Cumartesi, 06 Şubat 2021 21:28

ŞERİAT

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

ŞERİAT


- 477 -
Kavram no 166
Görevlerimiz 35
İbâdet; Şeriat; Haram-Helâl;
Günah; Sâlih Amel
ŞERİAT


• Şeriat; Anlam ve Mâhiyeti
• Şer'î Hüküm
• Kur’ân-ı Kerim’de Şeriat Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Şeriat Kavramı
• Şeriatlerin Esasta Birliği
• Şeriatte Hile Olur mu? Hîle-i Şer’iyye Denilen “Hîle-i Şerriyye“
• Bazı Tasavvuf Erbâbının Şeriatı Basite İndirgemesi
• Şathiye; Şeriatle Bağdaşmayan, İsyanla Dolu Tasavvufî Söz ve Şiirler
• Devlet ve İslâm Devleti
• Hâkimiyet/Egemenlik Kayıtsız Şartsız Allah’ındır
“Sana da, daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere Kitab'ı (Kur'an'ı) gönderdik. Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet; sana gelen hakkı/gerçeği bırakıp da onların hevâlarına/arzularına uyma. (Ey ümmetler!) Herbirinize bir şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (Şeriatler ve yolda sizi deneyip imtihan etmek için (böyle yaptı). Öyleyse hayırda/iyi işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri (n gerçek tarafını) O haber verecektir.“ 1872
(Sana şu tâlimâtı verdik:) Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların hevâlarına/arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmında seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüzçevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zâten fâsıktır/yoldan çıkmışlardır.“ 1873
Şeriat; Anlam ve Mâhiyeti
Şeriat; Sözlükte, insanı bir ırmağa, su içilecek bir kaynağa ulaştıran yol anlamına gelir. Din ıstılâhında ise İlâhî emir ve yasaklar toplamı demektir. Âyet, hadis ve icmâa dayanan İlâhî kanun anlamındadır. Din, dinin amele ilişkin hükümlerinin bütünü için kullanılır. Dinin dışa yansıyan görüntüsü ve dünya ile ilgili hükümlerinin tamamına şeriat denilir. Şerîatla eş anlamlı olan “şer'“ kelimesi yalnız “İslâm şerîatı“ anlamında kullanılırken, şerîat kelimesi diğer kanunlar için de kullanılabilir. “Mûsâ'nın şerîatı“, “Zerdüşt şerîatı“ gibi. Şer' kelimesinin çoğulu kullanılmaz. Şerîat'ın çoğulu “şerâyi'“dir. Şerîat'ın eş anlamlısı olan “Şir'a“ da sözlükte; yol, mezhep, metot, âdet, benzer, tek, suya giden yol, anlamlarına
1872] 5/Mâide, 48
1873] 5/Mâide, 49
- 478 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gelir. Ancak şerîat sözcüğü diğerlerine göre daha çok şöhret kazanmış, bütün emir ve yasakları ve diğer hükümleriyle “İslâm dini“ karşılığında kullanılmıştır. Buna göre, İslâm şerîatı denildiği zaman daima, Allah'ın Hz. Muhammed (s.a.s.) aracılığı ile insanlara gönderdiği İslâm dini ve onun özellikle amele ilişkin hükümleri anlaşılır. Şâri'; Şeriât koyan, teşrî' ise; Şerîat koymak, kanun çıkarmak demektir. Kelimenin terim anlamı Mekke'de inen şu âyette görülür: “Sonra seni bu işte apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy. Hakkı bilmeyenlerin heva ve heveslerine uyma.“1874 Yine Mekke'de inen şu âyette İslâm'ın önceki şerîatların devamı olduğu belirtilir. “Allah dini doğru tutmanız ve onda ayrılığa düşmemeniz hususunda Nuh'a tavsiye ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrahim'e, Mûsâ'ya ve İsa'ya tavsiyede bulunduğumuz dinle ilgili hususları size şerîat olarak koydu.“1875 Yine, aynı sûrede inançtan yoksun olanlara hitâben; “Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği hususlarda kendileri için dinden şerîat koyan ortakları mı var?“1876 buyrulmuştur.
Bu âyetlerden anlaşıldığı gibi şerîat ve eş anlamlısı olan kelimeler Allah'ın insanlar için koyduğu bütün hükümleri kapsamaktadır. Bu hükümleri vazedenin bizzat Allah olması itibarıyla O'na “Şâri-i Hâkim“ veya “Şâri-i Mübîn“ denildiği gibi, aynı isimler Hz. Peygamber için de kullanılır. Çünkü o da bir peygamber olarak, yeni hükümler koymuş veya Kur'an'ın hükümlerini tamamlayıcı esaslar getirmiştir. Bu yüzden Hz. Muhammed de “Şâri“ dir. Ancak O'nun koyduğu hükümler vahyin kontrolü altındadır. O'ndan vahye aykırı bir söz, fiil veya takrir zuhur ederse, Allah bunu düzeltir. Yanlış olan veya değişmesi gereken hükmün yerini vahiy alır. Kur'an'da şöyle buyrulur: “O, kendi arzu ve hevâsından konuşmaz. Onun her konuştuğu, Allah tarafından vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir.“ 1877
İslâm Şerîatı temelde Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas delillerine dayanır (Bunlardan ilk ikisi temel kaynak ve temel delil, diğer ikisi bunlara bağlı tâlî delillerdir). Bir hükmün İslâmî nitelik taşıması bu kaynaklardan birisine dayanmasına bağlıdır. Kur'an, Hz. Peygamber'in 12 yıl Mekke, 10 yıl da Medine dönemi olmak üzere toplam 22 yıl ve birkaç aylık peygamberlik süresinde tamamlanmıştır. “Bugün size dininizi tamamladım. Size olan nimetimi de tamamladım ve sizin için İslâm'ı din olarak seçtim.“ 1878
Bu dinin tamamlanması iki devrede olmuştur. Mekke'de Müslümanların sayısı az ve henüz kendilerini savunacak düzenli bir güce sahip olmadıkları için, bu devrede şerîatın dünyaya ve devlet düzenine ait hükümlerini uygulama imkânı yoktu. Bu yüzden Mekke'de inen sûrelerde daha çok inanç, ibâdet, ahlâk ve fazîlet konuları yer almış ve geçmiş milletlere ait ibret verici kıssalar anlatılmıştır. Medine döneminde ise artık evlilik, boşanma, nafaka, miras, ticaret, tarım, cihad, ceza hukuku müeyyideleri gibi devlet düzeni içinde yaşayan bir toplum için gerekli olacak bütün şer'î hükümler gelmiştir. Bunların bir bölümü Kur'an'da, daha geniş bölümü de hadislerde yer almıştır. Artık Müslümanların Şer'i hükümlerin uygulanmasını gerektiğinde zor kullanarak sağlayabilecek bir güce kavuştukları, Bedir, Uhud, Hendek gazveleri gibi düşmanla yapılan savaşlarda kendilerini savunabildikleri, ya da düşmanı yenilgiye uğrattıkları görülür. Böylece şer'î
1874] 45/Câsiye, 18
1875] 42/Şûrâ, 13
1876] 42/Şûrâ, 21
1877] 53/Necm, 3, 4
1878] 5/Mâide, 3
ŞERİAT
- 479 -
hükümler ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal bir sistem olarak bir bütünlük içinde uygulanmaya başlanmıştır. Bu arada ekonomik alanda faiz, karaborsacılık, aldatmaya dayalı fâhiş kâr yasaklanırken mufâvaza, inan, mudârabe, vücuh ve sanâyi şirketi gibi “kâr ortaklıkları“ yoluyla sermaye piyasası düzenlemeleri getirilmiştir. Altın, gümüş gibi ölçü ya da tartı ile satılan standart malların kendi cinsleriyle eşit ve peşin, farklı cinsle peşin olarak mübadele edilmesi prensibinin getirilmesi, özellikle altın ve gümüş paranın enflasyona karşı satın alma gücünü korumasını sağlamıştır. Çünkü faiz yasağı altın ve gümüş çeşidini kendi içinde ağırlık olarak (veznen) birbirine eşitlemiştir. Yani 10 gr. 22 ayar altın bilezik ile 100 gr. 22 ayar altın para satın alma gücü bakımından eş değer sayılmıştır. Bütün altın ve gümüş stoklarını eşitleyen bu prensip sağlam bir para anlayışını ortaya çıkarmıştır.
İslâm'ın amele yönelik esaslarını kapsayan şerîat hükümlerini klâsik fıkıh kaynakları üç ana bölüm içinde incelemiştir. İbâdetler, muâmeleler ve cezâ hukuku.
1- İbâdetler: İbâdet genel anlamda Allah'ın hoşnut ve razı olduğu her çeşit ameli kapsamına alır. Özel anlamda ise, âyet ve hadislerde özel şekil ve şartları belirlenen ibâdetler kastedilir. Namaz, oruç, hac, zekât, cihat ve kurban ibâdete örnek verilebilir. İbâdetler Müslüman'ın ruh ve mana zenginliği kazanarak olgunlaşmasını sağlar. Namaz mü'minin miracı, gönüllerin sevinci, rükû ve secdeleriyle kulluğun görüntüsüdür. Oruç, bedeni ve ruhu açlıkta eğitme, nefsi sabra alıştırma, yoksulun halini anlama, yasaklara uyma melekesi kazanma eğitimidir.
Hac, varlıklı mü'minlerin yeryüzünden her yıl tek kutsal bölgede toplanarak ırk, renk, dil, soy, devlet, ülke, belde farklarını kaldırarak bütün mü'minleri tek safta ve aynı çizgide birleştiren kökenleri ilk peygambere kadar uzanan Hz. İbrahim ve oğlu İsmail'le sembolleşen büyük bir ibâdettir. Zekât da zenginle yoksul arasında köprü vazifesi gören önemli bir sosyal güvenlik müessesesidir. Bir İslâm ülkesinde zenginlik sınırları içinde bulunan Müslümanların altın, gümüş, nakit para, döviz ve ticaret mallarının % 2,5'u hayvancılık sektörünün zekâtı, tarım ürünlerinden alınacak onda bir veya sulama yapılan yerden yirmide bir, madenlerden beşte bir oranında alınacak zekât yoksul kesimin mesken problemi dâhil bütün ekonomik sıkıntılarını çözecek güçtedir.
2- Muâmeleler: insanlar arasında medenî, ticarî, ekonomik ve sosyal bütün ilişkileri, insanların devletle ve devletlerin de birbirleriyle münasebetleri bu bölümde yer alır. İslâm doğumdan ölüme kadar evlenme, boşanma, nafaka, velâyet, vekâlet, vesâyet, miras, nafaka, alış-veriş gibi toplum hayatının gereği olan tüm medenî muâmelelere ait hükümler getirmiştir. Hatta sofra âdâbından tuvalet âdâbına, komşuluk âdâbından, komşu ülkelerle yapılacak savaş ve barış hükümlerine kadar her alanla ilgili düzenlemeler yapmıştır. Avrupa ülkelerinin devletler hukuku alanında çok gerilerde olduğu bir dönemde âyet ve hadislerde bu konuda yer alan önemli savaş-barış ve ikili ilişkilerle ilgili hükümler burada zikredilebilir.
3- Ceza hukuku: Bir İslâm ülkesinde İslâm emir ve yasaklara uymayan ve toplum düzenini bozmaya çalışanlara karşı bedenî, mâlî veya caydırıcı birtakım ceza hükümleri getirilmiştir. Kısas, recm, celde, kazf, hapis, diyet, erş, hükümetü'l-adl gibi cezalar bunlar arasında sayılabilir.
- 480 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm Şeratının Kaynakları: Şerîat hükümleri Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyastan başka fer'î deliller adı verilen istihsan, maslahat, örf, önceki şeratler, sahâbe kavli, istishab gibi delillere dayanılarak müctehitlerce bir sistem halinde açıklanmıştır. Ebû Hanîfe (ö. 150/767), Şâfiî (ö. 204/819), Mâlik b. Enes (ö.179/795) ve Ahmed b. Hanbel’in (ö. 241/855) temsil ettiği fıkıh ekolleri şer'î hükümleri bir bütünlük içinde sistemleştirdiler. Ana prensipler ortak olmakla birlikte ayrıntılarda farklı yaklaşım, tefsir ve teviller İslâm hukukuna esneklik kazandırdı. Böylece çeşitli ülke, yöre ve kültür yapısı içinde yaşayan mü'minler bu esnekliklerden yararlanarak tercih ettikleri yönde İslâm'ı yaşama ve uygulama imkânı buldular. Ayrıntıdaki bu yorum zenginliği İslâm'ın her asra intibakında da önemli rol oynadı. II. yüzyıldan itibaren bu mezhep oluşumları yaşanırken Ca'feriye-İmamiye ekolü de gerek akîde ve gerekse şer'î hükümlerin bazısını yorumlamada çoğunluktan ayrıldı. Ehl-i beyt dışındaki râviler aracılığı ile gelen tüm hadislere karşı itimatsızlığını ortaya koydu. Böylece “ehl-i sünnet“ adı verilen çoğunluk tarafı ile “şîa“ denilen bu ekol arasında hadis delili farklı kapsam kazandı. Bir imama inanıp bağlanmayı inanç esası haline getiren şîa, kendine özgü farklı bir İslâm toplumu oluşturdu. Ehl-i sünnet tarafıyla delillerin tartışılmasına, müzâkere ve münakaşasına girmedikleri için de çoğu zaman gizli, kapalı devre ve tek yanlı kaynaklara dayalı akide ve fıkıh ekolü oluşturdular. Bu arada ehl-i sünnetin mensuh saydığı “mut'a nikâhı“ gibi hükümleri meşrû sayarken, içlerinden “gulât-ı şîa“ denilen aşırıları Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman (r. anhum) gibi en önde gelen sahâbe büyüklerine sövecek derecede ehl-i sünnete karşı bir muhalefet içindedirler.
Şeriat hükümlerinin dayandığı aslî ve tal delillerin bilimsel münakaşası yapılarak, İslâm dünyasındaki yorum farkından kaynaklanan görüş ayrılıkları giderilebilir. Çünkü Kur'an, İslâm toplumuna en sağlam yolu gösterir, yüce Allah âyet ve hadisleri ihlâsla ve iyi niyetle yorumlamaya çalışanların idrak, anlayış ve ufuklarını açar. Vahiy ve sünnete bozguncu ve kötü te'vl amacıyla yaklaşanları da saptırır, ufuklarını daraltır. 1879
'Şeriat', Arapça'da 'şeraa' fiilinden türemiş bir masdardır. 'Şeraa', sözlükte; yol açtı, yolu açık ve dümdüz yaptı mânâsına gelir. Bu fiilin masdarı 'şer'a', açık ve dümdüz yola verilin isimdir. Bu masdar, 'şer'a' şeklinde söylendiği gibi, 'şir'a, şeri'a veya şeriat' şeklinde de söylenebilir.
'Şeriat'; insanı bir ırmağa veya bir su kaynağına götüren yol demektir. Kısaca şeriat sözlükte; açık ve düzgün yol anlamına gelmektedir. İslâm, bu kelimeyi bir kavram haline getirerek ona sözlük anlamına bağlı olarak yepyeni bir mânâ kazandırmıştır. Şeriat, İslâm'ın diğer adı olarak kullanılmaktadır. Bunu şu şekilde özetlemek mümkündür: insanın en sonunda kanmak, mutluluğa erişmek ve susuzluğunu gidermek için günlük hayatının her ânında izlemesi gereken yol demektir. İnsan, bu İlâhî yola girerse, bu yolun getirdiği ilkeleri izlerse su kaynağına ulaşır. Böylece susuzluğunu giderir, suya kanar ve mutluluğa kavuşur.
Şeriat kelimesinin eş anlamlısı 'şir'a' da sözlükte; yol, metot, âdet, mezhep, suya giden yol anlamlarına gelmektedir. Şeriat kelimesi diğer eş anlamlılara göre daha fazla meşhur olmuş ve daha geniş bir kullanım alanına ulaşmıştır. Şeriat, bütün emir ve yasakları, bütün hükümleri ve yasaları içerisine alacak şekilde
1879] bk. el-İsrâ', 17/9; el-Kasas, 28/56; Al İmrân, 3/7, 8; el-A'râf, 7/146; Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 29-30
ŞERİAT
- 481 -
İslâm Dini karşılığında kullanılmaktadır. Buna göre İslâm şeriatı denildiği zaman, Hz. Muhammed (s.a.s.) ile gönderilen din ve onun hükümleri akla gelir. Şeriat kelimesinin çoğulu 'şerâyi' 'dir.
Şeriat hükümlerini gönderene ve ortaya koyana; 'şâri' ', şeriat koymaya da 'teşrî' ' denir. Türkçe'de günlük konuşmalarda kullanılan 'meşrû' kelimesi, şeriata, kanuna ve olması gerekene uygun olan demektir. Bugünkü Arapça'da büyük caddelere 'şâria' denilmektedir. Bu bağlamda bütün insan topluluklarının sahip olduğu kurallara ve uydukları kanunlara sözcük anlamıyla 'şeriat' demek mümkündür. Çünkü şeriat kelimesi, tâkip edilen yoldur, üzerinde yürünülen caddedir, uyulan kurallar bütünüdür. İnsanı bir su kaynağına ulaştıran yoldur, metottur, hukuktur.
'Şeriat', bir anlamda kanun, kural veya prensip demektir. Batılılar bunu 'the right-hukuk' kavramı ile karşılarlar. Kanun ve kurallar bir taraftan hakların sahiplerine ulaşmasını ve düzeni sağlarken, bir taraftan da insan ve toplumun mutluluk yoluna girmesine sebep olurlar. Bu bakımdan diyebiliriz ki, tarihte bütün insan toplulukları bir şeriata sahip olmuşlardır. Şeriatsız bir toplum; kaos toplumudur, düzensizlik ve zulüm toplumudur. Güçlülerin ve zorbaların hükmünün geçtiği toplumdur. Bugün kanun hâkimiyetinin olduğu bütün ülkeler, anayasası olan bütün topluluklar, şeriata sahip topluluklardır. Bu şeriatların insan aklına dayalı olup olmaması önemli değildir. Çünkü şeriat, bir anlamda kanun demektir, kanunsuz toplum, kargaşa toplumudur. En geniş anlamıyla ve kavramsal karşılığıyla 'şeriat yanlıştır, kötüdür' demek, “bir toplumun sahip olduğu kanunlar bütünü kötüdür, anayasal düzen iyi değildir; kargaşa, anarşi, kanunsuzluk daha iyidir“ demektir.
