634] 32/Secde, 4
1635] 11/Hûd, 105
1636] 21/Enbiyâ, 27
1637] 78/Nebe’, 38
1638] 34/Sebe’, 23
1639] Buhâri, Müslim, Tirmizi
- 408 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Medet ya Abdülkadir Geylânî!, Yetiş ya Hızır, yardım et! Ey şeyhim bana şefaat et!“ demeye devam edecektir.
Birinci mesele, Allah tarafından kime şefaat etme izni verileceğidir. Öncelikle şunu unutmamalıyız ki; “şefaatin tamamı Allah’ındır.“1640 Yani hiç kimsenin böyle bir yetkisi yoktur ve böyle bir cesarette de bulunamaz. Kime şefaat için izin verip vermeyeceği ise tamamen Allah’a aittir.
İkinci mesele; kimlere ve niçin şefaat edileceğidir. Kimlerdir bu aziz insanlar? Allah’ın merhamet ve ihsanına ulaşacak olan bu insanlar, hangi amelleri ile bu rahmete ulaşabilmişlerdir? “Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur’an’la inzâr et/uyar. Onlar için Allah’tan başka ne bir velî (dost), ne de şefaatçi vardır. Umulur ki, Allah’tan korkup sakınırlar.“1641 Allah ilk şefaat edilecek topluluğu ve onların şefaatçilerini açıklıyor. Onlar ki; âhirete iman etmiş, o gün Rablerinin huzurunda toplanacaklarının bilincinde ve o günün hesabının dehşetinden korkan insanlardır. Bunlar Kur’an’la uyarılıyorlar. Kur’an onların dünya hayatındaki yaşantılarını düzenliyor. Bunlar Kur’an’la şekilleniyor ve bulundukları ortamı da Kur’an’la şekillendirmeye çalışıyorlar. İşte bunlar, hesabı nasıl verebilecekleri hususunda korkarak, korktukları şeye uğratılmamak için korunmaya çalışanlar ve korunarak muttakî (takvâ sahibi) olanlardır. İşte onların velîsi ve şefaatçisi Allah’tır. Çünkü şefaat yetkisi tümüyle Allah’a aittir ve şefaat edilecek insanlar da Allah’ın râzı olduklarıdır.
“(Onlar) Allah’tan önce söz söyleyemezler; ancak O’nun emri üzerine iş yaparlar. Alah onların yaptıklarını ve yapmakta olduklarını bilir. Onlar Allah’ın hoşnut olduğundan başkasına şefaat edemezler. Onun korkusundan titrerler.“1642 O gün Allah’tan önce konuşabilecek hiçbir kimse yoktur, onlar Allah korkusundan tir tir titrerler. “Acaba bugün kurtulabilecek miyiz?“ derler. Değil birilerine şefaat edebileceklerini düşünmek, bu düşünce akıllarının ucundan bile geçmez. Öncelikle kendi hesaplarını vermeye çalışırlar, ne zaman ki onların korkuları giderilir; ancak o zaman biraz olsun rahatlarlar; işte o zaman huzura kavuşturulurlar. Ama onlar o durumdayken bile Allah’ın önüne geçemez, ondan önce söz söyleyemezler. Ne zaman ki Allah bu durumlarından sonra onlara izin ve emir verir, ancak o zaman iş yaparlar, alîm olan Allah onların yaptıkları ve yapacakları işi çok iyi bilir. Onlara orada, kimseye iltimas geçmek için izin verilmez, sadece Allah onlara ikramda bulunur. Onlara cennete girecek insanları tesbit etmek için onlara yetki verilmemiştir. Filan velî, falan sâlih insan şefaat edecektir iddiasında bulunmak, Allah adına konuşmaktır ve Allah’a yalan isnadında bulunmaktır.
Üçüncü mesele; şefaate ulaşamayacak insanların kimler olduğudur. Bu insanları Kur’an bize şöyle tanıtıyor: “Dünya hayatını ve onun güzelliklerini isteyenlere, orada işlediklerinin karşılığını tam olarak veririz ve onlar orada hiçbir eksikliğe de uğratılmazlar. İşte onlar, âhirette kendileri için ateşten başka hiçbir şeyleri olmayan kimselerdir. (Dünyada) yaptıkları da boşa gitmiştir. Hâlen yapmakta oldukları şeyler zaten bâtıldır.“ 1643
Dünyayı ve güzelliklerini arzulayıp onun için çalışıp çırpınanlar, dünyada yaptıklarının karşılığını eksiksiz olarak alacaklardır. Kazandıklarıyla Allah’a
1640] 39/Zümer, 44
1641] 6/En’am, 51
1642] 21/Enbiyâ, 27-28
1643] 11/Hûd, 15-16
ŞEFÂAT
- 409 -
şükretmeleri, O’nun yolunda infakta/harcamalarda bulunmaları gerekirken; ölümü, âhireti unutarak dünyanın geçici zevklerine aldananları ölüm yakaladığı zaman onlar için ateşten başka bir şey yoktur. Onlar kazandıklarıyla nefislerine zulmetmiş, kendilerini helâke sürüklemişlerdir.
