Ahmed Kalkan

Ahmed Kalkan

Web sitesi adresi: http://Ümraniye Kalemder
Cumartesi, 06 Şubat 2021 19:58

MİRAS VE VASİYET

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

MİRAS VE VASİYET


- 1031 -
Kavram no 133
Görevlerimiz 25
Bk. Mal, Mülk ve Mâlik; Ecel ve Ölüm
MİRAS VE VASİYET


• Vasiyet; Anlam ve Mâhiyeti
• Vesâyet
• Kur’ân-ı Kerim’de Vasiyet Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Vasiyet
• Miras; Anlam ve Mâhiyeti
• Vâris
• Kur'ân-ı Kerim'de Miras Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Miras Kavramı
• Asabe
• Ashâbu’l-Ferâiz
• Zevi’l-Erhâm
• Kadınlara Miras Olmak ve Kadınların Mirasta Erkeğin Yarısını Alması
• Günümüzde Vasiyet, Miras ve İnsanımız
“İçinizden ölüp de dul eşler bırakan kimselere gelince; onlar, eşlerinin evlerinden çıkarılmadan bir yıla kadar bıraktıkları terikeden faydalanmaları husûsunda vasiyet etsinler. Eğer o kadınlar, kendiliklerinden çıkıp giderlerse, iyilikle kendileri hakkında yaptıklarından size bir günah yoktur. Allah azîzidir, hakîmdir.” 4536
"Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek, Allah'tan korkanlar üzere bir borçtur.” 4537
“Emzirmenin tamamlanmasını isteyen (baba) için, anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Onların beslenmesi ve giyimi iyilikle (mâruf ve uygulanan ölçüler içinde) baba tarafına aittir. Bir insan, ancak gücü yettiğinden sorumlu tutulur. Hiçbir anne, çocuğu sebebiyle zarara uğratılmamalı, hiçbir baba da çocuğu yüzünden zarara girmemeli. Onun benzeri, vârise de (mirasçıya da) gerekir. Eğer ana ve baba her ikisi de birbiriyle görüşerek ve karşılıklı anlaşarak çocuğu memeden kesmek isterlerse, kendilerine günah yoktur. Çocuklarınızı (sütanne tutup) emzirtmek istediğiniz takdirde, sütanneye vermeyi taahhüt ettiğiniz miktarı iyilikle teslim etmeniz şartıyla, üzerinize günah yoktur. Allah’tan korkun. Bilin ki Allah, yapmakta olduklarınızı görür.” 4538
Vasiyet; Anlam ve Mâhiyeti
Vasiyet: Emretmek, bir işi birisine ısmarlamak, bir malı ölümden sonra bağışlama anlamında bir fıkıh terimidir. Terim olarak, dinî ilimlerden fıkıhta ve hadis usûlünde ayrı ayrı mânâlara gelmektedir. Fıkıh ıstılahında vasiyet iki ayrı
4536] 2/Bakara,240
4537] 2/Bakara,180
4538] 2/Bakara,233
- 1032 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlamda kullanılmaktadır:
1- Bir malı veya menfaati ölümden sonraya bağlayarak bir şahsa veya hayır kurumuna karşılıksız olarak bağışlamak.
2- Bir kimsenin ölmeden önce, küçük çocuklarının mâlî işlerini yürütmekte veya terikesinde tasarrufta bulunmakta birisini yetkili kılmasıdır.
Malını veya bir malının menfaatini ölümüne bağlayarak bir şahsa veya hayır cihetine hibe eden kişiye vasî, kendisine mal veya menfaat bırakılan (vasiyet edilen) kişiye veya hayır cihetine mûsâ leh, vasiyet edilen mala ya da menfaate mûsâ bih, vasiyette bulunma olayında îsa denilir.
Vasiyet Çeşitleri: Vasiyet bir olay veya zamanla kayıtlı olmazsa, mutlak vasiyet, belirli bir olayla veya zamanla "şu işim olursa", "şu zamana kadar ölürsem" gibi kayıtlı olursa mukayyet vasiyet; mûsâ bihin miktarı, malın üçte biri, dörtte biri gibi bir oranla değil, belirli bir miktarla belli olursa mürsel vasiyet; miktar belli edilmeden terikenin üçte biri dörtte biri gibi bir oran vasiyet edilirse bu vasiyete de gayri mürsel vasiyet denilir. Vasiyet edilen şeyin mal veya menfaat olması bakımından da vasiyetler, vasiyye bi'l-mal ve vasiyye bil'l-menfaat kısımlarına ayrılırlar. 4539
Vasiyetin Meşrûiyeti: Vasiyet, İslâm'ın meşru kabul ettiği akitlerdendir. Tarihî açıdan bakıldığında vasiyetin İslâm'dan önce de var olduğu görülmektedir. Meselâ Romalılarda aile reisi malında vasiyet yoluyla ve hiçbir kayda tâbi olmadan dilediği gibi tasarrufta bulunuyordu. Hatta bazen malının tamamını yabancılara vasiyet edip, kendi vârislerini mirastan mahrum bırakabiliyordu. Daha sonra birtakım değişiklikler yapılarak, babanın malının en az dörtte birini çocuklarına bırakması zorunlu hale getirildi. Câhiliye Araplarında da vasiyet sınırsız bir şekilde vardı. Araplar, kendi akrabalarını muhtaç bırakmak pahasına büyüklük taslamak için, mallarının tamamını yabancılara vasiyet ediyorlar ve bununla övünüyorlardı.4540 Demek oluyor ki, İslâm vasiyeti ihdas etmedi, hazır buldu. İslah ederek devam ettirdi, hatta tavsiye etti.
Vasiyet, tüm İslâm müctehidlerine göre meşrûdur. Meşrûiyeti, Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sâbittir; Kur’an’da: "Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek, Allah'tan korkanlar üzere bir borçtur.” 4541 ve "İçinizden ölüp de dul eşler bırakanlara gelince, onlar eşlerinin evlerinden çıkarılmadan bir yıla kadar bıraktıkları terikeden faydalanmaları hususunda vasiyet etsinler. Eğer o kadınlar kendiliklerinden çıkıp giderlerse, iyilikle kendileri hakkında yaptıklarından size bir günah yoktur. Allah azîzdir hakîmdir." 4542 buyrulmaktadır. Nisâ sûresinin 11 ve 12. âyetlerinde de ölenin bazı yakınlarının mirastaki hisseleri belirtilirken, bu hisselerin borçlar ödendikten ve vasiyetler tenfiz edildikten sonra hak sahiplerine ödeneceği beyan edilmektedir.
Hz. Peygamber'in hadislerinde de vasiyet teşvik edilmiştir. Mesela İbn Ömer'den rivayet edilen bir hadiste: "Bir Müslümanın vasiyet etmek istediği bir şey
4539] Bilmen, Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, V,115; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuhu, VIII, 9
4540] Zuhaylî, a.g.e., VI, 7
4541] 2/Bakara, 180
4542] 2/Bakara, 240
MİRAS VE VASİYET
- 1033 -
olup da, vasiyeti yastığının altında yazılı olmadan iki gece geçirmesi doğru değildir." 4543 buyurmaktadır. Hz. Peygamber bir başka hadisinde de: "Allah (c.c.) size, amellerinize ziyâde olarak ölümünüz esnâsında mallarınızın üçte birini tasadduk etti (vasiyet etme yetkisi verdi)." 4544 buyurmuştur.
Bu âyet ve hadislerin delâleti doğrultusunda İslâm âlimlerinin tümü vasiyetin meşrûluğunda ittifak etmişlerdir. Dolayısıyla vasiyet icmâ ile de meşrûdur. 4545
Vasiyetin Hükmü: Prensip olarak vasiyet müstehap4546 veya menduptur.4547 Yukarıdaki âyet zâhiren vasiyetin farz olması gerektiği izlenimi verebilir. Çünkü âyet-i kerimede vâsiyetin Allah'ın kullar üzerinde bir hakkı olduğu vurgulanmaktadır. Ancak ulemâ bu âyetin, daha sonra inen miras âyetiyle neshedildiğini söylemişlerdir. Bu âyetin mensuh oluşunun delili sahabelerden bir çoğunun vasiyette bulunmamalarıdır. Çünkü eğer vasiyet farz olsaydı sahabelerin bunu terketmeleri mümkün olmazdı. Zaten İbn Abbas ve İbn Ömer vasiyetin farz olacağı izlenimini veren bu âyetin mensuh olduğunu söylemişlerdir. 4548
Vasiyetler dînî açıdan beş grupta toplanır:
a- Vâcip vasiyetler: Bir Müslümanın hayatında iken ödemesi gereken ama ödeyemediği borçlarını veya başkasına ait hakları -bu borçlar Allah hakkına taalluk edebileceği gibi kul hakkı da olabilir- ödenmesi veya sahiplerine verilmesi için vasiyet etmesi vaciptir. Dolayısıyla elinde birisine ait emanet mal bulunan, birisine borcu olup, borcun varlığına dâir bir vesîka bulunmayan kişinin bu emanetlerin sahiplerine verilmesini, borçların ödenmesini vasiyet etmesi gerekir. Aynı şekilde, hac, zekât, oruç gibi ibâdetler kendisine farz olduğu halde edâ edemeyenler, üzerinde keffâret borcu olanlar hac ve zekâtın edâsını, orucun fidyesinin verilmesini, keffâretlerin ödenmesini vasiyet etmek zorundadırlar. 4549
b- Müstehap vasiyetler: Hali vakti yerinde olan kişinin, vâris olmayan akrabalarına, yoksullara ve hayır kurumlarına vasiyette bulunması müstehaptır.
c- Mubah vasiyetler: Akrabalardan veya yabancılardan zengin olanlar için vasiyette bulunmak mubahtır.
d- Mekruh vasiyetler: Fakir vârisi olanların, mallarını vasiyet etmeleri ittifakla mekruhtur. Ayrıca Hanefilere göre, kim olursa olsun fısk u fücur ehline vasiyette bulunmak da tahrimen mekruhtur.
e- Haram olan vasiyetler: Haram bir işin yapılması için vasiyette bulunulması ittifakla haramdır. Meselâ, bir Müslümanın kilise yapılması, şarap fabrikası inşası gibi haram olan bir şeyi vasiyet etmesi haramdır. Bu tür vasiyetlere uyulmaz. Ayrıca meşrû cihetlere bile olsa malın üçte birinden fazlasının vasiyet edilmesi de câiz değildir. Şayet vasiyet edilmişse, vârislerin, malın üçte birisinden fazla olan kısmında bu vasiyete uymaları mecburî değildir. Ancak, isterlerse uyabilirler.
4543] Buharî, Vesâya, 1; Müslim, Vesâya,1-4; İbn Mâce, Vesâyâ, 2
4544] İbn Mâce, Vesâyâ 5
4545] Merğınânî, el-Hidâye, IV, 232; İbn Kudâme, el-Muğnî, VI, 444
4546] Merğınanî, a.g.e., IV, 231
4547] Zuhaylî, a.g.e. VIII,11
4548] Zuhaylî, a.g.e., VIII, 12
4549] İbn Kudâme, a.g.e., VI, 444; İbn Abidîn, Reddu'l-Muhtar, VI, 648, haylî, a.g.e., VIII, 12
- 1034 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hanbelîlerdeki sahih görüşe göre bu tür bir vasiyet mekruhtur. 4550
Vasiyetin Rüknü: Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre vasiyetin rüknü; hibe, alım satım, icare vs. akitlerde olduğu gibi, icap ve kabuldür. Yani, mûsî vasiyette bulunacak, mûsa leh de kabul edecektir. Mûsa lehin kabûlünün bulunmaması halinde vasiyet tamamlamış olmaz. Mûsa lehin kabulü, sarahaten olabileceği gibi, kabul veya red etmeden ölmesi durumunda olduğu gibi delâleten de olabilir. Vasiyetin kabulü ancak, mûsînin ölümünden sonra olur.4551 İmam Züfer'e göre ise, vasiyetin rüknü sadece icaptır. Mûsînin vasiyetini mûsa lehin kabul etmesi gerekmez. Çünkü musa lehin durumu vârisin durumu gibidir. Nasıl vâris mîrası red imkânına sahip değilse, musa leh de vasiyeti reddetme imkânına sahip değildir. 4552
Vasiyette icab ve kabul, vasiyet kelimesi ile olabileceği gibi vasiyete delâlet eden başka kelimelerle veya yukarıda belirtildiği gibi delâleten de olabilir. Bu hüküm Hanefilere göredir. Cumhura göre ise delâleten kabul olmaz, mutlaka sözle yapılması gerekir. 4553
Vasiyetin tahakkuku için kabulün şart olduğu görüşüne göre, kabul veya reddin fevrî (îcabın hemen peşinden) olması şart değildir. Mûsa leh, vasiyyeti, mûsînin ölümünden sonra olması kaydıyla ve reddetmemişse uzun süre sonra da kabul edebilir. Şafiîlere göre mûsa lehin kabul veya red ettiğine dair bir şey söylememesi durumunda vârisler ondan görüşünü açıklamasını talep edebilirler. Bu isteğe rağmen, görüş açıklamaktan imtina etmesi durumunda bu, vasiyeti red sayılır. Vârislerin zarara uğramamaları bakımından Şafiîlerin bu görüşü tatbike daha elverişlidir. Mûsa leh, kendisine vasiyet edilen şeyin hepsini kabul veya red zorunda değildir. Hepsini kabul veya red edebileceği gibi bir kısmını kabul, bir kısmını reddetmesi de mümkündür. 4554
Prensip olarak mûsa leh vasiyeti kabul veya red ettikten sonra bu tasarrufundan rucû edemez. Ancak, vârisler buna icazet verirlerse rucû caizdir. Vârislerin hepsi veya birisi, mûsa lehin kabulden sonra rucunu kabul ederlerse vasiyet reddedilmiş olur, mal vârislere geri döner. Şâfiî ve Hanbelilere göre mûsa leh vasiyeti kabul edip kazbettikten sonra artı geri dönemez.
Vasiyetin Şartları: Vasiyetin sahih olması için, mûsîde, mûsâ lehte ve mûsâ bihte bulunması gereken birtakım şartlar vardır;
a- Mûsîde/Vasiyette bulunan kimsede bulunması gereken şartlar:
1- Mûsî (vasiyette bulunan şahıs), teberrua ehil olmalıdır. Buna göre, mûsî, âkl, bâliğ ve hür olmalıdır. Mûsînin akıl sahibi olması gerektiğinde ulema arasında herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Delinin, bunağın ve baygının vasiyeti ittifakla caiz değildir. Büluğ konusu ise ihtilafladır. Hanelî ve Şâfiîlere göre mûsînin baliğ olması şarttır. Mâlikî ve Hanbelilere göre şart değildir. Onlara göre mümeyyiz olan çocuğun (on yaşı temyiz çağı kabul ediyorlar) vasiyetleri geçerlidir.
4550] İbn Kudâme, a.g.e., VI, 445; Zuhaylî, a.g.e., VIII, 12, 13
4551] Kâsânî, Bedâiu's-Sanâî, VII, 331
4552] Haskefî, Dürrü'l Muhtac VI, 650
4553] Zühaylî, a.g.e., VIII, 18
4554] Zühaylî, a.g.e., VIII, 18, 19
MİRAS VE VASİYET
- 1035 -
Sefâhet sebebiyle kendisine hacr konulmuş olan mahcûrun vasiyeti temelde ittifakla câiz olmakla birlikte bazı teferruatta mezhepler arasında ufak tefek görüş ayrılıkları vardır. Hanefilere göre mahcurun vasiyetinin geçerliliği, vasiyetin fakirlere veya bir hayır kurumuna olması ile kayıtlıdır. Zengin için yapacağı vasiyet geçerli değildir. Diğer mezheplere göre ise böyle bir şart yoktur. Ancak Şâfiîlere göre iflas sebebiyle hacr edilenin vasiyetinin cevazı, alacakların icazetine bağlıdır.
Sarhoşun vasiyeti Şâfiilerin dışındaki ulemâya göre mutlak olarak geçerli değildir. Çünkü aklı başında değildir. Şafiilere göre ise haram bir şeyden dolayı sarhoş olanınki sahihtir.
Kâfirin vasiyeti ittifakla câizdir. 4555
2- Mûsî, vasiyet ettiği mala malik olmalıdır. Bir kimsenin kendisine ait olmayan bir malı vasiyet etmesi caiz değildir.
3- Mûsî vasiyeti kendi rızâsı ve hür iradesi ile etmiş olmamalıdır. İkrah, şaka veya hata ile yapılmış olan vasiyetlerin geçerliliği yoktur.
b- Mûsâ lehle/Kendisine Vasiyet Edilen Şahısla ilgili olan şartlar:
1- Mûsâ leh, mevcut olmalıdır. Ana karnındaki cenin de mevcut sayıldığı için, cenine yapılan bir vasiyet geçerlidir.
2- Mûsa leh belli olmalıdır. Kim olduğu bilinmeyen meçhul bir şahsa vasiyet caiz değildir.
3- Mûsa leh mal edinmeye müstehak birisi olmalıdır. Dolayısıyla köle için yapılan vasiyet geçerli sayılmamıştır.
4- Mûsa leh, musî'in katili olmamalıdır. Mûrisi öldüren katil, mirastan mahrum olduğu gibi, mûsîsini öldüren mûsa leh de vasiyetten mahrum edilir. Bu görüş, Hanefî ve Hanbelîlere göredir. Şâfiî ve Mâlikîlere göre katile vasiyet yapılabilir.
5- Mûsa leh, mûsînin vârisi olmamalıdır. Vârise vasiyet caiz değildir. Şayet birisi vârisine vasiyette bulunmuşsa, bu vasiyetin geçerliliği diğer vârislerin rızâsına bağlıdır.
6- Mûsa leh, haram bir cihet olmamalıdır. Kumar salonu yapılması, şarap fabrikası inşası gibi haram bir cihet için yapılmış olan vasiyetler ittifakla geçersizdir. Vasiyet ciheti aslında mübah olmakla beraber, bir masiyete vesile olabilecek cinsten ise -fasıkların fısklarını icra edebilmeleri için yardımlaşmalarını sağlayacak bir tesis inşası gibi- Hanefi ve Şafiilere göre geçerli, Mâlikî ve Hanbelilere göre batıldır.
c- Mûsâ bihte/Vasiyet Edilen Şeyde bulunması gereken şartlar:
1- Mûsa bih mal olmalıdır. Mal, taşınır ve taşınmaz bir mal olabileceği gibi, hak ve menfaat da olabilir. Bir kimse mesela evinin mülkiyeti vârislerinin olması şartıyla, süknâsını (içerisinde oturma hakkı) bir başkasına vasiyet edebilir.
2- Mûsa bih olan mal, mütekavvim (Müslümanlar katında değeri olan bir
4555] Merğınanî, a.g.e., IV, 234 vd., İbn Kudâme, a.g.e, VI, 558 vd., Zühayli a.g.e, VIII, 24 vd
- 1036 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mal) olmalıdır. Bir Müslümanın başka bir Müslüman için şarap, domuz gibi mütekavim olmayan bir şeyi vasiyet etmesi caiz değildir. Aynı şekilde, bir kimsenin ölümünden sonra peşinden ağıt okunması için vasiyette bulunması caiz olmaz.
3- Temlîki kabil olmalıdır. Bundan maksat; vasiyet edilen alın şer'î akitlerden bir akitle sahip olunması sahih bir mal olmalıdır. Binaenaleyh, henüz ana karnına düşmemiş bir yavruya vasiyet caiz değildir.
4- Vasiyet edilen mal muayyense, vasiyet edilirken, mûsînin mülkü olmalıdır.
5- Mûsa bihin masıyet veya şer'an haram olan bir şey olmaması gerekir. Meselâ kabrin gösterişli bir şekilde yapılması için vasiyette bulunmak câiz değildir.
6- Mûsînin vârisi varsa, mûsa bih terikenin üçte birinden fazla olmamalıdır. Şayet üçte birden fazla olursa, fazla olan miktardaki vasiyetin edası vârislerin icazetine bağlıdır. Bu Hanefilerin görüşüdür. Şâfiî, Mâlikî, ve Hanbelîlere göre ise, mûrisin vârisi olmasa bile terikenin üçte birini aşan miktardaki vasiyet batıldır. Çünkü bu durumdaki birinin malında tüm Müslümanların hakkı vardır. 4556
Vasiyetin Hukukî Hükümleri: Vasiyet, bütün âlimlere göre lâzım (bağlayıcı olmayan) bir akittir. Çünkü bir teberrudur. Vasiyette bulunan vasiyete karşılık bir şey almamaktadır. Dolayısıyla, ister sağlıklı halinde, ister hastalık halinde vasiyet etmiş olsun, istediği zaman vasiyetinin tamamından veya bir kısmından dönebilir. 4557
Şartlarını haiz olan bir vasiyet sahihtir. Vasiyet mutlaksa, musî öldüğünde ve musa leh kabul ettiği andan itibaren, bir zamana veya şarta bağlı ise şartın tahakkuku ve zamanın gelmesinden itibaren vasiyet edilen mala malik olur. Vasiyetin infazı miras taksiminden önce gelir. Ölünün bıraktığı terikede yapılacak ilk işlem, techiz ve tekfin, sonra borçların ödenmesi, peşinden de vasiyetlerin infazıdır. 4558
Mûsa bih muayyen bir mal ise sadece ona bağlıdır. Dolayısıyla henüz mûsâ lehin eline geçmeden telef olursa vasiyet de batıl olur. Mûsînin başka malları olsa o mallarla mûsâ lehin hiçbir ilgisi yoktur. Vasiyet, bir mal çeşidinin belirli bir oranı ise, vasiyet edildiği esnada mevcut olan mala taalluk eder.
Vasiyye bi'l-menfaa: Hanefilere göre menfaatten maksat, bir kölenin hizmeti, bir evde oturma hakkı ve geliri, bahçe ve tarlanın ürün ve kirasıdır. 4559
Dört mezhep imamına göre menfaatin vasiyeti caizdir. Daha önce aynıların vasiyetinde vasiyet edilen malın terikenin üçte birinden fazla olmayacağına değinilmişti. Bu oranın, menfaatte nasıl takdiri yapılacaktır? Bu konu mezhepler arasında değişik değerlendirilmiştir; Hanefîler ve Mâlikîler menfaati vasiyet edilen malın değerine bakarlar. Şayet bu mal terikenin üçte birini aşmıyorsa, süresi ne olursa olsun vasiyet uygulanır. Fakat bu mal terikenin üçte birinden daha
4556] Merğınânî, a.g.e., IV, 232; İbn Kudâme, VI, 563; Mevsılî, el-İhtiyar li Ta'lili'l-Muhtâr, V, 62; Bilmen, a.g.e., 122-127; Zühaylî, a.g.e., VIII, 26-53
4557] İbn Kudâme, a.g.e., IV, 518; Zeylaî, Tebyinü'l-Hakaik, VI,186; Meydanî, el-Lilbab Şeriru'l-Kitap IV, 178; Şirbînî; Muğni'l-Muhtâc, III, 71, 72
4558] Seyyid Şerif Cürcânî, Şerhu Feraizi Siraciyye, 2-5
4559] Kasânî, a.g.e., VII, 352
MİRAS VE VASİYET
- 1037 -
fazla olursa, üçte biri kadarı geçerli, kalanı geçersizdir. Yani bu mezheplere göre itibar, menfaate değil, menfaati vasiyet edilen aynadır. Şafii ve Hanbelî mezheplerine göre, muteber olan, mal değil, malın vasiyet müddetindeki menfaatidir. Çünkü mûsa bih, menfaattir. Hanbelîlerden bir görüşe göre, müddetin sınırsız olması halinde, Hanefîlerde olduğu gibi aynın kıymetine itibar edilir. 4560
Menfaatin elde edilmesi ya mûsâ lehin bizzat kendisinin kullanması ile veya kiraya verip kirasını alması ile gerçekleşir. Şayet mûsi, vasiyet ederken bunlardan birisini kayıtlamamışsa, mûsâ leh dilediği şekilde istifade edebilir. Fakat bir menfaat türü ile kayıtlamışsa Hanefilere göre bu kayda uymak zorundadır. Aksine hareket edemez. Dolayısıyla, kendisinin oturması için, oturma hakkı vasiyet edilen birisinin, evi kiraya vererek kirasını alması caiz olmaz. Şafii ve Hanbelîlere göre, musâ leh, böyle bir kayda uymak zorunda değildir. İstediği şekilde faydalanabilir.
Bir malın menfaati, mûsâ leh ile vârisler arasında müşterek ise, dilerlerse malı kiraya verip kirasını bölüşürler, dilerlerse ve mal müsaitse malı aralarında bölüşüp herbiri muayen bir kısmının menfaatini alır. Üçüncü bir yol olarak da malı münavebeli olarak kullanabilirler. 4561
Vasiyet edilen menfaat geçici olabileceği gibi, süresiz de olabilir. Şayet belirli bir süreye münhasırsa veya sonu gelecek bir cihete ise malın kendisi mûsinin vârislerine aittir. Sürenin bitiminde onlara döner. Fakat bir malın menfaati sınırsız olarak ya da mutlak olarak vasiyet edilmiş ve mûsâ leh sonu gelmeyen bir türdense o aynı vakıf hükmündedir. 4562
İkinci Mânâda Vasiyet: Bir kimsenin, ölmeden önce küçücük çocuğuna ait malî işleri yapması veya terikesinde tasarrufta bulunması için birisini yetkili kılmasının, vasiyetin fıkıh ıstılahındaki ikinci manası olduğunu söylemiştik. Akıl hastalığı, bunama, akıl zaafı ve sefahat sebebiyle, bir kimsenin tasarruf yetkisi elinden alınmış ve işlerin yürütmesi için birisi tayin edilmişse buna da kayyum denilir. Kayyum vasi mesabesindedir.4563 Şimdi de kısaca bu manadaki vasiyet üzerinde duralım.
Bir kimseyi, mallarında veya çocuklarının işlerinde tasarruf etmekte yetkili kılan kişiye mûsî, yetkili kılınan şahsa vasî veya musâ ileyh, bu zatın sahip olduğu sıfata da vesâyet denilir. Bu anlamda iki türlü vasî vardır:
1- Vasıyyi Muhtar: Kişi tarafından seçilmiş olan vasîdir. Yani, bir kimse ölümünden sonra bıraktığı terike veya çocukları ile ilgili işlerde tasarruf etmesi için birisini yetkili kılarsa buna vasiyi muhtar (seçilmiş vasî), vasiyyul-meyyit (ölenin vasîsi), vasiyyu'l-eb (babanin vasîsi) denilir.
2- Vasiyyi Mensup (tayin edilmiş vasî): Yukarıda söylenilen işleri yapabilmesi için hâkim tarafından tayin edilmiş olan vasîdir. Buna vasiyyu'l kadî (hâkimin vasîsi) da denilir. 4564
4560] Zühaylî, a.g.e., VIII, 86, 87
4561] İbn Âbidin, Reddu'l-Muhtar, VI, 691 vd.
4562] Zühaylî, a.g.e., VIII, 92, 93
4563] Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, II, 276
4564] Bilmen, a.g.e., V, 6
- 1038 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm hukuku prensip olarak vasî tayin etme yetkisini babaya vermiştir. Şayet baba vefat etmeden önce birisini vasî seçmişse çocuğun mallarında tasarruf etmek onun hakkıdır. Şayet seçmemişse ve varsa, sıra dede (babanın babası) ve onun tayin ettiği vasîdedir. O da yoksa o zaman vasî tayini hâkimin salahiyetine girer. Demek oluyor ki, çocuğun malı üzerindeki tasarruf yetkisi sırayla, baba, babanın vasîsi, babanın vasîsinin vasîsi, dede, dedenin vasîsi, dedenin vasîsinin vasîsi ve hâkimin vasîsine aittir.4565 Anne, kardeş, amca gibi akrabaların küçüğün malı üzerinde tasarruf yetkileri yoktur. 4566
Vesâyet, mûsinin icabı ve vasînin kâbûlü ve meydana gelir. Tek taraflı bir irade yeterli değildir, dolayısıyla vasînin kabulü şarttır. Vasînin, âkil, bâliğ, hür ve tasarrufa ehil olması gerekir. Bir gayri müslimin, Müslüman üzerindeki vesayeti caiz değildir.
Vasînin, çocuğun malı üzerindeki tasarrufu, küçüğün menfaatinin kesin veya muhtemel olmasına bağlıdır. Kesin zararına olan tasarrufları ise geçerli değildir. Buna göre, vasî, küçüğün malından hibe, tasadduk gibi bir yolla teberruda bulunamaz. Hibe ve sadaka kabulü gibi mutlak menfaat olan tasarruflara yetkilidir. Kâra da zarara da ihtimali olan alım satım gibi tasarruflarda gabn-i fâhiş derecede zararına olmayacak tasarruflarda bulunabilir. 4567
Şayet vasiyyi muhtarın küçüğün malındaki tasarrufunda hıyaneti görülürse, hâkim tarafından azledilir. Ama bir hıyaneti sözkonusu olmazsa, bir görüşe göre azletemez, diğer bir görüşe göre azlederse geçerlidir fakat günahkar olur. Hâkim kendi tayin ettiği vasîyi ise istediği zaman ve hiçbir kayda bağlı olmadan azledebilir. 4568
Bir vasî vesayet işlerini tek başına görmekten aciz ise hâkim ikinci bir vasî tayin edebilir. Ayrıca baba veya dedenin de birden fazla kişiyi vasî tayin etmesi mümkündür. Bu durumda vasilerden birisinin tek başına tasarrufta bulunma yetkisi yoktur. Şayet bulunur da yetimin malı zayi olursa bu malı tazmin etmek zorundadır.
Vasîyi muhtar vesayeti kabul ettiği zaman, musînin vefatından sonra artık vesayeti terk edemez. Hâkimin tayin ettiği vasî ise istediği zaman kendisini vesayetten azledebilir. Ancak daha önce hâkime haber vermesi gerekir. Vasiyyi muhtar, ücret alamaz, vasiyyi mansup ise hakimin takdiri ile belirli bir ücret alabilir. Ancak, vasiyyi muhtarın da muhtaç olması kaydıyla yetimin malından yemesi caizdir. 4569
Vesâyet, vasî tayin eden kişi veya mercinin azli, çocuğun büyümesi, zamana bağlı olan vesayetlerde sürenin bitimi, belirli bir iş için vasî kılınması halinde o işin yapılmış olması, vasînin aklını kaybetmesi, fıska mübtelâ olması ve ölümü ile sona erer. 4570
Hadis Usûlü Istılahında Vasiyet: Hadis usûlü ilminde Vasiyet, hadis tahammül
4565] Mecelle, madde, 974; Karaman, a.g.e., I,196
4566] Karaman a.g.e., II, 276
4567] Karaman, a.g.e., II, 276
4568] Bilmen, a.g.e., V, 182
4569] Bilmen, a.g.e., V, 205 ; Zûhayıs, a.g:e, VIII,148
4570] Zühaylî, a.g.e., VIII, 149
MİRAS VE VASİYET
- 1039 -
yollarından birisidir. Sefere çıkacak veya ölmek üzere bir şeyh (hadis bilgini) in, rivayet etmekte olduğu bir kitabı bir şahsa Vasiyet ederek bırakması demektir. Bu ilimde, vasîyette bulunan şeyhe, mûsî, kendisine kitap bırakılan öğrenciye mûsa leh denilir.
Vesâyet yoluyla hadis tahammülünün caiz olup olmadığı bu sahanın bilginleri arasında tartışmalıdır. İçlerinde Nevevî'nin de bulunduğu bir gruba göre caiz değil, bir başka gruba göre caizdir. Caiz görenler de bu yolu hadis tahammül şekillerinin en alt seviyesi olarak kabul etmişlerdir. Vasiyet yoluyla tahammülü kabul edenler, şeyhi bu vasiyetiyle öğrencisine muayyen bir şey vermiş, ve onun kendi rivayetlerinden birisi olduğunu kabul etmiş gibi telakki ederler. Vasiyet edilen bir kimsenin rivayet sırasında vasiyet edenin sözlerini fazla veya eksik olmadan aynen aktarması gerekir. 4571
Vesâyet
Vasiyet, birisine ölümünden sonra yerine getirilmek üzere verilen tasarruf hakkı, eksik ehliyetli kişi adına tasarruf hakkı demektir. Çoğulu "vesâyâ"dır. Tekili "visâyet" olarak kullanılır. Küçük çocuğun işlerini tasarruf edip çeviren kimseye "vasî" denir. Çoğulu "evsıyâ"dır. Vasî üç çeşittir. İslâm devlet başkanının vasîsi, hâkimin belirleyeceği vasî veya kişinin serbestçe belirleyeceği vasî.
1- İslâm devlet başkanının vasîsi: İslâm devlet başkanı, ehil birisini kendinden sonra başkan olmak üzere aday gösterebilir. Nitekim Hz. Ebû Bekir (6.13/634) kendisinden sonrası için Hz. Ömer'i (ö. 23/643) aday göstermiş, Ömer de (r.a.) de devlet başkanı seçim işini "şûrâ"ya bırakmıştır. Bu uygulama sahabe topluluğunun önünde gerçekleşmiş ve karşı çıkan olmamıştır. 4572
2- Hâkimin belirleyeceği vasî: Bu, eksik ehliyetli kişinin işlerini yürütmede hâkimin kendisine yardımcı olduğu vasî olup, hakim tarafından tayin edilir.
3- Kişilerin seçeceği vasî: Bir kimsenin sağlığında iken, ailesinden eksik ehliyetlilerin işlerini ölümünden sonra yönetmek üzere başka birisini tayin etmesidir. Vesâyet, küçük yaşta yetim ve öksüz kalan veya işlerini idare edemeyecek şekilde akıl hastalığına veya bunamaya maruz kalan kimselere Allah rızâsı için yardımcı olmak üzere konulan koruyucu bir yönetimdir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Sana yetimlerin durumunu sorarlar. De ki: Onların işlerini düzeltmek, kendileri için daha hayırlıdır. Eğer onları aranıza alırsanız onlar sizin din kardeşinizdir. Allah bozguncuyu, ıslah edenden ayırt etmesini bilir. Eğer Allah dileseydi sizi zor durumda bırakırdı. Şüphesiz Allah her şeye gâlib, tam hüküm ve hikmet sahibidir." 4573
Vesâyet Akdinin Meydana Gelme Şartları
1- Vasî ile ilgili şartlar: Vasînin; akıllı, ergin, hür, adaletli, ehliyetsizin işlerini yürütebilecek güç ve tecrübeye sahip olması, güvenilir ve Müslüman olması gerekir. Bu yüzden çocuk, gayri müslim veya malı telef edeceğinden korkulan bir
4571] Suyutî, Tedrîbu'r-râvî fı Şerhi Takribi'n Nevevî, II, 59, 60; Tehanevî, a.g.e., II,1526; Yaşar Kandemir, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, trc. 79, 80; Hüseyin Kayapınar, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 315-318
4572] eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, Mısır, t.y., I, 449
4573] 2/Bakara, 220
- 1040 -
KUR’AN KAVRAMLARI
fâsık vasî tayin edilse hâkim bu tayini iptal ederek, ehil olanını atayabilir. Ancak bunların hâkim kararına kadar yapacağı tasarruflar geçerli olur. Diğer yandan vasî tayin edildikten sonra çocuk ergin, gayri müslim Müslüman olsa veya fâsık tevbe etmiş bulunsa artık hâkim bunları vasîlikten azledemez.
İslâm devletinin tebealığını kabul etmiş olan ehl-i kitabın (zimmî) bir Müslümanı vasî tayin etmesi geçerlidir. Nitekim vekil tayin etmesi de böyledir. Ancak zimmînin miras malları arasında şarap veya domuz gibi Müslümanlarca değeri olmayan bir mal bulunursa, Müslüman vasînin, bunların satışını sağlamak için güvenilir bir zimmîyi vekil tayin etmesi gerekir. Bu, Hanefilerin görüşüdür. İmam Şâfiî'ye göre böyle bir vesâyet sözleşmesi geçerli değildir. Çünkü din ayrılığı Müslümanın zimmîden miras almasına engel olduğu gibi, onun zimmîye vasî olmasına da engel teşkil eder. Bir zimmî ise Müslümana vasî olamaz. Onun Müslümana vasî olamayışı, kâfirin Müslüman üzerinde velâyet yetkisinin bulunmayışı yüzündendir. Çünkü zimmî bu konuda haksızlık yağma ithamı altındadır. Kur'ân-ı Kerîm'de Müslümanların işlerini gayri müslimlere bırakmamalarını bildiren çeşitli âyetler vardır. Bazıları şunlardır: "Allah mü'minlerin aleyhine kafirlere hiçbir yol vermeyecektir."4574; "Ey iman edenler! Sizden olmayanları sakın dost edinmeyin. Onlar size kötülük yapmaktan geri durmazlar. Sizin sıkıntıya düşmenizi isterler. Kinleri ağızlarından dökülür, sinelerinin gizlediği ise daha büyüktür." 4575; "Ey iman edenler! Mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost ve idareci edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah'a apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?" 4576; "Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları dost ve idareci edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz onlardan olur. Şüphesiz Allah zâlim topluluğu hidayete erdirmez." 4577
Küfür ehlinden olunca en yakın hısımların bile bir mü'min üzerinde velâyet veya vesâyet hakkı bulunmaz. Âyette şöyle buyrulur: "Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, bazılarınızı ve kardeşlerinizi dost ve idareci edinmeyin. Sizden kim onları dost ve idareci (velî) edinirse işte onlar, zâlimlerin ta kendileridir." 4578
Diğer yandan vasînin erkek olması ve gözlerinin görmesi şart değildir. Bu yüzden kadın da küçüklerin ve akıl hastası gibi eksik ehliyetlilerin vasîsi olarak tayin edilebilir. Çünkü o şahitlik yapma ehliyetine sahiptir. Nitekim Hz. Ömer (r.a) kızı için Hz. Hafsa’yı (ö. 41/244) vasî tayin etmiştir.4579 Hatta küçük çocuklar için annenin vasî yapılması başka kadınlardan daha uygundur.
Birden çok kişinin vasî tayin edilmesi de caizdir. Bunların birlikte veya ayrı zamanlarda belirlenmesi de mümkündür. Bu durumda iki vasîden birisi tek başına tasarrufta bulunamaz. Ancak vasî tayin edenin icazet vermesi durumu müstesnadır. 4580
2- Vasî tayin edenle ilgili şartlar: Akıllı, hür ve yükümlü herkesin vasî tayin etmesi geçerli olur. Akıl hastalığı veya bunama gibi bir nedenle kısıtlı bulunan
4574] 4/Nisâ, 141
4575] 3/Âl-i İmrân, 118
4576] 4/Nisâ, 144
4577] 5/Mâide, 51
4578] 9/Tevbe, 23
4579] Dârimî, Vesâyâ, 41
4580] İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, V, 496. vd.; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk,1405/1985, VIII,134, 135
MİRAS VE VASİYET
- 1041 -
baba, çocuklarına küçüklük veya sefihlik sebebiyle vasî tayin edemez. Mâlikî ve Hanbelîlere göre temyiz gücüne sahip olan kimsenin vasî tayin etmesi geçerli olur.
Şâfiîlere göre küçük çocuklar için vasî tayin edecek olan kimsenin, İslâm'a göre bu çocuklar üzerinde velâyet hakkının bulunması gerekir. Bunlar baba, dede ve büyük dededir. Bunlar varken erkek kardeş, amca, önceki vasî ve kayyımın tayin edilmesi geçerli olmaz. 4581
3- Vesâyetin konusu: Vasî tayininin belirli kişi, mal veya belirli konular için yapılması gerekir. Böylece vasî konuyu öğrenmiş, yapacağı işin sınırlarını çizmiş ve konuya koruma altına alma imkânı doğmuş olur. Çünkü vasî tayini, vekil tutma gibidir. Buna göre vesayet konusu; borcu ödemek veya alacakları tahsil etmek, küçük çocuk, akıl hastası ve sefih gibi reşîd sayılmayan kimselerin işlerine bakma, emanetleri sahiplerine vermek ve başkasındaki emanetleri almak ve gasp edileni geri vermek bunlar arasında sayılabilir.
Küçüklere vasî tayini mutlak ifadelerle yapılmışsa, bu çocuğun şahsı ve malları ile ilgili tasarruflarda belde örfüne göre amel edilir. 4582
4- Vesayet akdinin yapılışı: Vesâyet akdi icap ve kabul ile meydana gelir. Vasî tayin edenin; "Sen benim vasîmsin" "Sen benim malımda vasîmsin" veya "Sen benim vefatımdan sonra vekilimsin" yahut, "Vefatımdan sonra çocuklarımı sana teslim ettim, onların işlerini sen yönet" gibi ifadelerle yapılacak teklif karşı tarafça da kabul edilince vesâyet sözleşmesi meydana gelir.
Vasî vesâyet teklifini, vasî tayin edenin bilgisi altında reddetse bu red geçerli olur. Eğer vasî tayin edenin bilgisi yoksa onun bakımından aldanma olmaması için red onun bulunmadığı mecliste geçerli olmaz. Vasî tayin edilen susar ve bu arada vasi tayin eden ölürse, vasînin red veya kabul hakkı vardır.
Vesâyet sözle olduğu gibi fiil ile de gerçekleşebilir. Meselâ; bir kimse vasî tayin edildiğini bilmeksizin mirasçıların bir malını satsa veya onlara yarayışlı bir şey satın alsa veya ölenin bir borcunu ödese yahut alacağını tahsil etse vasîliği fiilen kabul etmiş sayılır.
Vasînin görev alanına vasî tayin edenin çocukları girdiği gibi bu çocukların ölümü halinde onların çocukları da girer. Vasî ile birlikte nâzir tayini de câizdir. Nâzımı tasarrufa yetkisi yoktur. Ancak onun bilgisi olmadıkça vasî tek başına tasarrufta bulunamaz. Aksi halde yetimin malında meydana gelecek zararı tazmin etmesi gerekir.
Vesâyet görevinin, Allah'a yaklaşmak amacıyla ücretsiz yapılması gerekir. Ancak vasî tayin eden, vasî için vasiyeti infaz bedeli olarak bir ücret belirlese bu iş sözleşmesi geçerli olmaz. Çünkü bu sözleşme vasî tayin edenin ölümünden sonra yürürlüğe girmesi gerekeceği için böyle bir iş akdi geçersiz olur. Ancak böyle bir ücret bir atıyye olarak mirasın üçte birine kadar olan bölümünden verilir. Yine vasî tayin eden; "Benden sonra çocuklarım üzerinde vasî olması için sana
4581] el-Merğınânî, el-Hidâye maa tekmileti Fethi'l-Kadîr, VIII, 489-503; İbn Âbidin, a.g.e., V, 494 vd.; eş-Şirbînî, Muğnî'l-Muhtâc, Mısır, t.y., III, 74 vd.; eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, I, 463, 464
4582] ez-Zühaylî, a.g.e., VIII, 137
- 1042 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şu kadar ücret verdim" dese bu şart bâtıl olur, fakat başka bir açıdan ona hizmeti karşılığında belli bir malı veya ücreti vasiyet yoluyla bırakmış olur. 4583
Diğer yandan vesâyet akdinin bir sreye ve şarta bağlanması caizdir. Meselâ; "seni bir yıl süreyle veya oğlum erginlik çağına girinceye veyâ Ahmed dönünceye kadar vasî tayin ettim" denilse sınırlı bir süre için vâsi tayini sözkonusudur. Şarta bağlama ise şöyle olur: "Ben ölürsem, seni vasî tayin ediyorum" demek gibi. Çünkü vasî tayininde bir takım bilinmezlikler ve tehlikeler sözkonusudur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) Zeyd b. Hârise'yi Mûte Gazvesine gidecek olan bir askeri birliğe komutan tayin etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Zeyd'in başına bir felâket gelirse, ondan sonra Cafer, Cafer'in başına felâket gelirse Abdullah b. Revâha (r.anhüm) komutayı ele alsın." 4584
Vasînin Tasarrufları
Vasînin alım-satımı: Hanefilere göre vasînin yabancıya satması ve ondan mal satın alması. İnsanların aldanmayı âdeten hoş karşıladıkları ölçüler içinde kaldığı sürece geçerli olur. Bu da "yesîr gabin (az aldanma)" adını alır. Çünkü bundan kaçınmak mümkün olmaz. Âdeten hoş karşılanmayan ölçüde alış-veriş ise caiz olmaz. Bu da "fahiş gabin (çok, aşırı aldanma)" adını alır. Hanefilere göre fahiş gabin; bilirkişilerin değerlendirme alanına girmeyen aşırı derecede yüksek veya düşük satış bedelini ifade eder.
Belh fakihlerinden Nusayr b. Yahyâ (ö. 268/881), satın akdine konu olan malların piyasadaki alış-veriş hızını ve devir kabiliyetini dikkate alarak fahiş gabin oranlarını rayiç bedelin üstünde gayri menkulde % 20 hayvanlarda % 10 ve menkul eşyada % 5 olarak belirlemiştir. Piyasa fiyatının bu ölçülerde altında veya üstündeki satış veya alışların fahiş gabin sınırına girdiği kabul edilmiştir. Mecelle'nin 165. maddesinde bu ölçüler esas alınmıştır.
Diğer yandan Mâlikîler fâhiş gabni malın değerinin üçte birinden fazla bir fiyatla satış olarak belirlerken, Şafiilerin fâhiş gabin için belli bir miktar üzerinde durmadıkları görülür. 4585
Kısaca vasınin velâyeti toplum maslahatı ile sınırlıdır. Bu da ğabn-i fâhiş ölçüsünde alış-veriş yapmamayı gerektirir. Vasî, yetimin malını kendisi için satın alsa veya kendi malını ona satsa, eğer vasî hakimin tayin ettiği bir vâsi ise bu muameleler mutlak olarak caiz olmaz. Eğer babanın tayin ettiği vasî ise Ebû Hanife'ye, akar kabilinden olmayan bu satış veya alışın küçüğe açık olarak bir yararı varsa muamele caiz olur. Bu yararın ölçüsü de malın değerinin yansı kadar eksik olmasıdır. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise bu alış-veriş mutlak olarak caiz değildir. 4586
Ancak babanın küçük çocuğuna ait bir malı rayiç bedelle veya âdeten
4583] Ömer Nasuhi Bilmen, İstilahatı Fıkhıye Kamusu, İstanbul 1969, V, 179,180
4584] Buhârî, Cihâd, 7, Fedâilü Ashâbi'n-Nebî, 25, Cenâiz, 4; Ahmed b. Hanbel, III,113.118, V, 299, 301
4585] bk. İbn Nüceym, el-Bahru'r-Râik, Mısır 1334, VII, 169; Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l Ahkâm, I, 247; İbn Âbidîn, a.g.e., IV,159; İbn Hazm, el-Muhallâ, Mısır 1389, IX, 454 vd.; Hamdi Döndüren, İslam Hukukuna Göre Alım Satım da Kâr Hadleri, Balıkesir 1984, 145 vd
4586] İbn Âbidîn, a.g.e., V, 500 vd
MİRAS VE VASİYET
- 1043 -
insanların aldanmayı hoş karşıladığı (yesîr gabin) ölçüdeki bir fiyatla kendisi için satın alması câiz olur. Ebû Hanîfe'ye göre vasî yetimin akarını değerinin iki mislinden aşağıya alamayacağı gibi kendi akarını da yetim için değerinin yarısından fazlaya satamaz. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre bu satıp alma mutlak olarak câiz değildir. 4587
Vasî yetimin malını ticaretle nemâlandırmak ve bu malda tasarruf yapmak zorunda değildir. Eğer bunu yaparsa Ebû Hanîfe ve Muhammed'e göre kârını (ribh) tasadduk eder. Hanefîler dışındaki çoğunluğa göre ise vasi maslahata uyarak küçüğün malında tasarrufta bulunabilir.
Vasînin vekil veya başka bir vasî tayin etmesi: Hanefi ve Mâlikîlere göre vasînin başkasını vasî tayin etmesi caizdir. Şâfiî ve Hanbelilere göre ise vasînin böyle bir tasarrufta bulunabilmesi için vasî tayin eden kimsenin izni gerekir. Çünkü vasî onun izniyle tasarrufta bulunmaktadır. Bu ikinci grup müctehitlere göre vasînin vekil tayin etmesi de geçerli olmaz. 4588
Vasînin diğer tasarrufları: Vasi yetimin malını karz-ı hasen yoluyla veremez. Eğer verirse tazmin eder. Hâkimin ise bu yetkisi vardır. Vasî, bu malı kendisine karz (ödünç) olarak alsa, caiz olmaz ve borç olarak kalmış sayılır. 4589
Vasî, küçüğe ma'ruf üzere yiyecek, içecek ve giysi sağlar. Sünnet ve evlendirme de bu kapsama girer. Eğitim ve öğretimi içinde vasî gerekli önlemleri alır. Vasî alacakları tahsil eder, borç peşin olunca maslahat gerektiriyorsa bunu geciktirebilir. Çocukların mallarında tasarruf velâyet ve yetkisi önce babalarına, sonra babalarının vasîlerine, sonra vasilerinin vasîlerine aittir. Bunlar bulunmadığı takdirde sahih dedelerine, bundan sonra onların vasîlerine, sonra bu vasîlerin vasîlerine ait bulunur. Bunlar da bulunmazsa hâkime ve hâkimin nasp edeceği vasîlere ait olur. Şâfiîlere göre sahih dede hayatta olunca başkasını vasî tayin etmek câiz olmaz. Ancak vasîyet edenin ölüm tarihinde sahih dede vefat etmiş durumda olursa başkasına daha yapmış olduğu vasî tayini geçerli olur.
Kısıtlıya Malın Verilmesi: Vasî erginlik çağına gelen fakat henüz reşit olmayan yetime miras teslim etse ve mal zayi olsa Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre bunu vasînin tazmin etmesi gerekir. Çünkü o, verilmemesi gereken kişiye malı vermiş olur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Yetimleri erginlik çağına gelinceye kadar yetiştirip deneyin. Onların akılca olgunlaştıklarını görürseniz, mallarını kendilerine verin." 4590 Buna göre küçük, ergin olunca hemen malı kendisine teslim edilmez ve reşid olup olmadığı, yani malım yerinde kullanıp kullanamayacağı araştırılır. Ebû Hanîfe'ye göre prensip olarak erginlikle mâlî velâyet kalkar, fakat bir önlem olarak en geç 25 yaşına kadar mal yetime teslim edilmeyebilir. Çoğunluğa göre ise yetim rüşd (olgunluk) hali gösterinceye kadar yaşı ne kadar ilerlerse de malî velâyet devam eder.
Bu yüzden rüşd yaşı kültür, eğitim, ekonomik, sosyal, fizik, çevre gibi etkenlerin altında değişik yaşlarda gerçekleşir. Ülkeler uygulamada kolaylık sağlamak amacıyla bu konuda standart bir yaşı esas alma yoluna giderler. Meselâ; Osmanlı
4587] Bilmen, a.g.e., V, 183 vd
4588] İbn Âbidîn, a.g.e., V, 499; eş-Şîrâzî, a.g.e., I, 464; ez-Zühaylî, a.g.e., VIII, 142
4589] İbn Âbidîn, a.g.e., V, 503
4590] 4/Nisâ, 6
- 1044 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Devleti uygulamasında 1288 tarihli bir padişah fermanı yirmi yaşını doldurmamış kişilerin rüşd davalarının geri çevrilmesini emreder.4591 Bu yaş Türkiye'de 18, Mısır, İngiltere, Almanya ve Fransa'da 21 yaş olarak belirlenmiştir. 4592
Mâlikîler de yetime malın teslimi konusunda Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'le aynı görüştedir. Buna göre kısıtlının malını rüşdten sonra, bir delil olmadan verme konusunda vasinin sözü kabul edilmez. Çünkü âyette şöyle buyrulur: "Mallarını yetimlerin kendilerine verdiğiniz zaman, bu konuda Şahit tutun. Hesap görürü olarak Allah yeter." 4593
Hanefîlere göre, vasî tasarruf yetkisi bulunan konularda tasdik olunur. Bu yüzden vasînin eksik ehliyetli ile ilgili harcamaları delilsiz olarak kabul edilir. Aşağıdaki durumlar bundan müstesnadır.
Vasînin delil getirmedikçe tazminle yükümlü olacağı durumlar şunlardır: Vasî, vasî tayin edenle veya mirasçılarıyla ilgili borçları ödediğini iddia etse bunu ispat etmesi gerekir. Miras malını satıp, satış bedelini teslim almadan önce, ölmüş bulunan vasî tayin edenin borçlarını ödediğini, yetimin küçükken başkasının telef ettiği malını kendisinin tazmin ettiğini veya küçüğe ticaret izni verilip borç yaptığını ve bu borçları kendisinin ödediğini veya küçüğe ait arazilerin haraç vergisini ödediğini iddia etmesi bu niteliktedir. Yine yetime kendi zimmetinden veya kendi malından geçim masrafı yapıp, bununla ona rücu etmek istemesi de böyledir. Vasî ticaret yapıp kâr ettikten sonra bu ticareti "mudârabe yöntemi" ile yaptığını iddia etse bunu da ispat etmesi gerekir.
Vasînin Azledilebileceği Haller
1- Vasînin, vasî tayin edenin ve hâkimin azli: Bir kimseyi vasî tayin edenin, dilediği zaman onu azletme yetkisi de vardır. Vasî de, vasî tayin eden hayatta iken veya onun ölümünden sonra bizzat vasîliği bırakabilir. Nitekim vekâlet de böyledir. Çünkü vesâyet akdi bağlayıcı değildir. Ebû Hanîfe'ye göre vekâletin aksine vasî karar kendisine ulaşmadan da vasî tayin edenin azli ile azledilmiş olur. Hâkimin hükmü ile de azli gerçekleşir. Ancak hâkim bu konuda haksızlık yaparsa günahkâr olur.
2- Vasîliği ifadan aciz kalmak veya hıyânet etmek: Hâkim vasînin görevini ifadan aciz kaldığını görse onu başkasıyla değiştirir. Görevini kötüye kullanan vasînin azledilmesi vacip olur.
3- Ölüm, akıl hastalığı veya fâsıklık: Vasînin ölümüyle tasarruf yetkileri sona ermiş olur. Akıl hastalığı ve fasıklık hâliyle de vasîlikte maslahat yönü kalmamış bulunur.
4- Vesâyetin amacına ulaşması veya belirlenen sürenin sona ermesi: Belirli bir konu veya belirli süre için vasi tayin edilen kimsenin bu görevi, konu ve amaç gerçekleşince veya belirlenen süre bitince sona ermiş olur. Çünkü vasînin tasar4591]
Ali Haydar, Duraru'l-Hukkâm, III, 79 vd.; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1982, s.130,131
4592] bk. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Tilrk Medeni Hukukunun Umumî Esasları, İstanbul 1968, II, 56
4593] 4/Nisâ, 6
MİRAS VE VASİYET
- 1045 -
rufları izne dayanır, izin süresi bitince de onun yetkileri sona ermiş bulunur. 4594
Kur’ân-ı Kerim’de Vasiyet Kavramı
Vasiyet kelimesi (v-s-y ve türevleri) Kur'ân-ı Kerim'de 32 yerde geçer.
"Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek, Allah'tan korkanlar üzere bir borçtur. Kim bunu işittikten ve kabullendikten sonra vasiyeti değiştirirse, günahı onu değiştirenleredir. Şüphesiz Allah (her şeyi) işitir ve (her şeyi) bilir. Her kim, vasiyet edenin haksızlığa yahut günaha meyletmesinden endişe eder de (ilgililerin) aralarını bulursa kendisine günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok da merhamet edendir.” 4595
"Sana yetimlerin durumunu sorarlar. De ki: Onların işlerini düzeltmek, kendileri için daha hayırlıdır. Eğer onları aranıza alırsanız onlar sizin din kardeşinizdir. Allah bozguncuyu, ıslah edenden ayırt etmesini bilir. Eğer Allah dileseydi sizi zor durumda bırakırdı. Şüphesiz Allah her şeye gâlib, tam hüküm ve hikmet sahibidir." 4596
“İçinizden ölüp de dul eşler bırakan kimselere gelince; onlar, eşlerinin evlerinden çıkarılmadan bir yıla kadar bıraktıkları terikeden faydalanmaları husûsunda vasiyet etsinler. Eğer o kadınlar, kendiliklerinden çıkıp giderlerse, iyilikle kendileri hakkında yaptıklarından size bir günah yoktur. Allah azîzdir, hakîmdir.” 4597
"Ey iman edenler! Sizden olmayanları sakın dost ve sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük yapmaktan geri durmazlar. Sizin sıkıntıya düşmenizi isterler. Kinleri ağızlarından dökülür, sinelerinin gizlediği ise daha büyüktür." 4598
"Yetimleri erginlik çağına gelinceye kadar yetiştirip deneyin. Onların akılca olgunlaştıklarını görürseniz, mallarını kendilerine verin." 4599
"Allah mü'minlerin aleyhine kafirlere hiçbir yol vermeyecektir." 4600
"Ey iman edenler! Mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost ve idareci edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah'a apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?" 4601
"Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları dost ve idareci edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz onlardan olur. Şüphesiz Allah zâlim topluluğu hidayete erdirmez." 4602
"Ey iman edenler! Birinize ölüm gelip çatınca vasiyet esnâsında içinizden iki adâlet sahibi kişi aranızda şâhitlik etsin. Yahut seferde iken başınıza ölüm musîbeti gelmişse sizden olmayan, başka iki kişi (şâhit olsun). Eğer şüpheye düşerseniz o iki şâhidi namazdan sonra alıkor, 'bu vasiyet karşılığında hiçbir şeyi satın almayacağız, akraba (menfaatine) de olsa; Allah (için yaptığımız) şâhitliği gizlemeyeceğiz, (aksini yaparsak) bu takdirde biz elbette
4594] İbn Âbidîn, a.g.e., V, 495. vd.; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, I, 463; ez-Zühaylî, a.g.e., VIII,149; Bilmen, a.g.e., V, 180, 181; Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 342-344
4595] 2/Bakara, 180-182
4596] 2/Bakara, 220
4597] 2/Bakara, 240
4598] 3/Âl-i İmrân, 118
4599] 4/Nisâ, 6
4600] 4/Nisâ, 141
4601] 4/Nisâ, 144
4602] 5/Mâide, 51
- 1046 -
KUR’AN KAVRAMLARI
günahkârlardan oluruz' diye Allah üzerine yemin ettirirsiniz." 4603
"Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, bazılarınızı ve kardeşlerinizi dost ve idareci edinmeyin. Sizden kim onları dost ve idareci (velî) edinirse işte onlar, zâlimlerin ta kendileridir." 4604
"Rabbi ona (İbrâhim'e): 'Müslüman ol' demiş, o da: 'âlemlerin Rabbine boyun eğdim' demişti. Bunu İbrâhim de kendi oğullarına vasiyet etti, Ya'kub da: 'Oğullarım! Allah sizin için bu dini (İslâm'ı) seçti. O halde sadece müslümanlar olarak ölünüz (dedi)." 4605
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Sizden önce kendilerine Kitap verilenlere ve size 'Allah'tan korkun' diye tavsiye ettik/emrettik (vassaynâ). Eğer inkâr ederseniz biliniz ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah hudutsuz zengindir, ziyâdesiyle övgüye lâyıktır." 4606
"Onlar (kâfirler) birbirleriyle çekişip dururken kendilerini apansızın yakalayacak korkunç bir sesi bekliyorlar. İşte o anda onlar ne bir vasiyette bulunabilirler, ne de ailelerine dönebilirler. Nihayet sûra üfürülecek..." 4607
"Allah ile beraber başka bir ilâh/tanrı edinmeyin. Zira ben size O'nun tarafından (gelmiş) açık bir uyarıcıyım. İşte böylece, onlardan öncekilere herhangi bir peygamber geldiğinde hemen: 'O, bir büyücüdür veya delidir' dediler. Bunu (nesilden nesile) birbirlerine vasiyet mi ettiler? Doğrusu onlar azgın bir topluluktur." 4608
Hadis-i Şeriflerde Vasiyet
"Bir Müslümanın vasiyet etmek istediği bir şey olup da, vasiyeti yanında (veya yastığının altında) yazılı olmadan iki gece geçirmeye hakkı yoktur." 4609
"Allah (c.c.) size, amellerinize ziyâde olarak ölümünüz esnâsında mallarınızın üçte birini tasadduk etti (vasiyet etme yetkisi verdi)." 4610
Rasûlullah’a (s.a.s.): "Hangi sadaka efdaldir?" diye sorulmuştu. "Sağlıklı ve fakirlikten korkup zenginliğe ümit bağladığın, mala karşı cimri olduğun halde tasadduk etmen! Bu şekilde tasadduku, can boğazına gelip de, 'falana şu kadar, filâna bu kadar' diye (vasiyet ede)ceğin zamana kadar devam ettir. O sırada (yaptığın tasaddukun sana bir faydası yoktur, çünkü malın, artık) zâten birilerinin olmuştur." 4611
Bir kimse malının üçte birinden fazlasını vasiyet edemez: Sa'd İbn Ebî Vakkas (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) Vedâ haccı senesinde, bende ortaya çıkan şiddetli bir ağrı sebebiyle yatmakta olduğum hastalığım için bana geçmiş olsun ziyâretine geldi. 'Ey Allah'ın rasûlü, dedim. Gördüğünüz gibi ağrım çok şiddetlendi. Ben mal mülk sahibi bir kimseyim. Bana vâris olacak tek kızımdan başka
4603] 5/Mâide, 106
4604] 9/Tevbe, 23
4605] 2/Bakara, 132
4606] 4/Nisâ, 131
4607] 36/Yâsin, 49-51
4608] 51/Zâriyât, 51-53
4609] Buhârî, Vesâyâ 1; Müslim, Vasiyyet 4, hadis no: 1627; Ebû Dâvud, Vesâyâ 1, hds. No: 2863; Tirmizî, Cenâiz 5, -974-; Nesâî, Vesâyâ 1; İbn Mâce, Vesâyâ, 2
4610] İbn Mâce, Vesâyâ, 5
4611] Buhârî, Vesâyâ 7, Zekât 11; Müslim, Zekât 92, hadis no: 1032; Ebû Dâvud, Vesâyâ 3, hds no: 2865; Nesâî, Vesâyâ 1
MİRAS VE VASİYET
- 1047 -
kimsem yok. Malımın üçte ikisini tasadduk etmek istiyorum' dedim. Hemen "Hayır, olmaz!" buyurdu. 'yarısı?' dedim. Yine "olmaz!" buyurdu. 'Üçte biri?' dedim. "Üçte biri olabilir, ama o bile çoktur. Senin geriye zengin vârisler bırakman, insanlardan dilenen fakir kişiler bırakmandan daha hayırlıdır. Sen azîz ve celil olan Allah'ın rızâsını arayarak her ne harcarsan, -hatta bu, hanımının ağzına koyduğun bir lokma bile olsa-, mutlaka onun sebebiyle mükâfatlanacaksın' buyurdu..." 4612
"Allah Teâla her hak sahibine hakkını vermiştir. Bu sebeple, vârise (vârislerden biri lehine) vasiyet yoktur." 4613
Hz. Enes anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)'a ölüm vakti geldiği vakit, Allah'ın Elçisi'nin can çekişirken yaptığı vasiyetin tümü: "Namaz(ı ihmal etmeyin) ve sağ ellerinizin sahip oldukları(nın yani kölelerinizin hukukuna riayet edin)" demek olmuştur." 4614
"Mahrum kişi, vasiyet etmekten mahrum kalan kişidir." 4615
"Kim vasiyet yapmış olarak ölürse doğru bir yol ve sünnet üzere ölmüş olur; takvâ ve şehâdet üzere ölmüş olur, mağfirete uğramış (günahları bağışlanmış) olarak ölmüş olur." 4616
"Kim vârisinin mirasçılığı (hakkı)ndan kaçarsa Allah Kıyâmet günü o kimsenin cennetten mirasçılığını keser." 4617
"Kim, ölüm yaklaşınca vasiyette bulunur ve vasiyeti de Allah'ın kitabına uygun olursa, bu vasiyeti, onun hayatında vermeyi ihmal ettiği zekâtına keffâret olur." 4618
"Şüphesiz, Allah Teâla, (ahirete göndereceğiniz hayır) amellerinizi artırmak için, vefatınız zamanında mallarınızın üçte birini size tasadduk etti (vasiyet etme yetkisini verdi)." 4619
“(Allah azze ve celle buyurdu ki:) ‘Ey Ademoğlu! İki şey vardır ki, hiçbir isi senin hakkın değildir ve ben onları rahmetimle sana bağışladım: 1) (Canını almak üzere) gırtlağından tuttuğum anda malından sana (vasiyette bulunman için üçte bir nisbetinde) bir pay ayırdım, tâ ki onunla seni temizleyeyim, günahlarından arındırayım. 2) Ecelin sona erdikten sonra kullarımın sana (kılacakları cenaze) namazı.” 4620
Mîrâs; Anlam ve Mâhiyeti
Ölenin geride bıraktığı mal ve haklar. Çoğulu "mevârîs"tir. Kelimenin "v-r-s" kökünden "irs" mastarı, bir kimsenin malının ölümünden sonra şer'î mirasçılarına intikal etmesi demektir. Aynı kökten, "tevârüs"; karşılıklı mirasçı olmak veya bir kimsenin diğerine mirasçı olması; "vâris" mirasçı; "mûris", miras bırakan; "terike", ölenin bıraktığı miras anlamlarında kullanılır. Miras ilmi
4612] Buhârî, Cenâiz 34, Vesâyâ 2, 3, Fezâilu'l-Ashâb 49, Meğâzî 77, Nafakat 1, Merzâ 13, 16, 43, Ferâiz 6; Müslim, Vasıyyet 5, hadis no: 1628; Êbû Dâvud, Vesâyâ 2, hadis no: 2864; Nesâî, Vesâyâ 3
4613] Buhârî, Vesâyâ 6; Tirmizî, Büyû' 88, Vesâyâ 5, hadis no: 2122; Ebû Dâvud, Vesâyâ 6; İbn Mâce, Vesâyâ 6; Nesâî, Vesâyâ 5-6, 247-
4614] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 338
4615] A.g.e., aynı yer
4616] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 339
4617] A.g.e., aynı yer
4618] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 340
4619] A.g.e., aynı yer
4620] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 341
- 1048 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlamında kullanılan başka bir terimde "Ferâiz"dir. Bunun tekili olan "farîza"; farz, belirli pay, hisse demektir. Ferâiz, İslâm miras hukuku terimi olarak kullanıldığında, belirli miras hisseleri anlamını ifade eder. Bu ilme "ferâiz" denmesi, miras âyetindeki; "Bu hisseler Allah'tan birer farîzadır." 4621 ifadesi ile "Ferâiz ilmini öğreniniz" 4622 hadisindeki "ferâiz" terimi sebebiyledir.
Miras veya ferâiz ilmi fıkıh terimi olarak; ölenin geride bıraktığı mal ve hakların belli ölçülerle, şer'î mirasçılara bölünmesinden söz eden bir ilimdir. Ferâiz ilminin amacı, hak sahiplerine haklarını ulaştırmaktır. Buna mirasın bölüştürülmesi denir.
Mirasın dayandığı deliller: Miras; Kitap, sünnet ve icma delillerine dayanır. Miras hukukunda, icmâ bulunmadıkça kıyas veya ictihad yoluna gidilmez.
1. Kur'ân-ı Kerîm'den deliller: Miras hükümleri Nisâ Sûresinin 7, 11, 12 ve 176. âyetleri ile el-Enfal Sûresi'nin 75. âyetinde şu şekilde belirlenmiştir:
a) Çocuklar ve ana-babanın mirası: "Allah size evlâtlarınızın miras taksimi hususunda, erkeklerin paylarının kızların iki katı olmasını emretmektedir. Eğer bütün çocuklar kız olup ve sayıları ikiden fazla ise, bunların payı ölenin bıraktığı malın üçte ikisidir. Eğer mirasçı bir tek kız ise mirasın yarısı onundur. Eğer ölen ana ve baba ile birlikte çocuklar da bırakmışsa ana ve babanın herbirini terekeden payı altıda birdir. Şayet ölenin çocuğu bulunmayıp da, mirasçı olarak ana ve babası kalmışsa, ananın payı üçte birdir. Eğer ölenin kardeşleri varsa terekenin altıda biri ananındır. Bu paylar, ölenin borçları ödenip, vasiyeti de yerine getirildikten soma hak sahiplerine verilir. Baba ve çocuklardan, hangisinin size fayda bakımından daha yakın olduğunu, siz bilemezsiniz. Bu, Allah tarafından farz kılınmıştır. Şüphesiz ki Allah, her şeyi çok iyi bilen, hüküm ve hikmet sahibidir." 4623
b) Karı-kocanın mirası: "Eğer hanımlarınızın çocukları yoksa bıraktıkları mirasın yarısı sizindir. Şayet çocukları varsa bıraktıkları mirasın dörtte biri sizindir. Bu paylar, ölenin vasiyeti yerine getirildikten ve varsa borcu ödendikten sonradır. Eğer siz çocuk bırakmadan ölürseniz, geriye bıraktığınız mirasın dörtte biri hanımlarınızındır. Şayet çocuklarınız varsa, bıraktığınız mirasın sekizde biri hanımlarınızındır. Bu paylar, yaptığınız vasiyetler yerine getirilip ve varsa borcunuz ödendikten sonra verilir." 4624
c) Kardeşlerin mirası: Kelâle adı verilen kardeşlerin mirası, ana bir kardeş veya ana-baba bir yahut baba bir kız kardeş olmak üzere iki statüde toplanmıştır. Kelâlenin mirasçı olmasında ön şart, miras bırakanın baba veya erkek çocuklarının bulunmamasıdır.
Ana bir kardeşlerin mirası şöyle belirlenmiştir: "Eğer ölen bir erkek veya kadın, erkek usül veya fürûu bulunmaksızın mirasçı olunuyorsa, kendisinin (ona bir) erkek veya (ana bir) kız kardeşi bulunuyorsa, bunlardan herbirinin miras payı terekenin altıda biridir. Eğer bu kardeşler bundan daha çok iseler, bu takdirde kardeşler mirasın üçte birini zarara uğratılmaksızın aralarında eşit olarak paylaşırlar. Bu paylar, ölenin vasiyeti yerine getirilip ve varsa borcu ödendikten sonra verilir. Bunlar, Allah tarafından bir emirdir. Allah her şeyi bilen ve yarattıklarına çok yumuşak davranandır." 4625
4621] 4/Nisâ, 11
4622] Tirmizi, Ferâiz, 2; İbn Mâce, Ferâiz, 1
4623] 4/Nisâ, 11
4624] 4/Nisâ, 12
4625] 4/Nisâ, 12
MİRAS VE VASİYET
- 1049 -
Yukarıdaki miras düzenlemesinin arkasından, aynı âyetlerin devamında, müeyyide niteliğinde şu iki âyet yer alır: "İşte bunlar, Allah'ın koyduğu sınırlardır. Kim, Allah'a ve Rasûlûne itaat ederse, Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere koyar. Orada ebedî kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur. Kim, Allah'a ve Rasûlüne isyan eder ve Allah'ın koyduğu sınırları aşarsa, Allah onu, ebedi kalacağı cehennem ateşine koyar. Ve onun için azaltıcı bir azap vardır." 4626
Öz veya baba bir kız kardeşin mirası ise şöyle düzenlenmiştir. "Ey Peygamber! Senden fetva isterler. De ki: "Size usûl ve fürûu bırakmadan ölen kimse hakkında Allah fetva verir. Eğer bir kimse ölür ve onun çocuğu bulunmaz da, sadece bir kız kardeşi bulunursa, bıraktığı mirasın yarısı onundur. Ölen kız kardeş ise ve çocuğu da yoksa erkek kardeşi terekenin hepsini alır. Eğer mirasçılar iki kız kardeş ise, terekenin üçte ikisini alırlar. Eğer kardeşler erkek ve kadın olmak üzere ikiden çok iseler, bir erkeğin payı, iki kadının payı kadardır. Allah size sapıklığa düşmemeniz için bunları açıklar. Allah her şeyi çok iyi bilendir." 4627
d) Zevi'l-Erhâmın mirası: Âyet veya hadislerde miras payları veya mirasçılık esasları belirlenmiş bulunanların dışında kalan diğer hısımlar için şu şekilde bir genel düzenleme yapılmıştır: “Akraba olanlar, Allah'ın kitabına göre birbirlerine daha yakındırlar. Şüphesiz ki Allah, her şeyi çok iyi bilir.” 4628
Şu âyet de miras haklarından genel olarak söz eder: "Ana-baba ve hısımların miras olarak bıraktıklarında erkeklerin hissesi vardır. Kadınların da ana-baba ve hısımların bıraktıklarında hisseleri vardır. Bunlar az olsun çok olsun farz kılınmış bir hissedir." 4629
Mirastan çevredeki bazı muhtaç kimselerin de yararlandırılması konusunda şöyle buyrulur: "Miras taksim olunurken, vâris olmayan akrabalar, yetimler ve yoksullar da bulunursa, mirastan onlara da verin ve onlara güzel söz söyleyin." 4630
2. Sünnet delili: Hz. Peygamber'den mirasla ilgili çeşitli hadisler nakledilmiştir. Bazıları şunlardır:
"Miras paylarını, hak sahiplerine veriniz. Kalan miktar, en yakın erkek hısımındır."4631
Müslüman kâfire, kâfir de müslümana mirasçı olamaz." 4632
"İki farklı dine mensup olanlar birbirine mirasçı olamaz." 4633
Ubâde b. es-Sâmit (r.a)'in (ö. 45/665) şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s), mirastan iki nineye, bunu aralarında paylaşmak üzere hükmetti."4634 Abdullah b. Mes'ud (ö.32/652), Hz. Peygamber'in, murisin kızı, oğul kızı ve kız kardeşiyle ilgili bir uygulamasından şu şekilde söz eder: "Rasulullah (s.a.s), ölenin kızı için yarım, oğul kızı için üçte ikiye tamamlamak için altıda
4626] 4/Nisâ, 13-14
4627] 4/Nisâ, 176
4628] 8/Enfâl, 75
4629] 4/Nisâ, 7
4630] en-Nisâ, 4/8
4631] Buhârî, Ferâiz, 5, 7, 9, 10; Müslim, Ferâiz, 2, 3; Tirmizî,Ferâiz, 8
4632] Buhârî, Hacc, 44, Meğâzî, 48, Ferâiz, 26; Müslim, Ferâiz, I ; Ebû Dâvud, Ferâiz, 10; Tirmizî, Ferâiz, 15
4633] Ebû Dâvud, Ferâiz, 10; Tîrmizî, Ferâiz, 16; İbn Mace, Ferâiz, 6; Dârîmî, Ferâiz, 29; Ahmed b. Hanbel, II, 187, 195
4634] eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, Mısır, t.y, VI, 59
- 1050 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir ve geri kalanın kız kardeşe verilmesine hükmetti." 4635
Mikdâm b. Ma'dikerîb (ö.87/705) zevi'l-erham'la ilgili şu hadisi nakletmiştir: "Kim bir mal bırakırsa, bu mirasçılarınındır. Ben, mirasçısı olmayanın mirasçısıyım. Gerekliği durumda diyetini öderim ve mirasçısı olurum. Dayı, mirasçısı olmayanın mirasçısıdır. Onun diyetini öder ve ona mirasçı olur." 4636
3. İcmâ delili: Bir tane ninenin tek başına altıda bir pay alacağı, ikiden fazla ninelerin altıda bir hisseyi aralarında eşit olarak paylaşacakları prensibi Sahabe ve Tâbiîlerin icmâı ile sabittir. Hz. Ebû Bekir’in (ö.13/634) halifeliği sırasında konu tartışılmış, Hz. Peygamber'den, altıda bir uygulaması nakledilince, bu yönde görüş birliği oluşmuştur. 4637
Ferâiz ilminin önemi büyüktür. Çünkü hayatta iken yaptığı muamelelerin, ölümünden sonra devamı niteliğindedir. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: "Ferâiz ilmini öğreniniz ve onu insanlara öğretiniz. Çünkü o, ilmin yarısıdır, unutulur ve o, ümmetinden kaldırılan ilimlerin ilki olacaktır."4638; "Sizin ferâiz ilmini en çok bileniniz, Zeyd b. Sâbit'tir (ö. 45/665)." 4639
Mirasın rükünleri üçtür:
I. Mûris: Vefat edip, geride miras bırakan kimsedir. Buna müteveffâ da denir.
2. Vâris: Kendisine miras intikal eden, yani terikede hissesi olan kimsedir.
3. Terike: Ölenin mal veya hak olarak geride bıraktığı şeyler olup, buna "mîras", "mevrûs" ve "irs" adı da verilir. Haktan maksat; kısas, satış bedelini alabilmek için satılan malı ve borcu alabilmek için rehnedileni hapsetme hakkı gibi haklardır.
Bu üç rükünden birisinin bulunmaması halinde miras sözkonusu olmaz.
Mirasçı olmanın sebepleri: Mirasın sözkonusu olabilmesi için üç şeyin bulunması gerekir. Mirasın sebep ve şartlarının bulunması, miras engellerinin ise bulunmaması gereklidir. Mirasçı olmanın sebepleri üçtür. Nesep hısımlığı, evlilik ve velâ.
1. Hısımlık: Vârisin, miras bırakana mirasçı olabilmesi için aralarında hısımlık bağının bulunması gerekir. Usûl, fûrû, yani ana, baba, dede ve nine gibi kendi neslinden gelinenlerle; çocuk, torun gibi kendi neslinden gelenler; yine ölenin kardeşleri ile amcalar bu hısımlardandır. Bunlar mûrise yakınlık derecesine göre mirasçı olurlar. Daha uzak olanın mirasçı olmasını önlerler, buna "hacbetme" denir.
Bu hısımlardan erkek vasıtasıyla mûrise bağlanan erkek hısımlara "asabe" denir. Ölenin babası, babasının babası veya oğlu, ya da oğlunun oğlu gibi. Bir de payları muayyen mirasçılar vardır ki, bunlara "ashâbülferâiz" (farz sahipleri)
4635] eş-Şevkâni, a.g.e., VI, 58
4636] Ebû Dâvud, Ferâiz, 8; Tirmizi, Ferâiz, 12; İbn Mâce, Diyât, 7, Ferâiz,9; Ahmed b. Hanbel, Müsned I, 28, 36, IV, 131
4637] el-Mevsilî, el-İhtiyâr, Kahire, t.y., V, 90; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s. 483
4638] Tirmizi, Ferâiz, 2; İbn Mâce, Ferâiz, 1; Dârimi, Ferâiz, Buhârî, Ferâiz, 2; Ebû Dâvud, Ferâiz, 1
4639] Tirmizi, Menâkıb, 32; İbn Mâce, Mukaddime, 11
MİRAS VE VASİYET
- 1051 -
denir. Bunlardan kalan mirası asabe alır. Sadece asabe varsa, mirasın tamamı bunlara kalır. Farz sahipleri ve asabe yoksa bunların dışında kalan ve ölenin uzaktan kan hısımı olan "zevilerhâm" mirasçı otur. Hala, dayı, kızın kızı gibi.
2. Evlilik: Geçerli bir nikâh akdi eşler arasında miras hakkı doğurur. Cinsel temasın olup olmaması sonucu etkilemez. Bu yüzden, zifaftan önce eşlerden birisinin ölümü halinde, diğeri ona mirasçı olur. Eşlerin miras haklarını belirleyen âyetin genel anlamı4640 ile Hz. Peygamber'in, cinsel temastan önce kocası ölen Berva' binti Vâşık'ı ölen kocasına mirasçı yapması bunun delilidir. 4641
Ric'î (cayılabilir) talaktan dolayı iddet bekleyen kadın, iddetli iken, ölen kocasına mirasçı olur. Çünkü ric'î boşamada evlilik iddet süresince devam eder. Sağlam kocası tarafından bâin talâkla (kesin ayırıcı boşama) boşanan kadın, iddet beklerken kocası ölse, ona mirasçı olamaz. Çünkü bu durumda o, karısını mirastan mahrum etmek boşamakla itham edilemez. Eğer kansını, ölüm hastası olan bir erkek bâin talakla boşamışsa ve kadın iddet beklerken de ölürse, bu kadın ona mirasçı olur. Burada mirastan mahrum etmek amacıyla boşama ithamı sözkonusudur.
3. Velâ: Bu, şâriin belirlediği hükmî bir yakınlık olup, köleyi âzâd eden efendinin âzâd ettiği köleye mirasçı olmasını ifâde eder. Hadiste; "Velâ, neseb bağı gibi bağ meydana getirir, satılmaz ve hibe edilmez" buyrulur. İbn Hibbân ve Hâkim bu hadisi sahihlemiştir. Hanefiler buna "velâul-müvâlât" veya "mevlâl-muvâlât"ı da eklediler. Bu, iki kişinin birbirine koruyucu ve diyet ödemede yardımcı olmak ve buna karşılık birbirine mirasçı olmak üzere anlaşmasıdır.
Mirasın Şartları: Mirasta hakkın sabit olması üç şartın gerçekleşmesi gerekir. Mûrisin ölümü, mirasçının hayatta olması ve bir miras engeli bulunmaması.
1. Mûrisin Ölmesi: Mirasın sözkonusu olması için, mûrisin gerçek, hükmî veya takdiri olarak ölmüş bulunması gerekir. Gerçek ölüm, ruhun bedenden ayrılması ile gerçekleşir. Görme, işitme veya başka bir delille sabit olur. Hükmî ölüm; hayatta olduğu bilinen veya muhtemel bulunan kimsenin ölümüne hâkimin hükmetmesiyle ortaya çıkar. Hayatta olduğu bilinen mürteddin (dininden dönen) dâru’l-harbe kaçması halinde hakim ölü sayılmasına hüküm verir. Bunun mirası, hüküm tarihine kadar mirasçı olan hısımlarına taksim edilir. Hayatta olması ihtimali bulunan kayıp kişinin (mefkûd) durumu mahkemeye intikal edince, gerekli süreler geçmişse, hakim vefatına hükmeder. Eşi iddet bekler ve serbest kalır. Mirası da hüküm sırasında hak sahibi olan vârislere paylaştırılır. Takdiri ölüm; kişinin takdiren ölü kabul edilmesidir. Bu annesinden suç işleme yoluyla ölü olarak doğan cenîndir. Gebe kadına başkasının vurmasıyla cenînin ölü doğması gibi. Bu durumda suçluya, elli dinar (yaklaşık iki yüz gram altın para) gurre cezası tazminat olarak ödettirilir. Bu, tam diyetin yirmide biri kadar bir tazminattır. Ebû Hanife'ye göre, cenîn mirasçı olur ve kendisine mirasçı olunur. Çünkü onun suç işleme sırasında diri olduğu kabul edilir. 4642
4640] bk. en-Nisâ, 4/12
4641] ez-Zühayli, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1405/1985, VIII, 250
4642] İbnü'l-Hilmâm, Fethu'l-Kadîr, Mısır, 1315/1317 H., IV, 440-445; İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire 1970, VI, 320; ez-Zühayli, a.g.e., VIII, 253; Hamdi Döndüren, a.g.e., s.119-121; bk. "Gurre, Mefkûd ve Cenîn" maddeleri
- 1052 -
KUR’AN KAVRAMLARI
2. Mirasçının Hayatta Olması: Murisin ölümü sırasında vârisin hayatta olması gerekir. Bu yüzden, muristen önce ölen bir hısım, daha sonra ölen murisine mirasçı olamaz. Muris vefat ettiği zaman, ana karnında bulunan çocuğu da (cenîn) sağ doğmak şartıyla mirasçı olur.
3. Miras Engeli Bulunmaması. Miras engelleri şunlardır:
a) Öldürme: Mûrisini öldüren bir kimsenin, bir an önce onun servetini elde etmek için öldürme ithamı vardır. Hısımını öldüren kimsenin onun mirasından mahrum olacağı konusunda mezheplerin görüş birliği vardır. Ancak hangi çeşit öldürmelerin miras engeli olacağı hususu mezhepler arasında ihtilâflıdır. Hadiste; "Katil için miras yoktur."4643 buyrulur. Hanefilere göre, kısas veya keffâret cezasını gerektiren öldürme çeşitleri mirasa engel olur. Bunlar da şu çeşit öldürmelerdir:
Kasden öldürme: Mûrisi silâh veya kesici bir aletle kasden öldürmek gibi. Buna günah ve kısas gerekir, keffaret gerekmez. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre, insan öldürebilecek büyük taş vb. her şeyle, kasden öldürme suçu meydana gelir.
Kasda benzer şekilde öldürme. İnsan öldürmede kullanılmayan, sopa, değnek gibi bir şeyle vurup öldürmek gibi... Cezâsı: Keffâret, âkile üzerinde diyet ve günahtır. Birisini yanlışlıkla öldürme: Ava atıp, insanı öldürmek gibi... Cezası; keffâret, âkıle üzerine diyettir. Ahiretteki günahı kaldırılmıştır.
Hata sayılan öldürme: Uykuda veya uyanık iken birisinin üzerine düşüp ölümüne sebep olmak gibi. Cezası; hataen öldürmenin aynıdır. 4644
Dolaylı yoldan ölüme sebebiyet verme (tesebbüb) mükellef olmayanın öldürmesi, meşrû savunma halinde öldürme ve mükrehin öldürmesi miras engeli değildir.
İmam Şâfii'ye göre, öldürme fiilini işleyen herkes öldürülene mirasçı olamaz. Kastın bulunup bulunmaması, öldürenin mükellef olup olmaması sonucu etkilemez. Mâlikîler ise, katilde kasıt ve tecâvüzü esas alırlar. Buradaki görüş ayrılığı, miras engeli bildiren hadisteki "kâtil" sözcüğünün kapsamındaki belirsizlikten doğmuştur. 4645
b) Din Farkı: Mûrisle vârisin ayrı dinlerden oluşu bir miras engelidir. Bu konuda İslâm hukukçularının görüş birliği vardır. Müslüman kâfire, kâfir de müslümana nesep hısımlığı veya evlilik akdi bulunsa bile mirasçı olamaz. "Müslüman kâfire, kâfir de müslümana mirasçı olamaz."4646; "İki ayrı dine mensup olanlar, birbirine mirasçı olamaz." 4647 hadisleri buna delildir. Bunun sebebi, müslümanla gayri müslim arasında velâyet bağının kesik olmasıdır.
Bu duruma göre, meselâ; müslüman bir erkekle gayri müslim olan karısı arasında mirasçılık cereyan etmeyeceği gibi, bunlardan doğan çocuklar da
4643] Ebû Dâvud, Diyât, 18; Tirmizî, Ferâiz,17; Ahmed b. Hanbel, I, 49
4644] es-Serahsi, el-Mebsût, Mısır 1324-1331/1906-1912; XXV, 59-68; el-Kâsâni, Bedayiu's-Sanâyi, Mısır 1327-28; M. Cevat Akşit, İslâm Ceza Hukuku ve İnsanî Esasları, s. 55-56
4645] bk. Muhammed Ebû Zehra, Usûlül-Fıkh, Kahire, t.y., s.126, 127
4646] Buhâri, Hacc, 44; Meğâzî, 48, Ferâiz, 26; Müslim, Ferâiz, l; Ebu Dâvud, Ferâiz, 10
4647] Ebû Dâvud, Ferâiz, 10; Tirmizi, Ferâiz, 16; İbn Mâce, Ferâiz, 6
MİRAS VE VASİYET
- 1053 -
babaya tabi olarak müslüman sayılacaklarından onlarla gayri müslim olan anneleri arasında da mirasçılık cereyan etmez. Ancak Muaz b. Cebel ve Muâviye ile Tâbiîlerden Mesrûk b. el-Ecdâ', Saîd b. el-Müseyyeb, İbrâhim enNahâî ve diğer bazı bilginler aksi görüştedir. Bunlara göre; Müslüman kâfire mirasçı olur. Fakat kâfir müslümana mirasçı olamaz." Dayandıkları delil şu hadislerdeki genel anlamdır: "İslâm yücedir, onun üzerine yücelinmez."4648 "İslâm arttırır, eksiltmez." 4649 Bu konuda sahabe uygulaması da vardır. Bir yahudi vefat edince, biri yahudi diğeri müslüman olan iki oğlu kalmıştı. Yahudi olan oğlu bütün mirası almak isteyince, müslüman olan oğlu mahkemeye başvurdu ve hak istedi. Dâvâya bakan Muaz b. Cebel (ö.18/639) müslümanı yahudiye mirasçı yapmıştır. 4650
Çoğunluk İslâm hukukçuları, müslümanla kâfir arasında mirasın olamayacağını ifade eden hadisleri bu konuda ana delil kabul etmiş, azınlığın dayandığı hadisleri doğrudan mirasla ilgili görmemiştir. Diğer yandan, gayri mûslimler birbirine mirasçı olabilirler. Çünkü küfür ehli tek millet sayılır. "Ehl-i, küfür birbirinin velisidir" 4651 âyetinin genel anlamı bütün gayri müslimlerin hepsini kapsamına alır. "Hakkın dışında sapıklıktan başka ne vardır?" 4652 âyeti de bunu ifade eder. Yalnız Mâlikîler, "İki ayrı dine mensup olanlar birbirine vâris olamaz" hadisinin, hristiyan ve yahudilerin kendi aralarındaki mirasçılığını da kapsadığını söylerler.
Mürtedin mirası: İslâm'ı terkeden kimseye "mürted" denir. Mürted mânen ölmüş sayıldığı için, o ne müslüman ve ne de kâfire mirasçı olamaz. Mürtedin mirasının başkalarına intikali konusunda ise görüş ayrılıkları vardır. Ebû Hanife'ye göre, irtidattan önce kazandığı mal varlığı müslüman vârislerine gider..Sonra kazandıkları ise beytü'l-mâle "fey" geliri kaydedilir. 4653 Mürted kadınsa, bütün mirası müslüman mirasçılarına intikal eder. İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre, irtidattan önce ve sonra kazandığı malları müslüman vârislerine intikal eder. Bu iki müctehid, erkek ve kadın mürted arasında miras bakımından bir ayırım yapmaz.
Şâfiî, Mâliki ve Hanbelilere göre, aslî inkârcıda olduğu gibi mürted mirasçı olamaz ve ona da başkası mirasçı olamaz. Bütün malı, beytü'l-mal için fey' geliri kaydedilir. Çünkü o, irtidat etmekle, İslâm toplumuna karşı harp ilân etmiş sayılır ve servetine de harbînin malına uygulanan hükümlerin uygulanması gerekir. Ancak bu hükümler, mürted irtidadı üzere ölürse uygulanır. Hayatta olduğu sürece malı bekletilir. İslâm'a dönerse, malı kendisine verilir. 4654
c. Tebealık Farkı (İhtilâfu'd-dâreyn): Müslümanlar hangi devletin tebeası olurlarsa olsunlar birbirlerine mirasçı olurlar. Müslüman için başka başka devletin tebeası olmak miras engeli değildir. Meselâ; Türkiye'deki bir müslüman, Mısır'daki müslüman bir hısımına mirasçı olabilir. Çünkü Dârul-İslâm müslümanlar için tek vatan sayılır. Daha sonra kâfirlerin Darul-İslam'a egemen olması ve buralarda ayrı sistemlerin ve rejimlerin olması veya bağlantının kopuk olması
4648] Buhârî, Cenâiz, 79
4649] Ebû Dâvud, Ferâiz, 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 230, 236
4650] el-Askalânî, Bülûğu’l-Merâm, Terc. ve Şerh, A. Davudoğlu, İstanbul 1967; III, 206
4651] 8/Enfâl, l73
4652] 10/Yûnus,32
4653] bk. "Fey" ve "Ganîmet" maddeleri
4654] İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Mısır 1315-/1317, IV, 390 vd.; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mısır, t.y., II, 322-329; ez-Zühaylî, a.g.e, VIII, 263-266
- 1054 -
KUR’AN KAVRAMLARI
da sonucu değiştirmez. Bu yüzden, bir müslüman Dâru'l-Harpte ölse, ona Dârul-İslâm'da yaşayan vârisleri mirasçı olur.
Ülke ayrılığı gayri Müslimler için bir miras engeli teşkil eder. Meselâ; İslâm tebeasındaki bir gayri müslim, yabancı tebealı gayri müslim bir hısımına mirasçı olamaz. Burada, mirasçılık "velâyet bağı" esasına dayanır. Bu bağ kopunca mirasçılık hakkı da ortadan kalkmaktadır. Ancak ülkeler sulh anlaşmaları yaparak, karşılıklı miras ilişkilerini düzenleyebilirler. Mâlikî, Hanbelî ve Zâhirîlere göre tebealık farkı hiçbir şekilde miras engeli doğurmaz. 4655
d) Kölelik: Kölelik hali de miras engelidir. Bu statüde olan kimse hısımlarına mirasçı olamaz. Çünkü köle, bir mala; mülk edinme sebepleriyle matik olamadığı gibi miras yoluyla da malik olamaz. Onun elindeki şeyler efendisine ait bulunur. Eğer o, mirasçı yapılırsa, mülk kendiliğinden efendisine geçeceği için sebepsiz yere, bir yabancı mirasa sokulmuş olur ki, bu icmâa göre bâtıldır:
Bu engellerden mûrisini öldürme ve kölelik tek yanlıdır. Bunlar yalnız kendileri başkasından miras alamaz. Fakat başkası kendilerine mirasçı olabilir. Bunlara, murisin ölüm tarihinin belirlenememesi ve mirasçının kim olduğunun bilinememesi gibi başka engeller de eklenmiştir. 4656
Vâris
Vâris: Mirasçı, miras hakkı olan kişi demektir. "Verise (mirasçı oldu)" fiilinden ism-i fâildir ve bir miras terimidir. Bir terim olarak anlamı, ölen bir kimsenin mal varlığına mirasçı olan hısımlarını ifade eder.
Mirasın rükünleri üç tanedir. Mûris, vâris ve tereke. Mûris, vefat edip, geride miras bırakan kimsedir. Vâris, kendisine miras intikat eden, yani terekede payı ve hakkı olan kimsedir. Tereke ise, mirasçılara intikal eden mal ve haklardır. Bu üç unsur olmadıkça miras cereyan etmez.
Kur'ân-ı Kerim'de Miras Kavramı
Miras kelimesi (v-r-s ve türevleri), Kur'ân-ı Kerim'de 35 yerde geçer. Bunların bir kısmı insanların ölmesiyle akrabâlarına bıraktığı mirasla ilgili iken, diğer bir bölümü Allah'ın arzının mirası, her şeyin mirasının Allah'a ait olmasıyla ilgilidir. Allah, mü’min müstaz’afları, iman edip sâlih amel işleyenleri arza, yeryüzünün güzelliklerine vâris kılacaktır. İnsanoğlu fânî olduğu gibi, sahip oldukları da aslında emânettir. O yüzden, tüm arzın esas sahibi Allah’tır, her şey O’nun mülkü olduğu gibi, yine O’na dönecek, O’na kalacaktır.
"Ana-baba ve hısımların/yakın akrabâların miras olarak bıraktıklarında erkeklerin hissesi vardır. Kadınların da ana-baba ve hısımların bıraktıklarında hisseleri vardır. Bunlar az olsun çok olsun farz kılınmış bir hissedir." 4657
"Miras taksim olunurken, vâris olmayan akrabalar, yetimler ve yoksullar da bulunursa,
4655] ez-Zühayli, a.g.e., VIII, 266 vd.; es-Sibâî, Şerhu Kanuni'l Ahvâliş-Şahsiyye, Dımaşk 1959, II, 46-47
4656] bk. el-Meydânî, el-Lübâb, Kahire, ts., IV, 188, 197; ez-Zeylaî, Tebyînü'l-Hakâik, el-Matbaatü'l-Emiriyye tab'ı, VI, 239 vd.; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, Mısır, t.y., V, 541-543; H. Döndüren, a.g.e., c. 4, s. 198-214
4657] 4/Nisâ, 7
MİRAS VE VASİYET
- 1055 -
mirastan onlara da verin ve onlara güzel söz söyleyin." 4658
"Allah size evlâtlarınızın miras taksimi hususunda, erkeklerin paylarının kızların iki katı olmasını emretmektedir. Eğer bütün çocuklar kız olup ve sayıları ikiden fazla ise, bunların payı ölenin bıraktığı malın üçte ikisidir. Eğer mirasçı bir tek kız ise mirasın yarısı onundur. Eğer ölen ana ve baba ile birlikte çocuklar da bırakmışsa ana ve babanın herbirini terekeden payı altıda birdir. Şayet ölenin çocuğu bulunmayıp da, mirasçı olarak ana ve babası kalmışsa, ananın payı üçte birdir. Eğer ölenin kardeşleri varsa terekenin altıda biri ananındır. Bu paylar, ölenin borçları ödenip, vasiyeti de yerine getirildikten soma hak sahiplerine verilir. Baba ve çocuklardan, hangisinin size fayda bakımından daha yakın olduğunu, siz bilemezsiniz. Bu, Allah tarafından farz kılınmıştır. Şüphesiz ki Allah, her şeyi çok iyi bilen, hüküm ve hikmet sahibidir." 4659
"Eğer hanımlarınızın çocukları yoksa bıraktıkları mirasın yarısı sizindir. Şayet çocukları varsa bıraktıkları mirasın dörtte biri sizindir. Bu paylar, ölenin vasiyeti yerine getirildikten ve varsa borcu ödendikten sonradır. Eğer siz çocuk bırakmadan ölürseniz, geriye bıraktığınız mirasın dörtte biri hanımlarınızındır. Şayet çocuklarınız varsa, bıraktığınız mirasın sekizde biri hanımlarınızındır. Bu paylar, yaptığınız vasiyetler yerine getirilip ve varsa borcunuz ödendikten sonra verilir. Eğer ölen bir erkek veya kadın, erkek usül veya fürûu bulunmaksızın mirasçı olunuyorsa, kendisinin (ona bir) erkek veya (ana bir) kız kardeşi bulunuyorsa, bunlardan herbirinin miras payı terekenin altıda biridir. Eğer bu kardeşler bundan daha çok iseler, bu takdirde kardeşler mirasın üçte birini zarara uğratılmaksızın aralarında eşit olarak paylaşırlar. Bu paylar, ölenin vasiyeti yerine getirilip ve varsa borcu ödendikten sonra verilir. Bunlar, Allah tarafından bir vasiyettir/emirdir. Allah her şeyi bilen ve yarattıklarına çok yumuşak davranandır. İşte bunlar, Allah'ın koyduğu sınırlardır. Kim, Allah'a ve Rasûlûne itaat ederse, Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere koyar. Orada ebedî kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur. Kim, Allah'a ve Rasûlüne isyan eder ve Allah'ın koyduğu sınırları aşarsa, Allah onu, ebedi kalacağı cehennem ateşine koyar. Ve onun için alçaltıcı bir azap vardır." 4660
"Ey iman edenler! Kadınlara zorla vâris olmanız size helâl değildir..." 4661
"(Erkek ve kadından) Herbiri için, ana, baba ve akrabanın bıraktığından (hisselerini alacak olan) vârisler kıldık. Yeminlerinizin bağladığı kimselere (eşlerinize) de paylarını verin. Çünkü Allah her şeyi görmektedir." 4662
"Senden kadınlar hakkında fetvâ istiyorlar. De ki: 'Onlara ait hükmü size Allah açıklıyor: Kitap'ta, kendileri için yazılmışı (mirası) vermeyip nikâhlamak istediğiniz yetim kadınlar, çaresiz çocuklar ve yetimlere karşı âdil davranmanız hakkında size okunan âyetler (Allah'ın hükmünü apaçık ortaya koymaktadır). Hayırdan ne yaparsanız şüphesiz Allah onu bilmektedir." 4663
"(Rasûlüm,) Senden fetvâ isterler. De ki: ‘Allah, kelâle/babası ve çocuğu olmayan kimsenin mirası hakkındaki hükmünü şöylece açıklar: Eğer çocuğu ve babası olmayan bir erkek ölür, geride (ana-baba bir veya baba bir) bir tek kız kardeşi kalırsa mirasın yarısı
4658] 4/Nisâ, 8
4659] 4/Nisâ, 11
4660] 4/Nisâ, 12-14
4661] 4/Nisâ, 19
4662] 4/Nisâ, 33
4663] 4/Nisâ, 127
- 1056 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onundur. Eğer mirasçı erkek kardeş ise, çocuksuz (ve babasız) ölen kız kardeşinin bıraktığının tamamını alır. Eğer aynı şartlarla kalan kız kardeş, iki veya daha fazla ise, erkek kardeşinin bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer erkek ve kız kardeşler birlikte mirasçı olmuşlarsa, erkeğin hissesi iki dişinin payı kadardır. Allah size, yanılırsınız diye, hükümlerini açıklıyor. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir." 4664 (Nisâ sûresinin 12. âyetinde geçen kardeşler, ana bir kardeşler idi. Buradaki kardeşler ise ana-baba bir ve baba bir kardeşlerdir.)
"Hısımlar/yakın akrabâlar Allah'ın kitabına göre, birbirine (vâris olmaya) daha evlâdır/uygundur. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir." 4665
"Peygamber, mü'minlere kendi canlarından daha evlâdır/üstündür, yakındır. Eşleri, onların analarıdır. Akraba olanlar, Allah'ın Kitabına göre, (mirasçılık bakımından) birbirlerine diğer mü'minlerden ve muhâcirlerden daha evlâdır/uygundur, yakındırlar; ancak, dostlarınıza uygun bir vasiyet yapmanız müstesnâdır. Bunlar Kitap'ta yazılı bulunmaktadır." 4666
"...Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır." 4667 (Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ın mülküdür. Ondan yararlananlar, hep O'nun mülkünü birbirinden devralmaktadırlar; o halde, Allah'ın mülkünde cimrilik etmeleri ne kadar yanlıştır! Bir gün, herkes ölecek ve mâlik olduğu şeyler üzerindeki mülkiyetini kaybedecektir; halbuki Allah bâkîdir, mülk yine O'nundur.)
"... Onlara (iman edip sâlip amel işleyenlere): 'İşte size cennet; yapmış olduğunuz iyi amellere karşılık ona vâris kılındınız' diye seslenilir." 4668
"Önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris olanlara hâlâ şu gerçek belli olmadı mı ki: 'Eğer biz dileseydik onları da günahlarından dolayı musibetlere uğratırdık! Biz onların kalplerini mühürleriz de onlar (gerçekleri) işitmezler." 4669
"Mûsâ kavmine dedi ki: 'Allah'tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona vâris kılar. Sonuç müttakîlerindir (Allah'tan korkup günahtan sakınanlarındır)." 4670
"Hor görülüp ezilmekte olan o kavmi de, içini bereketle doldurduğumuz yerin doğu taraflarına ve batı taraflarına mirasçı kıldık. Sabırlarına karşılık Rabbinin İsrâiloğullarına verdiği güzel söz yerine geldi. Firavun ve kavminin yapmakta olduklarını ve yetiştirdikleri bahçeleri helâk ettik." 4671
"Onların ardından da (âyetleri tahrif karşılığında) şu değersiz dünya malını alıp 'nasıl olsa bağışlanacağız' diyerek Kitab'a vâris olan birtakım kötü kimseler geldi. Onlara, ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar. Peki, Kitap'ta Allah hakkında gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dair onlardan söz alınmamış mıydı ve onlar Kitap'takini okumamış mıydı? Âhiret yurdu ittika edip sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?" 4672
4664] 4/Nisâ, 176
4665] 8/Enfâl, 75
4666] 33/Ahzâb, 6
4667] 3/Âl-i İmrân, 180
4668] 7/A'râf, 43s
4669] 7/A'râf, 100
4670] 7/A'râf, 128
4671] 7/A'râf, 137
4672] 7/A'râf, 169
MİRAS VE VASİYET
- 1057 -
"Hiç şüphesiz Biz diriltir ve Biz öldürürüz. Ve her şeye Biz vâris oluruz." 4673
"(Zekeriyâ:) 'Doğrusu ben, arkamdan iş başına geçecek olan yakınlarımdan endişe ediyorum. Karım da kısırdır. Tarafından bana bir velî (oğul) ver. Ki o bana vâris olsun; Yakub hânedânına da vâris olsun. Rabbim, onu rızâna lâyık kıl!" 4674
"Yeryüzüne ve onun üzerindekilere ancak Biz vâris oluruz (her şey gider, Biz kalırız) ve onlar ancak Bize döndürülürler." 4675
"Kullarımızdan, takvâ sahibi kimseleri vâris kıldığımız (onlara verdiğimiz) cennet işte budur." 4676
"Onun (kâfirin) dediğine Biz vâris oluruz (malı ve evlâdı Bize kalır); kendisi de Bize yapayalnız gelir." 4677
"Zekeriyâ'yı da (an). Hani o, Rabbine şöyle niyaz etmişti: 'Rabbim! Beni yalnız bırakma! Sen, vârislerin en hayırlısısın (her şey sonunda Senindir)." 4678
"Andolsun Zikir'den sonra Zebûr'da da: 'Yeryüzüne sâlih/iyi kullarım vâris olacaktır' diye yazmıştık." 4679
"İşte, asıl bunlar (kurtuluşa eren gerçek mü'minler) vâris olacaklardır; (Evet) Firdevs'e vâris olan bu kimseler, orada ebedî kalıcıdırlar." 4680
"Biz onları (Firavun ve kavmini), bahçelerden, pınarlardan, hazinelerden ve değerli bir yerden çıkardık. Böylece, bunlara İsrâiloğullarını mirasçı yaptık." 4681
"(İbrâhim duâsında dedi:) Beni, Naîm cennetinin vârislerinden kıl." 4682
"Süleyman Dâvud'a vâris oldu ve dedi ki: 'Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden (nasip) verildi. Doğrusu bu, apaçık bir lütuftur." 4683
"Biz ise, o yerde müstaz'aflara (güçsüz düşürülenlere) lütufta bulunmak, onları imamlar/önderler yapmak ve onları (mukaddes topraklara) vâris kılmak istiyorduk." 4684
"Biz refahından şımarmış nice memleketi helâk etmişizdir. İşte yerleri! Kendilerinden sonra oralarda pek az oturulabilmiştir. Onlara Biz vâris olmuşuzdur." 4685
"Allah, onların yerlerine, yurtlarına, mallarına ve ayak basmadığınız topraklara sizi mirasçı yaptı. Allah'ın her şeye gücü yeter." 4686
"Sonra Kitab'a, kullarımız arasından seçtiklerimizi vâris kıldık (Kitab'ı onlara verdik).
4673] 15/Hicr, 23
4674] 19/Meryem, 5-6
4675] 19/Meryem, 40
4676] 19/Meryem, 63
4677] 19/Meryem, 80
4678] 21/Enbiyâ, 89
4679] 21/Enbiyâ, 105
4680] 23/Mü'minûn, 10-11
4681] 26/Şuarâ, 59
4682] 26/Şuarâ, 85
4683] 27/Neml, 16
4684] 28/Kasas, 5
4685] 28/Kasas, 58
4686] 33/Ahzâb, 27
- 1058 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Onlardan (insanlardan) kimi kendisine zulmeder, kimi mûtedildir/ortadadır, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır. İşte büyük fazilet budur." 4687
"Onlar (takvâ sahibi cennetlikler): 'Bize verdiği sözde sâdık olan ve bizi, dilediğimiz yerinde oturacağımız bu cennet yurduna vâris kılan Allah'a hamdolsun. İyi amelde bulunanların mükâfatı ne güzelmiş!' derler." 4688
"Andolsun ki Biz Mûsâ'ya hidâyeti verdik ve İsrâiloğullarına, akıl sahipleri için bir öğüt ve doğruluk rehberi olan Kitab'ı miras bıraktık." 4689
"Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra, sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer belli bir süreye kadar Rabbinden bir (erteleme) sözü geçmiş olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilirdi. Onlardan sonra Kitab'a vâris kılınanlar da onun hakkında derin bir şüphe içindedirler." 4690
"Onlara (âyetlere iman eden ve müslüman olanlara) altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır. Orada canlarının istediği, gözlerinin hoşlandığı her şey vardır. Ve kendilerine: 'Siz orada ebedî kalacaksınız, işte yaptıklarınıza karşılık size miras verilen cennet budur. Orada sizin için bol bol meyveler vardır, onlardan yersiniz' denilir." 4691
"Onlar (Firavun ve kavmi) geride nice bahçeler, pınarlar, ekinler, güzel konaklar, zevk ve sefâsını sürdükleri nice nimetler bırakmışlardı. İşte böylece Biz de onları başka bir topluma miras bıraktık." 4692
"Size ne oluyor ki, Allah yolunda infak edip harcamıyorsunuz? Halbuki göklerin ve yerin mirası Allah'ındır..." 4693
"Hayır! Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz, yoksulu yedirmeye birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Haram helâl demeden mirası yiyorsunuz. Malı aşırı biçimde seviyorsunuz." 4694 (Câhiliyye devrinde Araplar, mirastan kadınlara, çocuklara ve yetimlere pay vermezlerdi.)
Hadis-i Şeriflerde Miras Kavramı
"Allah Teâla her hak sahibine hakkını vermiştir. Bu sebeple, vârise (vârislerden biri lehine) vasiyet yoktur." 4695
"Miras paylarını, hak sahiplerine veriniz. Kalan miktar, en yakın erkek hısımındır." 4696
"Müslüman kâfire, kâfir de müslümana mirasçı olamaz." 4697
4687] 35/Fâtır, 32
4688] 39/Zümer, 74
4689] 40/Mü'min, 53
4690] 42/Şûrâ, 14
4691] 43/Zuhruf, 71-73
4692] 44/Duhân, 28
4693] 57/Hadîd, 10
4694] 89/Fecr, 17-20
4695] Buhârî, Vesâyâ 6; Tirmizî, Büyû' 88, Vesâyâ 5, hadis no: 2122; Ebû Dâvud, Vesâyâ 6; İbn Mâce, Vesâyâ 6; Nesâî, Vesâyâ 5-6, 247
4696] Buhârî, Ferâiz 5, 7, 9, 10; Müslim, Ferâiz 2, 3; Tirmizî, Ferâiz 8
4697] Buhârî, Hacc 44, Meğâzî 48, Ferâiz 26; Müslim, Ferâiz 1 ; Ebû Dâvud, Ferâiz 10; Tirmizî, Ferâiz 15
MİRAS VE VASİYET
- 1059 -
"İki farklı dine mensup olanlar birbirine mirasçı olamaz." 4698
“Katile (maktulün malından) vâris olma hakkı yoktur.” 4699
“Hangi erkek, hür veya câriye bir kadınla zinâ ederse, doğan çocuk veled-i zinâdır/zinâ çocuğudur; kendisi vâris olmaz, kendisine de vâris olunmaz.” 4700
"Ensardan bir zat, ebeveynine bir bağışta bulundu. Bilâhare ebeveyni vefat etti. Oğulları tekrar bu mala verâset yoluyla sahip oldu. Bu bir hurmalıktı. Oğlan, Rasûlullah’a (s.a.s.) bu hususu sordu. Peygamberimiz ona: "Şurası muhakkak ki tasadduk sevabını aldım. Şimdi o malı (Allah) sana miras olarak geri gönderdi" buyurdu." 4701
“Doğan çocuk ağlar sonra ölürse, vâris olur ve ona vâris olunur. Ağlamazsa (ölü doğarsa), ne vâris olur ne de ona vâris olunur.” 4702
Ubâde b. es-Sâmit’ten (r.a) şöyle rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s), mirastan iki nineye, bunu aralarında paylaşmak üzere hükmetti."4703 Abdullah b. Mes'ud (ö.32/652), Hz. Peygamber'in, mûrisin kızı, oğul kızı ve kız kardeşiyle ilgili bir uygulamasından şu şekilde söz eder: "Rasûlullah (s.a.s), ölenin kızı için yarım, oğul kızı için üçte ikiye tamamlamak için altıda bir ve geri kalanın kız kardeşe verilmesine hükmetti." 4704
"Kız kardeşleri, kızlarla birlikte olunca asabe yapınız." 4705
"Oğulların çocuğu, insanın kendi çocuğu hükmündedir. Kendilerinin üstünde bir oğul yoksa, bunların erkekleri, adamın kendi erkek çocukları gibi, kızları da kız çocukları gibidir. Onlar gibi dedelerine vâris olurlar, onlar gibi mirastan mahrum olurlar. Oğlun çocuğu, oğul ile birlikte vâris olamaz." 4706
İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: "(Câhiliye devrinde ölen babanın) malı oğluna kalırdı. Vasiyet de ana baba için yapılırdı. Allah Teâlâ bundan dilediği kısmı neshedip erkeğin hissesini kadının hissesinin iki misli kıldı, ebeveynden herbiri için (eğer çocuk varsa) altıda bir, üçte bir kıldı. Kadına (çocuk varsa) dörtte bir kıldı. Kocaya, (çocuk yoksa) yarı, (çocuk varsa) dörtte bir miras payı kıldı." 4707
Zeyd İbn Sâbit (r.a.) anlatıyor: "Oğulların çocukları, kendileriyle ölü arasında başka bir erkek çocuk olmadığı takdirde, ölenin çocuğu menzilesindedir: Oğlanların erkek çocukları, ölenin erkek çocukları gibidir. Oğulların kız çocukları da ölenin kız çocuğu gibidirler. Oğulların çocukları, oğullar gibi miras alırlar. Oğullar kendilerinden aşağıdakilerden mirasına mâni oldukları gibi, oğulların oğulları da kendilerinden aşağıdakilerin miras almasına mâni olurlar. Oğulun çocuğu, oğulla birlikte miras alamaz. Ölen kimse, bir kızla, bir oğulun oğluna bıraksa, kız
4698] Ebû Dâvud, Ferâiz 10; Tîrmizî, Ferâiz 16; İbn Mace, Ferâiz 6; Dârîmî, Ferâiz 29; Ahmed bin Hanbel, II/187, 195
4699] Tirmizî, Ferâiz 17; İbn Mâce, Ferâiz 8, Diyât 14; Dârimî, Ferâiz 41
4700] Tirmizî, Ferâiz 21
4701] Muvattâ, Akdiye 54, -2, 760
4702] Ebû Dâvud, Ferâiz 15, hadis no: 2920
4703] eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, Mısır, t.y, VI, 59
4704] eş-Şevkâni, a.g.e., VI, 58
4705] Buhârî, Ferâiz, 12; Dârimî, Ferâiz, 4
4706] Buhârî, Ferâiz, Bâbu Miras-i İbni'l-İbn
4707] Buhârî, Vesâyâ 6, Tefsir, Nisâ 5, Ferâiz 10
- 1060 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yarı alır, geri kalanı da oğlun oğlu alır. Zira Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Miras paylarını (Kur'an'da zikredilen) hak sahiplerine verin. Geri kalan, (baba tarafından) en yakın erkeğe aittir." 4708
Abdullah İbn Amr anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.), Mekke'nin fethedildiği gün kalkıp şu beyanda bulundu: "Kadın kocasının diyetine ve malına vâris olur. Erkek de karısının diyetine ve malına vâris olur, yeter ki bunlar birbirlerini öldürmüş olmasınlar. Bunlardan biri diğerini taammüden öldürürse ne malına, ne de diyetine hiçbir surette vâris olamaz. Bunlardan biri arkadaşını hatâen öldürürse malına vâris olur, diyetine vâris olamaz." 4709
İbn Mes'ud (r.a.)'dan rivayet göre: "Hz. Peygamber bir kız, oğlu kızı ve kız kardeş ile birlikte mirasçı olunca; kıza yarım hisseyi, oğul kızına üçte ikiyi tamamlamak için altıda biri, kız kardeşe de geri kalanı hükmetmiştir." 4710
"İbn Büreyde şöyle demiştir: Peygamber (s.a.s.) nineye yanında anne olmadığı zaman altıda bir vermiştir." 4711
"Mevlâsı olmayanın mevlâsı, Allah ve Rasûlüdür; vârisi olmayanın vârisi, dayısıdır." 4712
"Kim bir mal bırakırsa, bu mirasçılarınındır. Ben, mirasçısı olmayanın mirasçısıyım. Gerekliği durumda diyetini öderim ve mirasçısı olurum. Dayı, mirasçısı olmayanın mirasçısıdır. Onun diyetini öder ve ona mirasçı olur." 4713
“Biz peygamberler miras bırakmayız.” 4714
“Bize kimse vâris olamaz, bıraktıklarımız hep sadakadır. Ancak, âl-i Muhammed bu maldan (ihtiyacı kadarını) yer.” 4715
"Ben mü'minlere, kendi nefislerinden evlâyım. Öyleyse kim üzerinde borcu olduğu halde ölür, bunu ödeyecek mal bırakmazsa, onu ödemek bana aittir. Kim de mal bırakarak ölürse bu mal vârislerine aittir. -Bir rivâyette- Kim bir mal bırakmışsa, buna, kim olursa olsun asabesi vâris olur." 4716
Hz. Aişe (r. anhâ) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) (öldüğü vakit) ne dinar, ne dirhem, ne koyun ve ne de deve bıraktı. Hiçbir vasiyette de bulunmadı." 4717
Amr İbnu'l-Haris el-Huzâî (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) (öldüğü vakit geride) ne dinar, ne dirhem, ne öle, ne cariye ne de başka bir şey bıraktı. Onun bıraktıkları beyaz katırı, silâhı ve yakınları için tasadduk ettiği bir bahçeden
4708] Buhârî, Ferâiz 7
4709] Kütüb-i Sitte Terc. c. 17, s. 344
4710] Buhârî, Ferâiz, 8, 12; Tirmizî, Ferâiz, 4; İbn Mâce, Ferâiz, 2
4711] İbn Mâce, Ferâiz, 4
4712] Tirmizî, Ferâiz 12
4713] Ebû Dâvud, Ferâiz 8; Tirmizi, Ferâiz 12; İbn Mâce, Diyât 7, Ferâiz 9; Ahmed bin Hanbel, Müsned I/28, 36, IV/131
4714] Buhârî, Humus 1; Fedâilu’l-Ashâb 12; Meğâzî, 14, 38, Nefakat 3, ferâiz 3, İ’tisâm 5; Müslim, Cihad 49, 52, 54, 56; Ebû Dâvud, İmâre 19; Tirmizî, Siyer 44; Nesâî Fey’ 9, 16
4715] Buhârî, Fedâilu’l-Ashâb 12; Müslim, Cihad 53, hadis no: 1759
4716] Buhârî, Feraiz 4, 15, 25, Kefâlet 5, İstikrâ 11, Tefsir, Ahzâb 1, Nafakat 15; Müslim, Ferâiz 16, hadis no: 1619; Tirmizî, Ferâiz 1, hadis no: 2091; Cenâiz 69, hds no: 1070; Ebû Dâvud, Harâc 15, hds no: 2955
4717] Müslim, Vasiyyet 18, hadis no: 1635; Ebû Dâvud, Vesâyâ 1, hadis no: 2863; Nesâî, Vesâyâ 2, -6, 240
MİRAS VE VASİYET
- 1061 -
ibâretti." 4718
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Rasûlullah’ın (s.a.s.) hanımları, Rasûlullah vefat ettiği zaman Hz. Osman'ı, Hz. Ebû Bekr’e (r.a.) gönderip miras hisselerini talep ettirmek istediler. O zaman ben onlara: ‘Rasûlullah: "Bize vâris olunmaz, bıraktığımız sadakadır!" demedi mi (nasıl miras talep edebilirsiniz?’ dedim ve onları, bu niyetten vazgeçirdim." 4719
Hz. Fâtıma (radıyallahu anhâ), Hz. Ebû Bekr’in (r.a.) yanına gelip: "Sana kim vâris olacak?" diye sordu. "Ehlim ve çocuğum!" cevabını alınca: "Öyleyse ben niye babamın bıraktığına vâris olamıyorum?" dedi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir: "Ben Rasûlullah’ın (s.a.s.): "Bize vâris olunamaz!" dediğini işittim. Ancak ben, Rasûlullah’ın (s.a.s.) geçimini sağladıklarının geçimlerini sağlarım. Rasûlullah'ın nafaka verdiklerine ben de nafakalarını veririm!" dedi. 4720
"Kim külfet bırakırsa yükü banadır. Kim de mal bırakırsa bu vârislerinedir. Ben vârisi olmayanın vârisiyim. Onun yerine diyet öderim, ona vâris de olurum. Dayı da vârisi olmayanın vârisidir, ona bedel diyet de öder. Esirine de ona (fidye ödeyerek) kurtarıverir, ona vâris de olur." 4721
“Kur’ân’ı ve Ferâiz’i öğrenin ve insanlara da öğretin. Çünkü (bir gün) benim rûhum kabzedilecektir.” 4722
"Ferâiz (miras) ilmini öğreniniz ve öğretiniz. Çünkü ferâiz, ilmin yarısıdır." 4723
"Ferâiz ilmini öğreniniz ve onu insanlara öğretiniz. Çünkü o, ilmin yarısıdır, unutulur ve o, ümmetinden kaldırılan ilimlerin ilki olacaktır." 4724
“İlim üçtür, bundan ötesi fazladır: Muhkem âyet, yürürlükte olan sünnet, adâletli ferâiz.” 4725
"Sizin ferâiz ilmini en çok bileniniz, Zeyd b. Sâbit'tir.” (ö. 45/665). 4726
Abdullah bin Mes’ûd (r.a.): “Bir insan ferâizi, haccı ve talâkı bilmedikten sonra, onun göçebe çöl halkıyla ne farkı kalır?” 4727
Asabe
Sarmak, kuşatmak, şiddet, kuvvet, yardım ve himaye, baba tarafından olan yakın akrabalar. Bir miras hukuku terimi olarak ise; yalnız başına olduğunda bütün mirası Ashabü'l Ferâiz'den mirasçı bulununca onlardan artanı alan ve ölene (mûris'e) araya kadın girmeksizin bağlanan erkek hısımlarla bu hükümde olan diğer kimselerdir. Oğlu, oğlun ilânihaye oğlu gibi. Bunların belirli miras hisseleri
4718] Buhârî, Vesaya 1, Cihad 61, 86, Humus 3, Meğâzî 83; Nesâî, Ahbas 1, -6, 229-
4719] Buhârî, Ferâiz 3; Müslim, Cihad 51, hadis no: 1758; Muvattâ, Kelâm 27; Ebû Dâvud, Harac 19
4720] Tirmizî, Siyer 44, hadis no: 1608
4721] Ebû Dâvud, Ferâiz 8, hadis no: 2900
4722] Tirmizî, Ferâiz 2
4723] Buhârî, Ferâiz, 2; Ebû Dâvud, Ferâiz, 1; Tirmizî, Ferâiz, 2
4724] Tirmizi, Ferâiz 2; İbn Mâce, Ferâiz 1; Buhârî, Ferâiz 2; Ebû Dâvud, Ferâiz 1; Dârimi, Ferâiz
4725] Ebû Dâvud, Ferâiz 1
4726] Tirmizî, Menâkıb, 32; İbn Mâce, Mukaddime, 11
4727] İbnu’l-Arabî, Ahkâmu’l-Kur’an c. 1, s. 331
- 1062 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ayet ve hadislerde belirlenmemiştir.
Asabe önce ikiye ayrılır: Kan hısımlığı sebebiyle asabe, köle ve câriyeyi hürriyetine kavuşturmaktan doğan asabe.
Kan hısımlığı sebebiyle asabe üçe ayrılır:
A) Kendi başına asabe olanlar (Binefsihî asabe). Bunlar ölenle (mûrisle) aralarına kadın girmeyen erkek hısımlardır. Bunlar dört sınıf olup şunlardır:
1) Ölenin araya kadın girmeyen erkek fürûu. Oğlu, oğlunun... oğlu gibi. Ayette: "Ölenin çocuğu (oğul veya kız) varsa ana ve babadan herbirine terikenin altıda biri vardır."4728 buyrulur. Burada, babaya belli hisse verilerek, oğul asabelikte (artanı almada) ondan öne alınmıştır.
2) Ölenin araya kadın girmeyen erkek usûlü. Babası, babasının... babası gibi. Ayette: "Ölenin çocuğu olmayıp da, O'na ana ve babası mirasçı olduysa, üçte biri anasınındır."4729 buyrulur. Burada annenin hissesi belirlenmiş, artanın da babaya ait olacağına işaret edilmiştir.
3) Ölenin babasının araya kadın girmeyen erkek fürûu. Ölenin ana-baba bir veya baba bir erkek kardeşleri ile bunların ilânihaye oğulları gibi. Bununla ilgili olan Kur'anî hüküm şudur: "Eğer (mirasçı) erkek kardeş ise çocuksuz (ve babasız) ölen kız kardeşinin (ölümüyle) bıraktığı mirasın tamamını alır."4730 Cenâb-ı Allah'ın hükmüne göre çocuğu ve babası olmayan kimse ölür ve geride ana-baba bir veya baba bir erkek kardeşi kalırsa, mirasın tamamı, ashabü'l-ferâiz'den kimse varsa, bunlardan artanı bu erkek kardeşindir.
4) Ölenin dedesinin erkek fürûu. Ana-baba bir veya baba bir amcalarla, bunların ilânihaye erkek çocukları. Hadiste şöyle buyrulur: "Nebî (s.a.s.) mirası ana-baba bir erkek kardeşe, sonra baba bir erkek kardeşe, sonra ana-baba bir erkek kardeşin oğluna, sonra baba bir erkek kardeşin oğluna verdi. Amcaların durumunu da aynen bunlar gibi zikretti." 4731
Birden çok asabe birlikte bulunursa en yakın ve en kuvvetli olan tercih edilir. Diğerleri mirastan düşer. Rasûlullah (s.a.s.): "Ashâbü'l-Ferâize hisselerini veriniz. Onlardan artan miras, en yakın erkek hısımındır."4732 buyurmaktadır.
Buna göre asabeye miras verilirken şu prensiplere uyulur:
1) Yakın olan uzak olanı düşürür. Bu da ikiye ayrılır:
a) Sınıfta yakınlık: Bir önceki sınıftan asabe varken sonraki sınıfta bulunanlar miras alamaz. Meselâ, oğul varken baba veya erkek kardeş miras alamaz. Ancak baba aynı zamanda ashabü'l-ferâiz'den olduğu için bu durumda altıda bir alır.
b) Derecede yakın olan uzak olanı düşürür. Bu durum aynı sınıfta, birden çok asabe bulunması hâlinde sözkonusu olur ve ölene en yakın olan tercih edilir. Meselâ; birinci sınıftan oğul ile oğlun oğlu birlikte mirasçı olsalar, derecede
4728] 4/Nisâ, 11
4729] 4/Nisâ, 11
4730] 4/Nisâ, 176
4731] el-Mavsilî, el-İhtiyar, V, 93; Hafidu İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 321-322
4732] Buhârî, Ferâiz, 5, 7, 9-10; Müslim, Ferâiz, 2-3; Tirmizî, Ferâiz, 8
MİRAS VE VASİYET
- 1063 -
(batında) yakın olan oğul, torunu düşürür.
2) Kuvvetli olan zayıfı düşürür. Bu durum, sınıf ve derecesi aynı olan birden çok asabe birlikte bulunursa sözkonusu olur. Meselâ; ana-baba bir erkek kardeş ile baba bir erkek kardeş birlikte bulunsalar, hısımlığı kuvvetli olan öz kardeş, baba bir kardeşi düşürür.
Asabe'ye miras verilirken bu, sınıf, derece, yakınlık ve kuvvet durumlarının daima gözönünde tutulması gerekir. Ana-bir erkek kardeşlerle, ana bir amcalar zevi'l-erham grubu içinde yer alırlar.
B) Başkası ile birlikte asabe olanlar (Bigayrihi asabe). Bunlar kadınlardan olmak üzere dört çeşit hısımlardır. Erkek kardeşleri ile birlikte müşterek asabe olurlar.
1) Ölenin kızları. Bunlar ölenin oğulları ile müşterek asabe olurlar. Cenâb-ı Allah; "Allah size (miras hükümlerini şöylece emir ve) tavsiye eder. Çocuklarınız hakkında, erkeğin hissesi iki kızın hissesi kadar."4733 buyurur.
2) Ölenin oğlunun kızları. Bunlarda ölenin aynı derecede (batındaki) oğlun oğlu ile asabe olurlar. Yukarıdaki ayette evlad kelimesi oğul ve kız anlamı yanında bunlar olmayınca oğlun... oğlu veya kızı anlamına da gelir. 4734
3) Ana-baba bir kız kardeşler. Bunlar öz erkek kardeşlerle birlikte olunca asabe olurlar. 4735
4) Baba bir kız kardeşler. Bunlar da baba bir erkek kardeşlerle birlikte asabe olurlar. 4736
C) Başkasının bulunması ile asabe olanlar (Maagayrihi asabe). Bunlar ölenin kızları veya oğul kızları ile birlikte bulununca asabe olan kız kardeşlerdir. Bunlar iki kısımdır:
1) Ana-baba bir kız kardeşler. Ölenin kızı veya oğlunun kızı ile asabe olurlar. Hz. Peygamber (s.a.s.): "Kız kardeşleri, kızlarla birlikte bulununca, asabe yapınız."4737 buyurmaktadır.
2) Baba bir kız kardeşler, yine ölenin kızı veya oğlunun kızı ile asabe olurlar. Bu konudaki delil, yukarıda zikrettiğimiz hadistir. Ana-baba bir kız kardeş bulunmayıp da, kız veya oğul kızı ile beraber baba bir kız kardeş bulunursa asabe olur.
Burada asabe olan kız kardeşler, ölenin kızı veya oğul kızı ashabü'l-ferâiz sıfatıyla belirli hissesini aldıktan sonra, artanı alırlar. Aynı kuvvette sayıları birden fazla olunca, artanı kendi aralarında eşit olarak paylaşırlar. Üç tane ana-baba bir kız kardeşin asabe olması gibi. 4738
4733] 4/Nisâ, 11
4734] İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 311-312
4735] en-Nisâ, 4/176
4736] en-Nisâ, 4/176
4737] Buhârî, Ferâiz, 12; Dârimî, Ferâiz, 4
4738] Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, Şahıs, Aile Miras Hukuku, İstanbul 1983, s. 495-507; H. Döndüren, Şamil İslam Ansiklopedisi, c. 1, s. 155-156
- 1064 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ashâbu’l-Ferâiz
İslâm miras hukukunda belirli pay sahibi mirasçılar. Ferâiz'in tekili olan farîza, belirli pay demektir. Mirastaki payları tek tek belirlenen mirasçılara, belirli pay sahibi mirasçılar anlamında bu isim verilmiştir. Bu gruba giren mirasçılar onbir olup, değişik durumlara göre bunlar için kırk pay durumu (hâl) sözkonusudur. Kitap, sünnet ve icmâ ile belirlenen bu onbir mirasçı ve paylarının dayandığı deliller şunlardır:
Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyrulur: "Allah size (miras hükümlerini şöylece) emir ve tavsiye eder: Çocuklarınız hakkında, erkeğe iki dişinin payı vardır. Kızlar ikiden fazla ise, mirasın üçte ikisi onlarındır. Kız bir tane ise mirasın yarısı onundur. Ölenin çocuğu (oğul veya kız) varsa, ana ve babadan herbirine terikenin altıda biri verilir. Ölenin çocuğu olmayıp da ona ana ve babası mirasçı olduysa, üçte biri anasınındır. Ölenin erkek veya kız kardeşleri varsa, terikenin yine altıda biri anasınındır. Bu hükümler, miras bırakanın yapacağı vasiyetin infazından veya borcun ödenmesinden sonradır. Siz babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin yarar bakımından size daha yakın olduğunu bilmezsiniz. Bu hükümler Allah'tan birer farîzadır. Şüphesiz Allah her, şeyi bilicidir, tam hüküm ve hikmet sahibidir." 4739
"Karılarınızın çocuğu yoksa terikenin yarısı sizindir. Eğer onların çocuğu varsa, size terikesinden (düşecek hisse) dörtte birdir. Bu da, onların yapacağı vasıyetin veya borcun ifasından sonradır. Eğer çocuğunuz yoksa, bıraktığınızdan dörtte biri onların (karılarınızın) dır. Şayet çocuğunuz varsa, terikenizden sekizde biri yine onlarındır. Bu da, yapacağınız vasiyetin veya borcun ödenmesinden sonradır. Eğer mirası aranan erkek veya kadın, çocuğu ve babası olmayan bir kimse olur ve onun (ana bir) erkek veya kız kardeşi bulunursa, bunlardan herbirinin hissesi altıda birdir. Eğer ona bir erkek veya kız kardeşlerin sayısı birden fazla ise, onlar üçte biri zarara uğratılmaksızın oralarında eşit olarak taksim ederler. Bu hükümler yapılan vasiyetin ve varsa borcun ödenmesinden sonradır. Bu emirler size Allah'tan bir vasiyettir. Allah her Şeyi bilen, ve yarattıklarına çok yumuşak davranandır." 4740
"İşte bunlar Allah'ın hükümleridir. Kim Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ederse, Allah onu altından ırmaklar akan Cennetlere koyar ki onlar orada ebedî kalıcıdırlar. Bu, en büyük bir kurtuluştur." 4741
"Kim de Allah'a ve Peygamber'ine isyan eder, Allah'ın sınırlarını açarsa, onu da -içinde daimi kalıcı olarak ateşe koyar. Onun için küçültücü bir azap vardır." 4742
"Rasûlüm, senden fetvâ isterler. De ki: " ‘Allah, babası ve çocuğu olmayanın mirası hakkındaki hükmünü şöylece açıklar: Eğer çocuğu ve babası olmayan bir erkek ölür, geride (ana-baba bir veya baba bir) bir tek kız kardeşi kalırsa mirasın yarısı onundur. Eğer mirasçı erkek kardeş ise, çocuksuz (ve babasız) ölen kız kardeşinin bıraktığının tamamını alır. Eğer aynı şartlarla kalan kız kardeş, iki veya daha fazla ise, erkek kardeşinin bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer erkek ve kız kardeşler birlikte mirasçı olmuşlarsa, erkeğin hissesi iki dişinin hissesi kadardır. Allah size, yanılırsınız diye, hükümlerini açıklıyor. A!/ah,
4739] 4/Nisâ, 11
4740] 4/Nisâ, 12
4741] 4/Nisâ, 13
4742] 4/Nisâ, 14
MİRAS VE VASİYET
- 1065 -
her şeyi hakkıyla bilendir." 4743
"Hısımlar Allah'ın kitabınca birbirine daha yakındırlar. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir." 4744
"Ana-baba ile yakın hısımların bıraktıklarından erkeklere, ana-baba ile yakın hısımların bıraktıklarından kadınlara, azından da çoğundan da farz kılınmış birer hisse vardır." 4745
Hz. Peygamber'in mirasla ilgili bazı hadisleri de şöyledir:
"Ferâiz (miras) ilmini öğreniniz ve öğretiniz. Çünkü ferâiz, ilmin yarısıdır." 4746
"Miras hisselerini sahiplerine verin. Kalan miktar, en yakın erkek hısımındır." 4747
İbn Mes'ud’dan (r.a.) rivâyete göre: "Hz. Peygamber bir kız, oğlu kızı ve kız kardeş ile birlikte mirasçı olunca; kıza yarım hisseyi, oğul kızına üçte ikiyi tamamlamak için altıda biri, kız kardeşe de geri kalanı hükmetmiştir."4748 "Kız kardeşleri, kızlarla birlikte olunca asabe yapın."4749 "İbn Büreyde şöyle demiştir: Peygamber (s.a.s.) nineye yanında anne olmadığı zaman altıda bir vermiştir." 4750
Bazı miras hükümleri de icmâ deliline dayanır. Ana-baba bir kız kardeş bulunmayınca, baba bir kız kardeşin onun yerine geçeceği prensibi gibi.
Yukarıdaki delillerde yer alan mirasçıların payları şöyledir:
A. Koca (Zevc)
1- Koca, ölenin (karının) çocukları veya oğlunun... oğlu veya kızı ile birlikte mirasçı olduğunda, terikenin dörtte birini alır. Ölenin kızından fürûu burada dikkate alınmaz.
2- Bunlar bulunmadığında yarısını alır.
B. Karı (Zevce)
1- Karı, ölen kocasının çocukları veya oğlunun... oğlu veya kızı ile birlikte bulunduğunda sekizde bir alır.
2- Bunlar bulunmadığında dörtte bir alır. Eş (zevce) birden fazla ise her iki durumda belirlenen payı aralarında eşit olarak paylaşırlar.
C. Baba
1- Baba, ölenin oğlu veya oğlunun erkek fürûu ile birlikte bulunduğunda altıda bir alır.
2- Ölenin kızı veya oğlunun kızı yahut oğlunun... oğlunun kızı ile birlikte bulunduğunda altıda bir ve ilâve olarak asabe sıfatıyla ashabü'l-ferâizden artanı alır.
4743] 5/Mâide, 176
4744] 8/Enfâl, 75
4745] 4/Nisâ, 7
4746] Buhârî, Ferâiz, 2; Ebû Dâvud, Ferâiz, 1; Tirmizî, Ferâiz, 2
4747] Buhârî, Ferâiz, 5, 7, 9-10; Müslim, Ferâiz, 2-3; Tirmizî, Ferâiz, 8
4748] Buhârî, Ferâiz, 8, 12; Tirmizî, Ferâiz, 4; İbn Mâce, Ferâiz, 2
4749] Buhârî, Ferâiz, 12; Dârimî, Ferâiz, 4
4750] İbn Mâce, Ferâiz, 4
- 1066 -
KUR’AN KAVRAMLARI
3- Bu iki grup mirasçı bulunmadığından asabe olur. Başka mirasçı yoksa terikenin tamamını, varsa bunlardan artanı alır.
D. Anne
1- Ölenin çocukları veya oğlunun... oğlu veya kızı, yahut ölenin birden fazla erkek veya kız kardeşiyle birlikte bulunduğunda altıda bir alır.
2- Ölenin babası ve eşi ile birlikte bulunduğunda eşten artanın üçte birini alır. Bu durumda baba asabe olarak geriye kalanı alır.
3- Bu iki grup mirasçı bulunmadığında bütün terikenin üçte birini alır.
E. Dede
Burada ashabü'l-ferâiz olarak pay sahibi olan dede, ölenin babasının babası veya onun babasıdır. Buna sahih dede (cedd-i sahih) denir. Annenin babası gibi ölen ile arasına kadın giren dedeye ise fasit dede denir ve miras hukuku bakımından zevi'l-erhâm* grubu içinde yer alır.
Baba sağ olmayınca dede onun yerine geçer. Buna göre dedenin dört hâli vardır. İlk üç hâli babanınki ile aynıdır. Dördüncü hâl, babanın sağ olması hâli olup, bu durumda dede mirasçı olamaz.
F. Kız
1- Ölenin oğlu olmayıp da bir kızı varsa terikenin yarısını alır.
2- Aynı durumda iki veya daha fazla kız varsa, üçte ikiyi aralarında paylaşırlar.
3- Ölenin oğlu varsa asabe (bigayrihi asabe) olur. Ashabü'l-ferâiz'den artanı oğul iki, kız bir hisse almak üzere paylaşırlar.
G. Oğlun Kızı
Ölenin kızı bulunmayınca oğlunun kızı onun yerine geçer.
1- Ölenin oğlu veya kızı bulunmaz da, oğlunun... bir tane kızı olursa terikenin yarısını alır.
2- Aynı durumdaki oğulun kızı birden fazla ise, üçte ikiyi aralarında eşit olarak paylaşırlar.
3- Ölenin oğlu bulunmaz ve oğlunun kızı ölenin bir kızı ile birlikte bulunursa altıda bir alır.
4- Aynı durumda ölenin birden fazla kızı varsa oğulun kızı mirasçı olamaz.
5- Ölenin oğlu olmayıp da, onun oğul ve kızları beraber bulundukları takdirde, müşterek asabe olurlar ve ashabü'-ferâiz'den artanı ikili-birli paylaşırlar.
6- Oğlun kızları oğul ile birleştiklerinde mirasçı olamazlar.
H. Ana-Baba Bir Kız Kardeş
1- Bir tane ise terikenin yarısını alır.
2- İki veya daha çok ise üçte ikiyi paylaşırlar.
3- Ölenin ana-baba bir kız kardeşi aynı durumdaki erkek kardeşiyle birlikte
MİRAS VE VASİYET
- 1067 -
bulunurlarsa, müşterek asabe olurlar ve ashabü'l-ferâiz'den artanı ikili-birli paylaşırlar.
4- Ölenin kızı, oğlunun kızı ve oğlunun... oğlunun kızı ile birlikte bulunurlarsa asabe olup kalanı alırlar.
5- Ölenin oğlu, oğlun oğlu, babası veya sahih dedesi ile birlikte bulunurlarsa mirasçı olamazlar.
İ. Baba Bir Kız Kardeş
Ana-baba bir kız kardeş bulunmazsa baba bir kız kardeş onun yerini alır.
1- Bu durumdaki kız kardeş bir tane ise, terikenin yarısını alır.
2- Birden fazla iseler, üçte ikiyi eşit olarak paylaşırlar.
3- Bu durumdaki kız kardeş bir tane ana-baba bir kız kardeşle birlikte bulunurlarsa altıda bir alır.
4- Ana-baba bir kız kardeş birden fazla ise baba bir kız kardeş mirasçı olamaz.
5- Baba bir kız kardeş baba bir erkek kardeşle birlikte bulunursa, müşterek asabe olurlar, kalanı ikili-birli paylaşırlar.
6- Ölenin kızı veya oğlunun kızı ile birlikte bulunursa asabe olur ve kalanı alır.
7- Ölenin oğlu, oğlunun oğlu..., babası, dedesi, ana-baba bir erkek kardeşleri, asabe olan ana-baba bir kız kardeşleriyle beraber bulunurlarsa mirasçı olamazlar.
J. Ana Bir Kardeşler
1- Bir tane ise altıda bir alır.
2- Birden fazla iseler, terikenin üçte birini erkek-kadın ayırımı yapmaksızın eşit olarak paylaşırlar.
3- Ölenin oğlu kızı, oğlunun oğlu veya kızı, babası, dedesi ile birlikte bulunurlarsa mirasçı olamazlar.
K. Nine
Buradaki nineden maksat, araya fasit dede girmeyen, anne veya baba tarafından büyük annedir. Babanın annesi veya onun annesi, annenin annesi veya onun annesi gibi ki, bunlara sahih nine denir. Araya fasit dede girmesi hâlinde, ondan sonraki nineye fasit nine denir. Ölenin annesinin babasının annesi gibi. Bunlar miras hukuku bakımından zevi'l-erhâm içinde yer alırlar.
1- Sahih nineler mirasçı oldukları durumlarda altıda bir alırlar. Nine birden fazla ise bunu eşit olarak paylaşırlar.
2- Nine ana ile beraber bulunursa veya baba ve dededen nineler baba veya dede ile birlikte bulunurlarsa mirasçı olamazlar. Keza yakın derecedeki nine uzak olanı mirastan düşürür. 4751
4751] el-Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'an; İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an; İbn Kesîr, Te,fsîru'l-Kur'ani'l-Azîm, miras ayetlerinin tefsiri; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 322-329; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, IV, 39 vd.; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, V, 85-86 vd.; Seyyid Şerif el-Cürcâni, Şerhu's-Sirâciyye, s. 3-4, vd.; el-Kâsânî, Bedayiu's Sanâyi', III, 99; Fetâvâ'l-Hindiyye, I, 353; Bilmen,
- 1068 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Zevi’l-Erhâm
Arapça zû, "sahip", rahim veya rahm "nesep hısımlığı", "nesep hısımlık bağı" demektir. Zevî'l-erhâm, zû'r-rahim'in çoğulu olup, genel olarak nesep hısımlarını ifade eder. Bu anlamda, ashabü'l-ferâiz, asabe veya diğer nesep hısımları kapsama girer. İslâm miras hukuku terimi olarak zevî'l-erhâm; ashâbü'l-ferâiz ve asabe den olmayan kan hısımlarını ifade eder. Miras bırakanın kızının çocukları, kız kardeşinin veya erkek kardeşinin kızları, fâsit dede ve nineleri, dayı ve teyzeleri gibi.
Miras bırakanın ashabü'l-ferâizden veya asabeden hısımları bulunmayınca zevi'l-erhâm'dan ona yakın olamayacağı veya hangi şartlarla mirasçı olacağı konusu müctehitler arasında ihtilaflıdır.
1- Ebû Hanîfe ve Ahmed b. Hanbel'e göre, sıraları gelirse zevi'l-erhâm mirasçı olur. Hz. Ömer, Alî, İbn Mes'ûd ve İbn Abbas’ın (r.anhüm) görüşü budur. Delil, Kitap ve Sünnettir.
Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyrulur: "Nesep hısımları Allah'ın Kitabında birbirlerine daha yakındırlar." 4752 Bu âyet bütün nesep hısımlarını kapsamına alır. Diğer miras âyetleri 4753 ve hadisler farz sahiplerini ve asabeyi açıklamıştır. Bunların dışında kalanlar mirasa başkalarından daha fazla hak sahibidirler. Bu âyet, İslâm'ın ilk hicret yıllarında uygulanan "muâhât" (kardeşleştirme) yoluyla olan mirasçılığı neshetmiştir.
Başka bir âyette şöyle buyrulur: "Ana ve baba ile yakın hısımların bıraktıklarından erkeklere, ana ve baba ile yakın hısımların bıraktıklarından kadınlara, azından da çoğundan da farz kılınmış birer pay olarak hisseler vardır."4754 Bu âyette geçen "el-akrabün (hısımlar)" kelimesi mutlak bir ifade olup zevi'l-erhâmi da kapsar. Âyet, kılıç kuşanmayan kadın ve çocukları miras dışı bırakan câhiliyye devri örfünü yıkmak için inmiştir. 4755
Hz. Peygamber’in (s.a.s) farz sahibi ve asabe dışındaki hısımlarla ilgili çeşitli hadisleri nakledilmiştir. O, şöyle buyurmuştur: "Bir toplumun kız kardeşinin oğlu onlardandır."4756; "Kim bir mal bırakırsa, bu mirasçılarınındır. Ben mirasçı olmayanın mirasçısıyım, ona âkıle ve mirasçı olurum. Dayı, mirasçısı olmayanın mirasçısıdır. Ona akile ve mirasçı olur." 4757
Ashâb-ı Kiramdan Sâbit b. Dahdâh (r.a) vefat etmiş, geride yalnız kız kardeşinin oğlu Ebû Lübâbe b. Abdilmünzir kalmıştı. Rasûlüllah (s.a.s) bütün mirası ona verdi4758; ez-Zühaylî, el- Fıkhu'l-İslâm ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, Hukuk, İslâmiyye ve İstılâhâtı Fıkhıyye Kâmusu, İstanbul 1951, IV, 507-535; Ebû Zehra, Ahkâmü't-Tarikât ve'l-Mevârîs, Kahire, (t.y.) s. 121-180; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, Şahıs, Âile ve Çözümlü Miras, İstanbul 1983, s. 417-491; H. Döndüren, Şamil İslam Ansiklopedisi, c. 1, s. 160-162
4752] 8/Enfâl, 75
4753] Bk. 4/Nisâ, 7, 12, 176
4754] 4/Nisâ, 7
4755] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1960-62, II, 1294, 1295
4756] Tirmizî, Menâkıb, 65; Buharî, Ferâiz, 24; Nesâî, Zekât, 96; Dârimî, Siyer, 81
4757] Ebû Dâvud, Ferâiz, 8; Tirmizî, Ferâiz, 12; İbn Mâce, Diyât, 7, Ferâiz, 9; Dârimî, Ferâiz, 38; Ahmed b. Hanbel, I, 28, 36, IV, 131
4758] el-Mevsılî, el-İhtiyâr, V, 105
MİRAS VE VASİYET
- 1069 -
VIII,382,383). Hayatta yalnız dayısı olan bir kimse ölmüştü. Ebû Ubeyde b. El-Cerrah, Hz. Ömer'e bunun miras durumunu sordu. Hz. Ömer, Nebî’nin (s.a.s) şu hadisini yazarak onunla amel edilmesini istedi: "Dayı, mirasçısı olmayanın mirasçısıdır." 4759
2- Şâfiî ve İmam Mâlik'e göre zevi'l-erhâm mirasçı olamaz. Ashâbü'l-ferâizden veya asabeden mirasçı bulunmayınca tereke beytülmale intikal eder. Zeyd b. Sâbit, Saîd b. el-Müseyyeb ve Saîd b. Cübeyr'in görüşü budur. el-Evzâî, Ebû Sevr, Dâvud ve İbn Cerîr et-Taberî bu görüşü benimsemiştir. Delilleri şudur: Miras âyetlerinde farz sahipleri ve asabenin payları zikredilmiş, zevi'l-erhâm için herhangi bir şey belirlenmemiştir. Eğer onlar için bir hak olsaydı bunun da zikredilmesi gerekirdi. Çünkü âyette; "Senin Rabbin (hiçbir şeyi) unutucu değildir." 4760 buyrulur. Hz. Peygamber (s.a.s.) de şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah, her hak sahibine hakkını vermiştir."4761 Hz. Peygamber'e hala ve teyzenin miras durumu sorulunca şöyle cevap vermiştir: "Cebrail (a.s.) bana, bu ikisi için hiçbir şey olmadığını haber verdi."
Ancak bu son hadisler mürsel olup, bunlar delil olarak alınamaz. Eğer bu hadisler sahih olursa, bunların zevi'l-erhâm'ın birbirine daha yakın olduğunu bildiren âyetin4762 inmesinden önceye ait olduğu kabul edilir. Yahut "hala ve teyze için belirli bir pay yoktur" ya da "onlar asabe veya kendilerine red yapılabilen farı sahiplerini ile birlikte mirasçı olamaz" anlamına gelir. Çünkü farz sahiplerine red, zevi'l-erhâmın mirasçılığından öne alınmıştır. Fakat onlar kendisine red yapılamayan sağ kalan eşle birlikte mirasçı olurlar.
Diğer yandan Mâlikî mezhebinde ikinci asırdan, Şâfiî mezhebinde ise dördüncü asırdan itibaren zevi'l-erhâm'ın mirasçı olmaları yolunda fetva verilmiştir. Bu fetvanın dayanağı zulüm ve israf sebebiyle Müslümanların beytülmalden gerektiği gibi yararlanamamalarıdır. 4763
Zevi'l-erhâmın mirasçı olma usûlü: Bunlara mirasın hangi ölçülere göre verileceği nass'la sabit olmadığından ictihad edilerek iki usûl benimsenmiştir.
1- Zevi'l-erhâmı, miras bırakana bağlayalı eshâbü'l-ferâiz veya asabenin miras hissesini esas alan usûl. Hanbelîler, sonraki Şâfiî ve Mâlikîler bu metodu benimsemiştir. Bu metotla, zevi'l-erhâmı miras bırakana bağlayan farz sahibi veya asabe hayatta olsa idi, ne kadar miras alacakları hesaplanır. Sonra bunlar vasıtasıyla mûrise bağlanan zevi'l-erham onların yerine konur ve alacakları hisseyi alırlar. Erkekler kızların iki katı miras alır. Ancak Hanbelîlere göre burada erkek ve kadın ikili birli değil, eşit olarak miras alır.
Bu usûlün istisnası, dayı ile teyze ve ana bir amca ile halalardır. Dayı ve teyze ana yerine ve ana bir amca ile halalar da baba yerine konur ve onlar gibi mirasçı olurlar. "Tenzil" tarafları denilen bu hukukçuların dayandığı esas şudur: Zevi'l-erhâmın ne şekilde mirasçı olacakları nasslarda belirtilmediğine göre, nasıl mirasçı olacakları belli olan ve zevi'l-erhâmı mûrise bağlayan ashâbü'l-ferâiz veya
4759] Ebu Dâvud, Ferâiz, 8; eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, IV, 62
4760] 19/Meryem, 64
4761] Ebu Dâvud, Vesâya, 6, Büyü, 88
4762] 8/Enfâl, 75
4763] Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, 530 vd
- 1070 -
KUR’AN KAVRAMLARI
asabe gözönüne alınarak onların yerine zevi'l-erhâm konulur ve miras buna göre bölüştürülür.
2- Hısımlık usûlü: Hanefilerin benimsediği bu metoda göre, zevi'l-erhâmı miras bırakana bağlayan mirasçıya değil doğrudan doğruya zevi'l-erhâmın miras bırakana yakınlığına bakılır. Çünkü bunlar temelde asabe hükmünde olup, ya kadın oldukları yahut da araya kadın girdiği için asabe olamamışlardır. Bu bakımdan asabe hangi usûl ve sırayla mirasçı oluyorsa bunlarda aynı şekilde mirasçı olmalıdır. 4764
Zevi'l-erhâma miras taksimini hısımlık usûlüne göre açıklayacağız. Zevi'l-erhâm Mirasçılar Dört Sınıftır:
1- Miras bırakanın fürûu: Bunlar, miras bırakanın kızlarının çocukları ile oğlunun kızlarının, oğlunun oğlunun, kızlarının çocuklarıdır. Bunlara, mûrisin asabe ve farz sahibi olmayan fürûu da diyebiliriz.
2- Miras bırakanın usûlü: Sahih olmayan dede ve nine ve gruba girer. Ananın babası, ananın babasının babası, ananın babasının anası gibi... Bunlar da miras bırakının asabe ve farz sahibi olmayan usûlü olup, fâsit dede ve fâsit nine adını alırlar.
3- Miras bırakanın ana-babasının fürûu: Kız kardeşlerin çocukları ve torunları, ana-baba bir veya baba bir erkek kardeşlerin kızları ve torunları ile ana bir erkek kardeşlerin çocukları bu gruba girer. Öz veya baba bir erkek kardeşlerin oğulları asabe içinde yer alırlar.
4- Mûrisin dede ve ninesinin asabe ve' farz sahibi olmayan fürûu: Halalar, ana bir amcalar, mutlak dayı ve teyzelerle bunların çocukları, ana-baba bir veya baba bir amcaların ve bunların oğullarının oğullarının... kızları ve bunların çocukları, mûrisin ana ve babası ile büyük ana ve büyük babasının asabe olmayan amcaları ile hala, dayı ve teyzeleri ve bunların çocukları yine bu dördüncü sınıf zevi'l-erhâmdandır.
Zevi'l-Erhâmın Mirasçı Olmasında Uyulacak Kurallar
1- Asabe veya farz sahibi mirasçı varsa zevi'l-erhâm mirasçı olamaz.
2- Asabe bulunmayıp, farz sahiplerinden yalnız karı veya kocanın olması halinde bunlardan kalan, eğer karı veya kocadan biri de yoksa terekenin tamanı zevi'l-erhâma aittir.
3- Zevi'l-erhâmdan yalnız bir tek mirasçı varsa hangi sınıftan olursa olsun bütün tereke buna kalır.
4- Yukarıdaki dört sınıf zevi'l-erhâmdan birinci sınıf varken 2. sınıf, 2. Sınıf varken 3. sınıf, 3. sınıf varken 4. sınıf hak alamaz. Bu sıraya göre tercih hakları vardır.
5- Sınıfları aynı olan birkaç zevi'l-erham bir arada bulunursa, miras bırakana en yakın olan tercih edilir. Meselâ; kızın kızı ile oğlun kızının kızı birlikte bulunmasa 'kızın kızı tercih edilir. Çünkü bu, miras bırakana daha yakındır.
4764] el-Mevsılî, a.g.e., V, 105
MİRAS VE VASİYET
- 1071 -
6- Zevi'l-erhâm aynı sınıftan olur ve mûrise yakınlık dereceleri de aynı bulunursa asabe veya farz sahibi bir mirasçının çocuk veya torunu tercih edilir.
7- Dördüncü sınıfta hısımlığın kuvveti de tercih sebebi olur. Meselâ; ana baba bir dayı, ana bir amcaya tercih edilir.
Zevi'l-erhâmın mirasçı oluşuna örnekler:
1- Birinci Sınıfın Mirasçı Olması: Bunlar, miras bırakanın asabe ve farz sahibi olmayan fürûu olup, aşağıda gösterilen esaslara göre mirasçı olurlar.
a- Miras bırakana derece bakımından yakın olan tercih edilir.
b- Eğer dereceleri eşit olursa, mirasçı çocuğu olan, zevi'l-erhâm çocuğuna tercih edilir.
Burda, oğlun kızı, farz sahibi olduğu için, onun kızı olan Fâtıma mirasçı çocuğudur, kızın kızının oğlu ise zevi'l-erhâm oğlu olduğundan mirasçı olamaz. Bütün mirası oğlun kızının kızı alır.
c- Eğer dereceleri eşit olur ve aralarında mirasçı çocuğu bulunmaz veya hepsi mirasçı çocuğu olursa üç özelliğe bakılır. Eğer bunların asılları (ana veya babası) değişik değilse yani erkeklik ve dişilik bakımından farkları yoksa, mesele fer'ilerin cinsiyetlerine göre kurulur. Erkek için iki kız hissesi olarak miras paylaştırılır.
Eğer cinsiyet ayrılığı birden çok batından olursa, miras ilk cinsiyet ayrılığı olan batında ikili birli taksim edilerek erkekler bir grup, kadınlar bir grup yapılır. Mirasçılarla bunlar arasındaki batınlarda cinsiyet ayrılığı yoksa bu paylar aynen mîrasçılara geçer. Aradaki batınlarda cinsiyet ayrılığı varsa, o, gruba ayrılan hisseler farklılık olan batında cinsiyetlerine göre fer'ilere paylaştırılıp, yine erkekler bir grup, kadınlar bir grup yapılır ve her gruba isabet eden pay fer'ilerine verilir.
2- İkinci Sınıfın Mirasçı Olması: Bunlar miras bırakanın fasit dede ve nineleri olup, aşağıdaki şekilde mirasçı olurlar:
a- Miras bırakanın asabe, ashabû'l-ferâiz veya birinci sınıf zevi'l-erhâmdan mirasçısı bulunmadığı zaman, yalnız bir tane fasit dede veya ninesi bulunsa bütün miras buna kalır.
b- Miras bırakanın birden çok fasit dede ve nineleri bulunursa, murise yakın olan tercih edilir.
c- Miras barakana yakınlık dereceleri eşit olursa mirasçıya nisbet edilen tercih edilir.
d- Yakınlık bakımından dereceleri eşit olur ve aralarında bir vârise nisbet edilen olmaz veya hepsi birer vârise nisbet edilirse ve nisbet edildikleri şahısların cinsiyetleri aynı olursa, kendi cinsiyetleri ayrı olunca ikili birli takım yapılır. Örnek:
Babanın annesinin babasının anne ve babası birlikte hayatta olsa 3. batındaki fasit dede zevi'l-erhâmdan olup, 4. batındaki dede ve nineye miras ikili birli intikal eder.
e- Eğer nisbet edilen batında cinsiyet ayrılığı varsa, miras ilk cinsiyet ayrılığı
- 1072 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olan batında taksim yapılıp, paylar mirasçılara aynen intikal ettirilir.
3- Üçüncü Sınıf Zevi'l-erhâmın Mirasçı Olması:
a- Bunların mirasçı olması, birinci sınıf gibidir. Mûrise en yakın olan mirasçı olur, uzakta kalan düşer. Eşitlik halinde asabe çocuğu zevi'l-erhâm çocuğuna tercih edilir. Bunlar; miras bırakanın ana ve babasının fürûu olup, mutlak kız kardeşlerin fürûu ile ana baba bir veya baba bir erkek kardeşlerin ve bunların oğullarının oğullarının... kızları ve bunların fürûu, ana bir erkek ve kız kardeşlerin oğul ve kızlarıyla onların fürûudur.
b- Eğer miras bırakana yakınlık dereceleri eşit olursa asabe fer'i, zevi'l-erhâm fer'ini düşürür.
c- Hepsi ana bir kardeş çocukları olursa derece yakınlığı tercih sebebidir. Dereceleri eşit ise ferilerdeki sayı dikkate alınıp, miras usûle taksim olunarak, usûlün hisseleri eşit olarak ferilere verilir. Çünkü ana bir kardeşlerde cinsiyet ayrılığı miras hisselerini etkilemez. Örnek; Ana bir erkek kardeşin iki, ana bir kız kardeşin aynı batında üç tane torunu birlikte mirasçı olsa, torun sayısına göre 2 hisse erkek kardeşin, 3 hisse de kız kardeşin torunlarına intikal eder. Kısaca her bir torun birer pay alır. Ortak payda 5'tir.
d- Eğer hepsi ashâbü'l-ferâiz çocuğu veya asabe çocuğu yahut zevi'l-erhâm çocuğu yahut da bazısı ashâbü'l-ferâiz, bazısı asabe çocuğu olsalar, bütün bu durumlarda da usûlden cinsiyet ayrılığı, fürûdan sayı alınarak ferâizdeki4765 hisselerine göre, miras usûle taksim edilir. Usûle isabet eden hisseler eşit veya ikili birli kendi fürûuna verilir. Yalnız ana bir kardeşlerde cinsiyet ayrılığı dikkate alınmadığından eşit işlem yapılır.
Bu meselede kızların sayısı iki veya daha fazla olsa, bu sayılar asıllarına yansıtılarak ferâize göre yeni taksim yapılır. Elde edilen paylar kendi fer'îlerine intikal eder.
4- Dördüncü Sınıf Zevi'l-erhâmın Mirasçı Olması:
Bu sınıf, miras bırakanın büyük baba ve büyük anasının fürûundan ibar ettir. Mutlak halalar, ana bir amcalar ve mutlak dayı, teyzeler ve bunların fürûu, yine ana-baba bir veya baba bir amcaların ve bunların oğullarının kızları ve bunların fürûudur.
Miras bırakanın ana ve babasının, yine büyük ana ve babasının asabe olmayan amca, hala, dayı ve teyzeleri ve bunların fürûu da bu sınıf zevî'l-erhâm'dandır.
Bunların mirasçı olması şu esaslara göre olur:
a- Ashâbü'l-ferâiz, asabe ve zevî'l-erhâmın ilk üç sınıfından hiçbir mirasçı bulunmaz, bu dördûncü sınıftan da yalnız bir kişi olursa bütün miras onun olur. Bunlar bir kaç tane olur ve hısımlık yönleri de bir olursa, mûrise yakınlığı kuvvetli olan tercih edilir.
b- Eğer, mirasçıların hepsi miras bırakana aynı yakınlıkta bulunur ve hepsi ana-baba bir veya baba bir yahut ana bir olup tamamı erkek veya kadın olursa miras aralarında eşit olarak, eğer bazısı erkek bazısı kadın ise ikili biri taksim
4765] bk. "Ashabü'l-ferâiz
MİRAS VE VASİYET
- 1073 -
yapılır.
c- Eğer bunların akrabalık yönleri farklı olursa, yani bazısı baba, bazısı ana tarafından olursa, bu takdirde akrabalık kuvvetine itibar edilmez. Baba tarafına 2/3, ana tarafına ise üçte bir pay verilir. Sonra her gruba düşen pay, o grup arasında akrabalık yönleri bir olan esasa göre taksim yapılır.
d- Mutlak halaların, ana bir amcaların, dayı ve teyzelerin çocuk ve torunları, ana-baba bir amcaların ve bunların oğullarının kızları ve bunların çocukları birlikte bulunduklarında şu esaslara göre mirasçı olurlar.
Bunlar ister ana ister baba tarafından olsunlar önce derece yakınlığı tercih sebebidir.
Eğer dereceleri aynı ve ana veya bâba tarafından olmada eşit durumda iseler hısımlık kuvveti tercih sebebidir.
Yine bu mirasçılar, miras bırakanın yalnız ana veya yalnız baba tarafından olur, derece ve hısımlık kuvvetleri eşit ve hepsi asabe veya hepsi zevi'l-erhâm çocuğu bulunursa ve asıllar arasında cinsiyet farkı varsa miras ikili birli, cinsiyet farkı yoksa eşit olarak taksim edilir. Asıllara isabet eden hisse fürûa intikal eder.
Örnek: Mirasçı olarak yalnız amcanın iki kızı bulunsa mirası eşit olarak, bu amcanın bir oğlu ile kızı bulunsa ikili bir paylaşırlar. 4766
Kadınlara Miras Olmak ve Kadınların Mirasta Erkeğin Yarısını Alması
“Ey iman edenler! Kadınlara zorla vâris olmanız size helâl değildir. Apaçık bir edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğinizin bir kısmını ele geçirmeniz için de kadınları sıkıştırmayın. Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız (bilin ki) Allah’ın, hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz.”4767 İslâm’dan önce Araplar kadına çok kötü muâmele ediyor, bu cümleden olarak kocası ölen kadını, adamın miras bıraktığı mal gibi telâkkî ediyorlar, kadın istemese bile onunla evlenme veya onu başkasıyla evlendirme hakkına sahip olduklarını düşünüyorlar, kadını kullanarak maddî menfaat sağlama yoluna gidiyorlardı. Bu âyet, bütün bu haksızlıklara son vermiş, kadına lâyık olduğu hakları getirmiştir.
“Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder. (Çocuklar) İkiden fazla kadın iseler ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer yalnız, bir kadınsa yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, ana babasından herbirinin altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da ana babası ona vâris olmuş ise anasına üçte bir (düşer). Eğer ölenin kardeşleri varsa, anasına altıda bir (düşer. Bütün bu paylar ölenin) yapacağı vasiyetten ve borçtan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin size, fayda bakımından daha yakın olduğunu bilemezsiniz. Bunlar Allah (tarafın)dan konmuş farzlar
4766] bk. es-Serahsî, el-Mebsût, 3. baskı, Beyrut 1398/1978, XXX, 2-27; Şerhu's-Sirâciyye, 163-204; Zeylaî, Tebyînu'l-Hakâik, el, Emîriyye tab ı, VI, 241 vd..; el-Meydânî, el-Lübâb, IV, 200; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, Mısır t.y., V, 559-563; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3. baskı, Kahire,1970, VI, 229-252; ez-Zithaylî, el-Frkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, VIII, 381 vd.; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, 529 vd.; H. Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 451-455
4767] 4/Nisâ, 19
- 1074 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(paylar)dır. Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir.” 4768
İslâm’ın miras hukukunda paylar ile mükellefiyetler arasında dengeleme yolu tutulmuş, daha çok harcama yapmak mecbûriyetinde olanlara çok, daha az harcama yapanlara az hisse verilmiştir. İslâm âile hukukuna göre, evlenirken mehir verecek, düğün masrafı yapacak olan erkektir. Evlendikten sonra da gerek muhtaç olan yakın akrabasına ve gerekse eş ve çocuklarına bakacak, onlara yiyecek, giyecek, mesken gibi asgarî ihtiyaçları temin edecek yine erkektir. İşte bu sebepledir ki genellikle mirasta erkeklerin payı, kadınlarınkinin iki misli olmuştur.
İslâm'da erkeğe, kadının iki katı miras verilmesini tenkit eden câhiller çoktur. Fakat iyi düşününce bunun, derin hikmete uygun olduğu ve baştan sona adâlet olduğu anlaşılır. Burada, aile hayatının sonucu olarak ortaya çıkan miras hukuku sözkonusudur. Aile hayatında geçim yükü, genellikle erkeğin üzerindedir. Erkek, hem kendisi, hem karısı olmak üzere en az iki kişiyi beslemek zorundadır. Bunun yanında küçük çocuklarını, annesini, babasını geçindirmek de erkeğe düşer. Birkaç kişinin bakımı, erkeğin omuzlarına biner. Oysa kadın, kocasını beslemez, kocası tarafından geçimi sağlanır. Kadına kocası, oğlu, babası veya kardeşleri tarafından bakılır. Bazı kadınlar, bizzat çalışarak geçimlerini sağlasalar da, bu durum tüm kadınlara şâmil değildir; İslâm da, kadına dışarıda çalışma mecbûriyeti vermeyerek ailenin geçim yükünü ona yüklememiştir. Bugün bazı kadınlar, erkek gibi çalışmak isteseler de, bu, gönüllü bir durumdur ve bütün kadınlara şâmil değildir. Bundan asırlar önce ise, kendi geçimini sağlayan kadın hemen hiç yok gibiydi. Genellikle her dönemde kadına başkaları tarafından bakılır. Kadın himâye görür, erkek ise başkalarına bakar, karısını, hâmîsi olmayan kızkardeşini, annesini, ninesini himâye eder.
İşte hem kendisine, hem karısına, çoluk çocuğuna, gerektiğinde annesine, babasına bakmak, onların da geçimlerini sağlamak zorunda bulunan erkeğin, icabında yine kendisinin himâye edeceği kızkardeşinden bir kat fazla miras alması, adâletsizlik değil; adâletin ta kendisidir. Çünkü erkek, bir kadın getirip ona bakacak; kız ise bir başka erkek tarafından götürülüp bakılacaktır.
Miras hukukunun temel ilkelerinin tesbit edildiği Nisâ sûresinin 7-12. âyetlerinde dikkat edilecek önemli bir husus da vardır ki o da erkek gibi, kadına da borç ve vasiyet hakkının tanınmış olmasıdır. Ölen erkek olsun, kadın olsun, borcu verilip vasiyeti yerine getirildikten sonra geri kalan mirası taksim edilir. Bu, kadına bütün medenî ve sosyal hakların tanınması demektir. Kadın mülk sahibi olur, miras bırakır, miras alır, vasiyet eder, vasiyeti yerine getirilir, borç alıp verebilir. Demek ki Kur'an, kadına her türlü mülkiyet ve mülkünde tasarruf hakkı tanımış, ona tam hür bir kişilik kazandırmıştır. Bu, kadın hakları bakımından çok büyük bir gelişmedir. Çünkü kadının mülkiyet hakkı, değil o günkü toplumlarda, medenî kabul edilen Batı toplumunda bile ancak on dokuzuncu asrın sonlarıyla yirminci asrın başlarında tanınmaya başlamıştır. Kur'an indiği zaman kadın, birçok sosyal haklarından yoksun yaşıyor, bir eşya gibi kabul ediliyordu. İşte Kur'an onun elinden tutup insanî bakımdan onu erkekle eşit yapmış, ona toplumun tanıyabileceği en ileri hakları tanımış, onu saygıdeğer bir insan yapmıştır. 4769
4768] 4/Nisâ, 11
4769] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 13, s. 374-375
MİRAS VE VASİYET
- 1075 -
Günümüzde Vasiyet, Miras ve İnsanımız
Eski dönemlere göre daha çok dünyevîleşen günümüz insanı, ölümü hatırına getirmemek için bin bir oyuncakla oyalanmaktadır. Halbuki müslüman, ölüme her an hazır bir şekilde ve ölümden sonrasını hesaba katarak yaşar. Yarın, hatta yaşadığı gün ölecekmiş gibi yaşayan insan ise, dünyayla bağlantılarını ona göre düzenler. Borçları, vaad ettikleri, yükümlülükleri ânî ölümüyle karmakarışık olmaz. Bunun için de vasiyetini yanında taşır. "Bir Müslümanın vasiyet etmek istediği bir şey olup da, vasiyeti yanında (veya yastığının altında) yazılı olmadan iki gece geçirmeye hakkı yoktur."4770 Bu vasiyetinde, öncelik verdiği konu, fânî meseleler değil; geride kalanlara hakkı tavsiye, iyilikle emir, onları tevhidî imanla ve müslümanca hayat sürmeleri yönüyle hatırlatmalar, yani tavsiyelerdir. Zâten tavsiye ile vasiyet aynı kökten türemiş ifâdeler olduğu için hayatında hakkı tavsiye eden kişi, ölürkenki vasiyetinde de aynı görevi yapar. İkinci olarak da -eğer varsa- kimlere borçlu ise, borçlarını ve vâdelerini çok net bir şekilde belirten senet veya benzeri yazıyla vasiyeti cebinde (ya da evinde kolay bulunabilecek -hadis rivâyetinde belirtilen “yastık altı” gibi- bir yerde) bulundurur. Zâten her çeşit maddî borç alış verişinin yazılması Kur’an’ın emridir.4771 O, bu yazışmayı, hem unutma gibi problemlere ve hem de ölüm gibi her an gelebilecek olaya karşı tedbir olsun diye yerine getirir. Alacakları varsa, onları da benzer şekilde yazar.
"Allah (c.c.) size, amellerinize ziyâde olarak ölümünüz esnâsında mallarınızın üçte birini tasadduk etti (vasiyet etme yetkisi verdi)." 4772 Mirasçıları dışında ve malının üçte birini geçmeyecek şekildeki kısmını hayır gördüğü yerlere vasiyet edebilir. Ama, kişinin ölürken ve artık ihtiyacı kalmadığı anda malından tasadduk için vasiyet etmesinden ziyâde, sağken mala muhtaç olduğunu düşündüğü zamanda tasadduk etmesi, bunu vasiyete gerek duymadan sağlığında bolca yerine getirmesi en hayırlısıdır. Rasûlullah’a (s.a.s.): "Hangi sadaka efdaldir?" diye sorulmuştu. "Sağlıklı ve fakirlikten korkup zenginliğe ümit bağladığın, mala karşı cimri olduğun halde tasadduk etmen! Bu şekilde tasadduku, can boğazına gelip de, 'falana şu kadar, filâna bu kadar' diye (vasiyet ede)ceğin zamana kadar devam ettir. O sırada (yaptığın tasaddukun sana bir faydası yoktur, çünkü malın, artık) zâten birilerinin olmuştur." 4773
Bazı insanların yaptığı gibi, mirasçılarının Kur’an ve Sünnette belirtilen meşrû haklarına müdâhale etmesi, mirasçılarından bazılarına az, bazılarına çok mal bıraktığını vasiyet etmesi; ölürken bile Kur’an ahkâmına ve adâlete uymayarak günaha girmesi, isyan ederek ölmesi demektir. Vasiyet eden kimse, gereksiz ve külfet kabul edilecek şeyleri ve özellikle gayr-ı meşrû hususları vasiyet etmemelidir. Esas vasiyet, Allah’ın vasiyetidir. Allah da, miras konusundaki vasiyetlerini/emirlerini bildirmiş ve sonunda “vasıyyeten mina’llah -Allah’tan bir vasiyyet olarak-” 4774 demiştir. Kesin bir haramın emredilmediği, Allah’a isyan özelliği taşımayan her çeşit vasiyetin yerine getirilmesi mirasçıların en önemli görevidir. Miras paylaşımına da, varsa vasiyetteki görevler yerine getirildikten, ölenin borcu varsa ödendikten sonra geçilir. “...Bütün bu paylar, ölenin vasiyeti yerine getirilip ve
4770] Buhârî, Vesâyâ 1; Müslim, Vasiyyet 4, hadis no: 1627
4771] 2/Bakara, 282
4772] İbn Mâce, Vesâyâ, 5
4773] Buhârî, Vesâyâ 7, Zekât 11; Müslim, Zekât 92, hadis no: 1032; Ebû Dâvud, Vesâyâ 3, hds no: 2865; Nesâî, Vesâyâ 1
4774] 4/Nisâ, 12
- 1076 -
KUR’AN KAVRAMLARI
varsa borcu ödendikten sonra verilir...”4775 Meşrû vasiyetin ihmali veya değiştirilmesi büyük vebali gerektirir. "Kim vasiyeti işittikten ve kabullendikten sonra vasiyeti değiştirirse, günahı onu değiştirenleredir. Şüphesiz Allah (her şeyi) işitir ve (her şeyi) bilir.”4776 Bu âyet, hem bireysel vasiyet için ve hem de umuma ve yetkililere uymaları gereken hayır amaçlı (vakfiye ve benzeri hayırlar gibi) vasiyetler için geçerli kabul edilmiştir. İslâm'da vakıf müessesesi hadislere dayanmakla birlikte sadaka-i câriye mâhiyetinde olan ve halkın geneline hizmet veren vakıfları, bunların şekil ve şartlarını haksız olarak değiştirenler de vasiyeti değiştirenler gibi telâkkî edilmiş, bu âyet, birçok vakıf eşya üzerine ve vakıfnâmelere yazılmıştır.
Miras konusuna gelince; günümüzde bazı kesimler, bekâr veya evli kız evlâtlarını mirastan mahrum bırakıyorlar. Ya da miras paylaşanlar, kızlara İslâm’ın verdiği hakkı vermiyorlar. Yine, bazı kesimler miras paylaşma yerine, baba ölünce malı büyük evlât değerlendiriyor, diğer kardeşlere ve vereselere haklarını ya hiç vermiyor ya da seneler sonraya bırakıyor. Bütün bunlar haksızlıktır, zulümdür. Hiçbir devlet, “mirasınızı İslâmî esaslara göre taksim edemezsiniz” demediği, diyemediği halde, bazı kimseler, özellikle kadınlar, basit dünyevî çıkar için Kur’an hükümlerine göre başkalarının haklarını gasbederek İslâmî olmayan bir devletin mahkemelerine mürâcaat edip onun verdiği hükümle miraslarını taksim ederler. Bunun sadece haram sınırlarıyla kalmayacak, itikadı da ilgilendirecek4777 yönü sözkonusu olduğundan, miras, bazen cennete vâris olmaya engel olabilmektedir. "Hayır! Doğrusu siz... Haram helâl demeden mirası yiyorsunuz. Malı aşırı biçimde seviyorsunuz." 4778
Günümüzde de varlığını hâlâ devam ettiren İslâm öncesi câhiliyyenin, kadınları insan yerine koymayıp, onları bir miras malı gibi değerlendirmesi, onları babalarının mirasından mahrum görmeleri büyük bir zulüm olduğu gibi; İslâm dışı hukukî düzenlerin onları miras konusunda erkek kardeşiyle eşit görmesi de erkeklere yapılan bir zulümdür. İslâm, ifrat ve tefrit içindeki yaklaşımları reddeden, orta yoldur, dengedir, adâlettir. Ve Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, kâfir, zâlim veya fâsık oldukları gibi;4779 tâğuta inanmayıp onu reddetmeleri kendilerine emrolunduğu halde, tâğutun önünde muhâkemeleşmek, onun hükümleriyle hükmedilmek isteyenlerin de iman iddiâsı geçersizdir.4780 Bu genel hükümler yanında, bütün mülkün esas sahibi olan Allah Teâlâ, mirasla ilgili düzenlemeleri bildirdikten sonra,4781 şöyle ikazda bulunur: “...Bunlar, Allah tarafından bir vasiyettir/emirdir. Allah her şeyi bilen ve yarattıklarına çok yumuşak davranandır. İşte bunlar, Allah'ın koyduğu sınırlardır. Kim, Allah'a ve Rasûlûne itaat ederse, Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere koyar. Orada ebedî kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur. Kim, Allah'a ve Rasûlüne isyan eder ve Allah'ın koyduğu sınırları aşarsa, Allah onu, ebedi kalacağı cehennem ateşine koyar. Ve onun için alçaltıcı bir azap vardır." 4782
Dünyada evlâtlarımıza ille de önemli çapta maddî miras bırakmak zorunda
4775] 4/Nisâ, 11
4776] 2/Bakara, 181
4777] bk. 4/Nisâ, 60
4778] 89/Fecr, 17-20
4779] 5/Mâide, 44, 45, 47
4780] 4/Nisâ, 60
4781] 4/Nisâ, 6-11
4782] 4/Nisâ, 12-14
MİRAS VE VASİYET
- 1077 -
değiliz. Onlara Allah’ı ve Rasûlünü miras olarak bırakmamız, yani onları İslâmî eğitim ve öğretimden geçirmemiz, müslümanca yetiştirmemiz her şeyden önemlidir. Aradaki zaman farkına rağmen, “hulefâ-i râşidin”in beşincisi kabul edilen Ömer bin Abdülaziz, çok zengin bir mirasa sahip olduğu halde, bu mirasın içine halkın hakkı olan paralar da karıştığı ve devlet gücüyle oluştuğu için bunları halka dağıtmış, kendisi fakir hayatına benzer şekilde yaşamayı tercih etmiştir. Ölümü yaklaştığında yakınları, ona şöyle der: “Kendin, bunca malı infak ettin, zenginliği bırakıp fakir hayatı yaşadın, buna hakkın olabilir; ama şimdi belki ölmek üzeresin. Çocuklarına miras olarak ne bırakıyorsun? Bu, onları düşünmediğin anlamına gelmez mi?” Verdiği cevap müthiştir: “Ben çocuklarımı müslümanca yetiştirdiysem onlara Allah’ı ve Rasûlünü, onların sevgisini miras bırakıyorum, bu yetmez mi? Yok, onlar gerçek müslüman gibi yetişmedilerse, onlardan bana ne? Onlara maddî miras bırakarak bununla daha kolay haramlar işlemelerine, Allah’a isyan etmelerine yardım etmemi mi bekliyorsunuz?”
Günümüzde haramzâde nice mirasyediler vardır ki, kendilerine bunca mal bırakan ölmüş babalarına hayır duâda bile bulunmazlar. Tam tersine, babasından bir şey kalmamış nice müslüman vardır ki, hiçbir miras bırakmamış babasını duâlarında unutmaz, onun adına hayırlar yapmaya çalışır.
Toplumsal miraslara karşı, bize kadar nice zahmetler karşılığında emânet olarak ulaşan İslâmî değerlere karşı nasıl davrandığımızı ve bizden sonraki nesillere devraldığımız tevhid sancağını nasıl teslim edip miras bırakacağımızı da hesaba katmalıyız. "Sonra Kitab'a, kullarımız arasından seçtiklerimizi vâris kıldık (Kitab'ı onlara verdik). Onlardan (insanlardan) kimi kendisine zulmeder, kimi mûtedildir/ortadadır, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır. İşte büyük fazilet budur."4783 Bu miras konusunda zâlim olmak mümkün olduğu gibi, hayırda yarışan müsâbık olmak da mümkündür. Hiç olmazsa, kurtuluşa ermek için ikisinin ortasında olmak gerekir. Biz Kitab’a, dine vâris kılındık, bundan tümüyle mahrum bir çevrede dünyaya gelmediğimiz için bazen kıymetini bilmediğimiz, müslümanlığı hazır bulduğumuz için mirasyedi gibi dinî değerleri tüketme durumunda olmamalıyız. Câhiliyyenin bin bir çeşit bataklığından özel gayretlerle kurtulup İslâm’a sonradan giren insanların durumu, kıymet bilme ve tam teslim olma yönüyle dikkate değer bir konudur.
Şâirin dediği gibi: “Mal sahibi, mülk sahibi! / Hani bunun ilk sahibi? / Mal da yalan, mülk de yalan / Var, biraz da sen oyalan!” Bugüne kadar insanlara nice şeyler miras kalmış olmasına rağmen, aslında bunlar, birinden ötekine devredilen emânetler şeklinde olmuştur. Önemli olan mal ve mülkün esas sahibi olan zâtın istediği şekilde bunları değerlendirmektir. Emânete ihânet eden hâin olmamak için, bize emânet bırakılan tüm mirasları çarçur etmemek, mirasyedi şeklinde ve hevâmız istikametinde harcamalar yapmamak; veznedar gibi, emanetçi gibi, postacı gibi malı sarfedilmesi gereken yere havâle etmek gerekir. Yeryüzü de mirastır. Allah'ın arzının mirası, her şeyin mirasının Allah'a ait olmasıyla ilgilidir. İnsanoğlu fânî olduğu gibi, sahip oldukları da aslında emânettir. O yüzden, tüm arzın esas sahibi Allah’tır, her şey O’nun mülkü olduğu gibi, yine O’na dönecek, O’na kalacaktır. "Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah bütün yaptıklarınzdan
4783] 35/Fâtır, 32
- 1078 -
KUR’AN KAVRAMLARI
haberdardır." 4784 Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ın mülküdür. Ondan yararlananlar, hep O'nun mülkünü birbirinden devralmaktadırlar; o halde, Allah'ın mülkünde cimrilik etmeleri ne kadar yanlıştır! Bir gün, herkes ölecek ve mâlik olduğu şeyler üzerindeki mülkiyetini kaybedecektir; halbuki Allah bâkîdir, mülk yine O'nundur.
Önemli olan, dünyada mala mülke mirasçı olmak veya zenginleşip geride çokça miras bırakmak değil; Allah’ın cennetine vâris olmaktır. "... Onlara (iman edip sâlip amel işleyenlere): 'İşte size cennet; yapmış olduğunuz iyi amellere karşılık ona vâris kılındınız' diye seslenilir." 4785
"Önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris olanlara hâlâ şu gerçek belli olmadı mı ki: 'Eğer biz dileseydik onları da günahlarından dolayı musibetlere uğratırdık! Biz onların kalplerini mühürleriz de onlar (gerçekleri) işitmezler." 4786
"Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona vâris kılar. Sonuç müttakîlerindir (Allah'tan korkup günahtan sakınanlarındır)."4787 Allah, mü’min müstaz’afları/ezilmişleri, iman edip sâlih amel işleyenleri arza, yeryüzünün güzelliklerine vâris kılacaktır. "Andolsun Zikir'den sonra Zebûr'da da: 'Yeryüzüne sâlih/iyi kullarım vâris olacaktır' diye yazmıştık." 4788; "Biz ise, o yerde müstaz'aflara (güçsüz düşürülenlere) lütufta bulunmak, onları imamlar/önderler yapmak ve onları (mukaddes topraklara) vâris kılmak istiyorduk." 4789
Biz de atamız İbrâhim gibi, O’nun tevhid dinine vâris olan kişiler olarak Rabbimize duâ ediyoruz: "Bizi, Naîm cennetinin vârislerinden kıl." 4790
4784] 3/Âl-i İmrân, 180
4785] 7/A'râf, 43
4786] 7/A'râf, 100
4787] 7/A'râf, 128
4788] 21/Enbiyâ, 105
4789] 28/Kasas, 5
4790] 26/Şuarâ, 85