Kavram Olarak Şeriat: Türkçe'de 'şeriat' deyince sözlük anlamına ve genel olarak kullanılan mânâsına bakılmaksızın, yalnızca İslâm'ın toplum ve devlet düzeni için getirdiği kurallar akla getirilmektedir. Kimileri de bu kelime ile yalnızca İslâm ceza hukuk sistemini kasdetmektedir. Meseleye bilimsel bir açıdan bakılmadığı için de bu kavram, pek çok kesim tarafından eksik ve yanlış tanınmaktadır. Kimileri de bu kelimeyi kendi bakışıyla değerlendiriyorlar, ona olumsuz bir anlam yükleyip bununla Allah'ın aziz dini İslâm'ı tartışma zeminine çekmek istiyorlar.
Bazı kimseler kendilerine göre bir 'şeriat' tanımı yapıyorlar, sonra da kendi uydurdukları tanıma göre İslâm'a karşı olumsuz tavır alıyorlar. Hatta müslüman olduğunu iddia eden pek çokları da bu yanlış bilgilenme yüzünden Allah'ın dini İslâm'ı yanlış anlıyorlar, yanlış tanıyorlar, bilmeden kendi değerlerine, içinde yaşadıkları toplumun değerlerine karşı çıkıyorlar. Kavram kargaşası meydana getirip kafaları karıştırıyorlar.
Günümüzde (özellikle Türkiye'de) 'şeriat' kelimesi maalesef en yanlış tanınan, üzerinde çok fazla gürültü yapılan kavramlardan biridir. Kavramların yerli yerine oturmaması ve özellikle bazı çevrelerin resmî imkânları kullanarak meydana getirdikleri olumsuz hava yüzünden sapla saman birbirine karışmaktadır. Kötü niyetli bozguncuların ve kendi ideolojilerini topluma bir dünya görüşü, bir yaşama biçimi olarak dayatıp saltanat sürmek isteyenlerin yanlış görüşlerini bir tarafa bırakıp olaya bilimsel açıdan bakmak gerekir. Bilinmelidir ki, bir kavram kendi bağlamında kendi âit olduğu sistemde bir anlam kazanır. O kavramı alanından
- 482 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve âit olduğu yerden koparır, içerisini kendiniz doldurmaya kalkarsanız; o kavramla ifade edilen şeyi insanlara arzu edildiği gibi sunmanız mümkün değildir.
Terim (kavram) kelimesinin 'ıstılâh' sözcüğü ile karşılandığını hatırlayalım. Istılâh; bir topluluğun belli bir şey, bir kelimenin anlamı üzerinde söz birliği etmesi, sözün kullanılışı üzerindeki ihtilâfın giderilmesi demektir. Böyle olunca, bazıları ne derse desin, kavramlara ilgili ilim çevrelerinin, o ilme âit ölçülerin getirdiği tanım önemlidir. 'Şeriat', Arapça kökenli bir kelimedir ve İslâm geldikten sonra, sözlük anlamını aşarak kavram-terim halini almıştır. Öyleyse, onun ne olduğunu anlamak için onun köküne, sözlük anlamına, kullanılış sahasına, neler hakkında kullanıldığına bakmak gerekir.
Şunu da vurgulamak gerekiyor ki, bu kavramın bu denli yanlış tanıtılması; İslâm'a karşı olan, onun bir hayat sistemi olarak yaşanmasını istemeyen bir zihniyetin çabasıdır. İslâm'a doğrudan karşı olduklarını söyleyemeyenler bu kavrama verdikleri olumsuz anlamın gölgesine sığınıyorlar. Onu kötü, eksik, çağdışı gösterip kitleleri İslâm'ın getirdiği ölçülerden uzaklaştırmaya, ya da İslâm'ın ahlâk ilkelerinden uzak durmalarını sağlamaya çalışıyorlar.
Kur'an'daki Kullanımı: Önce bu kelimenin Kur'an'da nasıl kullanıldığına bir göz atalım: Kur'an, insanlar için bir 'şeriat' ve bir 'minhâc' var edildiğini haber vermektedir: “Sana da (ey Muhammed!) önündeki kitap(lar)dan olanı doğrulayıcı ve ona bir şâhit-gözetleyici olarak Kitab'ı (Kur'an'ı) indirdik. Öyleyse, aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların hevâ (istek ve tutku)larına uyma. Sizden herbiriniz için bir şeriat ve bir minhâc (yol-yöntem) kıldık. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı; ancak (bu), size verdikleriyle sizi denemesi içindir. Artık, hayırlarda yarışınız...“ 1880
Görüldüğü gibi, Rabbimiz, insanların uyması gereken kaynağı haber veriyor. Onlar, yani gönderilen Kitab'a iman edenler; Allah'tan gelen hükümlere uyacaklar, inanmayanların kendi arzu ve kafalarından uydurdukları hükümleri, kuralları bir tarafa atacaklardır. Çünkü Allah (c.c.) onlara, kendilerini doğru yola ve mutluluğa götürecek, onların her devirdeki sorunlarını çözecek şeriatları (yolları, hükümleri) ve yöntemleri, çıkış yollarını göstermiştir.
Bu âyetin iki şeye işaret ettiği belirtilmiştir: Birincisi, her insana verilen yol (kabiliyet ve yöntem) ki, bununla insan kendine faydalı olanı araştırır ve dünya işlerini yapabilir. İkincisi ise, gönderilen dinden şeriat kısmının açıkça bildirilmesidir. Âlemlerin Rabbi, yarattığı insana hem dünya hayatını nasıl yaşayacağının kabiliyetini, hem de uyacağı şer'î kuralları, toplumsal ve kişisel düzeni sağlayacak hükümleri göndermiştir. Kimilerine göre bu âyette geçen 'şeriat' kelimesi Kur'an ile bildirilen şeylere, 'minhâc' ise Peygamberimizin sünnetiyle ortaya konulan dinî hükümlere işaret etmektedir. 1881
Dinin Eşanlamlısı Olarak Şeriat: İslâm tarihi boyunca 'şeriat' kelimesi, 'Din'in eş anlamlısı olarak anlaşılmıştır. Birçok kaynakta Din ile şeriatın aynı mânâda kullanıldığını görmekteyiz. Ancak, Kur'an bu iki kelimeyi ayrı anlamlarda kullanmaktadır. Sözgelimi, Dinden kaynaklanan bir şeriat'tan söz etmektedir. “Allah, dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin' diye Din'den Nûh'a vasiyet ettiğini
1880] 5/Mâide, 48
1881] Râgıb el-Isfehânî, el-Müfredât, s. 379
ŞERİAT
- 483 -
ve sana vahyettiğimizi, İbrâhim'e, Mûsâ'ya ve İsa'ya da vasiyet ettiğimizi sizin için de teşrî' etti (şeriat yaptı). Senin kendilerini çağırmakta olduğun şey, müşrikler üzerine ağır geldi. Allah dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni hidâyete eriştirir.“ 1882
Din'in Bölümleri: Burada kastedilen 'teşrî' kılma' meselesi şüphesiz ki Din'in ahkâm bölümüdür. Kişi ve toplum hayatını düzenleyen kurallardır. Bu bakımdan şeriat, daha doğrusu İslâm şeriatı denildiği zaman akla, İslâm'ın miras, medenî ve idare hukuku; idari ve toplumsal kuralları, cezaları, emirleri, yasakları, ibâdet ve ahlâk hükümlerini içine alan bölümü akla gelmektedir. Bunu şöyle ifade etmek mümkündür: İslâm iki ana bölümden meydana gelmektedir: a- Akaid, yani inanç esasları, tevhid ilkeleri, b- Şeriat, fertle ve toplumla ilgili bütün sosyal, ekonomik, hukukî, ahlâkî ve ibâdet hükümleri.
İslâm bütün unsurları ve bölümleriyle bir bütündür. İnanç esaslarını ahlâkla ilgili kurallardan, ibâdetle ilgili hükümlerini fert ve aile hayatını düzenleyen kurallardan ayırmak mümkün değildir. İnanç ilkeleri ile ibâdeti düzenleyen kurallardan ayırmak mümkün değildir. İnanç ilkeleri ile ibâdeti düzenleyen İlâhî emirler arasında fark yoktur. Mü'minlere Allah için kulluk yapmayı emreden İslâm, kulluğun sınırını her alanda Allah'ın ölçüleriyle hareket etme noktasına kadar uzatmaktadır. Onlara namazı emreden din, ahlâklı olmayı da, ticarette dürüst olmayı; helâl yollardan para kazanmayı da emretmektedir.
Şeriat Kavramı ve Bazı Yanlış Değerlendirmeler: Modern sistemler, 'din özgürlüğü' derken din'in iman, ibâdet ve ahlâkının fert vicdanında yaşatılmasını ve toplumlarda dinî ilkelerin bir kültür olarak kalmasını kasdetmektedirler. Onlar bu anlayışlarıyla Kitab'ın bir kısmını alıp bir kısmını terkettiklerini ortaya koyarlar.1883 Bu düşünce biçimine sahip olanlar, Din'in ancak kendi sosyal statülerini destekleyecek, konumlarına zarar vermeyecek kısmına râzı olurlar. Onların yanında Din, hayata yön veren bir inanç değil, bir vicdanî kanaat veya bir kültürel değerdir. Böyleleri, Din'in kendilerinin ve toplumun hayatına yön vermesini ve bütünüyle etkin olmasını istemezler. 1884
Bu düşünce biçimine sahip olanlar, Allah'ın gönderdiği Din'i ve O'nun emirleri ve tavsiyelerini kendi toplum modellerine aykırı gördükleri için beğenmezler. Kendileri, insanlar ve toplumlar için, Allah'ın gönderdiği temel inançlardan farklı olacak şekilde hüküm koyarlar, yani şeriatlar oluştururlar. Allah (c.c.) böyleleri hakkında bakınız ne buyuruyor: “Yoksa oların birtakım ortakları mı var ki, Allah'ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine şeriat kıldılar? Eğer 'fasıl-karar' kelimesi olmasaydı, elbette aralarında hüküm hemen verilirdi. Gerçekten zâlimler için acıklı bir azap vardır.“ 1885
Allah'ın vahy ile gönderdiği Din'in iman ilkeleri Allah'ın hükmü olduğu gibi; namaz, oruç, zekât, iyilik etme, sadaka verme ve benzeri ibâdetler; aynı zamanda, 'şöyle evlenin, mirasınızı şöyle pay edin, şu suçlara ceza verin, insanlarla şöyle ilişki kurun, Allah'tan şöyle korkun, adâleti yerine getirin' gibi emirler de Allah'ın hükümleridir. Bunların arasında ibâdet (kulluk) olarak fark yoktur. Rabbimiz tarih boyunca insanlara tek bir Din'i, İslâm'ı göndermiştir. Bu dinin temel
1882] 42/Şûrâ, 13
1883] 2/Bakara, 85
1884] 22/Hacc, 11
1885] 42/Şûrâ, 21
- 484 -
KUR’AN KAVRAMLARI
inanç esasları değişmemiş, hep aynı kalmıştır.
Ancak bu Din'in dünya işleriyle ilgili, ferdî, âilevî, sosyal, hukukî ve idârî konulardaki hükümleri, yani şeriatları zamanlara ve toplumlara göre değişiklik göstermiştir. Esasen bu İlâhî şeriatın temel prensipleri de değişmemiştir. Ancak ikinci derecede önemli olan birtakım ibâdet, muâmelât (ilişkiler), sorumluluk ve cezalar tarihin akışı içerisinde az da olsa değişikliğe uğramıştır. Bu değişikliğin amacı, Din'in özünün farklı olması değil, farklı coğrafya ve şartlarda yaşayan insanların müslümanlığının daha iyi olmasını sağlamak, onların sorunlarını daha kolay çözmek içindir.
İlk peygamberden son peygambere kadar bütün peygamberler bir şeriatla sorumlu tutulmuşlardır. Bir sonra gelen elçi, ya bir önceki peygamberin tebliğ ettiği şeriattan sorumlu oluyor, ya da bazı küçük değişikliklerle yeni bir şeriatı tebliğ ediyordu. İslâm şeriatı, öz açısından aynı kalmış ve Hz. Muhammed’le (s.a.s.) tamamlanmış, son şeklini almıştır.
Rabbimiz Peygamberimize bu şeriatın verildiğini söyledikten sonra ona uymaya dâvet ediyor: “Sonra seni de bu emirden (bu işten) bir 'şeriat' üzerinde kıldık; öyleyse sen ona (o şeriata) uy ve bilmeyenlerin hevâ (istek ve tutku)larına uyma. Çünkü onlar, Allah'tan gelecek hiçbir şeye karşı kesin olarak seni bağımsız kılamazlar. Hiç şüphesiz zâlimler, birbirinin velîsidirler. Allah ise, muttakîlerin velîsidir.“1886 Böylece Hz. Muhammed’in (s.a.s.) tebliğ ettiği İlâhî şeriat, kendin önceki bütün şeriatları yürürlükten kaldırılmıştır. Artık kıyâmete kadar bütün inananlar bu İslâmî şeriata uymak durumundadırlar.
İslâm Şeriatının Özellikleri: Bu arada şunu da söylemekte fayda var: İslâmî şeriatlar genellikle bir peygamberin adına nisbet edilirler. Yani Nûh şeriatı, Mûsâ şeriatı, İsa şeriatı, Muhammad (s.a.s.) şeriatı denilebilir. Çünkü peygamberler tebliğ ettikleri Din'in, aynı zamanda kendi ümmetlerine âit şerit hükümlerini de tebliğ ediyorlar ve uyguluyorlardı.
İslâm şeriatı, Kur'an'a ve Peygamberimizin sünnetine dayanır ve bu esaslar değişmez. Şeriat hükümleri genel hatlarıyla bu iki kaynakta bulunmaktadır. Ancak, bu iki kaynakta bulunmayan birçok sorunun cevabı icmâ ve kıyas, yani ictihad ile her zaman bulunabilir. Bu da İslâm fıkhıdır ve ihtiyaca göre değişebilir. Bütün toplumların sorunları Kur'an'a ve Sünnet'teki temel prensiplere uygun olarak her devirde ve her coğrafyada çözülebilir. Unutmamak gerekir ki, hakkında kesin delil (nass) olan hükümler, zaman ve şartlara göre değişmez. Bunun dışında kalan hükümler, yerine ve toplumun faydasına göre değişebilir, yeni çözüm yolları bulunabilir. İslâm şeriatı, İslâm'ın ahkâmı olduğu için iman edenlerin nasıl ibâdet edeceklerini düzenler, onların toplum düzenini korur, hakları sahibine verir, 'nasıl bir insan, nasıl bir toplum?' sorularının cevabını karşılar.
İslâm şeriatının şu özellikleri vardır:
1- İslâm şeriatı, kurallarının Allah'ın koyduğu bir şeriattır.
2- Bütün insanların yararını gözetir, belli bir grubun ve belli bir toplumun değil.
1886] 45/Câsiye, 18-19
ŞERİAT
- 485 -
3- İnsanın yaratılışına uygundur, zorlamacı değildir.
4- Kıyâmete kadar geçerli olacaktır, çünkü Kur'an ayakta kalacaktır.
5- İnsanla ilgili her şeyi içerisine almaktadır.
6- Maddî ve mânevî yaptırımları aynı anda uygular.
7- Kur'an'a dayanmak şartıyla, ictihad sâyesinde her devirde, her yerde uygulanabilecek bir hayat sistemini sunmaktadır. 1887
Şer'î Hüküm
Şeriata ait amelî prensip, hakkında âyet, hadis veya icmâ bulunan veya temelde bu delillere dayanan ve İslâm'ın pratik yönünü oluşturan prensipler. Allah ve Rasûlünün emir, yasak, muhayyer bırakma veya bir kimsenin fiiline ilişkin iki şeyi birbirine bağlama özelliklerini taşıyan prensiplere “şer'î hüküm“ denir. Şer'î hükümler teklifi ve vaz'î hükümler olmak üzere ikiye ayrılırlar.
1- Teklifî hüküm: Şer'î hükümleri koyan Allah ve Rasûlünün mükellef olan Müslüman'dan bir fiili yapmasını veya yapmamasını istemesi yahut onu yapıp yapmama arasında serbest bırakmasıdır. Şâri'in, fiilin yapılmasını istemesi kesin ve bağlayıcı tarzda ise buna “farz“, kesin ve bağlayıcı tarzda değilse buna “mendub“ denir. Diğer yandan Hanefîlere göre, delil kesin olmakla birlikte hükme delâleti zannî olursa hüküm “vâcib“ derecesinde kalır. Kurban kesmek, vitir namazı gibi.
Şâri'in fiilin yapılmamasını istemesi kesin ve bağlayıcı tarzda ise buna “haram“, kesin ve bağlayıcı tarzda değilse buna da “mekruh“ denir. Şâri'in, mükellefi fiilin yapılıp yapılmaması arasında serbest bıraktığı fiile ise “mubah“ denir.
Buna göre, teklif hükümler farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh ve müfsid (ibâdeti veya akdi bozan) hüküm olmak üzere çeşitli kısımlara ayrılmıştır. Bu duruma göre teklif hüküm bir işin yapılmasını veya yapılmamasını istemeyi yahut da iki seçenek arasında serbest bırakılmayı kapsamaktadır. Namaz kılmak, zekât vermek ve hacca gitmek yapılması istenen hükme örnek verilebilir. İçki ve kumar yasağı, yapılmaması istenilene örnek teşkil eder. Yiyip içme ve meşrû olarak gezinme de yükümlünün serbest bırakıldığı hususlardandır.
2- Vaz'î hüküm: Allah ve Rasûlünün bir şeyi başka bir şey için sebep, şart veya mani kılmasıdır. Teklif hükümler asıl temel hüküm olup, vaz'î hükümler bunların uygulanması sırasında ortaya çıkar. Meselâ Allah Teâlâ “Namaz kılın, zekât verin.“1888 buyurarak bunu mü'minlere farz kılmıştır. İşte bunların ifasının istenmesi “teklîfî“ bir hükümdür. Ancak namazın farz olması için aranan birtakım şartlar yanında, vaktinin girmesi de gereklidir. İşte namaz vaktinin girmesi, onun farz oluşuna bir “sebep“ teşkil eder. Zekâtta nisap miktarı malın üzerinden bir yıl geçmesi de zekâtın farz olmasının sebebidir.
Yine, Ramazan orucunun farz olması için, bu ayın girmesi, yani ramazan hilâlinin görülmesi, orucun farz kılınışına sebep teşkil eder. Hadiste; “Hilâli
1887] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, Beyan Y. s. 624-629
1888] 2/Bakara, 43
- 486 -
KUR’AN KAVRAMLARI
görünce orucu tutun, yine onu görünce oruca son verin“ denilmiştir. 1889
Şart'a örnek olarak, namaz için abdesti, mirasçılık için, mûris öldüğü tarihte vârisin hayatta olmasını, namazın geçerli olması için kıbleye dönülmesini ve nikâhın sahih olması için de şahitlerin bulunmasını zikredebiliriz.