“Ey Muhammed! Onları yüreklerin ağza geleceği, tasadan yutkunacakları, yaklaşan kıyamet günü ile inzâr et/uyar. Zâlimlerin ne bir dostu, ne de sözü dinlenecek bir şefaatçisi olur.“ 1644
“Ey iman edenler, alışverişin, dostluğun ve şefaatin olmayacağı gün gelmeden evvel, sizi rızıklandırdıklarımızdan infak edin. Kâfirler, onlar kendilerine yazık edenlerdir.“ 1645
“Onlar Kitabın haber verdiği sonuçtan başka bir şey mi bekliyorlar? Sonuç gelip çattığı gün, önceleri onu unutmuş olanlar, 'Rabbimizin peygamberleri şüphesiz bize gerçeği bildirmişti, şimdi bize şefaat edecek var mı ki, şefaat etsin yahut geriye döndürülsek de yaptıklarımızın başka türlüsünü yapsak' derler. Doğrusu uydurdukları şeyler onları bırakıp kaçmışlardır.“ 1646
“Koştukları ortakları, artık şefaatçileri değildir. Ortaklarını inkâr ederler.“ 1647
“Orada putlarıyla çekişerek, 'vallahi biz apaçık sapıklık içerisinde idik, çünkü biz sizi âlemlerin Rabbine eşit tutmuştuk, bizi saptıranlar ancak suçlulardır. Şimdi bizim için ne bir şefaatçi var, ne de yakın bir dost. Keşke geriye dönüşümüz olsaydı da, iman edenlerden olsaydık' derler.“ 1648
Allah’a, birtakım putları ve put edinilen şeyleri ortak koşan müşrikler için şefaat edilmeyecektir, onlar orada birbirlerini suçlayacaklar, şefaatçi edinenler ise dünyaya döndürülmeyi arzulayacaklar, yaptıkları yanlışları bir daha yapmamak için ve yapmaları gerekirken yapmadıkları şeyleri yapabilmek için. Ancak onlar için bir daha dönüş olmayacaktır. Âyetlerden anlaşıldığı gibi kâfirler, zâlimler, müşrikler ve müşrik müstaz’aflar için şefaatçi yoktur. 1649
Şe-fe-a kelimesi sözlükte, bir şeyi bir şeye ilave etmek, eklemek, katmak anlamına gelmektedir. Bir iş adamı, kendisine bir ortak edindiği zaman, “onu ortak edindim“ demek için ‘şefea’ fiilini kullanır.
Birine şefaat eden, şefaat ettiği kimseyi kendisine yaklaştırmak suretiyle, sanki onu kendine ortak edinmiş gibi olur. İkinci anlamı, büyük bir makama iltimasçı ve aracı ile müracaat ederek bir talepte bulunmak, yardım istemektir. Bu anlamda “şe-fe-a“ “ta-le-be“ ile anlamdaştır. Şefea fiilinin üçüncü anlamı, teki çift yapmaktır. eş-Şef’u, çift demektir. Ezanın sözlerini ikişer defa söylemeye şef’ yapmak (en-yeşfe’a) denir. eş-Şefî’u ve eş-şâfi’u, şefaat eden anlamına geldiği gibi, çift anlamına da gelir, çoğulu şufeâ’dır. Şefea fiilinin dördüncü anlamı, bir işte birinin öncelik hakkının olması anlamını ifade eder. Şefea bir de, bir işe ön ayak olmak, çığır açmak anlamına gelir. Nisa suresinin 85. âyeti ve bu âyetin tefsiri mahiyetindeki “Kim bir hayırlı davranış tarzı (sünnet) ihdas ederse onun ve onunla
1644] 40/Mü’min, 18
1645] 2/Bakara, 254
1646] 7/A’râf, 53
1647] 30/Rûm, 13
1648] 26/Şuarâ, 97-102
1649] Cafer T. Soykök, Haksöz 67, s. 35-38
- 410 -
KUR’AN KAVRAMLARI
amel edenlerin sevabını alır; kim de kötü bir davranış tarzı (sünnet) ihdas ederse onun ve onunla amel edenlerin günahını alır“ hadisi, bu anlamı ifade etmektedir.
Şefaat isteyen kişiye şefî’; şefaat işinde aracılık edene şâfî; bir kimseye, şefaat etmesi için başvuruda bulunmaya istişfâ’; şefaat başvurusunu kabul edene müşeffi’u; şefaat başvurusu kabul edilen kişiye ise müşeffe’u denir.
Şefaat kavramı âhirete ait bir beklentiyi ifade etmekle beraber, dünya hayatında her hangi bir insanın, zor bir işini kolaylaştırmak isteği için araya adamlar koymak anlamında da kullanılmaktadır.
Şefaat, bir başkasına aracılık etmektir.
Bir kimsenin işini görmek, onu cezadan kurtarmak veya bir mevki kazandırmak için, yetkili birinin yanında aracı olmaya, darda kalmışa yardım etmeye şefaat denir. Öz olarak şefaat, bir faydanın temini ya da bir şerrin def’i için yetkili bir merci katında, ihtiyaç sahibi adına aracılık (tavassut) etmektir. Şefaatte, bir makam sahibine, bir kimsenin dileğini kabul etmesi ya da suçunu affetmesi için, o makam sahibine daha yakın olan bir şahsı aracı (vâsıta - vesîle) yapmak esastır.
Geleneksel dinî inanışa göre, Peygamber (s.a.s.), bazı insanların hiç hesap sorulmadan cennete girmeleri, bazılarının, cehennemi hak ettikleri halde af edilmeleri; kiminin, cezasını tamamlamadan cehennemden çıkması, kiminin, cennette daha yüksek dereceler elde etmesi, bir diğer kesimin ise, Allah katında daha üstün mevkiler kazanmaları için şefaat edecektir. Şefaat deyince anlaşılması gereken budur.