 MİRAS VE VASİYET
- 1079 -
Vasiyet ve Miras Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Vasiyet Kelimesinin (V-s-y ve Türevlerinin) Geçtiği Âyet-i Kerimeler (32 Yerde): 2/Bakara, 132, 180, 182, 240; 4/Nisâ, 11, 11, 11, 12, 12, 12, 12, 12, 12, 12, 131; 5/Mâide, 106; 6/En'âm, 144, 151, 152, 153; 19/Meryem, 31; 29/Ankebût, 8; 31/Lokman, 14; 36/Yâsin, 50; 42/Şûrâ, 13, 13; 46/Ahkaf, 15; 51/Zâriyât, 53; 90/Beled, 17, 17; 103 Asr, 3, 3.
B- Vasiyet Konusu:
a- Vasiyette Bulunmak: 2/Bakara, 180; 4/Nisâ, 9.
b- Vasiyet Ederken Şâhit Bulundurmak: 5/Mâide, 106.
c- Yolculukta Vasiyet: 5/Mâide, 106-108.
d- Ölecek Kişinin Zevcesi (Hanımı) Hakkında Yapacağı Vasiyet: 2/Bakara, 240; 4/Nisâ, 12.
e- Ölünün Vasiyetini Değiştirmek: 2/Bakara, 181-182.
C- Miras Kelimesinin (V-r-s ve Türevlerinin) Geçtiği Âyet-i Kerimeler (35 Yerde): 2/Bakara, 233; 3/Âl-i İmrân, 180; 4/Nisâ, 11, 12, 19, 176; 7/A'râf, 43, 100, 128, 137, 169; 15/Hicr, 23; 19/Meryem, 6, 6, 40, 63, 80; 21/Enbiyâ, 89, 105; 23/Mü'minûn, 10, 11; 26/Şuarâ, 59, 85; 27/Neml, 16; 28/Kasas, 5, 58; 33/Ahzâb, 27; 35/Fâtır, 32; 39/Zümer, 74; 40/Mü'min, 53; 42/Şûrâ, 14; 43/Zuhruf, 72; 44/Duhân, 28; 57/Hadîd, 10; 89/Fecr, 19.
D- Miras Konusu:
a- Mirasta Erkek ve Kadın da Hak Sahibidir: 4/Nisâ, 7, 33, 127.
b- Miras Konusunda Kadınlara Zor Kullanmaktan Sakınmak: 4/Nisâ, 19.
c- Anlaşmalardan Doğan Haklar da Mirastan Verilmelidir: 4/Nisâ, 33.
d- Mirasın Bölünme Şekli: 4/Nisâ, 11-13, 176.
e- Mirasta Akraba Asıldır: 33/Ahzâb, 6.
f- Mirasın Bölünmesinde Haktan Ayrılmanın Kötülüğü: 89/Fecr, 19.
g- Miras Bölüşülürken Yetimlere ve Yoksullara da Vermek: 4/Nisâ, 8.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Vasiyet Hukuku, Esat Şener, Seçkin Y.
2. Ruhlar Âlemi, İslâm’da Vasiyet ve İsgat Meselesi, Ali Rızâ Karabulut, Elif Y.
3. 100 Ünlü Vasiyet, Şevket Gürel, Şamil Y.
4. İslâm Büyüklerinin Vasiyeti ve Velilerin Son Sözleri, Mustafa Necati Bursalı, Çelik Y.
5. Vasiyetim, Mevlüt Özcan, Sabır Y.
6. Vasiyetim ve Hakikat İlminden Parçalar, H. Ahmet Hilmi İmre, Salah Bilici Kitabevi Y.
7. Vasiyetname, İmam Gazâli, Çev. Ahmet Arslantürkoğlu, Sahaflar KitapSar. Y.
8. Vasiyetler, İmam-ı Âzam, Çev. Y. Vehbi Yavuz, Aksa Yayın Pazarlama
9. Kur’an’da Verâset Sistemi, Sadeddin Berki, Binbirdirek Y.
10. İslâm’da Miras Hukuku, Haseneyn Muhammed Mahluf, Nur Y.
11. İslâm Miras Hukuku ve Felsefesi, Abdullah Tunca, Şahsi Y.
12. İslâm Hukukunda Ferâiz ve İntikal, Ali Himmet Berki, D.İ.B. Y.
13. Eski ve Yeni Miras Hukuku Şerhi, Esat Şener, Seçkin Y.
14. Miras Hukuku, A. Kılıçoğlu, N. Ayiter, Savaş Y.
15. Miras Hak ve Payları, Esat Şener, Seçkin Y.
16. Mirasta Tenkıs, İade, İstihkak, Esat Şener, Seçkin Y.
17. Miras Hukuku Dersleri, Bülent Köprülü, İst. Üniv. Hukuk Fak. Y.
18. Miras Sözleşmeleri, Mustafa Dural, İst. Üniv. Hukuk Fak. Y.
19. Miras Payının Devrine İlişkin Sözleşmeler, H. Cumhur Özakman, Kazancı Y.
20. Öğreti ve Uygulamada Muvâzaa, Tenkis, Mirasta Geri Verme,
Mirasta Hakediş, Osman Kiper, Adil Y.
21. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 13, s. 360-381
22. Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sabuni, Şamil Y. c. 2, s. 253-260
23. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul, 1983, 419 vd
24. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. (Vasiyet, Hüseyin Kayapınar:) c. 6, s. 315-318; (Vesâyet, Hamdi Döndüren:) c. 6, s. 342-344; (Miras, H. Döndüren:) c. 4, s. 198-214; (Vâris, H. Döndüren:)
- 1080 -
KUR’AN KAVRAMLARI
c. 6, s. 310-312; (Asabe:) H. Döndüren, c. 1, s. 155-156; (Ashâbu’l-Ferâiz:) H. Döndüren, c. 1, s. 160-162; (Zevi’l-Erhâm:) H. Döndüren, c. 6, s. 451-455
25. İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, Vehbe Zuhayli, Risale Y. (Vasiyet:) c. 10, s. 133-240; (Miras:) c. 10, s. 317-472
26. Fetâvâ-yı Hindiyye, Terc. Mustafa Efe, Akçağ Y. (Vasiyet:) c. 13, s. 167-358; (Miras:) c. 14, s. 411-552
27. İbn Âbidin, İbn Âbidin, Terc. Ahmed Dâvudoğlu, Şamil Y. (Vasiyet:) c. 17, s. 55-248; (Miras:) c. 17, s. 317-457
28. Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Y. (Vasiyet:) c. 5, s. 115-206; (Miras:)c. 5, s. 207-406
29. Emanet ve Ehliyet, Yusuf Kerimoğlu, Ölçü Y. (Vasiyet:) c. 2, s. 429-434; (Miras:) c. 2, s. 419-467
Cumartesi, 06 Şubat 2021 19:56

MİLLET

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

MİLLET


- 995 -
Kavram no 132
Görevlerimiz 24
Bk. Hüküm-Hâkimiyet; Ümmet; Hilâfet-Halife
MİLLET


• Millet; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Millet Kavramı
• Küfür Tek Bir Millettir
• Millet Kavramının Tahrifi
• Kavim/Ulus ve Ümmet
• Vatan
• İslâm’ın Vatan Anlayışı
• Câhiliyyenin Vatan Anlayışı ve “Ya Sev, Ya Terk Et” Dayatması
• Arzın/Ülke Topraklarının Kutsallaştırılıp Putlaştırılması
• Milliyetçilik/Ulusçuluk
• Irkçılık/Asabiyet/Kavmiyetçilik
• Irkçılıkla İlgili Hadis-i Şerifler
"Milletlerine (dinlerine) uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da asla senden râzı (hoşnut) olmayacaklardır. De ki: 'Doğru yol/hidâyet, ancak Allah'ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır." 4391
Millet; Anlam ve Mâhiyeti
Türkçede kavim, kabile veya belli bir topluluk anlamında kullanılan “millet” kavramı İslâm kültüründe daha farklı mânâlara gelmektedir. “Millet” sözlükte, tutulan ve gidilen yol demektir. Bu yol eğri de olabilir, doğru da. Bu anlamdan hareketle ‘millet’ kelimesi ‘din ve şeriat’ yerine kullanılmaktadır. Çoğulu, milel’dir. Kur’an’da ve İslâm kültüründe millet, din anlamında kullanılmıştır.
Esasen din, şeriat ve millet kelimeleri birbirine yakın mânâda olup, herbiri başka yönlerden yaklaşık aynı anlamı ifade ederler. ‘Millet’, tıpkı din gibidir ki, Allah’ın kullarına peygamber diliyle gönderdiği şeriatin özel adı olmuştur. İnsanlar o şeriate uyarlar ve Allah’a yakınlık kazanmaya çalışırlar. “Din” ile aralarındaki fark; millet kavramı, gönderildiği peygamberin adıyla söylenir. “İbrahim milleti”, “Mûsâ milleti” gibi. “Allah’ın dini” denilebilir, ama “Allah’ın milleti” demek yanlış olur.
İmam Kurtubî şu açıklamada bulunur: Millet, din demektir. Yüce Allah'ın kitaplarında ve peygamberlerinin aracılığıyla kulları için koyduğu şeriatın adıdır. O bakımdan millet ile şeriat arasında fark yoktur. Din ile millet ve şeriat arasında ise belli bir fark vardır. Çünkü millet ve şeriat, Allah'ın kullarını yerine getirmeye çağırdığı şeyin adıdır. Din ise kulların Allah'ın emrine uygun olarak yaptıkları
4391] 2/Bakara, 120
- 996 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şeye denir. 4392
"Millet" kelimesinden murâd, dindir. Çünkü örfen millet sözünden: Allah Teâlâ'nın, Peygamberleri vâsıtasıyla kullarına meşrû kıldığı şey kastedilir. Ancak, mecâzen bâtıl dinlere de ıtlak edilerek: "Küfür tek millettir" denilir ve "küfür dinlerinin hepsi bir yoldur" mânâsı kastedilir. Millet kelimesi örfen hak dine mahsus olduğu için bazı kelâm ulemâsı, ehl-i sünnetin mezhebini naklederken: "millîler şöyle demiştir..." ifadesini kullanırlar. 4393
İtikat ve iman yönünden din, amel ve uygulama bakımından şeriat, sosyal bakımdan, yani sosyal realite yönünden de millet kavramları kullanılır. İtikat edilen (inanılan) şeyler, genelde amel edilen (pratikte uygulanan) şeylerdir. Amel edilen ve uygulanan şey ne ise, üzerinde birlik sağlanan şey de odur. Buna göre ‘millet’, bir toplumun etrafında toplandığı ve üzerinde yürüdüğü, kitlenin uyduğu ve bağlı olduğu ilkeler ve takip ettiği yoldur. Bu yolun hak olanı da, bâtıl olanı da olabilir.
“Millet”, kabile veya kavim demek değildir. Millet kavramı, daha çok, din etrafında bir araya gelen insanlar topluluğunu anlatır. Millet, toplumun adı olmaktan çok; toplumun üzerinde toplandığı inancı ifade etmektedir. “Ehl-i millet” denildiği zaman, bir millete uyan kimseler anlatılmış olur ki, bu hiçbir zaman “nation” anlamındaki kavim, ırk, kabile ulus anlamına gelmez. Müslüman millet deyince, Allah’ın dini İslâm’a inanan ve ona uyan topluluklar akla gelir. Türk kavmi, Arap kavmi, Alman ulusu demek doğrudur. Ama -İslâm kültürüne ve Kur’an’daki kullanıma göre- Türk milleti, Fransız milleti... demek doğru değildir. Çünkü millet kelimesi, bir inancı, o inanç etrafında bir araya gelen topluluğu ifade eder.
Kur’ân-ı Kerim bu kelimeyi, peygamberlere gönderilen inanç ve başka insanların gittiği yol (din) anlamında kullanmaktadır. “Kendini bilmez beyinsizden başka kim İbrahim milletinden yüz çevirir?!”4394 “İbrahim milleti” şeklindeki tamlama Kur’an’da sekiz yerde geçmektedir. 4395
Yusuf (a.s.), Allah’a inanmayan bir topluluğun milletinden yüz çevirdiğini, onların dinlerine tabi olmadığını söylüyor.4396 Zâlim ve puta tapan yöneticilerin dinini terkedip Tevhid dinine inanan “Kehf ashâbı”, birbirlerine; “...Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar veya sizi milletlerine (dinlerine) geri çevirirler; bu durumda ebedî olarak kurtuluş bulamazsınız.” diyorlardı. 4397
Şu âyet millet kavramının anlamını daha açık bir şekilde ifade etmektedir: “Sen onların milletlerine (dinlerine-inanç sistemlerine) uymadıkça, yahûdi ve hıristiyanlar senden kesinlikle râzı (hoşnut) olacak değillerdir…”4398 Yahûdi ve hıristiyanlar ne Peygamberi, ne de O’na inanan müslümanları, kendi inanç sistemlerine, kendi uydukları yola, yaşama biçimlerine uymadıkça sevmezler. Tarihte olanlar ve içinde
4392] İmam Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, c. 2, s. 301
4393] Ahmed Dâvudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Sönmez Y. c. 1, s. 429
4394] 2/Bakara, 130
4395] 2/Bakara, 130, 135; 3/Âl-i İmrân, 95; 4/Nisâ, 125; 6/En’âm, 161; 12/Yûsuf, 38; 16/Nahl, 23; 22/Hacc, 78
4396] 12/Yûsuf, 38
4397] 18/Kehf, 20
4398] 2/Bakara, 120
MİLLET
- 997 -
yaşadığımız şartlar bunu açıkça isbat etmektedir.
Hz. Şuayb’i (a.s.) tehdit eden müşrikler diyorlardı ki; “Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp çıkaracağız veya mutlaka bizim milletimize (dinimize) geri döneceksiniz.” Şuayb (a.s.) ise, onların milletine (dinlerine) dönmeyi Allah’a iftira etmek olarak değerlendiriyor. 4399
Görüldüğü gibi millet kavramının Türkçedeki ‘ulus, kavim’ kelimesiyle ilgisi yoktur. “Millet” kelimesinin Türkçede ulus, ırk ve toplum anlamında kullanılması kesinlikle ve büyük bir yanlıştır. Bu kavram, belirli bir dine inananlar topluluğunu anlatmaktadır. Ümmet ise, belli bir peygamberi takip eden mü’minleri anlatır. Türkçede, ‘şoför milleti’, ‘kadın milleti’, ‘erkek milleti’ gibi söyleyişler de yanlış kullanılan sözlerdir. Halk, millet kelimesini belli bir topluluk adı olarak kullanmakta ise de bu galattır, Kur’an kültürüne terstir.
‘Küfr’ün tek millet olduğu gerçeğini hatırlarsak, bu kavramın ifade ettiği anlam biraz daha iyi anlaşılmış olur. 4400
Kur’ân-ı Kerim’de Millet Kavramı
“Millet” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 15 yerde geçer.4401 Bütün bu âyetlerdeki “millet” kelimesi “din” anlamında kullanılır. Din; yani inanç sistemi.
"Milletlerine/dinlerine uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da asla senden râzı olmayacaklardır...” 4402
“Kendini bilmez beyinsizden, kendini aşağılık yapandan başka kim İbrahim milletinden/dininden yüz çevirir?!” 4403
“Yahûdiler ve hıristiyanlar müslümanlara ‘yahûdi ya da hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız’ dediler. De ki (onlara): ‘Bilakis biz, hanîf olarak (dosdoğru) yaşamış İbrahim’in milletine/dinine uyarız. O, müşriklerden değildi.” 4404
“De ki: ‘Allah doğruyu söylemiştir. Öyle ise, hakka yönelmiş olarak İbrahim’in milletine/dinine uyun. O, müşriklerden değildi.” 4405
“İşlerinde doğru olarak kendini Allah’a veren ve İbrahim’in hanîf (Allah’ı bir tanıyan) milletine/dinine tâbi olan kimseden dince daha güzel kim vardır?! Allah, ibrahim’i (kendine) halîl/dost edinmişti.” 4406
“De ki: ‘Şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, hanîf (Allah’ı birleyen) İbrahim’in milletine/dinine iletti. O, (İbrahim hiçbir zaman Allah’a) şirk/ortak koşanlardan değildi.” 4407
“Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp çıkaracağız veya
4399] 7/A’râf, 88-89
4400] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 414-415-
4401] 2/Bakara, 120, 130, 135; 3/Âl-i İmrân, 95; 4/Nisâ, 125; 6/En’âm, 161; 7/A’râf, 88, 89; 12/Yûsuf, 37, 38; 14/İbrâhim, 13; 16/Nahl, 123; 18/Kehf, 20; 22/Hacc, 78; 38/Sâd, 7
4402] 2/Bakara, 120
4403] 2/Bakara, 130
4404] 2/Bakara, 135
4405] 3/Âl-i İmrân, 95
4406] 4/Nisâ, 125
4407] 6/En’âm, 161
- 998 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mutlaka bizim milletimize/dinimize geri döneceksiniz. (Şuayb) dedi ki: ‘İstemesek de mi (bizi yurdumuzdan çıkaracak veya dinimizden döndüreceksiniz)? (Andolsun ki,) Allah bizi ondan (kâfirlikten) kurtardıktan sonra tekrar sizin milletinize/dininize dönersek, Allah’a karşı iftira etmiş oluruz...” 4408
“... Ben Allah’a inanmayan bir kavmin milletini/dinini terk ettim. Onlar, âhireti inkâr edenlerin kendileridir. Atalarım İbrahim, İshak ve Ya’kub’un milletine/dinine uydum. Allah’a herhangi bir şeyi şirk/ortak koşmamız bize yaraşmaz...” 4409
“Kâfirler, peygamberlerine dediler ki: ‘Elbette sizi, ya yurdumuzdan çıkaracağız, ya da mutlaka milletimize/dinimize döneceksiniz!’ Rableri de onlara, ‘zâlimleri mutlaka helâk edeceğiz!’ diye vaad etti.” 4410
“Sonra da sana, ‘hanîf olarak (doğru yola yönelerek) İbrahim’in milletine/dinine uy, zira o, müşriklerden değildi’ diye vahyettik.” 4411
“Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar veya sizi milletlerine/dinlerine geri çevirirler; bu durumda ebedi olarak kurtuluş bulamazsınız.” 4412
“Allah uğrunda, O’na yaraşacak şekilde cihad edin. Sizi O seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrahim’in milletinde/dininde (olduğu gibi). Peygamber’in size şâhit olması, sizin de insanlara şâhit olmanız için O, gerek bundan önce(ki kitaplarda), gerekse bunda (bu Kur’an’da) size ‘müslümanlar’ adını verdi. Öyle ise namazı kılın; zekâtı verin ve Allah’a sarılın. Ne güzel mevlâdır O ve ne güzel yardımcıdır!” 4413
“(Kâfirlerden ileri gelenler:) ‘Son millette/dinde de bunu işitmedik. Bu, ancak bir uydurmadır’ diyerek kalkıp yürüdüler.” 4414
Görüldüğü gibi Kur'ân-ı Kerim'de "millet" kavramı, hep din mânâsında kullanılmıştır. Hatta bir âyet-i kerimede; "kavim" ve "millet" bir arada kullanılmıştır. Hz. Yusuf (a.s.)'un kıssası beyan edilirken; "De ki; size rızıklanacağınız bir yemek gelecek oldumu, ben muhakkak onun ne olduğunu, size daha gelmezden evvel haber veririm. Bu Rabbim'in bana öğrettiği ilimlerdendir. Çünkü ben Allah'a inanmayan bir kavmin milletini (dinini) -ki onlar âhiret gününü inkâr edenlerin ta kendileridir- terkettim"4415 buyrulur. Bu âyette geçen "Allah'a inanmayan bir kavmin milletini terkettim" ibaresi, kavim ile milletin ayrı ayrı anlama sahip olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla "Türk kavmi" vardır, ama "Türk milleti (şeriatı) yoktur. Türk kavmine mensup insanlardan; mü'min olanlar bulunduğu gibi; olmayanlar da mevcuttur. Farklı dinlere tâbi olmaları, onların "Türk kavmi"nden olma özelliğini ortadan kaldıramaz. Çünkü insanlar, hangi kavimden olacaklarına bizzat kendileri karar veremezler. Ancak hangi milletten (dinden) olacakları konusunda irâde beyan etme hakları vardır. Ya iman ederek "İslâm milleti"nden olurlar; ya inkâr ederek "küfür milleti"ne geçerler.
4408] 7/A’râf, 88-89
4409] 12/Yûsuf, 37-38
4410] 14/İbrâhim, 13
4411] 16/Nahl, 123
4412] 18/Kehf, 20
4413] 22/Hacc, 78
4414] 38/Sâd, 7
4415] 12/Yûsuf, 37
MİLLET
- 999 -
Millet, ortak bir itikada sahip olmakla birlikte, bir imam etrafında toplanmayan fertlerin durumunu beyan eder. Her müslüman, İslâm milletinin bir ferdidir. Eğer bir imama bey'at ederlerse, "ümmet" olarak anılırlar. Dünya üzerinde yüzlerce kavim vardır. Bu kavimlerin fertleri içerisinde "İslâm milleti"ne tâbi olanlar bulunduğu gibi, "küfür milleti"nden olanlara da rastlanabilir. Dolayısıyla yeryüzünde iki millet vardır. Birisi İslâm milleti, diğeri de küfür milletidir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), Hz. Ebû Dücâne'yi mezara koyarken "Bismillâh! Alâ millet-i Rasûlillâh (Allah'ın ismiyle ve Rasûlullah'ın milleti/dini üzere)" (demiştir. Hangi kavimden olursa olsun; her mü'min mezara konurken aynı sözler tekrar edilir. 4416
Hadis-i Şeriflerde de "millet" kelimesi, din anlamında kullanılır: "Kim ki İslâm'dan başka bir millet (din) adına yalan yere ve kasden yemin ederse, o kimse dediği gibidir. Kim de keskin bir âletle kendini öldürürse, bu kimse de Cehennem ateşinde o âletle azâb olunur." 4417 Millet, din mânâsınadır. Millet-i İslâmiyye, millet-i yahûdiyye, millet-i nasrâniyyet (İslâm milleti, yahûdi milleti, hıristiyan milleti) gibi İslâm'dan başka bir dine edilen yeminin sûreti, din-i Nasârâya, din-i yahûda yahut milel-i kefereden (kâfir milletlerden/dinlerden) herhangi bir milletin nâmına yemin etmektir. 4418
Küfür Tek Bir Millettir
Aralarında Ebû Hanife, Şâfiî, Dâvud, Ahmed bin Hanbel'in de bulunduğu bir grup ilim adamı bu Bakara, sûresi, 120. âyet-i kerimeye dayanarak küfrün tek bir millet olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Yüce Allah; "Onların milletine (dinine)" 4419 diye buyurarak (hıristiyan ve yahûdiler iki ayrı dine mensup oldukları olduğu halde) "millet" kelimesini tekil olarak zikretmiştir. Bunlar ayrıca; "Sizin dininiz size; benim dinim bana."4420 buyruğunu, Hz. Peygamber'in de: "İki ayrı millete mensup kimseler arasında mirasçılık olmaz." 4421 hadisini de delil gösterirler. Yani burada iki ayrı milletten kasıt, İslâm ve küfürdür. Bunun delili ise Peygamber Efendimiz'in: "Müslüman, kâfire mirasçı olmaz."4422 anlamındaki bir başka hadisidir. İmam Mâlik ve kendisinden gelen bir başka rivâyette Ahmed bin Hanbel ise küfrün ayrı milletler olduğu görüşündedir. Buna göre yahûdi hıristiyana mirasçı olmadığı gibi; yahûdi ve hıristiyan da mecûsiye mirasçı olmaz. Onlar bu görüşlerine Peygamber Efendimiz'in "İki ayrı millete mensup kimseler arasında mirasçılık olmaz." hadisinin zâhirini delil alırlar. 4423
Millet kelimesinin çoğulu "milel"dir. Din tarihi hususunda tartışılmaz otorite olan Şehristanî'nin meşhur eserinin adı el-Milel ve'n-Nihal'dir. Bilindiği gibi "nihal" kelimesi "nıhle"nin çoğuludur. Nıhle ise; "kupkuru zan ve vehim" mânâsına gelir. Dolayısıyla "el-milel", vahye dayanan dinlerin (milletlerin) tarihi, "en-Nihal" ise, vahye dayanmayan sistemlerin (milletlerin) mâhiyetidir.
4416] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 248-249
4417] Buhârî, Edeb, Cenâiz; Tecrîd-i Sarih Terc. c. 4, s. 558; Müslim, İman 176, 177 (110); Ebû Dâvud, Eymân ve'n-Nüzûr; Tirmizî, Eymân; Nesâî, Eymân; İbn Mâce, Keffârât
4418] S. Buhârî Muht. Tecrîd-i Sarih Terc. c. 4, s. 560
4419] 2/Bakara, 120
4420] 109/el-Kâfirûn, 6
4421] Ebû Dâvud, Ferâiz 10; Tirmizî, Ferâiz 16; İbn Mâce, Ferâiz 6; Ahmed bin Hanbel, II/187
4422] Buhârî, Ferâiz 26; Müslim, Ferâiz1; Ebû Dâvud, Ferâiz 10; Tirmizî, Ferâiz 15
4423] İmam Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, c. 2, s. 301
- 1000 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Millet Kavramının Tahrifi
Kur’an’ın ve dolayısıyla İslâm’ın kelimelere yüklediği anlamı atıp, o kelime ve kavramlara çok farklı mânâlar yüklemek, insanla Kur’an arasındaki köprüleri yıkmaktan daha fecî bir duruma sebep olmaktadır. Bu tavır; tahrif, dejenerasyon, ihânet, hakka bâtılı karıştırmak, bâtıla hak maskesi takmak şeklinde ifade edilebilir.
Millet, İslâm kültürüne göre din anlamında kullanıldığından, “İslâm milleti”, “küfür milleti” tâbirleri doğrudur. Türk milleti, Yunan milleti... gibi ifadeler aslında yanlıştır. Millet kelimesinin kavim/ulus anlamında kullanılması, 19. asırdan sonra ve özellikle 20. asırda yaygınlaş(tırıl)mıştır. Bu galat, Kur’an kavramlarının câhiliyye tarafından içinin boşaltılıp sapık inançlar doğrultusunda doldurulmasına açık bir örnektir. Millî: Millete âit, millete has, milletle ilgili demektir. Millet hangi anlama geliyorsa, millî de ona ait anlamında kullanılır. Yani, aslında “dinî” demek olan bu kelime, yanlış olarak “kavmî/ulusal” anlamında kullanılmaktadır. Milliyet: Aynı milletten olma hali, bir milleti diğer bir milletten ayıran unsurların toplamına denir. Aynı millete mensup olanların tamamı anlamındadır. Sonradan “milliyet” kelimesi de, aynı yanlış tavırla kavmiyet; inanç, tarih, dil, gelenek, kültür, ideal ve vatan birliği anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Milliyetçilik de; milletin, milliyet topluluğunu esas alan, milletini sevmek ve yüceltmek ana fikrine dayanan görüş demektir.
“Türk milleti” deyiminin yanlışlığı gibi, “millet meclisi”, “milletvekili” gibi ifadeler de, aslında çok farklı anlamda kullanılması gerektiği halde, şimdi bunlarla anlaşılanlar konusu, önemli kavram sapmalarındandır. Asıl anlamı “dinî” demek olan “millî” kelimesinin bugünkü kullanılışı, millete/dine terslik açısından, meselâ “millî piyango” ifadesi ne kadar trajikomik bir durum arz etmektedir! Millî kumar olduğuna göre; “millî fuhuş”tan, “millî fâiz” ve “millî hırsızlık”tan söz etmek nasıl olur dersiniz?
Millî duygular, millî takım, millî marş, millî kimlik, millî eğitim, millî tarih, millî coğrafya, millî bayram, millî egemenlik, millî güvenlik, millî birlik, millî mücâdele, millî görüş, millî gazete, millî kültür, millî gelir... gibi ifadelerin de millet ve millî kelimelerinin asıl anlamlarından ne kadar farklı kullanıldığı açısından değerlendirilmelidir. Kavram kargaşasına yol açmak istemeyen ve Kur’an kelime ve kavramlarının tahrif edilmesine karşı olan kimselerin, örnek tamlamalarda kullanılan “millî” kelimesi yerine “ulusal” sözcüğünü, aşağıdaki örneklerde olduğu gibi “millet” yerine de “ulus” kavramını tercih etmesi gerekir. Çünkü millet kelimesi örfen hak dine mahsus olduğu için kelâm âlimleri, ehl-i sünnetin mezhebini naklederken: "millîler şöyle demiştir..." ifadesini kullanırlar.
Yahûdilik ve daha çok da siyonizm, milliyetçilik/ırkçılık konusunda, hem bunun ideolojileşmesi ve hem de ırkçı tutumlara yol açması ve karşı ırkçılık dâvâları açısından önemlidir. Bir taraftan yahûdi ırkını öne çıkarıp diğer ırkları kendisine hizmet etmek zorunda olan “eşek” görür ve bu anlayışı muharref Tevrat’a dayandırırken, diğer taraftan bu tavra tepki olarak faşizmi ve yahûdi düşmanlığını da hazırlamış oldu. Birinci ve özellikle İkinci Dünya Savaşının sebep ve soykırımları incelendiğinde bu anlayış ve tavır hemen göze çarpacaktır. Bu anlayış, yani ırkçılık ve arka planındaki siyonizm.
MİLLET
- 1001 -
E. Durkheim’den adapte ederek nation karşılığı olarak ulus denilecek iken “millet” diyerek tanımı yapılan kavram: Dil, toprak, ülkü, tarih ve din birliği ile birbirlerine bağlı topluluk. Gerçi globalleşen ülke anlayışının egemen olduğu günümüz modern dünyasında hâlâ eskimiş sosyoloji kuramlarının modası gülünç ve uygulama dışı kabul edilmektedir. Ama insanımıza okullarda, medyada hâlâ milletin tanımı olarak Ziya Gökalp’in yahûdi sosyologdan tercüme ettiği anlayış, bilim ve tek gerçek diye öğretiliyor. İslâm ise, milletin tanımını dinin tanımıyla eşit görüyor. O yüzden müslüman halk, Türk olmadığı halde müslüman olan sözgelimi İngiliz Yusuf İslâm’ı, Çeçen mücâhidini veya Filistinli Arap bir müslüman genci, Türk olduğu halde İslâm düşmanı insanlardan kendine daha yakın görüyor, İslâm milleti arasındaki meselâ Hac toplantısını, kerhanedeki, meyhanedeki Türk topluluklarına tercih ediyor.
Osmanlı’nın son zamanlarında, aydınlarda İslâm dâvâsı ve idealizmi kaybolduğundan, özellikle Tanzimat sonrası yeni idealler aranmaya, ülkenin içinde bulunduğu durumdan kurtuluş için İslâm’ın dışında yönelişler baş gösterdi. “Denize düşen yılana sarılmalı mıdır?” sorusu sorulmadan ve “denize ne kadar düştük, niçin düştük?” muhâsebe yapılmadan denize düşürenlerin ip şeklinde uzattıkları yılanlara sarılmak, dinden uzaklaşmış aydınlar için kolay çözüm idi. Ve önce, kurtuluş reçeteleri ithal edildi Batıdan; düşman, sunduğu zehirleri hemen her zaman altın kâselerde sunacaktır. Tanzimatla birlikte yazarlar, şâirler, siyaset adamları, okuyup yazması olan mekteplilerin kalem ve dillerinden birkaç parlak kavram çıkıyordu: “Vatan, millet, eşitlik, özgürlük” Neydi vatan? Ne demekti millet? Nasıl bir özgürlüktü istenen? Bunlarla kimse uğraşmıyor ve bu kurtarıcı sloganların içine, ne anlama geldiğine ve ülkeyi nasıl kurtaracağına kimse bakmıyordu. Varsa yoksa; Vatan, millet, özgürlük (sonraları, bir de “demokrasi”)!
Evet, tümüyle boş birer slogandır, Batılılaşan aydınların ağızlarından düşmeyen sakız ve kalemlerinden ha bire dökülen mürekkep şeklindeki vatan, millet... Kurulacak yeni sosyal birliğin, millî birlik ve bütünlüğün en önemli unsuru olarak “vatan” fikrinin öne çıkarılması, içi boş bir kavram olarak ve ne kastedildiği müphem şekilde vatancılık, tanzimat aydınlarının yeni ideolojilerindendir. Sözgelimi Vatan şairi Namık Kemal, vatan kavramıyla ne demek istemektedir? Hangi tezi sunmaktadır? Halkın “Vatan, millet, Sakarya” edebiyatı diye, süslü fakat içi boş sözleri böyle değerlendirmesi boşuna değildir. Ziya Gökalp, 1923’te Türkçülüğün Esasları adlı kitabını yayınlar ve bu özellikle Emile Durkheim’in etkisinde kalarak oluşturduğu sosyoloji ve ideolojisiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin fikir babası olur. Evet, milliyetçi (daha doğrusu Türkçü/Turancı) Ziya Gökalp, T.C. nin teori olarak kurucusu, teorisyenidir. Uygulama da bir başka kurtarıcıya bırakılmıştır. Gelinen nokta mı? İsterseniz “millet” kavramına çağdaş aydınlardan çok farklı anlam veren Osmanlı’nın gerilemeye başladığı zamanlarla bile mukayese edilirse ortaya çıkacaktır. 500 küsür sene ayakta kalan koca çınar, etrafını saran zehirli bitkiler ve içine atılan kurtlarla çürümeye başlamıştır. Düşman Batı gözüyle Osmanlı artık “hasta adam!”dır. Batı aşılarıyla çınarın gübreleri üzerine yerleştirilen genç fidanın durumunun hem içten ve hem de dıştan nasıl görüldüğünü düşünmek yeter. Osmanlı ölümcül yatağında iken bile “adam”dı, iyileşmemesi için ilaçlarına zehirler katılan, binbir tuzak kurulan “hasta adam!”. Şimdi T.C.’yi adam yerine koyan ülke var mı, bilmem. Osmanlının dünkü vilâyeti, bir vali ile yönettiği şehri Yunanistan ve sözgelimi Suriye’nin bile ciddiye almadığı bir ülke... İçinde
- 1002 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaşayan vatandaşların da en milliyetçisinin bile onlarca şikâyeti... “Ya sev, ya terket!”mi? Kim kimi kimin yurdundan kovuyor, kim ve ne hakla işgali ve zulmü sevmeyi emredip dayatıyor?
Kavim/Ulus ve Ümmet
Kavim: Bu gün, “Türk milleti” şeklinde kullanılan tamlamanın doğrusu, “Türk ulusu” veya “Türk kavmi”dir. Kur’an’da üç yüzden fazla yerde geçen “kavim” kelimesi, Kitabımız’da üç anlamda kullanılır: Soy birliği, topluluk, kimseler. Kavim kelimesi, Kur’an’da bazen soy birliği ve ulus anlamında kullanılır.4424 Bu anlamıyla, zaman zaman kavmin adı açıkça söylenir: Âd kavmi,4425 Semûd kavmi4426 gibi. Bazen de yönetimin başındaki kişi veya peygamber adıyla verilir: Firavun kavmi,4427 Mûsâ kavmi4428 gibi.
Kur’an’da geçen kavim kelimesi, bu kavimlerin medeniyetlerinden ve davranışlarından da söz eder. Gerek bu anlamıyla, gerekse aşağıda belirtilecek anlamlarıyla, geçmişte yaşayan kavim, topluluk ve kişilerin davranışlarından, kurdukları medeniyet ve davranış güzelliklerinden veya çöküşlerinden ibret alınması amacıyla söz edilir. 4429
Kavmin, Kur’an’daki diğer bir anlamı, çeşitli özelliklere sahip topluluk, grup, küme ve halkı ifade eder.4430 Bu anlamdaki kullanımda, özellikle bir topluluğa gönderilen peygamberin adıyla belirtilir: Nuh kavmi,4431 Hûd kavmi,4432 Sâlih kavmi,4433 Lût kavmi,4434 İbrahim kavmi,4435 Yûnus kavmi4436 gibi.
Kur’an’da kullanılan kavim kelimelerinin büyük bölümü, olumlu veya olumsuz özellikteki kişileri anlatmak üzere sözkonusu edilir: “Kavmun yûkınûn (yakînen iman edenler)”4437; “kavmun yü’minûn (iman edenler)”4438; “kavmun ya’kılûn/yetefekkerûn/yezzekkerûn (düşünenler)”4439; “kavmun ya’lemûn (bilenler)”4440; “kavmun kâfirûn (kâfirler/inkârcılar)”4441; “kavmun zâlimûn (zulmedenler)”4442; “kavmun cebbârûn
4424] 18/Kehf, 90, 93
4425] 9/Tevbe, 70; 14/İbrâhim, 9
4426] 9/Tevbe, 70; 14/İbrâhim, 9
4427] 26/Şuarâ, 11
4428] 2/Bakara, 54, 60, 67; 5/Mâide, 20;;10/Yûnus, 87
4429] 14/İbrâhim, 9
4430] 14/Ra’d, 11; 23/Mü’minûn, 46; 49/Hucurât, 11; 58/Mücâdele, 22; 60/Teğâbün, 13
4431] 7/A’râf, 69; 9/Tevbe, 70; 11/Hûd, 89
4432] 11/Hûd, 89; 13/Ra’d, 7
4433] 11/Hûd, 89
4434] 11/Hûd, 70, 74; 26/Şuarâ, 11, 160
4435] 9/Tevbe, 70; 22/Hacc, 43
4436] 10/Yûnus, 98
4437] 2/Bakara, 118; 5/Mâide, 50
4438] 16/Nahl, 79; 29/Ankebût, 51; 43/Zuhruf, 88
4439] 29/Ankebût, 35; 16/Nahl, 69; 2/Bakara, 164; 5/Mâide, 58; 6/En’âm, 126; 13/Ra’d, 3, 4
4440] 2/Bakara, 230; 6/En’âm, 97
4441] 2/Bakara, 259, 264, 286; 3/Âl-i İmrân, 147; 27/Neml, 43
4442] 2/Bakara, 258, 5/Mâide, 51; 23/Mü’minûn, 28; 26/Şuarâ, 10; 28/Kasas, 25
MİLLET
- 1003 -
(zorbalar)”4443; “kavmun müfsidûn (bozguncular)”4444; “kavmun sâlihûn (sâlihler/iyiler).” 4445
Kur’an’da “kavim” sözcüğünün geçtiği âyetler, örnek bir medeniyetin kurulması yolunda temel ilkeler sunmaktadır. Bu âyetlere göre, şu özelliklere sahip toplumların, toplulukların veya kişilerin medenî olabileceği söylenebilir: İmanlı, bilgili, ince anlayışlı, her durumda aklını kullanan, olayların gerçek sebeplerine ve arka planına nüfuz edip yüzeysellikten kendini kurtaran, olaylardan gerekli dersi almasını bilen, tefekkür eden, kendisinin faydasını bilip gözeten, elindeki nimet ve imkânların değerini bilip ona göre kullanan, şımarıklık ve azgınlığa düşmeyip şükretmesini bilen toplumlar, topluluklar ve kişiler.4446
Medenî düzeye ulaşamayan toplumların/toplulukların ve kişilerin özelliklerini de şöylece sıralayabiliriz: Kâfir/inançsız, bilgisiz, bilinçsiz, anlayışsız, aklını kullanmayan, olayların derinliğine nüfuz edemeyip yüzeysellikte kalan, gerçekleri göremeyen, bozguncu, haksızlığı ilke edinen, içinde bulunduğu kötü durumun farkında olmayan ve kurtuluş için çare aramayan toplum, topluluk ve kişiler. 4447
Ümmet: "Ümmet", anne anlamına gelen "ümm" kelimesinden türemiştir. "Ümm", ana demektir. Bir şeyin meydana gelmesine, terbiyesine, ıslahına veya başlangıcına temel olan köküne verilen isimdir. Kur’an’da geçen ‘ümmü’l kitap-kitabın anası’, ‘Levh-i Mahfuz’ yerine kullanılmıştır.4448 Bütün ilimlerin oluşumu ona nisbet edilir, bütün ilimlerin kaynağı odur. "Ümm" kelimesi, Kur’an’da kelime anlamıyla hem anne, hem de ana (mecaz olarak), asıl, temel, uygun karşılık anlamlarında geçmektedir.
"Ümmet", sözlükte, cemaat nesil veya topluluk demektir; çoğulu "ümem"dir. Aslında ‘ümmet’ kelimesi bir çoğunluğu, bir cemaatı ifade ederken; ‘ümem’ kelimesi; çoğulun çoğulu gibidir. Ümmet, kavram olarak, kendi irâdeleriyle veya bir zorunluluk sonucunda aynı yerde, aynı zamanda veya aynı dine uymak sûretiyle bir arada yaşayan insan topluluğudur. Bu tanımdan hareketle birçok müslüman âlime göre, ‘ümmet’ kelimesiyle "İslâm'a inanan topluluklar" kast edilmiştir.
Ümmet kelimesinin Kur'an'ın bazı âyetlerinde ‘topluluk’ anlamında kullanıldığını görüyoruz: “Sizden, hayra çağıran, ma’rûfu (iyiliği) emreden, münkeri (kötülüğü) önleyen bir ‘ümmet’ (topluluk-cemaat) olsun…”4449 Kur’ân-ı Kerim ‘ümmet’ kavramını farklı topluluklar için kullanmaktadır. Sözgelimi, “Yerde debelenen hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler olmasın…” 4450 âyetinde olduğu gibi hayvanlar ve kuşlar da birer ümmettir. Peygamberimiz (s.a.s.) de, köpeğin ve karıncanın bile bir ümmet (topluluk) olduğunu belirtir. 4451
İslâm ümmeti, insanlığın hidâyet önderidir. "Ümmet" kavramı, bir diğer
4443] 5/Mâide, 72
4444] 29/Ankebût, 30
4445] 5/Mâide, 80
4446] 2/Bakara, 118, 164; 5/Mâide, 450; 6/En’âm, 98; 7/A’râf, 32
4447] 3/Âl-i İmrân, 85; 5/Mâide, 22; 7/A’râf, 64; 10/Yûnus, 75; 37/Sâffât, 30; Vecdi Akyüz, Kur’an’da Siyasî Kavramlar, s. 166-168
4448] 43/Zuhruf, 1-4; 85/Bürûc, 22; 56/Vâkıa, 78
4449] 3/Âl-i İmrân, 104; Aynı kullanılış için yine bk. 3/Âl-i İmrân, 113; 5/Mâide, 66; 7/A’râf, 159, 164, 181; 28/Kasas, 23
4450] 6/En’âm, 38
4451] Müslim, Selâm 38, hadis no: 2241, 4/1759; İbn Mâce, Sayd 2, hadis no: 3205, 2/1069
- 1004 -
KUR’AN KAVRAMLARI
deyişle ‘imam’ kelimesinden alınmış çoğul bir isimdir ki, çeşitli insan gruplarına önder olan ve kendisine uyulan cemaat demektir. Yani bir imamın (önderin) başkanlığı altında sağlam bir topluluk oluşturup, düzenli bir şekilde faâliyette bulunan ve diğer insanlara önderlik yapabilen bir topluluktur. Bu topluluk iman üzere olduğu gibi; küfür üzere de olabilir. Faâliyetleri sâlih amel de olabilir; fitne ve fesat da olabilir. Kişilere göre ‘imam-önder’ hangi konumda ise, gruplara-topluluklara göre de ‘ümmet’ o konumdadır. Ümmet, kuvvetli bir önderlik kurumunun yönetimi altında bir araya gelen topluluktur. O topluluğun fertleri inanç ve gâye yönünden bir köke, bir asıla bağlıdırlar.
Ümmet kavramı, kendine has bir dine sahip olan kimse anlamına da gelir. “Hakikaten İbrahim başlı başına bir ümmet idi ve Allah’a itaat ederdi.”4452 Hz. Peygamberimiz, İslâm'dan önce yaşamış ve imanla ölmüş Kuss bin Saide’nin de tek başına bir ümmet olarak diriltileceğini açıklıyor. 4453
Ümmet, aynı yer ve zamanda, aynı dine bağlı insanların oluşturduğu topluluk anlamında Kur’an’da sık sık geçmektedir. Aslında insanlar başlangıçta tek bir ümmet idi. Allah’ın gönderdiği peygamberler onların sorunlarını çözüyorlardı. Ancak daha sonradan aralarındaki bağy (taşkınlık) yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Farklı farklı dinler uydurdular ve farklı ümmetler haline geldiler. 4454
İmam-Ümmet İlişkisi: İmam, insanlara öncülük eden, kendi yolundan giden ve peşinde gelen bir ümmet (topluluk) oluşturan önderdir. Allah’ın yolunda hidâyet imamları olduğu gibi; insanları ateşe ve azaba götüren imamlar (liderler) da vardır; Tıpkı Firavun gibi.4455 Kıyâmet gününde bütün insanlar kendi imamlarıyla (önderleriyle) çağırılacaktır.4456 Şüphesiz ki dünya hayatında haktan sapmış, azmış ve yoldan çıkmış günahkâr kimseleri imam-önder edinenler, âhirette zarara uğrayacaklardır. Allah (c.c.) bütün ümmetlere karşı kendi içlerinden şâhit çıkaracak. Bu şâhitler onların dünyada iken peşlerinden gittikleri önderleridir. Bu kimseler, dünyadayken yanlış yaptıklarını, doğru yolda olmadıklarını âhirette bizzat itiraf edecekler.4457 Ayrıca Rabbimiz Hz. Muhammed’i (s.a.s.) de bütün ümmetler üzerine şâhit olarak getirecektir. 4458
İslâm Ümmetinin Özellikleri: Allah (c.c.) dileseydi yeryüzünde olan bütün insanlar bir tek ümmet olurdu.4459 O zaman da hür irâdenin ve denemenin bir anlamı kalmazdı. İnsanlardan dileyen İslâm ümmetinin, dileyen de küfür ümmetlerinin bir üyesi olabilir. İnsan bu konuda serbesttir; neticesine katlanmak şartıyla.
Ma’rûfu (iyiliği) emreden, münkeri (kötülüğü) önlemeye çalışan İslâm ümmeti, insanlık içerisinden çıkartılmış en hayırlı ümmettir.4460 Allah’ın yarattıkları arasında bazı ümmetler, hakka iletir ve hak ile adâleti yerine getirirler.4461
4452] 16/Nahl, 120
4453] nak. K. Sitte 3/367
4454] 2/Bakara, 213; Ayrıca Bk. 10/Yûnus, 19
4455] 28/Kasas, 41
4456] 17/İsrâ, 71-72
4457] 16/Nahl, 84
4458] 16/Nahl, 89; 4/Nisâ, 41
4459] 5/Mâide, 48; 11/Hûd, 118; 42/Şûrâ, 8
4460] 3/Âl-i İmrân, 110
4461] 7/A’râf, 181
MİLLET
- 1005 -
İşte, insanlar arasından çıkartılmış en hayırlı ümmet olan İslâm ümmeti, diğer ümmetlere karşı üstün bir konumdadır. Üstünlüğü soy, kabile renk, sosyal sınıf, zenginlik ve iktidar sahipliği gibi şeylerde görmeyen İslâm, takvâyı üstünlük derecesi saymış; insanlar arasında kim daha çok takvâ sahibi olursa, kim en yüce değerleri Allah rızâsı için ahlâk haline getirirse o üstün olur. Bu yüce erdemin de ancak İslâm'ın getirdiği ilkelerle kazanılacağı açıktır. İslâm ümmetinin üstün olduğunu bizzat Peygamberimiz haber vermektedir. 4462
Her peygambere uyan topluluklar o peygamberin ümmeti sayılırlar. Bu anlamda İslâm'a inanan bütün müslümanlar Muhammed ümmetidir. Peygamberimiz (s.a.s.) bütün insanlığa peygamber olarak gönderildiği için, bütün insanları O’nun ümmeti, O’nun topluluğu olarak sayanlar da bulunmaktadır. İslâm ümmeti, Kur’an’a göre bir tek ümmettir: “Gerçek şu ki, sizin ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, öyleyse Bana ibâdet ediniz.”4463 İslâm ümmeti, aynı imam-önder etrafında (Hz. Muhammed’in izinde), aynı vahye tâbi olarak bir araya gelmiş, Tevhid dinine gönül vererek vahdete ulaşmış, aynı amaca yönelme gayretinde olan bir ümmettir. Ayrıca İslâm ümmeti, vasat (orta, aşırı olmayan, dengeli) bir ümmettir, ki diğer insanlar üzerine, İslâm'ın hak din olduğu, üzerinde oldukları yolun ‘doğru yol’ olduğu hususunda şâhitlik yapacaklar. İnkârcıların ve haddi aşanların dâvetlerine uymadıklarına, onların emr’lerinin (işlerinin) rüşd (sağlam, yarayışlı) olmadığına da tanıklık edecekler.
İslâm ümmeti bir denge toplumudur. İnançta, amelde, hayatı değerlendirmede, ceza vermede ve yargılamada orta yolu izler. Hiçbir konuda aşırı değildir. Batı toplumlarında ortaya çıkan fanatizm ve fundamentalizm ile ilgisi yoktur. Hakka ve adâlete uygun hareket etmek, insanlara her konuda örnek olmak onların özelliğidir. Tabiatta, inançta ve hayatı yaşamada denge üzerindedir.
‘Ümmet’i tanımlamada; yer, yani ümmetin üzerinde yaşadığı ülke, vatan veya ümmetin siyasî olarak hâkim olduğu toprak parçası; zaman, yani ümmetin beraberce yaşadıkları çağ ve zaman; din, yani ümmet fertlerinin inandığı ve hayatına uyguladığı inanç ve dünya görüşü önemli rol oynar. Bu üç bağ ve bunlara benzer diğer bağlar, ümmet topluluğunu oluşturan kişileri birbirine bağlar. Belli bir inanç, ideal, ülkü ve dünya görüşü etrafında birleşen topluluklar birer ‘ümmet’ oluştururlar. Ancak, İslâm kültüründe ‘ümmet’ kavramı, daha çok, İslâm'a gönül vermiş müslüman toplumu ifade eder. Dünyadaki bütün müslümanlar bu topluluğun gönüllü üyeleridir. Onların imamı/önderi Hz. Muhammed (s.a.s.), kitapları Kur’ân-ı Kerim, ülkeleri İslâm'ı yaşayabildikleri, hayata hâkim kılabildikleri her yer, hedefleri ise İslâm'ın gerçek uygulayıcıları olarak diğer insanlar üzerine Hakk’ın şâhitleri olmak ve dünya imtihanını kazanmaktır.
İslâm ümmetinin siyasî yönden güç sahibi olduğu yerlere, yani Allah'ın indirdiğiyle hükmedilen yerlere İslâm diyarı (dâru'l-İslâm) adı verilir. Müslüman, İslâm'ın bütün yönleriyle ancak böyle yerlerde yaşanabileceğini bilir. Ne yazık ki bugün İslâm ümmeti; ideolojiler, gruplar, siyasî rejimler ve emperyalizm yüzünden parçalanmıştır. Müslümanların çoğunlukta olduğu yerlerde bile siyasî iktidar, ya işgalcilerin elinde ya da İslâm'dan yüz çevirmiş mürtedlerin yönetimindedir. Müslümanlar arasına, özellikle birbirlerinden ayrı milletmiş gibi farklı ülkelere
4462] Ahmed bin Hanbel, 5/383
4463] 21/Enbiyâ, 92; ayrıca Bk. 23/Mü’minûn 52
- 1006 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bölünmesi için çekilen sınırlar, doğal değildir; sömürgeci işgalciler tarafından çizilmiştir. İslâm ümmetinin yaşadığı coğrafyaya tabiî olmayan sınırları çizenler, müslümanların kafalarına da benzer sınırlar çizip onları iyice parçalamak, böylece onların üzerindeki sömürülerini sürdürmek istiyorlar.
Ancak bütün bu sınırlara, farklı dil ve renklere rağmen İslâm ümmeti Kur’an’ın emir ve değerlendirmesiyle bir bütündür ve Kur’an etrafında birlik oluşturmaktadır. Kimi kavmiyetçiler, "artık ümmet devri geçti, şimdi ulus zamanı" deseler bile bu gerçek değişmez. Kaldı ki ‘ulus’ kavramı ne kişiyi, ne de toplumları tanımlayabilir. Ulusçuluk bir kimlik değil, bir ırkı üstün görme hastalığıdır. Ümmet anlayışı ise, en doğru iman ilkeleri ve ilahî vahiy etrafında örnek bir toplum meydana getirme çabasıdır.4464 Üstelik kavmiyetçilik, ulusçuluk ve ulusal devlet anlayışlarının modası geçmekte, her geçen gün globalleşen ve sınırların sembolik hale geldiği ülkeler açısından değerini kaybetmektedir.
Dünkü Osmanlı Devletinin takip ettiği ümmet bilincini taklit eden ve zencisiyle beyazıyla; İngiliziyle, İspanyoluyla birçok ulustan insanın oluşturduğu Amerika Birleşik Devletleri, ağırlığını korurken; sadece aynı ırka dayanan ulus devletler, ya tümüyle pasifize olmakta veya yeni birlikler oluşturarak farklı ulus ve ülkeler her yönden tek devlet haline gelmekteler. Birleşmiş Milletler, Nato, daha önemlisi ve giderek ağırlığı artan ve üye ülkeler arasındaki her çeşit farklılığın terkedilip hemen her konuda ortak değer ve paylaşıma dönüşen Avrupa Topluluğu buna çarpıcı delildir. Çok kısa zamanda ulus devletler ya tarihe karışacak veya tümüyle önemlerini kaybedecek ve birleşen ülkelerin sömürgesi haline gelecektir. Ümmet kavramı, özellikle müslüman olduklarını iddia eden toplum ve ülkeler açısından yarınlarda ciddî bir çıkış ve yükseliş basamağı olacaktır/olmalıdır.
DEVLET
Sözlük Anlamıyla Devlet
‘Devlet veya dûlet’, değişmek, bir durumdan başka bir duruma dönmek, dolaşmak, nöbetleşe birbiri ardınca gelmek ve zafer kazanmak gibi anlamlara gelir. Bu kelimenin aslı olan ‘devl’ kökü, Kur’an’da bir yerde kullanılmaktadır ve dönüşümlü olmak, döndermek anlamındadır. “Biz o günleri insanlar arasında döndürür dururuz…”4465 ‘Devlet ya da dûlet’ biçimiyle de yine bir âyette geçmektedir. Ganimet mallarının taksimiyle ilgili bir konunun sonunda şöyle denilmektedir: “Ta ki o ganimet (ya da genel olarak servet ) sizden zengin olanlar arasında dolaşan bir ‘devlet-dûle’ (servet) olmasın.” 4466
Bazı tefsirciler burada geçen kelimenin ‘devlet’ veya ‘dûlet’ şeklinde okunabileceğini açıklıyorlar. Buna göre ‘devlet-dûlet’ servet, baht, makam ve galibiyet gibi İnsanlar arasında bazen ona bazen buna devrolunan sevindirici ni’met ve duruma verilen addır. Nitekim Türkçe’de, büyük bir ni’mete kavuşanlar için ‘başına devlet kuşu kondu’ şeklinde söylenilen bir deyim vardır. Kimileri de demişlerdir ki, ‘devlet’ şeklinde söylenirse devlet kavramı, yani zafer, galibiyet ve makam;
4464] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 728-731
4465] 3/Âl-i İmran, 140
4466] 59/Haşr, 7
MİLLET
- 1007 -
‘dûlet’ şeklinde söylenirse, mülk anlamı kasdedilir. 4467
Buna göre ‘devlet’ kelimesinin sözlük anlamında; elden ele dolaşan, bir ona bir buna geçen güç, makam ve üstünlük gibi şeyler vardır.
Siyasî Anlamıyla Devlet
Tarihî gelişimi içerisinde bu kelime giderek, bir siyasî yapılanma, belli bir gücü elinde bulundurma ve egemenliğe sahip olma durumunu ifade etmeye başlamıştır. Bugün ‘devlet’ diye ifade edilen gücün, kelimenin sözlük anlamıyla ince bir bağlantısı vardır. ‘Devlet’ bir gücü ve belli bir üstünlüğü temsil etmektedir. Ancak bu güç sabit değildir, bir onun bir bunun elinde durmakta, sürekli el değiştirmektedir.
Bugün ‘devlet’ deyince, manevi bir kişiliği, anayasal bir düzeni olan, egemenlik sahibi, sınırları belli bir ülke üzerinde kurulu, bir hükümete ve ortak kanunlara sahip teşkilat (örgüt) akla gelmektedir. Devlet kavramının tanımı noktasında çok farklı görüşler vardır. Bunun sebebi hemen herkesin olaya kendi ideolojisi, kültürel kimliği ve aldığı eğitim açısından bakmasıdır. Herkes onu, kendi anlayışı doğrultusunda tanımlamaktadır.
Kur’an, çok açık şekilde devletten, devletin yapısından bahsetmez. Böyle bir şey zaten Kur’an’ın konusu değildir. Çünkü Kur’an bir hidâyet rehberidir ve İnsanlara Allah’a nasıl kulluk yapılacağının, dünya hayatının nasıl yaşanacağının, hangi ilkelere uyacaklarının genel hatlarını gösterir. Ancak Kur’an, yönetimden, adil yöneticilere itaatten, mü’minlere iktidar verilmesinden, yönetici peygamberlerden, saltanat sahibi kralların azgınlıklarından, Allah’ın indirdiği ile hükmedilmesinden, suçluların cezalandırılmasından, adaletle hüküm verilmesinden sık sık bahsediyor.
Kur’an’da çok miktarda siyasî kavram ve siyasetle ilgili pek çok prensip olmasına rağmen ‘İslâm’da bir yönetim şekli yoktur’ demek doğru değildir. Kaldı ki gönderilen bütün peygamberler, aynı zamanda kendi toplumlarının yöneticileri idiler. Onlar, İnsanları Din’e davet edipte sonra onları kendi halleriyle başbaşa bırakmamışlardır. Onları Allah’ın indirdikleriyle yönetmişler, aralarındaki sorunları ilâhî ilkelerle çözmüşlerdir.
Şüphesiz devlet anlayışı ve devletin örgütlenişi tarih boyunca bir gelişme göstermiştir. Ancak, yönetim, kanun, hukuk, hâkimiyet, hükümranlık ve benzeri şeyler hep devlete beraber düşünülmüş şeylerdir. İslâm tarihinde ‘devlet’ kelimesinin kavram olarak kullanılması Abbasîler döneminden itibaren başlamıştır. Sevinçli günlerin sırasının Abbasîlere geldiğini ifade etmek üzere ya kelimenin sözlük anlamından hareket ederek ya da ‘devlet’ kelimesinin geçtiği âyetten esinlenerek ‘devlet’ sözü kullanılmıştır. Zira ‘devlet’ kelimesinde mutluluk ve kutlu olmak anlamları da vardır. İktidarın el değişmesi, mevcut yönetimlerin iyi veya kötü olarak nitelendirilmesi, yönetime bağlılıklar ve karşı oluşlar bu kelime ile ifade edilmiştir.
Batılılaşma hareketlerinden sonra da İngilizcedeki ‘state’ kelimesinin karşılığı olarak ‘devlet’ kelimesi tam olarak yerleşmiştir. Biz ‘devlet’ konusundaki çok farklı görüşleri ve geniş açıklamaları bir tarafa bırakıp, İslâm’ın tavsiye ettiği
4467] R. İsfehanî, Müfredât, s: 252
- 1008 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yönetim anlayışına kısaca değinmek istiyoruz.
İster ‘devlet’ diyelim, isterse başka bir ad verelim, yönetim olayının ilk insanla başladığı açıktır. İki insan bir araya gelse aralarında bir hukuk olayı meydana gelir. Toplu olarak yaşamaya mecbur olan İnsanların hukuksuz, yönetimsiz ve yöneticisiz olmaları mümkün değildir. Bir yöneticinin veya yönetimin yetkisinde belirli kurallara uyan topluluklar huzuru, toplumsal düzeni sağlarlar. Kuralsız, hukuksuz, yönetimsiz, başsız topluluklarda huzur ve düzen değil; kaos, anarşi ve düzensizlik vardır.
İslâm Geleneğinde Devlet
İnsanı başıboş bırakmayan Rabbimiz, onlara elçiler göndererek dünya hayatlarını nasıl yaşayacaklarını bildirmiş, uymaları gereken kuralları ve hukuku da onlara haber vermiştir. Peygamberimiz (s.a.s.) Medine’ye hicret ettikten sonra İslâmî yönetimin genel esaslarını bizzat kendisi uygulayarak göstermiştir. O, vahy doğrultusunda İnsanların davalarına bakıyor, suçları önlemek için tedbir alıyor, gerekirse suçluların cezalarını veriyor, saldırgan düşmana karşı ordu çıkarıp savaşıyor, kimileriyle barış imzalıyor, çeşitli ülke yöneticilerine elçi gönderiyor, onlardan gelen elçileri kabul ediyordu. Allah’ın hükümlerini yerli yerinde uyguluyor, ticaret emniyetini sağlıyor ve gerekirse denetliyor, İnsanların eğitimleri için kurumlar tesis ediyor, emirler veriyor, diplomatik ilişkiler kuruyordu.
Şüphesiz bütün bunlar bugün ‘devlet’ denilen örgütün yaptıklarının benzeri idi ve o günün şartlarına uygundu. Peygamberimiz (s.a.s.) dikkat edilirse mescitte namaz kıldırıp, İnsanları irşad etmekle kalmamış, toplumun bütün sorunlarıyla ilgilenmiş, mü’minler topluluğunu sevk ve idare etmişti. O, ibadet, vaaz ve irşad işlerini kendine, yönetim ve hükümranlık işlerini dinle ilgisi olmayan siyasilere bırakmadı. Böyle bir şey İslâm’ın ilkelerine ters olurdu.
Peygamberimizin vefatından sonra Râşid Halifeler döneminde İslâmî devlet modeli daha da gelişti ve kurumsallaştı. Yönetim şekli Emevilerle saltanata dönüşse ve daha sonradan kurulan birçok İslâm devletinde saltanat kurumu korunsa bile; devlet yönetiminde ve hukuk alanında İslâm’ın genel prensipleri uygulanmaya çalışıldı. Raşid Halifelerin yönetimi, Peygamberimizin hayatını içine alacak şekilde, yani Asr-ı Saadet hep bir model olarak düşünüldü. Çünkü bu model, İslâmî bir yönetimin bütün özelliklerini taşıyordu.
İslâmî bir yönetim biçiminde şûra, biat ve Allah’ın hükümlerinin hâkimiyeti ana temeldir. Biat sıradan bir oy vermek değil, Allah adına bir yöneticiye, o yönetici Allah’ın emrine uyduğu müddetçe bir bağlılık ve itaat sözüdür. Bu söz içerisinde itaat, mü’min olarak kamu alanındaki görevleri yerine getirme, yöneticiye hayırlı işlerde yardımcı olma, hem de kendilerine yönetim emaneti verilenleri denetleme görevi ve anlayışı da vardır.
Şûrâ, İslâmî devletin en belirgin özelliğidir. Bu yönetimde söz hakkı ne bir kişinin, ne bir sınıfın, ne çoğunluğun, ne de her sözü kanun olan diktatörlerindir. Şûra, bütün işlerde yöneticilerin yetkili kimselere, hatta gerekirse halka danışmasıdır. Hakka ve halkın yararına en uygun kararların alınma çabasıdır. İslâmî devlet modelinde son söz, Hakka, yani Allah’ın hükmüne aittir. Allah’ın İnsan toplulukları için gönderdiği, onların faydasına olan genel ve değişmeyecek hükümlerdir. İslâmî devletin kuruluş amacı ve siyasetinin metodu, bu hükümleri
MİLLET
- 1009 -
uygulamak, İnsanların işlerini bu hükümler doğrultusunda yürütmektir. Ancak bu hükümleri anlayacak ve uygulayacak olanlar yine insanlardır. Şûra, yani her konuyu uzmanına danışma prensibi, İslâmî hükümlerin en iyi anlaşılmasını ve adaletli bir şekilde uygulanmasını sağlar. İman edenler bunun en güzel şekilde olmasına çaba gösterirler, ama hiç kimsenin anladığı ve uyguladığı şey İslâmî modelin kendisi değil, İslâm’ı kaynaklara uygun anlama ve yaşama çabasıdır.
Devlet Amaç Değildir
Öyleyse İslâmî devlet bir amaç değil, İslâm’ı daha iyi yaşamak, hakları sahiplerine ulaştırmak, dünya işlerini düzene koymak ve suçları önlemek için bir araçtır. Kimilerine göre devlet en son güç ve hâkimiyet makamıdır. Onun gücünün üstünde güç yoktur. Koyduğu bütün ilkeler ve kanunlar tartışmasız doğrudur ve itaat edilmesi gerekir. Böyleleri devleti en son güç makamı olarak tanıyarak, onu hak etmediği bir yere koymakta ve onu âdeta bir ilâh haline getirmektedirler.
İslâmî devlette, hâkimiyet; yani en son egemenlik Allah’a aittir. Bunun anlamı şudur: Mülk Allah’ındır. Yerde ve gökte olan canlı ve cansız bütün varlıklar O’nundur. İnsanlara din ve şeriat koyma, onlar hakkında hükümler, ölçüler ve ilkeler gönderme hakkı Allah’ındır. O, âlemlerin Rabbidir, her şeyi bilir ve her şeye hâkimdir. İnsanlara düşen, Allah’ın gönderdiği hükümleri kabul edip uygulamak ve böylece kulluk görevlerini yerine getirmektir.
Hâkimiyeti, belli bir toprak parçasına sahip olup, orada bir otorite kurmak, özgürlükleri ve bazı hakları kullanabilmek; bir ülkeye, bir halka bir kişinin, bir zümrenin hükmetme hakkı yoktur anlamına alırsak, ‘hâkimiyet milletindir’ demek yanlış değildir. Bu söz ile ‘milletin, daha doğrusu millet adına hareket ettiğini iddia edenlerin görüşünün üstünde görüş yoktur, onların kararlarının üzerinde hiçbir hüküm tanımayız’ anlamı kasdedilirse; bu şüphesiz İslâm dışı bir görüştür. Çünkü bu anlayış, hüküm (helâl-haram ölçüleri, hukuk ilkeleri) hakkını Allah’tan alıp kullara verme anlayışıdır.
İslâmî devlet, Allah’ın hükümlerini uygularken, günün şartlarına göre, İnsanların ihtiyacı kadar yeni kanunlar çıkarabilir, yeni kararlar alabilir. Teknik geliştikçe yeni kurumlar, yeni çalışma yöntemleri oluşturabilir. 4468
İslâmî hükümlerin uygulandığı İslâm devletine ‘dâru’l İslâm’ denildiğini hatırlayalım. Öyleyse bir yönetimin İslâmî sayılabilmesi, o yönetimin İslâmî ilkeler üzerine kurulması ve işlerin ve siyasetin İslâm’a göre yapılması gerekir.
Kimileri, ‘İslâmî yönetimin bir modeli yoktur. Yönetimle ilgili ilkeler ümmetin tarihî tecrübesi ve yeni gelişmelerle elde ettikleri, oluşturdukları sivil bir alandır’ görüşündedirler. İslâm fıkhının yönetimle ilgili ortaya koyduğu prensipler İslâmî yönetim modelinin kendisidir. Bu modelin günümüzde bilinen teknik terimlere uyması gerekmez. İnsanın bütün hayatını kuşatan İslâm, hükmetme, yönetme, kanun koyma gibi çok önemli bir alanı, her zaman hevâsına uyma zaafı olan İnsanın insafına bırakmamıştır.
İslâmî devlet modeli hiçbir monarşik, oligarşik, teokratik, laik ve birçok yönden demokratik modellere benzemez. Çünkü İslâm’ın kaynağı İlâhî vahy, diğerlerinin kaynağı ise İnsan aklıdır.
4468] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y. s. 139-142
- 1010 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm’ın Vatan Anlayışı
Bir kimsenin doğup büyüdüğü, ya da yerleşip yurt edindiği yerdir vatan. Çoğulu "evtân" olan vatan kelimesi Arapça "vatane" fiilinden bir isim olup fiil anlamı; yerleşmek, ikamet etmek demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de yurt, vatan anlamında "ed-dâr" lafzı kullanılır. "Dünya hayatı eğlence ve oyundan başka bir şey değildir: Âhiret yurdu (dâru’l-âhıra) ise, Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız?4469 "Biz onlara âhiret yurdunu hatırlama (zikra’d-dâr) özelliği verdik."4470 Vatan kelimesi Kur'ân'da geçmez, bu kökten "mevtın"in çoğunu "mevâtın" yer ve mevki anlamında bir âyette şöyle kullanılır: "Şüphesiz ki Allah size bir çok yerde (mevâtına kesîrah) ve Huneyn savaşı yapıldığı günde yardım etmişti."4471
Hadislerde ise "vatan" ve "mevtın" sözcükleri; yer, mevki, yurt, belde ve ülke anlamlarında kullanılmıştır. Hadiste "O, benim vatanım ve yurdumdur."4472 buyrulur. Burada "vatan" ve "dâr" eş anlamlıdır. Abdullah b. Ömer'in naklettiği; "Rasûlullah (s.a.s.) yedi yerde namaz kılınmasını yasaklamıştır. Bunlar; çöplük, hayvan kesilen yerler, mezarlık, yol kenarı, hamam, deve ağılı ve Beytullah'ın üstünde namaz kılmak."4473 Burada "mevâtın" (yer, yerler) anlamında çoğul kullanılmıştır.
Günümüzde vatan sözcüğü belli bir topluluğun hâkim güç olarak yaşadığı, sınırları belirli toprak parçasını ifade etmektedir. Böyle bir beldeye "ülke" veya "yurt" denildiği gibi, tebaasına da "vatandaş" veya "yurttaş" denir.
İslâmî açıdan yurt veya vatan "dâr" sözcüğü ile ifade edilir. Bu da İslâm toplumunun yaşadığı ve hâkim olduğu yerler için "dâru’l-İslâm", düşman elinde bulunan ülkeler için de "dâru’l-harp" olarak ifade edilir. İslâm fıkhında dâr; "bir Müslüman veya gayrimüslim idârecinin hâkimiyeti altında bulunan ülke" olarak tarif edilir.4474
Dünya ülkelerinin dâru’l-İslâm ve dâru’l-harp olarak ikiye ayrılması Kur'ân ve sünnette yapılmış bir tasnif değildir. Bazı çağdaş Müslüman araştırıcı ve yazarlar bu taksimi olaylar ve siyasî şartlar karşısında fakîhlerin yapmış olduğunu belirtmişlerdir.4475 Mûteber hadis kaynaklarında yer almayan ve daha çok Hanefîlerce delil olarak kullanılan bazı hadis rivâyetlerinde bu tâbirlerin kullanıldığı görülür. Şu rivâyetler örnek olarak verilebilir: "Dâru’l-harpte hadler uygulanmaz."4476 "Dâru’l-harp'te Müslümanla harbî arasında faiz yoktur."4477 "Dâru’l-İslâm kendinde bulunanı saldırıdan korur, dâru’l-harp de içinde bulunanı mubah kılar."4478
Asr-ı Saâdette dâru’l-İslâm ve dâru’l-harp kavramının ortaya çıkışı şu şekilde olmuştur. Mekke döneminde mü'minlerin sayısı az olup, güç bakımından
4469] 6/En'âm, 32
4470] 38/Sâd, 46
4471] 9/Tevbe, 25
4472] Ebû Dâvud, İmâre 36
4473] Tirmizî, Mevâkît 141
4474] İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, Bulak, 1272, III, 247
4475] Ahmet Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, İstanbul,1988, 79
4476] es-Serahsî, el-Mebsût, IX,100; Zeylaî, et-Tebyîn, I, Baskı, Bulak,1313, IV, 97; İbnü'l-Hümam, Fethu'l-Kadîr, Mısır, 1319, IV, 178
4477] es-Serahsî, a.g.e., X, 28, XIV, 56; Zeylaî, a.g.e., IV, 97; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., VI, 178
4478] el-Mâverdî, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, 2. baskı, Kahire, 1966, 60
MİLLET
- 1011 -
bağımsız yaşayabilecek durumda değillerdi. Çünkü Mekke yöresinde yönetim ve ekonomik güç müşriklerin elindeydi. İslâm'ın ilk zamanlarında dâvet ve ta'lim işleri Mekke'de Erkam b. Ebi'l Erkam'ın (ö. 13/634) evinde gizlice yürütülmüştü. İçlerinde Hz. Ömer'in (ö. 23/643) de bulunduğu birçok kimse orada Müslüman olmuştu. Bu yüzden o eve "dârûl-İslâm" denilmiştir.4479 Buradaki "dâr" sözcüğünün "ev, bina" anlamında kullanıldığı açıktır.
Diğer yandan Mekke müşriklerinin baskıları artınca Hz. Peygamber, tebaasına zulüm yapmadığı bilinen bir kralın yönettiği Habeşistan'a hicret edilmesini emir buyurdu. Bu ülke için Allah elçisinin "ardu sıdk (doğruluk ülkesi)" deyimini kullanıldığı nakledilir. Bunun hukuk terimi olarak bir anlamı yoktur, sadece iş başında doğruluk üzere olan bir yönetimin varlığını ifade eder.4480 Mekke döneminde dâru’l-İslâm'dan söz etmek imkânı yoktur. Ancak Mekke fethedilinceye kadar bu yörenin dâru’l-harp sayıldığında şüphe yoktur. Nitekim Mâlikî fakîhlerinden İbn Kasım (ö. 191/807), dâru’l-harp'te Müslüman olan bir kölenin, İslâm'a girmemiş olan efendisiyle mülkiyet ilişkisini incelerken Mekke için şöyle der: "... Bilal, efendisinden önce İslâm'a girdi. Ebû Bekir de onu alıp âzâd etti. Ülke de o zaman dâru’l-harp idi, çünkü o sırada Mekke'de câhiliyye devri otoritesi ve hükümleri hâkimdi."4481 (Ashâb zamanında değil; çok daha sonra yaşayan fakîhler tarafından Mekke dönemi için kullanılan dâru’l-harp tâbiri, harp/savaş yurdu anlamında değil; İslâm yurdu olmayan, şirk ve küfür yurdu anlamında kullanılmış olmalıdır.)
İbn Abbas’ın (r.anhümâ) hicretten önceki dönem için Medine hakkında da dâruşşirk deyimini kullandığı görülür. O şöyle demiştir: "Allah elçisi, Ebû Bekir ve Ömer de muhâcirlerdendi, çünkü onlar da müşriklerden hicret ettiler. Ensar'dan muhâcir olanlar da vardı. Çünkü Medine dâruşşirk idi, onlar da Akabe gecesi Rasûlullah'a geldiler."4482
Müslümanlar Medine'ye hicret edip siyasî, ekonomik ve askerî bir güç olarak kendi toplumlarını yönetecek güce kavuşunca İslâm Devlet sistemi uygulaması başlamıştı. İşte artık Medine yöresinde yahudilerle ve diğer müşrik topluluklarla İslâm toplumu arasında birtakım ikili anlaşmalar yapılıyordu. Bu konuda hazırlanan ilk İslâm Anayasası'nı örnek verebiliriz.4483
Böylece Medine'de dâru’l-İslâm uygulaması sözkonusu idi. Ancak, Mekkeli mü'minlerin hicret ederek yerleşmeleri nedeniyle önceleri Medine bir "dâru’l-hicre" yani "hicret vatanı" durumunda idi. Mekke ise halen "dârul-küfr ve'l-harp" durumundaydı. Çünkü orada hiçbir Müslüman bir yakını veya müşriklerden birisinin himayesi olmadan namaz bile kılamıyordu. İbn Hazm bu durumu şöyle belirtir: "Rasûlullah’ın (s.a.s.) Medine'si dışında her yer dâru’l-harp, düşmanla çatışma ve cihad alanıydı."4484 Bu duruma göre hicretten önce dâru’l-İslâm mevcut değildi. Hicretle birlikte Medine yöresi dâru’l-İslâm halini aldı. Daha sonra Hz.
4479] Hâkim, el-Müstedrek, 1. Baskı, Riyad 1968, Fezâil, III, 502; Zeylaî, Nasbü'r-Râye, III, 477
4480] Bk. İbn Hişâm, es-Sîre, Mısır 1355, I, 339, 340
4481] Malik, el- Müdevvene, Mısır 1323, II, 22
4482] Nesâî, Sünen, Bey'a, 13; Mısır 1348/1930, VII, 145
4483] Bk. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, I,121 vd; Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul 1970, 35 vd.; Ahmet Akgündüz, Eski Anayasa Hukukumuz ve İslâm Anayasası, 38 vd.
4484] İbn Hazm, el-Muhallâ, VII, 353
- 1012 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Peygamber zamanında fethedilen yerler dâru’l-İslâm'a katılırken, fetihten sonra Mekke de dâru’l-İslâm'a katılmış oldu.
İşte sınırlarla çevrili bir toprağın mü'minlere vatan oluşu bu ölçüler içinde gerçekleşmiştir. Mekke'de doğup büyüyen, mal-mülk sahibi olan ilk mü'minler mal, can, ırz güvenliği, inanç ve ibâdet öğürlüğünü tehlikede görünce önce Habeşistan'a daha sonra da Medine'ye hicret ederek öz yurtlarını terk etmişlerdir. Ancak bu, sürekli terk etmekten çok, İslâm'ı serbest yaşayıp yayabilecekleri yeni bir ortam arayışıydı. Nitekim Hz. Peygamber'in hicret için Mekke'den ayrılırken Kâbe'ye doğru bakarak; "Vallahi biliyorum ki, sen hiç şüphesiz Allah'ın yarattığı yerlerin en hayırlısı ve Allah'a en sevgili olansın" dediği nakledilir.4485 Yine vatanından kendi isteği dışında çıktığını şöyle belirtir: "Eğer senin halkın, beni senden çıkarmamış olsaydı, çıkmazdım. (Allah’ım!) Beni, beldelerin Sana en sevimli olanında yerleştir."4486
Diğer Müslümanlar da Mekkelilerin dayanılmaz işkenceleri karşısında hicret için izin isteyince Allah elçisi şöyle buyurmuştur: "Sizin hicret edeceğiniz yurt bana gösterildi. Orasının iki kara taşlık arasında, hurmalık, çorak bir yer olduğunu gördüm. Orası Yesrib (Medine)'dir. Gitmek isteyen oraya gitsin. Orası yakın bir beldedir. Siz orayı biliyorsunuz; Şam'a giderken ticaret kervanınızın yoludur."4487
Hicret emri verilince şu âyet inmiştir: "Şöyle de: ‘Rabbim! Beni takdir ettiğin yere gönül rahatlığı ve selâmetle girdir. Oradan gönül rahatlığı ve selâmetle çıkar. Sen bana nezdinden yardımcı bir güç ver."4488
“Din ve vicdan özgürlüğü”, gerçek anlamda ancak Kur’an ahkâmının yürürlükte olduğu İslâm devletinde (dâru’l-İslâm’da) olur.
Pek çok İslâm fakîhinin tarif ettiği şekliyle dâru’l-İslâm; "Müslümanların idâre ve hâkimiyetleri altındaki yerdir."4489 Üzerinde İslâm’ın hâkim olduğu yerleri (dâru’l-İslâm’ı) her türlü tehdit ve tehlikeden korumaya çalışmak şarttır. Çünkü orada yaşayan İslâm toplumunun mal, can ve ırzını koruma, selîm aklını ve fıtratını muhâfaza edecek tedbirler alma, din ve vicdan özgürlüğünün devamını sağlama ile eş değerdedir.4490
Vatandaşlık
Vatandaşlık kavramı, kişinin belirli bir devlete mensubiyetini ortaya koyan ve muhtevasını belirleyen hükümler itibariyle onun hukukî sıfatı şeklinde tezahür eden bir statüyü ifade eder.
Vatandaşlığın İslâm devletindeki anlamı konusunda akla ilk gelen prensip, "Mü'minler ancak kardeştirler"4491 âyetidir. İslâm devleti için yeryüzündeki bütün Müslümanlar prensipte fark gözetilmeksizin vatandaşlık bağı içerisinde addedilirler. Gayri müslim bir diyardan İslâm toprağına göçen her Müslüman, İslâm
4485] Ahmed b. Hanbel, Müsned IV, 305; Dârimî, Sünen II,156
4486] Ahmed b. Hanbel, IV, 305; Beyhakî, Delâlilü’n-Nübüvve, II, 243
4487] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr, 45, Ta'bîr, 39; İbn Sa'd Tabakât, I, 226; Abdurrazzak, el-Musannef, V, 387; Beyhakî, Sünen, IX, 9
4488] 17/İsrâ, 80
4489] es-Serahsî, el-Mebsût, X,81, Şerhu's-Siyer, IV,1253
4490] Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 318-319, özetlenip bazı tasarruflarda bulunularak.
4491] 49/Hucurât, 10
MİLLET
- 1013 -
devletinin tam anlamıyla vatandaşı olur; diğer Müslümanların sahip olduğu bütün haklardan istifade eder. Bunun için o göçmenin, fıkhî anlamda seferîlik şartlarından çıkması; en az on beş gün ikamet ederek "mukim" hale gelmesi lazım ve yeterlidir.4492
İslâm devletinin gayri müslim vatandaşlarına (tebaasına) gelince, bunlar zimmî (ehl-i zimme) adı altında mü'minlerden farklı bir statüye bağlanmışlardır. Zekât adı ile Müslümanlardan tahsil edilen vergilerden ve mü'minler için mecburî olan askerlik mükellefiyetinden muaf tutulurlar. Güvenliklerinin devlet tarafından tamamen üstlenilmiş olmasına mukabil, birçok muâfiyet ve istisnaları olan, oranı düşük bir nevi baş vergisi mâhiyetinde yıllık cizye öderler. Aralarındaki ihtilâfları kendi dinlerinin kurallarına göre bir nevi adlî özerklik içinde kendi aralarında hallederler.
Bazı Müslümanlar İslâm toprağında yaşamasalar bile dünyadaki bütün Müslümanlar esas itibarıyla bir tek millet teşkil ederler. Kur'ân-ı Kerîm'den ve Rasûlullah'ın sünnetinden kaynaklanan bu şuur, değişik coğrafyalarda yaşayan muhtelif Müslüman halklarda olan ortak bir kamuoyu teşkil etmeye devam etmektedir.
Müslüman halkları yöneten devletler ve siyasî otoriteler İslâm'ın ne kadar içinde ve ne kadar Kur’an ahkâmına, O’nun ölçülerine riâyetkâr ve İslâm hukukuna ne derece bağlı iseler, ümmet şuuruna ve esprisine yakın ilişkilerin o derece rahatlayacağı tabiidir. Yakın zamanların ve şimdiki dünyanın içinde Müslüman halkın yaşadığı ülkelerin, İslâm devleti sayılacak şekilde Allah’ın indirdikleri ile hükmetmedikleri ve yöneticilerinin hemen hepsinin tâğut olduğu inkâr edilemez. Resmen dillendirilmese bile laiklik ve ulusalcılığa dayanan ulus devlet ölçeğindeki günümüz Ortadoğu ülkelerinin devletleri, ümmetçilikten ve tüm Müslümanları kucaklayıp kardeş kabul etme ve onlara hizmet etme anlayışından çok uzaktır. Bu çizgide halkı Müslüman ülkelerin vatandaşlık hukuklarının mü'minlerin kardeşliği esasıyla somut anlamda bir bağlantısı kalamayacağı tabiidir. Günümüzde, içinde Müslümanların yaşadığı ülkeler, aralarında sosyal, ekonomik ve kültürel dayanışmayı kayda değer bir seviyede gerçekleştirmek bir yana; siyasî işbirliği konusunda dahi başarı sağlayamamaktadırlar.
Bugün bütün dünya Müslümanlarının ortak kamuoyu, bölünmüşlüğü ve dağınıklığı ortadan kaldıracak ve iman kardeşliği esasını ön plana çıkarıp ihyâ edecek gelişmeleri iştiyakla beklemeye devam etmektedir.4493
“Vatandaş” kimliği Müslüman kimliği yerine geçmez.
İslâm topraklarında vatandaş kimliğinin Müslüman kimliğinin yerini alması hilafet sisteminin ortadan kaldırılmasından sonraya tekabül eder. Hilafet sistemini ortadan kaldıran ve Müslümanları halifesiz kılan jakoben güçler, vatandaş kimliğini öne sürdüler. Vatandaş kimliği, cemiyet halinde yaşayan insanın kendini vahiy dışı kanunlarla, kriterlerle mukayyet görmesidir. Akıl, hâfıza ve ünsiyet kabiliyetine haiz olan insanoğlu mükerrem bir varlıktır. İnsan cemiyet halinde yaşadığı için hukukî, ahlâkî, siyasî ve iktisadî hükümlere ihtiyaç vardır. Müslüman insan ihtiyaç duyduğu hukukî, ahlâkî, siyasî ve iktisadî hükümleri dininde, yani
4492] Muhammed Hamidullah, İslâmda Devlet İdaresi
4493] Mahmud Rifat Kademoğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 6, s. 321-322
- 1014 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vahiyden alır. Bu, onun Müslüman kimliğinin vasfıdır.
Allah Teâlâ, kendini tevhid dini olan İslam’a nispet eden fertlere tek bir isim vermiştir, o da “Müslüman” ismidir.4494 Muvahhid mü’minlerin, diğer bir deyişle Tevhid dini İslâm’ın tüm dönemlerdeki fertlerinin ismi, sıfatı, kimliği bu olmuştur, yani Müslüman! Nasıl ki Allah’ın (c.c.) katında tek makbul olan dinin ismi İslâm ise,4495 bu dinin müntesiplerinin ismi de sadece ve sadece Müslüman olmuştur. Hz. Âdem’den (a.s.) Hz. Muhammed’e (s.a.s.) kadar tüm peygamberlere gelen dinin ismi sadece ‘İslâm’dı.4496 Yine Hz. Âdem’den (a.s.) Hz. Muhammed’e (s.a.s.) kadar gelen tüm peygamberlere inanan ashabın ismi sadece ve sadece Müslüman olmuştur. Yüce Rabbimiz Kur’an’da bahsi geçen tüm ashaba Müslüman kimliğini takmıştır: “İbrahim ne Yahudi ne de Hıristiyan’dı, fakat o Allah (c.c)’ı bir tanıyan dosdoğru bir Müslüman’dı, müşriklerden de değildi. Doğrusu onların İbrahim’e en yakın olanı, ona uyanlar, şu peygamber (Hz. Muhammed) ve O’na iman edenlerdir. Allah (c.c) da mü’minlerin dostudur.” 4497
“Allah’a dâvet eden ve salih amel işleyerek “Şüphesiz ben Müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?” 4498 Görüldüğü gibi, kimlik, öyle akideden koparılıp bir kenara atılacak ‘tâli’ bir mevzu değildir. Ya Hac suresinin son ayetine (78. ayet) ne demeli? Rabbimiz buyuruyor: “Allah uğrunda gerektiği gibi cihad edin. Sizi o seçmiş, babanız İbrahim’in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır. Daha önce ve Kur’ân’da, Peygamberin size şahid olması, sizin de insanlara şahid olmanız için, size “Müslüman” adını veren O’dur. Artık namaz kılın, zekât verin, Allah’a sarılın. O sizin sahibinizdir. O ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır!” (22/Hacc, 78). Ne muhteşem bir tanımlama tablosu... Tabloya bakar mısınız? “Peygamber bize şâhit, biz de Müslüman kimliğimizle insanlığa şâhit oluyoruz...” Bugün kendini İslâm müntesibi sayan bir sürü insan yığınının bu kimliği (ismi-sıfatı) ne hale soktuğunu görmüyor olamazsınız. Âdeta kendilerini Müslüman, sadece Müslüman olarak takdim etmekten utanır olmuşlar. Bizzat Allah’ın (c.c.) taktığı bu isim yetmiyormuş veya az geliyormuşçasına kendilerine ek isim takmaktadırlar. Şu terkiplere, sentezlere bakar mısınız: “liberal Müslüman, muhafazakâr Müslüman, sağcı Müslüman, solcu Müslüman, kemalist Müslüman, sosyalist Müslüman, entelektüel Müslüman, modern Müslüman, diyalogcu Müslüman, milliyetçi Müslüman, demokrat Müslüman... vs.”
Allah Teâlâ’nın taktığı kimlikle ortaya çıkamayanlar, Allah’ın (c.c) dinini nasıl temsil ve tebliğ edebilir? Temsil edilemeyen din, tebliğ edilebilir mi? Onun için diyoruz ki, İslâm önce temsil edilmeli. Bunun başlangıcı da Allah Teâlâ’nın taktığı isimle ortaya çıkmaktır. Önce, “Ben müslümanım, diyen güzel sözlü” kişi olmak gerekir. İlk adım, ilk giriş budur. Mamafih; biz ilan ediyoruz, dost düşman bilmiş olsun ki: “Biz yalnız ve yalnız MÜSLÜMAN’ız”. Biz Müslümanlar olarak; vatandaşlık kimliği ile değil, Müslüman kimliğimizle birbirimize bağlıyız. İslamî kişilik ve kimlik adına tüm etiketlere, eklere, yama ve sentezlere ‘Lâ’ (hayır) diyoruz. Biz liberal Müslüman, muhafazakâr Müslüman, sağcı Müslüman, solcu Müslüman, kemalist Müslüman, sosyalist Müslüman, entelektüel Müslüman, modern
4494] 22/Hacc, 78
4495] 3/Âl-i İmran, 19 ve yine bk. 3/Âl-i İmran, 85
4496] Bak. 2/Bakara, 130 - 133
4497] 3/Âl-i İmran, 67-68
4498] 41/Fussilet, 33
MİLLET
- 1015 -
Müslüman, diyalogcu Müslüman, milliyetçi Müslüman, demokrat Müslüman değiliz ve tüm bu terkiplerden berîyiz. Tüm bu ek isimlendirmeleri cahiliye artıkları olarak görüyor, hepsini toplayıp çöp sepetinin içine atıyoruz. Bize sadece ve sadece Müslüman ismi yeter. Biz Rabbimizin bize verdiği bu isimden memnunuz ve râzıyız. Emperyalizme, siyonizme, kapitalizme ve bizlere avlanacak bir av, bir yem gözüyle bakan ülke içi ve dışı tüm aç kurtlara karşı, Müslüman kimliğimizi kuşanmalıyız. Bilmeli ve inanmalıyız ki; varoluş açısından bakıldığında Müslüman kimliği; kavimler, ırklar, mekânlar ve zamanlar üstüdür; varlığı belli bir ırka, kavme, zaman ve mekâna mahsûs ve bağlı değildir. Bugün yeryüzünde İslâm’ı din olarak seçmemiş, benimsememiş kavimler vardır, bugün Müslüman olan toplumlardan bazıları da -Allah korusun!- gelecekte İslâm’ı terk edebilirler, ancak bütün bunlara rağmen Müslüman kimliği tarihi, kültürü, medeniyeti ve mensupları ile varlığını sürdürmüştür ve sürdürecektir. Müslüman kimliği, İslâm ile mukayyeddir. Sümmetedarik/sonradan uydurulmuş hiçbir kimlik onun yerine geçemez. Müslümanlar, vatandaş kimliğiyle değil, Müslüman kimlikleriyle birbirlerine bağlıdırlar. 4499
Câhiliyyenin Vatan Anlayışı ve “Ya Sev, Ya Terk et!” Dayatması
Irkçıların bir sloganı var: “Ya sev, ya terket!” diye. Ya her şeyiyle, düzeni, fesadı, ahlâksızlığı, zulmü, müslümanların başörtüsüne bile çoğu alanda izin vermeyen anlayışıyla seveceksiniz, ya da defolup gideceksiniz... Bu tehdit dolu mesaj, ne olduğu tartışılan “vatan” kavramını, toprak ve ülkeyi; içinde yaşayan insandan, hem de kendi vatandaşından daha üstün görmenin (putlaştırmanın) uzantısı bir dayatma değil de nedir? “Ya sev, ya terket!” Bu sloganla Hz. Peygamber’in, içinde Allah’ın evi, en mukaddes yer bulunan Kâbe’nin bulunduğu, kendi ülkesi Mekke’den hicretini, hatta on yıl sonra Mekke’yi fethettikten sonra bile tekrar eski vatanını değil de Medine’yi tercihini nasıl izah edeceğiz? Mekke’de doğan veya doyan bir kimse, Mekke’de inandığı gibi yaşatmayan yöneticileri ve onların düzeninin hâkim olduğu ülkeyi ne kadar sevebilir? Artık o, mü’min vasfını kazanır kazanmaz, Medine’nin doğal vatandaşı, gönülden Medine’li değil midir? Dâru’l-harb veya dâru’l-küfürde doğan mü’min bir kimsenin gerçek vatanı, dâru’l-İslâm değil midir?
“Ya sev, ya terket!” Öyle mi? Ne tümüyle ve her şeyden çok seveceğim, ne de kolay kolay terk edeceğim! Kim, kime neyi zorla sevdirmeye kalkıyor; kim kimi, hangi hakla nereden ve niçin kovuyor? Mekke’den Rasûlullah’ı ve mü’minleri kimler kovuyordu? Bu tür sloganı kimler söylüyordu dersiniz? Şimdi üzerinde yaşanılan ülke, Mekke’ye/Dâru’l-harbe benzemiyor da Medine’ye mi benziyor yoksa? Bu ölçüler içinde bu slogan doğaldır, ama tek şartla; bunu inancını yaşamak isteyen müslümanlara karşı söyleyenlerin, tarih boyu peygamberlere ve mü’minlere hangi inançtaki insanların bu sözü söylediğini değerlendirmeleri gerekiyor: “Kavminden ileri gelen müstekbirler/büyüklük taslayanlar dediler ki: ‘Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız; yahut dinimize döneceksiniz.’ (Şuayb) Dedi ki: ‘İstemesek de mi (bizi yurdumuzdan çıkaracak veya dinimizden döndüreceksiniz)? Allah bizi ondan (kâfirlikten) kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek, Allah’a karşı iftirâ etmiş oluruz. Rabbimiz Allah’ın dilemesi hali
4499] Nur Hira
- 1016 -
KUR’AN KAVRAMLARI
müstesnâ geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a dayanırız. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adâletle hükmet (kimin haklı, kimin haksız olduğunu adâletle açığa çıkar). Çünkü Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.”4500
Onlar bilmiyorlar ki, insan bir yeri sadece sevmediği için terk etmez. Seven insanlar da sevdiklerini isbat etmek için, ya da daha büyük sevgi (Allah sevgisi) için sevdiklerini terk etmek zorunda kalabilirler. Hele bir toprak sevgisi, Allah sevgisi ile çatışıyor ve birinden birini tercih etmek gerekiyorsa... Yoksa şehidlik kavramını bile anlayamayız; öyle ya şehâdet, vatanı terk etmek değil midir? O zaman Allah’a tercih olunan bu sevgi bir puta dönüşür. Seven sevdiği için fedâkârlığı, o uğurda gerekli mücâdeleyi göze alandır. Sevdiğinin (vatanın) üzerine çöreklenen ve oradaki İslâm dışı da olsa yönetimi, zulmü de onaylayıp seven, Allah için sevgi beslenilmemesi gereken hususlara da gönlünü açan kimse, sevdiğini iddiâ ettiğini ya öldürmek için delicesine seviyor, ya da orayı putlaştırıyor demektir. Bir mü’min, sevdiğini Allah için sever, buğz ettiğine de Allah için buğz eder. “Vatan sevgisi imandandır” diye meşhur olan söz, kesinlikle sahih hadis metinlerinde yoktur. Ama, insanın doğup büyüdüğü yeri belirli ölçüler içinde sevmesi, fıtrî/doğal bir özelliktir. Fakat, sevgide ölçülü, âdil olmak ve Allah’a isyan edenlere ve O’nun yasakladıkları şeylere muhabbet duymamak şartıyla. “Vatan sevgisi”, cennet sevgisi demektir. Müslümanın esas vatanı, ana vatanı, baba ocağı orasıdır. Babamız Âdem ve anamız Havvâ, ilk olarak orayı vatan edinmişlerdi ve esas gideceğimiz yer, hazırlandığımız ve yatırımlarımızı yaptığımız mekân orasıdır. Dünyanın hiçbir yeri bizim gerçek vatanımız olamaz, burada misafiriz, yolcuyuz. Kaldı ki hiçbir imiz doğacağımız yeri kendimiz seçmedik. Her insan için doğduğu yer kutsal sayılınca, her insana göre kutsal olan da değişecek, aralarındaki üstünlük de göreceli olacaktır. Ölçü, insanın kendisi olursa, İlâhî ölçüleri kendi sübjektif ölçülerine göre tahrif eder.
Arzın/Ülke Topraklarının Kutsallaştırılıp Putlaştırılması
Bir insan, belli bir yerde değil; tüm yeryüzünde halife olması için yaratılmıştır. İslâm'ı, bulunduğu yerde yaşayıp oraya hâkim kılmak için çalıştığı gibi, dünyanın ulaşabildiği her tarafına da götürme zorunluluğu vardır. Bir insan, doğacağı yeri seçme hakkına sahip olmadığından, tercihinde olmayan bir konudan dolayı ne ayıplanır, ne de şereflenir. Allah, bizi bu topraklarda değil de; çok farklı hatta sevmediğimiz bir yerde dünyaya getirebilirdi; Diğer insanların oralarda dünyaya gelmesi gibi. O zaman o yaratıldığımız yerin mi, yoksa şimdi yaşadığımız yerin mi kutsal olması gerekecekti? Müslüman için tüm arz Allah'ın mülküdür. Hepsi aynı değerdedir. Bir yerin fazileti, orada inanılıp uygulanan inançla ilgili olmalıdır. Toprak, üstünde yaşayan insanların inançlarıyla bütün olarak değerlendirilmelidir. Bu arada nice insanın hadis diye ileri sürdüğü “Hubbu’l vatan mine’l îman (Vatan sevgisi imandandır) ifadesinin hadis olmadığını, mevzû/uydurma olduğunu söyleyelim.4501 İnsanın ırkına, doğduğu yere göre bir toprak parçasına kutsallık atfetmesi, Allah için değil de; o toprak parçası için ölümü göze alabilecek
4500] 7/A’râf, 88-89
4501] Bk. Uydurma Hadisler, Harun Ünal, Mirac Y., c. 1, s. 79-86; Aliyyü’l Kari, Uydurma Olduğunda İttifak Edilen Hadisler, İnkılâb Y., s. 126; Sehâvî, Makasıd, s. 183; Suyûtî, ed-Düreru’l-Muntesıre, s. 108; Sâğânî, Mevduât, s. 53; Semhudî, Gammaz, s. 60; İbnü’d-Deybâ, Temyîz, s. 77, Aliyyu’l-Kari, Kübrâ, s. 189; Aclûnî, Keşfu’l Hafâ, I/413.
MİLLET
- 1017 -
hale gelmesi, vatanın -üzerinde hangi hükümlerin uygulandığına bakılmadan- yüceltilmesi bu açıdan değerlendirilmelidir. Vatan kelimesi Kur'an'da geçmez. İslâmî açıdan yurt veya vatan "dâr" kelimesiyle ifade edilir. İslâm toplumunun yaşadığı ve hâkim olduğu yerler için klasik ve meşhur değerlendirmeye göre "dâru’l-İslâm", müslümanların idâre ve hâkimiyetleri altında olmayan yerler ise "dâru’l-harp" kabul edilir. Eğer bir kimse, yaşadığı ülkede İslâmî inancını, tevhidî duruşunu ve dinini yaşama hürriyetini kaybetmişse; gücü yetiyorsa cihad ederek bu temel haklarını yerli veya yabancı işgalcilerden geri alması veya gücü yetmiyorsa bunları koruyup dinini yaşayabileceği yere hicret etmesi gerekir. Cihad ve Hicret'in Kur'an'da ve Sünnette çok büyük önemi vardır.
Ayrıca, içinde Kâbe'nin bulunmasından dolayı müslüman açısından dünyanın en kutsal yeri sayılmaya müsâit olan bir vatanda, Hak Dinin yaşanamadığı için oradan hicret eden Rasûlullah ve ashâbının, aynı zamanda gerçek vatanları olan Mekke'deki yönetime karşı inanç savaşı yaptıkları unutulmamalıdır. Şu âyet; vatan, cihad ve hicret kavramları açısından değerlendirilmelidir: “Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler: 'Dünyada ne işte idiniz?' derler. Bunlar; 'biz yeryüzünde güçsüz bırakılmış çaresiz kimseler idik' diye cevap verirler. Melekler: 'Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!' derler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir."4502 Medine için, oradaki hurmaları için savaşan kimsenin mücâdelesinin Allah için olmadığı, ancak Allah yolunda savaşanların cennetle müjdelenen şehitler olabileceğini Rasûlullah'ın hadislerinden öğreniyoruz.
Milliyetçilik/Ulusçuluk/Ulusalcılık
Irkçılık ve kavmiyetçilik, 19. asrın sonlarından itibaren ülkede yanlış ifadelendirilerek “milliyetçilik” kavramıyla dillendirilmektedir. Milliyetçilik, ulus anlamındaki milleti ve onun değerlerini ideolojik, kültürel ve siyasî esas olarak kabul eden görüşlere denir; nasyonalizm, ulusçuluk ve ulusalcılık demektir. Millet kelimesinin Kur’an’da ve İslâm kültüründeki anlamı dikkate alındığında milliyetçilik kelimesinin tümüyle yanlış anlamda kullanıldığı görülür. Aslında İslâm kültüründeki ve kelimenin lügat anlamındaki karşılığı ile “milliyetçilik”, dini ve dinin özellikle toplumsal değerlerini savunmak demektir. Fakat bu kavram, kesinlikle bu anlamda kullanılmaz; tam tersine dinin tasvip etmediği bir anlayış doğrultusunda kullanılır.
Milliyetçilik, gerek bir kavram, gerekse süren bir hareket olarak değişik şekillerde ve şartlarda ortaya çıkmış, buna bağlı olarak tarif ve tasnifler de farklı olmuştur. Bu, biraz da “millet” ve “milliyet”e verilen anlamlarla ilgilidir. Bu terim, İslâm dünyasına ve kültürüne aktarıldığı zaman, problem biraz daha karmaşık bir yapıya bürünmektedir. Fakat genel olarak milliyetçiliğin millî devlet, millî kalkınma, bağımsızlık, millî birlik, millî dil, millî kültür... alt kavramlarını öne çıkardığı, dolayısıyla daha dar, daha sınırlı bir siyasî ve sosyal yapıyı öngördüğü söylenebilir. Bir başka açıdan milliyetçilik, kişinin kendisini etrafındakilerden farklı bir şekilde tanımlaması anlamına gelir. Kişinin üyesi olduğu ulusa/topluma hayranlık ve bağlılık duyguları geliştikçe diğerlerini dışlama veya geri plana itme eğilimi de güçlenmektedir.
Milliyetçiliğin bir ideoloji olarak doğuşunu milletlerin (ulusların) ortaya çıkışı
4502] 4/Nisâ, 97
- 1018 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ile başlatmak mümkündür. Bu yönüyle milliyetçilik, batı kaynaklıdır. Feodalite çözülürken milletleşme (uluslaşma) hareketleri güç kazandı. Bir ideoloji olarak milliyetçiliğin belirmesi, 18. yüzyıl Batı Avrupa’sı ve Kuzey Amerika’sında gerçekleşti. Amerika ve Fransız ihtilâlleri bunun ilk belirtileridir. Bu akım, 19. yüzyılın başlarında Güney Amerika’ya, Orta Avrupa’ya, yüzyılın ortalarına doğru güney ve güneydoğu Avrupa’ya sıçradı. 20. yüzyılın başlarında bazı Asya ülkelerinde kendini gösterdi. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlık hareketlerinin ortaya çıkmasıyla Asya ve Afrika ülkelerinde sosyalizm ile birlikte güçlendi.
Milliyetçilik; din, dil, toprak, menfaat birliği gibi faktörlerin tesiri altında ortak değerlere sahip olanların yakınlaşma duygusundan ve vâkıasından kuvvet almakla birlikte; bir ideoloji olarak “millî devlet”i (ulusa ve ırka dayalı ulusal devleti) esas alır. Bu yüzden feodal beylikler, imparatorluklar, dinî birliğe dayalı toplumlar, kabile toplumları için milliyetçilik ideali diye bir şey sözkonusu olmamıştır.
Batıda milliyetçiliğin ortaya çıkışı kapitalizmin gelişmesiyle de yakından ilgilidir. Ticarî kapitalizmin doktrinini oluşturan merkantilizm, devletlerin dış piyasalarda kendi tüccarıyla bütünleşmesini, bu da “millî şuur”un (ulusal bilincin) varlığını gerektirmiştir. Yine feodal toplumda önemli olan din faktörünün protestanlık ve laiklik ile zayıflatılması, sosyal birliğin en önemli unsuru olarak “vatan” fikrinin güç kazanmasını sağladı. Kapitalizm, hıristiyanlığı kendi amaçları doğrultusunda reforma tâbi tuttu; protestanlık bunun sonucudur. Yine protestanlığın bir varyantı olan püritenliğin 17. yüzyıldan itibaren İngiliz milliyetçiliğinin temelini teşkil ettiği biliniyor. Tevrat ve yahûdi kültürünün bu yeni oluşumda büyük bir yeri vardır.
18. Yüzyıl, ülkelerinden sürülen veya buralardan kaçan kanundışı kişilerin yerleştiği Amerika’da milliyetçiliğin güçlendiği bir dönem oldu. Ferdiyetçiliği bayrak yapan hürriyete susamış bu insanlar milliyetçi ideolog ve politikacıların fikirlerini rehber edindiler. Bu fikirler Fransız İhtilâlinde de etkili oldu. Milliyetçiliği Avrupa’ya ve oradan da Osmanlı ülkesine kadar yayan Fransız İhtilâlidir. İhtilâlin ilk dönemlerinde milliyetçilik, mutlak monarşileri, dinî cemaatleri hedef olarak almış, buna bağlı olarak hürriyet/özgürlük mücâdelesini vurgulamıştır.
İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesi’nde yer alan “egemenlik hakkının ulusa âit oluşu”, “ulusal egemenlik” ilkesi, bir yönüyle millet (ulus) ve milliyetçilik kavramlarını güçlendirirken millî menfaatleri savunan ve aynı zamanda yöneticilerin halkın destek ve oyuyla seçilmelerine imkân sağlayan ulusal siyasî ve idârî yapılara da yol açmıştır.
Fransız Devriminin, özgürlük (hürriyet), eşitlik (müsâvât) ve kardeşlik (uhuvvet) sloganı ve İnsan Hakları Beyannamesi, liberalizm ve demokrasinin temelini oluştururken; siyasî batılılaşma tarihimizde önemli bir yere sahip oldular. Napolyon bu akımın Avrupa’da ilk ve etkili yayıcısıdır. Bu arada buna tepki olarak Alman milliyetçiliği doğdu. 19. yüzyıl Batısında kapitalizmin getirdiği sosyal buhranlar sosyalizmle birlikte liberal ve demokratik ideallere bağlı milliyetçiliği geliştirirken Alman milliyetçiliği otoriter ve muhâfazakâr bir temel üzerinde inkişaf etti ve gelişti.
19. Yüzyılın sonlarında Avrupa’da hânedanlar çökerken milliyetçi akımlar
MİLLET
- 1019 -
Avusturya, Macaristan, Çekoslovakya, Yugoslavya gibi birçok devletin doğuşunda etkili oldu. Milliyetçilik zaman içinde faşizm ve nazizme yol açarken, komünizm gibi enternasyonalciliği esas alan bir rakip de kazandı. Bununla beraber bağımsızlık hareketlerinde sosyalizm, hatta komünizm, milliyetçiliğin unsurlarından birini teşkil etti. Yine Avrupa Topluluğu gibi uluslar arası bütünleşmelerin gecikmesi, bazı başarısızlıkları da milliyetçiliğe bağlanabileceği gibi, komünist ülkeler arasındaki anlaşmazlıkların ve bölünmelerin temelinde de milliyetçilik vardır. Stalin, Tito, Enver Hoca ve Mao komünist olmakla beraber milliyetçi idiler denebilir. Mao komünizminde milliyetçilik, lafzan da bir düstur olmuştur.
Milliyetçilik hareketleri, Osmanlı Devleti’nin yıkılış sebeplerinden biridir. Burada ilk milliyetçi adımlar müslüman olmayan azınlıklar tarafından atıldı. İktisadî yönden kaçakçılığın, fikrî yönden Fransız Devriminin beslediği Rumlar, milliyetçilik akımına önderlik yaptılar ve ilk defa Yunanistan bağımsızlığını kazandı. Bulgarların ve Ermenilerin yürüttükleri milliyetçilik faâliyetleri yeni yeni doğmakta olan komünizmden kuvvet aldı. Hatta II. Abdülhamid döneminde Komünist manifesto, Ermeniler tarafından Türkçeye tercüme edildi.
Müslüman unsurlardaki milliyetçi hareketler ise, Batılı sömürgeciler, özellikle İngilizler tarafından oluşturulmuş ve kışkırtılmıştır. Arap milliyetçiliğine hıristiyan Arapların önderlik yapması bu açıdan sebepsiz değildir. Bütün İslâm ülkelerini ve Osmanlı Devleti’ni etkileyen bu hareketlerde “azınlık kategorisi” ile “bağımsızlık kategorisi” öne çıkmıştır. Kendilerini içinde yaşadıkları siyasî yapıdan ayırt etmek, geçmişi canlandırmak, etnik kökleri vurgulamak, ulusal dillere ve kültürlere ağırlık vermek, bu kategorilerin en belirgin yönleridir.
20. Asrın başlarına kadar Osmanlı ülkesinde millet ve milliyet kavramları, İslâm dini ve Osmanlı kültürü açısından müsbet anlamlara sahipti. Bunun en önemli sebebi, millet kelimesiyle din kelimesinin eşanlamlı oluşları idi. Nitekim 19. asrın ortalarından itibaren “nation” Osmanlıcaya “kavim” olarak aktarılmış; “millet”, din unsurunun belirleyici olduğu cemaatler için kullanılmıştır. Bugünkü anlamda milliyetçilik için uzun yıllar “kavmiyetçilik”, ırkçılık anlamında ise “cinsiyet” kavramı kullanılıyordu.
II. Meşrûtiyet devrini baştan aşağı kaplayan milliyetçilik (ulusçuluk ve ulusalcılık) tartışmaları, esas itibarıyla milliyetçiliğin gittikçe Türkçülük/Turancılık çizgisine çekilmesinin bir sonucudur. Rusya’dan göç edip gelen Türk aydınlarla (Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu vb.) aslen Türk olmayan Osmanlı aydınlarının (bunlar arasında Moiz Kohen Tekinalp gibi yahûdiler de vardır) başı çektiği, İttihat ve Terakki iktidarının desteğine de sahip olan Türkçülük/Turancılık hareketi, hem Osmanlıcıların, hem de İslâmcıların tenkitlerine muhâtap oldu.
Osmanlıcılar (Ali Kemal, Süleyman Nazif gibi) daha çok Osmanlı birliğinin dağılması, Türk kültürünün Osmanlı Devleti içindeki gayrimüslim veya Türk olmayan müslüman tebaanın katkılarından mahrum kalmayacağı, İslâmiyet öncesi Türk kültürüne uzanmanın anlamsızlığı... gibi noktalarda tenkitler geliştiriyorlardı. İslâmcılar ise –Osmanlıcıların tenkitlerini paylaşmanın yanında- milliyetçiliğin (kavmiyetçiliğin) İslâm’a aykırı bir düşünce ve siyaset olduğunu öne alarak harekete geçtiler. Bütün müslümanların kardeş olduğu, Arah, Türk, Acem vb. ayrımların âyet ve hadislere ters düştüğü, üstünlüğün ancak takvâda olacağı, İslâmiyet’in asabiyeti/ırkçılığı yasakladığı, milliyetçiliğin müslüman ülkeler ve
- 1020 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uluslar arasında parçalanmalara, kopmalara sebep olacağı, bu sebeple de Osmanlı İslâm birliğinin bozulacağı gibi görüşler çok geniş ve yaygın bir şekilde ileri sürülmüş, tartışılmış ve savunulmuştur.
Milliyetçilik (ulusçuluk, ulusalcılık), Türkiye Cumhuriyetinin ideolojisinin de temelini oluşturdu. İslâm öncesi Türk tarihi ve kültürü ile batılılaşma veya “muâsır medeniyet” (çağdaş uygarlık) seviyesine ulaşma arzusu, bu milliyetçiliğin esasıdır. Türkiye toprakları böyle bir milliyetçiliğin coğrafyasıdır. Türk olduğunu ikrar eden herkes (gerçekte Türk olsun olmasın) Türk kabul edilir. (Hatta, başka ırktan olduğunu iddia eden bazı etnik gruptan halka da “hayır! Sen Türksün, başka ırktan geldiğini iddia edemezsin!” denilir ve kendi ırkı ile ilgili kültürel hakları ve özgürlükleri gözardı edilir.) Devrimler bu esaslar üzerine oturtulmuştur. Yine bu yüzden Osmanlı tecrübesi, bu milliyetçilikte yer işgal etmez. Atatürk milliyetçiliği, Osmanlı ümmetçiliğinin bir antitezi olarak görülmüştür. Kendine mahsus Osmanlı geleneği, Batının kendi şartları içinde oluşturup geliştirdiği bir milliyetçiliği ve millî hâkimiyet (ulusal egemenlik) görüşünü bünyesinde barındırmadığı için suçlanmış ve mahkûm edilmiştir. Bu çerçevede Türk milliyetçiliği İslâm öncesi Türk tarihinin unsurlarından kaynaklandıran ırkçı-turancı; doğu-batı sentezci; İslâmcı-Anadolucu; milliyetçi-mukaddesatçı görüşler geliştirilmiştir. 4503
Milliyetçilik, yani doğru ifadesiyle kavmiyetçilik, insan fıtratının bozulmasının ürünü olan büyük bir belâdır. İnsanlığa kan, kin ve sömürüden başka bir şey kazandırmamış olan bir utanç vesilesidir. Asimilasyon, etnik arındırma ve her türlü zulme yol açan sonuçları itibarıyla insanlık suçu olan kavmiyetçilik, önemli bir toplumsal hastalıktır.
Kavim, ise reddedilmeyecek, reddedilmemesi gereken bir vâkıadır. Allah katından insanlığa bir lütuftur. Kur’an bu olguyu bilindiği gibi şu hükümle açıklar: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden (Âdem ve Havvâ’dan) yarattık. Sonra sizi tanışasınız diye soylara ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve üstün olanınız, en takvâlınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah (her şeyi) bilendir, (her şeyden) haberi olandır.”4504 Âyette belirtilen uyarıcı gerçeklerden birisi, bütün insanların aslının bir olmasıdır. Tüm insanların menşeinde bir erkek ve bir dişi (Âdem ile Havvâ) vardır. Ve bu sebepten menşei, aslı bir olan kavimlerden hiçbir isi diğerini aşağı görme imkânına ve hakkına sahip bulunmamaktadır. Çünkü aynı anne ve babanın çocuklarıdırlar. Yaratıcımız bir olan Allah’tır. Ayrı kavimlere mensup insanları ayrı ayrı ilâhlar yaratmamıştır. İnsanların hepsi bir tek ve aynı maddeden yaratılmıştır. Cenâb-ı Hak, insanları birbirleriyle tanışıp bilişmeleri için soy, şûbe ve kabilelere ayırdığını bildiriyor. Yani kavim olayına Rabbimiz’in yüklemiş olduğu fonksiyon, sadece “tanışmaya vesile olmaktır”. Yaratıcı’nın insan topluluklarını uluslar, soylar, kabileler şeklinde düzenlemesi, onların arasında tanışma ve doğuştan gelen yardımlaşmanın, bir kargaşaya meydan vermeden gerçekleşmesi içindir.
Kim ki farklı kavimler halinde yaratılışa, tanışma, bilişme ve yardımlaşma vesilesi olmanın dışında bir fonksiyon yüklerse, milliyetçilik, yani ırkçılık ve üstünlük ideolojisi ile ırk ve kavmine bakarsa, kesinlikle İslâm’ın koyduğu sınırın
4503] Nihal Atsız, Peyami Safa, Nurettin Topçu, Necip Fâzıl bu görüşleri savunan insanların önde gelenleri olarak zikredilebilir; Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, c. 3, s. 32-35
4504] 49/Hucurât, 13
MİLLET
- 1021 -
dışına çıkmış olur. Madem ki kavimler, tanışmaya ve bilişmeye vesile olmak için yaratılmıştır; o halde, kıyâmete kadar da aynı fonksiyona ihtiyaç olduğuna göre, kavimler, kavmî özelliklerini, dil ve kültürlerini kaybetmeden yaşamalıdır. Bu sebepten hiçbir kavim, bir diğerinin dilini ve kültürünü yok ederek onu asimile etmeye çalışamaz. Böyle yanlış bir davranışta bulunanlar İslâm’ın dışına çıkarak fıtratı bozmaya yönelik bir zulmü icrâ etmekte ve asimile etmeye çalıştıkları kavmi, Allah’ın yüklediği tanışma fonksiyonunu ifa edemez hale getirmek sûretiyle de bir insanlık suçu işlemektedir. “Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı (farklı ve değişik) olması da, O’nun âyetlerindendir. Hiç şüphe yok ki bunda, bilenler için gerçekten âyetler vardır.” 4505
Yeryüzünde ve gökyüzünde yer alan tüm doğal güzellikler, çeşni teşkil eden farklılıklar gibi, insanlar da renkleri ve dilleri farklı olan kavimlere ayrılmışlardır. Allah hikmetlere binâen böyle yaratmıştır. Ve bu farklılıklar da Allah’ın âyetlerindendir. Hiçbir inin bir diğerinden aşağı veya üstün olması sözkonusu olmadan, aynen yerin ve göğün farklılıklarında olduğu gibi, doğal bir biçimde bir çeşni ve güzellik olarak kabul edilmeleri ve Allah’ın yüklediği fonksiyon istikametinde istifade edilmeleri gerekir. 4506
Milliyetçilik, yani doğru ifadelendirmeyle kavmiyetçi fikir ve ideolojiler Avrupa’dan ithal birer frenk mikrobudur. Kur’an, câhiliyyenin her çeşidi ile savaşmış ve insanlara vahyin, yani hakkın, yani ilmin nûrunu ulaştırmıştır. Peygamberimiz her çeşit ırkçılık ve kavmiyetçiliği câhiliyye âdeti olarak değerlendirmiş ve tümünü yasaklayıp kaldırmıştır. İran’lı Selmân (Fârisî), Bizans’lı Süheyl (Rûmî) ve Habeşistan’lı Bilal’ı (Habeşî) hiçbir yönden ırklarından dolayı farklı bir ayrıma tâbi tutmamış, herhangi bir Mekke’li veya Medine’li Arapla her yönden eşit görmüştür. “Arabın Acem’e (Arap olmayan), Acem’in de Araba üstünlüğü yoktur; üstünlük sadece takvâdadır” hükmünü koyan İslâm, bu kardeşliğin tatlı meyvelerini dünya huzuru şeklinde de insanlığa sunmuştur. Osmanlı’nın altı yüz sene gibi ülkeler tarihi açısından uzun sayılabilecek bir medeniyetinin, temel sebep ve dayanaklarından biri her ulustan müslümanları hiçbir ayrıma tâbi tutmadan “İslâm milleti”nin bir ferdi ve tüm müslümanların birbirleriyle “kardeş” olduğu anlayışıdır. Türkiye’nin cumhuriyet sonrası önemli sancılarından birisi, kendi vatandaşlarına ulusçu, ırkçı yaklaşımları ve millet tanımındaki yanlış tutumlarıdır.
Irkçılık/Asabiyet/Kavmiyetçilik
Türkçede daha çok "ırkçılık" olarak ifadelendirilen kavram, Arapçada "asabiyyet" ve "kavmiyyet" olarak kullanılır. "Asabiyye", akrabalık, soy yakınlığı demektir. Kavram olarak "asabiye", "kavmiyetçilik" ve "ırkçılık"; akraba, soy, ırk ve vatan gayreti gütmek, kendi yakınlarını, kendi içinde bulunduğu topluluğu önde görmek, onlara daha fazla ilgi göstermek, tarafgir olmak demektir.
‘Asabiye’, sözlük manasıyla kavim, kabile grup ve benzeri konulardaki aşırı düşkünlük ve bağlılıktır. Kişinin kendi akrabalarını ve içinde bulunduğu toplumu öne çıkarması, onlara ait olan şeyleri savunması, onlara yardımda öncülük tanıması demektir. İslâm'dan önce yaşayan ve düzenli siyasî ve hukukî otoriteden mahrum câhiliyye Arapları kendi akrabalarına çok düşkündüler. Kabilecilik
4505] 30/Rûm, 22
4506] Mehmet Pamak, Köşeli Yazılar, s. 178-179
- 1022 -
KUR’AN KAVRAMLARI
duygularıyla, başka kabileler tarafından tecâvüze uğrayan kendi akrabalarını korurlar, o tecâvüzün doğurduğu maddî ve mânevî zararları asabiye duygusu ile giderirlerdi. Zulme ve haksızlığa uğradığını iddia edenin çağrısına kabilenin diğer üyeleri cevap verirlerdi. Hatta haklı da olsalar, haksız da olsalar; mutlaka kendi akrabalarının tarafını tutarlardı. Bu duygu sebebiyle çoğunlukla zâlimle beraber olup, mazluma karşı olurlardı.
Asabiyyenin Olumlu Yönü: Kimilerine göre asabiye duygusu, tümüyle olumsuz bir anlayış değildir. Kişide din gayreti olmazsa cihada isteksiz olur, akraba sevgisi olmazsa, onlara yardım etmeyebilir. Kabile sempatisi olmazsa, onlarla ilgilenmez. Aile bağlarının, akrabaya ilginin, toplumların dayanışmasına katkısı vardır. Bu duygu soy bağlılığına dayandığı için, kimileri soylarını korumayı başarmışlardır. Bu duygu, meşrû sınırlar içinde değerlendirilebilirse, cemaatler ve gruplar arasındaki işbirliğini artırır, onları mânevî yönden birbirine bağlar. Asabiye duygusu ile birbirine bağlı olan ve bir ortak dine inananlar, diğer toplumlara karşı daha güçlü olurlar, onlar karşısında daha bütünleşmiş bir şekil alırlar. Yerine göre siyasî ve hukukî otorite boşluğu olduğu ve zulüm sözkonusu olduğu zaman, insanların mal ve can güvenliklerinin sağlanmasında akraba ve asabiye duygusu önemli rol oynar.
Ancak, bilindiği gibi İslâm, asabiyyeti olumsuz ve sınırsız anlamıyla hoş görmemiş, kan ve soy kardeşliği yerine; din kardeşliği bağını ön plana çıkarmıştır. Tüm mü’minleri kardeş ilan ederek, aralarındaki ilgi, yardımlaşma ve adâletin bu kardeşlik üzerine binâ edilmesini emretmiştir. 4507
Olumsuz Anlamıyla Asabiyye: Asabiyye; başka aile aşiret veya benzer toplulukların hak ve menfaatlerine tecâvüz etmek, onlara haksız yere üstünlük sağlama, atalarıyla ve soyuyla övünme ve gururlanıp başkalarına büyüklük taslama amacına yönelik ise, İslâm bunu kesinlikle tasvip etmez. İslâm, dar anlamda kavmiyetçilik manasına gelen asabiyyeyi yasaklamış, bunun câhiliyye âdeti olduğunu vurgulamıştır. Allah (c.c.) insanları bir ana-babadan yaratmıştır. İnsanların ayrı ayrı soy ve kabileler halinde yaratılmasının sebebi tanışmaları, bilinmeleri kolay olsun diyedir. Dil, renk, kavim, grup, bölge veya toprak; insan için üstünlük sebebi değildir. Üstünlük takvâda, Allah’tan hakkıyla korkup sakınmadadır. 4508
Kavmiyetçilik, ya da ırkçılık; bir ırkı diğerine üstün tutma, bir ırkın özelliklerini ön plana çıkararak diğerlerine karşı övünme, kendi ırkından olanı haksız olduğu halde başkasına tercih etme, ya da ırkını sevmeyi bir ideoloji haline getirmek demektir.
Bu duygu ve anlayış, câhiliyye toplumlarında her zaman var olagelmiştir. İslâm bu anlamdaki asabiyyeyi kaldırdığı halde, Peygamberimizin vefatından fazla bir zaman geçmeden, siyasî güçler ve çıkar grupları tarafından müslümanlar arasında yeniden hortlatıldı. Buna karşın İslâm’ın ölçülerine göre hareket ederek bunun zararını idrâk eden kişi ve toplumlar bu kötü duygu ve düşünceden uzak kalmışlar ve böylelikle de asabiyyenin getirdiği maddî ve mânevî yıkımlardan kendilerini korumuşlardır.
Irkçılık ve Asabiyye: 1789 Fransız ihtilâlinden sonra kavmiyetçilik, daha
4507] 49/Hucurât, 9-10; 4/Nisâ, 58; 5/Mâide, 2; 65/Talak 2
4508] 49/Hucurât 13
MİLLET
- 1023 -
yaygın deyimiyle milliyetçilik (aslında ulusçuluk ve ulusalcılık demek gerektiği halde bu ifade meşhurdur) daha da gelişti ve yaygınlaştı. Milliyetçi ideolojilerin çoğalmasından ve yaygınlaşmasından sonra büyük devletler parçalandı. Ulus unsuru üzerine devletler kuruldu, bir ırkın üstünlüğü fikri devletlerin ideolojisi oldu. Bu çirkin asabiyye yüzünden nice zulümler işlendi, nice savaşlar oldu, nice toplumun kimliği inkâr edildi, nice kesimler baskı ve hile ile asimile edildi. Günümüzde bu sakat anlayışın hâlâ devam ettiğini üzülerek görmekteyiz.
Günümüzde ırkçılık veya kavmiyetçilik düşüncelerine olan bağlılık, İslâm’da şiddetle kınanmış olan asabiye anlayışıdır. Burada sözkonusu olan zararlı asabiyye; kendi kavmini, kendi akrabalarını sevip ilgi göstermek değildir. İslâm, akrabaya iyilik etmeyi, onlara ilgi göstermeyi, sıla-i rahmi (akrabalık bağını yardımla sürdürmeyi) emreder. Akrabalar arasındaki meşrû ve makul sevgi, bereketi artırır.4509 Ancak, akraba haksız da olsa onu savunmak, kendi soyunu üstün görmek, başkalarını aşağılamak; belli bir grubu, bir aileyi veya soyu, bir kesimi en üstün saymak, bu yüzden de zulme dalmak asabiyyedir, ırkçılıktır; İslâm’ın lânetlediği bir tavırdır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.), “Bir kimsenin kavmini sevmesi asabiye (ırkçılık) midir?” sorusuna şöyle cevap vermiştir: “Hayır, fakat asabiye; kişinin zulümde kendi kavmine yardım etmesidir.”4510 Asabiyye gayreti, asabiyeye dâvet câhiliye anlayışıdır. Bir hadiste şöyle buyruluyor: “İnsanları asabiyye/ırkçılık için toplanmaya çağıran, asabiyye için savaşan ve ırkçılık uğruna ölen Bizden değildir.” 4511
Atalar ile övünmek, hatta müslüman olmayan atalarının özellikleriyle iftihar edip başkalarına üstünlük taslamak, hava atmak asabiyedir. Onlarla övünmek insana hiçbir şey kazandırmaz. Onlarda sağlam bir inanç ve iyi bir ahlâk var idiyse onu almak bir şey kazandırsa da; eğer onlar yanlış inanç içinde ise, bilerek veya bilmeyerek kötülük ve zulüm yapmışlarsa, o kötülükleri savunmak daha da büyük bir hatadır. Asabiyye/ırkçılık duygusu yüzünden, birçok kişi, atalarının inandıkları bâtıl dinlere, kötülüklerine, yaptıkları zulümlere bile sahip çıkmakta ve atalarının yolunu izlemekteler. “Onlara ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?” 4512
Asabiyye/Irkçılık ve Tarafgirlik: Asabiyye, aşırı tarafgirlik demektir ki işin olumsuz yanı da burasıdır. Aşırı tarafgir, güncel deyimle fanatik olan birisi de haksızlık yapar, adâletten ayrılır, başkalarına karşı övünür, boşu boşuna kibirlenir durur. Kendi kavmi için, ırkçılık uğruna savaşıp ölenlerin Cehenneme gideceği hadis-i şeriflerde açıkça belirtilmektedir. Çünkü böyle bir çaba, Allah rızâsından uzaktır. Hâlbuki İslâm’a göre bütün amellerin Allah (c.c.) rızâsı için işlenmesi, bütün ölçülerin İslâmî hükümlerden alınması gerekir.
Kur'an, mü’minlere, kendi akrabalarınız aleyhine bile olsa adâletten ayrılmayın diye emretmektedir.4513 Mümin, diğer insanları Âdem’in çocukları olarak insanlıkta eş, mü’minleri dinde kardeş bilir. Diğer insanlar da inanmasalar bile
4509] Tirmizî, Birr 49, hadis no: 1979, 4/351
4510] İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949, 2/1302
4511] Müslim, İmâre 57, hadis no: 1850, 3/1478; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3948, 2/1302; Nesâî, Tahrim 28, 7/112
4512] 2/Bakara, 170
4513] 4/Nisâ, 135
- 1024 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’ın kullarıdır. Hepsi de bir ana-babadan dünyaya gelmiştir, hepsi de hukuk önünde eşittirler. İnsanların doğuştan sahip olduğu bütün özellikler Allah’ın onlara verdiği fıtrat (yaratılış)tır. Kimse kendinde olan bu yaratılış özelliğinden dolayı başkasına karşı üstünlük taslayamaz. Kimin hangi ana babadan dünyaya geleceği, hangi ülkede/vatanda doğacağı ve hangi ırktan olacağı kendi elinde değildir. İnsanın elinde olmayan ve kendi seçeneği ve irâdesinin dışındaki şeylerden dolayı fazilet veya eksiklik sözkonusu olamaz.
Olumlu asabiyye duygusu, akraba ve cemaat arasında dayanışmayı sağlar, işbirliğini artırır; Ancak tarafgirliğe, övünmeye ve adâletsizliğe kaçmadan. Olumsuz asabiyye ise; ırkçılığa, yobazlığa, milliyetçiliğe (yani ulusçuluk ve ulusalcılığa), ayrımcılığa, baskıya, kültür katliamına, sömürüye, adâletsizliğe ve insan hakları ihlâllerine yol açar. 4514
Son dönemlerde Türkçede kullanılan “taassub” ve “mutaassıb” kelimeleri de “asabiyyet” kelimesinin türevleridir, aynı kökten gelmişlerdir. Asabiyye göstermeye “taassub”, taassub sahiplerine de “mutaassıb” denir. “Taassub”, aşırı bağlılık, aşırı tarafgirlik, bağnazlık; körü körüne bağlılık, bâtılda ısrar etme demektir. İslâm asabiyyete ve bu kökten gelen taassuba kesin şekilde karşı çıktığı halde, İslâm düşmanları ve onların taklitçilerince son dönemlerde müslümanlara, aşağılayıcı mâhiyette mutaassıp (bağnaz, körü körüne bağlı) denmektedir. Müslüman, asabiyyeti, taassubu kabul etmez ve kesinlikle mutaassıp olamaz.
Asabiyyenin ve taassubun bir anlamı da bağnazlık, körü körüne taraftarlık, fanatiklik olduğu için asabiyye; yalnızca ırk, soy veya kabile sevgisinde olmaz. Günümüzde çok sık görüldüğü gibi parti, grup, cemaat, vatan, ülke, bayrak, spor takımı, hatta lider sevgisinde bile olmaktadır. Aslında bu tür taraftarlığa sevgi denmez; tutku, hayranlık ve putlaştırma demek daha doğru olur: “İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah’a endâd/eşler ve benzerler edinirler ve onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenler ise Allah’ı daha çok severler. Keşke zâlimler azâbı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah’a âit olduğunu ve Allah’ın azâbına dayanmanın zorluğunu önceden anlayabilselerdi. O zaman (görecekler ki) kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşırlar ve o anda her iki taraf da azabı görmüşler, nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır. Uyanlar şöyle derler: ‘Ah, keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!’ Böylece Allah onlara işledikleri bütün işlerini kendilerine hasret, pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkmazlar.” 4515
Adına nasyonal faşizm de denilen ve Türkçede yanlış olarak “milliyetçilik” kavramıyla ifadelendirilen ırkçılık ve kafatasçılık; nice kavga, savaş ve zulümlere yol açmış şeytanî bir anlayış ve ilkel bir câhiliyye ideolojisidir. Kur’an’ın atalarıyla övünüp onların yolunu körü körüne tâkip etmeyi ısrarla kınaması4516 bu konudaki hassâsiyeti gösterir. Arap câhiliyyesi dönemindeki kabile savaşlarının sebebi ırkçılık olduğu gibi, hemen her dönemdeki soykırımların temelinde de ırkçılık vardır. Bu asra kadar bütün dünyadaki savaşların toplamından daha çok ölüme ve vahşete sebep olan 20. asırdaki iki dünya savaşının her ikisinin de temel se4514]
Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 47-50
4515] 2/Bakara, 165-167
4516] 2/Bakara, 170; 5/Mâide, 104; 11/Hûd, 1097/A’râf, 70, 173...
MİLLET
- 1025 -
bebi, ırkçılıktır.
Irkçılık Dâvâsını İlk Başlatan Şeytandır: Bilindiği gibi İblis, Allah'ın Âdem'e secde emrine itaat etmedi. Gerekçe olarak da kendisinin ateşten, Âdem (a.s.)'in de topraktan yaratıldığını gösterdi. Bu, kendi elinde olmayan yaratılışında maddî özelliklere itibar etmek, yani ırkçılık yapmaktı. İblis'in bu üstünlük ölçüsü geçersizdir. Kişiye değerini kendi hammaddesi veya soyu değil; Allah'ın koyduğu ölçü verir. O yüzden ilk ırkçı, şeytandır. Irkçılık ve soy üstünlüğü iddiası, şeytanî bir mantıktır.
Kur'an'a göre üstünlük takvâda,4517 ilimde4518 ve cihadadır.4519 Kim, kendi aslını, soyunu, ırkını başkalarına karşı bir üstünlük sebebi sayarsa, onda İblis/şeytan anlayışı var demektir. İblis, bu yanlış çıkarım sonucu Rabbine istikbar edip isyan ettiği gibi, her çeşit ırkçılık da istikbâra ve isyana yol açan tehlikedir.
İblis, Âdem'in varlığının dış görünüşüne bakıp kendini üstün görmüş ve yaratılışın iç yüzünü, sırrını, hikmetini anlamamıştır. Hâlbuki Allah'ın bütün işlerinin hikmetleri, herbirinin kendine ait sırları vardır. Âdem'i sırf toprak zanneden İblis mantığı, kendi maddesini ondan üstün sanmıştır. Materyalizm/maddecilik şeytanî bir felsefedir. Ona göre ateşten yaratılmak, bir üstünlük sebebiydi.4520 Böylece o, ateşin topraktan üstünlüğü gibi iki madde arasında, aslında olmayan bir fark görmüştü. Her iki maddenin yaratıcısının da Allah olduğunu itiraf etmesine rağmen, Âdem'in halifelik ve ilâhî ruh taşıması, eşyanın isimlerini bilmesi gibi üstünlüklerini bilmezden gelmişti.
Şeytan, Âdem'de toprak, kendisinde ateşten başka bir mâhiyet görmemiş; ölüden diri, diriden ölü yaratan ve bütün meziyetleri bahşeden Allah'ı maddeye mahkûm saymıştı. Bu, ilâhî hükümleri, kendi nefsine ve aklına göre değerlendirip mantığına ters gelen bir hükmü reddeden bir akılcılık olduğu gibi; ırkçılığın da temeli idi. Yaratıkları, ruhî yapısıyla değerlendirmeyip, sadece maddî özellikleriyle, asâletiyle değerlendiren ırkçı anlayışın temeli de İblis tarafından böyle atılıyordu. Maddeyi tek ve gerçek ölçü sanmak, şeytanca bir yanılgıdır.
Irkçılıkla İlgili Hadis-i Şerifler
“Irkçılığa (asabiyyeye) çağıran Bizden değildir; ırkçılık için savaşan Bizden değildir; ırkçılık üzere, asabiyye uğruna ölen Bizden değildir.” 4521
"Asabiyet (kavmiyetçilik) dâvâsına kalkan, onu yaymaya çalışan, bu dâvâ yolunda mücâdeleye girişen Bizden değildir." 4522
"Bir kimsenin câhiliyye âdetince kavim ve kabilesine intisab ederek onlardan yardım talep ettiğini (ırkçılık yaptığını) duyacak olursanız ona: 'babanın zekerini/penisini ye' deyin ve bunu açık açık söyleyerek îmâ ve kinâyede de bulunmayın." 4523
4517] 49/Hucurât, 13
4518] 39/Zümer, 9
4519] 4/Nisâ, 95
4520] 38/Sâd, 71-85
4521] Müslim, İmâre 53, 57, hadis no: 1850; Ebû Dâvud, Edeb 121; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3948; Nesâî, Tahrim 27, 28
4522] Ebû Dâvud, Edeb 112
4523] Ahmed bin Hanbel, 5/136
- 1026 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Vasîle bin el-Eskâ (r.a.) anlatıyor: “Ben, ‘Yâ Rasûlallah! Adamın kendi kavmine bir zulüm üzerine yardım etmesi asabiyetten (ırkçılıktan) mıdır?’ diye sordum. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Evet” buyurdu.” 4524
Rasûlullah (s.a.s.)’a soruldu: “Kişinin soyunu, sülâlesini (kavmini, ulusunu) sevmesi asabiyet (kavmiyetçilik, ırkçılık) sayılır mı?” Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: “Hayır. Lâkin kişinin kavmine zulümde yardımcı olması asabiyettir/kavmiyetçiliktir.” 4525
“Zulüm ve haksızlıkta kavmine yardıma kalkışan kişi, kuyuya düşmüş deveyi kuyruğundan tutup çıkarmaya çalışan gibidir.” 4526
“Kim kâfir olan dokuz atasını onlarla izzet ve şeref kazanmak düşüncesiyle sayarsa, cehennemde onların onuncusu olur.” 4527
"Bir kısım insanlar vardır ki, cehennem kömüründen başka bir şey olmayan adamlarla iftihar ederler, övünürler. İşte bunlar ya bu övünmeden vazgeçerler, ya da Allah nezdinde, pisliği burunlarıyla yuvarlayan pislik böceklerinden daha değersiz olurlar." 4528
“Aziz ve Celil olan Allah sizden câhiliyye devrinin kabalığını ve babalarla övünmeyi gidermiştir. Mü’min olan, takvâ sahibidir. Kâfir olan ise şakîdir. Siz, Âdem’in çocuklarısınız. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Bazı adamlar, (kâfir olarak ölen) kavimleriyle övünmeyi terk etsinler. Çünkü onlar cehennemin kömüründen bir kömürdürler yahut onlar, Allah indinde burnu ile pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha aşağıdırlar.” 4529
“Müslüman cemaatten ayrılan ve itaat yolunu terk etmiş olarak ölen kimsenin ölümü, câhiliyye ölümüdür. Ümmetime karşı harekete geçerek mü’minin imanına saygı duymaksızın ve sözleşmeli bulunduğu kimseye karşı olan ahdine vefâ göstermeksizin suçlusuyla suçsuzuyla bütün ümmetimi vurmaya kalkışan kimse Benim ümmetimden değildir. Asabiyet/ırkçılık duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken yahut ırkçılık dâvâsı güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü câhiliyye ölümüdür.” 4530
"Kim hevâsına uyarak bâtıl yolda cenkeder, kavmiyetçiliğe (asabiyet) çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre kapılırsa, câhiliyye ölümü üzere (kâfir olarak) ölür." 4531
“Bir kimseyi ameli geri bırakmışsa, nesebi, soyu onu kurtaramaz, yükseltemez, ilerletemez.” 4532
4524] İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949; Ebû Dâvud, Edeb 121, hadis no: 5119; Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160
4525] Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949
4526] Ebû Dâvud, Edeb 113, 121, hadis no: 5117
4527] Ahmed bin Hanbel, 5/128
4528] Ahmed bin Hanbel, 2/524; Ebû Dâvud, Edeb 111
4529] Ebû Dâvud, Edeb 120, hadis no: 5116
4530] Müslim, İmâre 57; Nesâî, Tahrim 27; İbn Mâce, Fiten 7; Ahmed bin Hanbel, 2/306, 488.
4531] İbn Mâce, Fiten 7
4532] İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 225
MİLLET
- 1027 -
“Her doğan çocuk millet (İslâm fıtratı) üzere doğar.” 4533
“Allah’ın ismi ile Allah(’ın yardımı) ile ve Rasûlullah’ın milleti (dini) ile gidin, yürüyün.” 4534
"Allah indinde en şerefliniz takvâca en ileri olanınızdır. Arabın Arap olmayan (acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arap olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur. Siyah derili olanın beyaz derili üzerine bir üstünlüğü yoktur, beyazın da siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takvâ iledir." 4535
4533] Müslim, S. Müslim Terc ve Şerhi, c. 8, s. 135
4534] Ebû Dâvud, 3/38
4535] Cem'u'l-Fevâid, 1/510, hadis no: 3632
- 1028 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Konu ile İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Kur’ân-ı Kerim’de “Millet” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (15 Âyet): 2/Bakara, 120, 130, 135; 3/Âl-i İmrân, 95; 4/Nisâ, 125; 6/En’âm, 161; 7/A’râf, 88, 89; 12/Yûsuf, 37, 38; 14/İbrâhim, 13; 16/Nahl, 123; 18/Kehf, 20; 22/Hacc, 78; 38/Sâd, 7.
B- Ümmet Konusunda Âyetler:
a- Müslüman Ümmet: 2/Bakara, 128, 134, 141, 143; 21/Enbiyâ, 92; 22/Hacc, 78.
b- Vasat Ümmet: 2/Bakara, 143.
c- Hayırlı Ümmet: 3/Âl-i İmrân, 104, 110, 113; 5/Mâide, 54; 7/A’Râf, 181.
d- Muhammed Ümmeti Amel Yönünden Üç Sınıftır: 35/Fâtır, 32-33.
e- Muhammed Ümmetinin Üstün Özellikleri: 2/Bakara, 143; 3/Âl-i İmrân, 110; 7/A’râf, 181; 8/Enfâl, 68; 10/Yûnus, 14; 21/Enbiyâ, 10; 22/Hacc, 78; 23/Mü’minûn, 52-53.
g- Yahûdi ve Hıristiyan Ümmet: 2/Bakara, 141.
h- İnsanlar Tek Ümmetti: 2/Bakara, 213, 253; 10/Yûnus, 19; 23/Mü’minûn, 52-53.
i- Allah Dileseydi, Bütün İnsanlar Tek Ümmet Olurdu: 11/Hûd, 118-119; 16/Nahl, 93; 42/Şûrâ, 8.
j- Ümmetlerin Çeşitli Olmasının Hikmetleri: 5/Mâide, 48; 6/En’âm, 38; 11/Hûd, 118-119.
k- Her Ümmetin Bir Eceli Vardır: 7/A’râf, 34; 10/Yûnus, 49; 15/Hıcr, 4-5, 8; 16/Nahl, 61; 23/Mü’minûn, 43.
C- Irk ve Irkçılık Konusunda Âyetler:
a- Renklerin Başka Başka Oluşu: 30/Rûm, 22; 35/Fâtır, 27-28.
b- Dillerin Başka Başka Oluşu: 30/Rûm, 22
c- İnsanların Soylara ve Hısımlara Ayrılması: 25/Furkan, 54; 49/Hucurât, 13
d- Irk Üstünlüğü Yoktur: 49/Hucurât, 13.
e- Soy-Sopla Öğünmek: 102/Tekâsür, 1-7.
f- Soysuzların Kötülenmesi: 68/Kalem, 13.
Konu ile İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Müslim, İmâre 53, 57
Ebû Dâvud, Edeb 120, hadis no: 5116; Edeb 121, hadis no: 5117, 5119
İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 225; Fiten 7, hadis no: 3949
Nesâî, Tahrim 27
Ahmed bin Hanbel, 2/306, 488; 4/107, 160; 5/128
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1- Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 399-400
2- Fî Zılâli’l Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 227-229
3- Tefsîr-i Kebir (Mefâtihu’l-Gayb), Fahruddin er-Râzî, Akçağ Y. c. 3, s. 404-405
4- Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 523-527
5- El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, İmam Kurtubî, Buruc Y. c. 2, s. 301
6- El-Mîzân Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabâî, Kevser Y. c. 1, s. 376
7- Kur'ân-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 242-244
8- Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Y. c. 1, s. 230
9- Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. C. 13, s. 350-359
10- Millet, Milliyetçilik ve Irkçılık, Kemal Solak, Şelale Y.
11- Millet-i İbrahim, Ebû Muhammed bin Ahmed, Ebâbil Y.
12- Milletlerin Yokoluş Sebepleri, Veysel Özcan, Mirfak Y.
13- Milletlerin İtibarı, Seyyid Ahmet Arvasi, Burak Y.
14- Milliyetçi miyiz? Müslüman mıyız? Mehmet Sümbül, Objektif Y.
15- Sömürgeciliğin İleri Karakolu Milliyetçilik, Nedim Taner, Akabe Y.
16- Milliyetçilik: Bir Din, Carilton J.H. Hayes, İz Y.
17- Teori ve Pratikte Milliyetçilik, Mustafa Tahhan, Risale Y.
18- Ulustan Ümmete, Mecid Arsan Kilani, Pınar Y.
19- Çağdaş Fikir Akımları 1-3, Muhammed Kutub, İşaret Y.
MİLLET
- 1029 -
20- Çağdaş Kavramlar ve Düzenler, Ali Bulaç, Beyan Y.
21- İzmlerin Çöküşü ve İslâm’ın Yükselişi, Mehmet Emin Gerger, Şelale Y.
22- İslâm Dünyası ve Milliyetçilik, M. Gıyaseddin, Pınar Y.
23- Nasyonalizm Fitnesi, Abdulfettah Mazlum, Fıtrat Y.
24- Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik (1876-1923), Mete Tunçay, İletişim Y.
25- Türk Milliyetçiliği ve Batılılaşma, Ezel Erverdi, Dergâh Y.
26- Milliyetçilik Şuurumuz, İsmail Çetin, Dilara Y.
27- Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Erol Güngör, Ötüken Neşriyat
28- İslâmiyet, Millet Gerçeği ve Laiklik, Heyet, Aydınlar Ocağı Y.
29- Bediüzzaman ve Milliyetçilik, Zekeriyya Yıldız, Timaş Y.
30- Bediüzzaman’ın Görüşleri Işığında İslâm ve Milliyetçilik, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
31- Türkiye Cemaatçı Milliyetçilik ve Nurettin Topçu, Süleyman Seyfi Öğün, Dergâh Y.
32- İslâm, Asabiyye, Milliyetçilik, A. Ercüment Gedikli, Taşmedrese Y.
33- Milletlerin Düzenine İlmî Usuller, İbrahim Müteferrika, M.E.B. Y.
34- Millet ve Hükümdarlar Tarihi, Taberi; terc Zakir k. Ugan, Ahmet Temir, M.E.B. Y.
35- Kur’an’da Siyasî Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s.172-175
36- İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 414-415; 728-731, 47-50
37- Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 246-249
38- Şamil İslâm Ansiklopedisi, (Ahmet Özalp), Şamil Y. c. 4, s. 192-194
39- Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, (Milliyetçilik), c. 3, s. 32-35
40- Metâlib ve Mezâhib, Muhammed Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, s. 35
41- İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 306
42- Köşeli Yazılar (Kavmiyetçilik), Mehmet Pamak, Denge Y. s. 178-181
43- Sulh Çizgisi, İbrahim Canan, Şahsi Y. s. 70-72
44- İnsanları Tefrikaya Düşüren Faktörler, Mahmut Balcı, İhtar Y. s. 43-48
45- (Ümmet:) Ümmet Bilinci, Atasoy Müftüoğlu, Denge Y.
46- (Ümmet:) İlmî ve Siyasî Tahliller, Molla Mansur Güzelsoy, Fıtrat Y. s. 15-35
47- (Ümmet:) Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 532
48- (Ümmet:) Kur’an’da Siyasî Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 169-171
49- (Ümmet:) İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 728-730
50- İslâm'da Irkçılık ve Milliyetçilik, Ahmed Naim Efendi, Şahsi Y.
51- Türkiye'de İslâm ve Irkçılık Meselesi, M. Ertuğrul Düzdağ, Cihad Y.
52- Dünyayı Saran Nasyonalizm Fitnesi, Abdülfettah Mazlum, Fıtrat Y.
53- İslâm ve Milliyetçilik, Ali Muhammed Nakavi, İran İslâmî Tebliğ Teşkilatı Y.
54- Ulusal Kimlik Türk Ulusçuluğunun Doğuşu, Celalettin Vatandaş, Açılım Kitap
55- Milli Din Arayışı ve Türk Müslümanlığı, Ramazan Yazçiçek, Ekin Y.
56- Kemalizm, Laiklik, Şehidlik, Mehmet Pamak, Ekin Y.
57- Zirvedeki Mankurtlar, Resmi İdeolojiye Eleştirel Bir Bakış, Taha İslam, Genç Birikim Y.
58- Kürt Sorunu ve Müslümanlar, Heyet, Ekin Y.
59- Toplumsal Kimlik ve Millet, Vahdettin Işık, Haksöz, sayı 56 (Kasım 95)
60- Millet Sevgisinin Önemi ve Ölçüsü, Halil Atalay, Ribat, Aralık 2000