Mâni için de “öldürme“ ve “dinden dönme“yi örnek verebiliriz. Bir kimse Kur'an'da belirlenen hısımlarına mirasçı olabilir. Fakat bu hısımlardan birisini öldürdüğü takdirde, öldürdüğü bu kişiye mirasçı olamaz. Böylece normalde uygulanması gereken bir hüküm, ortaya çıkan “öldürme“ engeli dolayısıyla uygulanmamaktadır. Hadiste, “Öldüren için miras hakkı yoktur“ buyrulur.1890 Yine dinden dönen kimse de Müslüman olan hısmına mirasçı olamaz. Burada normal şartlarda mirasçı olması mümkün iken, ortaya çıkan “dinden dönme“ engeli yüzünden miras alamamaktadır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Müslüman gayri müslime mirasçı olamaz.“1891 “Ayrı dinden olanlar birbirine mirasçı olamaz.“ 1892
Teklîfi hüküm ile vaz'î hüküm bazen bir tek nass'ta birleşebilir. Meselâ, “Hırsızlık yapan erkekle, hırsızlık yapan kadının yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesin.“1893 âyetinde hem hırsızlık suçunun cezası olan ve teklîfi nitelikte bulunan el kesme hükmü, hem de hırsızlık fiilinin bu cezanın sebebi kılınması yani vaz'î hüküm yer almıştır.
Yine; “İhramdan çıkınca avlanabilirsiniz.“1894 âyetinde, hem ihramdan çıktıktan sonra avlanmanın mubahlığı (teklîfi hüküm), hem de ihramdan çıkmanın avlanmanın mubah sayılmasına sebep kılındığı birlikte yer almıştır. Şu âyetlerde ise sadece teklîfi hüküm yer almış, sebep, şart veya mânî zikredilmemiştir: “Namazı kılın, zekâtı verin.“1895; “Ey iman edenler, akitleri yerine getiriniz.“1896 Şu hadiste ise yalnız vaz'î hüküm olan sebebin yer aldığı görülür: “Allah temizlik olmaksızın namazı kabul etmez.“ 1897
Kur'ân-ı Kerim'de Şeriat Kavramı
Yol açmak ve düz yol anlamına gelen şeriat ve şir' kelimesi, daha sonra İlâhî yol anlamında kullanılır olmuştur. Ş-r-a kökünden gelen kelimeler, toplam 5 âyette geçer: 5/Mâide, 48; 7/A'râf, 163; 42/Şûrâ, 13, 21; 45/Câsiye, 18. Râgıb el-Isfehânî, Şeriatla ilgili 5/Mâide, 48. âyette iki şeye işâret olduğunu belirtir:
1) insanların yararı ve ülkenin bayındırlığı konusunda Allah'ın her insana izleyeceği yolu belirlemesi. Buna şu âyetle işâret edilir: “... Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık...“ 1898
2) (Önceki peygamberlerle ilgili) Şeriatlerin değiştiği ve neshin (yürürlükten
1889] Buhârî, Savm 11; Muslim, Sıyâm 4, 18
1890] İbn Mâce, Diyât 14
1891] Buhârî, Ferâiz 26; Müslim, Ferâiz 1
1892] Tirmizî, Ferâiz 16; Ahmed bin Hanbel, II/187, 190
1893] el-Mâide, 5/38
1894] 5/Mâide, 2
1895] 2/Bakara, 43
1896] 5/Mâide, 1
1897] Nesaî, Zekât 48; İbn Mâce, Tahâret 2; Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 32-33
1898] 43/Zuhruf, 32
ŞERİAT
- 487 -
kaldırmanın) sözkonusu olduğu, Allah'ın bahşettiği/belirlediği ve gönüllüce izlemesini emrettiği dinî hükümler. Şu âyet de bunu gösterir: “Seni de din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Ona uy. Bilmeyenlerin hevâlarına/heveslerine uyma.“ 1899
42/Şûrâ, 13 ve 21.âyetlerde geçen şeriat (“şerea“ fiili) için Râgıb, şöyle der: Bu âyetler, bütün dinlerin/milletlerin birleştiği ve nesih sözkonusu olmayan usûle işâret eder; Allah'ı tanımak (iman etmek) gibi.1900 Bütün dinlerin ortak inanç temeli, Allah'ı tek tanrı edinmektir.
“Şeriat“ kelimesi ise bir âyette geçer: “Seni de din konusunda şeriat (alâ şerîatin mine'l-emr) sahibi kıldık. Ona uy. Bilmeyenlerin hevâlarına/heveslerine uyma.“1901 Şeriat, İslâmî kaynaklarda, iki mânâda kullanılmıştır:
1) Din ve millet kelimeleri gibi, bir bakış açısından İslâm'ı (din) ifâde etmek için kullanılır. Bu anlamda din, İslâm, şeriat, millet aynı mâhiyetin farklı isimleridir.
2) Dinin ibâdet ve hayat düzeni (muâmelât) ile ilgili kısmını ifâde için kullanılır. Bu mânâda şeriat, İslâm'ın bütünü değil, bir parçasıdır. 1902
Yukarıdaki ikinci anlamıyla şeriat, Kur'an hükümlerini, sünneti ve tarih boyunca geliştiği biçimiyle ve çeşitliliği içinde fıkıh denilen İslâm hukukunu içerecek şekilde genişletilmiştir. Bu anlamda şeriat, Kur'an'da açıklanan ve hadislerde geçen hukukî kurallar, daha sonra tefsirler, şerhler, görüşler, ictihadlar, fetvâlar ve yargı kuralları için kullanılmaya başlanarak, şeriat denince fıkıh anlaşılır olmuştur. 1903
“Sana da, daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere Kitab'ı (Kur'an'ı) gönderdik. Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet; sana gelen hakkı/gerçeği bırakıp da onların hevâlarına/arzularına uyma. (Ey ümmetler!) Herbirinize bir şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (Şeriatler ve yolda sizi deneyip imtihan etmek için (böyle yaptı). Öyleyse hayırda/iyi işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri (n gerçek tarafını) O haber verecektir.“ 1904
(Sana şu tâlimâtı verdik:) Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların hevâlarına/arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmında seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüzçevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zâten fâsıktır/yoldan çıkmışlardır.“ 1905
“O size, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettigimizi, İbrâhim'e, Mûsâ'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi sizin için şeriat (hukuk düzeni) yaptı. Fakat kendilerini çağırdığın bu nizam, Allah'a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.“ 1906
1899] 45/Câsiye, 18; Râğıb el-Isfehânî, el-Müfredât, s. 379
1900] el-Müfredât, s. 379
1901] 45/Câsiye, 18
1902] Hayreddin Karaman, Laik Düzende Dini Yaşamak, s. 134
1903] Vecdi Akyüz, Kur'an'da Siyasî Kavramlar, s. 419-421
1904] 5/Mâide, 48
1905] 5/Mâide, 49
1906] 42/Şûrâ, 13
- 488 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri dinden kendilerine şeriat yapan (kanun koyan, Allah'a eş koştukları) ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.“ 1907
“Sonra seni de emrimizden bir şeriat üzerine kıldık. Sen ona uy ve bilmeyenlerin hevâlarına/istek ve tutkularına uyma.“ 1908
“Biz, her ümmete, uygulamakta oldukları bir ibâdet tarzı (mensek) gösterdik. Öyle ise onlar (ehl-i kitap) bu işte seninle çekişmesinler. Sen, Rabbine dâvet et. Zira sen, hakikaten dosdoğru bir yoldasın.“ 1909
“İnsanlar (aslında) bir tek ümmet (millet) idi. Bu durumda iken Allah, müjde verici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren Kitapları da indirdi...“ 1910
“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine (ulu’l-emre) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, -Allah'a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Rasûl’e götürün (onların tâlimâtına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha iyidir.“ 1911
“Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri (münâfıkları) görmedin mi? Zira tâğutu inkâr etmeleri kendilerine emrolunduğu halde, tâğutun önünde muhâkemeleşmek (ve tâğutların kendilerine hükmetmesini) istiyorlar. Hâlbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.“ 1912
“Onlara ‘Allah’ın indirdiğine (Kitab’a) ve Rasûl’e gelin (onlara başvuralım)’ denildiği zaman, münâfıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün.“ 1913
“Hayır! Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda (ey Rasûlüm,) seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam mânâsıyla kabullenip teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.“ 1914
“Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana Kitab’ı hak ile indirdik; hâinlerden taraf olma!“ 1915
“...İnsanlardan korkmayın, Benden korkun. Âyetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.“ 1916
“...Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin, fâsıkların ta kendileridir.“ 1917
“Sana da, daha önceki Kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere Kitab’ı (Kur’ân’ı)
1907] 42/Şûrâ, 21
1908] 45/Câsiye, 18
1909] 22/Hacc, 67
1910] 2/Bakara, 213
1911] 4/Nisâ, 59
1912] 4/Nisâ, 60
1913] 4/Nisâ, 61
1914] 4/Nisâ, 65
1915] 4/Nisâ, 105
1916] 5/Mâide, 44
1917] 5/Mâide, 45, 47
ŞERİAT
- 489 -
gönderdik. Artık aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet; sana gelen gerçeği bırakıp da onların hevâlarına/arzularına uyma. (Ey ümmetler!) Herbirinize bir şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şeriatlerde) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse hayır işlerinde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri (n gerçek tarafını) O haber verecektir.“ 1918
“(Sana şu tâlimatı verdik:) Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların hevâlarına/arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki, (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu zaten fâsıktır, yoldan çıkmışlardır.“ 1919
“Yoksa onlar (İslâm öncesi) câhiliyye hükmünü (idaresini) mü istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?“ 1920
“...Hüküm, ancak Allah’ındır. Çünkü O, gerçeğe uyar ve O, sağlam hüküm verenlerin en hayırlısıdır.“ 1921
“...Dikkat edin, iyi bilin ki, hüküm, yalnız O’nundur ve O, hesap görenlerin en çabuğudur.“ 1922
“(De ki:) Allah’tan başka bir hakem mi arayacağım? Hâlbuki size Kitab’ı açık olarak indiren O’dur...“ 1923
“(Ey Muhammed!) Sen, sana vahyolunana uy ve Allah hükmedinceye kadar sabret. O, hâkimlerin en hayırlısıdır.“ 1924
“Siz Allah’ı bırakıp sadece sizin ve atalarınızın taktığı (birtakım anlamsız) isimlere tapıyorsunuz. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm, Allah’tan başkasının değildir. O da kendisinden başkasına ibâdet/kulluk etmememizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.“ 1925
“...Hüküm ancak Allah’ındır. Onun için ben yalnız O’na tevekkül edip dayandım. Dayananlar yalnız O’na dayansınlar.“ 1926
“...Bir toplum, kendilerini değiştirmedikçe Allah, onlarda bulunanı değiştirmez...“ 1927
“...Onların (göklerde ve yerde olanların) O’ndan başka bir yöneticisi yoktur. O, kendi hükmüne/hükümranlığına kimseyi ortak etmez.“ 1928
“(Bazı insanlar) ‘Allah’a ve Peygamber’e iman ettik ve itaat ettik’ derler; ondan sonra da içlerinden bir grup yüz çevirir. Bunlar mü’min değildir. Onlar, aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Peygamber’e çağrıldıklarında, bakarsın ki içlerinden bir kısmı yüz
1918] 5/Mâide, 48
1919] 5/Mâide, 49
1920] 5/Mâide, 50
1921] 6/En’âm, 57
1922] 6/En’âm, 62
1923] 6/En’âm, 114
1924] 10/Yûnus, 109
1925] 12/Yûsuf, 40
1926] 12/Yûsuf, 67
1927] 13/Ra’d, 11
1928] 18/Kehf, 26
- 490 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çevirip dönerler. Ama eğer (Allah ve Rasûlü’nün hükmettiği) hak kendi lehlerine ise, ona, gönülden bağlı olarak saygı ile gelirler. Kalplerinde bir hastalık mı var, yoksa şüphe ve tereddüt içinde midirler? Ya da Allah ve Rasûlünün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır; asıl zâlimler kendileridir. Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Rasûlüne dâvet edildiklerinde, ‘işittik ve itaat ettik’ demek, sadece mü’minlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat eder, Allah'a huşû (saygı) duyar ve ittika edip O’ndan sakınırsa, işte asıl bunlar bedbahtlıktan kurtulanlardır.“ 1929
“İşte O, Allah’tır. O’ndan başka ilâh/tanrı yoktur. Önünde de, sonunda da hamd O’nundur; hüküm O’nundur. Ve ancak O’na döndürüleceksiniz.“ 1930
“Yoksa kötülükleri yapanlar Bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kadar kötü (ve yanlış) hüküm veriyorlar!“ 1931
“Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.“ 1932
“...İnsanlar arasında hak ve adâletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma; yoksa bu seni Allah yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır.“ 1933
“...Allah’ın hükmü budur. Aranızda O hükmeder. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.“ 1934
“Size ne oluyor? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?“ 1935
“Allah, hâkimler hâkimi (hüküm verenlerin en üstünü) değil mi?“ 1936
“...Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden böyle davrananların cezâsı, ancak, dünya hayatında rezillik/rüsvaylıktır. Kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduğunuzdan asla gâfil değildir.“ 1937
Hadis-i Şeriflerde Şeriat Kavramı
“Kim Bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur; kim Bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur. Kim Benim emîrime itaat ederse Bana itaat etmiş; kim de Benim emîrime isyan ederse Bana isyan etmiş olur.“ 1938
“Dinleyin ve itaat edin! Üzerinize tâyin olunan vâli/yönetici, başı siyah kuru üzüm gibi Habeş’li bir köle olsa bile sizin aranızda Allah’ın kitabını uyguladığı müddetçe dinleyin ve itaat edin.“ 1939
1929] 24/Nûr, 47-52
1930] 28/Kasas, 70
1931] 29/Ankebût, 4
1932] 33/Ahzâb, 36
1933] 38/Sâd, 26
1934] 60/Mümtehıne, 10
1935] 68/Kalem, 36
1936] 95/Tîn, 8
1937] 2/Bakara, 85
1938] Buhârî, Ahkâm 1; Müslim, İmâre 33; Nesâî, Bey’at 26
1939] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 37; Nesâî, Bey’at 27
ŞERİAT
- 491 -
“Müslüman bir kimseye, kendisine ma’siyet (Allah’a isyan, günah hususlar) emredilmediği müddetçe, hoşlandığı ve hoşlanmadığı (her) hususta (İslâm devleti yöneticisini) dinleyip ona itaat etmesi gerekir. Eğer ma’siyet emredilirse, ne dinlemek vardır, ne de itaat!“ 1940
“Allah'a isyan konusunda yaratılmışlara itaat edilmez.“ 1941
“Benden sonra sizin (yönetim) işinizi birtakım insanlar üzerine alacaklar, sünneti söndürecekler, bid’atı ihdâs edecekler (uyduracaklar), namazı vakitlerinden geciktirecekler.“ Bunun üzerine İbn Mes’ud Rasûlullah’a sordu: “Ben onlara yetişirsem ne yapmalıyım?“ Rasûlullah şöyle buyurdu: “Ey Ümmü Abd’in oğlu! Allah’a isyan edene itaat olmaz!“ 1942
“Müslüman bir halka, Allah’ın görüp gözetmek üzere idâreci kıldığı hiçbir kul yoktur ki, onları aldatıp (zulmetmiş) olduğu halde ölürse muhakkak Allah ona cenneti haram etmiş olmasın.“ 1943
“Müslümanların idare işini üzerine alıp da onlar için çalışmayan ve hayır istemeyen hiçbir âmir yoktur ki, onlarla (müslümanlarla) birlikte cennete girebilsin.“ 1944
“İslâm’ın tutunulması gereken kulpları (yapılması gereken emirleri) tek tek çözülecek; herbir kulp koptukça insanlar önlerindekilere benzeyecekler. O kulpların ilki hüküm (hâkimiyetin Allah’ın olması, Kur’an’la hükmedilmesi), sonuncusu da namazdır.“ 1945
Hz. Peygamber’e “cihadın hangisi efdaldir?“ diye sorulunca: “Zâlim sultana karşı hakkı söylemektir.“ 1946
Şeriatlerin Esasta Birliği
“O size, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettigimizi, İbrâhim'e, Mûsâ'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı.“1947 Bu âyette bütün peygamberlere vahyedilen din yasalarının ruh birliğine işaret edilmiştir. Allah; Nûh'a, İbrâhim'e, Mûsâ'ya ve İsa'ya tavsiye ettiği din esaslarını, Hz. Muhammed (s.a.s.) vâsıtasıyla müslümanlara da meşrû kılmıştır. Din Allah'a kulluk ve ibâdet yoludur. Bütün peygamberlerin getirdiği inanç prensipleri aynıdır. Öteki peygamberlere vahyedilen temel inançlar, Hz. Muhammed’e (s.a.s.) de vahyedilmek sûretiyle yeni müslümanlara, tevhid ümmetlerinin yolunda gitmeleri emredilmiştir. Hz. Muhammed'e vahyedilenlerin özü, önceki peygamberlere vahyedilenlerden farklı değildir. Bütün peygamberlere ve ümmetlere dini doğru uygulamaları ve dinde ayrılığa düşmemeleri emredilmiştir.
“Senden önce hiçbir peygamber göndermemiştik ki: 'Benden başka ilâh/tanrı yoktur,
1940] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839; Tirmizî, Cihad 29, hadis no: 707; Ebû Dâvud, Cihad 96; Nesâî, Bey’at 34; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2864; Ahmed bin Hanbel, 6/111
1941] Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839
1942] Ahmed bin Hanbel, 5/301, hadis no: 3790; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2865
1943] Buhârî, Ahkâm 8
1944] Müslim, İman 229, hadis no: 142
1945] Ahmed bin Hanbel, 5/251; İbn Hibban, Sahih, hadis no: 257; Hâkim, el-Müstedrek, 4/92
1946] Ahmed bin Hanbel, 5/251; İbn Mâce, Fiten 20, hadis no: 4011-4012; Tirmizî, Fiten 13, hadis no: 2175; Ebû Dâvud, Melâhim 17
1947] 42/Şûrâ, 13
- 492 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bana kulluk ediniz' diye vahyetmiş olmayalım.“1948 âyetinde buyrulduğu gibi bütün peygamberlere yalnız Allah'a ibâdet/kulluk yapmaları vahyedilmiştir. Zâten İslâm'ın mânâsı da Allah'a teslim olmak demektir. Bu anlamda İslâm, bütün peygamberlere gönderilen dinin adıdır, anlamıdır. Bütün dinlerin özü İslâm, yani Allah'a tapmak, yalnız O'na teslim olmaktır. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Biz peygamberler topluluğu, baba bir kardeşleriz, dinimiz birdir.“1949 buyurmuştur.