Geleneksel hadis uleması, şefaati beş kategoride açıklamıştır.
Buna göre birincisi, Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (s.a.s.) mahsus olan, kapsamlı şefaattir. Mahşer gününde bütün insanlar sığınacak bir makam arayacaklar, en sonunda Muhammed (s.a.s.)’a sığınacaklar. O da, ümmetine şefaat edecektir. Buna büyük şefaat (eş-şefa’atu’l-uzmâ) denmekte ve başka hiçbir bir peygambere ait olmayıp, sadece Peygamberimize mahsustur ve bütün yaratılmışları kapsayıcıdır. İkincisi, herhangi bir topluluğun, hesap sorulmaksızın cennete girdirilmesi şeklindeki şefaattir. Bu da sadece Hz. Muhammed’e tahsis edilmektedir. Üçüncü olarak, cehennem azabını hak etmiş bir topluluğa yapılacağı ileri sürülen şefaattir. Dördüncüsü, cehenneme girmiş bir günahkârı kurtaracak olan şefaattir. Beşincisi, cennet ehlinin derecelerini yükseltecek olan şefaattir. Bu beş kategorinin şerh döneminde 10’a çıkartılarak genişletildiğini görüyoruz. Buna göre, Muhammed ümmetinden -tevhid ehli olduğu halde- günahkâr olup, cehennemi hak eden kimselere hem Muhammed hem de Allah’ın dilediği kimseler şefaat edecektir. “Cehenneme giren günahkârlar“a da, hem Muhammed’in (s.a.s.), hem diğer peygamberlerin, hem meleklerin ve hem de başka bazı mü’minlerin şefaat edeceğine inanılmaktadır. Telakkiye göre, cehenneme girmiş bazı insanlar, şefaatle cehennemden çıkarılacaklar. Hz. Muhammed’in yanısıra, diğer peygamberler, melekler, âlimler ve şehidler böyle bir şefaate yetkilidirler. On şefaat kategorisinden birisini, Medinelilere yapılacak şefaat, diğerini de, Peygamberin kabrini ziyaret eden ve ona çokça salâvat okuyan kimselere yapılacak şefaat oluşturmaktadır.
İsrâ sûresinin 79. âyetinde zikredilen ‘makamen mahmûd’ terimi Peygamber’e
ŞEFÂAT
- 411 -
verilecek şefaat makamı olarak yorumlanmış ve bu terim üzerine büyükçe bir söylem bina edilmiş ve ‘hamd bayrağı’ (livâu’l-hamd) gibi birtakım yeni kavramlar ihdas edilmiştir. Hâlbuki zikredilen âyette Peygamber’e verilecek bir şefaat makamından değil, Allah'ın ona lütfedeceği bir makamdan bahsedilmektedir.
Bazı hadis âlimlerine göre Hâtemü’l-Enbiya’nın mahşerdeki büyük şefaatinden başka, her peygamber Cenab-ı Hak tarafından kendi ümmeti hakkında şefaate me’zun edilecektir. Hatta peygamberlerden başka şehidler ve evliyâ da şefaate me’zun edileceklerdir.
Klasik Akaid ve kelam kitaplarında da şefaat ‘hak’ olarak kabul görmüştür.
Meselâ İmam Ebu Hanife’ye nisbet edilen el-Fıkhu’l-Ekber risalesinde şöyle denmektedir: “Peygamberlerin (salevâtullahi aleyhim ecmaîn) (umumi) şefaati hak olduğu gibi bizim peygamberimiz’in (s.a.s.) cezaya hak kazanmış günahkâr mü'minlere, (hele) onlardan büyük günah işleyenlere şefaat buyurması hak ve sabittir.“ El-Fıkhu’l-Ekber’in şarihi Aliyyül Kari, şerh ettiği risaleye bir nebze katkı olsun dercesine, Peygamber (s.a.s.) yanında, diğer Peygamberleri ve melekleri, hatta velileri, âlimleri, şehidleri, fakirleri ve belalara karşı sabreden mü'minlerin ölmüş küçük çocuklarını da şefaat etmeye yetkili kimseler listesine eklemiştir.
Ehli Sünnet akaidini yazanlardan biri olan Pezdevî (ö. 1089), resullerin, nebilerin ve âlimlerin, büyük günahları işlemiş olanlara ateşe atılmadan önce şefaat edeceklerini ileri sürmektedir. Böylece o kişiler, ateşten muaf tutulup cennete girdirileceklerdir! Ateşe atılmış olanlar varsa onlar için de şefaat geçerlidir, bu takdirde Allah büyük günah sahiplerini cehennemden çıkarıp cennetine koyacaktır! Bu konuda Hz. Peygamber’den birtakım hadisler rivâyet edilmektedir... İmam Birgivî (ö. H. 981), Bakara suresinin 255. âyetine istinaden, “Peygamberler ve seçkin insanlar için“ şefaat etme yetkisinin sabit olduğunu iddia etmektedir.
Tasavvuf ehli nazarında şefaatin daha büyük bir kabul göreceğini tahmin etmek zor değildir.