Cumartesi, 06 Şubat 2021 19:54

MEYVELERDEKİ İBRETLER

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

MEYVELERDEKİ İBRETLER


- 949 -
Kavram no 131
Nimet 18
Bk. Hastalık
MEYVELERDEKİ İBRETLER


• Meyveler ve Meyvelerdeki İbretler
• Bitkiler
• Ağaç ve İslâm’da Ağaçla İlgili Hususlar
• Kur’ân-ı Kerim’de Meyve ve Bitkiler
• Kur’an’da Vurgulanan Meyvelerden; Hurma, Üzüm, İncir, Zeytin ve Bal
• Hadis-i Şeriflerde Meyve ve Benzeri Yiyecekler
• Tefekkür; Meyve ve Benzeri Yiyecek Yerken…
“Gökten suyu indiren O’dur. O sudan size hem içecekler vardır, hem de ondan ağaç (ve bitki) meydana gelir ve orada hayvanlarınızı otlatırsınız.
(Allah) Su sâyesinde sizin için ekinler, zeytinler, hurmalar, üzümler ve diğer meyvelerin hepsinden bitirir. İşte bunlarda tefekkür edip düşünen bir toplum için büyük bir ibret vardır.” 4232
Meyveler ve Meyvelerdeki İbretler
Meyve, bitkilerin tohum taşıyan organıdır. Meyve dendiğinde hemen herkesin aklına üzüm, muz, kiraz, elma, nar gibi çiğ olarak yenen, genellikle tatlı besin maddeleri gelir. Oysa bu yaygın meyve anlayışına uymasa da patlıcan, kabak, fasulye ve domates gibi sebzeler ile meşe palamudu, ceviz, fındık, haşhaş kapsülü bile botanik açısından gerçek birer meyvedir. Çünkü bunların tümü ileride ana bitkiye benzeyen yeni bitkileri oluşturacak tohumları taşır.
Çiçeklerde tozlaşma sonucunda tohum taslakları gelişerek tohuma, bunları barındıran yumurtalık da değişime uğrayarak meyveye dönüşür. Allah’ın meyvelerin uygun şartlarda çoğalması için yarattığı hikmetli özelliklerden biri, meyvelerin tohumlarını olabildiğince uzak bir alana yaymasını sağlayacak özellik var etmesidir. Böylece tohumların ana bitkinin dibine düşerek onun besinini bölüşmesi ve burada çimlenen fidelerin sıkışık bir biçimde, yani uygunsuz koşullar altında büyümesi önlenir. Nitekim çoğu bitkide meyvenin yapısına, biçimine ve hatta rengine bağlı olarak tohumlar birkaç metreden yüzlerce kilometreye kadar varan uzaklıklara sürüklenir. Bazı meyve tipleri tohumlarına yapışık “kanatlar”ın ya da paraşüte benzeyen “tüy demetleri”nin yardımıyla, gerçek anlamda uçarak bitkiden uzaklaşır. Meselâ akçaağaç ve karaağaç tohumlarının zarsı ya da kâğıtsı kanatları tohumların rüzgârda dönerek uçmalarını sağlar. Karahindibada olduğu gibi bazı bitkilerin bir ucunda ipeksi tüy demeti taşıyan küçük ve hafif tohumları ise aynı bir paraşüt gibi en hafif bir esintide bile havada süzülerek
4232] 16/Nahl, 10-11
- 950 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uçuşur. Bütün bunlar ibret alınacak ve Allah’ın yaratması, rızık vermesi, sanatı, rahmeti ile ilgili hikmetlerdir.
Çok sayıda tohum içeren bazı kuru meyveler, Allah’ın sevk etmesiyle kendiliğinden yarılıp açılır ve bitki rüzgârda sallandıkça tohumlar çevreye saçılır. Yuvarlak bir tuzluğu andıran haşhaş kapsüllerinde tohumlar tepedeki deliklerden dökülür. Baklagillerden bazı bitkilerin badıçları (ince uzun tohum kılıfları) ise birden bire patlayarak tohumlarını hızla çevreye fırlatır. Günün sıcak saatlerinde kırda dolaşırken, bu bitkilerin yakınındaysanız patlamaların sesini bile duyabilirsiniz.
Tabiatta meyveler, genellikle başta kuşlar olmak üzere çeşitli hayvanlar tarafından çevreye yayılır. Meselâ sincaplar sonbahar geldiğinde fındık, kestane ve meşe palamudu gibi kabuklu meyveleri toplayıp kışın yemek üzere toprağa gömerler. Bunların tüketilmeyip yerde kalan bir bölümü çimlenerek yeni bitkiler verir.
Kiraz, böğürtlen, kuşburnu ve üvez gibi bazı meyveler parlak renkleri, hoş kokuları ve tatları yüzünden hayvanların dikkatini çeker. Hayvanlar yedikleri bu meyvelerin etini sindirip sert çekirdeklerini (tohum) dışkılarıyla atarlar. Meselâ böğürtlen yiyen bir kuş, dışkısını kilometrelerce uzakta bırakarak tohumların çok uzaklara yayılmasına hizmet etmiş olur. Bazı bitkilerin çengelsi dikenlerle kaplı meyveleri ise hayvanların postlarına takılarak uzaklara taşınır. Meselâ pıtrak bu tip bir bitkidir. Böyle bitkilerin yetiştiği yerlerde dolaşacak olursanız siz de farkında olmaksızın üstünüze yapışan meyvelerin başka yerlere taşınmasına aracı olursunuz.
Meyve Çeşitleri: Tabiatta çok çeşitli meyve tiplerine rastlanır. Günlük yaşantımızda hepimizin yaygın olarak tükettiği, ortasında tek bir tane taş gibi sert tohum bulunan derimsi bir kabukla örtülü yumuşak ve etli meyveler bilimsel olarak “eriksi meyve” adı altında toplanır. Erik, kiraz, kayısı ve şeftali bu tür meyvelerdendir. Dış bölümü yenmediği halde yarıldığında içinden sert kabuklu iri birer tohum çıkan ceviz ve badem meyveleri ile dış çeperi kalın bir lif katmanıyla kaplı hindistancevizi de eriksi meyveler arasında yer alır. Böğürtlen ve ahududu gibi meyveler ise çok sayıda minik eriksi meyvenin bir araya toplanmasıyla oluşmuştur (birleşik meyve).
Birden çok tohum içeren ve tohumları etli bir özün içine gömülü olan meyvelere “üzümsü meyve” denir. Bu tür meyvelerde yumurtalığın çeperleri etlenip kalınlaşmıştır. Üzüm, bektaşi üzümü, domates ve hıyar birer üzümsü meyvedir ve hepsinde de zarsı ya da derimsi bir dış kabuğun içinde sulu ve etli bir öz bulunur. Ayrıca, inanılması zor ama, muz da bu tür meyvelerdendir. Görüldüğü gibi küçük, yuvarlak bir meyveyi çağrıştıran üzümsü meyve terimi aslında üzüme hiç benzemeyen değişik biçimli başka meyveleri de kapsar.
Fındık ve kestane gibi bazı sert kabuklu kuru meyveler olgunlaştığında kendiliğinden açılmaz. “Fındıksı meyve” adı altında sınıflandırılan bu meyve çeşitlerinin çoğu yağ ya da nişastaca zengin tohumlarından ötürü insanlar ve hayvanlar için değerli bir besin kaynağı oluşturur.
Bu temel meyve gruplarının dışında bir de botanikçilerin “yalancı meyve” olarak adlandırdıkları bir meyve grubu daha vardır ki, bu gruptaki meyvelerin
MEYVELERDEKİ İBRETLER
- 951 -
etli bölümü yumurtalığın değil çiçek sapının ucundaki çiçektablasının örtü yapraklarının ya da bürgülerin gelişmesiyle oluşmuştur. Nitekim yalancı meyvelerin en tipik örneği olan çileğin yediğimiz hoş kokulu ve yumuşak etli bölümü gerçek bir meyve olmayıp, meyve biçiminde gelişmiş çiçektablasıdır. Gerçek meyveler ise bu yalancı meyvenin yüzeyindeki küçük, esmer, sarı çekirdekçiklerdir. Buruk lezzetinden ötürü çok sevilen ve çoğu kez marmelat yapılarak değerlendirilen kuşburnu (yabani gülün meyvesi) iç yüzeyindeki çok sayıda küçük meyveyi örten etli bir kılıftan başka bir şey değildir. Elma ve armutta ise yediğimiz sulu ve tatlı bölüm şişkinleşmiş çiçektablasıdır; asıl meyve elma ya da armutun tam ortasında bulunan ve içinde çekirdekleri barındıran ince, derimsi bir örtüyle çevrili bölümdür. Dış görünüşüyle böğürtlene çok benzeyen dut ise aslında bir yalancı meyve çeşididir. Bir arada kümeler oluşturan çok sayıda çiçeğin örtüyapraklarının düşmeyip etlenip gelişmesiyle oluşmuştur. (Tabii, bu yalancı meyve tâbiri, botanikçilerin meyveleri sınıflamaya çalışmalarının bir neticesi olarak verdikleri bir addır; yoksa onları yiyerek yararlananlar açısından hepsi yalancı değil, doğrucu meyvelerdir.)
Çiçeklerin dişi üreme organı olan yumurtalık normal olarak yalnızca döllendikten sonra gelişerek meyveye döner. Ama bazen tozlaşma olsa bile döllenme gerçekleşmez ve sonuçta tohumları olgunlaşmamış ya da hiç tohum içermeyen meyveler gelişir. İşte doğada Allah’ın takdiri ve yaratmasıyla kendiliğinden ortaya çıkan bu olay, insan eliyle, yani yapay olarak da gerçekleştirilebilir. Meselâ, çekirdeksiz üzüm, döllenmemiş üzüm çiçeklerinin meyvesidir. Meyvecilikte bu yolla üzüm dışında hıyar, muz, ananas, portakal ve greyfurtun da çekirdeksiz çeşitleri yetiştirilir.
Bitkilerde döllenme sırasında doğal olarak, meyvelerin gelişmesini sağlayan bir hormon salgılanır. Günümüzde meyvesi için yetiştirilen pek çok tarım ürününün (örneğin domates) çiçeklerine, daha nitelikli ürün elde etmek amacıyla özel olarak yapay büyüme hormonları püskürtülmektedir.
Maalesef Allah’tan korkmayan insan, kendini, diğer insanları ve başka yaratıkları, doğayı, kısaca tüm yeryüzünü fesâda uğratmak için tekniği ve bilimi de kullanmaktan çekinmiyor. Meyvelerin de genleriyle oynamaya çalışıyor. Değişik kimyevî maddelerle, hormonlarla tadını ve şeklini bozuyor; her yönüyle faydalı meyvelerin faydalarını azaltıyor, hatta sağlığa zararlı hale getirmek için bin bir hileye başvuruyor.
Bol miktarda C vitamini içeren taze meyveler, insanlar için çok değerli bir besin kaynağıdır. Meyve, dünyanın birçok yerinde, özellikle de sıcak iklimli bölgelerde yetiştirilir. Türkiye’de başta üzüm olmak üzere elma, turunçgiller, fındık, elma, armut, kavun, karpuz, incir, şeftali, kiraz gibi pek çok meyve çeşidi yetiştirilir. Elma, armut, erik, portakal ağaçları ancak 5-7 yıl; kiraz ağacı ise dikildikten ortalama 12 yıl sonra verimli hale gelip uygun meyve verirler. Bu yüzden elma ve şeftali gibi bazı meyve ağaçlarının dikildikten kısa bir süre sonra meyve vermeye başlayan cüce çeşitleri geliştirilmiştir.
Bitkilerde meyvelerin olgunlaşma süreci hormon denen bazı doğal maddelerce denetlenir. Meyveler olgunlaşırken bir yandan hücre çeperleri parçalanarak dokuları yumuşar, bir yandan da bu dokularda depolanmış nişasta şekere dönüşür. Böylece olgunlaşan meyveler şekerli hoş bir tat kazanır, ayrıca parlak
- 952 -
KUR’AN KAVRAMLARI
renklere bürünür.
Meyveler ağaçtan toplandıktan sonra da bazı hayatî işlevlerini sürdürürler. Meselâ, oksijen kullanıp karbon dioksit ve ısı çıkararak solunum yaparlar. Bu olay meyvenin dokularında depolanan besin ve suyun kullanılarak dokuların parçalanmasına ve giderek meyvenin çürümesine yol açar. İşte bu nedenle meyveler, tüketilene kadar çürüyüp bozulmamaları için genellikle düşük sıcaklıklarda saklanır. Meyveleri daha uzun süre saklamanın bir yolu da kurutmaktır. Üzüm, incir, hurma, kayısı, elma, armut ve dut yaygın olarak kurutularak saklanan meyvelerdir.
Meyvelerdeki İbretler: Allah Teâlâ, meyvelerde farklı şekiller, renkler, kokular, lezzetler, hoşa gidecek özellik var etmiştir. Her bir meyve “Allah beni senin için yarattı, ye beni!” demekte, insana her yönüyle câzip görünmektedir. Hepsinin ayrı özelliği ve güzelliği vardır. Bütün meyvelerde vitamin, enerji verici ve doyurucu özellik, özel bir tat vardır. Ayrıca her meyve bir şifa sebebi, bir hastalık gidericidir, insanın sağlığını koruyucu ve onu güçlendiricidir. Meyvelerin aşılanmasından yetişmesine, güzelliğinden besin değerine kadar neresine baksanız onlarca ibret ve hikmet pırıltılarıyla karşılaşmamak mümkün değildir. Kimya bilimine sahip insanlar, 21. asrın teknolojisi ve imkânlarıyla muazzam fabrikalarda bir meyvenin bile tüm özelliklerini toplayıp benzer bir ürün üretmekten âcizdir. Böyleyken insan gibi akıl sahibi olmayan bir meyvenin tüm bu özelliklere kendiliğinden sahip olması mümkün değildir. Elbette muhteşem bir yaratıcı, Rahmeti sonsuz ve tek rezzâk olan Allah, bu meyveleri de kendisine kulluk yapması için yarattığı insanların hizmetine sunmuştur. Aynı toprakta yetişen, aynı güneş ve aynı sudan, aynı havadan yararlanan bir kirazla hemen yanındaki bir limon ağacının meyvesi, tadıyla, rengiyle, şekliyle, içerdiği vitaminlerle, her şeyiyle ne kadar farklıdır ve bütün bunlar Allah’ın sanatını göstermekte, ibretler içermektedir.
Her meyvenin farklı tadı olduğunu biliriz. Enteresandır; elma, soğan ve patatesin tadı aslında aynıdır. Fark sadece tamamen bunların kokularından kaynaklanmaktadır.
Meyve Ve Sebzelerdeki Benzersiz Sanat: Aynı kuru topraktan çıkan, aynı su ile sulanan meyveler ve sebzeler inanılmaz bir çeşitliliğe sahiptir. Meyvelerin ve sebzelerin lezzetleri, kokuları ve tadları düşünüldüğünde akla böyle bir çeşitliliğin nasıl ortaya çıktığı sorusu gelecektir. Aynı topraktan, aynı suyu ve mineralleri kullanarak, farklı tad ve kokuları yüzyıllardır hiç şaşırmadan ve birbirlerine karıştırmadan tutturanlar, elbette ki üzümlerin, karpuzların, kavunların, kivilerin, ananasların kendileri değildir. Bu benzersiz lezzet, görünüş ve tad onlara Allah tarafından verilmektedir.
Gerek hayvanlar gerekse insanlar, bitkilerin üretmiş olduğu besinleri tüketerek hayatlarını sürdürebilecek enerjiyi elde ederler. Yani bitkiler tüm canlılara fayda vermek için nimet olarak yaratılmışlardır. Bu nimetlerin çoğu da insan için özel olarak tasarlanmıştır. Çevremize, yediklerimize bakarak düşünelim. Üzüm asmasının kupkuru sapına bakalım, incecik köklerine… En ufak bir çekme ile kolayca kopabilecek görünümdeki bu kupkuru yapıdan elli-altmış kg. ağırlığında, insana lezzet vermek için rengi, kokusu, tadı, kısaca her şeyi özel olarak tasarlanmış sulu üzümler çıkar. Bir de karpuzları düşünelim. Yine kuru topraktan çıkan
MEYVELERDEKİ İBRETLER
- 953 -
bu sulu meyve insanın tam ihtiyaç duyacağı bir mevsimde, yani yazın gelişir. İlk ortaya çıktığı andan itibaren bir koku eksperi gibi hiç bozulma olmadan tutturulan o muhteşem kavun kokusunu ve o ünlü lezzetini de düşünelim.
Tüm bunların yanı sıra her meyve, mevsimine uygun bir içeriğe sahiptir. Örneğin, kış mevsiminde C vitamini yüklü, enerji veren mandalinalar, portakallar vardır. Sebzelerde de canlıların ihtiyaç duyacağı her türlü mineral ve vitamin mevcuttur. Sebze ve meyvelerin incecik kökleri, kara topraktan çektikleri kimyasal maddeleri fotosentez işlemi sonucunda son derece faydalı besin maddelerine dönüştürürler.
Bu şekilde düşünerek yeryüzündeki bitkilerin tümünü inceleyebiliriz. Bu incelemenin sonunda elde ettiğimiz sonuç, bitkilerin insanlar ve tüm canlılar için özel olarak tasarlanmış, yani yaratılmış oldukları sonucu olacaktır. Âlemlerin Rabbi olan Allah tüm besinleri canlılar için var etmiştir ve bunları, herbirinin tadı, kokusu, faydası çeşit çeşit olacak şekilde yaratmıştır. Bu da O'nun yaratmadaki gücünü ve eşsiz sanatını gösterir: “Yerde sizin için üretip-türettiği çeşitli renklerdekileri de (faydanıza verdi). Şüphesiz bunda, öğüt alıp düşünen bir topluluk için âyetler/ibretler vardır.” 4233
Genleri Değiştirilen Organizmalar: Dünyayı insanlar kendi elleriyle bataklık hale getirdi, fesâdı her alana yaydı. Ozon tabakasını yavaş yavaş deldi. Egzoz gazı ve bacalardan tüten zehirli dumanlarla solunan havayı, çok ve kolay kazanma hırsı ile (köylüler dâhil) yediklerini hep kanser yapıcı yaptı. 1970 yılında Stanford Üniversitesinde iki farklı canlının DNA’sını bileştirmenin yolu bulundu. Tüfek icat olup mertliğin bozulduğu gibi, gen transferi bulundu, aşılamada gözetilen etik kural da bozuldu. Eski insanlar, ağaçlara yaptığı aşıyı, misli misline yaparken; gen aktarımı ile bitkide aranan amaca uygun gen, böcekte, balıkta, akrepte, küfte, bitkide, ağaçta nerede varsa, helâl-haram demeden aktarılmaktadır. Aktarılan genler, bitki, bakteri ve virüs kaynaklıdır. Bu genler antibiyotik ve dayanıklılık genleridir. Ölçüde sınır yoktur.
GDO’lu (genleri değiştirilen organizmalar) bir silahtır. Biyolojik savaş; daha sinsi, daha şeytânî, daha alçakça bir savaştır. “O (münâfık), dönüp gittimi (senden ayrılıp bir iş başına geçtimi) insanlar arasında bozgunculuk etmek, ekinleri tahrip edip nesilleri bozmak için yeryüzünde koşar. Allah fesâdı/bozgunculuğu sevmez.”4234 Bu âyete göre, ekinin bozulması neslin bozulmasına sebeptir. Çağımızda ekin, hava ve su, modern şekilde bozulmaktadır. Teknolojinin ve Batı uygarlığının yön verdiği sadece kişisel basit menfaatin önemsenip vahşi katliamlara sebep olmayı bile marifet zanneden inançsız ya da bâtıl inançlı insanların ortaya koyduğu üretim ve pazarlamada bu fesâda şâhit oluyoruz. Ekini ve suyu; GDO’lu tohumlar, petrol, zirai ilaçlar, kimyasal gübreler, hormonlar bozmaktadır.
Artık modern insanın yediği meyvede vitaminden daha çok kimyasal madde, adına ilaç denilen zehirler var. Türk çiftçisinin bilinçsizce kullandığı ziraî ilaçlar, insan sağlığını tehdit edecek boyutlara ulaşmış durumda. Uzmanlara göre, ihraç edilen sebze ve meyve büyük bir titizlikle incelenirken, yurt içinde yeterli denetim yok. İlaç kalıntısı bulunan ihraç ürünleri de iç piyasaya
4233] 16/Nahl, 13
4234] 2/Bakara, 205
- 954 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sunuluyor. Türk insanı, kontrol dışı kullanılan zirâî ilaçların tehdidi altında. Kanserojen etkili ilaçlar kaçak yollarla ülkeye sokulurken, bilinçsiz ilaç kullanılarak üretilen sebze ve meyveler sofralara kadar giriyor. TÜBİTAK için yapılan bir araştırmada İzmir sebze ve meyve halindeki değişik kabzımallardan alınan 32 çilek numunesinden 22’sinde yüksek düzeyde ilaç kalıntısı tesbit edilmiştir. Türkiye’de iki bin civarında ruhsatlı tarım ilacı bulunuyor. Yılda 30 bin ton ziraî ilaç satılıyor. Ziraî ilaç bâyileri, ilaç satarken ticârî düşünüyor ve tüketiciyi daha fazla ilaç kullanmaya yönlendiriyor. Tarım ürünlerinin verimli olması ya da zararlı böceklerden korunması için yapılan ilaçlamaların insan ve çevre sağlığı yönünden birçok zararı bulunuyor. Başta kanserojen etki olmak üzere, sindirim sistemi hastalıklarını da tetikliyor. Sadece ilaçlama sırasında her yıl dünyada 500 bin kişi tarım ilaçları ile zehirleniyor ve bunlardan beş bini bu sebeple hayatını kaybediyor.
Materyalist, kapitalist, paracı bilimin devâsız hastalıklara sebebiyet verdiği çağda yaşıyoruz. İnsanoğlu adı konulmamış bir kıyâmeti, helâk ve kaosu yaşıyor. Teknoloji ve Batı bilimi, insanın hem imanını, fıtratını, ahlâkını, kültürünü mahvediyor; hem de sağlığını. Eğer biz bilinçli olursak, bu maddeci bilimin zararında daha az etkilenir, gelecek nesillerin daha sağlıklı olmasına zemin hazırlarız. Bu konuda meyve ve sebzelere katılan hormonların büyük rolü vardır.
Hormon nedir? Hormon: Meyve ve sebzelerin büyümelerini sağlayan, bitkilerin ve ağaçların, yaprak sap ve meyvelerinde doğal olarak bulunan büyüme enzimleridir. Bilim ölçü tanımadan ilerleyince, bu enzimleri laboratuarda tesbit edip üretti. Katilistler de bunları, meyve büyütücü, salkım büyütücü, sebze büyütücü olarak piyasaya sürdü. Meyve ve bitkilerde doğal olarak bulunan auxin, cytokinin, absisik asit ve etilen bazlı maddeler sentetik olarak üretilip bitkilere, ağaçlara atılınca büyümeleri hızlanıyor. Bazı seralarda sebzelere çiçek açtırıcı, büyütücü, olgunlaştırıcı hormonlar kullanılmaktadır.
Beyaz üzümde kullanılan Ga hormonu yüzünden AB ile Türkiye’nin başı belâdadır. Hayatımızda birçok şey hormonlarla olur. Süt, hormonla olur. Armut hormonla sararır. Fakat bunlar insan eliyle sentetik yolla yapılırsa tehlikeli olur. Doğanın yapısı, fıtratı değiştirilmeye çalışılmış olur. Büyük bir fesat ve peşinden gelecek nice âfet ve hastalıklara, toplu ölümlere yol açılır. Her şeyi doğal seyrine bakmalıyız. Doğa zorlamaları, müdâhaleleri kabul etmiyor. Deli Dana olayında bu problem görüldü. Meyve ve sebzelere atılan hormonlar meyve ve sebzeyi dikeylemesine büyütür. Hormon sağlığa zararlıdır.
Hormonlu gıdalar nasıl bilinir? Dış görünüşlerinden zor bilinir. Çekirdeksiz beyaz üzüm normalde küçük taneli iken, hormonlusu büyükçe, uzunlamasına ve sıkçadır. Çekirdeksiz, içi vıcık vıcık olan domates hormonludur. İçi süngerimsi olan çekirdeksiz kabak, çekirdeksiz elma gibi ürünler hormonludur. Hormonsuz biber sert ve dayanıklıdır. Yerken kütür kütür ses çıkarır. Sera ürünlerine çok dikkat etmek gerekir. Hormonsuz ürün bulmak giderek hayli zorlaşmaktadır.
Fabrika atıkları, atık kimyasallar, zehirli gazlar suları ve toprağı zehirlemektedir. Zehirli toprakta yetişen bitkiler, sebze ve meyveler de insanı zehirlemektedir. Bütün bunların çözümü için İslâm’ın hâkim olduğu bir otorite/yönetim, Allah korkusuna dayanan İslâm ahlâkı gerekmektedir.
MEYVELERDEKİ İBRETLER
- 955 -
Bitkiler
Canlılar dünyasının en önemli gruplarından biri bitkiler, diğeri hayvanlardır. Fotosentezle Allah bitkilere kendi besinini kendisinin üretmesini programlamıştır. Kökü, gövdesi ve yaprakları olan üstün yapılı bitkiler bu özellikleriyle hayvanlardan kolayca ayırt edilebilir. Bununla birlikte, bitkilerle ya da hayvanlarla ortak özellikler taşıyan, ama gerçek anlamda ne bitki, ne de hayvan sayılabilen pek çok canlı da vardır; Mantarlar ve yosunlar gibi.
Bitkiler yeryüzünde hayatın ve yaşamanın anahtarıdır. Bitkiler olmasaydı, pek çok canlı organizma hayatını sürdüremezdi. Çünkü canlı yaratıkların çoğu, yaşam biçimleriyle, besinlerini doğrudan ya da dolaylı sağladıkları bitkilere bağımlıdırlar. Oysa, pek çok bitki, güneş ışığından yararlanarak besinlerini kendileri yapmaktadırlar.
Günümüzde karlarla kaplı dağların yamaçlarından tutun da, çorak çöllere kadar, her yerde, 250 milyona yakın çiçekli bitki türü yetişmektedir. Bu türlerin boyutları, ancak mikroskopla görülebilen bazı yaprakyosunları gibi çok küçük bitkilerden başlayıp California’nın kıyı sekoyaları gibi yaklaşık 90 metre boyundaki dev bitkilere kadar uzanır. Bitki türleri açısından dünyanın en zengin bölgesi olan, Kuzey Kutbu ile tropik iklim kuşağı arasındaki enlemlerde milyonlarca bitki türünün bulunduğu değerlendirilmektedir.
Bitkiler, sadece enerji vermesi için gıda olarak yenilmez; aynı zamanda şifâ vesilesi özelliklerinden dolayı da kullanılır. Şifâ amaçlı kullanım için bitkilerle ilgili bazı hususlara dikkat etmek gerekmektedir:
Bataklıkların, durgun sulu yerlerin, lağım akan dere kenarlarının, kimyasal gübre, kimyasal ilaç atılan yerlerin ve çöplüklerin bitkileri sağlığa zararlıdır. Dağın, temiz havalı yerlerin bitkileri faydalıdır. Köylerde hayvanların devamlı otlatıldığı çayırların bitkileri de zararlıdır.
Çörekotu, incir, zeytinyağı, bal hâriç hiçbir şeyi uzun süre her derde devâ diye kullanmamak gerekir. Zeytinyağı kolesterol yapmaz, fakat çok aşırı yenildiğinde zararlıdır. Çörekotunu, günde 4 gramdan fazla yemek zararlıdır. Balı fazla yemek (hele deli balı; deli bal öldürebilir) zararlıdır. Kullanılan aşırı antibiyotiklerden dolayı mikroplar, kısa sürede antibiyotiklere alışıyor. Bunun için bir bitkiyi 20 gün kullanıp başka bitkiye geçmek faydalıdır.
Bitkiler, eski tecrübelilere göre gün dönümünden önce toplanır. Kökünden yolunmadan toprak hizasından makasla kesilir. Kamuya ait bir otu toplarken, kökünden yolunup o bitkinin nesli tüketilmez. Isırgan gibi bitkilerin genç sürgünleri kesilir.
Sağlıklı beslenmek için bitkileri, sebzeleri ve meyveleri hamur işlerine ve yağlı yemeklere oranla daha çok ve sık yemeliyiz. Bitki, sebze ve meyveleri: Çay yaparak, çorba yaparak, ıspanak gibi kavurarak, borona yapılarak, mıhlama yapılarak, et yemeklerine katarak, salata yaparak, dolma sararak tüketebiliriz.
Ağaç ve İslâm’da Ağaçla İlgili Hususlar
Çiçeği, meyvesi ve diğer estetik özellikleriyle tarih boyunca insanların dikkatini çeken ağacın beşikten mezara kadar hayatın her safhasında kullanılması,
- 956 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ona karşı özel bir ilgi uyandırmıştır. İklimlere göre türlerinin farklı oluşu, her mevsim görünümünün değişmesi, özellikle kışın yapraklarını döküp baharda tekrar canlanması sebebiyle ölümden sonra yeniden hayata dönüşün sembolü gibi görülmüştür.
Eski Bâtıl Dinlerde Ağaç: Ağacı kutsallaştırma inancı eski kavim ve dinlerin hemen hepsinde rastlanan bir husustur ve günümüzde de görülmesine rağmen iptidâî devirlere ait bir inanç şeklidir. Ağaca kutsallık izâfe edilmesi zamanla bazı ağaçlara özel nitelikler yüklenmesine yol açmıştır. Meselâ selvi hayat ağacını, nar da ebediyeti ve cenneti temsil eder. Çam ise Noel ağacı, kutsal gece ağacı, yeni yıl ağacı diye kabul edilmiştir. Ağacın bütünü gibi dalları ve diğer bazı kısımları da çeşitli bakımlardan sembol kabul edilmiştir. Eski Romalılarda defne dalı zaferin, zeytin dalı barış ve mutluluğun, meşe yaprakları ise gücün sembolüdür. Kutsallık atfedilen ağaçlar semâvî ağaç, insanlık ağacı, hayat ağacı, bilgi ağacı gibi çeşitli adlarla anılmışlardır. Çeşitli mitolojilerde insanın kendisinden geldiği, ölümden sonra ruhların tekrar ona döndüğü bir hayat ağacı motifi bulunmaktadır.
Yahûdilikte de ağacın kutsallığı ve özel nitelikli ağaçlar fikri vardır. Hz. Âdem’in cennette karşılaştığı “bilgi ağacı” ile yine aynı hâdiseyle ilgili olarak zikredilen “hayat ağacı” bunlardandır. Hıristiyanlıkta, Hz. İsa’nın Kudüs’e girişini hatırlatmak üzere Paskalya’dan bir pazar önce dallar takdis edilmekte, çam ağacı ise Noel’in sembolü sayılmaktadır. Ayrıca Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği ağacın da büyük bir önemi vardır. Hıristiyanlığa göre bu, cennetteki hayat ağacından yapılmıştır; bu ağaç ölüleri diriltme özelliğine sahiptir.
İslâm’da Ağaç: Kur’ân-ı Kerim’de şecer ve şecera kelimesi hem ağaç, hem de genel olarak bitki anlamında olmak üzere 26 yerde geçmektedir. Bu anlamdaki kullanılış hadislerde de görülür.4235 Kur’an’da ayrıca hurma, nar, üzüm, incir ve zeytin gibi bazı ağaçlar ismen anılmakta, incir ve zeytin ağacı üzerine yemin etmektedir.4236 Yine Kur’an’da ağacın İlâhî lütuf ve kudretin eseri olarak yaratıldığı belirtilerek birçok canlının ağaç olmaksızın yaşayamayacağı gerçeğine dikkat çekilmiştir.4237 Ebû Hüreyre’nin rivâyet ettiği ve ilk oluşumun altı devirde meydana geldiğini anlatan hadise göre ağacın yaratılışı, yer kabuğunun ve dağların teşekkülünden sonra üçüncü devre rastlar. 4238
Göklerde ve yerde bulunan her şeyin, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve birçok insanın Allah’a secde ettiğini ifâde eden âyetlerin tefsirinde4239 ağaçların secdesi, Allah’ın irâdesi doğrultusunda kendi türlerinin gereğini yerine getirerek fonksiyonlarını îfâ etmeleri şeklinde yorumlanmıştır. Çeşitli hadislerde de ağacın zikir ve tesbihte bulunduğu,4240 ezanı duyduğu ve ve ezan okuyan hakkında hüsn-i şehâdette bulunacağı,4241 bir nevi haberleşme görevi yaptığı4242 ifâde edilir. Nitekim Müslim ve Ahmed bin Hanbel gibi bazı muhad4235]
Bk. Buhârî, Ezân 160
4236] Bk. 95/Tîn, 1
4237] Bk. 16/Nahl, 10-11; 27/Neml, 60
4238] Bk. Müslim, Münâfıkîn 27; krş. 41/Fussılet, 9-10
4239] Bk. 22/Hacc, 18; 55/Rahmân, 6
4240] Bk. Tirmizî, Hac 14; İbn Mâce, Menâsık 15
4241] Bk. İbn Mâce, Ezân 5
4242] Bk. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 32
MEYVELERDEKİ İBRETLER
- 957 -
dislerin rivâyet ettiği bir hadise göre kıyâmet kopmadan önce öyle bir zaman olacak ki müslümanlar yahûdilerle savaşacak ve onları yenecekler. Bu arada yahûdiler taş veya ağaçların arkasında gizlenecekler. Ancak bunlar arkalarında yahûdi bulunduğunu müslümanlara haber verecek; “yalnız ğarkad (sincan dikeninin büyüğüne benzer dikenli bitki), arkasındaki yahûdiyi saklayacak; çünkü o, yahûdi ağaçlarındandır.” 4243
Hz. Peygamber, ağaç motifini muhtelif ifâdelerinde teşbih unsuru olarak kullanmış, özellikle hurma ağacını övmüş, bu ağacın yapraklarını dökmediğini ve daima faydalı olduğunu hatırlatarak iyi ve hayırsever müslümanı bu ağaca benzetmiştir.4244 Bir gün birbirine yakın iki kabrin yanından geçerken durmuş ve bu kabirlerde yatanların bazı günahları sebebiyle azap görmekte olduklarını haber vererek yaş bir hurma dalı getirtmiş, onu ikiye ayırarak kabirlerin üzerine koymuş ve şöyle demiştir: “Belki bu dallar kuruyuncaya kadar azapları hafifletilir.”4245 Böylece ağaçların Allah’ı tesbih ettiği anlatılmak istenmiştir. 4246
Hz. Peygamber ağacın dikilmesine, yetiştirilmesine ve korunmasına büyük önem vermiş, bizzat kendisi de ağaç dikmiştir. Bir hadisinde en iyi sadakanın canlıya su vermek olduğunu belirtmiş,4247 bir diğerinde de şöyle demiştir: “Bir müslümanın diktiği ağaçtan insanların yedikleri, kuşların ve öteki hayvanların yedikleri, kısacası herhangi bir canlının o ağaçtan faydalandığı her şey onu dikip yetiştiren için makbul bir sadakadır.”4248 Muhaddisler, eserlerinde ağaç dikmenin, sulamanın, yetiştirmenin ve korumanın önemi hakkında çeşitli bölümler düzenlemişler, konuyla ilgili kavlî ve fiilî sünnetten örnekler vermişlerdir.
İslâm dininde insanların ve diğer canlıların sağlığı, beslenmesi, çeşitli geçim vâsıtalarının sağlanması için çok gerekli olan ağacın korunması, lüzumsuz yere kesilmemesi konusuna da önem verilmiştir. Mekke’nin “harem”inde bulunan ağaçların kesilmesi, bitkilerin koparılması Hz. İbrâhim’den itibaren yasaklanmıştır. Hz. Peygamber, Medine’de de belli sınırlar içinde bir harem tâyin etmiş, bu sınırlar içinde ağaç kesen ve uygunsuz davranışta bulunan kimseye, “Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti üzerine olsun!” diyerek bedduâda bulunmuştur.4249 Yine Rasûl-i Ekrem Tâiflilere yazdığı mektupta (emirnâme) şehrin ağaçlarının kesilmeyeceğini, belli koruluklarda avlanmanın yasaklandığını, bu yasakları çiğneyene ibret verici cezâların uygulanacağını belirtmiştir.
Ağacın Hz. Peygamber’in rivâyet edilen mûcizeleri açısından da ayrı bir önemi vardır. Siyer ve hadis kitaplarının kaydettiğine göre, özellikle peygamberliğinin yaklaştığı günlerde ve daha sonraki dönemlerde dolaştığı yerlerdeki ağaçlar onu, “Esselâmu aleyke yâ Rasûlallah!” diyerek selâmlıyorlardı.4250 Ayrıca mûcize kabîlinden bir ağacın yerinden ayrılarak Peygamber’in huzuruna geldiği, sonra da yerine döndüğü rivâyet edilir. 4251 Elbette, bu rivayetlerin sıhhati tartışılır.
4243] Müslim, Fiten 82; Ahmed bin Hanbel, Müsned III/67
4244] Bk. Buhârî, İlim 4-5; Ahmed bin Hanbel, Müsned III/426, V/31, 179
4245] Buhârî, Vudû 55-56; Müslim, Tahâret 111
4246] Bk. Nevevî, III/201-202
4247] Bk. Buhârî, Şirb 9; Ebû Dâvud, Zekât 41; İbn Mâce, Edeb 8
4248] Müslim, Müsâkat 7
4249] Buhârî, Medine 1; Ebû Dâvud, Menâsik 95, 99; Ahmed bin Hanbel, Müsned I/119
4250] Bk. İbn Hişâm, I/234-235; Tirmizî, Menâkıb 6
4251] Bk. İbn Mâce, Fiten 23
- 958 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Buna rağmen ağacın önemini göstermesi bakımından bu rivayetler önemlidir.
Kur’ân-ı Kerim’de cennet tasvir edilirken ağaçlardan, bunların sarmaş dolaş dallarından, yeşilliğinden, meyve ve gölgesinden bahsedilmiş, çeşitli hadislerde de cennet ağaçlarının bazı özellikleri hakkında bilgiler verilmiştir.4252 Yine bazı hadislerde mü’minlerin ruhlarının yeşil kuşlar görünümünde cennet ağacına tutundukları belirtilmiştir.4253 Ancak bu tasvir, kıyâmetin vukuundan ve fiilen cennete girmeden önceki âhiret hayatına dair olmalıdır.
Kur’an’da ağaçlardan elde edilen ve insan hayatı için büyük önem taşıyan meyvelere de temas edilerek bunların, Allah’ın kullarına birer ikrâmı olduğuna dikkat çekilmektedir. Bunun gibi ağaçların sağladığı gölgenin de önemli bir nimet ve imkân olduğuna işaret edilmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’de özel vasıflarıyla anılan, övgü veya yergi ile anlatılan belli ağaçlar da vardır. Tûr-ı Sina’da yetiştiği, zeytin ve zeytinyağı sağladığı bildirilen ağacın4254 zeytin ağacı olduğunda ittifak vardır. Tûr’da Hz. Mûsâ’ya nâzil olan vahiy bir ağaç vâsıtasıyla, yani ağaçtan seslenilerek gelmiştir.4255 Tefsirlerde bunun ne tür bir ağaç olduğu konusu tartışılmış ve unnâb, semûre-mugaylân dikeni, sincan dikeni veya Mûsâ ağacı, ulleyk (sarmaşık) veya böğürtlen olabileceği ileri sürülmüştür. 4256
Kur’an’da özellikle anılan ağaçlar şunlardır:
Şecere-i Ahdar: “Yeşil Ağaç” demek olup ilmi ve kudreti her şeye yeten Allah’ın bu ağaçtan ateş meydana getirdiği ve bunu insanların hizmetine verdiği belirtilir.4257 Müfessirler, şecere-i ahdarın çölde yetişen ve birbirine sürtüldüğü takdirde yaşken bile ateş çıkardığı bilinen merh ve afar ağacı olabileceğini belirtmişlerdir. Bazı çağdaş müfessirler bu tür âyetlerde elektriğin icadına da bir işaretin bulunduğu görüşündedirler. Şecere-i ahdarı mutlak mânâda ağaç, ağaç fosillerinden oluşan kömür olarak anlamak da mümkündür.
Şeceretu’l-Huld: “Ebediyet Ağacı” demektir. Kur’an’da Âdem ile Havvâ’nın bu ağaca yaklaşmaktan men edildikleri bildirilmekte,4258 ancak şeytanın, yasaklanan bu ağacı “ebedî hayat ve saltanatın kaynağı” şeklinde takdim ederek onların bu İlâhî yasağı çiğnemelerine sebep olduğu anlatılmaktadır.4259 Âdem ve Havvâ’dan kendisine yaklaşmamaları istenen ve bazı âyetlerde sadece “hâzihi’ş-şecerate (şu ağaç)” ibâresiyle geçen bu ağaç, dinî ve edebî literatürümüzde şecere-i memnûa (yasak ağaç) olarak da anılmaktadır.
Şecere-i Mel’ûne: “Lânetlenmiş Ağaç”. Bundan maksat zakkumdur.4260 (Zakkum ile ilgili aşağıda ayrıntılı bilgi verilecektir).
4252] Bk. İbn Kesir, II/252-263
4253] Bk. Tirmizî, Fezâilu’l-Cihâd 13; İbn Mâce, Cenâiz 4, Zühd 32
4254] Bk. 23/Mü’minûn, 20
4255] Bk. 28/Kasas, 30
4256] Bk. Elmalılı, V/3730
4257] Bk. 36/Yâsin, 79-81; 56/Vâkıa, 71-73
4258] Bk. 2/Bakara, 35; 7/A’râf, 19
4259] Bk. 20/Tâhâ, 120; krş. 7/A’râf, 20-22
4260] Bk. Buhârî, Tefsir 17/9
MEYVELERDEKİ İBRETLER
- 959 -
Şecere-i Mübâreke: “Allah göklerin ve yerin nûrudur…”4261 meâliyle başlayan âyette geçen “mübârek ağaç” terkîbi, aynı âyetin devamında zeytin diye açıklanmış ve bu özel zeytin ağacının ne doğuya ne de batıya nisbet edilemeyeceği, yağının yanmadığı halde bile çevresini aydınlattığı ifâde edilmiştir. Bu ağacın elektriği temsil ettiğini söylemek mümkündür. Bundan başka sözkonusu âyetteki “mübârek ağaç” tâbiriyle İslâm dini, nübüvvet müessesesi, Hz. İbrâhim gibi tarih boyunca insanlığın hidâyete ulaşmasında büyük önem taşıyan kurum veya kişiler kastedilmiş olabilir.
Şeceretü’r-Rıdvân: Hicretin altıncı yılında Hudeybiye Musâlahası’ndan önceki nâzik ve tehlikeli devrede müslümanların Hz. Peygamber’e ettikleri biata “bey’atu’r-rıdvân”, gölgesinde bu biatın yapıldığı ağaca da Allah’ın hoşnutluğuna lâyık bir olayın hâtırasını taşıması dolayısıyla “şeceretü’r-rıdvân” (hoşnutluk ağacı) denilmiştir.4262 Kaynaklar bu ağacı mugaylân türünden semûre ağacı olduğunu belirtmektedir. Bey’atü’r-rıdvânda hazır bulunan Müseyyeb bin Hazn’ın ifâdesine göre, biata iştirak eden sahâbîler bir yıl sonraki ziyaretleri sırasında yerini unuttukları için ağacı bulamamışlardır. Ancak müteâkip yıllarda şerceretü’r-rıdvan veya onun yerine başka bir ağaç ziyaret edilerek altında namaz kılınmaya başlanmış, durumu öğrenen Halife Ömer, zamanla kutsallaştırılacağı kaygısıyla bu ağacı kestirmiştir. 4263
Şecere-i Tayyibe, Şecere-i Habîse: Kur’ân-ı Kerim’de güzel söz (kelime-i tayyibe) iyi ağaca, kötü söz (kelime-i habîse) de kötü ağaca benzetilmiştir.4264 Bu âyetlerde “güzel söz” ve “kötü söz”den ne kastedildiği hakkında bilgi verilmemekle beraber, iyi ve kötü ağaç tasvir edilmektedir. Buna göre iyi ağaç (şecere-i tayyibe), kökü sağlam, göğe doğru dal budak salmış ve her mevsim meyve veren ağaçtır. Kötü ağaç ise köksüz, kolayca koparılabilen kısa ömürlü bir bitkidir. Müfessirler, bu âyetteki “güzel söz”ü kelime-i tevhid, iman veya mü’minin kendisi diye yorumlamışlardır. Çoğunluğun kabul ettiği birinci yoruma göre güzel ağacın kökü mü’minin kalbi, gövdesi imanın kendisi, dalları da mü’minin gerçekleştirdiği sâlih/iyi amellerdir. “Kötü söz” ise şirk ve küfür/inkârdır. Bu, köksüz, kararsız, faydasız bir bitkiye benzer ki böyle bir bitkinin varlığıyla yokluğu birdir.
Yaktîn Ağacı: Kur’an’da Hz. Yûnus’un denizden hasta olarak karaya çıkarıldığı sırada çevresinde yaktîn türünden bir bitki bitirildiği ve vücudunun onunla örtüldüğü ifâde edilir. 4265 Kaynaklar yaktînin hızla gelişip dal budak salan, yaprakları büyük, gövdesiz, kabak türünden bir bitki olduğunu kaydeder. 4266
Tûbâ Ağacı: “Güzellik, iyilik, huzur ve rahatlık, göz aydınlığı”, ayrıca “en güzel, en hayırlı” mânâlarına gelen tûbâ, Kur’ân-ı Kerim’de iman ve sâlih/iyi amel sahiplerine vaad edilmiştir.4267 Râğıb el-İsfahânî, bunun cennetteki her türlü nimet, ölümsüz hayat, zevâli bulunmayan şeref ve yücelik, sürekli zenginlik anlamlarına gelebileceğini kaydeder. Bazı müfessirler de tûbânın cennetteki bir
4261] 24/Nûr, 35
4262] Bk. 48/Fetih, 18
4263] Bk. Buhârî, Megâzî 35
4264] Bk. 14/İbrâhim, 24, 26
4265] Bk. 37/Sâffât, 145-146
4266] Osman Cilacı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 421
4267] Bk. 13/Ra’d, 29
- 960 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ağacın adı olduğunu belirtmişlerdir.4268 Ahmed bin Hanbel’in rivâyet ettiği bir hadise göre Hz. Peygamber’e tûbânın dünya ağaçlarından hangisine benzediği sorulmuş, o da hiçbir ine benzemediğini ifâde etmiştir. 4269
Tûbâ kelimesi, lûgatta "tayyib" kelimesinden türemiş, en güzel, en hoş, en iyi gibi anlamlarında bir ism-i tafdildir. Aslı "tuyba" idi; "ya" harfi, öncesinde yer alan zammeden (ötreden) ötürü "vav" harfine çevrilmiştir. Araplar "tûbâ leke" derler. Yani "ne mutlu sana!"
"İman edip güzel amel işleyenler için Tûbâ ve dönüp gidecek güzel yurt vardır."4270 ayetinde geçen "tûbâ" hakkında İbn Abbas'tan iki rivâyet vardır: Birisi Cennet veya Cennette bir ağaç. Müfessir Kurtubî, Tûbâ'nın Cennette bir ağaç olduğu görüşünü tercih eder ve: "Sahih olan görüş, Tûbâ'nın bir ağaç olduğudur" der.4271 Zira Süheylî'nin zikrettiği gibi, Utbe İbn Abd es-Sülemî'den rivâyet edilen merfü bir hadis vardır: "Tûbâ diye adlandırılan ağaç ne iyi ağaçtır!" "Tûbâ" ile ilgili olarak imam Ahmed'in Ebû Saîd el-Hudrî'den rivâyet ettiği mevzu bir hadis de şöyledir: "Tûbâ, Cennette bir ağaçtır. Uzunluğu yüz yıldır. Cennet ehlinin elbisesi onun çiçek kapçıklarındandır." Buharî ve Müslim, Sehl İbn Sa'd'dan rivâyet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Cennette bir ağaç vardır ki, bir binici gölgesinde yüz yıl yürür de o gölgenin sonuna erişemez" Bir rivâyete göre “süratle koşan at binicisi” olarak geçer. Bundan maksat, o ağacın büyüklüğünü belirtmektir.
Mezkûr ayette geçen Tûbâ'ya güzellik, hayır anlamını verenler de olmuştur. Saîd İbn Cübeyr'den gelen bir rivâyete göre Tûbâ'nın Hintçe Cennet'in adı olduğu da söylenmiştir.
Tûbâ'nın Cennet'te bir ağaç olması hususu, Allah'ın sonsuz ihsânına ve kudretine hiçbir halel getirmez. Çünkü Nesâî dışında bir muhaddis topluluğunun Ebû Hureyre'den tahric ettikleri bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: "Cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir insanın aklına gelmeyeceği şeyler (nimetler) vardır." 4272
Yine İbn Abbas'tan, Ebû Hureyre'den ve birçok seleften gelen bir rivâyete göre, Tûbâ, Cennetteki bir ağacın adıdır. Cennetteki her evde bu ağacın bir dalı mevcuttur. 4273
Hadis-i şeriflerde geçen Tûbâ ağacı ile ilgili özellikler Allah'ın sonsuz kudretine delâlet eder. Buna iman, bolca sevabı gerektiren gaybe iman kapsamına girer. 4274
Zakkum Ağacı: Cehennemde biten ve cehennem halkının gıdası olacağı haber verilen ağaçtır. Kur’an’ın tasvirine göre tomurcukları şeytanların başına benzer. Cehennem halkı bu ağacın meyvesiyle karınlarını doyurmak zorunda
4268] Bk. Taberî, 23/98-101; Râzî, 29/50
4269] Bk. Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/183-184
4270] 13/Ra'd, 29
4271] Kurtubî Tefsiri, IX, 317
4272] Vehbe ez-Zuhaylî, el-Tefsiru'l-Munir, Beyrut, 1411/1991, XIII, 166
4273] İbn Kesir, Tefsîru'l-Kur'ani'l-Azîm, İstanbul 1985, IV, 376-378
4274] et-Tâc, Daru ihyai't-Turasi'l-Arabi, Beyrut 1382/1962, II. Baskı, V, 407; Bekir Topaloğlu, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 456-459
MEYVELERDEKİ İBRETLER
- 961 -
kalacaklar, ancak bu şeyler karınlarında erimiş madenler gibi kaynayacaktır. Sonra suya kanmayan hastalar gibi devamlı kaynar su içeceklerdir. 4275
Zakkum; meyvesi acı bir cins ağaçtır, ağu ağacı, cehennemde bitip acı meyvesi cehennemliklere yedirilecek ağaç demektir. Arap dilindeki adı "Şeceretü'z-zakkûm"dur. Türkçe "zokum" olarak da telâffuz edilen Zakkum (zıkkım), halk dilinde "çok acı, zehir zemberek", "zehir zıkkım" vb. anlam ve deyimlerle günlük hayatımızda da kullanılmaktadır. Yine Arap dilinde kelimenin aslı olan "ez-Zakm", yemek, içmek, oburca yemek ve yutmak anlamlarına geldiği gibi "Hurma ve kaymaktan yapılan yiyecek, zehirli, tehlikeli yiyecek" mânâlarına da gelmektedir. 4276
Zambakgiller (Apocynaceae) familyasından olan Zakkum (Lat. Nerium oleander), Batı'da, güney Portekiz'den başlayarak bütün Akdeniz sahilleri boyunca Suriye'de, batı ve güney Anadolu'nun dere yataklarında yetişir. Ekseriyetle 2-3, bazen 5 m.'ye ulaşan, kışın yaprak dökmeyen sık dallı bir bitkidir. Düşük dozlarda kalb kuvvetlendirici olarak kullanılır, idrar söktürücü özelliği vardır.4277 Yazın çiçeklenen ve uzun bir çiçeklenme devresine sahip olan Zakkum'un meyvesi bakla şeklindedir. Zehirli olduğundan insan ve hayvanlar için tehlikelidir, süs bitkisi olarak saksılarda da yetiştirilir.
Kur'ân-ı Kerîm'in dört sûresinde toplam 15 âyette4278 zakkumdan bahsedilmekte, zakkûm kelimesi 3 âyette geçmektedir. 4279
Allah Teâlâ zakkumun ismini zikrederek şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz zakkum ağacı günahkârların cehennemdeki yiyecekleridir. Zakkum ağacı erimiş maden gibidir. İnsanların karnında tıpkı sıcak suyun kaynaması gibi kaynar." 4280; "İkram olarak bu mu daha hayırlıdır, yoksa zakkum ağacı mı? Şüphesiz Biz onu, zâlimler için bir belâ kıldık. O, Cehennemin dibinden çıkan bir ağaçtır. Onun tomurcukları şeytanların başları gibidir. Cehennemlikler bunlardan yerler ve karınlarını bunlarla doyururlar. Sonra onlara, zakkum ağacının üzerine içecekleri, kaynar su karıştırılmış içkiler verilir." 4281; "Sonra siz, ey doğru yoldan sapan ve hakkı yalanlayanlar! Siz, Cehennemde mutlaka zakkum ağacından yiyeceksiniz. Karınlarınızı onunla dolduracaksınız. Üzerine de susuz devenin içişi gibi kaynar su içeceksiniz." 4282
Açıkça ismi geçmemekle beraber İsrâ Sûresinin 60. âyetindeki, “...Ve Kur'ân'da lânet edilen ağacı Biz ancak insanlara bir fitne yaptık..." cümlesinde yer alan "lânet edilen ağaç'ın Zakkum olduğunu savunan müfessirler vardır.4283 Âyet-i kerîmedeki lânet, genellikle bu ağaçtan yiyecek kâfirlere lânet mânâsına geldiği gibi, Arapların zararlı ve hoşlanılmayan yiyecekler için "mel'un" demelerine de bir işaret vardır.4284 Bu ağaca lânetli denmesinin bir diğer sebebi, cehennemliklerin onu
4275] Bk. 37/Sâffât, 62-67; 44/Duhân, 43-46; 56/Vâkıa, 51-55
4276] İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, Beyrut, 1968, XII, 268
4277] Pars Tuğlacı, Okyanus, İstanbul, 1974, III, 3080
4278] 17/İsrâ, 60; 37/Sâffât, 62-67; 44/Duhân, 43-46; 56/Vâkıa, 51-55
4279] 37/Sâffât, 62; 44/Duhân, 43; 56/Vâkıa, 52
4280] 44/Duhân, 43-46
4281] 37/Sâffât, 62-67
4282] 56/Vâkıa, 51-55
4283] İbn Tefsir, Beyrut 1966, IV, 324; Fahruddin er-Râzi, Mefâtihu'l-Gayb, İstanbul, 1307, V, 609
4284] İA., İstanbul 1988, XXX, 506
- 962 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah'tan bir rahmet olarak değil, lânetlenmelerinin bir sembolü olarak yemeleridir. Lânetlenen insanlar bundan yiyecek ve daha çok acı çekeceklerdir. 4285
Zakkum, dindeki kullanılışı dışında zehirli ve öldüren yiyecek mânâsını da ifâde eder. Kur'ân-ı Kerîm Zakkum'u genellikle "Cehennem halkına eziyet çektiren yiyecek" olarak açıklamıştır. Ahmed b. Hanbel'in İbn Abbas'tan naklettiği, "Cehennem Zakkumundan bir damla yeryüzüne damlatılmış olsa, insanların hayatını zehir ederdi" hadisi Cehennem Zakkumunun ne derece zehirli bir yiyecek olduğunu açıklamaktadır. 4286
Kur’ân-ı Kerim’de Meyve ve Bitkiler
İnsan, Allah’ın kendisi için biçtiği ve dayayıp döşediği şu evrende hayatını sürdürmek zorunda olan bir varlıktır. Onun yaratıldığı şu dünyada var olan canlı-cansız, bitki-hayvan her şey insan içindir. İnsanın onlarsız yaşaması düşünülemez. İşte bu yüzden insanın birlikte ve iç içe yaşadığı bitkiler ve hayvanlar insanın konuşma dilinde de önemli bir yer tutmaktadır. İnsana, insan diliyle hitap eden Kur’an da, insanın bitki ve hayvanlarla olan bu birlikteliğine ve insan hayatındaki önemine dikkat çekmek için sık sık onlardan bahseder. Bitkilerden bahseden onlarca âyetten birkaçı şöyledir:
“Tatları çeşitli ekin ve hurmaları, zeytin ve narı -birbirine benzer ve benzemez şekilde- yaratan O’dur. Ürün verdiği zaman ürününüzden yiyin. Devşirildiği ve biçildiği gün de hakkını verin, israf etmeyin.” 4287
“Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden içki, şıra ve güzel rızık elde edersiniz.” 4288
“O, gökten su indirendir. Her bitkiyi onunla bitirdik, ondan bitirdiğimiz yeşilden yığın yığın daneler, hurmaların tomurcuklarından sarkan salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar çıkardık.” 4289
“Ey Mûsâ! Bir çeşit yemeğe dayanamayacağız, bizim için Rabbine yalvar, bize yerin bitirdiği sebze, hıyar, sarımsak, mercimek ve soğan yetiştirsin’ demiştiniz.” 4290
“İncir ve zeytine andolsun.” 4291
Görüldüğü kadarıyla Kur’an’da ekin, hurma, zeytin, nar, üzüm, sebze, hıyar, sarımsak, mercimek, soğan ve incir gibi yiyeceklerin adları zikredilmektedir. Zikredilen bu meyve ve sebzeler, gerek karbonhidrat ve gerekse vitamin yönünden zengin olan gıda maddeleridir.
Kur’an’ın ekin olarak tanımladığı şey, tahıllar, özellikle buğdaydır. Kur’an’da buna işaret eden bir âyet de bulunmaktadır. Bakara sûresi 261. âyetinde “habbe” kelimesi geçmektedir. Habbe, tahıl dânelerine verilen bir ad ise de, özellikle buğday dânesine verilen bir isimdir. Bu nedenle, tahıl denilince akla ilk gelen
4285] Mevdûdi, Tefhîmu'l-Kur’an, İstanbul 1986, III, 3
4286] el-Müsned, Kahire 1313, I, 301; Abdulbaki Turan, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 226
4287] 6/En’âm, 141
4288] 16/Nahl, 67
4289] 6/En’âm, 99
4290] 2/Bakara, 61
4291] 95/Tîn, 1
MEYVELERDEKİ İBRETLER
- 963 -
buğday olmaktadır. Gerçekten de buğday, Orta Doğu menşe’lidir. Buğday, bir yandan Akdeniz ve Avrupa’ya, bir yandan da Rusya’ya yayılmıştır. Tahıllar, karbonhidratlı gıda maddelerinden sayılmaktadır.
Kur’an’da zikredilen soğan, sarımsak ve mercimeğin besin değerleri tartışmasız kabul edilmekte, özellikle sarımsağın ve soğanın faydaları üzerinde önemle durulmaktadır.
Meyvelerden özellikle üzüm, hurma ve narın faydaları sayılamayacak kadar çoktur. Bu meyveler, vitaminler açısından çok zengindirler. Bitkisel yağlar içinde ise zeytinyağı ve çiçek yağının yeri küçümsenemeyecek kadar büyüktür. Kur’an bu yağ çeşitleri arasında özellikle bitkisel bir yağ olan zeytinyağından bahsetmiş ve şöyle demiştir: “Onunla (su ile) içinde yediğiniz birçok meyveler bulunan hurmalık ve üzüm bağları, Tûr-ı Sina’da ve yiyenlere yağ ve katık veren zeytin ağacı var ettik.”4292 Zeytin, mükemmel bir besin maddesi olduğu kadar mükemmel bir yağ kaynağıdır da. Bu yüzden de eski çağlardan beri insanlar tarafından hem yağ, hem de katık olarak kullanılmaktadır. 4293
Kur’an’da Geçen Meyve ve Bitkiler
Şu meyve ve bitkiler Kur’an’da yer almaktadır:
a) Meyve anlamına fâkihe, semer(a) ve kutûf kelimeleri (çoğullarıyla birlikte) Kur’ân-ı Kerim’de toplam 38 yerde geçer. Bitki anlamındaki nebât kelimesi toplam 9 yerde kullanılır. Ekin anlamına gelen zer’ ve çoğulu zurû’ kelimeleri toplam 10 yerde; ağaç anlamına gelen şecer(a) kelimesi ise toplam 26 yerde zikredilir.
Hurma ve hurma ağacı anlamındaki nahl, nahîl ve nahle kelimeleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam 20 yerde kullanılır.
Üzüm anlamındaki ıneb ve çoğulu a’nâb kelimeleri toplam 11 yerde,
Zeytin anlamındaki zeytûn kelimesi toplam 6 yerde,
Nar anlamındaki rummân kelimesi toplam 3 yerde,
Kiraz (Arabistan kirazı) anlamına gelen sidr kelimesi, toplam 2 yerde,
Muz anlamına gelen talh kelimesi 1 yerde,
İncir anlamına gelen tîn kelimesi de 1 yerde zikredilir.
ı) Cehennemdeki acı bir meyve adı olan zakkum kelimesi de Kur’an’da toplam 3 yerde kullanılır.
Meyvelerin dışında, sebze ve bitkilerden de şunlar zikredilir:
Sebze anlamına gelen bakl ve kazb kelimeleri 1’er yerde zikredilir.
Soğan anlamına gelen besal kelimesi 1 yerde,
Yonca, çayır anlamına gelen ebb 1 yerde; ot, bitki anlamındaki nebat kelimesi 9 yerde; yine ot anlamındaki necm kelimesi 1 yerde; ot, yeşillik anlamında
4292] 23/Mü’minûn, 20
4293] Celal Kırca, Kur’ân ve Fen Bilimleri, s. 292-294
- 964 -
KUR’AN KAVRAMLARI
merâ kelimesi 2 yerde; yeşillik anlamında hadır kelimesi de 1 yerde olmak üzere ot ve bitki anlamındaki kelimeler toplam 14 yerde,
Dâne anlamında habbe 9, buğday başağı anlamına gelen sünbül ve çoğulları toplam 5, ekin anlamına gelen zer’ ve çoğulu zurû’ 11, ekin yaprağı anlamına gelen asf kelimesi de toplam 2 defa olmak üzere tümü 27 yerde,
Çekirdek anlamına gelen nakîr 2 yerde, nevâ ve kıtmîr kelimeleri de 1’er yerde,
Yaprak anlamına gelen verak ve veraka kelimeleri 3 yerde,
Gül anlamındaki verde kelimesi 1 yerde,
ö) Kabak anlamındaki yaktîn kelimesi 1 yerde,
Bir baharat çeşidi olan zencefil anlamındaki zencebîl 1 yerde,
Güzel kokulu bitki olan rayhân kelimesi 2 yerde,
Dikensiz ağaç veya erak/ılgın ağacı anlamına gelen hamt kelimesi 1 yerde,
Kokulu kâfur ağacı anlamındaki kâfûr kelimesi 1 yerde,
ş) Hıyar, acur anlamındaki kıssâ kelimesi 1 yerde,
Sarımsak anlamındaki fûm kelimesi 1 yerde,
Mercimek anlamındaki ades kelimesi 1 yerde zikredilir.
Bunların yanında, benzer yiyeceklerden:
ü) Kudret helvası anlamında menn kelimesi 3 yerde,
Tuz anlamındaki milh kelimesi, 2 yerde,
Et anlamındaki lahm ve çoğulu 12 yerde,
Süt anlamında leben kelimesi 2 yerde,
Bal anlamındaki asel kelimesi 1 yerde zikredilir.
Kötü kokulu bir cehennem dikeni anlamında darî’ kelimesi 1 yerde kullanılır.
Kur’an’da tekrar edilen bazı kelimeler arasında da ayrı bir mûcizevî uyum vardır. Konumuzla ilgili olarak; Kur’an’da ağaç anlamına gelen şecer kalimesi türevleriyle birlikte 26 defa geçer. Bitki anlamına gelen nebat kelimesi de türevleriyle eşit sayıda 26 defa geçer. Kur’an’da toprağa ürün ekilmesini ifâde eden “haresât” kelimesi 14 defa geçer. Bu ürünlerin büyümesini, yerden bitmesini ifâde eden “ziraat” yani “zer’” kelimesi ve türevleri de 14 defa geçer.
Kur’an’da meyvelerden, Kur’an’ın ilk muhâtaplarının en fazla tanıyıp yararlandığı hurma, üzüm ve zeytinin adı en çok geçmektedir. Sebzegillerden de yine en çok Kur’an’ın ilk muhâtaplarının en fazla yararlandığı hubûbât, kabak, mercimek, salatalık, sarımsak ve soğan kelimeleri zikredilmektedir. Genel bitki adlarından da yine ilk muhâtapların kendilerini ve hayvanlarını en çok ilgilendiren meyve, ağaç ve ot en çok kullanılmaktadır.
Kur’an’da adları geçen bitkiler listesi incelendiğinde şu sonuçları elde
MEYVELERDEKİ İBRETLER
- 965 -
etmemiz mümkündür: Kur’an genel olarak meyve, sebze, ağaç ve ottan bahseder. Bunlar, insanların en çok yararlandığı bitkiler olarak kullara, Allah tarafından bir nimet nimetin hatırlatılması olarak kullanılır. Gerçekten de bitkilerin insan hayatındaki yeri tartışılmazdır. İnsan çok yönlü olarak bitkilerden yararlanır ve onlarla içli dışlı bir hayat sürdürür. Bitkiler, hem insanın beslenme ihtiyacını gidermesinde önemli bir yer tutarlar, hem de onun sağlıklı bir hayat sürmesine katkı sağlarlar. Aynı zamanda bitkiler, evrenin en güzel süsleridir. Bu yüzden olacak ki, âhiretin güzel yurduna da bol bol ve sık ağaçlı anlamında cennet denilmiş ve iman eden kişi, hem bol ve sık ağaçlı dünya bahçelerine ve hem de ebedî bahçeler olan cennete tâlip olmuştur. Zaten insan, dünyada olduğu gibi, âhirette de bitkilerle birlikte yaşayacaktır.
Kur’an’da meyvelerden en fazla hurma ve üzüm anılmaktadır. Bu iki meyvenin, hem Kur’an’ın ilk muhâtapları ve sıcak mevsimin insanları olan Arapların hayatında, hem de tüm coğrafyalarda yaşayan diğer insanların hayatında önemi büyüktür. Bu meyveleri zeytin, nar, kiraz, muz ve incir izlemektedir. Hurma ve üzüm, Kur’an’ın ilk muhâtaplarının yaşadığı Hicaz bölgesinde bolca yetişen ve bölge insanının çokça tükettiği iki üründür. Anayurdu Filistin olan zeytin de, Taif çevresinde yetişen, Arapların yeme için ve ışığından yararlanmak amacıyla yağını büyük ölçüde tükettikleri bir bitkidir. Fakat Kur’an’da geçen bu ürünler yalnızca Hicaz bölgesi insanını değil, tüm insanlığı yakından ilgilendiren çok önemli bitki türleridir.
Sebzelerden ise, ilk sırayı buğdaygiller almaktadır. Onu mercimek, soğan, sarımsak, salatalık ve kabak izlemektedir. Kur’an’da anılan bu sebze ve meyveler, hemen herkesin bildiği ve bolca yararlandığı bitkilerdir. Yine Kur’an’da gül, kâfur, zencefil ve reyhan gibi baharat çeşitleri de geçmektedir. Dünya bitkileri yanında cehennem dikeni, zakkum gibi acı ve zehirli bitkiler de, Kur’an’da yer almaktadır. Çeşitli meyve, sebze ve diğer bitki çeşitlerinin Kur’an’da anılması, anlatıma canlılık kazandırmış ve onu renklendirmiştir. Adı geçen bitkilerden tîn (incir) bir Kur’an sûresine 4294 ad olmuştur. Bu da, bu bitkinin önemini ortaya koymaktadır. 4295
Yukarıda sayılan meyve, sebze ve bitkilerden başka Kur’ân-ı Kerim’de gıda cinsinden et,4296 balık,4297 süt4298 gibi proteini bol yiyeceklerden ve kendisinde şifâ olduğu belirtilen arıların karnından çıkan şerbetten, yani baldan4299 bahsedilir. Kur’an’da zikredilen bu gıda maddeleri, insan sağlığı için lüzumlu protein, karbonhidrat ve yağlara sahip olan gıda maddeleridir. Kur’an’da bu gıda maddelerinin zikredilmesi, insanların bunlara dikkatlerini çekmek ve bu yiyeceklere olan ihtiyaçlarını belirtmek içindir. Çağımızdaki beslenme uzmanları da aynı şeyleri söylemekte, bu ürünlerin insan sağlığını korumada ve dengeli beslenmede faydalarını belirtmektedirler.
“Sizi bulutla gölgeledik, size kudret helvası ve bıldırcın (kebabı) indirdik ve ‘verdiğimiz
4294] 95. sûre -Tîn-
4295] Ali Akpınar, Kur’an Coğrafyası, Fecr Y., s. 45-50
4296] 2/Bakara, 57; 11/Hûd, 69; 36/Yâsin, 71-72
4297] 35/Fâtır, 12; 18/Kehf, 61-63
4298] 16/Nahl, 66; 36/Yâsin, 73
4299] 16/Nahl, 69
- 966 -
KUR’AN KAVRAMLARI
güzel/temiz rızıklardan (nimetlerden) yiyin’ dedik. Gerçekte onlar sadece kendilerine zulüm/kötülük ediyorlardı." 4300
“Ey Mûsâ! Bir çeşit yemeğe dayanamayacağız, bizim için Rabbine yalvar, bize yerin bitirdiği sebze, hıyar, sarımsak, mercimek ve soğan yetiştirsin’ demiştiniz.” 4301
“Ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helâl şeylerden yiyin.” 4302
"Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, hiç kimseye saldırmadan ve sınırı aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur." 4303
"Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın ve sınırı aşmayın. Allah sınırı aşanları sevmez." 4304
"Allah'ın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin ve kendisine iman etmiş bulunduğunuz Allah'tan korkun." 4305
“O, gökten su indirendir. Her bitkiyi onunla bitirdik, ondan bitirdiğimiz yeşilden yığın yığın daneler, hurmaların tomurcuklarından sarkan salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar çıkardık.” 4306
“Tatları çeşitli ekin ve hurmaları, zeytin ve narı -birbirine benzer ve benzemez şekilde- yaratan O’dur. Ürün verdiği zaman ürününüzden yiyin. Devşirildiği ve biçildiği gün de hakkını verin, israf etmeyin.” 4307
“Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde zînetli elbiselerinizi giyin; yiyin, için, fakat israf etmeyin; Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” 4308
“De ki: Allah’ın, kulları için çıkardığı (yarattığı) zîneti/süsü ve güzel rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında (kâfirlerle birlikte) mü’minlerindir. Kıyâmet gününde ise yalnız mü’minlerindir. İşte, bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.” 4309
“Gökten suyu indiren O’dur. O sudan size hem içecekler vardır, hem de ondan ağaç (ve bitki) meydana gelir ve orada hayvanlarınızı otlatırsınız. (Allah) Su sâyesinde sizin için ekinler, zeytinler, hurmalar, üzümler ve diğer meyvelerin hepsinden bitirir. İşte bunlarda tefekkür edip düşünen bir toplum için büyük bir ibret vardır.” 4310
“Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden içki, şıra ve güzel rızık elde edersiniz.” 4311
“Onunla (su ile) içinde yediğiniz birçok meyveler bulunan hurmalık ve üzüm bağları,
4300] 2/Bakara, 57
4301] 2/Bakara, 61
4302] 2/Bakara, 168
4303] 2/Bakara, 173
4304] 5/Mâide, 87
4305] 5/Mâide, 88
4306] 6/En’âm, 99
4307] 6/En’âm, 141
4308] 7/A’râf, 31
4309] 7/A’râf, 32
4310] 16/Nahl, 10-11
4311] 16/Nahl, 67
MEYVELERDEKİ İBRETLER
- 967 -
Tûr-ı Sina’da yiyenlere yağ ve katık veren zeytin ağacı var ettik.” 4312
“Yeryüzüne bakmadılar mı ki, orada her güzel çiftten nice bitkiler yetiştirmişiz. Şüphesiz bunlarda (Allah’ın kudretine) birer âyet/nişâne vardır; ama çoğu iman etmezler.” 4313
“Bitkiler ve ağaçlar (Allah’a) secde ederler.” 4314
“Allah yeryüzünü mahlûkat için koymuştur (mahlûkatın hizmetine uygun hale getirmiştir). Orada meyveler ve salkımlı hurma ağaçları vardır. Yapraklı dâneler ve hoş kokulu bitkiler vardır.” 4315
“Biz suyu iyice döktük. Sonra toprağı güzelce yardık da, Orada bitirdik dâne, Üzüm, yonca, Zeytin, hurma, İri ve gür bahçeler, Meyve ve çayır; Sizin ve hayvanlarınızın geçimi için.” 4316
“İncir ve zeytine andolsun.” 4317
Kur’an’da Vurgulanan Meyvelerden; Hurma, Üzüm, İncir, Zeytin ve Bal
Hurma:
Hurma ve hurma ağacı anlamındaki nahl, nahîl ve nahle kelimeleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam 20 yerde geçer. Çeşitli vesilelerle hurma ağaçları, hurma bahçeleri ve hurma meyvesi; herkesin sahip olmayı arzuladığı, kaybetmeyi istemediği birer servet ve rızık niteliğiyle sayılmakta, bunların aynı kökten çıkmış çatallı, çatalsız şekilleri ve farklı özellikleri üzerinde akıl sahiplerinin düşünüp ibret alması gerektiği bildirilmekte, hurmadan yemenin yanında içecek4318 yaparak da faydalanıldığı hatırlatılmakta,4319 ağacının güzelliği “birbirine girmiş, küme küme tomurcukları olan uzun boylu, salkımlı ağaçlar” şeklinde tanımlanmakta,4320 hurmanın Allah’ın hem dünyadaki hem de cennetteki nimetlerinin arasında yer aldığı4321 belirtilmekte ve Âd kavminin helâki rüzgârla sökülmüş veya içi boşaltılmış hurma kütüklerinin düşüşüne benzetilmektedir.4322 Meryem kıssasında onun Hz. İsa’yı bir hurma ağacının altında dünyaya getirdiği, kendisine ağacı silkelemesinin ve üzerine dökülen taze hurmadan yemesinin vahyedildiği anlatılmaktadır.4323 Bazı müfessirlere göre, Hz. Meryem’in rahatlaması ve Allah’ın yardımı konusunda endişe duymaması için, mevsim kış ve altına sığındığı hurma ağacı kuru olduğu halde kendisine bu ağaçtan taze hurma sunulmuştur.4324 Zehebî, Hz. Meryem’e hurma sunulmasını onun en üstün gıda maddesi oluşuna bir işaret
4312] 23/Mü’minûn, 20
4313] 26/Şuarâ, 7-8
4314] 55/Rahmân, 6
4315] 55/Rahmân, 10-13
4316] 80/Abese, 26-32
4317] 95/Tîn, 1
4318] 2/Bakara, 266; 13/Ra’d, 4; 36/Yâsin, 34
4319] 16/Nahl, 67
4320] 26/Şuarâ, 148; 50/Kaf, 10; 55/Rahmân, 11
4321] 55/Rahmân, 11, 68
4322] 54/Kamer, 20; 69/Haakka, 7
4323] 19/Meryem, 23, 25
4324] Kadı Beydavi, IV/154
- 968 -
KUR’AN KAVRAMLARI
saymaktadır. 4325
Arabistan’ın başlıca bitkisini teşkil eden hurma, hem ağacı hem meyvesiyle Hz. Peygamber’in ve ashâbının hayatında önemli bir yer tutmuştur. Ağacın gövdesi Mescid-i Nebevî’nin ve hâne-i saâdet odalarının yapımında direk, yaprakları tavan örtüsü4326 ve yapraksız dalları da Kur’ân-ı Kerim’in yazılışında malzeme olarak kullanılmıştır.4327 Rasûl-i Ekrem gibi sahâbîlerin de çoğunun fakirliklerinden dolayı evlerindeki yaygılar hurma liflerinden dokunmuştu.4328 Hurma lifi, yataklar için dolgu maddesi olarak da kullanılmıştır. Rasûlullah’ın yatağı da bu şekilde yapılmıştı. Bir gün Hz. Peygamber’e hurma ağacının tepe kısmındaki tomurcuklardan çıkan ve süte benzeyen hurma özü (cümmâr) ikram edilmiş, o da bu vesileyle hurmanın değerini belirtmek için aralarında Hz. Ebû Bekir ve Ömer’in de bulunduğu çevresindeki sahâbîlere hurmanın özellikleri itibarıyla mü’mine benzeyen bir ağaç olduğunu söylemiştir.4329 Yine kendisine bir tabak yaş hurma ikram edildiği bir gün, “güzel bir sözün kökü yerde, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzediğini ve o ağacın Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verdiğini” ifâde eden âyeti4330 okuduktan sonra sözkonusu ağaçla hurmanın kastedildiğini söylediği belirtilmektedir.4331 Hurmanın gıda değerine işaret eden Rasûl-i Ekrem, içinde kuru hurma (temr) bulunan hâne halkının aç kalmayacağını,4332 bazı rivâyetlerde de içinde kuru hurma bulunmayan ev halkının aç olduğunu4333 belirtmiştir. Hurmanın önemini dile getiren bu gibi hadislerin yanında, çeşitli kitaplarda onun değeriyle ilgili güvenilmeyecek kadar zayıf bazı rivâyetler de yer almıştır. En güvenilir kaynaklarda Hz. Peygamber ve ailesinin maddî imkânsızlık sebebiyle iki ay boyunca yalnız hurma ve su ile yaşadığı belirtilmiştir.4334 Bir günde iki öğün yemek yedikleri takdirde ise bunlardan birinin mutlaka hurma olduğu bilinmektedir.4335 Rasûl-i Ekrem’in taze hurmayı bazen karpuz veya kavunla4336 ve acurla4337 yediği görülmüştür. Hurma bahçeleriyle meşhur olan Hayber fethedildikten sonra Müslümanların sofralarında hurma bollaşmış, bu sebeple Hz. Âişe, Rasûlullah’ın insanların iki siyaha, hurma ve suya doyduktan sonra vefat ettiklerini söylediğini nakletmiştir. 4338
Hurmanın birçok cinsi vardır; bunların en değerlisi, özellikle Medine’nin Necid yönündeki Âliye bölgesinde yetişen ve hadislerde çokça sözü edilen “acve”dir. Hz. Peygamber, cennet meyvesi diye nitelendirdiği acvenin zehirlenmeye,4339 bir başka rivâyette sabahları aç karnına yenilen yedi adet acvenin o gün zehirlen4325]
Et-Tıbbu’n-Nebevî, s. 89
4326] Buhârî, Salât 67; Müslim, Sıyâm 216
4327] Buhârî, Tefsir 9/20
4328] Müslim, Mesâcid 267
4329] Buhârî, İlim 4, Büyû’ 94, Et’ıme 42, Edeb 89; Müslim, Münâfıkîn 63, 64
4330] 14/İbrâhim, 25
4331] Tirmizî, Tefsiru’l Kur’an 14/1
4332] Müslim, Eşribe 152
4333] Müslim, Eşribe 153; Ebû Dâvud, Et’ıme 41
4334] Buhârî, hibe 1; Müslim, Zühd 28
4335] Buhârî, Rikak 17
4336] İbn Mâce, Et’ıme 37; Ebû Dâvud, Et’ıme 44; Tirmizî, Et’ıme, 36
4337] Buhârî, Et’ıme 39, 45, 47, Edeb 89, Tıb 52, 56; Müslim, Eşribe 147
4338] Aynî, Umdetu’l Kari, 17/138
4339] Tirmizî, Tıb 22
MEYVELERDEKİ İBRETLER
- 969 -
meye ve sihre 4340 karşı şifâ olduğunu söylemiştir. Bazılarına göre bu türün zikredilen özelliği, onu Medine’ye Rasûl-i Ekrem’in kendi elleriyle dikmiş olmasından veya hakkında bereket duâsı yapmasından kaynaklanmaktadır. 4341 Öte yandan oruçlunun hurma veya su ile iftar etmesi de sünnettir.4342 Hz. Peygamber, bir defasında hastalanan Sa’d bin Ebû Vakkas’ı hekim Hâris bin Kelede’ye göndermiş ve doktordan hurma ezmesi, süt ve yağı karıştırıp pişirerek bulamaç haline getirdikten sonra ona yedirmesini istemiştir.4343 Ferîka denilen bu yemeğin özellikle lohusa kadınlara yedirilmesi âdetti. Muhtevâsı itibarıyla diğer meyveler gibi böceklenmeyen ve kolayca bozulmayan hurmanın en iyi cinslerinden biri olan “bernî” de Rasûl-i Ekrem tarafından övülmüştür. 4344
Vahalarda yaşayan insanların hayatında deve ne kadar önemliyse hurma da o kadar önemlidir. Ahşabı kereste ve odun olarak kullanılan hurmanın “aydâne” denilen ve ağacının boyu 20 metreye kadar uzayabilen cinsinden daha çok inşaat malzemesi olarak faydalanılmaktadır. Hurma ağacının dallarından baston yapıldığı gibi, lifinden hasır yaygı dokunur, sepet örülür; ayrıca bu madde yatak, yastık ve palan, havut gibi hayvan donanımları için dolgu maddesi olarak da kullanılır.
Birçok sahâbî tarafından rivâyet edildiğine göre Rasûl-i Ekrem’in Mescid-i Nebevî’de minber yapılmadan önce yaslanarak hutbe okuduğu “hannâne direği” denilen hurma kütüğü, minber konulup Hz. Peygamber kendisini terk edince gebe develerin iniltisine veya çocuk ağlamasına benzer bir ses çıkarmış ve Rasûl-i Ekrem’in onu eliyle okşaması üzerine bu ses kesilmiştir. 4345
Hz. Peygamber, hurmanın olgunlaşıp ağaç üzerindeki miktarı iyice belirginleşmeden önce pazarlanmasını4346 ve kuru hurmanın yaş hurma yerine satılmasını4347 yasaklamıştır. 4348
Enes (r.a.) dedi ki: “Peygamber Efendimiz namaz kılmadan önce taze hurmayla iftar ederdi, taze hurma olmazsa kuru hurmayla, kuru hurma da olmadığı zaman birkaç yudum su yudumlayarak iftar ederdi.” Peygamberimizin taze hurma, kuru hurma ya da suyla iftar etmesinde önemli bir incelik vardır. Zira oruç mideyi besinlerden boşaltır, bu durumda ciğer, mideden emeceği, hücre ve organlara göndereceği bir şey bulamaz. Tatlı ise ciğere en hızlı ulaşan ve ciğerin en sevdiği bir besin maddesidir -özellikle bu besin taze hurma olursa-, ciğerin bu maddeyi kabul oranı daha da artar. Sonuçta hem kendisi hem de vücudun diğer organları taze hurmadan yarar görürler. Peygamber Efendimiz taze hurma olmadığı zaman tadı ve besin değerinden ötürü kuru hurmayla iftar etmiştir. Bu da bulunmadığında su yudumlayarak iftar etmiştir. Zira su yudumlamak midenin alevini ve orucun verdiği sıcaklığı söndürür, böylece mideyi daha sonra yenecek
4340] Buhârî, Et’ıme 43, Tıb 52, 56; Müslim, Eşribe 155
4341] Aynî, Umdetu’l Kari, 17/182; Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Türcüme ve Şerhi, 9/371-372
4342] Ebû Dâvud, Savm 21; Tirmizî, Savm 10
4343] Ebû Dâvud, Tıb 12
4344] Ahmed bin Hanbel, Müsned III/432
4345] Buhârî, Cum’a 26, Menâkıb 25
4346] Buhârî, Büyû’ 85, 86; Müslim, Büyû’ 49-58
4347] Ebû Dâvud, Büyû’ 18; Tirmizî, Büyû’ 14; Nesâî, Büyû’ 36
4348] Nebi Bozkurt, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 18, s. 391-393
- 970 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olan yemek için uyarır, sonunda mide yemeği daha uygun bir şekilde kabul eder.
Rasûlullah (s.a.s.) ashâb-ı kirama şöyle bir bilmece sorarak hurmayı çok güzel biçimde tarif etmiştir: Ağaçlar içinde öyle bir ağaç vardır ki; yaprağı (kışın) dökülmez; mü’min kimseye benzer. O hangi ağaçtır, söyler misiniz? Ashâb-ı kiram bazı ağaç isimlerini sayarlar. Sonra sorarlar: “Yâ Rasûlallah, siz söyleyin, hangi ağaçtır?” “O, hurma ağacıdır.” 4349 Evet, hurmanın yaprağı, suyu, sakızı, çekirdeği, meyvesi hep fayda vericidir; Müslüman da böyledir. Her mevsim yaprağını (faydalı davranışlarını) kaybetmez, ideal mü’min hurmaya benzer.
Hiçbir şey yenmese sadece hurma, insanın hayatını idâme ettirebilmesi için yeterlidir. Bu konuyu Hz. Âişe vâlidemiz şu şekilde dile getirmiştir: “Biz ayın hilâlini görüyorduk, sonra başka bir hilâli ki, iki ayda üç hilâl görüyorduk da Rasûlullah’ın (s.a.s.)n evlerinde yemek pişirmek için ateş yanmadığı olurdu.” “O halde ne yer, ne içerdiniz?” diye sorulduğunda şu cevabı verdi: “İki siyah (hurma ve su) ile yetinirdik.”4350 Fakirlikten dolayı sadece hurma ve su ile günlerini geçirme durumu, hem oruç tutarken, hem savaş ve sefer şartlarında ve hem de normal hayatlarında ashâbın sık sık yaptığı şeydi.
Hurma hem meyve, hem besin, hem ilaç, hem (suyu, şerbeti) içecek ve hem de tatlıdır. Aç karnına yenmeye devam edildiğinde vücuttaki parazitleri besleyen maddeyi öldürür, kurtçukları zayıflatır, sayılarını azaltır ya da tamamen öldürür.
Hurmanın içeriğinde şunlar vardır: Sodyum, protitin, potasyum, kalsiyum, magnezyum, demir, kükürt, fosfor, klor, B1, B2, A ve C vitaminleri. Yan tesirleri: Fazla yenilince, baş ağrısı, göz ağrısı yapar. Sıcak mizaçlı kişilerde hararet yapar. Telâfisi: Baş ağrısı ve göz ağrısı için badem içi; hararet yapmaması için de soğutucu gıdalar, acur, kavun, karpuz, hıyar yenilmelidir. Tüm yan etkilerine karşı, sirke ile yapılmış bal şerbeti tavsiye edilir.
Hurmanın şifâ vesilesi:
1. Kalp ilacıdır. Rivâyet olunduğuna göre, Sa’d İbn Ebî Vakkas (r.a.) hasta olduğunda Rasûlullah (s.a.s.) hasta ziyaretine giderler. Sa’d diyor ki: “Mübârek ellerini göğsüme koydu. Hatta ben mübârek elinin soğukluğunu kalbimde hissettim. Sonra: “Sen kalp hastalığına yakalanmışsın! Sakîf’in kardeşi Hâris İbn Kelede’ye git. Tedavi ol. O tabibdir/doktordur. Medine’nin acve hurmasından yedi tane alsın, onları çekirdekleri ile beraber dövsün (öğütsün), sonra onu süt ve yağ ile sulandırarak sana yedirsin.” buyurdu.4351 Sa’d (r.a.) bu tavsiyelere uyarak hastalıktan kurtulmuştur.
Eğer acve hurması bulunamazsa, Medine hurması çekirdekleriyle öğütülür, az badem içi ve hıyar çekirdeği öğütülür. Süt, zeytinyağı ve bal ile pişirilip macun yapılıp soğuk olarak yenilir. Bu macun birçok hastalığa şifâ vesilesidir.
2. Doğum kolaylaştırıcı: Rahim adalesini kuvvetlendirir. Bu özellik doğumu kolaylaştırır. Hurma macununa 1/3’ü kadar defne tohumu öğütülüp karıştırılarak doğuma 1 hafta kala yenmeye devam edilirse, doğum ağrısız ve çok kolay olur.
4349] Buhârî, İlim 4, Büyû’ 94, Et’ıme 42, Edeb 89; Müslim, Münâfıkîn 63, 64
4350] Buhârî, hibe 1; Müslim, Zühd 28
4351] Ebû Dâvud, Tıb 12
MEYVELERDEKİ İBRETLER
- 971 -
3. Lohusa gıdası ve bebek mamasıdır. Bir hadis rivâyetinde şöyle buyrulur: “Kadınlarınıza lohusa döneminde hurma yedirin. Hurma Meryem’in lohusalığındaki yiyeceği idi. Şayet (lohusa için) hurmadan daha iyi bir yiyecek olsa idi Allah onu Meryem’e ikram ederdi.” Doktorlar da yaptıkları araştırmalarda hurmanın antiseptik olduğunu, lohusalık yaralarını çabuk iyileştiren bir ilaç olduğunu, sütü arttırdığını, bebeği beslediğini, içindeki potasyumun çocukların büyümesini sağlayan ideal besin olduğunu belirtmişlerdir. Bebek doğduğunda damağına dünya gıdası olarak hurma ezip ovuşturmak, hurma ezmesi tattırmak sünnettir ve bebeğin zekî olmasını sağlayan ilaçtır. Lohusa, hurmayı sade olarak yer, sütte ıslatarak yer, bebeğe de hurma şıralı sütten yedirir. Polenli hurma macunu yapıp yer ve bebeğe de yedirir. 250 gr. hurma, 100 gr. polen, 50 gr. badem içi, 50 gr. ceviz içi, 100 gr. zeytinyağı, 150 gr. hâlis bal, 50 gr. hıyar çekirdeği, 500 gr. süt kaynatılıp macun kıvamına getirilir. Soğutulup ömür boyu yenebilir.
4. Bebeğin büyümesini sağlayıcıdır: Hurmada potasyum miktarı bol olduğu için bebeğin gelişmesini, gürbüzleşmesini, hasta olmamasını sağlar. Hurmadaki potasyum oranı, bebeğin beslenmesinde ilk akla gelen Çikita muzundan 2,5 kat daha fazladır. Hurmanın muz gibi hazmı da zor değildir.
5. Diş etlerini kuvvetlendirir. Bunun için hurma ve hurma macunu yenilir.
6. Vücuda kuvvet ve enerji verici: Yüksek derecede fruktoz ihtivâ ettiğinden vücuda kuvvet ve bol enerji verir.
7. Karaciğer güçlendirici: B1 ve B2 vitaminleri içerdiği için karaciğeri güçlendirir. Karaciğer soğuk tatlıları sever. Onun için hurmayı kavun, acur, hıyar gibi soğutucu gıdalarla yemek daha uygun olur, sünnettir. Tabipler tabibi Efendimiz (s.a.s.) hurmayı acurla yemişlerdir.
8. Sarılık: Hurma, sarı olgun salatalıkla yenmeye devam edilir.
9. Kısırlık: Hurma bol miktarda fosfor içerdiği için kısırlık tedavisinde doğal bir ilaçtır. Polenli hurma macunu yapılıp yenmeye devam edilir.
10. İştah açıcıdır.
11. Bağırsak tembelliğini yok eder: Hurma veya hurma macunu yemek, bağırsak tembelliğini ortadan kaldırır.
12. Göz hastalığı ilacıdır: Hurmada bol miktarda A vitamini olduğu için, göze kuvvet verir, görme gücünü arttırır. Hurmanın, ağrı esnâsında ağrıyı arttırıcı olduğundan, gözü ağrıyan Hz. Ali’ye Rasûlullah (s.a.s.), (bir müddet) hurma yemesini yasaklamıştır.
13. Vücuttaki zehirleri atıcıdır: Hurma bağırsakları çalıştırır, aynı zamanda zehirli atıkları dışarı atar.
14. Kan yapıcıdır: Hurmada bol miktarda demir olduğu için kan yapar. Üzüm, elma ve hurma, marmelat yapılıp yenmeye devam edilirse, vücut çabuk kan yapacaktır.
15. Hazım kolaylaştırıcıdır: Hurma bol lifli olduğu için hazmı kolaylaştırır.
16. Kolesterol: Çağın hastalığı olan yaygın damar sertliği ve kolesterolü yok eder.
- 972 -
KUR’AN KAVRAMLARI
17. Şeker: Vücuttaki şeker oranını ayarlayan (regüle eden) tek meyve hurmadır. Hurmanın şekeri, şeker hastalarına zararlı değildir.
18. Adaleleri kuvvetlendiricidir: Hurmada B1 vitamini olduğu için adaleleri kuvvetlendirir. Sporcu besinidir.
19. Asabîlik, sinir bozukluğu: Hurma sinirleri teskin eder.
20. Kan kesici: Hurma yemek iç kanamayı durdurur. Onun için lohusa yemeği olmuştur. Hâricen kanayan yere konsa kanı durdurur.
21. Saç jölesi: Hurma suyu ile saçlar ıslatılıp taransa, jöleden daha iyi sonuç aldırır. Hurma jöle gibi alkol içermez, jöle gibi tutkal değildir; fakat saçları istenilen yere yatırır. Jöle gibi saçları dökmez; aksine saçları besler, dökülmesini önler.
22. Cilt bakımı: Hurma suyu ile cilt pansuman edilirse cildi besler, hamilelik ve güneş lekelerini yok eder.
23. Yara-bere-iltihap: Hurma ezmesi, zeytinyağıyla krem yapılıp yara, bere ve iltihaplara bağlanır.
24. Mide kuvvetlendirici ve ülser: Hurma yenmeye devam edilir. Polenli hurma macunundan aç karına birer tatlı kaşığı yenmeye devam edilir.
25. Böbrek kumları iltihabı: Hurma yenmeye ve polenli hurma macunu yenmeye devam edilir.
26. Zihni açıcı ve dinlendirici: Hurma yemek, polenli hurma macunu yemek, ya da hurma kahvesi içmek, fikir işçileri için ideal gıdadır.
27. Hurma kahvesi: Hurma çekirdekleri kavrulup öğütülür. Âfiyetle içilir.
28. Balgam-öksürük-grip: Hurma yemek ya da polenli hurma macunu yemek, soğuktan oluşan hastalıkları geçirir.
29. Kanser: Hurma yemek, kansere karşı koruyucudur.
30. Kemik veremi: Hurmada kalsiyum olduğu için kemiklerin gelişmesini sağlar, kemik veremini geçirir.
31. Ağız içi yaralar: Hurma yemek, ağız içi yaraları geçirir.
32. İshal: Hurma özü yedirilir.
33. Kan tükürme: Hurma özü yedirilir.
34. Yarayı çabuk iyileştirir: Yaraya hurma özü sürülür. Hurmanın yaprağı yakılıp külü basılır. Hurma zeytinyağıyla krem yapılıp sürülür. Hurma özü hurma ağacının tepesinde bulunur (çam sakızı gibi), beyaz renkli, süt tadındadır.
35. Oruçlu gıdasıdır: Orucu iftar ederken hurma ile iftar açılır, hurma yenir ki, vücudu beslesin.
Üzüm:
“Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden içki, şıra ve güzel rızık elde edersiniz.”4352 Cenâb-ı Hak, üzümü, kullarına dünya ve âhirette verdiği nimetler4352]
16/Nahl, 67
MEYVELERDEKİ İBRETLER
- 973 -
den söz ederken Kitabında on bir yerde zikretmiştir. Peygamber Efendimiz’den rivâyet edildiğine göre, O, üzüm ve karpuzu severdi. Üzüm, meyvelerin en üstünlerinden ve en faydalı olanlarındandır. Yaş, kuru, yeşil ve olgun olarak yenilir. Hem meyve, hem azık, hem katık, hem ilâç ve hem içecektir. Tatları eşit olduğu zaman beyazı siyahından daha üstündür. Toplandıktan sonra iki ya da üç gün kendi haline bırakılan, aynı gün toplananın yenmesinden daha iyidir. Zira toplandığı gün yenen üzüm, şişkinlik yaptığı gibi insanın içini de sürdürür. Kabuğu buruşuncaya kadar askıda bırakılan üzümün besin değeri yüksektir. Vücuda güç verir. Besin bakımından incir ve kuru üzüme eşdeğerdir. Üzümün çekirdeği atıldığı zaman bünyeyi daha çok yumuşatır. Yaş üzümün yararı, bünyeyi rahatlatması ve insanı şişmanlatmasıdır. Üzümün iyisi, insanı güzel bir biçimde besler. Üzüm meyvelerin kralları sayılan üç meyveden biridir. Diğerleri de yaş hurma ve incirdir. 4353
Bir rivâyette şöyle buyrulur: “Üzüm yiyiniz; yorgunluğu giderir, sinirleri kuvvetlendirir, öfkeyi geçirir. Bir kişi günde 21 tane kuru siyah üzüm yerse cesedinde hoşlanmayacağı bir şeye rastlanmaz.”
Üzümün içeriği: 100 gr. yaş üzümde: 70 kalori, % 82 su, % 1 protein, % 1 yağ, % 15 karbonhidrat, % 0,17 kalsiyum, % 21 fosfor, % 0,006 demir, % 0,80 A vitamini, % 0,006 B1 ve B2 vitamini, % 0,4 C vitamini, % 0,02 likotinik asit, sodyum, potasyum ve kükürt. 100 kuru üzüm için kalori 340, % 3 protein, % 1 yağ, % 27 karbonhidrat olarak tesbit edilmiştir.
Yan tesirleri: Fazla yenilirse baş ağrısı yapar. Günlük koparılıp yenen üzüm karın şişliği yapar, bağırsakları bozar. Telafisi: ekşi nar yemek, baş ağrısı etkisini önler. Ayrıca ekşi ham üzüm yemek de önler. Sirke-limon da baş ağrısı etkisini giderebilir. Karın şişliği ve bağırsak bozmasına karşı günlük dalından koparılanı değil, üç gün bekletileni yemek lâzımdır. Çarşıdan alınan üzüm zaten beklemiştir.
Şifa vesilesi:
Yorgunluk gidericidir: A ve C vitamini içermesi sebebiyle yorgunluğu giderir.
Göze iyi gelir: A vitamini ihtivâ etmesinden dolayı gece körlüğünü önler. Enteresandır; bol üzüm yiyen kimse A vitamini almış oluyor ve gözleri kuvvetleniyor iken; üzümün suyundan üretilen alkollü içki içende A vitamini eksikliği ve gece (ve gündüz) gözlerin kuvvetinin gitmesi ve kaza yapma riski ortaya çıkıyor. “Hurma ve üzüm meyvelerinden de sarhoş edici içki ve güzel rızık edinirsiniz. Şüphesiz bunda aklını kullanan topluluk için âyet vardır.” 4354
Sinirleri teskin eder: B1, B6 ve C vitamini içerdiğinden sinirleri teskin eder.
Karaciğeri güçlendirir: Karaciğer yetersizliğinde, kalp büyümesinde üzüm tavsiye edilir.
Şişmanlatır: Taze üzüm çok yenirse, zayıf insanların vücudu şişmanlar.
Hazmı kolaylaştırır: Yaş üzüm hazmı kolaylaştırıp kabızlığı giderir.
İshal kesicidir: Üzümün yaprakları ve ham ekşi üzüm ishali kesip kabızlık
4353] İbn Kayyim el-Cevziyye, Tıbb-ı Nebevî, s. 472-473
4354] 16/Nahl, 67
- 974 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yapar.
Kanı temizler: Kuru üzüm güzel kan yapar, cildi güzelleştirir, kanı temizler, sivilceleri içten kurutur.
Tansiyonu düşürür: Yaş üzüm, yüksek tansiyonun düşürülmesinde yardımcı olur. İçinde potasyum olduğu için tansiyonu regüle eder.
Basura faydalıdır: Üzüm yemeye devam edilmelidir.
Romatizma: Mafsal ağrıları ve romatizmaya gayet faydalıdır.
Nekahet dönemini kısaltır: Hastalara, zayıf çocuklara, asabîlere üzüm yemek iyidir, hastalıkta nekahet dönemini kısaltır.
İçki bıraktırır: Asmanın (üzüm ağacının) suyu içkiyi bıraktırır. Aç karnına içilmesi gerekir.
Böbrek taşı: (Ekşi, ham üzüm suyu) Günde 3 su bardağı aç iken içilirse böbrek taşlarını eritir.
Baş ağrısı: Üzüm koruğu safradan ileri gelen baş ağrısını hemen keser.
Her gün 21 adet kuru üzüm yemek eskiden beri tavsiye edilir. Üzüm suyu, yaklaşık olarak anne sütüne eş değerde (yakın değerde) kabul edilir. Bebeklere içirilmesi çok faydalıdır. Annenin de bol miktarda üzüm yemesi anne sütünü arttırır, çocuğu geliştirir. Özellikle çekirdeği çıkarılmış üzüm çok faydalıdır. Üzümün içindeki vitamin ve mineralleri incelediğimizde insan vücudu için ne kadar önemli olduğunu görürüz.
Kuru üzüm: Kuru üzümle ilgili olarak sağlam olmayan iki hadis rivâyet edilmiştir. Birisi: “Kuru üzüm ne güzel yiyecektir, ağız kokusunu güzelleştirir ve balgamı eritir” rivâyeti, diğeri de: “Kuru üzüm ne güzel yiyecektir, sertliği giderir, sinirleri kuvvetlendirir, öfkeyi yatıştırır, rengi netleştirir ve ağız kokusunu güzelleştirir.” Bu konuda Peygamber Efendimiz’den sahih bir hadis rivâyet edilmemiştir.
Kuru üzümün en iyisi, iri taneli, etine dolgun ve yağlı, ince kabuklu, çekirdeği çıkarılmış ve tanesi küçülmüş olanıdır. Kuru üzümün çekirdeği sıcak ve birinci derecede nemlidir. Tanesi soğuk ve kurudur. Kuru üzüm kendisinden tatlı elde edilen yaş üzüm gibidir, çekirdek çevresindeki asitli kısım, kabız yapar ve serinletir, beyaz üzüm diğerlerinden daha fazla kabız yapar. Eti yendiği zaman, akciğer boğumlarına iyi gelir, öksürüğe, böbrek ve mesâne ağrısına faydalı olur. Mideyi kuvvetlendirir ve karnı yumuşatır.
Etli ve tatlı olan kuru üzümün besin değeri, yaş üzümden daha çok ve kuru incirden daha azdır. Kuru üzümün olgunlaştırıcı ve hazmettirici bir gücü vardır. Normal bir şekilde kabız yapar, besinleri ve diğer maddeleri ayrıştırır. Özetle; kuru üzüm, mideyi, ciğer ve dalağı güçlendirir. Boğaz, göğüs, akciğer, böbrek ve mesâne ağrılarına faydalıdır.
Kuru üzümde hâfızaya fayda vardır. Zührî der ki: “Hadis ezberlemeyi seven kimse kuru üzüm yesin.” Mansur, dedesi Abdullah İbn Abbas’tan şöyle zikreder:
MEYVELERDEKİ İBRETLER
- 975 -
“Kuru üzümün çekirdeği dert, eti dermandır.” 4355
İncir:
“Andolsun incire ve zeytine…”4356 İncir, çok hoş bir meyve olup lezzetli bir gıdadır. Hazmı kolay ve faydası çok olan bir devâdır. Zira, mizacı yumuşatır, balgamı giderir, böbrekleri temizler, mesane kumlarını yok eder, ciğer yollarını temizler, dalak şişmesini tedavi eder ve bedeni gürbüzleştirir. Rivâyet olunduğuna göre Rasûlullah’a bir tabak incir ikram edilir. Ondan yer ve ashâbına şöyle der: “Yiyin, eğer cennetten bir meyve inmiş deseydim, bu incirdir derdim. Onu yiyin, çünkü o, basuru keser, bağırsak spazmını yok eder.”
İncirin içeriği: Şeker % 50-70, pektin % 5, albüminli maddeler, organik asitler, karotin (provitamin A), unlu maddeler, A, B2, C, D vitaminleri, Ca, Fe, Na, Mg, Cl, kükürt, fosfor, brom. Yan tesirleri: Fazla yenirse midede biraz şişkinlik yapar. Dutla beraber yenilmesi de mide için iyi değildir. Sütü alerji yapar. Dalağa zarar verir. Telafisi: Şişkinlik yapması, sirkeli balla telafi edilir. Dalağa zarar vermesi, ceviz ve bademle telafi edilir.
Şifa vesilesi:
1. Besin değeri yüksektir: İncir, yumuşak, soğutucu ve hazmı kolay, besin değeri diğer gıdalardan yüksek bir nimettir.
2. Enerji ve vitamin kaynağıdır: Cevizle yenen incir, cinsel gücü arttırır. İncir, halis zeytinyağına batırılıp yenmeye devam edilirse hazmı kolaylaştırır, çok güçlü bir kuvvet macunu olur.
3. Zehirlenmeyi önler: Cevizle yenen incir insan vücudunu zehirlerden korur.
4. İdrar söktürür: İncir yenilmeye devam edilirse idrar söktürür, rahmi temizler, hayızı söktürür.
5. Mide tembelliği: İncir, zeytinyağına batırılarak ya da sade yenilirse mideyi çalıştırır.
6. Bronşları yumuşatır: İncir cevizle yenirse öksürüğü keser, bronşite faydalıdır, nezleye faydalıdır.
7. Romatizma: Anasonla veya sütle yenen incir romatizmaya faydalıdır.
8. Karaciğer tıkanıklığı: İncir yemeye devam edilirse karaciğer ve dalaktaki tıkanıklıkları açar.
9. Kalp: Bir rivâyette şöyle buyrulur: “Kim kalbinin düzgün çalışmasını isterse, incir yemeye devam etsin.”
10. Basur: İncir sütle veya sirkeyle, ya da zeytinyağına batırılıp yenmeye devam edilirse basura faydalıdır.
11. Dişleri parlatır: İncir yakılıp külü dişlere sürülürse dişleri beyazlatır, parlatır.
12. Sara: Saralı olanların (epilepsi hastalarının) incir yemeleri faydalıdır.
4355] İbn Kayyim el-Cevziyye, Tıbb-ı Nebevî, s. 420-421
4356] 95/Tîn, 1
- 976 -
KUR’AN KAVRAMLARI
13. Süt arttırır: İncir sütle, cevizle, bademle yenmeye devam edilirse anne sütünü arttırır.
14. Şişmanlatır: İncir anasonla beraber yenmeye devam edilirse zayıf vücudu şişmanlatır.
15. Balgam: İncir zencefille yenirse balgamı söker, öksürüğü iyileştirir.
16. Kızamık: İncir sütle kaynatılıp içilirse kızamığa faydalıdır.
17. Felç ve damar tıkanıklığı: İncir, sütle veya sade olarak yenirse felce, damar tıkanıklığına faydalıdır.
18. Tansiyon: İncir, tansiyonu dengeleyen (tansiyon yüksekliği ve düşüklüğüne fayda sağlayan) yegâne ilaçtır. İncir, yaş-kuru yenmeye devam edilir.
Allah Teâlâ incir anlamına gelen Tîn sûresinde incir ve zeytine yemin ettiğine göre bunda mûcizevî özellikler vardır. Cennet meyvesi olan incir, reçel ve komposto olarak da sofralarda yer alabilir. Kış günlerinde inciri çok yemeliyiz. İncirde bulunan kalsiyum ve demir, onun önemini arttırır. İnciri zeytinyağına batırıp aç karnına yemeye ömür boyu devam edilirse, birçok ümitsiz hastalık iyileşebilir.
Zeytin:
“Onunla (su ile) içinde yediğiniz birçok meyveler bulunan hurmalık ve üzüm bağları, Tûr-ı Sina’da yiyenlere yağ ve katık veren zeytin ağacı var ettik.”4357 Tirmizî ve İbn Mâce’de Ebû Hureyre’nin rivâyet ettiği hadislerde Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Zeytinyağı yiyiniz ve onunla yağlanınız. Zira zeytinyağı mübârek bir ağaçtandır.” Yine İbn Mâce ve Beyhakî’nin Abdullah bin Ömer’den rivâyetlerine göre Abdullah şöyle der: Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: “Zeytinyağını katık ediniz ve onunla yağlanınız. Zira zeytinyağı mübârek bir ağaçtandır.” Zeytinyağı zehirlere karşı faydalıdır, insanın içini sürdürür ve asalak yaşayan kurtçukları düşürür. Deriyi yumuşatır ve ihtiyarlamayı geciktirir. İbn Muaz (r.a.) Rasûlullah’ı şöyle derken işittim, der: “Mübârek ağaçlardan zeytin ne güzel misvaktır. Ağzı hoş yapar, diş çürüklerini giderir… O, benim ve benden önceki peygamberlerin misvakıdır.” 4358
Eski Yunanistan’da zeytin ağaçları barış ve zaferin simgesi olarak kabul edilirdi. Günümüzde de Batı dünyasında ve Batılılaşmış zihniyette zeytin dalı, barışı simgeler.
Muharref Tevrat’ta belirtildiğine göre, tûfanın sonunda bir güvercinin Hz. Nûh’a bir zeytin dalı getirmesi, her şeyin yeniden rahat ve huzura dönüştüğü anlamında da yorumlanagelmiştir. Yahûdi ve hıristiyan geleneklerinde zeytin dalı ve zeytin ağacı, sürekli bir barış sembolü olmuştur. Hz. İsa’nın (aslında asılmadığı halde) hıristiyanlara göre üzerinde asıldığı iddia edilen haç’ın zeytin ya da sedir ağacından yapılmış olduğu sanıldığından, bu iki ağaca özellikle Hıristiyan dindarlar büyük saygınlık duymaktadır. Zeytin ağacının bir bereket simgesi olarak da benimsenmiş olması, onun gövdesinden tutun da, meyvesinin çekirdeğine varıncaya kadar, hemen her parçasından yararlanılabilir olmasından ileri gelir. Zeytin ağacının bir ürünü olan zeytinyağının, eski zamanlarda kandillerde yakılması nedeniyle “ışık”la ortak bir yönü de bulunmaktadır.
4357] 23/Mü’minûn, 20
4358] Keşşaf, IV/267
MEYVELERDEKİ İBRETLER
- 977 -
Zeytinin içeriği: Su, protein, yağ, selüloz, fosfor, kükürt, kalsiyum, klor, magnezyum, A, C, E vitaminleri. Yapraklarının içeriği de, tanen, reçine, uçan yağ, organik asitler. Yan tesiri: Tuzlu zeytin, mide, karaciğer ve basura zararlıdır. Telâfisi; perhiz ya da tuzsuz zeytindir. Şifa vesileleri:
Vücuda kuvvet verici: Yeşil zeytin yemek vücuda kuvvet verir.
Ağız kokusu: Yeşil (çizik) zeytin yemek, ağız kokusunu giderir.
Şeker: Zeytin yaprağı, kekik kaynatılıp birer su bardağı içilmeye devam edilir.
Tansiyon: Zeytin yaprağı ile ökse otu beraber kaynatılıp balla tatlandırılarak birer su bardağı içilmeye devam edilir.
İshal: Zeytin yaprağı ve ağaç kabuğu kaynatılıp balla tatlandırılarak soğur olarak birer su bardağı içilmeye devam edilir.
Siyatik: Zeytin yaprağı ve karpe budakları dövülerek topuklara bağlanırsa delip hastalık yapan sarı suları akıtır.
Ülser: Zeytin ağacının sakızı, çam sakızı, kete tohumuyla karıştırılıp balla macun yapılıp birer tatlı kaşığı aç karına yenmeye devam edilir.
Bağırsak solucanları: Zeytin yaprağı kaynatılıp balla tatlandırılarak aç karnına (sabah) birer su bardağı içilir.
Ağız içi uçuklar: Zeytin yaprağı çiğnenir.
Zeytinyağının şifa vesilesi:
1. Karaciğerin ilacıdır: Hâlis sızma zeytinyağı aç karnına yenmeye devam edilir. Mutlaka her sofrada zeytinyağı bulunmalı, yemeklere zeytinyağı katmalı, zeytinyağlı enginar da karaciğer hastalıklarına çok faydalıdır.
2. Mide ülseri: Zeytinyağı içine sirke karıştırılıp aç karnına yenmeye devam edilir. Aç karnına sarımsak, zeytinyağı ve bal yenilmelidir.
3. Kaşıntı, egzama: Kına, zeytinyağı ile krem yapılıp kaşınan yerlere sürülür. Aç karnına zeytinyağı içilir.
4. Saç bakımı: Zeytinyağı, çörek otu yağı karıştırılıp saç diplerine sürülür.
5. Böbrek taşı ve kumu: Aç karnına yarım çay bardağı zeytinyağına 1 limon sıkılıp içilmeye devam edilir.
6. Karın ağrısı: Hâlis zeytinyağı sıcak suyla beraber içilir.
7. Hazım kolaylaştırıcı: Yemeklerde zeytin yağı yenilir.
8. Beyin hücrelerinin gelişmesini sağlayıcı: Yemeklerde zeytinyağı yenilir.
9. Yanık kremi: Yumurta akı, zeytinyağıyla krem haline getirilir. Balmumu eritilip içine zeytinyağı dökülüp soğumaya terk edilir, yanıklara sürülür.
10. Yara: Kına, zeytinyağı ile krem yapılıp sürülür.
11. Romatizma: Zeytinyağı, pelesenk yağıyla karıştırılıp ovulur.
12. Cilt bakımı: Zeytinyağı ile cilt ovulur.
- 978 -
KUR’AN KAVRAMLARI
13. Cilt temizliği: Zeytinyağına zambak yağı karıştırılıp yüze sürülür.
14. Zehirleme önleyici: Yemekler zeytinyağı ile yapılırsa yemek ve gıda zehirlenmesini önler.
15. Bağırsak güçlendirici: Bütün yağlar bağırsakları zayıflatır; ancak zeytinyağı güçlendirir.
16. Kanser: İçinde E vitamini olduğu için kansere karşı koruyucudur.
17. Göz: İçinde A vitamini olduğu için göze faydalıdır.
18. Kan temizleyici: Aç karnına zeytinyağı yemek, kanı temizler, cildi güzelleştirir.
Ne yapıp ederek mutlaka yemeklere zeytinyağı katmalıyız. Yemeğe katılan zeytinyağı yağ değil, ilaçtır. Karaciğeri rahatsız olanlar için zeytinyağı çok güçlü bir ilaçtır.
Nar:
“İkisinde de her türlü meyveler, hurma ve nar vardır.”4359 Nar anlamındaki rummân kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 3 yerde bahsedilir.4360 İbn Abbas’tan merfû ve mevkuf olarak şöyle zikredilir: “Sizin şu narınızdan, cennet narından bir taneye aşılanmayan hiçbir nar yoktur.” Hz. Ali’den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Narı, taneleri çevreleyen zarıyla birlikte yiyiniz, zira bu zar midenin sepileyicisidir.”
Narın tadı sıcak ve yaştır, mideye iyi gelir, içinde bulunan yumuşak bir kabız maddesinden dolayı mideyi kuvvetlendirir. Boğaza, göğse ve akciğere faydalıdır, öksürüğe iyi gelir. Suyu karnı yumuşatır, vücuda kolay ve bol besin sağlar, inceliğinden ve yumuşaklığından dolayı hızla çözülür. Midede az miktarda ısınma ve gaz yapar. Cinsî arzuya yardımcı olur. Narın bilinmeyen bir özelliği; ekmekle yenildiği zaman ekmeğin midede bozulmasını önler. 4361
Nar, cennet meyvelerindendir. Yenmesi aynı zamanda sünnettir. Mide kuvvetlendirme, vücuttaki zehirli toksinleri atma gibi birçok şifâya vesile olması sözkonusudur. Pekmezi ve öz suyu çıkarılır. Narın tanelerinden birisi cennet meyvesidir. Tanelerini dökmeden, zâyi etmeden yenilmesi tavsiye edilir.
Narın içeriği: Nişasta, mannit, reçine, briterpenik asitler, tanen, relletierin, metilpelletierin, punicin, % 15 karbonhidrat, % 0,8 protein, yağ, su, kalsiyum, fosfor, demir, B1, B2. Yan tesiri: Kabızlık etkisi vardır. Telâfisi; ılık bal şerbeti içilir.
Şifa vesilesi:
Hazmettirici: Nar, yemekten sonra yenirse yemeği hazmettirir.
Mide kuvvetlendirici: Narı ve içindeki beyaz etli kısmı yemek mideyi kuvvetlendirir.
Diş etlerini kuvvetlendirici: Nar ve kabuğu diş etlerini kuvvetlendirir.
Susuzluk giderici: ekşi ve tatlı nar yemek susuzluğu keser, harareti teskin
4359] 55/Rahmân, 68
4360] 6/En’âm, 99, 141 ve 55/Rahmân, 68
4361] İbn Kayyim el-Cevziyye, Tıbb-ı Nebevî, s. 433-434
MEYVELERDEKİ İBRETLER
- 979 -
eder.
Kalp çarpıntısı: Nar suyu içmek, kalp çarpıntısını geçirir.
İdrar söktürücü: Nar suyu içilmeye devam edilir. Nar yenmeye devam edilir.
Kusma ve mide bulantısı: Ekşi nar yenir. Ekşi nar pekmezi yenir.
Ağız yarası: Ekşi nar suyu balla tatlandırılarak ağız çalkalanılır.
Mide iltihabı: Ekşi nar pekmezi balla tatlandırılılıp aç karnına yenilir.
Haşerat ve zehirli hayvan kovucu: Nar ağacının bulunduğu yere zehirli hayvan yaklaşmaz. Nar ağacının kabukları ambara, mutfağa konulursa böcek gelmez.
Yara, bere, iltihap: Nar pekmezi, yaralara ve iltihaplara sürülür.
Bağırsak tenyası: Nar ağacının kökünün kabukları ya da nar meyvesinin kabukları, kaynatılıp balla tatlandırılarak sabah aç karnına içilirse, ihtiva ettiği pelletlerinler parazitleri öldürür.
İshal: Nar yenmeye devam edilir. Nar meyvesinin kabukları kaynatılıp balla tatlandırılarak soğuk olarak içilmeye devam edilir.
Bal
Bal, eski çağlardan beri bilinen ve kullanılan bir besin maddesidir. Koruyucu hekimlikte, sağlığı koruyucu ve hastalıkları önleyici olarak kullanıldığı gibi, tedavide de bir ilâç olarak kullanılmıştır.
Kur’an, diğer besin maddeleriyle birlikte baldan da bahsetmiş, ancak balın insanlar için bir şifâ olduğunu da açıkça beyan etmiştir. “Rabbin bal arısına: ‘Dağlardan, ağaçlardan ve insanların sizin için yaptığı şeylerden kendilerinize evler edinin’ diye vahyetti. ‘Sonra bütün meyvelerin tamamından ye. Ve Rabbinin sana has kıldığı yoldan git’ diye emretti. Onun karnından muhtelif renklerde bir şerbet çıkar ki, onda insanlar için şifâ vardır. Bunda da tefekkür eden bir kavim için âyetler vardır.” 4362
Peygamberimiz de, balın şifâ veren bir gıda olduğunu söylemiş ve bizzat kendisi balı, şifâ ve tedâvi amacıyla kullanmıştır.4363 Hz. Ömer de onulmaz yaraları bal ile tedâvi etmiştir. O balı, yaralara hem sürer hem de içirirdi. Bugün de aynı tedâvi yöntemi uygulanılmakta ve % 90 olumlu neticeler alınmaktadır.
Ebû Said el Hudrî’den rivâyet edilen bir hadiste; adamın biri, Rasûlullah’ın yanına gelmiş ve O’na “kardeşimin karnı şişti” demişti. Hz. Peygamber de “Ona bal içir” dedi. Adam bal içirdi ve tekrar gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlü, balı içirdim, fakat daha fazla şişti” dedi. Peygamberimiz de: “Git ve bal içir” dedi. Adam tekrar geldi ve “İçirdim ama ey Allah’ın Rasûlü, daha fazla şişirmeden başka bir işe yaramadı” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber; “Muhakkak ki Allah doğruyu söylüyor. Yalan olan senin kardeşinin karnıdır. Git ona tekrar bal içir” dedi. Adam gitti ve tekrar bal içirdi. Daha sonra Peygamberimiz’e gelerek bu sefer kardeşinin iyi olduğunu bildirdi. 4364
4362] 16/Nahl, 68-69
4363] Buhârî, Tıb 4
4364] Buhârî, Tıb 24; Müslim, Selâm 91; Tirmizî, Tıb 31; Ahmed bin Hanbel, III/19
- 980 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Balın şifâ verici ve insan sıhhatini koruyucu bir özelliğe sahip oluşu, onun özel niteliklere sahip bir besin maddesi oluşundandır. Balda yaklaşık olarak % 25-40 sakaroz, % 30-45 friktoz, % 15-25 su ve çeşitli oranlarda protein, asit, organik ve madenî maddeler bulunmaktadır. Sakaroz, balda diğer besin maddelerine nisbetle daha fazla bulunduğundan pek çok hastalıklarda doktorlar tarafından bir ilâç olarak kullanılmakta ve hatta bal, özel nitelikleri dolayısıyla kuvvetlendirici ve gıda verici bir besin maddesi olarak da yararlanılmaktadır.
Bal, dâhilî ve hâricî zehirlenmelere karşı koruyucu olarak kullanıldığı gibi, tifo, akciğer, beyin, ilik iltihapları, kızamık ve ateşli hastalıklardaki zehirlenmelere karşı da şifâ verici ve koruyucu olarak kullanılmaktadır. O, kalp zafiyetine, nefes darlığına da iyi gelmektedir. Bal, tıbbî folklorda iyi bir besin maddesi ve çok iyi bir ilâç olarak kullanılmıştır. Modern tıbda da bal, aynı amaçla kullanılmaktadır. Peygamberimiz’in bu konudaki ifâdesi net ve kesindir: “Şifa verici olarak size iki şey kâfîdir: Bal ve Kur’an.”4365 Bal, bozulmayan tek gıdadır.
İçeriği: Meyve şekeri % 39, üzüm şekeri % 34, su % 18, kamış şekeri % 0,4, protein maddeleri % 0,3, nişasta % 4,8, madenî tuzlar % 0,2, mineral maddeleri % 1,3, organik asitler % 0,1. Ayrıca B2, B6, H, C, K vitaminleri, folikasit, pantotenik asit, uçanyağ, boya maddeleri ve tatlandırıcı içerir.
Bal, arıların çiçeklerden toplamış oldukları çiçek özlerini, bazı böceklerin vücut salgılarını ve meyve sularını da kendi vücutlarına alan arılar tarafından, kendi kursak salgıları ile karıştırıp özel bir şerbet yapmaları ve yaptıkları bu sıvıyı çok genli (altıgen) yapmış oldukları peteklere yerleştirdikleri özel bir gıda ve ilaçtır. Balın kalitesi, alındığı bitkilere göre değişir, en kaliteli bal çiçek balıdır. Ülkemizde ise yüksekliği ve çiçek çeşidinin bolluğu ile tanınan Anzer balı çok kıymetli, çok şifalı bal olarak bilinir. Yalnız piyasada her Anzer balı diye satılanlara güvenmek doğru olmaz. Balların fabrikasyon (şeker yedirerek yapılan) olmamasına de özen gösterilmelidir.
Yan tesiri: Balın yan tesiri hemen hemen yoktur. Fazla yenilmesi safra için zararlıdır. Biraz sirke katmak bu zararını telafi eder. Delibal tansiyon düşürür, fazla yenilince çarpar, hastanelik eder, delibalı bir kaşıktan fazla yememek tavsiye edilir.
Şifa vesilesi: Gerek âyet-i kerimede ve gerekse hadis-i şeriflerde tavsiye edilip şifa olduğu belirtildiği üzere, belki en şifalı gıdadır. Bazılarına göre ölümden başka her derde devâ, bazısına göre çoğu hastalıkların şifa vesilesidir. Bu şifa vesilelerinden başlıcaları şunlardır:
1. Mideye kuvvet verir: Midedeki fazlalıkları dışarı atar. Hazmı gerektirmediği için kolayca kana geçer, baldaki şeker emilimi en kolay olan şekerdir.
2. Kansızlığı giderir: Hastalıktan yeni kalkmışlara kuvvet verir. Enes bin Mâlik (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.s.), hasta olduklarında ağzına bir avuç çörek otu atar, ardından da bal şerbeti içerdi.
3. İyi bir koruyucudur: Bozulmayan tek gıdanın bal olduğu bildirilir. Ömrünün en az 3 bin yıl olduğu belirtilir. Taze et balın içinde saklansa 3 ay bozulmadan durur. Taze meyve ve sebzeler 6 ay balın içinde bozulmadan saklanabilir.
4365] İbn Mâce, Sünen, Tıb 1; Celal Kırca, Kur’ân ve Fen Bilimleri, s. 294-296
MEYVELERDEKİ İBRETLER
- 981 -
Zira balda 6 çeşit koruyucu sistem vardır. Birincisi, cesedini örtmek için, ikincisi peteğini örtmek için, üçüncüsü çiçek tozuyla karışması, dördüncüsü, kraliçe arının gıdasıyla karışması, beşincisi, balın kendisiyle karışması, altıncısı bal mumu ile karışması içindir. Bir hadis rivâyeti şöyledir: “Kim her ay üç gün aç karnına bal şerbeti içerse, felç, cüzzam ve abraşlık (alaca hastalığı) gibi hastalıklardan korunur.”
4. Damarları açar: Şerbeti içilirse damarları açar, kalp adalesine faâliyet ve zindelik verir, kalp hastalarına faydalıdır. Diğer şekerlerin aksine, oksijen ile reaksiyona girdiğinde tam bir yanma meydana geldiği için kanda daha az atık madde bırakır.
5. Romatizmaya faydalıdır: Romatizmal hastalıklarda hâricen kullanmak hastayı kısa sürede iyileştirir. Romatizmalı yeri arıya sokturmak da faydalıdır, hafif ateşte ısıtılmış bal mumu ağrıyan bölgeye bağlanırsa iki-üç saat sonra ağrı ve iltihabın geçtiği görülür.
6. Alerjiye faydalıdır: Alerjik vakalarda pahalı ve zahmetli tedavilerin yerini alacak bir alternatif tedavi şeklidir. Özellikle bahar alerjisine yakalanan kişiler hangi koku ve tozun kendilerinde alerji yaptığını bilir veya bulursa o çiçek balını ya da bal şerbetini yerlerse şifaya kavuşurlar.
7. Ağrı dindirir: Bal ısıtılıp buruna çekilirse, hastanın ağrı ve sızısı birkaç dakika sonra dinmeye başlar.
8. Tansiyon düşürür: Özellikle deli bal (kestane-kekik balı) yüksek tansiyonu düşürür. Bir günde bir şeker kaşığından fazla yenmemesi gerekir. Fazla yenirse tansiyonu fazla düşürür, çarpar. Karadeniz ormanlarında yetişen zehirli Komar ağacının çiçeklerinden yapılan deli bal, kestane deli balından daha ağırdır. Rengi kahverengi olmayıp normal bal rengine yakındır. Deli bal çarpması tansiyonun düşüp kalp atışlarının düşmesi olayıdır. Böyle vakalarda hemen tuzlu ve sarımsaklı ayran içilir.
9. İştah açıcıdır: İçerdiği A, B, C ve diğer vitaminler ve minerallerle insana zindelik verir. İştahı açar.
10. Doğal diş macunudur: Diğer tatlı ve meyvelerin zıddına, bal dişleri ve dişetlerini temizleyip parlatan bir macundur. Dişleri ve dişetlerini mikroplardan korur, ağızdaki yaraları tedavi eder. Şeker veya meyve yense ağız fırçalanmasa dişte koku oluşup dişler çürür. Bal ise diş temizliğinde de kullanılmıştır. Yoğurtla bal karıştırılıp doğal diş macunu elde edilir.
11. Alacaya faydalıdır: Alaca hastası olanlar en az 2-3 ay sabah aç karnına bir subardağı bal şerbeti içerlerse fayda görürler.
12. Kabızlığı giderir: Kabızlık vakalarında sıcak bal şerbeti çok faydalıdır. Peygamberimiz’in şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Size sinameki ve sennut’u (tereyağı, bal, kimyon karışımı) tavsiye ederim Zira bunlar, ölümden başka her derde devâdır.” Bu hadis rivâyetinde geçen sinameki, kimyon hazmı kolaylaştırıcıdır.
13. Zayıflatıcıdır: Ilık çam balı günde sabah ve akşam birer su bardağı içilirse zayıflatır. Şişmanlıktan kurtarır.
14. Kolestrolü düşürür: Özellikle ayçiçek balı ve kekik balı ılık olarak günde
- 982 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir-iki su bardağı içilirse hem zayıflamada hem kolestrolü düşürmede faydalıdır.
15. Yara ve iltihap tedavi eder: Özellikle kekik, kestane (deli bal), çam balı yara tedavisinde çok faydalıdır. Bu, Hz. Ömer (r.a.)’in çok kullandığı metoddur. Bugün modern tıbbın da ameliyat yaralarında bal kullanmaya başladığını öğreniyoruz. Cavanagh ve Beazley adlı araştırmacılar balı laboratuar şartlarında da inceliyor; özellikle boğaz iltihaplarında kendini gösteren kalbi tutacoli isimli mikroplarla candida albicans isimli mantarlar üzerinde balın etkili olduğunu gözlüyorlar. İnhibin mikropların üremesini önler.
16. Balgam söktürür: Balgamı keser, vücudun pis rutubetini giderir.
17. Gözün görme gücünü arttırır: Nar suyuna karıştırılır, göze sürme gibi çekilirse gözün keskin görmesini sağlar.
18. Karın ağrısını geçirir: Bal şerbeti karın ağrısını dindirir.
19. İdrar söktürücüdür: İdrar söktürür, mesane yollarını temizler.
20. Köpek ısırmasına karşı faydalıdır: Köpek ısırınca bal şerbeti içilir ve köpeğin ısırdığı yere bal sürülür. Kuduz olma ihtimaline binâen tedbir ayrıca alınmalıdır.
21. Cildi yumuşatır: Vücut bal ile ovulursa cilt yumuşar, bitleri öldürür.
22. Saçları besler: Saça sürülürse saçları yumuşatır, besler, uzatır.
23. Nezleyi geçirir: Bal limonla veya sütle içilirse nezle için çok faydalıdır.
24. Vereme faydalıdır: Bal gül ile karıştırılıp sabah akşam yenirse vereme faydalıdır.
25. Yanıkları iz bırakmadan iyileştirir: Bal, zeytinyağı ve gres yağıyla karıştırılıp yanan yerlere sürülürse acı, sızı çekilmez, yanık kısa sürede iyileşir, yanık izi kalmaz.
26. Vârise faydalıdır: Bal, vücutta olan vâris ve vâris yaralarına masaj yapılarak sürülürse faydalıdır.
27. Karaciğeri temizler: Bal, karaciğeri ve göğsü temizler, yılan ve akrep sokmasına faydalıdır. Bal şerbetinin hem tatlı hem soğuk olması sağlığı koruma açısından çok faydalıdır. Karaciğer ve kalp soğuk ve tatlı gıdayı sever.
28. Sarılığı önler: Balla salatalık rendelenerek yenirse susuzluğu giderir, kanı temizler, sarılığı kısa sürede iyileştirir.
29. Terlemeyi giderir: Balmumundan bir miktar alınıp balla birlikte birkaç gün ağızda sakız gibi çiğnenirse burun tıkanıklığı ve bundan dolayı meydana gelen terlemeyi giderir.
30. İshali iyileştirir: İshale karşı soğuk bal şerbeti çok faydalıdır. Âni ishal ve kusmalarla başlayan ve tıpta akut gastroenterit adı verilen hastalık yılda 0-5 yaş arası 500 milyon çocuğu ölümle tehdit etmektedir. Bu hastalığa ve her çeşit ishale karşı, bir litre soğuk suya 250 gr. bal, bir çay kaşığı karbonat, dörtte bir çay kaşığı tuz ile bu ishal ilacını elde ederiz.
31. Yatağını ıslatanlara faydalıdır: Bal, yatağını ıslatan çocuklar için gayet
MEYVELERDEKİ İBRETLER
- 983 -
faydalıdır.
32. İlaçların yan tesirini önler: Bal, ilaçların içine katılır, ilacı güzelleştirir, zararlarını nötüre eder.
33. Göz için şifalıdır: Balmumunda bol miktarda A vitamini vardır. A Vitamini gözün görme gücünü kuvvetlendirir. Balmumu sakız gibi çiğnenerek içindeki A vitamini ağız yoluyla vücuda geçer. Aynı zamanda balmumu yutulursa midedeki yaralara faydalıdır.
Yukarıda bahsedilen faydalar, hemen bir-iki kere kullanmakla görülmez, uzun süre kullanılmalıdır. Bal, hem besindir, hem de şifâ. Bal ve çörek otu vücuttaki immün (bağışıklık) sistemini kuvvetlendirdiği için “ölümden başka her derde devâdır” diye zikredilmiştir. Yani bal ve çörek otu hem dertlere devâ olup hem de vücudun direncini, bağışıklık sistemini arttırdığı için vücut kolay kolay hasta olmaz.
Hadis-i Şeriflerde Meyve ve Benzeri Yiyecekler
Ebû Râfî'in karısı Selma (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.). buyurdular ki: "İçerisinde kuru hurma olmayan bir ev, içerisinde yiyecek maddesi olmayan (aç insanların bulunduğu) bir ev gibidir." 4366
Talha (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.).'ın yanına girmiştim. Elinde ayva vardı. Bana: "Ey Talha! Şunu al, (ye)! Çünkü bu, kalbe rahatlık verir" buyurdular." 4367
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.). buyurdular ki: "Size şu çörek otunu tavsiye ederim. Zira onda, ölümden başka her derde şifâ vardır." 4368
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.). buyurdular ki: "Her ay üç sabah bal yiyen kimseye büyük bir belâ (hastalık) gelmez."
Aişe (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.), kendisine süt sunulduğu vakit: "(Süt) bir berekettir" veya "(Süt) iki berekettir" derdi."
Abdullah (İbnu Mes'ud) (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.). buyurdular ki: "Size şu iki şifayı tavsiye ederim. Şifa verici olarak size bu iki şey kâfîdir: Bal ve Kur’an.” 4369
Ebû Sa'îd ve Câbir (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.). buyurdular ki: "Mantar kudret helvası (nevi)ndendir. Suyu göze şifâdır. Acve hurması cennettendir ve cinnete karşı şifâdır." 4370
Râfi' İbnu Amr el-Müzeni (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.). buyurdular ki: "Acve (ismindeki Medine hurması) ve Sahra (adındaki Mescid-i Aksa'da yer alan taş) cennettendir."
Ağaçlar içinde öyle bir ağaç vardır ki; yaprağı (kışın) dökülmez; mü’min kimseye benzer. O hangi ağaçtır, söyler misiniz? Ashâb-ı kiram bazı ağaç isimlerini sayarlar. Sonra sorarlar: “Yâ Rasûlallah, siz söyleyin, hangi ağaçtır?” “O, hurma ağacıdır” 4371
4366] Müslim, Eşribe 153; Ebû Dâvud, Et’ıme 41
4367] Kütüb-i Sitte, 17/430
4368] Kütüb-i Sitte, 17/441
4369] İbn Mâce, Sünen, Tıb 1
4370] Buhârî, Et’ıme 43, Tıb 52, 56; Müslim, Eşribe 155
4371] Buhârî, İlim 4, Büyû’ 94, Et’ıme 42, Edeb 89; Müslim, Münâfıkîn 63, 64
- 984 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ebû Übey İbn Ümmi Haram (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.). buyurdular ki: "Sinameki ve sennût (yani tereyağı tulumuna konulan bal veya dereotu) yemenizi tavsiye ederim. Çünkü bu iki şeyde sâm'dan başka her hastalığa karşı şifa vardır." "Ey Allah'ın Resûlü sâm nedir?" diye sorulmuştu. "Ölüm!" buyurdular."
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Meyve sebebiyle de keser (denen hurma göbeği) hırsızlığı sebebiyle de el kesilmez.”
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.), Cenâb-ı Hakk'ın: "Arzda birbirine komşu kıt'alar vardır, üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki hepsi bir su ile sulanıyor. (Böyle iken) Biz onlardan bazısını yemişlerinde (ve tadlarında), bazısından üstün kılıyoruz. İşte bunlarda da aklını kullanacak zümreler için elbette âyetler vardır" 4372. Kelâm-ı İlâhîsinde geçen "üstünlük"ü şöyle açıkladılar: "Bu onların, kalitesiz, fârisî çeşitten tatlı ve ekşi oluşlarıdır." 4373
Açıklama: Âyet-i kerime yeryüzündeki bütün meyvelerin aynı su ve topraktan beslendikleri halde aralarında farklılıklar meydana gelmesinde Allah'ın varlığını idrâke götüren bir delil olduğunu beyan ederek bu hususta düşünmeye, araştırmaya teşvik ediyor. Rasûlullah (s.a.s.), farklılıklar hususunda araştırıcı ipucu veriyor:
1- Kaliteli-kalitesiz oluş: Bu aynı cinste ve hattâ aynı ağacın meyvelerinde olabilen bir durumdur.
2- Cins yönüyle farklılık: Hadiste fârisî denen bir hurma çeşidi zikredilmek suretiyle bu hususa parmak basılıyor. Meselâ elmadan misâl versek Niğde elması, Amasya elması gibi.
3- Tad yönüyle farklılık: Ekşi, tatlı, mayhoş, buruk, kokulu vs.
Cenâb-ı Hak hazretleri, irâdesiyle kudretiyle su-toprak-güneş tezgâhından bu çeşitlilikleri çıkarıyor. 4374
Hz. Ömer ve Ebû Üseyd (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Zeytinyağını yeyin ve onunla yağlanın (bedeninize ve saçınıza sürün). Zira, o mübârek bir ağaçtandır." 4375
Açıklama:
1- Rasûlullah (s.a.s.) bu hadislerinde, katık olarak, ekmekle birlikte zeytinyağının yenmesini tavsiye buyurmaktadır. Ayrıca zeytinyağının başa sürülmesini de tavsiye buyurmaktadır. Hadis, emir sigasıyla gelmiş olmakla birlikte, tavsiye olarak ifâde ediyoruz. Zira ulemâ bunu, gücü yetenlere ve mizacına uyanlara "ibâhe" ve nedb" olarak tevil eder, aksi takdirde vecîbe olması gerekirdi. Zeynu'l-Irâkî der ki: "Yağlanmaktan murad, onunla saçı yağlamaktır." Bir rivâyette "saçı yağlamak" diye kayıtlanmıştır. Arapların âdeti, saçlarını yağlamaktı. Bunu, saçlar dağılmasın diye yaparlardı. Bunun emredilmesini, saçın çoğalması veya azalmasına hamletmemeli, sadece dağılmaması ile yorumlamalıdır."
İbnu'l-Kayyim, yağın sıcak memleketlerde bedene faydalı olduğu halde,
4372] 13/Ra'd, 4
4373] Tirmizî, Tefsir Ra'd, h. no: 3117
4374] 4/Nisâ, 33-34
4375] Tirmizî, Et'ıme 43, h. no: 1852, 1853
MEYVELERDEKİ İBRETLER
- 985 -
soğuk memleketlerde zararlı olduğunu, buralarda başa fazla yağ sürmenin göz için muhâtaralı (riskli) olduğunu söyler.
2- Zeytinyağının mübarek olması, faydalarının çokluğundandır. Fevkalâde bir beslenme kaynağı olmaktan öte, insanlığı aydınlatma işinde tarihin en eski devirlerinden beri hizmet etmiş, kandillerin yakıtı olmuş, Allah'ın müstesna bir nimetidir. Elde edilmesindeki kolaylık ve ucuzluk onu geçmiş devirlerde bu sahalarda rakipsiz kılmıştır. Ancak, yetiştiği beldenin mübarek kılınmış mukaddes bir yer olması sebebiyle de "mübarek" diye tavsif edildiği söylenmiştir. Ağacın mübarek olması, ondan elde edilen yağın da mübarek olmasını gerektirir.
Zeytinyağı üzerine el-Câmi'us-Sağîr'de iki hadis daha kaydedilir: "Zeytinyağını yiyin ve onunla yağlanın, çünkü hoştur, mübarektir."; "Zeytinyağını yiyin ve onunla yağlanın, zira onda yetmiş derde şifa var. Bunlardan biri de cüzzâmdır."
Yusuf İbn Adillah İbni Selâm (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.), bir miktar arpa (ekmeği) aldı. Üzerine bir hurma koydu ve: "Bu şuna katıktır!" buyurdu." 4376
Âişe (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) kavunu taze hurma ile yer ve: "Bunun hararetini şunun serinliğiyle, şunun serinliğini de bunun hararetiyle kırıyoruz!" buyurdu." 4377
Açıklama:
1- Bu hadis, yiyeceklerin dengelenmesine bir örnektir. Müteakip bazı rivâyetlerde de görüleceği üzere, (s.a.s.)., yiyecekler arasında dengeleme işine ehemmiyet vermiştir. Hurma tatlıdır, hararet vericidir, onu harareti kırıcı mahiyette kavun (veya karpuzla) dengelemektedir.
2- Bıttîh, kavun ve karpuz için kullanılır. Umumiyetle kavun kastedilir. Karpuz kastedilince yeşil karpuz mânâsında bıttîh-ı ahdar denmektedir. Keza kavun içinde bıttîh-ı asfar (sarı karpuz) denmektedir. Burada mevzûbahis olan karpuz mu, kavun mu ihtilaf edilmiştir.
Hattâbî der ki: "Hadiste tıb ve ilacın meşruiyyeti, zararlı bir şeye tabiat icabı onun zıddı ile mukabele etme prensibi mevcuttur. Nitekim tıb ve tedavide esas da böyledir." Hattâbî, hadisten "yiyecekler hususunda geniş davranmanın ve mubah lezzetlere yer vermenin meşru olduğu" hükmünü de çıkarır. Nevevî, "bu hususta ülemâ ihtilaf etmemiştir" der. Ve ilave eder: "Seleften bunun hilafına yapılan rivâyet dînî bir maslahat olmadan bol yemeye ve tereffühe alışmaktan men etmek düşüncesine dayanan kerâhete hamledilir."
Sahîheyn ve Ebû Dâvud'da, Abdullah İbnu Cafer (r.a.)'nın şöyle dediği gelmiştir: "Rasûlullah (s.a.s.)'ı salatalıkla birlikte taze hurma yerken gördüm." 4378
Açıklama: Burada da iki ayrı şeyin birlikte yenmesine örnek var. Bunun keyfiyetini açıklayan bir rivâyet Taberânî'nin Mu'cemü'l-Evsat'ında gelmiştir: Yine Abdullah İbnu Cafer anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)' ın sağ elinde salatalık, sol elinde de taze hurma gördüm. (s.a.s.). bir keresinde birinden, bir keresinde öbüründen
4376] Ebû Dâvud Et'ıme 42, h. no: 3830
4377] Tirmizî, Et'ıme 36, h. no: 1844); Ebû Dâvud, Et'ıme 45, h. no: 3836
4378] Buhârî, Et'ıme 39, 45, 47; Müslim, Eşribe 147, h. no: 2043; Ebû Dâvud, Et'ıme 45, h. no: 3835; Tirmizî, Et'ıme 37, h. no: 1845
- 986 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yiyordu."
Ebû Nuaym'ın et-Tıbb'ında Enes (r.a.) da, Rasûlullah' ın sağ eline taze hurma, sol eline kavun alıp hurmayı kavunla birlikte yediğini belirtir ve Rasûlullah'ın en çok sevdiği meyve taze hurmaydı" der. Nesâî'de de Peygamberimizin hırbız (kavun) ile taze hurmayı birlikte yediği rivâyet edilmiştir. İbn Mâce, Nesâî ve Ebû Nuaym'ın Et-Tıbb'ında gelen bazı rivâyetler, Hz. Âişe'nin Rasûlullah'la evlenmezden önce biraz şişmanlaması için -Rasûlullah'ın tavsiyesi ile- hususi bir beslenme rejimi uyguladığını göstermektedir: "Bana salatalık ve hurma yedirdiler. Bunun üzerine ben en iyi şekilde şişmanladım."
Kurtubî, bu rivâyetlere dayanarak der ki: "Hadiste, yiyeceklerin sıfatlarını ve tabiatlarını gözönüne alarak hareket etmek, tıbbî kaideye uygun olarak onları tabiatlarına uygun şekilde kullanmanın cevâzı vardır. Zira, taze hurmada hararet, salatalıkta ise serinlik var. İkisi birlikte yenilirse her ikisi de mûtedil olur. Bu ise mürekkep ilaçlarda mühim bir esastır."
Büsr es-Sülemî'nin iki oğlu (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) yanımıza girdi. Biz kendilerine tereyağı ve hurma ikram ettik. Peygamber yağla hurmayı severdi." 4379
Âişe (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) helva ve balı severdi." 4380
Açıklama: Hadiste Rasûlullah’ın (s.a.s.) tatlıları ve balı sevdiği ifade edilmektedir. Hadiste geçen helvayı "tatlı" diye çevirmemiz daha uygundur. Çünkü dilimizde helva dedik mi muayyen hammaddelerden yapılmış belli bir tatlıyı anlarız. Arapçada ise, insan emeğinin, san'atın girdiği her çeşit tatlıya denir. Nevevî der ki: "Helva'dan burada murad tatlı olan her şeydir." Nevevî devamla der ki: "Arkadan balın zikri, onun şeref ve meziyyetine dikkat çekmek içindir, âmmdan sonra hass'ın zikri babındandır." İbn Battal der ki: "Helva ve bal, şu âyette mezkûr olan tayyibâta dâhildir: "Size verdiğimiz rızkın temizlerinden yiyin..." 4381
Âlimler, helva ve bala benzeyen bütün leziz yiyeceklerin, hadisin mânâsına dâhil olduğunu belirtirler. Hattâbî der ki: "Rasûlullah’ın (s.a.s.) tatlılara olan sevgisi onlara fazla iştiha göstermesi, nefsinin onları şiddetle çekmesi mânâsında değildir. Sofrasında bulunduğu takdirde tatlıdan normal şekilde alırdı. Böylece onun bunu sevdiği anlaşılırdı.
“Yiyin, için, sadaka verin ve giyinin. Ancak kibirlenmeyin ve israf etmeyin. Şüphesiz Allah (c.c.) nimetinin eserini (görüntüsünü) kulunun üzerinde görmek ister.” 4382
Tefekkür; Meyve ve Benzeri Yiyecek Yerken…
“Allah, yeryüzünü sizin için bir karar, gökyüzünü bir bina kıldı; size şekil vererek sizi sûretlendirdi, şeklinizi de en güzel (bir biçim ve incelikte) kıldı ve size güzel-temiz şeylerden rızık verdi. İşte sizin Rabbiniz Allah budur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir.”4383 Allah insanlara dünyada çeşit çeşit, güzel, temiz, tadanların lezzet aldığı yiyecek
4379] Ebû Dâvud, Et’ıme 45, h. no: 3837; İbn Mâce, Et’ıme 43, h. no: 3334
4380] Tirmizî, Et'ıme 29, h. no: 1832
4381] 20/Tâhâ, 21
4382] Buhârî, Libas 1, 7/182; İbn Mâce, Libas 23, Hadis no: 3605, 2/1192; Nesâi, Zekât 66; K. Sitte, 16/361
4383] 40/Mü’min, 64
MEYVELERDEKİ İBRETLER
- 987 -
ve içecekler vermiştir. Elbette bunların tümü Allah’ın sonsuz lütfunun ve insanlar üzerindeki rahmetinin birer tecellisidir. İnsanlar tek bir çeşit yiyecek ve içecekle de yaşamlarını belki sürdürebilirler ama Allah insanlara sayısız nimet vermiştir; meyveler, sebzeler, çeşit çeşit etler…
Bu nimetlerin tümünün Allah’tan olduğunu bilen mü’min de her sofraya oturuşunda bunlar üzerinde düşünür ve Rabbine şükreder.
Yemek Yerken Masaya Gelen Meyveleri Görünce Neler Düşünülür? Kuran'ın pek çok âyetinde Allah'ın insanları türlü yiyecekler vererek nimetlendirdiğinden bahsedilir. Yemek sofrasına oturan bir kişinin önüne bu nimetler dizilmiştir. Topraktan çıkan çeşit çeşit bitkiler, ağaçlardan derlenmiş güzel meyveler, hayvanların ürünleri sofraları süsler. İnsan bunlardan zevk alacak şeklide yaratılmıştır. Herbiri birbirinden lezzetli olan bu yiyecekler aynı zamanda insanın yaşaması için de gereklidir. Bir düşünelim; yaşamamız için gerekli olan gıdaların hiç lezzetleri olmasa ya da tatları çok kötü olsa ne yapardık? Veya çok lezzetli olmalarına rağmen bunlar bize zararlı olsaydı... Veya birkaç çeşit yiyecek olsaydı ve insan bunlardan sadece ayakta kalmak için faydalanıyor olsaydı? Hiç tadı olmayan yiyecekler ve içeceklerde değil de, sofrada gördüğümüz şekilde bir tablo ile karşılaşmamızın tek sebebi Allah'ın biz insanlara olan lütfu ve rahmetidir. İnsan sadece meyveler hakkında bile düşünse üzerindeki nimetin büyüklüğünü fark edecektir.
Oturduğu yemek sofrasında çeşit çeşit meyveleri gören şuurlu bir insan şunları düşünmelidir:
Kapkara bir çamurun içinden, rengârenk, farklı farklı kokularda, içleri mis gibi tertemiz olan meyvelerin çıkması, herbirinin tadının çok hoş ve lezzetli olması, Allah'ın insanlara sunduğu büyük bir nimettir.
Muz, mandalina, portakal, kavun, karpuz kısacası tüm meyveler hep ambalajları ile yaratılmışlardır. Hepsinin kabuğu meyveyi çürümekten, bozulmaktan korur. Kokuları da ambalajlarının içinde saklıdır. Ambalajları açıldığında ise bir süre sonra kararmaya ve bozulmaya başlarlar.
Meyvelerin herbiri tek tek incelendiğinde birçok inceliklerinin bulunduğu görülür. Örneğin portakal ve mandalina özel olarak dilimlenmiştir. Bir bütün halinde olsalardı o kadar sulu bir meyveyi yemek insan için zor olabilirdi. Ama Allah bunları küçük dilimler haline getirerek insanlara kolaylık sağlamış ve bir güzellik sunmuştur. Şüphesiz meyvenin içindeki bu kusursuz, ihtiyaca yönelik ve son derece estetik tasarım, üstün bir ilim sahibi olan Allah’ın yaratışının delillerindendir.
Meselâ çilek, görüntüsü ve tadı ile çok özel bir meyvedir. Üzerindeki motifler sanki milim milim ölçülerek işlenmiş gibidir. Kırmızı ve estetik biçiminin üzerinde yeşil yaprakları ile Allah'ın eşsiz sanatının eserlerinden biridir. Tadındaki ve kokusundaki güzellik, çekirdeksiz ve kabuksuz olduğu için yenmesinde hiçbir güçlük olmaması insana cennet meyvelerini hatırlatır. Toprağın neredeyse içinde yetişen bir meyvenin bu kadar güzel ve çarpıcı bir renge, bu kadar güzel bir kokuya sahip olması, onu örneksiz yaratan, sanatını, aklını ve ilmini yarattığı varlıklarda gösteren Rabbimizi bizlere tanıtır.
- 988 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Her mevsimde ayrı meyvelerin bulunması da üzerinde düşünmeye değer bir konudur. Örneğin kışın insanların en fazla vitamine ihtiyaçları oldukları dönemde, mandalina, portakal ve greyfurt gibi C vitamini yönünden zengin meyvelerin olması, yazın da insanların susuzluğunu gidererek ferahlamalarını sağlayan kiraz, kavun, karpuz, şeftali gibi meyvelerin çıkması Allah'ın insanlara büyük lütfu ve nimetidir.
Meyvelerin dallarındaki veya ekili haldeki görüntüleri de Allah’ın sunduğu birer güzelliktir. Kupkuru bir odunun üstünde içi sulu, birçoğunun dışı özellikle cilâlanmış gibi, dalına sımsıkı bağlanmış yüzlerce meyve görüntüsü, herbirinin Allah tarafından yaratıldıklarının bir delilidir. Örneğin salkım salkım üzümler, sanki tek tek asma dallarına yerleştirilmiş gibidir. Allah herbirini örneksiz ve eşsiz yaratmıştır. Dallarındaki görüntüleri ise insanların hoşuna gidecek şekle sokulmuştur. Bu nedenle Allah Kuran'da cenneti tasvir ederken, "(Meyvelerin) Gölgeleri onlara pek yakın ve devşirilmeleri kolaylaştırıldıkça kolaylaştırılmış" 4384 âyetiyle cennet meyvelerinin devşirilmeye, yani dallarından koparılmaya hazır olduklarını bildirmektedir.
Tabii ki, saydığımız bu birkaç meyve, yalnızca sınırlı birkaç örnektir. Allah’ın yarattığı nimetler sayılarak bitirilemeyecek kadar çeşitlidir. Yemek sofrasında bunun farkına varan kişinin aklına Allah’ın şu âyet gelebilir: “Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp düşünmez misiniz? Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, merhamet edendir.” 4385
Tatların ve Kokuların Düşündürdükleri: İnsan bu şekilde düşünmeye devam ettikçe, Allah'ın yarattığı güzellikleri ve incelikleri daha çok fark etmeye başlar. Vicdanlı bir insan tüm bunları düşünürken aynı zamanda Allah’ın sunduğu bu nimetlerden zevk alabilmenin de yine Rabbinin büyük bir lütfu olduğunu aklından geçirir. Özellikle Allah’ın insanlara verdiği tat ve koku alma duyularının dünyadaki birçok güzelliği algılamamıza yaradığını hatırlar. Ve şöyle düşünür: Eğer koku alma duyumuz olmasaydı gülden, yediğimiz meyvelerden, ızgaradan şimdi aldığımız zevki alamazdık. Eğer tat alma duyumuz olmasaydı çikolatanın, şekerlerin, etin, çileğin ve diğer nimetlerin eşsiz tatlarının hiçbir ini fark edemeyecektik.
Unutmamak gerekir ki, renksiz, tatsız ve kokusuz bir dünyada da yaşıyor olabilirdik. Ve Allah bunları bize nimet olarak vermemiş olsaydı, bu güzellikleri biz hiçbir şekilde elde edemezdik. Ancak Allah, hem kokuları ve tatları hem de bunları algılayabilecek duyu sistemlerimizi yaratarak biz insanlara sonsuz rahmetinden bağışlamıştır.
Allah’a iman eden insan doğada gördüğü güzellikler karşısında Rabbini tesbih eder. Var olan tüm güzellikleri Allah’ın yarattığının farkındadır. Tüm güzelliklerin Allah’a ait olduğunu, O’nun Cemal sıfatının tecellileri olduğunu bilir. İnsan doğada gezerken karşısına her zamankinden fazla güzellik çıkar. Tek bir ottan, sarı bir papatyaya, kuşlardan, karıncalara kadar her şey, üzerinde düşünmeyi gerektiren ayrıntılarla doludur. İnsan bunlar üzerinde düşündükçe, Allah'ın güç
4384] 76/İnsan, 14
4385] 16/Nahl, 17-18
MEYVELERDEKİ İBRETLER
- 989 -
ve kudretini anlar.
Meselâ kelebekler son derece estetik ve göze hoş gelen varlıklardır. İncecik tül gibi kanatlarının üzerindeki simetri, desenlerin elle çizilmiş gibi son derece muntazam olması, birbiriyle uyumlu, fosforlu renkleri ile Allah'ın benzersiz sanatının ve üstün yaratma gücünün delillerindendir. Aynı şekilde yeryüzündeki sayısız çeşitteki bitkiler ve ağaçlar da Allah’ın yarattığı güzelliklerdendir. Herbiri birbirinden tamamen farklı renklere sahip çiçekler, farklı görünümdeki ağaçlar insanlara zevk verecek görünümde yaratılmışlardır.
İman eden kişi, gül, menekşe, papatya, sümbül, orkide, karanfil ve diğer çiçeklerin nasıl olup da bu kadar pürüzsüz bir yüzeyleri olduğunu, tomurcuğun içinden hiçbir buruşukluk olmadan dümdüz ütülenmiş gibi nasıl çıkabildiklerini düşünür. Allah’ın yarattığı bir diğer güzellik de bu çiçeklerin olağanüstü kokularıdır. Örneğin bir gülün sürekli etrafına yaydığı, hiç değişmeyen yoğun bir kokusu vardır. En son teknoloji ile bile bu gül kokusunun bire bir benzeri yapılamamaktadır. Laboratuvarlarda bu kokunun taklidi yapılmaya çalışıldığında ortaya çıkan sonuç son derece yetersizdir. Bir gülün kokusuna benzetilmeye çalışılarak üretilen kokular genellikle insanda rahatsızlığa neden olan ağır kokulardır. Oysa gül kokusu insanda hiçbir rahatsızlığa neden olmaz.
İman eden kişi bunların herbirinin insanın Allah'ı tesbih etmesi, yarattığı güzelliklerde Allah'ın sanatını ve ilmini tanıyabilmesi için yaratılan varlıklar olduğunu bilir. Bu nedenle bahçesinde gezerken bu güzellikleri gördüğünde "MâşâAllah, Allah'tan başka kuvvet yoktur" 4386 diyerek Allah'ı yüceltir. Allah’ın, tüm bu güzellikleri insanların hizmetine sunduğunu ve âhirette bunlarla kıyas edilemeyecek üstünlükteki güzellikleri iman edenlere vereceğini hatırlar. Ve bundan dolayı Rabbi’ne karşı duyduğu sevgi kat kat artar.
Bir Sarmaşığın Düşündürdükleri: Bahçede dolaşmakta olan bir mü’min Allah’ın yarattığı güzelliklerden biri olan sarmaşıklarla karşılaştığında, onlar üzerinde de düşünür. Çünkü düşünen bir insan için çevresindeki her varlıkta ders alınacak deliller vardır. Meselâ sarmaşıkların kendilerini bir dala veya herhangi bir cisme dolamaları insanın üzerinde dikkatle düşünmesi gereken bir olaydır. Eğer bu büyüme bir yere kaydedilip, daha sonra hızlı çekimde izlense, sarmaşığın sanki şuurlu bir varlık gibi hareket ettiği görülür. Sanki biraz ilerisinde bir dal olduğunu görüyormuş gibi o dala doğru kendini uzatır ve âdeta kement atarak dala kendini bağlar. Hatta bazen birkaç kez dolanarak kendini sağlama alır. Bu şekilde hızla ilerler, yolu bittiğinde geri dönerek veya aşağı doğru inerek kendine yeni bir yol bulur. İşte bunlara şâhit olan mü’min Allah’ın yarattığı tüm canlıları kendilerine özgü, kusursuz sistemlerle yarattığını bir kez daha görür.
Ayrıca bir sarmaşığın hareketlerini izlemeye devam ettikçe onun önemli bir özelliğine daha şâhit olur. Sarmaşığın yanlara kollar çıkararak, kendini bulunduğu duvarın üzerine kuvvetlice yapıştırdığını görür. Şuursuz bir bitkinin ürettiği yapıştırıcı o kadar güçlüdür ki, yapıştığı duvardan çıkartırken duvarın boyasını dahi sökebilir. Böyle bir bitkinin varlığı, bunları görüp üzerinde düşünen mü’mine bu bitkinin Yaratıcısı olan Allah'ın kudretini bir kez daha gösterir.
Ağaçların Düşündürdükleri: Ağaçları her gün her yerde görürüz ama, çok
4386] 18/Kehf, 39
- 990 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yüksek bir ağacın en ucundaki dalın, en uç yaprağına kadar suyun nasıl ulaşabildiğini hiç düşündük mü? Bir benzetme yaparak bundaki olağanüstülüğü daha iyi anlayabiliriz. Apartmanınızın bodrum katındaki deponun içindeki suyun, hidrofor veya herhangi güçlü bir motor kullanmadan üst katlara çıkması imkânsızdır. Hatta ilk kata bile suyu gönderemezsiniz. Öyle ise ağaçlarda da hidrofor benzeri güçlü bir pompalama sistemi bulunmalıdır. Aksi takdirde ağacın gövdesine ve dallarına su ulaşamayacağı için ağaçlar kısa sürede ölebilirler. Ancak Allah her ağacı gerekli tüm teçhizatı ile birlikte yaratmıştır. Hatta birçok ağaçtaki pompalama sistemi insanın kendi oturduğu apartmanla kıyas dahi edemeyeceği kadar üstündür. İşte çevresindeki her şeye "gören bir göz"le bakan kişinin, bu varlıkları gördüğünde düşündüğü konulardan biri de budur.
Bir diğer konu ise, yapraklarla ilgilidir. Gördükleri üzerinde düşünen bir insan ağaca baktığında üzerindeki yaprakları, alışık olduğu sıradan yapılar olarak değerlendirmez. Onlarla ilgili birçok insanın aklına gelmeyen şeyler düşünür, tefekkür eder. Örneğin yapraklar çok nârin yapılı varlıklardır. Ancak buna rağmen kavurucu sıcağın altında bile kurumazlar. İnsan 40 derece sıcağın altında biraz kalsa derisinin rengi değişir, fazlasıyla su kaybeder. Ancak yapraklar incecik damarlarından çok az su alabilmelerine rağmen günlerce, hatta aylarca kavurucu sıcağın altında kavrulmadan yemyeşil kalabilirler. İşte bu, Allah'ın her şeyi benzersiz bir ilimle yarattığını gösteren bir yaratılış mûcizesidir. İman eden insan da bu yaratılış mûcizesi üzerinde düşünerek Rabbi’nin büyüklüğünü bir kez daha görüp tesbih edebilir.
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akl-ı selîm sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Ayakta dururken, otururken, yanları üzerinde yatarken (her durumda ve her vakit) Allah’ın zikrederler (hatırlayıp anarlar). (Şöyle duâ ederler:) ‘Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azâbından koru!” 4387
“Görmüyor musunuz ki, şüphesiz Allah, göklerde ve yerde olanları emrinize âmâde kılmış, açık ve gizli sizin üzerinizdeki nimetlerini genişletip tamamlamıştır. (Buna rağmen) İnsanlardan öyleleri vardır ki, hiçbir ilme dayanmadan, bir yol gösterici ve aydınlatıcı bir kitap olmadan Allah hakkında mücâdele edip durur.” 4388
“Gökten suyu indiren O’dur. O sudan size hem içecekler vardır, hem de ondan ağaç (ve bitki) meydana gelir ve orada hayvanlarınızı otlatırsınız. (Allah) Su sâyesinde sizin için ekinler, zeytinler, hurmalar, üzümler ve diğer meyvelerin hepsinden bitirir. İşte bunlarda tefekkür edip düşünen bir toplum için büyük bir ibret vardır.” 4389
Atasözü şeklindeki tavsiyeyi duymayan yoktur: “Üzümünü ye, bağını sorma!” Hayır, bağını sormadığımız, nereden nasıl elde edildiğini bilmediğimiz bir üzümü yememeliyiz. Kur’an’da gıdaların helâl ve tayyib olanlarından, güzel ve temiz olanlarından yememiz emredilir.4390 Bu âyete göre gıdaları iki yönüyle araştırmak zorundayız: Haram-helâllık yönüyle ve tayyiblik/temizlik (sağlık şartlarına uygunluk) yönüyle. Üzümünü yerken bağını, bostanını araştırmak hem hakkımız ve hem de görevimiz. Çünkü üzümü biz yiyoruz, yediğimiz şeyi bilmek kadar
4387] 3/Âl-i İmrân, 190-191
4388] 31/Lokman, 20
4389] 16/Nahl, 10-11
4390] 2/Bakara, 168
MEYVELERDEKİ İBRETLER
- 991 -
doğal bir hakkımız olamaz. Ama bilgi çağı diye yutturulan şu çağda hangimiz ekmekte, meyvede, sebzede hangi katkı maddeleri olduğunu bilme hakkına sahibiz? Allah’a ve kendimize karşı sorumluluğumuz açısından da, dünyanın gidişatı açısından da olaya bakmak ve hal çareleri üretmek zorundayız.
Hamd olsun, bizlere temiz ve helâl rızıklar ihsân eden Allah'a. Şükürler olsun bizi doyuran, bizi müslüman kılan, temiz ve güzellikleri ayırabilecek özellikler bahşeden Rabbimiz’e. Ne mutlu meyveler ve bitkiler gibi Allah’ın nimetleri üzerinde tefekkür edip O’na şükredip kulluk yapanlara!
- 992 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Meyvelerle İlgili Âyet-i Kerîmeler
Meyve Anlamına Gelen Fâkihe ve Çoğulu Fevâkih Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerîmeler (Toplam 14 Yerde): 23/Mü’minûn, 19; 36/Yâsin, 57; 37/Sâffât, 42; 38/Sâd, 51; 43/Zuhruf, 73; 44/Duhân, 55; 52/Tûr, 22; 55/Rahmân, 11, 52, 68; 56/Vâkıa, 20, 32; 77/Mürselât, 42; 80/Abese, 31.
Meyve Anlamına Gelen Semer(a) ve Çoğulu Semerât Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerîmeler (Toplam 22 Yerde): 2/Bakara, 22, 25, 126, 155, 266; 6/En’âm, 99, 141; 7/A’râf, 57, 130; 13/Ra’d, 3; 14/İbrâhim, 32, 37; 16/Nahl, 11, 67, 69; 18/Kehf, 34, 42; 28/Kasas, 57; 35/Fâtır, 27; 36/Yâsin, 35; 41/Fussılet, 47; 47/Muhammed, 15.
Yine Meyve Anlamına Gelen Kutûf Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 2 Yerde): 69/Haakka, 23; 76/İnsân, 14.
Hurma ve Hurma Ağacı Anlamındaki Nahl, Nahîl ve Nahle Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerîmeler (Toplam 20 Yerde): 2/Bakara, 266; 6/Enâm, 99, 141; 13/Ra’d, 4; 16/Nahl, 11, 67; 17/İsrâ, 91; 18/Kehf, 32; 19/Meryem, 23, 25; 20/Tâhâ, 71; 23/Mü’minûn, 19; 26/Şuarâ, 148; 36/Yâsin, 34; 50/Kaf, 10; 54/Kamer, 20; 55/Rahmân, 11, 68; 69/Haakka, 7; 80/Abese, 29.
Üzüm Anlamındaki Ineb ve Çoğulu A’nâb Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerîmeler (Toplam 11 Yerde): 2/Bakara, 266; 6/En’âm, 99; 13/Ra’d, 4; 16/Nahl, 11, 67; 17/İsrâ, 91; 18/Kehf, 32; 23/Mü’minûn, 19; 36/Yâsin, 34; 78/Nebe’, 32; 80/Abese, 28.
Zeytin Anlamındaki Zeytûn Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerîmeler (Toplam 6 Yerde): 6/En’âm, 99, 141; 16/Nahl, 11; 24/Nûr, 35; 80/Abese, 29; 95/Tîn, 1.
Nar Anlamındaki Rummân Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerîmeler (Toplam 3 Yerde): 6/En’âm, 99, 141; 55/Rahmân, 68.
Kiraz (Arabistan Kirazı) Anlamına Gelen Sidr Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerîmeler (Toplam 2 Yerde): 34/Sebe’, 16; 56/Vâkıa, 28.
Muz Anlamına Gelen Talh Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerîme (Toplam 1 Yerde): 56/Vâkıa, 29.
İncir Anlamına Gelen Tîn Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerîme (Toplam 1 Yerde): 95/Tîn, 1.
Cehennemdeki Acı Bir Meyve Adı Olan Zakkum Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerîme (Toplam 3 Yerde):37/Sâffât, 62; 44/Duhân, 43; 56/Vâkıa, 52.
Diğer Bazı Yiyecek Maddeleri
a- Kudret Helvası: 2/Bakara, 57; 7/A'râf, 160; 20/Tâhâ, 80.
b- Soğan: 2/Bakara, 61.
c- Tuz: 25/Furkan, 53; 35/Fâtır, 12.
d- Mercimek: 2/Bakara, 61.
e- Kabak: 2/Bakara, 61.
f- Sarmısak: 2/Bakara, 61.
g- Sebze: 2/Bakara, 61.
h- Et: 2/Bakara, 173, 259; 5/Mâide, 3; 6/En'âm, 145; 16/Nahl, 14, 115; 22/Hacc, 5, 37; 23/Mü'minûn, 14; 35/Fâtır, 12; 49/Hucurât, 12; 52/Tûr, 22; 56/Vâkıa, 21.
k- Süt: 16/Nahl, 66; 47/Muhammed, 15.
l- Bal: 16/Nahl, 68-69; 47/Muhammed, 15.
m- Cehennemde Kötü Kokulu Bir Diken Anlamında Darî’ Kelimesi (Toplam 1 Yerde): 88/Ğâşiye, 6.
Bitki Anlamındaki Nebât Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerîmeler (Toplam 9 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 37; 6/En’âm, 99; 7/A’râf, 58; 10/Yûnus, 24; 18/Kehf, 45; 20/Tâhâ, 53; 57/Hadîd, 20; 71/Nûh, 17; 78/Nebe’, 15.
Ekin Anlamına Gelen Zer’ ve Çoğulu Zurû’ Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerîmeler (Toplam 10 Yerde): 6/En’âm, 141; 13/Ra’d, 4; 14/İbrâhim, 37; 16/Nahl, 11; 18/Kehf, 32; 26/Şuarâ, 148; 32/Secde, 27; 39/Zümer, 21; 44/Duhân, 26; 48/Fetih, 29.
Ağaç Anlamına Gelen Şecer(a) Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerîmeler (Toplam 26 Yerde): 2/Bakara, 35; 7/A’râf, 19, 20, 22, 22; 14/İbrâhim, 24, 26; 16/Nahl, 10, 68; 17/İsrâ, 60; 20/Tâhâ, 120; 22/Hacc, 18; 23/Mü’minûn, 20; 24/Nûr, 35; 27/Neml, 60; 28/Kasas, 30; 31/Lokman, 27; 36/Yâsin, 80; 37/Sâffât, 62, 64, 146; 44/Duhân, 43; 48/Fetih, 18; 55/Rahmân, 6; 56/Vâkıa, 52, 72.
Yeme Anlamında “Ekl” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 109 Yerde): 2/Bakara, 35, 57, 58, 60, 168, 172, 174, 187, 188, 188, 265, 275; 3/Âl-i İmrân, 49, 130, 183; 4/Nisâ, 2, 4, 6, 6, 10, 10, 29, 161; 5/Mâide, 3, 4, 42, 62, 63, 66, 75, 88, 113; 6/En’âm, 118, 119, 121, 141, 141,
MEYVELERDEKİ İBRETLER
- 993 -
142; 7/A’râf, 19, 31, 73, 160, 161; 8/Enfâl, 69; 9/Tevbe, 34; 10/Yûnus, 24; 11/Hûd, 64; 12/Yûsuf, 13, 14, 17, 36, 41, 43, 46, 47, 48; 13/Ra’d, 4, 35; 14/İbrâhim, 25; 15/Hıcr, 3; 16/Nahl, 5, 14, 69, 114; 18/Kehf, 33; 19/Meryem, 26; 20/Tâhâ, 54, 81, 121; 21/Enbiyâ, 8; 22/Hacc, 28, 36; 23/Mü’minûn, 19, 20, 21, 33, 33, 51; 24/Nûr, 61, 61; 25/Furkan, 7, 8, 20; 32/Secde, 27; 34/Sebe’, 14, 15, 16; 35/Fâtır, 12; 36/Yâsin, 33, 35, 72; 37/Sâffât, 66, 91; 40/Mü’min, 79; 43/Zuhruf, 73; 47/Muhammed, 12, 12; 49/Hucurât, 12; 51/Zâriyât, 27; 52/Tûr,19; 56/Vâkıa, 52; 67/Mülk, 15; 69/Haakka, 24, 27; 77/Mürselât, 43, 46; 89/Fecr, 19, 19; 105/Fîl, 5.
Yemek Anlamında “Taâm” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 48 Yerde): 2/Bakara, 61, 184, 249, 259; 3/Âl-i İmrân, 93; 5/Mâide, 5, 5, 75, 89, 89, 93, 95, 96; 6/En’âm, 14, 14, 138, 145, 145; 12/Yûsuf, 37; 18/Kehf, 19, 77; 21/Enbiyâ, 8; 22/Hacc, 28, 36; 25/Furkan, 7, 20; 26/Şuarâ, 79; 33/Ahzâb, 53, 53; 36/Yâsin, 47, 47; 44/Duhân, 44; 47/Muhammed, 15; 51/Zâriyât, 57; 58/Mücâdele, 4; 69/Haakka, 34, 36; 73/Müzzemmil, 13; 74/Müddessir, 44; 76/İnsan, 8, 8, 9; 80/Abese, 24; 88/Ğâşiye, 6; 89/Fecr, 18; 90/Beled, 14; 106/Kurayş, 4; 107/Mâûn, 3.
İçme Anlamında “Ş-r-b” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 39 Yerde): 2/Bakara, 60, 60, 93, 187, 249, 249, 259; 6/En’âm, 70; 7/A’râf, 31, 160; 10/Yûnus, 4; 16/Nahl, 10, 66, 69; 18/Kehf, 29; 19/Meryem, 26; 23/Mü’minûn, 33, 33; 26/Şuarâ, 155, 155; 35/Fâtır, 12; 36/Yâsin, 73; 37/Sâffât, 46; 38/Sâd, 42, 51; 47/Muhammed, 15; 52/Tûr, 19; 54/Kamer, 28; 56/Vâkıa, 54, 55, 55, 68; 69/Hakka, 24; 76/İnsan, 5, 6, 21; 77/Mürselât, 43; 78/Nebe’, 24; 83/Mutaffifîn, 28.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. TDV İslâm Ansiklopedisi, 1/456-459; 18/391-393
2. Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 226; 421
3. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y., c. 4, s. 62-116; c. 22, s. 416-421
4. Kur’an Coğrafyası, Ali Akpınar, Fecr Y., s. 45-50
5. Varlıkların Yaratılış Hikmetleri, İmam-ı Gazali, Dede Korkut Y., s. 125-134
6. Kur’an Hiç Tükenmeyen Mucize, Kur’an Araştırmaları Grubu, İstanbul Y., s. 156-157, 160, 329-330
7. Kur’an-ı Kerim’den Âyetler ve İlmî Gerçekler, Halûk Nurbaki, TDV Y., s. 116-121
8. Kur’an ve Hadislerde Günümüzde Ortaya Çıkan İlmî Gerçekler, Hasan Günaydın, Türdav Y., s. 98-100
9. Yemin Olsun ki Aksâmu’l-Kur’an, Sadık Kılıç, İhtar Y., s. 64-65
10. Müsbet İlimlerde Kur’an Mucizesi, Hikmet Özdemir, Gonca Y., s. 92-94, 108-109, 124-126
11. Kur’an ve Fen Bilimleri, Celal Kırca, Marifet Y., s. 210-211, 277- 292-296
12. Tıbb-ı Nebevî, Peygamberimizin Sağlık Öğütleri, İbn Kayyim el-Cevziyye, Hikmet Neşriyat/Vakit Gaz. Y.
13. Bitkilerdeki Yaratılış Mucizesi, H. Yahya, Vural Y.
14. Semboller ve Yorumları, Necmettin Ersoy, Özel Y.
15. Kur’an En Büyük Mucize, Said Alpsoy, Miraç Kitapları, s. 84
16. Kur’an Mucizeleri II, Harun Yahya, Araştırma Y., s. 16-30, 41-49, 69
17. İlimler ve Yorumlar, Hekimoğlu İsmail, H. Hüseyin Korkmaz, Türdav Y.
18. Kur’ân-ı Kerim’de Besinler ve Şifa, Davut Aydüz, Timaş Y.
19. Kur’an Işığında Faydalı Gıdalar ve Beslenme, Hasan Günaydın, Türdav Y.
20. Alternatif Tıp ve Şifa Sofrası, Mustafa Özer, Bürde Y.
21. Doğal Beslenme Sağlık Rehberi, Mustafa Özer, Bürde Y.
22. Tabiat Eczanesi Şifalı Bitkiler Ansiklopedisi I-II, Mustafa Özer, Bürde Y.
23. Şifalı Bitkiler ve Tıbb-ı Nebevî, Abdülkadir Eroğlu, 6 cilt, Demir Kitabevi Y.
24. Şifâlı Bitkiler, Âdil Âsımgil, Timaş Y.
25. Şifalı Bitkiler ve Reçeteleri, Vedat Sağlam, Kahraman Y.
26. Şifalı Bitkiler ve Doğal İlaçlarla Tedavi, Abdülmecid Yıldız, Risale Y.
27. Şifalı Bitkilerle Tedavi, Arif Pamuk, Pamuk Y.
28. Şifalı Bitkiler Ansiklopedisi, Pamuk Y.
29. Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y., c. 4, s. 33-34; c. 5, s. 180; c. 11, s. 107-109, 151, 171, 182, 185; c. 16, s. 411; c. 17, s. 299, 321, 420, 421, 422, 429, 440, 442