Mâide sûresinin 48. âyetinde her ümmet için bir şeriatın, yani hukuk sisteminin, bir davranış tarzının belirlenmiş olduğu bildirilmektedir. Bu şeriatlerin hepsi tevhid temeline dayanır. Fakat hukuk ve ibâdet şekillerinde farklar olması doğaldır. Toplumların ihtiyaçlarına göre gönderilen şeriatlerde tedrîcî değişiklikler yapılmıştır. Öndeki şeriatlerde haram olan bazı eylemler, sonraki şeriatte helâl kılınmış veya bunun tersi olmuş, gerekli şartları ortadan kalkan bazı hükümler neshedilmiştir (Nesh, şeriatlar arasında olur). Ancak inanç esasları hepsinde birdir.
Şeriat ve Laiklik: Kur'an'a göre sadece bir tek makbul din vardır. O da Allah'ı birleme (tevhid) ve Allah'a kulluk/ibâdet dini olan İslâm'dır. İslâm kelimesi, dillere göre değişik olsa da, aynı rûhu taşıyan dini (tek hak dini) anlatmaktadır. Bütün peygamberler aynı inanç ve temel yasaları getirmişlerdir. Bu dinin temel niteliği olan tevhid aynı olmakla beraber, şeriat kısmı ulusların şartlarına göre farklılık gösterir. Şeriat ayrılığı doğaldır.
Laikliğe gelince; Din işlerinin devlet işlerinden ayrılması, devlet işlerine dinin karıştırılmaması, devletin dinden bağımsız olması demektir. Laik devlet, bütün dinlere ve dinsizliğe eşit ve tarafsız bakar. (Ama Türkiye'de laiklik İslâm düşmanlığı, devletin din işlerine istediği gibi ve istediği kadar karışması, dini yönlendirmeye kalkması, sınırlarını daraltması, kendi boyasını, yorumunu, kanunlarını, ilkelerini dinin izahı ve yaşanması için alternatifine izin verilmeyen mecbûrî kabulü şeklinde anlaşılıp uygulanmaktadır. Dini sadece -o da kurallarını kendi belirleyerek- câmi ve vicdan gibi alanlara hasrederek/hapsederek güya dine özgürlük verilmiş ve din karşısında tarafsızlık yapılmış olmaktadır. Özgürlük verilen bir-iki alanda da Allah'ın dini olan İslâm'a değil; ilkelere, anayasa ve yasalara uygun hale getirilmiş, atmalar ve katmalarla tahrif edilmiş devlet dininin anlatılıp öğretilmesine bu hak(!) lutfen verilmiştir. Siyasal alanda, resmî kurumlarda, yasama ve yürütmede, kamusal alanda resmî din Kemalizm başta olmak üzere başka dinlerin hâkim olmasını, İslâm'ın da bu alanlarda gündeme getirilmesine bile izin verilmeyeceğini dikte edip dayatmak şeklinde anlaşılıp uygulanmaktadır. Dini devletten ayırdığınızda dini kuşa benzetip güçsüzleştirdiğiniz, dini devletsiz yaptığınız gibi; dini devlete karıştırmayıp devleti dinden ayırdığınızda da, devleti dinsiz yapmış olursunuz. Laiklik de işte bu zulüm ve fâciaları gerçekleştirmek için vardır. Laiklik, aslında dinsizlik değil; çok dinliliktir, yani çağdaş şirktir.)
Laiklik bir düzen olarak uygulanan bir sistemdir. Birey bazında laiklik olmaz. Çünkü özel hayatında laik olmak, hayatına dini karıştırmamak demektir. Bu ise din ile tüm ilgiyi kesmek anlamına gelir ki, dünyada dinle tüm ilişkisini kesen insan sayısı çok azdır. Zaman zaman Allah'ı düşünen, O'nun huzurunda sorumluluğa inanıp bunun gereklerini yapan, namaz kılan veya evinden besmele ile
1948] 21/Enbiyâ, 25
1949] Buhârî, Enbiyâ 48; Müslim, Fedâil 145
ŞERİAT
- 493 -
çıkan, Cuma ve bayramlarda olsun namaz kılan, ara-sıra Kur'an okuyan (veya para vererek bâtıl yollarla da olsa ölmüşlerine Kur'an okutan), hâsılı hayatının bazı aralıklarında da olsa dinsel iş yapan (yani yaşamasa ya da çok azını yaşasa dahi 'ben müslümanım' diyen) kimse, hayatına dini karıştırmaktadır. Onda din (şu veya bu ölçüde) vardır, öyle ise o kimse laik değildir, çünkü dinî duygu taşımakta; din, hayatının tamamına olmasa da bir kısmına egemen olmaktadır. Demek ki o, tamamen din dışı yaşamamaktadır. 1950
“Ben hem müslümanım, hem de laikim“ diyen kimse, kendi özel hayatında laik olduğunu iddia ediyorsa, bu, tutarlı bir söz değildir. Çünkü dinin çok az kısmını ve hayatının çok az kısmında da olsa) dini hayatına uygularken laiklikten ayrılmaktadır. Dünyada çok nâdir insan dinî duygudan tamamen uzak, dinle ilgisiz, yani laiktir. Dininin çok küçük bir gereğini yapan kimse, hayatına dini karıştırdığı için laik değildir, olamaz. Ama, bilinçli olarak insan ille de “ben laikim!“ diyorsa, bu kimseye müslüman demek de mümkün olmaz; yani insan hem laik hem müslüman olamayacağı için, ya müslümandır, ya da laik, yani dinlere karşı tarafsız, çok dinli, dini kendine karıştırmayandır.
Kur'an'a göre, toplumu Allah'ın indirdiği yasalar yönetmelidir. Allah, her topluma, peygamberleri aracılığı ile yasalar (şeriat) indirmiştir. Allah'ın indirdiği hükümleri/yasaları uygulamayanlar kâfir/nankör, zâlim ve fâsık/yoldan çıkmış olurlar. 1951
Şeriate Bağlılık ve İbâdet: “Tâğuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var. Müjdele kullarımı. Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah'ın kendilerini hidâyete/doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar sağduyu sahipleridir.“1952 “Size verdiğimizi kuvvetle tutun, içinde olanı hatırlayın ki, (azâbımdan) korunasınız.“ 1953
İslâm’ın, Önceki Peygamberlerin Şeriatlarıyla İlişkisi
a) İslâm bütün peygamberlere gelen dinlerin adıdır.1954 insanlık dünyaya peygamberle (Hz. Adem’le) gelmiştir. Zamanın şartlarına ve insanlığın ihtiyaçlarına göre Allahu Teâlâ peygamberleri değişik şeriatlere (hukuklarla) göndermesine rağmen; itikat (inanç) her peygamberde aynı olmuştur.
b) Önceki peygamberlerin tebliğ ettikleri dinler bir kavme gönderilmişti. Hz. Muhammed’e (s.a.s.) gelen İslâm, evrensel bir dindir. Yani tüm evrene ve bütün insanlığa Allah (c.c.) tarafından sunulmuş, kıyamete kadar geçerli olacak bir hayat şeklidir.
c) Hz. Muhammed’in (s.a.s.) tebliğ ettiği İslâm Dini, önceki peygamberlerin tebliğ ettiği dinlerin hükümlerini (şeriatlarını) nesh edip ortadan kaldırmıştır. Yani şu anda geçerli olan şeriat Hz. Muhammed’in (s.a.s.) şeriatıdır.
d) İslâm dini, Hz. Muhammed (s.a.s.)’den önce Allah (c.c.) tarafından gönderilen tüm kitapları ve peygamberleri tasdik eder.
1950] S. Ateş, Kur'an Ans., 19/326
1951] 5/Mâide, 45-47
1952] 39/Zümer, 17-18
1953] 2/Bakara, 63
1954] Bkz. 2/Bakara, 130-133
- 494 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şeriatte Hile Olur mu? Hîle-i Şer’iyye Denilen “Hîle-i Şerriyye“
“Cumartesi günü içinizden (yahûdilerden) azgınlık edenleri elbette bilmiş olacaksınız. Çünkü Biz onlara 'aşağılık maymunlar olun!' dedik. Biz onu (meshi/maymunlaşmayı), hâdiseyi bizzat görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret dersi, muttakîler için de bir mev'ıza/öğüt kıldık.“1955 Meshedilen, yani maymuna çevrilip sonra helâk edilen insanlar, dünyevîleştiklerinden, sırf dünya metaını elde etmek ve midelerini doldurmak için Allah’ın emrini yerine getirmediler; irâdelerini kullanmadılar. Allah da onları irâdesi olmayan, sırf midesi için yaşayan zelil ve maskara maymunlara çevirdi. İrâdelerini kullanmadan, Allah’a isyan ederek yaşayanlar, ancak hayvanlara benzerler. Çünkü insanlarla hayvanları birbirinden ayıran temel özelliklerden biri, insanların irâdelerini kullanabilme yeteneğine sahip olmaları, hayvanların ise bu yeteneğe sahip olmamalarıdır. Kim, dünyevîleşerek böyle birtakım dünyevî menfaatler sebebiyle Allah’ın emirlerini te’villerle yerine getirmezse; âkıbeti, mesholunan bu insanlardan farklı olmayacaktır. Allah’ın azâbı er veya geç onları yakalayabilir. Dünyada olmasa da âhirette.
İman, insanın ilâhî emir ve yasakları yüzeysel bir şekilcilikle değil; fikrî, rûhî ve amelî boyutlarıyla derin bir teslimiyet ve itaat bilinci içinde karşılaması gerektirir. Düşünceyi şekilcilikle tasmalamaya çalışmak, itaate dayalı hedefleri açısından düşünceyi düşünce adıyla oyuncak haline sokmaktır. Allah, cumartesi eylemini, verilen söze aykırı bir hareket saymıştır. Hâlbuki onlar emrin, şeklî ve harfî mânâsına karşı gelmemişlerdi. Çünkü onlardan istenen, cumartesi günü avlanmamalarıydı ve onlar, bu emre güya karşı çıkmamışlardı. Onu şeklen uygulamışlardı. Fakat onlar, cumartesi günündeki bu avlanmanın neticesini dolaylı bir yolla elde etmenin hilesini bulmuşlardı. İşte bundan dolayı dünyevî ve uhrevî cezaya çarptırılmışlardı.
Çünkü emir ve yasaklara, zâhiren şekilsel olarak uyuyor görüntüsü verip ilâhî emirlere hileyle yaklaşmak, aslında itaatin içeriğini tersyüz edip isyan etmek olduğu gibi, alay anlamı da taşır. Emir ve yasakla ve hatta o hükmü koyan ile dalga geçmek ve onu hafife almak demektir. Sanki Allah’ın, kalplerden geçeni, niyetleri, emredilen hükümdeki hedeflerin saptırıldığını dâhil her şeyi bildiğine inanmamak, onun kandırılabileceğini vehmetmektir.
Bütün bu tavırlar, üzülerek belirtelim ki İslâm tarihinde, bazı geleneksel din ve fıkıh yorumunda ve günümüz müslümanlarında da ortaya çıkmaktadır. “Hîle-i şer’iyye“ yani, “şeriat’e uygun (!) hile“ diye isimlendirilen bu şeytanî anlayış, aslında “hile-i şerriyye“ (büyük şer ve kötülüğe sebep olan hile)dir. “Hîle-i şer’iyye“ yi câiz görenler, “hîle“nin anlamını çare, çözüm, beceriklilik, çıkış yolu mânasında kullandıklarını belirtirler. “Hîle“nin asıl anlamı, başkasını kurnazca aldatmak, yanıltıp kandırmak, sahtekârlık, düzenbazlıktır. İslâm tarihinde ve fıkhî tartışmalarda “hulle“ ve “iyne satışı“ gibi konularda daha çok görülür, yemin ve talâk konularında çok geniş bir alana yayılarak, hîleden (hîleye sıcak bakan bazı kimselerin daha çok bu konulardaki fetvâlarından) yararlanılır. Kanuna, şeriate karşı hilenin üç unsuru vardır. a) Yapılan muâmelenin şekil bakımından kusursuz ve hukuka uygun olması, b) Kanun koyucunun, şâriin vaz ettiği normun ruhuna ve maksadına aykırı bir sonuç doğurması, c) Hile kasdı.
1955] 2/Bakara, 65-66
ŞERİAT
- 495 -
Meselâ, borç verdiği kişiden faiz almak isteyen bir kimsenin herhangi bir malını ona 1 milyara veresiye satıp, aynı malı 700 milyona peşin satın alması gibi. Burada şekil yönünden hukuka uygun iki alışveriş işlemi arkasına gizlenmiş, alışverişin meşrûiyetinin amacına aykırı bir sonuç (fâiz alma) elde edilmiş ve bu muâmele o maksadı gerçekleştirmek üzere yapılmıştır. Bu tür alışverişe “iyne satışı“ denir. Peygamberimiz, bu konuda şöyle buyurur: “İnsanlar dînar ve dirhemlerin (küçük ve büyük paranın) peşine düşer, iyne satışı yapar, havancılıkla uğraşır ve Allah yolunda cihadı terk ederlerse, Allah onlara bir belâ indirir ve bu belâyı yeniden dinlerine dönünceye kadar da kaldırmaz.“1956 Mümkündür ki bu belâ, mesh kavramıyla ifade edilen maymunlaşma belâsıdır.
Bu konudaki bir uygulama örneği, Hz. Âişe’den şöyle nakledilir: Zeyd bin Erkam’ın ümmü veledi olan bir kadın O’na dedi ki: “Ey mü’minlerin annesi, Zeyd’e veresiye sekiz yüz dirheme bir köle sattım. Sonra onu ondan altı yüz dirheme peşin satın aldım.“ Hz. Âişe bunun üzerine şöyle dedi: “Ne kötü bir satım, ne kötü bir alım yaptın. Zeyd’e şunu bildir ki, eğer tevbe etmezse Rasûlullah (s.a.s.) ile yaptığı cihadın sevâbını kaybetmiş olur.“1957 Günümüzde özel finans kurumlarının faizden (şeklen) kurtulup, faiz geliri gibi kâr elde etmek için iyne satışına tümüyle benzer şekilde kredi verdiğini biliyoruz. Hîle-i şer’iyye için meşhur ve kesinlikle câiz olmayan bir örnek olan hulle için asr-ı saâdetteki şu olayı biliyoruz: Rifâa el-Kurazî hanımını boşadığında kadın tekrar Rifâa’ya dönebilmek için Abdurrahman bin Zebîr ile nikâhlanınca Rasûlullah onun maksadına işaretle fiilen evlilik hayatı yaşamadıkça eski kocasına dönemeyeceğini ifade etmiştir. 1958
Haram olan bir şeyi, hileli yollarla şeklen ve zâhiren helâl görüntüsü vermenin ve bu şekilde haramları işleme suçunun ve cezasının çok büyük olduğunu, “mesh olayı“nın sebebi olan “cumartesi ashâbı“nın yaklaşımından ve daha dünyadayken başlayan feci cezadan öğreniyoruz. Müslüman, Allah’a, O’nun hükümlerine teslim olan demektir. Bu teslimiyet ve itaat bilinci, insanın ilâhî emir ve yasakları yüzeysel bir şekilcilikle değil; fikrî, rûhî ve amelî boyutlarıyla hükümleri yaşamak ve basit çıkarlarına ters düşse bile gönülden gelen rızâ ile boyun eğmektir.
Bunun aksine, itaatteki ruhu görmezden gelip varsa fetvâları istismar etmek, fetvâsını alsa bile selîm kalbine danışmamak, hileli işlere sarılmak, Allah’ın rızâsını ve cenneti riske atmak demektir. Böyle bir anlayışın dünyadaki cezası mesh değilse bile en azından Peygamber lisanıyla dünyada üzerine bir belâ indirilmesine ve yeniden dinlerine dönünceye kadar da belânın kaldırılmamasına sebep olacaktır. Mümkün ki, bu inen belâ, mesh olmayacak, insan şekil olarak maymunlaşmayacaktır; ama karakter ve ahlâk yönünden, irâdesi olmayan, sırf midesi için yaşayan zelil ve maskara maymunlara benzeyecektir. Dünyevîleşen, sırf dünya metaını elde etmek ve midelerini doldurmak için Allah’ın emrini oyuncak edinenlerin cezası maymunlaşmaktır. Birtakım dünyevî menfaatler sebebiyle Allah’ın emirlerini geçersiz, gayr-ı meşrû te’villerle yerine getirmeyen, zâhiri/görüntüyü kurtarmakla yetinenlerin âkıbeti, mesholunan bu insanlardan farklı olmayacaktır.
1956] Ebû Dâvud, Büyû 54, Melâhim 10; Ahmed bin Hanbel, II/42
1957] Ahmed bin Hanbel, 4/469
1958] Buhârî, Şehâdât 3, Talâk 4; Müslim, Talâk 1-2, 4
- 496 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mesh’e uğrayıp maymunlaşan Cumartesi yasağını çiğneyen kavmin suçu, kendilerine ibâdet için tahsis edilen/ayrılan güne hile karıştırmaları; şeklen ibâdet gününe uyar görünüp gerçekte uymamalarıydı. Biz de, ibâdet için tahsis edilen zamanları, meselâ namaz vakitlerini, cumâ saatlerini gerektiği gibi değerlendirmez, görevlerimizi yapmazsak bizden önceki toplumların suçunu işlemiş oluruz. İbâdetleri yapar görünür de istenildiği şekilde rûhen icrâ etmeye uğraşmayıp gerçek anlamıyla kulluğumuzu yerine getirmezsek, benzer cezaya uğrama endişe içinde olmalıyız. İbâdete ayırdıkları zamanda bile dünyayı, midelerini düşünüp dünyevîleşenlerin durumu ve başlarına gelenler, sonraki nesillere ibret, muttakîlere de öğüttür.1959 Onlar, ilâhî yasağa (cumartesi yasağına) uymadıkları için bu cezaya çarptırıldılar; biz de İlâhî yasaklara uymayınca, hele bunlara mâzeret uydurup kılıflar uydurunca, benzer cezalara çarptırılmaktan korkmalıyız.
Bazı Tasavvuf Erbâbının Şeriatı Basite İndirgemesi
Tasavvufta şeriat, bir dış yapı olarak ele alınmış ve işin içyüzüne hakikat denilmiştir. Şeriatten hakikate giden yola tarikat denir. Şeriat, kabuk kabul edilmiş, tarikat ve hakikat öz olarak değerlendirilmiştir. Şeriatın emirlerine uyup tarikata girmeyen kişiler, işin kabuğunda kalmakla itham olunmuşlardır.