İmam Gazalî’ye (ö. 1111) göre mü'minlerden birkısım insan cehenneme girmeyi hak ettiği vakit, bu gibiler hakkında Allahu Teâlâ, fazlu keremiyle “peygamberlerin, sıddîkların, ulemâ ve sâlihlerin ve kendi katında manevi değeri olan her zatın“ şefaatini kabul edecektir. Ayrıca zikri geçen kişiler kendi ailelerine, yakınlarına, dostlarına, aşina oldukları kimselere şefaat edeceklerdir. Gazalî, Allahu Teâlâ’nın, kerametini kulları arasında gizlediğine inanmakta, dolayısıyla uyarmaktadır: “Belki de senin hakir gördüğün kimse Allah katında üstün mevkie sahiptir. Hiç olmazsa onların şefaatine nail olmaya haris ol ve ona göre çalış.“
Tasavvuf kitaplarında Abdülkadir Geylanî’nin nasıl şefaat edeceği şu şekilde anlatılmaktadır: “O şöyle derdi: Müridim iyi olmadığı zaman, ben iyiyimdir. Rabbimin izzeti hakkı için, ben şarkta bulunduğum halde, elim devamlı olarak garptaki müridimin başı üstündedir. Eğer, onun bir ayıbını sezersem, doğudan elimi uzatır ve onu örterim. Rabbimin izzeti için, kıyamet gününde benim bütün müritlerim geçinceye kadar cehennemin kapısında duracağım. Zira Allahu Teâlâ müritlerimden hiçbirisini ateşe koymayacağına dair bana söz verdi. Her kim bana intisap ederse, onu kabul eder ve ona yönelirim. Kabirde hiçbir müridimi korkutmamaları için Münker ve Nekir meleklerini yakaladım.“ Bu sözler her kime ait olursa olsun, tam bir tuğyanı ifade etmekte ve Allah'a ortaklar tahayyül
- 412 -
KUR’AN KAVRAMLARI
edildiğini göstermektedir.
Süleyman Uludağ’ın şu sözleri tasavvuf felsefesinin şefaat anlayışını ortaya koymaktadır: “Buna ilaveten sufiler ve tarikat ehli ölülerin, yatırların, ermişlerin, türbelerde gömülü olan velilerin ruhlarının, sağ insanlara şefaatçı olacaklarına ve bunların Allah'a nazlarının geçtiğine inanırlar. Bu anlamdaki şefaat onlara özgüdür ve genellikle şefaat deyince de bu anlaşılır. Bunun için türbelere ve yatırlara gidilir, oralara adaklar adanır, kurbanlar kesilir, paralar atılır, çaputlar bağlanır, dua edilir, namaz kılınır. Böylece buralarda gömülü olup Allah'ın sevgili kulları ve yakın dostları olduklarına inanılan ölülerin ruhlarının Allah katında şefaatçı (aracı) olmaları istenir. Özellikle tarikat şeyhlerinden, gavslardan, kutuplardan şefaat istenir ve bu şefaatin pek çok müşkil meseleyi çözdüğü kabul edilir.“
“Allah'a nazlarının geçtiğine inanılan zatlar“ telakkisinin, Nuh kavminin Ved, Suğa, Yeus, Yeuk, Nesr ve Mekke toplumunun Lât, Menât, Hubel ve Uzza gibi ilâhlar zımnında oluşturdukları ‘evliya’, ‘ermiş’ kültünden farklı olduğunu düşünmek için hiçbir sebep bulunmamaktadır.
‘Şefaat’ bir Kur’an terimi olmakla beraber, şefaatin dünya hayatında, güzel bir işe öncülük etmek anlamına geldiğini bildiren âyetin1650 dışında bu terimin Kur’an’da hiçbir olumlu anlamı yoktur. Kur’an’da yirmi beş âyette 1651 şefaat kelimesi bir biçimde kullanılmıştır, ama tamamına yakını, müşriklerin bir inancı olarak atıf konusu olmuş ve kökten reddedilmiştir.
Şefaat kelimesinin değişik türevleriyle kullanıldığı âyetlerin genel olarak üç özelliğinden bahsetmek mümkündür. Birincisi, şefaatin âhiret bağlamında zikredilmiş olmasıdır. Bir başka deyişle şefaat tamamen uhrevi bir meseledir. İkincisi, şefaat müşriklerin bir inancı olarak zikredilmiştir. Yani şefaat, müşriklerin bir inancı ve beklentisidir; öte dünyaya ait bir tasavvurlarıdır. Kur’an’da bu meyanda bahis konusu edilmektedir. Üçüncü olarak ise, genelde bir müşrik akidesi olarak ele alınmasına rağmen sadece bir âyette1652 bizzat mü’minler muhatap alınarak şefaat müessesesine güvenmemeleri hususunda uyarılmışlardır. Bu âyeti, En’am suresinin 51. âyeti ile şefaat kelimesi kullanılmaksızın, alış-veriş (bey’) ve dostluk (hılâle) kelimeleri ile aynı mesajın verildiği İbrahim suresinin 31. âyeti desteklemiştir.
Bazı âyetlerden Mekke müşriklerinin melekleri;1653 bazılarından ilâhlarını1654 şefaatçiler olarak tasavvur ettikleri anlaşılmaktadır. Bazı âyetler “hiç kimse“ kaydını düşerek, melek veya insan kim olursa olsun, bütün şefaat beklentilerini reddetmektedir.1655 Bazı âyetler “Allah'ın izni olmadığı halde kimmiş O’nun katında şefaat
1650] 4/Nisa, 85
1651] Bakara, 48, 123, 254, 255; En’am, 51, 70, 94; A’raf, 53; Yunus, 3, 18; Meryem, 87; Taha, 109; Enbiya, 28; Şuara, 100; Rum, 13; Secde, 4; Sebe, 23; Yasin, 23; Zümer, 43, 44; Mü’min, 18; Zuhruf, 86; Necm, 26; Müddessir, 48; Fecr, 3.