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 19:52

MESCİD

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

MESCİD


- 871 -
Kavram no 130
Görevlerimiz 23
Bk. Namaz; Duâ; İsyan-İtaat
MESCİD


• Mescid; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur'ân-ı Kerim'de Mescid Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Mescid Kavramı
• Mescidin/Câminin Fonksiyonları
• Câmilerin İdâresi ve Görevlileri
• Mescidlere Ait Hükümler
• Kıble, Mihrâb, Minber, Ezan, Cemaat
• Mescid-i Harâm, Mescid-i Aksâ, Mescid-i Nebevî
• Kiliseden Câmiye; Câmiden Müzeye: Ayasofya
• Dırar Mescidi, Takvâ Mescidi
• Mescidlerin Sanat ve Mimari Yönü
• Yeryüzü Mescidi
• Günümüz Mescidleri; Bid'atler
• Câmilerde Bir Büyük Bid'at; Mevlid
• Mescidlerin Yeniden İhyâsı
“Allah’ın mescidlerinde O’nun zikredilmesini (o mescidlerde Allah’ın hükümlerinin îfa ve ifade edilmesini) engelleyen ve bunları yıkmaya (madden ve mânen harap olmasına, onların işe yaramaz hale getirilmesine) çalışanlardan daha zâlim kim olabilir?! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir (Başka türlü girmeye hakları yoktur). Bunlar için dünyada rezillik, âhirette de büyük azap vardır." 3954
Mescid; Anlam ve Mâhiyeti
Mescid, Arapça’da “eğilmek, tevâzu ile alnı yere koymak” mânâsına gelen sücûd (s-c-d) kökünden, “secde edilen yer” anlamında bir mekân ismidir. Bu anlamda secde edilen bütün yerler (tüm yeryüzü) mesciddir. Secde, namazın rükünleri içinde en önemlisi, Kur’an’a göre insanın daha ilk yaratılışında şâhit olduğu bir hürmet ifadesidir.3955 Hz. Peygamberimiz’in bildirdiğine göre kulun Allah'a en yakın olduğu an secde ânıdır.3956 Secde yeri demek olan mescid, müslümanların cemaatle ibâdet ettikleri yer olduğu gibi, aynı zamanda, özellikle Rasûlullah devrinde, sosyal faâliyetlerin her çeşidinin odak noktası, çeşitli hizmetlerin görüldüğü ana merkezdir, üstür. Kavram olarak; içerisinde ibâdet etmek üzere yapılan bütün yapılara verilen addır.
Kur’ân-ı Kerim, hadisler ve ilk İslâm kaynaklarında bugün câmi diye isimlendirilen ibâdet edilen yerler karşılığında mescid kelimesi geçmektedir. Bu
3954] 2/Bakara, 114
3955] Bk. 2/Bakara, 34
3956] Nesâî, Tatbîk 78
- 872 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kelimenin Sâmi kökenli dillerde telaffuz ve anlam bakımından benzerleri vardır. Batı dillerinde mescid/câmi karşılığı olarak kullanılan mosque, mosquée vb. kelimelerin mescidin farklı telaffuzundan doğduğu söylenmektedir.
Câmi: Arapça cem’ (c-m-a) kökünden türeyen, “toplayan, bir araya getiren” anlamındaki câmi kelimesi, başlangıçta sadece Cuma namazı kılınan büyük mescidler için kullanılan “el-mescidü’l-câmi’” tâbiri, Taberânî’nin bir rivâyetine göre bizzat Hz. Peygamber tarafından da kullanılmıştır.
Hicrî IV. Milâdî X. yüzyılın başlarında “câmi” kelimesinin tek başına, mescid anlamında kullanılmaya başlandığı bilinmektedir. Daha sonra, içinde Cuma namazı kılınan ve hatibin hutbe okuması için minber bulunan mescidler câmi, minberi bulunmayan yani Cuma namazı kılınmayan küçük mâbedler ise sadece mescid olarak anılır olmuştur. Ancak, Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ’ya Cuma kılınmalarına ve çok büyük olmalarına rağmen mescid denilmektedir. 3957
Zeccâc, Hz. Peygamber’in, “yeryüzü bana -teyemmüm için- temiz ve mescid kılındı” hadisini delil göstererek ibâdet edilen her yerin mescid olduğunu söyler. "Allah'ın mescidlerinde O'nun adının zikredilip anılmasına engel olan ve mescidlerin harap olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?!...”3958 âyetini de “Allah’ın dinine muhâlefet edenden daha zâlim kim olabilir?” şeklinde açıklar. 3959
Kur’an’da Ashâb-ı Kehf’in üzerine yapılan binânın mescid olarak zikredilmesi,3960 ehl-i kitabın, peygamber ve azizlerin kabirleri üzerine yaptıkları binâları bu şekilde adlandırdıklarını ve bunların içinde ibâdet ettiklerini gösterir. Nitekim Ümmü Habîbe ve Ümmü Seleme Habeşistan’a hicret ettiklerinde resimlerle süslenmiş böyle mescidler görmüşlerdir. Bu durumu Hz. Peygamber’e haber verince Rasûlullah (s.a.s.), hıristiyanların, içlerinden sâlih bir kişi öldüğünde onun kabri üstüne mescid inşâ ettiklerini ve içine resimler yaptıklarını, bu kişilerin kıyâmet gününde mahlûkatın en kötüleri olacağını belirtmiş, bu hareketlerinden dolayı yahûdi ve hıristiyanları lânetlemiştir.3961 Peygamber lisanıyla lânetlenmesine ve dinin yasaklamasına rağmen sâlih kabul edilen bazı kabirlerin üstüne veya kabrin içinde kalacağı şekilde yanına mescidler yapıldığına İslâm tarihinde çokça şâhit oluyoruz. Eyüp Sultan, böyle kabul edilebilir mi, tartışılabilirse de, Konya Mevlânâ câmimi/müzesi buna tipik bir örnektir. Nice câmilerin bahçesinde ve hatta içinde kabirler görülmektedir.
Osmanlılar döneminde pâdişahlar tarafından inşâ ettirilen büyük câmilere “selâtin câmileri”, vezirler ve diğer devlet ricâli tarafından yaptırılan orta büyüklükteki câmilere bânîsinin adına izâfeten sadece câmi, küçük olanlara da mescid denilmiştir. Mescidlerin Cuma namazı kılınan câmiye dönüştürülmesi ise berat ve izinle olmaktaydı. "Namaz kılınan yer" demek olan "musallâ", Hz. Peygamber döneminde bayram ve cenâze namazı kılınan yerler için kullanılmıştır. Yol boylarında üstü açık mescidlere ise Farsça'dan Türkçeye geçen "namazgâh" denilmiştir.
3957] Bk. 17/İsrâ, 1; 9/Tevbe, 108
3958] 2/Bakara, 114
3959] Lisânü’l-Arab, “scd” md.
3960] 18/İsrâ, 21
3961] Buhârî, Salât 45, 54; Müslim, Mesâcid 16-23
MESCİD
- 873 -
İlk Mescidler: Kur'an'ın belirttiğine göre insanlar için inşâ edilen ilk mâbed Kâbe'dir.3962 Hicretten önce, Hz. Peygamber İslâmiyet'i tebliğe başladığı zaman Mekke müşriklerinin büyük bir tepki gösterdiği bilinmektedir. Kendisine yapılan baskı ve hakaretlere rağmen Peygamberimiz, zaman zaman Mescid-i Harâm'da Hacerü'l-Esved ile Rüknü'l-Yemânî arasında namaz kılardı. İlk müslümanlar Dâru'l-Erkam'ı bir mescid haline getirmişlerdi. Ayrıca evlerinde, vâdilerde gizlice ibâdet ediyorlardı. Hz. Peygamber'in, "mirbed" denilen ağılların, harmanların temiz bölümlerinde namaz kıldığı rivâyet edilir. 3963
Hz. Ebû Bekir'in Mekke'de evinin bahçesinde kendisi için yaptığı küçük mescid, özel olmakla beraber bir müslüman tarafından inşâ edilen ilk mesciddir. Yanık sesiyle Kur'an okuyan Hz. Ebû Bekir, müşrik çocuk ve kadınların İslâm'a sempati duymasına vesile oluyor, bu da müşriklerin tepkisini çekiyordu. Bazı araştırmacılar, Ammar bin Yâsir'in evinde yaptığı mescidin ilk özel mescid olduğu, Hz. Ebû Bekir'in mescidinin de ikinci mescid olduğunu belirtirler.3964 Hz. Ömer İslâmiyet'i kabul ettikten sonra müslümanlar Mescid-i Harâm'da açıkça namaz kılmaya başladılar. 3965
Bazı rivâyetler, Hz. Peygamber'in hicretinden önce Medine'de mescidler yapıldığını göstermektedir. Akabe biatlarından sonra müslümanların sayısı artınca Medine'de mescide ihtiyaç duyulmuştu. Akabe'de Rasûl-i Ekrem'e ilk biat eden Ebû Ümâme Es'ad bin Zürâre, Mescid-i Nebevî'nin yapıldığı arazideki bir hurma kurutma yerinin etrafını duvarla çevirerek mescid haline getirmişti. Kıblesi Kudüs'e doğru olan bu mescidde Ebû Ümâme, arkadaşları ile birlikte namaz kılardı. Hicretten önce burada Cuma namazı da kılınmıştır.3966 İlk muhâcirler Kubâ'ya geldiklerinde burada bir mescid yapmış ve Ebû Huzeyfe'nin âzatlısı Sâlim'in arkasında namaz kılmışlardı. Hz. Peygamber'in Medine'de ilk Cuma namazını Benî Sâlim'in mescidinde kıldığına dair rivâyet de onların hicretten önce mescidlerinin olduğunu göstermektedir.
Hicretten Sonra, Medine ve Civarında Yapılan Mescidler: Hz. Peygamber, hicret sırasında Medine'ye 2 mil kadar uzaklıkta olan Kubâ'da bir mescid inşâ ettirdi. Bu mescidin inşâsını Hz. Peygamber'e tavsiye etmesi, mescid için taş toplaması ve yapılırken büyük gayret göstermesi sebebiyle Ammâr bin Yâsir'in İslâm'da ilk mescidin bânîsi olduğu söylenmiştir. Hz. Peygamber, Kubâ'dan Medine'ye doğru giderken yanlarından geçtiği kişiler kendisini dâvet ettiler. Ancak Rasûl-i Ekrem devesinin serbest bırakılmasını istedi ve mescidin yapılacağı yerin tesbitini kastederek onun görevli olduğunu söyledi. Deve Mâlik bin Neccâr'ların evlerinin önünde bir düzlükte çöktü. Hz. Peygamber bu yeri Sehl ve Süheyl adlarındaki iki yetimden satın alarak Mescid-i Nebevî'yi yaptırdı.3967 Bu mescidin temeli de Kubâ'da olduğu gibi bir nevi merâsimle atılmış ve Hz. Peygamber inşaatta bizzat çalışmıştır. Mescid-i Nebevî'nin ilk ölçüleri 100 x 100 zirâ idi. İlk yapının 60 x 70 zirâ ebadında olduğu ve sonradan genişletildiği de rivâyet edilir. (Zirâ, arşın da denilen bir adımlık uzunluk ölçüsüdür. Yaklaşık 68
3962] 3/Âl-i İmrân, 96
3963] Buhârî, Salât 49; Müsned, II/178, III/404, IV/85
3964] Bk. Muhammed Hamidullah, İslâm Müsseselerine Giriş, s. 46
3965] İbn Hişâm, I/367
3966] İbn Sa'd, I/239
3967] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 45
- 874 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cm.dir.) Mescidin arka kısmında fakir sahâbîlerin barınması için Suffe adıyla bir yer ayrılmış, doğu duvarı boyunca Hz. Peygamber ve ailesine ait zamanla sayıları dokuza çıkan odalar inşâ edilmiştir. Yedi ay kadar süren inşaat sırasında Hz. Peygamber Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin evinde misafir kalmıştır.
Hz. Peygamber, mahallelerde ve kabîlelerin içinde müslümanların sayısı artınca buralarda mescidler inşâ edilmesini emretti. Kısa bir müddet sonra Medine ve çevresinde birçok mescidin yapıldığı kaydedilmektedir. Bazılarında Hz. Peygamber'in de namaz kıldığı bu mescidlerin sayısı, Belâzürî'nin naklettiğine göre dokuzdur. Bu sayıya Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Kubâ dâhil değildir. Buralarda vakit namazları kılınmakla beraber, Cuma namazı sadece Mescid-i Nebevî'de kılınmaktaydı. Bunlardan bir kısmının yeri ve kıblesi bizzat Hz. Peygamber tarafından tesbit edilmiştir.
Medine'nin Civar Kabilelerindeki Mescidler: Çeşitli kabileler İslâmiyet'i kabul ettikçe bulundukları yerlerde kendi adlarıyla anılan mescidler yapılmıştır. Hz. Peygamber'in yeni mescidler inşâ edilmesiyle ilgili emrinden kısa bir müddet sonra mescid inşâ etmeyen kabîle kalmamıştı. Ancak Asr-ı saâdette mescidler sadece Medine ve çevresi gibi dar bir alana sıkışmış değildi. Buhârî'nin bir rivâyetinden, Medine'ye oldukça uzak kabîlelerde de câmilerin yapıldığı anlaşılmaktadır. Mescid-i Nebevî'den sonra içerisinde ilk Cuma namazı kılınan mescid, Benî Abdülkays yurdundaki Cüvâsâ mescididir. 3968
Hz. Peygamber, gönderdiği askerî birliklere, gittikleri yerlerde mescidi bulunan bölgelerin halkına dokunmamalarını emrederdi. Nitekim Yelemlem'de oturan Cezîmeoğulları, üzerlerine gelen Hâlid bin Velîd'e müslüman olduklarını isbat etmek için mescidlerini göstermişlerdi. İslâmiyet'i kabul eden kabîlelerin bir kısmı eski mâbedlerinin yerine câmi yapmıştı. Tâif'teki Sakîf kabîlesi, câmilerini daha önce Lât'ın bulunduğu yere inşâ etmişti; bir rivâyete göre ise bunu bizzat Hz. Peygamber istemiştir.3969 Bazı eski mâbedlerin taşları da putlarla birlikte mescidlerin yapımında, özellikle kapı eşiğine, üzerine basılacak şekilde kullanılmıştır.
Hulefâ-yı Râşidîn Döneminde Mescidler: İslâmiyet, Hulefâ-yı Râşidîn döneminde doğudan batıya, kuzeyden güneye çok geniş bir alana yayıldı. Kur'an ve sünnette fazileti anlatılan3970 nasslardan ilham alan râşid halîfeler, ilk merhalede Mescid-i Harâm ve Mescid-i Nebevî'de bazı yenileme ve genişletme çalışmaları yaptılar. Kudüs'ü fetheden Hz. Ömer, Mescid-i Aksâ'nın bir çöplük haline getirilmiş olan yerini tesbit ettirerek burada büyük bir mescid yaptımıştır. Günümüzde "Ömer mescidi" denilen bu mescidin basit bir yapısı olmasına rağmen, burada 3000 kişi namaz kılabiliyordu. Hz. Osman, Mescid-i Nebevî'yi daha da genişletip kaliteli inşaat malzemesi kullanmak sûretiyle yeniden inşâ ettirmiştir. Müslümanların eline geçen yerlerde -fethediliş şekline göre- ya eski mâbedler kısmen veya tamamen câmiye çevriliyor veya mâbedler oldukları gibi bırakılarak sadece yeni mescidler binâ edilmek üzere bir arâzi ayrılıyordu.
Hulefâ-yı Râşidîn'in uygulamaları, daha sonraki dönemlerde örnek teşkil etmiştir. İslâm idaresine bağlanan şehirlerin halkıyla yapılan anlaşma şartlarına
3968] Buhârî, Cum'a 11
3969] İbn Mâce, Mesâcid 3
3970] 9/Tevbe, 18; Buhârî, Salât 65; Müslim, Mesâcid 24, 25
MESCİD
- 875 -
uygun olarak mâbedler muhâfaza edilmiş ve halkın ibâdetlerini serbestçe yapmasına izin verilmiştir. Hârun Reşid, zamanın kadısı Ebû Yûsuf'a zimmîlere ait kilise ve havraların durumunu sorduğunda Ebû Yûsuf, kilise ve havraları olduğu gibi bırakmaları gerektiğini, dört halîfe ve kumandanlarının uygulamalarından örneklerle açıklamıştır.3971 Dört Halîfe döneminde ve onlardan sonra yeni kurulan şehirlerde ve yerleşim yerlerinde mescidler yapılmış, halkın artan nüfusuna paralel olarak eski mescidler genişletilmiştir. İslâm dünyasının her tarafında zamanla birçok câmi inşâ edilmiştir. Müslümanların yaşadığı her köyde mutlaka bir câmi bulunuyor, daha ilk asırlardan itibaren köy câmilerinde Cuma namazı kılınıyordu. Daha sonraki asırlarda devlet adamları, güçlerinin simgesi olarak muhteşem câmiler inşâ ettirdikleri gibi bazı kişiler de câmi yaptırmaya özel bir gayret göstermişlerdir.
Osmanlılar döneminde de başta Bursa, Edirne ve İstanbul olmak üzere gelişen mimarî üslûplarıyla birçok câmi ve mescid yapılmıştır. 19. yüzyılın ortalarında İstanbul'da 900'e yakın câmi ve mescid bulunuyordu.3972 Bu, o zamanın nüfusu dikkate alındığında, şimdiki zamanla kıyaslanamayacak çok önemli bir sayı idi.
Mescidin Müslümanın Hayatındaki Yeri: Kâinattaki varlıkların hepsi ister istemez Allah’a secde ederler.3973 Evren, tüm varlıklar için bir mesciddir. İnsanlardan bazıları da inanarak ve isteyerek secde ederler. Kendi tercihiyle secde eden insana , Sünnetullah’a uymak zorunda olarak secde eden kâinatı, tüm yeryüzünü Allah (c.c.) mescid yapmıştır.
Mekke’de ilk müslüman cemaatin, bir mescidleri, ibâdet yerleri yoktu. Hz. Peygamber, ilk müslümanlardan Hz. Ali (r.a.) ve diğer arkadaşlarıyla Mekke’nin dar sokaklarında, bazı evlerde gizlice namaz kılıyordu. Hz. Peygamber genellikle namazlarını Kâbe civarında veya kendi evinde tek başına kılardı. Bununla birlikte müslümanların, cemaat halinde namaz kılabilmek için bir evde toplandıkları da olurdu. Bu ev, çoğu zaman ashâbdan Erkam’ın (r.a.) evi idi. Hz. Ömer (r.a.), İslâmiyet’i kabul ettikten sonra, mü’minlerin sayısı artıp belirli bir güce ulaşmasıyla, rahatsız edilmeden Kâbe’nin yanında namaz kılmaları gerçekleşmişti.
Yeryüzünde ilk inşâ edilen mescid, Mescid-i Haram’dır.3974 Peygamberimiz, daha Medine’ye gelmeden Kubâ Mescidini, Medine’ye gelince de ilk iş olarak Mescid-i Nebevî’yi yaptırdı. Bilindiği gibi, Hz. Ebû Bekir’le Medine’ye giren Rasûlullah (s.a.s.), devesini salıverir. Devesi, nerede durursa orada misâfir olacağını belirtir. Deve, bugün Mescid-i Nebevî’nin olduğu yerde durur. Boş bir arazi olan bu yeri, Peygamberimiz, mescid ve kendi ev halkı için oturacak yer yaptırmak üzere satın alır. İnşaatında bizzat kendisi de çalışarak ilk faâliyet olarak bu mescidi meydana getirdi. Böylece müslüman bir toplumun hayatının ortasında mescidlerin olması gerektiğini gösterdi. Mescid, mü’minlerin secde ve ibâdet yeri olduğu gibi, onların buluşma yerleri, eğitim ve öğretim, toplumsal sorunlarının görüşüldüğü yerlerdir. Bu anlamda mescid müslüman toplum hayatının ortasında yer alır. Medine mescidinden sonra Peygamberden örnek alan müslümanlar gittikleri her yere mescidler, câmiiler yapmışlardır. Onları din hayatının vazge3971]
el-Harâc, s. 138
3972] Ahmet Önkal-Nebi Bozkurt, TDV. İslâm Ansiklopedisi, c. 7, s.46-49
3973] 13/Ra’d, 15; 16/Nahl, 49
3974] 3/Âl-i İmrân, 69
- 876 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çilmez temeli olarak kabul etmişlerdir. Çünkü müslümanları eğiten mescidler olduğu gibi, dinlerini sağlıklı bir şekilde yaşamalarına yadımcı olan da oralardır.
Mescidlerin süslenmesi, gösterişli olması önemli olmadığı gibi, doğru da değildir. Önemli olan, oralara temiz giyimli, takvâ ahlâkı üzere ve cemaat şuuruyla gidebilmek, mescidlerde dirilebilmektir. Günümüzde mescitlerin aşırı süslenmesi, buna rağmen cemaatin yeterli İslâmî şuura sahip olmaması gerçekten acıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) mescidlerin süslenmesini hoş karşılamamaktadır.3975 Mescidler, takvâ üzerine kurulur ve insanlar orada arınmaya çalışırlarsa gerçek fonksiyonlarını yaparlar. Gösteriş ve övünme için ve Allah’ın rızâsı dışında başka bir gâye için yapılan mescidlerden hayır gelmez. Hele hele müslümanların arasını açmak için (nifak için) yapılan mescidler ‘dırar’ (zararlı) mescididir. 3976
Mescidler müslümanlar için birer merkez durumundadırlar. Hem ibâdet yerleri, hem toplanma, hem de eğitim yerleridir. Mescidler günün her saatinde bu işlevlerini yapmalıdır. Müslümanların hayatı ile mescid arasında sıkı bir bağ vardır. Gönlü mescide bağlı olan gençler övülmüş, cemaatle namaz teşvik edilmiş, cemaatle kılınan namaz yirmi yedi derece üstün tutulmuştur. Orada yüksek sesle konuşmak, alışveriş yapmak doğru değildir. Ancak bu demek değildir ki oralarda sadece belli konuşmalar yapılır, müslümanların dünya işleriyle ilgili konuşulmaz. Şüphesiz müslümanların bir araya gelme yeri olan mescidlerde müslümanların sorunlarından konuşulmaksızın söz açmak mümkün değildir. Dünya kelâmı konuşmadan, ibâdet de eksik olacaktır; âhirete ancak dünya kapısından geçilebiceği için, dünya kelâmının hayırlıları, hayırlı yerlerde daha çok konuşulacaktır.
Halkı müslüman olan bazı laik ülkelerde, gayrı İslâmî yönetimlerin uygulamaları sebebiyle, mescidler yalnızca namaz kılma mekânları haline geldi. Özellikle küçük camiiler sadece namaz vaktinden namaz vaktine açılır oldu. Böyle bir uygulama o yerleri gerçek mescid olmaktan çıkarır, resmî mâbet yapar ve onu kuru yapı haline getirir. Müslüman toplumda icrâ etmesi gereken fonksiyona engel olur.
Müslüman toplumu ve onlardaki İslâmî hayatı ve şuuru mescidler ayakta tutar. Mescidler bu görevlerini yapamaz duruma gelince, sıradan birer bina durumuna veya tarihî eser konumuna düşerler. Bugün özellikle Avrupa ülkelerindeki Türklerin açtığı mescidler ya belli bir hizbin (grubun) yahut bir siyasî rejimin elindedir. Herkes elinde tuttuğu mescidi kendi anlayışının, kendi ideolojisinin propaganda yeri olarak kullanabilyor. “Falancıların mescidi, filancıların mescidi” deniyor. Hâlbuki Kur’an'a göre, mescidler sadece Allah'ındır, Allah içindir; orada sadece O'na çağrı yapılır: “Mescidler, şüphesiz Allah’ındır. O halde, Allah ile birlikte başkasını çağırmayın, başka kimseye duâ edip yalvarmayın (ve kulluk etmeyin).” 3977
Gayrı müslimlerin eline geçen İslâm topraklarındaki mescidlerin pek çoğu yakılıp yıkıldı veya amaçları dışında kullanılır oldu. Onlardan geriye ya birer enkaz, ya da hazin hâtıralar kaldı. Bize düşen görev camiileri, mescidleri amacına uygun kullanmak, görünür veya görünmez işgalle, amacından saptırılan
3975] İbn Mâce, Mesâcid 2, hadis no: 739-741, 1/244
3976] 9/Tevbe, 107-108
3977] 72/Cinn, 18
MESCİD
- 877 -
mescidleri kurtarmak ve mescidleri hayatımızın merkezine yerleştirip kurtulmaktır. 3978
Kur'ân-ı Kerim'de Mescid Kavramı
“Mescid” kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de 22 yerde geçer; Bu kelimenin çoğulu olan “mesâcid” kelimesi de toplam 6 âyette zikredilir. Mescid kelimesinin türediği kök olan “secde” ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam olarak 92 yerde kullanılır.
Mescid kelimesi Kur’an’da tekil ve çoğul olarak, ayrıca sıfat tamlaması şeklinde kullanılır. Kâbe ve çevresini ifade eden Mescid-i Harâm 15 yerde, Mescid-i Nebevî veya Mescid-i Kubâ’nın kastedildiği “takvâ temeli üzerine kurulu mescid”,3979 Kudüs hareminin kastedildiği Mescid-i Aksâ3980 ve münâfıkların Hz. Peygamber’e sûikast tertiplemek üzere binâ ettikleri Mescid-i Dırâr3981 birer âyette zikredilmektedir.
Kur’an’da mescidlerin Allah için yapılan binalar olduğu vurgulanarak, kullanılışında da sadece Allah'a ibâdete tahsis edilmesi gerektiği belirtilmiştir. Hıristiyanlar kiliselerinde, yahûdiler de havralarında Allah'a şirk koşup O’ndan başkasına da duâ edip yalvararak, başkasını imdada çağırarak mâbedlerini puthaneye çevirdikleri gibi, mü’minlerin de mescidlerde böyle yapmamaları kesin bir dille ihtar edilir: “Mescidler, şüphesiz Allah’ındır. O halde, Allah ile birlikte başkasını çağırmayın, başka kimseye duâ edip yalvarmayın (ve kulluk etmeyin).” 3982
Bu âyetteki “mescidler” kelimesi şu şekillerde tefsir edilmiştir:
1) Namaz kılmak için binâ edilmiş yerler, câmiler,
2) Namaz ve ibâdet yalnız câmilere ve belli yerlere hasredilmiş olmadığından, bütün yeryüzü,
3) Bütün mescidlerin kıblesi olduğundan, “Mescid-i Harâm,
4) Secde ederken yere temas eden organlar. Dolayısıyla, Mescid-i Haram ve içinde namaz kılınan bütün câmi ve mescidler Allah’ın olduğu gibi, tüm yeryüzü mescidi de, insanların yaratıcısı önünde kulluk ve şükür simgesi olarak secde ettiği organları da Allah’ındır; Allah için ve Allah yolunda kullanılmalıdır.
Kur’an’da; “içinde Allah'a ibâdet edilen yer” şeklindeki genel anlamıyla mescid, ehl-i kitabın mâbedleriyle beraber zikredilmektedir: “Allah, bir kısım insanları, diğer bazılarıyla defetmeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi...”3983 Kur’ân-ı Kerim, i’tikâf için en elverişli mekân olarak mescidleri gösterir.3984 Allah Teâlâ, mescidleri, nûrunun aydınlattığı yerler olarak zikreder. 3985
3978] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 398
3979] 9/Tevbe, 108
3980] 17/İsrâ, 1
3981] 9/Tevbe, 107
3982] 72/Cinn, 18
3983] 22/Hacc, 40
3984] 2/Bakara, 187
3985] 24/Nûr, 35-36
- 878 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mescid inşâ etmek, îmar, tamir ve koruma hakkının sadece mü’minlerin, imanını eylemleriyle isbat eden, namazı ikame edip zekâtını veren ve Allah’tan başkasından korkmayan müttakî mü’minlerin hakkı olduğu, böyle şerefli bir görevi ancak böyle şerefli insanların yapabileceği ifade edilir.3986 Allah'a şirk koşanların, şirklerini itiraf eden veya davranışlarıyla bunu kabullenenlerin Allah’ın mescidlerini imar ve inşâ etmeye, hakları ve yetkileri yoktur; onların pis ellerini ve haram paralarını böyle mübârek yere bulaştırmaları yakışık almaz ve buna izin verilmemelidir.3987 Bu iki âyet, aynı zamanda mescide taraftar olup olmamayı, imanla küfrü ayıran bir alâmet olarak da değerlendirilebilir. Mescidin îmarı ile ilgili ifade, mescidlerin fizikî imarları gibi, aynı zamanda cemaate katılarak mânevî îmar ve hayatiyetine katkıda bulunmayı, bir iman ve takvâ alâmeti olarak görmemizi de gerektirir.
Allah’ın mescidlerinde ve yeryüzü mescidinde Allah’ın zikredilmesine, O’nun hatırlanıp hatırlatılmasına engel olan ve maddî ve mânevî yönden mescidleri harâb edenlerden daha büyük zâlim olmaz. En büyük zulüm, kişileri Allah’dan alıkoymaktır.3988 Bâzı âlimler, Hz. Peygamber’in, “yeryüzü bana mescid kılındı” hadisini delil göstererek ibâdet edilen tüm yerlerin mescid olduğunu, "Allah'ın mescidlerinde O'nun adının zikredilip anılmasına engel olan ve mescidlerin harap olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?!...”3989 âyetini de “Allah’ın dinine muhâlefet edenden daha zâlim kime olabilir?” şeklinde açıklar. Sadece Allah'a ibâdet edilmesi3990 gereken yeryüzü mescidinde Allah'a açıkça isyan yapılması ve sadece Allah'a kulluk yapmak isteyenlere engeller çıkarılması, işkenceden daha büyük zulüm, insanın en doğal haklarına tecâvüzdür.
"Allah'ın mescidlerinde O'nun adının zikredilip anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir (Başka türlü girmeye hakları yoktur). Bunlar için dünyada rezillik, âhirette de büyük azap vardır." 3991
“Sana haram aydan ve onda savaşmanın doğru olup olmadığından soruyorlar. De ki: ‘Haram ayda savaşmak büyük bir günahtır. Ancak (insanları) Allah yolundan çevirmek, Allah’ı inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak; bunlar Allah katında daha büyük günahlardır. Fitne de adam öldürmekten daha büyük bir günahtır... 3992
“De ki: ‘Rabbim bana adâleti emretti. Her mescidde yüzlerinizi O’na (kıbleye) doğrultun ve dini yalnız Allah'a has kılarak O’na yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi yine O’na döneceksiniz.” 3993
“Ey Âdem oğulları! Her mescide gidişinizde ziynetli elbiselerinizi giyin (edep ve takvâ süslerini takının); yiyin, için; fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” 3994
3986] 9/Tevbe, 18
3987] 9/Tevbe, 17
3988] 2/Bakara, 114
3989] 2/Bakara, 114
3990] 1/Fâtiha, 5
3991] 2/Bakara, 114
3992] Bakara, 217
3993] 7/A’râf, 29
3994] 7/A’râf, 31
MESCİD
- 879 -
“Allah'a şirk/ortak koşanlar, kendilerinin kâfirliğine bizzat kendileri şâhitlik ederlerken, (küfürlerinin farkında olup, bizzat itiraf ederlerken) Allah’ın mescidlerini i’mar etme yetkileri yoktur. Çünkü onların bütün işleri boşa gitmiştir. Ve onlar ateşte ebedî kalacaklardır.” 3995
“Allah’ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler i’mâr eder. İşte, hidâyete/ doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.” 3996
“Siz hacılara su veren ve Mescid-i Haram’ı onaran kimseyi, Allah'a ve âhiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerle bir mi tutuyorsunuz? Hâlbuki onlar, Allah katında eşit değillerdir. Allah zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez.” 3997
“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar...” 3998
“Bir de (mü’minlere) zarar vermek, (hakkı) inkâr etmek, mü’minlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Rasûlüne karşı savaşmış olanı beklemek için “mescid-i dırar” (bir zarar mescidi) kuranlar ve ‘(bununla) iyilikten başka bir şey niyet etmedik’ diye mutlaka yemin edecek olanlar da vardır. Hâlbuki Allah, onların kesinlikle yalancı olduklarına şâhitlik eder. Onun içinde asla namaz kılma! İlk günden takvâ üzerine kurulan mescid içinde namaz kılman elbette daha doğrudur. Onda, temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da temizlenenleri sever.” 3999
“Eğer iyilik ederseniz kendinize etmiş, kötülük ederseniz yine kendinize etmiş olursunuz. Artık diğer cezalandırma zamanı gelince, yüzünüzü kara etsinler, daha önce girdikleri gibi yine Mescid-i Aksâ’ya girsinler ve ellerine geçirdikleri her şeyi büsbütün tahrip etsinler (diye, başınıza yine düşmanlarınızı musallat kıldık).” 4000
“İnkâr edenler, Allah’ın yolundan ve -yerli, taşralı ayrımı yapmaksızın- bütün insanlar için (kıble) yaptığımız Mescid-i Harâm’dan (insanları) alıkoymaya kalkanlar (şunu bilsinler ki) kim orada (böyle) zulüm ile haktan sapmak isterse, ona acı azaptan taddırırız.” 4001
“Onlar, başka değil, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları, diğer bazılarıyla defetmeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, kavîdir/güçlüdür, azîzdir/gâliptir.” 4002
“Mescidler, şüphesiz Allah’ındır. O halde, Allah ile birlikte başkasını çağırmayın, başka kimseye duâ edip yalvarmayın (ve kulluk etmeyin).” 4003
“(Bu kandil) birtakım evlerdedir ki, Allah (o evlerin) yücelmesine ve içlerinde isminin zikredilmesine izin vermiştir. Orada sabah akşam O’nu tesbih eder; Birtakım adamlar
3995] 9/Tevbe, 17
3996] 9/Tevbe, 18
3997] 9/Tevbe, 19
3998] 9/Tevbe, 28
3999] 9/Tevbe, 107-108
4000] 17/İsrâ, 7
4001] 22/Hacc, 25
4002] 22/Hacc, 40
4003] 72/Cinn, 18
- 880 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(Allah’ı tesbih ederler ki), ne ticaret, ne de alış-veriş onları Allah’ı zikirden, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” 4004
Hadis-i Şeriflerde Mescid Kavramı
"Allah'ın en çok sevdiği yerler mescidlerdir. Allah'ın en fazla nefret ettiği yerler de çarşı ve pazarlardır." 4005
"Yeryüzü bana mescid ve (teyemmüm için) temiz kılındı. Ümmetimden kim bir namaz vaktine ulaştımı nerede olursa namazını kılsın." 4006
"Yedi sınıf insan vardır ki Allah onları kendi (arş'ının) gölgesinden başka hiçbir gölge bulunmayan (kıyâmet) gün(ün)de (arş'ının) gölgesinde gölgelendirecektir. (Bunlar:) Âdil imam (yönetici), Allah'a ibâdet ede ede yetişen genç, kalbi mescidlere bağlı olan kimse, Allah için sevişen, O'nun için bir yere gelen; O'nun için birbirinden ayrılan iki kimse, kendisini mevkî sahibi ve güzel bir kadın (fenâlığa) dâvet ettiği halde: 'Ben Allah'tan korkarım' diyen adam, sol elinin verdiğini sağ eli duymayacak derecede gizli sadaka veren kimse ve tenha bir yerde Allah'ı zikrederek gözleri boşanan kimsedir." 4007
Câbir İbn Semüre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) mescide girince cemaati bir kısım halkalar halinde gördü ve: "Sizleri niye böyle (tek bir cemaat halinde değil de) dağınık gruplar halinde görüyorum?" buyurdu. 4008
Ebû Said el-Hudrî (r.a.) anlatıyor: Benî Selîme (Ensâr'dan bir grup) Medine'nin uzakça bir kenarında oturuyordu. Mescid-i Nebevî'nin yakınlarına taşınmak istediler. Bunun üzerine şu mealdeki âyet indi: "Şüphesiz ölüleri dirilten, işlediklerini ve eserlerini yazan Biziz. Her şeyi apaçık bir Kitapta saymışızdır." 4009 Rasûlullah (s.a.s.): "Ayak izleriniz (sevap olarak) yazılıyor" dedi. Yerlerinde kaldılar. 4010
Ebû Zer (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) mescidde iken huzuruna girdim. Bana: "Ey Ebû Zer, mescide tahiyye (selâm vermek) gerekir" buyurdu. Ben: "Mescide verilecek selâm nedir?" diye sorunca: "(Girince) kılacağın iki rekât namazdır" buyurdu..." 4011
Hakîm İbn Hizâm (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) mescidde kısas infâzını, (kötü) şiir okunmasını ve hadlerin tatbik edilmesini yasakladı." 4012
"Namazlarınızdan bir kısmını evlerinizde kılın; sakın onları kabirlere çevirmeyin!" 4013
"Sizden kim namazını mescidde kılarsa namazından bir pay da evi için ayırsın. Zira Allah, evinde kılacağı namaz için dahi bir hayır takdir etmiştir." 4014
4004] 24/Nûr, 36-37
4005] Müslim, Mesâcid 288, hadis no: 671
4006] Nesâî, Mesâcid 42, hadis no: 2, 56
4007] Müslim, Zekât 91, hadis no: 1031
4008] Müslim, Salât 119, hadis no: 430; Ebû Dâvud, Edeb 16, hadis no: 4823
4009] 36/Yâsin, 11
4010] Tirmizî, Tefsir Yâsin, hadis no: 3224
4011] Kütüb-i Sitte Terc. c. 4, s. 381
4012] Ebû Dâvud, Hudûd 38, hadis no: 4490
4013] Buhârî, Salât 52, Teheccüd 38; Müslim, Müsâfirîn 208, hadis no: 777; Ebû Dâvud, Salât 346, hadis no: 1448; Tirmizî, Salât 331, hadis no: 451; Nesâî, Salâtu'l-leyl 1, hadis no: 3, 197
4014] Müslim, Müsâfirîn 210, hadis no: 778
MESCİD
- 881 -
Muaz bin Cebel (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) bağ ve bahçelerde namaz kılmayı da müstehab (sevimli ve hoş) sayardı." 4015
"Bir kimsenin mescide ilgisini görürseniz, onun mü'min olduğuna şehâdet edin; zira Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: "Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe iman edenler îmar ederler." 4016
Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: "Sa'd ibn Muaz, Hendek savaşı sırasında kol damarından yaralanınca, Rasûlullah (s.a.s.) onun için mescide bir çadır kurdurdu. Maksadı, onu daha yakından ziyâret etmek (ve ilgilenmek)ti." 4017
"Müslüman bir kimse, namaz ve zikir için mescidi vatan edindiği (çokça gitmeyi alışkanlık haline getirdiği) zaman, Allah'ın onun bu halinden duyduğu sevinç, tıpkı gurbette adamı olan kimselerin onların yanına dönmesiyle (kavuşmaktan) duydukları sevinç gibidir." 4018
"Birinizin hanımı mescide gitmek için izin talep ederse ona engel olmasın (izin versin)." 4019
Hz. Büreyde (r.a.) anlatıyor: "Bir adam mescidde yitiğini ilan etti ve: "Kim kızıl deveyi gördü?" dedi. Bunu işiten Peygamber (s.a.s.): "Bulamaz ol! Mescidler neye yarayacaksa (ne maksatla yapılmışsa) onun için inşâ edilmiştir (gâyesinden başka maksatla kullanılamaz)!" buyurdular. 4020
"Rasûlullah (s.a.s.) mescidde alışveriş yapmayı, yitik ilan edilmesini (kötü) şiir okunmasını yasakladı. Keza Cuma günü namazdan önce halka teşkil edilmesini de yasakladı." 4021
Mescid İnşâsı: "Kim Allah rızâsını talep ederek bir mescid inşâ ederse, Allah ona cennette bir ev inşâ eder." 4022
"Kim içerisinde Allah zikredilsin diye bir mescid binâ ederse, Allah da ona cennette bir ev binâ eder." 4023
"Mescidler hakkında övünme olmadan Kıyâmet kopmaz!" 4024
İbn Abbas (r.a.) der ki: "Yemin olsun! Sizler mescidlerinizi, yahûdi ve hıristiyanlar gibi süsleyeceksiniz!" 4025
"Görüyorum ki, yahûdilerin havralarını, hıristiyanların da kiliselerini yükselttikleri gibi sizler de mescidlerinizi yükselteceksiniz." 4026
4015] Tirmizî, Salât 249, hadis no: 334
4016] 9/Tevbe, 18; Tirmizî, Tefsîr Sûre 2, hadis no: 3092
4017] Ebû Dâvud, Cenâiz 8, hadis no: 310; Nesâî, Mesâcid 18, hadis no: 2, 45
4018] Kütüb-i Sitte Terc. c. 17, s. 15
4019] Buhârî, Cum'a 12, Ezân 162, 166, Nikâh 116; Müslim, Salât 134; Ebû Dâvud, Salât 53; Tirmizî, Salât 400; Muvattâ, Kıble 12
4020] Müslim, Mesâcid 80
4021] Ebû Dâvud, Salât 220; Tirmizî, Salât 240; Nesâî, Mesâcid 22, 23
4022] Buhârî, Salât 65; Müslim, Mesâcid 25; Tirmizî, Salât 237
4023] Nesâî, Mesâcid 1
4024] Ebû Dâvud, Salât 12; Nesâî, Mesâcid 2
4025] Ebû Dâvud, Salât 12; Buhârî, Salât 12
4026] Kütüb-i Sitte Terc. c. 17, s. 6
- 882 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Ameli bozulan her kavim mescidlerini süslemeye yönelmiştir." 4027
Enes (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) Medine'ye geldiği zaman, Medine'nin yüksek kısmında, kendilerine Benî Amr İbn Avf denen bir kabileye indi. Onların yanında on dört gece kaldı. Sonra Benî Neccâr'a haber gönderdi. Onlar kılıçlarını kuşanmış olarak geldiler. Ben (şu anda) Rasûlullah'ı devesi üzerinde, Ebû Bekir de terkisinde, Benî Neccâr'ın ileri gelenleri etrafını sarmış olarak görür gibiyim. Peygamber (s.a.s.), (yükünü) Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin evinin avlusuna indirdi. "Ey Benî Neccâr! buyurdular, şu bahçenin fiyatında pazarlık edelim!" Onlar: "Hayır! dediler. Vallahi biz senden onun bedelini istemiyoruz, Allah'tan istiyoruz!" Bu arsada hurma ağaçları, müşriklere ait kabirler ve bazı yıkıntılar vardı. Rasûlullah hurma ağaçlarının kesilmesini, müşrik kabirlerinin kaldırılmasını, harâbelerin de düzenlenip arazisinin tesviyesini emretti. Hurma kütükleri mescidin kıble tarafına (direkler halinde) dizildiler, kapının iki yanı taşla örüldü. (Bu inşaat devam ederken müslümanlar) şu beyti terennüm ediyorlardı, Rasûlullah da onlara katılıyordu: "Ey Rabbimiz, âhiret hayrından başka hayır yok! Öyleyse muhâcir ve ensâra yardım et!" 4028
Mescidin Temiz Tutulması: Ümmetimin ecri/ücreti bana arzedilip gösterildi. Öyle ki mescidden çıkarılıp atılan bir çöpün sevabını bile gördüm. Ümmetimin günahı da bana arzedilip gösterildi. Kişiye Kur'an'dan kendine gelen sûre veya âyeti unutmasından daha büyük bir günah görmedim." 4029
"Kim mescidden (insanlara rahatsızlık veren) bir şeyi çıkarırsa Allah Teâlâ ona cennette bir ev yapar." 4030
Abdullah İbnu'l-Hâris ez-Zübeydî (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) zamanında mescidde ekmek ve et yerdik." 4031
Amr bin Şuayb, babası ve dedesinden rivâyet ederek anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) mescidlerde hadd uygulanmasını yasakladı." 4032
Tahıyyetü'l-Mescid: "Biriniz mescide girince oturmazdan önce iki rekât (tahiyyetü'l-mescid namazı) kılsın." 4033
Rasûlullah (s.a.s.), bir seferden dönünce önce mescide uğrar, orada iki rekât namaz kılar, sonra insanlar (ile görüşmek için) otururdu." 4034
En Faziletli Mescidler: "Şu mescidimdeki namaz efdaldir." (Bir başka rivâyette:) "Bu mescidimdeki bir namaz, Mescid-i Harâm hâriç bütün mescidlerde kılınan bin namazdan daha hayırlıdır." 4035
4027] Kütüb-i Sitte Terc. c. 17, s. 6
4028] Buhârî, Salât 48, Fezâilu'l-Medine 1, Büyû' 41, Vesâyâ 27, 30, 34, Menâkıbu'l-Ensâr 46; Müslim, Mesâcid 9; Ebû Dâvud, Salât 12; Nesâî, Mesâcid 12
4029] Ebû Dâvud, Salât 16; Tirmizî, Fezâilu'l-Kur'ân, 19
4030] Kütüb-i Sitte Terc. c. 17, s. 9
4031] Kütüb-i Sitte Terc. c. 17, s. 415
4032] Kütüb-i Sitte Terc. c. 17, s. 322
4033] Buhârî, Salât 60, Teheccüd 25; Müslim, Müsâfirîn 69; Ebû Dâvud, Salât 19; Tirmizî, Salât 235; Nesâî, 37; Muvattâ, Kasru's-Salât 57
4034] Ebû Dâvud, Cihâd 178; Buhârî, Salât 59
4035] Buhârî, Fazlu's-Salât 1; Müslim, Hacc 505; Tirmizî, Salât 243; Nesâî, Mesâcid 7; Muvattâ, Kıble 9
MESCİD
- 883 -
Ebû Zer'den şöyle rivâyet edilmiştir: "Rasûlullah’a (s.a.s.) yeryüzünde inşâ edilen ilk mescidin hangisi olduğunu sordum: "Mescid-i Harâm" olduğunu söyledi. Ben: "Sonra hangisi?" dedim. "Mescid-i Aksâ" diye cevap verdi. Ben: "İkisi arasında kaç yıl fark var?" dedim. "Kırk yıl" dedi ve ilâve etti: Yeryüzü (tümüyle) bir mesciddir, öyleyse nerede namaz vaktine ulaşırsan namazını (orada) kıl, çünkü fazîlet ondadır (namaz vaktinin girdiği ilk andadır)." 4036
Hz. Dâvud'un oğlu Süleyman, Beytu'l-Makdis'in (Mescid-i Aksâ) inşaatını tamamlayınca Allah'tan üç şey talep etti: 'Allah'ın hükmüne muvâfık düşecek şekilde hüküm vermek, kendinden sonra kimseye nasip olmayacak bir mülk/saltanat, bu mescide sırf namaz kılmak niyetiyle gelenlerin günahlarından temizlenerek annelerinden doğdukları gündeki gibi olmaları.' İlk ikisi verilmiştir; üçüncüsünün de verildiğini ümit ediyorum." 4037
Cemaat: "Kişinin cemaatle kıldığı namazın sevabı, evinde ve çarşıda (iş yerinde) kıldığı namazından yirmi beş kat fazladır. Şöyle ki, abdest alınca güzel bir abdest alır, sonra mescide gider, evinden çıkarken sadece mescid gâyesiyle çıkmıştır. Bu sırada attığı her adım sebebiyle bir derece yükseltilir, bir günahı affedilir. Namazı kıldımı, namaz kıldığı yerde olduğu müddetçe melekler ona rahmet okumaya devam ederler ve şöyle derler: 'Ey Rabbimiz, buna rahmet et, merhamet buyur.' Sizden herkes, namazı beklediği müddetçe namaz kılıyor gibidir." 4038
"Cemaatle kılınan namaz, ayrı kılınan namazdan yirmi yedi derece üstündür." 4039
Namazda en çok sevap alan kimse, en uzak olanlarıdır; yürüme yönüyle en uzaktan gelenler, imamla kalıncaya kadar namazı bekleyen kimse, hemen kılıp sonra da uyuyandan daha çok sevaba ulaşır." 4040
Ubey bin Kâ'b (r.a.) anlatıyor: "Bir adam vardı. Mescide ondan daha uzakta oturan birini bilmiyordum. Namazları da hiç kaçırmıyordu. Kendisine: Bir eşek alsan da karanlık veya sıcak zamanlarda binsen!" denilmişti. O şu cevabı vermişti: "Evimin mescide yakın olması beni memnun etmez. Ben mescide kadar yürümelerimin, sonra da aileme dönüşlerimin sevap olarak yazılmasını diliyorum." Rasûlullah (s.a.s.) (adamın bu sözünü işitince): "Allah Teâlâ, bu isteklerin hepsini yerine getirdi." buyurdu. 4041
Âmâ bir zât (Abdullah İbn Ümmi Mektûm) gelerek: "Ey Allah'ın Rasûlü! Beni mescide kadar getirecek bir rehberim yok!" diyerek Hz. Peygamber'den (namazı evinde kılmak için) ruhsat istedi. (O da izin verdi.) Adam geri dönünce, Rasûlullah (s.a.s.) onu çağırtarak: "Ezanı işitiyor musun?" diye sordu. Adam: "Evet" deyince: "Öyleyse icâbet et" dedi (ve evde kılmaya izin vermedi). 4042
"Kim müezzini işitir ve kendini engelleyen bir özrü olmadığı halde cemaate katılmazsa, kıldığı namaz (kâmil bir sevapla) kabul edilmez." "(Ey Allah'ın Rasûlü,) meşrû özür
4036] Buhârî, Enbiyâ 8, 40; Müslim, Mesâcid 2, hadis no: 520; Nesâî, Mesâcid 3, hadis no: 2, 32); İbn Mâce İkamet, Mesâcid 7, hadis no: 753
4037] Kütüb-i Sitte Terc. c. 17, s. 103
4038] Buhârî, Ezan 30, Cum'a 2; Müslim, Salât 272, hadis no: 649; Ebû Dâvud, Salât 49, hadis no: 559; Tirmizî, Salât 245, hadis no: 330; İbn Mâce, Mesâcid 16, hadis no: 788
4039] Buhârî, Ezan 30; Müslim, Salât 272
4040] Buhârî, Ezan 31
4041] Müslim, Mesâcid 278, hadis no: 663; Ebû Dâvud, Salât 49, hadis no: 586
4042] Müslim, Mesâcid, 255; Nesâî, İmâmet 50; Ebû Dâvud, Salât 47
- 884 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nedir?" denildi. "Korku veya hastalıktır!" buyurdu. 4043
"Kim yatsıyı bir cemaat içinde kılarsa sanki gecenin yarısını ihyâ etmiş gibi olur; kim de sabah namazını bir cemaat içinde kılarsa sanki gecenin tamamını namazla geçirmiş gibi olur." 4044
"Münâfıklara en ağır gelen namaz yatsı namazıyla sabah namazıdır. Eğer bu iki namazdaki hayrın ne olduğunu bilselerdi, emekleyerek de olsa onları kılmaya gelirlerdi. (Nefsimi kudret eliyle tutan Zât'a kasem olsun!) Ezan okutup namaza başlamayı, sonra halkın namazını kıldırması için yerime birini bırakmayı, sonra da beraberlerinde odun desteleri olan bir grup erkekle namaza gelmeyenlere gitmeyi ve evlerini üzerlerine yakmayı düşündüm." 4045
"Karanlıktan mescide gidenlere Kıyâmet günü tam bir nûra kavuşacaklarını müjdele!" 4046
Ebû Mes'ûd el-Bedrî (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) namazda (cemaat için kalktığımızda) omuzlarımıza eliyle dokunur ve şöyle derdi: "Düzgün olun, karışık durmayın; sonra kalplerinize de karışıklık ve ihtilâf girer. Hemen arkama, sizden akıl ve dirâyet sahibi olanlar dursun. Sonra tedrîcen bunları tâkip edenler, sonra da onları tâkip edenler dursun." 4047
"Ya saflarınızı düzeltirsiniz ya da Allah kalplerinize muhâlefet atar." 4048
"Safları düz kılın, omuzları bir hizâya getirin, aradaki boşlukları kapatın, kardeşlerinizin (sizi düzeltmeye çalışan) ellerine karşı nezâketli olun. Arada şeytan gedikleri bırakmayın. Kim safa kavuşursa Allah ona kavuşur. Kim de saftan koparsa Allah da ondan kopar." 4049
"Meleklerin Rableri indinde saf tutmaları gibi siz de saf tutmaz mısınız? Ashâb sordu: "Melekler nasıl saf tutarlar?" "Onlar dedi, ön safları tamamlarlar ve safta muntazam ve bitişik dururlar." 4050
"Sizden biri, rükû ve secdede başını imamdan önce kaldırdığı zaman Cenâb-ı Hakk'ın, (Kıyâmet günü) başını, eşek başına veya sûretini eşek sûretine çevire(rek dirilte)ceğinden korkmaz mı?" 4051
İmamlık: "(İmamlar) sizin için kılarlar. Doğru kılarlarsa (sevabı) sizedir. Hatalı kılarlarsa (sizin namazınızın sevabı) sizedir, hata onların aleyhlerinedir." 4052
"Cemaate, Allah'ın Kitabını en iyi okuyan kimse imam olur. Eğer kırâatte (okumada) herkes eşitse, sünneti en iyi bilen; sünneti bilmede eşitseler, hicret etmede evvel olan; hicrette de eşitseler, yaşça büyük olan imam olur. Kişi misafir olduğu evin sahibine veya (emri altında çalıştığı) yöneticisine imamlık yapması; ev sahibinin baş köşesine izni olmadan da
4043] Ebû Dâvud, Salât 47, hadis no: 551
4044] Müslim, Mesâcid 260; Tirmizî, Salât 65; Ebû Dâvud, Salât 48; Muvattâ, Salâtu'l-Cemâa 7
4045] Buhârî, Ezan 29, Husûmât 5, Ahkâm 52; Müslim, Mesâcid 252; Tirmizî, Salât 162; Ebû Dâvud, Salât 47; Nesâî, İmâmet 49; Muvattâ, Salâtu'l-Cemâa 3
4046] Ebû Dâvud, Salât 50; Tirmizî, Salât 165
4047] Müslim, Salât 122; Nesâî, İmâmet 26; Ebû Dâvud, Salât 96
4048] Buhârî, Ezân 71; Müslim, Salât 127; Ebû Dâvud, Salât 94; Tirmizî, Salât 167; Nesâî, İmâmet 25
4049] Ebû Dâvud, Salât 94; Nesâî, İmâmet 31
4050] Müslim, Salât 119; Ebû Dâvud, Salât 94; Nesâî, İmâmet 28
4051] Buhârî, Ezân 53; Müslim, Salât 114; Ebû Dâvud, Salât 76; Tirmizî Salât 409; Nesâî, İmâmet 38
4052] Buhârî, Ezan 55
MESCİD
- 885 -
oturmasın." 4053
"Sizden kim halka namaz kıldırırsa namazı hafif (kısa) tutsun. Zira cemaatte zayıf, sakat, hasta ve ihtiyaç sahibi vardır. Müstakil (kendi başına) kılınca dilediği kadar uzatsın." 4054
"Yedi sınıf insan vardır ki Allah onları kendi (arş'ının) gölgesinden başka hiçbir gölge bulunmayan (kıyâmet) gün(ün)de (arş'ının) gölgesinde gölgelendirecektir. (Bunlar:) Âdil imam (yönetici), Allah'a ibâdet ede ede yetişen genç, kalbi mescidlere bağlı olan kimse, Allah için sevişen, O'nun için bir yere gelen; O'nun için birbirinden ayrılan iki kimse, kendisini mevkî sahibi ve güzel bir kadın (fenâlığa) dâvet ettiği halde: 'Ben Allah'tan korkarım' diyen adam, sol elinin verdiğini sağ eli duymayacak derecede gizli sadaka veren kimse ve tenha bir yerde Allah'ı zikrederek gözleri boşanan kimsedir." 4055
"(Namaz kılacaklar) üç kişi iseler, içlerinden biri imam olsun. İmamlığa en hak sahibi olan Kur'ân-ı Kerim'i en iyi okuyandır." 4056
"Sizin için hayırlınız ezan okusun; kurrâ olanınız (okuması iyi olanınız) da imam olsun." 4057
"Üç kişi vardır ki, onların namazları kulaklarından öte geçmez: Dönünceye kadar, kaçan köle; geceyi, kocası kendisine dargın olarak geçiren kadın; kavminin nefret ettiği imam." 4058
"Ben, uzun tutmak arzusuyla namaza başlarım. (Namazı kıldırırken) bir çocuk ağlaması kulağıma gelir, çocuğun ağlamasından annesinin duyacağı elemi bildiğin için namazı uzatmaktan vazgeçerim." 4059
Mescidin/Câminin Fonksiyonları
Mescid, her şeyden önce bir ibâdethânedir. İslâm’da ibâdetin sadece namaz ve benzeri görevlerden ibâret olmadığı, bireysel, sosyal ve siyasal hayatın bütün alanlarını kapsadığı için, mescidin de her çeşit ibâdet için bir mekân olduğunu, asr-ı saâdette hayatın her alanıyla ilgili fonksiyon icrâ ettiğini görüyoruz. Mâbeddir, mekteptir, irşad yeridir, buluşma görüşme yeridir, istirahat yeridir, mahkemedir, hastahane ve hapishanedir, düğün yeridir, spor merkezidir, mâliye ve hazinedir, kültür meclisi ve şiir kürsüsüdür...
1. Cemaatle Namaz Kılınan Mekân Olarak Mescid: Mescid, başlangıçta idare, eğitim ve öğretim merkezi gibi değişik amaçlar için kullanılmışsa da onun asıl fonksiyonu, bir mâbed oluşudur. 4060 Hz. Peygamber, bir kişinin mescide girip kayıp devesini sormasını hoş görmeyerek mescidlerin ibâdet yeri olduğunu îmâ etmiş ve yapılış maksatlarına uygun olarak kullanılmalarını istemiştir. 4061
İslâmiyet’te bütün yeryüzü, mescid kabul edilmekle beraber, namazların
4053] Müslim, Mesâcid 290; Tirmizî,Salât 174, Edeb 24; Ebû Dâvud, Salât 61; Nesâî, İmâmet 3, 6
4054] Buhârî, Ezân 62; Müslim, Salât 186; Ebû Dâvud, Salât 127; Tirmizî, Salât 175; Nesâî, İmâmet 35; Muvattâ, Cemâat 13
4055] Müslim, Zekât 91, hadis no: 1031
4056] Müslim, Mesâcid 289; Nesâî, İmâmet 5
4057] Ebû Dâvud, Salât 61
4058] Tirmizî, Salât 260
4059] Buhârî, Ezân 65; Müslim, Salât 189; Tirmizî, Salât 175, 276; Nesâî, İmâmet 35
4060] 24/Nûr, 36; 9/Tevbe, 108; 22/Hacc, 40
4061] İbn Mâce, Mesâcid 11
- 886 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cemaatle mescidde/câmide kılınması, gerek sevap bakımından gerekse sosyal yönden büyük bir önem taşır. Ashâbdan bazıları, farz namazları evlerde kılıp câmiye gitmemeyi Hz. Peygamber’in sünnetini terketme olarak yorumlamışlardır.4062 Cuma ve bayram namazları ise mutlaka cemaatle kılınır. İslâmiyet yılda bir defa her renkten ve sınıftan müslüman cemaatin ilk mescidde (Mescid-i Harâm) dünya çapında, her Cuma da merkezî câmilerde bölge çapında bir araya gelip topluca ibâdet etmesini emretmiştir.
Cenâb-ı Hak, ilk mescidi “evim”4063 ve “bu beytin Rabbi”4064 ifadeleriyle yüceltmiştir. Bundan dolayı Kâ’be’ye “Beytullah” denilmiştir. Mâbed veya mâbedlerin bulunduğu yerler için “beytullah” ve benzeri ifadelere Ahd-i Atîk’te de rastlanır. Hz. Peygamber, bu ifadeyi diğer mescidler için de kullanmıştır.4065 Ancak, Rasûl-i Ekrem Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ’ya özel bir değer atfetmiş, buralarda yapılan ibâdetin diğer mescidlerde yapılandan çok daha fazîletli olduğunu söylemiştir.4066 Bunların dışında Hz. Peygamber’in içinde ibâdet etmeyi en çok sevdiği mescid, İslâm’da ilk mescid olan Mescid-i Kubâ’dır. Kendisi her Cumartesi burayı ziyaret ederdi.
Rasûl-i Ekrem, şeytandan Allah'a sığınarak ve rahmet kapılarının açılmasını dileyerek mescidlere sağ ayağı ile girer ve Allah’ın lütfunu temennî ederek çıkardı.4067 Mescide girdiğinde iki rekât “tahiyyetü’l-mescid” namazı kılardı. 4068
2- İ’tikâf Mekânı Olarak Mescid: İbâdet için belli bir yere çekilmeyi ifade eden i’tikâfa en elverişli mekânlar Kur’an’a göre mescidler/câmilerdir.4069 Hz. Peygamber her Ramazan ayında Mescid-i Nebevî’de kurulan özel bir çadırda i’tikâfa girerdi. Hz. Peygamber’in bir hadisine göre, adının anıldığı ve kendisine kulluk görevinin yerine getirildiği yerler olarak mescidler Allah'a en sevimli mekânlardır.4070 Allah Teâlâ, mescidleri nûrunun aydınlattığı yerler olarak zikreder.4071 Bu bakımdan orada edeple hareket edilmesi emredilir.
Eğitim-Öğretim ve Kültür Merkezi Olarak Mescid
3. İslâm Okulu Olarak Mescid: Hz. Peygamber’in, bir gün mescide girdiğinde cemaatin bir kısmını duâ ve zikirle, diğer bir kısmını ilimle uğraştıklarını görüp, “Ben muallim/öğretmen olarak gönderildim” diyerek ilimle meşgul olanların yanına oturması,4072 Asr-ı saâdet’te mescidin eğitim ve öğretim alanındaki fonksiyonunu göstermeye yeterlidir. Saâdet asrında mescid, tam bir mektep/okul görevi üstleniyordu. Suffa ehli, burada okuma yazma, ilmihâl ve özellikle hadis öğreniyorlardı. Mescidin bu fonksiyonunun İslâm’dan önceye giden bir geçmişi vardır.
4062] Nesâî, İmâmet 50; Ebû Dâvud, Salât 46
4063] 2/Bakara, 125; 22/Hacc, 26
4064] 106/Kureyş, 3
4065] Bk. Ebû Dâvud, Vitir 14; İbn Mâce, Mukaddime 17
4066] Bk. Müslim, Hac 250
4067] İbn Mâce, Mesâcid 13
4068] Buhârî, Salât 60
4069] 2/Bakara, 187
4070] Müslim, Mesâcid 288
4071] 24/Nûr, 35-36
4072] İbn Mâce, Mukaddime 17
MESCİD
- 887 -
İmrân’ın karısının, doğacak çocuğunu mescidde yetiştirilmek üzere adaması,4073 Mescid-i Aksâ’nın buna uygun bir planı olduğunu gösterir.
İslâm’da ilk eğitim ve öğretim faâliyetleri Mekke döneminde Dârü’l-Erkam’da başlamış, Medine’de Mescid-i Nebevî’nin inşâsından sonra buna hız verilmiştir. Mesciddeki öğretim faâliyetleri “meclis” kelimesiyle ifade edilir. Hz. Peygamber’in Mescid-i Nebevî’deki derslerine “meclisü’l-ilm” denilmiştir ki, bu ilk asırda hadis derslerini ifade ediyordu. Bu meclislerde Hz. Peygamber’in etrafında iç içe daire şeklinde oturan dinleyici grubuna “halka” denilmiştir.4074 Halkalara ders vermede bazı sahâbîler de kendisine yardımcı olmuştur. Ubâde bin Sâmit bunlardan biriydi ve mescidde Kur’an ve okuma yazma öğretiyordu.
Mescidde barınan ve sayıları zaman zaman 400’e kadar çıkan ashâb-ı suffe, vakitlerinin büyük bir kısmını öğrenimle geçiriyordu. İçlerinden bir kısmı sırf bunun için ticaret, zanaat ve tarım gibi işlerden çekilmiştir. Mescidde eğitim ve öğretim sadece erkeklere münhasır değildi; kadınlar için de Mescid-i Nebevî’de ayrı bir gün tahsis edilmişti. Kadınların dinî konulardaki geniş kültürleri, kendilerine Hz. Ömer gibi sertliğiyle tanınan bir halîfeye çekinmeden itiraz edebilme cesareti vermiştir. Nitekim Hz. Ömer, mehirlere sınırlama getiren kararından bir hanımın itirazı üzerine vazgeçmiştir.
Mezhep imamları câmide yetişmişler ve buralarda ders okutmuşlardır. İmam Şâfiî küçük yaşlarda mescidlerdeki ders halkalarına katılmış, daha sonra buralarda ders vermiştir. Ebû Hanîfe, kendi mescidinde ders okutur, talebelerinin mescidde yüksek sesle müzâkere yapmalarına müsâade ederdi. İmam Mâlik, Mescid-i Nebevî’de, Hasan-ı Basrî Basra Câmiinde öğretimle meşgul olmuşlardır. Tefsir, hadis, tarih, mantık, matematik, cebir, tıp alanlarında oldukça bilgi sahibi olan Taberî, gününün bir kısmını eser yazmaya, bir kısmını mescidde ders vermeye ayırırdı.
4. Aklî İlimler ve Halk Okulu Olarak Mescid: Mescidler, sadece naklî (Kur’an ve hadisle ilgili) eğitim ve öğretimin yapıldığı yerler değildi. Kur’an ve hadisi anlamadaki öneminden dolayı daha ilk asırlardan itibaren edebiyat ve özellikle eski Arap şiiri de bu derslerin konuları arasına girmiştir. Tâbiînden Said bin Müseyyeb, Mescid-i Nebevî’deki meclisinde sık sık Arap şiiri üzerinde dururdu. Daha sonra câmilerde nazarî tıp dersleri dahi verilmiştir. Meselâ hicrî 5. (milâdî 11.) yüzyılda Hâkim-Biemrillâh devrinde İbnü’l-Heysem Ezher Câmii’nde tıp dersleri veriyordu.
Câmilerin eğitim ve öğretim mahalli olarak kullanılması geleneği Osmanlılar’da da başlangıçtan beri benimsenen ve devam ettirilen bir uygulama olmuştur. Osmanlı medreselerinde mevcut odalarda (hücreler) öğrenci ikamet etmekte, medrese dershanesinde belirli dersleri görmekte, bunun dışında genel dersleri câmilerde takip etmekteydi. Takrir şeklinde halka açık olarak verilen bu dersler için 17. yüzyıldan itibaren dersiâmların tâyin edildiği bilinmektedir. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına kadar aralıksız süren bu usûle Cumhuriyet döneminde de kısmen devam edilmiştir.
Bunun yanında hat meşki, Kur’an tâlimi ve hâfızlık gibi uygulamalı derslerin
4073] 3/Âl-i İmrân, 35-37
4074] Buhârî, İlim 8
- 888 -
KUR’AN KAVRAMLARI
câmilerde verildiği de bilinmektedir. Hatta o dönemde İstanbul’da bazı câmiler geleneksel olarak yerleşmiş dersleriyle meşhur olmuştur. Bu dersler, bazen câmiye bir kapı ile açılan bitişik odalarda yapılırdı.
Osmanlı döneminde şehir, kasaba ve köylerde "sibyan mektebi" olmayan yerlerde câmilerin, çocukların eğitimi için "okul" olarak kullanılması çok yaygındı. Bu gelenek, Cumhûriyet devriyle birlikte dayatmalarla ve büyük zulümlerle kaldırılmaya çalışılmış, çocuklara Kur’ân-ı Kerim, Arapça ve “elif be” öğretmek, devlete ve devrimlere karşı en büyük başkaldırı gibi değerlendirilmiştir. Buna rağmen, fedâkâr hocalar câmilerde çocuk okutmaktan ve cefakâr vatandaşlar da çocuklarını câmi kurslarına göndermekten vazgeçmemişlerdir. Dayatmalarla Kur’an’ı aslî harfleriyle okuma eğitiminin önünü alamayan rejim, yasakları giderek yavaşlatmak zorunda kalmıştır. Bu uygulama, çok partili dönemlerde, özellikle 1950’lerden itibaren yaz aylarında İlkokul öğrencilerine câmilerde Kur’an öğretilmesi ve bazı sûrelerin ezberletilmesi şeklinde 2000 yılına kadar devam etmekteydi. Bu tarihte çıkarılan kanunla 15 yaşından küçük çocukların Kur’an Kurslarına gitmeleri yasaklanmış, câmilerde Kur’an öğrenme konusunda da 15 yaş altındaki çocuklara engeller çıkarılmaya çalışılmıştır.
5. Kütüphane: Câmiler, ilmî eserlerin muhâfazası ve âlimlerin istifâdesine sunulması bakımından da görev yapmıştır. Müellifler bağlı oldukları şehir veya mahalle câmilerine, isteyenlerin okuması için eserlerinin birer nüshasını bağışlamayı âdet edinmişlerdi. Bunlar “hizâne” denilen dolaplarda muhâfaza edilir, bazen de câminin bir köşesinde kütüphane şeklinde düzenlenirdi. Meselâ, Horasan’ın en büyük şehri olan Merv’deki on kütüphanenin ikisi, câmide bulunuyordu. Vakıf eserlerden oluşan, Azîziye ve Kemâliye denilen bu iki kütüphaneden sadece birincide 12.000 civarında kitap vardı.4075 Mısır câmilerinin bazılarında da oldukça büyük kütüphaneler mevcuttu.
Câminin İslâm Devletinde Devlet Kurumu Olarak Hizmetleri
6. Siyasetin Merkezi Olarak Câmi: İslâm dininin tebliğcisi olduğu gibi, aynı zamanda İslâm devletinin de başkanı olan Hz. Peygamber’in evi, mescide bitişik bulunuyordu ve câmi ile evini dinî ve idarî münasebetler yönünden âdeta bütünleştirmişti. İslâm açısından din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmazlığının bir ifadesi olan Hz. Peygamber’in bu uygulaması, daha sonraki dönemlerde de uzun bir süre devam etti. “Dârü’l-imâre” denilen hükümet konakları câmi yanında inşâ ediliyordu.
Hz. Ebû Bekir’den itibaren halîfeye biat minberde yapılıyordu. Halîfe de biatttan sonra idarede takip edeceği genel prensipleri minberde okuduğu ilk hutbe ile ilân ederdi. Minber, bu fonksiyonuyla anayasaya sahip toplumlarda üzerinde devlet devlet siyasetinin açıklandığı kürsülere benzetilmiştir. Hz. Osman, muhâliflerine karşı kendi icraatını minberde savunmuş ve bu âdet ondan sonra da devam etmiştir. Halîfeler hacca gittikleri zaman Mekke ve Medine’deki câmilerin minberlerinden, İslâm dünyasının her tarafından gelen müslümanlara hitap etme imkânı buluyorlardı.
(Şimdi, müslümanların başındaki laik devlet başkanı, bakan ve valilerin imamlık yapmalarını düşünebilir misiniz? Minberden hutbe okuduklarını,
4075] Mu’cemü’l-Büldân, V/114
MESCİD
- 889 -
Cuma namazı kıldırdıklarını? Bu inanç ve anlayışlarıyla yapmaları mı, yapmamaları mı daha kötüdür; o da ayrı bir soru. “Kendilerine gerek yok, onların emrindeki memurlar yapıyorlar” da denilebilir. Ya da, gerektiğinde Atatürk’ün 1923 yılında Balıkesir Zağnos Paşa Câmiinde minbere çıkıp hutbe okuduğu gibi, onun izindekiler de minberleri kullanabilir diye tarihî referans gösterilebilir...)
Halîfenin vilâyetlerdeki temsilcileri olan valiler, merkezî câmide imamlık yapar, bazen kadılık, kumandanlık gibi görevleri de üstlenirdi. Zira valilerin halkla bütünleşmesi istenmiş, halkın kendilerine ulaşabilmesi için câmi en uygun yer kabul edilmiştir. Hz. Ömer, ahşaptan işlenmiş süslü kapısından halkın girmekten çekineceğini düşünerek ve yöneticilerin isrâfa ve gösterişe meyletmelerini çirkin görerek Kûfe Dârü’l-imâresi’ni yıktırmış ve vali Sa’d bin Ebî Vakkas bir süre Kûfe câmilerinden birinde ikamet etmişti.
7. Elçilerin Kabul Edildiği ve Diplomatik Görüşmelerin Yapıldığı Yer
8. Kamu Yönetimi Açısından Câmi: Câmiler, ilk dönemden itibaren idarecilerin halkla bir araya geldiği yerlerdi. Asr-ı saâdet’te her türlü istek ve meseleler burada dile getiriliyordu. Müslümanlar Hz. Peygamber’e, ilk halîfelere ve diğer idarecilere namaz öncesinde ve sonrasında talep ve şikâyetlerini kolayca intikal ettirebiliyorlardı. Bir vali hakkında merkeze şikâyet ulaştığında müfettişler câmileri gezerek tahkikat yaparlardı.
9. Vergi Toplanması Gibi İktisadî Hizmetlerin Yürütüldüğü Yer Olarak Mescid: Kur’an âyetleri gibi, Hz. Peygamber’in iktisadî hayata dair söz ve uygulamaları hadis kitaplarında büyük bir yer tutar. Mukaddes kitaplar içinde devlet bütçesi ve harcamaları ile ilgili hükümler ihtivâ eden tek kitap olan Kur’an’ın bu iktisadî hükümleri, Asr-ı saâdet’te câmide yürütülürdü. Vergilerin tahsili ve dağıtılmasına bizzat nezâret eden Hz. Peygamber, mescidde toplanan malları gerekli yerlere ve ihtiyaç sahiplerine dağıtırdı. Bu davranış, Hulefâ-yı Râşidîn döneminde de bir süre devam etti. Hz. Peygamber devrinde Mescid-i Nebevî’ye bitişik “meşrebe”, “gurfe” veya “hizâne” adlarıyla anılan bir oda beytülmâl olarak kullanılıyordu.4076 İdarenin câmi ile olan ilgisinden dolayı başlangıçta beytülmâl genellikle câmiye bitişikti, hatta bazen câminin içinde yer alırdı. Hz. Ali döneminde Basra beytülmâli aynı zamanda şehrin büyük câmii durumundaydı.
10. Câminin Adâlet Hizmetlerindeki Yeri: İslâmiyet’in kendine has hukuk sistemi, mescidlerdeki ders halkalarında tâlim edilmiştir. Ashâb-ı kirâm hukukî konuları mescidlerde müzâkere ederdi.4077 Hz. Peygamber’in minberi, ahkâmın öğretildiği, yanlış hukukî uygulamaların düzeltildiği bir yerdi. Meselâ, kendisi “velâ hakkı”yla ilgili yanlış bir uygulamayı minberde dile getirip düzeltmiştir.4078 Asr-ı saâdet’te mescid kazâî faâliyetlerin yürütüldüğü bir mekân olarak da hukuka hizmet etmiştir. Dolayısıyla câmiiler, mahkeme ve adliye olarak da kullanılmıştır. Bazı âlimler, “Sana o dâvâcıların haberi geldi mi? Hani onlar duvardan mescide tırmanmışlardı.”4079 meâlindeki âyeti, mescidlerde kazâî faâliyette bulunulabileceğine delil göstermişlerdir. Hz. Peygamber’in, “Benim şu minberimin dibinde
4076] Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II/1121
4077] Dârimî, Mukaddime 51
4078] Buhârî, Salât 70
4079] 38/Sâd, 21
- 890 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kim yalan yere yemin ederse cehennemdeki yerine hazırlansın!”4080 meâlindeki hadisi, dâvâlara Mescid-i Nebevî’nin minberi yakınında bakıldığını göstermektedir.
11. Mescidin Askerî Amaçlar İçin Kullanılması: Kur’an’da cihadla ilgili âyetlerin sayısı oldukça fazladır. Bunların devamlı olarak namazlarda okunması, müslümanları düşmanla mücâdeleye hazır tutardı. Kendisinden önceki birçok peygamber gibi Hz. Peygamber’in bir vasfı da ordu kumandanı olmasıdır. Bu bakımdan Asr-ı saâdet’te mescid, askerî bir karargâh, bir nevi askerî şûrâ meclisi ve askerî hastahane olarak da görev yapmıştır. Hz. Peygamber savaştan önce ashâbıyla istişâre eder ve aksine bir vahiy gelmedikçe onların fikirlerine uyardı. Uhud Gazvesi öncesinde Mescid-i Nebevî’de böyle bir toplantı yapılmış, çoğunluğun fikri düşmanla şehir dışında karşılaşmak yönünde olduğu için buna uyulmuştur. Rasûl-i Ekrem, Cuma namazını kıldırdıktan sonra onları cihada teşvik etmiş ve sabrettikleri takdirde zafer kazanacaklarını bildirmiştir.
Hz. Peygamber, savaş kararlarını genellikle mescidde verir ve bunu minberde ilân ederdi; açılan deftere gönüllülerin adlarını yazdırmalarını isterdi. Sefer halinde orduyu donatmak üzere halkı yardıma buradan çağırırdı. Bir seriyye göndereceği zaman kumandanına mescidde tâlimat verirdi. Nitekim Abdullah bin Cahş’ı Nahle’ye gönderdiğinde onu gizli bir yazılı tâlimatla Mescid-i Nebevî’den uğurlamıştır. Orduya bizzat kumanda edeceği zaman, mescidde iki rekât namaz kılar, zırhını giyerek dışarı çıkar ve kapıya getirilen atına binip seferi başlatırdı. Kumandanlar sefer dönüşünde mescidde rapor verirlerdi.
Mescid-i Nebevî’de barınan, Kur’an’ın kendilerini cihada adamış kimseler olarak tanıttığı4081 ashâb-ı Suffe, âni askerî görevler için hazır birlik özelliği taşıyordu. Devlet başkanının oturduğu yerin hemen bitişiğinde bulunan ve umûmiyetle ticaret ve toprakla uğraşmayan, en zâhid, en heyecanlı kişilerden oluşan ashâb-ı Suffe, sevkedildikleri hedeflere hemen gider ve görevlerini lâyıkıyla îfâ ederlerdi. İlimle cihad birdi, ayrılmaz bir bütündü asr-ı saâdet’te; her âlim aynı zamanda mücâhiddi...
Mescidler sefer esnâsında ordunun mâneviyâtının zinde tutulduğu, gereken tâlimatın ve taktiğin verildiği mekânlar olmuştur. Hz. Peygamber, askerî seferler sırasında geçtiği bölgelerde ve savaş alanlarının uygun yerlerinde mescidler edinmiştir. Bedir’de, Hendek’te ve Tebük Gazvesi’nde bunların örnekleri görülmektedir. Tebük Gazvesi sırasında ordunun konakladığı on beş kadar yerde mescid yapılmıştır. Bu mescidler mimarî açıdan mütevâzi olmakla beraber fonksiyonları bakımından önemli yapılardı.
Mescidlerin askerî fonksiyonları Hz. Peygamber’den sonra da devam etmiştir. Ordugâh şehirlerinde ve diğer yerleşim birimlerinde valiler ordu kumandanlığı yanında merkezî câmilerde imamlık görevini de yüklenmişlerdir. Türkiye’de İstiklâl Savaşında da düşmana karşı ilk toplu hareketin başladığı yerler câmiler olmuştur. Meselâ, Mehmed Âkif’in Kastamonu Nasrullah Câmiinde verdiği vaazlar çok etkili olmuştur. 4082
12. Mescidlerin Hastahane Olarak Kullanılması: Mescidler, ihtiyaç olduğunda
4080] Ebû Dâvud, İman 3
4081] 2/Bakara, 273
4082] Ahmet Önkal-Nebi Bozkurt, TDV İslam Ansiklopedisi, TDV Yay., c. 7, s. 50-53
MESCİD
- 891 -
hastahane görevi de üstlenmiştir. Hendek Gazvesinde yaralanan Sa’d bin Muâz için Mescid-i Nebevî’de bir çadır kurulmuştu. 4083
13. Tutuk evi, Hapishane Olarak Kullanılması: Gerektiğinde savaş esirleri geçici olarak mescidde muhâfaza edilmiştir. Ancak, bununla, esirin İslâmiyet’i kabul etmesi amaçlanmış ve bunda da genellikle başarıya ulaşılmıştır. 4084
14. Mescidler İrşâd Yeridir: Dinin tanımını nasihat olarak yapan Hz. Peygamber, insanlara toplu olarak daha çok orada nasihat ederdi. Mescidlerin hâlâ şu veya bu şekilde icrâ ettikleri temel fonksiyonlarından biridir irşâd. Hutbe, vaaz, sohbet, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker gibi faâliyetler ilk mescidden bu yana dünyanın hemen her yerinde en büyük irşad yerleri olmuştur.
15. Mescidler Buluşma ve Görüşme Yeridir: Müslümanlar, mescidlere ibâdet için gittikleri gibi, aynı zamanda aynı bölgenin insanları olarak birbirleriyle buluşup görüşmek, yeni insanlarla tanışıp konuşmak, meselelerini halletmek, birbirleriyle yardımlaşmak için de giderler. Mescidler, bu fonksiyonlarını da hâlâ icrâ etmektedir.
16. Mescidler İstirahat Yeridir: Mescidler, aynı zamanda müslümanların günlük yorgunluklarını giderebilecek ve istirahat edebilecekleri yerlerdir. Peygamberimiz zamanında bazı sahâbîlerin kaylûle denilen öğle uykusu için istirahat etmek, dinlenip uyumak için mescidi kullandıklarını çeşitli rivâyetlerden biliyoruz.
17. Mescidler, Nikâh ve Düğün Salonudur: Peygamber Efendimiz, nikâhın mescidde ilân edilmesini istemiştir.4085 Merâsimlerin orada yapılmasını özellikle tavsiye etmiştir. 4086
18. Yemek Yenen Yerdir: Asr-ı saâdet’te mescidlerde nice sahâbînin yemek yediğini, açlara yiyecek verildiğini biliyoruz. Peygamberimiz, fakirlerin yemesi için mescidin direklerine hurma salkımları astırırdı.
19. Misâfirhanedir: Medine dışından gelen insanların, özellikle kalabalık grupların misafir edildiği misâfirhane olarak Mescid-i Nebevî’nin kullanıldığını biliyoruz.
20. Ganimet ve Malların Taksim Edildiği, Zekâtların Dağıtıldığı Mekândır: Peygamber Efendimiz, uzak yerlerden toplanan zekât ve sadaka mallarını, savaşlardan elde edilen ganimetleri mescidde taksim etmiş, ihtiyaç sahiplerine buradan yardım eli uzatılmıştır.
21. Abdest Alma Yeri: Rasûlullah’ın Mescid-i Nebevî’de abdest aldığı rivâyet edilmiştir. Bu tatbikat, bazı câmilerin içinde şadırvan yapılarak kurumlaştırılmıştır. Meselâ, Bursa Ulu Câmii, Kütahya Ulu Câmii gibi nice câmilerde şadırvanlar, günümüzde de bu ihtiyaca cevap verecek durumdadır; ama günümüzde sadece su içmek için kullanılmakta, temizlik ve serinletme simgesi olarak değerlendirilmektedir.
4083] Buhârî, Salât 59; Müslim, Cihad 67
4084] Buhârî, Salât 83; Müslim, Cihad 59
4085] Tirmizî, Nikâh 6
4086] Mescidde, özel günlerde ve bayramlarda eğlenilmesiyle ilgili olarak bkz. Kütüb-i Sitte Terc. c. 6, s. 51
- 892 -
KUR’AN KAVRAMLARI
22. Şiir Kürsüsü: Şiirler, eski devirlerde, bugünlerin medyası konumundadır. Kamu oyu oluşturmada, topluma moral aşılamada önemli yeri olan şiirlerin okunması, özellikle cihad ve tebliğ amaçlı hikmetli mısrâların dillendirilmesi için mescidlerin kullanıldığını, bu uygulamanın Hz. Peygamber tarafından başlatıldığını ifade edebiliriz. Müslüman şâirlerin en azından moral yönüyle desteklenmesi, onun da dâvâyı ve dâvâ adamlarını desteklemesi konusu için mescidleden yararlanılmıştır. Rasûl-i Ekrem'in, şâir Hassan bin Sâbit için mescidde özel olarak bir şiir kürsüsü ihdas etmesi, konuya verilen önemi gösterdiği gibi, câminin bu fonksiyonu açısından da mühimdir. Müslümanların müslümanca sanat faâliyetlerini icrâ edebileceği, özellikle tebliğe yönelik sanat ve güzellikler sergilenip sunulabileceği yer olarak mescid kullanılmıştır, kullanılabilir.
23. Mescidler, Aynı Zamanda Kültür Salonudur: Mescid-i Nebevî’nin asr-ı saâdet’te geniş anlamda kültürel faâliyetler, çeşitli edebî yarışmalar için de kullanıldığını görüyoruz. Benî Temîm kabilesiyle yapılan mufâhara buna örnektir. Mufâhara, iki tarafın şâirleri ve hatipleri arasında yapılan edebî bir yarışmadır. Günümüzde halk şâirlerinin/ozanların yaptığı atışma türüne benzer. Şâirler, şiir okuyarak, hatipler de nutuk atarak yarışırlar.
24. Spor Merkezidir: At yarışlarında start ve finiş (başlama ve bitiş) yeri olarak mescid kullanılmaktaydı. Bayramlarda Habeşliler Mescid-i Nebevî’de kılıç kalkan oyunu oynamışlardı. Hz. Âişe, Hz. Peygamber’in omzuna başını yaslayarak Efendimiz’in izniyle bunu seyretmiştir.4087 Bundan yola çıkarak mescidlerin her çeşit meşrû spor dallarında helâl hudutları çerçevesinde spor salonu olarak da kullanılabileceğini söyleyebiliriz.
25. Farklı Dinlerden Misâfirlere Mâbed: Peygamberimiz, kendisiyle görüşmeye ve anlaşmaya gelen Necran’lı hıristiyanlara, âyinlerini yapmaları için bir Pazar günü Mescid-i Nebevî’yi gösterip onlara tahsis etmiş, onlar da mescidde ibâdetlerini/âyinlerini yapmışlardır.
26. Karz-ı Hasen Kurumu: Bir komşu ülkede günümüzde uygulanmakta olduğu gibi, mahalle sâkinleri, artırıp biriktirdikleri paralarının saklanması ve uygun yerlere karz-ı hasen (karşılıksız, sadece Allah rızâsı için borç) 4088 şeklinde kullanılması için emanet sandığı olarak mescidleri tercih etmektedir. Bu emanet paralar, mescide devam eden gençlerin evlenmeleri ve kuracakları yuva için gerekli masraflara harcanmak üzere fâizsiz kredi şeklinde, imamın onay vermesi şartıyla mescidlerden verilmektedir. Yine, mahalle sâkinleri ve mescid müdâvimlerine kendi iş yerlerini açmak amacıyla, benzer şekilde karz-ı hasen fonundan yardım edilmektedir. Kapitalizm ve sömürü ile mücâdelede, müslümanlar arası yardımlaşmada mescidlerin fonksiyonları değerlendirilmektedir, bu mescid faâliyeti, geniş coğrafyalara yayılabilir ve işlevi genişletilebilir.
27. İstişâre ve Organizasyon: Câmi, bir meclistir. Devlet başkanı ve tüm diğer yöneticilerin izleyeceği siyaseti, metodu, düşünce ve projelerini açıklayıp üyelerin görüş, eleştiri ve müzâkerelerine sunduğu bir meclis. Bilindiği gibi Hz. Ebû Bekir halîfe seçildiği zaman, mescidde mü'minlere hitap ederek İslâmî yönetimin temel prensiplerini hatırlattı ve bu konulardaki kendi izleyeceği metotları
4087] bkz. Kütüb-i Sitte Terc. c. 6, s. 50
4088] 2/Bakara, 245; 5/Mâide, 12; 57/Hadîd, 11
MESCİD
- 893 -
anlattı:
"Ey insanlar! İstemediğim halde, büyük bir işin başına getirildiğimi biliyorum. Ancak Allah'ın yardımı ile bu işi başaracağım. Bu işi adâletle yapabilecek Rasûlullah'ın ashâbından birine her zaman vermeye hazırım... Ben de sizden biriyim. Ey müslümanlar! Allah'ın himâyesinde olan bir şeyden dolayı hesaba çekilmek istemiyorsanız, onu hemen yerine getiriniz. Şeytan beni yoldan çıkarabilir. Kızdığımı gördüğünüz zaman, size bir zararımın dokunmaması için benden uzak durunuz! Ey insanlar! Beni murâkabe/kontrol etmekten geri durmayınız. Eğer dürüst hareket edersem, bana yardım ediniz. Şayet yanlış bir hareketim olursa, hatamı düzeltiniz! Allah'a itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz; O'na isyan edersem siz de bana isyan ediniz!" 4089
Hz. Peygamber'in tatbikatına göre; bir bölgenin valisinin, aynı zamanda câminin de imamı olması gerekiyordu. Şayet bu bölge, başşehir ise, devlet başkanının namaz kıldırması lâzımdı. Herhangi bir câminin imamı, bir bölgenin vâlisi olmuyor; bilakis o bölgenin valisi, aynı yerin câmisinin de imamı oluyor ki, bu onun için bir imtiyazdır. Böylece o yörenin halkı, günde beş defa yöneticisini görmekte, şikâyetlerini arzedebilmekte ve bu sâyede onu kontrol etmektedir. Sözgelişi; o bölge yöneticisi vatandaşının işini aksatıyorsa, bu takdirde o vatandaşın başkente gidip şikâyetini arzetme imkânı olacaktır. Böylece devlet başkanı, kamuoyunun sesine kulak vermiş olacak ve halkıyla daha sağlıklı bir diyaloga girecektir. 4090
Gerek asr-ı saâdette, gerekse dört halîfe devrinde; müslim ve gayr-ı müslimlerin ihtiyacı, valilere gönderilen senelik emir ve yazılarda sunulurdu. Valiler, mescid, câmi ve namazgâhlarda verilen kararları sorar, anlar ve cevap olarak kararların özetini yazarlardı. Arafat'taki genel toplantıda; mahalle câmilerinden itibaren derece derece gelen haberler değerlendirilir ve ona göre karar verilirdi. İstibdat devrinde (Emevîler ve diğerleri), İslâm hâkimiyetinin esası olan meşveret ve teşkilat da bozuldu. Mescidler ve hacda yapılan siyasî, sosyal ve iktisadî meşveret ve telkinat kaldırıldı. Mihrabdan ve minberden yapılan telkinlerin, konuşmaların yerini yalnızca duâlar aldı. Oysa câmiler, sadece namaz kılmak için değil; aynı zamanda müslümanların birbirleriyle görüşüp tanışmaları için takdir olunan mekânlardır. Allah Rasûlü, şu âyetin hükmüne uyarak câmide ashâbıyla sık sık istişâre ederdi: "(Yapacağın) İş hakkında onlarla istişâre et."4091 Namaz, cemaat ve istişârenin birbirinden ayrılması mümkün değildir: "Rablerinin çağrısına icâbet ederler, namazı kılarlar ve işleri aralarında istişâre iledir." 4092
Müslümanların istişâresi, mahalle câmiinden başlayarak Arafat'a kadar uzanan birkaç kategoride gerçekleşir: Cemaatin getireceği haberler, mahalle câmiinde müşâvere edilip karara bağlanır. Haftalık Cuma namazlarında ise, bütün mahalle câmii cemaatlerinin katılım ile daha büyük bir mecliste, seçilmiş bir hatip tarafından İslâm âlemine ait bir haftalık haberler ve açıklamalar müslümanlara duyurulur. Câmi-i Kebîr veya Namazgâh'ta kılınan Bayram namazlarında ise, İslâm dünyasını ilgilendiren bir senelik olaylar ve haberler hatip tarafından
4089] Hadislerle Müslümanlık -Hayâtu's-Sahâbe-, M. Yusuf Kandehlevî, c. 2, s. 617-618
4090] İslâm Müesseselerine Giriş, M. Hamidullah, s. 88-90
4091] 3/Âl-i İmrân, 159
4092] 42/Şûrâ, 38
- 894 -
KUR’AN KAVRAMLARI
özet olarak arz ve izah olunur. Bütün İslâm ülkelerinde ve şehirlerinde meydana gelen olayları ve haberleri öğrenmek ve bunları değerlendirmek üzere gücü kudreti yeten müslümanlar Arafat'ta toplanır. Bu ibâdet ve meşveret mahallerinde müslümanlar eşitlik kuralına uyarlar. Kimsenin kimseye meslek, maddî güç, makam vb. açısından üstünlüğü olmaz. Herkes aynı safta ve omuz omuzadır. Bu yüzdendir ki, imamın da cemaatten yüksek bir yerde namaz kıldırması câiz değildir.4093 Hatta bazı ülkelerde günümüzde de görüldüğü gibi, mihrabdaki imam, cemaatin önüne geçtiği için gurura kapılmasın diye, cemaatin bulunduğu ve secde ettiği zeminden daha aşağıda olan mihrabda namaz kılar. İmamın, namazdan sonra arkasını mihraba, yüzünü cemaate dönüp oturması, duâ için olmayıp, kendisini imam seçen cemaatle istişâre ve tartışmaya başkanlık etmek içindir. 4094
Câmiler, tarihî süreç içinde, bu fonksiyonlarının bazılarından siyasî amaçlar yüzünden kasıtlı olarak uzaklaştırılırken; bazen de gelişen toplum ve çoğalan nüfus paralelinde câmiler çok fazla kurumu namaz kılınan alan içinde taşıyamaz olarak değerlendirildi. Bünyesinde topladığı bunca hizmetler, zamanla mescide sığmaz oldu ve sonuçta külliyeler, imâretler doğdu. Böylece mescid, birçok müessesenin kendisinden kaynaklandığı bir ana kurum olmuştu. Günümüzde mescidlerin bazı fonksiyonları tümüyle tarihe karışmış, bazı icraatlarını da kısmen farklı şekilde vakıflar, dernek ve cemaatler üstlenmiştir. Bir iş, ne kadar namaz ve zekâta benziyorsa o kadar ibâdet yönü ağır bastığı gibi; mescidlere benzediği oranında kurumlar, vakıf ve teşkilatlar hayır kurumu olacak, Allah’ın râzı olduğu mekânlar haline gelecektir.
Câmilerin İdâresi ve Görevlileri
a) Câmilerde Merkezî İdâre: “İmam” olarak da adlandırılan İslâm devletinin başkanı, müslümanların imamı sıfatıyla câmilere nezâret hakkına sahipti. Eyâletlerde bu yetki, halîfenin temsilcisi olan valilere ve görevlendirdikleri kadılara ait bulunuyordu. Câmilerin iç siyasetteki rolü bilindiğinden halîfeler özellikle büyük câmilere îtina gösteriyorlardı. Hutbe, halîfe adına okunur ve hutbede halîfenin adının anılması, bölgenin idareye olan itaatinin işareti sayılırdı. Câmilerin inşâsı ve ve tâmiri, çok defa şahıslar ya da vakıflar eliyle olmuştur. Yalnız Mescid-i Harâm ve Mescid-i Nebevî ile benzeri büyük câmiler ayrı bir önem taşıdıklarından tâmir ve genişletme işleriyle halîfeler özel olarak ilgilenmişlerdir. İmam başta olmak üzere, câmi görevlilerinin tâyin ve kontrolleri kadılar tarafından yapılmaktaydı.
b) Mâlî Durum: Câmilerin yapımı için gerekli olan mâlî harcamaları, genellikle hükümdar, vezir, emîr, eşrâf gibi nüfuzlu kişiler üstlenmiş; bakımı, malzeme temini, görevlilere ödeme yapılması gibi masrafları ise câmiye vakfedilen gayrı menkulün gelirleriyle karşılanmıştır. Başka alanlarda da hizmet veren vakıflar İslâm âleminde o kadar yaygınlaştı ki, hemen hemen her câminin en az bir gayrı menkul vakfı vardı. Bazı câmilerin, bulundukları yerden çok uzaktaki şehir ve ülkelerde vakıf mülkleri bulunabiliyordu. Meselâ, Mescid-i Nebevî’nin Suriye’de, Mısır’da, Irak’ta vakıfları vardı. Vakıf gelirleri, vakfiyede yazılı şartlara göre harcanırdı. Bazen vakfın gelirleri caminin ihtiyaçlarını karşıyamayacak kadar azalıyor veya vakıflar ortadan kalkıyordu. Bu durumda ya yeni vakıflar kuruluyor
4093] Ebû Dâvud, Salât 67
4094] Namaz, Abdullah Yıldız, s. 177-179
MESCİD
- 895 -
veya hayırseverler yardımda bulunuyordu. Devlet bütçesinden tahsisat ayrıldığı da olmuştur.
Osmanlı döneminde câmiler, bânîlerinin kurduğu vakıfların mütevellîleri tarafından yönetiliyordu. Bu vakıfların hukukî statüsü vakfiyelerle belirlenmekteydi. Vakıf sahibinin vakfiyede tesbit ettiği imam, müezzin, hatip, kayyim, cüzhan, devirhan, sûrehan, dersiâm gibi câmi görevlilerinin ücretleri mütevellîlerce ödenirdi. Artan gelirler de (zevâid-i evkaf) câminin bakım, onarım vb. ihtiyaçları için kullanılırdı.
Câmilerin yönetimi 1920’de, T.B.M.M. hükümeti kararıyla kurulan Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti’ne devredilmiştir. Daha sonra 3 Mart 1924 tarih ve 429 sayılı kanunla bu bakanlık ilgâ edilerek yerine Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Reisliği makamı kurulmuştur. Bu kanunla T. C. sınırları içindeki bütün câmi, mescid, tekke ve zâviyelerin yönetimiyle imam, hatip, vâiz, şeyh, müezzin, kayyim ve diğer görevlilerin tâyin ve azillerine Diyanet İşleri Başkanlığı görevli kılınmıştır (md. 5). Câmi vakıfları dâhil bütün vakıfların yönetimi önce başbakanlığa, daha sonra da yeni kurulan Vakıflar Umum Müdürlüğü’ne bağlanmıştır. 30 Kasım 1925’te türbe, tekke ve zâviyelerin kapatılması, Diyânet İşleri Başkanlığı’nın yetki alanını daraltmıştır. Bu dönemde câmi görevlilerinin ücretleri çok düşük düzeyde tutulmuş, “cihât-ı fer’iyye” denilen cüzhanlık, devirhanlık, sûrehanlık gibi ikinci derecedeki görevlerin boşalması halinde buralara yeni tâyin yapılmamış, imam, hatip, müezzin ve kayyim kadroları büyük çapta daraltılmıştır.
15 Aralık 1927 tarihli Şûrâ-yı Devlet kararıyla câmi görevlilerinin aylıkları devlet bütçesinden karşılanmakla birlikte, bunların memur veya müstahdem sayılmamaları kararlaştırılmıştır. 8 Haziran 1931 tarih ve 1827 sayılı kanunla câmilerin yönetimiyle câmi görevlilerini tâyin ve azletme yetkisi Diyanet İşleri’nden alınarak Vakıflar Umum Müdürlüğü’ne verilmiştir. 25 Aralık 1932’de yürürlüğe giren “Câmi ve Mescidlerin Tasnifi Hakkındaki Nizamnâme” hükümleri gereğince il ve ilçelerde Vakıflar müdür ve memurlarının, bunların bulunmadığı yerlerde vali ve kaymakamların uygun gördüğü bir kişinin başkanlığı altında yapılan sübjektif değerlendirmeler sonucunda, 15 Kasım 1935 tarih ve 2845 sayılı kanunla ihtiyaç dışı görülen birçok câmi başka maksatlarla kullanılmak üzere kapatılmış, kapanan câmilerin çoğu ordu tarafından depo olarak kullanılmış, bazıları Cumhuriyet Halk Partisi’ne ve özel kişilere satılmıştır. Açık kalan câmilere de çok sınırlı görevli tâyini yapılmıştır.
25 Aralık 1932 tarihli nizamnâme ile câmilerdeki cüzhanlık, devirhanlık, sûrehanlık gibi hizmetler imam, hatip ve müezzinlik görevleriyle birleştirilmiş ve bu görevlerin yürütülmesi işinin Vakıflar Umum Müdürlüğü’nün yetki alanı içinde olduğu belirtilmiştir. 11 Kasım 1937 tarihli “Câmi Hademesi Nizamnâmesi”nde câmi görevlilerinin her türlü denetiminin Vakıflar Umum Müdürlüğü’ne ait olduğu vurgulanarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi sadece vâizlerle hatipleri vaaz ve hutbelerini kontrol etmekle sınırlandırılmış, devlet memurlarının câmi ve mescidlerde görev yapmaları yasaklanmıştır. Bu dönemde ilgisizlik ve bakımsızlıktan birçok câmi harap olmuştur.
Câmilerin yönetimi, 29 Nisan 1950’de yürürlüğe giren 5634 sayılı kanunla, Diyanet İşleri Reisliği yeniden teşkilatlandırılarak daha önce Vakıflar Umum Müdürlüğü’ne intikal etmiş olan câmi görevlileri, kadrolarıyla birlikte yeniden
- 896 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bu kuruma bağlanmıştır. Câmi görevlilerinin kanunî statüleri ve özlük hakları, 22 Haziran 1965 tarihli ve 633 sayılı “Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun”la belirlenmiştir.
Türkiye’de bugün câmi yapma, mevcutları tâmir ve yaşatma; şahıslar, dernekler ve özel vakıflar eliyle yapılmaktadır. Vakıflar Genel Müdürlüğü, mülkiyetindeki câmilerin bakım ve onarımından sorumludur (Bu sorumluluğunu ne kadar yerine getirdiğini ise kimse sormamalıdır).
Ocak 1992 itibarıyla Türkiye genelinde 66.674 câmi mevcut olup bu câmilerde 56.135 İmam-hatip, 9560 müezzin-kayyim ve 739 vâiz kadrolu olarak görev yapmaktaydı. (2001 yılı Haziran ayında ise câmi sayısının 76.300 olduğu Diyanet tarafından açıklanmıştır.) Ocak 1992 tarihi itibarıyla Türkiye’de câmi bulunmayan bucak ve kasaba sayısı 47, köy sayısı ise 2125’tir. Câmilerin çoğu kadrolu olduğu halde bunlardan bir kısmının görevlisi bulunmamakta, kadro tahsis edilmemiş câmilerdeki görevlilerin ücreti ise vatandaşlar ve çeşitli dernekler tarafından sağlanmaktaydı. 2000 yılında ise, Diyanet’e bağlı kalmayan hiçbir câmi ve mescide müsaade edilmeyeceği hükme bağlanmıştır. (Bunun, câmileri, câmi içindeki faâliyetleri ve câmi görevlilerini tümüyle kontrol altına almak için olduğunu belirtmeye gerek yoktur.) Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinde câmiler için ayrılmış hiçbir tahsisat olmadığından, câmilerin yapımı, bakımı, onarım ve her türlü malzeme temini gibi masrafları şahıslar veya dernek, vakıf gibi özel kuruluşlar tarafından karşılanmaktadır. 4095
Câmi Görevlileri
Câmide görevli olan kişiler imam, hatip, müezzin, vâiz, kussâs, kaarî, cüzhan, bevvâb ve hademeler (kayyim) şeklinde sıralanabilir.
İmam: Cemaate namaz kıldıran kişiye imam denir. Bazı bölgelerde halîfeden ayırmak için imama “sahibü’s-salât” denilmekteydi. İlk dönemlerde merkezde devlet başkanı, eyâletlerde valiler, şehirdeki en büyük câminin imamlığını yapmışlardır. “İmam”ın kelime anlamı önde olan, kendisine uyulan, önder, lider demektir. İmam, geniş anlamda ümmetin önderidir. Bir kök durumundadır ve arkasında bir cemaat vardır.
İmam, etrafında bir topluluk (ümmet) toplayan, onları peşinden götüren, onlara yol gösteren insandır. İmam makamında olan önderler, insanları hidâyete ve kurtuluşa götürdükleri gibi, peşinden gelenleri ateşe sürükleyenleri de vardır.4096 Namaz kıldırmak için önde olanlara da, “namaz imamı, namazda önder” denmiştir. Çünkü o da namazda önde bulunmaktadır ve arkasında bir cemaat namaz için toplanmaktadır. Namazda ümmet durumunda olan cemaat, ümm (ana, kök -asıl- önder) durumundaki imama yani cemaatin liderine uymaktadırlar. Günümüz Türkiyesinde, imam kavramının diğer bütün anlamları kaybolmuş ve yalnızca camii imamlığı mânâsı kalmıştır. O da, bazılarının kafasında basit karşılığı olan, önemsiz bir içerik taşır. Bugün paramparça olan İslâm ümmetini ilimde, siyasette ve toplumsal hayatta bir araya toplayacak müslüman imamlara -önderlere- ihtiyaç vardır. 4097
4095] A. Önkal-N. Bozkurt, a.g.e., c. 7, s. 53-54
4096] 9/Tevbe, 12; 28/Kasas, 41
4097] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 302
MESCİD
- 897 -
Hatip: Cuma ve bayram namazlarında hutbe okuyan hatip, genellikle imamlık görevini de yürüten şahıstı. Yalnız bazı büyük câmilerde imamdan ayrı bir, bazen de birkaç hatip görev yapardı. Hutbe, siyasî bir önem taşıdığından hatip de önem kazanmış, bu sebeple çok defa kadılar hatiplik görevini bizzat üstlenmişlerdir. Şimdi, bu görevi tümüyle imamların yaptığını, hutbelerin, konu seçimi ve bazen içeriğinin de müftülük yoluyla devletin belirlediğini görüyoruz.
Müezzin: İslâm tarihinde ilk müezzin, hicrî birinci yılda Hz. Peygamber tarafından görevlendirilen Bilâl-ı Habeşî’dir. Âmâ sahâbî Abdullah bin Ümmü Mektûm da Hz. Peygamber’e müezzinlik yapmıştır. Bunlardan başka, zaman zaman Rasûlullah’a müezzinlik yapan başka sahâbîler de vardı. Müezzin, namaz vaktinin geldiğini bildiren ezanı, yüksek sesle okuyarak cemaati toplar, imamı namaza çağırır, onun gelmesi üzerine de namazın başladığını belirtmek için kaamet getirir. Minâreler yapılmadan önce ezan, genellikle câmiye yakın yüksek bir yerden okunurdu. Bilâl-ı Habeşî, Mescid-i Nebevî’ye yakın en yüksek evin damına çıkarak ezan okurdu. Mekke’nin fethinde de Hz. Peygamber’in emri üzerine Kâbe’nin damına çıkarak ezan okumuştur.
Müezzinlere ilk defa maaş bağlayan kişinin Hz. Osman olduğu nakledilir. Müezzinin temel görevi ezan okumakla sınırlıdır. Farza durulurken ezan gibi namaza dâvet şeklindeki kaamet getirmek de genellikle müezzinlerin hakkı ve vazifesi kabul edilmiştir. Zamanla müezzinlere yüklenen görevler çoğaldı. Câmide tesbih, zikir, mevlid ve tilâvet gibi âdetler gelişti. Buna bağlı olarak da câmilerde müezzin sayısı arttı. İbn Battuta, kendi zamanında Emeviyye Câmiinde yetmiş müezzin bulunduğunu kaydeder. 4098
Vâiz ve Kussâs: Mescidlerde müslümanlara nasihat edip, etkili sözlerle cemaatin dinî gayretlerini artırmaya çalışan kimselere vâiz denilir. Hz. Peygamber, ashâbın istekli anlarını gözeterek belli zamanlarda câmide vaaz veriyordu. Râşid halîfeler zamanında Abdullah bin Mes’ud da bunu örnek alarak etrafında toplananlara haftada bir gün vaaz etmeyi uygun bulmuştu. Hz. Ömer döneminde Temîm ed-Dârî, halîfe cuma namazı için câmiye gelmeden önce vaaza başlardı. Hz. Osman döneminde de kendisine haftada iki defa vaaz etme izni verilmişti ki bu zât, ilk kaas (çoğulu; “kussâs”, kıssacı, vâiz) olarak kabul edilir. Vâiz ve kaas tâbirleri çok defa birbirinin yerine kullanılırsa da kussâs, daha çok, dinleyici toplamak maksadıyla anlatımlarına asılsız hikâye, efsâne ve masallar karıştırdıkları için vâizlerden ayrı değerlendirilmiş ve kendilerine iltifat edilmemesi istenmiştir. Hz. Ali’nin Basra Câmiinde kussâsı kovduğu rivâyet edilir. Ancak kussâs, hemen her dönemde câmilerde resmen görev yapıyordu.
Kaarî: Câmilerde kaarî (çoğulu kurrâ) tarafından Kur’an tilâvet edilmesi âdetine Emevîler döneminden itibaren rastlanmaktadır. İbn Cübeyr’e göre Emeviyye Câmiinde kaarîler (kurrâ), sabah ve ikindi namazlarından sonra düzenli bir şekilde Kur’an okurdu. Özellikle Cuma vb. günlerde Kur’an tilâvetine önem verilirdi. Osmanlılar’da selâtîn câmilerinde cüzhân adı verilen kaarîler, namazlardan önce Kur’an’dan birer cüz okurlardı. Selâtîn câmilerinde cüzhanlar için müstakil kürsüler yapılmıştı. Bunlar vâiz kürsülerinden daha küçük olup genellikle iki duvar arasına yerleştirilmişti. Bazı câmi ve türbelerde ise ücretleri bir vakıf tarafından karşılanan ve gece gündüz aralıksız bir şekilde nöbetleşerek Kur’an okuyan
4098] Seyâhatnâme, 1/95
- 898 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kaarîler bulunurdu. (Nice mescid vb. yerlerde sürdürülen bu gelenek, Topkapı Sarayı Mukaddes Emanetler Bölümünde, Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar, yaklaşık 500 yıl süreyle sürdürülmüştü. Sonra siyasî rejim tarafından kaldırılan bu âdet, 1970’li yıllarda yeniden başlatılmış olup, hâlen devam ettirilmektedir.
Kayyim, Hademe: Hz. Peygamber’in mescidini süpüren Ümmü Mihcen adında zenci bir kadının bulunduğu nakledilir.4099 Daha sonra bu iş için hademeler çalıştırılmıştır. Bunların sayısı câminin büyüklüğüne göre değişiyordu. Meselâ hicrî 300 (milâdî 912) yıllarına doğru Kudüs Câmii’nde 140 veya 230 hademenin bulunduğu kaydedilmektedir. Hademe sayısının çok olduğu durumlarda iş bölümü yapılıyordu. Kayyim tâbiri ise aslında temizlik, lâmbaların yakılması, suların taşınması gibi işlere nezâret eden, mum, lâmba yağı, temizlik malzemesi vb. câmi ihtiyaçlarını tesbit ve temin eden kişiye delâlet ediyordu. Bazen imam, hatip, hatta kadı câminin kayyimliğini de yapıyordu. Buna karşılık kayyimler doğrudan doğruya hademelerin yaptığı temizlik işleriyle de uğraşmışlar ve sonraları kayyim tâbiri, bu mânâda kullanılmıştır.
Osmanlı döneminde câmi personelinde gerek tür, gerekse sayı bakımından önemli bir artışın olduğu gözlenmektedir. Köy ve mahalle câmilerinde ücretini câmi vakfından alan bir imam ve müezzin bulunmakta, küçük ve geliri sınırlı olan câmilerde ise sadece imam, görevi îfâ etmekteydi. Bunun yanında vezirlerin, ağa ve paşaların, bazı varlıklı kimselerin inşâ ettirdiği câmilerde, câmi vakfından ücret alarak görev yapan personel sayısının arttığı görülmektedir.
Osmanlı padişahları veya padişah hanımları tarafından yaptırılan ve zaman zaman padişahların da içinde namaz kıldığı câmi demek olan selâtîn câmilerinde, bunlar çok geniş vakıflara sahip olduğundan, görevli sayısı oldukça fazla idi. Meselâ III. Murad’ın Manisa’da yaptırdığı Murâdiye câmii’nde iki imam, bir hatip, bir vâiz, dokuz müezzin, doksan dört cüzhân, otuz iki hademe olmak üzere toplam 139 kişi câmi vakfından, çok farklı seviyelerde ücret almaktaydı. Süleymaniye Câmii’ndeki görevli sayısı ise daha fazla idi. Süleymaniye Külliyesi’nden ücret alan toplam 936 kişiden 303’ü doğrudan Süleymaniye Câmii’ne bağlıydı. Bunların içerisinde imam, müezzin, hatip, vâiz, kayyim, ferrâş gibi câmi hizmeti îfâ edenlerin sayısı ancak yirmi-otuz kadardı. Bunun dışında sayıları yüzleri bulan cüzhân, devirhân, en’âmhân, musallîhân gibi hizmetliler ise ilim tahsil edenlere, bazı tarikat erbâbına tahsis edilen cüz’î burs niteliğinde daha az bir ücret alıyorlardı. 17-18. yüzyıllarda câmilerde kürsü şeyhliği, dersiâmlık gibi görevlere de rastlanmaktadır. Osmanlılar’da bütün câmi personeli askerî zümre kapsamına alınmış, böylece kendilerine vergilerden muâfiyet ve başka imtiyazlar tanınmıştır. Diğer taraftan teşrifat defterlerinde, özellikle selâtîn câmilerinin vâiz, hatip ve imamlarına devlet protokolünde yer verildiğine dair bilgilere rastlanmaktadır. 4100
Bunların dışında, büyük câmilerde, şimdi görülmese de Cumhûriyet dönemine kadar şu görevliler de bulunurdu:
Dersiâm: İslâmî ilimler konusunda, halktan istekli olanlara câmilerde verilen ders ve bu dersi veren âlim, profesör.
4099] Buhârî, Salât 72, 74
4100] Ahmet Önkal-Nebi Bozkurt, a.g.e. 7/54-55
MESCİD
- 899 -
Bevvâb: Kapıcı, kapı bekçisi. Câmileri koruyup bekleyen görevli.
Ferrâş: Yayıcı, döşeyici, bu hizmetleri yapan kimse; câmi, mescid ve imâret gibi yerlerin temizliğine, döşemesine bakan kimse.
Cüzhân: Cüz, Kur’an’ın bölündüğü 30 parçadan herbiri, 20 sayfalık Kur’an bölümü. Cüzhân; Câmilerde yirmi sayfalık Kur’an bölümünü okuyan kurrâ.
Duâhân: Duâ eden, duâ okuyan, hatim merâsimi, kandil geceleri ve mevlid gibi törenlerden sonra, cemaatin “âmin”lerle katıldığı, sesli olarak duâ eden kimse.
Mevlidhân: Mevlid okuyan kimse, mevlidci; Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-Necât adlı Peygamberimiz’in doğum menkıbesi ve hayatıyla ilgili şiirini, belirli makam ve müzikalite ile okuyan kimse.
Devirhân: Câmilerde sürekli Kur’ân-ı Kerim okuyan görevli.
Naathân: Peygamberimiz’i övmek maksadıyla yazılan şiirlere naat (na’t) denilir. Naathân da; makamla na’t okuyan mevlidhân benzeri kimsedir.
Şeyhu’l-kurrâ: Kaarîlerin (kurrânın) üstâdı; Câmilerde Kur’an tilâveti yapan, daha çok değişik kıraat vecihlerini bilen ve tüm farklı kıraatlerde Kur’an okuyabilen hâfızlar.
Müderris: Ders okutan, medrese hocası, dârülfünûn hocası, profesör.
Muhaddis: Hadis âlimi, hadis dersi veren profesör.
Hâfız-ı kütüp: Kütüphaneci. Câmi kütüphanelerinde görevli kişi.
Kandilci: Kandil yakan kimse. Câmilerde kandilleri yakan, söndüren, bakımlarını yapan görevli kimse. Mahyacıya da bu ad verildiği olur.
Mahyacı: Ramazan ayında câmi minâreleri arasına gerilen ışıklı şekil veya yazılara mahya denilir. Mahyacı; Mahya kuran sanatkâr.
Buhurî: Buhur; tütsü demektir. Buhurî, Câmilerde, tütsü yakma işiyle görevli olan.
Bunların çoğu, tarihe karışmış ve günümüz câmilerinde bugün karşılığı olmayan görevlilerdir. Câmilerde genel olarak 4 temel görevli (imam, müezzin, vâiz, kayyim) bulunmakla birlikte, özellikle Osmanlılar’ın yükselme devrinde ve daha çok, selâtîn câmileri gibi büyük câmilerde görülen 30 civarında farklı görev ve görevliler vardı.
Mescidlere Ait Hükümler
Mescidler, Allah Teâlâ’ya ibâdet amacıyla yapıldığı için büyük bir şerefe sahiptir. Bu yüzden her mescide “Beytullah” (Allah’ın evi)” denilir. Bir mescid, kıyâmete kadar mesciddir. Mescide saygısızlık veya tecâvüz, Allah Teâlâ’nın hukukuna tecâvüz anlamı taşıyacağı için uhrevî sorumluluğu gerektirir. Halkın değerlendirmesine göre, bu saygısızlığın cezası dünyada başlayacağından, câmiyi pisletenin, bu suçla helâkı/ölümü çağırdığı vurgulanır: “Eceli gelen...” denir. Kur’an, Ebrehe’nin Allah’ın evi Kâ’be’ye karşı savaş açmasından dolayı cezasının
- 900 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dünyada da çok fecî olduğunu anlatır. 4101
Bir mescidin içi ve arsası mescid olduğu gibi, gökyüzüne kadar üstü de mescid hükmündedir. Bu yüzden mescidde yapılması mekruh olan şeyin, üstünde yapılması da mekruh olur. Mescidlerin araya yol girmeyen çevresi de (finâ-i mescid) namaz konusunda mescid hükmündedir. Fakat başka konularda mescid hükmünde değildir. Bu nedenle, oralardan geçmek veya oraya abdestsiz girmekte bir sakınca yoktur.
Bir kimsenin kendi mahallesi veya köyünün câmiinde namaz kılması daha faziletlidir. Ancak, imamının daha sâlih ve daha fakîh olması bir tercih sebebidir. Bu konuda Mescid-i Harâm ile Mescid-i Nebevi’de ayrı bir üstünlük vardır.
Bir mescid, cemaate dar gelmeye başlamışsa yanlarından arsa satın alarak genişletilebilir. Arsa sahipleri râzı olmasa da bedeli ödenerek alınabilir. Çünkü buna toplumun ihtiyacı vardır. Bir kimse, Allah rızâsı için yaptırdığı bir mescidin idaresine, tâmir, tefriş ve aydınlatılmasına ve ehil ise imamlık veya müezzinliğine başkalarından daha fazla hak sahibidir. Kendisinden sonra ehil olan çocukları ve aşireti de başkalarından önde gelir.
Bir mescidin duvarları veya kubbesinin birtakım nakış ve yaldızlarla süslenebileceğine müteahhirîn âlimleri fetvâ vermişlerse de, mescidin sade olması daha uygundur ve sünnete muvâfıktır. Özellikle namaz kılanların dikkatini dağıtacak şekilde kıble tarafına yapılacak süslemeler mekruh sayılmıştır. Vakıf mütevellîsi, bu nakış ve süsleri vakfın malından yapamaz; yaparsa bedelini ödemesi gerekir. Çünkü bunlar, mescidin binasına, devamına ait şeyler değildir. Mescid içinde abdest alınmaya ait bir yer (şadırvan) yapılmışsa, burada abdest alınabilir.
Görevli imam ve müezzini bulunan bir mescidde cemaatle namaz kılındıktan sonra, başka bir cemaatin yeniden ezân ve ikametsiz olarak, mihrabdan başka bir yerde ikinci cemaatin namaz kılmasında bir sakınca yoktur.
Bir mescide sağ ayakla girilir, önce Rasûlullah (s.a.s.)’a salât u selâmdan sonra, “Allahümme’ftah aleynâ ebvâbe rahmetik (Allah’ım, bizlere rahmet kapılarını aç” diye duâ edilir. Çıkarken de önce sol ayağı dışarı atarak “Allahümme’ftah aleynâ ebvâbe fadlik (Allah’ım, bize lütuf ve kereminin kapılarını aç)” diye duâda bulunmalıdır. 4102. Diğer yandan, mescide ilk girişte, mescidi selâmlama anlamında Allah rızâsı için en az iki rekât “tahıyyetü’l-mescid” namazı kılınması sünnet olup, mescidin mânevî havasına intibakı sağlar.
Mescidlerde yüksek sesle konuşmak mekruhtur. Ancak, vâiz, hatip ve öğrencilerine ders vermekte olan hoca sesini duyurmak için yükseltebilir. Namaz kılanlara zarar vermemek şartıyla Kur’ân-ı Kerim okuyanların veya Allah’ı zikredenlerin seslerini biraz yükseltmeleri câizdir.
Namaz için mescide gelenlerin, kendi durumlarına göre en temiz ve en güzel giysilerini giymeleri, cemaati nefret ettirecek soğan, sarımsak gibi şeyleri namaz öncesinde yemekten sakınmaları, insana, cemaate ve mescide olan saygının gereğidir. Kur’an'da şöyle buyrulur: “Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde ziynetli elbiselerinizi giyin (edep ve takvâ süslerini takının); yiyin, için; fakat israf etmeyin. Çünkü
4101] Bk. 105/Fîl, 1-5
4102] Bu duâ hakkında, Bk. Müslim, Müsâfirîn 68, 191; Ebû Dâvud, Salât 18
MESCİD
- 901 -
Allah israf edenleri sevmez.” 4103
Namaz kılanın önünden geçmek, mecbûrî hallerin dışında câiz değildir. Ancak, mescidde ön saflarda boş yer varken arka safta namaza duranın önünden geçip ileri safa gidilebilir. Burada, önünden geçilen kimse, câmi âdâbına uymayarak kendi saygınlığını kendisi yitirmiştir. Mescide abdestli olarak girilir. Mescidlere namaz için, namaza alıştırmak gâyesi olmaksızın câmide huzuru bozabilecek yaş ve durumdaki küçük çocukları, akıl hastalarını sokmak veya mescidin içinden zarûret bulunmadıkça yol gibi geçmek câiz değildir. 4104
Câmi İnşaatı, Onarımı ve Bakımı: “Allah’ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler i’mâr eder. İşte, hidâyete/doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.”4105 Bu âyet-i kerime ile konuya dair diğer âyet ve hadisleri gözönünde bulunduran İslâm âlimlerinin çoğuna göre sözkonusu nasslarda yer alan “îmar” tâbiri, câmilerin inşâsı, onarımı, döşenmesi, aydınlatılması ve temiz tutulması gibi maddî îmarı içine aldığı gibi; oralarda ibâdet etmek, Kur’an okumak ve okutmak, ilim öğrenmek ve öğretmek gibi mânevî îmar faâliyetlerini de ihtivâ eder.
Câmi yaptırmanın sadece mü’minlere ait bir imtiyaz olduğunu vurgulayan Kur’an âyetlerinin yanında, bunu teşvik eden birçok hadis-i şerif de mevcuttur. Bilindiği gibi, Hz. Peygamber, Medine’ye varır varmaz ilk iş olarak hemen mescidin inşâsını başlatmış ve kısa bir zamanda tamamlanmasını sağlamıştır. İslâm âlimleri, müslümanların yerleşim birimlerinde ihtiyaca yetecek kadar câmi yaptırmanın farz-ı kifâye veya mendup ya da müstahap olduğu konusunda fikir birliğine varamasa da, câmi yaptırmanın önemi ve faziletini ısrarla vurgulamışlardır. Câmi inşaatında kullanılan ana malzemelerin, hatta harç suyu gibi katkı maddelerinin din açısından necis sayılmayan temiz şeylerden olmasının gereği üzerinde ayrıca durulmuştur.
“Allah'a şirk/ortak koşanlar, kendilerinin kâfirliğine bizzat kendileri şâhitlik ederlerken, (küfürlerinin farkında olup, bizzat itiraf ederlerken) Allah’ın mescidlerini i’mar etme yetkileri yoktur. Çünkü onların bütün işleri boşa gitmiştir. Ve onlar ateşte ebedî kalacaklardır.”4106 Bu âyet-i kerimede ifade edildiği üzere, müslüman olmayanların câmi yaptırmaları veya yapımına katkıda bulunmaları doğru görülmemiş, âyette yer alan “îmar”la ilgili olarak yukarıda sözü edilen iki yorumdan maddî îmarın esas alınması halinde bunun câiz olmadığı zaten kesindir. Bu görüşü kaydeden Fahreddin Râzî, ayrıca gayrı müslimlerin câmi inşâsına katkıda bulunmalarının müslümanları minnet altında bırakabileceğine, bunun ise kabul edilemez bir şey olduğuna dikkat çekmiştir. 4107
Câmilerin yapılış maksadı dışında kullanılması, yıktırılması, satılması câiz değildir. Kur’ân-ı Kerim’de "Allah'ın mescidlerinde O'nun adının zikredilip anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?!”4108 buyrulmak4103]
7/A’râf, 31
4104] Mefâil Hızlı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 148-149
4105] 9/Tevbe, 18
4106] 9/Tevbe, 17
4107] Mefâtihu’l-Gayb, 16/7
4108] 2/Bakara, 114
- 902 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tadır.
Câmi ve mescidlerin sade bir görünümde olması esastır. Sadelikten uzak süslemeler, dikkat çekici yazılar ibâdet esnasında kişiyi meşgul edeceği ve namazın önemli unsurlarından olan huşûun zedelenmesine sebep olabileceği için mekruh sayılmıştır. Namaz kılınacak yerin temiz olması, namazın şartlarından birini oluşturduğuna göre câmilerin temiz tutulması mü’minler için başta gelen bir görevdir. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. İbrâhim ile oğlu İsmâil’e, “Allah’ın evi” diye nitelendirilen Kâbe’yi temiz tutmaları emredilmiştir.4109 Yine Kur’an’da Allah'a nisbet edilen4110 ve birer ibâdet yeri olan câmilerin bakım ve temizliğine özen gösterilmesi ilâhî buyruk şeklinde yer almıştır. Konu ile ilgili birçok hadis de mevcuttur. Câmilerin temizliği yanında, câmiye girenlerin de vücut ve elbise (,özellikle yaz aylarında çorap) temizliğine dikkat etmeleri gerekir. Kur’an’da câmilere güzel elbiselerle gidilmesi emredilmiştir.4111 Özellikle cemaatin diğer zamanlara oranla daha kalabalık olduğu Cuma ve bayram günlerinde yıkanarak câmiye gitmenin sünnet olması da bunu göstermektedir.
Câmi Âdâbı: “Allah’ın evi” diye nitelendirilerek yüceltilen câmilere girecek kimselerin maddî pisliklerden temizlenmiş olmaları yanında; cünüplük gibi hükmî ve küfür, şirk gibi mânevî pisliklerden de arınmış olmaları gerekir. Bu sebeple, guslü icap ettiren bir halde olan kimselerin câmiye girmeleri çoğu âlime göre câiz görülmemiştir.4112 Câmiye abdestsiz girmek câiz olmakla birlikte mekruh kabul edilmiştir. Birden fazla kapısı bulunan câmileri yol olarak kullanmak da hoş karşılanmamıştır.
Kur’ân-ı Kerim’de müşriklerin Mescid-i Harâm’a yaklaşmaları genel anlamda yasaklanmıştır.4113 Buna rağmen konunun ayrıntılarına inen fıkıh âlimleri arasında bazı farklı görüşler ortaya çıkmıştır.
Câmi âdâbına riâyet edemeyecek çok küçük yaştaki çocukların câmilere girmeleri genellikle uygun görülmemişse de; temyiz çağına (7-8 yaş) gelmiş çocukların câmiye götürülmesi, cemaatle namaza alıştırılması ve kendilerine câmide Kur’ân-ı Kerim öğretilmesi teşvik edilmiştir.
Ezan okunduğu sırada câmide bulunan bir kişinin meşrû mâzereti olmaksızın namaz kılmadan çıkıp gitmesi mekruhtur. İbâdet yerleri olan câmilerde cemaati rahatsız eden, onların huzurunu bozan her türlü davranıştan uzak durmak gerekir. Başkalarını inciterek öne geçmek, rahatsızlık verecek şekilde safları fazlaca sıkıştırmak ve namaz kılanın önünden geçmek de sakınılması gereken davranışlar olarak kabul edilmiştir.
Câmilerde taraflara karşılıklı menfaat sağlayan alım, satım, kira vb. akidler veya gelir getirici diğer işler yapılmasının hükmü haram veya en azından mekruh kabul edilmiş, sadece hîbe (bağış) akdi câiz görülmüştür. Câmide dilenmenin veya dilenen kimseye bir şey vermenin mekruh veya haram olduğunu söyleyen âlimler vardır. (Hele câmide Kur’an okuyup okuduğunu dilenmeye vesîle edinen,
4109] Bk. 2/Bakara, 125; 22/Hacc, 26
4110] 72/Cinn, 18
4111] 7/A’râf, 31
4112] Bk. Ebû Dâvud, Tahâret 93; İbn Mâce, Tahâret 126
4113] 9/Tevbe, 28
MESCİD
- 903 -
“cerci” denilenlere Kur’an’ı ve mescidi istismar ettikleri ve okudukları Kur’an’ı az bir pahaya -dünyevî bedel karşılığında- sattıkları için, daha sert tavır takınılmalıdır.) İnfak ayrı bir şeydir. Yani, ihtiyaç sahiplerine, onlar istemeden sadaka vermek, infak etmek câizdir. Câmi içinde, orada bulunanları rahatsız etmeyecek şekilde konuşmanın bir sakıncası yoktur. (Halkın câmide “dünya kelâmı konuşulmaz” demesinin bir temeli yoktur.) Bununla birlikte, sırf sohbet etmek maksadıyla câmiye gitmek, yüksek sesle konuşmak, hatta başkalarını rahatsız edecek şekilde yüksek sesle zikir yapmak tasvip edilmemiştir. Câmiyi kirletmemek şartıyla orada uyumakta ve bir şeyler yemekte sakınca yoktur.
Namaz kılmak bakımından câmilerin en faziletlisi, sırasıyla Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ’dır. Fazîletleri birçok hadiste de dile getirilen 4114 bu üç mescidden sonra ise, büyük ve cemaati kalabalık câmiler gelmektedir. Ancak, bu câmilere devam etmek, semt veya mahalle câmiinin cemaatsiz ve metruk kalmasına yol açacaksa mahalle câmiinde namaz kılmak daha fazîletli kabul edilmiştir. 4115
Kıble, Mihrâb, Minber, Ezan, Cemaat
Kıble: Kıble, ibâdette yönelinen yer, namaza başlarken dönülmesi gereken istikamet demektir. Allah’ın huzuruna çıkmak isteyen mü’min, Allah’ın evine (Beytullah) doğru yüzünü döndürmeli, kafasındaki bütün düşünceleri bir kenara bıkarak Allah'a teslimiyetle namaza durmalıdır. Kıbleye yöneliş, hem Allah'ın birliğini, hem de ümmetin bütünlüğünü işaret etmekte ve temsil etmektedir. Kâbe tektir, kıble de tektir. Bir'den fazla "ibâdî, itikadî, siyasî, sosyal, ulusal kıbleler" olamaz. Peygamberimiz ve o dönemdeki müslümanlar, hicretten sonra on altı – on yedi ay kadar Kudüs’e (Beytü’l-Makdis’e) yönelerek namaz kıldılar. Bu durum, yahudilerin şımarmasına, “Muhammed ve ashâbı kıblelerinin neresi olduğunu bilmiyorlardı. Biz onlara yol gösterdik; onlar bizim kıblemize tâbi oluyorlar” gibi laflar etmesine ve bunu etrafa yaymasına sebep olmuştu.
Rasûlullah başını göğe kaldırdı, İslâm’a kendi kıblesinin verilmesini niyâz etti. İşte bundan sonra hicretin ikinci yılı Şaban ayında kıble, Mescid-i Haram (Kâbe) olarak değiştirildi. Kudüs’ten Kâbe’ye dönülme emri geldi. Bunun üzerine yahûdiler ve münâfıklar tekrar mırıldanmaya başladılar. Aşağıdaki âyetler bu olayı anlatır:
“İnsanlardan birtakım beyinsizler, ‘üzerinde bulundukları kıblelerinden onları çeviren nedir?’ diyecekler. De ki onlara, ‘doğu da Allah'ındır, batı da Allah’ındır. O dilediğini doğru bir yola iletir.’ İşte böylece sizin insanlar üzerinde şâhitler olmanız, Rasûl’ün de sizin üzerinizde bir şâhit olması için sizi orta (dengeli) bir ümmet kıldı. Senin arzulayıp da şu anda üzerinde bulunduğun kıbleyi (Kâbe’yi) Biz ancak Peygamber’e uyanı, ökçesi üzerinde geri dönenden (münâfıktan) ayırt etmemiz için kıble yaptık. Bu şekilde kıblenin (Kudüs’ten Kâbe’ye) çevrilmesi, Allah’ın yol gösterdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı (namazınızı) asla zâyi edecek değildir. Şüphesiz Allah, insanlara (her şeye rağmen) şefkatli ve merhametlidir. (Yâ Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (gökten haber beklediğini) görüyoruz. Yüzünü (namazda) artık Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda)
4114] Buhârî, Fazlu’s-Salât fî Mescid-i Mekke ve’l-Medîne 1, 6; Müslim, Hac 505-511
4115] Mehmet Şener, TDV. İslâm Ansiklopedisi, c. 7, s. 91-92
- 904 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, ehl-i kitap, onun gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir. (Habîbim!) Sen kendilerine kitap verilenlere her türlü âyeti (mûcizeyi) getirsen yine de onlar (inatlarından) sana uyup kıblene kesinlikle dönmezler. Sen de onların kıblesine dönecek değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblesine dönmezler. Sana gelen ilimden sonra eğer sen onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, işte o zaman sen haksız davrananlardan olursun.” 4116
Yönlerin En Güzelini Tercih; Kâbe’ye Dönmek: Namaz kılarken kıbleye yönelmek namazın şartlarından biridir. Bu da, yönünü diğer yönlerden ayırıp Kâbe’ye çevirmekle olur. Kıbleye dönmek, Allah'a yönelip O’nun emrine uymak demektir. Bütün yönler Allah’ın, “doğu da, batı da Allah’ın”4117 olduğu halde Kâbe’ye yönelmek... Niçin Kâbe? Kâbe; Âlemlere bereket ve hidâyet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev;4118 insanlar için toplantı ve güven yeri kılınan Allah’ın evi;4119 savaşmanın, kan dökmenin yasaklandığı emin yer;4120 küfrün ve şirkin her çeşidine ve Allah’ın hâkimiyetini tanımayanlara karşı insanlar için bir kıyam merkezi kılınan Kâbe.4121 Tavaf edenler, kıyam edenler, rükû ve secde edenler için temizlenen mübârek Mescid.4122 Varlığın, imanın, sevginin ve hayatın merkezi Kâbe... Evrenselliğin, mutlaklığın ve sonsuzluğun sembolü Beytullah... Allah'a yönelen tüm duygu ve düşüncelerin odaklaştığı mihver... Yüce Rabb’in divanına duranların yüzlerini döndürdükleri kıble... Mescid-i Haram...
Kâbe; renksiz, süssüz ve sade bir yapı... Bütün yönleri içine alan, ama aynı zamanda yönsüzlüğü sembolize eden bir “küp”... Doğu, batı, kuzey, güney, yukarı, aşağı... hepsine bakar; ama hiçbir ine de bakmaz... Allah'ı yönsüzlük ve her yanda olmak itibarıyla hatırlatacak başka bir eser düşünülebilir mi? Açık bir alan ve boş bir oda... Ne mimarî bir hüner ve güzellik, ne bir sanat ve yazı, ne de bir başka olağanüstü özellik... Allah hakkındaki duygu ve düşüncelerimizi karıştıracak, mutlak’ı ve sonsuz olan’ı düşünmemize engel olacak hiçbir fevkalâdelik yok... Tüm dikkatler, tüm hisler Allah'a yönelik... 4123
Kıbleye yönelmek; Kâbe’ye yönünü döndürmek, istikamet olarak Beytullah’ı seçmek demektir. Kalbini, gönlünü, duygu ve düşüncelerini, Kâbe’yi sembol edinerek Allah'a yöneltmek, O’nun emrine vermekle istikbâl-i kıble gerçekleşmiş olur. Kâbe’yi kıble edinenin, tüm varlığıyla kendisini Allah'a döndürmesi, diğer yönlere ve kıblelere itibar etmeyip onları reddetmesi gerekir; çünkü her milletin ve her dinin bir kıblesi, herkesin yüzünü döndüreceği bir yönü ve istikameti vardır. Mü’min, Allah’ın dinini tanımayanların kıblesine tâbi olmaz. Onlar da İslâm’ın kıblesine tâbi olmazlar. (Rasûlüm!) Sen kendilerine kitap verilenlere her türlü âyeti (mûcizeyi) getirsen yine de onlar (inatlarından) sana uyup kıblene kesinlikle dönmezler. Sen de onların kıblesine dönecek değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblesine dönmezler. Sana gelen ilimden sonra eğer sen onların hevâlarına/arzularına uyacak
4116] 2/Bakara, 142-145
4117] 2/Bakara, 141
4118] 3/Âl-i İmrân, 96
4119] 2/Bakara, 125
4120] 2/Bakara, 191
4121] 5/Mâide, 97
4122] 2/Bakara, 125; 22/Hacc, 26
4123] Ali Şeriati, Hacc, s. 43-48
MESCİD
- 905 -
olursan, işte o zaman sen haksız davrananlardan olursun.” 4124
Kıble âyetinden sonra Mescid-i Haram’a yönelmekle özde bir değişiklik olmamıştır. Aslolan Allah'a yüzünü ve özünü döndürmektir; çünkü bütün yönler Allah’ındır. Mü’min, Rabbi’ine yönelmek için Kâbe’ye döner. Başkaları ise, kendi ilâhlarını sembolize eden nesnelere ve yönlere dönerler. Her insanın, kendi dinine göre değişen bir kıblesi ve istikameti vardır. “Herkesin yöneldiği bir yönü (viche) vardır.”4125 Şu halde kıble; kalplerdeki imana, kafalarda taht kuran düşünce sistemine ve ferdin kendini tümüyle teslim ettiği “ilâh”a göre değişen bir yön ve istikamettir. Örneğin, Allah Rasûlü’nün “kadınlarını kıble edinen bir neslin geleceği”nden söz ettiği rivâyet edilir. (Günümüzde kadının yanında, insanların kıblesini para tâyin etmektedir. İnsanlar işyerlerinde paraya yönelirken, evlerinde T.V.yi kıble gibi karşılarında tutmakta, yüzlerini hep bu kıblelerine çevirmekteler. “Kâbe Arabın olsun, bize Çankaya, anıtkabir yeter” diyen şâir Kemalettin Kamu gibilerin itiraflarıyla kimi de Kâbe yerine Çankaya veya Washington’u kıble edinebilmekteler.)
İşte mü’min, namaz kılmak için, yegâne ilâh olan Allah’ın huzuruna dururken, O’nun insanlar için bereket ve hidâyet kaynağı olsun diye koyduğu eve; Kâbe’ye yönelmekle, yalnızca Allah'a ve O’nun dinine tâbi olduğunu ortaya koymakta, buna karşılık tüm bâtıl dinlerin ve sahte ilâhların kıblesine itibar etmeyerek onlara asla tâbi olmayacağını ilân etmektedir. 4126
Mihrâb: Mihrab, câmide imamın namaz kıldırdığı yerin adıdır. Câmi ve mescidlerde, kıble tarafına isabet eden duvarın ortasında, câmiye ilâve edilen hücre demektir. Mihrabın zemini, yanlış bir âdet olarak câminin zemininden biraz yüksekçedir. Kur'an'da biri çoğul (mehârib) olmak üzere beş yerde geçen "mihrâb" kelimesi, dilcilerin çoğuna göre mescid anlamındadır. Makrizî, Mısır'da bazı mihraplardan söz eder ki, bununla mihrapları olan musallâları kasdetmektedir.
Tarih içindeki anlamı ve terimleşmesiyle mihrab, mesciddeki ibâdetlerin odak merkezi olup imamın şahsında tüm cemaat mihraba çıkar. “Mihrab” kelimesi, “harb” ile aynı kökten gelir. Kelime anlamı; “savaş alanı ve harb mekânı” demektir. Mihrab, tâğûta, şeytana, hevâ ve hevese, azgınlaşan nefse karşı savaş verilen yerdir. İnsanın, mihrabın hakkını vermesi, dünyevî eğilimlere, meşgalelere ve şeytanî güçlere karşı savaş hali içinde olması demektir.
Namaz kılan bir mü’min, bir bakıma günde beş kez muhârebe/savaş meydanına çıkmakta ve “Allahu ekber!” sloganını dilinden düşürmeyerek nefsiyle ve şeytanla kıyasıya savaşmaktadır. Zaten; ilâhlaştırılmaya meyyal olan nefisleri ayaklar altına almadan, putlaştırılan dünyaya ve onun nimetlerine karşı âhireti tercih etmeden, şeytana ve onun askerlerine karşı kin duymadan, Allah’ın dışında ilâhlık ve rablık iddia eden bütün otoriteleri reddetmeden kılınan namaz beyhûdedir. “Yalnızca Allah'a ibâdet edeceğine ve yalnızca O’ndan yardım dileyeceğine” dair söz verdiği halde; sahte ilâhlara kullukta bulunmaya, onları alkışlamaya devam eden, Allah’ın dışındaki fâni varlıklardan medet bekleyen kimse havanda su dövüyor demektir.
4124] 2/Bakara, 145
4125] 2/Bakara, 148
4126] Abdullah Yıldız, Namaz Bir Tevhid Eylemi, s. 72-73
- 906 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu yüzden, namaz kılan her mü’min; her kıyâmında, her rükû ve sücûdunda ve her kuûdunda, Allah adına Allah’ın düşmanlarına karşı zafer kazandığının şuurunda olmalıdır. O, yalnızca Allah’ın huzurunda divan durmakla, karşısında el ovuşturulan sahte ilâhlara karşı zafer kazanmaktadır. O, yalnızca Allah’ın huzurunda secdeye varıp toprağa yüz sürmekle, eli eteği öpülen, önünde yerlere kapanılan cibt ve tâğutlara karşı zafer kazanmaktadır. O, yalnızca Rabb’inin huzurunda huşû ile diz çöküp oturmakla, aşırı ta’zim edip putlaştırılan her türlü güç ve kudret sahibine karşı zafer kazanmaktadır.
Esasen namaz, baştan sona bir cihad ve muhârebedir; nefse, şeytana, tâğuta ve Allah düşmanlarına karşı... Zaten namaz, “salâ” kökünden türemiş olup “patlama ve parlama” anlamına gelir. Dolayısıyla namazın özünde, Allah düşmanlarına karşı bir patlama ve nefret ilânı vardır. Namazla düşünce planında mağlup edilen düşmanlar, pratik hayatta daha kolay yenilecektir. Namazda nefsini yenemeyen; nefislerin hâkimiyeti esasına dayanan câhiliyye düzenini nasıl mağlup edebilir? Namazda şeytanı yenemeyen; şeytanın ordularıyla nasıl baş edecektir? İşte bu açıdan bakıldığında namaz; hayatın hiçbir ânında durması mümkün olmayan fikrî ve fiilî cihad için bir hazırlıktır. Namazını gerçekten ikame eden bir mü’min, cihad ve tebliğ için gerekli heyecan ve enerjiyi ancak namazda bulacaktır. Kendisini namazla yenileyecek, imanını namazla güçlendirecek, davranışlarını namazla ıslah edecektir. Nihayet mü’min; namazla enerjik bir İslâm kavgacısı olacaktır.
“Namaz”la “mihrab” arasında sıkı bir bağ sözkonusudur. Dolayısıyla, cemaat halinde saf bağlayarak mihraba, yani savaş meydanına çıkan mü’minler, psikolojik ve fikrî olarak cihada hazırlanmaktadırlar. Safların dosdoğru ve arada boşluk bırakmaksızın düzenlenmesi, omuz omuza namaz kılmanın teşvik edilmesi, imamın düzen ve tertip konusunda sürekli cemaati uyarması, rükû ve secdeye giderken, kalkarken imamdan önce hareket edilmemesi, bu ve benzeri konularda imama harfiyyen uyulması... tümüyle askerî bir disiplin içinde cereyan eder ve müslümanları pratik olarak cihada hazırlar. Hz. Peygamber’in, Mescid-i Nebevî’de Habeşlilerin mızrak oyununa müsaade etmesi; cemaat namazı-câmi-mihrab ilişkisini ortaya koyması bakımından oldukça anlamlıdır.
Böylece câmiler; mü’minlerin fikren ve fiilen cihada hazırlandıkları, örgütlenip tebliğ ve cihad alanlarına sevkedildikleri merkezler olur. Günümüzde câmilerin ve cemaat namazlarının bu fonksiyonunu gerçek anlamda yerine getirmesi halinde, her câmi bir devrim merkezi ve cemaat bir devrim müfrezesi olacaktır. İşte o zaman: “Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.” 4127
Minber: Câmilerde hatibin Cuma ve Bayram namazlarında hutbe okumasına mahsus, merdivenli yüksekçe bir yerdir. Mihrabın cemaate göre sağ tarafında bulunur. İlk minber, Mescid-i Nebevî’de Rasûlullah’ın konuşmaları ve hutbeleri için hicretin 8. yılında yapılmıştı. Minber yapılmadan önce, Rasûlullah, bir hurma kütüğü üzerine çıkarak hutbe okurdu. Bir zaman sonra bizzat Rasûlullah’ın isteği veya ashâbın, cemaatin kalabalıklaştığını ve arkadakilerin hutbe okurken O’nu göremediklerini bildirmeleri üzerine, birkaç basamaklı bir minber yapılarak
4127] 26/Şuarâ, 227; Abdullah Yıldız, a.g.e., s. 186-188
MESCİD
- 907 -
mescide yerleştirildi. 4128
Kürsü: Câmilerde vâizlerin vaaz ederek halka nasihatlerde bulundukları ve bütün cemaat tarafından görüldükleri yüksekçe bir yerdir. Cemaate göre mihrabın sol tarafında veya câminin yan duvarının ortasında bulunur.
Ezân: “Ezan”, sözlükte, duyurmak, bildirmek, ilan etmek, çağrıda bulunmak anlamına gelen bir masdardır. Kavram olarak ezân; 5 vakit farz namazları ve Cuma namazının vaktinin geldiğini müslümanlara duyurmak için okunan özel ifadelere denir. Ezân, müslümanlara ait, sözleri hadislerle kesinleşmiş, okunması dinî bir emir olan namaz çağrısıdır. Ezân okuyana müezzin, ezân okunan yere de mi’zene denir. (Bu kelime daha sonraları Türkçe’de minare şeklinde söylenmeye başlanmıştır.)
Ezân, yalnızca namaz vaktinin, namaz için toplanma zamanının geldiğini ilan eden sözler değildir. Bu özel ibâdet, mü’minleri Allah’a itaat etmeye, şuura, uyanıklığa, takvâya ve İslâmî dirilişe dâvettir. Mü’minlerin gür bir sesle, yiğitçe Allah’ın adını yükseltmeleri, O’ndan başka ilâh, O’ndan başka Rab olmadığını, seslerinin ulaşabildiği her yere duyurmalarıdır. Ezân, Muhammed (s.a.s.)’in son peygamber ve tek önder olduğunu, mü’minlerin Kıyâmete kadar O’nun izinde olduklarını, O’nun hayatını örnek aldıklarını bildirmek ve ilân etmektir.
Ezân, baştan başa bir özgürlük bildirisidir. Müslümanların, Allah’tan başka hiçbir güç tanımadıklarını, O’ndan başka hiç kimsenin önünde eğilmelerinin sözkonusu olmadığını bütün dünyaya duyurmalarıdır, ültimatomlarıdır. Mü’minlerin İslâm’a bağlı olarak yaşama arzu ve isteklerini, ahid ve akitlerini, bu konudaki kararlılıklarını gösteren simgeleridir. Müslümanlar ezân şuuruyla; tevhidi, Allah’ın hâkimiyetini tebliğ ederken, insanları sadece Allah'a kulluk ve ibâdete çağırırken, kendi özgürlük hedeflerini de dile getirirler. Mü’minler, İslâm’ın hâkimiyeti, ibâdet ve müslümanca hayat özgürlüğü anlamına kavuşan gerçek ezânı, İslâm’ı hakkıyla yaşayabildikleri yerlerde ve zamanlarda okuyabilirler. Müslümanların hâkim olmadığı yerlerde okunan ezânlar yalnızca bir namaz çağrısı ve sınırlı bir din hürriyetidir. Böyle bir yerlerde İslâm’ın hedeflediği ezân şuurundan bahsedilemez.
Namaz Peygamberimizin hicretinden önce Mekke’de farz olduğu ve mü’minler Mekke döneminde de namaz kıldıkları halde, ezan ile birbirlerini namaza çağıramıyorlar, ezan okuyarak namaz için bir araya gelip cemaat olamıyorlardı. Ama ne zaman ki hicretten sonra Medine’de bir İslâm toplumu ve İslâm devleti kuruldu, İslâm egemen bir güç haline geldi; işte o zaman diğer İslâmî hükümler uygulanmaya başlandığı gibi, ezan okuma yükümlülüğü de başladı. Şüphesiz bu durum, ezan olayı ile müslümanların hâkimiyeti arasındaki bağlantıyı gösterir. Müslümanlar tarih boyunca fethettikleri beldelerde öncelikle ezan okumuşlardır. Günümüzde laik rejimlerin ezana ses çıkarmaması, verdikleri küçük tâviz karşısında aldıkları büyük tâvizlerden dolayıdır. Müslümanlara sus payı olmak üzere ezan okumalarına lütfen izin verirler, yakın tarihte ve yaşadığımız coğrafyalarda görüldüğü gibi, canları isteyince de ezanın aslını okumayı yasaklarlar.
Ezanın Başka Dillerde Okunması: Müslümanların yaşadığı beldeleri ele
4128] Buhârî, Cum’a 26
- 908 -
KUR’AN KAVRAMLARI
geçiren işgalci müşrikler ile yerli bağîler (Hakktan ayrılanlar), genellikle uğramadıkları camiye, kılmadıkları namaza, kuşanmadıkları tesettüre ve uyup gereğini yapmadıkları ezana müdâhale etmekten geri durmamışlardır. Canları istedikçe günümüzde de müdâhale edebilmektedirler. Ya onun sesini kısmaya, ya da asıl fonksiyonunu icrâ edemeyecek hale sokmaya çalışırlar. Etki alanını sınırlamak, başka dillerde okunmasını emredip yozlaştırmak isterler.
Ezanın sözleri Arapçadır ve dünyanın her yerinde Kıyâmete kadar Arapça okunmaya devam edilecektir. Çünkü onun sözleri bizzat Peygamberimiz tarafından tesbit edilmiş ve ümmete emânet bırakılmıştır. Ezanın Arapça sözlerinden başka bir şekilde okunabileceğine hiçbir aklı başında İslâm âlimi fetvâ veremez. Verenler olmuşsa veya böyleleri çıkacaksa, onlar âlim değil; kendilerine ekmek ve emir verenlerin sözcüleridir ve bunların değerlendirmeleri müslümanları bağlamaz. Üstelik hiçbir dildeki ezan çevirileri, aslının etkisini, sözlerindeki derin anlamı, âhengi, haşmeti ve ürpertiyi ifade edemez. Hangi dil “Allahu ekber” sözünü canlı, etkileyici, ürpertici, şuurlandırıcı, uyarıcı, ısındırıcı, kalplerin derinliğine işleyici bir şekilde anlatabilir? Hangi söz “eşhedü en lâ ilâhe illâllah (şehâdet ederim ki Allah’tan başka tanrı yoktur!)” bildirisini, iman ilânını, coşkusunu, bağlılığını, yüceliğini, yalancı tanrıları red edişteki kararlılığı dile getirebilir?
Bir semboller sistemi olan dil, onu konuşanların inançlarını, tercihlerini ve dünya görüşlerini; hayatı, tabiatı ve yaratıcıyı algılayış biçimlerini gösterir. Arapça da antropolijik anlamda dillerden bir dildir ve kutsal değildir. Ancak Allah (c.c.) Kur’an’ı bu dille gönderdi, Peygamberini bu dili konuşan bir kavimden seçti. İslâm’ın gelişine kadar sıradan bir dil olan Arapça, Kur’an ile birlikte en zengin dillerden biri oldu. Kur’anî vahiy, bu dile ait kelimelerin içini kendi değerleriyle, kendi dünya ve evren görüşüyle doldurdu. Vahyin, içini doldurduğu bu kavramlar artık Arabça değil; Rab’çadır, İslâm’cadır. Müslümanlar dinlerini bu kavramlarla öğrenirler, algılarlar ve hayatlarını bu kavramlarla İslâm istikametinde dönüştürürler.
Ezanın başka bir dilde (özellikle Türkiye’de Türkçe olarak) devlet zoruyla okutulmaya çalışılması, Din’i protestanlaştırma amacından başka bir şey değildir. Ezanın Arapça dışında bir dille okunmasını savunanlar; dikkat edilirse, ya tepeden inmeci jakobenler ya da ulusçu düşünen yarım okumuşlar, aydın denilen karanlıklardır. Bunların da Din’i daha iyi anlayıp, daha iyi uygulama diye bir kaygı taşımadıkları bilinen bir şeydir.
Ezan, bir İslâm şiarıdır (sembolü ve sloganıdır). Bilindiği şibi şiarlar şuurları uyandırmak içindir. Semboller, dış görünüşlerinden çok daha büyük anlam ve değer taşırlar. İslâm’ın şiarlarına karşı mücâdele edenler aslında şuursuz nesiller yetiştirmek istiyorlar. Çünkü şuursuz nesilleri kullanmak ve gütmek daha kolay olur.
Ezan, yalnızca namaz için toplanma çağrısı değildir. O, bir tevhid duyurusu, bir iman yenileme dâveti, bir birlik (vahdet) ilânıdır. Müslümanları tek bir İlâh’a, tek bir öndere çağırmak sûretiyle onlara kurtuluşun (felâhın) yolunu göstermekir. Şehâdet ilkesine sarılan mü’minler, tek yumruk, tek yürek halinde ve tek gâye uğruna İslâm ümmeti binasını meydana getirirler. Ezan, aynı zamanda bir tebliğdir. Mü’minleri Allah’a ibâdete dâvet ederken, gayri müslimleri Allah’a teslim olmaya çağrıdır. Namaz, Allah’a kulluğun simgesidir. Teslimiyetin, zikrin,
MESCİD
- 909 -
boyun eğmenin, Allah’ı büyük tanımanın, duânın, niyazın, en Yüce Makamı tanımanın somutlaşmış halidir. Namaz; İslâm’a teslimiyetin, müslüman olmanın göstergesidir. Ezan, bu teslimiyeti yeniden hatırlatır, bununla mü’minlere şuur ve canlılık verir.
Ezan, insanlara İslâm gerçeğini, ibâdetin yüceliğini, Allah yolunun doğruluğunu haber verir. Ezan, mü’min yürekleri sevindirir, onların esir, aşağı, müstaz’af, sürünen, sünepe olmadıklarını; aziz olduklarını/olmaları gerektiğini ilân eder ve onları Allah’a ibâdetle en güzel hürriyetin tadını tatmaya dâvet eder. Unutmamak gerekir ki ezan, yalnızca dinlenmez, aynı zamanda dinleyen müslümanlar tarafından okunur. Kur’an okur gibi, tabiatın dilini, denizin bestesini, gülün kokuşunu okur gibi… Her bir müslüman duyduğu ezan sesinde, kendi benliğini bulur, parçası olduğu bütünü hatırlar, organı olduğu bedeni aklına getirir. Ezanın sözlerinde imanını, umutlarını, kimliğini, aşkını ve varlığını hisseder.
İlk Ezan: Rivâyete göre Medine’de ilk defa Abdullah bin Zeyd’in gördüğü rüya üzerine ezan okunmaya başlanmıştır. Müslümanları namaza dâvet etmek üzere teklif edilen ‘çan çalma’, ‘ateş yakma’, ‘boru üfleme’ gibi şeyler Peygamberimiz tarafından kabul edilmedi. Çünkü İslâm bâtıl dinlere ait ibâdetleri ve onlara ait şiarları kabul etmez. Abdullah bin Zeyd, o gece gördüğü rüyayı ve rüyada kendisine söylenilen sözleri Peygamberimiz’e anlattı. Aynı rüyayı Hz. Ömer de görmüştü. Bunun üzerine Peygamberimiz Abdullah’a, “rüyada öğrendiğini Bilâl’a öğret, okusun. Çünkü onun sesi daha gürdür.” buyurdu. Böylece bugünkü haliyle ezan, dinî bir görev olarak meşrulaştı. 4129
Ezandan sonra “ezan duâsı”nı okumak Peygamberimiz’in emridir. 4130
Farz namazlardan önce ayrıca okunan ezana kaamet (ikaameh) denir. Ezan, farz namazlar ve cuma namazı için okunduğu gibi; mü’minler, doğan çocuklarının sağ kulağına ezan, sol kulağına kaamet okurlar. Bu ibâdet çocuğun İslâm fıtratına uygun bir amel ve ileride bu fıtratı koruması hususunda bir duâdır. Ezan, vâcip derecesinde sünnet-i müekkededir. (12) İnsan doğar doğmaz ezanla, tekbirle hayata adım atar. Ölürken de ezanla, tekbirle musalâya konur, namazı kılınır. Önemli olan bu ikisi arasındaki hayatı ezan ve tekbir mesajı ve gerekleriyle geçirmektir.
Ezan, tekbire, salât ve felâha çağrı olduğu gibi, aynı zamanda bir tebliğdir. Allah'ın hâkimiyetini bütün dünyaya ilân eden bir özgürlük mesajıdır; bir devrim çağrısıdır. O yüzden ezanla dirilen, namazla şeytana karşı zafer kazanan tevhid eri, kulu kula kulluktan kurtaracak bu mesajı topluma yaymaya, sesini ulaştırabildiği tüm yerlerde Hakkı hâkim kılma mücâdelesine ve tevhid ve vahiy ekseninde toplum projesi sunup kişisel, sosyal, siyasal değişim ve dönüşüm için hakkı haykırmış olur. Bulduğu doğruyu ve güzeli, kurtuluş ve huzuru başkalarıyla paylaşmak için “buldum, buldum!” demiş ve bulduğunu bulamayanlara da sunmuş olur.
4129] Müslim, Salât 1, hadis no: 377, 1/285; Ebû Dâvud, Salât 27-28, hadis no: 499, 505-507, 512, 1/135, 138-139, 141; İbn Mâce, Ezan 1, hadis no: 706-709, 1/232,233; Buhârî, Ezan 1, 1/157; Tirmizî, Salât 139, hadis no: 190, 1/362; Nesâî, Ezan 1, 2/3
4130] Müslim, Salât 11, hadis no: 384, 1/288; Ebû Dâvud, Salât 36, hadis no: 523, 1/144; İbn Mâce, Ezan 4, hadsi no: 722, 1/239; Buhârî, Ezan 8, 1/159; Tirmizî, Salât 157, hadis no: 211, 1/413; Nesâî, Ezan 38, 2/22