Mutasavvıflar, şeriate direkt cephe almaktan çekinmişler, benzetmelerle onu hafife almayı tercih etmişlerdir: “Dinin şeriat kısmı, cevizin ham ve yeşil olan dış kabuğuna, tarikat kısmı, sert olan iç kabuğuna, hakikat kısmı yenilecek olan içine, mârifet kısmı ise cevizin aslına ve mâhiyetine benzer. Bal, bal denilmekle ağız tatlanmayacağı gibi, bir cevizin yeşil kabuğu ısırılmakla da, ondan ağıza bir tad gelmez. Asıl tad, cevizin içinin yenilmesindedir. Bununla beraber, cevizin ta kendisi olabilmek daha iyidir. İşte mutasavvıflar, ilme'l-yakîn (bilmek), ayne'l-yakîn (bulmak) ve hakka'l-yakîn (olmak) gibi üç kelime ile özetle ifâde ettikleri mânânın da bu olduğunu söylerler. Yalnız cevizin adını işitmek, sonra onu arayıp bulmak, hatta yemek kâfi değil; cevizin ta kendisi olmak da lâzımdır. Bu dört mertebenin birincisi şeriattir, avâma (halka, aşağı tabaka, câhil kesim, ayak takımı) mahsustur. İkincisi tarikattir, havassa (üst tabaka, seçkinler, aydınlar, tarikat mensupları) mahsustur. Üçüncüsü hakikattir, havassü'l-havassa (seçkinlerin seçkini, tarikatın üst seviyesindekiler) mahsustur.“ Kastamonu'lu Şaban-ı Veli, bu dört yolu şu sûretle de ifâde etmiştir: Şeriat beden için; tarikat halk için, hakikat ruh için, mârifet Hak içindir.“ 1960
Şeriatın benzedildiği cevizin ham ve yeşil olan dış kabuğu yenilmez acılıktadır. Sadece cevizi korur. İçindeki gıda veren tatlı cevize ulaşmak için yeşil kabuğu ezmek ve kırmak gerekir. Üst kabuğu kırmadan içe ulaşılmaz. O yüzden cevize (hakikate) ulaşmak için şeriatın kırılması, o kabuktan kurtulunması gerekmektedir. Verdikleri örnekten yola çıkarak şeriatın ne kadar basit, kabuk ve aşılması gereken husus olduğu vurgulanır. İşin özü kabul edilen “hakikat“in ne olduğu bize göre çok belirgin değildir; kendileri tevil ve yorumlarla bu özün ancak tasavvufa gönül verenlere açılacağı gizli ve büyük hazine olduğunu belirtirler. Onlara göre, kabukta kalanlar zâten bunları anla(ya)maz. Bu ve benzeri örnek ve ifâdelerden şeriatın içinde hakikat olmadığı, hakikatin daha derinde ve daha
1959] 2/Bakara, 66
1960] Osman Ergin, Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun Hayatı ve Şahsiyeti, s. 230
ŞERİAT
- 497 -
başka şey olduğu anlatılmış olur. Şeriat ilmi ve yaşayışı, hakikat ilmine ve yaşayışına aykırı olduğu belirtilmiş olur. Bu hakikatin İslâm mı, küfür mü demek olduğu kimsenin aklına gelmez ve sorgulanmaz. Çünkü kullandıkları kelimeler, kavramlar hep İslâmî kavramlardır. Hakikate karşı çıkmak gibi bir suçlamayı göze alan pek çıkmaz. Zâten tüm toplum tarafından kabul görülen bu tasavvuf anlayışına karşı çıkmak cesâret isteyecektir. Ama şeriatın hakarete uğraması pek önemli kabul edilmez, ona bu sataşmalar müslümanlar tarafından bile olmadık tevil ve hatalı hüsn-i zanlarla müsâmaha bulur. Olan da şeriata olur. Bugün halk arasında şeriatı öcü gibi görülmesinde, onun gerçek İslâm'dan, Kur'an'dan ayrı bir şeymiş gibi kabul edilip yer yer çatılmasında bu geleneksel din anlayışı haline gelen yaklaşımın büyük payı vardır.
Zâhir-Bâtın Ayrımı: Dinin bir zâhiri, bir de bâtını olduğu konusunda Şia ile tasavvufçuların inancı aynıdır. Zâhir, avâm halkın nassların zâhirinden anladığı mânâdır. Bâtın ise, nasslardan kastedilen ve hakiki ilim kabul edilendir ki, onu da ancak şiaya göre imamlar, tasavvufçulara göre de velîler (evliyâ) bilir. Tasavvufçuların nassların bu şekilde bâtınî açıklanmasına hakikat, diğer zâhirî tarzda açıklanmasına şeriat adını vermiş, hakikatin velilere, şeriatın avam halka olduğunu söylemişlerdir. Gazâlî'nin “Lâ ilâhe illâllah“ın avamın imanı, “lâ huve illâ huve“nin havassın imanı olduğunu söylediği bilinmektedir. Şeriat âlimlerine “zâhir ve kışır bilgisi âlimleri“ deyişleri de meşhurdur. Şeriatta, kabukta kalmış olanlar, ibâdetlerini ve haramlardan kaçınmalarını cennet arzusu ve cehennem korkusu için yaparlar diye suçlanılır. Kendileri, cenneti küçük görme, onu istememeyi mârifet olarak görür ve gösterirler. Tabii ki şeriat kitabı Kur'an, bizden cehennemden sakınıp cenneti talep etmemizi ister, bizi cennete özendirir, azâbın dehşetinden korkutur.
Bazı tasavvuf kitaplarında ve günümüzdeki tasavvufçuların önemli bir kesiminde şeriat aleyhtarı gibi görünmenin doğru olmayacağı yaklaşımından, gerçek tasavvufun şeriata bağlılık olduğu slogan halinde tekrarlandığı da görülür. Ama tuhaftır ki; şeriata bağlı kalmadan gerçek tasavvuf ehli olunamayacağı gibi ifadelerle, şeriatın hafife alınması, işin özünün şeriat aşılarak ulaşılabilecek hakikat olduğu gibi çelişkilerle beraber ifadelendirilir. Ve şeriatla, tevhidle bağdaşmayacak gavs, kutub gibi yarı tanrılar, tanrı özelliği gösteren kerâmet/olağanüstü haller sahibi kişilerin evliyâ kabulü, türbe ve bâtıl vesileye verilen önem, şefaatçilik gibi inanış ve anlayışlarla, Peygamberimiz'in yapmadığı şekilde zikir ve değişik ibâdetlerle bid'at ve hurâfeler şeklindeki uygulamalar değerlendirildiğinde, şeriatın kaynaklarıyla izah edemedikleri hususlar için de “keşif“, “ilham“, “rüyâ“ gibi birçok gayr-ı meşrû delile sarıldıkları bilindiğinde, yukarıdaki sloganlarındaki samimiyetlerinin ölçülmesi için mihenk taşı olmalıdır. Tarihte, istisnâlar dışında medresede eğitim görmeyen, hattâ medresede okutulan ilimlere ve oradan yetişen âlimlere çatıp sataşan bir olumsuz tavırla tekkelere dolup tasavvufa meyleden kişilerin yine medrese vb. yerlerde ilim tahsil etmeyen ve âlim olmayı küçük görüp daha kıymetli olduğu yorumuyla ârif olmayı seçmiş, şeriatı küçük görüp şeriat bilgisi olmamasını fazilet gibi takdim etmiş kişilerin hocalığı altında ne kadar şer'î bilgiler almış olduklarını düşünebiliriz. Hele günümüzde daha çok avamdan insanların ya da şeriat bilgileri tahsil etmemiş farklı alanlarda yüksek tahsil yapmış az sayıdaki kişilerin şeriat bilgilerinin ne kadar sınırlı ve yetersiz olduğu değerlendirilebilir. Bununla birlikte şeyhler tarafından
- 498 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bunlara ne derece şer'î eğitim tavsiye edilmektedir? Tavsiye edilen kitapların kahir ekseriyeti yine tasavvufçu kişilerin eseri, sohbetlerde atıfta bulunulan örnek kişilerin hemen hepsi o yolun yolcusu olduğu için, insanların şeriata bağlılığı ne kadar olabilecektir? Bazı muvahhid gençlerin tevhidî esaslarla bağdaşmadığını âyet ve hadisleri delil getirerek tasavvufçulara anlattığında hiç olumlu bir netice alınamadığı da, şeriatın en temel delillerinin bile onlara niçin etkili olamadığının altı deşinilince, konuyla ilgili bahsettiğimiz problem kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
İşi biraz daha ileriye götürüp haramı helâl, helâlı haram ilân edenlere de rastlanır. Allah'ın dininde, şeriatta haram-helâl bütün müslüman kullar için sözkonusu iken, bunların din anlayışında bu haram ve helâller yalnız basit ve sıradan insanları (avâmı) bağlayan kurallar olarak sunulabiliyor ve kendilerinin bunlardan muaf olduğunu ileri sürebiliyor. Bu anlayış, kamuoyunda kabul görmediği için bunları tüm bu ekol sahipleri direkt olarak savunmazlar. Ama içlerinden bu anlayışta olanları inkâr da edemezler. Ayrıca, bu anlayışın temelini besleyen yaklaşımları hemen bütün tasavvufî kitap ve sohbetlerde bulmak mümkündür: Örneğin bir şeyhi içki içerken ve kadınlarla işret halinde gören mürîdin bu görünenlerin zâhir olduğunu düşünmesi, bâtınında ise mübâreklerin kim bilir ne halde olduklarını düşünmeleri, şeyhinin yanlış yapma ihtimalini aklından bile geçirmemesi tavsiye olunur. Böyle olunca, helâl-haram hudûdu insana göre değişmiş olacaktır. Şeyhin şeriata aykırı sözleri ve davranışları varsa, mürîde düşen bunları güzel bir yolla tevil etmesi, tevil edemiyorsa “vardır bir hikmeti“ demesi, ama kesinlikle eleştirmemesi, hatta hata olarak düşünmemesi gerekecektir. Ama kendisi şeyhinin eline, ölünün yıkayıcısına teslim olması gibi teslim olup her konuda itaat edecektir.
Kaynağı itibarıyla şeriat-hakikat ikilemi şeriatın zâhirî ve bâtını ikilemine râcidir. İslâm'ın başında müslümanlar bu ayrımı yapmamışlardır. Bu ayrım her şeyin zâhiri ve bâtını olduğu gibi Kur'an'ın, hatta Kur'an'dan her âyetin ve her kelimenin bir zâhiri bir de bâtını olduğunu söyleyen Şia ile başlamıştır.
Marifet ve Hakikat İddiası: Tasavvufçular dinin özü ve cevherine ulaşma iddiâları yanında onun hükümlerini küçümsemeyi ve onlara muhâlefeti bayraklaştırmayı da ihmal etmemişlerdir. Bu hükümleri zâhir, kabuk, şekil ve benzeri sıfatlarla niteleyerek bunlara muhâlefetin çok önemli olmadığı, önemli olanın cevher ve öz dedikleri mârifet ve hakikat olduğu havasını estirmişlerdir. Onun için bunlar arasında kemâle erdiğini tasavvur eden yahut erdiğini düşünenler artık teklifin kendilerinden kalktığını ve bu hükümlerin avam insanlar için olduğunu söylemekten kendilerini alamamaktadır. Nitekim günümüzde de aşk, sevgi, mârifet, hakikat, hümanizm ve hoşgörü sloganları arkasına sığınan ve dinin hükümlerini gözardı eden, hatta onlara inanmayan sayısız tarikat çevreleri bulunmaktadır.
Bu çevreler, yazılarında ve kitaplarında da bunu telkin ve teşvik etmekten de geri durmamaktadır. Bir-iki örnek verelim: “Namaz (sıtmaya yakalanmış bir hastanın) sağ elini, oruç sol elini, zekât ve sadaka sağ ayağını ve hac ile zikirler de sol ayağını tutsalar kalbi kötü ahlâklarından ileri gelen hastalıklarla mâlul olduğunda asla fayda vermez. Bir hâzik hekim demek olan mürşid-i kâmilin ilâcına muhtaçtır.“; “Buyurmuşlardır ki, ibâdetlerin yükte ağır, pahada hafifi ve pahada
ŞERİAT
- 499 -
ağır, yükte hafifi vardır. Abdest, namaz, oruç, hasenât ve her ne kadar zâhirî ibâdet ve tâat varsa, bunların hepsi yükte ağır, pahada hafiftir. Allahu Teâlâ'nın rızâsı, Rasûlullah (s.a.s.)'in sünnetleri ve mürşidin sözleri de, eski bakır gibi yükte hafif ve pahada ağırdır.“ 1961
Toplumda birtakım insanlar tarafından “kalbim temizdir, kalbime bak. Önemli olan kalp temizliğidir“ gibi sözlerin kullanılmasının kaynağı, bu nevi tasavvufî hikmetler(!) olsa gerek.
Muhammed Nazım Kıbrisî, ilim ve âlimi şu şekilde küçümsemekte ve aşağılamaktadır: “Ali başka, veli başka. Dünyada ne kadar âlim varsa, o âlimlerin hepsinin ilmini bir velinin ilim denizine atarsan kaybolur... Öteki ulemâların okuduğu ilimleri onların okudukları kitapları, Avrupa'nın papazları da okur. Bizden fazla okurlar onlar... İlmi dilinde olan kimselerin bildiğini onlar (oryantalistler) bizden fazla biliyor. Lâkin ilmi kalbinde olanların ilminden onlar bîhaberdir. Kalpte olan ilim ledunnî ilimdir. Ledunnî ilmi papazlar alamaz.“1962 (Tasavvuf ilimlerinin büyük çoğunluğunun bu ilme dayandığı Ledunnî ilim, şeriatın ölçülerine göre buna ilim demek doğru olmaz. İslâm akaidiyle ilgili kitapların hemen tümünde yer alan “ilmin kaynakları“ arasında bu tür ilim yoktur. Tasavvufçular bunu Kur'an ve Sünnet ile bildirilenlerin dışında ve gaybdan gelen bilgi olarak kabul etmektedir. Doğrudan doğruya Allah tarafından tasavvufçuların kalplerine ilka edilen veya onların kalbinde doğan ilim olarak bilinmektedir.) “Zâhirî ilim, melekler arasında bulunup cennet ve cehennemi bilfiil gören şeytanı dahi kurtarmadı. Zira ilmi gırtlaktan yukarı kafasında kalmış, kalbine inmemişti. (Fâsit kıyas yaptı ve cennetten kovuldu).“1963 “Bilmiyorsanız ehl-i zikir (âlimler)'den sorun“1964 âyetindeki ehl-i zikirden maksat, evliyâullah hazerâtıdır.“ 1965
Tasavvufçular, Kehf Sûresinde geçen Hz. Mûsâ ile “sâlih kul“ arasındaki kıssadaki sâlih kulu Hızır adında bir ermiş kişi olarak nitelemiş ve anlatılan kıssanın mânâlarını, hedeflerini ve mesajını tahrif etmiş ve tasavvuf inancının temellerinden biri yapmışlardır. Bu kıssaya dayanarak zâhir bir şeriat ve ona muhâlif bâtın bir hakikat bulunduğunu, şeriat âlimlerinin hakikat âlimlerinin bazı davranış ve sözlerini yadırgaması veya eleştirmesinin yanlış olduğunu söylemişlerdir. Peygamber değil; Hızır adında bir velî kabul ettikleri “sâlih kul“a Hz. Mûsâ'nın itirazının nasıl anlamsız ve tuhaf bir şey ise, şeriat âlimlerinin de hakikat âlimlerini eleştirmesi veya onlara itiraz etmesinin yersiz ve anlamsız olduğunu iddia etmişlerdir. Yanlış olarak, veli olduğunu söyledikleri Hızır'ın (Kur'an'daki geçen ifâdeyle “sâlih kul“) vahil, ilham, akaid ve şeriat sahibi olduğunu söylemişler ve ilimlerinin büyük birçoğunu buna binâ etmişlerdir.
Hızır'ın kıyâmete kadar yaşadığını, şeriat ilimlerinden ayrı olan bâtınî ilimlere sahip olduğunu, peygamber olmayıp veli olduğunu, peygamberlerden gelen vahiy yolundan ayrı bir yolla kendisine ledunnî ilim dedikleri bir ilim geldiğini, bu ilmin Hz. Peygamber'in peygamberliğinden önce ve sonra her zaman bütün velilere indiğini, bu ilimlerin peygamberlere gelen ilimden daha üstün ve daha
1961] el-Hac Mehmed Nuri Şemsuddin en-Nakşibendi, Tam Miftâhu'l-Kulûb, s. 229, 300
1962] M. Nazım Kıbrısî, Tasavvufî Sohbetler, s. 90
1963] Ali Erol, Hâtıratım, s. 66
1964] 16/Nahl, 43
1965] Ramazanoğlu Mahmud Sami, Musâhabe, 6/145) (İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslâm, s. 272-273
- 500 -
KUR’AN KAVRAMLARI
büyük olduğunu iddiâ etmişlerdir. Nitekim “veli olan Hızır'ın işlediği bazı fiillerin anlamını ve izahını Hz. Mûsâ peygamber olduğu halde bilememiş ve veli olan Hz. Hızır'a uymak zorunda kalmıştır. Üstelik Hızır'dan birtakım bilgiler öğrenmek için onun yanına gitmiştir...“ diye iddia etmişlerdir.
Yine, veli olduğu halde Hızır nasıl peygamber olan Hz. Mûsâ'dan daha büyük ve daha bilgili ise, ümmetin velileri de şeriatın zâhirini bilen peygamberden daha büyük ve daha bilgili olduğunu, aynı şekilde hakikat âlimleri olan evliya yahut tasavvufçuların şeriat (zâhirî) âlimi olan âlimlerden daha büyük olduğunu dolaylı olarak iddiâ etmişlerdir. Yine, Hızır'ın evliyâ ile buluştuğu, bu hakikatleri onlara öğrettiği, kendilerinden tasavvufî ahidler aldığını söylemiş, tasavvufî hakikatlerin şeriat hakikatinden farklı olduğu ve bundan dolayı her velinin müstakil şeriatı bulunduğunu belirtmişlerdir.