1652] 2/Bakara, 254
1653] 53/Necm, 26; 21/Enbiya, 28
1654] 43/Zuhruf, 86; 19/Meryem, 87; 20/Taha, 109; 34/Sebe, 23; 36/Yasin, 23; 26/Şuara, 100; 10/Yunus, 18; 6/En’am, 94; 30/Rum, 13
1655] 10/Yunus, 3
ŞEFÂAT
- 413 -
edecek olan?“ mealinde yine mutlak surette olumsuzlayıcı bir dille1656 şefaati reddetmektedir. Bazı âyetlerde ise, müşrik Arapların dışında, ehli kitap bir toplum zımnında şefaat reddedilmekte ve bir insanı cehennem azabından kurtaracak olanın şefaat değil, eldeki mallardan infak etmek olduğu açıklanmaktadır.1657 Bir âyette ise doğrudan Muhammed ümmeti (mü’minler) muhatap alınarak, kendisinde alış-veriş (günahla sevap takası), dostluk (torpil/kayırmacılık) ve şefaatin olmadığı gün gelmeden önce Allah'ın verdiği rızıklardan harcamaları kesin bir dille salık verilmektedir. 1658
Bazı âyetlerdeki, “Allah'ın izin verdikleri hâriç“ gibi bir söz dizimi ile tercüme edilen kısımlar, Allahın herhangi bir kişi ya da zümreye şefaat yetkisi vereceğini değil, tam tersine Allah'ın hiç kimseye böyle bir yetki vermediğini, dolayısıyla müşriklerin boş yere hevese kapılmamaları gerektiğini çarpıcı bir üslupla anlatan Kur’an ifadeleridir. Bunun en büyük kanıtı yine Kur’an’ın kendisidir. Her meselede olduğu gibi bu hususta da Kur’an bütünlüğü en büyük destekçimizdir. Şefaat konusunun zikredildiği âyetlerden gerçek mesajı bir türlü alamayanlar(!), kafalarındaki karışıklığı bir de Kur’an bütünlüğü ile düzeltmeyi denemelidirler. Fatiha’dan Nâs suresine kadar bütün Kur’an âyetleri şefaati, aracılığı, tevessülü, birilerini Allah’la kullar arasına girdirmeyi, herhangi bir insana Allah katında söz sahibi olma payesini vermeyi reddeder.
Kur’an Zümer suresinin 43 ve 44. âyetleriyle şefaat meselesine son noktayı koymakta, bu husustaki bütün tartışmaları bitirmekte ve şefaatin bütünüyle, tamamen Allah'a ait olduğunu kesin bir dille karara bağlanmakta, âdeta mesele bir daha açılmaya elverişli olmamak üzere kapatılmaktadır.
“Yoksa onlar, Allah’tan başkasını şefaatçiler mi edindiler? De ki: Onlar hiçbir şeye sahip olamazlar, güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi (şefaatçi edinecekler?)
De ki: Bütün şefaat Allah’a aittir. Göklerin ve yerin mülkü/hükümranlığı O’nundur. Sonra O’na döndürüleceksiniz.“ 1659
Şefaati konu edinen âyetlerde çoğunlukla şefaat beklentisi olan varlıklardan hiçbirinin böyle bir yetkisinin olmadığı açıkça vurgulanırken, eş zamanlı olarak mülkün Allah'a ait olduğunun vurgulanması çok önemli ve dikkat çekicidir. Bunun anlamı şudur: Nasıl ki mülkün tamamı Allah'a aitse, şefaat de öylece tamamen Allah'a aittir. Nasıl ki mülkün hiçbir ortağı yoksa Allah mülkünde hiç kimseyi kendisine ortak edinmemişse, buna ihtiyacı yoksa Allah'ın dışında hiç kimsenin mülkten kıl kadar bile bir pay sahibi olması mümkün değilse, herhangi bir varlığın şefaatte bir pay sahibi olması da öylece imkân dışıdır. Allah'ın dışında hiçbir varlık hurmanın içindeki lif kadar bile bir şey yaratamaz.
İlâh sanılan o ölümlü varlıklar, bir sineği bile yaratamazlar; sinek kendilerinden bir şey alsa kaçırsa, onu dahi kendilerinden def etmekten acizdirler. Yani talep eden aciz, talep edilen de acizdir!1660 İşte tıpkı bunun gibi, adı, sıfatı, statüsü, mahiyeti, cinsiyeti v.b. ne olursa olsun ilâh yerine konulan ve dolayısıyla
1656] 2/Bakara, 255
1657] 2/Bakara, 48, 123
1658] 2/Bakara, 254
1659] 39/Zümer, 43-44
1660] 22/Hac, 73
- 414 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şefaatine bel bağlanan hiçbir varlık, kendisine umut bağlayanlara hiçbir fayda veremeyecektir. Bunlar aciz varlıklardır, kendilerine umut bağlayanlar onlardan daha da acizdirler.
Kur’an sadece şefaat kavramıyla değil, bir bütün halinde, içerdiği tevhid akidesiyle yanlış şefaat inanışını kökten reddeder.