- 910 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Namaz için ezan okunduğu zaman, şeytan oradan sesli sesli yellenerek uzaklaşır, ezanı duyamayacağı yere kadar kaçar. Ezan bitince geri gelir. İkamete başlanınca yine uzaklaşır, ikamet bitince geri dönüp kişi ile kalbinin arasına girer ve "şunu hatırla" , "bunu düşün" diye insanın aklında daha önce hiç olmayan şeylerle vesvese verir. Öyle ki (buna kapılan) kişi kaç rekât kıldığını bilemeyecek hale gelir." 4131
Rasûlüllah, bu hadisinde, insî ve cinnî şeytanların ezandan duyduğu rahatsızlığı beliğ bir üslupla dile getirmektedir. Ezandan rahatsız olanların tercih edecekleri alternatif meşguliyet ve sesleri, Rasûlullah'ın yellenme sesine benzetmesi de dikkat çekicidir.
Akla şöyle bir soru gelebilir (veya gelmelidir): Kur'an'a başlarken, namaz kılarken, bizden uzaklaşmayan şeytan, namaz kadar önemi büyük ve terkedilmesi câiz olmayan bir ibâdet olmadığı halde, ezandan niye kaçar? Cevabı, ezanın mesajında ve sosyalitesindedir. Namaz, ferdî bir ibâdettir. Namazla kişi, sadece kendisini ateşten kurtaracaktır. Ezan ise, tebliğdir, dâvettir, başkalarının kurtuluşunu istemektir. Mesaj sunmaktır, hakkı haykırmaktır ezan. Peki, her tebliğ, her mesaj şeytanı kaçırır mı? Vâizlere de, vaazlara da şeytan yaklaşamaz mı?
Cevap, ezandaki ifadelerdedir. Ezanda nelerin tebliği yapılmaktadır? Dinin temel esasları, Allah'ın en büyük olduğu, O'ndan başka ilâh olmadığı. Başka? Kurtulmak için namaz kılmanın şart olduğu, Önder ve kılavuzun kim olduğu... Tüm insanların bu esaslara ve namaza dâvet edilmesidir ezan. Net, pazarlıksız, kesin bir ifadeyle tebliğdir ezan, çünkü şâhidlik yapılmaktadır. Ve güzel bir üslûp ve sesle insanlara çağrıdır ezan. Peki, bugünkü ezanlar, şeytanı gerçekten kaçırıyor mu? Cevap yine ezan ifadesinde. Ezana, "ezan-ı Muhammedî" denir. Anlamı, Muhammed’e (s.a.s.) ait çağrı, Muhammedî üslûpla ilân. Demek ki, sünnete uygun bir usûl ve metodla tevhidî mesajın ister minareden, ister başka yerden insanlara sunulması, şeytanları bizden uzaklaştıracaktır. İnsan ve cin şeytanlarını, korkudan yellene yellene kaçırmak isteyenlere duyrulur.
Peygamberimiz döneminde Cuma namazları için, farzdan hemen önce okunan tek bir ezan vardı. Dışarıda ayrı bir ezan okunmazdı. Cuma namazı için iki ezan okunmasına Emevîler döneminde başlandı. Bu bid'at, Türkiye'nin bütün câmilerinde hâlâ devam ettirilmektedir. Ezanların insan sesiyle okunması da sünnetin gereklerindendir.
Ezan Yasağı; Allahu Ekber’den Tanrı Uludur’a: Ezan, 1932 yılında devlet baskısı ve zorlamasıyla sadece Türkçe tercümesiyle okunmuştur. Türkiye'deki tüm minâreler, tam 18 sene boyunca "Allahu Ekber!" sadâlarına hasret kalmıştır. Bu Türkçe ezan(!) şu şekilde okunmaktaydı:
"Tanrı uludur, Tanrı uludur;
Tanrı uludur, Tanrı uludur!
Şüphesiz bilirim, bildiririm:
Tanrı'dan başka yoktur tapacak.
Tanrı'nın elçisidir Muhammed
4131] Buhârî, Ezan 4, Amel fi's-Salât 18, Sehv 6; Müslim, Salât 19, Mesâcid 89; Ebû Dâvud, Salât 31; Nesâî, Ezan 30; Muvattâ, Nidâ 6; Kütüb-i SitteTercümesi, 8/ 320
MESCİD
- 911 -
Haydin namaza! Haydin felâha!
Tanrı uludur, Tanrı uludur!
Tanrı'dan başka yoktur tapacak!"
Arapça aslıyla okuma yasağı 16 Haziran 1950 tarihine kadar sürmüştür. Ezanın tekrar aslî lisanıyla okunmaya başlamasından ordu rahatsız olmuş, kışlalarda kıpırdanmalar başlamış; bu uygulamayı tekrar hayata geçirenler on sene sonra bu suçlarının(!) cezasını idam sehpalarında ödemişlerdi. Bu uygulama, "laik" olduğu iddia edilen rejimin dine ne kadar müdâhale ettiğini göstermesi açısından hayli önemlidir. Ezanı Arapça aslıyla okumayı göze alan bazı müezzinlerin bu büyük suçu(!) işlediklerinden dolayı fecî zulümlerle cezalandırıldığını biliyoruz.
Minâre: Câmilerde müslümanlara namaz vakitlerini bildirmek için müezzinlerin ezan okudukları kule gibi ve füze şeklinde yüksek, sivri yapılı yerlerdir. Minâre, ilk defa hicrî 58 yılında Muâviye tarafından Mısır'da Amr bin el-Âs Câmiine ilâveten inşâ edildi. Bu minâre üstünde ilk defa ezan okuyan, sahâbeden Şurahbil bin Âmir el-Murâdî idi. Minârenin alttan yukarıya doğru bölümleri şunlardır: Temel, gövde, şerefe (ezan okunan ve dışarıya yönelik lambalar bulunan yer), şerefe korkuluğu, petek, peteğin üzerinde minârenin şerefesine açılan kapı, külâh ve alemdir.
Müezzin Mahfili: Mahfil (veya mahfel), müezzinlerin vazife gördükleri yerdir. Câmilerde minberin karşısında ve ortaya yakın arka tarafta bulunurlar.
Hünkâr Mahfili: Bazı büyük câmilerde, padişahların içinde namaz kıldığı yere hünkâr mahfili denir. Hünkâr mahfili bulunan câmiler, şehrin en büyük câmileri olduğu için bunlara "Selâtin Câmileri" denilir.
Câminin bu bölümlerinden başka, daha çok sosyal fonksiyon olarak işlevi olan şu yapıları da vardır: Kur’an Öğretimi için kurs binası veya odası şeklinde bölmeler, son cemaat mahalli, imam odası, şadırvan, avlu, tuvalet, gasilhane.
Namazgâh: Câmi yerine kullanılan namaz yeri, namaz kılınan meydan ve açık mescid demektir. Bayram ve cenâze musallâları/namazgâhları da yalnız namaz hususunda mescid hükmündedirler.
Cemaat: Cemaat kelimesinin aslı, toplamak, bir araya getirmek anlamındaki cem’ fiilidir. Cemaat, sözlükte, insan topluluğu, bir araya gelen insan grubu demektir. Geniş anlamıyla cemaat; bir fikir ve inanç etrafında bir araya toplanan insan topluluğuna verilen addır. Bir fıkıh terimi olarak ‘cemaat’ ise; namazı bir imamla birlikte kılan mü’minler topluluğudur. En geniş anlamıyla cemaat, İslâm ümmeti topluluğunu ifade eden bir kavramdır. Dünyadaki bütün müslümanlar bu anlamda bir bütün halinde ‘cemaat’tirler. Bu cemaatin ana özelliği, aynı Din’e, yani Tevhid Dinine inanmaları, aynı kıbleye yönelmeleridir. Dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, bütün müslümanlar İslâm cemaatinin birer üyesidirler. Cemaat, şuurlu bir birlikteliktir. Kuru kalabalık, yani kitle (cemâdât) değildir.
Namaz ve Cemaat: İslâm cemaatinin en küçük örneği, müslümanların namazda bir araya gelmeleridir. Namaz cemaati, İslâm cemaatini oluşturmada çarpıcı bir örnektir. Peygamberimizin cemaatle namaz kılmayı niçin sık sık tavsiye, hatta emrettiği bu nedenle daha iyi anlaşılır. Mü’minler kendi aralarında
- 912 -
KUR’AN KAVRAMLARI
seçtikleri ya da uygun gördükleri bir namaz imamının arkasında bir farz namazı kılmak üzere cemaat olurlar. Onun arkasında saf tutarlar. Namaz içerisinde onun komutuyla rükû ve secde yaparlar. İmamın okuyuşu cemaat için yeterli sayılır. Onunla birlikte hareket ederler, onunla beraber namazı tamamlarlar. Namaz için bir imama uyan mü’min, namazdaki bütün hareketleri imamla birlikte ama ondan sonra yapar, aynı zamanda da o imama uyan diğer mü’minlerle beraber yapar. Namazda kendi başına hareket etmez, diğer müslümanlarla birlikte aynı amacı gerçekleştirmeye, yani namazı ikame etmeye (yerine getirmeye) çalışır.
Cemaatle kılınan namazdaki hiyerarşik düzen, müslümanların oluşturacağı toplumun düzenine de bir işarettir. Namazda önde imam olur ve bütün cemaat yerin genişliğine göre onun arkasında sıra halinde saf tutar. Buradaki düzen piramit düzeni değil; eşitlik ve kardeşlik düzenidir. Çünkü İslâm cemaatinde soylular ve imtiyazlılar sınıfı yoktur. Hiç kimse diğerinden üstün değildir. Seçtikleri imam bile onlardan biridir ve yalnızca namazda onların bir adım önündedir.
İslâm’a göre cemaat olma o kadar önemlidir ki, iki kişi bir araya gelseler, hemen cemaat olmaları tavsiye edilir.4132 Cemaate devam etmenin sevabı kadın ve erkek mü’minler için aynı derecededir. Peygamberimiz kadınların cemaate gelmelerine engel olunmamasını istemiştir. 4133
Müslümanlar, farz namazları, Cuma ve bayram namazlarını cemaatle kılarlar. Cuma ve bayram namazlarının ancak cemaatle kılınması, tek başına kılınmasının mümkün olmaması oldukça önemlidir. Şüphesiz Cuma ve bayram, mü’minlerdeki cemaat şuurunu kuvvetlendirir, onları birbirine yaklaştırır, aralarındaki kardeşlik ilişkilerini artırır. 4134
Peygamberimiz (s.a.s.) birçok hadisinde müslümanlara cemaat olmayı teşvik etmekte, bunun önemini bildirmektedir. Bunun yanında cemaatle namaz kılmayı çok önemsemekte, mü’minlerin cemaatle namaz kılarak çok fazla karşılık alacaklarını haber vermektedir. Kur’an Hz. Peygamber’e, düşman korkusu olsa bile mü’minlere namazı cemaatle kıldırmasını emretmektedir.4135 Cemaatle namaz, İslâmî cemaatin temelini atar, cemaat şuurunu kazandırır. Bu nedenle cemaatle kılınan namazın derecesi tek başına kılınana göre yirmi beş veya yirmi yedi derece daha yüksektir. 4136
Hadis rivâyetinde; "Cemaatle kılınan namaz, ayrı kılınan namazdan yirmi yedi derece üstündür."4137 buyruluyor.
Bu faziletin, bugünkü devlet dairesi haline getirilen mescidlerde olacağını sanmıyorum. Çünkü asr-ı saadetteki uygulamada mescidin 27 fonksiyonu vardı. Günümüzde namaz kılmanın dışında mescidler hiçbir olumlu fonksiyon icrâ
4132] Buhârî, Ezan 35, 1/167; İbn Mâce, İkametü’s-Salât 44, hadis no: 972-975, 1/312; Nesâî, İmâmet 43-44, 2/80
4133] Buhârî, Ezan 162, 1/218; Müslim, Salât 30, hadis no: 442, 1/326; Ebû Dâvud, Salât 52, hadis no: 565-568, 1/155
4134] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 101-102
4135] 4/Nisâ, 101-102
4136] Buhârî, Ezan 30, 1/166; Müslim, Mesâcid 42, hadis no: 649, 1/449; Ebû Dâvud, Salât, hadis no: 559, 1153; İbn Mâce, Mesâcid 16, hadis no: 786-790, 1/258; Tirmizî, Salât 245, hadis no: 330, 2/15
4137] Buhârî, Ezan 30; Müslim, Salât 272
MESCİD
- 913 -
etmiyorlar. Allahu a’lem, hadis rivâyetindeki 27 derece sevap, mescidlerde icrâ edilen 27 ayrı sevaba sebep olacak 27 değişik fonksiyonla ilgilidir. Ama, bu benim şahsî yorumumdur, bu konuda iddia sahibi de değilim, sadece böyle düşünüyorum.
Asr-ı Saâdette 27 değişik fonksiyonu bulunan mescidler (câmiler) günümüzde cemaatle veya münferid olarak namaz kılınan yer olmanın dışında hiçbir fonksiyonu icrâ etmiyor. O yüzden 27 değişik faaliyetin yapılmasıyla elde edilecek 27 derece sevabın günümüz camilerinden beklenilmesinin hiçbir tutarlı tarafı olmadığını düşünüyorum. Tam tersine, bugün camilerde herbiri ibadetlerin sevabını götürecek 27 ayrı bid’atin görülebileceğini belirtmek istiyorum. Yukarıda gerçek camilerde olması gereken 27 fonksiyonu saydım. Ve günümüz mescidlerinde görülen 27 bid’ati de aşağıda tek tek sayacağım. Devlet dairesi haline gelmiş/getirilmiş günümüz camilerinde gerçekten 27 derece sevap beklenip beklenilmeyeceği hakkında kararın tekrar düşünülmesi ve bu camilerin işgalden kurtulup yeniden asr-ı saadetteki fonksiyonlarına sahip kılınıp bid’atlerden arındırılması için bütün muvahhid mü’minleri görev bilincine davet ediyorum.
Mescid-i Haram, Mescid-i Aksâ, Mescid-i Nebevî
Kur'an'ın bildirdiğine göre "insanlar için inşâ edilen ilk beyt (mâbed)" Kâ'be'dir.4138 Rivâyete göre onun ilk bânîsi Hz. Âdem'dir. Ebû Zerr'in sorduğu sorular üzerine Hz. Peygamber, yeryüzünde ilk mescidin Mescid-i Harâm, ikincisinin ise Mescid-i Aksâ olduğunu açıklamıştır.4139 Aynı hadiste aralarının zaman olarak kırk yıl olduğunun belirtilmesi, (kırk sayısının çokluk ve uzaklık bildiren mecaz anlamı kastedilmediyse) Hz. İbrâhim ve Hz. Süleyman'ın eski temelleri üzerine bunları yenilediklerini göstermektedir. Bu mescidlere "beyt" denilmiş, Kâbe için "el-Beyt",4140 "Beytü'l-Harâm",4141 "Beytü'l-Atîk"4142 ifadeleri kullanılmıştır. Tarihî bulgulara göre Mekke, Mescid-i Harâm'dan dolayı, eskiçağlardan beri mescidin yeri olarak bilinmekteydi.
"Şu mescidimdeki namaz efdaldir." (Bir başka rivâyette:) "Bu mescidimdeki bir namaz, Mescid-i Harâm hâriç bütün mescidlerde kılınan bin namazdan daha hayırlıdır." 4143
İslâm’a göre üç mescid yücedir. Bunlara özel ziyaret yapmak helâldir: Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve Mescid-i Nebevî.4144 Mescid-i Haram, yeryüzündeki mescidlerin en faziletlisidir. Burada kılınan bir namazın, başka mescidlerde kılınan yüz bin namazdan daha efdal olduğu rivâyet edilmiştir. “Mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram hâriç, başka mescidlerde kılınan bin namazdan efdaldir. Mescid-i Haram’da kılınan bir namaz da diğer mescidlerde kılınan yüz bin namazdan efdaldir.”4145
4138] 3/Âl-i İmrân, 96
4139] Buhârî, Enbiyâ 49; Müslim, Mesâcid 1-2
4140] 2/Bakara, 125, 127, 158; 3/Al-i İmrân, 96, 97
4141] 5/Mâide, 2, 97
4142] 22/Hacc, 29, 33
4143] Buhârî, Fazlu's-Salât 1; Müslim, Hacc 505; Tirmizî, Salât 243; Nesâî, Mesâcid 7; Muvattâ, Kıble 9
4144] Müslim, Hacc 74, hadis no: 1338, c. 2, s. 975; Buhârî, Salâtu Mescid-i Mekke 1, 6, 2/76,77, Savm 67, 2/56; Ebû Dâvud, Menâsik hadis no: 2033, 2/216; Tirmizî, Salât 243, hadis no: 326, 2/148
4145] İbn Mâce, hadis no: 1406
- 914 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Fazilet bakımından Mescid-i Haram’dan sonra, Mescid-i Nebevî ve ondan sonra da Mescid-i Aksâ gelir.
Mescid-Haram, Mekke’de Kâbe’nin bulunduğu alandaki câminin adıdır. Hürmet ve saygı gösterilmesi gereken mescid anlamında, “hurmetli mescid” demek olan “el-Mescidu’l-Haram” ismi verilmiştir. Bütün müslümanların kıblesidir. Buraya Harem-i Şerif de denilir. Açık bir alan üzerinde bulunan Kâbe, Makam-ı İbrâhim ve zemzem kuyusu, bu mescidin içindedir. Çevre duvarları 547 metredir. Bu dört duvarında 9 kapı ve çevresinde 92 kubbe ve 7 minâre vardır.
“Mescid-i Haram” Kur’ân-ı Kerim’de 15 yerde zikredilir. Asr-ı Saâdet’in ilk yıllarında namazlarda kıble Kudüs’teki Mescid-i Aksâ iken, hicretten sonra 16. ayda, kıble Mekke’deki Mescid-i Haram’a çevrilmiştir.4146 Saldırı olmayınca, çevresinde savaş yapılması yasaklanmıştır “Mescid-i Haram’ın yanında onlar, sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Eğer orada sizinle savaşırlarsa onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir.” 4147
Mescid-i Haram, Emevîler, Abbâsîler, Osmanlılar ve Suudlular zamanında çeşitli tamirler görmüş ve değişikliklere uğramıştır. Şimdiki haliyle Kâbe’ye yakın olan kısmın üzeri açık, dış kısımların üzeri kapalıdır.
Peygamberimiz, 7 yerin mescid edinilmesini yasaklamıştır. Bunlar: zibillik-çöplük, mezarlık, yol kavşakları, güzergâhlar, hamamlar, hayvan ağılları ve Kâbe'nin üstüdür.4148 Bu gün Suud yönetiminin, Kâbe'nin tepesine diktiği görkemli krallık sarayı, Beytullah'ı ayakaltına alırcasına tepeden bakan yapısıyla Mescid-i Harâm'a büyük saygısızlık olduğu gibi; eğer kral ve çevresindekiler namaz kılıyorlarsa, hadis-i şerif gereği buradaki namazların da geçerli olmayacağını belirtmek gerekir.
Mescid-i Nebevî: Rasûlullah’ın (s.a.s.) Medine’ye hicretinden hemen sonra ashâbıyla birlikte binâ ettiği mescid. Bu mescide, Mescid-i Nebî, Mescid-i Rasûl, Mescid-i Şerif, Mescid-i Saâdet de denilir. Bilindiği gibi, devesiyle Medine’ye giren Rasûlullah: “Bırakın deve serbestçe yürüsün” demiş, onun durduğu yerde ikamet edip mescid yapacağını belirtmişti. Deve, iki yetim kardeşe ait boş bir arsaya çöktü. Rasûlullah’ın devesinin çöktüğü bu arsa sahipleri olan Neccaroğullarından Sehl ve Süheyl hîbe etmek için ısrar ettilerse de Hz. Peygamber bunu kabul etmedi ve on dinar karşılığında burayı satın aldı. Etrafı çevrili olan bu arsanın hemen bitişiğinde, câhiliyye insanlarının gömülü bulunduğu bir mezarlık vardı. Rasûlullah bu mezarlığın kaldırılması istedi. Böylece mescidin inşâ edileceği arsa genişletilmiş oldu. Ayrıca burada bulunan su birikintisi de yok edildi.4149 Ensar ve muhâcirden gönüllü kimselerin katılımıyla inşâ edilen bu mescid için Rasûlullah, organize etmek, planlarını yapmak, kıble duvarının tesbit ve inşâsı ve bir işçi gibi taş ve kerpiç taşımak şeklinde bizzat katılmıştır.
Mescidde namaz kılınan yerin üzeri açıktı. Ancak, mescidin ortasında, hurma ağacından yapılan direkler üzerinde, hurma dal ve yapraklarından bir gölgelik yapılmıştı. Mescidin doğu tarafında duvara bitişik olarak Rusûlullah (s.a.s.)’ın
4146] Bk. 2/Bakara, 249-250; 144
4147] 2/Bakara, 191
4148] İbn Mâce, Mesâcid 4
4149] Nesâî, Mesâcid 12
MESCİD
- 915 -
hanımları için odalar inşâ edilmişti. Yine bu mescide bitişik olarak, gündüzleri bir eğitim-öğretim yeri, geceleri ise evsiz kimseler ve misafirlerin barınması için “Suffe” denilen üzeri kapalı bir bölüm eklenmişti. Medine’de inşâ edilen bu mescid, aynı zamanda, kurulan İslâm devletine ait bütün faâliyetlerin yürütüldüğü bir merkez niteliğinde idi.4150 Birçok kez genişletilen mescid, bazen yeniden inşâ edilmiş, minâreler eklenmiştir.
Mescid-i Nebî’de kılınan namaz, diğer mescidlerde kılınan namazlardan çok daha faziletlidir. Hadis rivâyetinde buradaki namaz, başka mescidlerde kılınan bin rekât namazdan daha hayırlı ve faziletli4151 olduğu ifade edilmiştir. Bunun içindir ki, hac farîzasını îfa etmek için bu topraklara giden müslümanlar, bir müddet (bu müddet, genellikle 40 vakit peşpeşe namaz kılmak için 8 tam gündür) Medine’de kalarak Peygamber Mescidinde ibâdet etmenin güzelliklerinden faydalanmaya çalışırlar.
Mescid-i Aksâ: Kudüs’te eski Süleyman (a.s.) mâbedinin bulunduğu yerde inşâ edilmiş olan câmiye Mescid-i Aksâ denilir. “Aksâ”, en uzak anlamına gelir. Kur’an-ı Kerim’de isrâ olayıyla ilgili olarak bu mescidden bahsedilir. “Kulunu (Muhammed’i), gece vakti, âyetlerimizden bazılarını göstermek için Mescid-i Haram’dan, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. O her şeyi işitir ve görür.” 4152
Mescid-i Aksâ’ya “İliya” veya günahlardan temizlenme yeri anlamında “Beytü’l-Makdis yahut Beyt-i Mukaddes adı da verilmiştir. Mescid-i Aksâ’ya “en uzak mescid” anlamındaki bu ismin verilmesi, Mekke’deki Mescid-i Haram’a yaya yürüyüşü ile bir aylık mesafede bulunması yüzündendir. Hz. Peygamber, mirac gecesinde; “Burak’a bindim, Beytu’l-Makdis’e gittim” 4153 buyurmuştur. Yeryüzünde Mescid-i Haram’dan sonra yapılan en eski mescidlerden birisi Mescid-i Aksâ’dır. Yapımına Dâvud (a.s.) başlamış ve Hz. Süleyman tarafından tamamlanmıştır.
Mescid-i Aksâ, hicretin 16. ayına kadar müslümanların kıblesi idi. Hz. Ömer devrinde Kudüs fethedilince, oraya giden halîfe gece vakti Beytü’l-Makdis’e girdi ve bütün gece orada namaz kıldı. Sabah olunca ezan okutarak cemaatle namaz kıldı. Beytü’l-Makdis’in mukaddes hâtırasına bir mescid yaptırdı. Bu yapıya Mescid-i Ömer denilir ve asıl Mescid-i Aksâ burasıdır. Mescid-i Aksâ diye ziyaret edilen büyük câmi, Kubbetü’s-Sahrâ diye isim alır. Dört yandan merdivenlerle çıkılan geniş bir seddin ortasında, sekiz köşeli ve yüksek kubbeli bir binadır. Kubbetü’s-Sahrâ’nın bir ziyâret yeri olmasına karşılık, Mescid-i Aksâ, bunun bir ibâdethanesini teşkil eder. Mescid-i Aksâ deyince; İslâm kaynaklarında Kubbetü’s-Sahrâ, mezar, türbe, tekke ve sebil gibi dinî amaçlarla yapılmış yapıları içine alan yaklaşık 150 dönüm kadar bir arazi üzerine serpilmiş binalar topluluğu anlaşılır. Dar anlamda Mescid-i Aksâ deyince, Kubbetü’s-Sahrâ’dan uzakta olmayan ve Abdülmelik tarafından inşâ edilmiş bulunan câmi kast edilir.
Süleyman Ateş'in Alfred Guillaume'in makalesinden yola çıkarak Mescid-i Aksâ ile ilgili iddiası hayli farklıdır: Mescid-i Aksâ ne Kudüs'teki Süleyman mâbedi, ne de gökte bir mâbeddir. Hz. Peygamber'in zaman zaman gidip
4150] Nesâî, Mesâcid 20
4151] Ahmed Bin Hanbel, I/16, 184; Nesâî, Mesâcid 4
4152] 17/İsrâ, 1
4153] Müslim, İman 259; Nesâî, Salât 10
- 916 -
KUR’AN KAVRAMLARI
namaz kıldığı, Ci'râne Vâdisinde bir namazgâhtır. Ci'râne Vâdisinin Arafat yakınında bulunan kıyısında, bir Kureyşli tarafından yapılan mescide Mescid-i Ednâ (yakın mescid), Hz. Peygamber'in namaz kılıp ihrâma girdiği namazgâhına da Mescid-i Aksâ (uzak mescid) denmiştir. Dolayısıyla, isrâ olayının olağanüstü bir durumu yoktur, bedensel bir yürümedir; mîrac da ona göre ruhsal bir yükselme ve müşâhededir. 4154
En Fazileti Üç Mescid ve Bugünkü Konumları: Yeryüzünde namaz kılmak ve ziyaret etmek maksadıyla yolculuğa çıkılabilecek üç mescid vardır. “Üç mescidden başka bir yere (ibâdet ve ziyâret etmek için) özel olarak yolculuk yapılmaz; Mescid-i Haram, Mescid-i Aksâ ve Benim mescidim.” 4155
Bu üç mescidin üstünlükleri, onların peygamberler eliyle kurulmalarından gelmektedir. Mescid-i Haram, yani Kâbe, bütün varlıkların kıblesi, Mescid-i Nebevî, takvâ üzerine kurulan Son Peygamber'in mâbedi, Mescid-i Aksâ da eski Peygamberlerin kıblesi, müslümanların da ilk kıblesidir.
Bu Üç Mescid, Günümüzde Müslümanların Esâretini Haykırıyor!.. Ne yazık ki, en faziletli bu üç mescid de farklı şekillerde hür değil. İslâm ümmetinin malı ve kutsal değeri olan Mescid-i Harâm ve Mescid-i Nebevî bir kral ailesinin keyfî yönetimindedir. Mescid-i Aksâ’nın bulunduğu, Kur’an’da mübarek kılındığı bildirilen bölgede yer alan Kudüs ise siyonist kâfirler tarafından işgal edildi. Bu işgalle beraber Mescid-i Aksâ ve onun yanında bulunan diğer İslâm mirası siyonist tehdidi altındadır. Diğer mescidlerin birçoğu da İslâm dışı siyasî anlayışların kontrolündedir.
Mü’minlerin kalbi Allah’ın evidir. Câmiler de Allah’ın evidir. Her müslüman, kalbinde Allah’ın evini taşır. Câmiler, kentin içindeki rûhânî merkezlerdir; dünyanın rûhâniyeti ise Kâbe’de odaklaşır. O Beytullah’tır. Önce, Mekke’yi mi kaybettik; yoksa kalplerimizi mi? Mekke, kalplerimizde imanî zaafımızın karanlığında mı kayboldu?
Herhalde önce kalplerimizdeki imanı kaybettik. Sonra mâbedlerimizi, câmilerimizi ve Mekke, bütün bunların toplamı olarak tıpkı câmilerimiz gibi fonksiyonunu kaybetti. Mahkûm hale geldi. Kalplerimiz, câmilerimiz ne halde ise Kâbe de o halde. Mekke, bizim aynamızdır; biz de Mekke’nin. Mekke, haksızlıklara, zulme ve sömürüye karşı bir kıyam yeri olması gerekirken, 4156 bir meskenet yuvasına döndürülmek, bir emin belde olması gerekirken kan ve gözyaşının yurdu haline getirilmek isteniyor!
Fâiz haramdır. Ve Mekke’de haccedebilmek için hür olmamız gerekli. Gerçekten müslümanlar bugünkü dünyada hür müdürler ve hacca gitmek için ödedikleri fâizin hesabını nasıl verecekler? İlk kıblemiz Kudüs’ün işgaline bile son verecek irâdeyi ortaya koyamayan bir Haccın temsil ettiği rûhânî atmosferin kemâlâtından ciddi olarak şüphe etmek gerekir. Haccın normal şartlarda rükûnları bellidir. İslâm’ın genel ilke ve prensipleri ışığında Haccı değerlendirdiğimizde birçok boşluklar bulunduğu görülecektir:
4154] S. Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 13, s. 272
4155] Buhârî, Fedâilu’s-Salât -Salâtu Mescid-i Mekke- 1, 6, Savm 67; Müslim, Hacc 74; Ebû Dâvud, Menâsik hadis no: 2033; Tirmizî, Salât 243, hadis no: 326
4156] 5/Mâide, 97
MESCİD
- 917 -
Bugün en basitinden kendisine hac farz olan birinin haccedebilmesi için Suudi polisinin o kişi hakkında iyi not vermesi gerekir. Sakalınızın tipi, ya da nereden geldiğiniz, fikrî ve siyasî kanaatleriniz sizin haccetmenize engel teşkil edebilir. Allah indinde kusur olmasa da Suudi kralının memurları indinde suçsa yine de haccedemezsiniz. Onlar bizden olduklarını söyleyen ulu’l-emirler olarak, biz kabul etmesek bile üzerimizde hüküm sahibi olduklarını sanmaktadırlar.
Mekke de en az câmilerimiz kadar ruhundan soyutlanmıştır. Günümüzde hac, işin ilâhî ve istişârî yönü bir kenara bırakılıp sadece bir törene dönüştürülmüştür. Haccın anlam ve hikmeti bir kenara itilmiştir. Suud kralları sözde hâdimlikten bahsetseler de, vize uygulamaları ile doğrudan doğruya mukaddes topraklar üzerinde egemenlik/hâkimiyet haklarını kullanmaktadırlar. Bu uygulama, Suudi krallığına mânevî bir meşrûiyet bandrolü olarak kullanılmak istenmektedir. Oysa bugün bunun mümkün olmadığını Suudi kralı dışında hemen herkes bilmektedir.
Kutsal yerler sorununun âcil olarak çözümü gereklidir; Kâbe, Mescid-i Aksâ ve câmilerimiz... Buraların uluslar arası statüsünün teminat altına alınması gerekir. Bu da ancak uluslar arası planda İslâmî bir velâyet sistemi ve temsilî şûrâ ile mümkün olabilir. 4157
Müslümanların ibâdet edecekleri yere, bin bir güçlükle gitmesi, pasaport ve vize zorluklarına muhatap olması, harç ve toprakbastı gibi haraçlar alınması belirli yaştan sonra veya kota olarak belirlenen sayıdan fazla olan, daha önceden bu görevi yapmış olan müslümanlara hac ibâdeti için müsaade edilmemesi, sadece uçakla ve lütfen izin verilmesi, hac paralarının aylar önce toplanarak bankaya faize yatırılması, hac organizesinin laik bir devlet kurumu olan Diyanet Vakfı’nın dışında yapılamaması, hac masraflarının en az iki misli fazla alınarak, hacıların sırtından bazı şahıs ve kurumların hortumculuk yapması... müslümanlarca kabul edilemez, din özgürlüğüyle bağdaşamaz. “Allah, Kâbe’yi, o Beyt-i Haramı (saygıya lâyık evi) insanlar için kıyâm (yeri) kıldı...”4158 Buna rağmen, bırakın kâfirlere karşı kıyamı ve bunun için hac zamanında her ülkeden gelen müslümanlarla istişâre ve strateji planlarını, Amerika ve İsrail’i kınayan bir yürüyüş ve sloganı bile silâhla durduran bir rejim, insanlara siyasî bir mesaj, İslâm’ın hayata hâkim olması doğrultusunda Mescid-i Haram’ın uygun bir yerinde 15-20 kişiden oluşan bir cemaate bile sesli bir şey anlattırmayan, vaaz ve nasihate müsâade etmeyen yaklaşım, işgal zihniyeti değil de nedir? Müslüman halk, o yüzden o ülke rejimine Suudi Amerika demektedir. İnsanlar için toplantı ve güven yeri kılınan Allah’ın evi;4159 savaşmanın, kan dökmenin yasaklandığı emin yer;4160 küfrün ve şirkin her çeşidine ve Allah’ın hâkimiyetini tanımayanlara karşı insanlar için bir kıyam merkezi kılınan Kâbe,4161 bugün ne kadar güven ve emniyet yeridir, toplantı ve kıyam yeridir?
Kral, Kâbe’ye kuşbakışı bakacak şekilde Beytullah’tan yüksek saray inşâ edemez. Mescid-i Haram’ın kapısına “Önce Allah, sonra vatan, sonra kral” yazdıramaz. Bu, Allah’la beraber başka şeyleri de bir araya getiren bir tür teslis (üçleme)
4157] Abdurrahman Dilipak, Bu Din Benim Dinim Değil, s. 36-37
4158] 5/Mâide, 97
4159] 2/Bakara, 125
4160] 2/Bakara, 191
4161] 5/Mâide, 97
- 918 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dir. Hiçbir mescidde Allah’la beraber başka çağrılar yapılamaz.4162 Kâfirlerle bile zorunlu haller dışında savaş yapılamayan emin beldede Amerika ve İsrâil’i protesto eden hacılara ateş açmaktan ve onlarca hacıyı öldürmekten çekinmeyen zihniyet kabullenilemez. Mekke, özel konumundan dolayı, herhangi bir devletin ulusal egemenliği içinde herhangi bir şehir olarak değerlendirilemez. Orası, bütün dünya müslümanlarının ortak şehri ve malıdır. Orada tek bir devletin bayrağı dalgalandırılamaz; bir rejimin özel kanunlarına tâbi tutulamaz. Herhangi bir mescid ve ibâdet yerini îmar eden, hatta kendi arsasına, tümüyle şahsî bütçesinden inşâ ettiren bir kimse bile o yeri şahsî malı gibi kullanamaz, bazılarını o mescide kabul etmeme hakkına sahip değildir. 4163
Tüm müslümanların ibâdet edecekleri bir yerde, bir kimsenin sahiplik iddiası geçersizdir. Mekke ve hac organizasyonunun, Mekke ve Medine yönetiminin müslümanlardan oluşacak uluslar arası bir kurulun denetimine ve idaresine verilmesi İslâm’ın ve müslümanların hakkıdır. İslâm Konferansı veya başka bir teşkilâtın bünyesinde teşekkül edecek bir kurul, her sene hac organizasyonunu üstlenir ve bunu uygular. Her ülkenin çıkardığı hacı adayı sayısına göre kurulda temsil edilecek delegeler hac boyunca sağlanan döviz gelirlerini de organizasyon masrafları olarak kullanabilirler; artan miktarı da o bölgelerin temizlik, nizam ve intizamına, onarımına harcarlar.
Mescid-i Aksâ’nın yürekleri yakan durumu, mü’minlerin boy aynası, boy ölçüleri için gösterge... Hıristiyanlık, yahûdilik ve İslâmiyet açısından da kutsal bir kent, etrafı mübarek kılınan belde.4164 Oraya hâkim olan, dünyaya hâkim olmuştur denebilecek bir simge ve psikososyal moral ve güç kaynağı.
Günümüzdeki durumu belirtmeye gerek var mı bilmiyorum; Fesad, katliam, vahşet, dehşet... Siyonizm ve emperyalizm, sadece Kudüs’ümüzü değil; İslâm âlemini işgal altında tutuyor. Kudüs’ün, Mescid-i Aksâ’mızın işgalden kurtulması için çalışmak, tüm gayretimizi seferber etmek, cihad etmek farz-ı ayın.
Kıblelerimize Yönelerek Kıyam: Rasûlullah (s.a.s.) ve ilk müslümanlar Mescid-i Aksâ’yı vahiy gereği ilk kıble kabul ettiler; oraya yönelerek Rablerine kulluklarını yerine getirdiler ilk önce. Biz de önce oraya yönelmeli, sonra Kâbe’ye teveccüh etmeliyiz, tefekkür ve görev bilinciyle. Hem namazdaki “kıyam”ı, hem de namaz gibi ibâdet ve farz olan küfre başkaldırı anlamındaki “kıyam”ı kıbleler tâyin edecektir. Biz de kıblelerimize karşı yönelecek, yüzümüzü Aksâ ve Haram Mescidlerine çevirecek ve oraya doğru “Allahu Ekber!” diyerek kıyama duracağız/kalkacağız.
Rasûlullah Mescid-i Haram’dan veya diğer mescidlerden değil; Mescid-i Aksâ’dan çıktı mîrâca. Mescid-i Aksâ’ya ayak basarak yükseldi göklere. Biz de namazlarımızın mîrâc olmasını istiyorsak, yahûdilerin ayakları altında alçalmak değil de; göklere ve yücelere doğru yükselmek istiyorsak Mescid-i Aksâ’yı asansör veya kaldıraç kabul etmeli, onu merdivenimizin ilk basamağı olarak değerlendirmeliyiz.
Mescidlerimiz işgalden kurtulduğu gün Mescid-i Aksâ’mız da kurtulacak,
4162] 72/Cinn, 18
4163] 2/Bakara, 114
4164] 17/İsrâ, 1
MESCİD
- 919 -
Mescid-i Haram’ımız da. Mescidlerin kurtuluşu da Allah’ın evi olan gönüllerimizin işgalden kurtulması ile sağlanacaktır.
Kiliseden Câmiye; Câmiden Müzeye: Ayasofya
Ayasofya, Doğu Roma İmparatorluğunun en önemli kiliselerinden biri olarak 537 yılında yapılmıştır. 29 Mayıs 1453’te İstanbul’un fethi için şükür namazı burada kılınıp İstanbul’da ilk ezan burada okunarak, fiilen ilk İstanbul câmisi olmuştur. Kilise devrindeki adını fetihten sonra da koruyan Ayasofya Câmii, İstanbul’da ilk Cuma namazı kılınan câmi de olmuştur. Kiliseden câmiye üç gün içinde tamamen çevrilen Ayasofya, bu sebeplerden dolayı, İstanbul fethinin en büyük sembolü olmuştur.
Ayasofya câmiye çevrildikten sonra, Fâtih, vakıf geleneğini sürdürerek, buraya vakıflar tahsis etmiş ve devamlı bakımı için tam 62 görevli tâyin etmiştir. O günden sonra tam 481 sene Ayasofya, içinde namaz kılınarak mescidlik gibi ulvî bir vazife görmüştür. Câminin vakfiyesini hazırlatan Fâtih, bu câmiyi puthaneye çevirenler için tâ o günlerde lânetler yağdırmıştır. Fâtih’in vakfiyesinde şunlar yazılıdır:
“Kim bu vakfiyenin bir şartını değiştirir, fâsid bir te’ville, dalavereyle vakıf hükmünü yürürlükten kast eder ve aslını değiştirir, fürûuna itiraz eder veya bunları yapana yol gösterir ve yardım eder veya kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkar veya sahte evrak düzenleyerek mütevellîlik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi hesabına geçirirse haram işlemiş olur, günah kazanır. Allah’ın meleklerin ve bütün insanların ebediyyen lâneti onun üzerine olsun. Azapları hafiflemesin. Kıyâmet gününde yüzlerine bakılmasın. Kim bunu işittikten sonra değiştirirse, günahı değiştirenleredir. Allah işitendir, bilendir. Bu vakfı değiştirmeye, bozmaya girişen kişi ölümü, sekerâtı, kıyâmet sahnelerini ve karanlığını, kabri ve yalnızlığı, münkeri ve heybetini, nekiri ve soracaklarını, âlemlerin Rabbi huzurunda duracakları günü hatırlasın. O gün hiçbir kimse, hiçbir şeye sahip değildir. O gün bütün işler Allah'a aitttir.”
Ve... Ayasofya, 24.11. 1934 tarihli ve 2/1589 sayılı bakanlar kurulu kararı ile müzeye çevrilir. Artık Ayasofya’nın sembollüğü farklılaşmıştır. Câmilerimizin elden çıktığının, işgal edildiğinin, devletin emriyle kapatılıp, ancak tâğûtî güçler istediğinde lütfen açılmasına izin verildiğinin simgesi... Müslümanların öz yurtlarında esâretinin sembolü...
Osman Yüksel Serdengeçti Ayasofya için şöyle ağıt yakıyor: “Ey İslâm’ın nuru Ayasofya! Şerefelerinde fethin şerefi ışıl ışıl yanan muhteşem mâbed! Neden böyle bomboş, neden böyle bir hoşsun?! Hani minârelerinden göklere yükselen, tâ mâveradan gelen ezanlar? Hani o ilâhî devir, ilâhî nizamlar? Aysofya ses vermiyor, Ayasofya bomboş, Ayasofya bir hoş!
Hani nerde şu muşteşem minberde, binlerce erin, binlerce gâzinin baş koyduğu şu temiz yerde, şimdi hangi kirli ayaklar dolaşıyor! Ayasofya, Ayasofya! Seni bu hale koyan kim, seni çırılçıplak soyan kim? Hani kubbelerden gönüllere, gönüllerden kubbelere gürül gürül akan, sîneler yakan Kur’an sesleri!... Kur’an sesleri dindirilmiş, müslümanlar sindirilmiş. Allah, Muhammed, hulefâ-i râşidîn, bu din ulularının isimleri kubbelerden yerlere indirilmiş!
- 920 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ayasofya! Ey muhteşem mâbed! Merak etme, Fatih’in torunları yakında seni câmiye çevirecekler. Gözyaşlarıyla abdest alarak secdeye kapanacaklar. Tehlil ve tekbir sadâları boş kubbelerini yeniden çınlatacak. İkinci bir fetih olacak. Ozanlar bu fethin destanını yazacak, ezanlar ilânını yapacaklar. Sessiz ve öksüz minârelerinden yükselen tekbir sesleri fezâları inletecek. Şerefelerin yine Allah’ın ve O’nun sevgili peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.)’in şerefine ışıl ışıl yanacak. Bütün dünya Fâtih dirildi sanacak. Bu olacak Ayasofya, bu olacak! İkinci bir fetih, yeni bir ba’sü ba’delmevt. Bu muhakkak...”
Dırar Mescidi, Takvâ Mescidi
Dırar Mescidi: Münâfıklarca Medine’de inşâ edilen mescide, müslümanlara zarar verme amacıyla yapıldığı için “zararlı mescid” anlamında Kur’an’da Mescid-i Dırar denilmiştir.4165 Mescid-i Dırar, münâfık ve İslâm düşmanlarının işbirliğiyle yaptırılmıştır. Hz. Peygamber, münâfıkların amacını bildiren vahiy üzerine bu mescidi yıktırarak müslümanlar arasında fitne kaynağı olmasına izin vermemiştir.
Medine’de münâfıklar, İslâm aleyhindeki faâliyetlerini açıkça ve rahatça yapamadıkları için İslâm devletinin takibinden kendilerini koruyacak, gizli çalışmalarını yürütmeye elverişli bir merkeze ihtiyaç duyuyorlardı. Aslen Medine’li olduğu halde, Hz. Peygamber’in Medine’ye hicret etmesi üzerine İslâm’a ve Hz. Peygamber’e düşmanlığı ve hışmı dolayısıyla önce Mekke’ye, daha sonra da Bizans ülkelerine giden Ebû Âmir er-Râhib/el-Fâsık (Hz. Peygamber, onun er-Râhib lakabını el-Fâsık şeklinde değiştirmiştir) irtibatlı bulunduğu Medine’deki münâfıklara mescid şeklinde bir merkez kurmaları tavsiye ve tahrikinde bulundu.
Bunun üzerine münâfıklar, 9/630 senesinde Medine’de Sâlim bin Avf oğullarının bölgesinde Kubâ Mescidi’ne yakın bir yerde sözde bir mescid inşâ ettiler. Bundan sonra Hz. Peygamber’e mürâcaatla içlerinden yaşlıların ve özür sahiplerinin devamlı merkezdeki Medine Mescidine gelemediklerini, bazen yağmurlu ve soğuk günlerde kendilerinin de cemaate katılamadıklarını, bu sebeple kendi bölgelerinde namazı cemaatle kılabilmek üzere bir mescid inşâ ettiklerini belirterek, mescidlerine gelip namaz kıldırmasını ve böylece bu mescidin açılışını yaparak resmen tanınmasını istediler. Bu sırada Hz. Peygamber (s.a.s.), Tebük Gazvesi’nin hazırlıkları ile son derece meşguldü ve sefere çıkmak üzere idi. Bu sebeple kendisine müracaat edenlere, ancak seferden döndükten sonra mescidlerine gelebileceğini belirtti.
Fakat Hz. Peygamber (s.a.s.), Tebük Seferinden dönerken Medine yakınlarında Tevbe sûresinin 107-110. âyetleri nâzil oldu. Bu âyetlerde sözkonusu mescidin zarar verme (dırar), inkâr etme, müslümanlar arasında ayrılık çıkarma, daha önce Allah ve Rasûlüne karşı savaşanlara gözetleme yeri hazırlama amacıyla yapıldığı, münâfıkların bu amaçlarını gizlemek için “biz sadece iyilik yapmak istiyorduk” diye yemin ettikleri, buna rağmen yalancı oldukları belirtilerek şöyle buyruluyordu:
“Bir de (mü’minlere) zarar vermek, (hakkı) inkâr etmek, mü’minlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Rasûlüne karşı savaşmış olanı beklemek için “mescid-i
4165] 9/Tevbe, 107
MESCİD
- 921 -
dırar” (bir zarar mescidi) kuranlar ve ‘(bununla) iyilikten başka bir şey niyet etmedik’ diye mutlaka yemin edecek olanlar da vardır. Hâlbuki Allah, onların kesinlikle yalancı olduklarına şâhitlik eder. Onun içinde asla namaz kılma! İlk günden takvâ üzerine kurulan mescid içinde namaz kılman elbette daha doğrudur. Onda, temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da temizlenenleri sever. Binasının temelini Allah’tan korkma ve O’nun rızâsını kazanma esası üzerine kuran mı, yoksa binasını bir uçurumun kenarına kurup da onunla cehennemin ateşine göçen mi daha hayırlıdır?! Allah, zâlimler güruhunu doğru yola sevketmez. Yürekleri paramparça oluncaya kadar yaptıkları o mescid, daima bir şüphe kaynağı olarak kalplerinde kalacaktır. Allah alîmdir/her şeyi bilir, hakîmdir/hikmet sahibidir.” 4166
Münâfıklar, Dırar Mescidini açmak için Hz. Peygamber’in (s.a.s.) seferden dönmesini bekliyorlardı. Hz. Peygamber, Medine’ye dönünce, gerçek mâhiyeti konusunda bilgilendirildiği, yönlendirildiği Dırar Mescidini, görevlendirdiği birkaç sahâbe vâsıtasıyla yaktırarak ortadan kaldırdı. Böylece münâfıkların belli bir merkezde üslenerek faâliyette bulunmalarına fırsat vermedi. Bu sözde mescidin yakılması eylemi, İslâm toplumunun birliğini bozmaya yönelik faâliyetlere hiçbir şekilde izin verilmeyeceğine dair bir kanıtıdır. Bu olay ayrıca İslâm düşmanlarının hâince amaçları için İslâm’ın temel kurumlarını bile kullanmaktan çekinmeyecekleri konusunda müslümanlara yapılan bir uyarı niteliği taşımaktadır. 4167
“O mescid-i dırarda ebediyyen namaz kılma!”4168 Mûteber tefsirlerde Dırar Mescidini, Ebû Âmir’in emrinde olan on iki münâfığın yaptırdığı kaydedilmektedir. Münâfık, akaid noktasından “kâfir hükmünde” olduğuna göre, kâfirler tarafından inşâ edilen, mü’minlere zarar vermek, tefrikayı artırmak ve ideolojilerini yayarak küfrü güçlendirmek niyetine mâtuf olan her mescid, “Dırar” özelliğini taşır. Binâenaleyh “bir mescidin makbûl bir İslâm mâbedi olabilmesi için; helâl bir mal ile sırf Allah rızâsı için inşâ edilmiş olması icabeder.” Müctehid imamlar; “kâfirlerin inşâ ettikleri mescidlerde namaz kılınamayacağı ve haram mal ile mâbed yapılamayacağı” hususunda müttefiktirler. Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) sahâbe-i kiramdan Maan bin Adi, Mâlik bin ed-Dahşemi, Amr bin Yeşküri ve Vahşi’yi (r.a.) çağırıp “halkı zâlim olan şu mescide gidin, onu yıkın ve enkazını da ateşe verin!” buyurduğu bilinmektedir. Günümüzde bile; “Dırar mescidi”nin arsası, çöplük olarak kullanılmaktadır.
Bütün müfessirler, mescidlerin temellerinin takvâya dayanması hususunda müttefiktirler. Dünyevî hırs ve tamah içinde kıvranan insanların; mescid gibi maddî olan bir binanın, takvâ gibi mânevî bir temele nasıl dayanacağını kavramaları oldukça güçtür. Dırar Mescidi olayında ilgi çekici diğer bir yön gözden kaçırılmamalıdır. Bu mescidde namaz kıldıran; Hz. Mecmaa (r.a.) gibi genç bir sahâbi vardır. Hz. Ömer’in (r.a.) hilâfeti döneminde mü’minler bir mescid inşâ ettirince, imam tâyini için Hz. Mecmaa üzerinde dururlar. Hz. Ömer (r.a.): “Hayır, o kimse evvelce Mescid-i Dırarın imamı değil miydi?” buyurur. Hz. Mecmaa (r.a.) bu sözlere çok üzülür ve “Ey mü’minlerin emîri! Ben onların içlerinde gizledikleri nifakı ne bileyim!” diyerek özür beyan eder. Bunun üzerine Hz. Ömer, mü’minlerin isteğine uyarak Hz. Mecmaa’nın imâmetini tasdik etmiştir.
Allah’ın indirdiği hükümleri inkâr ettikleri; beyyine ve ikrarla sâbit olan
4166] 9/Tevbe, 107-110
4167] Ahmet Önkal, Şâmil İslâm Ans. c. 4, s. 150-151
4168] 9/Tevbe, 108
- 922 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kâfirlerin yaptırdıkları bütün mescidler, “Dırar” mescidi hükmündedir. Çünkü kâfirler; tarih boyunca mü’minleri, bu yolla aldatmayı mahâret saymışlardır. Mü'minler mescid hususunda titiz olmalıdırlar. Günümüzde yapılan mescidler, kadı'nın iznine dayanmadığı için "Mescid-i Takvâ" özelliğine sahip değildirler. Ancak İslâm'a zarar vermek gibi bâtıl bir niyet ile inşâ edilmedikleri için "Mescid-i Dırar" olarak da nitelendirilemezler. "Mescid-i meçhul" demek mümkündür. İslâm cemaati ihyâ edilir ve şartlara uygun mescidler yapılırsa, problem çözülmüş olur. 4169
Müslümanların kontrolünde, Allah’ın dininin topluca ikamesi için hareket merkezi olan mescid, müslümanların kontrolünden çıktığı zaman müslümanlar için en büyük tehlikelerden biri olacaktır. Çünkü mescid, müslümanların buluştukları, dertleştikleri, yardımlaştıkları, kendi meseleleri ile ilgili kararlar aldıkları, kâfirlere karşı stateji belirledikleri bir sığınak, bir kale, İslâm devletinin bir yönetim yeridir. Allah’la yüz yüze geldikleri, Allah’ın emirlerine imza attıkları bir yerdir. Câmilerin birçok fonksiyonu yanında, en önemli ve olmazsa olmaz özelliği müslümanların kontrolünde olmasıdır. Câminin müslümanların kontrolünde olması demek, orada müslümanların sadece namaz kılmaları demek değildir. Câmide okunan hutbenin sadece Allah’ın hâkimiyetini tescil yönünde okunması, Allah düşmanlarına karşı alınması gereken tavrın takınılması, müslümanlar üzerindeki oyunların bozulması ve daha önemlisi, Allah’ın dinine gerçekten inanan, Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmayan, tâğûtî rejimi kuvvetlendirmek için insanlara telkinde bulunmayan, zâlimlere tavır alınması gerektiğini gösteren samimi müslümanlar tarafından idare edilmesidir.
Bir mescidin “Dırar” olmasının temel sebebi, taşının, halısının, binasının kâfir eliyle yapılması değildir. Sözgelimi, Ayasofya gibi nice mescidler, ilk yapılışlarında tümüyle farklı şekilde ve başka niyetlerle yapılmış olsalar da, müslümanların kontrolünde gerçek mescid halinde kullanılmasında hiçbir sakınca görülmemiştir. “Dırar” denilmesinin asıl sebebi, Allah’ın dininden başka din icad edenlerin mü’minler için tuzak kurmak, onları birbirine düşürmek, aralarına tefrika sokmak ve Allah’ın dinini hükümsüz bırakmaktır. Yani, İslâm’a ve müslümanlara zarar vermektir. 4170
Mescidin gerçek anlamda işlev üstlenmesi için, kuruluşunun Allah rızâsı ve takvâ üzere olması ve arınmayı biricik gâye edinen insanların orada toplanması gerekmektedir.4171 Riyâ, gösteriş ve dünyevî çıkar için yapılan mescidlerden hayır gelmez. Böyle mescidlerde toplananların gayesi Allah'a varmak için arınma olmaz. Bu tür mescidler, mü'minler arasında tefrika çıkarmak, insanları gözetlemek ve fitne yaymaktan başka bir işe yaramaz. Böyle mescidler, dırar mescididir, yani zararlı mescidlerdir. 4172
Takvâ Mescidi: "İlk günden takvâ üzere yapıldığı" bildirilen mescidin Kubâ Mescidi, veya Peygamberimiz'in Medine'deki mescidi, yani Mescid-i Nebevî olduğu hakkında iki görüş vardır. Tirmizî ve Müslim'in rivâyetlerine göre bu, Mescid-i
4169] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 125-126
4170] Mahmut Balcı, İnsanları Tefrikaya Düşüren Faktörler, s. 95-96
4171] 9/Tevbe, 108
4172] Bk. 9/Tevbe, 107
MESCİD
- 923 -
Nebevî'dir.4173 Fakat âyetin söz akışından bunun, Kubâ Mescidi olduğu anlaşılmaktadır. Peygamberimiz (s.a.s.), ara sıra, bazen yürüyerek ve bazen binekle gelip namaz kıldığı bu mescid için; "Kubâ mescidinde namaz kılmak, bir umre yapmak gibidir" 4174 buyurmuştur. 4175
Takvâ mescidi, sadece Allah rızâsı için ve samimi müslümanlar tarafından yapılan mescid olmakla kalmaz; aynı zamanda, orada kötü sıfatlardan arınmış, içi ve dışı temiz insanların bulunduğu belirtilir.4176 Dırar mescidinde içi dışı fısk ve fücur dolu, maddî ve mânevî yönden kirli insanlar; Takvâ mescidinde ise, Allah'tan korkan, içi ve dışı temiz insanlar bulunur.
Mescidlerin Sanat ve Mimari Yönü
Kalp, insanın merkezi; Kâbe, arzın merkezi, yeryüzü mescidinin temsilcisi sayılır. Sanatın ve güzelliğin de etrafa halka halka yayıldığı bir merkez vardır müslümanların medeniyetlerinde. Bu güzellik merkezleri câmilerdir.
Laik düzenlerde topluma yön veren tüm kurumlar, beşerî diktaların tekelindedir. Sokakları, meydanları, okulları, mahkemeleri, meclisleri... dinin düzenlemesine müsâade etmeyen demokratik, laik ve dine saygılı(!) rejimler, câmilerde bile dinin hâkim olmasını istemezler. Tümüyle Allah'a ait ve O’nun için olması gereken mescidler, tâğûtî düzenlerde “Allah’ın evi”nden ziyade “devlet dairesi”ne benzerler.
İslâm’da câmiler sadece namaz kılınıp “dağılınan” yerler değil; kendisinde devamlı “toplanılan” mekânlardı. “Câmi”, kelimesi, bilindiği gibi “toplayan” demektir; İnsanları açtığı bağrında toplayıp cemaat haline getiren yerdir cami. Câmi, aynı zamanda bir kıyam merkezi, savaş yeri, istişâre meclisi, devletin idare edildiği mekân, yönetenlerle yönetilenlerin yüz yüze görüşüp dertleştikleri, hesaplaştıkları mahal, bir okul, kimsesizler yurdu, bir huzur evi...dir. Bu kadar işlevi olan bir merkezin üstünkörü bir yapısının olması beklenemez elbette. Bunca ihtiyaçlara çözüm getirecek büyüklük ve sağlamlıkta olması gerekir. Binanın muhkem olması da yeterli değildir. Aynı zamanda güzel de olması lâzımdır. “Mescidler, Allah için”4177 yapılan binalardır. Bu ifade, esas olarak câminin işlevi, yani içinde yapılacak eylemlerin ihlâslı ibâdet cinsinden olması, câminin inşâsı ve kullanılmasında Allah rızâsından başka bir amaç güdülmemesi anlamına gelir. Bununla birlikte “câmilerin Allah için olması” dış yapıyı da kapsar. Binanın maddî güzellikte ve sanatlı olması gerektiği anlamına da gelebilir.
Allah için, O’nun adına yapılan bina, O’na arz ve takdim edileceği için güzel ve îtinâlı, her şeyiyle sanat eseri olmalıydı; nice müslümanların görüş ve anlayışı buydu. O yüzden câmilerin merkezlik ettiği bir medeniyet ve sanat anlayışı İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren kendini göstermeye başladı. Câmilerin sanat ve güzelliğe nasıl merkezlik ettiğini inceleyelim:
a) Mimarî Yönden Câmi: Kur’ân-ı Kerim, câmilerin inşâsında azameti tavsiye
4173] Tirmizî, Tefsîr Sûre 9; Müslim, Hac; et-Tâc, 4/136
4174] İbn Mâce, İkamet 197; Tirmizî, Mevâkît 125
4175] İbn Kesîr, Tefsîr 2/390
4176] 9/Tevbe, 107
4177] 72/Cinn, 18
- 924 -
KUR’AN KAVRAMLARI
eder: “Allah’ın, yükseltilmesine izin verdiği (emrettiği) evler”4178 ifadesi, câmilerin mimarisinde sanatı ortaya çıkartan en büyük etkendir denilebilir. İnsanın içine huzur veren, kişiye sonsuzluk ufku açan, mü’mini birlik ve yücelik duyguları içinde huşûa götürmeyi amaç edinen bir mimarî tarzı... Yüksek kubbesiyle hâfızların güzel seslerine mikrofonun veremediği ekoyu/yankıyı oluşturduğu gibi, gökkubbe gibi sonsuzluğa açılan pencere görevi yaparak yüce duyguları galeyana getiren mimari. Kulu mânen yükselmeye hazırlayan füzeye benzer minâreleri, ezan sesindeki Allah'a dâvet ve ilâh taslağı tâğutları reddedip onlara meydan okumayı yüksek şerefesinden çok uzaklara kadar ulaştırma görevi yanında, zarifliği ve ilme irşâdı çağrıştıran kalem gibi incecik yapısıyla âdetâ şehâdet parmağı vazifesi görmekte ve göklere yükselmekte.
Müslümanların ortaya koyduğu güzel sanat eserleri içinde câmiler her dönemde ilk sırayı almıştır. Meselâ İstanbul’u câmisiz düşünebiliyor musunuz? O güzelim şehrin güzelliğinde câmilerin katkısını inkâr edebilir misiniz? Selimiye’siz Edirne ve Süleymaniye’siz İstanbul, mâbedsiz şehir Ankara gibi en kara olmaz mı? Turistik amaçlı İstanbul tanıtımlarında bile câmisiz bir afiş veya tanıtımın olmadığını görüyoruz. Câmiler, müslümanların sanat anlayışlarını, tarihî medeniyet birikimlerini gösteren sanat şaheserleri olduğu gibi, müslümanların tapu senedi hükmündedir. Şimdi değilse bile tarihin belirli dönemlerinde müslümanların o topraklardaki hâkimiyetini simgeler. O beldenin “dâru’l-harb”e dönüşmesine isyan bayrağıdır minâreler.
b) Tezyînî Sanatlar Yönünden Câmi: Mescid-i Nebevî’de Peygamberimiz (s.a.s.) için hazırlanan minber, nar büyüklüğünde iki topla süslenmişti ve Efendimiz’in torunları Hz. Hasan’la Hz. Hüseyin onlarla oynarlardı. Minber süsü olarak bu iki yuvarlak ağaç, ahşap yontma sanatının başlangıcı olduğu gibi, ondan sonraki minber ve câmi süslerinin ilk örneğini teşkil ediyordu.
Minber: Câminin en göz alıcı yerlerinden biridir. Güzel amaca hizmet ettiğinden yapısının, tezyînâtının sanatı da âdetâ konuşmakta, üzerindeki hatibin sesi gibi ses vermekte, ruhun derinliklerine hitap etmektedir sanat lisanıyla. Dantel gibi işlenmiş mermerleriyle, abanoz, fildişi veya sedef gömme işleri içinde geometrik desenler, arabesk ve motiflerle süslenmiş esrârengiz ve muhteşem sanat armonisi. Çeşitli desenleriyle şahane tahta işleri, oymacılık, hemen her büyük câminin klasikleşmiş görüntüsünü oluşturur.
Mihrab: Mermer işlemeciliğinin ve özellikle çini sanatının şaheserlerinin galerisi gibidir. Çini panolar renk ve desenleriyle baştan sona sanattır. En ince kıvrımlar nakşedilebilmiş, mozaikleştirilmiş, hamur gibi yoğrulmuş mermerler... Rengârenk ama gizemli ve derûnî his uyandıran camlar. Bu vitraylardan süzülen nûranî ışıkların akisleri ruhu tümüyle sarar. Gözü fazla meşgul etmemesine de özen gösterildiği anlaşılan canlı desenler... Bunlarla bütünlük arzeden halı, kilim ve seccâde gibi el emeği ve göz nurunun iplik iplik dökülerek sanatlaştığı dokuma ürünleri... Bütün bunlar birbirleriyle uyumlu ve irtibatlıdır. Birbirini çok güzel şekilde tamamlar. Öyle ki, bakan göze bir sanat birliği tesiri uyandırır. Câmiye giren insan, bu güzellikler ve etrafını saran hârikalar karşısında heyecanlanır, ruhunun tüm noktalarında huzur, zevk, coşku... hisleri kıpırdanır.
4178] 24/Nûr, 36
MESCİD
- 925 -
Mahyâ ayrı bir sanattır. Zannederim günümüzdeki neonlar ve ışık gösterilerinin ilk kaynağıdır. Ezanla birleşince ışık-ses gösterisine dönüşür mahyâ. İçindeki tebliğ yazıları iç-dış güzelliğini, bütünlüğünü ve ezanın mesajını yansıtır. Hat; câmi tezyînatında vazgeçilmeyen bir unsurdur. Hem cemaate tebliğ, hem de güzellik duygusuna hitap eden, müslümanlara ait orijinal bir sanat. Kur’an metninin muhâfazasından doğmuştur hat. Devamlı gelişme göstererek soyut resimle birleşen bir âhenge dönüşmüştür. Mûsikî; Kur’an’ın tilâveti, ezanın makamla okunması müslümanlar için meşrû mûsikîye kaynaklık etmiştir denilebilir. Güzel sesin, okunan Kur’an ve ezanın tesirini artırdığı ve Kur’an’ı güzel bir şekilde ve güzel sesle okumanın Sünnette tavsiye ve teşvik edilmesi, kıraatin aynı zamanda bir sanata dönüşmesine yol açmıştır. Gerçek ses sanatkârı olan güzel sesli hâfızlar, câmi kubbelerini olduğu kadar, ruhları da doldurup çınlatmışlar, dinleyenleri coşturup onların ibâdete meyillerini arttırma görevi üstlenmişlerdir.
Güzel elbise ve câmi ilişkisi de anlamlıdır. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde ziynetli elbisenizi giyin.”4179 Dış ve iç mimarî güzelliği, ses ve söz güzelliği, câmi içindeki insanların maddî ve mânevî güzellikleriyle de bütünlük kazanmalıdır. Mekânın büyüklüğüne ve güzelliğine yakışan elbise giyinmeli ki, Allah’ın evinde bulunduğumuz, O’nun huzuruna çıktığımız, yüce makama ayrıcalık verdiğimiz belli olsun. Bedenini tertemiz yapan, temizliğin güzellik için ön şart olduğunu bilerek abdest alan musallî, elbisesini de necâsetlerden arındırmakla yetinmeyecek, aynı zamanda süslenerek bayrama gelir gibi gelecek câmiye. Çünkü Rabbıyla beraber olduğu zaman bayramdır onun için; câmi de bayram yeri. Her şeyden çok sevdiği zat, huzuruna kabul için onu çağırmıştır. Çağıran güzel, çağrı güzel, çağrılan yer güzel olunca çağrıya koşan da güzel olmalı, hem de her şeyiyle.
Edebiyat sanatı yönüyle de câmiler önemlidir. Hutbe, vaaz, sohbet, eğitim çalışmaları ve her çeşit emr-i bi’l-ma’rûf merkezi olan câmilerin edebiyat sanatına katkısı çok büyüktür. “İnsanlara güzel söyleyin.”4180 emrine uygun, sanatlı, güzel sözler söyleyecektir câmide konuşan. Câmidekiler yumuşak, tatlı ifadelerle, hikmet ve güzel mev’ızalarla müjdelenerek Allah’ın yoluna dâvet edilecekler. Konuşulanların güzelliği gibi, konuşmanın şekli de güzel ve sanatlı olacaktır.
Beden ve kalbin beraberce kulluğu, uyum, âhenk, intizam, rûhî coşkunluk, Allah sevgisi, ezanla zamana tam riâyet, askerî disiplin içinde saf tanzimi, komutana (imam) tam ve hemen itaat, tüm cemaatin aynı anda uyumlu hareketleri, tekbirler ve kıraatlerdeki güzellik, kalbe huzur veren zikir... Evet, bütün bunlar her şeyiyle sanat değil midir? İşte buna sanat içinde sanat denir. Tüm ibâdetler sanattır. Yani, müslümanın bütün hayatı kulluk ve ibâdet şuuru içinde geçtiği nisbette ve o oranda sanattır. Müslüman da ne kadar güzel kulluk yapıyorsa o kadar sanatkâr. Bir yer, câmiye (takvâ mescidine) benzediği oranda sanatlı ve güzel olur. Bir insan da câmide ve namazda olunması gereken hale benzediği oranda kendi canlı sanat eseri olur. Tüm ibâdetlerin prototipi olarak namaz, bir sanat olduğu gibi, yeryüzü mescidinin prototipi olan câmilerimiz de sanatın ve güzelliklerin icrâ yeridir. Câmi ruhunu tüm arza taşımalı, güzellikleri yeryüzünün her yanına yaymalıdır sanatkâr âbid. Çünkü tüm arz mescid kılınmıştır
4179] 7/A’râf, 31
4180] 2/Bakara, 83
- 926 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onun için.
Namazsız mescidin maddî güzelliği, mimarî özelliği bir anlam taşımayacaktır. İslâm, her şeyi dengelemiştir. Dışla iç bütünlüğünü, dünya ile âhiret dengesini esas alan din, güzelliğin sadece maddî süslerle olmayacağını bildirir. Mânevî unsurlar olmadan maddî güzelliğin değeri çok azdır. Maddî güzelliğe mânâ yön vermiyorsa denge de sağlanamaz. Demek istiyorum ki, câmideki maddî güzellikler, câmi içindeki mü’minin dış güzelliği hiçbir değer ifade etmez; ibâdet şuuru tüm zerrelere kadar hissedilmez, takvâ, huşû ve huzur olmazsa. “Allah sizin dışınıza, sûretlerinize bakmaz; Sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.” Hele câmide Allah’ın hükmü gizleniyor, anlatılmıyor, sansüre tâbi tutuluyorsa... Ve bir de zâlimler, tâğutlar ve onların düzenleri, kanunları övülüyor veya onların koydukları sınırlar hudûdullah’tan önemli görülüyorsa... Câminin süsü, ziyneti neye yarar?
Allah’ı hissettirmeyen, O’nu hatırlatmayan câmi, ne kadar muhteşem olsa da güzel değildir.
Önce rûhî, mânevî güzelliği, sonra bununla uyumlu olarak buna ters düşmeyen maddî güzelliği önemlidir güzel diyeceğimiz her şeyin, tüm ibâdetlerin. İçindeki ruh, mânevî yön ihmal edilir veya bozuk olursa mescid, takvâ mescidi olmaktan çıkar, güzelliğini kaybeder, zararlı bir mescid, dırar mescidi oluverir. Tabii, tüm süsü, maddî güzelliği böyle bir câminin ayakta kalmasını, ibâdet edilmeye lâyık yer olmasını sağlayamaz. Yıkılıp yeri çöplük yapılmayı hak eder bu anıt. 4181
Câmileri takvâ ruhuna mâlik, hâlis niyetli, gerçek mü’minler inşâ etme hakkına sahiptir.4182 Allah'a hakkıyla iman etmeyen, nefislerini veya tâğutları Allah'a ortak koşan, hâkimiyet hakkını Allah’ta görmeyen, O’nun kanunlarıyla hükmetmeyen, başta namaz olmak üzere ibâdetlerini yerine getirmeyenlerin Allah’ın câmilerini yapmaya ve tamir etmeye hakları, yetkileri yoktur. 4183 Çünkü bu tipteki insanlar, câmilerin ruhunu maddesine kurban edecek, süslü-püslü inşâ ettikleri câmilerde esas ziynet olan kulluk yapılmasını istemeyeceklerdir. Niyetleri hâlis değildir. Bunlar, Allah’ın mescidlerinde Allah’ın zikredilmesine, insanlara Allah’ın hükmünün ve nizamının anlatılmasına engel olmak isteyen en büyük zâlimlerdir. 4184
Takvâ, mânevî özellikler, câmi mimarisine ve süslerine kurban edilince, güzel elbise giydirilmiş odunların hali gibi, câmi de içiyle dışı (ruhuyla maddesi) bir ve uyumlu olmayan münâfık bir yapı oluşturur. O zaman şeklen dırar (zarar) mescidi ortaya çıkmış olur. Zaten câmiye bu şekli veren, câmiyi aslen ve tümüyle dırar yapmak için vâsıta ve imkânlarını tamamlamış olmaktadır. Gerisi kolaydır artık.
Tarihten günümüze İslâm âleminde nice sultanlar, krallar, başkanlar ve yöneticiler, câhil halkın gözünü boyama, dikkatleri zulüm, sömürü, fakirlik gibi önemli meselelerden uzaklaştırma, halkı kandırma ve oyalama kasdıyla, içinde yaşadıkları saraylar kadar büyük ve yüksek değilse bile onlara benzeterek
4181] Bk. 9/Tevbe, 107-110
4182] 9/Tevbe, 18
4183] 9/Tevbe, 17-18
4184] 2/Bakara, 114
MESCİD
- 927 -
câmiler inşâ ettirdiler. Kendilerinin namazla ve namazın temsil ettiği dâvâ ile ne kadar ilgilerinin olduğu bilinen bu yöneticilerin bu görkemli câmileri inşâ ettirme sebepleri bellidir. Halka ancak bu şekilde müslümanlıklarını ispat edip, kendi rejim ve saltanatlarına destek sağlamak. Yani kazın geleceği yerden tavuğu esirgememek.
Müslümanların, hatta onlardan daha önce İslâm dâvâsının bunca zarûrî ihtiyaçları varken Ağustos 1993’de Fas’ın Kazablanka kentinde tam beş yüz milyon dolar harcanarak inşâ edilen bir câminin açılışı yapıldı. Câminin inşâsı, müslümanlara akla gelmedik zulümler yapan, Allah’ın dini olan İslâm’ı devlet dini haline getirip kuşa çeviren Kral II. Hasan tarafından yaptırıldı. Bu, Mescid-i Harâm ve Mescid-i Nebevî’den sonra dünyanın en büyük üçüncü câmisi. Ne ki, kalabalık yerleşim yerlerinden hayli uzakta, bir deniz kenarında. İslâm, sanat denilen gösteriş adına bu kadar israfa müsaade eder mi dersiniz? Bir de câminin kullanımını değerlendirin: Câmilerinde “Halîfe-i Müslimîn Kral Hasen-i Sânî” ifadesiyle her hutbede ve her duâda bütün namaz kıldırma görevlilerinin krala duâlar ve övgüler yağdırma zorunluluğunu düşünün. Fas’ta da câmilerin devlet dairesi şeklinde kullanıldığını hesap edin.
Tarihte ve günümüzde Allah’ın rızâsı dışında, meselâ gösteriş ve dünyevî yarış için “bizim köyün minaresi, sizinkinden daha büyük”, “bizim câminin kubbesi, sizinkinin iki katı!” cinsinden tavırlar... İhtiyaç olan yerlerden ziyade, gösterişli yerlere dikilen binalar... Altından kubbesi olan câmiler, türbeler, minâreler... Bugünkü basit mahalle câmilerinin birisinin parasıyla Mescid-i Nebevî prensiplerine sahip sadelikte en az on câmi yapılır.
Esas ziynet olan cemaat bulma, onları şuurlandırma eylemi tümüyle terkedilip, ilim yayma yerine kilim yayma öne çıkartılarak, sadece şekil olarak câmilerin süslere boğulması sanat filan değil; eğer sahihse hadis-i şerif rivâyetine göre kıyâmet alâmeti olarak kabul edilir. Hadis sahih değilse bile anlam olarak bu ifade sahihtir, doğrudur. Kıyâmet, cisimlerin ister kendi parçaları arasında, ister diğer cisimler arasında var olan uyumun, nizam ve birliğin kalkmasıdır. Mânevî yönü ihmal edilip tek kanatlı kuş gibi tek yönlü maddî süs ve güzellik, hele câmi gibi bir mekânda olursa bu elbette bir kıyâmettir, dehşettir, sanat filân değil; sanatın kıyâmetidir bu. Ve bu kıyâmeti câmiler başta olmak üzere çok şeyde yaşıyor günümüz insanı.
Ruh mânevî varlıktır. Onun yok olması, insanın ölümü demektir. Rûhî özelliklerle irtibatı kopmuş bir eşya, sanat eseri kabul edilse bile ölü bir yapıdan başka bir şey değildir. Ve bize göre ruhsuz sanat, diğer olumsuzlukları yanında taş yığını, çocuk oyuncağı cinsinden süslü oyalamaca, fantezi ve israftan ibarettir. Allah’ı düşündürmeyen, rûhî hislerimizi öne çıkarmayan süslerin, hele aşırı biçimde, hem de câmilerimizde boy göstermesi, câmi ve sanat anlayışımızın dengeyi bozan şekilde dünyevîleştiğini gösteren bir doğu zevkidir. O yüzden câmi sanatına, yanlışsız din olan “İslâm sanatı” değil; yanlışlar da yapabilen, eksikleri ve zaafları da olan “müslümanların sanatı” demek daha uygundur. 4185
Yeryüzü Mescidi
4185] Ahmed Kalkan, Sanat Bilinci, s. 71-79
- 928 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Tüm yaratıklar secde halinde olduğu için, bütün kâinat bir mesciddir. Teshîrî secde için varlıklara evrenin mescid olduğu gibi, ihtiyârî secde sahibi mü'min insan için de yeryüzünün tamamı mesciddir. "Benim için yeryüzü temiz ve mescid kılındı. Kime namaz vakti gelirse, bulunduğu yerde namazını kılar." 4186
Allah, gerçekten iman edip sâlih amellerde bulunan mü'minleri, şirkten uzak kalmaları şartıyla yeryüzünde iktidar sahibi yapacağını vaad etmiştir.4187 Bu vasıftaki mü'minler, yeryüzünün vârisleridir. Allah, onlardan yeryüzünü mescid edinerek kendilerine verilen miraslarına sahip çıkmalarını istemektedir.4188 O yüzden mü'minler yeryüzü mescidindeki her çeşit şirk ve küfür öğelerine tavır almalı, bütün yeryüzünden fitneyi kaldırmak için her çeşit yolla savaş vermeli,4189 Allah'ın hâkimiyetinin tüm yeryüzü mescidinde geçerli olması için tüm imkânlarıyla gayret etmelidir. Mü'minler, hem çevrelerindeki "mescid" adındaki mâbedlerine sahip çıkmalı ve hem de tüm yeryüzü mescidine "mescid" özellikleri kazandırarak sahip çıkmalı, mescidlerdeki putları devirmelidir. Birer pislik4190 olan müşrikler yeryüzü mescidini işgal ettiklerinden, tüm putlar ve putçulardan, tâğut ve zâlimlerden mescidlerimizi kurtarmadan köleliğimiz devam edecektir. En kutsal yerlerini müşriklere teslim eden kimselerin kafalarının ve gönüllerinin de hür olduğu, evlerinde ve işyerlerinde, sokaklarında ve caddelerinde özgürce İslâm'ı yaşayabilecekleri düşünülemez. Hayatın ibâdet haline gelebilmesi için, ortamın mescid halinde olması lâzımdır. Mescidlerin de insanı kurtarması için takvâ mescidi olması ve dırar mescidine en küçük çapta benzememesi gerekiyor.
Günümüz Mescidleri; Bid'atler ve Mescidlerin Yeniden İhyâsı
Bid'at Nedir?
Günümüzdeki mescidleri doğru değerlendirebilmek için, önce "bid'at" konusunu bilmek gerekmektedir. ‘Bid’at’, ‘ibdâ’ kökünden türemiştir. İbdâ, önceden yapılmış bir şeyi örnek almaksızın yapma ve icat etme demektir. Buna göre ‘bid’at’ sözlükte, daha önceden bir örneği olmaksızın yapılan, sonradan icat edilen şey (muhdes) demektir.
Kavram olarak ‘bid’at’; Şeriata karşıt olması sebebiyle onunla ters düşen ve onda bir fazlalık ya da noksanlığa neden olan şeydir. Bid’at Sünnetin zıddı olarak kullanılmaktadır ki, Şârî’nin (din koyucunun) açık ya da dolaylı, sözlü ya da fiilî izni olmaksızın, dinde sahâbeden sonra ortaya çıkan eksiltme ya da fazlalaştırmadır.
Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “(Dinde) Sonradan ortaya çıkan her şey bid’at’tır; her bid’at dalâlettir/sapıklıktır ve sapıklık insanı ateşe sürükler.”4191; “Allah (cc) bid’at sahibinin, orucunu, namazını, sadakasını, haccını, umresini, cihadını, (hayır yoluna)
4186] Müslim, Mesâcid 3, hadis no: 521; Buhârî, Salât 56, hadis no: 84
4187] 24/Nûr, 55
4188] 28/Kasas, 5-6
4189] 2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39
4190] 9/Tevbe, 28
4191] Müslim, Cum'a 43, hadis no: 867, 2/592; Ebû Dâvûd, Sünne hadis no: 4606, 3/201; İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 45-46, 1/17; Nesâî, Iydeyn 22, 3/153
MESCİD
- 929 -
harcamasını, şâhidliğini kabul etmez. O kılın yağdan çıktığı gibi dinden çıkar.” 4192
Bu kadar tehlikeli ve imandan ayırıcı olan bid’at konusunda müslümanların doğal olarak duyarlı olmaları gerekir. Allah (c.c.) kendi dini olan İslâm’ı peygamberinin tebliği ile insanlara ulaştırmış ve onu tamamlamıştır.4193 Hz. Muhammed (s.a.s.) yaşayarak ve uygulayarak İslâm'ın ne olduğunu ortaya koymuştur. Hiçbir insanın bu dine müdâhale hakkı yoktur; kimse ne dinden eksiltme yapabilir ne de ona bir şey ilâve edebilir. Sonradan ortaya çıkan ve yetkili ilim adamları tarafından yapılan ictihâd (fetvâ verme) ise, dine ilâve değil; dinî hükümleri sistemleştirme ya da yeni sorunlara Kur’an ve hadislerle cevap bulabilme gayretidir.
Ancak, değişen zamana göre, gelişen ilimler doğrultusunda yeni yeni şeyler icat edilir, yeni buluşlar ve teknikler, hatta yeni görüşler ortaya çıkabilir. Bid’at’ın sözlük anlamına takılarak, yeni ortaya çıkan her şeye bid’at demek mümkün değildir. Bu hem Din’i anlamamak, hem de Din’in mübah (helâl) alanını haksız olarak daraltmak, Din’in uygulanmasını zorlaştırmaktır.
Bid’at’ı bu şekilde anlayanlar günlük hayata biraz da zorunlu olarak giren yenilikleri bid’at kelimesiyle bağdaştırmanın yoluna gittiler ve bid’at’ı, ‘hasene-güzel’ ve ‘seyyie-kötü’ diye ikiye ayırdılar. Hatta bazı bilginler daha da detaya inerek bid’atları; vâcip, haram, mendup, mekruh ve mübah olmak üzere beş kısma ayırmışlardır.
Bid’at’ı dar kapsamlı olarak, yani kavram anlamıyla alanlar, onu inanç ve amellerde dine yapılan ekleme ve eksiltme olarak tanımlamışlardır. Böyle düşünenlere göre, dinî bir özelliği olmayan, insanların dünyalık işleriyle ilgili, İslâm’ın mubah dediği alana giren şeyler bid’at kapsamında değildir. İnsanların örf olarak yaşattıkları Din’e aykırı olmayan âdetler, sonradan gerek bir ihtiyacı karşılamak, gerekse ilmî araştırmalar sonucunda geliştirilen icatlar, üretimler, bazı kurumlar, ya da fikirler bid’at alanının dışındadır.
Kimileri, hasene (güzel) dedikleri bid’at’ı, Din’e bir ekleme olarak ele almazlar. Bunu Peygamberimizin haber verdiği ‘güzel bir çığır açma’ hadisine dayandırırlar. “Kim benden sonra terkedilmiş bir sünnetimi diriltirse, onunla amel eden herkesin ecri kadar o kimseye sevap verilir, hem de onların sevabından hiçbir şey eksiltmeden. Kim de Allah ve Rasûlünün rızâsına uygun düşmeyen bir sapıklık bid’at’ı icat ederse, onunla amel edenlerin günahları kadar o kişiye günah yüklenir, hem de onların günahlarından hiçbir şey eksilmeden.” 4194
Onlar, teravih namazını cemaatle ve yirmi rek’at kılınmasına bid’at diyenlere ‘ne güzel bid’at’ demesini delil olarak alırlar. Hâlbuki Hz. Ömer (r.a.) bid’ate güzel demedi, tam tersine; ‘teravihin bu şekilde kılınması bid’at değildir. Eğer siz kendi fikrinize göre ona bid’at diyorsanız, o zaman bu ne güzel bid’at’tır’ demek istemişti.
Onlara göre “Her yeni uydurma bid’at’tir” hadisinden, Dinin esaslarına, Hz. Peygamber’in ve O’nun ilk dört halifesinin yollarına uymayan şeyler anlaşılmalıdır. Bu bid’atler, Hz. Peygamber’in Sünnetinin ortaya koyduğu ilkelerle uyuşmaz,
4192] İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 49, 1/19
4193] 5/Mâide, 3
4194] İbn Mâce, Mukaddime 15, hadis no: 209-210, 1/76. Bir benzeri için Bk. Müslim, İlim 16, hadis no: 2674, 4/2060; Tirmizî, İlim 16, hadis no: 2677, 5/45
- 930 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onlara aykırıdır. Hatta bu bid’atler, bir şer’î (dinî) hükmü kaldırırlar, yerine kendileri yerleşirler.
Bid’atı, iyi ve kötü diye ikiye ayırmayan, onu dar kapsamlı yani kavram anlamıyla alanlar bu yorumlara katılmayarak derler ki; Yukarıda geçen ‘Sünnetin diriltilmesi (ihyâ edilmesi)’ yeni bir şey icat etmek değildir. Unutulmuş bir sünneti yeniden hayata kazandırmaktır. Hz. Ömer’in (r.a.)'in terâvih namazıyla ilgili uygulaması da yeni bir ibâdet çeşidi veya sonradan ortaya çıkmış bir uydurma değil; örneği Peygamber'in hayatında görülen ve O’nun tavsiye ettiği bir ibâdetin sürekliliğini sağlama düşüncesidir.
Bid’at Din’de temeli olmayan inançları ve ibâdet şekillerini İslâmî bir kılıfla İslâm’a yamamaktır. İslâm dışı görüş, inanış ve tapınmaları İslâm'a mal etmektir. Bunları yapanlar yaptıkları işin Din’e aykırı olduğunu bile kabul etmezler. Bundan dolayı Süfyân-ı Sevrî ve bazı âlimler şöyle demişlerdir: “Bid’at, İblis’e, mâsiyetten (günâh işlemekten) daha sevimlidir. Çünkü bid’atin tevbesi olmaz, hâlbuki kişi günâhından dolayı tevbe edebilir." "Bid’atin tevbesi olmaz" sözünün manası şudur: Allah (c.c.) ve Rasûlünün (s.a.s.) ortaya koymadıkları bir şeyi din edinen kimseye amelleri süslü gösterilir. O yaptıklarını doğru zannetmeye başlar. Kötü amellerini güzel görmeye devam ettiği sürece de tevbe etmiş olmaz. Her şeyden önce tevbenin başlangıcı; kişinin işlediği fiilin tevbe etmesi gereken kötü bir amel olduğunu kabul etmesi, ya da tevbeyi gerektirecek denli vâcip veya müstehab bir dinî emri terkettiğini bilmesidir. Bir kişi, kendi yaptıklarını güzel görmeye devam ettikçe tevbeye ihtiyaç duymaz.
Bid’at ehlinin tevbe etmesi, Allah’ın ona hidâyeti göstermesi ile mümkündür. Bu da ancak kişinin bildiği Hakk’a uyması ile gerçekleşebilir. “Bildiği ile amel edene Allah (c.c.) bilmediği şeyleri de öğretir.”4195 Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Doğru yolu bulanların Allah hidâyetlerini artırmış ve onlara takvâlarını (Allah’tan korkup sakınmalarını) vermiştir.” 4196
Peygamberimiz'in deyişiyle bütün bid’atler merduttur (reddedilmiştir). Hiçbir inin İslâm'a göre bir değeri ve hükmü yoktur. Çünkü böyle bir şey, İslâm’da eksiklik veya fazlalık olduğu düşüncesine dayanır. Hâlbuki Din Allah (c.c.) tarafından insanlar için beğenilip gönderilmiş ve tamamlanmıştır. Onda eksik veya fazla bir şey yoktur. Bid’atçıların bir kısmı Kur’an’a ve Sünnet’e aykırı inanç ve amelleri uydurup İslâm'a sokarlar, onları Din'denmiş gibi sunarlar. Bazıları da İslâm'ı daha iyi yaşamak, daha dindar bir müslüman olmak amacıyla yeni ibâdet ve inanış türleri uydururlar. Her iki tutum da yanlıştır. İnsanlara düşen görev, İslâm'ın eksikliklerini bulup kendi akıllarınca o eksiklikleri gidermek değil; İslâm'a hakkıyla teslim olarak ellerinden geldiği kadar onu yaşamaktır. Unutmamak gerekir ki hiç kimse İslâm'ı Hz. Muhammed’den (s.a.s) daha güzel yaşayamaz, O’ndan fazla dindar olamaz.
‘Güzel bid’at, kötü bid’at’ tanımları net değildir. Hangi inanış, hangi amel ve âdet bid’attır, hangisi güzeldir, hangisi kötüdür? Bu gibi değerlendirmeler kişilere ve kültürlere göre değişebilir. Bid’atın sınırlarını kim ve nasıl çizecek? Tarihte ve günümüzde hemen hemen her grup (hizip) kendi düşündüğünün ve
4195] Ebu Nuaym, Enes b. Malik’ten, nak. Ibni Teymiyye, Takvâ Yolu, s: 14
4196] 47/Muhammed 17; ayrıca Bk. 4/Nisâ, 66-68; 57/Hadîd, 28; 5/Mâide, 16
MESCİD
- 931 -
yaptığının doğru, diğerlerinin yaptıklarını yanlış görmektedir. Herkes görüşlerini ve eylemlerini Kur’an ve Sünnete dayandırma iddiasındadır. Hiç kimse de yaptığının bid’at olduğunu kolay kolay kabul etmez.
Onun için bu konuda da dikkatli olmak ve her şeye bilmeden ‘bid’at’ demek, ya da o şey gerçekte bid’at ise onu da İslâm'dan sayma yanlışlığına düşmemek gerekir. Kur’an’ı ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in yaşayıp tebliğ ettiği Din’i iyi bilirsek; bid’atleri daha iyi tanıyabiliriz. Peygamberimiz'den sonra ortaya çıkan bütün fikirlere, icatlara, kurumlara, yani her şeye -kavram anlamında- bid’at demek yanlış olduğu gibi, din kılıfı geçirilmiş sonradan ihdas edilmiş şeyleri de kabul etmek mümkün değildir.
Meselâ, mezar ziyareti ibret verici ve sevaptır; ama, türbeye veya mezarın yanındaki bir şeye çaput bağlamayı, mezardaki ölüden bir şey dilemeyi nereye koyacağız? Zikir yapmak, Allah’ı her an ve bütün ibâdetlerle anmak, hatırlamak Kur’an’ın emridir; ama, kolkola girerek, yatarak-kalkarak, ayılıp-bayılarak, kendinden geçerek, feryat ederek zikretme(!) davranışlarının delilini nerede bulacağız? Âlimleri dinlemek, derslerinden, sözlerinden, ahlâklarından ve ilimlerinden faydalanmak güzeldir, gereklidir de. Ancak "bir âlime, bir şeyhe bağlanılmadan, ömür boyu onun peşinden gidilmeden İslâm yaşanmaz", "şeyhi olmayanın mürşidi şeytandır" gibi iddiaları nereye koyacağız? Ölünün arkasından duâ etmek, onu hayırla anmak güzeldir. Ama onun arkasından yapılan kırkıncı, elli ikinci gece ve mevlid merasimlerini hangi âyete ve hadise dayandıracağız? İslâm'da biat (seçim), şûrâ, din hürriyeti, hoşgörü ilkelerinden hareketle; şirk ve zulüm düzenlerini, İslâm'a aykırı yapılanmaları İslâmî sayabilir miyiz? Hoşgörünün sınırları; sapıklıkları, isyanları, Din’e hakarate varan tavırları kabullenmek midir?
İslâmî olmadığı halde İslâm kılıfıyla sunulan bütün inanç, amel, tavır ve anlayışlara karşı duyarlı olmak zorundayız. Bunlar Din’den olmadığı halde ona sokulan bid’at ve hurafelerdir. Her bir bid’at, müslümanın hayatından bir sünneti alıp götürür. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Sünnetini iyi tanıyanlar ve onu bir hayat olarak yaşayanlar bid’atlerin tuzağına düşmezler. 4197
Mescidlerdeki Bid'atler
Mescidlerle ilgili birçok bid'at, İslâm'a ve müslümanlara rağmen maalesef hâlâ yaşamaktadır. Gayrı meşrû bid’atlerin arasında, sünnet ve müstahap olarak işlenen bazı sevaplar, bid’atlerin günahını ödemez. Usûl-i Fıkıh’ta bir kaide vardır: “Bir ibâdette müstahap veya sünnet ile bid’at birleşirse, bid’ati işlememek için sünnet fedâ edilerek o ibâdet işlenemez.” Hatta, böyle bir durumda vâcibin terkinde ihtilâf edilmiştir. Bid’atten o derece sakınılması tavsiye edilmiştir. Câmilerde görülen bid'atleri saymaya çalışalım:
1- Mescidlere kadın-erkek her müslüman girebilir. Asr-ı saâdette böyle olmuştur. Peygamberimiz'in sünnetinde kadınların mescide devam etmelerinin kısmen veya tamamen engellenmesi diye bir şey yoktur. 4198
Kadınların mescide gelip namaz kılmaları sünnettir. Peygamberimiz (s.a.s.)
4197] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 87-91
4198] Bk. Ahmed bin Hanbel, 6/66, 90, 154; Müslim, Salât 137; Tirmizî, Cum'a 48; Buhârî, Cum'a 13
- 932 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bu konuda şöyle buyurmuştur: "Allah'ın kadın kullarını Allah'ın mescidlerinden men etmeyin." 4199 Hz. Âişe (r.a.), mü'minlerin kadınlarının, şafak vakti çıkıp Allah'ın Rasûlü ile birlikte sabah namazını kıldıklarını söylemiştir.4200 Dolayısıyla günümüzde kadınlara mescid yolunu göstermemek, onları mescidlerden uzaklaştırmak, en azından bid'at olacaktır. Onlar, özellikle Cuma günü ve benzeri özel günlerde câmideki hitâbe, öğüt ve vaazlardan hisse almalı, cehâlet karanlığından kurtulmalıdır.
2- Pis kokular yayanların mescide girmelerini Rasûlullah yasaklamıştır. Hatta helâl ve şifalı bitkiler olan soğan sarımsak gibi hoş olmayan kokulara sebep olan gıdaları yiyenlerin mescide gelmemelerini istemiştir.4201 Fosur fosur sigara içen ve sigarasını lütfen câmi kapısında söndürüp atan ve sigara içmeyenleri, soğan yiyenlerin kokusundan rahatsız olduğundan çok daha fazla etkileyen kişi, durum değerlendirmesi yapmalıdır. Tabii, birini tercih etmesi gerekiyorsa neyi tercih edeceğine de karar vermelidir.
3- Mescidler, imkânlar zorlanarak asr-ı saâdetteki fonksiyonlarına yaklaştırılmalı, faâliyet alanlarını genişletmelidir. Mescidlerin çok yönlü faâliyetlere merkezlik teşkil etmesi yüzünden, insanlar oraya daha fazla gelecektir; mescid, sosyal hayatın merkezi, en vazgeçilmezi olacaktır. Çok yönlü hizmetleri yüzünden cemaatle kılınan namaz, 25 veya 27 derece daha üstündür. Mescidin bu çok yönlü fonksiyonunun kalktığı, kardeşlik ve kaynaştırmanın yerini hizip ve politik çekişmelerin, dedikoduların aldığı için, günümüz cemaatlerinde bu derece sevap fazlalığının bulunduğunu söylemek zordur. Şimdi ne o takvâ mescidi, ne de bir namazı 27 derece yükselten erdem sahibi cemaat...
4- Mescidlerde konuşulmayacağı, dünya kelâmı edilmesinin yasak olduğuna dair hiçbir şer'î hüküm yoktur. Yasak olan, lağvdır/boş söz, gereksiz lakırdıdır, mâlâyanidir, ki bir hayır amacına ulaştırmayan bu gereksiz söz, sadece mescidde değil; her yerde yasaktır. 4202
Bütün evren secde halinde olduğundan arzın her yeri mescid hükmündedir. İnsanlık açısından mescid olma hali ise o mekânda secde edilmesine bağlıdır.
5- Belirli mekânları mescid edinip başka yerde namaz kılmamak veya kılınamayacağını iddia etmek de bid'attir, yanlıştır. Evleri de kabir haline getirmemek, oralarda özellikle farz dışındaki namazları edâ etmek Peygamber tavsiyesi ve uygulamasıdır.
6- Bugünkü câmiler, dolaylı yoldan da olsa devlet kanunlarıyla yönetildiğinden, imamlar bazı dinî emirleri de uygula(ya)mamaktadır. Örnek olarak, müslüman olmadığı bilinen, hatta din düşmanı olarak tanınan bir kimse öldüğünde hangi görevli, “ben bunun cenaze namazını kıldırmam!” diyebilir? Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın dininden hoşlanmayan fâsıkların, kâfir ve münâfıkların namazlarının kılınmamasını, mezarları başında durulmamasını isterken, tâğut ve zâlimler
4199] Buhârî, Cum'a 13; Müslim, Salât 16; Ebû Dâvud, Salât 13; Tirmizî, Cum'a 64; Ahmed bin Hanbel, 5/17
4200] Buhârî, Mevâkît 27
4201] Bk. Buhârî, Ezan 160; Müslim, Mesâcid 68, 69, 71; Ahmed bin Hanbel, 2/20, 266, 429; İbn Mâce, İkamet 58
4202] Bk. Mü'minûn, 3
MESCİD
- 933 -
için duâlar edildiğini görüyoruz. “Onlardan ölen hiçbir ine asla namaz kılma; onun kabri başında durma. Çünkü onlar, Allah ve Rasûlünü inkâr ettiler de fâsık olarak öldüler.” 4203
7- Farz namazdan sonraki müezzinlik fasılları bid'attir. Müezzinin namaz esnasındaki görevi ezan ve kametle sınırlıdır. Farz namazlarından evvel veya Cuma namazında hutbe öncesinde İhlâs sûreleri veya başka âyetler okumak sünnette olmayan bir davranıştır.
8- Kur'an ve sünnetin belirlemediği uydurma ibâdet veya bereket unsuru kabul edilen şeylerin mescide sokulması bid'attir. Tesbih adı altında câmiye sokulan bazı araçlar, onların cemaat arasında ona buna atılması huzur bozan bir davranıştır. Câminin duvarlarına, kubbesine levhalar, yazılar yazmak, dikkat çekici süsler yapmak da bid'attir. İmam Mâlik gibi nice âlimler câminin mihrabına bir Kur'an âyetinin yazılmasına bile karşı çıkmıştır.
9- Namaz kılan cemaatin secde ettiği yerden daha yüksek ve câmide çıkıntı olacak şekilde mihrap yapmak da doğru değildir. Hatta mihrabın Emevîler döneminde câmiye konmaya başlandığından, Peygamber mescidinde bulunmadığından tümüyle bid'at olduğu değerlendirilir.
10- Mescidlere para toplamak için konan "sadaka sandıkları"na İmam Mâlik karşı çıkmış, "Allah, mâbedleri dünyalık toplama yeri yapmadı" demiştir. Câmiler dilencilik yapılacak yerler olmamalı; imamlar ve vâizler de dilenci. Cuma’dan cumaya câmiye gelen adamdan para isteme ve fâsıkların, hatta müslüman oldukları şüpheli olan insanların, haram olduğu halde câminin îmârına katkıda bulunması4204 isteniyor; namazsızlar veren el olduklarından aziz, câmi ve görevliler isteyen ve alan el oldukları için altta ve zelil oluyor. Denilebilir ki, “efendim, ne yapalım, câminin halıları değişecek, süslü âvizeler alınacak, paraya ihtiyaç var...”
Hâlbuki Cuma ve bayram namazında câmiye gelenleri, kayıp çocuklarımız ve misafirlerimiz olarak kabul etmeli, onlara biz bir şeyler verebilmeliyiz. Onlar ayakkabı çalınma riskinden veya yine para isterler anlayışından dolayı câmiden kaçma yolu arayan değil; câmide dağıtılacak hediyelerden ve sunulan imkânlardan yararlanmak için de olsa aramıza katılabilmeli. Câmiye çok nâdir gelen Cuma cemaatine kitaplar, broşürler, dergiler, kasetler, başka hediyeler verebilmeli, ondan bir şey kesinlikle istememeliyiz. Cebine değil, gönlüne hitap etmeli, gönlünü ve gözünü doyurabilmeliyiz. Hemen bütün peygamberlerin toplumlarına bir hitabı vardır: “Sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi (ecrimi, mükâfatımı) verecek olan ancak âlemlerin Rabbi Allah’tır.” 4205
11- Yine, bir câmi inşaatı için elde makbuz, çarşı pazar geziliyor, önüne çıkan dinli dinsiz herkesten câmi için yardım isteniyor. Bunun, dini ve câmileri küçülten bir tavır olduğu kadar, Kur’an’ın yasakladığı 4206 bir tavır olduğunu belirtmek gerekiyor.
12- Mescidlerde ticaret yapılması da çirkin bir bid'attir. Özellikle Diyanet,
4203] 9/Tevbe, 84
4204] 9/Tevbe, 17
4205] 26/Şuarâ, 109, 127, 145, 164, 180...
4206] 9/Tevbe, 17
- 934 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendi kasasını şişirmek için kendi memurlarına, kendi yayınlarını câmide pazarlamalarını emretmektedir. Takvim, dergi, kitap ve makbuzlarının satılması şeklinde örneklerini gördüğümüz ticaretle ilgili işler için mescidin kullanılması Hz. Peygamber'in bizzat yasakladığı hususlardandır.
13- Günümüzde, mescidlerle ilgili bir başka yanlışlık da, çoğu müslüman halk tarafından yapılıyor: Filan vilâyet veya uzak semtten Sultan Ahmet Câmiini veya câminin içindeki Konya’ya Mevlâna müzesini ya da başka bir câmiyi ziyaret etmeye gidiyorlar. Câmi ziyaret edince sevaba girdiklerini zannediyorlar. Hâlbuki câmi ziyareti kasdıyla yapılan bu davranışlar, yanlıştır, yasaktır, vebaldir. Çünkü yeryüzünde namaz kılmak ve ziyaret etmek maksadıyla yolculuğa çıkılabilecek ancak üç mescid vardır. “Üç mescidden başka bir yere (ibâdet ve ziyâret etmek için) özel olarak yolculuk yapılmaz; Mescid-i Haram, Mescid-i Aksâ ve Benim mescidim.”4207 Bugün müslümanlar, maalesef Mescid-i Aksâ’yı ziyaret edememektedirler. Hiç olmazsa hacca gidenlerin yol üzerinde uğrayıp ziyaret edebilecekleri ilk kıblelerine gitme yollarını bulmak bedel istiyor; insanımız da kolay sevap istediği için bedele yanaşmıyor.
14- Peygamberimiz'in her Ramazan'da mutlaka yaptığı mescidde i'tikâf sünneti unutulmuş, câmiler i'tikâfsız/coşkusuz kalmıştır. İtikâf, bilindiği gibi, dünya işlerinden arınıp bir mescidde özellikle Ramazan ayının son on günü ibâdete çekilme demektir. Bu kuvvetli sünnetin terk edilmesi, mescidlerimiz açısından önemli bir eksikliktir. İ'tikâfın ihyâ edilmesi gerekmektedir.
15- Bid'at unsurlarının bulaştığı mescidlere girmeme hakkı olan mü'minlerin, şirk unsurlarının bulaştığı mescidlere girmeme zorunluluğu vardır. 4208
16- Mescidin dırar olması/zararlı mescid haline gelmesi, mescidin sadece o niyetle yapılmasını gerektirmez. Mescid-i Dırarla ilgili âyet-i kerimede,4209 yapmak ve kurmak anlamında bir kelime kullanılmamış, "ittihaz (edinme)" kelimesi kullanılmıştır. Bu demektir ki, bir mescidin zarar vermesinden söz etmek için, daha yapılırken o niyetle yapılmış olması şartı aranmaz. İlk zamanda, hatta yüzyıllarca iyi hizmetler verdiği halde günün birinde "zarar veren mescid" haline dönüşen binalar olabilir.
17- Mü'minleri fırkalara bölmek, tefrika çıkartmak için mescid yapmak veya yapılmış mescidleri bu maksatla kullanmak, dırar mescidinin özelliğidir. Avrupa'da Türkler tarafından mescid haline getirilen yerlerde çok net sırıttığı gibi, her fırkanın kendine has bir câmisi vardır. Câmiler, sadece Allah'ın olması gerektiği4210 halde, falancıların mescidi, filancıların câmisi diye câmiler gruplarıyla bilinir ve çoğu mescidde ırklar ve uluslar arası ayrım özelliğine işaret anlamına gelecek tarzda Türk bayrakları, hem de mihrab veya minber civarında bulunur. Sadece kendi gruplarına ait mescidlerde toplanıp namaz kılanlar, öteki câmilerde namaz kılmaz ve o mesciddekilere müslüman gözüyle bakmaz. Hemen hepsi, birbirinin gıybetini etmeyi cihad zanneder.
4207] Buhârî, Fedâilu’s-Salât -Salâtu Mescid-i Mekke- 1, 6, Savm 67; Müslim, Hacc 74; Ebû Dâvud, Menâsik hadis no: 2033; Tirmizî, Salât 243, hadis no: 326
4208] Bk. 7/A'râf, 29; 9/Tevbe, 107-109; 72/Cinn, 18
4209] 9/Tevbe, 107
4210] 72/Cinn, 18
MESCİD
- 935 -
18- Rus işgali dönemindeki Afganistan'da ve günümüzde nice yerlerde örnekleri görüldüğü şekilde, câminin İslâm düşmanı olanlara, dini kullanmak ihtiyacı duyan ikiyüzlü kişilere barınak yapılması da bid'at olmaktan öte şirk unsurudur, dırar özelliğidir. Senelerce kahır ve zulüm altında inlettikleri müslümanların mâbedlerini, onları sömürmek, kontrol etmek ve birbirine düşürmek için kullanma alçaklığının İslâm tarihinde ilk temscilcileri Emevî hânedanıdır. Onlar, İslâm'ın zaferi önünde eğilmek zorunda kaldıklarında, müslüman kanı damlayan kılıçlarını kınlarına soktular ve o kılıçlarla dize getiremedikleri müslümanları, musallat oldukları mâbedlerinden vurdular. Bu öyle bir vuruştu ki, en büyük kahrını, dinin tebliğcisi Peygamber'in evlâdı üzerinde gerçekleştirdi. Onları zehir ve kılıçla yok etmekle yetinmedi, tevhidin mâbedinden yaklaşık bir asır o aziz Rasûl evlâdına ezan ve hutbelerden lânet okuyarak o Peygamber'in ümmetine âmin dedirtti. Ömer bin Abdülaziz (ölümü; 102/720), Rasûl evlâdına okunan bu lâneti mescidlerden kaldırdığında, kavramları tersine çevirmeye örnek olarak onu şu şekilde itham etme çarpıklığına gidebildiler: "Sünnete muhâlefet ediyor..."
19- Mescid yapımında, Allah rızâsı ve takvâ kaygısından başka herhangi bir kaygının rol oynaması da Dırar mescidinin temel özelliğidir. Kişisel menfaat, şöhret hırsı, grup ve parti çıkarı, ekonomik rant vb. bu özelliklerdendir.
20- Mescidlerde Allah'ın dışında herhangi bir kişiye sığınılması, yakarılması, herhangi bir kişinin Allah ile kul arasında vesîle ve aracı yapılması da, mescidin takvâ mescidi özelliğinin kalkması demektir.4211 Bu durum, ulûhiyet şânından olan özelliklerin Allah dışında bir varlığa verilmesini ifade ettiği için şirktir. Allah'ın dışında kişi veya kişiler için çağrıda bulunulması, övgüler dizilmesi, propaganda ve reklâm yapılması da mescidlerdeki çirkin davranışlardandır. İslâm'ın temel kabullerine zıt unsurların sokulduğu mescidlerdeki bu durumlara karşı çıkılmalı, tavır alınmalıdır.
21- Mescidlerin vazgeçilmez fonksiyonlarından biri, oradaki cemaatin birbirlerinin dertleriyle dertlenmesi ve istişâre etmesine zemin olmasıdır. Bu ibâdet ve meşveret yerlerinde müslümanlar, eşitlik kuralına uyarlar. Kimsenin kimseye meslek, maddî güç, makam vb. açıdan üstünlüğü olamaz. Bu ayrımlara göre saflar düzenlenip bazılarına ayrıcalık verilemez. Herkes aynı safta ve omuz omuzadır. Bu yüzdendir ki, imamın da cemaatten yüksek bir yerde namaz kıldırması doğru değildir; hatta bunu câiz görmeyenler bile vardır.4212 Hatta bazı ülkelerde günümüzde de uygulandığı şekilde, mihrabdaki imamın cemaatten daha yüksek yerde namaza durarak gurura kapılmaması için, mihrab câmideki cemaatin secde ettiği zeminden daha aşağıda olmasının daha faziletli olacağı değerlendirilebilir.
22- Cemaatteki bu eşitlik, ancak bir noktada bozulur; o da ilim ve ibâdet noktasıdır. Mescidde, ilk safta ilim ve takvâ bakımında önde olanlar bulunur. Bunlar, imâmet ve riyâset namzedi oldukları gibi, müzâkere ve müşâverede de reylerinden en fazla yararlanılan kişilerdir. İmamın, namazdan sonra arkasını mihraba, yüzünü cemaate dönüp oturması, duâ için olmayıp, kendisini imam seçen veya imam olarak kabul eden cemaatle istişâre ve tartışmaya başkanlık
4211] 72/Cinn, 18
4212] Ebû Dâvud, Salât 67
- 936 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etmek içindir. “Benim hemen arkama sizden dirâyet ve akıl sahipleri dursun! Sonra onları takip edenler, sonra da onları takip edenler dursun! Çarşıların karışıklığından sakının!” 4213; “Üç kişinin namazları kabul olmaz; bunlardan birisi cemaat istemediği halde imamlık yapmak isteyen kişidir...” 4214
23- Bu ölçüler dâhilinde câmilerde istişârenin terk edilmesi, cemaatin birbiriyle kaynaşmaması, imam-cemaat ilişkisinin sağlıklı olmaması ciddî problemlerden biridir. Takvâ ve ilim durumuyla öne çıkmadığı halde ön safı ve imamın arkasını âdetâ parselleyen kimselerin bu tavırları da sünnete uymaz. Aslında imamın cemaat tarafından seçilip öne çıkartılması gibi, imamın arkasına geçecek insanları da cemaat belirlemeli, lâyık olanları namaza durmadan oraya dâvet etmelidir.
24- Vaaz ve hutbelerde, müezzinlik ve imamlıkta, normal olarak ses duyulduğu müddetçe, gereksiz yere hoparlör kullanmak ve kulağı tırmalayacak şekilde bağırmak da çok yanlıştır, çirkin bir bid’attir.
25- Duânın kabulünün bir şartı, samimiyet ve sessizliktir. “Rabbınıza tazarrû ile yalvara yakara, gizlice duâ edin. Bilin ki O, haddi aşanları sevmez.”4215 Duâ, tevâzu ve zillet ile fakirane, gizlice ve çok yavaş sesle yapılmalıdır. Yoksa duâ, tevâzunun tersine bağırma ile yarış edercesine, edebiyat gösterişi şeklinde, kafiyeli ama samimiyetsiz sözlerden oluşan tarzda olduğu müddetçe o duâ, câmi kubbesinin dışına yükselmeyecektir. Hele bir de zâlim ve tâğutlar için de rahmet istenerek duâ edilmesi, duâda câiz olmayan vesîleler, ırk asabiyetine dair övünmeler de varsa, böyle duâya el açıp âmin diyenlerin de durumu, Akaid ilmini ilgilendirir.
26- Cuma namazlarında hutbeyi kısa, namazı uzun tutmak sünnet olduğu, aksi bid’at olduğu halde, hutbeler çok uzun ve namazlar çok kısa edâ ediliyor.
27- Mescidlerden yola çıkılarak, oradan İslâm'ın öğrenilip yaşanması, hâkim olması halka halka yayılarak toplumu hükmü altına alması gerektiği halde; bugünkü mescidler, aslî görevlerinin çoğunu yerine getirmemektedir. Tâğutlar ve onların rejimleri, çeşitli baskı ve dayatmalarıyla İslâm dünyasındaki mescidlerin çoğunu mahkûm etmiş, hapishaneye çevirmiştir.
Câmiler, müslümanların her çeşit ibâdet, buluşma ve görüşme, önemli meselelerini müzâkere etme, dinin emir veya tavsiye ettiği birtakım hizmetleri gerçekleştirmek üzere faâliyetlerde bulunma yerleridir. Bu kutsal mekânları laik devletin kontrol altına alması ve işlevlerini de yalnızca namaz ibâdetinden ibaret kılması; dine, sünnete, hukuka aykırıdır. Câmilerde yapılan vaazların ve hutbelerin devlet tarafından kontrolü, hele devlet tarafından hazırlanıp papağan yerine konanların eline tutuşturulması, kesinlikle din özgürlüğüne müdâhale anlamı taşır.
Câmiler ilk kuruluşundaki örnek uygulamaya göre birden fazla iş ve ihtiyaç için kullanılırdı. Câminin fonksiyonları bölümünde bu konu yeterince ifade edildi. Eğer biri çıkar da "bunlar tarîhîdir, o günkü ihtiyaç ve imkânsızlıklara bağlıdır, bugün bu işler için ayrı mekânlar ve kurumlar vardır" diyecek olursa, kendisine
4213] Müslim, Salât 123; Ebû Dâvud, Salât 96; Tirmizî, Salât 168
4214] Ebû Dâvud, Salât 63; Tirmizî, Salât 266
4215] 7/A’râf, 55
MESCİD
- 937 -
şu cevap verilir: Bunlar doğru olabilir, ancak, bu tarihî uygulama iki şeye kesin delildir: 1- Câmiler yalnızca namaz kılmak için değildir. 2- Müslümanların din işleri, dünya işlerinden ayrı değildir; din ile dünya iç içedir. Kur'an ve Sünnet, hem din hayatını hem de dünya hayatını düzenlemek, yönlendirmek, yönetmek için gönderilmiştir.
Câmilerde; farzmış, namazdan bir parça imiş gibi, Haşr sûresinin son âyetlerinin sabah ve akşam namazlarında imam veya müezzin tarafından mutlaka okunması, tesbihlerin komutlarla ve hiç ihmal edilmeksizin ve mescidin dışındaki hayata yayılmaksızın câminin ve namazın olmazsa olmazı gibi okunması da bid’attir. Bakara sûresinin son iki âyetinin de yatsı namazından sonra, başka âyetler okunmaz veya hiç terkedilmemeli gibi kıraati için de aynı şey söylenebilir.
Aslında, okunan aşır veya sûrelerin meal ve tefsirleri verilmeli, hatta güncel konularla, câmi dışı hayatla ilgili hükümleri, tavsiyeleri içeren âyetler seçilmelidir ki, okunanlar yerini bulsun, gerçek sünnete ve istenilen seevaba ulaştırsın. Ezanın, müezzinliğin haydi neyse, hele Kur’an’ın namaz veya namaz dışı okunmasında teğannî, şarkı okur gibi gereksiz, yersiz ve hatta yanlış uzatmalar ve ses dalgalandırmaları, sesin alçaltılması gereken yerlerde yüksek sesle okunması ve tersi uygulamalar, cehâlet kaynaklı bid'atlerdendir. Kur’an kıraatinin ağlayarak, hiç olmazsa ağlar gibi yapılarak hüzünlü bir şekilde okunması gerekirken, ses sanatkârı gibi ve değişik makamlarda okumanın da doğru olmadığını belirtelim.
Yine, müezzinlik gerekeği zannedilen tesbih duâları için komutlarda ve mevlid vb. okuyuşlarda Kur'an makamıyla, Allah'ın âyetleri dışındaki şeylerin okunması büyük yanlışlardan ve bid'atlerden biridir.
Kamet getirilirken bazı müezzinlerin ellerini namazda imiş gibi bağladığı görülüyor; bu da bid’attir. Mevlid okunurken de, Peygamber’in doğum zamanı anlatılırken, namaza durur gibi cemaatin ayağa kalkması ve ellerini namazda bağlar gibi bağlamaları da yanlış üstüne yanlıştır.
Namazdan sonra veya câmiden çıkmak üzere cemaatin birbirleriyle sanki namazın bir tamamlayıcısı gibi her zaman tokalaşmaları, bunu âdet haline getirmeleri de bid'attir. Ama arada bir yapılıyor, olmasa da olur deniliyor ve özellikle birbirlerini az görenlerin arasında uygulanıyorsa, bunda sakınca yoktur.
Ramazanlarda câmilerde kılınan teravih namazları, İstanbul boğazında sürat teknelerinin tehlikeli yarışlarına benziyor. Kıraat, rükû, secde hep yarım yapıldığı gibi, ta’dîl-i erkâna riâyet edilmiyor. Böyle, dostlar alışverişte görsün hesabı 20 rekât kılınacağına, sünnette olduğu gibi 8 veya 12 rekât kılınsa, ama hakkını vere vere kılınsa bid’at ve hatalardan uzaklaşılmış olur. Ama Hz. Ömer devrinde sahâbe 20 rekât da kıldığından, usûlüne uygun şekilde isteyen elbette 20, hatta daha fazla kılabilir. Fakat tavuğun yem topladığı gibi kılınacaksa, 100 rekât da kılınsa, gerçek sünnet sevabı elde edilemez. Teravihlerin devamlı cemaatle ve câmide kılınması da Peygamberimiz’in sürekli yapmadığı bir davranıştır.
İyi niyetli halk tarafından büyük fedâkârlıklarla yapılan câmilere Diyânet hemen el koyar. Maksat, orada kendisinin anlattığı devletin dininden farklı bir dinin anlatılmasına, yaşanmasına engel olmaktır. Câmiler, Diyanet eliyle devlet dairesi haline gelmiştir; İmamlar da namaz kıldırma memuru. İşgal edilen bu mekânlar, mü'minler için zararlı mıdır, tartışılmalı ama, devlet için öylesine
- 938 -
KUR’AN KAVRAMLARI
faydalı yerlerdir ki, devlet bu yerlerin kendi kontrolünde olmak şartıyla sayılarının artmasından memnun bile oluyor. Haftada bir gün, o kadar insana Cuma günü anlatacağı mesajları neden fırsat bilmesin? O kadar insan zorla toplanmaya çalışılsa bu kadar başarılı olunmaz.
Bu konuda Abdurrahman Dilipak’a kulak verelim: “Şimdi modern din adamı adına, Kemalist imam görüntüsü altında İslâm’a ve müslümanlara karşı bir tehdit odağı oluşturulmak isteniyor. İslâm’da din adamı, ruhban sınıfı yok, ama bu düzen içinde bunlar var. Bu tip insanlar, sadece Cuma namazında imama ihtiyaç duyuyor olsa gerekir. Ömürleri boyunca İslâm’a ve müslümanlara saldırdıktan sonra, bir maaş karşılığı susturulmuş imamların öncülüğünde, ne olur ne olmaz, yarın âhirette belki lâzım olur diye, biraz da Allah’ı kandırmak istercesine müslümanların kendileri hakkında iyi şahitlik yapmasını isterler. Müslüman mezarlığına gömülmek, garip bir tutkudur onlar için. Bu iş için, fazla baş ağrıtmayan, ölülerin arkasından kırkıncı günlerinde şen şakrak mevlitler okuyacak bir aydın imama ihtiyaçları vardır.
Câmilerimizin sosyal mimarisini kaybettik. Câmi, eski hali ile hayatı kuşatan bir mekândı. İbâdet, bizim dinimizde kapsamlı bir kavramdır. Günümüzdeki şekliyle câmiler, dinin hapsedildiği, ya da hapsedilmek istendiği hapishaneler gibidir... İmamlar da bu hapishanelerin gardiyanları. Kimileri, buraya gelen insanları avlayarak onları din adına uyuşturarak kendi çıkarları yönünde kullanmak istemektedirler. Ucuz bir oy deposu, ucuz bir fedâiler mangası!
Câmiler, şimdi sadece beş vakit namazın cemaatle kılındığı mescidlerdir. Câmi günlük hayattaki ekonomik, sosyal, kültürel fonksiyonunu büyük ölçüde yitirdi. Câmiler birbirinin dertleri ile dertlenmeyen, hatta birbirini tanımayan yaşlı insanların gelip gittikleri bir yer haline getirilmek istenmektedir. Cemaat imamın, imam cemaatin jurnalcisi olacaktır! Ne müthiş bir komplo. Namaz dışında câmilerin kapısına artık kilit vuruluyor. Câmi, müslümanların meşveret yeri olmaktan çıktı. Hutbeler ve vaazlar sivil karakterli, dinin özünden alınan ilhamlarla günün problemlerine çözüm getiren şeyler değil. Çoğu câmide okunan hutbe ve vaazları bir başka şekli ile bir kilise papazının ya da budist bir râhibin vaazlarında duyabilirsiniz. On emir”den ibaret ya da hıristiyanlaştırılmış, sadece kişisel ahlâka indirgenmiş bir din.
Câmi, ilk zamanlarda siyasî, sosyal, kültürel bir merkezdi. Giderek İslâmî yapı içinde mimarî bir üslûp kazanarak kurumlaştı. Şifâhâneleri, aş evleri, medresesi, öğrencilerin ve gariplerin barınacağı bir yer, buluşma ve müşâvere yeri, kütüphanesi ve vakfiyeleri ile hayatın en can alıcı noktalarında yer alırdı. Câmi her şeydi. Bugün ise, bütün bu boyutlarından yalıtılmış, tek boyutlu soluk bir renktir sadece. Şükürler olsun ki, bu durum giderek pozitif yönde değişmekte, câmi yeniden aslî yapısına doğru bir evrim süreci içinde bulunmaktadır.
Câminin siyasî merkezlerin güdümünde rûhâniyetini yitirmesiyle, müslümanlar câmi dışında bizzat hayatın içinde örgütlenmeye, câminin fonksiyonunu kendi evlerine, işlerine, sosyal hayatlarına, kültür dünyalarına taşıma gayretine girmişlerdir. Şunda kuşku yok ki, câmilerin biraz daha dejenere edilmesi ile bu dejenerasyona teslim olan mekânlar ve kişiler İslâm toplumundan tecrit edilecek ve dırar mescidi kavramı yeniden uyanacaktır.
MESCİD
- 939 -
İmamlara bunca maaşı niye veriyorlar dersiniz? Çok sevdikleri için, dine imana hizmet olsun diye mi? Yoo, onlara maaş verenler, onların ellerine kendi bildirilerini tutuşturup okutmak için... Bunda da çok başarılı değiller. Ama yine de güçlü bir oto sansür, oto kontrol mekanizması var.
İmamlık bir meslektir artık. İmam-Hatip okulları Meslek liseleri değil mi? Bir İmam-Hatip öğretmenine soruyorsunuz: “Hangi derse giriyorsunuz?” Cevap veriyor: “Meslek dersleri öğretmeniyim.” Sormak gerek: “Müslümanlık ne zamandan beri meslek oldu, ya da din?! O kardeşimize kızmamak gerek. Bu işin raconu böyle. Resmî yazışmalarda İmam-Hatip Lisesi bir meslek okulu; ama sıra maaş ödemeye gelince, normal lise statüsünde ödüyorlar. Ne kurtarsak kâr hesabı. Tam iki yüzlü bir politika. İmam-Hatip Liselerinde kız öğrencilerin başlarını örtmeleri resmen yasak. Tabii, Heybeliada papaz okulu talebelerine güçleri yetmez, hınçlarını bizimkilerden alıyorlar. Niye örgütlediler İmam-Hatip okullarını? Aydın din adamı yetiştirmek için. Ölülerini yıkayıp Allah önünde kendileri hakkında yalancı şahitlik yapsınlar diye. Ama olmadı... Tutmadı.
Sanırım câmide bizim görevimiz kısa sûreleri çabuk çabuk okuyarak işimizi bitirip câmiden ayrılmak olmamalı. İmamların görevi namaz kıldırmakla bitmiyor, eğer arkalarında cemaat var ise... Şöyle yapmamız gerekirdi: Özellikle câmilerin anlamı da burada gizlidir. İmamlar, bilen insanlar olarak Kur’an’dan öyle âyetler seçerek okumalılar ki, müslümanlar o günün çokça konuşulup tartışılan meselesini Kur’anî gözle görüp anlayabilsinler. Hz. Peygamber zamanında bu, temelde böyle idi. Çünkü âyetler, olaylar üzerine nâzil oluyor, Peygamberimiz onu okuyor ve sonra onu açıklıyordu. Biz de bugün yeniden olayların üzerine sanki Kur’an yeniden nâzil oluyormuş gibi namazda onları okumalıyız.
Evet, evet... Namazda okumamız gereken âyetler, o günün üzerinde tartıştığımız, konuştuğumuz ya da sorumluluk alanımıza giren şeyler olmalı. Müslümanlar bunu evrensel bir bildirinin ardından, yaklaşık iki milyar müslümanın mânevî huzuru ile Allah’ın evinde ve O’nun önünde kıyam, rükû ve sücûd aralarında okumalıdırlar. Böylece namaz, müslümanın sorumluluklarını kuşandığı bir mekân olacak. Müslümanlar günde beş defa Allah’ın evinden mânevî nitelikli dünyevî görevlerle ve bilgilerle donanmış olarak bir cemaat bilinci ile ayrılmış olacaklardır. Cemaat olmanın anlamı da budur. Katılan, karşı çıkan, konuşan ve sorumluluk yüklenen bir insan.
Tartışıp durduğumuz şey fâiz mi, zulüm mü, başörtüsü mü, haksızlıklar mı? Küfür mü, ahlâksızlık mı? Kur’an’ın hükmünü okur imam efendi ve namazdan sonra da oturur konuşuruz. Allah’ın hükmü üzerinde. Sorun ve çözüm yolları üzerinde düşünür, görüşlerimizi koyarız. Tartışmayız, ittifak etmişsek birlikte, ihtilâf etmişsek meşrû zeminde birbirimizi mâzur görerek herkes Allah'a vereceği hesabına göre sorumluluklarımızı kuşanırız. Ve namaz; donanma, namazlar arası zamanlar eylem vaktidir bizim için. Ve ibâdetimiz süreklidir. Sorumluluk şuuru ile hareket eden bir insan, âdeta bütün zaman namazdadır. Kıyamdadır, rükûdadır ve secdededir. Her yer mesciddir onun için.
İşte öyle olmasın diye, “câmilerde dünya kelâmı edilmez” diyorlar. Oysa din bu dünya içindir. Ve bizim dinimiz dünyayı ve hayatı kuşatır. Câmi, müslümanların cem’ olup toplandığı, namazda okudukları âyetleri Peygamberî bir metotla
- 940 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sorumluluğa dönüştürme mekânıdır.” 4216
Farkında Olunmayan Bir Başka Bid’at de Sarıksız Takkedir
İmamların, sünnet olmadığı ve daha ilerisi kâfirlerin özel giysisi olduğu halde hâlâ Yunan fesini namaz kıldırırken başlarına geçirmeleri gibi bir tuhaflık cemaatte de gözlenmektedir. İster câmide, isterse evlerinde olsun; namaz kılarken nice müslüman başına takke giymektedir. Bunun sünnet mi olduğu, yoksa dinen yasaklanan bir tavır mı olduğu, sünnet ise Peygamberimizin sünneti mi, yoksa Yahûdilerin sünneti, onların dinî kisvesi mi olduğu konusu, pek gündeme gelmemiş bir konudur. Yozlaşan gelenekle, bid’at ve hurâfelerle yüzleşme cesâreti, bedel isteyen bir tavırdır. Ödenmesi gereken bu bedel de, dini ketmeden/gizleyen kimsenin bedeline göre aslında çok hafif olduğu halde, bu tavırların gündeme geldiğine pek rastlanmamaktadır. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: "Bizimle müşrikler arasındaki fark, kalansuveler (takke ve benzeri başlıklar) üzerindeki sarıklardır." 4217
Bu hadisi, İbrahim Canan, Kütüb-i Site Şerhinde şöyle açıklamaktadır: Hadis, müslümanlarla müşrikler arasında bâriz farkın baş kıyafetinde bulunmasını ifade etmektedir. Baş kıyafetinin İslâmî şekli, kalansuve üzerine sarıktır. Kalansuve fes, takke nevinden başı örten serpuştur. Bazı âlimler, kalansuveyi müşriklerin de giydiğine, buna sarık ilâvesinin İslamî kıyafet olduğuna işaret ederler.
Şârihler, Rasûlullah’ın (s.a.s.), sarığın altına kalansuve giydiğini, kalansuve olmadan da tek başına sarığı başına koyduğunu, ama sarıksız kalansuve giydiğinin hiç görülmediğini; bu durumun da, kalansuvenin tek başına olması halinde müşriklere mahsus bir kıyafet olduğunun tescili bulunduğunu kaydederler. Kalansuve için "fes"dir, "takke"dir, "külah"dır, "şapka"dır diye tek bir şeyle ifade etmek muvâfık düşmemektedir. "Sarık sarılmasına engel olmayan bir serpuş" diye tarif etmek daha uygun gözükmektedir. 4218
Katolik hıristiyanların dinî lideri papanın, resmî törenler dışında başını hep takke ile örttüğünü unutmamak gerekir. Yahûdiler de ibâdet ederken havralarında başlarını mutlaka takke ile örtmek zorundadır. Yahûdilerin kippa denilen takke cinsinden bu giysiyi başlarına giymeleri, bunu özellikle dinî âyinde ihmal etmemelerinden yola çıkarak, müslümanların, üzerine sarık sarmadan takke giymelerinin hıristiyan papa(z)lara ve özellikle de yahûhidelere benzemek olduğunu bilmeleri gerekmektedir. Hıristiyan ve yahûdilerin ibâdetlerinde ve günlük hayatlarında müslümanlara benzeme ihtiyacı hissetmedikleri halde, nassların şiddetle yasaklamasına rağmen müslümanların onlara benzemesi ve hele bu benzemenin sevap zannedilmesi çok düşündürücüdür. Peygamberimizin sarıksız şekilde hiç takke cinsinden bir şey giymediğini değerlendirerek, sarıksız bir namaz takkesinin kesinlikle sünnet olmadığı bilinmelidir. Bir adım daha giderek, İbrahim Canan’ın da belirttiği gibi, hadis şârihi âlimler tarafından; tek başına takke cinsinden başa bir şey giymenin müşriklere (günümüzde papa(z)lara ve yahûdilere) mahsus bir kıyafet olduğunun tescil edildiğini belirtmek gerekiyor. Ayrıca, sadece namaz için özel bir kıyâfetin sünnette olmadığını ve bunun hoş
4216] Abdurrahman Dilipak, a.g.e. s. 33-35; 48-49
4217] Ebû Dâvud, Libas 24, h. no: 4078; Tirmizî, Libas 47, h. no: 1785
4218] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 15/45
MESCİD
- 941 -
görülmediğini de hatırlatalım. Yani, müslüman laik tavırlı olamaz, onun her şeyi namazdaki tavrı gibi olmalıdır. Namazda başka, namaz dışında başka olmamalıdır.
Sarık sarmaya gelince; Peygamberimizin çoğu zamanlar başında sarık olduğunu bildiren çok sayıda haber bulunduğu için namazda ve namazın dışında sarık sarmayı sünnet kabul etmek mümkündür. Bunun yanında, sarık sarmanın tüm ümmeti bağlayacak bir sünnet olmadığını ileri sürenler de vardır. Bu son değerlendirmenin bakış açısında şöyle yorum vardır: “Sarıkla kılınan namazın sarıksız kılınan namazdan şu kadar faziletlidir” şeklindeki rivâyetler, Kütüb-i Sitte’de bulunamamıştır, sahih olmadığı değerlendirilmelidir. Sakalı ısrarla tavsiye eden Rasûlullah aynı tavrı sarık için göstermemiştir. Kendisi sarıklı idi, ama bu onun yaşadığı coğrafyanın ve oradaki örfün bir uzantısı olmalıdır. Çünkü başta peygamberimiz olmak üzere müslümanlar değildi sadece sarık saranlar. Ebû Cehiller de, Mekke müşrikleri de sarık sarıyorlardı. Çöl sıcağında yaşayan insanlar, başlarına mutlaka bir örtü sarmak zorunluluğunu hissediyorlardı. Bu ihtiyaç, hâlâ geçerlidir. Adana, Hatay, Diyarbakır gibi yörelerden tutun, Suriye, Ürdün, Suudi Arabistan gibi ülkelerde, mü’min-kâfir çoğu erkek tarafından bu uygulamanın devam ettirile geldiğini görüyoruz. Hem hadis rivâyeti, hem Hz. Ali’nin sözü olarak rivâyet edilen “sarığın bir Arap tâcı” olduğu ifâdesi de bu yorumu doğrulamaktadır. Peygamberimiz’in sarıklı olduğunu belirten ifâdelere yer verildiği halde, sarığı emreden, ya da tavsiye eden bir ifâdeye Kütüb-i Sitte’de rastlamadım. Bununla birlikte, sarığı tavsiye eden bir ifâde Kütüb-i Sitte şerhinde şöyle yer alır: "Sarık sarın da hilminiz ziyâdeleşsin!" Râvî devamla der ki: "Hz. Ali (r.a.) de: "Sarıklar Arapların taçlarıdır" buyurdular." 4219
Câmiu’s-Sağîr adlı hadis kitabında rivâyet edilen bu hadisin şerhinde İbrahim Canan şunları söyler: Sarığın insandaki hilmi (hoşgörülü ve sabırlı olma halini) artırması meselesinde Münâvî şu açıklamayı sunar: "Sarıkla hilminiz artar, göğsünüz genişler. Çünkü kıyafetin güzelleşmesi kişiyi vakar ve ihtişama sevkeder; hafifliği, seviyesizliği ve düşük davranışları terke zorlar. Sünnette sarık sarıldığı zaman, sarığın bir ucunun omuz arasında serbest bırakılması irşad buyrulmuştur, bu müsneddir."
Sarığın taç olarak ifadesi, yine Münâvî'ye göre, onda izzet, cemal, heybet ve vakar bulunması sebebiyledir. Nitekim krallar da taçlarıyla başkalarından ayrılmaktadırlar. Sarıksız olan diğer kalansuveler ise acemler ve hafifmeşreb insanlara aittir ve onları tefrik eden taçları durumundadır.
Bir başka hadiste: "Sarıklar Arapların taçlarıdır. Onu bıraktıkları vakit izzetlerini de bırakırlar" denmektedir. Deylemî'nin bir rivayetinde sarığın terkedilip kalansuvenin alınması kıyamet alâmeti olarak ifade edilmiştir. 4220
Bu konuyla ilgili Enbiya Yıldırım, Hadis Problemleri adlı kitabında şunları söyler: “Sarıkla kılınan namaz, sarıksız kılınan yirmi beş namaza denktir”, “sarıkla kılınan Cuma namazı sarıksız yetmiş Cuma namazına eşittir”, “sarıkla namaz kılmakta on bin sevap vardır” gibi fazilet bildiren hadislerin tamamı
4219] Hadis, Teysir'de Ebû Dâvud'a nisbet edilmiş ise de, onda mevcut değildir. Câmiu's-Sağir'de mevcuttur -1, 555-
4220] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 15/46
- 942 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mevzûdur. 4221
Muâsır Muhammed el-Gazâli, bu hususta şöyle söyler: “Tirmizî ve Ebû Dâvud’un rivâyet ettiği sarıkla ilgili bazı hadisler okudum. Bunların hiçbir kıymeti yoktur. Şeyh Muhammed Hâmid el-Fakî’nin dediği gibi, ‘sarığın faziletiyle ilgili sahih hadis yoktur.’ Çünkü sarık Arap giysisidir. İslâmî bir elbise değildir.4222 İgaller de böyledir. Vâkıa, sıcak iklimler başın örtülmesini mecbur kılar. Beyaz ve geniş elbiseler makbuldür. Soğuk iklimlerde ise sıcak tutması için dar ve kapalı renklerin tercih edilmesi zorunludur…” 4223 “Dış görünüş ve kıyafet itibarıyla Hz. Peygamber’le Ebû Cehil arasında bir fark yoktur. Fark sûretlerde değil; sîretlerdedir. Hz. Peygamber’in şekil ve kıyafetinden nelerin olduğuna değil; Hz. Peygamber’in ahlâkından, dürüstlüğünden, hoşgörü ve insanlığından ne var, ona bakmalıyız. Ona ancak öyle benzeyebiliriz.” 4224
Câmilerde Bir Büyük Bid'at; Mevlid
Mevlid, doğum zamanı ve doğum yeri anlamındadır. Zamanla doğum tarihini kutlamak anlamı kazanmıştır. Mevlid, bugün özellikle câmilerde kullanıldığı şekliyle, Peygamberimiz'in doğumunu anmak ve kutlamak şeklinde uygulanan tören ve okunan şiir anlamında kullanılmaktadır. Osmanlı şâiri Süleyman Çelebi'nin (ölümü, 1422) Vesîletü'n-Necât adlı şiir kitabı bu adla yapılan törenlerde özel bir makam ve usûlle okunduğu için, mevlid dendiği zaman o şiir kitabının okunduğu merâsim akla gelmektedir. Peygamberimiz'in doğumunu anma esprisi de unutulmuş, Peygamber için yazılan bu şiirin okunması kendi başına bir dinî törene, bir ibâdet kabulüne dönüşmüştür. Bugün birçok aile ölüleri için sevap, hatta mutlaka yapılması gerekli dinî vecîbe gibi düşünmektedir. İbâdetler, Allah'a nasıl yaklaşıp hangi uygulamalarla sevaba girileceği nassların hükmü ile belli olur. Yani ibâdetler, fıkhî deyimiyle "taabbudî alandır, tevkîfîdir, vahyîdir. Din tamamlanmıştır, artırma da eksiltme de yapılamaz. Rasûlün ve ashâbın hayatında mevlid diye bir uygulama kesinlikle mevcut değildir. Mevlidi savunanlar şöyle derler: "Mevlid bir vesîledir, biz bu vesîleyle Kur'an okuyoruz, salât ve selâm getiriyoruz, duâ ediyoruz; esas amaç da bunlardır." Cevap olarak deriz ki: Mevlid dışında sayılanların kendi başlarına okunmaları halinde hangi zorluk ve eksiklik çıkıyor da Süleyman Çelebi'nin şiirine sığınılıyor? Süleyman Çelebi'den önce Kur'an okuyanların okudukları boşa mı gitti?
Kur'an ve sünnet, ibâdet anlayışı ile böyle şiir okuyarak sevap kazanılacağı bir ibâdetten bahsetmez. Ayrıca, mevlid şiir gibi değil; Kur'an okunur gibi Kur'an makamıyla okunmakta, Kur'an dinlenir gibi dinlenmektedir. Mevlid türünden kutlamalar, din kaynaklı değil; folklor ve âdet kaynaklıdır. Bu kutlamalar, câmide olmadığı sürece, ibâdet ve sevap kabul edilmemek şartıyla, Kur'an makamıyla ve kutsal metinmiş gibi icrâ edilmediği özelliklerde, salt şiir okur gibi okunursa bir sakıncası olmaz. Bugünkü şekliyle ise, en azından büyük bir bid'at
4221] Aliyyu’l Kari, Masnû, s. 118-119, rakam 177
4222] Hz. Ali’nin “Sarık Arapların taçlarıdır” sözü buna delil olabilecek durumdadır. Bk. İbnu’l-Esîr, Câmiu’l-Usûl, 10/631, rakam: 8235. Bununla beraber bu rivâyet dahi mevzû rivâyet olarak Hz. Peygamber’in hadisi olarak nakledilmektedir. Bk. Beyhakî, Şuabu’l İman, 5/175-176; İbnu’l-Cevzî, Mevdûât, 3/45
4223] Muhammed Gazâli, Sünne, s. 105.
4224] İsmail Yakıt, Peygamber’i Anlamak, İst. 2003, s. 41-42; Enbiya Yıldırım, Hadis Problemleri, Rağbet Y., İst. 2007, s. 180-181
MESCİD
- 943 -
ve hurâfedir. Bugün, bir şiir, ölülere rahmet ve cennete ulaşma vesilesi gibi kabul edildiğinden, Kur'an'dan öne çıkarıldığından, dinin temel ilkeleri açısından çeşitli sakıncalar içerir. Örf dinleşince, din de örfleşir. Örfün kutsallaşmasına seyirci kalmak, dinin tahribine seyirci kalmakla eş anlamlıdır.
Kur'an şöyle buyuruyor: "Allah yalnız başına anıldığında, âhirete inanmayanların kalpleri nefretle ürperir; O'nun berisindeki ilâhlaştırılmış kişiler anıldığında ise hemen müjdelenmiş gibi sevinirler."4225 Tevhid, ibâdet kasdıyla "Allah'ı da anmak" dini değil; "sadece Allah'ı anmak" dinidir. Câmiye sokulup ibâdet kasdıyla okunan mevlidin, sadece bid'at olarak kalmayacağı, bu anlayış ve kabulün şirk kapsamına girebileceğini bu riski taşıdığını belirtelim.
Bir Büyük Bid'at Daha; Mescidlerin Süse Boğulması
Mescidin meşrû ve makul süsü, orada bolca secde edilmesi, çokca insanın ibâdetle mescidi şenlendirmesidir. Asr-ı saâdette mescide biçilen roller, ne oranda uygulanabilirse onları icrâ etmekle mescidlerin yüzü gülecektir. Mescide gidenlerin süslenmeleri, temiz ve güzel giyinmeleri Kur'an'ın tavsiyesidir.4226 Ama mescidleri, hem de gözü meşgul edecek, ibâdetteki huşûya engel olacak şekilde süslemek, abartılı tarzda ziynetlere, desen ve boyalara boğmak din açısından yanlıştır. Konuyla ilgili hadis-i şeriflerde şöyle buyrulur: "Mescid yükseltmekle, mescid süslemekle emrolunmadım."4227; "İnsanlar, mescid yapma yarışına girip bununla övünmedikçe kıyâmet kopmaz."4228; "Sizin benden sonra, yahûdilerin havralarını, hıristiyanların da kiliselerini süsleyip püsleyerek yükselttikleri gibi, mescidlerinizi süsleyip püsleyeceğinizi görür gibiyim."4229; "Bir topluluk, mâbedlerini süsleyip püsleme hastalığına tutulmadıkça, ameli çirkin ve zararlı hale asla gelmez."4230 Sahâbî fakîhlerinden İbn Mes'ud (r.a.) Kûfe'ye ilk geldiğinde süslü, nakışlı bir câmi gördü ve şöyle dedi: "Bunu kim yaptıysa Allah'ın malını O'na isyanda harcamış."
Olayın israf boyutu da önemlidir. Mescidin gereksiz süslerine, kubbelerine yatırılacak para ile cemaat bulunup, oluşturulan cemaatin seviyelerini arttırmaya, İslâm ve müslümanlar için zarûri ihtiyaçlara kullanmak çok daha faziletli olacaktır. Paraları gereksiz taşlara ve süslere yatırmak yerine; dâvâya, insana, cemaate yatırmak dinin maslahatı açısından önemlidir. Mescidleri çok görkemli yapmışsın, süslemişsin, cemaati olmadıktan sonra neye yarar? Sağlam yetişen cemaat ise, bulunduğu her yeri mescid yapabilir, her yerde ibâdetini yerine getirebilir.
Câmilerimizin Yeniden İhyâsı
Câmilerimizle ilgili problemler, bu sayılanlardan ibaret değil elbet. Daha onlarca ilâve edilecek dertlerimiz var. İmamların maaşlarının kaynağı ve geliş sebebi, câmilerin ve imamların özgür olup olmadığı gibi hayatî sorunlar... Eskiden câmilerin onarım, tâmir ve günlük masrafları ve imamların maaşları başta olmak üzere, câmi kursları, cemaatin yetişmesi için gerekli harcamalar, müslüman zenginler tarafından oluşturulmuş özel vakıflar/akarlar sayesinde yürütülüyordu.
4225] 39/Zümer, 45
4226] 7/A'râf, 31
4227] Ebû Dâvud; et-Tâc, 1/243
4228] İbn Mâce, Mesâcid 2
4229] İbn Mâce, Mesâcid 2
4230] İbn Mâce, Mesâcid 2
- 944 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yani, ne laik düzenlerin ve ne de fert olarak bir müslüman şahsın maaş veya yardımı ile kendisine bağlayıp kendi zihniyetine göre hizmet beklentisi olmuyodu. Câmi içindeki hizmet ve faâliyetler, tüzel kişilik olarak cemaatler ve vakıflar eliyle, Kur’an’da belirtilen câmiyi îmar etme hakkı olanlar4231 tarafından yapılmayınca, devletin emrinde namaz kıldırma memurları, laik düzenden sadece maaş almıyor, emir de alıyorlar. Eski vakıfların tümüne el koyan T.C. yeni vakfiyelere (câmi bahçesine yapılan binalara) de el koyuyor. Müslümanlar da, câmi ve çevresine binalar ve yatırımlar yaparak, farkında olmadan devlete çalışmış oluyor.
Sayılamayacak kadar çok vakıf mallarına el koyan, şimdiki câmi çevresinde yapılanlara da sahip çıkan Vakıflar Genel Müdürlüğü, bu paraların bir kısmı ile Vakıflar Bankası kurmuş, diğerleri de devlet kurumlarına ve vakıfla hiç ilgisi olmayan kişi ve kuruluşlara dağıtılmıştır. Halk, farkında olmadan da olsa, câmiye yardım yaparak devlete, bankaya yardım yapmış olmakta...
Câmileri cemaatlerin, İslâmî sivil toplum kuruluşlarının yönetmesi, Dine özgürlük ve laiklik gereği olduğu halde, böyle olmuyor. Eskiden olduğu gibi, köylü veya mahalle sâkinleri imamlara maaş versin demek de problemi temelden çözmüyor; o zaman eskiden köylerde, köy imamlarına karşı bakıştaki müşkiller hortlayacaktır: Hocaların çok yemesi, halkın eline bakması...
İslâm kültüründe ve tarihimizde "imam", sıfatının devlet başkanına verilen ad olduğu, devlet başkanlarının aynı zamanda imamlık yaptığını biliyoruz. Şimdi, fıkra ve karikatür kahramanı, gerici, yobaz, toplumda ağırlığı olmayan biri konumunda. İlköğretim yaşlarındaki çocuklara sorun bakalım, içlerinden hiç, “ben, büyüyünce imam olacağım!” diyen çıkacak mı?
“Müftü” fetva veren demektir. Bugün fetva için müftülere danışan var mı, hiç sanmam. Onlar personel işlerine bakan müdür/âmir konumundalar, resmi formaliteleri yerine getirmeye, biraz da devlet ile vatandaşı kaynaştırmaya çalışan insanlar olarak gözükmektedir. Diyanet teşkilâtı, çok boyutlu kanayan ve kokuşan bir yara ve ameliyatsız çözümü mümkün olmayan bir yapı...
Hutbe konuları... (spor, milli bayramlar, verem savaş, trafik vb. devletin ihtiyaç duyduğu durumlarda hangi konu gerekiyorsa...) Ve lânetlik suçun bazı câmilerde işlenmediğini kimse iddia edemez: Hakkı gizlemek, hatta çarpıtmak, hakla bâtılı karıştırmak.
Cuma, bayram ve teravih namazları öncesi yapılan vaazlar, canlılığını yitirdi. Her iki anlamda “canlı” değil öğüt ve nasihatler. Meslek anlayışıyla ve görev icabı yapılması yönüyle canlı ve heyecanlı, diriltici içerik ve üslûp tutturulamadığı gibi; çoğu câmide canlı bir konuşmacı yok kürsülerde, sayılı birkaç câmide bir vâizin konuşması, kablo ile sadece ses olarak diğer câmilere ulaşıyor; telefon dinler gibi, uzaktan kumandalı şekilde vaazlar icrâ ediliyor. Böylece bir taşla çok kuş vurulduğu düşünülüyor, ama vaazlar da kuşa benzetiliyor. Resmî yetkililer, birkaç resmî vâizi seçerek, onları kontrol altında tutarak yönlendirmeyi daha kolay görüyor olmalı. Yarın imamlar da vâizler gibi cansız ve sesin yeterli görülmesiyle görev yaparlarsa şaşırmayın. Bir câmiden, hatta sadece Ankara’dan tek bir merkezden imam, hatip tekbir getirir, filan câmide sesi elektronik aygıtlarla duyan cemaat, o komuta uyarak rükûya ve secdeye gidebilir. “Olmaz, olmaz!”
4231] 9/Tevbe, 17-18
MESCİD
- 945 -
demeyin; burası Türkiye; olmaz olmaz!
İslâm hâkimiyetinde her yer, üzerinde namaz kılınabilecek temizlikte olacağı, yani mescide benzeyeceği gibi, küfrün egemenliğindeki günümüzde de her yer tapınaklara benziyor. Müzikholler, stadlar, borsalar, bankalar, nice kurumlar, okullar, meclisler, hatta kanallar, sokaklar, çarşılar... mâbed değil de nedir? Oradaki insanlar, ibâdet halinde değiller mi dersiniz?
Günümüz insanı, çok kıbleli, çok mâbedli, çok imamlı (önderli) ve çok dinli. Câmi, hayatımızın merkezi ve her şeyimiz câmiye uygun olmadıkça bu problemler azalmayacak, aksine gittikçe artacaktır.
Hâlbuki;
“Minâreler süngü, kubbeler miğfer;
Câmiler kışla, mü’minler asker!”
olmalı.
Câmilerimizle ilgili büyük problemlerimize rağmen, müslüman gençlerin câmileri terk etmeye haklarının olmadığı kanaati taşıyoruz. Şuurlu genç müslümanlarla câmi arasındaki ilişki, bebekle anne arasındaki bağ gibidir. İkisinin birbirinden koparılması her ikisinin de perişan olmasına sebep olacaktır; biri diğeri olmadan sağlıklı şekilde yaşayamaz. Câmiler, tevhidî düşünen gençler olmaksızın mânen harap olacağı/olduğu gibi; câmilerden koparılan gençler de öksüz kalacak, temel ihtiyacı olan "mescid anası"nın sütünden, onun kucaklayan ilgi, sevgi ve şefkatinden mahrum olacaktır.
İslâm devleti ile başlayan mescid, cemaatleşme ve devletleşmede önemli roller üstlenmiştir. Gelecekteki İslâm inkılâbı, câmilerin yeniden kazanılması ile halkın inancını bilmesi, ona sahip çıkması ve liyâkatini yükseltmesi ile mümkün olacaktır. Câmilerini kazanamayan insanların neyi kazanabilecekleri sorgulanmalıdır. Câmilerine sahip çıkamayan insanların hangi değerlerine sahiplik yapabilecekleri düşünülmelidir. İslâm’ı bu topraklara, sosyal ve siyasal hayata hâkim kılma mücâdelesinde, İslâmî değişim ve dönüşüm projesi için en doğal müttefiklerimiz olan veya olması gereken imam ve cemaatle uzlaşamıyor, mesajımızı onlara ulaştıramıyor, onlarla anlaşacak bir yol bulamıyorsak, böyle bir anlayış, câmi ve cemaatten önce kendi tavrımızın sorgulamasını gerektirmektedir. Unutmayalım ki İslâm, hemen her peygamber döneminde, garip ve kültürsüz kabul edilen müstaz’aflar tarafından kabul gördü. İslâm, câmilerden etrafa halka halka yayıldı. Önce câmilerimizi kurtaralım, o câmiler bizi kurtaracaktır.
Câmileri diriltmek ve câmide dirilmek için güzel imkânların oluşması ümidiyle...
- 946 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mescid Konusuyla İlgili Âyet-i Kerîmeler
A- Mescid ve Çoğulu Mesâcid Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Taplom 28 âyet): 2/Bakara, 114, 144, 149, 150, 187, 191, 196, 217; 5/Mâide, 2; 7/A’râf, 29, 31; 8/Enfâl, 34; 9/Tevbe, 7, 17, 18, 19, 28, 107, 108; 17/İsrâ,1, 1, 7; 18/Kehf, 21; 22/Hacc, 25, 40; 48/Fetih, 25, 27; 72/Cinn, 18
B- Mescid-i Harâm Teriminin Geçtiği Âyetler: 2/Bakara, 144, 149, 150, 191, 196, 217; ; 5/Mâide, 2; 8/Enfâl, 34; 9/Tevbe, 7, 19, 28; 17/İsrâ, 1; 22/Hacc, 25; 48/Fetih, 25, 27.
C- Mescid-i Aksâ: 17/İsrâ, 1.
D- Mescid-i Dırâr: 9/Tevbe, 107
E- Mescid-i Takvâ: 9/Tevbe, 108
F- Mescid Kelimesinin Kökü Olan Secde ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (Mescid ve Mesâcid Kelimeleri Hâriç, Toplam 64 Âyet): 2/Bakara, 34, 34, 58, 125; 3/Âl-i İmrân, 43, 113; 4/Nisâ, 102, 154; 7/A’râf, 11, 11, 11, 12, 120, 161, 206; 9/Tevbe, 112; 12/Yûsuf, 4, 100; 13/Ra’d, 15; 15/Hıcr, 29, 31, 32, 98; 16/Nahl, 48, 49; 15/Hıcr, 30, 33; 17/İsrâ, 61, 61, 61, 107; 18/Kehf, 50, 50; 19/Meryem, 58; 20/Tâhâ, 70, 116, 116; 22/Hacc, 18, 26, 77; 25/Furkan, 60, 60, 64; 26/Şuarâ, 46, 219; 27/Neml, 24, 25; 32/Secde, 15; 38/Sâd, 73, 75; 39/Zümer, 9; 41/Fussılet, 37, 37; 48/Fetih, 29, 29; 50/Kaf, 40; 53/Necm, 62; 55/Rahmân 6; 68/Kalem, 42, 43; 76/İnsan, 26; 84/İnşikak, 21; 96/Alak, 19.
G- Mescid Konusu
a. Mescidler Allah’ındır: 72/Cinn, 18.
b. Mescid Yapmak ve Korumak: 9/Tevbe, 17-18.
c. Mescidleri İmar ve Koruma Hakkı Mü’minlerindir: 9/Tevbe, 17-18.
d. Müşriklerin Mescidleri İmar ve Koruma Hakları Yoktur: 9/Tevbe, 17-18.
e. Mescid Düşmanlığı Yapanlar: 2/Bakara, 114.
H- Kıble
a. Kıble, Mescid-i Haram Kâ’be)’dır: 2/Bakara, 149-150.
b. Namazda Kıbleye Dönmek: 2/Bakara, 115, 142.
c. Kıblenin Değişmesi: 2/Bakara, 142-145, 149-150.
d. Kıblenin Değişmesini Dillerine Dolayan Ehl-i Kitaba Cevap: 2/Bakara, 177.
İ- Ezan
a. Ezanla Namaza Çağırmak:5/Mâide, 58; 41/Fussılet, 33.
b. Cum’a Ezanı: 62/Cum’a, 9.
c. Müezzinlerin Fazileti: 41/Fussılet, 33.
Konuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhârî, Ezân 46, 49, 81, 160; Salât 41, 42, 44, 45, 47, 49, 52, 54, 59, 60, 62, 65, 70-72, 74, 77, 83; Teheccüd 25; İtikâf 17; İlm 6, 8, 23, 24, 52; Iydeyn 7-8; Mescidü Mekke 1, 6; Enbiyâ 40; Menâkıbu’l-Ensâr 45; Cum’a 11; Savm 68; Mekâtib 1-3; Ahkâm 18-29; Husûmât 4; Sulh 9-13, Fazlu ‘s-Salât fî Mescid-i Mekke ve’l-Medîne 1, 6.
Müslim, Mesâcid 1-316, 24, 25, 69, 73, 79-81; Sıfatu’l-Münâfıkîn 82-83; Hacc 250, 415, 505-511, 512; Zühd 43, 44; Cihad 59, 67; Müsâfirîn 68-70, 191, 213.
İbn Mâce, Mesâcid 1-19, 5, 11; Mukaddime 17; Ahkâm 9; Hudûd 31; Diyât 2; İkamet 53, 194; Tahâret 78, 126.
Ebû Dâvud, Tahâret 93; Salât 13, 18, 23, 46, 53, 54, 199; Talâk 40; Menâsik 94; Vitr 14; İman 3; Büyû’ 37; Itk 53; Et’ıme 41; Hudûd 37.
Tirmizî, Salât 126; Cum’a 64; Nikâh 6; Menâkıb 18.
Nesâî, Tatbîk 78; Mesâcid 1-46; İmâmet 50.
Ahmed bin Hanbel, Müsned II/106, 178, 349, 420, 503; III/404, 434; IV/85, 229, 247; V/156, 157, 185, 328.
Dârimî, Mukaddime 32, 51.
MESCİD
- 947 -
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Câmi Âdâbı, Salahaddin Basan Çelebi, Şahsi Y.
2. Câmilerin Çağrısı, İbrahim Balcı, Medine Balcı, Ebrar Y.
3. Câminin Kaybolan Mâhiyeti, Mehmet Şahin, Şahsi Y.
4. İslâm’da Cami ve Cemaat, Ahmed R. Özbay, Fazilet Kitabevi Y.
5. Câmide Dans Var, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y.
6. Mâbetsiz Şehir, Osman Yüksel Serdengeçti, Türk Edebiyatı Vakfı/Görüş Y.
7. İbâdetler ve Mâbedler, Mehmet Emre, Erhan Yayın Dağıtım
8. Yeni Türkiye’de İslâmlık, Gotthard Jaschke, Bilgi Y.
9. Cumhuriyet Dönemi Din-Devlet İlişkileri, 1-3, H. Hüseyin Ceylan, Rehber Y.
10. Siyasi İdari Sistemlerle İlişkileri Açısından Din Bürokrasisi, Davut Dursun, İst, 92
11. Yönetim-Din İlişkileri Açısından Osmanlı Devletinde Siyaset ve Din, Davut Dursun, İst, 92
12. Şeriatten Laikliğe, Sadık Albayrak, Sebil Y.
13. Türkiye’de Din Kavgası, Sadık Albayrak, Şahsi Y. İst, 73
14. Tarihte Meşihat Makamı, İlmiye Sınıfı ve Meşhur Şeyhülislâmlar, Veli Ertan, Bahar Y.
15. Din Eğitimi, Din Müesseseleri ve Din Âlimleri, Veli Ertan, Hasan Küçük, Türdav Y.
16. Ulema ve Dinî Otorite, Derleme (Heyet), İnsan Y.
17. Din Öğretimi ve Din Hizmetleri Semineri, Heyet, Diyanet İşleri Başk. Y.
18. Türkiye’de Dinî Hayat, M. Emin Köktaş, İşaret Y.
19. Saray Mollaları, Mustafa Çelik, Misak Y.
20. İmam Müezzin, Cemaat ve Cem. Hakkında Birkaç Uyarı, M. Hamdi Güner, Şahsi Y. İst, 78
21. T.C. Başbakanlık Diyanet İşleri Başkanlığı, İsmail İşi, Ank, 1987
22. Açıklamalı Diyanet İşleri Başkanlığı Mevzuatı, Ahmet Uzunoğlu, Ank, 1980
23. Müslüman Toplum Laik Devlet, Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı, İştar B. Tarhanlı, İst, 1993
24.T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, (Ahmet Önkal, Mehmed Şener, Nebi Bozkurt), T.D.V. Y. c. 7, s. 46-92
25. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. 1/271-273; 3/351-352; 4/147-155, 187-189, 195-197
26. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, Kuba Y. c, 13, s. 243-278
27. Kur’ân-ı Kerim’in Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sâbuni, Şâmil Y. c. 1, s. 88-106
28. Fıkhu’s Siyre, Peygamberimiz’in Uygulamasıyla İslâm, M. S. Ramazan el-Bûti, Gonca Y. s. 203-209
29. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 397-399, 101-105, 170-173, 301-303
30. İslâm Müesseselerine Giriş, Muhammed Hamidullah, Düşünce Y. s. 45-73
31. Dinî Hayatın Psiko-Sosyal Temelleri, Ali Murat Daryal, İFAV Y. s. 91-116, 271-272
32. Tartışılan Sorular, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y. s. 69-79
33. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 124-126
34. İbâdet mi Âyin mi? Mustafa Karataş, Dersaadet, s. 86-107
35. Namaz, Bir Tevhid Eylemi, Abdullah Yıldız, Pınar Y. s. 59-64, 70-73, 167-181, 186-189
36. Laik Düzende Dini Yaşamak, Hayreddin Karaman, İz Y. 2/35-36, 294-296
37. Türkiye’de İslâmlaşma ve Önündeki Engeller, Hayreddin Karaman, Ensar Neşriyat, s. 24-27
38. Bu Din Benim Dinim Değil, Abdurrahman Dilipak, İşaret/Ferşat Y.
39. Selefin İzinde, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 7-26, 245-270
40. Yeryüzünün Vârisleri, Kul Sadi Yüksel, Madve Y. s. 269-273
- 948 -
KUR’AN KAVRAMLARI
41. Namaz, Bir Tevhid Eylemi, Abdullah Yıldız, Pınar Y.
42. Tartışılan Sorular, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y. s. 64-79
43. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y. s. 55-69
44. Tevhidin Düşmanı Tefrika, Ramazan Yıldız, Mücahede Y. s. 155-171
45. İnsanları Tefrikaya Düşüren Faktörler, Mahmut Balcı, İhtar Y. s. 94-96
46. İslâm’da Din-Devlet İlişkileri, Hayreddin Karaman, Türkiye Günlüğü, sayı 13, Kış 90
47. Tefsîr-i Kebir (Mefâtihu'l-Gayb), Fahruddin er-Râzî, Akçağ Y. c. 3, s. 354-377
48. Sanat Bilinci, Ahmed Kalkan, Denge Y. s. 71-81