Hemen belirtelim ki, kendisine Hızır adı takılan “sâlih kul“un veli olduğunu söyleyen kimi âlimler olmakla beraber, âlimlerin cumhûru onun peygamber olduğunu söylemektedir. Nebî olduğunu söyleyenlerin delilleri daha açık ve kesin gibidir. 1966
İddiâ olarak, hemen tüm tasavvufçular, sözlerinin “Kur'an ve Sünnetle kayıtlı“ olduğunu ifade ederler. Meselâ, tasavvuf kitaplarında şu ifâde yer alır: “Şeriata bağlı olmayan kişilerin havada uçtuğunu veya su üstünde yürüdüğünü görseniz bile o velî olamaz.“ Bu tür sözleri, tasavvufun Kur'an ve Sünnet dairesi (şeriat) içinde olduğuna delil gösterenler olabilir. Ama din anlayış ve yorumlarının bu ölçülere gerçekten bağlı olup olmadıkları herhangi bir tasavvuf kitabındaki ifâdeleri gözönüne getirince ortaya çıkmaktadır. Meselâ tasavvufun meşhurlarından en-Nablusî'nin vahdet-i vücûdun Kur'an ve Sünnetten alındığını söyler. Yeryüzündeki ve evrendeki bütün varlıkların Allah'ın kendisi veya görünen şekli olduğunu söyleyen putperest bir anlayışın bile Kur'an ve Sünnetten alındığını iddiâ edecek bir yaklaşım, sözlerinin ve eylemlerinin Kur'an ve Sünnete, yani şeriata bağlı olduğunu niye iddiâ etmesin? Örnek olarak Gümüşhanevî'nin şu sözlerine bakalım: “Şeriata muhâlif olan tarikat, dalâlettir, felâkettir ve hatta küfürdür. Herhangi bir hakikat ki Kitap ve Sünnette uymazsa, fâsıklık ve zındıklıktan başka bir şey değildir.“1967 Bu ifadenin bir sayfa sonrasında yer alan şu sözlerin şeriatla bağdaştığını nasıl söyleyeceğiz?: “Şeriat sözler, tarikat fiiller, hakikat haller, mârifet de servetin başıdır.“ Şeriatın hangi hükmü hakikat değildir ki, diğer hükümlerine bu isim verilmiş olsun? İslâm'ın bu ayrımını Kur'an ve Sünnet mi yapmıştır, Rasûlullah (s.a.s.) döneminde tarikat mı vardı ki, şeriatı (ya da dini) bu şekilde kısımlara ayırsın ve değişik isimlerle isimlendirsin? Bu anlayış, şeriattan (Kur'an ve Sünnetten) takvâyı çıkarmışlar, onu kendi anlayışlarıyla yorumlayıp tasavvuf ve tarikate mal etmeye çalışmışlar; fetvâ ayrı, takvâ ayrı demişler, takvâyı elde etmenin yolunun şeriatten değil; tasavvuftan geçtiğini dillendirmişlerdir.
Ve bu anlayışta şeriata ters, Kur'an ve Sünnetle bağdaşmayacak din anlayışlarını savunan nice yanlışlara şâhit oluyoruz. Birkaç örnek verelim: Tasavvufun en büyük hanım evliyâsı Râbia şöyle der: “Ateşinden korktuğum yahut cennetini
1966] Bu konudaki deliller ve tasavvuf anlayışının iddiâlarının çürütülmesi için bak. İ. Sarmış, Tasavvuf ve İslâm, s. 70-81
1967] Gümüşhanevî, Veliler ve Tarikatlarda Usûl, Pamuk Y. İst. 1977, s. 267
ŞERİAT
- 501 -
umduğum için Sana ibâdet etmedim. Sana sadece zâtın için ibâdet ettim.“ Yunus Emre'nin de bu anlayışı şöyle tekrar ettiğini biliyoruz: “Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç hûri / İsteyene ver onları / Bana Seni gerek Seni.“ Görülüyor ki, Rabia ve Yunus (ve onların bu sözlerini tasvip eden tasavvuf), Allah'ın mü'minlere sâlih amelleri için vaad ettiği cenneti beğenmiyor veya yeterli görmüyor, onun yerine İsrâiloğullarının Hz. Mûsâ'ya “Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız“1968 dedikleri gibi, Allah'ın zâtını görmek istiyor. Hâlbuki hiçbir peygamber âhiret için böyle bir istekte bulunmamıştır. Kaldı ki, hayır ameller için mükâfat olarak Kur'an ve Sünnet cenneti vaad ederken, onları istememek veya Allah'ın zâtını istemek Kur'an ve Sünneti takmamak değil midir? Bid'at ve sapıklıklara dalan kimi tasavvufçuların Allah'ın dininden nasıl uzaklaştıkları açıkça görülüyor. Bu uzaklıktan dolayıdır ki, Şeyhu'l-İslâm Ebussuud Efendi, Yunus Emre'nin cennet ve nimetlerini hem istemeyen, hem küçümseyen sözleri için “küfür“ demektedir.1969 Allah'ın örnek gösterdiği kadınlardan biri olan Hz. Âsiye'nin duâsını Kur'an öğretiyor: “Allah, mü'minlere de Firavn'un karısını misal gösterdi. O, 'Rabbim, bana katında, cennette bir ev yap, beni Firavn'dan ve onun yaptıklarından koru, beni zâlimleri topluluğundan kurtar' demişti.“1970 Yüce Allah'ın takdirle andığı ve Kur'an'ında zikrettiği, mü'minlere örnek gösterdiği sâliha kadın Âsiye, cennette kendisine bir ev yapması için Allah'a yalvarıyor ve duâ ediyor. Firavun'un eşi yanında adı bile anılmaya değmeyecek olan Râbia ise, cenneti istemiyor... 1971
“Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri dinden kendilerine şeriat yapan (kanun koyan, Allah'a eş koştukları) ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.“1972 Bu âyette uydurdukları hurâfeleri Allah'ın dini, şeriatı gibi gösterenler reddediliyor. Onların, Allah'ın izin vermediği, râzı olmadığı dini kendilerine yasalaştıran, şeriat yapan, meşrû gösteren ortakları mı olduğu, inkâr tarzında soruluyor. Bu sorudan Allah'tan başka kimsenin din hükmü koyma yetkisinin olmadığı kesin şekilde anlaşılıyor. Zira Allah'tan başka ilâh yoktur. Allah, insanların Kur'an'a uymayan geleneklerini din yapmalarına izin vermemiştir. Bu gelenekler, Allah'ın din hükümleri değil, şeytan öğütleridir. Allah böyle şeylerden râzı olmaz. Şâyet ezelde kullarına bir süre vermeyi, cezâlarını ertelemeyi veya âhirete bırakmayı kararlaştırmış olmasaydı derhal aralarında hüküm verilip helâk edilirlerdi. Fakat Allah ezelî kararı uyarınca onların cezâlarını ertelemekte, (hidâyetleri ve) uslanmaları için fırsat vermektedir. Onlar, zamanı gelince şiddetli bir cezâya çarpılacaklardır. 1973
Bir de şu ifâdelere bakalım: “Şeriat, tarîkat yoldur varana / Hakîkat, ma'rifet andan içeru.“1974 Tasavvuf anlayışında, en azından yetersiz bir şeydir şeriat, başka şeylerle takviyesi gerekir. Yunus Emre'nin şu sözlerinde bu anlayış çok net görülür: “Mumlu baldır şeriat, yağı anın tarikat / Dost için yağı bala ya niçin katmayalar?“
1968] 2/Bakara, 55
1969] Bak. Ebussuud Efendi, Fetvâlar, s. 87, Mesele 353, İst. 1972
1970] 66/Tahrîm, 11
1971] İ. Sarmış, Tasavvuf ve İslâm, s. 227-232
1972] 42/Şûrâ, 21
1973] S. Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 19, s. 323-324
1974] Yunus Emre
- 502 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şathiye; Şeriatle Bağdaşmayan, İsyanla Dolu Tasavvufî Söz ve Şiirler
Şath: Üzerinde bönlük, saçmalama ve dâvâ kokusu olan sözdür. Böyle bir şeye kalkışmak, gerçeklere göre sürçmektir, suçtur.1975 Kelimenin kök anlamında sözde ölçüyü kaçırmak anlamı vardır. Şatah da; çelişkili ifâde, latîfe, mizah demektir; çoğulu şatâhat'tır. Şatah, çürük sözler olarak da tanımlanır. Şatha âit sözlere şathiye denir. Türk tasavvuf edebiyatında ciddi bir düşünce veya duyguyu, çoğunlukla da İslâm inançlarını ve şeriatın hükümlerini iğneleyici ve alaylı bir şekilde anlatan şiirlere şathiye denir. Bu tür şiirlere daha çok tekke şâirleri rağbet göstermişlerdir. Hatta bu nedenle şathiye yerine; şathiye-i sûfiyâne terimi kullanılır. Allah ile senli-benli, şakalı bir edâ ile konuşur gibi yazılan şathiyelerde daha çok inançlar, sözkonusu edilir ve alaylı bir dil kullanılır. Bazıları saçma sanılan bu sözlerin, yorumlandığında tasavvufla ilgili türlü kavramlara değindiği görülür. Şeriate aykırı veya mânâsız gibi söylenen düşüncelerin, aslında vahdet-i vücut felsefesindeki görüşleri bildirdiği kesindir. Tasavvuf ıstılahları arasında şathiyenin önemli bir yer tutmaya başlaması, vahdet-i vücut ekolünün yaygınlık kazanmasıyla paralellik gösterir.
Tasavvufla ilgili eserlerde şathiyelerle ilgili çok bol malzemeler görülür. Hallâc-ı Mansur'un “Ene'l-Hakk“ (Ben Hakk'ım/Allah'ım) sözü ile; Bayezid Bestâmî'nin “Sübhânî mâ a'zame şânî“ (Kendimi tesbih ederim, noksan sıfatlardan tenzih ederim, şânım ne yüce oldu) sözü yaygın olarak bilinen ve tüm tasavvufçularca tevil edilerek de olsa kabul edilen iki şathiye örneği olarak verilebilir. Yine, Bâyezid Bistâmî'ye âit: “Bir denize daldım ki, peygamberler o denizin sâhilinde durdu“ sözü de böyledir.
Tasavvufçulara göre şathiyye, “dıştan (zâhiren) ve ortalama (şeriatla ilgili) bilgilerle bakıldığı zaman şeriata aykırı imiş gibi gözüken, fakat tasavvufî/bâtınî anlamda bir hakikati ifâde eden söz ve deyişlerdir.“ 1976
Şathiye adı verilen bütün bu elfâz-ı küfrü tasavvufçular hiç eleştirmez, savunur ve sahip çıkarlar. Te'vil etmeye çalışırlar: Bunlar vecd halinde, bir nevi sarhoşluk ânında söylenen sözlerdir. Bu sözleri söyleyenler Allah'a o kadar yakın olmuşlar ki, bu samimiyetle senli-benli konuşmaya başlamışlar. Bunlarınki naz makamıdır, onlar için bu sözler câizdir; ama o makamlara erişmeyenlerin bu tür sözleri câiz olmaz... “Ben Hakk'ım, -hâşâ- Allah'ım“ diyenleri savunan ve bu sözlere teville karışık sahip çıkan zihniyetten beklenen tavır farklı olamazdı, denilebilir. Bunlar, iddiâ edildiği gibi, cezbe ve sarhoşluk zamanında (İçki içmeden insan nasıl sarhoş olur? Hz. Peygamberimiz veya ashâbdan böyle bir şey hiç nakledilmiş midir?) söylenmiş sözler değildir. Kitaplara geçmiş, tekrarlanmış, tasavvufçular tarafından dillendirilip kabul edilmiş, savunulmuş, hatta kutsal söz gibi kabul edilmiştir. Meselâ nakşibendîlerde ve diğer çoğu tarikatlarda kelime-i tevhid zikri olarak şeyhler tarafından müridlere vird olarak verilen ifadelerden biri: “Lâ mevcûde illâllah“ (Allah'tan başka mevcut -varlık- yoktur) sözüdür. Bunu, kendilerine göre belirli aşamaya gelmiş her tasavvufçu günde bilmem kaç bin defa söyler, tabii ki bunlar Allah'ın öğrettiği ve Rasûlü'nün uygulayıp tavsiye ettiği zikir/ibâdet cinsinden değildir, büyük ve fecî bir bid'attir.
1975] Seyyid Şerif Cürcânî, et-Ta'rîfât, s. 76
1976] Türk Dili ve Edebiyatı Ans. Dergâh Y. c. 8, s. 108
ŞERİAT
- 503 -
Saf zihinlerin olumsuz etkilenmesi, şeytanın onlara bu sözlerle vesvese vermesi gibi riskler içermesinden ötürü, Allah'tan af dileyerek, bunlardan bir kısmını konuya örnek olması için iktibas etme zarûreti duyuyorum. Zâten araştıran insan, bunları bu tasavvufçu şâirlerin eserlerinde ve onlardan alıntı yapan birçok tasavvuf kitabında kolaylıkla bulabilir.
“Sâlik, kâfir olmadıkça Müslüman olamaz, kardeşinin başını kesmedikçe Müslüman olamaz. Anası ile tezevvüc etmedikçe Müslüman olamaz.“ 1977
“Var kardaşın öldür, dahî avradın boşa, / Anana kâbin kıydır, Hakk'ı ıyân göresin.“ Sadeleştirip bugünkü dille söylersek: “Git, kardeşini öldür ve karını boşa, annenle nikâh kıydır, (Böylece) Allah'ı açıkça görmüş olursun.“ 1978
“Sekiz cennet yaptın sen Âdem için / Adın büyük, bağışla onun suçun / Âdem'i cennetten çıkardın, niçin? / Buğday nene lâzım, harmancı mısın?
Hafâya çekilip seyrâna durdun / Aklı yetmezlerin aklını urdun / kıldan ince köprü yaptın da kurdun / Akar suyun mu var, bostancı mısın?
Yüz bin cehennemin korkmam birinden / Rahmân ismi nâzil değil mi senden? / Gaffâruzzüznûbum demedin mi sen? / Affet günahımı, yalancı mısın?
Şânına düşer mi noksan görürsün / Her gönülde oturursun, yürürsün / Bunca canı alıp yine verirsin / Götürüp getiren kervancı mısın?
Bilirsin ben kulum, sen sultânımsın / Kalpde zikrim, dilde tercümânımsın / Sen benim canımda can mihmânımsın / Gönlümün yârisin, yabancı mısın?“ 1979
“Kıldan köprü yaratmışsın / Gelsin kullar geçsin deyû / Hele biz şöyle duralım / Yiğit isen geç a Tanrı.“ 1980
“Kıl gibi köpri gerersin geç deyû / Gel seni sen tuzağından seç deyû / Ya düşer ya dayanur yahut uçar / Kıl gibi köpriden âdem mi geçer? / Kulların köpri yaparlar hay içün / Hayrı budur kim geçerler seyr içün...“ 1981
“Hak Teâlâ Âdemoğlu özüdür / Otuz iki Hak kelâmı sözüdür. / Cümle âlem bil ki Allah özüdür / Âdem ol candır ki güneş yüzüdür.“ 1982
“Âdemi balçıktan yoğurdun yaptın / Yapıp da neylersin, bundan sana ne? / Halk ettin insanı saldın cihana / Salıp da neylersin bundan sana ne? / Bakkal mısın, teraziyi neylersin? / İşin gücün yoktur gönül eylersin / Kulun günahını tartıp neylersin? / Geçiver suçundan bundan sana ne? / Katran kazanını döküver gitsin / Mü'min olan kullar dîdâra yetsin / Emreyle yılana tamûyu yutsun / Söndür şu ateşi bundan sana ne? / Sefil düştüm bu âlemde nâçarım / Kıldan köprü yaratmışsın geçerim / Şol köprüden geçemezsem uçarım / Geçir kullarını bundan sana ne? / Behlül Dânâ'm eder cennet yarattın / Nice kulları cehenneme attın / Nicesin âteş-i aşk ile yaktın / Yakıp da neylersin bundan sana ne?“
1977] Mektubat, İmam Rabbani, 445. Mektup
1978] Yunus Emre
1979] Azmi Baba
1980] Kaygusuz Abdal
1981] Yunus Emre
1982] Seyyid Nesîmî
- 504 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Aşk katında küfr ile İslâm birdir / Her kanda mesken eylese âşık emîrdir.“ 1983
“Benem Hakk'ın kudret eli / Benem belî aşk bülbülü / Söyleyip her türlü dili / Halka haber veren benem.“ 1984
Söylediği şathiyeler/küfür lafızları devrinde muvahhid müslümanları kızdırmış ve ona karşı tavır alınmasına sebep olmuş olacak ki, Yunus Emre şöyle der: “Yûnus bu cezbe sözlerin / Câhillere söylemegil / Bilmez misin câhillerin / Nice geçer zamânesi.“ Böyle dediği halde, duramaz, nice şathiyeler döktürür. Bunlardan kimileri, sadece tasavvuf çevresinde değil; müslüman halk arasında da şöhret bulmuştur. Şu dörtlük onlardan biridir: “Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç hûri / İsteyene ver anı / Bana seni gerek seni.“
Devlet ve İslâm Devleti
‘Devlet veya dûlet’, değişmek, bir durumdan başka bir duruma dönmek, dolaşmak, nöbetleşe birbiri ardınca gelmek ve zafer kazanmak gibi anlamlara gelir. Bu kelimenin aslı olan ‘devl’ kökü, Kur’an’da bir yerde kullanılmaktadır ve dönüşümlü olmak, döndermek anlamındadır. “Biz o günleri insanlar arasında dönderir dururuz…“1985 ‘Devlet ya da dûlet’ biçimiyle de yine bir âyette geçmektedir. Ganimet mallarının taksimiyle ilgili bir konunun sonunda şöyle denilmektedir: “Ta ki o ganimet (ya da genel olarak servet ) sizden zengin olanlar arasında dolaşan bir ‘devlet-dûle’ (servet) olmasın.“ 1986
Bazı tefsirciler burada geçen kelimenin ‘devlet’ veya ‘dûlet’ şeklinde okunabileceğini açıklıyorlar. Buna göre ‘devlet-dûlet’ servet, baht, makam ve gâlibiyet gibi insanlar arasında bazen ona bazen buna devrolunan sevindirici nimet ve duruma verilen addır. Nitekim Türkçe’de, büyük bir nimete kavuşanlar için ‘başına devlet kuşu kondu’ şeklinde söylenilen bir deyim vardır. Kimileri de demişlerdir ki, ‘devlet’ şeklinde söylenirse devlet kavramı, yani zafer, galibiyet ve makam; ‘dûlet’ şeklinde söylenirse, mülk anlamı kasdedilir.1987 Buna göre ‘devlet’ kelimesinin sözlük anlamında; elden ele dolaşan, bir ona bir buna geçen güç, makam ve üstünlük gibi şeyler vardır.