Nice insan, Allah’ı râzı edemeyeceğini düşündüklerinden, Allah yanında hatırı sayılır biri kabul edip onu râzı ederek onun vesilesi ile şefaate ulaşıp cennete gideceklerini hesap etmektedir. Bu, ahiret gününde Allah’tan başka sözü geçecek, hatta Allah’ın hükmünü değiştirip O’nun hükmüne galip gelecek şahıslar kabul etmek demektir. Bu tür şefaat beklentisi, bir Peygamber bile olsa, onu Allah'a ortak yapmak; Allahın otoritesine, affetme yetkisine yeni şerikler ihdas etmek anlamına gelecektir. Oysa Kur’an tam da bu şirk akidesini reddetmek, ulûhiyeti, rubûbiyeti, mâlikiyeti tamamen Allah'a tahsis etmek için inzal edilmiştir. Sadece Fâtiha sûresi bile şefaat inanışına geçit vermemek açısından yeterlidir. Fâtiha’da Allah'ın, ceza gününün (âhiret) yegâne sahibi olduğu açıkça bildirilmekte; biz kulların ibâdeti sadece Allah'a yapmamız gerektiği ve yardımı da sadece Allah’tan beklememiz gerektiği açıkça talim edilmektedir.
Mülk tamamen Allah'ın olduğuna göre, şefaat de tamamen Allah'a aittir.
“(Allah), Din gününün mâliki (cezâ gününün gerçek sahibi)dir.“1661; “Sonra din gününün ne olduğunu nereden bileceksin? O gün, kimsenin hiç kimseye hiçbir fayda sağlamayacağı bir gündür. O gün emir yalnız Allah'a aittir.“1662; “Kimindir o gün mülk/hükümranlık? Elbette kahhâr olan tek Allah'ındır.“1663; “O gün iş tamamıyla Allah'ındır.“ 1664
“Gul lillâhi’ş-şefâtu cemîâ (De ki: Bütün şefaat Allah’a aittir).“1665 “Leyse lehum min dûnihî veliyyun ve lâ şefî’ (Allah’tan başka ne bir velî (dost), ne de şefaatçi vardır).“1666 insanların geçmişini, geleceğini ve halini bilen sadece Allah’tır. Dolayısıyla şefaat de ancak O’na has olabilir. Bir Peygamber, kendi yaşadığı dönemde bizzat yakınında olan mü’minleri görür ve az çok bilir. Ama insanların kendisine fizikî uzaklığı oranında insanlarla ilgili bilgileri de azalır. Peygamber (s.a.s.) vefat ettikten sonra ise dünyada neler olup bittiğini, kimlerin yaşadığını, kimin hangi günahı ya da hangi sevabı işlediğini, kimin affedilmeye layık, kimin cezaya müstahak olduğunu nereden bilebilir? Bunları bilmek için Peygamber değil, ilâh olması gerekir. Bu bilgileri peygambere yükleyenler, peygambere belki de farkında olmadan iftira atmaktadırlar. Muhammed’den (s.a.s.) sona on dört asırdır dünyaya gelip giden insanların tek tek durumlarını ancak âlemlerin Rabbi bir İlâh (Allah) bilebilir. Peygamber böyle bir ilâh olmadığına, bizim gibi bir beşer olduğuna göre, onu şefaat gibi bir yetki ile muttasıf görmek, peygambere yapılacak en büyük bir zulümdür. Peygambere şefaat görevini tevdi etmenin, tek başına bir insandan, dünyanın gelmiş geçmiş bütün insanlarının, bütün siyasal sistemlerinin teker teker maddî durumlarını, sosyal, psikolojik, ekonomik ve sağlıkla ilgili sorunlarını bilmesini beklemekten pek bir farkı yoktur.
1661] 1/Fâtiha, 3
1662] 82/İnfitâr, 17-18
1663] 40/Mü'min, 16
1664] 82/İnfitâr, 19
1665] 39/Zümer, 44
1666] 6/En’âm, 51
ŞEFÂAT
- 415 -
Şefaati ‘şahitlik’ gibi kavramlarla yumuşatarak izah etmenin de hiçbir ilmî ciddiyeti yoktur.
Çünkü şefaatle şahitlik farklı şeylerdir. Bir Peygamber'in şahitliği de, bir beşer olarak yaşam süresi, risalet görevi ile sınırlıdır. Şahitlik, ümmetin affına değil, olsa olsa mazeretlerinin geçersizliğine yarayacak bir müessesedir.
Allah'a, kendi İlâhi iradesiyle affettiği ve cennete lâyık gördüğü kimseler için bir başkalarını görevlendirerek, “haydi siz şunlara şefaat edin de ben de sizin şefaatinizi kabul edeyim“ gibi bir abeslik izafe edilemez. Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih etmek, bütün bu abeslikleri O’na nispet etmekten kaçınmayı gerektirir.
Peygamber (s.a.s.) şefaat edemeyince, onun dışındaki insanlara hayali şefaat yetkileri tanzim edenler, ne kadar büyük cürüm işlediklerini düşünmelidirler.
Âhirette insanların şefaatle kurtulacağına inanmak, aslında bilerek veya bilmeyerek Allah'ın adâletinden kuşku duymak anlamına gelir. Oysa Allah'ın adaleti mutlaktır ve O hiç kimseye, hurma çekirdeğinin üzerindeki ince bir iplik kadar bile haksızlık yapmaz.1667 Allah, iman eden ve salih ameller işleyen mü’minlere ecirlerini kat kat fazlasıyla verecektir. Mü’minlerin cennete girmeleri için hiçbir şefaate gerek kalmayacaktır.