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 19:49

HZ. MERYEM (R.A.)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

HZ. MERYEM (R.A.)

- 833 -
Kavram no: 129
Kıssalar 4
Bk. İsa (a.s.); Peygamberlik; Gayb
HZ. MERYEM (R.A.)


• Hz. Meryem; Hayatı ve Şahsiyeti
• Meryem Sûresi
• Kur’ân-ı Kerim’de Meryem (a.s.)
• Hadis-i Şeriflerde Meryem (a.s.)
• Adayış; Vakıf İnsan Meryem
• Hz. Meryem; Putlaştırma ve İftirâya, Hakarete Uğrama İmtihanı Arasında Örnek Bir Şahsiyet
• Hz. İsa’nın Babasız Doğma Mûcizesi
• Tefsirlerden İktibaslar
“İmrân’ın karısı şöyle demişti: ‘Rabbim! Karnımdakini tümüyle hür bir kul olarak sırf Sana adadım. Adağımı kabul buyur. Şüphesiz (niyâzımı) hakkıyla işiten ve (niyetimi) bilen Sensin.”
“Fakat çocuğu kız olarak doğurunca, Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilmekte iken: ‘Rabbim onu kız doğurdum, (Beyt-i Makdis’e hizmet bakımından) erkek kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. O’nu ve soyunu lânetlenmiş şeytana karşı korumanı diliyorum’ dedi.”
“Rabbi Meryem’e hüsn-i kabul gösterdi; onu güzel bir bitki olarak yetiştirdi. Zekeriyyâ’yı da onun bakımı ile görevlendirdi. Zekeriyyâ, onun yanına, mâbede her girişinde orada bir rızık bulur ve ‘Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?’ der; o da: ‘Bu, Allah tarafındandır, çünkü Allah, dilediğine sayısız rızık verir’ derdi.”3796
Hz. Meryem; Hayatı ve Şahsiyeti
Hz. Meryem, ulul-azm peygamberlerden biri olan Hz. İsa’nın (a.s.) annesidir. İsrâiloğullarının ileri gelenlerinden ve âlimlerinden biri olan ve Dâvud (a.s.)'un soyundan gelen İmran'ın kızıdır: “Allah iman edenlere namusunu koruyan, İmran’ın kızı Meryem'i de misal gösterir.”3797 Meryem "dindar kadın" demektir. Erkeklerden sakınan, iffetli anlamında "Betül" adıyla da adlandırılır. İmran'ın hanımı Hanna, kısır bir kadın olup, hiç çocuğu olmamış idi. Bir gün bir ağacın gölgesinde otururken yavrusunu doyurmaya çalışan bir kuş gördüğünde bu olay içindeki çocuk sahibi olma duygusunu alevlendirdi.3798 Kendisine bir çocuk ihsan etmesi için Allah'a duâ etti ve duâsı kabul edilirse çocuğunu Beytül-Makdis'e hizmetçi olarak adadığını söyledi: "Bir zamanlar İmran'ın karısı şöyle demişti: Rabbim, karnımda
3796] 3/Âl-i İmrân, 35-37
3797] 66/Tahrîm, 12
3798] İbnül-Esir, el-Kâmil fi't-Tarih, Beyrut 1979, I, 298
- 834 -
KUR’AN KAVRAMLARI
taşıdığım çocuğu sadece Sana hizmet etmek üzere adadım. Bunu benden kabul et"3799 Hanna bu adamayı yaparken çocuğunun bir kız olma ihtimali aklına gelmemişti. Eğer çocuk kız olursa Beytül-Makdis'te hizmette bulunması nasıl mümkün olabilirdi? Kadınların özel durumları buna müsaade etmediği gibi, kurallara göre de bu imkânsız bir şeydi. Bunun içindir ki, Meryem, dünyaya geldiği zaman annesi, Allah Teâlâ'ya şöyle seslenmişti: “... Rabbim! Ben onu kız doğurdum; hâlbuki Allah onun ne doğurduğunu çok iyi biliyordu. Erkek, kız gibi değildir. Ben onun adını Meryem koydum. Onu ve neslini kovulmuş şeytanın şerrinden sana emânet ediyorum.”3800 Babası İmran, Meryem'in doğumundan önce vefat etmişti.
Hanna, çocuğu kundaklayıp Beytül-Makdis'e götürerek, orada görevli bulunanlara teslim etti. Çocuğun gözetilmesi görevini Yahya (a.s.)'nın babası Zekeriyyâ (a.s.) üstüne aldı. Zira onun hanımı, Meryem'in teyzesi veya kardeşi idi. 3801
Böylece Hz. Meryem, bir peygamber'in koruması altında yetişti. Zekeriyya (a.s.) onun için mescidde özel bir yer (mihrab) tahsis etmişti. O burada sürekli ibâdet ve duâ ile meşgul olurdu. Yanına Zekeriyyâ (a.s.)'dan başkası giremiyordu. Zekeriyyâ (a.s.) yiyecek bir şeyler vermek için yanına girdiğinde, her defasında yiyeceklerle karşılaşıyordu. Bu yiyecekler, yazın kış meyveleri ve kışın da bulunmayan yaz meyveleri idi. Allah Teâlâ, peygamber annesi yapacağı şerefli bir kadını bu şekilde rızıklandırıyordu. Olay Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatılır: "Rabbi onu, güzel bir şekilde kabul etti. Ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi ve Zekeriyyâ’yı onun bakımına memur etti. Zekeriyyâ, Meryem'in bulunduğu mihraba her girdiğinde onun yanında yiyecek rızık buldu. ‘Bu, sana nereden geldi ey Meryem?" dedi. Meryem; ‘O, Allah tarafındandır. Şüphesiz Allah dilediğini hesapsız bir şekilde rızıklandırır’ dedi." 3802
Meryem, bu temiz ortam içerisinde iffetli ve şerefli bir şekilde yetişti. Allah Teâlâ'nın koruması altında Beytül-Makdis civarında hayatını sürdüren Hz. Meryem'e melekler sürekli gelerek, kendisine Allah indindeki makamını ve Allah'ın onu diğer kadınlar arasından bir peygamber annesi yapmak için seçtiğini müjdeliyorlardı.
"Bir zaman melekler şöyle demişti: ‘Ey Meryem! Allah seni kendi tarafından bir emirle meydana gelecek olan bir çocukla müjdeler ki, onun adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir. Dünya ve âhirette şeref sahibi ve Allah'a yaklaştırılanlardan olacaktır. İnsanlara, beşikte iken de konuşacaktır. O, sâlih kimselerden olacaktır."3803 Hz. Meryem, kendisine verilen bu haber karşısında hayretler içerisinde kalmıştı. Onun bu durumu Kur'an'da şöyle ifade edilir: “Meryem; ‘Rabbim! Bana hiçbir insan dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?’ dedi. Allah da şöyle dedi: Bu böyledir. Allah dilediğini yaratır. O, bir şeyin olmasına hükmedince ona sadece ‘ol’ der ve o da hemen oluverir.” 3804
Bir gün, Allah Teâlâ, Cebrâil (a.s.)'ı parlak yüzlü ve güzel görünümlü bir genç sûretinde ona gönderdi: "Ailesi ile kendisi arasına bir perde koymuştu. Biz ona
3799] 3/Âl-i İmrân, 35
3800] 3/Âl-i İmran, 30
3801] İbnül-Esir, a.g.e., I, 299; Ali Sabûnî, en-Nûbûvve vel-Enbiya, Dımaşk 1985, 201
3802] 3/Âl-i İmrân, 37
3803] 3/Âl-i İmrân, 45-46
3804] 3/Âl-i İmran, 47
HZ. MERYEM (R.A.)
- 835 -
meleğimiz Cebrâil'i gönderdik de ona tam bir insan sûretinde göründü."3805 Hz. Meryem, onu bir insan zannettiği ve kendisine bir zarar verebileceğinden korktuğu için ne yapacağını şaşırmıştı. Etrafta o an yardıma çağırabileceği kimse de yoktu. Allah'a sığınmaktan başka çaresi kalmayan Hz. Meryem, ona; "Ben senden, Rahman olan Allah'a sığınırım. Eğer Allah'tan korkuyorsan bana dokunma’ dedi." 3806
Cebrâil (a.s.) bir insan şeklinde değil de, melek sûretinde gelmiş olsaydı, onu görünce dehşete düşüp ondan kaçacak ve söylediklerini dinlemeye tahammül edemeyecekti. Onun bu korkusunu gidermek ve geliş sebebini anlatmak için Cebrâil (a.s.) ona şöyle dedi: "Ben, sana nezih ve kabiliyetli bir erkek çocuk bağışlamak için Rabbinin gönderdiği bir elçiden başkası değilim." 3807
Hz. Meryem onun Cebrâil (a.s.) olduğunu anlayınca, sâkinleşti ve getirilen haber daha önce kendisine bildirilmiş bir şey olduğu halde3808 yine de hayretini ifade etmekten kendini alıkoyamadı ve kendisine hiçbir erkek eli değmemiş; iffetli bir kimse olduğu halde bunun nasıl mümkün olabileceğine bir cevap almak istedi. “Meryem: ‘Benim nasıl çocuğum olabilir? Bana hiçbir beşer dokunmamıştır. Ben iffetsiz de değilim’ dedi.” 3809
Cebrâil (a.s.) şöyle cevap vermişti: "Bu iş dediğim gibi olacaktır. Çünkü Rabbin buyurdu ki, ‘Babasız çocuk vermek bana pek kolaydır. Hem Biz onu nezdimizden insanlara bir mûcize ve rahmet kılacağız. Ezelde böyle takdir ettik." 3810
Allah Teâlâ, İsa (a.s.)'nın babasız doğmasını takdir ettiğinden, onu mûcizevî bir şekilde dünyaya getirmek için ruhundan üfleyerek yaratmıştır. Meryem'in gebe kalmasını Allah Teâlâ şöyle açıklamaktadır: “Nihâyet Allah'ın emri gerçekleşti. Meryem İsa’ya gebe kaldı.”3811; “Irzını koruyan Meryem'i de hatırla. Biz ona ruhumuzdan üfledik. Onu da oğlunu da âlemlere bir mûcize kıldık.”3812; "Biz ona, ruhumuzdan üfledik. O, Rabbinin sözlerini tasdik etmişti ve itaatkâr olanlardandı." 3813
Hz. Meryem gebe kalınca, insanların bulamadığı bir yere çekilip tek başına beklemeye başladı: "Hâmileyken, insanlardan ayrılıp uzak bir yere çekildi" İnsanların gözünden uzak bir yere çekilmesi kavminin şüphe ve itham dolu bakışlarından kurtulmak içindi. Zaten o, başına gelen bu büyük hâdiseyi insanlara nasıl izah edeceğini bilemediğinden, sıkıntı içinde ne yapacağını şaşırmıştı.
Hâmilelik müddeti hakkında farklı görüşler bulunmaktadır. Bir kısmı, bu müddetin bir veya dokuz saat kadar olduğunu söylerken; diğer bir kısmı da, sekiz ay olduğunu söylemişlerdir.3814 Sahih olan, cumhûrun görüşüne göre ise, bir kadının tabiî hâmilelik müddeti kadar gebe kalmış ve yine aynı tarzda çocuğunu doğurmuştur. 3815
3805] 19/Meryem, 16
3806] 19/Meryem, 18
3807] 19/Meryem, 19
3808] 3/Âl-i İmrân, 45-46
3809] 19/Meryem, 20
3810] 19/Meryem, 21
3811] 19/Meryem, 22
3812] 21/Enbiyâ, 91
3813] 66/Tahrîm, 12
3814] Sabunî, a.g.e., 202
3815] İbn Kesir, Tefsir, İstanbul 1985, V, 216
- 836 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Doğum sancıları gelince, insanlardan uzaklaşmış olduğu yerdeki bir hurma ağacının altına sığınmak zorunda kaldı. O, bu haldeyken insanların onu itham edecekleri şeyden dolayı ne kadar büyük bir bunaltı yaşadığını şu âyet-i kerîme açık bir şekilde ortaya koymaktadır: “Doğum sancısı onu hurma dalına yaslanmaya zorladı. Haline üzülerek: ‘Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim’ dedi.” 3816
Hz. Meryem'in o anda zihnen içinde bulunduğu sarsıntıyı gidermek ve Allah Teâlâ'nın koruması altında olduğunu hatırlatıp teskin etmek için ona şöyle seslenildi: "Sakın üzülme! Rabbin alt tarafından bir ırmak akıttı. Hurma dalını kendine doğru silkele, üzerine taze ve olgun hurmalar dökülsün." 3817
Hz. Meryem'e seslenenin kim olduğu hususunda, müfessirler ayrı görüşler belirtmişlerdir. Bir kısmı bunun Cebrâil olduğunu ifâde emektedir. Cebrâil vâdinin aşağısından ona seslenmişti. Bu görüşe göre Hz. İsa (a.s.), annesi onu kavmine getirinceye kadar konuşmamıştır. Diğer bazı müfessirler, ona seslenenin İsa (a.s.) olduğu görüşündedirler. 3818
Hz. Meryem, çocuğunu dünyaya getirmişti. Ancak, kavminin yanına, onların bu konuda içinde bulundukları fitne halini bildiği halde nasıl dönebilirdi? Onu, hak etmediği halde, iffetsizlikle itham edeceklerdi. O, içinde bulunduğu durumun içyüzünü onlara nasıl inandırabilirdi? Bu karmakarışık düşünce ve sıkıntı halinde ne yapacağım şaşırmışken, ona seslenen; sıkılmadan yiyip içmesini ve kavmine gidince nasıl davranması gerektiğini şöyle bildirmişti: “Ye, iç; gönlünü hoş tut. Eğer birini görürsen, ‘Rahman olan Allah’a konuşma orucu adadım, bu gün, kimseyle konuşmayacağım’ de” 3819
İbn Zeyd şöyle demektedir: İsa (a.s.), annesine, "mahzun olma" dediğinde o; "Benim bir kocam olmadığı ve kimsenin câriyesi de olmadığım halde sen benimle birlikte iken nasıl üzülmeyeyim? Ben insanlara nasıl bir özür beyan edebilirim? Keşke başıma böyle bir şey gelmeden önce ölseydim de unutulup gitseydim" dedi. Hz. İsa ona; "konuşmak için sana ben yeterim. Sana bir soru yöneltilirse; ‘ben Rahmân'a oruç adadım, onun için bugün hiçbir kimseyle konuşmayacağım’ de" dedi. İbn Zeyd, bunların, annesine Hz. İsa tarafından söylendiğini belirtmektedir. 3820
Hz. Meryem, Rabbinin mûcizelerini görünce, yaratanının kendisini koruduğunu ve kavmine karşı da mahçup etmeyeceğini idrâk etmenin verdiği bir huzura kavuştu. Çünkü yanında mutlak anlamda bir delil vardı ve ortadaki mûcizevî olayın ispat edilmesi de Allah için kolay bir şeydi. Bu inanç içerisinde Hz. İsa'yı alıp kavminin yanına gitti. Bu, kavmi için de çözülmesi kolay olmayan bir durumdu. Zira onlar daha dogmadan mâbede adanmış ve orada ibâdete dalmış tertemiz, iffetli bâkireyi kucağında bir çocukla karşılarında görünce dehşete düşüp sarsıntı geçirdiler.
Hz. Meryem'in çocuğunu kucaklayıp kavmine gelmesi ve kavminin tepkisi Kur'ân-ı Kerim’de şöyle dile getirilir: “Meryem, İsa’yı yüklenerek kavmine getirdi.
3816] 19/Meryem, 23
3817] 19/Meryem, 24-25
3818] bkz. İbn Kesir, a.g.e., V, 218
3819] 19/Meryem, 26
3820] İbn Kesir, a.g.e., V, 220
HZ. MERYEM (R.A.)
- 837 -
Kavmi, hayretler içinde şöyle dediler: Ey Meryem! Doğrusu sen görülmemiş bir iş yaptın. Ey Hârun'un kız kardeşi Meryem! Senin ne baban ahlâksız, ne de annen iffetsizdi.” 3821
Zikredilen Hârun, Hz. Meryem'in soyundan geldiği, Mûsâ’nın (a.s.) kardeşi Hârun’dur (a.s.). Kavmi ona bu şekilde hitap etmekle; onun işlediğini zannettikleri fiil ile Hârun’un (a.s.) yolu arasındaki büyük tezadı vurgulayarak, yaptığı şeyin ne kadar acâyip bir şey olduğunu ortaya koymayı amaçlamışlardı. İbn Cerir'in söylediğine göre ise, Hârun aralarında bulunan fâcir bir kimsedir ve onlar Meryem'i itham ederken kötü bir kimsenin kardeşi yaparak, onu aşağılamak istemişlerdi. 3822
Onların bu ithamları karşısında Hz. Meryem, kendisini kınayanlarla alay edercesine çocuğu gösterdi ve bu olayların sırrını ona sormalarını işaret etti. Ancak onlar öfkeye kapılarak, hayretler içerisinde beşikteki bir çocuğun konuşmasının nasıl mümkün olabileceğini sordular: Bunun üzerine Meryem çocuğu gösterdi: "Biz beşikteki çocukla nasıl konuşabiliriz’ dediler."3823 Bunu üzerine Hz. Meryem'i aklayan İlâhî mûcize gerçekleşti ve İsâ (a.s.) konuşmaya başladı: "Çocuk ‘Ben şüphesiz Allah'ın kuluyum. Bana kitap verildi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, beni mübârek kıldı. Yaşadığım müddetçe de namaz kılmamı ve zekât vermemi emretti. Bir de anneme hürmetkâr kıldı. Beni asla zâlim ve isyankâr yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve dirileceğim gün Allah bana selâm ve emniyet vermiştir’ dedi." 3824
Ancak kavminin, diğer peygamberlerin kavimlerinin de yaptığı gibi, mûcizelere rağmen, onu yalanlamayı tercih ettikleri anlaşılmaktadır. Zira Kur'ân-ı Kerim'de İsrailoğullarına lânet edilişin sebepleri dile getirilirken, Hz. Meryem'e yaptıkları iftira da zikredilmektedir "İnkâr edip Meryem'e büyük bir iftira attıkları ve ‘Allah'ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih İsa’yı biz öldürdük’ dedikleri için Allah onlara lânet etmiştir..." 3825
İncillerde verilen bilgilere göre Hz. Meryem, İsa’yı (a.s.) alarak Yusuf Neccar'la birlikte Mısır'a gitti. Matta ve Barnaba incillerindeki kayıtlara göre Mısır'a gidişin sebebi; Kâhînlerin kendisine Beyt-i Lahm'de doğan bir çocuğun bütün Yahûdileri hâkimiyeti altına alacağını haber vermeleri üzerine Kudüs'te zâlim bir hükümdar olan Herodos'un Beyt-i Lahm'de doğan bütün çocukların öldürülmesini emretmesidir. Bunun üzerine Yusuf Neccar'a rüyasında Hz. Meryem'le çocuğu alıp Mısır'a gitmesi emredilmiştir.3826
Ancak, İncillerde nakledilen bu ve buna benzer Kudüs'e tekrar dönüşü ile alâkalı rivâyetlerin doğru olma ihtimalleri bulunmamaktadır. Çünkü Hz. Meryem, Zekeriyyâ’nın (a.s.) koruması altında bulunmakta idi. Hem sonra o Cebrâil’in (a.s) yönlendirmesine göre hareket ettiğine göre, Hristiyan kaynakların zikrettiği Yusuf en-Neccar adındaki zâtın rüyada aldığı tâlimatlara nasıl gerek duyabilir ki?
Hz. Meryem'in doğuşundan, İsa’yı (a.s.) mûcizevî bir şekilde dünyaya getirişine kadarki olaylar, Kur'ân-ı Kerim'de mufassal olarak yer almaktadır. Bunun bu
3821] 19/Meryem, 27-28
3822] İbn Kesîr, a.g.e., V, 221
3823] 19/Meryem, 29
3824] 19/Meryem, 30-33
3825] 4/Nisâ, 156-157
3826] Sâbûnî a.g.e., s. 206
- 838 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kadar geniş ele alınmasının sebebi, Yahûdi ve Hıristiyanların sapıttıkları temel meselenin, gerçek yüzüyle vuzûha kavuşturulmasıdır. Allah Teâlâ, İsâ’nın (a.s.) dünyaya gelişi ve kendini daha beşikte iken kavmine takdim edişini zikrettikten sonra; "İşte Meryem oğlu İsa budur. Hakkı söylemiştir. Ne var ki, Yahûdi ve Hıristiyanlar bunda ihtilâf etmişlerdir."3827 buyurmaktadır.
İsa (a.s.)'nın durumunu Allah Teâlâ, Adem (a.s.)'in durumuna benzetmektedir: “Allah katında İsa'nın durumu da Adem'in durumu gibidir. Allah Âdem'i topraktan yarattı. Sonra ona ‘ol’ dedi ve o oluverdi.”3828 Âdem’in (a.s.) topraktan halk edilişine inanmak nasıl imanla alâkalı bir şey ise, Hz. Meryem'in, İsa’yı (a.s.) babasız olarak dünyaya getirişi de imanla alâkalıdır. Kalbinde fitne bulunanlar, Yahûdi ve Hıristiyanlar gibi onun durumu hakkında şüpheye düşerler, Allah'a teslim olan kalpler ise, olayı âyetlerin haber verdiği şekilde kabul edip tasdik ederler. Allah Teâlâ, Rasûlüne hitap ederek, onun şahsında bütün mü'minleri uyarmaktadır: "Bu, Rabbin tarafından bir gerçektir. Sakın şüphe edenlerden olma." 3829
Hz. Meryem'in ne kadar yaşadığı ve nerede öldüğü hakkında kaynaklarda bilgi bulunmamaktadır. O, Âsiye, Hatice ve Fâtıma ile birlikte mevcut olan ve olacak en faziletli dört kadından birisidir. 3830
Meryem Sûresi
Kur'ân-ı Kerim'in on dokuzuncu sûresinin adı, Meryem Sûresidir. Doksan sekiz âyet, dokuz yüz altmış iki kelime ve üç bin sekiz yüz iki harften ibârettir. Fâsılası elif, dal, mim ve nun harfleridir. Mekkî sûrelerden olup, mushaf tertibinde 35. sûre olan Fâtır sûresinden sonra nâzil olmuştur. Elli sekiz ve yetmiş birinci âyetleri Medenîdir. Adını otuz altıncı âyetinde geçen Meryem kelimesinden almıştır.
Sûrenin gâyesi, Mekke'de inen diğer sûrelerde olduğu gibi, Yüce Allah'ın kendisine lâyık olmayan şeylerden uzak olduğunu ifâde ederek, tevhid inancını yerleştirmek, öldükten sonra dirilmeyi ve âhirette hesaba çekilmeyi ispat etmektir.
Yüce Allah, insanların ve diğer canlıların üreyip çoğalmalarını birtakım biyolojik kanunlara bağlamıştır. Bu kanunlar hiç değişmeden aynen devam edegeldiği için, başka bir şeklin imkânsız olduğunu akla getirebilir. Böyle bir düşünce ise Cenâbı Hakk'ın irâde ve kudretinin de sanki bu kanunlara uymaya mahkûm olduğu kanaatini verebileceği için tevhîd inancına, yani Allah'ın her konuda tek ve eşsiz olduğu gerçeğine ters düşer. Ayrıca öldükten sonra yeniden dirilme ve hesaba çekilme konularında da bazı tereddütleri akla getirebilir. Bu sebeple, hayat ve ölüm konusunda şu dünyada geçerli olan biyolojik kanunlardaki aynîliğin insan aklında doğurabileceği bu ve buna benzer tereddütleri gidermek için yüce Allah, Kur'ân'ın birçok yerinde, ilk insan Hz. Âdem ve Havva'nın, anasız ve babasız olarak topraktan var edildiğini hatırlatmakta ve yok olduğu sanılan bütün insanlar için zamanı gelince bunu tekrar etmenin çok daha kolay olacağını
3827] 19/Meryem, 34
3828] 3/Âl-i İmran, 59
3829] 3/Âl-i İmrân, 60
3830] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 135; Ömer Tellioğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 141-144
HZ. MERYEM (R.A.)
- 839 -
belirtmektedir.
Sûre, insan neslinin devamı için konan biyolojik kanunlara göre, artık çocuk sahibi olamayacak kadar ileri derecede yaşlanmış olan Zekeriyyâ (a.s.) ve hanımının bir oğlu olacağı müjdesi ile başlıyor: "Ey Zekeriyyâ! Biz sana Yahyâ adında bir erkek çocuk müjdeliyoruz. Daha önce bu adı kimseye vermiş değiliz. Zekeriyyâ: ‘Rabbim! Hanımım kısır, ben de iyice ihtiyarlamışken nasıl oğlum olabilir?’ dedi. Allah Zekeriyyâ'ya: ‘Rabbin böyle buyurdu. Bu bana kolaydır. Çünkü seni de daha önce hiç yokken var eden Benim’ dedi." 3831
Allah tarafından iffet ve namusun sembolü olarak gösterilen Hz. Meryem,3832 kendisine hiçbir erkeğin eli değmediği ve bâkire olduğu halde, babasız bir çocuk dünyaya getirmesi ve bu çocuğun henüz beşikte iken konuşması yukarıda anlatılandan daha ilginç bir hâdisedir: “Derken, Biz ona Ruhumuzu (Cebrâil'i) gönderdik de o, kendisine tastamam bir insan şeklinde göründü. Meryem dedi ki: ‘Senden, çok merhamet edici olan Allah'a sığınırım! Eğer Allah'tan korkan bir kimse isen (bana dokunma)’ Cebrâil: ‘Ben yalnızca sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamam için Rabbinin bir elçisiyim’ dedi. Meryem; ‘bana bir insan eli değmediği, iffetsiz de olmadığım halde benim nasıl çocuğum olabilir ki?’ dedi. Melek; ‘öyledir’ dedi. Rabbin buyurdu ki: ‘Bu Bana kolaydır, hem onu insanlara (kudretimizin yüceliğini gösterecek olan müstesnâ) bir belge ve Bizden bir rahmet olarak sunacağız."3833 Bu âyetlerden sonra Hz. Meryem'in gebe kaldığı ve zamanı gelince doğum yapmak için uzak bir yere gittiği, çocuğunu dünyaya getirdikten sonra da yakınları tarafından iffetsizlikle suçlandığı; gerçeği açıklamada çok zor duruma düştüğü, fakat, henüz yeni doğan Hz. İsa'nın: "Ben Allah'ın kuluyum O, bana kitâb verdi ve beni peygamber yaptı."3834 diyerek annesini o güç durumdan kurtardığı belirtilmektedir.
Bu mûcizeler, Allah'ın yüce kudretini göstermek ve O'nun her konuda eşsiz ve tek olduğunu izah etmek içindir. Fakat hâdiselerin alışılagelen şeklin dışında cereyan etmesi yüzünden, birçok kimse bu gâyeyi kavrayamamış, anılan hâdiseler etrafında yığınlarca hurâfe ve efsâneler uydurmuştur. Hatta Meryem oğlu İsa peygambere tanrılık niteliği verip şirke düşenler bile olmuştur. Hıristiyanlar, bu konuda çeşitli yanlış görüşlere dalmış, birbirlerini itham eden fırkalara bölünmüşlerdir. Kur'ân-ı Kerim, Meryem Sûresinin tamamı, 4/Nisâ, 171-172 ve 5/Mâide, 17, 72-75. âyetleriyle Hristiyanların içine düşmüş oldukları yanlışlıkları düzeltmekte ve Allah'ın bir oğula ihtiyacı olmadığını belirterek Tevhîd inancının esas olduğunu vurgulamaktadır.
Mekke’li müşriklerin baskılarına dayanamayıp Habeşistan'a hicret eden ilk müslümanlar, Meryem sûresini Necâşî'nin huzurunda okuyunca, Necâşî Ashama, Hz. İsa ve Meryem hakkındaki bu nezîh ifâdeleri çok beğenmiş, Kur'ân'la Tevrât'ın ve İncil’in aynı kaynaktan geldiğini belirterek, Mekke'li müşrikleri huzurundan kovup müslümanları onlara teslim etmeyi reddetmişti. Zaten Kur'ân, sadece bu sûrede değil, fakat bütün sûre ve âyetlerde çok yumuşak ve temiz bir ifade kullanarak, başta ehl-i kîtâb olmak üzere, bütün insanları asgarî müşterekler etrafında toplanmaya dâvet etmektedir.
3831] 19/Meryem, 7-9
3832] bkz. 66/Tahrîm, 12
3833] 19/Meryem, 17-21
3834] 19/Meryem, 30
- 840 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sûrenin bundan sonraki kısmında, Hz. İbrâhim (a.s.) ile onun peygamberliğine ve getirdiği hak dine îman etmemekte ısrar eden babası arasında geçen tartışmalar nakledilmektedir. Bu tartışmalarda şirk inancının kötülüğü ve tamamen şeytanın yalanlarına dayandığı, tatlı ve güzel sözlerle anlatılmaktadır. Hz. İbrâhim'in, Allah tarafından peygamber olarak seçilmiş olması, putperestlikte ısrar eden ve hatta kendisini tehdit eden babasına karşı saygı ve terbiyesini azaltmamış, fakat bütün gayretlerine rağmen bu dâvet cevapsız kalınca, babasını ve kavmini, tapmakta oldukları putları ile baş başa bırakarak doğup büyüdüğü kendi yurdundan göç etmekten de çekinmemiştir. Bunun üzerine Yüce Allah da ona, çok hayırlı çocuklar vererek soyunu devam ettirmek sûretiyle mükâfatlandırmıştır.
Mekke devrinin ilk yıllarında inen Meryem sûresi ile Hz. İsmail'in soyundan gelen Arapların atalarıyla ilgili olan bu kıssa anlatılarak, insanlık tarihinde Tevhîd inancının asıl olduğuna, putperestliğin ise zaman zaman ortaya çıkan, fakat kalıcı olmayan birtakım çarpık fikirler ihtivâ ettiğine işaret edilmektedir.
Sûrenin son bölümünde ise, hak dâvâyı savunan ve yaşayanlara verilecek mükâfatlar belirtildikten sonra, putperestlik ve benzeri şirke sapanların, bu dünya ve âhiretteki bedbaht halleri gözler önüne serilip, şirkin, bütün kötülüklerin ve toplumdaki huzursuzlukların kaynağı olduğu anlatılmakta ve atalarının temiz yolundan ayrılacak olan nesiller tehdit edilmektedir: "İnsan derki. ‘Ben ölünce, bir süre sonra diri olarak mı çıkarılacağım?’ İnsan hiç düşünmez mi ki, önceden kendisi herhangi bir şey değilken onu (bütün organları tam, kusursuz bir insan olarak) Biz yarattık. Rabbine and olsun ki Biz, onları da, şeytanları(nı) da beraber yeniden diriltecek ve sonra Cehennemin yanında diz çöktürerek (hesaplaşmaya hazır bulunduracağız. Sonra da her toplumdan Rahmân'a karşı en çok kimin baş kaldırdığını ortaya koyacağız." 3835
Tevhîd inancını bozup insanların aklına şirk inancını ilk defa sokanlar şeytanlardır. Şeytân, Kur'ân'ın bir çok yerinde; "insan şeytanı ve cin şeytanı" diye de ifâde edilmektedir. Şu halde Şeytan deyince birtakım çarpık fikirleri ilk defa ortaya atanlar akla gelmelidir, ki; bunların içine, servet ve güçlerine güvenen zâlimler, diktatörler ve mütekebbirler de girmektedir. Müteâkip âyetlerde ise, isim vermeden servet ve taraftarlarının çokluğu ile övünen Kureyş asilzâdelerinin, müslümanların fakirliği ve sayıca az oldukları ile alay ettiklerine işaret edilerek bu durumun geçici olduğu belirtilmekte ve Hz. Muhammed (s.a.s.) ve onun şahsında bütün müslümanlar şöyle teselli edilmektedir: "(Ey Rasûlüm!) Bilmiyor musun ki, biz kâfirlerin üzerine onları kışkırtan şeytanlar gönderdik. Şu halde sen onlara karşı acele etme; Biz onların günlerini saydıkça sayarız."3836 Sûre; "Muhakkak ki îman edip yararlı işler yapanları Râhmân (olan Allah) sevgili kılacaktır.” "... Biz onlardan önce (şirkte ısrar eden) nice nesilleri yok ettik. Şimdi onlardan hiçbir isini duyuyor veya hiçbir ses işitiyor musun?"3837 âyetleriyle son buluyor.
Bu ve diğer konular içinde sûrenin, günümüze verdiği mesajlar da şunlardır: Çocuklarımız her yaş dönemine uygun bir eğitim ve öğretime tâbi tutularak onlara Kur'ân okumasını öğretmeli, dinini tanıtmalı ve benimsetmeli, ana-baba ve diğer büyüklerine saygılı olmalarını telkin etmeli, zorba ve isyankâr değil, fakat
3835] 19/Meryem, 66-69
3836] 19/Meryem, 83-84
3837] 19/Meryem, 96-98
HZ. MERYEM (R.A.)
- 841 -
gerektiğinde doğruyu, hakkı ve haklıyı savunmada cesur ve kendine güvenen bir kişiliğe sahip olmalarını istemeli ve bu konularda onlara örnek olmalıyız.
Allah'ın her şeye gücü yeter, istediğine her türlü nimeti verebilir. Fakat, bir şey elde edilmek istenildiği zaman, her şeyden önce, Allah'ın insanlara, sınırlı da olsa, bahşetmiş olduğu gücü kullanmakla görevli olduğumuzu unutmamalı ve şu dünyada geçerli olan kanunun bu olduğu bilinerek, buna rağmen elde edilemeyen şeyler, duâ edip istenildiğinde ne zaman verileceğinin takdiri Allah'a bırakılmalıdır.
Mal ve mülkün asıl sahibi Allah'tır. İnsanlar, geçici bir zaman için buna sahip (daha doğrusu, emânetçi) oluyorlar. Gâyelerine ulaşmak için kullandıkları mal ve mülkün çokluğu onları aldatıp kibirlendirmemelidir.
Akrabalık bağları muhakkak ki kutsaldır ve saygı göstermeye lâyıktır. Fakat bu, kişiyi Allah'ı inkârda ve O'na isyana sevk etmede baskı unsuru olarak kullanılacaksa, o kişi baba bile olsa ondan uzaklaşmak ve kopmak gerekir.
Namaz ibâdeti, günlük hayatı disiplin altına alıp düzene koyar. Bu sebeple, günde beş vakit namazı düzenli ve gereği gibi kılanlar, günah ve kötülüklerden korunmuş olurlar. O halde namazın düzenli bir şekilde kılınması gerekli olduğu gibi, çocukların da küçük yaştan itibaren namaza alıştırılması icap etmektedir. 3838
Kur’ân-ı Kerim’de Meryem (a.s.)
Meryem İsmi, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 34 yerde geçer. Ayrıca, 19. sûre, Meryem sûresi olarak adlandırılmıştır.
“Gerçek şu ki, Allah, Âdem'i, Nûh'u, İbrâhim ailesini ve İmran ailesini âlemler üzerine seçti; Onlar birbirlerinden (türeme tek) bir zürriyettir. Allah işitendir, bilendir.” 3839
“Hani İmran'ın karısı: ‘Rabbim, karnımda olanı, ‘her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş olarak' Sana adadım, benden kabul et. Şüphesiz işiten bilen Sensin Sen’ demişti. 3840
“Fakat onu doğurduğunda -Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilirken- dedi ki: ‘Rabbim, doğrusu bir kız (çocuğu) doğurdum. Erkek ise, kız gibi değildir. Ona Meryem adını koydum. Ben onu ve soyunu o taşa tutulmuş (kovulmuş) şeytandan Sana sığındırırım." 3841
“Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabulle kabul etti ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriya'yı ondan sorumlu kıldı. Zekeriya her ne zaman mihraba girdiyse, yanında bir yiyecek buldu: "Meryem, bu sana nereden geldi?" deyince, "Bu, Allah katındandır. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız rızık verendir’ dedi.” 3842
“Hani melekler: ‘Meryem, şüphesiz Allah seni seçti, seni arındırdı ve âlemlerin kadınlarına üstün kıldı’ demişti.” 3843
3838] İbrahim Çelik, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 144-145
3839] 3/Âl-i İmrân, 34
3840] 3/Âl-i İmrân, 35
3841] 3/ Âl-i İmrân, 36
3842] 3/Âl-i İmrân, 37
3843] 3/Âl-i İmrân, 42
- 842 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Meryem, Rabbine gönülden itaatte bulun, secde et ve rükû edenlerle birlikte rükû et." 3844
“Bunlar, gayb haberlerindendir; bunları sana vahyediyoruz. Onlardan hangisi Meryem'i sorumluluğuna alacak diye kalemleriyle kur'a atarlarken sen yanlarında değildin; çekişirlerken de yanlarında değildin.” 3845
“Hani Melekler, dediler ki: ‘Meryem, doğrusu Allah kendinden bir kelimeyi sana müjdelemektedir. Onun adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir. O, dünyada ve ahirette ‘seçkin, onurlu, saygındır' ve (Allah'a) yakın kılınanlardandır." 3846
“O, beşikte de, yetişkinlikte de insanlara peygamber sözleri ile konuşacak ve sâlihlerden olacak.” 3847
“Meryem: ‘Rabbim! dedi, bana bir erkek eli değmediği halde nasıl çocuğum olur?’ Allah şöyle buyurdu: İşte böyledir, Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmedince ona sadece ‘Ol!’ der; o da oluverir.” 3848
“Allah nezdinde İsa'nın durumu, Âdem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona ‘Ol!’ dedi ve oluverdi.” 3849
“(Bir de) İnkâra sapmaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri ve: ‘Biz, Allah'ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa'yı gerçekten öldürdük" demeleri nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara (onun) benzeri gösterildi. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların bir zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler.”3850
“Ey ehl-i kitab! Dininizde taşkınlık ederek aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin. Mesih, ancak Meryem’in oğlu İsa’dır, (O) Allah’ın rasûlüdür, Meryem’e ulaştırdığı (“Ol=kün”) kelimesi(nin eseri)dir, O’ndan (O’nun tarafından gönderilmiş, yahut te’yid edilmiş, veya Cebrâil tarafından üfürülmüş) bir ruhtur. Allah'a ve peygamberine iman edin. ‘(Tanrı) üçtür’ demeyin, sizin için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Allah ancak bir tek ilâhtır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter. Ne Mesih ve ne de Allah'a yakın melekler, Allah’ın kulu olmaktan çekinirler. O’na kulluktan çekinip büyüklenen kimselerin hepsini (Allah) yakında huzuruna toplayacaktır.” 3851
“Andolsun, Şüphesiz, ‘Allah Meryem oğlu Mesih'tir’ diyenler küfre düşmüştür. De ki: ‘O, eğer Meryem oğlu Mesih'i, onun annesini ve yeryüzündekilerin tümünü helak (yok) etmek isterse, Allah'tan (bunu önlemeye) kim bir şeye mâlik olabilir? Göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin tümünün mülkü Allah'ındır; dilediğini yaratır. Allah her şeye güç yetirendir.” 3852
3844] 3/ Âl-i İmrân, 43
3845] 3/ Âl-i İmrân, 44
3846] 3/ Âl-i İmrân, 45
3847] 3/ Âl-i İmrân, 46
3848] 3/Âl-i İmrân, 47
3849] 3/Âl-i İmrân, 59
3850] 4/Nisâ, 156-157
3851] 4/Nisâ, 171-172
3852] 5/Mâide, 17
HZ. MERYEM (R.A.)
- 843 -
“Andolsun, ‘Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih'tir’ diyenler küfre düşmüştür. Oysa Mesih'in dediği (şudur:) ‘Ey İsrailoğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibâdet edin. Çünkü O, kendisine ortak koşana şüphesiz cenneti haram kılmıştır, onun barınma yeri ateştir. Zulmedenlere yardımcı yoktur." 3853
“Andolsun ‘Allah, üçün üçüncüsüdür’ diyenler de kâfir olmuşlardır. Hâlbuki bir tek Allah'dan başka hiçbir tanrı yoktur. Eğer diye geldiklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kâfir olanlara acı bir azap isabet edecektir.” 3854
“Meryem oğlu Mesih, yalnızca bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçti. Onun annesi sıddîkadır/dosdoğrudur, ikisi de yemek yerlerdi. Bir bak, onlara ayetleri nasıl açıklıyoruz? (Yine) bir bak, onlar ise nasıl da çevriliyorlar?” 3855
“Allah şöyle diyecek: "Ey Meryem oğlu İsa, sana ve annene olan nimetimi hatırla. Ben seni Ruhu'l-Kudüs ile destekledim, beşikte iken de, yetişkin iken de insanlarla konuşuyordun. Sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğrettim. İznimle çamurdan kuş biçiminde (bir şeyi) oluşturuyordun da (yine) iznimle ona üfürdüğünde bir kuş oluveriyordu. Doğuştan kör olanı, alacalıyı iznimle iyileştiriyordun, (yine) benim iznimle ölüleri (hayata) çıkarıyordun. İsrailoğullarına apaçık belgelerle geldiğinde onlardan inkâra sapanlar, "Şüphesiz bu apaçık bir sihirdir" demişlerdi (de) İsrailoğullarını senden geri püskürtmüştüm." 3856
“Allah: ‘Ey Meryem oğlu İsa, insanlara, beni ve anneni Allah'ı bırakarak iki ilah edinin, diye sen mi söyledin?’ dediğinde: ‘Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer bunu söyledimse mutlaka sen onu bilmişsindir. Sen bende olanı bilirsin, ama ben Sen'de olanı bilmem. Gerçekten, görünmeyenleri (gaybleri) bilen Sen'sin Sen." 3857
“Kitap'ta Meryem'i de zikret. Hani o, ailesinden kopup doğu tarafında bir yere çekilmişti.” 3858
“Meryem, onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Derken, biz ona ruhumuzu gönderdik de o, kendisine tastamam bir insan şeklinde göründü.” 3859
“Meryem dedi ki: Senden, çok esirgeyici olan Allah'a sığınırım! Eğer Allah'tan sakınan bir kimse isen (bana dokunma).” 3860
“Melek: Ben, yalnızca, sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamam için Rabbinin bir elçisiyim, dedi.” 3861
“Meryem: Bana bir insan eli değmediği, iffetsiz de olmadığım halde benim nasıl çocuğum olabilir? dedi.” 3862
“Melek: Öyledir, dedi; (zira) Rabbin buyurdu ki: Bu bana kolaydır. Çünkü biz, onu insanlara bir delil ve kendimizden bir rahmet kılacağız. Bu, hüküm ve karara bağlanmış
3853] 5/Mâide, 72
3854] 5/Mâide, 73
3855] 5/Mâide, 75
3856] 5/Mâide, 110
3857] 5/Mâide, 116
3858] 19/Meryem, 16
3859] 19/Meryem, 17
3860] 19/Meryem, 18
3861] 19/Meryem, 19
3862] 19/Meryem, 20
- 844 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(ezelde olup bitmiş) bir iş idi.” 3863
“Meryem ona hamile kaldı. Bunun üzerine onunla (karnındaki çocukla) uzak bir yere çekildi.” 3864
“Doğum sancısı onu bir hurma ağacına (dayanmaya) sevketti. "Keşke, dedi, bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!" 3865
“Aşağısından (İsa yahut melek) ona şöyle seslendi: "Tasalanma! Rabbin senin alt yanında bir su arkı vücuda getirmiştir." 3866
"Hurma dalını kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün." 3867
"Ye, iç. Gözün aydın olsun! Eğer insanlardan birini görürsen de ki: Ben, çok merhametli olan Allah'a oruç adadım; artık bugün hiçbir insanla konuşmayacağım." 3868
“Nihayet onu (kucağında) taşıyarak kavmine getirdi. Dediler ki: Ey Meryem! Hakikaten sen iğrenç bir şey yaptın!” 3869
“Ey Harun'un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi; annen de iffetsiz değildi.” 3870
“Bunun üzerine Meryem çocuğu gösterdi. "Biz, dediler, beşikteki bir sabî ile nasıl konuşuruz?" 3871
“Çocuk şöyle dedi: ‘Ben, Allah'ın kuluyum. O, bana Kitab'ı verdi ve beni peygamber yaptı." 3872
"Nerede olursam olayım, O beni mübarek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti." 3873
"Beni anneme saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı." 3874
"Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün esenlik banadır." 3875
“İşte Meryem oğlu İsa; hakkında kuşkuya düştükleri ‘Hak Söz.” 3876
“Irzını iffetle korumuş olanı (Meryem'i de an.) Biz ona ruhumuzdan üfledik; onu ve oğlunu cümle âlem için bir ibret kıldık.” 3877
“Biz, Meryem'in oğlunu ve annesini bir âyet kıldık ve ikisini barınmaya elverişli ve akar
3863] 19/Meryem, 21
3864] 19/Meryem, 22
3865] 19/Meryem, 23
3866] 19/Meryem, 24
3867] 19/Meryem, 25
3868] 19/Meryem, 26
3869] 19/Meryem, 27
3870] 19/Meryem, 28
3871] 19/Meryem, 29
3872] 19/Meryem, 30
3873] 19/Meryem, 31
3874] 19/Meryem, 32
3875] 19/Meryem, 33
3876] 19/Meryem, 16-34
3877] 21/Enbiyâ, 91
HZ. MERYEM (R.A.)
- 845 -
suyu olan bir tepede yerleştirdik.” 3878
“İmran'ın kızı Meryem'i de (Allah örnek gösterdi). Ki o kendi ırzını korumuştu. Böylece Biz ona rûhumuzdan üfledik. O da Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti. O, (Rabbine) gönülden bağlı olanlardandı.” 3879
Hadis-i Şeriflerde Meryem (a.s.)
“Zamanındaki dünya kadınlarının hayırlısı İmrân kızı Meryem’dir. Bu ümmetin kadınlarının hayırlısı da Hadîce’dir.” 3880
İbn Abbâs (r.a.): "...İbrahim'in âilesi ve İmrân'ın âilesi..."3881 âyeti hakkında: "Onlar, İbrahim'in neslinden, İmran'ın neslinden, Yâsin'in neslinden ve Muhammed'in neslinden imân eden kimselerdir." Allah Teâlâ hazretleri şöyle buyuruyor: "Gerçekten, insanlardan İbrahim'e en yakın olanı her halde (zamanında) ona tâbi olanlarla şu peygamber ve (şu) imân edenlerdir. Allah da o imân edenlerin yâridir."3882 demiştir. Bu hadisi Buhârî, muallâk (senetsiz) olarak tahric etmiştir. 3883
Açıklama: İbn Abbâs’ın (r.a.) açıklık getirdiği âyet tam olarak şöyledir: "Allah Âdem'i, Nuh'u, İbrahim âilesini, İmrân âilesini -birbirinin soyundan olarak- âlemlere tercih etti..."3884 İbn Abbâs (r.a.) burada İlâhî tercihin, bütün İmrân hânedanına şâmil ve âm gibi gözükse de aslında öyle olmadığını, İmran hânedanına mensup olanlardan bâzılarının maksud olduğunu belirtiyor. Bu kanaatine delil olarak bir başka âyet zikrediyor: "Gerçekten, İbrahim'e insanlardan en yakın olanı herhalde (zamanında) ona tâbi olanlarla, şu peygamber ve (şu) iman edenlerdir..." 3885
Yine İbn Abbas (r.a.), sâliha kadının: "Rabbim, karnımdakini âzadlı bir kul olarak Sana adadım."3886 sözünü tefsir sadedinde şöyle der: "Yani sırf mescide hizmet etmesi için." 3887
Açıklama: İbn Abbas (r.a.)’ın açıkladığı âyet, Âl-i İmrân sûresinde geçer. Meâli şöyledir: “İmran’ın karısı ‘Yâ Rabbi! Karnımda olanı, sadece Sana hizmet etmek üzere adadım, benden kabul buyur, doğrusu hakkıyla işiten ve bilen ancak Sensin’ demişti.” 3888
Âyetin de sarîh olarak belirttiği üzere, bu duayı yapan Hz. İmran'ın sâliha hanımı Hanne hâtundur. Müteâkip âyet doğan çocuğun kız olacağını ve "Meryem" diye isim verileceğini belirtir. Yani Hz. İsâ'yı doğuracak olan Meryem-i Betûl'dür.
Şârihlerin açıkladığı üzere, eski şeriâtlarda, çocukların adanmasıyla ilgili nezirler sahih imiş. Ayetten bu anlaşılmaktadır. Yine ayet-i kerîme, hizmet etmek suretiyle mescidlere hürmet ifasının eski ümmetlerde de meşrû bir gelenek
3878] 23/Mü’minûn, 50
3879] 66/Tahrîm, 12
3880] S. Buhâri Tecrîd-i Sarih Terc. c. 9, s. 167
3881] 3/Âl-i İmrân, 33
3882] 3/Âl-i İmrân, 68
3883] Enbiya, 44; Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 3/361
3884] 3/Âl-i İmrân, 33-34
3885] 3/Âl-i İmran, 68; İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/361
3886] 3/Âl-i İmrân, 35
3887] Buhârî, bu rivâyeti bab başlığı olarak tahric etmiştir. Buhârî, Salât 74; İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 3/361-362
3888] 3/Âl-i İmrân, 35
- 846 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olduğunu göstermektedir. Çünkü Hz. İmran'ın hanımı, doğacak olan çocuğunu mescidde hizmet etmeye adamıştır. Ancak doğan çocuk erkek değil kız olmuştur.
Buhârî, bu ayetle ilgili İbnu Abbâs'ın yorumunu bab başlığı yaptıktan sonra babta tek hadis rivâyet eder. Hadiste, Ebû Hüreyre (radıyallahu anh), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında devamlı olarak mescidin kayyumluğunu yapan yani temizlik işlerini yürüten bir kadının vefatını sonradan öğrenen Efendimizin, kabrine giderek namaz kıldığını belirtir.
İbn Abbâs'ın İmran'ın karısının doğacak çocuğunu, mescide hizmet için adadığına dair yorumunu bab başlığı olarak kaydettikten sonra böyle bir hadisi rivayet etmesinden Buhârî'nin, kadınların mescid kayyumluğu yapabileceği kanaatinde olduğuna dikkat çekerler. Buharî, bu kanaate, ayetle ilgili İbnu Abbâs'ın yorumuyla ulaşmış ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sünnetinde bir örnek bulmuş olmaktadır.
Buharî'nin rivâyetinde mescidi temizleyen kimsenin siyah bir kadın mı, siyah bir erkek mi olduğuna dair tereddüt vardır. Ancak râvîlerden biri kadın olduğuna dair kesin kanaat beyan eder. Ayrıca Buhârî dışındaki bâzı rivayetlerde siyâhî bir kadın olduğu, isminin de Ümmü Mihcen (r. Anhâ) olduğu belirtilir.
Buhârî'nin yukarıda belirtilenden bir önceki bâbındaki rivâyette Hz. Peygamber (s.a.s.) göremez olunca, ne oldu? diye sorar, ölmüş olduğu söylenince: "Bana niye haber vermediniz, keşke haber etseydiniz, bâri kabrini gösterin" buyurur.
Efendimiz (s.a.s.) kabrinin üzerine gider namaz kılar. Rasûlullah’ın bu alâka ve iltifatları görülen hizmetin şerefinden ve nazarındaki ehemmiyetinden ve yüceliğindendir. Nitekim âlimlerimiz mescide hizmet etmenin faziletli bir amel olduğunu bu rivayete dayanarak ifade ederler. İbn Battâl bu rivayette mecsidi süpürme ve temizlemeye teşvik olduğu, bu hizmetin şerefi sebebiyle definden sonra kayyum için namaz kılmaya ruhsat verdiğini söyler. Hz. Peygamber’in de (s.a.s.) mübârek elleriyle bizzat mescidi süpürdüğü rivayet edilmiştir. Binâenaleyh mescide hizmet sâlihlerin işi olmaktadır.
Hadisten şu hükümler çıkarılmıştır:
1- Hizmetçi, dost vs. tanıdıkları, görünmez olunca soruşturmak gerekir.
2- Müslümanlara hizmet etmeye kendini adayan kimselere dua ve terahhumda eşit davranmalıdır.
3- Sâlih kimselerin cenâzesine katılmaya rağbet edilmelidir.
4- Hadiste kabir üstünde cenaze namazı kılmaya cevaz vardır. Anak bu ihtilaflı bir konudur. Ashabtan Hz. Ali, Ebû Musa, İbnu Ömer, İbnu Mes'ud, Hz. Aişe (radıyallahu anhüm ecmâin) başta bazıları bunu câiz addetmiş, Evzâî, Şâfiî, Ahmed, İshâk (rahimehumullah) bu görüşü benimsemişlerdir. Nehâî, Hasan Basrî, Sevrî, Ebû Hanîfe, Leys ve Mâlik de câiz görmemişlerdir. Bazıları da "veli veya vâli kılmamışsa onlara câiz olur" demiştir. Tecviz edenler de tekrar definden ne müddet sonraya kadar namaz kılınabileceğinde ihtilâf etmişlerdir: Bir aya kadar, cesedi çürümedikçe, ebediyyen kılınabilir diyenler olmuştur.
HZ. MERYEM (R.A.)
- 847 -
5- Öleni duyurmak müstehabtır. 3889
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular: "Yeni doğan her insan yavrusuna, doğduğu anda şeytan mutlaka bir dürter. Yavru, onun dürtmesi(nin verdiği rahatsızlık) sebebiyle bağırarak ağlar. Hazret-i Meryem ve onun oğlu İsa bundan hâriçtir." Ebû Hüreyre sözüne devamla: "İsterseniz şu âyeti de okuyun dedi: ‘Meryem: ‘...Ben onu da soyunu da kovulmuş şeytandan sana sığındırırım’ dedi."3890 3891
Açıklama: Hadiste şeytanın dürtmesinden selamette kalıp kurtulma durumu sâdece Hz. İsâ ve annesine mahsûs bir imtiyaz, bir fazilet olarak ifâde edilmiştir. Kadı İyaz bu imtiyazın bütün peygamberlere şâmil olduğu kanaatindedir.3892
İbn Abbâs (r.a.), "Meryem'i hangisi himâyesine alacak diye (kura çekmek üzere) kalemlerini atarken sen yanlarında değildin"3893 âyetiyle ilgili olarak buyurdu ki: "Kur'a çekmek üzere kalemlerini (suya) attılar. Kalemler akıntıyla beraber gitti. Sâdece Zekeriyyâ'nın kalemi suyun üstüne çıktı." 3894
Açıklama: Hz. Meryem'i himaye etmek hususunda aralarında ihtilâf çıkınca kur'aya başvuruyorlar. Rivayetten anlaşıldığı üzere, kur'a çekme usullerince, herkes bir kalem alarak suya atıyor. Hepsinin kalemi suyun dibinde akıntıya kapılıp giderken Hz. Zekeriya’nın (a.s.) kalemi suyun yüzüne çıkıyor ve Hz. Meryem'i himaye etme şerefi onda kalıyor.
Buhârî Hazretleri İbnu Abbâs'ın okuduğu ayette bazı müşkillerin hallinde kur'aya başvurmanın meşrû olduğuna dair bir delil görmektedir. Çünkü âlimlerin çoğunlukla kabul ettikleri bir prensibe göre, bizden öncekilerin şeriatı bizim için de muteberdir, yeter ki bizim şeriatımızda onun neshine dair bir beyân veya ona muhâlif bir hüküm bulunmamış olsun. Hususen şeriatımız, bu ayette olduğu üzere, onu istihsan yoluyla nakletmek suretiyle takrir etmişse.
İslâm ulemâsı çoğunluk itibarıyla ihtilâflı meselelerde kur'aya başvurmanın câiz olduğuna hükmetmiştir Hz. Peygamber (s.a.s.) de zaman zaman kur'aya başvurmuştur. Meselâ, sefere çıktığı zaman berâberinde götüreceği zevcesini kur'a çekerek tesbit ederdi. 3895
Muğîre İbnu Şu'be (r.a.) anlatıyor: "Ben, Necrân'a gelince bana sordular: "Sizler şu âyeti okuyorsunuz: "Ey Hârun'un kız kardeşi, baban kötü bir kimse değildi..."3896 Hâlbuki, Hz. Mûsâ, Hz. İsa’dan (a.s.) yüzlerce yıl önce yaşamıştır. (Nasıl olur da Hz. İsa'nın annesi olan Hz. Meryem, Hz. Mûsâ'nın erkek kardeşi olan Hz. Hârun'un kız kardeşi olur?)" Ben Medine'ye Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanına gelince, bu meseleyi ona sordum, şu cevapta bulundular: "Onlar, kendilerinden önce yaşamış olan peygamberlerinin ve sâlih kişilerin isimleriyle isimleniyorlardı." 3897
3889] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/3632-363
3890] 3/Âl-i İmrân, 36
3891] Buhârî, Tefsir, Âl-i İmrân: 2; Müslim, Fedail: 146, 2366. H. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/364
3892] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/354
3893] 3/Âl-i İmrân, 44
3894] Hadisi Buhârî, bab başlığında tahric etti. Buhârî, Şehâdet: 30; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/364
3895] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/354-365
3896] 19/Meryem, 28
3897] Müslim, Âdâb 9, hadis no: 2135; Tirmizî, Tefsir, Meryem, h. no: 3154; İbrahim Canan,
- 848 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "(Âhiretin) en hayırlı kadını Meryem Bintu İmrân'dır. (Dünyanın) en hayırlı kadını Hatice Bintu Huveylid'dir." Râvi bunu söylerken, eliyle semâya ve arza işaret etti. 3898
Rezîn bir rivayette şu ziyadeyi kaydetmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Erkeklerden pek çokları kemâle ermiştir. Kadınlardan ise İmrân'ın kızı Meryem, Firavun'un karısı Asiye, Huveylid'in kızı Hatice ve Muhammed'in kızı Fâtıma'dan başka kimse kemâle ermemiştir. Hz. Aişe'nin kadınlara üstünlüğü, tiridin diğer yiyeceklere üstünlüğü gibidir." Bu rivayet Buhârî'de Ebû Musa hadisi olarak gelmiştir. 3899
Açıklama:
1- Bu hadisteki zamirin nereye râci olduğunda ihtilâf edilmiştir. Hadisin, Hz. Hatice'nin sağlığında vürud etmiş olması halinde birinci zamirin "semâ"ya, ikinci zamirin "dünya"ya ait olması muhtemeldir. Te’vili şöyle olur: "Ölüp ruhu semaya yükselen kadınların en hayırlısı Meryem'dir. Yeryüzünde yaşamakta olan kadınların en hayırlısı da Hatice'dir." "Eliyle işaret etti" ziyadesi bu te'vili te'yid eder. Ancak Buhârî'nin rivayetinde bu ziyade mevcut değildir. Biz bu te'vili esas alarak (semâ) ve (dünya) kelimelerini parantez arasında kaydettik. Ancak bazı âlimler o zamirleri zamanlarıyla tevil ederek: "Meryem zamanının en hayırlı kadını Hz. Meryem'dir", "Hatice de kendi devrinin en hayırlı kadınıdır" şeklinde manayı tevcih etmişlerdir. İbnu Hacer, şârihlerin çoğunlukla bu ikinci te'vilde cezmettiklerini belirtir.
2- Rezin ilâvesi olarak kaydedilen rivayette kadınlardan sadece dört tanesinin kemale erdiği belirtilmektedir. Hadisin Buharî ve Müslim'deki veçhinde ise kemâle erenler olarak sadece Hz. Asiye ile Hz. Meryem zikredilir, diğer ikisi zikredilmez. İslâm âlimleri bu hadisteki "kemâl"den murad nedir? münakaşa etmiştir. Bazıları bunu "nübüvvet" olarak yorumlayarak, kadınlardan da peygamber geldiğini ileri sürmüştür. "Çünkü derler, insan nevinin en kâmilleri peygamberlerdir; sonra veliler, sıddikler ve şehidler gelir. Asiye ile Meryem, peygamber olmasalar, kadınlar içerisinde hiçbir velî, sıddîk ve şehid bulunmamak lazım gelir. Hakikatte ise bu sıfatlar birçok kadınlarda bulunmaktadır. Rasûlullah (s.a.s.) bu hadislerinde Asiye ile Meryem'den başka peygamber olan yoktur buyurmuşa benziyor."
Bu istinbatın oldukça su götüreceği açıktır. Peygamber bir tebliğ getiren insandır. Ne âyetlerde ve ne de hadislerde bunların tebliğ sahibi oldukları ifade edilmemiştir. Onların peygamber olma delili, yorumdan öte bir dayanağa sahip değildir. Nitekim bazı âlimler de: "Kemâl sözünden onların peygamber olması lazım gelmez. Çünkü bu söz, bir şeyin tamamını ve kendi nev'inde son dereceye ulaştığını ifade eder. Öyle ise burada murad, Asiye ile Meryem'in, kadınlar arasında faziletlerde, en üstün mertebeye ulaştıklarını anlatmaktır" demiştir. Kirmanî: "Kadınlardan peygamber gelmediğine icma naklolunmuştur" der. Ancak Eş'arî hazretleri kadınlardan altı peygamber gelmiştir der ve sayar: "Havva, Sâre, Hz. Mûsâ'nın annesi, Hacer, Asiye ve Meryem."Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/87
3898] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 20, Enbiya 45; Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 69, (2430); Tirmizî, Menâkıb, (3887)
3899] Enbiya, 45; Müslim, Fezâuilu's-Sahabe 70, (2431); Tirmizî, Et'ime 31, (1835).] (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/37
HZ. MERYEM (R.A.)
- 849 -
Kurtubî: "Sahih kavle göre Hz. Meryem, Peygamberdir. Çünkü ona melek vasıtasıyla vahiy gelmiştir. Asiye'ye gelince onun peygamberliğine delâlet eden bir rivâyet yoktur" diyor.
Asiye Bintu Müzahim, Firavun'un karısıdır. Rivayete göre, Hz. Musa, Firavun'un sihirbazlarına galebe çalınca Asiye iman etmiştir. Firavun bunu anlayınca onun el ve ayaklarını kazıklarla yere çaktırarak güneşe karşı üzerine büyük bir kaya konmasını emretmiştir. Kaya getirildiği vakit Asiye: "Ya Rabbi, benim için cennetinde bir ev yap"3900 diye niyazda bulunmuş, o anda cennette inciden mâmul evi kendisine gösterilmiş ve ruhu kabzedilmişti. Böylece getirilen kaya ruhsuz cesedinin üzerine konmuştu.
Hz. Meryem, İmran'ın kızıdır ve Hz. İsa'nın annesidir. Kur'ân birçok defa ondan bahseder. Herhangi bir erkek kendisine temas etmeden mucize olarak Hz. İsa'yı dünyaya getirmiştir. Yahudiler onu bakire olduğu halde çocuk doğurduğu için iffetsizlikle itham etmişlerse de, beşikteki çocuk bir mucize eseri olarak konuşup annesini tebrie etmiştir. 3901
3- Hz. Hatice’nin efdaliyetine gelince: İlgili hadislerin şerhi sırasında âlimler birkaç mesele üzerinde dururlar. Çünkü ilgili hadisler birkaç probleme birden temas eder:
1- Fazilette Hz. Hatice, Hz. Fâtıma veya Hz. Âişe'den (r. anhünne) hangisi mukaddemdir?
2- Kadınlardan peygamber gelmiş midir?
3- Hangi kadınlar peygamberdir? gibi. Kısaca açıklamaya çalışalım:
Bezzâr'ın Ammâr İbnu Yasir'den kaydettiği bir rivayette: "Hatice, ümmetinin kadınlarının hepsinden üstündür, tıpkı Meryem'in cihan kadınlarına üstün olduğu gibi" buyrulmuştur. Âlimler bu rivayete dayanarak Hz. Hatice'nin Hz. Aişe'den üstün olduğunu söylemişlerdir. Ancak İbnu't-Tîn der ki: "Hz. Aişe'nin bu hadise dâhil olmama ihtimali var, çünkü o, Hatice (r. anhâ) vefat ettiği zaman üç yaşlarında idi. Hadiste büluğa ermiş kadınların kastedilmiş olmaları muhtemeldir." İbnu Hacer bu yorumu zayıf bulur: "Çünkü der, nisâ kelimesi büluğa eren-ermeyen bütün kadınlara şâmildir. Ayrıca hadis, mevcut olan kadınları da, sonradan gelecekleri de içine almaktadır." İbnu Hacer devamla: Nesâî ve başka kaynaklarda İbn Abbâs'tan gelen şu merfu rivayeti kaydeder: "Cennet kadınlarının en hayırlıları Hatice, Fatıma, Meryem ve Asiye'dir" ve der ki: "Bu hadis sarih bir nasstır, tevile de ihtimali yoktur." Kurtubî, bu dört kadından Meryem hâriç hiçbir i hakkında peygamber olduğuna dair sabit bir delil mevcut olmadığını, hadisin bir başka vechinin bu mevzudaki işkâli bertaraf edecek bir açıklıkta geldiğini belirtir: "Cihan kadınlarının efendisi Meryem'dir, sonra Fatıma, sonra Hatice, sonra Asiye gelir." Arkadan şu neticeye varır: "Kim Meryem, peygamber değildir" derse bu hadisi ve başkasını hadiste mevcut olmadığı halde ba’zıyyet ifade eden "min" var diye yoruma tabi tutmak zorunda kalır. Bu durumda mânâ: "Cihan kadınlarının efendilerinden biri Meryem'dir..." olur."
Görüldüğü üzere Kurtubî, efdaliyet meselesinde hep Hz. Meryem'i öne
3900] Tahrim 11
3901] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/37-39
- 850 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çıkarma, onun peygamber olduğuna dair kanaatini ispatlama cihetine gitmektedir. Kadın peygamberin varlığına meylettiği sezilen İbnu Hacer, Kurtubî'nin dayandığı delili kabul etmese de vardığı neticeye başka delillerle ulaşmaya çalışır. Şöyle ki: O önce Kurtubî'nin "işkali bertaraf edecek bir üslubta" olmamakla değerlendirdiği ikinci hadisin sabit olmadığını, hadisin Ebû Davud ve Hâkim'deki aslının tertib sigası ile gelmediğini belirtir. Sonra der ki: "Hz. Meryem'in, sadedinde olduğumuz babta Hz. Hatice ile fazilet yönüyle eşit olduklarını ifade eden bir üslubla zikredilmiş olmasını esas alarak: "Hz. Meryem peygamber değildir, çünkü Hz. Hatice ulemânın ittifakıyla peygamber değildir" diyenlere şu cevap verilir: "İkisinin hayırlılıkta eşitlikleri bütün sıfatlarda eşit olmalarını gerektirmez. Nitekim Ehâdisu'l-Enbiya bölümündeki tercüme-i halinde bu babta söylenenlere yer verdik." İbnu Hacer'in atıf yaptığı bahsi yukarıda kısmen vermiş isek de burada aynen alıyoruz: "Âyet-i kerîmede Hz. Meryem'le ilgili olarak geçen "Hani melekler Meryem'e şöyle demişlerdi: ‘Ey Meryem, muhakkak ki Allah seni seçkin kıldı, tertemiz yaptı ve dünya kadınlarına üstün tuttu..."3902 âyetine dayanarak Hz. Meryem'in peygamber olduğuna hükmettiler. Ancak, ayet bu hükmü vermede çok sarih değil. Fakat Meryem Sûresinde onun peygamberlerle zikredilmiş olması bu hükmü te'yid eder. Onun sıddîka olarak tavsif edilmesi de peygamber olmasına mani değildir. Nitekim Hz. Yûsuf da sıddîk olmakla da mevsuftur. Eş'ârî'den nakledildiğine göre, birçok kadın peygamber mevcuttur. İbnu Hazm onları altıya münhasır kılmıştır: Havva, Sâre, Hacer, Musa' nın annesi, Asiye ve Meryem. Kurtubî, Sâre ve Hacer'i iskât eder. İbnu Abdilberr bunu el-Tenkîd'de fukahanın çoğunun görüşü olarak nakleder. Kurtubî der ki: "Sahih olan şu ki Hz. Meryem, peygamberdir." Kadı İyaz der ki: "Cumhur, bu görüşün hilafını söylemiştir." Nevevî, el-Ezkâr'da der ki: "el-İmam, Hz. Meryem'in peygamber olmadığı hususunda icma nakleder. Hasan Basrî'den nakle göre: "Ne kadınlardan ne de cinlerden peygamber gelmemiştir." es-Sübki el-Kebir der ki: "Benim nezdimde bu mesele ile ilgili hiçbir sabit rivayet yoktur." Bu görüşü Süheylî Ravzu'l-Unf'un sonunda fakihlerin çoğundan nakleder." 3903
“Ben, dünyada da âhirette de Meryem’in oğluna insanların en yakınıyım. Benimle onun arasında başka bir peygamber yok. Peygamberler anneleri ayrı, babaları bir kardeştirler, dinleri de birdir.” 3904
“Nasârânın (hıristiyanların) İbn Meryem’i (Hz. İsa’yı) bâtıl üzere medhettikleri gibi siz de beni medhetmekte mübâlâğa etmeyin! Şüphesiz ki, ben bir kulum; bana: ‘Allah’ın kulu ve O’nun rasûlü’ deyin.” 3905
Adayış; Vakıf İnsan Meryem
Adamak, sahip olduğunun bilincinde olmaktır. Adamak ve adanmak, harcamak ve harcanmanın zıddıdır. İnsanlardan öyleleri vardır ki, sahiptirler ama bilincinde değildirler sahip olduklarının. Bu yüzden o şeylere sahip çıkmazlar. Gerçekte tasarruf hakkı kendilerine verilmiş olan bu şeyleri korumazlar, gözetmezler, kollamazlar. Bu tür insanlara tasarrufu kendilerine verilen şeylere sahip
3902] 3/Âl-i İmran, 42
3903] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/39-40
3904] Buhârî, Enbiyâ, 44; Müslim, Fezâil 145, hd. no: 2365; Ebû Dâvud, Sünnet 14, hd. no: 4675; Tecrîd-i Sarih Terc. c. 9, s. 179-180
3905] S. Buhâri Tecrîd-i Sarih Terc. c. 9, s. 181
HZ. MERYEM (R.A.)
- 851 -
çıkmaları, onları koruyup gözetmeleri hatırlatılır: “Ey iman edenler! Kendinizi ve ehlinizi ateşten koruyun.” 3906
Sahip olan’a tâbî olunur. Eğer sahibi olduğumuz şeye tâbî oluyorsak bu durumda roller değişir, sahibi olduğumuzu sandığımız şey gerçekte bizim sahibimiz olur. Değil mi ki, kişinin sahibi olduğu, tâbî olduğu şeydir. Bu arada akla bir soru gelecektir: Sahip olan ve sahip olunan, tâbî ve metbû yer değiştirince ne olur? Ya da tutalım ki sahibi olduğumuz şeylerin bilincine vardık. Sonrası ne olacak? İşte bu noktada konumuz olan “adamak” giriyor işin içine; harcamamak ve harcanmamak için adamak...
Sahip olduğumuz değerlerin en şereflisi hiç kuşkusuz kendi nefsimiz ve tasarrufu elimizde olan insanlardır. Bu değerler tarihin hiçbir döneminde günümüzdeki gibi ucuza gitmemiş, harcanmamıştır. İnsanoğlunun kendi kendisini alçaltmasının en çarpıcı örneklerinden biri, şerefli kılınan varlığını kendi cinsine ya da daha alt değerde bir şeye adamasıdır. Bu anlamda adamak âdetâ bir kaderdir. Eğer elde etmek istediğiniz bir şey var ve varlığınızı onu elde etmeye vakfetmiş; duygu, düşünce ve eyleminizi onun uğruna teksif etmişseniz, siz o şeyin adağı olmuşsunuzdur. Bu anlamda kendisini bir şeye adamamış insan olmadığını, olmayacağını görürüz.
İnsan, ille de bir kapıya adanacak ya da adayacaksa bu kapı, kendisinden daha değerli, daha yüce birinin kapısı olmalıdır ki, değerini elleriyle alçaltmış olmasın, harcanmasın, ucuza gitmesin, tükenmesin... Peki, insanın adanacağı böyle bir kapının özellikleri neler olmalıdır, hangi adreste aramalıdır bu kapıyı insan? Örneğin yaratılmışlar içerisinde insanın kendisini adayıp da harcanmayacağı bir kapı bulunabilir mi? Hayır; naklen, aklen, mantıken hayır! Yaratılmışların içerisinde insandan daha şereflisi yoktur ki insan onun uğruna adansın. Mahlûkatın en şereflisi insan olduğuna göre adanacak kapıyı yaratılmışlar içerisinde aramak beyhûde bir uğraş olacaktır. Bu kapı yaratıklar içinde aranmayacaksa geriye bir tek şey kalmaktadır; o da Yaradan....
Kuşkusuz adanılacak kapıların en yücesi Yaradan’ın kapısıdır. Adakların en yücesi O’na adanan, adayanların en akıllısı ve kârlısı da O’nun yoluna adayandır. O’na adanmak bir hak ediştir, bir liyâkat işidir. Ve O’nun temiz yoluna ancak temizler adar, temizler adanır.
“İçinizden hayra çağıran, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”3907 Hiç kuşku yok ki, Allah’ın içimizden bulunmasını istediği bu adanmışlar kadrosunun oluşması; iman edenler arasından çıkacak samimi insanların fedâkârlıklarına bağlıdır. İşte, Allah’ın bir topluluğu toplumlar arasından seçip önder kılmasının gerçekleşme sürecinde başat rolü üstlenen sözkonusu kadronun seçiminde rol oynayan sebepler ve unsurlardan biridir adayış.
Bir fert düşünün ki, ne Meryem gibi kendisini Allah yolunda adayacak bir anne-baba ve çevreye sahip olabilmiş; ne kendisi böyle bir ebeveyn olup “adayan”lar arasına karışmış; ne Zekeriyyâ gibi, Yahyâ gibi adanan ve adayanlara yardımcı olmuş. Üstelik bu fert bu haline bakmadan “önderlik sorunu”ndan
3906] 66/Tahrîm, 7
3907] 3/Âl-i İmrân, 104
- 852 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yakınmaya başlamışsa, onun ciddiyetine ne Allah ne de kullar inanacaktır.
“Allah; Âdem, Nûh, İbrâhim ailesini ve İmran ailesini seçerek âlemlere üstün kıldı.”3908
İnsanlık sınavının problemlerini çözmede anahtar işlevi gören kıssalardan biri de, “İmran’ın kadını Hanne + Meryem + İsa” sürecinde gerçekleşen adayış öyküsüdür. Ana, evlât ve torundan oluşan üç kuşakla tamamlanan adayış sürecini başlatan, İmran’ın kadını Hanne’nin “adama” eylemidir. Âyetlerin zâhirinden anlaşılan, sözkonusu adama eyleminin, İmran âilesini seçilmişler arasına soktuğudur. Yani İlâhî seçime gerekçe olarak bu adayış gösterilmektedir. 3909
Hanne’nin adağı olan Meryem’in insanlık tarihinde istisnâ sayılabilecek bir misyonla görevlendirilmesi, oğlu İsa’nın (a.s.) bu misyonu nübüvvet düzleminde sürdürmesi, Zekeriyya’nın (a.s.) devreye girişi, Yahyâ’nın (a.s.) mûcizevî doğumu ve bu üç ismin âkıbetlerinin de birbirine benzer bir şekilde, dâvâları yolunda hayatlarını fedâ ile (İsa aleyhisselâm mânevî kurbandır) son bulması... Bunların tümünün ilk sebebi ve illeti İmran’ın kadınının adayışıdır ve bütün bu sayılanlar adayış sürecini oluşturan parçalardır. Yani adayış eylemi, bütün bu muazzam sürecin ve sebepler zincirinin ilk halkasını teşkil etmektedir.
İpi kopmuş, imâmesi kaybolmuş, taneleri dağılmış bir tesbihe dönen ümmet kendi önderlerini yetiştirme sürecine daha ana karnındayken başlanması gerektiğini bilecek, Meryem’ini adayacak Hanne’leri yetiştirmeden, “müjde” demeye gelen çağın “İsa”larını bekleme ucuzluğuna düşmeyecektir. Ümmet kendi yol göstericilerini yetiştirmede Kur’an’ın gösterdiği usûlü ve üslûbu benimseyecektir. Bilecek ve inanacaktır ki, bu anlamıyla “mehdî”siz bir toplum yoktur. Her toplum kendi mehdîsini kendisi yetiştirecek, bir değil binlerce mehdîden oluşan seçilmiş kadrosuyla ümmet, önderliği yeniden üstlenecektir. Kur’an’ın haberi de bu gerçeği desteklemekte değil midir? “Her toplumun bir yol göstericisi (hâd) vardır.” 3910
Tümü İslâm’da kadının sosyal ve toplumsal gerçeğinin altını çizen, nüzul sebebi de yine Allah Rasûlü’nün eşleri şahsında tüm İslâmî önderlik kurumuna seslenen Tahrîm Sûresinin son âyetleri çok açık ve net mesajlar taşımaktadır: “Allah, inkâr edenlere Nûh’un karısı ile Lût’un karısını misal verdi.” “Allah iman edenlere de Firavun’un karısını misal gösterdi.” “(Yine Allah iman edenlere) İmran’ın kızı Meryem’i de (misal gösterdi).” 3911
Evet, örnekte önce insan iki kategoride ele alınıyor: İnkâr edenler, iman edenler. İnkârcıların örneği ve önderi olarak iki kadın gösteriliyor, üstelik ikisi de peygamber hanımı: Nûh’un ve Lût’un (a.s.) hanımları. Bu noktada olayın inkâr-ihânet boyutuna da dikkat çekiliyor. Ve tabii, müslüman aileler muhâtap alınıyor. Yani mü’min erkek-kâfir kadın olayına parmak basılarak Kur’an’ın niçin son ve tamamlanmış şeriatte İslâm aile modelini oluşturmak için mü’min erkeklerin ve kadınların evliliklerin birtakım temel ilkeler ve kurallar koyduğunun hikmeti ortaya çıkıyor. Örneğin ikinci bölümünü iman edenler oluşturuyor: Firavun’un karısı ve İmran’ın kızı Meryem. Özellikle Asiye’nin Firavun’un karısı olduğu öne
3908] 3/Âl-i İmrân, 33
3909] 3/Âl-i İmrân, 33
3910] 13/Ra’d, 7
3911] 66/Tahrîm, 10-12
HZ. MERYEM (R.A.)
- 853 -
çıkartılarak çevresini bulamamış mü’min kadına bir prototip sunuluyor. Dünyevî zevk ve ihtişamın büyüsüne kapılmadan küfre karşı imanını muhâfaza etmenin destansı bir tarihini yazan Asiye örnek gösteriliyor. Elbet bu çağda da firavunlaşmış erkeklerle, onların hüküm alanlarında imanını koruma savaşı veren mü’min kadınlar için bir direnç ve güç kaynağı oluşturuyor bu örnek. Kur’an’ın mü’min kadına gösterdiği ikinci örnek ise Meryem.
İşte burada biz Meryem’i ve diğer birçok örnek tipi ortaya çıkaran ilk olayı, yani “adayış” olayını irdeleyeceğiz. Asiye ve Meryem farklı iki boyuttan örneklerdi. Birincisi bireysel mücâdelenin prototipidir ve içbükeydir. İkincisi ise, doğal olarak bireysel boyutu olmakla birlikte daha çok toplumsal mücâdelenin prototipidir ve dışbükeydir. Allah bu örnekleri Kur’an’ına alarak insanlığın müstakbel tarihine, onların mücâdelelerini bir ibret, bir öğüt ve bir misal olarak bırakmıştır.
“Allah; Âdem, Nûh, İbrâhim ailesini ve İmran ailesini seçerek âlemlere üstün kıldı.”3912 “İlâhî seçimin illeti nedir?” sorusuna cevap verme zamanı geldi. Bu cevabı biz değil, yine Kur’an versin: “İmran’ın karısı; ‘Rabbim, karnımdakini tümüyle hür birisi olarak yalnızca Sana adadım, benden kabul buyur; şüphesiz Sen işitensin, bilensin’ dediği zaman...”3913 İmran’ın karısı biricik ciğerpâresini Rabbine gözünü kırpmadan adadığı zaman... Evet, işte o andan itibaren muazzam bir sürecin başlaması için start verilmiş, gong vurulmuş, geriye sayma işlemi başlamıştı. Zaman kendisini unutmuş, melekler soluğunu tutmuş, göklerin kalemi bu sözleri ulaşılmaz defterine flaş haber olarak kaydetmiş ve yeni, yepyeni bir tarih yazılmaya başlanmıştı geçmişin ve geleceğin Sahibi tarafından.
Evet, “... dediği zaman...” Bir cevaba ihtiyaç duyan bu zaman zarfının arkasından muhakkak cevabı gelmeli. Yani, “Peki, ne olmuş İmran’ın karısı böyle dediği zaman?” sorusunun cevabı.. İşte bu sorunun cevabını takdiren 33. âyete, başa dönerek buluyoruz: “Allah, İmran’ın ailesini seçip âlemlere üstün kıldı.” 3914
Evet, usûlüne uygun yapılmış bir adayış, dünyanın kaderini değiştirecek bir dizi olayın da ilk sebebi oluyordu. Henüz doğmamış ciğerpâresini adayan Hanne, ne bilecekti bu adayışla bir tarihi ters çevirip yeni bir tarih yazdığını? Ne bilecekti çağ açıp çağ kapadığını? Ne bilecekti, adağı Meryem’in insanlığın ağzını şaşkınlıktan bir karış açtıracak bir mûcizenin muhâtabı olacağını? Ne bilecekti bu eylemin İsa gibi bir “müjde”nin geliş sürecini başlattığını? Ve ne bilecekti duâsıyla başlayan bu süreçte Yahyâ gibi bir nebînin gönderilip sonunda Allah’ın indirdiğiyle hükmettiği ve bu hükümden tâviz vermediği için koç gibi boğazlanacağını?
O bunları bilmiyordu. Yaşadığı sürece de bilemedi, bilemezdi de... Bunların hiçbir ini göremeden adağını tüm şeytanların şerrinden adadığı büyük kapıya ısmarlamış, adağının kabul edilip edilmediği soylu endişesi içerisinde çok geçmeden kendisi de göçüp gitmişti. O bilemedi bunları. Zâten o bu eylemi bilgiyle değil sevgiyle, mantıkla değil kalple yapmıştı. Bu kadar şeyi bilseydi bilgisi sevgisine, mantığı kalbine gâlip gelirdi. Öyle olsaydı adamazdı, adayamazdı belki de. Belki değil, kesinlikle adamazdı. Çünkü onun adadığı malından ve teninden
3912] 3/Âl-i İmrân, 33
3913] 3/Âl-i İmrân, 35
3914] 3/Âl-i İmrân, 33; Zeccâc
- 854 -
KUR’AN KAVRAMLARI
değil, canından bir parçaydı.
Evet, İlâhî seçimin illeti buydu. Çok net ve açık: “İmran’ın karısı; ‘Rabbim, karnımdakini tümüyle hür birisi olarak Sana adadım. Benden kabul buyur. Kuşkusuz Sen işitensin, bilensin’ dediği zaman...” “Allah (...) İmran’ın ailesini seçip âlemlere üstün kıldı.”
Takdîrinde boşluğa ve tesâdüfe yer olmayan Allah’ın değişmeyen sünnetiydi bu. İlâhî seçimlerin illetiydi bu. Allah’ın seçiminde gözettiği unsurların en çarpıcı örneğiydi bu. Büyük değişimlerin büyük lütuflarla, büyük lütufların büyük fedâkârlıklarla geleceğinin işaretiydi bu.
Evlâtlarının Allah’ın kapısı yerine sahte kapılara, çağdaş sahte tanrılara, dünyaya, makama, paraya, karıya, beyaz ve sarıya adandığı bir toplum niçin ve nasıl kurtulsun? Böyle bir toplumda önderliğin ölçüsü elbette ilim, iman, amel, ihlâs ve fedâkârlık değil; lafazanlık, lavgarlık, hokkabazlık, şarlatanlık, titr, şöhret, rütbe gibi sahte ölçüler ve kalp değerler olacaktı. İslâmî önderliğe aday olacak fidanlar kurumuşsa, yapma fidanlardaki câzip renkli plastik meyvelere can havliyle sarılanlar aldanmayı hak etmişler demektir. Hele hele kendini evlâtlarına, evlâtlarını ise üç günlük geçici dünya istikbâline adayıp Allah’a da emeklilikten sonrasını söz verenlerin “şuurlu mü’min” sayıldığı toplumlarda...
Tarihen sâbit bir gerçek ki adanan bu değerli varlık, birden fazla değildi. Yani “adak”, Hanne’nin bütün bir ömürde, o da nice bekleyişten sonra, sahip olabildiği tek yavrusuydu. Bu sahip oluş, öyle normal bir sahip oluş da değildi. Evlâtsız geçen bir ömürden sonra, son anda bir duâ neticesinde kendisine Rabbi tarafından hîbe edilmişti. Bu nedenle, Hanne’nin adadığı evlâdın onun gözündeki kadr u kıymeti daha bir başkaydı. Fakat, ricâsını kırmayıp duâsını kabul eden ve geçmiş yaşına rağmen kendisine evlât veren Allah’a teşekkür etmenin, verilen nimetin devam etmesinin hatta artmasının şartlarından olduğunu biliyordu. İkrâma ikram gerekti. Lütfa şükür, nimete teşekkür gerekti. Nasıl teşekkür etmeliydi Rabbine ki bu olağanüstü nimete karşılık olsun? O biliyordu ki Allah hiçbir şeye muhtaç değildi. Acıkmazdı, susamazdı, darda kalmazdı... Lâkin o yine biliyor ve inanıyordu ki Allah’ın dinine, beytine, kitabına, yani O’nun sevdiklerine hizmet, bizzat Allah’a hizmettir. Bu nedenledir ki gerçekte yardıma ihtiyacı olmayan Allah, mü’minlere yardım bahanesi olsun için insanları bu gibi İlâhî değerlere yardıma çağırıyordu: “Ey iman edenler, eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder, sizi ayaklarınız üzerinde sâbit tutar (zillet içinde burnunuzun üzerine sürünmezsiniz).” 3915
“Melekler demişti ki: ‘Ey Meryem, Allah seni seçti, temizledi ve seni âlemlerin/dünyaların kadınlarına üstün kıldı.”3916 Meryem, seçilmiş, temizlenmiş ve üstün kılınmıştır. Bu özellikler, meselâ bir âyet öncesinde anlatılan Zekeriyâ için kullanılmamıştır. Onu üstün ya da “farklı” kılan özellikler vardı kuşkusuz. Bizce bunların başında ikisi de seçkin ve sâlih bir kul olan Zekeriyyâ ve Meryem arasındaki “teslimiyet farkı” gelmektedir. Melekler, Zekeriyyâ’ya yaptıkları gibi Meryem’e de seslenerek: “Ey Meryem, Allah seni kendisinden bir kelime ile müjdeliyor!” dediklerinde, o kendisine hiçbir erkek eli değmemişken bunun nasıl olacağını sormuş ve aynen Zekeriyyâ’ya verilen cevap ona da verilmişti. Şimdi bu olayın geçtiği
3915] 47/Muhammed, 7
3916] 3/Âl-i İmrân, 42
HZ. MERYEM (R.A.)
- 855 -
âyetleri görelim: “Melekler demişti ki: ‘Ey Meryem, Allah seni kendisinden bir kelime ile müjdeliyor: Adı Meryem oğlu İsa Mesih’tir. Dünyada da, âhirette de hatırlı ve Allah’a yakın olanlardandır.” Dedi ki: ‘Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?’ ‘Öyledir!’ dedi, ‘Allah dilediğini yaratır.” 3917
Zekeriyyâ ve Meryem’e söylenilenlerle bu ikisinin verdiği cevaplar hemen hemen aynı formda. Ancak bir fark var, dikkat çekmeyen ama önemsenmesi gereken bir Meryem farkı. Biz buna “teslimiyet farkı” diyoruz. Zekeriyyâ (a.s.) Allah’tan oğlu olacağına dair bir “işaret” isterken, mâhiyet itibarıyla ondan daha olağanüstü bir emrivâki ile karşılaşan Meryem kendisine hiçbir erkek eli değmemiş olduğunu bile bile “işaret” isteme gereği duymuyor. Madem ki “öyledir!” deniliyor, “benden de öyledir” diyor ve kayıtsız şartsız teslim oluyor İlâhî irâdeye. Oysa ki Hz. Zekeriyyâ da aynı cevabı almış, lâkin o “işaret” istemeden edememişti. İşte bunun için Meryem “sıddîk” diye isimlendiriliyordu Mâide sûresinin 57. âyetinde ve dünya kadınlarına örnek gösterilen iki kişiden (diğeri Firavunun karısı) biri oluyordu. Tahrîm sûresindeki şu âyette de Meryem, Rabbi tarafından, “kaanitîn”den olarak nitelendiriliyordu: “O Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti ve kayıtsız şartsız yürekten itaat edenlerden (kaanitînden) oldu.” 3918
Bilinen bir gerçekti ki “sıddîkıyet” ve “kaanitiyyet” ne yalnızca nebîlere ve ne de rasullere has bir sıfattı. Bu ve buna benzer vasıfları taşıyan her kim olursa olsun o, İlâhî seçimin aday adayları arasında yer alacaktı. Adağın bahçıvanı Hz. Zekeriyyâ, Yahyâ ile ödüllendirilmişti. Fakat İslâmî hareketin fedâkâr mensuplarına aktarılan bu örnekteki tecellîye bakın ki, ödülün kendisi de (Yahyâ) ödüllendirilen de (Zekeriyyâ), hayatlarını adadıkları Rablerine mematlarını da adayacak; sonunda adayış sürecinin bu iki yardımcısı en büyük saâdet olan şehâdetle ödüllendirileceklerdi.
“Melekler demişti ki: ‘Ey Meryem, Allah seni seçti, temizledi ve seni âlemlerin/dünyaların kadınlarına üstün kıldı.”3919 Artık Hanne’nin adağı büyümüş ve adaylar arasına girmişti. Annesinin duâsı onun seçimini garantileyici unsur sayılmıyordu, ancak onu aday adayları arasına sokabiliyordu. Diğer yandan, İmran ailesinin seçilmiş olması sözkonusu ailenin her ferdinin seçilmiş olması anlamına gelmiyordu. Bu seçime her fert kendisi katılacak ve kendi iman, amel ve ihlâsıyla belirleyecekti sonucu: “Her insanın (amel) kuşunu kendi boynuna doladık.”3920 “Herkesin kazandığı yalnız kendisine âittir.”3921 İşte Meryem’in seçimi de bu zamanlar ve mekânlar üstü İlâhî kanun çerçevesinde gerçekleşmişti. Dikkat edilmesi gereken bir noktadır ki, seçilmiş bir aileye mensup olmasına, annesi Hanne’nin ihlâs ve duâsına, kendisinin doğuştan “adak” olmasına rağmen, bunların hiçbir i onun doğuştan “seçilmişler” arasına girmesine yeterli sebep sayılmamıştır. Ancak o mükellef olabilecek çağa gelip kendisini iman ve eylemiyle ispatladıktan sonradır ki, seçildiği kendisine bildirilmiştir.
Bütün bu söylediklerimiz âyetin üslûbundan açıkça anlaşılmaktadır. Âyetin başındaki zaman zarfı Meryem’in seçiminin belli bir süreç içerisinde
3917] 3/Âl-i İmrân, 45, 47
3918] 66/Tahrîm, 12
3919] 3/Âl-i İmrân, 42
3920] 17/İsrâ, 13
3921] 6/En’âm, 152
- 856 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gerçekleştiğinin gramatik delilidir. Yani Meryem “zamanı gelince” seçilmiştir. Seçilme zamanının gelmesinde onun hür irâdesiyle yaptığı tercih ve bunun sonucunda gerçekleşen sâlih amelleri belirleyici olmuştur.
Hz. Zekeriyyâ’yı şaşırtan yiyecekler Hz. Meryem’i hiç şaşırtmamıştı. O, Rabbiyle kurduğu sıcak ilişkisinin doğal bir sonucu olan bu gibi lütufları olağan karşılayarak îkan derecesinde inandığı bir gerçeği dile getirmiştir: “Muhakkak Allah dilediğine hesapsız rızık verir.”3922 Allah’ın diledikleri arasına girmesi ise, herkesin kendi canı derdine düştüğü bir dönemde ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanan amcaoğluna “Yâ Yusuf, Allah’a hüsnü zan et, kuşkusuz Allah bizi rızıklandıracak” deme olgunluğunu göstermesiyle mümkün olabilmiştir. O bu gerçeğe tüm varlığıyla iman etmiş ve bedeni gibi kalbinin ve mantığının kıblesini de O’na doğru çevirmişti. Bu yüzden endişe eseri göstermiyor, Allah’a olan güvenini kesin bir üslûpla dile getirerek etrafını teselli ediyordu. İşte Hanne ve tüm İlâhî seçime aday olacak insanlar için geçerli olan bu süreçte sınavı başarıyla veren Meryem, sonunda seçimi kazandığı haberini alıyordu: “Ey Meryem, Allah seni seçti, temizledi ve seni âlemlerin/dünyaların kadınlarına üstün kıldı.” 3923
Âyette geçen “âlemîn” lafzı, Arap lugatındaki özelliği itibarıyla şuurlu canlıları içine alan bir çoğul türüdür. Bu durumda Meryem’in seçilip üstün kılınması, varlık dünyasındaki tüm şuurlu yaratıklar içerisinden gerçekleştirilmiştir, demek mümkündür. Kuşkusuz onun âlemlerin kadınlarına üstün kılınması semboliktir ve “örnek oluş” açısındandır. Bu gerçeği Allah Rasûlü’nün konuyla ilgili hadislerinden anlamak mümkün: “Cennet kadınlarının hayırlısı İmran’ın kızı Meryem ve Hüveylid kızı Hadice’dir.” “Kadınların kâmilliğinin/olgunluğunun zirvesine ulaşmış olanı erkeklere nisbetle azdır. Meryem, Âsiye, Hadice, Fâtıma işte bunlardandır.”
Bu haberlerden de anlaşılmaktadır ki Meryem bir “örnek” kadındır. Onun Kur’an tarafından tüm zamanların örnek anası seçilmiş olması, her çağın, her toplumun Meryem’lerinin olacağının, olması gerektiğinin de bir delilidir. Öyle ya, çağının Meryem’i olmak ulaşılması muhal olan bir şey olsaydı Kur’an onu niçin örnek göstersindi? Örnek gösterilen şey, tavsiye edilmiş demektir. Allah tarafından tavsiye edilen şeyse -hâşâ- muhal değil; ulaşılması mümkün olan şeylerdir; Çünkü güç yetirilemeyecek şeyi teklif etmek, Allah’ın hikmetine yakışmaz.
Müslüman kadının, kendi çağının, kendi toplumunun, kendi toprağının, kendi mahallesinin, kendi ailesinin -konumuna göre- Âsiye’si, Hanne’si, Meryem’i, Hadice’si, Fâtıma’sı, Zeyneb’i olması için sunulmaktadır bu örnekler. Elbette Firavun gibi dünya zengini iman fukarası bir erkeğin pençesine düşen müslüman kadının Kur’ânî örneği Asiye’dir. Onun o mâlum şartlarda imanını koruduğu gibi, bu çağın Âsiye’si de envâi çeşit lüksün ve nefsânî, şehevî tutkuların ayartmalarına karşı dirençle imanını koruyacaktır. Allah’a ölümsüz bir adak sunmak isteyen kadının örneği İmran’ın kadını Hanne’dir. Onun sunduğu gibi sunacaktır. Ondaki akîde sağlamlığını, ihlâsı ve edebi örnek alacaktır. İnsanlığı irşad edecek önderlere, dâvetçilere, liderlere ana olup dağlardan ağır sorumlulukların altına girenlerin örneği Meryem’dir, Hadice’dir, Fâtıma’dır... İnsanlık var olduğu sürece bu örneklerin çizgisini sürdürenler var olacaktır. 3924
3922] 3/Âl-i İmrân, 37
3923] 3/Âl-i İmrân, 42
3924] Mustafa İslamoğlu, Adayış Risâlesi, s. 13-118
HZ. MERYEM (R.A.)
- 857 -
Hz. Meryem; Putlaştırma ve İftirâya, Hakarete Uğrama İmtihanı Arasında Örnek Bir Şahsiyet
Meryem’in bütün örnek isimler içerisinde ayrıcalıklı bir yeri olduğu su götürmez bir gerçek. O, örneklerin örneğiydi. Çünkü Âişe, Zeyneb, Safiyye konumları gereği tüm mü’min hanımlara örnek olma makamında bulunan Peygamber eşlerine Allah Meryem’i örnek göstermekteydi. Meryem’in iman, ihlâs ve ameliyle adaylar arasına girip İlâhî seçimi kazanmasının ardından Rabbi, onun konumuna yaraşır bir iç terbiye reçetesi sunuyordu. Çünkü ileride yükleneceği ağır sorumluluğu başka değil; ancak imanı, ihlâsı ve teslimiyet sâyesinde yıkılmadan taşıyabilecekti. Bu reçete şu: "Ey Meryem, Rabbine divan dur, secde et ve (başkasının değil, yalnızca O'nun önünde) eğilenlerle birlikte eğil!"3925 Ey Meryem! Divan durulacak kapı senin de adandığın yüce kapıdır. Secde edilecek, baş eğilecek, eşiğine yüz sürüp yerlere kapanılacak, "Lebbeyk yâ Rab" denilip itaat edilecek, bin kez kovulsan dahi yüz çevrilmeyecek tek kapı da O'nun kapısıdır.
O halde teşekkürünü yalnız O'na yönelt. Gözünü, özünü, yüzünü, gönlünü yalnız O'ndan yana çevir. Kendine O'ndan başka dayanak, sığınak, tutamak, barınak arama. O'nun önünde baş eğen kâinatla birlikte sen de eğil. O'nun emrine âmâde olan şuurlular, hücreler ve meleklerle birlikte sen de O'na âmâde ol! Duygunu, düşünceni ve eylemini O'na, O'nun sevdiklerine, O'nunla ilişkili olan şeylere tahsis et! Yeryüzündeki tüm sıddîklar, sâlihler, şehidlerle birlikte sen de katıl bu evrensel koroya ve: "eğilenlerle birlikte sen de eğil." Yalnız değilsin! Kula kulluğu reddedip yalnız Allah'a kul olan insanlarla ortak değerleri paylaşıyorsun. O halde katıl onların mahşerine ve Rabbinin senin için seçtiği rolü severek oyna!..
"Eğilenlerle birlikte" anlamını veren "mea'r-râkiîn" ifâdesi özellikle erkekler için kullanılan cemî sîgasıyla gelmiş. Yalnız kadınlar için kullanılan "râkiât" formunda gelmemiş. Sebebi de Meryem'e tavsiye edilen bu şeyleri, sadece bir cinse tahsis etmemek, yalnız kadınlara has bir tavsiyeymiş gibi göstermemek. Kelime bu mevcut formuyla zâten kadın-erkek tüm insanları, hatta cinleri ve melekleri kapsıyor. "Eğilenlerle birlikte sen de eğil" emr-i İlâhîsinde Meryem'e yalnız olmadığı, evrensel bir hareketin mensubu olduğu hatırlatılmakta. "Râkiîn" formunun gramatik özelliklerinden biri de şuurlu varlıkların tümü için kullanılmasıdır. Meryem'in üyesi olduğu bu hareket, değil sadece kadınlar, kadın-erkek tüm insan cinsini de aşıp melekler ve cinler gibi diğer şuurlu varlıklarla paylaşılan bir harekettir.
Bu gerçek, Meryem'e hatırlatılarak evrensel bir hareketin üyesi olduğu bilinci içerisinde eğilenlerle birlikte eğilmesi tavsiye edilmektedir. Elbette hayatında bir kerecik de olsa bu "aşkın" ruh hali ve "evrensellik" şuuruyla gecenin bir vaktinde Rabbinin huzurunda havf ve haşyetle durmamış, yerlere kapanmamış insana, bu ve bunun gibi âyetler pek fazla bir şey söylemeyecektir.
Hanne'nin duâsıyla başlayan adayış sürecinin artık nihâî meyvesini verme zamanı yaklaşmaktadır. Hanne adağını adamış ve onu sahibine ısmarladıktan sonra dünyaya vedâ etmiştir. Adak adandığı kapı tarafından kabul edilmiş, bir çiçek gibi büyütülmüş ve bu çiçeğe Zekeriyyâ (a.s.) ailesi gibi bir de bahçıvan tâyin edilmiştir. Adak, rüştünü ispatladıktan sonra ferdî sınavını vererek İlâhî seçimi
3925] 3/Âl-i İmrân, 43
- 858 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kazanmış ve artık son hazırlıklar yapılmaktadır. Babasız çocuk doğurmak gibi bir mûcizeye muhâtap olacak Meryem'in bu, hem mânevî, hem maddî mes'ûliyeti ağır role kalben hazır olması gerekmektedir. O boyut da Rabbi tarafından kendisine hatırlatılmıştır. Bütün bunlara ek olarak, olayın bir de toplumsa cephesi vardır ki, bu açıdan Meryem'in konumu "töhmet mahalli"dir. Zâten dünyanın bu en iffetli ve sadâkatini Kur'an'ın onayladığı dürüst kadını, daha hâmile kalır kalmaz en yakınları ve toplum tarafından çirkin bir şekilde iftirâya mâruz kalacaktır. Bu iftirâdan onun bakımını üstlenen Hz. Zekeriyyâ ve Yusuf gibi sâlih insanlar da paylarını alacaklardır.
Ne garip bir tecellîdir ki, hem Hanne ve İmran gibi seçilmiş bir ailenin Allah'a adanmış bir adağı olacak, hem Zekeriyyâ gibi bir nebînin ellerinde yetişecek, hem her türlü İlâhî yardıma mazhar olacak, bütün bunların ardından da dağları inletecek ağır bir sınavın altına sürülecek. Sınavın ağırlığını ve Meryem'in, daha çocuk denecek bir yaşta olan Meryem'in, iftirâlardan dolayı çektiği acıyı tahmin etmek çok zor. Sıddîkıyyet ve kaanitiyyet vasıflarını Allah'ın tescil ettiği, sarsılmaz imanına Kur'an'ın şâhitlik ettiği İlâhî terbiyenin çocuğu Meryem, bütün bu özelliklerine rağmen vurulan yükün ağırlığı altında inleyecek ve iffet heykeli bu örnek genç kız, karnında taşıdığı mûcize çocuktan dolayı pâk eteğine çamur atılacağını düşündükçe: "Nolaydım, keşke bundan önce öleydim de unutulup gideydim!"3926 diyecektir.
Bu sınamanın Allah'çasıdır. Bu sınanmanın en çetinidir. Sınavların ucu görünmeye görsün. Büyük dâvâları omuzlayanların başına boşalır da boşalır. Kur'an diliyle "gam üstüne gam"dır ki, bu sınav sağanağından yıkılmadan, yorulmadan, yola oturmadan, geriye dönmeden çıkanların imanı çifte su verilmiş çeliş kılıç gibi sağlam olur: "Andolsun Biz sizi sınayacağız ki içinizden cihad edenleri (ve cihadında) sabredenleri bilelim ve (sadâkat) haberlerinizi tecrübe edelim."3927; "Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk ve sıkıntı dokunmuştu, öyle sarsılmışlardı ki, sonunda peygamber ve onunla birlikte olan mü'minler 'Allah'ın yardımı ne zaman?' diyecek olmuşlardı."3928; "Allah size gam üstüne gam verdi ki, ne ilinizden gidene, ne de başınıza gelene üzülmeyesiniz. Allah yaptıklarınızı duymaktadır." 3929
Örnek olmanın ve örnek olanların çizgisini sürdürmenin muazzam ağırlığını omuzlarında hissedenler eğilir, lâkin yıkılmazlar, sallanır, fakat devrilmezler, belki yavaşlarlar, ancak yatmazlar. Keder ve sıkıntılarının ağırlığından kaburgaları birbirine geçtiği halde hallerini sormayagörün, alacağınız cevap hep aynıdır: "Hasbuna'llahu ve ni'me'l-vekîl = Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir." Onları en dar, en zor zamanlarında üzerlerin varıp sıkıştırsanız bile Allah'tan şikâyet ettiremezsiniz. Rablerinden "Rab (terbiye edici) olarak" râzıdırlar. Elbette O da onlardan râzıdır: "Allah onlardan râzı olmuş, onlar da O'ndan râzı olmuşlardır. İşte onlar Allah'ın hizbidir. İyi bilin ki kurtuluşa erecek olan Allah'ın hizbidir." 3930
Ne kadar sıkışırsa sıkışsınlar Allah'a fatura çıkardıklarını göremezsin.
3926] 19/Meryem, 23
3927] 47/Muhammed, 31
3928] 2/Bakara, 214
3929] 3/Âl-i İmrân, 153
3930] 58/Mücâdele, 22
HZ. MERYEM (R.A.)
- 859 -
Şikâyetleri ve yakınmaları nefislerindendir. Kendilerine bir iyilik isâbet ettiği zaman onu Allah'tan, bir kötülük isâbet ettiği zaman da onu nefislerinden bilirler. Onlar toplumların paratonerleridir. İnsanın ebedî mutluluğu için yaşarlar ve yine onun için savaşırlar ve ölürler. Bu nedenle tüm yıldırımlara başlarını dik tutarlar.
Ve Adayış Sürecinin Meyvesi: Müjde
Adayış sürecinin son aşamasına gelinmiştir. Bütün bu sürecin meyvesi devşirilecektir. Bu "güzel bitki" İmran ailesinin temiz tarlasına ekilmişti. Daha toprak altındayken Hanne onu Rabbine adadı. "Güzel bitki" çimlenir çimlenmez kendisi için hazırlanan özel bahçede Zekeriyyâ gibi bir bahçıvanın gözetiminde yetiştirildi. Artık büyüyen bitkinin meyve verme zamanı yaklaşmıştı. İşte "adayış süreci"nin kısa bir öyküsü bu.
Sonuç mu? Sonuç "müjde"ydi. Allah ona "Müjde" anlamına gelen "Mesih" lakabını vermişti (Taberî). Gerçekten de böylesine zorlu bir sürecin sonucu "kurtuluş" demeye gelen bir "müjde" olmuştu: "Melekler demişti ki: 'Ey Meryem, Allah seni kendisinden bir kelime ile müjdeliyor. Adı, Meryem oğlu Mesih'tir. Dünyada da âhirette de hatırlı ve (Allah'a) yakın olanlardandır." 3931
Kur'an onun özellikle "kelime" olduğunu vurguluyordu. Çünkü o kelimenin çocuğuydu (Katâde). Sözkonusu kelime Allah'ın "ol" (kün) emrinden başkası değildi. O "ol" demişti, o da oluvermişti. Allah Teâlâ çağının birçok putunu onunla yıkacaktı. Onun yıktığı birinci put, ataerkil Roma toplumunun tanrılaştırdığı erkekti. O babasız doğmakla bu toplumsal putu yerle bir etmişti. Allah'ın bu sosyal dengesizliğe olan gazabına bakınız ki Kur'an'daki ilgili tüm âyetlerde ve bu âyette bir erkeği, hem de bir yığın olağanüstü yetilerle donatılmış bir erkeği bir kadına nisbet ederek anıyordu: "Meryem oğlu İsa..." Hem de bunu ısrarla ve üzerine basa basa yapıyordu. İlâhî lisanda "Meryem" adı "İsa" adının olmazsa olmazı kılınıyordu. Allah'ın yarattıklarını sınıflara ayıran tüm sınıfçılara, ırkçılara, ulusçulara, toprakçılara, cinsiyetçilere ve daha envâi çeşit asabiyetçilere bundan daha güzel reddiye mi olurdu?
Onun yıktığı ikinci put, Yahûdi putuydu. Allah tarafından İlâhî mesajı sahiplenmekle görevlendirilen Benî İsrâil toplumu, kendilerine verilen emânete ihânet etmişlerdi. Sözkonusu ihânetlerine rağmen kendilerini hâlâ "seçilmiş millet" olarak görmeye devam ediyorlardı. Emânetin kendi ellerinden alınıp lâyık olana verileceğini kabullenmek istemiyorlardı. Irkçılığı öylesine kutsamışlardı ki, yahûdi olmayı hiçbir iltimasın geçerli olmadığı âhirette bile bir imtiyaz vesilesi addediyor ve bundan dolayı da ne kadar azgınlık yaparlarsa yapsınlar, kendilerine cezâ gününde ayrıcalık tanınacağına inanıyorlardı: "Bir de dediler ki: 'Sayılı birkaç gün dışında bize asla ateş dokunmayacaktır."3932 Bir put haline dönüşen bu ulusçuluğu Allah, yine içlerinden biri olan Hz. İsa eliyle yıkıyordu.
Âyetteki "adı Meryem oğlu İsa Mesih" cümlesi aynı zamanda, gelecekte ortaya çıkacak bir tür putlaştırmaya da köklü bir red içeriyordu. Hz. İsa'nın mesajını kısa zamanda tahrif edecek olan hıristiyanlar onu tanrılaştırarak -hâşâ- "Allah'ın oğlu" diyeceklerdi. Kur'an daha başından onun "Meryem'in oğlu" olduğunu vurgulayarak, gerçeği saptırmaya çalışacaklara doğru adresi göstermiştir.
3931] 3/Âl-i İmrân, 45
3932] 2/Bakara, 80
- 860 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. İsa'nın "dostları"nın ona olan zulmünü bu şekilde reddeden Allah, onun "düşmanları"nın ona olan zulmünü ve iftirasını da yine aynı âyetteki "O dünyada da âhirette de hatırlı ve Allah'a yakın olandır."3933 cümlesiyle reddedecektir.
Biri sözde dostlar"dan, diğeri "düşmanlar"dan gelen bu zıt kutuplu ve iki yönlü musîbet genelde toplumsal önderlerin tümünü bekleyen potansiyel iki tür tehlikelidir. Birinciler ilâhlaştırarak, onu olmadığı bir makama yücelterek, ikinciler ise iftirâ ve çamur atarak, konumundan aşağı çekmeye çalışarak ona zulmediyorlardı. Gerçekte bu iki zümrenin yaptıkları arasında sonuç itibarıyla pek büyük bir fark da yoktu. Neticede iki taraf da zulmediyordu. Allah Rasûlü, toplumların bu ezelî zaafını bildikleri için; "Bana hıristiyanların Meryem oğlu İsa'ya dediklerini demeyin, bana Allah'ın kulu ve Rasûlü' deyin!" buyuruyorlardı. Yahûdiler de, hıristiyanlar da sözkonusu tavırlarıyla gerçekte kendi nefislerine zulmediyorlardı. Ne var ki, birincilerin zulüm aracı "nefretleri" iken, diğerlerinin zulüm aracı "sevgileri" idi.
Sonuçta "müjde"nin çizgisini sürdürme görevi ifrat ve tefritleri dolayısıyla sözkonusu iki zümreye de verilmedi. Onların dışında, insanı ve eşyayı hikmetle tanımlayan, Allah'ın aziz kıldığını zelil, zelil kıldığını da aziz etmeye çalışmayan bir inancın mensuplarına, müslümanlara verildi. Emânetin kendilerine verildiği müslümanlar da "gazaba uğrayanlar"ın eğilimine saparak "yahûdileşir" ya da "sapanlar"ın yolunu tâkip ederek "hıristiyanlaşır"sa, elbet onların içerisinden seçilip bu illetlerden korunmuş olan, Kitab'ı okuyan, anlayan, yaşayan ve yaşatan sağlıklı bir zümre sürekli var olacaktı: "İçinizden hayra çağıran, mârufu emredip münkeri yasaklayan bir topluluk bulunsun."3934 İşte bu âyette vasfedilenler eliyle bu çizgi sürdürülecek, emâneti taşıma görevi onlara verilecekti. Bu çizgiyi sürdüren ve Kur'an'ın "içinizden bulunsun" dediği o seçkiye girebilme, hatta onlar içinden de seçilip öncü olabilme yöntemlerinden biri olan bu "adayış kıssası" Allah'ın ihlâslı kullarına verdiği tarih sırrı idi.
Bu kıssa ve onun Hanne, Eyşâ ve Meryem gibi kadın kahramanları bir imkândır kulluğunun bilincindeki müslüman kadın için; hem de bulunmaz bir imkân! Eğer değerlendirebilirse bu imkânı, hem kendisinin, hem ailesinin, hem de toplumunun kurtuluşuna vesile olacak muazzam bir süreci başlatabilir. Adayanlar ve adananların çok olduğu bir toplumu hiçbir zâlim güç sindiremeyecektir. Ve o toplum mutlu ve özgür insanların toplumu olacaktır.
Ne mutlu Hanne gibi adayanlara! Ne mutlu Meryem gibi adananlara! Ne mutlu Zekeriyyâ (a.s.) gibi bahçıvanlara! Ne mutlu Yahyâ ve İsa (mânevî kurban) (a.s.) gibi kurbanlara! "Yeryüzünde bulunan her şey yok olacak, yalnız celâl ve ikram sahibi Rabbinin yüzü (rızâsı) bâki kalacaktır."3935
İmtihanların Büyüğü, İnsanların Büyüklerinedir
Hz. Peygamber’in imtihanların hemen her çeşidinden geçtiği gibi, onurlu insanlar için en büyük imtihan olan nâmusla ilgili iftirâ gibi sınavların en çetininden de geçmiştir. Hz. Yûsuf için de böyle bir imtihan sözkonusuydu. Aynı zor sınavı Hz. Meryem de başarıyla verdi. Allah nazarında insanın büyüklüğü
3933] 3/Âl-i İmrân, 45
3934] 3/Âl-i İmrân, 104
3935] 55/Rahmân, 26-27; M. İslâmoğlu, a.g.e., s. 119-141
HZ. MERYEM (R.A.)
- 861 -
oranında imtihanın azameti de büyür; sünnetullah budur:
“Sevabın çokluğu, belânın büyüklüğüyle beraberdir. Allah, bir toplumu sevdiği zaman şüphesiz onları (sıkıntı, musibet ve belâlarla) imtihan eder. Artık kim bir (imtihan edildiği belâ ve musibetlere) rızâ gösterirse, Allah’ın rızâsı (ve sevabı) o kimseyedir. Kim de (imtihan edildiği belâ ve musibetlere) öfkelenir (ilâhî hükme rızâ göstermez) ise, Allah’ın gazabı (ve azâbı) o kimseyedir.” 3936
“Mü’min kişinin benzeri, bir sap üzerinde biten taze ekin gibidir. Rüzgâr, ona hangi taraftan gelirse, onu eğer de yaprağı diğer tarafa döner, meyleder (fakat o, yıkılmaz). Rüzgâr sakinleştiğinde yine doğrulur. İşte mü’min kişi de böyledir. O da, belâ sebebiyle eğilir (fakat yıkılmaz). Haktan yüz çeviren kâfir kişinin benzeri ise, sert ve dimdik duran çam ve dağ servisi gibidir. Nihayet Allah onu, dilediği zaman (bir seferde) kırar, devirir.” 3937
Sahabelerden Sa’d rivayet ediyor: Dedim ki: ‘Ya Rasûlallah, insanların belâsı/imtihanı en çetin olanı kimdir? Buyurdu ki: “Peygamberler ve sonra da derece derece mü’minlerdir. Kişi, dini oranında belâ görür/imtihan edilir. Dini kuvvetli ve sağlam ise belâsı ağır olur. Dininde zayıflık sözkonusu ise, dini kadar belâ görür/imtihana tâbi tutulur. Belâ insanın yakasına öylesine yapışır ki, günahsız gezene kadar peşini bırakmaz.”3938
“İnsanların belâ/imtihan yönünden en şiddetlisi, en çok belâya mübtelâ olanları peygamberlerdir, sonra sâlihler, sonra da derece derece iyi hal sahibi diğer mü’minlerdir.” 3939
“Mü’minin kendini aşağılaması doğru değildir.” Denildi ki: ‘Mü’min kendini nasıl hakir düşürür (aşağılar)?’ Buyurdu ki: “Gücünün yetmediği belâya/imtihana hedef olur.” 3940
“Cennet zorluklarla; Cehennem ise aşırı arzularla çevrilmiştir.” 3941
Habbâb İbnu'l-Eret (r.a.) anlatıyor: "Rasulullah (s.a.s.) Kâbe'nin gölgesinde bir bürdeye yaslanmış otururken, gelip (müşriklerin yaptıklarından) şikâyette bulunduk: "Bize yardım etmiyor musun, bize duâ etmiyor musun?" dedik. Şu cevabı verdi: "Sizden önce öyleleri vardı ki, kişi yakalanıyor, onun için hazırlanan çukura konuyor, sonra getirilen bir testere ile başının ortasından ikiye bölünüyordu. Bazısı vardı, demir taraklarla taranıyor, vücudunda sadece et ve kemik kalıyordu. Bu yapılanlar onları dininden çeviremiyordu. Allah'a kasem olsun Allah bu dini tamamlayacaktır. Öyle ki, bir yolcu devesine bindimi San'a'dan kalkıp Hadramût'e kadar gidecek, Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmayacak, koyunu için de sadece kurttan korkacak. Ancak siz acele ediyorsunuz."3942
3936] İbn Mâce, Fiten 23, hadis no: 4034
3937] Buhâri, Tevhid 32, hadis no: 92, Mardâ ve’t-Tıb 1, hadis no: 3, 4; Müslim, Sıfatu’l-Münâfikun 14, hadis no: 58-62; Dârimî, Rikak 36, hadis no: 2752
3938] Tirmizî, c. 7, s. 78-79; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, c. 1, s. 136; Ahmed bin Hanbel
3939] Dârimî, c. 2, s. 320; Sabuni, Muhtasaru Tefsir-i İbn Kesir, III/28; Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr c. 1, s. 136; Keşfü’l-Hafâ, I/144
3940] Tirmizî; et-Tâc, c. 5, s. 308
3941] Müslim, Cennet 1, Hadis no: 2822, 4/2174; Dârimî, Rikak 117, Hadis no: 2846, 2/245; Tirmizî, Cennet 21, Hadis no: 2559, 5/693; Ahmed b. Hanbel, 2/260, 333, 354, 380, 3/153, 254, 284
3942] S. Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 29, Menâkıb 25, İkrâh 1; Ebû Dâvud, Cihad 107, hadis no: 2649; Nesâî, Zînet 98, 8/204; K. Sitte, 9/548
- 862 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. İsa’nın Babasız Doğma Mûcizesi
Her müslüman, Kur’an’ın açık ifadesine inanarak Hz. İsa’nın babasız doğduğuna inanır. Kur’an, Hz. İsa’nın babasız doğumunu, annesiz ve babasız yaratılan Hz. Âdem’e benzetir: “Allah yanında İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir; Onu topraktan yarattı, sonra ona ‘ol’ dedi, hemen oluverir.” 3943
Determinizm ve materyalizm 19. asır Avrupa’sında patlak verince tüm mânevî değerlere saldırdı; bu arada Hz. İsa’nın babasız doğuş mûcizesini de inkâr ederek alay konusu haline getirdi. Hatta, biyolojiye koydukları “kendi kendine üreme olmaz” ilkesinde sırf Hz. İsa’ya sataşma amacı gütmüşlerdir. Her konuda olduğu gibi, biyolojide de erken ve eksik bilgilere rağbet ederek böyle yanlış kural ve yargılara varmak ateistlerin âdetidir. Bilimdeki gelişmeler, eski yanlış teorileri çökertmekte, çok kere bilim, kendi putunu kendi devirmektedir. Dün, “babasız çocuk olmaz” diyen bilim adamları, bugün canlıları klonlayarak laboratuar şartlarında canlı kopyalamaya çalışmaktadırlar. Aslında çağımız biyolojisi, bir embriyonun oluşumunu ve gelişimini oldukça iyi ölçülerde tanıyabilmektedir. Bugünkü biyoloji verileri ile şöyle demek daha doğru olur: Asıl mûcize, babasız çocuk doğurmak değil; babalı çocuk doğurmaya mecbur olma olayıdır. Çünkü ince hikmet nedeniyle annenin yumurta hücresi bir çocuğu tümüyle meydana getirme yeteneğine sahip iken, özellikle yetkisi Allah tarafından elinden alınmıştır. 3944
Hz. İsa’nın babasız doğmasına bazılarının akıllarının ermemesi; bakmasını bilmedikleri, bakış açılarının yanlışlığı sebebine dayanır. Allah’ın yaptıklarıyla kendi yaptıklarını aynı kefeye koyup mukayese etme yanlışlığıdır. Bilinmesi gerekir ki, insanlar için yapılması imkânsız olan şeylere Allah’ın “ol” demesi kâfidir. Aslında babasız meydana gelen sadece Hz. İsa da değildir. Canlılar dünyasında bunun pek çok misalleri vardır. Arılar bunlardan sadece birisidir.
Bilindiği gibi, her kovanda bir ana arı bulunur. Ve hayatında, bir defa çiftleşme uçuşuna çıkar. Bu uçuş sırasında en hızlı erkek arı ile çiftleşir ve ondan aldığı spermalar (erkek üreme hücreleri) bir kese içerisinde depo edilir. Kovana döndükten sonra ana arı yumurtlamaya başlar. Yumurtalar, spermaların bulunduğu kesenin yanından geçerler. Bu esnada bazı yumurtalar spermalar tarafından döllenir. Bazıları ise hiç döllenmeden çıkarlar. İşte döllenen yumurtalardan dişi arılar, sperma ile döllenmeyen yumurtalardan ise erkek arılar meydana gelir. Bu tip üremeye biyolojide “partenogenetik üreme” denilir.
Hz. İsa’nın babasız oluşunu, “aklımız almıyor” diye inkâr edenler, yeryüzünde her yıl milyarlarca babasız erkek arının meydana gelişini hangi akılla ve nasıl açıklayacaktır?
Bir başka örnek de yaprak bitleri (afidler)’dir. İlkbaharda bazı bitkilerin yaprak ve tomurcuklarından özsu emerek yaşayan bu böcekler çiftleşmeksizin (yani babasız olarak) yavrular doğururlar. Bu yavruların tamamı dişidir. Ancak sonbaharda erkeklerle çiftleşen böcekler doğurmayıp yumurtlarlar. Döllenmiş bu yumurtalardan ilkbaharda dişi yavrular çıkar. Erkekler sadece sonbaharda meydana gelir. Su pireleri (dafnialar) de belirli bir mevsimde partenogenetik (yani babasız olarak) üreme gösterirler. Döllenmemiş yumurtalardan yavrular çıkar.
3943] 3/Âl-i İmrân, 59
3944] Halûk Nurbaki, Kur’an’dan Âyetler ve İlmî Gerçekler, s. 332
HZ. MERYEM (R.A.)
- 863 -
Bu örnekleri daha da artırmak mümkündür. Karıncaların, uyuz böceklerinin ve solucanların bazıları da babasız ürerler.
Dikkat edilirse, gerek yaprak bitleri ve gerekse su pirelerinin babasız üremeleri devamlı değildir. Sadece belirli mevsimlerde olur. Yani Cenâb-ı Hak mânen diyor ki: “Üreme kanunumu istersem hikmetime göre değiştirebilirim. Canlıları, babalı olduğu gibi, babasız da yaratabilirim. Sebepler sizi aldatmasın.” Anne ve babamız, dünyaya gelmemizde sadece birer sebeptirler. Bundan başka bir rolleri yoktur. Meselâ, gözlerimizi ve ellerimizi annemiz mi verdi, yoksa babamız mı? Akıl, hâfıza, hayal, sevgi, nefret, şefkat gibi mânevî cihazlarımızı nereden aldık? Tek bir hücreden gelişerek meydana gelen bu vücut yapımızı bir düşünelim. Hangi kudret sahibi bu hârika yapıyı o tek hücreden çıkardı? Madem biz varız; Kendimizi inkâr edemiyoruz ve madem tek bir hücreden yaratılmışız. Böyle bir ilim ve kudret sahibi bizi neden annesiz ve babasız yaratamasın? Zaten anne ve babamızı da yaratan O değil mi?
Dünyada cereyan eden üreme kanunlarının hepsi de erkek ve dişi vasıtasıyla olacak diye bir kural yoktur. Bakteriler birkaç saat içinde neslinin neslini görebilecek kadar hızla ürerler. Fakat ne anne var, ne de baba. Bir bakteri ortadan ikiye bölünüyor ve oluyor iki bakteri. Diğer taraftan ilk insan Hz. Adem’in annesiz ve babasız yaratıldığı gibi, milyonlarca bitki ve hayvan türünün ilk yaratılışının da annesiz ve babasız olduğunu unutmamak gerekir.
Her sebebin, her kanunun bir istisnası bulunabilir. Anne ve baba vasıtasıyla dünyaya gelme kanununun bir istisnası olarak Hz. İsa yaratılmıştır. Bununla insanların imtihanı sözkonusudur. Hikmet-i İlâhî böyle istemiştir. Çünkü Hz. İsa, büyük peygamberlerdendir. Peygamberlere Allah tarafından verilen mûcizeler ise zamanlarındaki insanlar hangi hususta ileri iseler, o çeşitten olmuştur. Hz. İsa zamanında tıp ilmi revaçta olduğundan, onun mûcizesi de tıpçıları âciz bırakacak olan babasız yaratılma şeklinde olmuş ve bu, ölüleri diriltme gibi mûcizelerle devam etmiştir. Başta babasız doğum olmak üzere bu mûcizelerle ruhu inkâr eden ve insanı sadece maddî organlardan ve sebep sonuç ilişkilerinden ibaret kabul eden topluma, ruh ve can konusunu düşünmeleri hatırlatılır. Hz. İsa’nın babasız doğuşu, Allah’ın istediğini istediği gibi yaratabileceğini gösterir. Bu olay ile O, bizim sebepleri putlaştırıp sebeplerde boğulmamamızı ihtar ediyor. Allah’ın kendi yarattığı sebeplere uyma zorunluluğunun olmadığını isbat ediyor. Anne ve babanın birer sebep olduğunu, hikmeti gerektirirse insanları ve hatta bütün canlıları annesiz babasız da yaratabileceğini gösteriyor. 3945
Tefsirlerden İktibaslar
Hani İmran’ın karısı demişti ki: “Rabbim, doğrusu ben karnımdakini âzad edilmiş olarak Sana adadım; benden kabul et! Şüphesiz Semi’ ve Alîm olan Sensin, yalnız Sen!”
Hani bir zamanlar Meryem’in babası olan İmran’ın karısı Hanne hâmileliğini hissettiğinde demişti ki: “Rabbim, doğrusu ben karnımdaki çocuğu hür olması, Senden başka kimseye ibâdet etmemesi için, Senin mukaddes evinin hizmetine adadım; benden kabul et! Şüphesiz kullarının duâları da dâhil her şeyi işiten ve onların niyetleri de dâhil her şeyi bilen Sensin, yalnız Sen!” 3946
3945] A. Tatlı, M. Dikmen, (İ. Arıcıoğlu) Merak Ettiklerimiz, s. 48-50
3946] 3/Âl-i İmrân, 35
- 864 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Zekeriyyâ (a.s.), Hz. Meryem’in teyzesinin kocası (eniştesi) idi. Zira Meryem’in annesi ile Hz. Zekeriyyâ’nın hanımı kardeştiler. Âyette ifâde edildiği gibi Hz. Meryem’in Beyt-i Makdis’te bakımını Zekeriyyâ üzerine almıştı. Meryem’e özel bir oda tahsis etti ki, ona âyette “mihrâb” denilmiştir. Mihrâb, harp ve cihad vâsıtası/yeri demektir. Bir çeşit çile odası anlamını taşır. Hz. Zekeriyyâ, Meryem’in yanına her girişinde çeşit çeşit taze meyveler görürdü. Bunlar o mevsimde o bölgede yetişmeyen meyvelerdi. Onun için sordu. O da: ‘Allah gönderdi’ dedi. Gerçekten onları Allah göndermişti.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Rivâyet olunuyor ki, Hz. İsa'nın ninesi, İmrân'ın karısının ismi Hanne binti Fâzuka (Fâzuka'nın kızı Hanne), Hanne'nin kızkardeşi ve bir rivâyette Meryem'in kızkardeşi İyşâ da Hz. Zekeriyya'nın karısı ve Hz. Yahya'nın annesiymiş. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz: "Yahya ile İsa teyze oğullarıdır." buyurmuştu.
Âyette geçen "muharrer" kelimesi, esasen iyice âzad edilmiş, hâlis, hür bırakılmış demektir ki, ibâdette ihlâs sahibi (samimi) veya mâbed hizmetçisi veya dünyadan âzâde mânâlarıyla tefsir edilmiştir.
"Mihrâb" bilindiği üzere câmi ve mescitlerin ön tarafında imamın duracağı belli yerdir. "Zikr-i cüz, irâde-i kül" (bir kısmın söylenmesiyle, o şeyin tümünü kastetme) yoluyla mescide, aynı şekilde en şerefli, en ileri mevkiye de mihrab denilir. Fakat burada mihrabdan maksat, mescidde merdivenle çıkılan bir mahfel olduğu beyan ediliyor ki, Hz. Meryem, Zekeriyyâ (a.s.) tarafından buraya konulmuş ve burada muhâfaza edilmişti.
İşte ana karnında babasından yetim kalan Hz. Meryem, böyle bir rûhâniyetle doğmuş ve böyle bir mihrabda Allah katından özel nâiliyyet ile yetiştirilmişti.
Âl-i İmrân: İmrân âilesi demektir. Hz. Mûsâ (a.s.) ile kardeşi Hz. Hârun (a.s.)'un babaları İmrân'ın adına nisbet edilen aileye denir. Aynı zamanda Hz. Meryem'in babasının da adının İmrân olmasından dolayı İmrân ailesi denince hangisinin kasdedildiği hakkında iki görüş ortaya çıkmıştır. Âyet-i Kerime'de bu konuda açıklık yoktur. "Allah, Âdem'i, Nuh'u İbrahim ailesini ve İmrân ailesini (Âl-i İmrân'ı) birbirlerinin soyundan olarak âlemlerden üstün kılmıştır. Allah hakkıyla işiten ve her şeyi çok iyi bilendir."3947 Bu âyeti izleyen âyetlerde Hz. Meryem'den söz edildiği için burada kastedilen ailenin Hz. Meryem'in babası İmrân'ın ailesi olduğu kanaati ileri sürülmektedir. Fakat ulû'l-azm peygamberler olan Hz. Âdem, Hz. Nuh ve Hz. İbrahim (a.s.) sayılırken âyette bunlardan hemen sonra Âl-i İmrân'dan söz edildiğine göre burada kastedilenin Hz. Mûsâ ve ailesi olduğu hususunda ikinci bir görüş ileri sürülmektedir ki, genellikle bu görüş tercih edilir. Kur'ân-ı Kerim'in Âl-i İmrân sûresi de adını yukarıda sözkonusu ettiğimiz âyette geçen Âlu İmrân tâbirinden almaktadır.
İmran’ın Karısı: Eğer "İmran'ın kadını" ile "İmran'ın karısı" kastediliyorsa, bu, 33. ayette adı geçen İmran'dan başka biri olmalı. Bu durumda büyük dedelerinden sonra Hz. Meryem'in babasının bu adı aldığı sonucuna varılır. Fakat eğer İmran'ın kadını ile İmran ailesinden herhangi bir kadın kastediliyorsa, Hz. Meryem'in annesinin İmran soyundan gelen bir kadın olduğu ortaya çıkar. Bu görüşlerden birini tercih edebilecek sahih bilgiye sahip değiliz. Bazı Hıristiyan
3947] 3/Âl-i İmrân, 33-34
HZ. MERYEM (R.A.)
- 865 -
kaynaklarında Hz. Meryem'in babasının Iaachim olarak geçmesine rağmen, tarih, Hz. Meryem'in babasının kim olduğunu ve annesinin hangi aileye mensup olduğunu bildirmez. Fakat eğer Hz. Meryem ile Hz. Yahyâ'nın annesi Elisabeth'in kuzen oldukları görüşü doğru kabul edilirse,3948 o zaman "İmran'ın kadını", İmran ailesinden bir kadın anlamına gelecektir.
Luka İncili (1/5), Hz. Zekeriyyâ'nın (a.s.) karısı Elisabeth'in "Hârun'un kızlarından" olduğunu, yani İmran'ın kızı veya İmran'ın kadını olduğunu söyler, O halde Harun'un kız kardeşi Miriyam ile bakire Meryem'i birbirine karıştırma gibi bir hata sözkonusu değildir. Çocukları dedelerinin adıyla anmak yaygın bir gelenektir. Bu nedenle açıklamalardan herbiri kabul edilmeye değer. Bununla birlikte burada yapılan bu tartışma, yani İmran gerçekten Meryem'in babasının ismi mi, yoksa dedelerinden biri mi tartışması, asıl konu olan Hz. İsa'nın mûcizevî doğumunu açıklamada herhangi bir fark oluşturmaz. 3949
"Onu doğurduğunda –Allah onun ne doğurduğunu elbette en iyi bilendir- dedi ki: “Rabbim, elbette ben onu kız doğurdum.” Erkek kız gibi değildir. “Ona Meryem adını verdim. Doğrusu ben onu da soyunu da kovulmuş şeytandan Sana sığındırırım!”3950
Hanne hâmileyken İmran vefat etti. Hanne karnındaki çocuğu doğurduğunda kız olduğu için Beytu’l-Makdis’e kabul edilmeyeceğini düşündü, üzülerek dedi ki: “Rabbim, ben erkek çocuk doğurmayı arzulayarak bu duâyı yapmıştım, fakat Senin de bildiğin gibi kız çocuğu doğurdum. Erkek kız gibi değildir. Çünkü kız birçok doğal zayıflıklar ve toplumsal kısıtlamalarla sınırlandırılmıştır ve bir din adamı olamaz. Hayız vb. sebeplerden dolayı devamlı Sana ibâdet edemez, erkeklerin arasında devamlı bulunamaz, bulunsa bile ithamlardan kurtulamaz. Ona Allah’a ibâdet eden anlamına gelen Meryem adını verdim. Doğrusu ben onu da soyunu da kovulmuş şeytandan Sana sığındırırım! Onları ancak Sen koruyabilirsin!” Allah Hanne’nin ihlâsını bildiği için duâsını kabul etti ve şöyle buyurdu: “Erkek kız gibi değildir. Fakat üzülme! Ben onu, erkeğin yapamayacağı bir işi için yarattım. Bu kızın değeri ve görevi büyüktür. Onun görevini ancak Ben bilirim. Senin ne doğuracağını ve doğurduğun kızın ileride ne olacağını elbette en iyi bilen Benim. Çünkü Benim ilmim her şeyi kuşatmıştır.”
Hz. Meryem'in annesi bununla şunu kastetmiştir: "Eğer erkek olsaydı daha iyi olabilirdi; çünkü kadın birçok doğal zayıflıklar ve toplumsal kısıtlamalarla sınırlandırılmıştır ve bir din adamı (priest) olamaz. Bu nedenle benim çocuğumu adadığım amaca bir erkek çocuk daha uygun düşerdi.” 3951
Hz. Meryem'e Verilen İkrâm: “Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ile kabul etti ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriyyâ’yı da ona kefil kıldı. Zekeriyyâ onun yanına, mihraba her girdiğinde onun yanında bir rızık buluyordu. Dedi ki: “Ey Meryem! Bu sana nereden?” Dedi ki: “O Allah katındandır. Şüphesiz ki Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır!”
Bunun üzerine Rabbi Meryem’i râzı olduğu şekilde annesinden kabul etti ve onu güzel bir bitki gibi, iyi bir şekilde en güzel ahlâk üzere eğiterek yetiştirdi.
3948] Luka 1/36
3949] Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 1/221
3950] 3/Âl-i İmrân, 36
3951] Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 1/223
- 866 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sütten kesildikten sonra eniştesi Zekeriyyâ Peygamber’i de onu iyi bir ahlâk ve ilimle eğitmekle görevlendirdi. Zekeriyyâ, mihrab adı verilen mâbedin ön kısmında bulunan odacığa her girdiğinde, Meryem’in yanında yazın kış meyvelerini, kışın da yaz meyvelerini buluyordu. Zekeriyyâ dedi ki: “Ey Meryem! Bu meyveler sana nereden geldi?” Meryem dedi ki: “O Allah katındandır. Allah’ın ikramıdır. Şüphesiz ki Allah dilediği kimseye, haketmese bile hiçbir karşılık beklemeksizin ve sıkıntıya düşmeksizin hesapsız rızık verir.” Allah’ın veli kullarına katında bir ikram olarak verdiği olağan üstü şeylere kerâmet denir. Kerâmet haktır. Fakat dinde delil kaynağı değildir.
Bu Olay Ne Zaman Oldu? Bu olay, Hz. Meryem rüşde erdiğinde ve gece gündüz Allah'a ibâdetle meşgul olduğu Mâbed'e (Kudüs) kabul edildiğinde meydana gelmiştir.3952
Meryem’e Kefil Olan Zekeriyyâ: Meryem’in koruyuculuğunu üstlenen Hz. Zekeriyyâ (a.s.) büyük bir ihtimalle Hz. Meryem'in teyzesinin kocası idi ve Mâbed'in koruyucularından biri idi. O, Eski Ahid'e göre öldürülen Zekeriyyâ Peygamber'le (a.s.) aynı kişi değildir.
Meryem’in kaldığı Mihrab: Arapça bir kelime olan "mihrab", câmilerde imam için hazırlanan bir makam (ibâdet edilen oyuk bir yer) anlamına gelir. Fakat burada bu kelime, manastırları ve kiliseleri birbirine bağlayan ve yerden biraz yüksek olarak inşa edilen hücreler için kullanılmıştır. Bu yerler, ibâdet edilen yerlerin koruyucuları olan ve kendini zâhidçe ibâdete veren kimseler için hazırlanmıştır. Hz. Meryem de bu hücrelerden birinde kendini ibâdete veriyordu. 3953
3952] Mevdudi, aynı yer
3953] Mevdudi, aynı yer
HZ. MERYEM (R.A.)
- 867 -
Hz. Meryem Konusu İle İlgili Âyet-i Kerimeler
Meryem İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 34 Yerde): 2/Bakara, 87, 253; 3/Âl-i İmrân, 36, 37, 42, 43, 44, 45, 45; 4/Nisâ, 156, 157, 171, 171; 5/Mâide, 17, 46, 72, 75, 78, 110, 112, 114, 116; 9/Tevbe, 31; 19/Meryem, 16, 27, 34; 23/Mü’minûn, 50; 33/Ahzâb, 7; 43/Zuhruf, 57; 57/Hadîd, 27; 61/Saff, 6, 14; 66/Tahrîm, 12.
Hz. Meryem’le İlgili Âyet-i Kerimeler:
Hz. Meryem’in, Doğmadan Önce Annesi Tarafından Beyt-i Makdis’e Adanması: 3/Âl-i İmrân, 35-37.
Hz. Meryem’in, İbâdet İçin İnzivâya Çekilmesi: 19/Meryem, 16.
Hz. Meryem’in Allah’a Teslimiyeti: 66/Tahrîm, 12.
Hz. Meryem’e Zekeriyya (a.s.)’nın Bakması: 3/Âl-i İmrân, 37, 44.
Hz. Meryem’in Kerâmetleri: 3/Âl-i İmrân, 37; 19/Meryem, 23-26.
Hz. Meryem’in, Kadınlar Üzerine Seçilmiş Olması: 3/Âl-i İmrân, 42-43
Hz. Meryem’in, Hz. İsa’yı Babası Doğurması: 3/Âl-i İmrân, 45, 47, 59; 19/Meryem, 17-23; 21/Enbiyâ, 91; 23/Mü’minûn, 50.
Hz. Meryem’e Yahûdilerin İftirası: 4/Nisâ, 156-157; 19/Meryem, 27-34.
Hz. Meryem’e Rûhun (Cebrâil’in) Gelmesi: 19/Meryem, 17-22.
Hz. Meryem, Sâdık Bir Kadındır: 5/Mâide, 75.
Nâmuslu Kadınlara Hz. Meryem Misal Getirildi: 66/Tahrîm, 12.
İmrân Âilesi: 3/Âl-i İmrân, 33-35.
C- Meryem oğlu İsa (a.s.) ile İlgili Âyet-i Kerimeler:
Hz. İsa Babasız Doğmuştur: 3/Âl-i İmrân, 45, 47, 59; 19/Meryem, 17-23; 21/Enbiyâ, 91; 23/Mü’minûn, 50.
Hz. İsa Babasız Doğmuştur: 3/Âl-i İmrân, 45, 47, 59; 19/Meryem, 17-23; 21/Enbiyâ, 91; 23/Mü’minûn, 50.
Hz. İsa Allah’ın Peygamberi ve Kelimesidir: 4/Nisâ, 163, 171; 5/Mâide, 75; 6/En’âm, 85; 57/Hadîd, 27
Hz. İsa, Allah Tarafından Bir Ruh ve Kuldur: 4/Nisâ, 171-172.
Hz. İsa’ya İncil Verilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 48; 5/Mâide, 46; 57/Hadîd, 27.
Hz. İsa, Tevrat’ın Tasdikçisidir: 5/Mâide, 46.
Allah’ın Selâmeti Hz. İsa’nın Üzerinedir: 19/Meryem, 33.
Hz. İsa, İsrâiloğullarına Gönderilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 48-49.
Hz. İsa’nın Ümmetine Dâveti: 3/Âl-i İmrân, 50-52; 5/Mâide, 112-113, 116-117; 19/Meryem, 36; 43/Zuhruf, 63-65; 61/Saf, 6, 14.
Hz. İsa’nın Mûcizeleri: 2/Bakara, 87, 253; 3/Âl-i İmrân, 46, 49; 5/Mâide, 109-115; 19/Meryem, 27-34, 36.
Hz. İsa’nın Havârileri: 3/Âl-i İmrân, 52-53; 5/Mâide, 111-112; 61/Saf, 14.
Hz. İsa’yı Yahûdilerin Öldürme Teşebbüsleri: 3/Âl-i İmrân, 54-55; 4/Nisâ, 157; 5/Mâide, 110.
Hz. İsa, Asılmamış, Öldürülmemiş; Yükseltilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 54-55; 4/Nisâ, 157-158.
Hz. İsa’nın Kıyamet İçin Bir Bilgi (Alâmet) dir: 43/Zuhruf, 61.
Hz. İsa’yı Yahûdiler Öldürdüklerini Söyler: 4/Nisâ, 156-157, 159.
Kıyâmet Gününde Hz. İsa ve Ümmeti: 5/Mâide, 109-119.
Hz. İsa’nın Elçilerinin Onun Adına Antakya Halkını Hakka Dâveti: 36/Yâsin, 13-27.
Hz. İsa’nın, Ümmetinin Affını İstemesi: 5/Mâide, 118.
Müşriklerin, Hz. İsa Hakkında Peygamberimiz’le Tartışıp Çekişmeleri: 43/Zuhruf, 57-62.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur'an'a Göre Hz. Meryem, Ali İhsan Yitik, D.İ.B. Y.
2. İslâm’ın Kutsal Meryem’i, Peygamber mi, Evliya mı?Aliah Schleifer, Gelenek Y.
3. Hz. İsa ve Hz. Meryem, Mustafa Necati Bursalı, Şelâle Y.
4. Adayış Risâlesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
5. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Ömer Tellioğlu, Şamil Y. c. 4, s. 141-144; İbrahim Çelik, 144-145
- 868 -
KUR’AN KAVRAMLARI
6. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 13, s. 232-242
7. Merak Ettiklerimiz, A. Tatlı, M. Dikmen, Cihan Y. 48-50
8. İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Beşir İslâmoğlu, Denge Y. s. 76-84
9. Kur’an’da Ulûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. s. 17-22; 354-358
10. Fetvâlar, Mevdûdi, Nehir Y. c. 3, s. 42-43; 150-152
11. Lem’alar, s. 112; Şualar, Said Nursi, s. 459-471
12. El-Mesîh fi’l-Kur’an ve’t-Tevrat ve’l-İncil, Abdülkerim Hatîb, Beyrut, 1976
13. Kur’an-ı Kerim’de Yahudiler ve Hıristiyanlar (K.K’de Ehl-i Kitab), M. Fatih Kesler, T. D. V. Y.
14. Kur'an-ı Kerim, Hıristiyanlık ve Yahudilik Hakkında Ne Diyor? İbrahim H. Kurt, T.D.V. Y.
15. Kur’ân-ı Kerim ve Garp Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, Ziya Kazıcı, Bahar Y.
16. Kur’an’da Ehl-i Kitab, Veli Ulutürk, İnsan Y.
17. Ehl-i Kitap ve İslâm, Remzi Kaya, Altınkalem Y.
18. Kitab-ı Mukaddes, Kur'an ve Bilim, Maurice Bucaille, çev. Suat Yıldırım, T.Ö.V. Y.
19. Genel Hatlarıyla Dinler Tarihi, Osman Cilacı, Mimoza Y.
20. Dört İncil, Farklılıkları ve Çelişkileri, Şaban Kuzgun, Şahsî Y.
21. Hristiyan Kaynaklarına Göre Hristiyanlık, Mehmet Aydın, T. Diyanet Vakfı Y.
22. Hristiyanlık Üzerine Konferanslar, Muhammed Ebû Zehre, Fikir Y.
23. Kitab-ı Mukaddes Allah Sözü müdür? A. Deedat, İnkılâb Y.
24. Mevcut Kaynaklara Göre Hristiyanlık, Suat Yıldırım, Işık Y. / D. İ. B. Y.
25. Kitab-ı Mukaddes/Eski ve Yeni Ahit, Türkçe Çeviri, Kitab-ı Mukaddes Şirketi Y.
26. Onun İzinde; Hıristiyanlık ve Laiklik Tarihi, G. Barker, Şahsi Y./Müjde Y.
27. Barnabas İncili, Kültür Basın Yayın Birliği
28. Barnaba İncili Araştırmalar, Muhammed Ali Kutub, Tekin Kitabevi Y.
29. Barnaba İncili, Abdurrahman Aygün, Tekin Y.
30. İslâm-Hristiyan Diyalogu ve İslâm’ın Zaferi, Ali Arslan Aydın, Kültür Basın Y. Birliği Y.
31. İslâm ve Hıristiyan Kaynaklarına Göre İsa (a.s.), Mehmet Eminoğlu, Hizmet Kitabevi Y.
32. Bir İslâm Peygamberi Hz. İsa, Muhammed Ataurrahim, İnsan Y.
33. İnsanoğlu İsa, Halil Cibran, Anahtar Kit. Y.
34. Hz. İsa Gelecek, Harun Yahya, Vural Y.
35. Üç İsa, Aytunç Altındal, Anahtar Y.
36. Hz. İsa’nın Ref’i Hakkında, Mahmud Şeltut, Haksöz, 20 (Kasım 92)
37. İsa’nın Ref’i, Mahmut Şeltut, A.Ü.İ.F. Dergisi, Ankara, 1978, s. 319-324
38. Peygamberler, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y.
39. Peygamberler Aydınların Önderleri, Abdülkerim Süruş, Kıyam Y.
40. Peygamberler Tarihi, M. Âsım Köksal, T. Diyanet Vakfı Y.
41. Peygamberler Tarihi, İlhami Ulaş, Osmanlı Y.
42. Peygamberler Tarihi, Bünyamin Ateş, Nesil Basım Yayıyn
43. Peygamberler Tarihi, Mustafa Necati Bursalı, Ölçü Y.
44. Peygamberler Tarihi, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
45. Peygamberler Tarihi, 1, 2, 3, Ahmet Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
46. Peygamberler Tarihi, Ahmet Behçet, Uysal Kitabevi Y.
47. Peygamberlerden Kıssalar, Muhammed el-Habeş, İklim Y.
48. Peygamberlerin Hayatı, Seyyid Kutub, Ravza Y.
49. Peygamberlerin Hayatı, S. Kutub-Abdülkadir Cûde es-Sahhar, İslamoğlu Y.
50. Peygamberlerin Hayatı, Ebû'l Hasan en-Nedvî, Risale Y.
51. Peygamberlerin Kıssaları, Ebû'l Hasan en-Nedvî, Arslan Y.
52. Peygamberlerin Mucizeleri, H. İbrahim Acıpayamlı, Tuğra Y.
53. Peygamberlik ve Peygamberler, Muhammed Ali Sâbûni, Kültür Basın Yayın Birliği Y.
54. Kur'an-ı Kerim'e Göre Peygam. ve Tevhid Mücadelesi, 1, 2, 3, M. Solmaz, İ. L. Çakan, Nesil/Ensar Y.
HZ. MERYEM (R.A.)
- 869 -
55. Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamberin Hayatı, Mevdudi, Pınar Y. s. 305-308
56. Peygamberler Tarihi, Çekirdek Y. Ferhat Koç, s. 16-20
57. Kur'an'da Peygamberler ve Peygamberimiz, Afif Abdülfettah Tabbara, Gonca Y.
58. Kur'an'ın Tanıttığı Peygamberler, A. Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
59. Âyetler Işığında Peygamberler Tarihi, Muhammed Ali Sâbûnî, Ahsen Y.
60. İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler, Abdullah Aydemir, T.D.V. Y.
61. Kur'ân-ı Kerim Işığında Nebîler Silsilesi, Osman Nuri Topbaş, Erkam Y.
62. Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, Ahmed Cevdet Paşa, Akit Y.
63. Tefsirde İsrâiliyyât, Abdullah Aydemir, D.İ.B. Y.
64. Kur'an Kıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y.
65. Kur'an Kıssaları Üzerine, İdris Şengül, Işık Y.
66. Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber'in Hayatı, Mevdudi, Pınar Y.
67. Kuram ve Eylem, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y.

Cumartesi, 06 Şubat 2021 19:47

MELEK

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

MELEK


- 815 -
Kavram no: 128
İman 22
Gayb 6
Bk. Gayb; Peygamberlik; İman; Tevhid; Âhiret
MELEK


• Melek; Tanımı ve Mâhiyeti
• Meleklerin Mâhiyetleriyle İlgili Kur'an'daki Tasvirler
• Meleklerin Özellikleri
• Meleklerin Görevleri
• Meleklerin Sayıları ve Çeşitleri
• Melekler İnsanlardan Daha Faziletli midirler?
• Gayba ve Meleklere İman
• Melek İnancının Etkileri
• Melekler Hakkında Tashih Edilmesi Gereken Bazı Yaklaşım ve Bâtıl İnançlar
"Hatırla ki; Rabbin meleklere, 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' dedi. Onlar, 'Biz hamdinle Sana tesbih ve Seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?' dediler. Allah da onlara 'Sizin bilemeyeceğinizi Ben bilirim' dedi." 3674
Melek; Tanımı ve Mâhiyeti
Melek kelimesi, “elûk”, “elûke” veya “mülk” kelimesinden türemiş Arapça bir kelimedir. Türediği bu kelimeler, risâlet, yani elçilik, (postacılık, aracılık) ve kudret, kuvvet anlamlarına gelir. Dolayısıyla “melek” de, elçi, güçlü, kuvvetli idare eden anlamındadır. Bundan dolayı Allah, bu kelimeyi; kulları, peygamberleri ve diğer yaratıkları ile kendi arasında elçilik-habercilik görevini yapan ve evrendeki olayların meydana gelmesi için verilen görevleri yerine getiren güçlü-kuvvetli yaratıklarına isim olarak vermiştir. Çoğulu “melâike”dir. Istılahta melekler, Allah tarafından yaratılmış, çeşitli şekillerde peygamberlere görünebilen, zor işlere gücü yeten, yemeyen içmeyen, erkeklik ve dişilikleri olmayan, Allah’a devamlı ibâdet ve itaatten ayrılmayan lâtif varlıklar olup İslâm’da iman esaslarından birini oluşturmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim’de tekil ve çoğul olarak 88 yerde melek kavramı geçmektedir. “Melek” kelimesi yanında Kur’ân-ı Kerim’de, çoğu âyette, meleklerden aynen peygamberler gibi, “rasûl” ve bunun çoğulu olan “rusul” diye de söz edilmektedir. Bu kelimeler, elçi ve elçiler mânâsındadır. Aynı zamanda bu kelimeler, meleklerin esas vazifelerinin, elçilik olduğunu da gösteriyor. Bu elçilik, bazen Allah ile peygamberler arasında, bazen de Allah ile diğer varlıklar arasında oluyor. Onlar, vahiy getiriyor, kâinattaki hadiseleri, Allah Teâlâ’dan aldıkları emirler çerçevesinde yürütüyor ve böylece aracılık-elçilik görevini çok değişik şekillerde yerine
3674] 2/Bakara, 30
- 816 -
KUR’AN KAVRAMLARI
getiriyorlar. 3675
Allah, bir âyet-i kerimede iman edilmesi gerekli olan esasları özlü bir şekilde bildirerek şöyle buyurur: “Peygamber de, mü’minler de kendilerine Rablerinden indirilene iman ettiler. Herbiri Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti.”3676 İman edilmesi gereken şeylerin âyetteki sıralanışı içinde meleklerin yeri, onlara imanın önemini göstermektedir. Bu sıranın, Allah isminden sonra, kitaplar ve peygamberler’den önce oluşu, meleklerin Allah ile peygamberler arasında elçilik-habercilik yaptıklarına, Allah’ın kitaplarını getirmede aracı olduklarına, yani vahiy getirme görevlerine işaret eder mâhiyettedir. Melekler, Allah'ın insanlara bir lutfu ve keremi sayılan "peygamberlik müessesesi"nin temeli olan Allah'ın İlâhî vahyini, görülmeyen gayb âleminden insanlara, onlar arasından seçilen peygamberlere indiren Allah'ın İlâhî elçileridir.
İman konusunda, Rasûlullah'tan Hz. Ömer’in (r.a.) rivâyet ettiği meşhur hadiste, peygamberimiz (s.a.s.), vahiy meleği Cibril (a.s.) ile konuşmuş, kendisine Cebrâil "İman nedir?" diye sorduğunda Rasulullah (s.a.s.) şöyle cevap vermiştir: "İman; Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayriyle şerriyle kadere inanmaktır." 3677 Kur’an’da meleklerin varlığını kabul etmeyenler açık bir şekilde kâfir ve sapık olarak nitelendirilmiştir: “Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederek kâfir olursa, hiç şüphesiz ki uzak bir dalâletle sapıp gitmiştir.” 3678
Vahye ve peygamberliğe, hatta âhirete ve gaybiyyât denilen âhiret hallerine, cennet ve cehenneme inanmak, ancak meleklere iman etmekle mümkün olur. O halde peygamberlere ve onlara indirilen semâvî kitaplara inanmadan önce, onlara peygamberliği getiren, vahyi ve kitapları indiren "meleklerin varlığı"na kesin olarak inanmak şarttır. Meleklere gerektiği şekilde iman etmeyen, diğer tüm iman esaslarını kabul etse bile mü’min vasfını kaybeder. Zaten böyle bir kimse, melekler aracılığıyla gerçekleşen diğer iman esaslarına da ister istemez inanmamış olacaktır. Melekleri inkâr eden kimse, dolayısıyla vahyi, İâhî kitapları, peygamberleri, ruhları ve kıyâmeti inkâr etmiş olur.
İman, ibâdetten önce geldiğine ve gerçek anlamda iman etmeyen kimsenin ibâdetleri de geçersiz olacağına göre, müslümanlar için meleklere iman, diğer tüm inanç esaslarıyla birlikte öncelikli bir öneme sahiptir.
Melekler, gaybiyyât denilen görülmeyen âlemde mevcut nuranî latif varlıklar olduklarından; biz onları göremezsek de, var oldukları, dinî-naklî delillerle sâbit olduğundan, insan aklı da onların varlığını inkâr edemez. Gerçi akıl, meleklerin ne varlığını, ne de yokluğunu kesin delillerle ispat edemez. Fakat akl-ı selim, gözle görülmeyen bu gibi latif varlıkların varlığının imkânsız olmadığına, aksine onların da, vücudu câiz olan şeylerden olduğuna delâlet eder. Çünkü meleklerin varlığını inkâr edebilmek için, aklî, felsefî veya ilmî verilere dayanan hiçbir delil ortaya konulamaz. Aksi halde; gözümüzle göremediğimiz ve bu gün ilmin mâhiyet ve hakikatini tesbit edemediği hayat cevherinin, insan ruhunun ve aklımızın da varlığını inkâr etmemiz gerekir. Fakat göremiyoruz veya mâhiyetini
3675] Lutfullah Cebeci, Kur’an’da Göre Melek Cin Şeytan, s. 25
3676] 2/Bakara, 285
3677] Müslim, İman 1; ayrıca Buhâri, Ebû Dâvud, Tirmizî ve Nesâî de benzerini rivâyet etmişlerdir.
3678] 4/Nisâ, 136
MELEK
- 817 -
bilemiyoruz diye ne ruhu, ne aklı, ne hayat gerçeğini ve ne de görünmeyen, fakat varlığı ilmen bilinen kuvvet ve enerji gibi gerçekleri inkâr edemeyiz. O halde, ruh ve akıl gibi maddî olmayan ve maddeden mücerret soyut, manevî, gaybî varlıklara da inanmaya mecburuz. Bu gibi soyut varlıklar, gözlem ve tecrübeye dayanan müsbet ilmin sınırları dışında kalan fizik ötesi, gaybî, manevî yaratıklardır.
Nitekim özellikle Sokrat ve Eflatun gibi birçok eski filozof, fizik ötesi ruhanî varlıkların var olduğuna inanmak zorunda kalmıştır. Bu günkü müsbet bilimlerle uğraşan meşhur bilginlerin büyük çoğunluğu, fizik ötesi birtakım kuvvet ve varlıkların bu maddî-kevnî âlemde görülen bazı olayların meydana gelmesine sebep olduğunu kabul ve itiraf etmektedirler. Bütün bu gerçekler ve ilmî veriler, meleklerin varlığının aklen câiz ve mümkün görüldüğüne kesin olarak delâlet etmektedir. Özet olarak diyebiliriz ki, melekler de, aklımız ve ruhumuz gibi vardır. Gerçi biz onları göremiyoruz ama peygamberler görmüşler ve büyük bir melek olan Cebrâil (a.s.)'in elçiliği ile Allah Teâlâ'nın vahyine mazhar olmuşlardır. Onlar, vahiy meleği aracılığı ile Allah'ın emir ve yasaklarını alıp öğrenmişler ve insanlığı hidâyete ve saadete yöneltmişlerdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim de, Peygamberimiz'e aynı şekilde indirilmiş ve bize meleklerin varlığını haber vermiştir. Onun içindir ki bütün müslümanlar, Kur'an'ın haber verdiği ve aklın da varlığını inkâr edemediği meleklere iman ederler.
Kur'an'da geçen pek çok âyette meleklerin çeşitli görevleri belirtilmiş, yaptıkları işlerin önemine ve özelliğine göre aldıkları özel isimler beyan olunmuştur. Yerlerde ve göklerde, Kürsî'de ve Arş etrafında, Beytu'l Ma'mur ve Sidre-i Müntehâ'da, cennet ve cehennemde sayısız melekler vardır. Bütün melekleri çok çeşitli olan görevlerine ve yaptıkları işlerin mâhiyetine göre tanzim edip bunları yöneten dört büyük melek, meleklerin başları ve âmirleridir. Başta Cebrâil olmak üzere, Mikâil, Azrâil ve İsrâfil meleklerin en büyükleri ve peygamberleridir.
Meleklerin Mâhiyetleriyle İlgili Kur'an'daki Tasvirler
Meleklerin hangi şeyden yaratıldığına dair Kur’ân-ı Kerim’de herhangi bir bilgi yoktur. Fakat bir hadis-i şerifte “cinlerin ve şeytanların ateşten, Hz. Âdem’in Kur’an’da bildirildiği gibi toprak ve çamurdan, meleklerin ise nurdan yaratıldığı”3679 bildirilmektedir. Kur’an’dan, meleklerin insanlardan önce yaratıldıkları,3680 güçlü ve kuvvetli oldukları,3681 Allah’ın hitabına muhatap olup O’nunla konuştukları,3682 Hz. İbrahim, Lût, Zekeriyyâ ve Meryem ile konuştukları3683 ve âhirette cehennemliklerle konuşacakları,3684 arşın etrafında tavaf ettikleri,3685 iri gövdeli ve sert tabiatlılarının bulunduğu3686 kanatlarının ve ellerinin mevcut olduğu3687 anlaşılmaktadır. Kur’an ve hadislerde yer alan bu ve benzeri ifadeler yanyana konulduğu zaman meleklerin farklı ve özel varlıklar oldukları anlaşılmaktadır.
3679] Müslim, Zühd 10; Ahmed bin Hanbel, VI/168
3680] 2/Bakara, 30-34
3681] 53/Necm, 53
3682] 2/Bakara, 30; 7/A’râf, 11
3683] 15/Hicr, 59-69; 11/Hûd, 77-82; 3/Âl-i İmran, 39, 42-45
3684] 4/Nisâ, 97
3685] 39/Zümer, 75
3686] 66/Tahrim, 6
3687] 35/Fâtır, 1; 6/En’âm, 93
- 818 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’ân-ı Kerim'de meleklerin "kanatlı" oldukları belirtilir. "Gökleri ve yeri yoktan var eden, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçiler yapan Allah'a hamd olsun. O, yaratmada dilediğine artırır. Muhakkak ki Allah her şeye kaadirdir."3688 Bu âyetten anlıyoruz ki, meleklerin, nurânî mâhiyetlerine uygun (yaptıkları iş ve vazifelerine göre) ikişer, üçer, dörder kanatları vardır. Ancak; gayb (görülmeyen) âlemden olan, maddî kesâfetten soyutlanmış, mâhiyeti bilinmeyen melekleri kuşlar gibi kanatlı, maddî varlıklar olarak tasavvur etmek, yanlış bir anlayıştır. Çünkü onlar Allah Teâlâ'nın irâde ve takdiri ile bizim gözlerimizle görülecek şekilde yaratılmamış, Kur’ân-ı Kerim'de bu konuda açık bilgi verilmemiştir. Sözü edilen kanat, meleğin yaratılış gayesi ve nurânî mâhiyeti ile bağdaşan, vazifelerini en süratli bir şekilde yerine getirmelerine delâlet eden mânevî bir kanat, bir kuvvet ve iktidar sembolüdür. Bu söz, temsilî ve mecazî bir ifade tarzıdır.
Kur'an'da kanat anlamına gelen "cenah" kelimesi, kuşların kanatları gibi somut ve maddî varlık anlamına alınabileceği gibi, mânevî varlıkların görevlerini en serî şekilde yapabilmelerini sağlayan kudretin sembolü olarak da anlaşılabilir. Kuşlar için kanat, nesneler için taraf anlamına gelen "cenah" kelimesi, insan için kullanıldığında “el” ve “yardım” gibi anlamlara gelir. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Peygamberimiz'e "Mü'minlere kanat ger."3689 emri, onları "himaye et" anlamındadır. Din ve dünya ilimlerine sahip olan bir kimseye, mecazen "zü'l-cenâhayn/iki kanat sahibi" dendiği gibi, anaların çocukları için şefkat ve merhamet kanatlarından bahsedilir. "Çocukların ana babaları üzerlerine kanat germeleri"3690 istenir. Hıristiyanlar ise melekleri, bir kuş gibi kanatlı olarak düşünür ve tasvir ederler. Onların İslâm itikadından ayrıldıkları bir husus da budur.
Kur'an ve hadis metinlerinde yer alan bazı ifadelerde meleklerden tabiat kanunlarının kast edildiğini söyleyenler yanında, onları maddenin mikrodalga boyutundan salt enerji boyutuna kadar uzanan kuantsal bir yapı olarak niteleyenler de bulunmaktadır. Bu yorumlar, çağın teknik terimlerini kullanarak melekleri tanımlama çabaları ve bilinmeyen şeyleri merak edip gaybın sınırlarını zorlama gayretleridir. Hâlbuki kaynaklardaki melek kavramına dikkatli ve doğru bir çerçeve içinde bakıldığında onların vahiy getirme, suçluları cezalandırma, eylemleri yazma, insanlara yardım etme, canları alma, cehennemi koruma, cenneti yönetme gibi görevleri bulunduğuna ilişkin ifadeler bir araya getirilince, mâhiyetlerinin böyle çağdaş bilimsel yaklaşımlar doğrultusunda olmadığı, gerçek yapılarının hiçbir zaman şimdiye kadar bilinemediği ve bundan sonra da keşfedilemeyeceği ortaya çıkar.
Meleklerin Görülüp Görülmemesi
Meleklerin mâhiyetiyle ilgili farklı görüşler, beraberinde onların görülüp görülemeyeceği tartışmasını getirmiştir. Kur’ân-ı Kerim'de meleklerin önce Hz. İbrahim'e gelip onu bir erkek evlat ile müjdeledikleri, ardından Lût’a (a.s.) giderek adamları ile şehri terketmesini söyledikleri,3691 Cebrâil'in Hz. Meryem'e insan şeklinde görünerek ona tertemiz bir erkek çocuk bağışlaması için Allah'ın
3688] 35/Fâtır, 1
3689] 15/Hıcr, 88; 26/Şuarâ, 285
3690] 17/İsrâ, 24
3691] 15/Hicr, 59-69; 11/Hûd, 77-82
MELEK
- 819 -
elçisi olduğunu söylediği3692 ve Hz. Peygamber'in onu apaçık ufukta ve sidretü'l-müntehânın yanında gördüğü haber verilmektedir. 3693
Bununla birlikte Kur'an, Peygamber'e itiraz ederek bir melek görmek istediklerini yahut peygamber/elçi olarak melek gönderilmesinin gerektiğini söyleyenlere cevap olarak meleklerin görünür varlıklar olmadığını, eğer dünyada insanlar değil de melekler yaşasaydı ancak o zaman elçi olarak gönderilebileceğini, meleklerin fermân-ı İlâhî ile indirildiği zaman onlara mühlet verilmeyeceğini ve meleklerin görüleceği gün günahkârlara hiçbir sevinç haberinin olmayacağını vurgular.3694 İnsanlara, görmedikleri askerler gönderildiğini,3695 aynı türden varlıklar olan cin ve şeytanların da insan gözüyle görülmediğini beyan eder. 3696
Ancak, yukarıda ismi geçen zatların meleklerle yaptıkları görüşmelerin keyfiyeti bilinmemektedir. Bu olaylar, tartışmayı meleklerin görülüp görülmemesinden çıkarıp, peygamber olmayan kişilerin onları görüp göremeyeceği noktasına getirmiştir. Zira peygamber, meleği görmekle kalmaz, sesini de işitir. Bu sebeple melek onun için elle tutulur, gözle görülür bir realitedir. Melek, gayr-i maddî bir varlık olduğu için peygamber onu bazen insan şeklinde, bazen de başka şekillerde görür. Cebrâil, ekseriya insan şeklinde görülmüştür. Fakat Peygamber'in onu kendi şekliyle gördüğü de olmuştur.3697 Ancak bunun nasıl gerçekleştiği belirtilmemiştir. Belki de bu mânevî gözle ve tasviri imkânsız bir şekilde olmuştur. Bir defasında da Peygamber, Cebrâil'i altı yüz kanadı ile birlikte görmüştür.3698 Bu da meleğin muazzam kudretine bir işarettir. Bir başka seferinde ise melek, bulutun içinde görülmüştür. 3699
Bu rivâyetlere temas eden bazı âlimler, Cebrâil'i Hz. Peygamber dışındaki insanların göremedikleri yorumunu yapmaktadırlar. Bizce, melekler mâhiyet itibariyle bizim görme duyumuzun sınırları dışında bir yapıda yaratılmış varlıklardır. Zaten bu özellikleri dolayısıyladır ki onlara iman, bir âmentü esası olmuştur. Duyularımızın gayb âlemine ait varlıkları müşâhedesi bir kenara, madde âlemine ait birçok varlığı görme eşiği dışında olması dolayısıyla müşâhede edemediğini bildiğimize göre, "görememe" gibi bir savunma ile onları inkâra kalkışmak tutarlı ve ilmî değildir. Aksi takdirde görülemeyen şeylerin hepsini inkâr etmek gerekir ki bu müşâhede ettiğimiz fizik âlemin kat kat fazlasını inkâr demektir.
Gaybî konularda akîdenin kaynağı Kur'an ve mütevâtir sünnet olup melek inancı da Kur'an'ın kesin bildirimleri ile sâbit bir konudur. Temel itibariyle melekler, insanoğlunun beşerî idrâk vasıtalarıyla tanınamayacak yapıda varlıklardır. Bu nedenle onların yaratılış biçimleri, cevherleri, görünme şekilleri gibi konulara dalmamak gerekir. Böyle teferruatlardan sorumlu olmadığımız gibi sâdık haber dışında geliştirilecek bütün yorumların herhangi bir yararı ve dinî değeri de yoktur. 3700
3692] 19/Meryem, 17-21
3693] 81/Tekvir, 23; 53/Necm, 13-17
3694] 17/İsrâ, 92-95; 15/Hicr, 8; 25/Furkan, 21-22; 6/En'âm, 8
3695] 9/Tevbe, 26; 33/Ahzâb, 9
3696] 7/A'râf, 27
3697] Buhâri, Bed'ü'l-halk 7
3698] Buhâri, Bed'ü'l-halk 7
3699] Buhâri, Bed'ü'l-halk 6
3700] B. Topaloğlu, Y. Ş. Yavuz, İ. Çelebi, İslâm'da İnanç Esasları, İFAV Y., s. 234 ve devamı
- 820 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Meleklerin Özellikleri
Meleklerin kendilerine has yapı ve özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. Nurdan yaratılmış olup erkeklik-dişilik, yeme-içme, yorulma, usanma gibi maddî özelliklerden arınmış varlıklardır. 3701
2. İtaatkâr varlıklar olup Allah'ın kendilerine verdiği görevleri yaparlar, O'nun emrinin dışına çıkmazlar. 3702
3. Son derece güçlü, kuvvetli ve süratle hareket edebilen varlıklardır. 3703
4. Allah'ın emir ve izni ile çeşitli şekillere girebilmektedirler. 3704
5. Normal şartlarda gözle görülmezler. Peygamberler onları aslî sûretleri ve büründükleri biçimleri ile görebilirler. 3705
6. Gaybı, bilgisi sadece Allah'a ait bulunan konuları bilemezler. Onlar, Allah'ın tâlim ettiği hususları, öğrettiği kadarıyla bilebilirler. Kur’ân-ı Kerim mutlak gayb bilgisinin Allah'a has olduğunu beyan etmekte ve O, bu bilgileri meleklerle bile paylaşmamaktadır. Nitekim Hz. Âdem'in yaratılışını dile getiren âyetlerde melekler "Bizim, Senin bize öğrettiklerinden başka bilgimiz yoktur." demek sûretiyle acziyetlerini itiraf etmişlerdir. 3706
"Onlar, Allah'ın şerefli kullarıdır. Onlar, Allah'ın sözünden önce söz söylemezler ve O'nun emrettiklerini (hemen) yaparlar." 3707
"Onlar, Allah'ın emirlerine (isyan edip) karşı gelmezler ve emr olundukları şeyleri (aynen) yaparlar." 3708
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O'nun katındakiler O'na ibâdet etmekte (asla) kibir göstermezler ve (asla) yorulmazlar. Gece ve gündüz durmadan (yorulmadan) O'nu tesbih (ve takdis) ederler." 3709
"Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Biz de Ruhumuzu (Cebrâil'i) ona gönderdik. (O,) ona düzgün bir insan şeklinde göründü." 3710
Meleklerin Görevleri
Melekler, Allah tarafından verilen görevleri eksiksiz yerine getiren itaatkâr varlıklardır. İnsanlarla ilgili görev alanlar ise, onların ruhî ve mânevî hayatı ile ilgilenmektedirler. Bazıları ortak, bazıları da müstakil olmakla beraber, Allah
3701] Bk. 11/Hûd, 70; 21/Enbiyâ, 19-20; 37/Sâffât, 149-153; 43/Zuhruf, 19; Müslim, Zühd 10; Ahmed bin Hanbel, IV/168
3702] Bk. 16/Nahl, 50; 21/Enbiyâ, 27; 66/Tahrim, 6
3703] Bk. 35/Fâtır, 1; 69/Hâkka, 17; 70/Meâric, 4
3704] 11/Hûd, 69-70; 19/Meryem, 16-17; 15/Hicr, 51-52; 51/Zâriyât, 24-28; Buhâri, İman 37; Müslim, İman 1
3705] Bk. 7/A'raf, 27; 17/İsrâ, 92-95; 9/Tevbe, 26; 33/Ahzâb, 9; Buhâri, İman 37; Müslim, İman 1; Ebû Dâvud, Sünnet 15
3706] Bk. 2/Bakara, 30-33
3707] 21/Enbiyâ, 26-27
3708] 66/Tahrim, 6
3709] 21/Enbiyâ, 19-20
3710] 19/Meryem, 17
MELEK
- 821 -
tarafından meleklere verilen görevler şöyle sıralanabilir:
1. Allah'ı hamd ile tesbih etmek, O'na secdede bulunmak,3711 Allah'ı gece gündüz övmek3712 ve takdis etmek,3713 emr olundukları diğer şeyleri yapmak. 3714
2. Peygamberlere vahiy getirmek. Allah Teâlâ insanlar gibi meleklerden de elçiler seçtiğini,3715 Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahiy indirildiği gibi Hz. Muhammed'e de vahiy gönderildiğini3716 ve Cebrâil'in, Kur'an'ı Peygamber'in kalbine indirdiğini3717 haber vermektedir.
3. Peygamberleri salât ve selâm ile yüceltmek, mü'minlere âhirette şefaat etmek ve bütün insanlara dünyada hayır duâda bulunmak. "Allah ve melekleri Peygamber'e salevat getirirler. Ey iman edenler! Siz de O'na salât ve selâm getirin."3718 Şefaat, kıyâmet gününde günahkârlar hesabına Allah'a yalvarmak olup Kur'an'da, "Göklerde nice melekler vardır ki Allah dilemedikçe onların şefaatleri hiçbir fayda vermez."3719 buyrulmakta, hadiste de meleklerin şefaatlerinden söz edilmektedir.3720 Bunun yanında meleklerin bu dünyada da insanlar için duâ ettikleri ifade edilmektedir: "Melekler yerde bulunanlar için mağfiret dilerler. 'Ey Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kapsamıştır. Artık tevbe edip Senin yolundan gidenleri bağışla. Ey Rabbimiz! Onların babalarından, zevcelerinden, zürriyetlerinden salâh halde bulunanlara vaad ettiğin cennete sok. Onları kötülüklerden koru' derler." 3721
Onların duâlarının sonucu olarak sâlih kulların her çeşit karanlıktan aydınlığa çıkarıldığı bildirilmektedir: "Sizi zulumâttan nûra (karanlıklardan aydınlığa) çıkarmak için lutuf ve inâyette bulunan O'dur. Melekler de sizin için salât getirir, rahmet ve merhamet dilerler."3722 Ayrıca melekler, şeytanların aksine insanları iyi işlere sevkederler. Her insanın biri melek, biri de şeytan olmak üzere iki arkadaşı bulunmakta olup, Kur'an, birincisine "şâhid", ikincisine "sâik" (sevkeden) demektedir.3723 Hadiste ise insana refakat eden bir melek ve bir de şeytanın olduğu ve her ikisinin de insana telkinde bulunduğu3724 beyan edilmektedir. Ayrıca hem Kur'an'da3725 hem de hadislerde insanı takip eden bir refakatçinin ("karîn"in) bulunduğundan söz edilmektedir.
4. Peygamberlere ve mü'minlere destek olup mânevî güç vermek, onları sıkıntılı ve üzüntülü anlarında teselli etmek, kâfirleri ise sıkıntıya sokmak.3726
3711] 42/Şûrâ, 5; 7/A'râf, 206
3712] 21/Enbiyâ, 19
3713] 2/Bakara, 30
3714] 16/Nahl, 50; 66/Tahrim, 6
3715] 22/Hacc, 75
3716] 4/Nisâ, 163
3717] 2/Bakara, 97; 26/Şuarâ, 193-194
3718] 33/Ahzâb, 5-6
3719] 53/Necm, 26
3720] Buhari, Tevhid 24
3721] 40/Mü'min, 7-9)
3722] 33/Ahzâb, 43
3723] 50/Kaf, 21
3724] Tirmizî, Tefsir 2, 364
3725] 50/Kaf, 23
3726] 16/Nahl, 28, 32
- 822 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur'an'da Hz. İsa'nın Rûhulkudüs ile desteklendiği,3727 meleklerin Allah'a inanıp doğru yolda istikametle yürüyenlerin üzerine inerek onlara moral ve mânevî güç verecekleri,3728 Allah'ın, kendisine ve âhiret gününe inananları katından bir ruh ile desteklediği,3729 melekler göndererek düşmanlarına karşı mü'minleri takviye ettiği,3730 iman edenlere destek olmalarını, kâfirlerin boyunlarına ve parmaklarına vurmalarını emrettiği3731 haber verilmektedir.
5. İnsanı koruyup, ona bir anlamda hizmet ederler. Kur'an'da önünde ve arkasında insanı koruyan takipçilerin bulunduğu bildirilmektedir. 3732
6. İnsanların fiillerini kaydederler. Kur'an'da, üzerinde bir koruyucu ve denetleyici bulunmayan hiçbir kimsenin bulunmadığı,3733 insanların üzerinde muhâfızlık eden değerli kâtiplerin mevcut olduğu ve onların yapmakta olduklarını bilip yazdıkları3734 haber verilmektedir. İki melek, kişinin yaptıklarını yazmaktadır. İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında gözetleyen, yazmaya hazır bir melek bulunmasın.3735 "Sizden söz gizleyen ile onu açığa vuran, geceleyin gizlenen ile gündüzün yürüyen eşittir. Onun önünde ve arkasında Allah'ın izniyle kendisini koruyan takipçileri vardır." 3736
7. Kâinatın idaresi ve İlâhî kanunların icrâsıyla görevlidirler. Kur'an'da çeşitli fonksiyonlarıyla âlemi idare edenlere yemin edilmesi,3737 insanların canını alan "ölüm meleği"nden söz edilmesi,3738 meleklerin yalancı peygamberlerin ve kâfirlerin canını pençelerini onlara uzatarak,3739 yüzlerine ve arkalarına vurarak ve "tadın yakıcı cehennem azabını" diyerek3740 alacaklarının bildirilmesi; hadiste ana rahminde teşekkül eden her canlı için bir doğum meleğinin mevcut olduğundan söz edilmesi,3741 Cenâb-ı Hakk'ın insanı yaratacağı zaman bu irâdesini meleklere açması ve yarattığında ona secde etmelerini istemesi3742 onların dünya ile irtibatlarının bulunduğunu ve İlâhî irâdenin yerine getirilmesinde vasıta olarak kullanıldıklarını gösterir. Aksi takdirde kendilerine insanın yaratılacağı isteğinin açıklanmasının bir anlamı olmaz. Ayrıca arşı taşıyan ve arşın etrafında dolaşan meleklerin3743 fonksiyonları da düşünüldüğünde meleklerin tabiat kanunlarının yerine getirilmesinde çok etkili oldukları görülür. Çünkü arş, kâinatın İlâhî varlık tarafından idaresini gösteren bir semboldür ve bunu taşıyan melekler de bu idarenin temini hususunda kullanılan vasıtalardır.
3727] 2/Bakara, 253; 5/Mâide, 110
3728] 41/Fussılet, 30-32
3729] 58/Mücadele, 22
3730] 3/Âl-i İmran, 124-125
3731] 8/Enfâl, 12
3732] 13/Ra'd, 11
3733] 86/Târık, 4
3734] 82/İnfitar, 10-12
3735] 50/Kaf, 17-18
3736] 13/Ra'd, 10-11
3737] 79/Nâziât, 5
3738] 32/Secde, 11
3739] 6/En'âm, 93
3740] 8/Enfâl, 50
3741] Buhâri, Bed'ü'l-halk 6
3742] 2/Bakara, 30-34; 15/Hicr, 28-31
3743] 39/Zümer, 75; 40/Mü'min, 7
MELEK
- 823 -
8. Melekler, İlâhî cezaları icrâ eden elemanlardır. Mü'minlere destek oldukları gibi; kâfirler hakkında takdir edilen cezaları da icrâ etmektedirler. Kur'an, kendilerine elçi olarak melek gönderilmesini isteyen kâfirlere3744 şöyle cevap vermektedir: "Gökyüzünün beyaz bulutlar ile yarılıp meleklerin bölük bölük indirildikleri gün, gerçek mülk, çok merhametli olan Allah'ındır. O gün kâfirler için de pek çetin bir gündür."3745 Bu âyet, meleklerin inmesi ile sözkonusu olan şeyin günahkâr kulların başına geleceği söylenen ceza olduğunu gösterir. Başka bir yerde ise, "Meleklerin, kâfir olanların canlarını aldıkları zaman, yüzlerine, arkalarına vurup 'cayır cayır yakıcı ateş azabını tadın' dediklerini",3746 onların yüzlerine, arkalarına vurarak canlarını alacakları,3747, "meleklerin ancak hak ile indirileceği ve o zaman onlara mühlet verilmeyeceği"3748 bildirilmektedir. 3749
Meleklerin Sayıları ve Çeşitleri
Meleklerin sayısını ancak Allah Teâlâ bilir. Kur’ân-ı Kerim'de cehennem işleri ile görevli melekler bulunduğu belirtildikten sonra onların sayısının on dokuz diye belirlenmesinin sadece bir imtihan vesilesi olduğu beyan edilmekte ve "Rabbinin ordularını, kendisinden başkası bilemez"3750 buyrulmaktadır. Bu ifadelerden meleklerin sayısının çok fazla olduğunu anlamakla beraber herhangi bir rakam vermenin mümkün olmadığını ve onların sayısını ancak Allah Teâlâ'nın bildiğini anlamaktayız.
Meleklerin çeşitlerine gelince, Kur'an, göklerin ve yerin ordularının Allah'a ait olduğunu,3751 mü'minleri görünmeyen ordularla desteklediğini3752 beyan etmekte; göklerde ulular meclisi anlamına gelen "mele-i a'lâ"nın bulunduğunu,3753 cin ve şeytanların burada olup bitenleri ve meleklerin kendi aralarındaki konuşmaları dinlemelerine mâni olmak üzere göklerin muhâfaza altına alındığını3754 kaydetmektedir. Bununla beraber naslarda çeşitli görevlerle vazifeli meleklerin bulunduğu beyan edilmiş, bunların bir kısmı özel adlarla isimlendirilirken (Cebrâil, Mikâil gibi), bir kısmı da görevleri ile zikredilmiştir (Ölüm meleği, arşı taşıyanlar gibi). Şimdi bunları sıralayarak kısaca görev ve özelliklerinden söz edelim:
Cebrâil: Vahiy meleğinin özel adıdır. Kur’ân-ı Kerim'de üç yerde Cibrîl şeklinde geçmektedir.3755 Ayrıca Cibrîl kast edilmek üzere er-Rûh,3756 Rasûlün kerîm,3757
3744] 25/Furkan, 21; 2/Bakara, 210
3745] 25/Furkan, 25-26
3746] 8/Enfâl, 50
3747] 47/Muhammed, 27
3748] 15/Hicr, 7-8
3749] B. Topaloğlu, Y. Ş. Yavuz, İ. Çelebi, a.g.e., s. 239 ve devamı
3750] 74/Müddessir, 31
3751] 48/Fetih, 4, 7
3752] 9/Tevbe, 26, 40; 33/Ahzâb, 9
3753] 37/Sâffât, 8; 38/Sâd, 69
3754] 37/Sâffât, 6-10; 15/Hicr, 18; 67/Mülk, 5
3755] 2/Bakara, 97, 98; 66/Tahrim, 4
3756] 70/Meâric, 4; 78/Nebe', 38; 97/Kadr, 4; Rûhunâ: 19/Meryem, 17
3757] 81/Tekvir, 19
- 824 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Rasûlü rabbik,3758 er-Rûhu'l-emîn3759 ve Rûhu’l-kuds3760 isimleri de zikredilmektedir. Hadiste ise Cebrâil, bunlara ilâveten "en-Nâmus" diye isimlendirilmektedir. 3761
Mîkâil: Kur’ân-ı Kerim'de sadece bir âyette Mîkâil ismi geçmekte olup şöyle buyrulmaktadır: "Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cibrîl'e ve Mîkâil'e düşman olursa bilsin ki Allah da kâfirlerin düşmanıdır." 3762
Azrâil: Ölüm meleğinin özel adı olduğu rivâyet edilir. Kur’ân-ı Kerim'de Azrâil ismi geçmez. Bunun yerine ölüm meleği anlamında melekü'l-mevt,3763 eceli gelen ve vadesi yetenlerin ruhunu kabzeden meleklerden söz edilir. 3764
İsrâfil: Kur'an'da İsrâfil adı da geçmemektedir. Birçok yerde, sûra üfleneceği haber verilmektedir.3765 Kıyâmetin kopması ve yeniden diriliş ve mahşerde toplanılması için sûra iki defa üfleyecek olan melek olduğu hadis rivâyetlerinden anlaşılmaktadır. Hadis-i şeriflerde onun adı dört büyük melek içinde zikredilmiştir.3766 Bu dört melek, meleklerin "rasulleri"dir.
Mukarrabûn Melekleri: Bunlara "illiyyûn" ve "kerûbiyyûn" melekleri de denilmektedir. Nisâ sûresinin 172. âyetinde Mesih ve Allah'a yakın meleklerin (el-melâiketü'l-mukarrabûn) Allah'ın kulu olmaktan çekinmedikleri bildirilmektedir. Enbiyâ sûresinde ise göklerde ve yerde bulunanların O'nun hizmetinde oldukları beyan edildikten sonra; O'nun huzurunda bulunanların O'na ibâdet hususunda kibirlenmedikleri, ibâdetten usanmadıkları, gece gündüz O'nu tesbih ettikleri bildirilmektedir.3767 Kur'an'da arşı taşıdıkları ve onun çevresinde bulundukları3768 ifade edilen, Allah'ı hamd ve tesbih eden melekler de bunlar içinde sayılmaktadır.
Hafaza ve Kirâmen Kâtibîn Melekleri: İnsanların iyi ve kötü fiillerini kaydeden, onları koruyan meleklerdir. Kur'an'da "hafaza",3769 "muakkıbât",3770 "rusulünâ... yektubûn",3771 "el-mütelekkıyân",3772 "rakıybun atîd",3773 "hâfizıyn",3774 "kirâmen kâtibîn"3775 kelimeleri ile ifade edilmektedirler.
Cennet ve Cehennemde Görevli Melekler: Kur'an'da meleklerin cennetlikleri "İşte bu, size vaad edilmiş olan (mutlu) gününüzdür"3776 diye karşılayacakla3758]
19/Meryem, 19
3759] 26/Şuarâ, 193
3760] 2/Bakara, 87, 253; 5/Mâide, 110; 16/Nahl, 102
3761] Buhâri, Bed'ü'l-vahy 3
3762] 2/Bakara, 98
3763] 32/Secde, 11
3764] 4/Nisâ, 97; 6/En'âm, 61, 93; 8/Enfâl, 50; 47/Muhammed, 27
3765] 6/En'âm, 73; 18/Kehf, 99; 20/Tâhâ, 102...
3766] Müslim, Müsâfirîn 200; Ebû Dâvud, Salât 119
3767] 21/Enbiyâ, 19-20
3768] 40/Mü'min, 7-8; 69/Haakka, 17
3769] 6/En'âm, 61
3770] 13/Ra'd, 11
3771] 43/Zuhruf, 80
3772] 50/Kaf, 17
3773] 50/Kaf, 18
3774] 82/İnfitar, 10
3775] 82/İnfitar, 12
3776] 21/Enbiyâ, 103
MELEK
- 825 -
rı, müttakîler bölük bölük cennete sevkedilip kapılar kendilerine açıldığında, "Onun bekçileri (hazenetuhâ): Selâm size! Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere girin buraya!"3777 diyecekleri, meleklerin adn cennetlerine babalarından, eşlerinden ve çocuklarından sâlih olanlarla beraber gireceklerin yanına her kapıdan vararak, "Sabrınıza karşılık size selâm olsun! Dünya yurdunun sonu ne güzeldir!"3778 diyecekleri haber verilmektedir.
İnkâr edenleri ise bölük bölük cehenneme sürülecekleri, kapıların açılacağı ve cehennem bekçilerinin onlara, "Size, içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden peygamberler gelmedi mi?"3779 diyecekleri, cehennemin başında iri gövdeli, sert tabiatlı, Allah'ın buyruklarına karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan meleklerin bulunacağı3780 ifade edilmektedir.
Hazene-i Cennet ve Cehennem de denilen bu melekler cennet ve cehennemin bekçileri durumundadır. Cennet meleklerinin başındaki meleğin adı “Rıdvan”dır. Cehennem meleklerine “Zebânî” denir. Başındakine ise “Mâlik” adı verilir.
Hârût - Mârût: Bunlar hakkında farklı görüşler olmakla beraber, "Babil'de insanlara bilgi öğretmek sûretiyle onları imtihan etmek üzere gönderilen iki melek" oldukları, en yaygın görüştür. Kur’ân-ı Kerim, bu olayla ilgili daha başka bilgi vermemektedir. Mûteber hadis kitaplarından Buhari'de Kitabu't-Tıbb'ın sihre tahsis edilen 47. babının başlığında Bakara sûresinin 102. âyeti zikredilmekte, bu münâsebetle âyet içinde Hârût ve Mârût adı geçmektedir. Bunun dışında sözkonusu isimlerle ilgili bir bilgiye rastlanmamaktadır. Ahmed bin Hanbel'de ise insanlar gibi birtakım arzu ve istekleri bulunan varlıklar olarak tasvir edildiği görülmektedir.3781 Fakat bu rivâyeti, müfessirler bozuk ve merdûd kabul edip reddederler.3782 Kur'an, bu iki melekle ilgili olarak yahûdiler arasında meşhur olan hikâyeleri onaylamaz.
Münker - Nekir: Kabirde sorgu-sual işi ile görevli olan meleklerdir. Kur'an'da adları geçmemektedir. Hadislerde ise ölü defnedildiği zaman ona, birine Münker, diğerine Nekir denilen siyah tenli mavi gözlü iki meleğin geldiği, ölüyü kabrinde oturtup sorular sorduğu, verdiği cevaplara göre kabrini genişlettiği veya daralttığı rivâyet edilmektedir. 3783
İmam Ahmed bin Hanbel'in Müsned'inde naklettiği uzunca bir hadiste Rasûlullah (s.a.s.), ensardan bir adamın kabri başında, iki veya üç defa "Kabir azabından Allah'a sığının!" dedikten sonra, bir mü'min için ölüm ve sonrasını şöyle anlatır: "Mü'min kulun dünyadan kopup, âhirete gitme zamanı geldiği zaman, gökten ona, yüzleri sanki güneş gibi beyaz melekler iner. Beraberlerinde cennet kefenlerinden bir kefen ve cennet kokularından birtakım kokular bulunmaktadır. Mü'minin göz mesafesine otururlar. Sonra ölüm meleği yaklaşır ve başucuna oturup 'Ey güzel ve hoş can, haydi Allah'tan bir bağış ve hoşnutluğa çık gel!' der. O can, ağızdaki suyun aktığı gibi akıp kolayca çıkar. Azrâil de onu alır ve elinde bir an bile bekletmeden, o kefene ve kokuların
3777] 39/Zümer, 73
3778] 13/Ra'd, 23
3779] 39/Zümer, 71
3780] 66/Tahrim, 6; 43/Zuhruf, 77; 40/Mü'min, 49-50; 96/Alak, 18
3781] Ahmed bin Hanbel II/134
3782] Bk. Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, 2/Bakara, 102. âyetin tefsiri
3783] Tirmizî, Cenâiz, 70; Ahmed bin Hanbel III/126; IV/140
- 826 -
KUR’AN KAVRAMLARI
içine sarar. Bu esnada o candan, yani ruhtan, yeryüzünde bulunan misk kokularının en güzeli gibi bir koku çıkar. Ölüm melekleri onu alıp, birlikte yükselirler. Uğradıkları her melek topluluğu, 'Bu güzel ruh kimdir?' diye sordukça, onlar, hayatta iken insanların ona verdiği en güzel ismi ile 'bu, falan oğlu falandır' diye cevap verirler. Böylece birinci göğe ulaşırlar ve kapının açılmasını isterler. Onun için göğün kapısı açılır. Her gökte, o göğün en kıymetli melekleri, bu ruhu bir sonraki göğe kadar teşyî ve ona refakat ederler. Neticede yedinci göğe gelinir.
Allah Teâlâ, 'Bu kulumun kitabını, "illiyyîn"e yazın ve onu yeryüzüne geri götürün! Çünkü ben onları, yerden-topraktan yarattım, oraya geri çeviriyorum, tekrar oradan çıkaracağım' buyurur. Bunun üzerine onun ruhu kabirdeki bedenine iade edilir, yani yeniden diriltilir ve ona iki melek gelip yanına oturur. 'Rabbin kim?' diye sorarlar. O, 'Rabbim Allah!' der. 'Dinin nedir?' diye sorarlar, o, 'Dinim İslâm!' der. 'Size peygamber olarak gönderilen kim?' diye sorarlar, o, ‘Rasûlullah!' der. 'Bilgin nedir?' derler, o, 'Allah'ın kitabını okudum, ona inandım ve onun doğru olduğunu kabul ettim' der. Bunun üzerine gökten bir ses, 'Kulum doğru söyledi. Binâenaleyh onun için cennetten bir döşek serin, ona cennetten bir elbise giydirin ve ona cennetten bir kapı açın!' der.
Böylece cennetin esintisi ve güzel kokusu ona gelir, kabri göz alabildiğine genişletilir. Derken yanına güzel yüzlü, güzel elbiseli, güzel kokulu bir adam gelir ve der ki: 'Seni sevindirecek şeylerle müjdelen, yani müjdeler olsun, sevineceğin şeylere ulaşacaksın. İşte bu, vaad olunduğun gündür.' Ona, 'Sen kimsin? Yüzün, uğur getiren bir yüz' diye sorar. O, 'Ben senin sâlih amelinim' der. Kul o anda, 'Ey Rabbim! Kıyâmeti hemen kopar, kıyâmeti hemen kopar ki aileme ve malıma, yani benim için cennette hazırladığın evlere ve yüce makamlara kavuşayım' der.
Dünyadan ayrılıp, âhirete gitme zamanı geldiğinde, kâfir kula da gökten, beraberlerinde kalın ve sert kumaşlar bulunan siyah yüzlü melekler gelirler ve gözünün göreceği yere otururlar. Sonra Azrâil yaklaşıp başucuna oturur ve 'Ey pis can, haydi Allah'ın kızgınlığına ve gazabına çık gel!' der. Böylece o can, bedeninden ayrılır. Azrâil, onu, çok parçalı bir şişi ıslak yünden çekip kopardığı gibi çeker çıkarır. Onu aldığı zaman, elinde bir an bile tutmadan hemen o sert ve kalın kumaşa sarar. O zaman ondan, yeryüzünde bulunan leş kokularının en kötüsüne benzer bir koku çıkar. Melekler onunla beraber yükselirler ve uğradıkları her melek topluluğu: 'Bu pis ruh kimdir?' diye sorarlar. Onlar, hayatta iken insanların ona verdiği en çirkin ismini kullanarak derler ki: 'Bu, falan oğlu falandır.' Böylece birinci göğe gelinir ve kapının açılmasını isterler, ama ona göğün kapısı açılmaz. Allah Teâlâ, 'Onun kitabını en aşağı yer tabakasındaki "siccîn"e yazın!' der. Böylece onun ruhu aşağılara atılır. Derken cesedine döndürülür ve iki melek gelip yanına oturur ve ona, 'Rabbin kim?' diye sorarlar, o, 'Haa, haa. Bilmiyorum' der. Ona, 'dinin nedir?' diye sorarlar, o, 'haa, haa… Bilmiyorum' der. 'Size peygamber olarak gönderilen kimdir?' derler, o, 'haa, haa… Bilmiyorum' der.
Bunun üzerine gökten bir ses, 'O kulum yalan söylüyor. Dolayısıyla ona ateşten bir döşek hazırlayın ve cehennemden bir kapı açın!' der. Böylece ona cehennemin sıcaklığı ve zehirli yakıcılığı gelir; kabri de, kaburgalarını birbirine geçirecek kadar daraltılır. Derken çirkin yüzlü, kötü elbiseli ve pis kokulu bir adam gelir ve ona, 'Hoşuna gitmeyen şeyleri sana müjdelerim! İşte bu, tehdit olunduğun gündür' der. O, 'Sen kimsin? Suratından şer akıyor' diye sorar. O, 'Ben senin kötü işlerinim' der. Bunun üzerine o kul, kabrine açılan kapıdan, cehennemde kendisi için hazırlanmış gördüğü azaptan korkarak 'Ey Rabbim,
MELEK
- 827 -
kıyâmeti koparma!' der..." 3784
Bu uzun hadis-i şerif, ayrıca Ebû Dâvud'un ve İbn Mâce'nin Sünenlerinde; İbn Kesir'in Tefsirinde yer almakta, hasen bir hadis kabul edilmekte, delil kabul edilen güvenilir râviler tarafından rivâyet edildiği bildirilmektedir. Görüldüğü gibi bu hadiste, ölüm meleği ve yardımcılarının yanı sıra, kabirde insanı ilk hesaba çeken iki melekten bahsedilmektedir. Kur'an'da bu iki melekten bahsedilmese de, bu hadis dışında sahih birçok hadiste kabirdeki bu meleklerden bahsedilmiştir.
Hem Buhârî, hem de Müslim'in Sahihlerinde yer alan bir hadiste, Rasûlullah şöyle buyurur: "Kul kabrine konup da ailesi ve arkadaşları onu orada bırakıp gittikleri ve o kul, çekip gidenlerin ayak seslerini duyduğu zaman, iki melek gelip onu oturturlar ve derler ki: 'Sen şu zat, yani Muhammed (s.a.s.) hakkında ne der idin?' O kişi mü'min ise, 'Şehâdet ederim ki O, Allah'ın kulu ve peygamberidir' der. Bunun üzerine ona, 'cehennemdeki şu yerine bak! İşte onu, cennetten bir yer ile değiştiriyoruz' , yani 'Eğer sen mü'min olup da bu soruya doğru cevap veremeseydin, o cehennemdeki yere girecektin' denilir. Mü'min, bunların her ikisini de görür. Ama kabre konan kişi münâfık ve kâfir ise, ona, 'Sen şu zat hakkında ne der idin?' denildiğinde, ‘bilmiyorum, insanlar ne derlerse ben de onu derdim' cevabını verir. Bunun üzerine, 'Ne bildin, ne de uydun!' denilip, ona demirden bir topuz ile öyle bir vurulur ki, insan ve cinlerden başka bütün varlıkların duyduğu bir çığlık atar."3785 Bu konuyla ilgili bir diğer hadiste bu iki melekten birinin adının "Münker"; diğerininse "Nekir" olduğu bildirilmiştir. 3786
Anlaşılıyor ki Allah Teâlâ'nın, her işle görevlendirdiği çeşit çeşit melekleri bulunmaktadır ve Kur'an da bunların sadece bir kısmından bahsetmiştir; bir kısmını peygamberine ayrıca bildirmiş ve dolayısıyla o da hadislerinde bize bildirmiştir. Elbette bunların dışında da kim bilir daha nice melekler vardır.
Melekler İnsanlardan Daha Faziletli midirler?
Bütün peygamberler, meleklerin rasulleri sayılan dört büyük melek dâhil tüm meleklerden efdal; yani Allah katında dereceleri daha yüksek ve daha faziletlidir. İnsanlardan takvâ sahibi olan mü’minler de, meleklerin rasulleri hâriç tamamından daha faziletli, dereceleri daha yüksek sayılmıştır. Çünkü melekler, yaratılış bakımından günah işleyemezler. Allah'a itaat ve ibâdet etmek onlar için fıtrî ve zorunludur. Onları böyle olmaktan alıkoyacak hiçbir iç ve dış tesir yoktur. Hâlbuki insan, akıl ve nefis sahibi olup, her türlü iç ve dış etkiler altındadır. Buna rağmen insan, bütün menfî engelleri aşar, Allah'a itaatli ve takvâ sahibi bir kul olursa, elbette meleklerden daha faziletli olur.
Gayba ve Meleklere İman
Meleklere iman gaybîdir. Gayb: Hislerle veya akılla bilinmeyen, görülmeyen şeydir. Mü’min gayb âlemine inanmakla yükümlüdür.3787 Allah’ın ve Rasûlünün bildirdikleri ister zâhirî, isterse gaybî olsun mü’min ona inanandır. Bazı kâfirlerin gaybe iman etmediklerini, “ben gözümle göremediğim varlıklara inanmam; melek, cin gibi varlıklar uydurmadan ibarettir” dediklerini biliyoruz. Gaybe iman
3784] Ahmed bin Hanbel, IV/287
3785] Buhâri, Cenâiz 68, 87; Müslim, Cennet 70
3786] Tirmizî, Cenâiz 70
3787] Bk. 2/Bakara, 3
- 828 -
KUR’AN KAVRAMLARI
büyük bir imtihandır. Çünkü insanlar gördükleri şeylere inanmak zorundadırlar; Bunlara karşı gözlerini yumamazlar. Fakat Hz. Allah’ın imtihanı öyle değildir. İnsanların görmediği ve göremediği şeyleri yaratması ve sonra da bunlara ‘inanın’ demesi büyük bir imtihandır. Mü’min, sadece Allah’ın ve Rasûlünün haber vermesiyle onlara inanır ve teslim olur. Mü’minlere düşen ‘dinledik ve itaat ettik.’ demeleridir. Zaten, gözüyle göremediğinin varlığını kabul etmeyenlere; akıllarını, duygularını, düşüncelerini, rüzgârı, elektrik akımını... göremedikleri halde varlıklarını nasıl kabul edip kendileriyle çelişkiye düştükleri sorulabilir. Böylece görülecektir ki, onlar görmedikleri için inkâr etmiyorlar, görseler bile hakkı kabul etmeyecek sapıklar olduklarından şeytana ve nefislerine uyarak küfrü tercih ediyorlar.
Mü’minler gaybe inanmakla yükselme ve ilerleme yolundaki ilk adımlarını atmış olacaklardır. İnsanlar, hevâ ve hevesinden, hayvanlık mertebesinden ancak bu ilk adımla kurtulabilir ve gerçek insanlık mertebesine yükselirler. Bir hayvana gaybı anlatamazsınız. O daha kıymetli de olsa göremediğini tercih etmez; önündeki otları her şeye tercih eder. Kâinat, mevcut olan, bilinen ve görünen varlıklardan ibaret değildir. Bu görünüp bilinen şeylerden daha başka varlıklar da mevcuttur; ki biz bunları görmeden sadece doğru haber üzerine verilen bilgiyle bilir ve kabul ederiz.
İnsan aklının bilinmeyen âlemleri/evrenleri idrâk edememesi, onların mevcûdiyetinin inkârını gerektirmez. Bu konuda mü’mine düşen; işi, akıl kuvvetinin üstündeki diğer kudrete (doğru habere) bırakmasıdır. Mü’min, öğrenmek istediklerini Alîm ve Habîr olan, görüneni ve görünmeyeni, gizli ve âşikârı bilen Allah’tan ve O’nun Rasûlünden öğrenmesi lâzımdır. Fakat eskiden olduğu gibi, bugün de materyalist kafalılar Allah’ın ilmini önemsemeyerek, insanoğlunu gerilere, hayvanlık mertebesine götürmek istemektedirler. Mü’min, sadece meleklere değil, gaybî olan ne varsa hepsine Allah ve Rasûlünün bildirdiği şekilde iman eder. “Onlar ki, gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infak ederler.” 3788
Melek İnancının Etkileri
İnsan, yeryüzündeki diğer canlılardan farklı olarak irâde sahibi bir varlık şeklinde yaratılmıştır. İrâde, “farklı seçeneklerden birini tercih etmek” demektir. Allah, insana irâdî fiillerinde farklı alternatifler sunmuş ve onun dünyaya gelişinin gayesini “imtihan olmak”3789 şeklinde tespit etmiştir. İnsan, bu imtihana giren alanda kendisini iyilik veya kötülüğe teşvik eden, irâdesini daha özgürce kullanmasını sağlayan mânevî menajerlerle (yardımcı, düzenleyici) karşı karşıyadır. Allah insanı şerre ve kötülüğe çağırmak üzere şeytanı, iyilik ve hayra dâvet etmek üzere de melekleri yaratmıştır. İnsanın meleklere inanması demek, önünde şeytan ve meleklerin sunduğu seçeneklerle dolu ruhî bir hayat olduğunu, meleklerin telkin ve teşviklerine göre hareket edip mevcut yeteneklerini bu yönde yükseltmesi gerektiğini kabul etmesi, Allah’ın görevlendirdiği meleklerin kendisini daima gözetlediğini ve yaptıklarını kaydettiklerini unutmaması demektir. İnsana iyi düşünceler aşılayan meleklerin yanı sıra, ona vesveseler telkin eden şeytanın varlığı da bir gerçek olmakla beraber, Kur’an, şeytana değil; meleklere
3788] 2/Bakara, 3
3789] 67/Mülk, 2
MELEK
- 829 -
imanı öne çıkarmak,3790 tâğutu inkâr edip Allah'a iman edenin sağlam bir kulpa sarılmış olacağını bildirmek sûretiyle3791 şeytanın varlığını ikinci dereceye almış, onunla hemhal olmayıp aksine meleklere kulak vermeyi öngörmüştür.
“Onu (insanı), önünden ve ardından izleyiciler vardır; Onu Allah’ın emrinden (kazalarından, belâlarından ve musîbetlerinden) korurlar.”3792 Gerçekten de insan, risklerle ve tehlikelerle dolu bir dünyada yaşamaktadır. Bunlara, ayrıca kötülüklerin karşılığı olarak Allah’tan her an gelebilecek intikam darbelerinin ihtimallerini de ekleyecek olursak, onun, yaşadığı yıllar boyu ne büyük bir mânevî koruma altında bulunduğunu kestirebiliriz. Bu girift olayın içyüzünü daha derinlemesine bilmek bizim için mümkün değildir.
Ancak bu kadarıyla bile Rabbimizin bizi ne çetin bir sınavdan geçirdiğini, bizzat hayatımıza karşı yaratmış bulunduğu tehlikelerin bile gelip bizi bulmasına melekleri engel yaparak bu sınavda bize nasıl süre tanıdığını bu âyetlerden ibretle öğreniyoruz. Doğrusu bu bize bir İlâhî lutuf ve bir müjde olsa gerektir. Dolayısıyla insanın, bu hârika nöbetçilerini her zaman hatırlayarak özellikle kuytu köşelerde, zifiri karanlıklarda ve tehlikelerle burun buruna olduğu anlarda onların kendisini korumaya devam etmeleri için Allah'a dilekte bulunması, Allah’ın izniyle belâların bertaraf olmasına bir vesile oluşturabilir. Bu, aynı zamanda insanın, Rabbiyle olan irtibatının güçlülüğünü ve sürekliliğini kanıtlamış olur. Kur’an’da “Kesinlikle üzerinizde koruyucular vardır. Onlar değerli yazıcılardır. Yaptığınız her şeyi bilirler.”3793 diye kendilerinden söz edilen melekler vardır ki, bunlar söylediğimiz her sözü yazarlar. Dolayısıyla insanoğlunun havada kaybolup giden tek kelimesi bile yoktur.
Evren öyle kesin bir disiplin içindedir ki, bu disiplinin gözümüzle görebildiğimiz veya daha doğrusu ilmin ve aklın kanıtlayabildiği bir cephesi vardır, bir de ilmin ve aklın asla ulaşamayacağı, açıklayıp tanımlayamayacağı diğer bir cephesi daha vardır. İşte bu görünmeyen cepheyi melekler ordusu oluşturmaktadır. Mü’min olabilmenin olmazsa olmaz şartlarından biri de bu gerçeğe inanmaktır. Dolayısıyla meleklere inanmamak, Allah'a, peygamberlere, kitaplara ve âhiret gününe inanmamakla eş değerdedir.
Meleklere inanan bir müslüman, meleklerin kendisini takip ettiğini, gözetlediğini, iyilik ve kötülüklerinin yazıldığını bilir. Ve bu bilinçle davranışlarına çeki düzen verir. Böylece, meleklere olan inancımız bizi kötülük ve günah yapmaktan vazgeçirir.
Melekler Hakkında Düzeltilmesi Gereken Bazı Yaklaşım ve Bâtıl İnançlar
Müşrikler Allah’a şirk koşarlarken, bazıları görünen maddî cisimleri, bazıları da görünmeyen mânevî cisimleri Allah’a eş tutuyorlardı. İşte, mü’minin melek kabul ettiği varlığı müşrikler tanrı, tanrı çocukları veya tanrı kızları olarak kabul edebilmektedir. Mü’min, meleklerin dişi veya erkek olmadığına inandığı gibi, o meleklerin kendi nam ve hesaplarına hiçbir yetkiye sahip bulunmadığına da
3790] 2/Bakara, 177, 285
3791] 2/Bakara, 256
3792] 13/Ra’d, 11
3793] 82/İnfitar, 10-12
- 830 -
KUR’AN KAVRAMLARI
inanır. Onlara tapmak, onlardan yardım istemek, yani onlara duâ etmek insanlar için küçüklük olur. Çünkü ilk insanın yaratılışında Allah, onları Âdem’in (a.s.) önünde secde ettirdi. Ve Hz. Âdem’e onlardan fazla bilgi verdi. Sonra da Hz. Âdem’i yeryüzüne halife yaptı. İnsan için, kendisine secde etmiş bir mahlûktan yardım istemek ve ona tapmaktan daha büyük bir zillet olur mu?
Meleklerin erkeklik ya da dişilik gibi bir özellikleri sözkonusu değildir. Buna rağmen câhiliyye döneminde meleklerin dişi olduğu ileri sürülüyor, hatta onlara -hâşâ- Allah’ın kızları deniliyordu. Allah, bu yakışıksız isnadları şu âyetlerle reddetmiştir: “Onlar Rahmân’ın kulları olan melekleri dişi sayıyorlar. Yoksa nasıl yaratıldıklarını mı gördüler?! Bu (yalan) şâhitlikleri yazılacak ve onlar sorgulanacaklardır.”3794; “Şimdi de sor onlara: ‘Rabbine kızlar da onlara oğlanlar mı?!”3795 Günümüzde de batılılardan esinlenerek melekleri bayan gibi düşünen, kızlarına “Melek” ismi veren, güzel bir bayanın meleğe benzediğine dair şiirler yazıp söyleyen, şarkılar mırıldanan insanlara rastlayabilmekteyiz. Bunlar, İslâm itikadı açısından çok vahim manzaralardır.
Ölüm meleği olduğu için Azrâil’in adı insanlar arasında âdeta korku sembolü haline gelmiştir. Dolayısıyla bazı kimselerin bu meleğe karşı duyguları olumsuzdur. Ancak bu düşünce hem yersizdir, hem de iman gerçeğiyle uyuşmaz. Çünkü iman, ayrıca sevgi, saygı, bağlılık ve teslimiyet ister. Azrâil, Allah’ın, can almak için görevlendirdiği bir melektir. Dolayısıyla can almak onun görevidir. Her şey gibi, canımızın da sahibi Allah’tır. Can, Allah’ın bize bir çeşit ödünç olarak verdiği bir emanetidir. Emanet, bir gün gelir, asıl sahibine iade edilir. Her nefis, ölümü tadacak, her emanet sahibini bulacaktır. Azrâil, bu konuda sadece görevini yapmaktadır. Onun hiç kimseye karşı özel bir düşmanlığı da yoktur. Bu nedenle, Allah’ın bütün elçileri gibi Azrâil’i de saygıyla anmak imanımızın gereğidir. Allah’ın selâmı O’nun ve diğer bütün elçilerinin üzerine olsun.
Azrâil’in bu kadar kalabalık bir dünyada kıtalar ve ülkeler arasındaki büyük mesafeleri nasıl aştığı ve aynı anda birçok insanın ruhunu nasıl alabildiği bazı kimseler tarafından daima merak konusu olmuştur. Mânevî âlemi, maddî durumlara bire bir uydurmanın getirdiği yanlıştır bu. Eski çağların insanları için düşünce ve teknik açılımları yönüyle bu soru, bir yönüyle mâkul olsa bile; günümüzün baş döndürücü açılımları, dünyanın bir ucundan bilgisayarlara bilgi aktarılabildiği veya virüsler ulaştırılabildiği bir zaman diliminde bu tür soruların cevap vermeye değmeyecek yersizlikte olduğunu vurgulamak gerekmektedir.
3794] 43/Zuhruf, 19
3795] 37/Sâffât, 149
MELEK
- 831 -
Melek Konusuyla İlgili Ayet-i Kerimeler
Melek, Tesniyesi Melekeyn ve Çoğulu Melâike Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 88 Yerde): 2/Bakara, 30, 31, 34, 98, 102, 161, 177, 210, 248, 285; 3/Âl-i İmrân, 18, 39, 42, 45, 80, 87, 124, 125; 4/Nisâ, 97, 136, 166, 172; 6/En’âm, 8, 8, 9, 50, 93, 111, 158; 7/A’râf, 11, 20; 8/Enfâl, 9, 12, 50; 11/Hûd, 12, 31; 12/Yûsuf, 31; 13/Ra’d, 13, 23; 15/Hıcr, 7, 8, 28, 30; 16/Nahl, 2, 28, 32, 33, 49; 17/İsrâ, 40, 61, 92, 95, 95; 18/Kehf, 50; 20/Tâhâ, 116; 21/Enbiyâ, 103; 22/Hacc, 75; 23/Mü’minûn, 24; 25/Furkan, 7, 21, 22, 25; 32/Secde, 11; 33/Ahzâb, 43, 56; 34/Sebe’, 40; 35/Fâtır, 1; 37/Sâffât, 150; 38/Sâd, 71, 73; 39/Zümer, 75; 41/Fussılet, 14, 30; 42/Şûrâ, 5; 43/Zuhruf, 19, 53, 60; 47/Muhammed, 27; 53/Necm, 26, 27; 66/Tahrîm, 4, 6; 69/Haakka, 17; 70/Meâric, 4; 74/Müddessir, 31; 78/Nebe’, 38; 89/Fecr, 22; 97/Kadr, 4.
Meleklere İman Etmekle İlgili Âyetler
Meleklere İman Etmek: Bakara, 97-98, 177, 285.
Meleklere Düşmanlık Edenler: Bakara, 97-98.
Melekleri İnkâr: Nisa, 136.
Meleklerin Mâhiyeti
Melekler ve Yaratılışları: Bakara, 30, 32; 34, 255; Al-i İmran, 39; En’am, 93; Ra’d, 11; Enbiya, 22, 26; Hacc, 75; Furkan, 25, 59; Fâtır, 1; Zümer, 76; Mü’min, 15; Zuhruf, 16-17; Hadîd, 4; Kalem, 1; Meâric, 3-4; Müddessir, 31; Mürselât, 1-6; Tekvir, 20-21. 23.
Melekler, Allah’ın Kuludurlar: Enbiya, 23.
Meleklerin Erkeklik ve Dişilikleri Yoktur: Zuhruf, 19; Necm, 27-28.
Meleklerin Kanatları: Fâtır, 1.
Mele-i A’lâ: Saffat, 8-9, Sâd, 69, Nebe’, 38.
Meleklerin Makamları: Saffat, 164; Mü’min, 7.
Meleklerin Yaptıkları İşler
Melekler, Savaşta Mü’minlere Yardım Eder: Al-i İmran, 123-126; Enfal, 9-13, 50; Tevbe, 25-26; Ahzab, 9; Feth, 4, 7.
Melekler, İnsanların Amellerini Yazarlar: En’am, 61; Kaf, 17-18; İnfitar, 10-11.
Melekler, Allah’ı Zikrederler: A’raf, 206; Nahl, 49-50; Enbiya, 19-20; Saffat, 165-166; Mü’min, 7; Fussılet, 38; Şûrâ, 5.
Melekler, Allah'a İtaat Ederler: Enbiya, 27-28.
Melekler, Peygamber’e Salevat Getirirler: Ahzab, 56.
İnsanı Gözetleyen Melekler Vardır: Târık, 1-4.
Melekler, İş Bölümü İle Görev Yaparlar: Zâriyat, 4.
Meleklerin Mü’minler İçin Duaları: Mü’min, 7-9; Şûrâ, 5.
Meleklerin Şefaati: Enbiya, 28; Sebe’, 23; Necm, 26.
Büyük Melekler
Cebrail İle İlgili Ayetler: Bakara, 87, 253; Nisa, 171; Maide, 110; Nahl, 2, 102; İsra, 85; Meryem, 17, 19; Enbiya, 91; Şuarâ, 193; Mü’min, 15; Şûrâ, 193; Mü’min, 15; Şûrâ, 52; Necm, 5-6.
Kur’an’ı Cebrail İndirmiştir: Bakara, 97; Nahl, 102; Şuarâ, 193-194; Tekvir, 15-24.
Kur’an’ı Peygamber’e Cebrail Öğretmiştir: Necm, 5.
Cebrail’in Peygamber’e Görünerek Vahiy Getirmesi: Necm, 6-15.
Cebrail’e Ruhu’l-Emin Denilmesi: Şuarâ, 193; Nebe’, 38.
Cebrail’in Görünüşü Güzeldir: Necm, 6.
Cebrail, Allah Yanında Şereflidir: Tekvir, 19-21.
Cebrail’e Düşmanlık Edenler: Bakara, 97.
Azrail, Eceli Gelenlerin Ruhlarını Alır: En’am, 61; Nâziât, 1-4.
Mikâil, Tabiat Olaylarını İdare Eder: Nâziât, 5.
(İsrâfil) Sûrun Üfürülmesi: En’am, 73; Kehf, 99; Tâhâ, 102; Mü’minun, 101; Neml, 87; Yasin, 49-51; Zümer, 68; Kaf, 20, 41-43; Hakka, 13-15; Müddessir, 8; Nebe’, 18.
- 832 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur'an'a Göre Melek, Cin, Şeytan, Lutfullah Cebeci, Şûle Y. s. 1-183
2. Kur'an-ı Kerim'e Göre Melekler, Lutfullah Cebeci, İstişare Y.
3. Şamil İslam Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 4, s. 126-132
4. TDV İslâm Ansiklopedisi, TDV Y. (Al i Erbaş, M. Sait Özervarlı), c. 29, s. 37-42
5. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y., c, 13, s. 155-224
6. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 260-271
7. Mefâtihu'l-Ğayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Râzi, c. 2, s. 231-262; 342- 382
8. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 260-265
9. Kur'an Cevap Veriyor, İzzet Derveze, Yöneliş Y. s. 276-288
10. El-Melâike, Bediüzzaman Said Nursi, Sözler Y.
11. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 125-134
12. Melek Girmeyen Evler, Ebû Huzeyfe İbrahim, Uysal Kitabevi Y.
13. Meleklere İnanıyorum, M. Yaşar Kandemir, Damla Y.
14. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 121-129
15. Kur'an'da Anlamı Kapalı Ayetler, Hüseyin Yaşar, Beyan Y. s. 213-224
16. İnsan ve İnsanüstü, Süleyman Ateş, Dergâh/Yeni Ufuklar Y.
17. İnanç ve Amelde Kur'anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 133-153
18. Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 197-209
19. İslam'da İnanç Esasları, B. Topaloğlu, Y. Ş. Yavuz, İ. Çelebi, İFAV Y. s. 231-250
20. İslam'ın İnanç İlkeleri, Mevlüt Uyanık, Esin Y. s. 77-86
21. İslam'da İman ve Esasları, Ali Arslan Aydın, Hikmet-Dâvâ-Çağ Y. s. 135-143
22. İslam'da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y. s. 235-248
23. İslam Akaidi, A. Lütfi Kazancı, Marifet Y. s. 91-113
24. Müslümanın Akaidi, Ahmed Kalkan, Rağbet Y., s. 132-1

Cumartesi, 06 Şubat 2021 19:44

MEKR / TUZAK

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

MEKR / TUZAK


- 783 -
Kavram no: 127
Ahlâkî Kavramlar 27
Bk. Nifak-Münâfık; Doğruluk/Sıdk
MEKR / TUZAK