Siyasî Anlamıyla Devlet: Tarihî gelişimi içerisinde bu kelime giderek, bir siyasí yapılanma, belli bir gücü elinde bulundurma ve egemenliğe sahip olma durumunu ifade etmeye başlamıştır. Bugün ‘devlet’ diye ifade edilen gücün, kelimenin sözlük anlamıyla ince bir bağlantısı vardır. ‘Devlet’ bir gücü ve belli bir üstünlüğü temsil etmektedir. Ancak bu güç sabit değildir, bir onun bir bunun elinde durmakta, sürekli el değiştirmektedir.
Bugün ‘devlet’ deyince, manevi bir kişiliği, anayasal bir düzeni olan, egemenlik sahibi, sınırları belli bir ülke üzerinde kurulu, bir hükümete ve ortak kanunlara sahip teşkilat (örgüt) akla gelmektedir. Devlet kavramının tanımı noktasında çok farklı görüşler vardır. Bunun sebebi hemen herkesin olaya kendi ideolojisi, kültürel kimliği ve aldığı eğitim açısından bakmasıdır. Herkes onu, kendi anlayışı
1983] Seyyid Nesîmî
1984] Yunus Emre
1985] 3/Âl-i Imran, 140
1986] 59/Haşr, 7
1987] R. Isfehânî, Müfredât, s. 252
ŞERİAT
- 505 -
doğrultusunda tanımlamaktadır.
Kur’an, çok açık şekilde devletten, devletin yapısından bahsetmez. Böyle bir şey zaten Kur’an’ın konusu değildir. Çünkü Kur’an bir hidâyet rehberidir ve insanlara Allah’a nasıl kulluk yapılacağının, dünya hayatının nasıl yaşanacağının, hangi ilkelere uyacaklarının genel hatlarını gösterir. Ancak Kur’an, yönetimden, âdil yöneticilere itaatten, mü’minlere iktidar verilmesinden, yönetici peygamberlerden, saltanat sahibi kralların azgınlıklarından, Allah’ın indirdiği ile hükmedilmesinden, suçluların cezalandırılmasından, adâletle hüküm verilmesinden sık sık bahsediyor.
Kur’an’da çok miktarda siyasí kavram ve siyasetle ilgili pek çok prensip olmasına rağmen ‘Íslâm’da bir yönetim şekli yoktur’ demek doğru değildir. Kaldı ki gönderilen bütün peygamberler, aynı zamanda kendi toplumlarının yöneticileri idiler. Onlar, insanları Din’e davet edipte sonra onları kendi halleriyle başbaşa bırakmamışlardır. Onları Allah’ın indirdikleriyle yönetmişler, aralarındaki sorunları ilâhí ilkelerle çözmüşlerdir.
Şüphesiz devlet anlayışı ve devletin örgütlenişi tarih boyunca bir gelişme göştermiştir. Ancak, yönetim, kanun, hukuk, hâkimiyet, hükümranlık ve benzeri şeyler hep devlete beraber düşünülmüş şeylerdir. İslâm tarihinde ‘devlet’ kelimesinin kavram olarak kullanılması Abbâsîler döneminden itibaren başlamıştır. Sevinçli günlerin sırasının Abbâsîlere geldiğini ifade etmek üzere ya kelimenin sözlük anlamından hareket ederek, ya da ‘devlet’ kelimesinin geçtiği âyetten esinlenerek ‘devlet’ sözü kullanılmıştır. Zira ‘devlet’ kelimesinde mutluluk ve kutlu olmak anlamları da vardır. İktidarın el değişmesi, mevcut yönetimlerin iyi veya kötü olarak nitelendirilmesi, yönetime bağlılıklar ve karşı oluşlar bu kelime ile ifade edilmiştir.
Batılılaşma hareketlerinden sonra da İngilizcedeki ‘state’ kelimesinin karşılığı olarak ‘devlet’ kelimesi tam olarak yerleşmiştir. Biz ‘devlet’ konusundaki çok farklı görüşleri ve geniş açıklamaları bir tarafa bırakıp, İslâm'ın tavsiye ettiği yönetim anlayışına kısaca değinmek istiyoruz.
İster ‘devlet’ diyelim, isterse başka bir ad verelim, yönetim olayının ilk insanla başladığı açıktır. İki insan bir araya gelse aralarında bir hukuk olayı meydana gelir. Toplu olarak yaşamaya mecbur olan insanların hukuksuz, yönetimsiz ve yöneticisiz olmaları mümkün değildir. Bir yöneticinin veya yönetimin yetkisinde belirli kurallara uyan topluluklar huzuru, toplumsal düzeni sağlarlar. Kuralsız, hukuksuz, yönetimsiz, başsız topluluklarda huzur ve düzen değil; kaos, anarşi ve düzensizlik vardır.
Müslümanların Tarihinde Devlet: insanı başıboş bırakmayan Rabbimiz, onlara elçiler göndererek dünya hayatlarını nasıl yaşayacaklarını bildirmiş, uymaları gereken kuralları ve hukuku da onlara haber vermiştir. Peygamberimiz (s.a.s.) Medine’ye hicret ettikten sonra İslâmî yönetimin genel esaslarını bizzat kendisi uygulayarak göstermiştir. O, vahy doğrultusunda insanların dâvâlarına bakıyor, suçları önlemek için tedbir alıyor, gerekirse suçluların cezalarını veriyor, saldırgan düşmana karşı ordu çıkarıp savaşıyor, kimileriyle barış imzalıyor, çeşitli ülke yöneticilerine elçi gönderiyor, onlardan gelen elçileri kabul ediyordu. Allah’ın hükümlerini yerli yerinde uyguluyor, ticaret emniyetini sağlıyor ve gerekirse
- 506 -
KUR’AN KAVRAMLARI
denetliyor, insanların eğitimleri için kurumlar tesis ediyor, emirler veriyor, diplomatik ilişkiler kuruyordu.
Şüphesiz bütün bunlar bugün ‘devlet’ denilen örgütün yaptıklarının benzeri idi ve o günün şartlarına uygundu. Peygamberimiz (s.a.s.) dikkat edilirse mescidde namaz kıldırıp, insanları irşad etmekle kalmamış, toplumun bütün sorunlarıyla ilgilenmiş, mü’minler topluluğunu sevk ve idare etmişti. O, ibâdet, vaaz ve irşad işlerini kendine, yönetim ve hükümranlık işlerini dinle ilgisi olmayan siyasîlere bırakmadı. Böyle bir şey İslâm'ın ilkelerine ters olurdu.
Peygamberimiz'in vefatından sonra Râşid Halifeler döneminde İslâmî devlet modeli daha da gelişti ve kurumsallaştı. Yönetim şekli Emevîlerle saltana dönüşse ve daha sonradan kurulan birçok İslâm devletinde saltanat kurumu korunsa bile; devlet yönetiminde ve hukuk alanında İslâm'ın genel prensipleri uygulanmaya çalışıldı. Râşid Halifelerin yönetimi, Peygamberimiz'in hayatını içine alacak şekilde, yani Asr-ı Saâdet hep bir model olarak düşünüldü. Çünkü bu model, İslâmî bir yönetimin bütün özelliklerini taşıyordu.
İslâmî bir yönetim biçiminde şûra, biat ve Allah’ın hükümlerinin hâkimiyeti ana temeldir. Biat sıradan bir oy vermek değil, Allah adına bir yöneticiye, o yönetici Allah’ın emrine uyduğu müddetçe bir bağlılık ve itaat sözüdür. Bu söz içerisinde itaat, mü’min olarak kamu alanındaki görevleri yerine getirme, yöneticiye hayırlı işlerde yardımcı olma, hem de kendilerine yönetim emaneti verilenleri denetleme görevi ve anlayışı da vardır.
Şûra, İslâmî devletin en belirgin özelliğidir. Bu yönetimde söz hakkı ne bir kişinin, ne bir sınıfın, ne çoğunluğun, ne de her sözü kanun olan diktatörlerindir. Şûra, bütün işlerde yöneticilerin yetkili kimselere, hatta gerekirse halka danışmasıdır. Hakka ve halkın yararına en uygun kararların alınma çabasıdır. İslâmî devlet modelinde son söz, Hakka, yani Allah’ın hükmüne aittir. Allah’ın insan toplulukları için gönderdiği, onların faydasına olan genel ve değişmeyecek hükümlerdir. İslâmî devletin kuruluş amacı ve siyasetinin metodu, bu hükümleri uygulamak, insanların işlerini bu hükümler doğrultusunda yürütmektir. Ancak bu hükümleri anlayacak ve uygulayacak olanlar yine insanlardır. Şûrâ, yani her konuyu uzmanına danışma prensibi, İslâmî hükümlerin en iyi anlaşılmasını ve adâletli bir şekilde uygulanmasını sağlar. İnananlar bunun en güzel şekilde olmasına çaba gösterirler, ama hiç kimsenin anladığı ve uyguladığı şey İslâmî modelin kendisi değil, İslâm’ı kaynaklara uygun anlama ve yaşama çabasıdır.
Devlet Amaç Değildir: Öyleyse İslâmî devlet bir amaç değil, İslâm’ı daha iyi yaşamak, hakları sahiplerine ulaştırmak, dünya işlerini düzene koymak ve suçları önlemek için bir araçtır. Kimilerine göre devlet en son güç ve hâkimiyet makamıdır. Onun gücünün üstünde güç yoktur. Koyduğu bütün ilkeler ve kanunlar tartışmasız doğrudur ve itaat edilmesi gerekir. Böyleleri devleti en son güç makamı olarak tanıyarak, onu hak etmediği bir yere koymakta ve onu adeta bir ilâh haline getirmektedirler.
İslâmî devlette, hâkimiyet; yani en son egemenlik Allah’a âittir. Bunun anlamı şudur: Mülk Allah’ındır. Yerde ve gökte olan canlı ve cansız bütün varlıklar O’nundur. İnsanlara din ve şeriat koyma, onlar hakkında hükümler, ölçüler ve ilkeler gönderme hakkı Allah’ındır. O, âlemlerin Rabbidir, her şeyi bilir ve her şeye
ŞERİAT
- 507 -
hâkimdir. İnsanlara düşen, Allah’ın gönderdiği hükümleri kabul edip uygulamak ve böylece kulluk görevlerini yerine getirmektir.
Hâkimiyeti, belli bir toprak parçasına sahip olup, orada bir otorite kurmak, özgürlükleri ve bazı hakları kullanabilmek; bir ülkeye, bir halka bir kişinin, bir zümrenin hükmetme hakkı yoktur anlamına alırsak, ‘hâkimiyet milletindir’ demek yanlış değildir. Bu söz ile ‘milletin, daha doğrusu millet adına hareket ettiğini iddia edenlerin görüşünün üstünde görüş yoktur, onların kararlarının üzerinde hiçbir hüküm tanımayız’ anlamı kasdedilirse; bu şüphesiz İslâm dışı bir görüştür. Çünkü bu anlayış, hüküm (helâl-haram ölçüleri, hukuk ilkeleri) hakkını Allah’tan alıp kullara verme anlayışıdır.
İslâmî devlet, Allah’ın hükümlerini uygularken, günün şartlarına göre, insanların ihtiyacı kadar yeni kanunlar çıkarabilir, yeni kararlar alabilir. Teknik geliştikçe yeni kurumlar, yeni çalışma yöntemleri oluşturabilir. İslâmî hükümlerin uygulandığı İslâm devletine ‘dâru’l-İslâm’ denildiğini hatırlayalım. Öyleyse bir yönetimin İslâmî sayılabilmesi, o yönetimin İslâmî ilkeler üzerine kurulması ve işlerin ve siyasetin İslâm’a göre yapılması gerekir.
Kimileri, ‘İslâmî yönetimin bir modeli yoktur. Yönetimle ilgili ilkeler ümmetin tarihí tecrübesi ve yeni gelişmelerle elde ettikleri, oluşturdukları sivil bir alandır’ görüşündedirler. İslâm fıkhının yönetimle ilgili ortaya koyduğu prensipler İslâmî yönetim modelinin kendisidir. Bu modelin günümüzde bilinen teknik terimlere uyması gerekmez. İnsanın bütün hayatını kuşatan İslâm, hükmetme, yönetme, kanun koyma gibi çok önemli bir alanı, her zaman hevâsına uyma zaafı olan insanın insafına bırakmamıştır.
İslâmî devlet modeli hiçbir monarşik, oligarşik, teokratik, laik ve demokratik modellere benzemez. Çünkü İslâm'ın kaynağı İlâhî vahy, diğerlerinin kaynağı ise insan aklıdır. Hatırlatmak gerekir ki cumhuriyet anlayışı ile demokratik yönetimin bazı yöntemleri, ilkeleri ve işleyiş biçimi İslâmî yönetime oldukça yakındır. İnsan hakları, hukukun üstünlüğü, halkın görüşüne itibar etme, danışma yabana atılacak şeyler değildir.1988 Ama bütün bunlar, onların beşerî ideolojiler olduğunu, içinde bazı doğrular yanında çok sayıda yanlışların/bâtılların bulunduğunu unutturmamalıdır. Onun doğru ve güzel kabul edilen nice hususlarının da kâğıt üzerinde kaldığını, özellikle İslâm ve müslüman sözkonusu olduğunda uygulamada ilkelerinden vaad ettiği güzellikten eser kalmadığı bilinen ve görünen bir hakikattir. Beşerî ideolojilerin hiçbiri, İslâmî sisteme alternatif olamaz, birlikte uzlaşmaları düşünülemez.
Hâkimiyet/Egemenlik Kayıtsız Şartsız Allah’ındır
Hukm kelimesi, sözlük anlamı olarak yargı ve yargıda bulunmak anlamındadır. Kelime, bütün kökleriyle, taraflar arasında ister anlaşmazlık bulunsun, isterse bulunmasın, belirli bir konunun gerçek değerinin anlaşılması için, bu konuda yetkili kabul edilen bir makama başvurma mânâsını içermektedir. Kur’ân-ı Kerim’de de bu anlamda kullanıldığı görülmektedir. Hukm kelimesinin Türkçede “egemenlik“ anlamında kullanılan “hâkimiyet“ şeklindeki söylenişi ise, hüküm koyma, hüküm verme yetkisi, yüksek egemenlik anlamıyla Arapçada yenidir.
1988] Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 32-33
- 508 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm’a Göre Hâkimiyet: İslâm’a göre hâkimiyet ve sınırlandırılamaz egemenlik yalnızca Allah’ındır. Bu konuda bütün gerçek müslümanlar arasında tam bir fikir birliği vardır. Hüküm koymak Allah'a has bir yetkidir. Başkalarının bu konuda herhangi bir ortaklığı yoktur. Hiçbir kimsenin Allah ile birlikte hüküm koyması sözkonusu değildir. O, hükmüne hiçbir kimseyi asla ortak etmez.1989 İslâm’da gerçeğin ölçüsü ve yegâne hak, Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’nün sünneti olduğundan, herkesin bu hükümleri kabul etmesi gerekir. Kim kendiliğinden birtakım sözler ortaya koyar ve kendi anlayışına göre bazı kurallar ortaya atarsa ve bunu kendi anlayışı, hatta dini yorumlayışı sonucunda ileri sürerse, bu söylenenler Rasûlün getirdiklerine arz olununcaya kadar ümmetin ona uyması ve anlaşmazlıklarında onun hükmüne başvurması gerekmez. Eğer Rasûlün getirdikleri ile çatışmaz ve uygun düşerse, doğrulukları belgelenirse ancak o zaman kabul edilir; fakat Rasûl’ün getirdiklerine aykırı olursa o zaman bunların reddedilmesi gerekir.1990 Çünkü Yüce Rabbimiz mü’minlerin geçerli bir imana sahip olmaları için aralarındaki anlaşmazlıklarda Rasûl’ün hükmüne başvurmayı şart koşmakla kalmamış; içlerinde herhangi bir sıkıntı duymaksızın ve tam bir teslimiyetle, verdiği hükme teslim olmayı öngörmüş bulunuyor. 1991
Konuyu özetlemek gerekirse; Her yönüyle kendisine has bir muhtevâya sahip olan İslâm Dininin, esas gayesini teşkil eden “dini yalnızca Allah'a has kılma“yı gerçekleştirmek için, diğer bir ifade ile İslâm’ı hâkim kılmak için kendine has bir yol ve yordamının olacağı da açıkça bilinen hususlardandır. İslâm’ı hâkim kılmak için yapılacak herbir doğru eylem, hatta zihinsel faâliyetler bile birer sâlih ameldir. Yani bu maksatla yapılacak işlerimizin kabul edilebilmesi için, bir ameli, sâlih kılan özellikler şunlardır: 1) Yapılacak amel ile birlikte sahih bir akîdenin bulunması, 2) Yapılacak amelin ihlâsla, yani yalnızca Allah’ın rızâsı gözetilerek yapılması, 3) Bu amelin, şeriatin o amel için belirlemiş olduğu şekilde yapılması, yani Kitaba ve Sünnete uygun olması (ittibâ). Dolayısıyla İslâm’ı hâkim kılmak için izlenecek yolun, İslâm’ın kendi bünyesinden alınmış olması yahut en azından İslâm’ın açıkça yasaklamış olduğu gâye ve maksatlara götüren bir yol olmaması gerekmektedir. Buna bağlı olarak, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Demokrasi, esas itibarıyla, hâkimiyeti Allah’ın bir hakkı olarak kabul etmeyip bu hakkı kayıtsız şartsız olarak halkta ya da millette gören bir rejimin adıdır. Demokratik yöntemler de bu amacı gerçekleştirmek için ortaya konulmuş yollardır. Müslüman bir kimse, İslâm’ı egemen kılmak için çalışma ibâdetini îfa ederken, hiçbir yönüyle İslâm’la bağdaşmayan bu yöntemleri, İslâm’ı egemen kılmanın vâsıtası olarak kullanamaz. Çünkü böyle bir durumda en azından sâlih amelde aranan “ittibâ“ şartı bulunmayacaktır. Dolayısıyla böyle bir amel, en azından red edilmiş olacaktır.
Kaldı ki, herbir sistemin yöntemi de ancak kendi tabiatına uygundur. Amaç ile yöntem arasındaki tabiat farlılıklarının varlığının sağlıklı birtakım sonuçlara ulaştıramayacağı da hem mantıkî bir gerçektir; hem de artık gerek İslâm âleminde ve gerekse coğrafyamızda yaşanan deneyimleri gözönünde bulunduracak olursak, vâkıa daha açık ortaya çıkacaktır. Laiklik ise; en azından İslâm’ın
1989] 18/Kehf, 26
1990] İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd, 1/38
1991] 4/Nisâ, 65; Hâkimiyet konusuyla ilgili geniş bilgi almak için bk. Ahmed Kalkan, Kur’an Kavramları, Hukm-Hâkimiyet kavramı.
ŞERİAT
- 509 -
devlet ve toplum hayatına dair hükümlerini red ve iptale dâvet ettiğinden, müslüman açısından kabul edilmesi imkânsız bir siyasal yaklaşımdır.