Klasik tefsirlerde ve diğer dinî metinlerde yapıldığı üzere, şefaatin tamamen bir müşrik inancı ve beklentisi olduğunu delilleriyle ortaya koyarak reddeden insanları Mutezile diyerek yaftalamak, ilmî bir tutum olamaz. Bizler şefaati Mutezile olduğumuz için değil, Müslüman olduğumuz için reddediyoruz. Çünkü kitabımızın ve Nebimiz Muhammed’in (s.a.s.) böyle bir akideyi kökten reddettiğine inanıyoruz. Her fikir akımının olduğu gibi Mutezile’nin de doğrusuna doğru, eğrisine eğri demekten çekinmeyiz. Fakat Mutezile olmayalım endişesiyle şefaat gibi bâtıl inanışlara büyük bir şevkle sarılanlar, gece odun toplayan gibi, önlerine gelen her dedikoduyu ilim sanmaktadırlar. Din gününde insanların sorgusu Mutezileye göre değil, Allah'ın vahyine göre yapılacaktır.
Şefaat anlayışı, İslâm'a sokulan bid’at ve hurafelerin hemen hemen tamamında olduğu gibi, öncelikle Kur’an âyetlerinin yanlış yorumlanmasına ve ardından da bu yanlış tefsiri (Kur’an’ın tahrifini) destekleyen yığınlarca rivâyete dayanmaktadır. Fakat Kur’an’ın rabbine ne kadar şükretsek yeridir ki, Kur’an’ın hiçbir yanlış yorumuna biz Müslümanlar mahkûm değiliz. Kur’an, ilâ nihâye yanlış tefsirlere âlet edilemez. Her çağda, bu yanlış yorumları deşifre eden, doğrulara işaret eden, Kur’an’ın tahrif edilmesine bigâne kalmayan -bir kişi bile olsa- bir hak ehli mutlaka bulunacaktır. Bu, ‘hak ehli’nin kerameti olmayıp, Kur’an’ın yüceliğidir. Doğrular tamamen Allah'a aittir.
Kur’an’dan yanlışlara giriş kapısı bulamayan hurafeciler hadis denilen kültürü kullanarak yapacaklarını yapmaktadırlar. Fakat artık hadislerle İslâm’ın akidesini bozmak da tehlike olmaktan çıkmıştır. Çünkü hadislerin tespiti, geçirdiği aşamalar, toplanma yolları ve içeriğinin tenkidi gibi birçok ilmi yolla kritikler yapılmakta, Peygamber’den (s.a.s.) yüz elli-iki yüz yıl sonra yazıya geçirilen bir kültürle Kur’an hükümlerinin tahdit ve tahsis edilemeyeceğine dair önemli bir bilinç oluşmaktadır.
1667] Bk, 4/Nisâ, 124
- 416 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an’ın bu kadar açık âyetleri varken, Kur’an bütünü, şefaate hiçbir şekilde izin vermez, bilakis müşriklerin şefaat inancını kökten reddederken, hadis adı verilen zannî bilgilere dayanarak şefaat bir İslâm akidesi haline getirilemez. Kur’an’la bu kadar açık çelişki hiçbir şekilde kabul edilemez.
Öte yandan, Kur’an’a rağmen âhiretteki şefaat konusunu işleyen yığınlarca hadise tezat teşkil eden, şefaatin mümkün olmayacağı anlamını işleyen, şefaat hadisleriyle aynı ‘sahihlik’ payesine sahip, aynı müelliflerin aynı hadis mecmualarında mervî rivâyetler de bulunmaktadır. Bu hadislerde Peygamber’in (s.a.s.), en yakınlarına, âhirette kendilerine hiçbir yarar sağlayamayacağı, bir tek hurma infak ederek bile olsa kendilerini azaptan kurtarmaları salık verilmektedir.
Şefaat İslâmî bir beklenti değildir.
Âhirette hiç kimseye hiç kimsenin şefaat etmesi mümkün olmayacak; buna gerek de kalmayacaktır. Çünkü hayatımız olduğu gibi ölümümüz de âlemlerin Rabbi Allaha aittir.1668 Allah'a aidiz ve yine O’na döneceğiz.1669 Mü’minler, Allah'ın merhametinden, mağfiretinden, adaletinden kuşku duyamazlar. 1670
Kur’an’da cennete ve cehenneme gideceklerin vasıfları çok açık şekilde belirtilmiştir. “Kim cennete nasıl gider, kim cehennemi nasıl hak eder“, bu, Kur’an’da açıkça bildirilmiştir. Cehennemi hak eden bir insanı kim Allah’ın cezasından kurtarabilir? Allah’ın dininde, Muhammed’in (s.a.s.) bize öğrettiği dinde böyle bir şey yoktur. Bu kadar merhametli bir Rabbin adaletini de hesaba kattığımızda, hiç kimsenin şefaatine gerek kalmaksızın, kulları arasında en uygun hükmü vereceğinden kuşku duyamayız.
Geleneksel din anlayışlarında konu, Kur’anî çerçeveden çıkarılıp rivâyet kültürüyle bulandırılmıştır. Kur’an’a tamamen aykırı rivâyetlerle bir şefaat ediciler listesi hazırlanmış ve bu listede olanların, cehenneme gitmeyi hak eden insanları bundan kurtaracağına inanılmıştır.
Konuyla ilgili rivâyetlerde ciddi çelişkiler vardır; birkısım hadislerde hesap günü, kimsenin kimseye faydasının olamayacağı yolundaki Kur’anî hakikatin yer aldığını görüyoruz. Diğer bir kısmında ise, büyük günah işleyenlere peygamberler ve bazı zevatın şefaat edeceği iddiası yer almaktadır.