• Mekr; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Mekr Kavramı
• Mekr Kavramına Benzeyen Diğer Kelimeler: Hile Hud’a, Keyd, Mihâl, Tedlîs, Tağrîr, Ğaşş, Hılâbe
• Hîle-i Şer’iyye mi, Hile-i Şerriyye mi?
• Hilekâr, Hilekârlık
• Mekr’in Allah’a Nisbet Edildiği Halde Mü’mine Nisbet Edilmemesi
• Mü’minler Niye Mekr Edemezler?
• Tefsirlerden İktibaslar
"(Yahûdiler gizlice) mekr (tuzak, hile plan, strateji) kurdular; Allah da onların mekrine karşılık verdi. Allah mekr edenlerin en hayırlı/güçlü olanıdır." 3488
Mekr; Anlam ve Mâhiyeti
Tuzak, hile ile aldatma; renklendirme; birini hile ile maksadından döndürme; hile plan ve tedbir. Ancak mekr kelimesi hemen hemen aynı anlamlara gelen "keyd" kendisinden daha zengin bir muhtevâya sahiptir.
"Onlar Allah'ın mekrinden (düzen) güvende midirler? Hüsranda olandan başkası Allah'ın mekrinden (düzen) emin olmaz.”3489; "İnsanlara dokunan bir sıkıntıdan sonra, onlara bir rahmet tattırdığımız zaman âyetlerimiz hakkında mekr (yalan, dolan) düzerler. De ki: Allah mekr'i (düzeni) çabuk olandır. Şüphesiz bizim elçilerimiz sizlerin mekr'ini (yalan ve dolanını) yazmaktadırlar.”3490; Bu iki âyette görüldüğü üzere mekr kelimesi yukarıdaki anlamlarında kullanılmaktadır. Ancak aşağıdaki âyette “mekr” yalan, tuzak, hile gibi anlamlardan daha çok; “plan, strateji” şeklinde kullanılmıştır: “Onlar mekr (plan, strateji) kurdular. Allah da bir mekr (plan strateji) kurdu. Allah mekr edenlerin en hayırlısıdır.” 3491
Mekr ifadesi görüldüğü gibi klasik kullanımından farklı bir şekilde ifade edilmiştir. Nitekim mekr kelimesinin Allah'a atfen hile tuzak şeklindeki kullanımları yanlıştır. Zira Cenab-ı Hak böyle bir sıfattan münezzehtir. "Allah düşmanlarının mü’minlere kurduğu tuzak ve hileleri boşuna çıkarır" anlamını taşımaktadır. 3492
Hile yapmak, pusu kurmak, çekiştirmek, kaydırmak, saptırmak anlamlarına gelen “mekr”, Allah Teâlâ’ya isnad edildiği zaman, Allah’ın hile yapmasından ve kaydırmasından murad, kulun başına fark edemeyeceği bir belâyı sarması yahut
3488] 3/Âl-i İmrân, 54
3489] 7/A'râf, 99
3490] 10/Yunus, 21
3491] 3/Âl-i İmrân, 54
3492] Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 4, s. 122
- 784 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hemen cezalandırmayıp mühlet vermesi, onun dünya menfaatlerinden faydalanıp iyice azmaya başlayarak sapkınlığı günden güne arttırdığı bir sırada onu hemen yakalayıverip cezasını vermesidir.
Mekr, gizlice, hile ve kurnazlık yapmak, aldatmak demektir. Bir çeşit hile ile başkasını maksadından çevirmek, hoş gitmeyen sevimsiz bir şeyi gizlice başkasına ulaştırmaktır. Mekr, düzenlenen tuzakla beklenmedik bir sonuca götüren gizli plandır. Mekr, tuzak kuranın, planladığı tuzakla umulmadık ve bir şekilde istediği şeyi gerçekleştirmek için güçlü ve gizli bir entrikasıdır.
Mekr; karanlık, gizli, hissedilmeyecek hile ile diğer bir kimseye zarar vermeye çalışmak demektir. Mekrin hakikati, başkasına gizli, anlaşılmaz bir sûrette kötülük yapmaktır. Ayrıca mekr bir insanı hile ile maksadından (niyet ettiği şeyden) döndürmen mânâsına da gelir. Bu kelime de Kur’an’da kullanıldığı gibi, hadis-i şeriflerde de kullanılır. Peygamber Efendimiz, “Bir mü’mine zarar veren veya hile yapanın mel’un olduğunu” haber vermektedir 3493. Mekr, daha ziyâde başkasına hileli tuzak kurmayı ifâde etmektedir.
Mekrin Çeşitleri: Âlimler, mekrin, güzel görülen ve yerilen olmak üzere iki çeşit olduğunu söylerler. Güzel görülen mekr, kendisinde güzel bir iş aranan; yerilen mekr ise, kendisinde kötü bir iş (sûikast) aranan tuzaktır. "Allah, herkesten daha iyi mekr kurar"3494 âyeti birinciye, "Kötü tuzak, ancak sahibine dolanır"3495 âyeti de ikinciye örnektir.3496 Buna göre "mekr" kelimesi, güzel ve kötü olanı beraber içerdiği gibi, tuzak planlayanlar içerisinde de hayırlılar ile şerliler bulunabilir.
Mekrin Allah'a Nisbet Edilmesi
Genellikle yapılacak kötü şeyler gizli tutulduğundan mekr, kötü iş düzenleme, tuzak kurma anlamında kullanılır. Fakat mekr, mutlaka kötü tedbiri düşünmek demek değildir. İyi tedbire de mekru'l-hasen denilir. Bunun için Allah, "mâkirlerin en iyisi"3497 olarak nitelendirilmiştir.
Allah, tedbir uygulayanların en hayırlısıdır. Zira O'nun tedbirinin sonucu, daima yaratıkların hayrınadır. İşin içyüzünü bilmeyenler, O'nun tedbirini bazen şer sanırlar ama aslında şer sandıkları şey, kendileri için hayırlıdır.
Allah'ın mekri, kötülük kuranların eylemlerini boşa çıkaracak çare bulması, onların tuzaklarını engelleyecek karşı tedbir hazırlamasıdır. "Allah'ın, kula fırsat ve bol dünya imkânları vermesi, Allah'ın mekridir" diyenler de vardır.
Âl-i İmrân sûresinin 54. âyetinde Allah'ın İsa’yı (a.s.) öldürmeyi planlayıp bu konuda kurdukları tuzaklarını boşa çıkardığı anlatılmaktadır. Âyette şöyle deniliyor: Onlar, İsa'yı öldürmek için tuzak kurdular, Allah da onların tuzaklarını boşa çıkarmayı düzenledi. Çünkü en güzel tedbir eden, her şeyi yerli yerince en güzel biçimde düzenleyen; düzenleri, kötü planları, karşı planla etkisiz bırakan Allah'tır.
Allah, tedbir uygulayanların en hayırlısıdır. Zira O'nun tedbirinin sonucu,
3493] Tirmizî, Birr 27
3494] 3/Âl-i İmrân, 54
3495] 35/Fâtır, 43
3496] Râgıb, el-Müfredât, s. 47
3497] 3/Âl-i İmrân, 54
MEKR / TUZAK
- 785 -
daima yaratıklarının hayrınadır. İşin içyüzünü bilmeyenler, O'nun tedbirini bazen şer sanırlar. Oysa şer zannettikleri, aslında kendileri için hayırdır. Kur'an'da Allah'ın mekrinden kimsenin güvende olamayacağı vurgulanır.3498 Bu, büyük bir uyarıdır. Akıllı kişiler, tedbirli, ihtiyatlı olur, Allah'ın cezâsından korkarlar. Her zaman O'na sığınırlar. Ama kâfirler, Allah'ın cezâsına inanmadıkları için, O'nun cezâsını hiç düşünmezler, sonlarından emin gibi güven içinde yaşarlar. Allah'ın cezâsı, birden bire geldiği için mekr olarak isimlendirilmiştir. Âdeta onlar, hiç farkına varmadan, davranışlarıyla Allah'ın mekrine yakalanmaktadırlar.
Kötü tuzak sahibinin ayağına dolanır. Allah kâfirlerin kötü planlarını etkisiz kılacak karşı mekr kurar ve onların tuzaklarını kendi ayaklarına dolar. Çünkü yapılan kötülük, gerçekte kişinin kendi canını yakalar, kendi ayağına dolanır. Yapılan her kötülük, zâhirde başkalarına zarar verse de gerçekte kişinin kendi canına tuzak olur, onu mânevî azaplara, zindanlara yakalatır. Allah kötülerin tuzaklarını bozar, kendi başlarına geçirir. Nitekim Mekke müşriklerinin, Peygamber aleyhindeki tuzakları, sonunda kendi aleyhlerine dönmüş, kendi ayaklarına dolanmıştır.
Neml sûresinin 50-51. âyetlerinde Sâlih Peygamber'e mekr/tuzak kuranların, farkına varmadan Allah'ın mekrine yakalandıkları belirtiliyor. Allah, her suçu, kendi türünden bir ceza ile cezalandırır. Şimdi Sâlih’e (a.s.) karşı suç, mekrdir. Bu suçu kuranların, karşıt bir çare (mekr) ile etkisiz bırakıldıkları belirtilmektedir.
Yûnus sûresinin 21. âyetinde de, insanın yaptığı kötülüklerin yanına kalmayacağı, çünkü yaptıkları kötülüklerin, kurdukları planların yazıldığı; Allah'ın, en çabuk mekr kuran olduğu belirtilmektedir. İnsanın, Allah'ın âyetlerine tuzak kurması, onları inkâr edip etkisiz bırakmaya, yayılmasını önlemeye çalışmasıdır. Allah'ın insana tuzak kurması da, insanın bu olumsuz davranışlarını etkisiz bırakması, işlediği suçu, uygun bir cezâ ile cezâlandırmasıdır. Allah'ın koyduğu yasalar gereği, insanın kötü davranışları, kendisi farkına varmadan kendisine tuzak olmaktadır. Yüce Allah, insanın hareketlerini saptayan elçiler, güçler yaratmıştır. Bu güçler, İlâhî yasal, insanın hareketlerini tesbit etmekte, onları mânevî şekillere çevirip korumaktadır. İnsanın yaptığı en küçük bir eylem dahi, bu güçlerin dikkatinden kaçmaz. Her şeyi tesbit edilir; işleri kendilerine uygun biçimlere büründürülerek rûhî âlemde insanın karşısına çıkarılır. İnsanın imanı, iyi davranışları kendisine cennet nimetleri, bahçeleri olurken; inkârı, kötü davranışları da kendisine tuzak olmakta, cehennem azâbına dönüşmektedir. Özetle, insanın kurduğu tuzak, sonunda kendi ayağına dolanmaktadır. 3499
Mekrin Allah'a nisbet ve izâfe edilmesi üç şekildedir:
1- Tuzağın cezâsını "mekr" ile isimlendirmiştir. Yani, Allah'ın, tuzak kuranlara vereceği cezâya, belâya mekr denilmiştir. "Kötülüğün cezâsı, yine onun gibi bir kötülüktür" 3500 âyeti gibi.
2- Allah’ın, tuzak örgütleyenlere muâmelesi “mekr”e benzediği için, bu işleme mekr denilmiştir. 3501
3498] 7/A'râf, 99
3499] S. Ateş, Kur'an Ans. 2/417-420
3500] 42/Şûrâ, 40
3501] F. Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, c. 8, s. 10
- 786 -
KUR’AN KAVRAMLARI
3- Allah’ın kullarına gizlediği tedbiri, gizliliğinden dolayı mekr diye isimlendirilmiştir.
Allah’ın fiili mekr olmaktan uzaktır. O’nun fiiline mekr tâbir edilmesi, hile yapıp tuzağa düşürmek isteyenlerin bu fiiline karşı koyması ve onların tahminlerinin aksine, habersiz olarak gayb cihetinden bir mekr sûretinde gelip bastırması itibarıyladır. 3502
Bütün bunlar, sünnetullahın yerleşmesi, hüküm ve hikmetinin tamamlanması, düşmanları hakkında azâbın gerçekleşip dostlarından kaldırılması içindir. Hepsi de, kullar anlamakta yetersiz kalsalar da, bizzat hayırlıdır. 3503
Mekrin Genelde Kötülükte Kullanılması: Mekrin gizli tedbir, dolap çevirme, dilediğine kavuşmak için gizlice hile ve kurnazlık yapmak olduğunu belirtmiştik. Fakat bu, genelde şer ve fesatta kullanılan mânâdır. Çünkü başkasına hayır ve iyilik düşünen bir kimse, onu gizlemeye ihtiyacı olmayabilir. Bu sebepten mekrin; kötülükte, şerde, fesatta, başkalarının ona düşmesinde kullanılması ve onun bâtıla sarfedilip bu yönde genellik kazanması kaçınılmazdır.
İleri Gelenler, Genelde Ehl-i Mekrdir/Sûikastçıdır: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Her kentte ileri gelenleri (ekâbirini, büyüklerini), oranın mücrimleri, suçluları kıldık (bir süre kötülük yapmalarına fırsat verdik) ki, orada mekr/hile yapsınlar. Onlar kendilerinden başkasına hile/kötülük (mekr) yapmıyorlar, ama bunun farkında değiller.”3504 Yani, her beldede, oranın ahlâksız mücrimlerini (suçlu ve günahkârlarını), uluları/ileri gelenleri, reisleri, yöneticileri yaptık. Bunlar, bozgunculuğa daha elverişli ve insanları kendi yalan ve bâtıllarına uydurmaya sevk etme konusunda herkesten daha güçlü olduklarından, Allah (c.c.) âyette özellikle onları zikretmiştir.3505 Zeccâc diyor ki: “Ahlâksızlar, günahkârlar, kavmin ileri geleni ve büyüğü olmuşlardır. Çünkü insanların reisleri olmaları sebebiyle zulmetmeye, hîle yapmaya ve insanlara kendi yalan ve yanlışlarını ön planda tutmaya başkalarından daha elverişlidirler. 3506
Niçin Ahlâksızlar, Toplumun Ulularıdır? Fakat niçin ahlâksız ve günahkârlar toplumun ileri gelen ve ulularıdır? Çünkü onlar, ehl-i hakkın gafleti, za’fiyeti, bölük pörçük olmaları, ehl-i bâtılın kendilerine kolayca musallat olacağını, saldırgan tutum sergileyeceklerini ve kendilerini onlarla (ehl-i hakla) beraber, bütün toplumun başında komutan, lider, ulu kişi tâyin edeceklerini bilmemeleri sebebiyle toplumun önderleri (ekâbir), uluları durumuna gelmişlerdir.
Ehl-i hakkın bölük pörçük olduğu, suçlularla yüz yüze gelmekten korktuğu, ahlâksızların toplanarak birlik beraberlik içerisinde güçlenip durdukları ve arzularını yerine getirmek için öne çıktıkları bir toplumda sünnetullah/Allah’ın kanunu, bu ahlâksız mücrimlerin topluma musallat olmaları, toplumda olmaları, ehl-i hakkı korkak ve cemaatten ayrılmış, işlevsiz fırkalar haline getirmeleri tarzında cereyân etmiştir. Hakkın kendisini koruyacak ve varlığını ortaya koyacak gücünün olması gerekir. Bu gücün olmaması durumunda, taraftarlarıyla birlikte
3502] Elmalılı, 4/349
3503] Tefsîr-i Menar, c. 3, s. 315
3504] 6/En’âm, 123
3505] İbn Kesir, Kurtubî, Âlûsî
3506] F. Râzî, c. 3, s. 114
MEKR / TUZAK
- 787 -
bâtılın gücü ortaya çıkar. Temelsiz ve bâtıl fikir sahibi ahlâksızlar, belirgin bir statü kazanarak toplumun ulusu, komutan ve lideri durumuna gelirler.
Ahlâksız Suçlular Niçin İnsanlara Hîle Yaparlar? Neden ahlâksız mücrimler, insanlara hîle yaparlar, haktan yüz çevirtirler, bâtıla sevk eder, fesat ve sapıklığa düşürürler? Ve niçin toplumun liderliğiyle ve önde geleni olmakla yetinmez, insanları kendi işleriyle baş başa bırakmazlar? Çünkü ahlâksız mücrimler, toplum içerisinde hakkın ortaya çıkmasından ve insanların hakkın etrafında toplanmalarından ve böylece elden çıkan liderlikleri ve kaybettikleri mevzîleriyle suçluluklarının yalan ve yanlışlarının anlaşılmasından korkarlar. Bunun için suçlular geçmişte, peygamberlere düşman olmuş, insanları onların dâvetlerinden alıkoymuşlardır. Nitekim aynı şeyi Efendimiz Muhammed (s.a.s.) ve O’na tâbi olan mü’minlere de yaptılar. Ahlâksız suçluların devamlı yöntem ve davranışları şöyle olacaktır: Onlar, hakka dâvet eden mü’minlere her zaman ve zeminde düşmanlık ederler. Bu, her memlekette suçluların büyüklerinden ortaya çıkarak Allah’ın dinine ve bu dinin dâvetçilerine düşman pozisyonunda bulunmak sûretiyle cereyân eden kesin ve değişmez kanunudur. Allah’ın dini, bu suçluların büyüklerini insanlara musallat olan, onları hor ve hakir gören idare ve tasallutlarından soyutlayarak devre dışı bırakmayı emreder.
Tabiatı İtibarıyla Kötü Mekrin (Sûikastın) Çeşitleri: Tuzağın bir türü olması ve tuzak kurulan kişi bakımından sûikast organize edenlerin hîle ve tuzakları bir derecede durmaz. Kur’ân-ı Kerim’in işaret ettiği mekr/tuzak sahiplerinin; mekrin karakteri, türü ve yapılan kişi açısından teşebbüs ettikleri sûikastın/kötü mekrin çeşitleri şunlardır:
1) Katl/öldürmek, hapis ve sürgün: Allah’ın elçileri ve onların bağlılarını öldürmek, hapsetmek ve yurtlarından sürgün etmek sûretiyle eziyet ederek hîle ve hazırlık içinde olmaları da suçluların, toplumun ahlâksızlarının tuzaklarındandır. Bu türün Kur’an’da geçen bir kısım örnekleri şunlardır:
a- Allah Teâlâ, yahûdilerin Meryem’in oğlu İsa’ya (a.s.) yaptıkları hile ve tuzak hakkında şöyle buyurur: “Tuzak kurdular, Allah da onların tuzaklarına karşılık verdi; çünkü Allah (istese), herkesten daha iyi mekr kurar.”3507 Bu âyetin tefsirinde, İsrâiloğullarının kâfirleri tuzak (sûikast) hazırlayınca, İsa (a.s.) onların bu küfrünü farketti. Onların mekrleri, Hz. İsa’yı öldürmek üzere el altından birtakım kimseleri tâyin etmiş olmalarıydı3508 denilmektedir.
b- Allah’ın bize Semud kavmi ve peygamberleri Sâlih (a.s.) ile ilgili hikâye ettiği ve onlardan bir grubun onu öldürmek üzere nasıl ittifak ettikleri haberleri de kâfirlerin peygamberlerini ve âilesini öldürmek sûretiyle sergiledikleri bir mekr/tuzak örneğidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Şehirde dokuz kişi vardı ki yeryüzünde bozgunculuk yaparlar, ıslah etmezlerdi. Allah’a and içerek birbirlerine: ‘Biz, gece ona ve âilesine baskın yapalım (onları öldürelim), sonra velîsine: ‘Âilesinin öldürülüşünde bulunmadığımızı, doğru olduğumuzu söyleyelim’ dediler. (Bu şekilde) bir mekr/tuzak kurdular. Biz de onlar hiç farkında olmadan onlara bir mekr kurduk.” 3509
Âyette zikredilen şehirden maksat, Sâlih (a.s.)’in kavmi Semud’un yaşadığı
3507] 3/Âl-i İmrân, 54
3508] Tefsîr-i Zemahşerî, c. 1, s. 366
3509] 27/Neml, 48-50
- 788 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hıcr’dir. Orda dokuz kişi vardı; onlar deveyi öldürmek üzere harekete geçen, kavmin en azgınıydılar. Kavmin ileri gelenlerinin çocuklarıydılar. Şehirde hep karışıklık çıkarırlardı, hiç ıslah edici/düzeltici değildiler. Yani, işleri güçleri, sırf anarşi çıkarmak olup yaptıklarına iyilik karışmazdı. Bunlar, aralarında yeminleşip bir gece ansızın Sâlih’e (a.s.) ve âilesine tuzak hazırladılar. Bu mekr, Hz. Sâlih ve âilesine gizli tuttukları ansızın saldırı hazırlığıydı. Allah da onlara mekr hazırladı: Bu, Allah’ın, onların ve kavimleri Semûd’un bilmedikleri şekilde helâkiydi3510 denilmiştir.
c- Allah (c.c.), Kureyş kâfirlerinin Rasûlullah’a karşı planladıkları hile ve tuzaklardan; onu öldürmek, hapsetmek ve Mekke’den sürüp çıkarmak gibi kötü tavırlardan bahisle şöyle buyurmaktadır: “Hatırla ki, kâfirler seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri, yahut seni (yurdundan) çıkarmaları için sana mekr/tuzak kurarlarken Allah da (onlara) mekr kuruyordu. Çünkü Allah mekr kuranların en hayırlısıdır/iyisidir (Tuzağa düşmeye kim lâyık ise, Allah onu düşürür).”3511 Bu âyet-i kerime, Kureyş kâfirlerinin Rasûlullah’a planladıkları sûikasta ve bu sûikastın türüne işaret etmektedir. Onların mekr/tuzaklarının haberlerinden biri de şudur: Mekke’de Dâru’n-Nedve’de toplanarak Rasûlullah’a yapacakları şey konusunda müşâvere ettiler. İçlerinden biri üç teklifte bulundu: 1- Tutuklama, yani hapsetme ve bağlama, 2- Kılıçlarıyla öldürmek, 3- Mekke’den çıkarmak.
2- Mekrin çeşitlerinden ikincisi, insanları, peygamberler ve tâbilerine eziyet etmeye tahrik etmek: Allah Teâlâ, Nuh (a.s.)’un kavmi ve tuzaklarından bahisle şöyle buyurur: “Büyük büyük mekrler/tuzaklar kurdular.”3512 Tuzak kuranlar reisleridir. Onların tuzakları ise, din konusunda hileleri, Nuh (a.s.)’a karşı planladıkları tuzakları, insanları ona eziyet etmeleri için tahrîk, ona meyletmekten, onu dinlemekten alıkoymak şeklindedir. İnsanlar şöyle diyorlardı: “Tanrılarınızı bırakmayın; Vedd’i, Suvâ’ı, Yeğûs’u, Yeûk’u ve Nesr’i bırakmayın.”3513Onların tuzağı, câhil ve seviyesiz insanları Nûh’un (a.s.) öldürülmesine tahrîk etmek şeklindedir3514 denilmektedir.
3- İnsanların hak dâvâdan alıkonulması: Geçmişte yapıp ettikleri ve her hâl u kârda planlayarak uygulayageldikleri tuzaklardan biri de, yaldızlı sözlerle, asılsız dedikodularla bu mübârek dâvâya attıkları iftirâlarla ve içinde bulundukları sapıklığı insanların nazarında süslemekle insanları haktan saptırmaya çalışırlar. Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: “...Hayır, inkâr eden kâfirlere mekrleri/hileleri süslü gösterildi, (hak) yoldan çevrildiler.”3515 Mücâhid diyor ki: “Onların mekri/tuzağı, içinde bulundukları sapıklık ve gece-gündüz bu sapıklığa dâvetleridir.”3516 Onların mekri/tuzağı, İslâm’a karşı öğütledikleri hileleri, şirkleri ve bâtıllarını süslemeleri şeklindedir. 3517
Allah’ın, her kentte ileri gelenleri, oranın suçluları kılıp orada mekr/hile
3510] Tefsîr-i Zemahşerî, c. 2, s. 372-373
3511] 8/Enfâl, 30
3512] 71/Nûh, 22
3513] 71/Nûh, 23
3514] Kurtubî, c. 18, s. 37
3515] 13/Ra’d, 33
3516] İbn Kesir, c. 2, s. 526
3517] Tefsîr-i Âlûsî, c. 13, s. 162
MEKR / TUZAK
- 789 -
yapmalarına fırsat vermesinde mekrden maksat, süslü söz ve yapmacık davranışlarla insanları sapıklığa çağırmalarıdır. Bu da, bir nevi hak dâvâdan yüz çevirtmedir. Mekke kâfirleri, her tepeye kâfir yandaşlarından dört kişi oturtur, geçmiş ümmetlerin peygamberlerine yaptıkları gibi insanları Peygamber’e uymaktan vazgeçirirlerdi. 3518
“Onlar yeryüzünde istikbâr/büyüklük taslamak ve kötü mekrler/tuzaklar kurmak (istiyorlar). Hâlbuki kötü tuzak, ancak sahibine dolanır. Onlar öncekilerin kanunundan (onlara uygulanandan) başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın kanununda ne bir değişme bulursun, ne de Allah’ın kanununda bir sapma bulursun.”3519 Onların düzenledikleri sûikastlar, tüm eziyetleri (tüm işkence çeşitleri) ve insanları imana gelmekten alıkoymalarıdır. 3520
Tuzağa Düşürülene Nisbetle Kötü Mekr (Sûikast)
Birincisi, Allah’ın Elçileri ve Onların Tâbîlerine Sûikast: Sûikast planlayanlar, tuzaklarını peygamberlere ve onların inanmış bağlılarına yönelterek, bedenen eziyet eder, insanları peygamberlerden yüzçevirtmek ve onların dâvâlarından ürkütmek için bâtıl ve yalanlarını süslerler. Allah’ın peygamberleri ve onların mü’minlerine yönelik planlanan sûikastı üstlenenler, her toplumun içerisindeki suçlu reisler ve ileri gelen büyükleridir. Allah Teâlâ “Her kentte ileri gelenleri, oranın suçluları kıldık3521 buyuruyor.
İkincisi: Zayıflara Yönelik Planlanan Tuzak: Toplumun reisi durumundaki ileri gelenler, Hak dâvâdan alıkoymak, süslü ifadeler ve yapmacık davranışlarla hak dâvâyı kabulden yüzçevirtmek için kendi yandaşlarının zayıf olanlarına yönelik hile ve tuzak düzenlerler. Çünkü bu zayıflar, kendilerinin ve toplum üzerindeki nüfuz ve hegemonyalarından ötürü bu sûikastçıların planladıkları tuzaklar ile geri adım atarlar. Allah, bu zayıf yandaşların ve düzenbazların kıyâmet gününde nasıl karşılıklı birbirlerini paylayıp suçlayacaklarını, nasıl birbirlerine serzenişte bulunacaklarını ve sataşacaklarını haber veriyor: “... Sen o zâlimleri, Rablerinin huzurunda tutuklanmış, birbirlerini suçlayarak söz atarlarken bir görsen! Müstaz’aflar/zayıf sayılıp ezilenler, müstekbirlere/büyüklük taslayanlara, ‘Siz olmasaydınız, elbette biz mü’min insanlar olurduk’ derler. (Dünyada) müstekbirler/büyüklük taslayanlar, müstaz’aflara/zayıf sayılanlara (kıyâmet gününde): ‘Size hidâyet geldikten sonra sizi ondan biz mi çevirdik? Bilâkis siz suç işliyordunuz’ derler. (Buna karşılık) Müstaz’aflar, müstekbirlere: ‘Hayır! Gece-gündüz (işiniz) mekr/hile ve tuzak kurmaktı. Siz daima Allah’ı inkâr etmemizi, O’na endâd/ortaklar, benzerler koşmamızı bize emrederdiniz’ derler. Artık azâbı gördüklerinde, pişmanlıklarını içlerine atarlar, Biz de o kâfirlerin boyunlarına (ateşten) demir halkalar takarız. Onlar ancak yapmakta oldukları günahlar ile cezâlandırılır.” 3522
Müstaz’aflar, egemen güçlere tâbi olan yandaşlarıdır. Müstekbirler ise, kavmin uluları, reisleri, egemenleri durumundakilerdir. Fakat bu sataşmaların, karşılıklı suçlamaların onlara hiçbir faydası olmayacak. Hepsi de bin pişman olarak azâba mâruz kalacaklardır. Müstekbirler sapıp saptırdıkları için; müstaz’aflar da saptıkları için. Bunun için Allah Teâlâ, “İçlerinde pişmanlıklarını gizlediler, Biz de o
3518] Mücâhid’den naklen Kurtubî, 7-79
3519] 35/Fâtır, 43
3520] F. Râzî, 26/34
3521] 6/En’âm, 123
3522] 34/Sebe’, 31-33
- 790 -
KUR’AN KAVRAMLARI
inkâr edenlerin boyunlarına (ateşten) demir halkalar koyduk” buyuruyor. Yani, tâbilerle/uyanlarla, kendisine uyulan ileri gelenlerin boyunlarına.
Kötü Mekr (Sûikast) Planlayanların Cezâlandırılması: Kötü tuzak sahipleri, azaptan kurtulamazlar. Eğer böyle bir kuruntu içerisinde iseler, bilmeliler ki, hatâ etmişlerdir ve zarardadırlar. “Allah’ın mekrinden emîn mi oldular? Ziyâna uğrayan topluluktan başkası Allah’ın mekrinden emîn olmaz.”3523 Yani, onların planladığı tuzaklarına karşılık, Allah’ın vereceği azâbından ve cezâsından emîn mi oldular?
Kötü Mekr (Sûikast) Ancak Sahibine Dolanır: “Bütün güçleriyle yemin ederek eğer kendilerine bir uyarıcı (peygamber) gelirse, herhangi bir ümmetten/milletten daha çok hidâyette/doğru yolda olacaklarına dâir Allah’a yemin etmişlerdi. Fakat kendilerine uyarıcı (Muhammed s.a.s.) gelince bu, onların haktan uzaklaşmalarından başka bir şeyi arttırmadı. Çünkü onlar yeryüzünde istikbâr/büyüklük taslamak ve kötü mekrler/tuzaklar kurmak (istiyorlar). Hâlbuki kötü tuzak, ancak sahibine dolanır. Onlar öncekilerin kanunundan (onlara uygulanandan) başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın kanununda ne bir değişme bulursun, ne de Allah’ın kanununda bir sapma bulursun.”3524 Yani, yeryüzünde büyüklenerek Allah’ın âyetlerinden yüzçevirdiler, Allah’ın yolundan alıkoyarak insanlara tuzak planladılar. Kötü mekrin zararı, ancak sahibinedir. Yani bu sûikastın vebâli ancak kendilerinedir, başkalarına değil.
Âlûsî, “Kötü tuzak ancak sahibine dolanır” âyeti hakkında şöyle der: Yani, kötü tuzak ancak sahibini kuşatır, ona dokunur, ona iner (kendisi hakkında felâket olur). Âyet, sahih görüşe göre geneldir. İşler sonuçlarına göredir. Allah, ihmâl etmez ama imhâl eder (süre tanır). Genellikle, bir kimseye birisi tuzak hazırlasa ve bu tuzak o kimse hakkında derhal zâhiren etkisini gösterse, gerçekte o kimse kurtulmuştur, ama tuzağı kuran (sûikastçı, düzenbaz) helâk olmuştur. 3525
İnsanın aklına gelebilir ki, “çoğu kez kötü mekr ehlinin (sûikastçının) örgütlediği kötü tuzağıyla üstünlük sağladığını görüyoruz. “Kötü tuzak, ancak sahibine dolanır”3526 âyeti ise, böyle olamayacağına delâlet ediyor?” Fahreddin er-Râzî, bu soruyu sorduktan sonra, cevabını birkaç şekilde verir:
1- Âyette adı geçen “mekr/tuzak”, Mekke kâfirlerinin Rasûlullah’ı öldürmeye ve ülkeden çıkartmaya azmettikleri mekrdir. Onların “kötü mekrleri/tuzakları” ise, Bedir Savaşı ve diğer savaşlarda öldürülerek kendilerine dönmüştü.
2- Kötü tuzak geneldir. Sahih olan da budur. Çünkü Peygamber (s.a.s.) mekr/tuzak planlamaktan men etmiştir. Ondan gelen haberden şöyle buyurduğu vâriddir: “Mekr/hile ve tuzak planlamayınız. Mekr işleyen sûikastçıya yardım da etmeyiniz. Çünkü Allah ‘kötü tuzak ancak sahibine dolanır’ buyurmuştur. İşler, sonucuna göredir. Bir kimse birisine hile yapsa ve zâhiren, derhal tesirini gösterse bile gerçekte kurtulan odur (hile yapılan kişidir). Tuzak planlayan helâk olmuştur. Bu, kâfirin dünyada rahat, müslümanın ise sıkıntılı olması gibidir. Bu inceliği şu âyet açıklamaktadır: ‘Onlar öncekilerin kanunundan başkasını mı bekliyorlar?’ Yani, onların hile ve tuzaklarının ânî bir geçerliliği olsa da, âkıbet (güzel son) takvânındır. İşler, sonucuna göre değer kazanır. Öncekilerin helâk olması gibi, onlar da yok
3523] 7/A’râf, 99
3524] 35/Fâtır, 42-43
3525] Tefsîr-i Âlûsî, 26/34
3526] 35/Fâtır, 43
MEKR / TUZAK
- 791 -
olup gideceklerdir.” 3527
Gerçekten “Kötü tuzak sahibine dolanır” âyeti genel bir kanundur. Yani, Allah’ın, insanlığın hayatında geçerli olan genel sünnetlerinden bir sünnettir. Bu sünnet asla değişmez. Fakat hükmünün geçerli oluşu, sebeplerinin, şartlarının tahakkuk etmesine/gerçekleşmesine mâni engellerin bulunmaması gerekir. Nitekim, bazı umûmî sünnetlerin gerçekleşmesi için birkaç yön sözkonusudur. İnsanlar bazen yardım yönüne yerleşirken, bazen de kötü mekrin/sûikastın sahibini bulduğu yönde odaklaşırlar. Kimi zaman da Allah sünnetini, bir başka yönde gerçekleştirir. Nitekim sebepleri ve şartları tahakkuk edip engeller kalktığı zaman, sünnetinin geçerliliği ânî bir infâzı gerektirmez. Bu genel sünnete, şahsa ve cemaate nisbetle bu infâzın tabiatı, bizim bilemediğimiz, fakat Allah’ın inceliklerini bildiği zamana kadar ertelenmesidir. Tıpkı zulüm ve zâlimler hakkındaki sünnetinde olduğu gibi. Bu, her ne kadar helâk tarih ve müddetlerini tüm incelikleriyle bilmesek de, zâlimlerin yok oluşlarını hükme bağlayan ve asla değişmeyen umûmî sünnettir.
Mekr/Tuzak Planlamanın Dünya ve Âhiretteki Cezâsı: Allah (c.c.) kötü mekr ve sahipleri hakkındaki sünneti (değişmez genel kuralı), dünya ve âhirette azâba çarptırılacak olmalarıdır. “...Hayır, inkâr eden kâfirlere mekrleri/hileleri süslü gösterildi, (hak) yoldan çevrildiler. Allah kimi saptırırsa artık onu hidâyete/doğru yola iletecek yoktur. Dünya hayatında onlara sâdece bir azap vardır. Âhiret azâbı ise daha şiddetlidir. Onları Allah’tan (O’nun azâbından) koruyacak kimse de yoktur.”3528 Mekrleri, yani, onlara süslü gösterilen şirkleri İslâm’a karşı planladıkları hileleri demektir. Dünya hayatında onlar için azaptan kasıt, mâruz kalacakları öldürülme, esâret ve benzeri sıkıntılar demektir. Bu, küfürlerinin cezâsı olduğu için, Allah bunu azâb diye isimlendirmiştir.3529 Âhiretteki azâbı ise şiddet ve devamlılığından dolayı, daha zordur.
Mekr/Tuzak Planlayanların Ummadıkları Yerden Cezâlandırılmaları: Allah’ın cezâsı, hiç ummadıkları, geleceğini zannetmedikleri bir anda, ehl-i mekri çepeçevre kuşatacaktır. Bu, Allah’ın onlara mekridir, hilelerinin cezâsıdır. “Onlardan öncekiler de (peygamberlere) mekr/hile yapmışlardı, sonunda Allah, onların binalarının temellerinden geldi de üstlerindeki tavan üzerlerine çöküverdi. Bu azap, onlara, fark edemedikleri bir yerden gelmişti.”3530 Bu bir temsildir, sembolik anlatımdır. Buna göre anlam şöyledir: Evleri, üzerlerine yıkılmışçasına helâk olup gittiler. Denildi ki, onların hile ve düzenleri boşa çıkartılıp üstlerinden üzerlerine çatılar düşmüşçesine helâke mâruz kaldılar. Azap onlara ummadıkları yerden gelmişti, yani, kendilerini güven içinde zannettikleri bir zamanda.3531 Kötülüğü organize edenlere inen bu azap şöyle dile getiriliyor: “Sonra kıyâmet gününde (Allah), onları rezil ve rüsvay eder...”3532 Yani, Allah onları hakîr ve perişan eder. Bundan önceki nesiller de mekr/tuzak planladılar. Allah, dünyada onları azaplandırdı. Daha sonra âhirette de azaplandıracaktır.
3527] Fahreddin er-Râzi, Mefâtihu’l-Gayb, c. 26, s. 34-35
3528] 13/Ra’d, 33-34
3529] Tefsir-i Zemahşerî, 2/532
3530] 16/Nahl, 26
3531] Kurtubî, 10/98
3532] 16/Nahl, 27
- 792 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ehl-i Mekrin Hallerinin Ortaya Çıkması: “...Kötülükleri mekr/tuzak yapanlara gelince, onlar için çetin bir azap vardır. Ve onların mekri/tuzağı bozulur.”3533 Onlar, amelleriyle gösteriş yaparlar, insanlara tuzak planlarlar. Kendilerinin, Allah’ın tâatinde olduğu izlenimini verirler. Oysaki onlar, Allah’a karşı kindar ve nankördürler. Yaptıklarıyla riyâ ederler. Âyet geneldir. Bu âyetin kapsamına ilk etapta müşrikler de girerler. Bunun için Allah Teâlâ, “onların tuzağı bozulur, bozulacaktır” diyor. Yani, bozar, iptal eder, akıl ve basîret sahipleri için onların kötülüklerini, sahtekârlıklarını er-geç ortaya çıkarır. Çünkü kim neyi gizlemişse Allah onu yüzü (renk verdirerek) veya dili ile beklenmedik bir anda ortaya çıkarmıştır. Kim neyi gizlemişse, Allah, o gizlediğini başına geçirmiştir. Çünkü hayır yapan hayrını, şer yapan şerrini görür. Riyâkârın halinin iyi karşılanacak yanı yoktur. Onlar bu tavırlarını ahmak ve anlayış yoksunu kimseler için sergileyip dururlar. Fakat ferâset sahibi mü’minler onlara böyle bir şeyi revâ görmezler. Aksine, bunun yakın bir zaman içerisinde, er-geç açığa çıkacağını bilirler. Hiçbir gizli şey gaybı bilen Allah için sır değildir. 3534
Allah’ın Mekri Çabuktur: “Kendilerine dokunan (kıtlık ve hastalık gibi) bir sıkıntıdan sonra insanlara bir rahmet (sağlık ve bolluk zevki) tattırdığımız zaman, bir de bakarsın ki âyetlerimiz hakkında onların (hazırlanmış) bir mekri/tuzağı vardır. De ki: ‘Mekr bakımından Allah daha çabuktur (yaptıklarının cevapsız ve gizli kalacağını sanmayın). Çünkü elçilerimiz kurduğunuz mekrleri/tuzakları mutlaka yazıyorlar.”3535 Yani Allah, vereceği bir zararı, tattıracağı bir musîbeti, rahmeti gereği kâfirlerden kaldırınca onlar hile ve tuzak (mekr) düzenlemeye; şükür yerine küfür ve yalanlamadan vazgeçme yerine beklenmedik tavırlar sergilemeye kalkarlar. Zarar ve musîbetin onlardan kaldırılmasından sonra insanlar, nâil olacakları rahmetle öğütlenmekten (kendileri için nimet olduğunu itiraf etmekten) yüzçevirdikleri için, kavuştukları nimetin “tesâdüf” olduğunu söylemeleri de onların tuzaklarındandır. Allah’ın âyetlerine karşı tuzak planlamak için koşanlara de ki: Allah sizin hilenize karşı ceza vermekte daha süratlidir. Sizin cezânızı hazırlamıştır. Siz, İslâm’ın nûrunu söndürmek için nasıl tedbir alacağınızı kararlaştırmadan önce, o sizi azâba düşürecektir. Çünkü Allah, âlemin işlerini tedbir ve amellerin cezâsını takdir konusunda hile ve tuzaklarına karşılık, âhiretten önce, onları dünyada cezâlandırmaya öncelik vermiştir. O, onların hile ve tuzağını bilendir. Hile ve tuzak adına hiçbir şey, O’ndan gizli değildir.
Bütün Mekrler Allah’ındır: “Onlardan öncekiler de (peygamberlerine) mekr/tuzak kurmuşlardı. Hâlbuki bütün mekrler Allah’a âittir. Çünkü O, herkesin ne kazanacağını bilir. (Dolayısıyla istediğinin tuzağını bozar). Bu yurdun (dünyanın) sonunun kimin olduğunu yakında kâfirler bileceklerdir.”3536 Allah, önce onların yaptıklarını “mekr/tuzak” kelimesi ile niteledi; sonra da, kendi mekrine oranla onların tuzağını yok sayarak “fakat bütün mekrler Allah’ındır” buyurdu. Sonra bunu da şu sözüyle açıkladı: “O, herkesin ne kazanacağını bilir. (Dolayısıyla istediğinin tuzağını bozar). Bu yurdun (dünyanın) sonunun kimin olduğunu yakında kâfirler bileceklerdir.” Çünkü her nefsin kazandığını bilen ve ona göre cezâlarını hazırlayanındır bütün mekrler. Zira, o cezâ, bilmedikleri yönden, hem de başlarına geleceklerden gâfil olarak onlara
3533] 35/Fâtır, 10
3534] İbn Kesir, 3/549
3535] 10/Yûnus, 21
3536] 13/Ra’d, 42
MEKR / TUZAK
- 793 -
gelir. Kâfirler de böylece âkıbetin, yani dünyanın cezâ ve sevâbının veya âhiretin sevap ve ıkâbının kimler için olacağını bileceklerdir.
Azgın Topluluktan Başkası Allah’ın Mekrinden Emîn Olmaz: Müslümana yaraşan, Allah’ın mekrinden emîn olmaması, içinde bulunduğu nimete ve müslüman olduğuna dayanarak günahlarına rağmen Allah’ın kendisinden râzı olduğu zannıyla günahlara boşvermemesidir. Oysa, âsî müslümanlara Allah’ın affı kesin olmayıp sadece ümit edilir. Müslümanın bu tür düşüncesi, kendisine kurduğu bir tuzaktır. Onun bu düşünceden vazgeçmesi, Allah’a olan itaatinin sürekli olması ve nimetlerine -ki, en büyük nimeti İslâm’dır- şükrünü îfâ etmesi gerekir. Ancak böyle Allah’ın mekrinden emîn olabilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah’ın mekrinden emîn olmaz.”3537 Allah’ın mekrinden emîn olmak, O’nun affına dayanarak günahlara boş vermek demektir. Hasanu’l-Basrî şöyle der: “Mü’minler korku ve endişeyle ibâdet ederken, kâfirler güven içinde günah işlerler.”
Mekr/Tuzak ve Planlayanlar Hakkındaki Sünnetullah’tan Anlamamız Gereken Şey: Tuzak ve sahipleri hakkındaki sünnetullah’tan anlamamız gereken şey, fertler olsun, cemaatler olsun kötü mekrin/sûikastın yalnız sahibini bulacağı, dünyada iken düzenbazların âkıbetlerinin kötü olacağı ve durumlarının belirginleşip azâbın başlarına geleceğidir. Üç şey vardır ki, kim onu yaparsa azaptan/azap tehlikesinden kurtulamaz: Mekr etmek, zulüm ve ahde vefâsızlık. Allah’ın kitabı, bunu doğrulamaktadır: “Kötü mekr, ancak sahibine dolanır.”3538; “Ey insanlar, taşkınlığınız kendi aleyhinizedir.”3539; “Kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur.” 3540
Müslüman Cemaatin Dikkat Etmesi Gereken Şey: İslâm dâvetçisi olan müslüman cemaatin dikkatli olması gereken şeylerden birisi de, tuzak ve tuzak planlayıcılar hakkındaki sünnetullahın sürekli olduğu, kötü mekr sahiplerini dâvetçi mü’minlere ve İslâm dâveti için çalışan müslüman cemaate karşı hile ve tuzak düzenlemekten ayrı kalmayacakları husûsudur. Hilebazların hilesi, belli bir kararda kalmaz. Allah’a dâvet faâliyetlerini ortadan kaldırmak, insanları o dâvâdan ve müslüman cemaatten alıkoymak gibi kötü maksatları içi uygun gördükleri her şeyi yaparlar. Yalan söylemek, dâvetçilere ve müslüman cemaati töhmet altında bulundurmak, cemaat, cemaat liderleri, cemaat üyeleri ve dâvetçiler arasında fesat çıkarmak, tutuklamak veya yurtlarından çıkarmak yahut öldürmek, onların enerji ve canlılıklarını sekteye uğratmak için gayret göstermek... bütün bunlar, onların tuzaklarının (mekr) bir kısmıdır. Öyle ki, mü’minler hakkında ne bir dostluk, akrabalık, ne de antlaşma tanıyıp gözetirler. Hiçbir sorumluluk tanımayan fesat şebekesinin bütün bu yaptıkları, değişmeyen kesin bir yoldur. Ama bilinmelidir ki, gâlibiyet daima Hak ehlinindir. Çünkü hak ehli, kötülüğü örgütleyenlerin tersine, savaşlarda yalnız değillerdir. Onlar tevekkül içerisinde Allah’a ve şeriatına bağlı kaldıkları, hak-bâtıl mücâdelesinde sünnetullah dediğimiz umûmî kanunla hidâyete erdikleri ve sebeplere -ki, kötülüğü planlayanların planlarını iptal etmek için uyanık olmak da bu sebeplerdendir- tutundukları müddetçe Allah (c.c.) onlarla beraberdir. Müslüman cemaate, hele hele cemaat
3537] 7/A’râf, 99
3538] 35/Fâtır, 43
3539] 10/Yûnus, 23
3540] 48/Fetih, 10
- 794 -
KUR’AN KAVRAMLARI
lideri durumundaki cemaat büyükleri ve hocalarına düşen, bütün bunları düşünmeleridir. Çünkü tuzak örgütleriyle sürekli beraber ve yüz yüzedirler. 3541
Kur’ân-ı Kerim’de Mekr Kavramı
“Mekr” ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de 43 yerde kullanılır. Mekr kelimesinin anlamına yakın olarak kullanılan diğer kelimelerden hud’a ve türevleri, 5 yerde, keyd ve türevleri, 35, tağrîr ve türevleri 27, ğaşş ve türevleri 29, mihâl kelimesi ise bir yerde kullanılır. Yine mahâret ve çare anlamında “hîle” kelimesi bir yerde kullanılır.
"(Yahûdiler gizlice) mekr (tuzak, hile plan, strateji) kurdular; Allah da onların mekrine karşılık verdi. Allah mekr edenlerin en hayırlı/güçlü olanıdır." 3542
“Size bir iyilik dokununca tasalanırlar size bir kötülük isâbet ettiğindeyse buna sevinirler. Eğer siz sabreder ve ittika ederseniz/sakınırsanız onların “keyd”i (hileli düzenleri) size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz Allah yapmakta olduklarını kuşatandır.” 3543
“Her kentte ileri gelenleri (ekâbirini/büyüklerini), oranın mücrimleri/suçluları kıldık (bir süre kötülük yapmalarına fırsat verdik) ki, orada mekr/hile yapsınlar. Onlar kendilerinden başkasına hile/kötülük (mekr) yapmıyorlar, ama bunun farkında değiller.” 3544
“Allah’ın mekrinden emîn mi oldular? Hüsranda olandan, ziyâna uğrayan topluluktan başkası Allah’ın mekrinden emîn olmaz.” 3545
“Firavun: ‘Ben size izin vermeden önce O'na iman ettiniz, öyle mi? Mutlaka bu, halkı burdan sürüp çıkarmak amacıyla şehirde planladığınız bir mekrdir/tuzaktır. Öyleyse siz (buna karşılık ne yapacağımı) bileceksiniz.” 3546
“Onlara mühlet veririm; (ama) Benim “keyd”im (cezam) çetindir.” 3547
“Onların yürüyecekleri ayakları mı var, yoksa tutacakları elleri mi var veya görecekleri gözleri mi var yahut işitecekleri kulakları mı var (neleri var)? De ki: ‘Ortaklarınızı çağırın, sonra bana (istediğiniz) “keyd”i/tuzağı kurun ve bana göz bile açtırmayın! Şüphesiz ki, benim velîm o Kitab’ı indiren Allah’tır. Ve O, bütün sâlihlere de velîlik eder.” 3548
“Gerçekten Allah, kâfirlerin “keyd”ini, hileli düzenlerini boşa çıkarıcıdır.”3549
“Hatırla ki, kâfirler seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri yahut seni (yurdundan) çıkarmaları için sana mekr/tuzak kurarlarken Allah da (onlara) mekr kuruyordu. Çünkü Allah mekr kuranların en hayırlısıdır/iyisidir (Tuzağa düşmeye kim lâyık ise, Allah onu düşürür).” 3550
“Eğer sana hud’a/hile yapmak isterlerse, şunu bil ki, Allah sana kâfidir. O, seni
3541] Abdülkerim Zeydan, İlâhî Kanunların Hikmeti, s. 309-330
3542] 3/Âl-i İmrân, 54
3543] 3/Âl-i İmrân, 120
3544] 6/En’âm, 123
3545] 7/A’râf, 99
3546] 7/A’râf, 123
3547] 7/A’râf, 183
3548] 7/A’râf, 195-196
3549] 8/Enfâl, 18
3550] 8/Enfâl, 30
MEKR / TUZAK
- 795 -
yardımıyla ve müminlerle destekleyendir.” 3551
“Kendilerine dokunan (kıtlık ve hastalık gibi) bir sıkıntıdan sonra insanlara bir rahmet (sağlık ve bolluk zevki) tattırdığımız zaman, bir de bakarsın ki âyetlerimiz hakkında onların (hazırlanmış) bir mekri/tuzağı vardır. De ki: ‘Mekr bakımından Allah daha çabuktur (yaptıklarının cevapsız ve gizli kalacağını sanmayın). Çünkü elçilerimiz kurduğunuz mekrleri/tuzakları mutlaka yazıyorlar.” 3552
“(Yusuf aracıya şunu söyledi:) ‘Bu (itiraf Vezirin) yokluğunda gerçekten kendisine ihanet etmediğimi ve gerçekten Allah'ın ihânet edenlerin “keyd”ini/hileli düzenlerini başarıya ulaştırmadığını kendisinin de bilip öğrenmesi içindi.” 3553
“Böylece (Yusuf) kardeşinin kabından önce onların kablarını (yoklamaya) başladı sonra onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte biz Yusuf için böyle bir “keyd” plan düzenledik. (Yoksa) Hükümdarın dininde (yürürlükteki kanuna göre) kardeşini (yanında) alıkoyamazdı. Ancak Allah'ın dilemesi başka. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır.” 3554
“...Hayır, inkâr eden kâfirlere mekrleri/hileleri süslü gösterildi, (hak) yoldan çevrildiler. Allah kimi saptırırsa artık onu hidâyete/doğru yola iletecek yoktur. Dünya hayatında onlara sâdece bir azap vardır. Âhiret azâbı ise daha şiddetlidir. Onları Allah’tan (O’nun azâbından) koruyacak kimse de yoktur.” 3555
“Onlardan öncekiler de (peygamberlerine) mekr/tuzak kurmuşlardı. Hâlbuki bütün mekrler Allah’a âittir. Çünkü O, herkesin ne kazanacağını bilir. (Dolayısıyla istediğinin tuzağını bozar). Bu yurdun (dünyanın) sonunun kimin olduğunu yakında kâfirler bileceklerdir.” 3556
“Gerçek şu ki onlar mekr/hileli düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri dağları yerlerinden oynatacak da olsa Allah katında onlara hazırlanmış düzen (kötü bir karşılık) vardır.” 3557
“Onlardan öncekiler de (peygamberlere) mekr/hile yapmışlardı, sonunda Allah, onların binalarının temellerinden geldi de üstlerindeki tavan üzerlerine çöküverdi. Bu azap, onlara, fark edemedikleri bir yerden gelmişti. Sonra kıyâmet gününde (Allah), onları rezil ve rüsvay eder ve der ki: ‘Haklarında (mü’minlere karşı) düşman kesildiğiniz ortaklarım nerede?’ Kendilerine ilim verilmiş olanlar da derler ki: ‘Şüphesiz bugün rezillik ve kötülük kâfirleredir.”3558
“Bundan ötürü, keydinizi/tuzaklarınızı bir araya getirin, sonra gruplar halinde gelin; bugün üstünlük sağlayan, gerçekten kurtuluşu bulmuştur.” 3559
“Andolsun Allah'a, sizler arkanızı dönüp gittikten sonra, ben sizin putlarınıza muhakkak
3551] 8/Enfâl, 62
3552] 10/Yûnus, 21
3553] 12/Yûsuf, 52
3554] 12/Yûsuf, 76
3555] 13/Ra’d, 33-34
3556] 13/Ra’d, 42
3557] 14/İbrâhim, 46
3558] 16/Nahl, 26-27
3559] 20/Tâhâ, 64
- 796 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir keyd/tuzak kuracağım.” 3560
“Şehirde dokuz kişi vardı ki yeryüzünde bozgunculuk yaparlar, ıslah etmezlerdi. Allah’a and içerek birbirlerine: ‘Biz, gece ona ve âilesine baskın yapalım (onları öldürelim), sonra velîsine: ‘Âilesinin öldürülüşünde bulunmadığımızı, doğru olduğumuzu söyleyelim’ dediler. (Bu şekilde) bir mekr/tuzak kurdular. Biz de onlar hiç farkında olmadan onlara bir mekr kurduk.” 3561
“Sen, onlara karşı hüzne kapılma ve kurdukları mekrlerden/tuzaklardan dolayı sıkıntı içinde olma.” 3562
“... Sen o zâlimleri, Rablerinin huzurunda tutuklanmış, birbirlerini suçlayarak söz atarlarken bir görsen! Müstaz’aflar/zayıf sayılıp ezilenler, müstekbirlere/büyüklük taslayanlara, ‘Siz olmasaydınız, elbette biz mü’min insanlar olurduk’ derler. (Dünyada) müstekbirler/büyüklük taslayanlar, müstaz’aflara/zayıf sayılanlara (kıyâmet gününde): ‘Size hidâyet geldikten sonra sizi ondan biz mi çevirdik? Bilâkis siz suç işliyordunuz’ derler. (Buna karşılık) Müstaz’aflar, müstekbirlere: ‘Hayır! Gece-gündüz (işiniz) mekr/hile ve tuzak kurmaktı. Siz daima Allah’ı inkâr etmemizi, O’na endâd/ortaklar, benzerler koşmamızı bize emrederdiniz’ derler. Artık azâbı gördüklerinde, pişmanlıklarını içlerine atarlar, Biz de o kâfirlerin boyunlarına (ateşten) demir halkalar takarız. Onlar ancak yapmakta oldukları günahlar ile cezâlandırılır.” 3563
“...Kötülükleri mekr/tuzak yapanlara gelince, onlar için çetin bir azap vardır. Ve onların mekri/tuzağı bozulur.” 3564
“Bütün güçleriyle yemin ederek eğer kendilerine bir uyarıcı (peygamber) gelirse, herhangi bir ümmetten/milletten daha çok hidâyette/doğru yolda olacaklarına dâir Allah’a yemin etmişlerdi. Fakat kendilerine uyarıcı (Muhammed s.a.s.) gelince bu, onların haktan uzaklaşmalarından başka bir şeyi arttırmadı. Çünkü onlar yeryüzünde istikbâr/büyüklük taslamak ve kötü mekrler/tuzaklar kurmak (istiyorlar). Hâlbuki kötü tuzak, ancak sahibine dolanır. Onlar öncekilerin kanunundan (onlara uygulanandan) başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın kanununda ne bir değişme bulursun, ne de Allah’ın kanununda bir sapma bulursun.” 3565
“Böylece o katımızdan kendilerine bir hak ile geldiği zaman dediler ki: "Onunla birlikte iman edenlerin erkek çocuklarını öldürün; kadınlarını ise sağ bırakın." Ancak kâfirlerin keydi/hileli düzeni boşa çıkmakta olandan başkası değildir.” 3566
“...Böylece Firavun'a, yaptığı kötü iş süslü gösterildi ve yoldan saptırıldı. Firavun'un keydi/tuzağı tamamen boşa çıktı.” 3567
“Yahut bir keyd/tuzak mı kurmak istiyorlar? Asıl keyde/tuzağa düşecek olanlar, inkâr edenlerdir.” 3568
3560] 21/Enbiyâ, 57
3561] 27/Neml, 48-50
3562] 27/Neml, 70
3563] 34/Sebe’, 31-33
3564] 35/Fâtır, 10
3565] 35/Fâtır, 42-43
3566] 40/Mü’min, 25
3567] 40/Mü’min, 37
3568] 52/Tûr, 42
MEKR / TUZAK
- 797 -
“O gün keydleri/planları kendilerine hiçbir fayda vermez ve yardım da görmezler.” 3569
“Onlara mühlet veriyorum. Doğrusu Benim keydim/fendim çok sağlamdır!” 3570
“Büyük büyük mekrler/tuzaklar kurdular. Tanrılarınızı bırakmayın; Vedd’i, Suvâ’ı, Yeğûs’u, Yeûk’u ve Nesr’i bırakmayın.” 3571
“(Azaptan kurtulmanız için) bir keydiniz/hileniz varsa, gösterin bana hilenizi!” 3572
“Rabbinin fil sahiplerine neler yaptığını görmedin mi? Onların keydini/tasarladıkları planlarını boşa çıkarmadı mı?” 3573
Mekr Kavramına Benzeyen Diğer Kelimeler: Hile Hud’a, Keyd, Mihâl, Tedlîs, Tağrîr, Ğaşş, Hılâbe
Hile
Hâle-Yehûlü fiilinden isim olan hile (hıyle) kelimesinin çoğulu “hıyel”dir. Lugatta çare, mahâret, kurnazlık, iyi düşünme, iyi görüş, işlerde tasarruf kudreti, maksada ulaşıncaya kadar fikri değiştirmek mânâlarında kullanılmıştır. Hîle kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de: “Erkeklery, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) âciz olup hiçbir çareye gücü yetmeyenler, hiçbir yol bulamayanlar hicretten muaftırlar.”3574 şeklinde “çare” mânâsına bir yerde kullanılmıştır. Hîle yerine ona en yakın olan “mahrec” kelimesi de kullanılmıştır ki, bu kelime de “çıkış yolu”, “kurtuluş” anlamındadır. Hatta âlimlerden bazıları “hîle” yerine özellikle “mahrec” kelimesini kullanmışlar, Ebû Süleyman el-Cüzcanî gibi bazı âlimler daha ileri giderek “bu konuda hîle nedir?” ifâdesinin kullanılmasını mekruh görmüş ve bunun yerine “bu konuda mahrec nedir?” sorusunun kullanılması gerektiğini söylemiştir. Bu mânâda olmak üzere mahrec kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de: “Kim Allah’tan korkarsa (ittika ederse) Allah ona bir kurtuluş, çıkış yeri (mahrec) ihsan eder”3575 şeklinde geçmektedir. İmam Muhammed’e nisbet edilen bu konudaki eserin ismi de el-Mehâric fi’l-Hıyel’dir. Hıyel kelimesi Hz. Peygamber’in hadislerinde de kullanılmıştır. Rasûlullah (s.a.s.) “Yahûdilerin irtikâp ettikleri şeyleri siz de işlemeyin. Onlar Allah’ın haramlarını en bayağı (aşağılık) hîlelerle (ednâ’l-hıyel) helâl kılmaya yeltenmişlerdir.”3576 buyurmuştur.
Hile: Aldatacak tarz ve tedbir demektir. Hile sahtekârlık ve düzenbazlıktır. Başkasını kurnazca hareket ve fiilleriyle aldatmak. Alış-verişlerde hîleden maksat, bir kimseyi söz, fiil ve davranışlarıyla etkileyerek, satım akdinin onun yararına olduğunu telkin etmek ve onu piyasa fiyatının dışında bir satış bedeli ödemeye razı etmektir. Hîle, ayet ve hadislerle yasaklanmıştır.
Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyrulur: "Ey iman edenler, Allah'a ve Peygambere hâinlik etmeyin. Kendiniz bilip dururken emânetlerinize de hâinlik etmeyiniz" 3577 Ebû Hureyre
3569] 52/Tûr, 46
3570] 68/Kalem, 45
3571] 71/Nûh, 22-23
3572] 77/Mürselât, 39
3573] 105/Fîl, 1-2
3574] 4/Nisâ, 98
3575] 65/Talak, 2
3576] İbn Teymiyye, İkametu’d-Delîl, s. 123; İbn Kayyim el-Cevziyye, İ’lâmu’l-Muvakkıîn, III/163
3577] 8/Enfâl, 27
- 798 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(ö. 57/676)'den rivâyete göre, Hz. Peygamber bir gün pazar yerinden geçerken elini bir hububât yığınının içine sokmuş, altının ıslak olduğunu görünce satıcıya sebebini sormuştur. Satıcı yağan yağmurun ıslattığını bildirince, Allah'ın elçisi şöyle buyurmuştur: "Bu ıslaklığı herkesin görmesi için hububatın üzerine çıkarman gerekmez miydi? Hîle yapan, bizi aldatan benden değildir." 3578
Bu hadis, alış-verişte hîle yapmanın yasak olduğunu gösterir. Satılan malda ayıp varsa, satıcının bunu müşteriye açıklaması gerekir. Ticaret örfünde, satılacak malın kıymetini ve dolayısıyla satış bedelini azaltan kusurlara "ayıp" denir. 3579
Hadis-i şerifte şöyle buyrulur: "Satıcı doğru söyler ve sattığı şeyin ayıbını açıkça beyan ederse, satışı bereketli olur. Yalan söyler ve sattığı malın ayıbını gizlerse, satışın bereketi yok olur."3580 Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: "Ey iman edenler, birbirinizin mallarını bâtıl yollarla yemeyiniz. Bu mallar, sizden karşılıklı rızâya dayanan bir ticaret yoluyla olursa bu müstesnâdır."3581 "Veyl olsun (yazıklar olsun, azap olsun), ölçü de tartıda noksanlık edenlere. Onlar insanlardan ölçüp aldıkları zaman tam olarak alırlar; fakat insanlara verilmek üzere ölçtükleri veya onlara tarttıkları zaman eksiltirler."3582; "Ölçüyü ve tartıyı doğru yapın. Biz insana ancak gücünün yeteceği kadarını yükleriz."3583; "Ölçüyü tam yapın, eksiltenlerden olmayın, doğru terazi ile tartın. İnsanların hakkını azaltmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın." 3584
Bu ve benzeri âyet ve hadisler müslümanın bütün iş ve muâmelelerinde doğru hareket etmesini hîle ve hud'adan uzak durmasını bildirmektedir. Allah Rasûlü özellikle ticaret yapanlara bu konuda şu tavsiyede bulunmuştur: "Tüccarlar topluluğu, alış-verişe boş söz ve yalan yere yemin çokça karıştığı için bunu sadakalarınızla telâfi ediniz." 3585
Hîle, ya sözle veya fiille karşı tarafı etkilemek suretiyle vuku bulur. Sözlü hile; tarafların birbirini etkilemek ve akde razı etmek için, bir takım aldatıcı ve yanıltıcı sözler konuşmasıdır. Amaç, ayıplı bir malı, müşteriye ayıpsız gibi satmak veya normalin üstünde bir fiyatla satışı gerçekleştirmektir. Meselâ, satılan malı mevcut olmayan sıfatlarla övmek, malın kusurunu gizlemek, üçüncü bir kişi aracılığı ile fiyatın yükselmesini sağlamak bunlar arasındadır. 3586 Fiilî hile ise; taraflardan birisinin diğerini etkilemek ve alış verişe razı etmek için birtakım hîleli hareketler yapmasıdır. Meselâ; kalitesi düşük bir mala, aynı cins fakat kalitesi yüksek bir malın damgasını vurmak; kalan değeri yüksek olan kömüre düşük kalitelisini karıştırmak; sütsüz ineğin memelerini bağlayarak süt biriktirmek ve alıcıya çok süt varmış gibi göstermek3587 ve böylece normal fiyatının üstünde fâhiş gabn derecesinde bir satış bedeli ile satmak gibi hilelerdir. Günlük hayatta buna benzer pek çok hile ve aldatma çeşitleri görülmektedir.
3578] Müslim, İman 164; Ebû Dâvud, Büyû’ 50; Tirmizî, Büyû’ 72
3579] Ali Haydar, Düraru'l Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, I, 554 vd.; Mecelle, mad., 338
3580] Buhârî
3581] 4/Nisâ, 29
3582] 83/Mutaffifın, 1-3
3583] 6/En'âm, 152
3584] 26/Şuarâ, 181-183
3585] Ebû Dâvud, Büyû', 1
3586] Abdülkerîm Zeydan, İslâm Hukukuna Giriş, Terc. Ali Şafak, İstanbul (t.y), s. 521
3587] Buhârî, Büyû', 64
MEKR / TUZAK
- 799 -
İşte, İslâm bütün hîle ve aldatmaları yasaklamış, müslümanın özünün ve sözünün bir olmasını istemiştir. Bütün namazların her rek'atında okunan Fâtiha suresinde "Ey-Rabbimiz, bizi dosdoğru yola ilet" 3588 dûasının tekrar edilmesi toplumu en doğruya, en güzele ulaştırma amacına yöneliktir. 3589
Hîle-i Şer’iyye mi, Hile-i Şerriyye mi?
Hîle
Hîle, çözüm, çare, beceriklilik demektir. Çıkış yolu anlamına gelen mahrec ve çoğulu mehâric de hîlenin eş anlamlısı olarak kullanılır. Hîle-i şer'iyye; amel ve tasarrufları şekil ve dış görünüş bakımından fıkha uygun düşürmek, İslâm'da yasak olan hususları görünüşte meşrû olarak yapabilmek için bulunan yollar, çâreler, çıkış noktaları demektir. Karşılaşılan güçlüğü çözmeye çalışırken başvurulan muâmeleye "muâmele-i şer'iyye", bu işlem sonucu kazanç elde edilmişse, buna da "ribh-i şer'î" denir; meşrû kâr demektir.
Hîle prensibi ilk Hanefî müctehidlerince İslâm hukukunu yürüyen hayatla uyumlu hâle getirmek, zarûret yoluyla haramların mubah sayılmasını azaltmak, insanların apaçık şer'î kaideleri çiğnemesini önlemek gibi güzel amaçlar için kullanılmış ve daha çok yemin, talâk (boşanma) gibi konularda uygulanmıştır. Ancak bu kaide zamanla çığırından çıkmış "kanuna karşı hile yapmak" şekline dönüşmüştür.
İmam Muhammed, muâmele-i şer'iyyeye "iyne" adını vermiştir. Bu yüzden iyne satışını açıklığa kavuşturmak hîle-i şer'iyyeyi anlamaya yardımcı olur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "İnsanlar dinar ve dirhemlerin peşine düşer, iyne satışı yapar, hayvancılık yapar ve Allah yolunda cihadı terkederlerse, Allah onlara bir belâ indirir ve bu belâyı yeniden dinlerine dönünceye kadar da kaldırmaz." 3590
İyne satışı, ödünç para isteyen bir kimseye bir malını veresiye bir bedelle satmak, aynı malı daha az peşin bir bedelle geri almaktır. Bu konudaki bir uygulama örneğini Ebû'l-Âliye Hz. Âişe'den şöyle nakleder: "Zeyd bin Erkam’ın (ö. 66/689) ümmü veledi olan bir kadın O'na dedi ki: 'Ey mü'minlerin annesi, Zeyd'e veresiye sekiz yüz dirheme bir köle sattım. Sonra onu ondan altı yüz dirheme peşin satın aldım.' Hz. Aişe şöyle dedi: Ne kötü bir satım, ne kötü bir alım yaptın. Zeyd'e şunu bildir ki, eğer tevbe etmezse Rasûlullah (s.a.s.) ile yaptığı cihadın sevabım kaybetmiş olur. Kadın dedi ki; "Satışı bozup, altı yüze geri alsam olmaz mı?" "tabii, kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, önceden verdiği kendinindir." 3591
Şâfiîler dışında İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu iyne satışını geçersiz saymışlardır. Çünkü bu fâize götürür. Hanefîlerden Ebû Yusuf ise "iyne câizdir ve sevabı vardır. Sevabının olması haramdan kaçınmayı sağladığı içindir."3592 demiştir. İmam Muhammed ise, iyne satışını faizcilerin uydurduğunu ve bu akde
3588] el-Fatiha, 1/6
3589] Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 438-439
3590] Ebû Dâvud, Büyû', 54; Melâhim 10; Ahmed bin Hanbel, II, 42
3591] 2/Bakara, 275; Ahmed bin Hanbel, IV, 180; el-Kâsâni, Bedâyiu's-Sanâyi', V, 198, 199; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletühû, Dimaşk 1984, IV, 469
3592] Kâdîhân, II, 244, 245
- 800 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kalben râzı olamadığını söyler. 3593
Muâmele-i Şer'iyyesiz alınacak bir kâr mutlaka haramdır. Fakat muâmele-i şer'iyye sûretinde İmam Ebû Yusuf'a göre ribâ kalkar, kâr câiz olur. Bu bir şer'î kurtuluş yoludur. Çünkü yetimin veya vakfın malını velî veya mütevellî bir kimseye kârsız (ribhsiz) karz olarak veremez, fâiz alması ise haramdır. O halde meşrû bir alım-satım akdi vasıtasıyla bunların menfaatleri sağlanmış olur. Artık bu muâmeleyi gayr-i meşrû bir hiyle olarak kabul etmek doğru değildir." 3594 Ömer Nasuhi Bilmen, diğer borçlar konusunda farklı sonuca ulaşır ve şöyle der:
"Ödünç para alanın üzerine, muâmele-i şer'iyye ile bir kâr (ribh) yüklemek sahih ise de, fakihlerin büyük çoğunluğuna göre kerâhetten uzak değildir. İbnü'l-Hümâm Fethu'l Kadîr'de şöyle der: Böyle bir işlemde kerâhet yoktur. Şu kadar var ki, bu tercihe şâyân değildir. Çünkü bundan karz-ı hasen suretiyle yapılacak bir iyilikten yüz çevirme vardır. 3595
Hanefilerde genel olarak muâmele-i şer'iyye faiz sayılmayarak câiz görülmüş, dolayısıyla uygulama bu şekilde olmuş, fetvâlar ile hükümler bu yolda verilegelmiştir. Osmanlı sultanları hâkim ve müftîlerin, Hanefi mezhebinde sahih görülen görüşlerle hüküm ve fetvâ vermelerini emretmiştir.3596 Bunun bir sonucu olarak Belh fakîhleri; "Zamanımızda iyne usûlüne göre yapılan alış-veriş, çarşılarımızda yapılmakta olan alışverişlerden hayırlıdır" demişlerdir.
Ancak hîle-i şer'iyye açıkça veya gizlice fâizli işleme yol açmamalıdır. Mecelle'de de yer aldığı gibi "akitlerde itibar lafza değil mânâyadır." Diğer yandan, alacaklıya menfaat sağlayan borç akdinin, bütün mezheplerce fâiz sayılarak yasaklandığı görülür.3597 Bu yüzden yapılan akit gerçekçi olmalı, yapmacık olmamalıdır. Amellerin niyetlere göre olduğu âyet ve mütevatir hadîslerle sâbittir. Bu hüküm amellerin âhiretteki durumu ile ilgili görülse bile akitlerde tarafların gerçek niyet, maksat ve irâdelerini araştırmaya bir engel yoktur. Meselâ, bir kimse ödünç olarak 1000 gram altın verip, yıl sonunda 1300 gram olarak geri alsa, bu işlem, bir İslâm ülkesinde fâiz sayılacaktır. Bunun yerine evini 1000 gr. altın karşılığında satıp, bir yıl sonra 1300 gr. altına geri alsa, bu bir alım satım muâmelesi olur. 300 gr. fazlalık kârdır. Ancak alım-satım faizi gizlemek için yapılmışsa o zaman muvâzaalı bir akit sözkonusu olur. Böyle bir durumda Ebû Hanîfe ve İmam Şâfiî'ye göre dışa karşı açıkça yapılan satım akdi geçerli sayılır. Meselâ; evi alan, artık bir yıl sonra tekrar geri satmaya zorlanamaz. İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre ise tarafların gerçek irâdesi araştırılır. Gerçek irâde satım akdi ise ona göre, fâiz alıp-vermek ise, buna göre işlem yapılır.3598 Kanun boşluklarından yararlanarak, kanuna karşı hîle yapmak isteyenler her devirde olmuştur. Hükümlerin amaçlarından ve özünden uzaklaşmamak için akitlerde gerçek irâdeyi araştırmak veya Ebû Hanîfe'nin dediği gibi dış görünüşe (zâhire) göre hükmetmek gerekir. Bu taktirde hîle-i şer'iyyelerin önüne geçilebilir veya bu konuda tarafların muvâzaalı akit değil de gerçek akitler yapması sağlanabilir.
3593] İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-kadîr, V, 207, 208; İbn Âbidîn, a.g.e., IV, 244
3594] Ö. N. Bilmen, Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1969, V, 47-48
3595] Ö. N. Bilmen, a.g.e., VI, 100, 101
3596] Ali Haydar, Dürarü'l-Hükkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, IV, 696-700, İstanbul 1330
3597] Abdurrahman b. Süleyman -Dâmad-, Mecmau'l Enhur, İstanbul 1301, II, 303
3598] el-Mavsılî, el-İhtiyar li-Ta'lîli'l-Muhtâr, II, 21; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî, I, 171
MEKR / TUZAK
- 801 -
Bize kadar ulaşan hîle ve mehâric kitapları daha çok Hanefi ve Şâfiîlere aittir. İmam Muhammed’in (ö.189/805) el-Hiyel ve'l Mehâric'ini el Hâkim eş-Şehîd özetlemiş, İmam Serahsî de bunu şerhetmiştir. el-Hiyel, "el Mehâric fî-Hiyel" adıyla neşredilmiştir.3599 el-Hassâf, Alî b. Muhammed en-Nehâî ve Sa'd bin A. es-Semerkandî gibi fakihlerin de müstakil "el Hiyel" kitapları vardır. Diğer birtakım fıkıh ve fetvâ kitaplarında da hiyel için fasıllar açılmıştır.
Şâfiîlerden Gazâlî ve İbn Ziyad gibi âlimler hiyele cephe almışlarsa da, İbn Hacer, Fetâvâ'sında bunlara karşı çıkmış ve uygulamayı hiyelin lehine çevirmiştir. Hîle-i şer'iyye usûlüne en büyük tepki Hanbelîlerden İbn Teymiyye (ö.728/1327) ile öğrencisi İbnü'l-Kayyim’den (ö. 751/1350) gelmiştir. İbn Teymiye'nin "Kıyâmu'd Delîl alâ Butlânu't-Tahlîl", İbn Kayyim'in “Î'lâmü'l-Muvakkıîn” ve “İğâsetü'l-Lehfân” isimli eserlerinde bu konu geniş olarak tartışılmış, "gaye ve çâre mübah ise hîle mubah, değilse hîle haramdır" sonucuna varılmıştır. 3600
Hilekâr, Hilekârlık
Hîleci, hîle yapan, düzenbaz, oyuncu. Hîlekârlık, ayin kökten Arapça, Farsça bileşik isimdir. Bir işi, muhatabını yanıltarak yapmaya sevk eden kimseye "hîlekâr" denir. Hîle ahlâka aykırı bir davranış olup, bütün semavî dinlerde yasaklanmıştır.
Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Şuayb’ın (a.s.) kavmini hîleye karşı uyarışı şöyle ifade edilir: "Ey kavmim, Allâh'a kulluk edin, sizin için ondan başka ilâh yoktur. Ölçü ve tartıyı eksik tutmayın. Ben sizi bolluk ve bereket içinde görüyorum. Sizin için çepeçevre kuşatacak bir günün azâbından korkarım." 3601
Hz. Şu'ayb (a.s.) puta tapan Medyen halkını yalnız Allah'ın hâkimiyetini tanıyan tevhîd dinine çalıştır. Onlar ölçüleriyle, tartılarıyla ve silik, kesik, vezni eksik paralarıyla devamlı halkı aldatırlardı. Zeyd b. Eslem (ö. 136/753)'den rivâyete göre, bunlar dirhemlerin (gümüş para), dinarların (altın para) etrafını keserek bunları piyasaya sayı ile sürerler, halktan alırken de bu paraları tartı ile kabul ederlerdi. Şuayb (a.s.), onları bu hîle ve hud'alarından vazgeçirmeye çalışmış, söz dinlememeleri sonucu helâk olmuşlardır. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle haber verilir: "Azab emrimiz gelince, Şuayb'ı ve onunla birlikte iman edenleri rahmetimizle kurtardık. Zulümleri ise, korkunç bir çığlık yakaladı. Böylece yurtlarında dizüstü yığılıp kaldılar." 3602
Medyen halkının bu felâketle karılaşmasında iki sebep geçerli olmuştur. 1) Puta tapıcı olmaları, 2) Alış-verişte hilekârlık yapmaları. 3603
Hud’a
Hud’a veya hadîa; aldatmak, hile yapmak anlamındadır. Önemli özelliği, aldatmanın hileli oluşudur. İnsanın içinde gizlediği bir şeyin aksini yapmasına hud’a veya hadîa denir. Bu vasfıyla mekr ile ortak özelliğe sahiptir. Hud’a kelimesinin iyilik ve kötülük konusunda kullanıldığı vâki ise de, daha ziyâde kötü
3599] Leipzig, 1930
3600] İbn Teymiyye Mecmau'l-Fetâvâ, XXIX, 446; İbn Kayyim, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, Mısır 1955, III,107-417, İgâsetü'l-Lehfân, Mısır 1310, s. 183-285; A. Emîn, Duha'l-İslâm, II, 190 vd.; Hamdi Döndüren, a.g.e., c. 2, s. 439-440
3601] 11/Hûd, 84
3602] 11/Hûd, I1/94
3603] Tecrîd-i Sarih Tercümesi, VII, 293-298; Hamdi Döndüren, a.g.e., c. 2, s. 440
- 802 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlamda kullanılmıştır.3604 Hud’a kelimesi gerek Kur’ân-ı Kerim’de ve gerekse hadis-i şeriflerde kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’deki kullanılışına şu âyetleri misal verebiliriz: “Onlar Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya (hud’a) çalışırlar, oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir.” 3605; “Seni aldatmak isterlerse bil ki Allah sana yeter.”3606; “Doğrusu münâfıklar Allah’ı aldatmaya (oyun etmeye, hile yapmaya) çalışırlar. Oysa O, onlara aldatmanın ne olduğunu gösterecektir.” 3607
Hz. Peygamberimiz (s.a.s.) de, “Harb hud’adır.”3608 buyurmuştur. Bu hadisinde Rasûlullah savaşta kâfirlere karşı yapılacak hileyi hud’a olarak isimlendirmiştir. Ahdi veya emânı bozmamak kaydıyla savaşta düşmanı yanıltmak için hile yapmaya veya yalan söylemenin câiz olduğu konusunda âlimlerin ittifakı vardır. 3609
Hud’ada iki yüzlülük, yani içteki niyet ile dışa tezâhür eden hareket arasında bir ayrılık sözkonusudur. Âyetlerde geçen münâfıkların Allah’ı aldatmaları şeklindeki ifâdeler mecazdır. Çünkü aldatma, insanın içinde gizlediği bir çeşit hıyânet olduğundan, münâfıklar da şirklerini gizleyip hile (yanıltma, aldatma) ve gurur ile iman ettiklerini ifâde etmekle hud’aya başvurmaktadırlar. Bu sebeple âyetlerde münâfıklarla ilgili olarak kullanılan hud’a, onların normal bir insanı aldatmak için hilelere başvuran kişinin yaptığı işler için kullanılmıştır. 3610
Hud’a; hile aldatma, düzen kurma, insanın içinde gizlediği şeyin aksini açığa çıkarması anlamına gelir. Dilimizdeki "aldatmak" kelimesi, hud'a kelimesinin karşılığıdır. İslâm'da fertlerin birbirini aldatması yasak olduğu gibi, müslümanın aldanmaması da bir esastır. Çünkü müslüman bir başkasının hakkına tecavüz etmeyeceği gibi, kendi hakkını da başkasına çiğnetmez. Gerek alışverişte olsun, gerek diğer sosyal münasebetlerde olsun bir müslüman ne aldatır, ne de aldanır. Böyle bir yola asla tenezzül de etmemeli ve bir müslümanı asla aldatmamalıdır. Her müslüman diğer müslümanın kardeşi olduğu için3611 toplumun birlik ve beraberliğini, bozmak bundan da öte kardeşliğini temelinden sarsan böyle bir yola tevessül etmek haramdır. Nitekim Hz. Peygamber çarşıda ıslak buğdayı, çuvalın altında kuru buğday ile kapatarak sattığı malın hatasını gizlemek suretiyle halkı aldatmaya çalışan kişiye: "Bizi aldatan bizden değildir." 3612 ihtarında bulunmuştur.
Kur'ân-ı Kerim'de de "hud'a" kelimesi bazı ayetlerde geçmektedir: "Münâfıklar Allah ve mü'minleri aldatmaya çalışırlar; hâlbuki yalnız kendilerini aldatırlar da, farkında bile olmazlar." 3613; "Münâfıklar Allah'ı aldatmaya çalışırlar, hâlbuki O, onların aldatmalarını kendilerine çevirir. Namaza kalktıkları zaman da üşene üşene kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah'ı pek az zikrederler." 3614; "Eğer sana hud’a/hile yapmak isterlerse,
3604] Râgıb el-Isfahânî, s. 250
3605] 2/Bakara, 9
3606] 8/Enfâl, 62
3607] 4/Nisâ, 142
3608] Buhârî, Cihad 157, Menâkıb 25, İstitâbe 6; Müslim, Cihad 18, 19, Zekât 153; Ebû Dâvud, Cihad 92, Sünnet 28; Tirmizî, Cihad 5; İbn Mâce, Cihad 28
3609] Nevevî, Şerhu Müslim, 12/45
3610] Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’an, I/26
3611] 49/Hucurât, 10
3612] Müslim, İmâm, 164; Ebû Dâvud, Büyü', 50; Tirmizi, Büyü', 72
3613] 2/Bakara, 9
3614] 4/Nisâ, 142
MEKR / TUZAK
- 803 -
Allah sana yeter. Yardımı ile seni ve mü'minleri destekleyen O'dur." 3615
Görüldüğü gibi, âyetlerde münafıkların aldatıcılığından söz edilmekte, fakat Allah Teâlâ'nın onların aldatmasına müsaade etmediği belirtilmektedir. Münafıkların, küfürlerini içlerinde gizleyip, sonra da dilleri ile müslüman olduklarını söyleyerek, Allah'ı mü'minleri aldatmaya çalıştıkları vahiyle açığa çıkarılmıştır. Çünkü yüce Allah insanın içinden geçenleri ve niyetlerini de bilir. Zira O, insana şah damarından daha yakındır.3616 Dolayısıyla her şeye hâkim olan Allah, asla aldatılamayacağını âyetleri ile açıklamıştır. Bu durum karşısında münâfıkların böyle bir yola tevessül etmeleri, kendilerini aldatmaktan başka bir şey değildir.
Âyetlerde geçen "münafıkların Allah'ı aldatmaları" sadece bir mecazdır. Çünkü aldatma, insanın içindeki bir çeşit hainlik olduğu için, âdeta münafıklar da şirklerini gizleyip, hile ve gurur ile iman ettiklerini ifade etmekle, hud'a yapmaya çalışmaktadırlar. Bu sebeple âyetteki aldatma ifadesi, münafıkların, normal bir insanı aldatmak için hilelere başvuran bir kişinin yaptığı işleri yaptıkları için kullanılmıştır.
Münafıkların bu hareketlerinin günahı kendilerine dönecektir. Bu sebeple de, kendilerinden başkasını aldatamamışlardır.3617 Âyetteki bu kelimeler, münafıkların Allah'ı aldatabileceklerini sanmalarına da hamledilebilir. Çünkü münafık bir kişi, gerçek mânada Allah'ı ve sıfatlarını tanıyamamıştır. 3618
"Harb aldatmadır (hiledir -hud’a-)" 3619 hadisi. Âlimler bu hadise dayanarak, savaşta düşmana karşı aldatma ve hile yapmanın câiz olduğunda ittifak etmişlerdir. Savaşta imkânlar ölçüsünde hile ve tuzağın her türlüsüne başvurulabilir. Fakat bunu yaparken, yapılan anlaşmayı ve verilen emânı bozmamaya da gayret sarfedilmelidir. Bu tür anlaşmaları bozacak davranışlardan da âzamî ölçüde kaçınılır. Prensip olarak düşman anlaşma şartlarına uyduğu sürece İslâm Devleti de uyar. Düşman bunu çiğnerse, müslümanlar için de misliyle mukabele etme hakkı doğar. Diğer yandan, yukarıdaki hadiste, savaş sırasında bütün kabiliyeti ortaya koyarak ve iyi düşünerek savaşı kazanma yollarını araştırmanın gerekliliğine de işaret vardır. 3620
Keyd
Keyd; aldatmak, kötülük etmek, hile yapmak, bir başkasına gizlice zarar vermeyi istemek anlamı taşımaktadır. Bu kelime de, Kur’ân-ı Kerim’de 35 yerde geçmektedir. “Esâsen şeytanın keydi (hilesi) zayıftır.”3621; “Şüphesiz Allah kâfirlerin tuzaklarını yıpratıcıdır.”3622; “Yusuf, ‘maksadım, vezire gıyâbında ihânet etmediğimi, hâinlerin tuzaklarını Allah’ın başarıya erdirmediğini bilmesini sağlamaktı’ dedi.”3623; “İnkârcıların
3615] 8/Enfâl, 62
3616] Kaf, 50/16
3617] el-Cessâs, Ahkâmü'l Kur'ân, I, 26
3618] ez-Zemahşeri, el-Keşşâf, Mısır 1354, I, 31
3619] Buhârî, Cihâd, 157, Menâkıb 25; Müslim, Zekât 153; Ebû Dâvud, Cihad 93
3620] İbn Hacer, Fethu'l Bârî, Mısır 1959, VI, 499; Talât Sakallı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 1
3621] 4/Nisâ, 76
3622] 8/Enfâl, 18
3623] 12/Yûsuf, 52
- 804 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hilesi elbette boşa gider.”3624; “Firavun’un hilesi elbette boşa gidecekti.”3625; “Gerçekten onlar düzen kuruyorlar. Ben de bir düzen kurmaktayım.”3626; “Kocası gömleğin arkadan yırtılmış olduğunu görünce, karısına hitâben ‘doğrusu bu sizin hilenizdir; siz kadınların fendi pek büyüktür’ dedi.”3627; “Onların düzenlerini boşa çıkarmadı mı?”3628; “Yavrucuğum! Rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa sana tuzak kurarlar.” 3629 şeklinde âyetlerde düzenbazlık, aldatma, kandırma mânâlarında kullanılmaktadır. Allah’ın, keydi zâtına nisbet etmesi ise, bu hileleri boşa çıkarma anlamındadır. Keyd, gizli bir sûikast tertip etmek, başkasına bir zarar vermek için gizli bir şekilde düzen kurmaktır. Türkçe’de keydin karşılığı olarak hile hıyânet, gadr, desîse, fenâlık, hud’a, mekr, düzen, fend, oyun, dolap, tuzak da kullanılmaktadır
Mihâl
Mihâl; kuvvet, kudret, hile hileyi boşa çıkarma veya hile ile mukabele etme, azap, gazap, şiddet, intikam, kin, helâk, tedbir mânâlarına gelir. Bu kelimenin Kur’ân-ı Kerim’de sadece bir yerde geçen bu kelime şu şekilde kullanılmıştır: “Gök gürlemesi, O’na hamdederek şânını tesbih/tenzih eder. Melekler de korkularından tesbih ederler. Allah yıldırımlar gönderir de onunla dilediğini çarpar. Böyle iken o kâfirler Allah hakkında mücâdele ederler. Hâlbuki O’nun kuvveti, azâbı veya mukabil hilesi, (mihâl) pek şiddetlidir.” 3630
Bu âyette Allah Teâlâ Hz. Peygamber’i hile ile ortadan kaldırmak isteyen müşriklerin kurdukları tuzağı haber vermektedir. Şöyle ki: Erbed bin Rebîa (ö. 11/632) ve Âmir bin Tufyl bin Mâlik (ö. 11/632) Rasûlullah’a bazı hileler yapmak üzere anlaşmışlar ve ona gelmişlerdi. O mescidde birkaç sahâbî ile birlikte sohbet ediyordu. Âmir çok yakışıklı birisiydi ve görenlerin dikkatini çekiyordu. Orada bulunan sahâbîler de ona bakıyorlardı. Dışarıda Âmir, Erbed’e: “Beni, Muhammed’i lafa tutarken gördüğünde yavaşça arkasına dolaş ve onu kılıçla vur!” diye tenbih etmiş ve bu noktada anlaşmışlardı. Rasûlullah Âmir’le konuşurken Erbed de onun arkasına dolaştı ve kılıcını çekmeye davrandı; ancak bir karıştan fazlasına Allah müsâade etmedi. Âmir, kaş-göz işâretleriyle onu acele etmesi konusunda ikaz ediyordu. Hz. Peygamber olayın farkına vardı ve Allah’a duâ etti; Allah da onları oradan defetti. Daha sonra Allah Erbed’e açık bir yaz günü bir yıldırım indirdi ve onu yaktı. Âmir de kaçarak Benî Selûl’den bir kadının evine geldi ve sabah olunca silahını aldı. Rengi bozulmuş bir vaziyette atına binerek sahrâya gitti. Orada “karşıma çık” diye Allah ve Rasûlüne hem meydan okuyor, hem de şiir söylüyordu. Allah ona bir melek gönderdi, melek ona kanadıyla çarptı ve bunun akabinde vebâya yakalandı ve ölüp gitti. Allah Teâlâ bu olayı ifâde ederken “mihâl” kelimesini kullanmıştır. Bu da âyette bildirilen Allah’ın hileyi boşa çıkarmasıdır.
3624] 40/Mü’min, 25
3625] 40/Mü’min, 37
3626] 86/Târık, 15-16
3627] 12/Yûsuf, 28
3628] 105/Fîl, 2
3629] 12/Yûsuf, 5
3630] 13/Ra’d, 13
MEKR / TUZAK
- 805 -
Tedlîs ve Tağrîr
Tedlîs ve Tağrîr; daha ziyâde alış-verişlerde malın kusurunu müşteriden gizleme mânâsında kullanılırlar. Hud’anın bir türüdür. Tedlîs, daha ziyâde fiil ve gizleme yoluyla meydana gelen hileler; tağrîr ise, sözlü hileleri ifâde etmek için kullanılmıştır.
Tedlîs kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de geçmez. Tağrîr kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de 27 yerde geçer. Türkçe’ye biraz anlam daralması ve kayması ile kibirlenmek, kibirle aldanmak anlamında kullanılan gurur, gururlanma (tağrîr) kelimesi bâzı âyetlerde şu şekilde kullanılır: “Münâfıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar ‘müslümanları dinleri aldattı (ğarra)’ diyorlardı.” 3631; “Bu, Allah’ın âyetlerini alaya almanızdan ve dünya hayatının sizi aldatmış olmasından dolayıdır.” 3632; “Dinlerini oyun ve eğlenceye alanları, dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak.”3633; “Ey insan! Kerim olan Rabbine karşı seni aldatan nedir?”3634; “Kâfirlerin memlekette gezip dolaşması seni aldatmasın.” 3635
Tağrîr, bir İslâm hukuk terimi olarak, akit yapılırken taraflardan birinin söz veya davranışıyla diğer tarafı kasten aldatmasını ifâde eder. Bir mala veya hakka piyasa değerinin çok üstünde veya çok altında fiyat verilmesi durumunda; bu netice, karşı tarafın söz ve davranışı sebebiyle aldanma (tağrîr) yüzünden meydana gelmişse, akdin feshine gidilebileceği İslâm hukukçularınca kabul edilmektedir. Böylece bir akitte ivazlar arasında aşırı dengesizlik bulunması halinde gabn-ı fâhiş sebebiyle akit fâsid olur ve ilgili tarafça feshedilebilir.
Tağrîr, fiyatta veya vasıfta olabilir. Sözlü veya fiilî olarak meydana gelmiş bulunabilir. Piyasayı bilmeyen alıcının fiyat konusunda yalan beyan ile aldatılması; malın vasfı veya kalitesi husûsunda (meselâ satıma konu olan hayvanın yaşı yanlış bildirilerek) yanıltılmış olması gibi durumlar sözkonusu olabilir. Bu gibi durumlarda akdin fâsid (bozuk ve sakat) olduğunda ve aldatılan tarafın da hıyâru’l-gabn ve tağrîr hakkı bulunduğundan söz edilir. Yanıltılan tarafa fesih hakkı tanınır. Aldatma ve yalan ile elde edilen kazanç haramdır. Bunun kullanılması ve tüketilmesi vebali çok ağır işlerdendir. Kul hakkına ilişkin olduğundan mutlaka telâfî ve tazmin edilmesi gerekir ve helâlleşilmesi lâzımdır. Rasûlullah (s.a.s.) “Bizi aldatan bizden değildir.”3636 buyurmuştur. Akitlere yalan, hile ve desîse karıştırılmasını yasaklayan birçok hadis vardır.
Günümüzde reklâm yoluyla geniş kitleler etkilenmekte ve kötüye kullanıldığı zaman bunun zararlı sonuçları çok daha yaygın olabilmektedir. Tağrîr vakası, böylece ikili borç ilişkilerini aşarak sosyal boyut kazanmaktadır. Bu yüzden günümüzde tağrîrin, özellikle bu çapta ortaya çıkışına fırsat vermemek güncel bir ihtiyaç halinde hissedilmektedir.
Ğaşş
Ğaşş veya Ğışş; hıyânet etmek, münâfık gibi kişinin içinde gizlediğinin aksini ortaya koymak sûretiyle hıyânet etmesi mânâsına gelir ki, her ikisinin odak
3631] 8/Enfâl, 49
3632] 45/Câsiye, 35
3633] 6/En’âm, 70
3634] 82/İnfitâr, 6
3635] 40/Mü’min, 4
3636] Müslim, İman 164
- 806 -
KUR’AN KAVRAMLARI
noktasını da hıyânet oluşturur. Bu kelimenin esası aldatmak sûretiyle karşı tarafı hıyânet etmektir. Nitekim Tirmizî, hadis kitabında “Ğışş ve hıyânet konusunda bir fasıl” şeklinde bir başlık açmıştır.3637 Hz. Peygamberimiz de: “Bizi aldatan bizden değildir.”3638 buyurmuştur.
Hılâbe
Hılâbe; aldatma, hud’a mânâsınadır. Bu kelime, daha ziyâde sözlü aldatmalar için kullanılmıştır. Hz. Peygamberimiz (s.a.s.) “hılâbenin (aldatmanın) müslümana helâl olmadığını”3639 beyan etmiş, alış-verişlerde çok aldanan bir sahâbîye de “alış-veriş yaptığında ‘hılâbe (aldatma) yok’ de” 3640 buyurmuştur.
Mekr, hud’a, keyd, tedlîs, tağrîr, ğaşş, hılâbe kelimeleri, lügat mânâları itibarıyla içlerinde hile anlamı barındırmaktadırlar. Bu kelimelerin orta özelliği, kişinin içinde gizlediği ile yani niyet ve maksadı ile yaptığı fiil veya söylediği söz arasında farklılığın bulunmasıdır. Şeriate/kanuna karşı hilede de şekil bakımından kusursuzluk sözkonusu olduğu gözden uzak değildir. 3641
Mekr’in Allah’a Nisbet Edildiği Halde Mü’mine Nisbet Edilmemesi
Tuzağın Allah'a nisbet ve izâfe edilmesi hakkında, öncelikle şunu söylemek gerekir: Mekr, aslında bir şeyi planlamak, başkasını amacından çevirmeyi tasarlamak, başkasının yapacağı işe engel olmaktır. İyi ve kötü olmak üzere ikiye ayrılır. Bu ayrımı Kur'an yapmaktadır. İyi bir iş yapmanın çaresini düşünmek ve uygulamak iyi mekr, kötü bir iş yapmanın çaresini aramak ve uygulamak ise kötü mekrdir. Kur'an, kâfirlere âit mekri, bazı âyetlerde "kötü mekr"3642 olarak belirtir. Demek ki, kötü olmayan mekr de vardır ki, o da Allah'a âit olan mekrdir.
Genellikle yapılacak kötü şeyler gizli tutulduğundan mekr, kötü iş düzenleme, tuzak kurma anlamında kullanılır. Fakat mekr, mutlaka kötü tedbiri düşünmek demek değildir. İyi tedbire de mekru'l-hasen denilir. Bunun için Allah, mâkirlerin en iyisi3643 olarak nitelendirilmiştir.
Allah, yapılan suçu, benzeri bir ceza ile engeller. Buna edebiyatta müşâkele denilir. Burada işlenen suç, tuzak kurmadır. Bunun cezâsı, onu etkisiz bırakacak bir tuzak, yani karşı tedbirdir. Allah, tedbir uygulayanların en hayırlısıdır. Zira O'nun tedbirinin sonucu, daima yaratıkların hayrınadır. İşin içyüzünü bilmeyenler, O'nun tedbirini bazen şer sanırlar ama aslında şer sandıkları şey, kendileri için hayırlıdır.
Allah'ın mekri, kötülük kuranların eylemlerini boşa çıkaracak çare bulması, onların tuzaklarını engelleyecek karşı tedbir hazırlamasıdır. "Allah'ın, kula fırsat ve bol dünya imkânları vermesi, Allah'ın mekridir" diyenler de vardır. Hz. Ali'nin:
3637] Tirmizî, Birr 27; Mahmud Rifat Kademoğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Akit Y. c. 7, s. 347
3638] Müslim, İman 164; Ebû Dâvud, Büyû’ 50; Tirmizî, Büyû’ 72; İbn Mâce, Ticârât 36
3639] İbn Mâce, Ticârât 42; Ahmed bin Hanbel, I/433
3640] Buhârî, Büyû’ 66, İstikrâz 19, Husûmât 3, Hıyel 7; Müslim, Büyû’48; Ebû Dâvud, Büy’u 66; Tirmizî, Büyû’ 28; Nesâî, Büyû’ 51
3641] Saffet Köse, İslâm Hukukunda Kanuna Karşı Hile -Hile-i Şer’iyye-, s. 93-101
3642] 35/Fâtır, 43, 10; 16/Nahl, 45
3643] 3/Âl-i İmrân, 54
MEKR / TUZAK
- 807 -
"Kendisine verilmiş olan bol dünya nimetiyle kendisine mekredildiğini (bunlarla sınandığını) bilmeyen kimsenin aklından zoru vardır!" dediği rivâyet edilir. 3644
Kötü tuzak, sahibinin ayağına dolanır. Bu, Allah'ın genel yasasıdır. Peygamberlere ve hak dâvetçilerine kötülük etmek isteyenler, kendi kurdukları tuzaklarına yakalanıp helâk olurlar. 3645
Kâfirlerin tuzak kurması, Peygamber'in dâvetini önleyecek, etkisiz bırakacak planları kurmaları, çareler düşünmeleri demektir. Onlar, Peygamber'i etkisiz bırakmak, hatta onun varlığını ortadan kaldırmak için çareler düşünür, planlar kurarken Allah da onların planlarını etkisiz kılacak karşı mekr kurar ve onların tuzaklarını kendi ayaklarına dolar. Çünkü yapılan kötülük, gerçekte kişinin kendi canını yakalar, kendi ayağına dolanır. Yapılan her kötülük, zâhirde başkalarına zarar verse de gerçekte kişinin kendi canına tuzak olur, onu mânevî azaplara, zindanlara yakalatır. Allah kötülerin tuzaklarını bozar, kendi başlarına geçirir. Nitekim Mekke müşriklerinin, Peygamber aleyhindeki tuzakları, sonunda kendi aleyhlerine dönmüş, kendi ayaklarına dolanmıştır. 3646
Hz. Peygamberimiz (s.a.s.) de, “Harb hud’adır.”3647 buyurmuştur. Dikkat edilirse, görülecektir ki, bu hadiste de mekr kavramının benzeri olan “hud’a”, mü’minlere nisbet edilmemiş, temelde istenmeyen ve kâfirlerin sebep olduğu “harb” için kullanılmıştır. Bu hadisinde Rasûlullah savaşta kâfirlere karşı yapılacak hileyi hud’a olarak isimlendirmiştir. Ahdi veya emânı bozmamak kaydıyla savaşta düşmanı yanıltmak için hile yapmanın veya yalan söylemenin câiz olduğu konusunda âlimlerin ittifakı vardır. 3648 Hud’ada içteki niyet ile dışa tezâhür eden hareket arasında bir ayrılık sözkonusudur. Bütün bunlarla birlikte, “harbin hud’a olması”, mü’minleri özellikle savaş şartlarında kâfirlerin hile ve hud’alarına karşı dikkatli ve uyanık olmaları için ihbar ve ikaz anlamı da düşünülmelidir.
Savaşta da, yapılan anlaşmayı ve verilen emânı bozmamaya gayret sarf edilmelidir. Bu tür anlaşmaları bozacak davranışlardan da âzamî ölçüde kaçınılır. Prensip olarak düşman anlaşma şartlarına uyduğu sürece İslâm Devleti de uyar. Düşman bunu çiğnerse, müslümanlar için de misliyle mukabele etme hakkı doğar. “Savaşın hud’a olduğu bildirilen hadiste, savaş sırasında bütün kabiliyeti, plan ve stratejiyi ortaya koyarak ve iyi düşünerek savaşı kazanma yollarını araştırmanın gerekliliği vurgulanmıştır.
Kur'an-ı Kerim'de münâfıkların aldatıcılığından söz edilmekte, fakat Allah Teâlâ'nın onların aldatmasına müsâade etmediği belirtilmektedir.3649 Münafıkların, küfürlerini içlerinde gizleyip, sonra da dilleri ile müslüman olduklarını söyleyerek, Allah'ı ve mü'minleri aldatmaya çalıştıkları, -hâşâ- Allah'ı kandırabileceklerini sanmaları açığa vurulmuştur.
3644] Müfredât, s. 471
3645] 35/Fâtır, 42-43
3646] S. Ateş, Kur'an Ans. 13/151
3647] Buhârî, Cihad 157, Menâkıb 25, İstitâbe 6; Müslim, Cihad 18, 19, Zekât 153; Ebû Dâvud, Cihad 92, Sünnet 28; Tirmizî, Cihad 5; İbn Mâce, Cihad 28
3648] Nevevî, Şerhu Müslim, 12/45
3649] 2/Bakara, 9; 4/Nisâ, 142; 8/Enfâl, 62
- 808 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mü’minler Niye Mekr Edemezler?
Mekr ve benzeri kelimelerle ifâde edilen kavramların, Kur’ân-ı Kerim’de kâfirler ve Allah hakkında kullanıldığı halde, mü’minlere nisbet edilmemesi, üzerinde düşünülmesi gereken önemli çıkarımları olabilecek bir husustur. Mekr’in Allah’a nisbet edilmesinin, herhangi olumsuz bir anlamda kullanılamayacağı, yukarıda izah edildiği gibi, açıktır. İnsanlara nisbet edilen mekr ise, çoğunlukla olumsuz anlamdadır. Mekr, olumlu anlamda veya zorunlu hallerde kâfirlere karşı kullanılmış olsa, mü’minlerin bazısının bunu istismar edebileceği ve olumsuz anlamda ya da zorunlu olmadığı hallerde de diğer insanlara karşı kullanabileceği ihtimali sözkonusu olacaktır. Hâlbuki, “kizb/yalan” gibi “mekr” de mü’minlerde normal halde bulunamayacak, yani bulunmaması gereken problemli bir özelliktir.
Mü’minlerin temel vasfı, mü’min kelimesinin de bir anlamı olan “emîn/güvenilir” olmaktır. Bu güvenilirliğin “doğruluk”la yakın irtibatı vardır. Yine mü’min, dünyada huzura ve devlet gibi nimetlere, âhirette de cennete hak kazanabilmek için sâlih amel sahibi olmak zorundadır. “Sâlih amel” sahibi olmanın temel özelliklerinden biri, sâlih kelimesinin türevi olan “ıslah edici” özelliğidir. Yeryüzünden fitne ve fesâdı tümüyle kaldırma göreviyle sorumlu olan mü’minler 3650, kendi yaşayışlarıyla en küçük çapta fesâda sebep olmamalıdırlar. İnsanla ilgili “mekr”in fesâda yol açmaması ve insanları ıslaha yöneltmesi çok zor ve hassas bir denge gerektirir. Bu zorluğu da her mü’minin aşması mümkün değildir. Ve mü’minlerin temel özelliklerinden biri de “sırât-ı müstakîm” yolcusu olmaktır.3651 Yani, dosdoğru yolda dosdoğru yolcu olmak. Bunun da “mekr” gibi hileli yollara normal olarak zıt düşeceği âşikârdır.
Kâfirlerin şirk için cihad etmelerine 3652 karşılık, mü’minlerin Allah yolunda cihad etmeleri emredilmiştir. Kâfirlerin tâğut yolunda savaş yapmalarına karşı, mü’minlerin Allah yolunda mukatele ettikleri belirtilmiş ve şeytanın dostlarına karşı mü’minlerin savaşmaları emredilmiştir.3653 Mü’minler, ğazaba uğramış yahûdiler gibi “sen ve Rabbin gidin kâfirlerle savaşın, biz burada oturacağız.”3654 diyemezler. Allah, bizim elimizle kâfirlere ceza vermek istemektedir. “Onlarla savaşın ki Allah, sizin ellerinizle onlara azâb etsin, onları rezil etsin, sizi onlara gâlip kılsın ve mü’min toplumun kalplerini ferahlatsın.”3655 Mü’minler, her şeyden evvel, Allah’ın emrinde O’nun kulu, cündü/askeri, hizbi/taraftarı olmak zorundadır. Yeryüzünün halifesi vasfını da bu fesadı önleyip ıslahı ikame etmeleriyle kazanacaklardır. Bütün bunlara rağmen, yukarıdaki gerekçeyle ilgili olmalıdır ki, mekr ve hile yapan kâfirlere karşı mü’minler de uluorta aynı silâhı kullanamazlar. Köpek kendilerini ısırınca onlar da köpeği ısırmaya kalkmazlar, kendilerine yakışan şekilde, insanî biçimde onu cezalandırırlar.
İşin bir de şu yönü düşünülebilir: Mekr, yani tuzak ve hile aldatma o kadar çirkin fiildir ki, bu suçun cezâsını, aynı cinsten olmak üzere hemen Allah veriyor,
3650] 2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39
3651] 1/Fâtiha, 6; 41/Fussılet, 30
3652] 31/Lokman, 15
3653] 4/Nisâ, 76
3654] 5/Mâide, 24
3655] 9/Tevbe, 14
MEKR / TUZAK
- 809 -
mü’min kullarını devreden çıkarıyor. Cezâsının benzer şekilde mü’minler tarafından verilmesi, belki bu cezânın misliyle, âdil ve âcil olarak verilmesini geciktirebilir, hatta ihmal ettirebilir. Çünkü kâfirlerin mekrine karşı her yerde ve her zaman mü’minler görev bilincine, adâlet ve güce sahip olmayabilir. O yüzden her şeyi sebebe bağlayan Allah, bu konuda sebepleri kaldırıyor, mü’min kullarını devreden çıkarıyor, mekrin cezâsını daha dünyada iken bizzat Kendisi misliyle veriyor, mekre mukabelede bulunuyor.
Mü’minler, bütün kâfirler kendilerine karşı birleşseler, tüm hile ve desiseleriyle üzerlerine çullansalar, hileleri bozacak bir Allah’a güvendikleri için, kâfirlerin tuzaklarından korkmazlar, dâvâlarından geriye dönüp değişmezler, hatta bu durumlar onların imanlarını daha da arttırır. “Bir kısım insanlar mü’minlere; ‘Düşmanlarınız size karşı toplandılar; aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırmış ve ‘Hasbünallah ve ni’me’l-Vekîl -Allah bize yeter. O ne güzel vekildir-’ demişlerdir. Bunun üzerine, kendilerine hiçbir fenâlık dokunmadan, Allah’ın nimet ve keremiyle geri geldiler. Böylece Allah’ın rızâsına uymuş oldular. Allah, büyük kerem sahibidir. İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer mü’min iseniz onlardan korkmayın; Benden korkun. Küfre, inkâra koşuşanlar sana hüzün/kaygı vermesin. Çünkü onlar, Allah’a hiçbir zarar veremezler. Allah onlara, âhiretten yana bir nasip bırakmak istemiyor. Onlar için çok elemli/acıklı bir azap vardır. Şurası muhakkak ki, imanı verip küfrü/kâfirliği (satın) alanlar, Allah’a hiçbir zarar veremezler. İnkâr eden kâfirler sanmasınlar ki, kendilerine mühlet vermemiz onlar için daha hayırlıdır. Onlara ancak, günahlarını arttırmaları için fırsat veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.” 3656
Mü’minler, bilmelidirler ki, kendileri doğru yolda olduktan, Kur’an’a uyduktan, Allah’ın dinine yardım ettikten sonra, kendilerine kâfirlerin hiçbir planı, hile ve desisesi, güç ve zulmü zarar veremeyecektir. “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz hidâyette/doğru yolda olunca dalâletteki sapan kimse(ler) size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.”3657 Bu âyetten, nemelâzımcılığa yol bulmak çok yanlıştır. Bu âyet, Kur’an bütünlüğünde değerlendirildiğinde, şöyle anlaşılır: Bir mü’min Rabbine karşı, kendine, ailesine ve çevresine karşı vazifelerini yapar, insanlara ma’rûfu emreder, münkerden yasaklar, sâlih amellerle çevresini ıslah eder ve fesadı önlemeye çalışırsa, başkalarının yoldan sapması ondan sorulmaz ve ona dalâletteki sapıklar zarar veremez.
“Eğer siz sabreder ve ittika ederseniz/sakınırsanız onların “keyd”i (hileli düzenleri) size hiçbir zarar veremez.” 3658
“De ki: ‘Ortaklarınızı çağırın, sonra bana (istediğiniz) “keyd”i/tuzağı kurun ve bana göz bile açtırmayın! Şüphesiz ki, benim velîm o Kitab’ı indiren Allah’tır. Ve O, bütün sâlihlere de velîlik eder.” 3659
“Eğer sana hud’a/hile yapmak isterlerse, şunu bil ki, Allah sana kâfidir. O, seni yardımıyla ve müminlerle destekleyendir.” 3660
“Yahut bir keyd/tuzak mı kurmak istiyorlar? Asıl keyde/tuzağa düşecek olanlar, inkâr
3656] 3/Âl-i İmrân, 173-178
3657] 5/Mâide, 105
3658] 3/Âl-i İmrân, 120
3659] 7/A’râf, 195-196
3660] 8/Enfâl, 62
- 810 -
KUR’AN KAVRAMLARI
edenlerdir.” 3661
“Gerçekten Allah, kâfirlerin “keyd”ini, hileli düzenlerini boşa çıkarıcıdır.” 3662
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz, Allah da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar (hak yoldan kaydırmaz). İnkâr eden kâfirlere gelince, onların hakkı yıkımdır. Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmıştır. Bunun sebebi, Allah’ın indirdiğini beğenmemeleridir. Allah da onların amellerini boşa çıkarmıştır. Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görsünler? Allah onları yere batırmıştır. Kâfirlere de onların benzeri vardır. Bu, Allah’ın mü’minlerin yardımcısı olmasından dolayıdır. Kâfirlere gelince, onların yardımcıları yoktur.” 3663
Bugün, kâfirlerin, egemen tâğûtî güçlerin, İslâm dışı ve düşmanı düzenin, derin devletin, dünya emperyalizminin, İsrail ve dostlarının, globalleşen dünya müstekbirliğinin her çeşit psikolojik ve fizikî savaş araçlarına başvurması, medya gibi kitlesel imha silâhlarını müslümanlarla savaş için kullanması, uydulardan bile yararlanması, ajan ve provakatörleri cemaatlerin içine sızdırması, yani çeşitli mekr içinde bulunması mü’minleri hiçbir şekilde ümitsizliğe düşürmemelidir. Çünkü onların bu güç ve hilelerine karşılık kendi güçlerini değil, Allah’ın gücünü değerlendirmelidirler. Plan ve hesaplarına, mekrlerine karşı, Allah’ın mekri karşılarında olacaktır. “Lâ kuvvete illâ billâh -Kuvvet yalnız Allah’ındır, O’ndan başkasının kuvveti yoktur-” 3664 “Bütün kuvvet, tümüyle Allah’a âittir.” 3665
Mü’min, kulluk görevini yerine getirmek için İlâhî emirlere uysun, yeter; gerisi kendiliğinden gelecektir. İbâdet/kulluk için yaratılan insan, bunu unutuyor, Allah’ın görev olarak üzerine yüklemediği ağır ve kaldıramayacağı sorumluluğa soyunuyor, meselâ ille de devlet kurması gerektiğini düşünüyor ve bunun için gayr-ı meşrû çalışmalara dalıyorsa, bunun suçu Kur’an’a uymadığı, ya da İslâm’ı yanlış anladığı için kendisine âittir. İbâdetin/kulluğun içinde, yani İlâhî görevlerin içinde neler varsa, gücünün yettiği oranda mü’min kul onunla uğraşır, neticeyi Allah’a bırakır. O niyet ve amelinden, inanç ve gayretinden sorumludur, devlet kurmaktan veya dünyayı değiştirmekten değil. Bunun için düşmanını gözünde büyütmemeli, korku ve ümitsizliğe düşmemelidir. Hizmet edeceğim diye, gayr-ı meşrû araçlarla neticeye gitme gafletinde bulunup Allah’a isyan etmiş olmamalıdır. Ava giderken avlanmamalı, değiştirmek istediği kimselere benzememeli, onların kendisini kendilerine benzetmelerinden sakınmalı, onları memnun etmeye, boş yere uğraşmamalıdır.
Mü’minler, kâfirlere karşı kendilerine yardımcı olacak Allah’a sahip iken, dünyada ümitsizlik içinde olabilir mi? Nerede ve hangi şartlarla imtihan ediliyor olursa olsunlar, mü’minler kendilerini güçsüz, zayıf, kâfirlerin hilelerini gözlerinde büyüten görev kaçkını olabilirler mi? Olabilirlerse nasıl ve ne kadar mü’min olabilir ve kalabilirler?
Kâfirlerin hesabı varsa, Allah’ın da bir hesabı vardır. Zâlimin zulmü varsa,
3661] 52/Tûr, 42
3662] 8/Enfâl, 18
3663] 47/Muhammed, 7-11
3664] 18/Kehf, 39
3665] 2/Bakara, 165
MEKR / TUZAK
- 811 -
mazlumun da Allah’ı var. Kâfirlerin tuzakları, oyunları, dolapları, planları varsa, onları kendi ayaklarına dolandıracak, başlarına geçirecek, oyunlarını bozacak Allah vardır.
“Allah’ın nûrunu ağızlarıyla (üfleyip) söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler hoşlanmasalar da, istemeseler de, Allah nûrunu tamamlamaktan asla vazgeçmez.” 3666
Peygamberimiz de mü'minlere mekri yasaklamıştır. “Mekr/hile ve tuzak planlamayınız. Mekr işleyen sûikastçıya yardım da etmeyiniz. Çünkü Allah ‘kötü tuzak ancak sahibine dolanır’ buyurmuştur."3667 Ayrı bir hadiste de “bir mü’mine zarar veren veya hile yapanın mel’un olduğu”3668 bildirilmektedir.
Tefsirlerden İktibaslar
"(Yahûdiler gizlice) mekr (tuzak, hile plan, strateji) kurdular; Allah da onların mekrine karşılık verdi. Allah mekr edenlerin en hayırlı/güçlü olanıdır." 3669
İsrailoğullarının büyük bir kısmı Hz. İsa’yı öldürmek için hile yaptılar, sinsice tuzak kurdular. Allah da onların plan ve hazırlıklarını boşa çıkarttı. Onlardan birini İsa’ya benzetti. İsa’yı da katına yükselterek kâfirlerden korudu. Kâfirleri ise cezalandırdı, onları derece derece azaba yaklaştırdı. Onlar için âhirette şiddetli bir azap vardır. Şüphesiz Allah hile yapanlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır. Allah’ın mekr sıfatı kendine ait bir sıfattır, kullarınkine benzemez. Bu sıfat O’nun şânına lâyıktır ve hayırlıdır. Onun mahiyetini ancak Allah bilir.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Havâriler öyle dedi, diğerleri de hile ve sûikast yaptılar. Bu zamirin lafız bakımından yakınlığı sebebiyle havarilere gönderilmesi ve bunların hepsinin yardım vaadinde sebat edemeyip içlerinde hile edenlerin de bulunduğu mânâsı anlaşılabilirse de, mânâ yönünden bu hile küfreden İsrailoğullarına aittir. Yani İsa, İsrailoğullarının inkârını hissetti, yardımcı aradı, havariler kendine yardım anlaşması yaptı, diğer taraftan küfürleri anlaşılan İsrailoğulları da hile yaptılar. O sosyal yapıya bu şekilde hile karıştı, tamam olmadı, bir seçime daha muhtaç oldu ki, o da Muhammed Mustafa ile olacaktır.
Mekr, karanlık, gizli, hissedilmeyecek hile ile diğerine zarar vermeye çalışmaktır. İsrailoğullarının buradaki hileleri, Hz. İsa'ya komploları, yani Allah'ın kelimesini yok etmek için gizli gizli tedbirlere teşebbüs edip birden bire onu öldürmek üzere el altından birtakım kimseler tayin etmiş olmalarıdır. Ve hıristiyanların sözüne göre bu hileye havarilerden birisi de iştirak etmiş ve kâfirlere casusluk yapmış. Bu sûikast, Hz. İsa'nın hem maddî hayatına, hem manevî hayatına yönelmişti. Bir taraftan zulüm yaparak kendini öldürmek, diğer taraftan davet ettiği tevhid dinini, kelimesini kaldırmak için mekir, hile ve hud'a düşünülüyordu. Gerçekte "İsa" demek de dini, kelimesi demekti. Artık İsa'nın çekilmesi zamanı gelmiş idi, fakat daha ölmeyecekti. İsrailoğulları bu hile dolayısıyla hıristiyanlığa bir hayli şeyler soktular, karıştırdılar, fakat arzularına erişemediler. İsa'yı öldüremediler. Hıristiyanlığı ortadan kaldıramadılar. Onlar hile yaptılar Allah da onlara hile yaptı, onları hileden menetmedi, fakat hilelerinin cezasını verdi.
3666] 9/Tevbe, 32; 61/Saff, 8
3667] Fahreddin er-Râzi, Mefâtihu’l-Gayb, c. 26, s. 34-35
3668] Tirmizî, Birr 27
3669] 3/Âl-i İmrân, 54
- 812 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Gerçekten Allah mekredenlerin hayırlısıdır. Onun hilesi, başkalarınınki gibi şer ve zarar vermeyi hedef alan bir hile olmadığı gibi; keşfi mümkün, önüne geçilebilir, durdurulur bir hile de değildir. Hatıra ve hayale gelmez, engin sırlarına erilmez yönlerden çevirir; imandan, doğruluktan çıkan, küfür ve hileye sapanların belalarını verir. Buna göre Allah'ın mekri lügat bakımından bilinen şer mânâsıyla değil, ona ceza olan ve müşâkele (şekli bir, mânâsı zıt kelime getirmek) suretiyle hile denilebilen bir hayırdır. Hatta ilâhî hile hile yapanlar için bile bir hayrı içerir. Çünkü onlara bu şekilde hilenin fenalığını, cezasını anlatır da uyanmalarına, tevbe etmelerine sebep olur.
Kendi peygamberleri İsa'ya (selâm üzerine olsun) inanmayan yahudilerin tezgâhladığı tuzak gerçekten enine boyuna büyük bir tuzaktır. Yahudiler İsa'ya (selâm üzerine olsun) ve erkek eli değmemiş olan annesine iftira ettiler. Bir ara Meryem ile evlenmek isteyen fakat İncil'lerinde belirttiği gibi, onunla evlenmeyen Yusuf en-Neccar ile ilişki kurmakla suçladılar... Ona yalancılık ve sihirbazlık itham ettiler. Kendisini Roma İmparatoru Platos'a jurnal ettiler; Hz. İsa'nın halkları hükümete karşı ayaklandıran bir "anarşist" olduğunu ileri sürdüler! Halkların inançlarını sarsan ve karıştıran büyücü biri olarak göstermeye çalıştılar! Nihayet, Kral O'nu kendi elleriyle cezalandırmaları için Yahudilere teslim etti. Platos putperest olduğu halde, adamın bu suçu işlemiş olduğunu gösteren hiçbir şüphenin izine rastlamamıştı. Bu onların kurdukları desîselerden sadece bir tanesidir.
"Yahûdiler İsa'ya karşı komplo düzenlediler. Allah da onların komplolarını boşa çıkardı."3670 Burada onların planları ile Allah'ın planları arasındaki benzerlik yalnız ifade biçiminde göze çarpmaktadır. Tezgâh; plan demektir. Karşılarına Allah'ın planını çıkarmakla onların tezgâhlarının ve hilelerinin ne kadar gülünç olduğunu ortaya koyuyor. Onlar nerede; Allah nerede? Onların tezgâhları nerede Allah'ın plânları nerede? Onlar Hz. İsa'yı (selâm üzerine olsun) asmayı ve öldürmeyi istediler. Allah ise, O'nu vefat ettirmeyi ve kendisine yükseltmeyi diledi. Küfredenlerin arasında yaşamaktan, pis ve aşağılık yaratıklar olanlardan arındırmak ve kıyamet gününe kadar O'na bağlananları kâfirlere üstün kılmakla ikramda bulunmak istedi. Neticede Allah'ın dilediği oldu. Ve Allah tuzak peşinde koşanların tezgâhlarını etkisiz bıraktı: "Hani Allah şöyle demişti: "Ey İsa, ben senin canını alacak, katıma yükseltecek ve kâfirlerin iftiralarından arındıracağını, sana uyanları da kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra hepiniz bana döneceksiniz. Ve ben anlaşmazlığa düştüğünüz konularda aranızda hüküm vereceğim." 3671
Fakat O'nun vefatı nasıl gerçekleşti ve o nasıl yükseltildi... Bu konu Allah'tan başkasının yorumunu bilemeyeceği "müteşabih" kapsamına giren gayb meselesidir. Onları araştırmakla elde edilecek yararlı bir sonuç yoktur. Ne inançta ne de hukukta bunun bir yararı olmaz. Bu meselelerin peşine düşenler ve onları tartışma konusu edenler sonunda kuşkuya kapılırlar, kafaları karışır ve çıkmaza girerler. Allah'ın bilgisine havale edilen bu meselede ne kesin bir gerçeğe ne de gönül huzuruna kavuşabilirler. Allah'ın İsa'ya bağlı olanları kıyamet gününe kadar kâfirlerden üstün kılacağı meselesine gelince burada yorumda bulunmak zor olmayacaktır. Ona bağlı olanlar Allah'ın doğru dinine... İslâm'a iman edenlerdir. Tüm peygamberlerin gerçekliğini tanıdığı, her peygamberin kendisine çağırdığı
3670] 3/Âl-i İmrân, 54
3671] 3/Âl-i İmrân, 55
MEKR / TUZAK
- 813 -
Allah'ın gerçek dinine iman eden herkesin inandığı dine iman edenlerdir... Bu nitelikleri taşıyanlar ise, Allah'ın terazisinde kıyamete kadar kâfirlerden üstündür. İman gerçeği ve bağlılık gerçeği ile kâfirlerin ordusuna karşı koydukları sürece bu üstünlük somut bir hakikat olarak hayatta gözlenecektir. Allah'ın dini tektir. Meryem oğlu İsa'da kendisinden önceki ve sonraki peygamberlerin getirdiği gerçeğin aynısına çağrıda bulunmuştur. Hz. Muhammed'e (s.a.s.) uyanlar, Âdem'den (selâm üzerine olsun) zamanın sonuna kadar geçen bütün peygamberler kervanına uymuş olurlar.
Bu kapsamlı anlayış, sûrenin anlatımına ve bu anlatımın üzerinde yoğunlaştığı din gerçeğine de uygun düşmektedir. Ayetler Allah'ın, Hz. İsa'ya (selâm üzerine olsun) haber vermesi sayesinde hem müminlerin hem de kâfirlerin son duraklarına da değinmektedir. "Sonra dönüşünüz yalnız Banadır"
"Hani Allah şöyle demişti; ‘Ey İsa, ben senin camı alacak, katıma yükseltecek ve kâfirlerin iftiralarından arındıracağım, sana uyanları da Kıyamet gününe kadar kâfirlere üstün kılacağım. Sonra hepiniz bana döneceksiniz ve ben anlaşmazlığa düştüğünüz konularda aranızda hüküm vereceğim."
"Kâfirler var ya, onları ağır bir azaba çarptıracağım, onların hiçbir yardımcısı olmayacaktır."
"İman edip salih ameller (iyi işler) yapanlara gelince Allah onların mükâfatlarını eksiksiz olarak vérecektir, Allah zâlimleri sevmez." 3672
Bu âyetlerde cezânın ciddiyeti ve asla şaşmayan, hiçbir yersiz umut ve iftira ile ilişkisi olmayan adâletin ciddiyeti açıklanıyor. Bu, kendisinden kaçılamayacak Allah'a dönüştür. Ayrılığa düşülen konularda Allah'ın hiçbir şekilde reddedilemeyecek hükmünü vermesidir. Kâfirler için hem dünya hem de ahirette ağır bir işkencedir ve kimse onlara destek olmayacaktır. İman edenlere sâlih amel işleyenlere mükâfatları hiçbir arttırma ve eksiltmeye yer verilmeksizin verilişidir... "Allah zâlimleri sevmez..."3673 Zâlimleri sevmediği halde zulmetmekten uzaktır.
"Hile ile onsa fare onar."
"Hileyi irtikâb etme ki hazer / Denilsin nâmına bir er oğlu er."
3672] 3/Âl-i İmrân, 155-157
3673] 3/Âl-i İmrân, 57
- 814 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mekr Kavramıyla İlgili Âyet-i Kerimeler
a- “Mekr” ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 43 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 54, 54, 54; 6/En’âm, 123, 123, 124; 7/A’râf, 99, 99, 123, 123; 8/Enfâl, 30, 30, 30, 30; 10/Yûnus, 21, 21, 21, 21; 12/Yûsuf, 31, 102; 13/Ra’d, 33, 42, 42; 14/İbrâhim, 46, 46, 46, 46; 16/Nahl, 26, 45, 127; 27/Neml, 50, 50, 50, 50, 51, 70; 34/Sebe’, 33; 35/Fâtır, 10, 10, 43, 43; 40/Mü’min, 25; 71/Nûh, 22, 22.
b- Hile: Mahâret ve çâre anlamında Hîle Kelimesinin Geçtiği Âyet: 4/Nisâ, 98
c- Hud’a ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 5 Yerde): 2/Bakara, 9, 9; 4/Nisâ, 142, 142; 8/Enfâl, 62.
d- Keyd ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 35 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 120; 4/Nisâ, 76; 7/A’râf, 183, 195; 11/Hûd, 55; 12/Yusuf, 5, 5, 28, 28, 33, 34, 50, 52, 76; 8/Enfâl, 18; 20/Tâhâ, 60, 64, 69; 21/Enbiyâ, 57, 70; 22/Hacc, 15; 37/Sâffât, 98; 40/Mü’min, 25, 37; 52/Tûr, 42, 42, 46; 68/Kalem, 45; 77/Mürselât, 39, 39; 86/Târık, 15, 15, 16, 16; 105/Fîl, 2.
e- Mihâl Kelimesinin Geçtiği Âyet: 13/Ra’d, 13.
f- Tağrîr ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 27 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 24, 185; 4/Nisâ, 120; 6/En’âm, 70, 112, 130, 196; 7/A’râf, 22, 51; 8/Enfâl, 49; 17/İsrâ, 64; 31/Lokman, 33, 33, 33; 33/Ahzâb, 12; 35/Fâtır, 5, 5, 5, 40; 40/Mü’min, 4; 45/Câsiye, 35; 57/Hadîd, 14, 14, 14, 20; 67/Mülk, 20; 82/İnfitâr, 6.
g- Ğaşş ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 29 Yerde): 2/Satada. 7; 3/Âl-i İmrân, 154; 7/A’râf, 41, 54, 189; 8/Enfâl, 11; 10/Yûnus, 27; 11/Hûd, 5; 12/Yûsuf, 107; 13/Ra’d, 3; 14/İbrâhim, 50; 20/Tâhâ, 78, 78; 24/Nûr, 40; 29/Ankebût, 55; 31/Lokman, 32; 33/Ahzâb, 19; 36/Yâsin, 9; 44/Duhân, 11; 45/Câsiye, 23; 47/Muhammed, 20; 53/Necm, 16, 16, 54, 54; 71/Nûh, 7; 88/Ğâşiye, 1; 91/Şems, 4; 92/Leyl, 1.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur'an Ansiklopedisi, c. 13, s. 147-151; c. 2, s. 417-424
2. İlâhi Kanunların Hikmeti (Sünnetullah), Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. , İst. 1997s. 309-330
3. İslâm Hukukunda Hakkın Kötüye Kullanılması, Saffet Köse, İFAV Y.
4. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. (Mekr:), c. 4, s. 122; (Hud'a: Talat Sakallı), c. 3, s. 12; Hile c. 2, s. 438-439; Hile-i Şer'iyye: c. 2, s. 439-440; Hilekârlık: c. 2, s. 440
5. İslâm Hukukunda Kanuna Karşı Hile (Hile-i Şer’iyye), Saffet Köse, Birleşik Y.
6. İslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, Mehmet Erdoğan, İFAV Y. s. 96-98

Cumartesi, 06 Şubat 2021 19:42

MESH (“AŞAĞILIK MAYMUNLAR OLUN!”)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

MESH (“AŞAĞILIK MAYMUNLAR OLUN!”)


- 759 -
Kavram no: 126
İlâhî Ceza 6
Bk. Hayvanlar; Yahûdiler; Halk/Yaratma; İnsan
MESH
(“AŞAĞILIK MAYMUNLAR OLUN!”)


• Mesh; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Mesh Kavramı
• Tarihten Günümüze; Efsâne ve Destanlara Kadar Mesh’in Yansıması
• Maymun Soyu, İnsandan mı Oluşmuştur?
• İnsandan Maymuna; Maymundan İnsana Değil!
• İğrenç Bir İddia: İnsanın Maymundan Türemesi
• Maymunlaşmak ve İslâmî Kişilik
• Maymunlaşmanın Bir Göstergesi: Taklitçilik
• Maymunlaşmanın, Taklidin Uzantısı: Bâtıllara Benzemek
• Maymunlaşma Sebebi: Hîle-i Şer’iyye Denilen “Hîle-i Şerriyye”
“İçinizden Cumartesi günü azgınlık edip de, bu yüzden kendilerine: ‘Aşağılık maymunlar olun!’ dediklerimizi elbette bilmektesiniz. Biz bunu (maymunlaşmış insanları), hâdiseyi bizzat görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret dersi, müttakîler için de bir öğüt vesilesi kıldık.”3431
Mesh; Anlam ve Mâhiyeti
“Mesh” (mim, sin, hı –noktalı h-) Şeklin bozulması, cismin kendi aslî şeklinden çıkması, kılık değiştirmek, hilkat garibesi anlamlarına gelir. “Mesh”, bir sûreti, kendisinden daha kötü ve çirkin bir şekle çevirme veya o şekle girme demektir. Bir insan şeklinin değiştirilip hayvan şekline konulmasına “mesh” denir. Türkçeye “başkalaşım” diye tercüme edebileceğimiz mesh’e, batı dillerinde “memamorfoz” (metamorphose) denilir.
Mesh, yalnız mânevî veya hem sûret (görünüş olarak), hem de sîret (mânevî durum, hal ve hareketler, ahlâk ve karakter) olmak üzere iki türlüdür. Mânevî mesh, ahlâk ve karakterlerdeki düşüklükle sonuçlanan psikolojik değişme; hakiki ve tam mesh de ahlâkî çöküntü ile birlikte hayatî ve şekil/beden değişikliğini de doğuran dönüşümdür. Tam ve gerçek değişime uğrayanlarda tenâsül/üreme olmaz. Geçmiş ümmetlerde, özellikle İsrâiloğullarında mesh vuku bulmuştur. Hıristiyanlarda da, Hz. İsa’nın mâide/sofra mûcizesi konusunda inkârcıların meshe uğradıkları rivâyet edilir. Hz. Muhammed ümmetinden, peygamberimiz’in âlemlere rahmet olarak gönderildiği için tam meshin kaldırıldığı hadis rivâyetleriyle belirtilir.
İsrâiloğullarından Allah'a isyanda ısrar eden ve Allah’la alay eder gibi yasakları hevâları istikametinde te’vil edenlerin, Allah’ın lânet ve gazabının bir sonucu
3431] 2/Bakara, 65-66
- 760 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olarak mesh cezasına çarptırıldıkları Kur’an’da açıklanır. Bu insanların ibâdet ve istirahat günleri olan cumartesi gününün kutsiyet ve yasağını çiğnediklerinden, içlerinden bazılarının ısrarlı öğütlerini de kibirlerinden dolayı dinlemeyip bile bile isyanda bulunmaya devam ettiklerinden dolayı böylesine dehşetli bir cezaya çarptırıldıklarını Kur’an haber vermektedir.
Mesh olayının nasıl olduğu konusunda görüş ayrılıkları vardır. Âlimlerin çoğu onların fiziksel olarak maymuna çevrildikleri görüşündedirler. Bazı az sayıda bazı müfessir ise, onların o zamandan itibaren maymun gibi davranmaya başladıklarını, yani zihniyet ve karakter olarak maymunlaşmış olduklarını söylerler. Bunların başında, tâbiîn’in meşhurlarından müfessir Mücâhid gelir. Mücâhid’e göre Allah onların fizyolojik yapılarını değil; sadece kalplerini döndürmüştür.
Fahreddin Râzî, maymunlaşmanın hem fizyolojik hem karakter yönüyle, yani tam bir mesh olduğunu kabul ederek Mücâhid’in görüşünü delilleriyle çürütmeye çalışır. Meshin delillerle sâbit olduğunu, âyeti zahirî manasına almak mümkün olduğu müddetçe te’vile ihtiyaç olmadığını belirtir. Fakat şu ilâveyi de yapar: “Bununla beraber, Mücâhid’in zikrettiği husus da gerçekten pek uzak olan bir ihtimal değildir. Çünkü insan, mûcizelerin ve delillerin ortaya çıkmasından sonra da câhilliğinde devam ederse, örfte böyle olana bazen, ‘o eşektir, maymundur veya maymun kafalıdır’ denilir. Bu mecaz, zâhir ve meşhur mecazlardan olunca, bu manaya varmak mahzurlu değildir. ” 3432
İbn Kesir de, âyetin zâhirine aykırı düştüğü için Mücâhid’in görüşünü garip görür. İbn Abbas’dan nakiller yaparak meshin tam ve gerçek anlamda olduğunu belirtir. 3433
Elmalılı Hamdi Yazır, çok kesin ifadelerle olmasa da, meshin mânevî ve mecâzî olduğu anlayışını tercih etmektedir. O, bu olayı şöyle yorumluyor: Onlar verdikleri sözde durmadılar. Ahde vefâ etmek, insanlık borcu ve gereği iken ona yanaşmadılar. İşte bu sebeple insanlığın gereklerinden olan ilim ve idrâk, mârifet ve iz’andan mahrum edilerek maymun kılıklı, sefil, boynu bükük ve sürünen kimseler oldular ki, buna mesh tâbir olunur. Bunlar, dış görünüşüyle kuyruklu maymunlara mı döndüler? Yoksa dış görünüşüyle insan şeklinde oldukları halde, iç dünyaları ve huyları itibariyle mânen maymun gibi mi oldular? Bunun tefsirinde iki görüş vardır. Tefsircilerden pek çoğu, âyetin lafzına ve zâhirine nazaran tam ve gerçek bir mesh (şekil değişikliği) olduğunu söylemişlerdir. Mücâhid’in görüşü olan neshin mânevî olduğu, zamanımızın anlayışına daha uygun görünmektedir. Gerçi hakikate nazaran, sûretçe değişiklik mânevî değişmeden daha müşkil ve daha mühim değildir. İnsanlık şiarlarının söndüğü bir bedenin dış yüzüyle dahi maymun sûretini alıvermesi, iyi düşünülürse, hemen hemen normal bile görülebilir. Allah korusun, çeşitli hastalıklar ile kılığını değiştirmiş nice bedenlere tesadüf edilegelmiştir.
Fakat hayvan şekilleri içinden özellikle maymun sûretinin zikredilmesi, herhalde mânevî meshin ehemmiyetine bir karîne gibidir. Aslında insan ile maymun arasındaki gerçek fark, yalnızca bir kıl, bir kuyruk farkı değildir. Akıl, mantık, huy ve ahlâk farkıdır. Maymunun bütün hüneri, taklit hissinin gelişmişliğindedir.
3432] Fahreddin Râzi, Mefâtihu’l Gayb (Tefsir-i Kebir) Terc. 3/68
3433] İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, 2/368
MESH (“AŞAĞILIK MAYMUNLAR OLUN!”)
- 761 -
Ama maymunun önünde günlerce ateş yakın, soğuk günlerde karşısında ısınmayı gösterin, sonra onu alıp bir kıra götürün, yanına kibrit, çıra, odun, kömür koyun, o yine de üşüdüğü zaman bunları bir araya getirip bir ateş yakamaz ve ısınmayı başaramaz. Bu kadarcık bile mantık ilişkisi gösteremez. Artık bunun üzerine terettüp edecek aklî işlemlerin derecesini tasavvur edin. İşte mânevî dünyası meshe uğramış olan insanlar da böyledir: Onlar kör bir taklitten başka bir şey yapamaz ve hayvanî duygularından öteye geçemezler. Bir bakıma insan gibi görünürler, hakikatte ise maymundan başka bir şey değildirler. Fındığı kırar yerler de bir fındık ağacı dikmeyi akıl edemezler. “Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar.”3434
Eğer âyet, ahlâkî bir dejenerasyona/bozulmaya işaret ise bu, her zaman ve her toplumda olur. İnsanlar nefislerinin kölesi oldukları zaman şeklen, sûreten değil; fakat sîreten, yani huy ve karakter itibariyle herhangi bir hayvanın karakterine girmiş olurlar. Bunlar şeklen insan görünseler de mânâda hayvan mertebesindedirler. Eğer âyet, şeklen bir değişim bildiriyorsa, o takdirde bazı insanların bozula bozula maymun kılığına dönmüş oldukları düşünülmelidir. Ancak, eski ümmetlerde vukû bulduğu kabul edilen bu şeklî dönüşüm, yani mesh olayı, bu ümmetten kaldırılmıştır. Yalnız insan, ahlâkını korumalıdır ki, nefsinin tutsağı olmasın; insan ahlâk ve sıfatından çıkıp herhangi bir hayvanın huy ve sıfatına bürünmesin.
Maymun taklitçidir; düşünce ile hareket etmez, ancak gördüklerini taklit eder. İşte, düşünmeden, gördükleri her hareketi taklit edenler de görünüşte olmasa bile gerçekte maymun huyuna, karakterine girmiş, maymun sîretine bürünmüş olurlar. Bazı İsrâiloğulları kabileleri, Allah’tan gelen bunca âyetleri düşünmeden, sıradan insanlardan gördükleri kötü hareketleri taklit ettikleri için maymun karakterini almış, maymun sîretine büründürülüp süründürülmüştür. Böylece hak yoldan çıkanların ne kötü bir sonuca düşeceklerine dair tüm toplumlara ibret olmuşlardır. 3435
Eskiden Afrika’da maymun avcıları ormana, içinde fındık dolu olan ağzı dar çömlekler bırakırlarmış. Maymun gelir, çömleğin içine elini uzatır, fındığı avuçlarmış. Eli dolu olunca çömleğin ağzından çıkamazmış. Fındık kıymetli olduğu için bırakmayı da düşünemezmiş, böylece avcı onu rahatlıkla yakalarmış.
Yahudiler tarih boyunca altının peşinde koşmaları nedeniyle topyekün katliamlara uğramışlar. Para için yapmadıkları aşağılık iş kalmamış; bu da, sonunda ırklarının bir avuç kalmasına sebep olmuştur. A’râf sûresinin 163. âyetinin açıklamasına göre yahudiler, deniz kenarında yaşıyorlar. Cumartesi günleri balıklar daha çok geliyor. Cumartesi günü de avlanmak yasak. Balıkları cumartesi günü denizden özel havuzlara alıyorlar, pazar günü de o havuzdan yakalıyorlar. Böylece insanlara yaptıkları hileyi Allah’a da yapmaya kalkıyorlar ama o cumartesi gününün önemini kavrayamamanın cezasını çekiyorlar.
Tarihin en eski milletlerinden olmalarına rağmen, nüfusları İspanyol çingenelerinin nüfusuna ulaşamıyor. Bu insanlar, siyaset de bilmiyorlar. Siyaset yapacağız derlerken bütün insanların kinini üzerlerine çekiyorlar ve ara ara topyekün imha
3434] 7/A’râf, 179; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y. I/317-318
3435] Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, 8/108-109
- 762 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ediliyorlar. Siyaset, aslında Peygamber Efendimiz’in yaptığı gibi bedevîyi medenî yapmak ve dünyaya adalet dağıtmaktır; böyle olmalıdır siyaset.
Biz de ne zaman cuma’nın değerini yitirdik, bugünkü durumlara düştük ve Batı’nın kötü bir taklitçisi olduk çıktık. Halbuki yahudilerin durumu bizim için iyi bir nasihat olmalıydı. Allah’ın günleriyle oynamanın, Allah’ın kullarıyla oynamanın, Allah’ın âyetleriyle oynamanın cezası, bazen bu dünyada acele veriliyor, bazen acıklı azabı âhirete bırakılıyor. Bu dünyada verilmesi, başkalarını caydırmak, müttakî mü’minlere de nasihat olması içindir. 3436
Seyyid Kutub bu konuda şunları söyler: Allah'a verdikleri sözden dönmelerinden dolayı cezaya müstahak olup, insanlıktan çıkıp hayvanlar derekesine düştüler. Evet, midesinin sesinden başka bir ses duymayan irâdesiz hayvanların derekesine... İnsanı insan kılan ve ulvîleştiren Allah verdiği söze itaatkâr kılan özelliklerden koparak o derekeye düştüler. Mutlak şekilde vücutlarıyla maymun olmaları gerekmez. Ruhları ve fikirleriyle maymunluğa çevrilmiş olabilirler. Fikir ve şuurun izleri umumiyetle yüzlere akseder. Temâyüllerin belirtileri de çok kere insanın dışına tesir ederek, ışığı temellere kadar ulaşabilir.
Bu kıssa ilk vuku bulduğu zaman, nasıl Hakk’a muhâlif olanları dizginlemiş ise, sonraki devirlerde de hakikatlere sırt çevirenleri susturan ibret ve nasihatlerle dolu bir hâdise olarak sürüp gelmektedir. Mü’minler için şüphesiz ki bu hâdiselerde büyük dersler vardır. 3437
Mevdûdî, olayın fiziksel bir değişim olduğu, yani meshin tam ve gerçek olduğu kanaatindedir: “Kur’an’ın ifadesi, bunun fiziksel bir değişme olduğuna işaret eder. Bence, onların mevcutları maymuna çevrilmiş, azabın en şiddetlisini çekmeleri için zihinleri insan olarak bırakılmıştır.” 3438
İsrâiloğulları, dünyaya aşırı şekilde meyl etmiş, para ve madde sevgisi gönüllerini kaplamıştı. Allah’tan sadece ibâdete ayıracakları, hiçbir dünya işiyle meşgul olmayacakları özel bir gün istemişlerdi. Allah da onların dünyevîleşen hayatlarını dinîleştirmek için cumartesi gününü seçti. Onlar, toplumsal zaaf halinde kendilerini saran dünyevîleşmenin ahtapot kollarının arasında bu yasağı da çiğnediler. Hâşâ Allah’ı kandırmak istercesine hile yoluyla te’villere saptılar. Cuma akşamından ağlarını denize geriyorlar, Cumartesi günü yasak sona erince balıkları topluyorlardı. Allah’a isyan etmenin, ilâhî yasağa uymamanın cezası da benzer şekilde ağırdı: “Aşağılık maymunlar olun!”
Mesh denilen bu cezanın mâhiyeti konusunda farklı tefsirler yapılmıştır. Bazılarının yaptığı gibi Kur’an’ın haber verdiği bu olayı, bin dereden su getirerek fizikî değil de, sadece karakter ve huylarının maymuna benzediği gibi te’viller yapmak doğru olmaz. Bazıları da olayın, Allah’ın bir cezası olarak gerçekleşen bir tür reenkarnasyon olduğunu ileri sürer. Ancak bu ve benzeri olaylar için daha açıklayıcı bilimsel bir bulgu şöyledir: Tarihin farklı dönemlerinde ender görülen bir belâ ve musîbet olarak kan kimyasındaki bozulma sonucunda insan şeklinin olağanüstü deforme olarak tıpkı hayvanlara benzer hale geldiği, British Colombia Üniversitesi profesörlerinden kan kimyacısı Dr. David Dolphi
3436] Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, I/145-146
3437] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, 1/159-160
3438] Mevdûdî, Tefhîmu’l Kur’an, I/84
MESH (“AŞAĞILIK MAYMUNLAR OLUN!”)
- 763 -
tarafından keşfedilmiştir. Buna tıpta Progeria hastalığı deniliyor. Batıda yaygın olan “kurt adam” ve hayvana dönüşen insan efsanelerinin kaynağını araştıran Dr. Dolphi’nin tesbitine göre, kanda meydana gelen bir hastalık sonucunda insanın organları şekil değiştiriyor, yüz ve beden tamamen hayvanlarda olduğu gibi kıllanıyor, bu illete yakalanan biri her haliyle insandan çok, bilinen bir hayvana benziyordu.
Allah bu olağanüstü alçaltıcı cezayı, ihanetlerine bir karşılık ve insanlığa bir ibret olsun diye vermişti onlara.3439 Allah’ın İsrâiloğullarına verdiği bu cezanın “maymunlaşma” biçiminde tecellî etmesinin hikmeti, İsrâiloğullarının tıpkı bir maymun gibi etraflarındaki putperest kavimleri körü körüne taklit etmeleri, peygamberleri tarafından uyarılmalarına karşın her seferinde düşmanlarının inancını ve kültürünü taklit pahasına öz kimlik ve kişiliklerini terk etmeleri olsa gerek. 3440
Kur’ân-ı Kerim’de Mesh Kavramı
“Mesh” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de sadece bir âyette, Yâsin sûresi, 67. âyetinde geçer. Bu âyetin dışında “mesh” kelimesi kullanılmamasına rağmen, meshin mâhiyeti, yani insanların çirkin bir şekle dönüşmesi olayı, Kur’an’da 3 yerde gündeme gelir. Bunlardan biri, Bakara, 65; diğeri aynı olayın daha ayrıntılı şekilde ele alındığı A’râf sûresi, 163-166. âyetleri; bir diğeri de Mâide sûresi 60. âyetidir. Bunların dışında, bir âyette de bu “mesh”e işaret edilip atıfta bulunularak, Allah tarafından birtakım yüzlerin silinebilecceğinden sakınılması gerektiği vurgulanır.
Allah, dilemiş olsa, insanı daha başka şekilde yaratabilirdi. Dilese, onun şeklini ve yapısını değiştirir. Tıpkı, dünya hayatındaki organların eski görevlerini göremeyecek hale getirilip, farklı organlara değişik fonksiyonlar vereceği âhiret âleminde insanın yapısını istediği kadar istediği şekilde değiştireceği gibi. “O gün onların ağızlarını mühürleyeceğiz; neler yaptıklarını ise elleri söyleyecek ve ayakları konuşacak. Eğer dileseydik gözlerini kör ederdik de, yolu bulmak için koşuşup dururlardı; o zaman nasıl görebileceklerdi? Dileseydik, oldukları yerde mesh eder/kılıklarını değiştirirdik de, ne ileri gidebilirler, ne de geri dönebilirlerdi. Kimin ömrünü uzatıyorsak, yaratılışını tersine çevirip onu çocuk gibi yaparız. Hâlâ akıllanmayacaklar mı?”3441
Allah, kötülük ve isyanda bilinçli olarak ısrar edenleri dünyada da rezil ve rüsvay eder, maskara maymunlara çevirir. Onlar, bir şey anlamayan, doğruyu bulamayan atalarına uydukları3442 ve bâtıl yol mensuplarının ya da zâlim tâğutların izini körü körüne tâkip ve taklit ettikleri için, maymunlaşırlar. Cezalar, suç cinsindendir. Bâtıl zihniyetlere uyup itaatte ve izini takip edip taklit etmekte aşırı gidenler de bu suçlarının cezasını bizzat maymunlaşarak çekerler; veya maymun gibi her gördüğünü bilinçsizce taklit eden ve başkalarına benzeyen kişiliksiz karakterle cezalandırılırlar. “İçinizden Cumartesi günü azgınlık edip de, bu yüzden kendilerine: ‘Aşağılık maymunlar olun!’ dediklerimizi elbette bilmektesiniz.”3443
3439] 2/Bakara, 66; 7/A’râf, 166
3440] M. İslâmoğlu, Yahudileşme Temâyülü, 80-81
3441] 36/Yâsin, 65-68
3442] 2/Bakara, 170
3443] 2/Bakara, 65
- 764 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mesh olayının Hz. Dâvud zamanında meydana geldiği ve Kudüs yakınlarında deniz kenarında bulunan “Eyle” ismindeki bir yerleşim yerinde meydana geldiği rivâyet edilir. Ama, Kur’an’da böyle bir açıklama yoktur. Zaten Kur’an, bu ve benzer olayları, kıssaları tarih ve coğrafyanın dar kafesleri arasına sokmaz; evrensel bir anlayışla ele alır ve her zaman için, her yerde vuku bulabilecek ibret vurgusunu öne çıkarır. Bu olay, tarihî bir bilgi olsun diye anlatılmıyor Kur’an’da. Mesh hâdisesi, o dönemde gözleri önünde cereyan eden bu dehşet verici olayın şahitleri için nasıl ibret dersi ise, bu olayı görmeyen taklitçi isyankârlar için de ibrettir; İsyandan sakınan müttakî mü’minler için de bir nasihattir, öğüttür: “Biz bunu (maymunlaşmış insanları), hâdiseyi bizzat görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret dersi, müttakîler için de bir öğüt vesilesi kıldık.”3444
Bu maymun kılığına sokulma, maymunlaşma olayı, A’râf sûresinde daha tafsilâtlı olarak anlatılır: “Onlara, deniz kıyısında bulunan şehir halkının durumunu sor. Hani onlar cumartesi gününe saygısızlık gösterip haddi aşıyorlardı. Çünkü cumartesi tatili yaptıkları gün, balıklar meydana çıkarak akın akın onlara gelirdi, cumartesi tatili yapmadıkları gün de gelmezdi. İşte böylece Biz, fıskları/yoldan çıkmalarından dolayı onları imtihan ediyorduk. İçlerinden bir topluluk: ‘Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli şekilde azap edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?’ dedi. (Öğüt verenler) dediler ki: ‘Rabbinize mâzeret beyan edelim diye, bir de sakınırlar ümidiyle (öğüt veriyoruz). Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca, Biz de kötülükten men edenleri kurtardık, zulmedenleri de yapmakta oldukları kötülüklerden ötürü şiddetli bir azap ile yakaladık. Kibirlenip de kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince onlara: ‘Aşağılık maymunlar olun!’ dedik.”3445
Allah, bu şekil ve huy değişikliğinin ne denli fecî olduğunu, dehşet veren kötülüğünü vurgulayarak, bu “mesh”in sadece maymunlaşma ile sınırlı olmadığını, bazılarının sîret veya sûretlerini domuza çevirdiğini de belirtir. Fahreddin Râzi ve Elmalılı’nın verdiği bilgilere göre ashâb-ı sebt, yani cumartesi yasağını ihlâl edenler maymun; Hz. İsa’nın mûcizesi olan sofrayı (mâide) inkâr edenler ise domuz olmuştur. Diğer bir rivâyete göre, her iki mesih de Cumartesi yasağını çiğneyenlere yapılmıştır. Bunların gençleri maymun kılığına, yaşlıları da domuz kılığına sokulmuşlardır.3446 “De ki: Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size haber vereyim mi? Allah’ın lânetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymunlar, domuzlar ve tâğuta tapanlar çıkardığı kimseler. İşte bunlar, yeri (durumu) daha kötü olan ve doğru yoldan daha ziyade sapmış bulunanlardır.”3447 Bu âyette “mesh”le birlikte bir vurgu daha yapılır; bazı kimselerin “tâğuta tapanlar kılınması”. Allah’a itaat edip O’na hakkıyla kul olmayı kendilerine yakıştıramayanlar, tâğutların kulu olacaklar; böylece de Allah’a teslim olup O’na ibâdet yerine; ilke ve prensiplerine, hüküm ve yasalarına itaat ettikleri tâğutlara tapmış olacaklardır.
Gerçek anlamda iman etmeyen ve Kitab’ın hükümlerini uygulamayan nankör ve yüzsüz insanlara, Allah’tan utanmadıkları ve bile bile isyan edip, doğruluk taslayarak yüzsüzlük yapanlara ceza olarak Allah dilerse cumartesi ashabına yaptığı gibi onların da yüzlerini dümdüz edecek, yüzsüzlüklerinin cezası olarak onları yüzsüz hale koyacaktır. Allah, dilerse, nankörlerin cezasını bu dünyada
3444] 2/Bakara, 66
3445] 7/A’râf, 163-166
3446] Fahreddin Râzi, a.g.e, 3/64-72; Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. 3/1725
3447] 5/Mâide, 60
MESH (“AŞAĞILIK MAYMUNLAR OLUN!”)
- 765 -
vermeye başlar ve verdiği nimetleri geri alır. En güzel şekilde yarattığı insana en güzel yeri olan yüzün güzelliğini siler, suratını ensesine benzetir.3448 Eğer insan, yaratılış güzelliklerine (fıtratına) uymaz, sözlerin ve kanunların en güzeli olan Kitab’a tâbi olmazsa suratsız olmaktan korkmalıdır. Sîreti bozuk olanların suratlarını da Allah bozacaktır; âhirette ve ibret olarak bazılarını bu dünyada. Örnek olarak, zikirden (Kur’an’dan) yüz çevirenler, kıyamet günü kör olarak haşredileceklerdir.3449
En güzel şekilde yaratılan insan, bu üstün ruh ve beden yeteneklerini serbest iradesiyle kötüye kullandığında, varlıkların en aşağı mertebesinde yer alacaktır.3450 Hayvanlar, ilimden kültürden mahrum yaşarlar. İnsanlar ise, ilimsiz, eğitimsiz, güzel faaliyet ve faydalı davranışlardan uzak yaşayamazlar. İman, ilim ve kültür, insan davranışına etki etmiyorsa, okuduğu Allah’ın kitabı bile olsa, onu aşağılık durumdan kurtarmayacaktır. Kitap, insanlara amel edilmesi için gönderilmiştir; aksi takdirde yük olmaktan öte bir fayda sağlamayacak, cahil hayvanlar gibi o da kültürlü bir hayvan, kitap yüklü bir eşek olacaktır.3451
Gökteki ve yerdeki varlıkları hizmetine musahhar kıldığı insan3452, verilen emanetlere ihanet edip şükredeceği yerde nankörlük ettiğinde, iman etmesi gerektiği halde kâfir olduğunda, yürüyen canlıların en şerlisi/kötüsü damgasını yiyecektir.3453 Bu gibi kimseler, akıllarına ve kendilerine ulaşan ilâhî tebliğe uymayıp, sırf hayvanî duygularına göre hareket etmeleri bakımından hayvanlara benzetilmiştir. Hayvanların hareketlerinin kendilerine verilen güç ve yeteneklerin yaratılış amaçlarına uygun olmasına karşı, böyle kimselerin davranışlarının bu özellikten yoksun bulunmasından ötürü de onlardan gidişçe daha sapık oldukları belirtilmiştir. Bu durumda, düşünmedikleriz ve ömürlerini hep gafletle tükettiklerinden, duyu organlarını doğruyu bulmak ve hakka uymak yönünde kullanmadıkları için, yaratılış amaçlarına uyan hayvanlardan daha aşağı olacaklardır.3454
Benî İsrâil’den yahudileşen ve Allah’ın yasaklarını mantık oyunlarıyla çiğneyen insanları maskara maymuna çevirdiği gibi; Allah, dilerse benzer şekilde isyanlara dalan kitaplı ve kitapsız toplumları da yine benzer şekilde rezil ve rüsvay eder: “Ey ehl-i kitap! Biz, birtakım yüzleri silip dümdüz ederek arkalarına çevirmeden, yahut onları, cumartesi adamları (bu güne saygı göstermeyenler) gibi lânetlemeden önce (davranarak), size gelenleri doğrulamak üzere indirdiğimize (Kitab’a) iman edin; Allah’ın emri mutlaka yerine gelecektir.”3455
“Andolsun, Biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır, onunla düşünüp kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da aşağıdırlar (şaşkındırlar). İşte asıl gâfiller onlardır.”3456
3448] 4/Nisâ, 47
3449] 20/Tâhâ, 124
3450] 95/Tîn, 5
3451] 62/Cum’a, 5
3452] 31/Lokman, 20
3453] 8/Enfâl, 55
3454] 7/A’râf, 179; 25/Furkan, 44
3455] 4/Nisâ, 47
3456] 7/A’râf, 179
- 766 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini, yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.”3457
“Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür! Allah, zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez.”3458
Tarihten Günümüze; Efsâne ve Destanlara Kadar Mesh’in Yansıması
Yarı insan yarı balık, insan başlı at, insan başlı yılan, insan başlı boğa... resim ve figürleri mesh’in toplumları etkilemesini belgeler. Kerâmet hikâyeleri ve taş kesilen, hayvana dönüşen efsâneler de aynı olayın yansımasıdır. Dünyanın birçok yerinde meydana gelen efsâneler, masallar ve mankıbelerde yer alan şekil değiştirme motifi, “mesh”in derin etkisini gösterir. Pek çok efsâne ve masalda, bazı hayvanların insan gibi konuştuğuna ve hayvan olan insanlara rastlanır.3459
Yunan tanrılarının çoğu, çeşitli serüvenlerinde değişik türde hayvan kılıklarına girerler. Meselâ, Zeus kuğu kuşu kılığına girerek Leda’yı, boğa kılığına girerek Europa’yı kaçırır; İo inek kılığına girerek dünyayı dolaşır. Hint tanrıları ve Buda, çeşitli avatar’larında çeşitli hayvan kılıklarına bürünürler. Mısır inançlarında tanrı Ra, bir yumurtadan kaz biçiminde çıkar ve uçmaya başlar, onun uçuşuyla göğün karanlığı aydınlanır ve yeryüzü canlanır. Slav inançlarında Vseslaviç kimi yerde kurt, kimi yerde kartal kılığına girer; bir savaşta da sansar kılığına girip düşmanın silâhlarını kemirir, bütün ordusunu karınca kılığına sokup düşmana saldırtır.
Dünya halkları arasında kültür olarak yaygın kabul gören şekil değiştirme, genellikle üstün bir güç (yerine göre Allah, sihirbaz, cadı, evliyâ) tarafından, ya yapılan bir iyiliğe karşılık mükâfat veya kötülüğe bir ceza olarak gerçekleştirilmektedir. Çoğu defa bu motifle, bir ağacın, hayvanın yahut cansız bir nesnenin şimdiki haline nasıl geldiği açıklanmaya çalışılır. Bu motifi işleyen pek çok Türk efsâne ve masalı mevcuttur. Şahmeran (şâh-ı merân), deniz kızı motifleri gibi.
Oğuz Kağan destanlarının önemli bir bölümünü “köpek başlı insanlar”ın ülkelerine yapılan akınlar teşkil eder. Destana göre Oğuz Han bu “it barak”lara karşı ilk akınında mağlûp olmuş, on yedi yıl sonra ise intikamını almış, onları yenmiştir. “Köpek başlı insanlar”a Avrupa, Çin ve Hint mitolojilerinde de rastlanır. Avrupalılar bu köpek başlı kavme “Borus” adını verirler. Borusların bugünkü Finlandiya ile Rusya’nın kuzey kısımlarında yaşadıkları söylenir. Köpek, Hint mitolojisinde önemli bir hayvan olduğundan, Hindistan’daki köpek başlı insanlar, soylu Hintlileri temsil ediyordu. Doğu Göktürk devletinin önemli bir bölümünü meydana getiren Tarduş Türklerinin ataları da, “başı kurt ve vücudu insan” olan bir kimse idi.
Daha çok kerâmet kıssalarında geçen şekil değiştirmeye eski dilde “...donuna girmek” denir. “Don”, elbise, kıyafet, şekil anlamına gelen Türkçe bir sözdür. Şekle bürünmek anlamına donmak, donanmak, şekle bürünüş, büründürüş
3457] 25/Furkan, 44
3458] 62/Cum’a, 5
3459] Bu konuda geniş bilgi almak isteyenler, Saim Sakaoğlu, Anadolu Türk Efsanelerinde Taş Kesilme Motifi, Ankara, 1980 adlı kitaba bakabilir.
MESH (“AŞAĞILIK MAYMUNLAR OLUN!”)
- 767 -
anlamına donatmak, donanma gibi sözlerin kökü budur. Tasavvufçulara göre evliyânın/erenin farklı bir şekilde, meselâ güvercin gibi görünmesi, “güvercin donuna girdi; geyik donunda göründü” diye ifade edilir. “Her dondan baş göstermek” her şekilde görünmeye denir. Abdal Musa, Hacı Bektaş-ı Veli’nin Anadolu’ya gelişini şöyle anlatır: “Güvercin donuyla Urum’a uçan, İmamlar evinün kapısın açan...” Yine başka bir şiirinde şöyle der: “Ali oldum, Âdem oldum bahane, Güvercin donunda, geldim cihâne...” Tasavvufi anlayıştaki başkalaşım, mesh gibi bir ceza ve olumsuz örnek teşkil etmediğinden, bu olumlu başkalaşım, İslâm öncesi eski Türk ve doğu dinlerinden kaynaklanmıştır. Hacı Bektaş Veli ve benzeri evliya kabul edilen kişilerle ilgili geyik, kuş, yahut başka herhangi bir hayvanın şekline girmeğe dair inançlar, bir kısmı Şamanizmle intikal etmiş görünmekle beraber, daha çok tipik budist inançlarıdır. Orta Asyadan Budizm’in Türkler tarafından kabulü esnasında Şamanizme geçmiş bulunmaktadır.
Metamorfoz/başkalaşım, kelebeğin tırtıl denilen bir larvadan değişim geçirerek kelebeğe dönüşmesi gibi doğal hayatta çokça görebileceğimiz bilimsel bir olaydır. İnsanın ana karnında geçirdiği evreler, değişiklikler bile bu konuda değerlendirilebilir. Kurbağa yavrusu tetarı su yaşamı sürer ve solungaçlarla solunum yapar; sonra başkalaşma geçirerek kara yaşamı süren ve akciğer ve deriyle solunum yapan bir hayvana dönüşür. Başkalaşımda larva başkalaşım geçirerek erişkin bir hayvana dönüşür; larvasal organların yerini yeni organlar alır. Bazı karıncanların sonradan kanatlanması örneği de verilebilir.
Çeşitli ülkelerde ortak halk anlayış ve inanışlarına göre, bazı hayvanlar meshe/ başkalaşıma uğramış varlıklardı. Buna göre ölenlerin ruhu baykuş olarak geri gelirdi; fare ve kertenkeleler de kötü insanların ölümlerinden sonra yeniden bedenlenmiş hali idi.
Maymun Soyu, İnsandan mı Oluşmuştur?
İbn Abbas’dan gelen bir rivâyetle mesh edilip maymuna çevrilen bu insanlar, üç gün bu şekilde yaşadıktan sonra ölmüşlerdir. Hiçbir nesil bırakmamışlardır. Hatta bu zaman diliminde hiç yiyip içmemişlerdir. Allah Teâlâ, maymunları, domuzları ve diğer yaratıkları Kitab-ı Kerim’de zikrettiği şekilde altı günde yaratmıştır. Bu topluluğu (istisnâ olarak) maymun şekline çevirmişti. Allah dilediğine, dilediği şekilde davranır ve dilediğini dilediği şekle sokar. 3460
Peygamber Efendimiz, domuz ve maymunlara dair: “Bunlar mesholunanlardan mıdır?” şeklinde soru sorana şöyle buyurmuştur: “Allah, bir kavmi helâk edecek veya azab edecek olursa, onlardan nesil bırakmaz.”3461 Maymunlar ve domuzlar, olaydan daha önce de vardı.
Dolayısıyla insanın maymundan evrimleşerek oluştuğu İslâm dışı bâtıl bir teori olduğu gibi; bu günkü maymunların da insandan değişerek maymunlaştığı, yani maymunların insan neslinden geldiği de kesinlikle yanlıştır. Allah, insanı insan olarak, maymunu maymun olarak yaratmıştır. Bu mesh olayı, ibret olsun diye ve istisnaî bir şekilde cereyan etmiştir.
3460] Fahreddin Râzi, a.g.e. 3/69; İbn Kesir 2/368
3461] Müslim, Kader 32-33
- 768 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İnsandan Maymuna; Maymundan İnsana Değil!
İğrenç Bir İddia: İnsanın Maymundan Türemesi
Allah’a inanmadıkları için, insanın Allah tarafından yaratıldığını da kabul etmeyen maddecilerin “nereden geldik?” sorusuna cevap olarak, maymundan geldikleri şeklindeki iddiaları, değil insanların; kargaların (hatta maymunların) bile güleceği bir uydurmadır. Domates tohumundan biberin, patlıcandan karpuzun, nohuttan mercimeğin olmadığı gibi, köpekten de koyun sürüsü, maymundan da insan nesli türeyemez. İnsanın maymundan türediğini savunanlar, insanın kendisini tanımasına engel olarak ona hükmetmeyi hedeflemişlerdir. İnsan maymundan türediyse, maymunu kim yarattı? Maymun da başka varlıklardan türediyse onları kim yarattı? Onları yaratan Allah, insanı yaratamaz mı? İnsan maymundan türediyse bugün maymun olarak yaşayan hayvanlar niye insan olamadılar?
Bu maddecilere göre, şans tarihte sadece bir tek maymuna gülmüş ve o, maymunluktan kurtularak, onun nesli insan olarak devam etmiştir. Diğer maymunların suçu neydi de bir türlü evrimleşerek maymunluktan kurtulup insan olamadılar? Aslında bu iddiayı savunup hayvanlaşanlar, kendi seviyelerini yükseltip hayvanlara eş olmaya çalışıyorlar. Allah (c.c.), insanda bulunan melek ve Âdemiyet tabiatının özelliklerini kaybettiklerinden böyleleri için şöyle buyurmaktadır: “Onlar hayvan gibidir, hatta hayvandan daha aşağıdırlar.”3462 Bu âyetin ifadesi, inanmasalar bile tecelli ediyor ve inançsızlar itiraf ediyorlar; "biz Âdem oğlu adam değil; maymun çocuğuyuz, "hayvan oğlu hayvanız" demek istiyorlar. Maymun gibi maskaralık yapıyorlar. Bırakın bunlar, peygamber çocuğu olmaya lâyık olmadıkları için Âdem oğlu olduklarını kabul etmesin, hayvan çocuğu olsunlar. Bizim aslımız da nesebimiz de bellidir; atamız Adem, ata yurdumuz ve ana vatanımız da cennettir.
“Muhakkak ki Biz insanı en güzel şekilde yarattık.”3463 İnsan, iman ve akıl gibi özelliklerle; utanma, namus ve ahlâk gibi erdemlere; duyular gibi çok zengin psikolojik ve rûhî donanımlara sahip, yeryüzündeki diğer varlıkların kendi hizmetine verildiği, arzın halifesi olan şerefli bir yaratıktır. Nice yönleriyle tüm hayvanlardan çok farklı ve üstün olan insanın, temel manevî özelliklerini görmezden gelerek insanı (daha doğrusu kendilerini) hayvan diye tanımlayanlar tarihin eski dönemlerinden beri vardır. Bunlar, insana insandan bir ata yakıştıramadıkları gibi, insanı konuşan hayvan, düşünen hayvan gibi hayvan olarak da ifade etmek isterler. Bu yaklaşım, insanı sömürmek, istedikleri gibi gütmek için onu hayvanlaştırmak, sürüleştirmek ihtiyacından kaynaklanmıştır.
21. Asrın ilk yılında, uzun yıllar üzerinde çalışılan DNA molekülleri ile ilgili harf şifrelerinin büyük çapta okunabilmesi ispatlamıştır ki, insan vücudundaki 70 trilyon hücrenin içinde, herbirine bir futbol stadyumunu dolduracak kadar o insanla ilgili bilgiler/şifreler kaydedilmiştir. Bir mm.nin yüz binde biri kadar yer tutan hücrenin içindeki gen deposuna Yaratıcı tarafından sığdırılıp depo edilen bu genetik şifreleri barındıran DNA moleküllerinin bulunduğu insana bir bakın! Her uzvunun yerli yerinde olmasını ve mükemmelliğini, güzelliğini ve özellikle de rûhî-mânevî donanımlarını, duygularını bir düşünün. Tüm bunları, DNA’nın
3462] 7/A’râf, 179
3463] 95/Tîn, 4
MESH (“AŞAĞILIK MAYMUNLAR OLUN!”)
- 769 -
içine belli bir amaca yönelik olarak kimin yerleştirdiğini ve hayat teşkil eden tüm bu bilgileri kimin kaydettiğini bir tefekkür edin! Bu muhteşem varlığı var eden, sonsuz bilgi ve kudrete sahip Allah’tan başkası olabilir mi? O, insanı belli bir plan/kader çerçevesinde en küçük ayrıntısını bile hesap ederek gerçekleştirmiştir. İnsan, evrimcilerin söyledikleri gibi bir tesadüf sonucu meydana gelmiş değildir. Önceden planlanmış, olması önceden takdir edilmiştir. Yerine getirmesi gereken vazifesi vardır. Yaratıcı, topraktan bir maymun değil; bir insan yarattığını biliyordu ve insanı çok özel şekilde yaratmıştı.
Bu yüzden, önce yaratılış piramidinde daha düşük basamakta bulunan maymun benzeri bir hayvan yaratmanın, ardından bu maymunu milyonlarca veya milyarlarca yıl süren bir evrim neticesinde bir insana dönüştürmenin Yaratıcı açısından bir anlamı ve gereği yoktur. Allah her şeye kaadirdir ve tüm bunlar O’nun için çok kolaydır. Bu yüzden önce bir hayvan (maymun) yaratmak, sonra fikir değiştirip, bu maymunu evrim sürecinden geçirerek insana dönüştürmeye başlamak gereksiz bir davranış olurdu. Allah ne yaratacağını çok iyi biliyordu. O, insanı bedeni, rûhu, aklı ve biçimiyle üstün bir mahlûk olarak halketmiş ve sonra onu diğer mahlûkatın üstünde bir makama çıkarmıştır. Böylece Allah insanı şereflendirmiş, ona yüksek bir derece vermiş ve onu daha düşük seviyede bir hayvan olarak yaratmamıştır.
İnsana ilk yaratıldığı andan itibaren ruh ve şuur verilmiş ve kendisi için neyin yanlış, neyin doğru olduğuna serbestçe karar verebilmesi ve davranış istikametini hür irâdesiyle seçebilmesi maksadıyla ona zekâ ve düşünce gücü bahşedilmiştir. İnsan, küçük düşürücü bir şekil içerisinde kuyruklu ve dört ayaklı bir hayvan olarak değil; en güzel bedene ve uyumlu sûrete sahip olarak, tüm beşerî yeteneklerle birlikte yaratılmıştır. İnsanın ilk atası Âdem (a.s.) olup, şekil ve sûrette tam bir insandı; kendisine şuur ihsan edilmişti ve Allah tarafından yeryüzünün halifesi olacak şekilde, çok büyük özelliklere sahip olarak halk edilmişti.
İnsanın, kusursuz şekil ve sûretteki vücuduyla ve tüm yetenekleriyle birlikte şu andaki haliyle yaratıldığı ilâhî bir gerçektir. Aynı şekilde Hz. Âdem’in nesli de bir maymun gibi değil; bir insan gibi planlanmış, şekillendirilmiştir. Bugüne kadar hiçbir maymun, insana dönüşmemiştir. İnsan, şuurlu ve güzel bir sûreti olan, şerefli, vakur, zekî ve sorumlu bir yaratıktır. O, bir yaratılış olayının yan ürünü değildir; hele tesadüf ve evrim sonucu hiç değildir. Rûh, şuur, güzel şekil ve halife olarak tüm yaratıklardan üstün makam, akıl, zekâ ve duygular gibi insanın doğuştan var olan özellikleri, insanı diğer yaratıklardan üstün kılmakta ve kendisini yaratanı bilmesini sağlamaktadır. Maymunun ve diğer yaratıkların böyle özellikleri yoktur. Maymun sadece bir hayvandır ve öyle de kalacaktır. Onun aklı, insan kadar güzel bir biçimi ve endamı yoktur. Yaratıcısından habersizdir. Konuşma ve şuur yeteneği yoktur. O sadece bir hayvandır.
Hayvanlar sadece hiss-i tabiîleriyle, doğal olarak kendilerine yaratılışlarında Allah tarafından verilen özel bir ilhamla hayatlarını devam ettirmeleri için gerekli dürtüleri, yani içgüdüleriyle yaşarlar. Onların insan gibi rûh ve şuurları yoktur. Onların yaşama gayesi, sadece kendilerini savunmak, beslenmek, çiftleşmek ve üreyerek kendi cinslerini çoğaltmaktır. İçgüdü yeteneği, şuur melekesinden tamamen farklıdır. Dünyadaki hiçbir hayvanda şuur veya akıl görülmemesinden veya hiçbir isinde şuurlu konuşma yeteneği gelişmemesinden çıkan netice,
- 770 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hayvanların içgüdülerinin evrim yoluyla gelişmesinin mümkün olmadığıdır. İçgüdü ve şuur, yapı itibariyle birbirlerinden tamamen farklı iki hususiyettir. Hayvanlarda sadece içgüdü varken; insanlarda hem şuur, hem de içgüdü vardır. Bu yüzden insan, tüm hayvanlardan daha zeki ve daha üstün bir yaratıktır.
Evrim teorisi diye bilinen Darwin’in teorisi, sadece bir faraziyedir, ispatlanmamış bir görüştür, yani teoridir. Bu teori, İslâmî ve hatta hıristiyanî görüşlere, yaratılışı ve yaratıcıyı kabul eden görüş ve inançlara aykırı olmanın yanısıra, çok iğrenç, çirkin ve insanı aşağılayan şeytanî bir varsayımdır. Kimse, maymunların insan biçimine girdiğini ispatlayamamıştır ve ispatlayamaz. İlk insanın şu andaki vücut, akıl ve rûh ile yaratıldığı ve doğal süreçlerle maymun benzeri bir yaratıktan veya primat formundan gelişmediği kesin bir gerçektir. Bilim dünyasında bu teoriye karşı muhâlefet her geçen gün yükselmektedir; bir iki materyalist ve ateist dışında, bilim adamlarının hemen tümü artık bu teoriye inanmamaktadırlar. İnsanın evrimle oluştuğu fikrini reddetmek ve Allah’ın kâinatın yaratıcısı ve mutlak hâkimi olduğuna inanmak, birey ve toplum olarak tüm beşerî meselelere çözüm bulmanın, insanı ve yaratanı tanımanın ilk şartı sayılabilir.
Mü’minler, evreni ve içindeki her şeyi olduğu gibi, kendilerini de Allah’ın yarattığına zerre kadar şüphe etmeden iman ederler. Bütün müslümanlar, Hz. Adem’in Allah tarafından topraktan yaratıldığına; tüm diğer insanların da Hz. Adem ve onun hanımı Hz. Havva’dan çoğaldıklarına inanmak mecburiyetindedirler. “Ey insanlar! Sizleri bir tek kişiden (Adem’den) yaratan, ondan da eşini (Havva’yı) vücuda getirerek, ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbınızdan korkun.”3464
Maymunlaşmak ve İslâmî Kişilik
Maymunun bâriz özelliği, gördüğünü şuursuzca aynen taklit edebilme yeteneğine sahip bir hayvan olmasıdır. Bu durum, içgüdüleriyle hareket eden maymun için bir meziyetse de, şuurlu ve irâdeli bir varlık olan insan için bir zaaf ve zillettir. İsrâiloğulları, yahudileşme sürecinde önce ahlâken maymunlaştılar. Meselâ, Mısır’dan apaçık bir mûcize sayesinde denizi geçip çıktıklarında yolda, ineğe tapan bir topluluğa rastlayınca, Mısır’da görmeye alışkın oldukları Hotor (inek) tanrısı akıllarına geldi. Peygamberlerinden, düşmanları Firavun ve toplumunun 13 putundan biri olan inek tanrısı gibi bir put yapmasını istediler: “Ey Mûsâ, bunların nasıl putları varsa, bize de öyle bir put yap!”3465 Kur’an’da anlatıldığı gibi, kendilerine verilen onca mûcize ve öğüde rağmen Hz. Mûsâ ayrılır ayrılmaz içlerinden Sâmirî isimli bir putçu çıkarıp gördükleri kavmin putunu taklit ederek bir inek yaptılar ve başladılar tapmaya.3466
Düşmanlarını taklit edecek kadar nankörleşen maymun tabiatlı İsrâiloğullarının başına daha büyük bir belâ, daha doğrusu suç cinsinden ceza geldi. İçlerinden bazı boylar, diğerlerine ibret olsun için cismen de maymuna dönüştürüldü.
Allah’ın İsrâiloğullarına verdiği bu cezanın “maymunlaşma” biçiminde tecellî etmesinin hikmeti, İsrâiloğullarının etrafındaki putperest kavimleri tıpkı bir maymun gibi körü körüne taklit etmeleridir. Peygamberleri tarafından
3464] 4/Nisâ, 1
3465] 7/A’râf, 138
3466] 7/A’râf, 148; 20/Tâhâ, 83-97
MESH (“AŞAĞILIK MAYMUNLAR OLUN!”)
- 771 -
uyarılmalarına rağmen her seferinde düşmanlarının inancını ve kültürünü taklit etmişler, bunun sonucunda da öz kimlik ve kişiliklerini terketmişlerdir. Kur’an’da bu ceza tüm taklitçi toplumlara bir ibret vesikası olarak takdim ediliyor: “Ve bu cezayı, öncekilere ve sonradan gelecek (taklitçi)lere bir ibret, (kimlik kaybından) sakınanlara da bir nasihat kıldık.”3467
Âyette geçen “aşağılık maymunlar olun!”3468 ibaresindeki “hâsiîn –aşağılık-” terimi üzerinde bir parça durmak gerek. Taklit, maymun için bir meziyettir. Dolayısıyla, maymun ne kadar iyi taklit ederse o kadar “değerli maymun” olmuş olur. Ancak, insan, Allah’ın kendisine verdiği akıl, idrâk, irâde ve şuur nimetine küfreder (üzerini örter) ise, bu durumda onu, taklit edebilen “yüksek maymunlar”la değil; taklit edemeyen “alçak maymunlar”la kıyaslamak gerekecektir. Çünkü maymunun ayırıcı vasfı taklit, insanın ayırıcı vasfı tahkiktir. Bu iki ayrı cins, eğer kendilerine verilen yetenekleri kullanamazlarsa cinslerinin yüksek değil; alçak bir türünü oluşturmuş olurlar. Muhammed ümmeti, fizikî boyutuyla maymunlaşmayacak bile olsa, tabiatı maymunlaşan tüm toplumlar gibi “hâsiîn –aşağılık-” damgası yiyecektir. Maymunlaşan İsrâiloğullarının âkıbeti, diğerlerini de beklemektedir.
Bir toplum, eğer taklit yolunu seçmişse, Allah o toplumun dünya toplumları arasındaki tüm saygınlığını, şerefini ve izzetini almıştır. Taklitçiler, körü körüne taklit ettikleri kimseler tarafından dahi sevilmemektedir. Bunun en tipik örneği bugünkü Türkiye ile 150 yıldır bilfiil gölge gibi peşine takıldığı ve bir maymun sadakati içerisinde her şeyini taklit ettiği batı arasındaki ilişkidir.
Bilindiği gibi daha dün denilecek zamanda o ülkelerce fizikî olarak da işgal edildiği ve kendilerine karşı kurtuluş savaşı vermiş ülke, dünkü (ve her günkü) düşmanı olan ülkelerin oluşturduğu Avrupa Birliği’ne katılmak için onlarca senedir batının eşiklerini aşındırmış ve otuz sene hazırolda bekledikten sonra ancak adaylığa kabul edilmiş ve köle-efendi ilişkisi içerisindeki tavrı sîneye çekmek zorunda kalmıştır. Bu ilişki ve beklentiler, bu taklitçi zihniyet değişmediği sürece devam edecek, kötü taklidin dünyevî cezası olarak bütün toplum “hâsiîn –aşağılık, maskara-” rolünü sürdürecektir. Çözüm, izzeti Allah’ta ve O’nun yolunda aramaktadır. “...Onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilin ki bütün izzet, yalnızca Allah’a aittir.”3469
Şahsiyetini kaybeden toplumlar, her şeylerini kaybederler. Tarih, bunun çarpıcı örnekleriyle doludur. Bu nedenle Rasûlullah, İslâm toplumunu oluştururken, önce müstakil/ bağımsız bir müslüman kimliği oluşturdu, İslâm toplumuna şahsiyet/kimlik bilinci kazandırdı. Yahudileşme tehlikesine karşı müslümanları sürekli uyardı. Bu konuda aldığı ilk tedbir, müslümanların onlarla düşüp kalkmasının, dostluk kurmasının önüne geçmekti. Allah da, indirdiği âyetlerle Rasûlünün müslüman şahsiyet oluşturma teşebbüslerini destekledi:
“Ey iman edenler, yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost tutarsa, o onlardandır. Şüphesiz Allah zâlim topluma hidâyet etmez.”3470 “Ey iman edenler, sizden önce Kitap verilmiş olanlardan dininizi alay
3467] 2/Bakara, 66
3468] 2/Bakara, 65; 7/A’râf, 166
3469] 4/Nisâ, 139
3470] 5/Mâide, 51
- 772 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Allah’tan korkun; eğer mü’min iseniz.”3471
Bu, şu demekti: Onlar kendi dinlerini oyun-oyuncak ettikten sonra sizin dininizi haydi haydi oyun-oyuncak ederler. Eğer onlarla dost olursanız siz de onlar gibi dininizi hafife almaya, onun emir ve yasakları karşısındaki hassasiyetinizi kaybetmeye başlarsınız. Kendilerine Tevrat ve İncil verilenler, bu kitaplara karşı nasıl lâubali olmuşlarsa, siz de Kur’an’a karşı lâubali olmaya başlarsınız. İşte o zaman yahudileşme ve hıristiyanlaşma, gâvurlaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalırsınız. Ehl-i Kitap da başlangıçta sizin gibi ehl-i tevhid idi. Onlara da vahyi taşıma emaneti verilmiş, insanlar içerisinden seçilerek bu göreve getirilmişlerdi. Peygamberimiz, müslümanların yozlaşmaması; yahudilere, müşriklere, kâfirlere benzeyip onları taklit etmemesi için, saç sakal gibi şeklî konularda dahi, yahudi ve müşrik modasını reddediyor, “fark”ın vurgulanmasına gayret gösteriyordu. Rasûlullah’ın bu tür davranış ve emirlerinden yola çıkarak denilebilir ki; sünnet kimlik bilinci oluşturmak, şahsiyeti korumaktır.
Sünnet, müslüman toplumun kimliğini korumak, onların beraber yaşadığı müslüman olmayan toplumların içerisinde erimesine, kişilik zaafına düşmesine, kendi dışındakileri taklit ederek kişiliksizleşmesine karşı koymaktır. Bu sünnet, günümüzde gayr-ı müslim laiklerle birlikte yaşayan müslümanlar için çok farklı biçimlerde ihyâ edilebilir. Örneğin, bir müslümanın bir laikten ayrılabilmesi için giyiminde küçük bir farklılıkla da olsa kendisini belli etmesi, ya da laiklerin sembolleştirdiği “kimlik tercihi sayılan” birtakım aksesuarlardan uzak durması gibi.
Hz. Peygamber, müslümanlardaki kimlik bilincini diri tutmak için sadece “farklılığı” vurgulamakla kalmıyor, müslümanların taklit batağına saplanmalarına da kesinlikle karşı çıkıyor, câhiliyye âdetlerini bir bir söküp atıyordu. 3472
Maymunlaşmanın Bir Göstergesi: Taklitçilik
Taklit, İslâm ümmetini tehdit eden yahûdileşme ve gâvurlaşma alâmetlerinin başında gelir. Taklit, Arapça’da “kılâde” mastarından türetilmiş bir terimdir. Kılâde, Arap dilinde iki anlama gelir: 1-Yular, 2- Gerdanlık. Taklit de ikiye ayrılır: 1- Şuursuz taklit, 2-Şuurlu taklit.
Şuursuz taklit, adamın boynuna geçmiş bir yular gibidir. Onu insan olmaktan çıkarır. İrâdesini, aklını, fikrini, duygu ve düşüncesini iptal eder. Kişiliksizleştirir, şahsiyetini yok eder. Taklidin bu türü “içgüdüsel”dir, insanı insanlıktan çıkarıp hayvanlaştırır. Özetle şuursuz taklit, insanın boynuna geçmiş bir “yular”dır. Bu tür bir taklit, merduttur, çirkindir, zavallılıktır.
Şuurlu taklit, tahkike ulaşıncaya kadar câizdir, kimi zaman gereklidir. Ancak, kötüyü taklit şuurlu da olsa kötüdür, çirkindir. Zaten şuurlu taklitten kasıt, sadece bir bilinçlilik hali değil, iyiyi kötüden ayıracak bir temyiz kabiliyetine de sahip bulunma halidir.
Böylesi bir süzgeçten geçirdikten sonra yapılacak kimi taklitler, bazen bir “gerdanlık” kadar kıymetli olabilir. Çünkü insanın kapasitesi her şeyin hakikatine ermeye, künhüne vâkıf olmaya yetmemekte, en azından bunu herkes
3471] 5/Mâide, 57
3472] M. İslâmoğlu, a.g.e. s. 276-283
MESH (“AŞAĞILIK MAYMUNLAR OLUN!”)
- 773 -
mükemmel bir biçimde başarma kabiliyetine sahip bulunmamaktadır. Her bireyin tahkik ehli olmasını dayatmak da, insan fıtratıyla uyuşmayan “ütopik” bir taleptir. Kaldı ki, çoğu zaman taklit, tahkike ulaşan yolun merdivenidir. Her su, kendi yatağını oluşturuncaya kadar başka yataklarda akar. Aslolan, taklitte ısrar etmemek, onu tahkike ulaşmada bir araç kabul etmektir.
Tahkik, bir şeyin hakikatine ermek, sırrını kavramak, aslını bulmak için araştırmak, ondan sonra iyi ise kabul etmek, kötü ise reddetmek; ya da iyi tarafını kabul, kötü tarafını reddetmektir. Çirkin olan taklit, genellikle kişiliği yok eden, musallat olduğu kişi ve toplumları şahsiyet zaafına uğratan, kimlik kaybına sebep olan taklit cinsidir. Bu tür bir taklit, maymunlaşmaktır.
Taklit, önce giyim, kuşam, yeme içme gibi basit şeylerle başlar. Bu, daha sonra tavra yansır. Kişi ya da toplum, taklit ettiği kişi ya da toplumların tabiatını almaya başlar. Onlar gibi davranmaya, onlar gibi düşünmeye başlar. Eylemleri, düşünceleri ve en sonunda da duyguları benzeşir. Çünkü artık “kalpleri (duygu ve düşünceleri) birbirine benzemiştir.”3473
Taklit, söz ve eylemde taklit edenle taklit edilen arasındaki benzerliktir. Sözün ve eylemin benzer olması düşünce ve duygunun aynı olduğunun delilidir. İnsanın sözleri ve eylemleri, duygu ve düşüncelerinin sonucudur. Bütün bunların çıkış yeri ise kalp/akıldır. Davranışların birbirine benzemesi, kalplerin birbirine benzemesi tehlikesini getirir, kalplerin birbirine benzemesi ise aynı davranışları yapmaya sevkeder. Bu taklit, eğer önü alınmazsa yahûdileşme (ve gâvurlaşma) tehlikesiyle karşı karşıya bırakır sahibini.
Bu tehlikeyi ortaya çıkaran en büyük etken, yahûdi, hıristiyan ve müşrikleri dost edinmektir. Çünkü yahûdileşme (ve gâvurlaşma) temâyülü, karantina altına alınması gereken toplumsal bir hastalıktır. Yahûdi, hıristiyan ve müşrikleri dost edinmek, yahûdileşme (ve gâvurlaşma)yı hızlandıran faktörlerin başında gelir. İşte, Nebî dilinden, bu ümmetin, sonu yahûdilişeme (ve gâvurlaşma) ile bitecek olan taklit serüveninin haberi: “Sizden öncekilerin yolunu adım adım, karış karış izleyeceksiniz. Eğer onlar bir sürüngen deliğine girse, siz de gireceksiniz.” ‘Ey Allah Rasûlü, yahudilerin ve hıristiyanların yolunu mu?’ diye sorduk. “Başka kim olacak?” buyurdu.3474
Allah Rasûlü’nün dile getirdiği tehlike, yahûdileşme (ve gâvurlaşma) tehlikesiydi ve bu tehlike, taklitle başlıyordu. Hadiste, bu tür taklitçi toplumları bekleyen acı âkıbete de dikkat çekilmektedir. Nebî lisanıyla toplumsal bir “kıyâmet” olarak ifadesini bulan bu âkıbeti, sözkonusu hadisin farklı bir metninde buluyoruz: “Ümmetim, önceki ümmetlerin yolunu adım adım, karış karış izlemeden kıyâmet kopmaz.” ‘Ey Allah Rasûlü, Farslar ve Rumlar gibi mi?’ denildi. “Onlardan başka kim var?” buyurdu.3475 Hadiste geçen “kıyâmet” ifadesini sahâbe, hepimizin bildiği âhiret kıyâmeti olarak anlamayıp doğru bir bakış açısıyla toplumsal ve siyasal bir çöküş demeye gelen “dünyevî kıyâmet” olarak anladığı için öyle sormuştu: “Farslar ve Rumlar gibi mi?” Allah Rasûlü bu sözü söylediğinde dünyanın iki süper gücü olan Bizans/ Rum ve İran/Fars imparatorlukları hızlı bir düşüş sürecine girmişlerdi.
3473] 2/Bakara, 118
3474] Buhârî, İ’tisâm 14; Müslim, İlim 6; İbn Mâce, Fiten 17; Ahmed bin Hanbel, 3/84
3475] Buhârî, İ’tisâm 14
- 774 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Nebî de, onu dinleyen mü’minler de, bu çöküşü toplumsal bir kıyâmet olarak algıladılar. Bu nebevî ifadeden de anlaşılıyordu ki, taklit neticesinde yahûdileşme, hıristiyanlaşma ve müşrikleşme sürecine giren toplumları bekleyen âkıbet, kaçınılmaz olarak sosyal, siyasal, akîdevî ve ekonomik bir kıyâmetti.
İsrâiloğullarının düştüğü müşrikleri taklitle başlayan yahûdileşme (ve gâvurlaşma) tuzağının aynısına 250 yıldan beri, genelde tüm İslâm toprakları, özelde bu ülke de düştü. Helen (Yunan) kültür emperyalizmi İsrâiloğullarına karşı fâhişeleri kullandı. Helen putperest kültürünün günümüzdeki temsilcisi olan Batı da putlarını müslüman doğuya dayatabilmek için teknolojiyi, (çeşitli ideolojileri, rejimlerini) ve fikir fâhişeleri olan batıcı aydın ve idarecileri kullandı. Anadolu’da 1830’lardan bu yana devam eden bir serüven olan ve Kemalizm’le kemaline ulaşan “batılılaşma” adlı taklit, aslında bir “maymunlaşma”ydı. Tam şairin dediği gibi:
“Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap
Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılâp.”
“Maymun, insan bendendir, bu benim devrim dedi.
Başına bir oturak geçirdi, ....... devrim dedi.”3476
Bugün İslâm ümmeti, iki taklit arasında gidip gelmektedir: Birincisi, yukarıda kısaca değinilen hıristiyan ve yahudileri, batılılar ve ateistleri taklit. İkincisi de, ataları, geleneği taklit. Bu ümmetin düştüğü “geçmişi ve ataları taklit” batağına İsrâiloğulları da düşerek yahûdileşmişti. Allah Rasûlü, yahûdileri İslâm’a dâvet ettiğinde onlardan iki haham Rasûl’e: “Hayır ey Muhammed, bilâkis biz sizden iyi bilen ve bizden hayırlı olan babalarımızın yoluna uyarız” diyerek bu dâveti reddettiler. Bunun üzerine şu âyet indirildi: “Onlara Allah’ın indirdiğine uyun dense, ‘hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız derler. Peki ya ataları akletmeyen, hidâyeti bulamayan kimseler olsa da mı?”3477
Gelenek, ne tamamıyla süpürülüp atılacak bir zibil; ne de tamamıyla baş tacı edilecek bir mücevherdir. Bu iki tavır da aşırılıktır. Birincisi kadir-kıymet bilmezliktir, sonucu köksüzlüğe yol açar. İkincisi kör taklitçiliktir, geleceğin başına gelenek yularını geçirmektir.
Geleneğe yapılacak en büyük ikram, geleneği ayıklamak, ataların ocağındaki külü atıp varsa közü almak ve onu bir meşaleye dönüştürerek geleceğe taşımaktır. Geleneğin ayıklanmasında en genel geçer ölçü, vahiydir. Vahyin kılavuzluğunda yapılacak bir tasnif ve tashih, tecdid (ve ihyâ/diriliş) için elimize birçok değerli malzeme verecektir. 3478
Maymunlaşmanın, Taklidin Uzantısı: Bâtıllara Benzemek
İslâm bir bütündür. Bütün halinde yaşanması zarûrî olan İslâm Dini’nin tatbik edilmesi gereken ana prensiplerinden biri de ferdî, ailevî ve sosyal hayatın her safhasında bâtıl din ve ideoloji mensuplarına teşebbühden/benzemekten sakınmaktır. İslâm, bütün hayatı kuşatmıştır; çizdiği çerçevenin dışına çıkılmasına, bâtıl
3476] N. Fazıl
3477] 2/Bakara, 170
3478] M. İslâmoğlu, a.g.e. s. 275-276; 289-296
MESH (“AŞAĞILIK MAYMUNLAR OLUN!”)
- 775 -
din ve ideolojilerin bağlılarına benzenilmesine ruhsat vermez. Ruhsat vermediği içindir ki, mü’minlerin yahudi, hıristiyan, materyalist, komünist, dinsiz gibi bâtılperestlerle kaynaşmaya vesile olacak taklitten, benzeşmeden kaçınmaları gerekir. Çünkü basitinden mühimine, âdetlerden itikad esaslarına kadar herhangi bir noktada benzeşme daha büyük benzeşme ve problemlere sebep olmaktadır. Bâtıl zihniyettekileri taklit edip onlara benzemenin doğuracağı önemli sonuçlara dikkatimizi çekmek için Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “(Arzu ederek) Bir topluluğa benzemeye çalışan kişi, benzemeye çalıştığı toplumdandır.”3479 “(İnançta ve amelde) Bizden başkasına benzeyenler, bizden değildir.”3480 Bu benzeme ve dolayısıyla gâvurlaşmanın ne kadar büyük ve korkunç boyutlara ulaşacağını açıklamak için de şöyle buyurmuştur: “Onlardan biri kadınıyla yolda cinsî münasebette bulunsa, siz de aynısını yapacaksınız.” 3481
İsviçre, İtalya, Almanya ve Fransa’dan ithal edilmiş kanunları; materyalist kökenli okul ve üniversiteleri; faiz, içki ve fuhuş yuvaları ile dolu sokak ve caddeleri; bâtıl mesajlarla yüklü gazete, dergi, radyo ve televizyon programları; gayr-ı İslâmî kıyafetler içinde yarı açık insanları ile toplumumuz gerçekten Peygamberimiz’in bildirdiği ölçüde gâvurlara benzeme felâketine uğramıştır. Ancak, bütün bu olumsuz gelişmelere rağmen mü’minler olarak biz, İslâmî esas ve ilkelere dönerek, bâtılperestlere benzeme akımına reaksiyon göstermeye, kendi kimliğimizi şerefle gösterip taşımaya mecburuz.
Bâtıl Din ve İdeoloji Mensuplarına Benzemenin Hükmü
Kur’an ifadesiyle, yaratılmışların en şerlisi olan bâtılperestlere benzemenin sorumluluğu gerektirmeyen tek türü, ilim ve teknikte kullanılan metodlardaki benzeşmeyle, yürümek, araç kullanmak, yemek, içmek gibi benzeşmenin kaçınılmaz olduğu doğal ve beşerî durumlardaki benzeşmedir. Bu tür benzeşmeler mubahtır, günah değildir.
Benzeşmenin, sorumluluğu gerektiren en hafif şekli, mekruh olan benzeşmedir. Meselâ; putperestlere benzeme olduğundan canlı resimlerini içeren duvar halıları, süs yastıkları ve tablolarla ev tefriş edilmesinde veya canlı varlıkların resimleriyle motifli elbise giyilmesinde günah vardır. Böyle bir benzeme özel terimi ile mekruhtur.
Yahudi, hıristiyan, materyalist ve benzeri bâtıl din ve ideolojilerin mensuplarına özgü olan, İslâm’ın emirleri ve yasakları ile çatışan özelliklerinde onlara benzemek, sakınılması gereken haram bir benzemedir. Bu haram benzemeye bazı örnekler verebiliriz:
Peygamberimiz, mü’min erkeklere: “Yahudilere, hıristiyanlara ve müşriklere benzemeyin!” buyurarak sakalın uzatılması ve bıyığın kısaltılmasını emir buyurmuştur. O yüzden mü’minin dış görünüşünden kendi müslüman kimliğini belli edecek, onu kâfirlerden ayıracak alâmet-i fârikasının bulunması gerekir. Mü’min hanımların nasıl örtülerinden dinî kimlikleri belli oluyor ve olması gerekiyorsa, mü’min erkeklerin de, sakal veya kıyafet gibi dışa akseden kimliğini yansıtan özellikleri olması gerekir. Bu özelliklerden dolayı, özellikle Hanefî mezhebi
3479] Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 4347
3480] Tirmizî, hadis no: 2696
3481] El-Câmiu’s-Sağîr, 2/122
- 776 -
KUR’AN KAVRAMLARI
âlimlerinin ictihadlarına göre sakal ve bıyığı traş etmek, ictihadî bir haram kabul edilmiştir. (Sakal-kravat tartışması veya haram-mekruh damgalandırması yapmaksızın, yargılamada bulunmadan, bugünkü toplum yapısı içinde bunların İslâmî kimlik açısından önemli olduğu bilinmeli ve uygulamaya çalışmalıdır.)
Peygamberimiz, mü’min olmayan toplumların bayramlarının ve kutsal kabul ettikleri günlerinin, onların kutladığı gibi kutlanılmasını yasaklamıştır. Bu sebeple gayr-ı müslimlerce kutsiyeti olan 31 Aralık gecesini çamlarla, hindilerle veya aile toplantıları ile kutlamak, kutlamak maksadıyla televizyon seyretmek haramdır. Gayr-ı müslimlerin yılbaşı kabul ettiği 31 Aralığı yılbaşı olarak kabul ve takdis ederek tebrikleşmek, reklâm vasfındaki hediyelerle de olsa hediyeleşmek haramdır. Yine, kaynağı gayr-ı müslimler olan özel günleri, tâğutların müslümanlara karşı galip geldiği, İslâm’a ihanetin sembolü ilan edilen günleri kutlamak da haramdır.
Haram olan benzemelere; evimize, iş yerimize büst koymak, dükkânlarımızda canlı ve cansız mankenlerle mal teşhir etmek gibi daha pek çok örnekler verilebilir. Hüküm bakımından haram olan taklit ve benzeme, fâilini günahkâr kılar ve azaba uğratır. Çünkü Rabbimiz, kendisine ve Peygamberine isyan edenleri cezalandıracağını bildirmektedir: “Kim (meşrû görerek) Allah'a ve O’nun Rasûlüne isyan eder, Allah’ın koyduğu sınırları aşarsa, Allah onu içinde ebedî kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azap vardır.” 3482
Yahudiler, hıristiyanlar, materyalistler ve her çeşit müşrikler gibi şerli bâtılperestlere benzemenin dünyada kültürel zillet, âhirette ebedî azap doğuracak en felâketli şekli inançta ve değer ölçülerinde onlara benzemektir. Bilinmesi ve kaçınılması son derece önemli olan bu taklit ve benzeme türüne örnek olarak şunları belirtebiliriz:
Allah'a ve O’nun şeriatine inanmayanları, bâtıl sistemlerin kurucusu ve uygulayıcısı olan filozof, politikacı, eylemci, devrimci ve yönetici kişileri ve onların takipçilerini yüceltmek; fotoğrafları ve büstlerini arzuyla evlere ve işyerlerine asmak; kâfirlikleri içinde onları dille veya yazıyla propaganda etmek, mü’mini kâfirliğe götüren bir benzeşmedir.
İslâm Dininin sadece vicdanlarda/gönüllerde kalması gereken bir inanç meselesi olduğunu belirtip, hayatın O’nun ölçülerine göre düzenlenmesine gerek olmadığına inanmak, böylece mü’min olmayanların inançlarını paylaşmak da kâfirliğe götüren bir benzeme türüdür.
Kâfirliğe götüren bu benzeme türünü fâillerinin dilleriyle şöylece örneklendirebiliriz:
“İlim ve teknikte ileri gitmiş gayr-ı müslim ve materyalist ülkeler gibi olmalıyız.” “Şeriat eskidendi. Şimdi hıristiyanlığın ve materyalizmin etkisi altındaki ülkelerden; İsviçre’den, İtalya, Almanya ve Fransa’dan getirtilmiş kanunlar var. Laik parlamento kanunlar yapıyor. Sen onlara bak!” “Artık faizsiz ekonomi olur mu? Orduya din eğitimi lazım değildir. Modern eğitim kâfidir.” “Kadın dilediği gibi çalışır, istediği gibi giyinir. Bağnazlığa ne gerek var?”
Örneklerini çoğaltabileceğimiz bu tür inançlar ve değer ölçülerinde benzeme,
3482] 4/Nisâ, 14
MESH (“AŞAĞILIK MAYMUNLAR OLUN!”)
- 777 -
Allah korusun, kâfirliğe götürür; götürüyor da.
Kâfirliğe götüren benzeşme, mü’mini kâfirlerden kılar. Kâfirler ise ebedî cehennemliktir. Biz, hamdolsun müslüman olarak doğduk ve İslâm’ı öğrendik ve O’na teslim olduk. Rabbimizin ihsanı olan bu nimeti değerlendirmeli, bâtılperestlere benzemekten sakınarak dünyamızı izzetle, âhiretimizi saâdetle yaşamalıyız. Bunun için de İslâm’ı öğrenmeli, bid’atlerden çekinmeli, haramlardan uzaklaşmalı ve bâtılperestlerle kaynaşmaktan kaçınmalıyız. Gayr-ı müslimleri, materyalistleri ve her çeşit müşrikleri inançta ve yaşayışta taklit etmenin, dünyada maymun gibi zillete, âhirette dehşetli azaba sürükleyeceğini unutmamalıyız. 3483
Maymunlaşma Sebebi: Hîle-i Şer’iyye Denilen “Hîle-i Şerriyye”
Meshedilen insanlar, dünyevîleştiklerinden, sırf dünya metaını elde etmek ve midelerini doldurmak için Allah’ın emrini yerine getirmediler; irâdelerini kullanmadılar. Allah da onları irâdesi olmayan, sırf midesi için yaşayan zelil ve maskara maymunlara çevirdi. İrâdelerini kullanmadan, Allah’a isyan ederek yaşayanlar, ancak hayvanlara benzerler. Çünkü insanlarla hayvanları birbirinden ayıran temel özelliklerden biri, insanların irâdelerini kullanabilme yeteneğine sahip olmaları, hayvanların ise bu yeteneğe sahip olmamalarıdır. Kim, dünyevîleşerek böyle birtakım dünyevî menfaatler sebebiyle Allah’ın emirlerini te’villerle yerine getirmezse; âkıbeti, mesholunan bu insanlardan farklı olmayacaktır. Allah’ın azâbı er veya geç onları yakalayabilir. Dünyada olmasa da âhirette.
İman, insanın ilâhî emir ve yasakları yüzeysel bir şekilcilikle değil; fikrî, rûhî ve amelî boyutlarıyla derin bir teslimiyet ve itaat bilinci içinde karşılaması gerektirir. Düşünceyi şekilcilikle tasmalamaya çalışmak, itaate dayalı hedefleri açısından düşünceyi düşünce adıyla oyuncak haline sokmaktır. Allah, cumartesi eylemini, verilen söze aykırı bir hareket saymıştır. Halbuki onlar emrin, şeklî ve harfî manasına karşı gelmemişlerdi. Çünkü onlardan istenen, cumartesi günü avlanmamalarıydı ve onlar, bu emre güya karşı çıkmamışlardı. Onu şeklen uygulamışlardı. Fakat onlar, cumartesi günündeki bu avlanmanın neticesini dolaylı bir yolla elde etmenin hilesini bulmuşlardı. İşte bundan dolayı dünyevî ve uhrevî cezaya çarptırılmışlardı.
Çünkü emir ve yasaklara, zâhiren şekilsel olarak uyuyor görüntüsü verip ilâhî emirlere hileyle yaklaşmak, aslında itaatin içeriğini tersyüz edip isyan etmek olduğu gibi, alay anlamı da taşır. Emir ve yasakla ve hatta o hükmü koyan ile dalga geçmek ve onu hafife almak demektir. Sanki Allah’ın, kalplerden geçeni, niyetleri, emredilen hükümdeki hedeflerin saptırıldığını dâhil her şeyi bildiğine inanmamak, onun kandırılabileceğini vehmetmektir.
Bütün bu tavırlar, üzülerek belirtelim ki İslâm tarihinde, bazı geleneksel din ve fıkıh yorumunda ve günümüz müslümanlarında da ortaya çıkmaktadır. “Hîle-i şer’iyye” yani, “şeriat’e uygun (!) hile” diye isimlendirilen bu şeytanî anlayış, aslında “hile-i şerriyye” (büyük şer ve kötülüğe sebep olan hile)dir. “Hîle-i
3483] A. Rıza Demircan, İslâm Nizamı, 3/281-286 (Geniş bilgi için bkz. A. R. Demircan, İslâm’da Bâtıla Benzemenin Hükmü)
- 778 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şer’iyye” yi câiz görenler, “hîle”nin anlamını çare, çözüm, beceriklilik, çıkış yolu mânâsında kullandıklarını belirtirler. “Hîle”nin asıl anlamı, başkasını kurnazca aldatmak, yanıltıp kandırmak, sahtekârlık, düzenbazlıktır. İslâm tarihinde ve fıkhî tartışmalarda “hulle” ve “iyne satışı” gibi konularda daha çok görülür, yemin ve talâk konularında çok geniş bir alana yayılarak, hîleden (hîleye sıcak bakan bazı kimselerin daha çok bu konulardaki fetvâlarından) yararlanılır. Kanuna, şeriate karşı hilenin üç unsuru vardır. a) Yapılan muâmelenin şekil bakımından kusursuz ve hukuka uygun olması, b) Kanun koyucunun, şâriin vaz ettiği normun ruhuna ve maksadına aykırı bir sonuç doğurması, c) Hile kasdı.
Meselâ, borç verdiği kişiden faiz almak isteyen bir kimsenin herhangi bir malını ona 1 milyara veresiye satıp, aynı malı 700 milyona peşin satın alması gibi. Burada şekil yönünden hukuka uygun iki alışveriş işlemi arkasına gizlenmiş, alışverişin meşrûiyetinin amacına aykırı bir sonuç (faiz alma) elde edilmiş ve bu muâmele o maksadı gerçekleştirmek üzere yapılmıştır. Bu tür alışverişe “iyne satışı” denir. Peygamberimiz, bu konuda şöyle buyurur: “İnsanlar dînar ve dirhemlerin (küçük ve büyük paranın) peşine düşer, iyne satışı yapar, havancılıkla uğraşır ve Allah yolunda cihadı terk ederlerse, Allah onlara bir belâ indirir ve bu belâyı yeniden dinlerine dönünceye kadar da kaldırmaz.”3484 Mümkündür ki bu belâ, mesh kavramıyla ifade edilen maymunlaşma belâsıdır.
Bu konudaki bir uygulama örneği, Hz. Âişe’den şöyle nakledilir: Zeyd bin Erkam’ın ümmü veledi olan bir kadın O’na dedi ki: “Ey mü’minlerin annesi, Zeyd’e veresiye sekiz yüz dirheme bir köle sattım. Sonra onu ondan altı yüz dirheme peşin satın aldım.” Hz. Âişe bunun üzerine şöyle dedi: “Ne kötü bir satım, ne kötü bir alım yaptın. Zeyd’e şunu bildir ki, eğer tevbe etmezse Rasûlullah (s.a.s.) ile yaptığı cihadın sevabını kaybetmiş olur.”3485 Günümüzde özel finans kurumlarının faizden (şeklen) kurtulup, faiz geliri gibi kâr elde etmek için iyne satışına tümüyle benzer şekilde kredi verdiğini biliyoruz. Hîle-i şer’iyye için meşhur ve kesinlikle câiz olmayan bir örnek olan hulle için asr-ı saâdetteki şu olayı biliyoruz: Rifâa el-Kurazî hanımını boşadığında kadın tekrar Rifâa’ya dönebilmek için Abdurrahman bin Zebîr ile nikâhlanınca Rasûlullah onun maksadına işaretle fiilen evlilik hayatı yaşamadıkça eski kocasına dönemeyeceğini ifade etmiştir.3486
Haram olan bir şeyi, hileli yollarla şeklen ve zâhiren helâl görüntüsü vermenin ve bu şekilde haramları işleme suçunun ve cezasının çok büyük olduğunu, “mesh olayı”nın sebebi olan “cumartesi ashâbı”nın yaklaşımından ve daha dünyadayken başlayan feci cezadan öğreniyoruz. Müslüman, Allah’a, O’nun hükümlerine teslim olan demektir. Bu teslimiyet ve itaat bilinci, insanın ilâhî emir ve yasakları yüzeysel bir şekilcilikle değil; fikrî, rûhî ve amelî boyutlarıyla hükümleri yaşamak ve basit çıkarlarına ters düşse bile gönülden gelen rızâ ile boyun eğmektir.
Bunun aksine, itaatteki ruhu görmezden gelip varsa fetvâları istismar etmek, fetvâsını alsa bile selîm kalbine danışmamak, hileli işlere sarılmak, Allah’ın rızâsını ve cenneti riske atmak demektir. Böyle bir anlayışın dünyadaki cezası mesh değilse bile en azından Peygamber lisanıyla dünyada üzerine bir belâ indirilmesine ve
3484] Ebû Dâvud, Büyû 54, Melâhim 10; Ahmed bin Hanbel, II/42
3485] Ahmed bin Hanbel, 4/469
3486] Buhârî, Şehâdât 3, Talâk 4; Müslim, Talâk 1-2, 4
MESH (“AŞAĞILIK MAYMUNLAR OLUN!”)
- 779 -
yeniden dinlerine dönünceye kadar da belânın kaldırılmamasına sebep olacaktır. Mümkün ki, bu inen belâ, mesh olmayacak, insan şekil olarak maymunlaşmayacaktır; ama karakter ve ahlâk yönünden, irâdesi olmayan, sırf midesi için yaşayan zelil ve maskara maymunlara benzeyecektir. Dünyevîleşen, sırf dünya metaını elde etmek ve midelerini doldurmak için Allah’ın emrini oyuncak edinenlerin cezası maymunlaşmaktır. Birtakım dünyevî menfaatler sebebiyle Allah’ın emirlerini geçersiz, gayr-ı meşrû te’villerle yerine getirmeyen, zâhiri/görüntüyü kurtarmakla yetinenlerin âkıbeti, mesholunan bu insanlardan farklı olmayacaktır.
Mesh’e uğrayan kavmin suçu, kendilerine ibâdet için tahsis edilen/ayrılan güne hile karıştırmaları; şeklen ibâdet gününe uyar görünüp gerçekte uymamalarıydı. Biz de, ibâdet için tahsis edilen zamanları, meselâ namaz vakitlerini, cumâ saatlerini gerektiği gibi değerlendirmez, görevlerimizi yapmazsak bizden önceki toplumların suçunu işlemiş oluruz. İbâdetleri yapar görünür de istenildiği şekilde rûhen icrâ etmeye uğraşmayıp gerçek anlamıyla kulluğumuzu yerine getirmezsek, benzer cezaya uğrama endişe içinde olmalıyız. İbâdete ayırdıkları zamanda bile dünyayı, midelerini düşünüp dünyevîleşenlerin durumu ve başlarına gelenler, sonraki nesillere ibret, muttakîlere de öğüttür.3487 Onlar, ilâhî yasağa (cumartesi yasağına) uymadıkları için bu cezaya çarptırıldılar; biz de ilâhî yasaklara uymayınca, hele bunlara mâzeret uydurup kılıflar uydurunca, benzer cezalara çarptırılmaktan korkmalıyız.
3487] 2/Bakara, 66
- 780 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Meshle İlgili Kur’ân-ı Kerim’den Âyet-i Kerimeler
A- Mesh Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerime: 36/Yâsin, 67.
B- Mesh Konusunda Âyetler
a- Allah Dilerse, İnkâr Eden Kâfirleri Mesh Eder/Şekillerini Değiştirir: 36/Yâsin, 67.
b- Allah Dilerse, Yüzleri Dümdüz Ederek Şekilleri Değiştirir: 4/Nisâ, 47.
c- Maymuna Çevrilen İsyankâr İnsanlar: 2/Bakara, 65-66; 5/Mâide, 60; 7/A’râf, 163-166.
d- Domuza Çevrilen İnsanlar: 5/Mâide, 60.
e- İman Etmeyip Akletmeyen, Hakkı Görmeyen Kimseler, Hayvan Gibi, Hatta Daha Aşağıdırlar: 7/A’râf, 179; 25/Furkan, 44.
f- Allah’ın Kitabıyla Amel Etmeyenlerin Durumu, Kitap Yüklü Eşek Gibidir: 62/Cum’a, 5.
Meshle İlgili Hadis-i Şerif Rivâyetleri
Buhârî, Bed’ul Halk 15, Eşribe 6; Tecrid Terc. 9/68-70;
Müslim, Zühd 61, Sayd 48, 51, Kader 32-33;
Ebû Dâvud, Libas 6;
Nesâî, Sayd 26;
İbn Mâce, Sayd 16, Fiten 29;
Ahmed bin Hanbel, I/248.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 317-318
2. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 367-372
3. Mefâtihu’l Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Râzi, Akçağ Y. c. 3, s. 64-72
4. Fî Zılâli’l Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 159-160
5. Tefhîmu’l Kur’an, Mevdûdi, İnsan Y. c. 1, s. 84
6. El Câmiu li-Ahkâmi’l Kur’an, İmam Kurtubî, Buruc Y. c. 2, s. 145-150
7. Kur’ân-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 145-146
8. El-Mîzân Fî Tefsîri’l Kur’an, Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 290-298
9. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 19-20; 207-208
10. Hulâsatü’l Beyan Fî Tefsîri’l Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 145-146
11. Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s.151-152
12. Min Vahyi’l Kur’an, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s. 75-77
13. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 8, s. 107-110
14. Yahudileşme Temayülü, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s.80-82, 276-279
15. İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 300-301
16. Kitabu’t-Ta’rîfât (Terimler Sözlüğü), Cürcâni, Bahar Y. s. 210
17. Tenbihu'l Gâfilin ve Bustânu’l Ârifîn, Ebûlleys Semerkandi, Bedir Y. s. 909-911
18. İslâm’da Bâtıla Benzemenin Hükmü, Ali Rızâ Demircan, Eymen Y.
19. İlimler ve Yorumlar, Hekimoğlu İsmail, H.H. Korkmaz, Türdav Y. s. 69-73
20. Merak Ettiklerimiz, Adem Tatlı, M. Dikmen, Cihan Y. s. 28-42
21. Kur’an’da Toplumsal Çöküş, Ejder Okumuş, İnsan Y. s. 99-100
22. K. K.’den Âyetler ve İlmî Gerçekler, H. Nurbaki, T. D. Vakfı Y. s.170-179
23. İslâm Nizamı, Ali Rızâ Demircan, Eymen Y. c. 3, s. 281-286
24. İslâm’da Bâtıla Benzemenin Hükmü, Ali Rızâ Demircan, Eymen Y.
25. İslâmî Kimlik -İlkeler ve Hareket- Heyet, Ekin Y.
26. Kur’an’da Mü’min Şahsiyet, Ramazan Yılmaz, Mücâhede Y.
27. Müslüman Şahsiyeti, M. Ali Hâşimî, Risale Y.
28. Kimlik Kuyusu, Hüsrev Hatemi, Arma Y.
29. Şahsiyet Terbiyesi ve Gazali, Mahmut Çamdibi, Mar. Ün. İlâhiyat F. V. Y.
30. Kimlik Tercihi, Mehmet Alagaş, İnsan Dergisi Y.
31. Taklitlerin Çarpışması, Muhammed Kutub, Bir Y.
MESH (“AŞAĞILIK MAYMUNLAR OLUN!”)
- 781 -
32. Hayvansı İnsan, Desmond Morris, İnkılap Kitabevi Y.
33. İnsanat Bahçesi, Desmond Morris, İnkılap Kitabevi Y.
34. Hayat Dediğimiz Sır, Hekimoğlu İsmail, H. Hüseyin Korkmaz, Türdav Y.
35. Hücreden İnsana, Hekimoğlu İsmail, H. Hüseyin Korkmaz, Türdav Y.
36. Kur’an’da Evrim ve Yaratılış, Bahaddin Sağlam, Tebliğ Y
37. Yaratılış ve Darwinizm, Abdullah Aymaz, T.Ö.V. (Akyol Neşriyat)
38. Yaratılış ve Evrim Teorileri, H. Mustafa Genç, Beyan Y.
39. Evrim Aldatmacası, Harun Yahya, Vural Y.
40. Hayatın Gerçek Kökeni, Harun Yahya, Vural Y.
41. Darwinizm’in Karanlık Büyüsü, Harun Yahya, Vural Y.
42. Darwinizm’in Sonu, Harun Yahya, Vural Y.
43. Evrimcilerin Yanılgıları, Harun Yahya, Vural Y.
44. Evrimcilerin İtirafları, Harun Yahya, Vural Y.
45. Darwin’in Türk Düşmanlığı, Harun Yahya, Vural Y.
46. Darwin Yalan Söyledi, Harun Yahya, Vural Y.
47. Darwinizm Dini, Harun Yahya, Vural Y.
48. Canlılar ve Evrim, Bedir Y.
49. Evrim Anaforu ve Gerçek