Allah’ın indirdiği hükümleri ve öncelikle de Allah’ın hâkimiyetini (hangi çerçevede olursa olsun) red etmek de, İslâm dışında bütün sistemlerin ortak yönünü teşkil eder. Dolayısıyla hâkimiyeti bütün kapsam ve boyutlarıyla Allah’ın hakkı olarak görmeyen bir sistem ve din de, müslüman tarafından red edilmeye mahkûmdur. Allah’ın hüküm ve hâkimiyetini kısmen ya da tamamen red eden sistemlerin, İslâm’a göre başka bir şekilde değerlendirilmeleri mümkün olmadığı gibi; müslümanın da bunları red etmekten başka bir tavır takınacağını beklemek mümkün değildir.
Müslümanlar Allah’ın Dini’ni gerçek mâhiyetiyle kavrayıp küllî ve cüz’î hiçbir alanda İslâm’dan başka herhangi bir sisteme ihtiyaç duymayıp yalnızca Rablerinin dini ile yetinerek, sadece o dinin gösterdiği doğrultuda, gösterdiği hedefe doğru ilerleyecek olurlarsa, hem kendi aralarındaki anlaşmazlıkları ıslah edip birbirleriyle ilişkilerini düzeltecek, hem de Rableriyle aralarını düzelterek O’nun rahmet ve inâyetine mazhar olacaklardır: “Uğrumuzda cihad edenleri, elbette Biz Onları, yollarımıza iletiriz. Muhakkak ki Allah, ihsân edenlerle beraberdir.“ 1992
Bu memlekette; Allah'ın hükmünün uygulanmasını istemek, şeriatı savunmak bile suç sayılabilir. “Şeriatçı“ kavramı bir suç, bir yafta olarak horlanan kimselere takılır, bazen herhangi bir olay bahanesiyle İslâm düşmanları sokaklara dökülür, “kahrolsun şeriat!“ şeklinde anırmalar yükselir. Müslümanların sarılması ve savunması gereken şeriat, yine içlerinden bazıları tarafından “hîle-i şer'iyye, yani şer'î hile terimiyle hilelere âlet edilir, iş kitabına uydurulmaya, hilelere şeriatten kılıf bulunmaya çalışılır. Bazıları da şeriatı da hakikatin dışında bir kabuk kabul ederek onu küçümser, avâmın takılıp kaldığı ve ileriye geçemediği bir ilk aşama olarak düşünüp, kendileri onu aştığını ileri sürerler.
Şeriat kavramının düşündürdüğü bir husus da; bu kavramla ilgili ve aynı kökü paylaşan “meşrû“ ve “gayr-ı meşrû“ terimleriyle ilgili câhiliyye insanının açmazıdır. Bilindiği gibi, “meşrû“ şeriata uygun; “gayr-ı meşrû“ da şeriata uygun olmayan demektir. Şimdi, biri kalkıp “bu düzen, bu hükümet, bu yöneticiler gayr-ı meşrûdur“ dese, bu ifâdeyi bu düzenin kurumları ve mensupları yanlış ve suç sayıp bu sözü söyleyenin cezâlandırılmasını isteyebilirler mi? Eğer “bu düzen ve mensuplarının gayr-ı meşrû“ olduğunu kabullenmeyip suç saysalar, o zaman kendileri bu düzenin şeriata dayalı olduğunu söylemiş, laik (dinsiz, daha doğrusu çok dinli), demokratik, İslâm dışı devleti şeriata uygun görmüş olacaklar ki, bu önce savundukları Atatürk ilkelerine, anayasaya ve ona bağlı kanunlara ters olan ciddi bir suç unsurudur. Bilindiği gibi devletin en küçük bir esasının bile dine ve dince mukaddes sayılan hususlara göre düzenlenmesini istemek bile suçtur, hele bu düzene tümüyle meşrû, yani şeriata uygun demek tümüyle suç olacaktır.
Yok, eğer “bu düzen meşrûdur“ diyen çıksa, bu sözü mevcut düzen yanlıları doğru mu, yanlış ve suç mu kabul etsinler? Bu söz, bu sistemin şeriata uygunluğunu ifade etmektedir. Müslüman açısından bu sözün doğru olmadığı açık-seçiktir, ama bu câhiliyye insanı olan düzen taraftarlarınca öyle bir karmaşadır ki…
1992] 29/Ankebût, 69
- 510 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bütün bu kaos içinde Allah'ın dinine, Muhammed (s.a.s.)'in şeriatına, Kur'an'ın hükümlerine sarılmayı başarabilen, ifrat ve tefritler arasında şeriatı incitmeyen ve incitilmeye aday olmayan şeriatçı gençlere selâm olsun! O gençler ki, Rasûlullah (s.a.s.)'ın şu tavsiyesine uymayı her şeyin önüne geçirmiş ya da geçirme gayretindedirler: “Size bir şey bırakıyorum ki, ona sarıldığınız müddetçe dalâlete/sapıklığa düşmezsiniz. O, Allah'ın Kitabı'dır.“1993 Ne mutlu, Kur'an'ın hidâyetinde her türlü sapıklığa düşmeyen şuurlu muvahhidlere!
“Şeriat kim sarây-ı Kibriyâdır / Hakikat mülküdür muhkem binâdır / Anın herbir taşını her kim koparsa / Yerine başını koymak revâdır.“ 1994
“Başını alır şerîatten koparsa kimse taş / Oldu şemşîri anın insâna âhenden hisar.“1995
“Şeriatın kestiği parmak acımaz.“1996 (İslâmî hükümlere uymamaktan dolayı gelen cezâ için bir şey söylemek mümkün değildir, anlamında deyim)
“Şeriat zâhire hükmeder.“1997 (Şeriat/İslâm hukuku, görünene göre uygulanır.)
1993] Müslim, Hacc 147, hadis no: 1218; İbn Mâce, Menâsik 84, h. no: 3074
1994] İbn-i Kemal
1995] Yahya Bey
1996] Atasözü
1997] Atasözü
ŞERİAT
- 511 -
Şeriat Kavramıyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Şeriat Kelimesinin Kökü “Ş-r-a“ Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (5 Âyet): 5/Mâide, 48; 7/A'râf, 163; 42/Şûrâ, 13, 21; 45/Câsiye, 18.
B- Hüküm Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (210 Âyet): 2/Bakara, 32, 113, 129, 129, 151, 188, 209, 213, 220, 228, 231, 240, 251, 260, 269, 269; 3/Âl-i İmrân, 6, 18, 23, 48, 55, 58, 62, 79, 81, 126, 164; 4/Nisâ, 11, 17, 24, 26, 35, 35, 54, 56, 58, 58, 60, 65, 92, 104, 105, 111, 113, 130, 141, 158, 165, 170; 5/Mâide, 2, 38, 42, 42, 42, 43, 43, 44, 44, 45, 47, 47, 48, 49, 50, 50, 95, 110, 118; 6/En’âm, 18, 57, 62, 73, 83, 89, 114, 128, 136, 139; 7/A’râf, 7, 87, 87; 8/Enfâl, 10, 49, 63, 67, 71; 9/Tevbe, 15, 28, 40, 60, 71, 97, 106, 110; 10/Yûnus, 1, 35, 109, 109; 11/Hûd, 1, 1, 45, 45; 12/Yûsuf, 6, 22, 40, 67, 80, 80, 83, 100; 13/Ra’d, 37, 41, 41; 14/İbrâhim, 4; 15/Hıcr, 25; 16/Nahl, 59, 60, 124, 125; 17/İsrâ, 39; 18/Kehf, 26; 19/Meryem, 12; 21/Enbiyâ, 74, 78, 78, 79, 112; 22/Hacc, 52, 52, 56, 69; 24/Nûr, 10, 18, 48, 51, 58, 59; 26/Şuarâ, 21, 83; 27/Neml, 6, 9, 78; 28/Kasas, 14, 70, 88; 29/Ankebût, 4, 26, 42; 30/Rûm, 27; 31/Lokman, 2, 9, 12, 27; 33/Ahzâb, 1, 34; 34/Sebe’, 1, 27; 35/Fâtır, 2; 36/Yâsin, 2; 37/Saffât, 154; 38/Sâd, 20, 22, 26; 39/Zümer, 1, 3, 46; 40/Ğâfir, 8, 12, 48; 41/Fussılet, 42; 42/Şûrâ, 3, 10, 51; 43/Zuhruf, 4, 63, 84; 44/Duhân, 4; 45/Câsiye, 2, 16, 21, 37; 46/Ahkaf, 2; 47/Muhammed, 20; 48/Fetih, 4, 7, 19; 49/Hucurât, 8; 51/Zâriyât, 30; 52/Tûr, 48; 54/Kamer, 5; 57/Hadîd, 1; 59/Haşr, 1, 24; 60/Mümtehıne, 5, 10, 10, 10; 61/Saff, 1; 62/Cuma, 1, 2, 3; 64/Teğâbün, 18; 66/Tahrîm, 2; 68/Kalem, 36, 39, 48; 76/İnsan, 24, 30; 95/Tîn, 8, 8.
C- Şeriat Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler:
a- Allah'ın Şeriatı: 5/Mâide, 48; 42/Şûrâ, 13, 21; 45/Câsiye, 18.
b- Allah'ın Şeriatına Uymak: 45/Câsiye, 18.
c- Her Ümmete Amel Edecekleri Bir Şeriat Verilmiştir: 22/Hacc, 67.
d- Şeriatlerin Muhtelif Olmasıyla İmtihan: 5/Mâide, 48.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. İslâm Şeriatı, Abdülkadir Udeh, Nur Y.
2. Yaşasın Şeriat, Abdurrahman Dilipak, Görüş/Risale Y.
3. Şeriat ve Demokrasi, Kâzım Güleçyüz, Yeni Asya Gazetesi Neşriyat
4. Muhteşem Şeriat ve Fikrî Mes'eleler, Ahmed Selâmî, Türkçesi Neşriyat, İst. 1976
5. Kur’an’da Siyasî Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 419-421; 41-62
6. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 116-118; 164-171
7. İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 624-629; 139-142; 279-281
8. Laik Düzende İslâm’ı Yaşamak, Hayreddin Karaman, İz Y., s. 134-137
9. Kur’an’da Temel Kavramlar, Harun Yahya, Vural Y. s. 43-46
10. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 188-191
11. Fikrî Tevhide Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat, s. 11-23
12. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 298-301; c. 3; 33; c. 6, s. 29-30
13. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 19, 317-339; c. 7, s. 236-245; c. 9, s. 5-38
14. İslâm Siyaset İlişkileri, Süleyman Uludağ, Dergâh Y. s. 149-156
15. Nurdan Cümleler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 1, s. 68-72
16. Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman b. El-Luveyhık, Kayıhan Y. s. 260-278
17. İnanmak ve Yaşamak, Ercümend Özkan, Anlam Y. c. 2, s. 187-196
18. Kur’an’da insan Psikolojisi, Hayati Aydın, Timaş Y. s. 203-207
19. İslâmî Hareket Fıkhı, Mustafa Çelik, Yenda Y. c. 3, s. 225-227, c. 4, s. 101-109
20. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y.
21. İslâm Devlet Yapısı, M. Beşir Eryarsoy, İşaret/Bunuc Y.
22. İslâm'da Siyasî Düşünce ve İdare, Harun Han Şirvani, Nur Y.
23. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y.
24. Câhiliyenin Hükmünü mü İstiyorlar? Ziyâeddin el-Kudsi, Hak Y.
25. Hâkimiyet Allah’ındır, Ziyaüddin el-Kudsi, Hak Y.
26. Hükmüllah, Heyet, Hilâl Y.
27. Hâkimiyet Allah’ındır, Âyetullah eş-Şiran, İhtar Y.
28. İslâm’da Hükümet, Mevdûdi, Hilâl Y.
- 512 -
KUR’AN KAVRAMLARI
29. Dünya İslâm Devleti ve Prensipleri, M. Said Çekmegil, Nabi-Nida Y.
30. Teşrîî İslâm Tarihi, Abdülvehhâb Hallâf, terc. Hüseyin Algül, Şamil Y.
31. Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, Vecih Kevserânî, çev. Muhlis Canyürek, Denge Y.
32. Din Bürokrasisi, Yapısı, Konumu ve Gelişi, Davut Dursun, İşaret Y.
33. İnanç Sorunları, Hudaybi, İnkılâb Y.
34. İslâm Siyaset İlişkileri, Süleyman Uludağ, Dergâh Y.
35. İslâm ve Siyasi Durumumuz, Abdülkadir Udeh, Pınar Y.
36. İslâm Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
37. İslâm’ın Siyasi Yorumu, Ebu’l-Hasan Ali Nedvi, Akabe Y.
38. Siyasi Hutbeler, Şeyh Said Şaban, Endişe Y.
39. Devlet ve Devrim, Münir Şefik, Dünya Y.
40. Modern Çağda İslâm’ın Politik Sistemi, Lokman Tayyib, İlke Y.
41. Anayasa ve Demokrasi, Abdurrahman Dilipak, Emre Y.
42. Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, M. Beşir Eryarsoy, Buruc Y.
43. Siyasi Hutbeler, Şeyh Said Şaban, Endişe Y.
44. İslâm’da Hükümet, Mevdudi, Hilal Y.
45. Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim, Mevdudi, Özgün/İnkılâb Y.
46. İslâm İnkılâbının Süreci, Mevdudi, Özgün Y.
47. İslâm Nizamı, Mevdudi, Hilal Y.
48. İslâm’da Siyasi Sistem, Mevdudi, Özgün Y.
49. Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan Y.
50. İslâm Kapitalizm Çatışması, Seyyid Kutub, Bir/Arslan Y.
51. Yoldaki İşaretler, Seyyid Kutub, Fecr/Dünya/Özgün/Pınar Y.
52. İslâm’ın Dünya Görüşü, Seyyid Kutub, Arslan Y.
53. İslâm Toplumuna Doğru, Seyyid Kutub, İslâmoğlu Y.
54. İslâm – Laiklik, Yusuf Kardavi, Denge Y.
55. İslâm, Laiklik ve Kenan Evren, N. Yücel Mutlu, Rehber Y.
56. İslâm ve Laisizm, Nakib Attas, Pınar Y.
57. Laik Düzende İslâm’ı Yaşamak, 1-2, Hayreddin Karaman, İz Y.
58. Laiklik Yargılanıyor, Rauf Pehlivan, Gonca Y.
59. Laik Vahşet, Faruk Köse, Mektup Y.
60. Laiklik Çıkmazı, Ahmed Taşgetiren, Erkam Y.
61. Laiklik Devrini Kapamıştır, İsmail Kazdal, İhya Y.
62. İslâm Açısından Laiklik, Muhammed İslâmoğlu (Sadreddin Yüksel), Özel Y.
63. Laikliğin Neresindeyiz? Safâ Mürsel, Yeni Asya Y.
64. Laik Demokratik Cumhuriyet İlkelerine Bağlı Kalacağıma, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
65. Laisizm, Abdurrahman Dilipak, Beyan Y.
66. Din ve Laiklik, Ali Fuad Başgil, Yağmur Y.
67. Türkiye’de Laiklik İdeolojisi, Ahmet Parlakışık, Objektif Y.
68. Türkiye’de Laiklik ve Fikir Özgürlüğü, Fehmi Koru, Beyan Y.
69. Müslüman Laik Olamaz, Ali Kemal Saran, Şelale Y.
70. Sosyalizm Bitti Laiklik Alır mıydınız? Yavuz Bahadıroğlu, Nesil Basım Y.
71. Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, Vecih Kevseranî, Denge Y.
72. Medenî Vahşet, Hüsnü Aktaş, Ölçü Y.
73. Çağdaş Truva Atı Demokrasi, İsmail Kazdal, İhya Y.
74. Demokrasi Risalesi, Yaşar Kaplan, Timaş Y.
75. Alaturka Demokrasi ve Alaturka Laiklik, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
76. Demokrasi ve Totalitarizm, Raymond Aron, Kültür Bakanlığı Y.
77. İzmlerin Çöküşü ve İslâm’ın Yükselişi, M. Emin Gerger, Şelale Y.
78. İslâm Işığında Hareketler ve İdeolojiler, Fethi Yeken, İslâmoğlu Y.
ŞERİAT
- 513 -
79. Değişim Sürecinde İslâm, J. Esposito, J. Donohue, insan Y.
80. Câhiliye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
81. İlahlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
82. Lâ 1-2, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
83. İslâm’a Göre Partinin Hükmü, Muhammed Fatih, Tevhidî Çekirdek Y.
84. Siyasal Katılım, Zübeyir Yetik, Fikir Y.
85. İslâm’da İmâmet ve Hilâfet, Hasan Gümüşoğlu, Kayıhan Y.
86. Hilâfet: Modern Arap Düşüncesinin Eleştirisi, Fehmi Şinnavi, insan Y.
87. Halifesiz Günler, Hakan Albayrak, Denge Y.
88. Hilâfet ve Şehâdet, Muhammed Bâkır es-Sadr, Objektif Y.
89. Hilâfet ve Halifesiz Müslümanlar, Sadık Albayrak, Araştırma Y.
90. Hilâfet Nasıl Yıkıldı? Abdülkadim Zellum, Hizbü’t-Tahrir Y.
91. Hilâfet ve Kemalizm, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Âlem Y/Araştırma Y.
92. Hilâfetin İlgâsının Arkaplanı, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, insan Y.
93. Hilâfet-i İslâmîyye ve T.B.M. Meclisi, İsmail Şükrü, Bedir Y.
94. Hilâfet (Geçmişi ve Geleceği ile), Kadir Mısıroğlu, Sebil Y.
95. Hilâfet ve Saltanat, Mevdudi, Hilâl Y.
96. Hilâfetin Saltanata Dönüşmesi, Vecdi Akyüz, Dergâh Y.
97. Hilâfet Hareketleri, Mim Kemal Öke, T. Diyanet Vakfı Y.
98. Hilâfetin Kaldırılması Sürecinde Cumhuriyetin İlanı, 1-2, Murat Çulcu, Kastaş Y.
99. Halifeliğin Kaldırılması ve Laiklik, Seçil Akgün, Turhan Kitabevi Y.
100. İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
101. Devlet ve Din, Çetin Özek, Ada Y.
102. Ceza Hukuku ve Demokratik Düzenin Korunmasında Laiklik İlkesi, Çetin Özek, 1978, İstanbul
103. Türk Hukukunda Laikliği Koruyucu Ceza Hükümleri, Çetin Özek, 1961, İstanbul
104. İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, s. 580-582

Okunma 1129 kez
Bu kategorideki diğerleri: « ŞEHİD VE ŞEHÂDET ŞEYTAN – İBLİS »