Kur’an’da 25 âyette şefaat konusu geçer. Bu âyetleri üç gruba ayırabiliriz:
“Bunlardan birincisi; 'Allah’ın izni' vurgusunun yer aldığı âyetler, ikincisi; kâfirlerin şefaat inancını rededen âyetler, üçüncüsü de; şefaati kesin olarak reddeden âyetler. İlk bölüm âyetler, maalesef Kur’an bütünlüğünden koparılarak bâtıl şefaat inancına delil gibi sunulmaya çalışılmıştır. Oysa bu âyetler şefaatin imkânsızlığını farklı bir şekilde ifade eden âyetlerdir. Bakara 48, 123, 254. âyetlerde, En’am 51. âyette ve benzeri âyetlerde şefaatin kesin olarak reddedildiği, hesap günü hiçbir şefaatin olmayacağı açıkça ifade edildiği halde, bâtıl anlayışlar İslâm inancına farklı yollardan sokulmaya çalışılmıştır.
Şefaat konusu, doğrudan akîde meselesi olduğundan, Yüce Allah kendi
1668] 6/En’am, 162
1669] 2/Bakara, 156
1670] İktibas Dergisi, Ocak 2011
ŞEFÂAT
- 417 -
ulûhiyetine, rubûbiyyetine, mâlik oluşuna hiçbir şekilde ortak koşulmasına râzı olmadığı halde, şefaat inancıyla bu akideye zarar verilmektedir. Allah’ın cehennem hükmünü verdiği bir kimseyi, şefaat edip Allah’ın hükmünü bozarak O’nun azâbından kurtaracak kimse olamaz. Akidemizi bütün kirlerden temizlememiz öncelikli sorumluluktur.
Şefaate gerek olup olmadığı sorusu da önemlidir. Sevap belli, günah belli; haram belli, helâl belli; Hiçbir kapalılık yok. Cennete gideceklerin vasıfları, cehenneme kimlerin gideceği Kur’an’da Rabbimiz tarafından açıkça belirtilmiş. Dinin sınırları belli. Buna tâbi olanlar cennete gidecek, sınırları ihlalde ısrarcı olanlar cezayı hak edecek. Cennet ve cehennem, Yüce Allah’ın, insanları hak ettikleri karşılıkla karşı karşıya bırakmasıdır.1671
1671] Mehmet Durmuş
- 418 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şefaat Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Şefaat Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 31 Yerde): 2/Bakara, 48, 123, 254, 255; 4/Nisâ, 85, 85, 85, 85; 6/En’âm, 51, 70, 94; 7/A’râf, 53, 53; 10/Yûnus, 3, 18; 19/Meryem, 87; 20/Tâhâ, 109; 21/Enbiyâ, 28; 26/Şuarâ, 100; 30/Rûm, 13; 32/Secde, 4; 34/Sebe’, 23; 36/Yâsin, 23; 39/Zümer, 43, 44; 40/Mü’min, 18; 43/Zuhruf, 86; 53/Necm, 26; 74/Müddessir, 48, 48; 89/Fecr, 3.
B- Şefaat Konusundaki Âyet-i Kerimeler
a- Kıyamet Gününde Allah’ın İzni Olmadan Şefaat Edecek Yoktur: 2/Bakara, 48, 123, 254-255; 10/Yûnus, 3; 11/Hûd, 105; 19/Meryem, 85-87; 20/Tâhâ, 109-110; 21/Enbiyâ, 28; 34/Sebe’, 23; 39/Zümer,43-44; 40/Mü’min, 18; 43/Zuhruf, 86; 53/Necm, 26; 74/Müddessir, 48; 78/Nebe’, 38.
b- Peygamberimiz’in Şefaati: 10/Yûnus, 2; 17/İsrâ, 79; 23/Mü’minûn, 118.
c- Meleklerin Şefaati: 21/Enbiyâ, 28; 34/Sebe’, 23; 53/Necm, 26.
d- İyi Şefaatte Bulunmak (Dünyada İyi Konularda Aracılık): 4/Nisâ, 85.
e- Kötü Şefaatte Bulunmak (Kötü Konularda Aracılık): 4/Nisâ, 85.
f- Kıyamet Gününde Kurtuluş İçin Duâ: 3/Âl-i İmran, 194; 26/Şuarâ, 87-89.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur’an’a Göre Şefaat, Mehmed Durmuş, Anlam Y.
2. Kur’an ve Şefaat, Yaşar Düzenli, Pınar Y.
3. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 291-292; c. 2, s. 155-157
4. Mefâtihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin er-Râzî, Akçağ Y. c. 2, s. 498-523
5. Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi, insan Y. c. 1, s. 72
6. Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 133-134
7. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 334-336
8. El-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'an, İmam Kurtubî, c. 2, s. 69-72
9. El-Mîzâzn Fî Tefsiri'l-Kur'an, Allâme Tabatabaî, Kevser Y. c. 1, s. 214-262
10. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 120-121
11. Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s. 37-42
12. Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 127-128
13. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 6, s. S. 17-18
14. Kur'anî Terimler ve Kavramlar, Mustansır Mir, İnkılâb Y. s. 177-178
15. İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 607-610
16. Kur'anî Kavramlar, Ramazan Yılmaz, Mücahede Y. 97-110
17. Kur'an'da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y. s. 403-407
18. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmet Alptekin, Saff Y. 198-207
19. Haksöz 67 (Ekim 96), Cafer T. Soykök, s. 35-38
20. Peygamberimizin Şefaati, Halil Günaydın, Pamuk Y.