Cumartesi, 06 Şubat 2021 19:39

MAL-MÜLK VE MÂLİK

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

MAL-MÜLK VE MÂLİK


- 659 -
Kavram no: 125
Nimet 17
İmtihan 7
Bk. Ticaret; Fakirlik-Zenginlik; İsraf; Cimrilik-Cömertlik; İnfak
MAL-MÜLK VE MÂLİK


• Mal; Anlam ve Mâhiyeti
• Malı Koruma
• Mülk ve Mülkiyet; Anlam ve Mâhiyeti
• Mülk Arâzi
• Mal-Mülk Allah'ındır
• Kur’ân-ı Kerim’de Mal-Mülk ve Mâlik Kavramları
• Hadis-i Şeriflerde Mal-Mülk ve Mâlik Kavramları
• Esmâu’l-Hüsnâ’dan El-Melik, Mâlikü’l Mülk, Mâlik-i Yevmi’d-Dîn İsmi
• Mülk ve Melekût; Eşyanın İki Yüzü
• Mal Yığma
• Para ve Mal Kazanma Yolları; İslâm Ekonomisinin Genel Prensipleri
• Dünya Hayatı, Dünya Malı ve Varlığı Sizi Aldatmasın!
• Tefsirlerden İktibaslar
“De ki: ‘Mülkün (gerçek) sahibi Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden de onu çeker alırsın. Dilediğini aziz eder, yüceltirsin, dilediğini de zelîl eder alçaltırsın. (Her türlü hayır/iyilik, Senin elindedir. Gerçekten Sen her şeye kadirsin.” 2873
“Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. Sen sabırlı davrananları müjdele.” 2874
Mal; Anlam ve Mâhiyeti
Mal: Bir kimsenin sahip olduğu şey; menkul ve gayr-i menkul varlık, servet demektir. Mal terimi, Arapçada önceleri altın ve gümüş için kullanılırken, kapsamı genişlemiş, nakit para, menkul ve gayrimenkul mallardan maddî değeri olan her şeyi şümûlüne almıştır. Çoğulu "emvâl"dir. Aynı kökten mal verme anlamında "temvîl", mal sahibi olma anlamında "temevvül" terimleri kullanılmıştır. Bu kelimenin, donuk bir kelime olmayıp, ism-i mevsul "mâ"sı ile mülkiyet ifade eden "li" harfi cerri ve birinci tekil şahsa ait "y" zamirinden olmuş "mâlî" yani "bana ait olan şeyler" anlamında bir terim olduğu, kısaltma sonucunda "mal" şeklini aldığı belirtilmiştir. 2875
Hanefîlere göre, bir İslâm hukuku terimi olarak mal; elde edilip ihtiyaç için
2873] 3/Âl-i İmrân, 26
2874] 2/Bakara, 155
2875] İbn Manzûr, Lisanü'l-Arab, XI, 636; İbnü'l-Esîr, en-Nihâye, mal maddesi; Fahri Demir, İslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılımı, s., 13, 14
- 660 -
KUR’AN KAVRAMLARI
biriktirilmesi ve normal olarak yararlanılması mümkün olan her şey demektir. Buna göre, malın iki özelliğe sahip olması gerekir:
1) Elde edilip biriktirmeye elverişli olması. Bu yüzden ilim, sağlık, şeref ve zekâ gibi mânevî şeylerle, mutlak olarak hava, güneş ve ayın ışığı ya da sıcaklığı gibi elde edilip depolanamayan şeyler mal sayılmaz. Ancak temelde mubah olan bu gibi değerler yeni teknolojik imkânlarla depolanırsa mal sınıfına girebilir.
2) Yararlanmanın mümkün ve câiz olması. Murdar ölmüş hayvan eti, zehirli veya bozuk gıda maddeleri gibi temelde mülk olmayan şeylerle, bir buğday tanesi, bir damla su, yırtık bir kâğıt parçası gibi, insanların yararlanmayı alışkanlık haline getirmediği şeyler de mal sayılmaz.
Bir şeyin mal oluşu, herkesin veya bir kısım insanların ona ilgi duyup mal edinmesiyle sabit olur. Mecelle, malı şöyle tarif etmiştir: "Mal; tab'-ı insanı mâil olup da vakt-i hâcet için iddihar olunabilen şeydir ki, menkule ve gayrimenkule şâmil olur."2876 Bunu şöyle ifade edebiliriz: Mal, insan tabiatının meylettiği, ihtiyaç için elde biriktirilebilen şeyler olup, menkul ve gayrimenkulü kapsamına alır.
Hanefîler dışındaki diğer çoğunluk İslâm hukukçularına göre maddî bir değeri olan ve telef edildiğinde tazmini gereken her şey maldır. İmam Şafiî şöyle der: "Mal denilince akla gelebilen şeyler şunlardır: Az da olsa bir ticarî değeri olup, telef edenin tazmin etmek zorunda kalacağı ve insanların normal olarak sokağa atmadıkları para gibi şeyler."2877 Hanefîler malı, maddî varlığı olan şeylere hasrederler. Menfaat ve hakları mal değil, mülk olarak kabul ederler. Hanefîler dışındaki mezheb müctehidleri ise, bunları da mal sayar. Çünkü eşyadan kasdolunan, bunların maddesi (aynı) değil, menfaatidir. Evde oturmak, at ve katıra binmek gibi... Meselâ; mahkemede dâvâcının dâvâlıya yemin teklif etme hakkı, maddî bir yönü bulunmadığı için Hanefîlere göre mal değildir. Bu görüş ayrılığı, gasp, miras ve kira gibi muâmelelerde farklı sonuçlar doğurur. Bir kimse bir gayrimenkulü gasbedip bir süre yararlansa, sonra sahibine iâde etse, Hanefîler dışındaki fakîhlere göre bu yararlanmanın kıymetini tazmin etmesi gerekirken; Hanefîlere göre, gasbedilen mal ancak vakıf veya yetim malı yahut otel, lokanta gibi kira için hazırlanmış bir yer olursa zararı tazmin gerekir. Yine Hanefîlere göre, kiracının ölümüyle kira sona erer. Çünkü kira akdinde, yararlanma bir mal olmadığı için mirasla geçmez. Diğer fakihlere göre ise, kira akdi, kiracının ölümüyle sona ermez ve akit sonuna kadar devam eder. Şart veya görme muhayyerlikleri de mirasçıya geçer. Hanefîlere göre ise geçmez.
İslâm hukukçuları malları özelliklerine göre: Mütekavvim - gayri mütekavvim, menkul -gayrimenkul, mislî - kıyemî, tüketime elverişli (istihlâkî) - kullanmaya elverişli (isti’mâlî) gibi kısımlara ayırmışlardır.
a) Mütekavvim mal: Fiilen elde edilmiş olan ve İslâm'ın yararlanmayı mübah kıldığı her şey mütekavvim maldır. Gayrimenkuller, menkuller, yiyecekler, avcının vurduğu av hayvanı, oduncunun mübah ormandan kestiği odun, ihya edilen ölü arazi gibi...
b) Gayri mütekavvim mal: Fiilen elde edilmemiş olan veya İslâm'a göre,
2876] Madde, 126
2877] Suyûtî, el-Eşbâh ve'n Nezâir, Mısır 1959, s., 327
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 661 -
zarûret hali dışında yararlanılması mubah olmayan şeylerdir. Sudaki balık, havadaki kuş, toprak altındaki madenler ve ormandaki av hayvanları gibi henüz elde edilmemiş şeyler örfen gayri mütekavvim maldır. Ayrıca şarap ve domuz eti müslümana göre mütekavvim mal değildir. Çünkü zarûret dışında bu ikisinden müslümanın yararlanması mubah değildir. Bunlar gayrimüslimlere göre ise mütekavvim maldır. 2878
Mütekavvim mal üzerindeki satım, kira, hibe, iâre, rehin, vasiyet, ortaklık vb. akitler geçerli (sahih); gayri mütekavvim mal üzerindekiler ise bâtıl olur. Yine mütekavvim mal telef edilirse, mislî ise mislini, kıyemî ise kıymetini tâzmin etmek gerekir. Gayri mütekavvim mal, müslümana ait olursa tazmin yükümlülüğü bulunmaz.
c) Menkul mal: Bir yerden başka bir yere nakli mümkün olan şeylerdir. Nakit paralar, ticaret eşyası (urûz), hayvanlar, ölçü veya tartı ile alınıp satılan mallar gibi. 2879
d) Gayrimenkul mal: Bir yerden başka yere nakli mümkün olmayan ev, arâzi gibi, yerde sâbit duran şeylerdir.2880 Binâ, ağaç ve topraktaki ekin, arâziye bağlı olarak akar sayılır. Üzerinde binâlar, ağaçlar ve ekinler bulunan bir arâzi satıldığı zaman, bunlara da arâzi hükümleri uygulanır. Bunların arâziden ayrı satılmaları halinde ise menkul hükümleri sözkonusu olur. 2881
e) Mislî mal: Çarşı ve pazarda misli ve benzeri bulunan mallardır. Mislî mallar dörde ayrılır. 1) Mekîlât; buğday, arpa gibi hacim ölçüsüyle alınıp satılanlar. 2) Mevzûnât; pamuk, demir gibi ağırlık ölçüsüyle alınıp satılanlar. 3) el-Adediyâtü'l-Mütekaribe; ceviz ve yumurta gibi sayıyla satılan standart mallar. 4) Zer'iyyât; kumaş, kereste gibi uzunluk ölçüsüyle satılan bazı standart mallar.
f) Kıyemî mal: Hayvanlar, arâziler, ağaçlar, halılar, kullanılmış otomobil, kitap vb. şeyler gibi çarşı ve pazarda benzeri bulunmayan veya bulunsa da standart olmayan şeylerdir. 2882
Mislî mal, cins ve sıfatı belirtilerek zimmette borç olarak kalabilir. Satım akdinde satış bedeli olur. Kıyemî mal ise, zimmette borç olmaz, satım akdinde satış bedeli olarak da belirlenemez. Bir hak kıyemî mala bağlandığı zaman bunun hangi mal olduğu ayırdedilerek belirlenmesi gerekir. Çünkü bunlarda standartlık yoktur. Bu yüzden kıyemî mallar arasında (bu çeşit malların birbirleriyle değiştirilmesinde) fâiz sözkonusu olmaz. Bir koyunla iki koyun veya aynı cinsten olan az malla çok mal mübâdele edilebilir.
g) Tüketime elverişli (istihlâkî) mal: Bunlar, kendisinden ancak aynını tüketmekle yararlanmak mümkün olan şeylerdir. Yiyecek, içecek, odun, petrol, nakit para ve kıymetli kâğıt gibi... Bunlardan nakit paranın tüketimi mâlikinin elinden çıkarma şeklinde olur.
2878] es-Serahsi, el-Mebsût, XI, 102; Şafiî, el-Ümm, IV, 198, 205; Muhammed Hamidullah, el-Vesâiki's-Siyâsiyye, Vesîka no: 59; ez-Zühaylî, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletuh, IV, 40, 45
2879] Mecelle mad. 128
2880] Mecelle, mad. 129
2881] İbn Âbidîn, Reddül-Muhtar, III, 408
2882] Mecelle mad. 146
- 662 -
KUR’AN KAVRAMLARI
h) Kullanmaya elverişli (isti'mâlî) mal: Maddesi devam etmekle birlikte kendisinden yararlanılabilen şeyler. Gayrimenkuller, mefrûşât, kumaşlar, kitaplar gibi.
Tüketime elverişli mallar, bu amaca hizmet eden karz ve âriyet verme gibi akitleri kabul ederken, kullanmaya elverişli mallar da yine kira ve âriyet verme gibi kullanmaya yönelik akitlere elverişli bulunurlar. 2883
Mal kelimesi, ‘meyl’ kelimesinden türemiştir. ‘Meyl’ sözlükte; denge noktasından sağa sola sapmak demektir. Sürekli değişen ve ölümsüz olmayan değerlere bu bakımdan ‘mal’ denilmiştir. Malın ana özelliği, devamlı değişmesi, sâbit olmaması ve ebedî (ölümsüz) olma özelliğinin bulunmamasıdır. ‘Mal’, insanın yaşayabilmesi ve ayakta kalabilmesi için bir vâsıtadır. İnsanı ayakta tutmak amacına yönelik olarak kullanılırsa bir anlam taşır. Eğer dünyalık değerlerin elde edilişi uğruna harcanırsa veya bu amaç için elde edilmeye çalışılırsa o zaman olumsuz bir anlam kazanır.
Mal, esâsen insanların sahip olmak istedikleri, ihtiyaç için elde edebildikleri, biriktirilebilen, taşınabilir veya taşınamaz şeylerdir, varlıklardır. Mallar ve çocuklar dünya hayatının süsüdür.2884 Bunlar aynı zamanda birer fitnedir, yani insan için birer deneme alanıdırlar.2885 Mala sahip olma ile onu harcama yeri; onun kullanılış gâyesidir. Mallar, Allah’ın insanlara birer emânetidir. O’nun helâl kıldığı yoldan kazanılmalı ve o mal Allah’a varmak gâyesi için kullanılmalıdır. İnsan ölünce Rabbine kavuşacaktır. Öyleyse kendisine emânet olarak verilen malı, bu ‘Son Varış/Meâd’ anlayışı doğrultusunda harcamalıdır. Bir başka deyişle, mal insanın hayatını sürdürebilmesi için Yaratıcı tarafından insanın emrine verilen bir faydalanma aracıdır. İnsan bu aracı güzel bir yoldan elde etmeli ve emânetin asıl sahibinin gösterdiği gibi kullanmalı, bu şekilde hem dünya hem âhiret mutluluğuna ulaşmalıdır. Mal, insanın sonsuz hayattaki durumuna kesinlikle etki edecektir.
Allah, insanlara ellerindeki malı O’nun yolunda ‘infak’ etmeyi emretmektedir. Bu, hem toplum dengesi, hem insanın mala karşı aşırı ilgisinin törpülenmesi, hem de insanların ihtiyaçlarının karşılanması açısından son derece önemlidir. Dünyadaki mallar ve zenginlikler, insanlar için süslü kılındı.2886 Bütün mallar dünya hayatının süsüdür, ama asıl varılacak yer Allah’ın huzurudur. İnsan bu yüzden malı ve dünyalıkları çok sever.2887 Kimileri de malının çokluğundan dolayı övünür, kibir gösterir.2888 Ancak malı olduğu halde, Allah’a hakkıyla kulluk yapmayan, Allah’a karşı ‘istikbâr’ eden azgınları (bağîleri), malları ve evlâtları kurtaramayacaktır. 2889
2883] el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', V, 134, 208, 209, 234, 237; es-Serahsî, a.g.e., XI, 50, 52, XIV, 90; ez-Zühaylî, a.g.e., IV, 49, 55; Fahri Demir, a.g.e., 33 vd ; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, İstanbul 1983, s., 83 vd.; Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 52-53
2884] 18/Kehf, 46
2885] 64/Teğâbûn, 15; 3/Âl-i İmrân, 186
2886] 3/Âl-i İmrân, 14
2887] 89/Fecr, 20
2888] 18/Kehf, 34; 34/Sebe', 35
2889] 92/Leyl, 11; 111/Mesed, 2; 58/Mücâdele, 17
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 663 -
Malın insan hakkında daha faydalı olabilmesi için onun Allah yolunda harcanması gerekmektedir.2890 Bu harcamanın en güzel şekli, gerekli kimselere zekât vermektir.2891 Mal konusu, müslümanların en önemli meselelerinden biridir. Malı helâldan kazanmak kadar, ona ilgiyi dengeli tutmak, onu gerekli yerlere harcamak, onunla insanlara faydalı olmak, onun peşinden sürüklenip gitmemek ve onunla şımarıp istiğnâ (zengin oldum) duygusuna kapılmamak önemli şeylerdir. İnsan ne kadar yaşarsa yaşasın, bir gün ölecektir ve malından ayrılacaktır. Kişi, mal üzerinde yalnızca nöbetçilik yapmaktadır. Öyleyse bu nöbetçilik ve emanetçilik iyi yapılmalıdır.
“Mal bir kahpeye benzer; bir gün attarın evinde bir gün baytarın evinde olur.”2892 Mal kazanmak, servet sahibi olmak, o maldan faydalanmak mubahtır (helâldir). Zekâtı ancak malı olanlar verebilir. Malı olanlar Allah yolunda daha çok harcama yapabilirler. Hakkıyla elde edilen bir zenginlik daha iyidir. Ancak mü’min, Allah’ın büyüklüğü karşısında ‘fakr’ duygusu içerisinde olmalı, yani yetersizliğini, her şeyin Allah’ın olduğunu bilmeli. Peygamberimiz (s.a.s.), müslümanların mal fitnesiyle karşılaşacaklarını haber veriyor.2893 Âhirette de mal mülk değil, ancak selim kalbe sahip olmak fayda verecektir. 2894
Malı Koruma
Mülk sahibinin malını saldırıya karşı koruma hakkı vardır. Evrensel prensipler getiren İslâm, toplumda din ayrılığı gözetmeksizin mal ve can güvenliği için gerekli tedbirleri öngörmüştür. Vahye dayalı semavî dinlerin din, akıl, mal, can ve nesli korumaya yönelik hükümler getirdiği görülür. Din; akide esaslarına inanmak ve ameli hükümlerini günlük hayatta uygulamakla korunur. Akıl; sarhoş edici içkilerden sakınmak ve ruh sağlığına dikkat etmekle; can, kısas hükümlerinin uygulanmasıyla; nesil ise, zinadan sakınmakla koruma altına alınır.
Malın korunması; onu israfla saçıp savurmadan tasarruf yanında, zekâtın verilmesi, hırsızlığa karşı gerekli tedbirleri almak ve malı gasbetmek isteyene karşı onu kuvvet kullanarak savunmak şekillerinde olabilir. Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Müslümanın müslümana ırzı ve malı haramdır.” 2895
Mal ve servet, Kur'an da "hayr" kelimesi ile ifade edilmiştir: "Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir mal (hayr) bırakacaksa; anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyyet etmek Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur."2896 Hadis-i Şerifte şöyle buyrulur: "Salih mal, salih kişi için ne iyidir." 2897 Sâlih kelimesinin anlamı çok geniştir. Kelime, helâl demek olup, ehil ve lâyık olmak anlamına da gelir. Dolayısıyla her mal, herkes için uygun olmayabilir. Mal ve servet edinmenin teşvik edildiğine dair birçok hadis vardır. Şükreden zenginler övülmüştür.
"Malın korunmuş olması, hem başkalarının tecavüz ve saldırısına mani
2890] 4/Nisâ, 95; 8/Enfâl, 72; 9/Tevbe, 20
2891] 6/En’âm ,141; 30/Rûm, 38
2892] Râgıp el-Isfehânî, Müfredat 726
2893] İbn Mâce, Fiten 18, hadis no: 3995; Tirmizî, Zühd 26, Hadis no: 2336
2894] 26/Şuarâ, 88; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 381-382
2895] Tirmizi, Birr,18; İbn Mâce, Fiten,2
2896] 2/Bakara, 180
2897] Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 194
- 664 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olunmasını, hem mülk sahibinin geçerli kurallar dairesinde malını istediği gibi satmak, değiştirmek, vasiyet etmek, hibe etmek veya herhangi bir şekilde tasarrufta bulunmakta hür ve serbest olmasını gerektirir." İslâm'da hırsızlık, ihtikâr (stokçuluk), hile aşırı kâr ve gasp gibi İslâm dini, malı korumak için, yer ve zamanın şartlarına uygun kurallar koymuştur. Meselâ, hırsızlığı önlemek için, hırsızın elini kesmek gibi.
Malı korumanın başka bir şekli de mallarını koruyamayan sefih (aptal), akıl hastası vb. insanların mallarını vasi veya vekil tayin ederek korumaktır. Bu konular ayet ve hadislerle düzenlenmiştir.2898 Malı korumakla ilgili bazı fıkhî bilgiler şöyle sıralanabilir: "Mala karşı tecavüzü önlemek farz olmayıp, haktır. Malı tecavüze uğrayan kimsenin, tecavüz edeni kendi haline bırakması veya kavga etmeyerek istediği malı vermesi caizdir.2899 Aynı şekilde sonu öldürmeye de varsa meşru savunma hakkını kullanması da mümkün ve câizdir.2900 İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre, evine bir hırsız girmiş o da kılıcı çekerek hırsızın üzerine yürümüştür. Eğer kendisine engel olunmasa, hırsıza kılıcı vuracaktı. 2901
Malı saldırıya uğrayan kimsenin gücü yettiği takdirde, öldürmek pahasına da olsa, saldırıyı önleme ve malını koruma hakkı vardır. Çünkü mala olan saldırı hem zulüm ve haksızlık, hem de İslâm'ın koyduğu sınırlara tecavüzdür. Bu kimse malını savunurken ölürse şehit sayılır. Bir hadisi şerifte şöyle buyrulur: “Kim malını savunmaktan dolayı öldürülürse, o şehittir ve ona cennet vardır.” 2902
Malı saldırıya karşı savunmaktan amaç saldırıyı önlemek olup, saldırganı cezalandırmak değildir. Çünkü tecavüze uğrayanı bu hakkı kullanmaya ve kendini bizzat müdafaa etmeye mecbur eden, mütecavizdir. Saldırıya uğrayanın da en hafiften ağırına doğru bir yol izleyerek meşru müdafaa hakkını kullanması gerekir. Aksi halde meşru müdafaanın zarurî kılmadığı fiillerinden sorumlu olur. Çünkü kendisini ve malını bizzat koruması zaruret sebebiyle caiz kılınmıştır; zaruret ise ölçüyü aşamaz. Daha hafif bir davranışla saldırıyı geri çevirmek mümkün iken ağırını kullanmakta zaruret yoktur. Bu duruma göre; mümkün ise, önce sözle ve başkalarını yardıma çağırarak malını ve kendini korur, bu olmazsa vurmaya geçer, vurarak, defetmek mümkün ise yaralaması caiz olmaz ve yaraladığı takdirde sorumlu olur. Vurmakla maksat hâsıl olmuyorsa yaralar; fakat öldüremez. Zaruret bulunmadığı takdirde öldürürse sorumlu olur. Öldürmekten başka çare yoksa öldürür ve sorumlu da olmaz. Eğer saldırıya uğrayan ölürse şehid olur. 2903
Mülk ve Mülkiyet; Anlam ve Mâhiyeti
Mülk ve mülkiyet; Mubah bir şeyi ele geçirme ve onun üzerinde tek başına söz sahibi olma gücü; tasarrufa konu olan şey üzerinde sırf sahibine ait olmak üzere tasarruf yetki ve iktidarı yahut tasarrufa konu olan şey üzerinde tasarrufta bulunabilmek üzere hukuk düzenince tanınan bir yetki ve iktidar anlamında bir
2898] 4/Nisâ, 5; 2/Bakara, 282; Buhâri, Büyû' 48, Husûmât, 3
2899] İbn Teymiye, Mecmuatü'l-Fetavâ, II, 202
2900] İbn Teymiyye, İhtiyârat, 91; İbn. Kudâme, el-Muğnî, VIII, 329
2901] İbn Teymiyye, a.g.e., IV, 188
2902] Ahmed b. Hanbel, II, 221-223; Hayreddin Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, I, 223
2903] eş'-Şafiî, el-Ümm, VI, 31; İbn Kudâme, el-Muğnî, VIII, 329; Remli, Nihayetü'l-Muhtâc, VIII, 24; Ahmed Yaşar, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 53-54
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 665 -
fıkıh terimi. Arapça "milk" mastarından bir isimdir.
Mülkiyetin ihraz ve ihtisas terimleriyle yakın ilişkisi vardır. Mubah bir şeyin, ihtiyaç sırasında yararlanılmak üzere elde edilmesine "ihraz" denir. Suyun kaba alınması veya av hayvanının yakalanması gibi... İhraz edilen şeyin sırf ihraz edene ait kılınmasına da "ihtisas" denir. İşte ihraz ve ihtisas işlemleri sonucunda eşya ile kişi arasında meydana gelen hak ve yetki ilişkisine "mülkiyet" adı verilmiştir. Klâsik İslâm hukuku kaynaklarında "mülkiyet" terimine rastlanmaz. Bunun yerine "milk" teriminin kullanıldığı görülür. "Mülkiyet" daha çok son devir araştırma eserlerinde kullanılmıştır. 2904
İslâm hukukuna göre mülkiyet hakkı sırf maddi eşya ile sınırlı tutulmamıştır. Maddi bir mal olan arsa, tarla, ev veya bir hayvan mülkiyete konu olduğu gibi; evde oturma, hayvana binme gibi yararlanmalar ve geçit hakkı gibi irtifak hakları da mülkiyet kapsamına girebilmektedir. Eğer bir maddî eşya aynıyla yararlanma ve haklarıyla birlikte bir kimseye ait bulunursa buna tam mülkiyet ayn'a ait mülkiyet hakkı birisine, yararlanma hakkı başkasına ait olursa böyle bir mülkiyete de "eksik mülkiyet" denir. Meselâ mîrî arazi uygulamalarında görüldüğü gibi toprağın kuru mülkiyeti (rakabe) devletin, ekip-biçme hakkı köylülerin olmak üzere kurulan bir mülkiyet ilişkisi eksik mülkiyettir. 2905
Eksik mülkiyet bir rakabe mülkiyeti ise er geç tam mülkiyete dönüşür. Bir yararlanma mülkiyeti ise, o takdirde ya sürenin sona ermesi halinde veya bu hakkın sahibinin ölümüyle sona erer. Meselâ kendisine bir gayrimenkulün menfaati vasiyet edilen kimse ölünce veya kira akdinin süresi bitince yararlanma hakkı da sona ermiş olur.
Böylece İslâm hukuku mülkiyet hakkını maddî eşya yanında yararlanmaya ve bazı hakları da kapsayacak şekilde mülkiyet kavramı ile ilgili olarak doğu ve batı hukukçularının uzun tecrübe ve tartışmalar sonucunda ulaştıkları teorileri çok erken tarihlerde, daha 7. ve 8. M. yüzyıllarda ortaya koymuşlardır.
Kıt'a Avrupası mülkiyet kavramını Roma Hukukuna sadık kalarak taşınır ve taşınmaz mallara intisar ettirirken; Anglo-Sakson hukuku, mülkiyeti tarif etmekten kaçınmış, bunun haklar, yükümlülükler ve davranış biçimlerinden ibaret olduğunu belirtmekle yetinmiştir. Bu yüzden alacak hakkını, ipoteğin doğurduğu hakkı, bir şirketteki hisse senedini, patent hakkını ve fikri eserleri hak kavramı içne alarak bu kavrama sosyal ve ekonomik işlerlik kazandırmıştır. Buna göre, bu son hukuk sistemi ile İslâm hukukunun mülkiyet kavramını değerlendirmesi arasında benzerlik olduğu söylenebilir.
İslâm'ın çıkışı sırasında Hicaz yöresinde bazı mülkiyet edinme yolları vardı. İslâm bunları kaldırmış ya da bazı sınırlamalar getirmiştir. Bunları şu başlıklar altında toplayabiliriz:
1) Himâ: Câhiliye devrinde, nüfuzlu bir kişi hayvanları için otlak bir yeri seçer, köpek sesinin ulaşabileceği kadar çevreyi belirler, orasını kendi korusu haline getirirdi. Başkası buraya hayvanını sokamaz, fakat o, diğer yerlerden de
2904] bk. M. ez-Zekâ, el-Fıkhu'l İslâmî fî Sevbihi'l-Cedîd, Dımaşk 1384/1964, III, 257
2905] es-Serahsî, el-Mebsût, Beyrut 1331, XI, 50; İbn Nüceym, el-Efbah ve'n-Nezâir (Hamevi Şerhi ile), İstanbul 1257, II, 202 vd.
- 666 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yararlanırdı.
Hz. Peygamber; "Kişilerin koru (himâ) hakkı yoktur. Ancak Allah ve Rasûlünün koru hakkı vardır" 2906 buyurarak koru'ya ilişkin düzenleme yetkisini İslâm devletine verdi.
2) Mirbâ (başkan payı): Câhiliye devrinde başkan savaştan elde edilen ganimetin dörtte birini ve buna ek olarak tüm ganimetin içinden beğendiklerini alırdı. Yine yolda ele geçirilenler ve bölüştürülmesi mümkün olmayan ganimet fazlası şeyleri de başkan alırdı. İslâm ganimetlerle ilgili bir dizi düzenlemeler getirerek bu konudaki statüyü belirledi… 2907
Bu düzenlemeye göre, ganimetin beşte biri kamu ihtiyaçlarına ayrılır, beşte dördü de gazilere bölüştürülür.
Muâhât (kardeşleştirme): Allah'ın elçisi M. 622 yılında Mekke'den Medîne'ye hicret sonucunda evini barkını Mekke'de bırakan Muhacirlerle Medineli Ensarı kardeşleştirdi. Ensar, mallarının yarısını Muhacirlere mülk olarak vermek istemişse de Allah'ın elçisi, toprağı ekip biçmede ürünü paylaşmak üzere ortakçılık tavsiye etti. Bu uygulama Hayber veya Fedek arazilerinin müslümanların eline geçmesine kadar sürdü. Bu yeni fethedilen topraklardan Mühacirlere ganimet verilmesi üzerine, Ensar kardeşlerinin yarıcılıkla işledikleri bağ, bahçe veya arazilerini geri verdiler. 2908
4) Fey: Fey, mülkiyeti kamuya ait gelir demektir. Silâh zoru ile değil de antlaşma ve benzeri yollarla müslümanların eline geçen topraklara fey' hükümleri uygulanmıştır. Bu uygulama el-Haşr Sûresi'nin 6-10. âyetlerinde açıklanmıştır. Buna göre, Kur'an-ı Kerîm'de fey adı altında toplanan gelirlerin tamamı ile ganimet gelirlerinin beşte biri, sonuç olarak, Allah'a, Rasûlüne, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara tahsis edilmiştir. Bu durum, bu gelirlerin kamu mülkiyeti niteliğinde olduğunu gösterir. Böylece özel mülkiyet yanında bir de kamu mülkiyeti sözkonusu olur.
Özel mülkiyet-kamu mülkiyeti ikilemi: Kur'an-ı Kerîmde bu iki çeşit mülkiyeti düzenleyen hükümler vardır.
Özel mülkiyete ilişkin olarak: Zekât, mâlî bir ibâdet olarak emredilmiştir. Bu ibâdetle yükümlü olmanın şartı bir mala malik olmaktır. 2909
Miras hükümlerinin uygulanması, ölenin bir malvarlığının bulunmasına bağlıdır.2910 Yine Kur'an'da ticaret ve mâli konuları düzenleyen hükümler de özel mülkiyetin varlığını gerekli kılar. 2911
Kur'an'da kamu mülkiyeti: Ganimet mallarının beşte birinin Allah ve Rasûlüne ayrılması bu kısma kamu mülkiyeti niteliği kazandırır. Burada mülkün
2906] Buhârî, Cihâd, 136, Müsâkât, 11; İbn Hanbel, Müsned, IV, 38, 71, 73
2907] bk. Buhârî, Teyemmüm, 1, Salât, 56, Humus, 8; Müslim, Zühd, 16, Mesâcid, 513; Ebû Dâvud, Cihad, 121; Tirmizî, Enfal Sûresi Tefsiri, 8: el-Kâsânî, a.g.e., VIII, 116 vd.; Kurtubî, Tefsîr, VIII, 13 vd
2908] Tecrid-i Sarih Tercemesi, VII, 75, 147, VIII, 55
2909] bk. el-Bakara, 2/3; el-Meâric, 70/25; ez-Zâriyât, 51/19; et-Tevbe, 9/103
2910] bk. en-Nisâ, 4/7, 11, 12, 172
2911] bk. el-Bakara, 2/188, 275, 282, 283; en-Nisâ, 4/29
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 667 -
Allah Teâlâ'ya izafesi İslâm toplumu adınadır. Sarf yerleri olan "yetim", "yoksul" ve "yolda kalınış"lar aynı zamanda zekâta da hak kazanan sınıflardandır. Ganimette dağıtım dışı tutularak kamuya mal edilen bu mallar, Allah'ın emrettiği şekilde hak sahiplerine devlet eliyle dağıtılmış olur. 2912
İslâm'da toprak mülkiyeti özel mülkiyete de kamu mülkiyetine de konu olabilir, İslâm devleti toprakla ilgili düzenlemeler yapabilir. Özellikle toprağı mülk edinme, kullanma ve mirî arazi ile ilgili tasarruflara devlet tarafından bir takım sınırlamalar getirilebilir.
Mülk edinme yolları:
1) İşgal: Bu yalnız mülkü elde etme yolu değil; aynı zamanda mülkiyet hakkının kaynağı olarak kabul edilir. İslâm hukukuna göre, mülkiyet hakkı için menkullerde işgal yeterli iken, gayrimenkullerde ihyâ şartı da gereklidir. İhyâ; sahipsiz arazinin zeminini temizlemek, su ulaştırmak veya kazıp taşını ayıklamak gibi işlemlerle gerçekleşir. Mecelle, ihya yoluyla elde edilecek arazi için şu şartları öngörür: a) Kimsenin mülkü olmayacak, b) Kasaba veya köyün mer'a veya baltalığı olmayacak, c) Kasaba veya köyden yüksek sesle bağırıldığında sesin ulaşmayacağı kadar uzakta bulunacak. 2913
İslâm hukuku gasp ve zaman aşımını mülkiyeti kazandırıcı bir yol olarak kabul etmemiştir. Klâsik fıkıh kaynaklarında rastlanan 10, I5 veya 30 yıllık zaman aşımı süreleri sadece kaza açısından yani dünya hukuku bakımından mahkeme nezdinde hak talep edilip edilemeyeceğini belirleyen sürelerdir. 2914
2) Emek: İhraz ve ihya fiilleri emek olarak değerlendirilebilirse de, mülkün mücerred bu işlemlerin bedeli olmadığı da açıktır. Meselâ; 50 dönümlük değerli bir araziye ilk işgal ve on günlük bir ihya çalışması sonucu mâlik olan bir kimse, bu araziye on günlük emeği karşılığında mâlik olmuş sayılmaz. İslam, diğer hukuk sistemlerinde bulunmayan ve çalışmasının ve emeğinin karşılığı olarak kişiyi mülk sahibi kılan bir usulü getirmiştir. Bu da "mudarabe" yöntemidir.
Müdârabe emek-sermaye ortaklığıdır. Bu ortaklıkta başkasının sermayesini işleten kimse, sırf emeği karşılığında kârdan anlaşmaya göre pay alır. Maddî zarara sadece sermayedar katlanırken; emek sahibinin zarara katlanması, yalnızca emeğinin boşa gitmesi şeklinde olur. Mudarabe, İslâm bankacılığının da esasını teşkil eder. 2915
3) Diğer mülkiyet kazanma yolları: Birçoğu emeğe veya sermaye riskine dayanan başka iktisap yolları da vardır.
Ziraat, ticaret, san'at ve mübah şeyleri ihraz şahsî emek ve gayret olmaksızın, mülkiyetin kazanılma yollarındandır. Nafaka, miras, sadaka, zekât, hibe ve mükâfat alma gibi emek unsuru bulunmayan yollarla da mülk edinilir. Ganimet, diyet, ikta', lukata, mehir ve muhâlea bedeli de emeksiz mülk edinmeye örnek
2912] el-Kâsâni, a.g.e., VII, 124, VIII, 13, 14
2913] Mecelle, madde, 1270
2914] İbnü'l-Hümâm, (İbn Kevder) Netâic, VIII, 281 vd.; Fahri Demir, İslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılımı, 1981 Ankara, s. 176, 177
2915] bk. "Müdarabe" maddesi
- 668 -
KUR’AN KAVRAMLARI
verilebilir. 2916
Toprak mülkiyetinin kazanılması: Toprağın hem kamu, hem de özel mülke konu olabileceğini yukarıda belirtmiştik. İslâm, toprak mülkiyetinin kazanılabilmesi için şu esasları getirmiştir.
1) İlk işgal ve ihyâ: Diğer mubah şeylere mâlik olabilmek için meşrû zilyedlik (ihraz) yeterli iken, toprak mülkiyetinde buna ihyâ şartı da eklenmiştir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Henüz hiç kimsenin eline geçmemiş bulunan bir şey, onu ilk ele geçiren kimseye ait olur." 2917
Bu hadisi duyan sahabilerin araziye dağılarak işgal etmek istedikleri toprak parçalarını adımlayıp işaretlemeye başladıkları nakledilir. Başka bir hadiste ise ihya şartı açıklanır: "Kim ölü bir toprağı ihya ederse, bu toprak onun olur. Haksız verilen emek için bir hak yoktur." 2918
Toprağı işgal edip, ihya etmeksizin uzun süre bekletenlerle ilgili olarak, Allah elçisi şöyle buyurmuştur: "Âd'dan kalma Allah'ın, Rasûlünün ve sonra sizindir. Kim ölü araziyi ihya ederse ona sahip olur. Çeviren üç yıl içinde ihya etmemişse, bundan sonra bir hakkı kalmaz."2919 Nitekim mücerred olarak arazi çevirmenin mülkiyet ifade etmeyeceğini ve bunun belli süre içinde ihya edilmesi gerektiğini Hz. Ömer şöyle belirtmiştir: "Ölü araziyi kim ihya ederse onun olur. Çeviren üç yıl içinde ihya etmezse, çevirdiği arazi üzerinde bir hakkı kalmaz."2920 Bu duruma göre, arazinin etrafını çevirmek veya ilk işgalde bulunmak üç yıl süreyle öncelik hakkı vermektedir. Buna üç yıl içinde ihya şartı da eklenirse, toprak üzerinde mülkiyet hakkı doğmaktadır.
2) Koru ve otlak olarak çevirme hakkı yalnız devlete tanınmıştır. "Allah ve Rasûlünden başka kimsenin otlak çevirme (himâ) hakkı yoktur."2921 hadisi bunun delilidir. Böylece nüfuzlu kimselerin otlakları çevirip başkalarına ait hayvanların oraya girmesini engellemesi uygulamasına fırsat verilmemiştir.
3) Sulh yoluyla İslâm ülkesine katılan topraklar, diğer sahipsiz topraklar gibi Devlet mülkiyetine geçer. Bunlar, gerektiğinde özel şahıslara da dağıtılabilir. Nitekim Fedek arazisi kendi mülkleri bulunmayan Muhacirlerle, ihtiyaç içindeki Medineli üç Sahabeye taksim edilmiştir. 2922
Sulh yoluyla İslâm ülkesine katılan veya savaşla fethedildiği halde sahipsiz bulunan topraklar devlet mülkiyetine geçtiğinden, bu topraklar ancak devlet başkanının tahsis etmesi (ikta) ile özel mülkiyete konu olabilir. Devletin şahıslara tahsis edeceği bu topraklar arazinin bulunduğu bölgeye göre öşür veya harac vergisine tabi olur.2923 İmam Ebû Yûsuf Irak'taki bu çeşit topraklardan söz ederken şunları saymıştır: İran devlet başkanına (Kisrâ), vezirlere, hanedana ve savaş2916]
Fahri Demir, a.g.e., 180 vd.
2917] Ebû Dâvûd, İmâre, 36
2918] Buhârî, Hars, 15; Ebû Dâvud İmâre, 37; Tirmizî, Akhâm, 38; Mâlik, Muvatta', Akdiye, 26, 27; Dârimî, Büyû', 65
2919] Ebû Yûsuf, el-Harâc, Kahire,1396, s. 70
2920] Ebû Yûsuf a.g.e., s. 71
2921] Buhârî, Cihâd 146; Ebû Dâvud, İmâre, 39
2922] er-Râzî, et-Tefsîru'l-Kebîr, XXIX, 284-285
2923] İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, İstanbul 1306, III, 288
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 669 -
tan önce veya savaş sırasında ölen ya da ülkeyi terk edenlere ait sahipsiz topraklar. Devlet bu çeşit toprakları istediği kimselere ikta etme yetkisine sahiptir. 2924
Savaş yolu ile ele geçirilen toprakların dağıtılması konusu tartışmalıdır. Hanefilere göre, İslâm devlet başkanı fethedilen topraklardan sahipli olanlar hakkında; önceki yöneticilere ait olanların dışında kalanın beşte birini beytülmale ayırdıktan sonra, gazilere dağıtmak veya eski sahiplerinin elinde bırakarak kendilerinden harac almak şıklarından birini tercih edebilir.2925 Hz. Ömer'in Irak ve Sûriye toprakları üzerindeki uygulaması buna örnek gösterilebilir.
İmam Şafiî'ye göre, devlet başkanı savaş yolu ile fethedilen beldenin işlenen veya değerli olan topraklarını, diğer ganimet malları gibi, beşte bir beytülmal hissesi ayrıldıktan sonra gazilere dağıtmak zorundadır. Ancak, gazilerin haklarından ferağat etmeleri halinde bu topraklar devlete kalabilir. 2926
İmam Mâlik'e göre, fethedilen arazi prensip olarak dağıtılmaz. Bütün müslümanlar lehine vakıf gibidir. Ancak İslâm devlet başkanı bu arazilerin dağıtılmasında toplum yararı görürse dağıtmak yoluna da gidebilir. 2927
Ahmed b. Hanbel'e göre ise, İslâm devlet başkanı fethedilen yer toprakları ile ilgili olarak, müslümanların yararını gözetmek şartıyla, seçimlik hakkına sahiptir. İslâm toplumu adına vakfetmek, beşte biri ayırdıktan sonra dağıtmak, kısmen dağıtmak şıklarından birisini tercih edebilir. Nitekim Rasulullah (s.a.s) her üçünü de yapmıştır. Benu Kurayza ve Benu Nadir arazini dağıtmış, Mekke arazisini dağıtmamış, Hayber topraklarını ise kısmen dağıtmıştır. 2928
5) Madenlerin mülkiyeti: İslâm hukukuna göre, maden mülkiyetini; istihsal edilen maden ve kaynağındaki maden rezervi olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür.
İstihsal edilen maden, cinsi ne olursa olsun su, ot, ateş gibi mübah mallardan olup, prensip olarak bulana, yani üretene ait olur. Bir pınardan alınan su alana ait olduğu gibi, madenlerden istihsal edilen de istihsal edene ait olur. Yalnız altın, gümüş, demir, bakır ve kurşun gibi erime özelliği taşıyan madenler, ganimetlerde olduğu gibi beşte bir vergiye tabidir. İmam Malik'e göre, böyle bir maden kolaylıkla çıkarılmışsa vergi beşte bir olurken, masraflı bir üretim yapılmışsa vergi oranı kırkta bir olur. 2929
Diğer yandan kaynaktaki maden rezervi üzerinde ne yer sahibi ve ne de bulan için bir mülkiyet hakkı doğmaz. Bu yüzden Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî hukukçuları madenlerin rakabe mülkiyeti olarak hiç kimseye ikta edilemeyeceğini ve bunların herkesin ortak bulunduğu mübah mallardan olduğunu belirtmişlerdir. Hatta Hanetî hukukçusu es-Serahsî, ikta için daha açık örnekler vermektedir: "Bir kimse, devletin kendisine ikta yoluyla işletme imtiyazı verdiği bir maden
2924] Ebû Yusuf, el-Harâc, 62, 63, 64, 65
2925] es-Serahsi, el-Mebsût, Mısır, 1331, X, 15; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', 2. baskı, Beyrut,1394/1974, VII, 118; eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 16-17; Ebû Yûsuf, a.g.e., s. 68-69
2926] eş-Şâfiî, el-Ümm, III, 181; eş-Şevkânî, a.g.e., VIII, 14-17; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, VI, 328
2927] Mâlik, el-Müdevvene, III, 26, 27; el-Muvatta, II, 470; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., VI, 32
2928] İbnü'l-Hümam, a.g.e., VI, 32; eş-Şevkânî, a.g.e., VIII,14-17; Fahri Demir, a.g.e., s. 202 vd.
2929] es-Serahsî, el-Mebsût, II, 211; Şâfiî, el-Ümm, II, 42, 43
- 670 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ocağında işçi çalıştırsa, ocaktan maden çıksın veya çıkmasın işçinin ücretini yüklendiği için, istihsal edilen maden işverenin olur. İstihsal ettiği madenin ise beşte birinden az olmamak üzere, devlet ile anlaştıkları oranda vergi verir. Bu kişinin yanında iş akdi yapmaksızın başka birisi kendi başına çalışsa, istihsal ettiği madenin beşte dördü bu kişinin olur. Çünkü maden, ikta edilmekle kişinin mülkiyetine geçmez. Kaynaktaki maden rezervi hadiste bildirilen su, ot ve ateş gibi ortak mübahlardandır." 2930
Maden rezervlerinin özel mülk edinilememesi prensibinin kaynağı, ortak mübahlarla (su, ot, ateş) ilgili hadis ve Hz. Peygamber'in tuzluk iktama ait şu hadisidir: "Ebyad b. Hammal'dan nakledildiğine göre, bu zat Hz. Peygamber'i ziyaret ederek yerini belirttiği tuzluğun kendisine ikta edilmesini istemiş ve Hz. Peygamber de ikta etmişti. Tam oradan ayrılacağı sırada, orada bulunanlardan birisi, Hz. Peygamber'e; "Neyi ikta ettiğinizi biliyor musunuz, ya Rasûlullah? Siz ona sanki bir kaynak su ikta etmiş oldunuz" demiştir. Ravi Ebyad bunun üzerine o ikta, Hz. Peygamber'in geri aldığını ilâve etmiştir." 2931
Sonuç olarak İslâm hukukuna göre, maden mülkiyeti ne "mütemmim cüz", ne "sahipsiz mal" ve ne de "devlet mülkiyeti" niteliği taşımaz. Madenler kamu karakterli mübah ve beşte biri toplumun, beşte dördü, bulup işletenin olmak üzere temelde ortak mübahlardandır. 2932
Mülk Arâzi
Kişilerin malik bulunduğu ve her türlü hukukî tasarrufta bulunabildiği arâzi türüne mülk arâzi denilir.
Toprak genel olarak, biri fertlerin diğeri de cemaatın (devlet, beytülmal, hazine vs.) olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Bunlardan ilkine mülk arazi, ikincisine de arazi-i emiriye, arazi-i memleket, kısaca mirî arazi gibi isimler verilmektedir.
Mülk arazi, kişinin tam anlamıyla sahip olduğu, istediğinde satabildiği, istediğinde hibe veya vakf edebildiği, öldüğünde çocuklarına miras bırakabildiği topraktır. Başka bir ifade ile sahibinin, üzerinde her türlü tasarruf hakkına sahib olduğu toprağa (araziye) mülk arazi denir. Bazen buna arazi-i memlûke de denmektedir. 2933
İslâm toprak hukuku ile uğraşanlar, onu dört ana devreye ayırırlar. Bunlar: a) İslâmiyetin başlangıcından Mü'minlerin emiri Hz. Ömer'e kadar olan devre, b) Hz. Ömer devri, c) Abbasî ve Selçuklu devri, d) Osmanlı devri.2934 Bu dört dönemde de mülk arazinin bulunduğunu ve umûmiyetle bu arazinin, sahiplerinin dinine göre, bazen öşrî bazen da haracî olarak isimlendirildiğini söylememiz gerekiyor. İmam Ebû Yusuf'un (h.113-182, m.731-789) da belirttiği gibi: Bu taksimde arazi sahibinin dini büyük bir rol oynamaktadır. 2935
2930] es-Serahsî, a.g.e., II, 212, 217; Mâlik, el-Müdevvene, V, 51, VI, 192-193; İbn Kudâme, el-Muğni, VI, 158
2931] Ebû Dâvûd, İmâre, 36; Tirmizî, Ahkâm, 39; İbn Mâce, Ruhûn, h. no: 2475
2932] Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 345-348
2933] Atıf Bey, Arazi Kanunnâme-i Hümayunu Şerhi, İstanbul 1330, s. 13
2934] Ali Şafak, İslâm Arazi Hukuku ve Tatbikatı, İstanbul 1977, s. 52
2935] Ebû Yusuf, Kitabu'l-Haraç, trc. Ali Özek, İstanbul 1970, s. 121
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 671 -
İslâm medeniyeti içerisinde başlı başına bir devreye konu olabilecek olan Osmanlı toprak uygulaması, toprak hukuku bakımından da büyük bir önem taşımaktadır. Filhakika Osmanlılar, birçok müessesede olduğu gibi, toprak mevzuunda da kendisinden önceki müslüman devletlerin tatbikatından istifade etmişlerdi. Zaten Osmanlıların onlardan uzak durmaları düşünülemezdi. Bu sebepledir ki, devlet, henüz bir beylik durumunda olduğu zaman bile İslâmî bir sistemin yerleşmesi için çalışıyordu. Bu konuda uygulanan arazi sistemi ve taksimi bu ifadelerimizin bir delili olarak ortada bulunmaktadır. Bu durum, sadece arazi ile değil, ondan alınan vergilerle de ortaya çıkmaktadır. Nitekim daha sonra neşredilecek olan 1274 (m. 1858) tarihli Arazi Kanunnâmesi'ne göre Osmanlı devletinde bulunan bütün araziler beş grupta toplanmıştır. Bunlar;
Mülk, mîrî, vakıf, metrûk ve mevat arazilerdir. Osmanlılarda hâs, timar ve zeâmet uygulaması mirî arazilerin tasarruf şekillerinden ibarettir.
Mülk araziler, mirasta ferâiz hükümlerine göre intikal eden ve mâlikinin satış, hibe, vasiyet, rehin vb. tüm hukuki tasarruflarda bulunabildiği arazilerdir. Şu çeşit araziler mülk arazi sayılmıştır:
1) Köy ve kasaba içlerinde bulunan arsalarla, köy ve kasabaların kenarlarında bulunup da meskenlerin mütemmimi sayılan en çok yarım dönüm miktarı yerler. Ancak bu çeşit arsaların köy ve kasabalar içinde bulunması mülk olması için yeterli değildir. Bunların öşür veya harac arazisinden yahut ihya edilmiş mevât (ölü arazi)den yahut da usulüne uygun şekilde devletten temellük edilmiş yerlerden olması gerekir. Bu yüzden muhacirlere verilen yerler mülk değildir. 2936
2) Mîrî araziden ifraz edilerek, şer'î müsadeye dayanılarak ve mülk olarak tasarruf olunmak üzere temlik edilen araziler.
3) Öşür arazisi. İslâm orduları tarafından savaşla fethedilen topraklar ganimet sayılarak, beşte biri beytü'l-mâle ayrıldıktan sonra, geri kalan beşte dördünü devlet başkanı, savaşa katılanlara taksim ve temlik eder. Böylece öşür arazisi meydana gelmiş olur. Ancak zorla fethedilen düşman arazilerine İslâm devlet başkanının şu statülerden birisini uygulaması mümkün ve caizdir:
a) Beşte birini beytü'l-mâle ayırıp geri kalanını gaziler arasında dağıtabilir. Bu takdirde arazi mâlikleri öşre tabi olur.
b) Gayr-i müslim olan sahiplerinin elinde bırakabilir. Bu takdirde onlar harac vergisine tabi olur.
c) Bu arazileri hiç kimseye temlik etmeyip, rakabesi, yani kuru mülkiyeti beytü'l-mâlde kalmak üzere alıkoyabilir.
Yeni fethedilen arazilere uygulanabilen bu çeşitli alternatiflerin dayandığı deliller şunlardır: Hz. Peygamber, fetihten sonra Mekke arazilerini eski sahiplerinin ellerinde bırakmıştır. Mekkelilerin müslüman olmalarından sonra bu topraklar öşür arazisi oldu. Yine savaşarak ele geçirilen Hayber toprakları ise, eski sahiplerinin ellerinde bırakılmadı. Bunlar ganimet sayılarak beşte bir beytü'l-mâle ayrılmış, beşte dördü bu fethe katılan gâzilere dağıtılmıştır. Böylece bu topraklar
2936] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-i İslâmiyye ve İstilâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, İstanbul, 1967, V, 389
- 672 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yeni sahiplerinin mülkü ve öşür arazisi olmuştur.2937 Hz. Ömer'in ilk olarak Irak ve Sûriye toprakları konusunda tuttuğu yol, daha sonra fethedilen ülkelerin toprakları hakkında uygulanan genel kural olmuştur. Irak, Suriye ve Mısır toprakları fethedilince Hz. Ömer bunları, müslüman gaziler arasında taksim etmemiş, konu, uzun istişare ve müzakerelerden sonra, Hz. Ömer'in görüşü yönünde çözüme kavuşturulmuştur. Buna göre, bu bölgelerin arazileri, gayri müslim olan eski mâliklerinin elinde bırakıldı. Kendilerine arazileri için "harac" şahısları için de "cizye" bağlandı. Böylece, bu topraklar harac arazisi statüsüne girmiş oldu. 2938
Mal-Mülk Allah'ındır
"Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır." 2939; "Göklerin ve yerin mülkü O'nundur." 2940; "Mülk O'nundur." 2941
Bu âyetler ve benzerleri mülkün, hükümranlığın Allah'a âit olduğunu, gerçek mülk sahibinin O olduğunu vurgulamaktadır. Allah, mülkünü yönetme hakkını, yeryüzünde halîfe tâyin ettiği insana vermiştir. "Allah'a ve Rasûlüne iman edin ve (O'nun) sizi hâkim kıldığı, sizin yönetiminize verdiği şeylerden (Allah için) infak edip harcayın. Sizden, iman eden ve (Allah rızâsına) infak edip harcayanlar için büyük mükâfat vardır." 2942 Bu âyetten anlaşıldığı üzere mal, gerçekte Allah'ındır. İnsan, yeryüzünde halîfe olarak mala sahip olur; mal, aslında ona emânettir. Göklerin ve yerin mülkü Allah'a âittir. Mülkün gerçek sahibi Allah'tır. İnsanın mala halîfe kılınması, iki anlama gelebilir: Ya Allah adına malın üzerinde vekil kılınması, malın yönetiminin kendisine bırakılmasıdır. Yahut başkasından kendisine geçmesi, kendisi başkasının yerine geçip mala sahip olmasıdır. Mal denilen şey, böyle insandan insana geçen, insanların mülkiyetini birbirinden devraldıkları bir şey olduğu için âyette "cealeküm müstahlefîne fîh; başkasının yerine geçirildiğiniz, başkasının ardından size verilen şey" diye nitelendirilmiştir.
Şimdi insan, mülkiyeti geçici olarak elinde bulunan malı Allah yolunda harcarsa, aslında kendi malını değil; Allah'ın malını harcamakta; O'nun adına, O'nun yoluna vermektedir. Mülkün gerçek sahibi Allah olduğuna göre, neden Allah'ın malını, Allah'ın emrettiği yere harcamaktan çekinir, niçin kendisini mutlu edecek şeyden geri kalır? Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Sizi çokluk mahvetti. İnsanoğlu 'malım, malım' der. Yiyip tükettiğinden, ya da giyip eskittiğinden, ya da sadaka verdiğinden başka senin malın mı var? (Çünkü bundan ötesi başkasının eline geçecektir)." 2943
2937] el-Enfâl, 8/1, 41
2938] Ebû Ubeyd, Kitabü'l-Emvâl, Kahire 1388/1968, s. 83-85, 210, 397, 503; Ebû Yusuf, Kitabu'l-Harâc, Mısır 1352, s. 75; Muhammed el-Hudari, Târihu't-Teşrîi'l-İslâmî, (6. Baskı) Mısır 1964, s. 124-126; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s. 570 vd.
2939] 3/Âl-i İmrân, 189; 5/Mâide, 17, 18, 40, 120; 9/Tevbe, 116; 24/Nûr, 42; 45/Câsiye, 27; 48/Fetih, 14
2940] 2/Bakara, 107; 3/Âl-i İmrân, 189; 5/Mâide, 40; 7/A'râf, 158; 25/Furkan, 2; 39/Zümer, 44; 42/Şûrâ, 49; 43/Zuhruf, 85; 57/Hadîd, 2, 5; 85/Bürûc, 9
2941] 6/En'âm, 73; 35/Fâtır, 13; 39/Zümer, 6). Ve yine Bk. 3/Âl-i İmrân, 26; 17/İsrâ, 111; 22/Hacc, 56; 25/Furkan, 26; 40/Mü'min, 16; 64/Teğâbün, 1
2942] 57/Hadîd, 7; Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 342-343
2943] Müslim, Zühd 3; Tirmizî, Zühd 31, Tefsir, sûre 102; Nesâî, Vesâyâ 1; Ahmed bin Hanbel, 4/24, 26
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 673 -
Kur’ân-ı Kerim’de Mal, Mülk ve Mâlik Kavramları
“Mal” ve çoğulu “emvâl” kelimeleri, Kur’ân-ı Kerim’de 86 yerde geçer. “M-l-k” ve türevleri ise Kur’ân-ı Kerim’de 206 yerde zikredilir. Bunların 88’i “melek” ve çoğuludur. Diğerleri (118’i) mülk kavramıyla ilgili kelimelerdir. “Mâlik” kelimesi 3 yerde,2944 Bunun çoğulu “mâlikûn” 1 yerde, 2945 “melîk” kelimesi yine 1 yerde 2946 geçer.
“İşte onlar, âhirete karşılık dünya hayatını satın alan kimselerdir. Bu yüzden ne azapları hafifletilecek, ne de kendilerine yardım edilecektir.” 2947
“Bilmez misin, göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnızca Allah'ındır? Sizin için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.” 2948
“Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele.” 2949
“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefâ gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışları)dır. İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttaki olanlar da bunlardır.” 2950
“Birbirinizin mallarını haksızlıkla yemeyin ve bile bile günahla insanların mallarından bir bölümünü yemeniz için onları hâkimlere aktarmayın.” 2951
“Allah yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareketinizde dürüst davranın. Çünkü Allah muhsinleri/dürüstleri sever.” 2952
“Onlardan öylesi vardır ki: ‘Rabbimiz, bize dünyada da hasene (iyilik ve güzellik) ver, âhirette de hasene (iyilik ve güzellik) ver ve bizi ateş azâbından koru’ der.” 2953
“İnsanlardan öyleleri de var ki, Allah'ın rızâsını almak için kendini ve malını fedâ eder. Allah da kullarına şefkatlidir.” 2954
“İnkâr edip kâfir olanlara dünya hayatı süslendi (süslü gösterildi). Bu yüzden onlar, iman edenlerden bazısı ile alay eder. Oysaki (iman edip) ittika eden, Allah’ın azâbından korunanlar, kıyâmet gününde onların üstündedir. Allah dilediğine hesapsız rızık verir.” 2955
“Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi için Allah'a güzel bir borç (isteyene fâizsiz ödünç) verecek yok mu? Darlık veren de bolluk veren de Allah'tır. Sadece O'na
2944] 1/Fâtiha, 4; 3/Âl-i İmrân, 26; 43/Zuhruf, 77
2945] 36/Yâsîn, 71
2946] 54/Kamer, 55
2947] 2/Bakara, 86
2948] 2/Bakara, 107
2949] 2/Bakara, 155
2950] 2/Bakara, 177
2951] 2/Bakara, 188
2952] 2/Bakara, 195
2953] 2/Bakara, 201; ayrıca: 7/A’râf, 156; 16/Nahl, 122
2954] 2/Bakara, 207
2955] 2/Bakara, 212
- 674 -
KUR’AN KAVRAMLARI
döndürüleceksiniz.” 2956
“Onlara peygamberleri dedi ki: ‘Allah size Tâlut'u (melik olarak) gönderdi.’ Onlar: ‘Biz hükümdarlığa, ona göre daha çok hak sahibiyken ve ona bir mal (servet) bolluğu verilmemişken, nasıl bizi (yönetmek üzere) hükümdarlık (mülk) onun olabilir?’ dediler. O (şöyle) demişti: ‘Doğrusu Allah size onu seçti ve onun bilgi ve bedenî gücünü arttırdı. Allah, kime dilerse mülkünü verir; Allah (rahmeti ve gücü) geniş olandır, bilendir." 2957
“...Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur...” 2958
“Mallarını Allah yolunda infak edenlerin örneği yedi başak bitiren, her bir başakta yüz tane bulunan bir tek tanenin örneği gibidir. Allah, dilediğine kat kat arttırır. Allah (ihsanı) bol olandır, bilendir.” 2959
“Mallarını Allah yolunda infak edenler, sonra infak ettikleri şeyin peşinden başa kakmayan ve eziyet vermeyenlerin ecirleri/ücretleri Rableri katındadır, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.” 2960
“Ey iman edenler, Allah'a ve âhiret gününe inanmayıp, insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infak eden gibi, minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Böylesinin durumu, üzerinde toprak bulunan bir kayanın durumuna benzer; üzerine sağnak bir yağmur düştü mü, onu çırılçıplak bırakıverir. Onlar kazandıklarından hiçbir şeye güç yetiremez (elde edemez)ler. Allah, kâfirler topluluğuna hidayet vermez.” 2961
“Yalnızca Allah'ın rızâsını istemek ve kendilerinde olanı kökleştirip güçlendirmek için mallarını infak edenlerin örneği, yüksekçe bir tepede bulunan, sağnak yağmur aldığında ürünlerini iki kat veren bir bahçenin örneğine benzer ki ona sağnak yağmur isabet etmese de bir çisintisi (vardır). Allah, yaptıklarınızı görendir.” 2962
“Şeytan sizi fakirlikle tehdit eder (korkutur, fakir olursunuz diyerek sadaka vermenize engel olur) ve sizin cimri olmanızı emreder/telkin eder. Allah ise size katından bir mağfiret ve lütuf/bolluk vaad eder. Allah, her şeyi ihâta eden (ihsânı geniş olan) ve her şeyi bilendir.” 2963
“Onlar ki, mallarını gece, gündüz; gizli ve açık infak ederler. Artık bunların ecirleri Rableri katındadır, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.” 2964
“Göklerde ve yerdekilerin hepsi Allah'ındır. İçinizdekileri açığa vursanız da gizleseniz de Allah ondan dolayı sizi hesaba çekecektir, sonra dilediğini affeder, dilediğine de azap eder. Allah her şeye kadirdir.” 2965
“Şüphesiz inkâr edenler, onların malları da, çocukları da kendilerine Allah'tan (gelecek azâba karşı) hiçbir şey kazandırmaz. Ve onlar ateşin yakıtıdırlar.” 2966
2956] 2Bakara, 245
2957] 2/Bakara, 247
2958] 2/Bakara, 255
2959] 2/Bakara, 261
2960] 2/Bakara, 262
2961] 2/Bakara, 264
2962] 2/Bakara, 265
2963] 2/Bakara, 268
2964] 2/Bakara, 274
2965] 2/Bakara, 284
2966] 3/Âl-i İmrân, 10
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 675 -
“Nefsânî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar, sadece dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki asıl varılacak güzel yer, Allah'ın yanındadır.” 2967
“De ki: ‘Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini aziz kılar, yüceltir; dilediğini de zelil kılar, alçaltırsın. Her türlü iyilik Senin elindedir. Gerçekten Sen her şeye kaadirsin. Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğine de sayısız rızık verirsin.” 2968
“Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iâde eder. Fakat onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan, tepesine dikilip durmazsan onu sana iâde etmez. Bu da onların, ‘Ümmîlere karşı yaptıklarımızdan dolayı bize vebal yoktur’ demelerindendir. Allah adına bile bile yalan söylüyorlar.” 2969
“Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. İşler, dönüp dolaşıp Allah'a varır.” 2970
“Gerçekten inkâr edenlerin ise, malları da, çocukları da, onlara Allah'tan yana bir şey sağlayamaz. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda temelli olarak kalacaklardır.” 2971
“Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Allah, çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir.” 2972
"Allah’ın kereminden kendilerine verdiklerini (infakta) cimrilik gösterenler, sanmasınlar ki o, kendileri için hayırlıdır; tersine, bu, onlar için çok fenâdır. Cimrilik ettikleri şey de kıyâmet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mîrâsı Allah’ındır. Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Şüphesiz, 'Allah fakirdir, biz ise zenginiz' diyenlerin sözünü andolsun ki Allah işitmiştir. Onların bu sözünü, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ile birlikte yazacağız ve diyeceğiz ki: ‘tadın o yakıcı azâbı! " 2973
“Andolsun, mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici (sözler) işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız (bu), emirlere olan azimdendir.” 2974
“Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Allah, çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir.” 2975
“Yetimlere mallarını verin ve murdar olanla temiz olanı değiştirmeyin. Onların mallarını mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu, büyük bir suçtur.” 2976
“Allah'ın sizin için (kendileriyle hayatınızı) kaim (geçiminizi sağlamaya destekleyici bir araç) kıldığı mallarınızı düşük akıllılara vermeyin; bunlarla onları rızıklandırıp giydirin ve
2967] 3/Âl-i İmrân, 14
2968] 3/Âl-i İmrân, 26-27
2969] 3/Âl-i İmrân, 75
2970] 3/Âl-i İmrân, 109
2971] 3/Âl-i İmrân, 116
2972] 3/Âl-i İmrân, 129
2973] 3/Âl-i İmrân, 180-181
2974] 3/Âl-i İmrân, 186
2975] 3/Âl-i İmrân, 189
2976] 4/Nisâ, 2
- 676 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onlara güzel (ma’rûf) söz söyleyin.” 2977
“Yetimleri, nikâha erişecekleri çağa kadar deneyin; şayet kendilerinde bir (rüşd) olgunlaşma gördünüz mü, hemen onlara mallarını verin. Büyüyecekler diye israf ile çarçabuk yemeyin. Zengin olan iffetli olmaya çalışsın, yoksul olan da artık maruf (ihtiyaca ve örfe uygun) bir şekilde yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman, onlara karşı şahid bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter.” 2978
“Gerçekten, yetimlerin mallarını zulmederek yiyenler, karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar. Onlar, çılgın bir ateşe gireceklerdir.” 2979
“Sağ ellerinizin malik olduğu (cariyeler) dışındaki kadınlardan ‘evli ve özgür' olanlarla da (evlenmeniz haramdır.) Bunlar, Allah'ın üzerinize yazdığıdır. Bunların dışında kalanı iffetlerini koruyup fuhuşta bulunmamak üzere mallarınızla (mehir vererek) evlenecek kadın aramanız size helâl kılındı. Öyleyse onlardan hangi şeyle (veya ne kadar) yararlandıysanız, onlara ücret (mehir)lerini tesbit edildiği miktarıyla ödeyin. Miktarın tesbitinden sonra, karşılıklı hoşnud olduğunuz bir şey konusunda üstünüze bir sorumluluk yoktur. Şüphesiz Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır.” 2980
“Ey iman edenler, mallarınızı, sizden karşılıklı anlaşmadan (doğan) bir ticaretten başka haksız ‘nedenler ve yollarla' (bâtılca) yemeyin. Ve kendi nefislerinizi öldürmeyin. Şüphesiz, Allah, size çok merhamet edendir.” 2981
“Allah'ın, bazısını bazısına üstün kılması ve onların kendi mallarından harcaması nedeniyle erkekler, kadınlar üzerinde ‘sorumlu gözeticidir.' Saliha kadınlar, gönülden (Allah'a), itaat edenler, Allah nasıl koruduysa görünmeyeni koruyanlardır. Nüşuzundan korktuğunuz kadınlara (önce) öğüt verin, (sonra onları) yataklarda yalnız bırakın, (bu da yetmezse hafifçe) vurun. Size itaat ederlerse aleyhlerinde bir yol aramayın. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür.” 2982
“Ve onlar, mallarını insanlara gösteriş olsun diye infak ederler, Allah'a ve ahiret gününe de inanmazlar. Şeytan, kime arkadaş olursa, artık ne kötü bir arkadaştır o.” 2983
“Yoksa onların mülkten (hükümranlıktan) bir nasipleri mi var? Öyle olsaydı insanlara çekirdek filizi (kadar bir şey bile) vermezlerdi.” 2984
“... De ki: Dünya metâı/menfaati azdır/önemsizdir. Allah’tan korkanlar için âhiret daha hayırlıdır. Size kıl kadar haksızlık edilmez.” 2985
“Mü'minlerden, özür olmaksızın oturanlar ile Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) va'detmiştir; ancak Allah, cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır.” 2986
2977] 4/Nisâ, 5
2978] 4/Nisâ, 6
2979] 4/Nisâ, 10
2980] 4/Nisâ, 24
2981] 4/Nisâ, 29
2982] 4/Nisâ, 34
2983] 4/Nisâ, 38
2984] 4/Nisâ, 53
2985] 4/Nisâ, 77
2986] 4/Nisâ, 95
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 677 -
“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır ve Allah her şeyi kuşatmıştır. (Hiçbir şey O'nun ilim ve kudretinin dışında kalamaz).” 2987
“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Sizden önce kendilerine Kitap verilenlere ve size "Allah'tan korkun" diye emrettik. Eğer inkâr ederseniz biliniz ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah hudutsuz zengindir, ziyadesiyle övgüye lâyıktır.” 2988
“Göklerde ve yerde olanlar Allah'ındır. Vekil olarak Allah yeter.” 2989
“Ondan nehyedildikleri halde fâiz almaları ve insanların mallarını haksız yere yemeleri nedeniyle (öyle yaptık). Onlardan kâfir olanlara pek acıklı bir azap hazırlamışızdır.” 2990
“Şüphe yok ki kâfir olanlar, yeryüzündeki her şey ve bunun yanında da bir o kadarı kendilerinin olsa da kıyamet gününün azabından kurtulmak için onu fidye verseler onlardan asla kabul edilmez; onlar için acı bir azap vardır.” 2991
“Bilmez misin ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin mülkiyeti Allah'a aittir; dilediğine azap eder ve dilediğini bağışlar. Allah her şeye hakkıyle kadirdir.” 2992
“Göklerin, yerin ve içlerindeki her şeyin mülkiyeti Allah'ındır, O, her şeye hakkıyle kadirdir.” 2993
“Gecede ve gündüzde barınan her şey O'nundur. O her şeyi işitendir, bilendir.” 2994
“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. İttika edenler, (Allah’ın azâbından) korkanlar için elbette âhiret yurdu daha hayırlıdır. (Dünya hayatının fâniliğine) hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?” 2995
“Rablerinin rızâsını isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları kovma! Onların hesabından sana bir sorumluluk; senin hesabından da onlara herhangi bir sorumluluk yoktur ki onları kovup ta zâlimlerden olasın!” 2996
"Aramızdan Allah'ın kendilerine lütuf ve ihsanda bulunduğu kimseler de bunlar mı!" demeleri için onların bir kısmını diğerleri ile işte böyle imtihan ettik. Allah şükredenleri daha iyi bilmez mi?” 2997
“Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen ve dünya hayatının aldattığı kimseleri (bir tarafa) bırak! Kazandıkları sebebiyle hiçbir nefsin felâkete dûçar olmaması için Kur'an ile nasihat et. O nefis için Allah'tan başka ne dost vardır, ne de şefaatçi. O, bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez. Onlar kazandıkları (günahlar) yüzünden helâke sürüklenmiş kimselerdir. İnkâr ettiklerinden dolayı onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem verici bir azap vardır.” 2998
2987] 4/Nisâ, 126
2988] 4/Nisâ, 131
2989] 4/Nisâ, 132
2990] 4/Nisâ, 161
2991] 5/Mâide, 36
2992] 5/Mâide 40
2993] 5/Mâide, 120
2994] 6/En’âm, 13
2995] 6/En’âm, 32
2996] 6/En’âm, 52
2997] 6/En’âm, 53
2998] 6/En’âm, 70
- 678 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz ve (dünyada) size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız. Yaratılışınızda ortaklarımız sandığınız şefaatçılarınızı da yanınızda göremeyeceğiz. Andolsun, aranız açılmış ve (tanrı) sandığınız şeyler sizden kaybolup gitmiştir.” 2999
“Yetimin malına, o erginlik çağına erişinceye kadar -o en güzel (şeklin) dışında- yaklaşmayın. Ölçüyü ve tartıyı doğru olarak yapın. hiçbir nefse, gücünün kaldırabileceği dışında bir şey yüklemeyiz. Söylediğiniz zaman -yakınınız dahi olsa- adil olun. Allah'ın ahdine vefa gösterin. İşte bunlarla size tavsiye (emr) etti; umulur ki öğüt alıp-düşünürsünüz." 3000
“De ki: ‘Allah’ın kulları için çıkardığı (yarattığı) zîneti/süsü ve güzel rızıkları kim haram kılabilir?’ De ki: ‘Onlar, dünya hayatında (inanmayanlarla birlikte) mü’minlerindir. Kıyâmet gününde ise yalnız iman edenlerindir.’ İşte, bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklarız.” 3001
“(Yine) A'râf ehli simalarından tanıdıkları birtakım adamlara seslenerek derler ki: "Ne çokluğunuz ne de taslamakta olduğunuz büyüklük size hiçbir yarar sağlamadı.” 3002
“Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız ancak bir fitnedir (imtihan konusudur.) Allah yanında ise büyük bir mükâfat vardır.” 3003
“Gerçek şu ki, inkâr edenler, (insanları) Allah'ın yolundan engellemek için mallarını harcarlar; bundan böyle de harcayacaklar. Sonra bu, onlara yürek acısı olacaktır, sonra bozguna uğratılacaklardır. İnkâr edenler sonunda cehenneme sürülüp toplanacaklardır.” 3004
“Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.” 3005
“Yeryüzünde ağır basıncaya (küfrün belini kırıncaya) kadar, hiçbir peygambere esirleri bulunması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, hâlbuki Allah (sizin için) ahireti istiyor. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir.” 3006
“Gerçek şu ki, iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte birbirlerinin velisi olanlar bunlardır. İman edip hicret etmeyenler, onlar hicret edinceye kadar, sizin onlara hiçbir şeyle velayetiniz yoktur. Ama din konusunda sizden yardım isterlerse, yardım üzerinizde bir yükümlülüktür. Ancak, sizlerle onlar arasında anlaşma bulunan bir topluluğun aleyhinde değil. Allah, yaptıklarınızı görendir.” 3007
“İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin
2999] 6/En’âm, 94
3000] 6/En’âm, 152
3001] 7/A’râf, 32
3002] 7/A’râf, 48
3003] 8/Enfâl, 28
3004] 8/Enfâl, 36
3005] 8/Enfâl, 60
3006] 8/Enfâl, 67
3007] 8/Enfâl, 72
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 679 -
Allah katında büyük dereceleri vardır. İşte ‘kurtuluşa ve mutluluğa' erenler bunlardır.” 3008
“Rableri onlara, tarafından bir rahmet ve hoşnutluk ile kendileri için, içinde tükenmez nimetler bulunan cennetler müjdeler.” 3009
“Onlar orada ebedî kalacaklardır. Şüphesiz ki Allah katında büyük mükâfat vardır.” 3010
“De ki: ‘Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan, O'nun Rasûlü'nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fâsıklar topluluğuna hidâyet vermez.” 3011
“Ey iman edenler!... Yoksulluktan korkarsanız, (biliniz ki,) Allah dilerse sizi kendi lutfundan zengin edecektir. Çünkü Allah her şeyi iyi bilendir, hikmet sahibidir.” 3012
“Ey iman edenler, gerçek şu ki, (Yahûdi) bilginlerinden ve (Hıristiyan) râhiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah'ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azâbı müjdele.” 3013
“(Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki): ‘İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azâbını) tadın!" 3014
“Hafif ve ağır savaşa kuşanıp çıkın ve Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” 3015
“Eğer yakın bir dünya malı ve kolay bir yolculuk olsaydı (o münafıklar) mutlaka sana uyup peşinden gelirlerdi. Fakat meşakkatli yol onlara uzak geldi. Gerçi onlar, "Gücümüz yetseydi mutlaka sizinle beraber çıkardık" diye kendilerini helâk edercesine Allah'a yemin edecekler. Hâlbuki Allah onların mutlaka yalancı olduklarını biliyor.” 3016
“Allah'a ve ahiret gününe iman edenler, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmekten (kaçınmak için) senden izin istemezler. Allah takvâ sahiplerini bilendir.” 3017
“Şu halde onların malları ve çocukları seni imrendirmesin; Allah bunlarla ancak onları dünya hayatında azaplandırmak ve canlarının inkâr içindeyken zorlukla çıkmasını ister.” 3018
“Onlardan sadakaların (taksimi) hususunda seni ayıplayanlar da vardır. Sadakalardan onlara da (bir pay) verilirse razı olurlar, şayet onlara sadakalardan verilmezse hemen kızarlar.” 3019
3008] 9/Tevbe, 20
3009] 9/Tevbe, 21
3010] 9/Tevbe, 22
3011] 9/Tevbe, 24
3012] 9/Tevbe, 28
3013] 9/Tevbe, 34
3014] 9/Tevbe, 35
3015] 9/Tevbe, 41
3016] 9/Tevbe, 42
3017] 9/Tevbe, 44
3018] 9/Tevbe, 55
3019] 9/Tevbe, 58
- 680 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Eğer onlar Allah ve Resûlünün kendilerine verdiğine razı olup, "Allah bize yeter, yakında bize Allah da lütfundan verecek, Resûlü de. Biz yalnız Allah'a rağbet edenleriz" deselerdi (daha iyi olurdu).” 3020
“Münâfık erkekler ve münâfık kadınlar (sizden değil), birbirlerindendir. Onlar kötülüğü emreder, iyilikten alıkor ve cimrilik ederler. Onlar Allah'ı unuttular. Allah da onları unuttu! Çünkü münafıklar fâsıkların kendileridir.” 3021
“Sizden önceki (münafıklar ve kâfirler) gibi. Onlar sizden kuvvet bakımından daha güçlü, mal ve çocuklar bakımından daha çoktular. Onlar kendi paylarıyla yararlanmaya baktılar; siz de, sizden öncekilerin kendi paylarıyla yararlanmaya kalkışmaları gibi, kendi paylarınızla yararlanmaya baktınız ve siz de (dünyaya ve zevke) dalanlar gibi daldınız. İşte onların dünyada ahirette bütün yapıp-ettikleri (amelleri) boşa çıkmıştır ve işte onlar kayba uğrayanlardır.” 3022
“Onlardan kimi de, Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka vereceğiz ve elbette biz sâlihlerden olacağız! diye Allah'a and içti.” 3023
“Fakat Allah lütfundan onlara (zenginlik) verince, onda cimrilik edip (Allah'ın emrinden) yüz çevirerek sözlerinden döndüler.” 3024
“Allah'ın elçisine muhalif olarak (savaştan) geri kalanlar oturup-kalmalarına sevindiler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmeyi çirkin görerek: "Bu sıcakta (savaşa) çıkmayın" dediler. De ki: ‘Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir." Bir kavrayıp anlasalardı.” 3025
“Onların malları ve evlâtları seni imrendirmesin; Allah bunlarla, ancak onları dünyada azaplandırmak ve canlarının onlar inkâr içindeyken zorluk içinde çıkmasını istiyor.” 3026
"Allah'a inanın, Resûlü ile beraber cihad edin" diye bir sûre indirildiği zaman, onlardan servet sahibi olanlar, senden izin istediler ve: Bizi bırak (evlerinde) oturanlarla beraber olalım, dediler.” 3027
“Ama Rasûl ve onunla birlikte olan mü'minler, mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler; işte bütün hayırlar onlarındır ve kurtuluşa erenler onlardır.” 3028
“Sorumluluk ancak, zengin oldukları halde senden izin isteyenleredir. Çünkü onlar geri kalan kadınlarla beraber olmaya râzı oldular. Allah da onların kalplerini mühürledi, artık onlar (neyin doğru olduğunu) bilmezler.” 3029
“Onların mallarından sadaka al, bununla onları temizlemiş, arındırmış olursun. Onlara dua et. Doğrusu, senin duan, onlar için ‘bir sükûnet ve huzurdur.' Allah işitendir, bilendir.” 3030
3020] 9/Tevbe, 59
3021] 9/Tevbe, 67
3022] 9/Tevbe, 69
3023] 9/Tevbe, 75
3024] 9/Tevbe, 76
3025] 9/Tevbe, 81
3026] 9/Tevbe, 85
3027] 9/Tevbe, 86
3028] 9/Tevbe, 88
3029] 9/Tevbe, 93
3030] 9/Tevbe, 103
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 681 -
“Hiç şüphesiz Allah, mü'minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da O'nun üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah'tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk' budur.” 3031
“Göklerin ve yerin mülkü yalnız Allah'ındır. O diriltir ve öldürür. Sizin için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” 3032
“Allah onları, yapmakta olduklarını en güzeli ile mükâfatlandırmak için küçük büyük yaptıkları her masraf, geçtikleri her vâdi mutlaka onların lehine yazılır.” 3033
“Bilesiniz ki, göklerde ve yerde olan her şey Allah'ındır. Yine bilesiniz ki, Allah'ın vâdi haktır, fakat onların çoğu bilmez.” 3034
“Mûsâ dedi ki: "Rabbimiz, şüphesiz Sen, Firavun'a ve önde gelen çevresine dünya hayatında bir çekicilik (güç, ihtişam) ve mallar verdin. Rabbimiz, Senin yolundan saptırmaları için (mi?) Rabbimiz, mallarını yerin dibine geçir ve onların kalblerinin üzerini şiddetle bağla; onlar acı azabı görecekleri zamana kadar iman etmeyecekler." 3035
"Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkını vermek Allah'a aittir." 3036
“Ey Kavmim, ben sizden buna karşılık bir mal istemiyorum. Benim ecrim, yalnızca Allah'a aittir. Ben iman edenleri kovacak değilim. Onlar gerçekten Rablerine kavuşacaklar. Ancak ben sizi, cahillik etmekte olan bir kavim görüyorum.” 3037
“Dediler ki: "Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor? Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir adam)sın." 3038
“Allah dilediğine rızkını bollaştırır da, daraltır da. Onlar dünya hayatıyla şımardılar. Oysa âhiretin yanında dünya hayatı, (basit) eşyadan, geçici bir zevkten başka bir şey değildir.” 3039
“O Allah ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Şiddetli azaptan dolayı kâfirlerin vay haline!” 3040
"Hatırlayın ki, Rabbiniz size: ‘Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azâbım çok şiddetlidir!’ diye bildirmişti.” 3041
“Göklerde ve yerde ne varsa, O'nundur, din de yalnız O'nundur. O halde Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz?” 3042
3031] 9/Tevbe, 111
3032] 9/Tevbe, 116
3033] 9/Tevbe, 121
3034] 10/Yûnus, 55
3035] 10/Yûnus, 88
3036] 11/Hûd, 6
3037] 11/Hûd, 29
3038] 11/Hûd, 87
3039] 13/Ra’d, 26
3040] 14/İbrâhim, 2
3041] 14/İbrâhim, 7
3042] 16/Nahl, 52
- 682 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Allah, rızıkta kiminizi diğer bir kısmınıza üstün kıldı." 3043
"Sizin yanınızdaki (dünya malı) tükenir ama Allah katında olanlar sonsuzdur, tükenmez. Elbette sabırlı davrananlara, yapmakta olduklarının en güzeliyle mükâfatlarını vereceğiz." 3044
“Allah güven (ve) huzur içinde olan bir şehri misal verir ki, o şehrin (halkının) rızkı, her taraftan bol bol gelirdi. Fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler de yapmakta oldukları şeylerden dolayı Allah, onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı. Andolsun ki, onlara kendilerinden peygamber geldi de onu yalanladılar. Onlar (kendilerine) zulmederlerken azap onları hemen yakalayıverdi. Artık, Allah’ın size rızık verdiği şeylerden helâl ve temiz olarak yiyin de eğer (gerçekten) yalnız Allah’a ibâdet ediyorsanız, O’nun nimetlerine şükredin.” 3045
“Sonra onlara karşı size tekrar ‘güç ve kuvvet verdik', size mallar ve çocuklarla yardım ettik ve topluluk olarak sizi sayıca çok kıldık.” 3046
“(Cezayı hak etmiş bir toplumu) Bir ülkeyi helâk etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış elebaşılarına (iyilikleri) emrederiz; buna rağmen onlar orada kötülük işlerler. Böylece o ülke, helâke müstahak olur; Biz de orayı darmadağın ederiz.” 3047
“Kim bu aceleciyi (çabuk geçen dünyayı) isterse, ona, dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını verir, sonra da onu, kınanmış ve mahrum bırakılmış olarak gireceği cehenneme sokarız. Kim de âhireti diler ve bir mü’min olarak kendine yaraşır bir çaba ile o gün için çalışırsa, işte bunların çalışmaları makbuldür. Hepsine; dünyayı isteyenlere de, âhireti isteyenlere de, Rabbinin ihsânından, ayırt etmeksizin veririz. Rabbinin ihsânı kısıtlanmış değildir. Baksana, Biz insanların kimini kiminden nasıl üstün kılmışızdır! Elbette ki âhiret, derece ve üstünlük farkları bakımından daha büyüktür.” 3048
“Akrabâya, miskîne/yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma. Zira, böylesine saçıp savuranlar, şeytanların dostlarıdır. Şeytan ise, Rabbine karşı çok nankördür. Eğer, Rabbinden umduğun bir rızkı beklemek durumunda olduğun için onlara bakamıyorsan, hiç olmazsa, kendilerine gönül alıcı bir söz söyle. Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker kalırsın. Çünkü Rabbin rızkı dilediğine çok, dilediğine az verir. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır, (onları) çok iyi görür. Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz, onların da, sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek, gerçekten büyük bir suçtur.” 3049
“Erginlik çağına erişinceye kadar, -o da en güzel bir tarz olması- dışında yetimin malına yaklaşmayın. Ahde vefa gösterin. Çünkü ahid bir sorumluluktur.” 3050
“Onlardan güç yetirdiklerini sesinle sarsıntıya uğrat, atlıların ve yayalarınla onların üstüne yaygarayı kopar, mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol ve onlara çeşitli vaadlerde bulun." Şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey vadetmez.” 3051
3043] 16/Nahl, 71
3044] 16/Nahl 96
3045] 16/Nahl, 112-114
3046] 17/İsrâ, 6
3047] 17/İsrâ, 16
3048] 17/İsrâ, 18-21
3049] 17/İsrâ, 26-31
3050] 17/İsrâ, 34
3051] 17/İsrâ, 64
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 683 -
“(İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer)leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: ‘Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm." 3052
“Bağına girdiğin zaman, ‘Maşaallah, Allah'tan başka kuvvet yoktur' demen gerekmez miydi? Eğer beni mal ve çocuk bakımından senden daha az (güçte) görüyorsan." 3053
“Onlara, dünya hayatının tıpkı şöyle olduğunu anlat: Gökten bir su indirdik, yerin bitkisi onunla karışıp yeşerdi. Sonra (kuruyup) rüzgârların savurduğu çöp kırıntıları haline geldi (işte bu dünya hayatı, böyle bir mevsim kadar kısadır). Allah her şeye kadirdir, her şey üzerinde iktidar sahibidir. Mal/servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür. Kalıcı ve ölümsüz olan güzel işler ise, Rabbinin katında hem sevapça daha hayırlı, hem de ümit etmeye daha lâyıktır.” 3054
“Onlardan önce nice insan- nesillerini yıkıma uğrattık, onlar mal (giyim, kuşam ve tefriş) bakımından da, gösteriş bakımından da daha güzeldiler.” 3055
“Âyetlerimizi inkâr edip, bana: "Elbette mal ve çocuklar verilecektir" diyeni gördün mü?” 3056
“O, gaybı mı bildi, yoksa Allah'ın katından bir söz mü aldı?” 3057
“Kesinlikle hayır! Biz onun söylediğini yazacağız ve azabını uzattıkça uzatacağız.” 3058
“Onun dediğine biz vâris oluruz, (malı ve evlâdı bize kalır); kendisi de bize yapayalnız gelir.” 3059
“Göklerde, yerde ve ikisi arasında bulunan şeyler ile toprağın altında olanlar hep O'nundur.” 3060
“Sakın, kendilerini denemek için onlardan bazılarını faydalandırdığımız dünya hayatının süsüne gözlerini dikme! Rabbinin rızkı hem daha hayırlı, hem daha süreklidir.” 3061
“Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Hakikaten Allah, yalnız O zengindir, övgüye değerdir.” 3062
“Onlar sanıyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz mal ve çocuklarla kendilerine faydalar sağlamak için can atıyoruz? Hayır! Onlar işin farkına varamıyorlar.” 3063
“Nikâh (imkânı) bulamayanlar, Allah onları kendi fazlından zenginleştirinceye kadar iffetli davransınlar. Sağ ellerinizin malik olduğu (köle ve cariyelerden) mükatebe isteyenlere -eğer onlarda bir hayır görüyorsanız- mükatebe yapın. Ve Allah'ın size verdiği malından onlara verin. Dünya hayatının geçici metaını elde etmek için -ırzlarını korumak
3052] 18/Kehf, 34
3053] 18/Kehf, 39
3054] 18/Kehf, 45-46
3055] 19/Meryem, 74
3056] 19/Meryem, 77
3057] 19/Meryem, 78
3058] 19/Meryem, 79
3059] 19/Meryem, 80
3060] 20/Tâhâ, 6
3061] 20/Tâhâ, 131
3062] 22/Hacc, 64
3063] 23/Mü’minûn, 55-56
- 684 -
KUR’AN KAVRAMLARI
istiyorlarsa- cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları (fuhşa) zorlarsa, şüphesiz, onların (fuhşa) zorlanmalarından sonra Allah (onları) bağışlayandır, merhamet edendir.” 3064
“Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır; dönüş de ancak O'nadır.” 3065
“Bilmiş olun ki, göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. O, sizin ne yolda olduğunuzu iyi bilir. İnsanlar O'nun huzuruna döndürüldükleri gün yapmış olduklarını onlara hemen bildirir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” 3066
“Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. O bir çocuk edinmemiştir, mülkünde ortağı yoktur. Her şeyi yaratmış, ona ölçü, biçim ve düzen vermiştir.” 3067
“Malın da, çocukların da bir yarar sağlayamadığı günde." 3068
“Ancak Allah'a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” 3069
“(Elçi hediyelerle) Süleyman'a geldiği zaman: "Sizler bana mal ile yardımda mı bulunmak istiyorsunuz? Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır; hayır, siz, hediyenizle sevinip öğünebilirsiniz" dedi.” 3070
“Size verilen şeyler, dünya hayatının geçim vasıtası ve debdebesi/süsüdür. Allah’ın yanında olan ise, daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?” 3071
“Karun, Mûsâ'nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona şöyle demişti: Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez.” 3072
“Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.” 3073
“Karun ise: O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi, demişti. Bilmiyor muydu ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helâk etmişti. Günahkârlardan günahları sorulmaz (Allah onların hepsini bilir).” 3074
“Derken, Karun, ihtişamı içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar: ‘Keşke Karun'a verilenin benzeri bizim de olsaydı; doğrusu o çok şanslı!’ dediler.” 3075
“Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle dediler: Yazıklar olsun size! İman edip iyi işler yapanlara göre Allah'ın mükâfatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.” 3076
3064] 24/Nûr, 33
3065] 24/Nûr, 42
3066] 24/Nûr, 64
3067] 25/Furkan, 2
3068] 26/Şuarâ, 88
3069] 26/Şuarâ, 89
3070] 27/Neml, 36
3071] 28/Kasas, 60
3072] 28/Kasas, 76
3073] 28/Kasas, 77
3074] 28/Kasas, 78
3075] 28/Kasas, 79
3076] 28/Kasas, 80
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 685 -
“Nihayet biz, onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allah'a karşı kendisine yardım edecek avanesi olmadığı gibi, o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi.” 3077
“Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler: Demek ki, Allah rızkı, kullarından dilediğine bol veriyor, dilediğine de az. Şayet Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay! Demek ki inkârcılar iflâh olmazmış! demeye başladılar.” 3078
“İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) âkıbet, takvâ sahiplerinindir.” 3079
“Kim bir iyilik getirirse ona bundan daha hayırlı karşılık vardır. Kim bir kötülük getirirse, o kötülükleri işleyenler, ancak yaptıkları kadar ceza görürler.” 3080
“Karun'u, Firavun'u ve Hâmân'ı da (helâk ettik). Andolsun ki, Musa onlara apaçık deliller getirmişti de onlar yeryüzünde büyüklük taslamışlardı. Hâlbuki (azabımızı aşıp) geçebilecek değillerdi.” 3081
“Nitekim onlardan herbirini günahı sebebiyle cezalandırdık. Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine zulmediyorlardı.” 3082
“Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Âhiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı.” 3083
"Allah, kullarından dilediği kimsenin rızkını genişletir ve dilediğine de kısar. Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilir." 3084
“Göklerde ve yerde olanlar hep O'nundur. Hepsi O'na boyun eğmiştir.” 3085
“İnsanlar bir darlığa uğrayınca, Rablerine yönelerek O’na yalvarırlar. Sonra Allah, kendi katından onlara bir rahmet (nimet ve bolluk) taddırınca, bakarsınız ki onlardan bir grup Rablerine şirk/ortak koşup durmaktadırlar. Kendilerine verdiğiklerimize nankörlük etsinler bakalım! Haydi, sefâ sürün; ama yakında bileceksiniz! Yoksa onlara bir delil indirdik de, o delil, müşrik olmalarını mı söylüyor? İnsanlara bir rahmet tattırdığımızda ona sevinirler. Şayet yaptıklarından ötürü başlarına bir fenâlık gelse, hemen ümitsizliğe düşüverirler. Görmediler mi ki Allah, rızkı dilediğine geniş geniş vermekte, dilediğinin rızkını da daraltmaktadır. Şüphesiz, imanlı bir kavim için bunda, ibretler vardır. O halde sen, akrabâya, miskîne/yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Allah’ın rızâsını isteyenler için bu, en iyisidir. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi fâiz, Allah katında artmaz. Allah’ın rızâsını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte zekâtı veren o kimseler, evet onlar (sevaplarını ve mallarını) kat kat arttıranlardır. Allah, (o yüce zâttır) ki, sizi yaratmış, sonra rızıklandırmıştır; sonra O, hayatınızı sona erdirecek, daha
3077] 28/Kasas, 81
3078] 28/Kasas, 82
3079] 28/Kasas, 83
3080] 28/Kasas, 84
3081] 29/Ankebût, 39
3082] 29/Ankebût, 40
3083] 29/Ankebût, 64
3084] 29/Ankebut, 82
3085] 30/Rûm, 26
- 686 -
KUR’AN KAVRAMLARI
szonra da sizi (tekrar) diriltecektir...” 3086
“Allah'ın, göklerde ve yerdeki (nice varlık ve imkânları) sizin emrinize verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmediniz mi? Yine de, insanlar içinde, -bilgisi, rehberi ve aydınlatıcı bir kitabı yokken- Allah hakkında tartışan kimseler vardır.” 3087
“Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır. Bilinmeli ki, asıl ganî ve övülmeye lâyık olan Allah'tır.” 3088
“Ve sizi onların topraklarına, yurtlarına, mallarına ve daha ayak basmadığınız bir yere mirasçı kıldı. Allah, her şeye güç yetirendir.” 3089
“Hamd, göklerde ve yerde bulunanların hepsinin sahibi olan Allah'a mahsustur. Ahirette de hamd O'na mahsustur. O, hikmet sahibidir, (her şeyden) haberi olandır.” 3090
“Ve: "Biz mallar ve evlatlar bakımından daha çoğunluktayız ve bir azaba uğratılacak da değiliz" de demişlerdir.” 3091
“Bizim katımızda sizi (bize) yaklaştıracak olan ne mallarınız, ne de evlatlarınızdır; ancak iman edip salih amellerde bulunanlar başka. İşte onlar; onlar için yaptıklarına karşılık olmak üzere kat kat mükafaat vardır ve onlar yüksek köşklerinde güven içindedirler.” 3092
“Ey insanlar, Allah’ın vaadi gerçektir; sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı (Şeytan) Allah’ın affına güvendirmek suretiyle sizi aldatmasın.” 3093
“Allah, geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar; güneş ve ayı emri altına almıştır. Herbiri belirtilmiş bir süreye kadar akıp gider. İşte (bütün bunları yapan) Rabbiniz Allah'tır. Mülk O'nundur. O'nu bırakıp da kendilerine taptıklarınız ise, bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir.” 3094
“Ey insanlar! Siz Allah’a fakirlersiniz/muhtaçsınız. Zengin ve övülmeye lâyık olan ancak O’dur, Allah’tır.” 3095
“Her şeyin mülkü kendi elinde olan Allah'ın şanı ne kadar yücedir! Siz de O'na döneceksiniz.” 3096
“Akşama doğru kendisine, üçayağının üzerine durup bir ayağını tırnağının üzerine diken çalımlı ve safkan koşu atları sunulmuştu.” 3097
“O da demişti ki: "Gerçekten ben, mal (veya at) sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim." Sonunda bu atlar (koştular ve toz) perdesinin arkasına saklandılar.” 3098
“Süleyman: Gerçekten ben mal sevgisini, Rabbimi anmak için istedim, dedi. Nihayet
3086] 30/Rûm, 33-40
3087] 31/Lokman, 20
3088] 31/Lokman, 26
3089] 33/Ahzâb, 27
3090] 34/Sebe’, 1
3091] 34/Sebe’, 35
3092] 34/Sebe’, 37
3093] 35/Fâtır, 5
3094] 35/Fâtır, 13
3095] 35/Fâtır, 15
3096] 36/Yâsîn, 83
3097] 38/Sâd, 31
3098] 38/Sâd, 32
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 687 -
güneş battı. (O zaman:) Onları (atları) tekrar bana getirin, dedi. Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.” 3099
“Andolsun biz Süleyman'ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik, sonra o, yine eski haline döndü.” 3100
“Allah her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeye vekîldir.” 3101
“Göklerin ve yerin anahtarları (mutlak hükümranlığı) O'nundur. Allah'ın âyetlerini inkâr edenler var ya, işte onlar hüsrana uğrayanlardır.” 3102
“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O yücedir, uludur.” 3103
“Kim âhiret kazancını istiyorsa, onun ekinini/kazancını arttırırız. Kim dünya ekinini/kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şey veririz. Fakat onun âhirette bir nasibi olmaz.” 3104
“Allah, kullarına rızkı bollaştırsaydı, yeryüzünde taşkınlık yapar azarlardı. Fakat O, (rızkı) dilediği ölçüde indiriyor. Çünkü O, kullarından haberdardır, her şeyi görendir.” 3105
“Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Dilediğini yaratır; dilediğine kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bahşeder.” 3106
“Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. Şayet insanlar küfürde birleşen bir tek inkârcı ümmet olacak olmasaydı, Rahmân’ı inkâr edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve çıkacakları merdivenleri gümüşten yapardık. Evlerinin kapılarını ve üzerine yaslanacakları koltukları da (hep gümüşten yapardık). Ve onları altın zînetlere boğardık. Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçici metâından ibarettir. Âhiret nimeti ise, Rabbinin yanında, Allah’ın azâbından sakınıp rahmetine sığınanlara mahsustur.” 3107
“Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü kendisine ait olan Allah ne yücedir! Kıyamet saatini bilmek de O'na mahsustur. Siz O'na döndürüleceksiniz.” 3108
“Ötelerinde de cehennem vardır. Kazandıkları şeyler de, Allah'ı bırakıp edindikleri dostlar da onlara hiçbir fayda vermez. Büyük azap onlaradır.” 3109
“Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Kıyametin kopacağı gün var ya, işte o gün bâtıla sapanlar hüsrana uğrayacaklardır.” 3110
"Kâfirler/inkâr edenler (dünyada) zevklenirler, hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri ateştir." 3111
3099] 38/Sâd, 33
3100] 38/Sâd, 34
3101] 39/Zümer, 62
3102] 39/Zümer, 63
3103] 42/Şûra, 4
3104] 42/Şûrâ, 20
3105] 42/Şûrâ, 27
3106] 42/Şûrâ, 49
3107] 43/Zuhruf, 32-35
3108] 43/Zuhruf, 85
3109] 45/Câsiye, 10
3110] 45/Câsiye, 27
3111] 47/Muhammed, 12
- 688 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir. Eğer iman eder ve ittika ederseniz (sakınırsanız) Allah size mükâfatınızı verir. Ve sizden mallarınızı tamamen sarfetmenizi istemez. Eğer onları isteseydi ve sizi zorlasaydı, cimrilik ederdiniz ve bu da sizin kinlerinizi ortaya çıkarırdı.” 3112
“Bedevilerden geride bırakılanlar, sana diyecekler ki: ‘Bizi mallarımız ve ailelerimiz meşgul etti. Bundan dolayı bizim için mağfiret dile.’ Onlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar. De ki: ‘Şimdi Allah, size bir zarar isteyecek ya da bir yarar dileyecek olsa, sizin için Allah'a karşı kim herhangi bir şeyle güç yetirebilir? Hayır, Allah yaptıklarınızı haber alandır." 3113
“Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. O, dilediğini bağışlar, dilediğine ceza verir. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” 3114
“Siz ganimetleri almak için gittiğinizde seferden geri kalanlar: ‘Bırakın, biz de arkanıza düşelim’ diyeceklerdir. Onlar, Allah'ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: ‘Siz asla bizim peşimize düşmeyeceksiniz! Allah daha önce sizin için böyle buyurmuştur.’ Onlar size: ‘Hayır, bizi kıskanıyorsunuz’ diyeceklerdir. Bilâkis onlar, pek az anlayan kimselerdir.” 3115
“Bedevîler "İnandık" dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama "Boyun eğdik" deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” 3116
“Mü'min olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah'a ve Resûlü'ne iman ettiler, sonra hiçbir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte onlar, sadık (doğru) olanların ta kendileridir.” 3117
“De ki: Siz dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah göklerde olanları da bilir, yerde olanları da. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” 3118
“Onlar İslâm'a girdikleri için seni minnet altına sokuyorlar. De ki: Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Eğer doğru kimselerseniz bilesiniz ki, sizi imana erdirdiği için asıl Allah size lütufta bulunmuştur.” 3119
“Onların mallarında dilenip-isteyen (ve iffetinden dolayı istemeyip de) yoksul olan için de bir hak vardı.” 3120
“Göklerde ve yerde bulunanlar hep Allah'ındır. Bu, Allah'ın, kötülük edenleri yaptıklarıyla cezalandırması, güzel davrananları da daha güzeliyle mükâfatlandırması içindir.” 3121
“Zengin eden de, varlıklı kılan da O’dur.” 3122
3112] 47/Muhammed, 36-37
3113] 48/Fetih, 11
3114] 48/Fetih, 14
3115] 48/Fetih, 15
3116] 49/Hucurât, 14
3117] 49/Hucurât, 15
3118] 49/Hucurât, 16
3119] 49/Hucurât, 17
3120] 51/Zâriyât, 19
3121] 53/Necm, 31
3122] 53/Necm, 48
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 689 -
“Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. O, diriltir, öldürür. O, her şeye gücü yetendir.” 3123
“Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Bütün işler ancak O'na döndürülür.” 3124
“Allah'a ve Resûlü'ne iman edin. Sizi, üzerinde tasarrufa yetkili kıldığı şeylerden harcayın. Sizden iman edip de (Allah rızâsı için) harcayan kimselere büyük mükâfat vardır.” 3125
“Ne oluyor size ki, Allah yolunda harcamıyorsunuz? Hâlbuki göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Elbette içinizden, fetihten önce harcayan ve savaşanlar, daha sonra harcayıp savaşanlara eşit değildir. Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber Allah hepsine de en güzel olanı vâdetmiştir. Allah'ın yaptıklarınızdan haberi vardır.” 3126
“Kim Allah'a güzel bir ödünç verecek olursa, Allah da onun karşılığını kat kat verir ve ayrıca onun çok değerli bir mükâfatı da vardır.” 3127
“Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, ‘(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir ‘çoğalma-tutkusu'dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azab; Allah'tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rızâ) vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir.” 3128
“Ne malları, ne çocukları onlara Allah'a karşı hiçbir şeyle yarar sağlamaz. Onlar, ateşin halkıdır, içinde süresiz kalacaklardır.” 3129
“Allah'ın, (fethedilen) ülkeler halkından Peygamberine verdiği ganimetler, Allah, Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir.” 3130
“(Bundan başka bu mallar,) Hicret eden fakirleredir ki, onlar, Allah'tan bir fazl (lütuf ve ihsan) arayıp, Allah'a ve O'nun Resûlü'ne yardım ederlerken yurtlarından ve mallarından sürülüp çıkarılmışlardır. İşte bunlar, sadık olanlar bunlardır.” 3131
“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi?” 3132
“Allah'a ve O'nun Resulü'ne iman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz.” 3133
“İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan
3123] 57/Hadîd, 2
3124] 57/Hadîd, 5
3125] 57/Hadîd, 7
3126] 57/Hadîd, 10
3127] 57/Hadîd, 11
3128] 57/Hadîd, 20
3129] 58/Mücâdele, 17
3130] 59/Haşr, 7
3131] 59/Haşr, 8
3132] 61/Saff, 10
3133] 61/Saff, 11
- 690 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur.” 3134
“Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah'tan yardım ve yakın bir fetih. Müminleri (bunlarla) müjdele.” 3135
“Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı zikirden/anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir. Herhangi birinize ölüm gelip de ‘Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirseydin de sadaka verip iyilerden olsaydım!’ demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan infak edin, Allah için harcayın.” 3136
“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ı tesbih eder. Mülk O'nundur, hamd O'nadır. O her şeye kadirdir.” 3137
“Mallarınız ve çocuklarınız sizin için ancak bir fitne (bir deneme)dir. Allah ise, büyük ecir (en güzel karşılık) O'nun katında olandır.” 3138
“O halde gücünüz yettiğince Allah'a isyandan kaçının. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize olarak harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” 3139
“Eğer Allah'a (rızâsı uğruna) ödünç verirseniz, Allah onu sizin için kat kat arttırır ve sizi bağışlar. Allah çok mükâfat verendir, ceza vermekte acele etmeyendir.” 3140
“Görülmeyeni ve görüleni bilendir. Üstündür, hikmet sahibidir.” 3141
"Kim Allah'tan sakınıp korkar ve günahlardan kaçınırsa, (Allah) ona bir çıkış (yolu) yaratır ve onu ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah'a güvenirse, O, ona yeter." 3142
“Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve O'nun her şeye gücü yeter.” 3143
“...Onlara mal (servet) ve çocuklar sahibi oldu diye sakın ilgi duyma!” 3144
“Kitabı sol tarafından verilene gelince, der ki: ‘Keşke, bana kitabım verilmeseydi!’ Şu hesabımın ne olduğunu bilmeseydim. Keşke onunla (ölümümle) her iş olup bitseydi! Malım bana hiç fayda sağlamadı.” 3145
"Muhakkak ki insan hırslı ve sabırsız yaratılmıştır. Ona bir kötülük dokunduğunda feryad eder. Bir hayır eriştiğinde ise cimrilik eder. Ancak namazlarını kılanlar müstesnâdır. Onlar namazlarında devamlıdırlar. Mallarında isteyen ve istemeyen yoksullar için belli bir hak vardır. Onlar hesap gününe iman ederler. Onlar Rablerinin azâbından korkarlar." 3146
3134] 61/Saff, 12
3135] 61/Saff, 13
3136] 63/Münâfıkun, 9-10
3137] 64/Teğâbün, 1
3138] 64/Teğâbün, 15
3139] 64/Teğâbün, 16
3140] 64/Teğâbün, 17
3141] 64/Teğâbün, 18
3142] 65/Talak, 2-3
3143] 67/Mülk, 1
3144] 68/Kalem, 14
3145] 69/Haakka, 25-28
3146] 70/Meâric, 19-27
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 691 -
“Size mallar ve çocuklarla yardımda bulunsun. Size (ürün yüklü) bağlar-bahçeler versin, ırmaklar da versin." 3147
“Nuh: ‘Rabbim, gerçekten onlar bana isyan ettiler; mal ve çocukları kendisine ziyandan başka bir şeyi arttırmayan kimselere uydular." 3148
“Ki Ben ona, ‘alabildiğine geniş kapsamlı bir mal' (servet) verdim.” 3149
“Cennet içindekiler, günahkârlara, ‘Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?’ diye uzaktan uzağa sorarlar. Onlar şöyle cevap verirler: ‘Biz namazımızı kılmıyorduk, yoksulu doyurmuyorduk.” 3150
“Hayır, siz aceleciyi, (çabuk geçen dünya hayatını ve nimetlerini) seviyor, âhireti bırakıyorsunuz.” 3151
“Onlar (Cennetteki has kullar), kendi canları çekmesine rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. ‘Biz size Allah razâsı için yemek yediriyoruz; o yüzden, sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, sert ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkarız’ (derler).” 3152
“O Allah ki, göklerin ve yerin mülkü kendisine aittir, ve Allah her şeye şahittir.” 3153
“Fakat siz (ey insanlar!) âhiret, daha hayırlı ve daha devamlı olduğu halde dünya hayatını (yakın hayatı) tercih ediyorsunuz.” 3154
“Fakat insan böyledir; Rabbı ne zaman kendisini imtihan edip ona ikramda bulunur, ona nimet verirse; ‘Rabbim bana ikram etti’ der. Ama Rabbı onu imtihan edip rızkını daraltırsa; ‘Rabbim bana ihanet etti, beni küçük düşürdü’ der. Hayır, doğrusu siz, yetime ikram etmiyorsunuz. Yoksula yemek vermeye teşvik etmiyorsunuz. Mirası, helâl haram demeden yiyorsunuz. Malı da pek çok seviyorsunuz.” 3155
“Kim verir ve sakınırsa, en güzeli de tasdik ederse, Biz de onu en kolaya hazırlar, onda başarılı kılarız. Kim cimrilik edip vermez, kendini zengin sayıp hakka boyun eğmez, en güzeli de yalanlarsa, Biz de onu en zora yöneltiriz. Öylesi, çukura yuvarlandığı zaman malı kendisine hiç fayda vermez.” 3156
“(Allah) Seni bir fakir olarak bulup da zengin yapmadı mı? Öyleyse yetimi sakın ezme. El açıp isteyeni de sakın azarlama. Ve Rabbinin nimetini minnet ve şükranla an." 3157
“Gerçek şu ki, insan, (ilim ve malda) istiğnâ ederek/zengin olduğunu görerek azar.” 3158
“Muhakkak o, mal sevgisinden dolayı (bencil ve cimri tutumundan) çok katıdır.” 3159
3147] 71/Nûh, 12
3148] 71/Nûh, 21
3149] 74/Müddessir, 12
3150] 74/Müddessir, 40-44
3151] 75/Kıyâmet, 20-21
3152] 76/İnsân, 8-10
3153] 85/Bürûc, 9
3154] 87/A’lâ, 16-17
3155] 89/Fecr, 15-20
3156] 92/Leyl, 5-11
3157] 93/Duhâ, 8-11
3158] 96/Alak, 6-7
3159] 100/Âdiyât, 8
- 692 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Çokluk kuruntusu sizi o derece oyaladı ki, Nihâyet kabirleri ziyaret ettiniz.” 3160
“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay haline! Ki o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır. Gerçekten malının kendisini ebedi kılacağını sanıyor. Hayır! Andolsun ki o, Hutame'ye atılacaktır. Hutame'nin ne olduğunu bilir misin? Allah'ın, tutuşturulmuş ateşidir.” 3161
“Ebû Leheb'in iki eli kurusun! Kurudu da. Malı ve kazandıkları kendisine bir yarar sağlamadı.” 3162
Hadis-i Şeriflerde Mal-Mülk ve Mâlik Kavramları
"Her ümmet için bir fitne vardır, benim ümmetimin fitnesi de maldır." 3163
"Sizi çokluk mahvetti. İnsanoğlu 'malım, malım!' der. Hâlbuki Âdemoğlunun yiyip tükettiği, giyip eskittiği ve sağlığında tasadduk edip gönderdiğinden başka kendisinin olan neyi var? (Gerisini ölümle terkeder ve insanlara bırakır. Malın içinde gerçekten senin malın olan şey, sadece yiyip tükettiğin; giyip eskittiğin; ya da sadaka verip ileriye gönderdiğindir.)" 3164
"Hanginiz, vârisinin malını kendi malından daha çok sever?" Ashâb: 'Ey Allah'ın Rasûlü, içimizde herkes, kendi malını vârisinin malından daha çok sever' dediler. Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Öyleyse şunu bilin: Kişinin gerçek malı, hayatında gönderdiğidir. Geriye bıraktığı da vârislerinin malıdır." 3165
"Bir sürüye salınan (dadanan) iki aç kurdun sürüye verdiği zarar, kişinin mal ve şeref hırsıyla dîne verdiği zarardan daha fazla değildir." 3166
"Âdemoğlu için iki vâdi dolusu mal olsaydı, mutlaka bir üçüncüyü isterdi. Âdemoğlunun iç boşluğunu (karnını) ancak toprak doldurur (gözünü toprak doyurur). Allah tevbe edenleri affeder." 3167
"Sizden birine, dünyalık olarak bir hizmetçi ve Allah yolunda cihadda kullanacağı bir binek edinecek kadar mal toplaması yeterlidir." 3168
"Yanında bir mal bulunan kimse, önce kendi nefsine harcasın, bakımı kendisine âit bulunan kimselere ve böyle böyle (derece derece akrabâya, sonra başkalarına) harcasın!" 3169
"Mallarınızı zekâtla koruyun, hastalarınızı sadaka ile tedâvi edin. Belâya duâ ile karşı koyun." 3170
3160] 102/Tekâsür, 1-2
3161] 104/Hümeze, 1-6
3162] 111/Tebbet, 1-2
3163] Tirmizî, Zühd 26, Hadis no: 2337
3164] Müslim, Zühd 3, 4; Hadis no: 2958; Nesâî, Vesâyâ 1; Tirmizî, Zühd 31, Tefsir Tekâsür, Hadis no: 3351; Ahmed bin Hanbel, 4/24, 26
3165] Buhârî, Rikak 12; Nesâî, Vesâyâ 1
3166] Tirmizî, Zühd 43, Hadis no: 2377
3167] Buhârî, Rikak 10; Müslim, Rikak 116, Hadis no: 1048; Müslim, hadis no: 1048; S. Müslim, Terc. ve Şerhi, 5/465; Tirmizî, Zühd 27, Hadis no: 2338
3168] Tirmizî, Zühd 19, Hadis no: 2328; Nesâî, Zînet 119; İbn Mâce, Zühd 1, Hadis no: 4103
3169] Ebû Dâvud, Itk 9; Nesâî, Büyû' 84; Ahmed bin Hanbel, 3/305
3170] Kütüb-i Sitte, c. 7, s. 322
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 693 -
"Altına tapanlar mel'undur, gümüşe tapanlar mel'undur." 3171
"Çiftlik edinmeyin, dünyaya bağlanır kalırsınız." 3172
"İki haslet vardır ki, bunlar kimde bulunursa Allah onu şükredici ve sabrediciler arasına kaydeder: Dinî konularda kendinden üstün olana bakıp ona uymak. Dünyalıkta kendinden aşağı olana bakıp Allah'ın kendine vermiş olduğu üstünlüğüne hamdetmek. İşte böyle olan kimseyi Allah şükredici ve sabredici olarak yazar. Kim dinî konularda kendinden aşağı olana bakar, dünyalıkta da kendinden üstün olana bakar ve elde edemediğine üzülürse Allah onu şükredici ve sabredici olarak yazmaz." 3173
"Fakirlikten mi korkuyorsunuz? Ruhumu elinde tutan Zât'a yemin ederim ki, mutlaka dünya malı üzerine akıtılacaktır. Öyle ki, sizden birinin kalbini (haktan başka istikametlere) sadece ve sadece dünyalık meylettirecektir. Allah'a yemin ederim ki, ben sizleri, gecesi ve dündüzü apaydın olması bakımından eşit olan tertemiz kalplere sahip olarak bırakıyorum." 3174
"Kişinin malı sadaka sebebiyle eksilmez. Bir kula haksız zulüm yapılır o da sabrederse, Allah onun izzetini (dünya ve âhirette) mutlaka arttırır. Bir kul dilenme kapısını açtımı, onunla birlikte Allah da o zavallıya fakirlik kapısını açar." 3175
"Bir kul, Allah rızâsı için mütevâzi olur, alçalırsa; Allah onu mutlaka yüceltir. Dünya dört kişi içindir:
Bir kul vardır, Allah kendisine mal ve ilim vermiştir de kul, malı hususunda Allah'tan korkmakta, (mal ve ilmi kullanarak) sıla-i rahim yapmakta, (mal ve ilimde) Allah'ın hakkı olduğunu bilmektedir. İşte bu kimse en faziletli bir makamdadır.
Bir kul vardır; Allah ona ilim vermiştir, mal vermemiştir, ama iyi niyetlidir ve 'malım olsaydı onu falan kişi gibi (hayırda) harcardım' der. İşte bu kimse, niyetindekini yapmış gibi sevaba nâil olur, ikisi de eşit şekilde ücrete konar.
Bir kul vardır, Allah ona mal vermiştir, fakat ilim vermemiştir. Malını câhilâne harcar. Malı husûsunda Rabbinden korkmaz. (Cimriliği, câhilliği sebebiyle) malıyla sıla-i rahim yapmaz; malında Allah'ın da hakkı olduğunu hiç düşünmez. İşte bu kimse, mertebelerin en düşüğündedir.
Bir kul vardır, Allah ona ne ilim ne de mal vermiştir, ama 'Eğer malım olsaydı, onunla falan kimsenin yaptıklarını ben de (şerde) yapardım' der. Bu da niyetiyle muâmele görür. Niyet ettiği kimsenin vebalini ayne elde eder." 3176
"Âdemoğlu ihtiyarladıkça onda iki şey gençleşir: Mala karşı hırs ve hayata karşı hırs." 3177
"Sizin için korktuğum şeylerden biri, dünyanın süs ve güzelliklerinin sizlere açılmasıdır... Şüphesiz ki bu mal hoştur, tatlıdır. Ondan fakire, yetime ve yolcuya veren bu malın müslüman sahibi en iyi (insan)dir. Bunu hak etmeden alan, yediği halde doymayan kimse
3171] Tirmizî, Zühd 42, Hadis no: 2376
3172] Tirmizî, Zühd 20, Hadis no: 2329
3173] Tirmizî, Kıyâmet 59, Hadis no: 2514
3174] İbn Mâce, Sünnet 5; Kütüb-i Sitte Terc. c. 16, s. 483
3175] Tirmizî, Zühd 17, Hadis no: 2326
3176] Tirmizî, Zühd 17, Hadis no: 2326; İbn Mâce, Zühd 21, Hadis no: 4228
3177] Buhârî, Rikak 5; Müslim, Zekât 115; Hadis no: 1047; Tirmizî, Zühd 28, Hadis no: 2340; İbn Mâce, Zühd 27, Hadis no: 4234
- 694 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gibidir. O mal, kıyâmet günü aleyhinde şâhitlik yapacaktır." 3178
"Dünya tatlı ve hoştur. Allah sizi ona vâris kılacak ve nasıl hareket edeceğinize bakacaktır. Öyleyse dünyadan sakının..." 3179
"Dünya, mü'mine zindan, kâfire cennettir." 3180
"Kimin arzusu âhiret olursa, Allah onun kalbine zenginliğinden koyar ve işlerini derli toplu kılar, artık dünya ona hakir gelmeye başlar. Kimin hedefi de dünya olursa, Allah iki gözünün arasına (dünyanın) fakirliğini koyar, işlerini de darmadağınık eder. Netice olarak, dünyadan da eline, kendisine takdir edilmiş olandan fazlası geçmez." 3181
Allah Teâlâ şöyle buyurdu: 'Ey Âdemoğlu! Kendini kulluğuma/ibâdetime ver, gönlünü zenginlikle doldurayım, fakirliğini kapayayım. Böyle yapmazsan ellerini meşgûliyetle doldururum, fakirliğini de kapamam." 3182
"Yedi şeyden önce, amelde acele edin: Unutturucu fakirliği mi bekliyorsunuz? Tuğyan ettirip azdırıcı zenginliği mi bekliyorsunuz? İfsad edici hastalığı mı bekliyorsunuz? Aklınızı götürecek ihtiyarlığı mı bekliyorsunuz? Ânî ölüm mü bekliyorsunuz? Deccali mi bekliyorsunuz? Bu beklenen gâib bir şerdir. Yoksa kıyâmeti mi bekliyorsunuz? Kıyâmet ise hepsinden kötü, hepsinden daha acıdır." 3183
"Evimde üç gece kalacak altınım olsun istemem. Ancak, üzerimdeki bir borç sebebiyle tek dinarı koruyabilir, geri kalanın da Allah'ın kullarına şöyle şöyle dağıtılmasını emrederdim." (Elleriyle önüne, sağına, soluna dağıtma işareti yaptı." 3184
Ebû Zerr (r.a.) anlatıyor: "Hz. Peygamber (s.a.s.) Kâbe'nin gölgesinde otururken yanına geldim. Beni görünce: "Kâbe'nin Rabbine kasem olsun, onlar zararda!" buyurdu. Ben: 'Ey Allah'ın Rasûlü, annem babam sana fedâ olsun, onlar kimlerdir? dedim. Buyurdu ki: "Onlar malca çok olanlardır. Ancak -eliyle ön, arka, sağ ve sol taraflarını göstererek- şöyle şöyle bol bol vermelerini emredenler müstesnâ" dedi ve hemen ilâve etti: "Böyleleri ne kadar az! Şunu bilin ki, devesi, sığırı, davarı olup da zekâtını vermeyen her insan kıyâmet günü, o malları, mümkün olan en iri ve en semiz şekilde karşısına çıkıp sırayla boynuzlarıyla toslayacak, ayaklarıyla çiğneyecek. Sonuncusu da bu muâmeleyi yapınca, birinci tekrar başlayacak. Bu hal, insanlar arasındaki hüküm bitinceye kadar devam edecektir." 3185
"İki haslet vardır ki, bir mü'minde asla beraber bulunmazlar: Cimrilik ve kötü ahlâk." 3186
“Sizin için korktuğum şeylerden biri, dünyanın süs ve güzelliklerinin size açılmasıdır...” 3187
3178] Buhârî, Zekât 47, Cum'a 28, Cihad 37, Rikak 7; Müslim, Zekât 123, Hadis no: 1052; Nesâî, Zekât 81
3179] Müslim, Zikir 99, Hadis no: 2742; Tirmizî, Fiten 26, Hadis no: 2192; İbn Mâce, Fiten 19, Hadis no: 4000
3180] Müslim, Zühd 1, Hadis no: 2956; Tirmizî, Zühd 16, Hadis no: 2325
3181] Tirmizî, Kıyâmet 31, Hadis no: 2467
3182] Tirmizî, Kıyâmet 31, Hadis no: 2467; İbn Mâce, Zühd 2, Hadis no: 4107
3183] Tirmizî, Zühd 4, Hadis no: 2308; Nesâî, Cenâiz 123, Hadis no: 4
3184] Buhârî, Zekât 4, İstikrâz 3, Bed'u'l-Halk 6, İsti'zân 30, Rikak 13, 14; Müslim, Zekât 34, Hadis no: 992
3185] Müslim, Zekât 301,Hadis no: 590 Buhârî, Eymân 3, Zekât 43; Tirmizî, Zekât 1, Hadis no:617; Nesâî, Zekât 2
3186] Tirmizî, Birr 41, Hadis no: 1963
3187] Buhârî, Zekât 47, Cum’a 28; Cihad 37, Rikak 7; Müslim, Zekât 123; Nesâî, Zekât 81
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 695 -
“Dünya mel’undur, içindekiler de mel’undur, ancak Allah’ı zikir ve zikrullaha yardımcı olanlarla âlimler ve ilim öğrenenler hâriç.” 3188 (Farklı rivâyetlerde, “Dünya ve içindekiler mel’undur; Allah için olanlar hâriç, ...Allah rızâsı için yapılanlar hâriç, ...emr-i bil ma’rûf nehy-i ani’l-münker ve zikrullah hâriç” ifadeleri vardır.
“Eğer dünya Allah’ın yanında sivrisineğin kanadı kadar değer taşısaydı, tek bir kâfire ondan bir yudum su içirmezdi.” 3189
“Kim dünyaya çok önem verirse, Allah onun işini dağıtır (zorlaştırır). İki gözünün arasına fakirliği (aç gözlülüğü) koyar. (Hâlbuki) dünyadan ona ulaşacak olan kendisi için yazılandan başkası olamaz. Kimin de niyeti âhiret(i kazanma) ise Allah onun işini toparlar (kolaylaştırır). Onun kalbine zenginliği koyar. Ona dünyadan da ihtiyaç duyduğu şey ulaşır.” 3190
“Allah bir kulu sevdimi, onu dünyadan korur. Tıpkı sizden birinin (perhiz gerektiren hastalığa uğramış) hastasına suyu yasaklaması gibi.” 3191
“Ben kim, dünya kim! Dünya (hayatı) ile benim ilgim, bir ağacın altında gölgelenip sonra da bırakıp giden yolcunun durumu gibidir.” 3192
“Dünyada bir garib veya bir yolcu gibi ol!” Tirmizî’nin rivâyetinde, hadisin devamında şu ifade vardır: “Kendini kabir ehlinden say.” 3193
“Birinize dünyalık olarak bir yolcunun azığı kadar yeterlidir.” 3194
“Müslüman olup da kendisine ancak yetecek kadar rızık verilen ve Allah’ın kendisine verdiği ile kanaat getirdiği kimse muhakkak felâh bulmuştur.” 3195
“Zenginlik, mal çokluğundan ibaret değildir. (Hakiki) zenginlik, gönül zenginliğidir.” 3196
“Uhud dağı kadar altınım olsa, üç günden fazla saklamazdım” 3197
“Hayır, vallahi ey cemaat! Ben sizin için ancak Allah’ın size vereceği dünya ziynetlerinden korkuyorum.” 3198
“Sizin elde ettiğiniz dünya metâı, hayır değil; bir fitnedir. Evet, hayır, ancak hayır getirir. Lâkin bu dünya ziynetleri hayır değildir. Çünkü bunlar fitneye sebep olur. Onlarla siz âhiret hususuna yönelmekten meşgul olursunuz. Baharın yetiştirdiği nebatların bazısı, çok yiyen hayvanları ya patlatıp öldürür, yahut ölüme yaklaştırır. Ancak ihtiyacına kadar yiyenlere zarar vermez. Dünya malı da öyledir, insanlar ona hoş görerek meylederler. Bazısı mala gark oldu denilecek şekilde çok mal edinir, bazısı fazlasına tamah etmeyerek azı ile yetinir. Mala gark olanlar, ekseriyetle onun sebebiyle ya helâk olur, yahut helâke yaklaşırlar.” 3199
3188] Tirmizî, Zühd 14, hadis no: 2323; İbn Mâce, Zühd 3, hadis no: 4112
3189] İbn Mâce, Zühd 11, hadis no: 4110, 2/1377; Tirmizî, Zühd 13, hadis no: 2321, 4/560
3190] İbn Mâce, Zühd 1, hadis no: 4104, 2/1378; Tirmizî, Kıyâmet 31, hadis no: 2467
3191] Tirmizî, Tıbb 1, Hadis no: 2037
3192] İbn Mâce, Zühd 3, hadis no: 4109, 2/1386; Tirmizî, Zühd 44, hadis no: 2377, 4/588
3193] Buhârî, Rikak 2; Tirmizî, Zühd 25, hadis no: 2334
3194] Kütüb-i Sitte, 17/564
3195] Müslim, hadis no: 1054; S. Müslim Terc. ve şerhi, c. 5, s. 478
3196] Müslim
3197] Buhârî, Zekât 4; Müslim, Zekât 10
3198] Müslim, hadis no: 1052; S. Müslim, Terc. ve Şerhi, A. Davudoğlu terc, 5/471
3199] Müslim, S. Müslim Terc. ve Şerhi, c. 5, s. 474
- 696 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Yâ Rab! Âl-i Muhammed’in rızkını ölmeyecek kadar (kut) ver.” Kut: Ancak ölmeyecek kadar az yiyecektir. Rasûlullah (s.a.s.) bütün hayatında rızık nâmına daima yetecek en az kadar ile yetinmiş, fazlasına asla iltifat buyurmamıştır. Bir gece elinde iki altın bulunduğu için uyuyamaması ve Hz. Bilâl’ı uyandırarak altınları onun vâsıtasıyla fakirlere göndermesi, bunun en bâriz delillerindendir. Âl-i Muhammed’in yaşayış tarzları da öyle olmuştur. 3200
“İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, o zamanda ancak öldürmekle ve zorla mülke erişilir, ancak gasb ve cimrilikle zengin olunur, ancak dinden çıkmak ve hevâya uymakla sevgi kazanılır; kim bu zamana ulaşır da zengin olmaya gücü yettiği halde fakirliğe sabreder, sevgi kazanmaya gücü yettiği halde buğz olunmaya sabreder, izzete gücü yettiği halde alçaltılmaya sabrederse Allah kendisine beni doğrulayan elli doğrulayıcı sevabı verir.” 3201
“İhtiyarın kalbi iki şeyi sevme hususunda gençtir: Yaşama sevgisi ile mal sevgisinde.” Diğer rivâyetler de şöyledir: “Âdemoğlu ihtiyarlar, fakat onun iki şeyi genç kalır: Yaşama sevgisi ve mal sevgisi.” “Âdemoğlu büyür, onunla beraber iki şey de büyür: Mal sevgisi, uzun ömür sevgisi.” 3202
Sehl İbn Sa’d es-Saidî (r.a.) anlatıyor. “Bir gün Rasûlullah (s.a.s.)’a bir adam gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bana öyle bir amel gösterin ki, ben onu yaptığım takdirde Allah beni sevsin, halk da beni sevsin’ dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Dünyaya rağbet etme, Allah seni sevsin. İnsanların elinde bulunanlara göz dikme ki onlar da seni sevsin!” 3203
“Dünya sevgisi her çeşit hatalı davranışın başıdır. Bir şeye karşı olan sevgin, seni kör ve sağır yapar.” 3204
“Himmet yönüyle insanların en yücesi, hem dünya hem de âhiret işine himmet gösteren mü’mindir.” 3205
“Ey insanlar! Allah’a karşı muttakî olun ve (dünyevî) isteklerde mûtedil/ölçülü olun. Zira, hiçbir kimse yoktur ki, (Allah’ın kendisine takdir ettiği) rızkını eksiksiz elde etmeden ölmüş olsun. Rızkı gecikse bile ona mutlaka kavuşacaktır. Öyleyse Allah’tan korkun ve talepte mûtedil olun, (gayr-ı meşrû yollara sapmayın) helâl olanı alın, haram olanı terkedin.” 3206
“(Bu dünyada malca) en çok olanlar, kıyâmet günü en aşağıda olacaklardır. Ancak malı şöyle şöyle (bol bol) harcayanlar ve onu temiz yoldan kazananlar hâriç.” 3207
“Kim gam ve tasalarını bire indirir ve sadece âhiret tasasına gönlünde yer verirse, onun dünyevî gamlarını Allah izâle eder. Kim de gam ve tasalarını dünya ahvâline dağıtacak olursa, Allah onun, vâdilerden hangisinde helâk olacağına aldırış etmez.” 3208
Sehl İbn Sa’da (r.a.) anlatıyor: ‘Biz (hac sırasında) Zülhuleyfe’de Rasûlullah
3200] Müslim, hadis no: 1055; S. Müslim Terc. ve Şerhi, 5/478
3201] Naklen: Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 444-445
3202] Müslim, hadis no: 1046; S. Müslim Terc. ve Şerhi, 5/463
3203] Kütüb-i Sitte, 17/563
3204] Kütüb-i Sitte, 7/242; Beyhakî Şuabu’l İman; Ebû Dâvud, Edeb 125
3205] Kütüb-i Sitte, 17/245
3206] Kütüb-i Sitte, 17/245
3207] Kütüb-i Sitte, 17/571
3208] Kütüb-i Sitte, 17/565
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 697 -
(s.a.s.) ile beraberdik. O, birden, şişkinlikten ayağı havaya kalkmış bir davar ölüsüyle karşılaştı. Bunun üzerine şöyle buyurdu:“Şu leşin, sahibine ne kadar değersiz olduğunu görüyor musunuz? Nefsimi elinde tutan Zât-ı Zülcelâl’e yemin olsun, şu dünya, Allah yanında, bunun sahibi yanındaki değersizliğinden daha değersizdir. Eğer dünyanın Allah katında sivrisineğin kanadı kadar değeri olsaydı, kâfire ondan ebediyyen tek damla su içirmezdi.” 3209
“Dört şey, şekavet (hüsran) alâmetidir: Gözün kuruması (günahlarına ağlamamak), kalbin katılaşması, tûl-i emel (dünyada hiç ölmeyecek gibi plânlar yapmak), dünyaya karşı hırs.” 3210
"Deve, sığır veya davar sahibi olup da, bunlardaki Allah'ın hakkını edâ etmeyen herkese Kıyâmet günü, bu mallar, olduğundan daha çok ve mümkün olduğunca iri ve şişman olarak gelecekler. Adam, onlar için, düz ve geniş bir yere oturtulacak, hayvanlar bacakları ve tabanlarıyla onun üzerinden geçecekler. Geçiş sırasında boynuzlarıyla toslayacaklar ve ayaklarıyla ezecekler. İçlerinden boynuzsuz veya boynuzu kırık biri bulunmayacak. Bu şekilde sonuncusu da onun üzerinden geçince, birincisi aynı geçişe tekrar başlayacak. Mahlûkatın hesabı tamamlanıp hüküm verilinceye kadar bu hal devam edecek. Kezâ 'kenz'e/hazineye sahip olup da ondaki (Allah'ın) hakkını ödemeyen herkes, Kıyâmet günü hazinesi, dazlak başlı bir yılan olarak gelecek, ağzını açıp peşine düşecektir. Yılan yaklaştıkça adam ondan kaçacak. Sonunda yılan ona: 'Gizlediğin hazineni al! Ben ondan müstağnîyim' diye bağırır. Adam, neticede yılandan kaçma çaresinin olmadığını anlayınca, elini yılanın ağzına sokar, Yılan da onu, aygırın (alafı) kemirmesi gibi kemiriverecektir." 3211
"Allah'ım, yoksulluk fitnesinin şerrinden, küfür ve yoksulluktan Sana sığınırım." 3212.
"Ben görmeyen birisiydim, Allah basiretimi açtı; fakirdim, beni zengin kıldı." 3213 3214
"Şüphesiz, insan borçlandı mı, konuşursa yalan söyler, vadederse, sözünde duramaz." 3215.
"(Hakiki) miskîn (yoksul), kapı kapı dolaşırken verilen bir iki lokmanın veya bir iki hurmanın geri çevirdiği kimse değildir. Fakat gerçek miskîn/yoksul, ihtiyacını giderecek bir şey bulamayan ve halini anlayıp kendisine tasaddukta bulunacak biri çıkmayan, (buna rağmen) kalkıp kimseden bir şey istemeyen kimsedir." 3216
“Veren el, alan elden daha üstündür/hayırlıdır.” 3217
“Kıyâmet gününde cehennem ehlinden olan kimseye denilir ki: ‘Dünya dolusu malın olsaydı (şu azaptan kurtulmak için) o malını fidye olarak verir miydin?’ O kimse, azâbın
3209] Kütüb-i Sitte, 17/565
3210] Kütüb-i Sitte, 7/247
3211] Buhârî, Zekât 3, Tefsir Âl-i İmrân 14, Berâet 6, Hiyel 3; Müslim, Zekât 26, Hadis no: 987; Ebû Dâvud, Zekât 32; Hadis no: 1658-1660; Nesâî, Zekât 2, 6; Muvattâ, Cihad 3
3212] Nesaî, Sehv, 90, İstiâze, 16, 29; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 36, 39, 42, 44; VI, 57, 207
3213] Buhârî, Enbiyâ, 51
3214] 93/Duhâ, 7-8
3215] Buhâri, İstikrâz
3216] Buhârî, Zekât, 53, Tefsir, Bakara 48; Müslim, Zekât 102, hadis no: 1039; Muvattâ, Sıfatu'n-Nebiyy 7, - II/924-; Ebû Dâvud, Zekât 23, h. no: 1631, 1632; Nesaî, Zekât 76 -5, 85-; Ahmed bin Hanbel, I/384
3217] Buhârî, Vesâyâ 9, Zekât 18; Müslim, Zekât 94, hadis no: 1033, 97, h. no: 1036; Tirmizî, Zühd 32, h. no: 2344; Ahmed bin Hanbel, II/4
- 698 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şiddetini gördüğü için: ‘Evet!.. Muhakkak verirdim’ der. Allahu Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ben (dünyada) senden, bundan daha kolay bir şey istemiştim. Henüz ruhlar âleminde iken, Bana hiçbir şeyi şirk koşmaman hakkında senden misak almıştım. Sen ise sözünden döndün. Bana ortak koşmaktan başka bir şey kabul etmedin." 3218
“Mü’min, bir midesi ile yer; kâfir ise yedi mide ile yer.” 3219 3220.
"Cimrilikten sakınınız. Çünkü cimrilik, sizden önceki milletleri helâk etmiştir." "Her sabah gökten iki melek iner. Birisi: İlahi, infak edene karşılığını ver; diğeri: Allah'ım! Cimrilik edene de telef ver (malını yok et), diye duâ ederler." 3221
"Cimri kişi, Allah'a uzak, cennete uzak, insanlara uzak ve cehennem ateşine yakındır." 3222
"Mallarınızı zekâtla koruyun, hastalarınızı sadaka ile tedâvi edin. Belâya duâ ile karşı koyun." 3223
"Malın zekâtını ödedin mi, kendinden onun şerrini def ettin demektir." 3224
“Sizden biri, mal ve yaratılış itibariyle kendinden üstün bir kimseyi gördüğünde, kendinden daha aşağı olanına baksın (Kendisini onunla mukayese etsin). 3225 Sahih-i Müslim’de şu ilave rivâyet edilmiştir: “...İşte bu, Allah’ın size olan nimetlerini hakir görmemek için uygun olan bir davranıştır.”
"İyi mal, sâlih kimse için ne güzeldir." 3226
Hz. Ömer bir gün Rasûlullah’ın hâne-i saâdetlerine girdi ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Efendimiz niçin ağladığını sorunca, şöyle dedi: “Yâ Rasûlallah! Dünya kralları, kisrâlar servet içinde yüzüyorlar. Senin ise altına sereceğin bir sergin bile yok. Yatağın hasır ve teninde yattığın yerin izleri var...” Allah Rasûlü şu cevabı verdi: “İstemez misin yâ Ömer, dünya onların, âhiret de bizim olsun!” 3227
Bir iftar sofrasında Hz. Ebû Bekir’e bir bardak soğuk su ikrâm edilir. Suyu ağzına götürdüğünde ağlamaya başlar. Yanındakiler ne olduğunu sorarlar. Cevap verir: “Bir gün Rasûlullah, kendisine getirilen böyle bir bardak soğuk suyu içmiş, sonra da ağlamış ve “O gün nimetlerden hesaba çekileceksiniz” 3228 âyetini okuyarak, “İşte bu nimetten de hesaba çekileceğiz” buyurmuştu. Bunu hatırladım ve onun için ağladım.” 3229
“Hanımının senin üzerinde hakkı vardır. Misafirlerinin senin üzerinde hakkı vardır. Bedeninin de senin üzerinde hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver.” 3230
3218] Buhârî, Rikak 49; Ahmed bin Hanbel, III/218
3219] İbn Mâce, hadis no: 3256
3220] Bk. 47/Muhammed, 12
3221] Riyâzü's-Sâlihîn, 1/253
3222] Tirmizî, Birr 40
3223] Kütüb-i Sitte, c. 7, s. 322
3224] Kütüb-i Sitte, c. 7, s. 323
3225] S. Buhâri, Askalâni Şerhi, 11, s. 322
3226] Ahmed bin Hanbel, IV/194
3227] Buhârî, Tefsir (66) 2; Müslim, Talâk 31
3228] 102/Tekâsür, 8
3229] Müslim, Eşribe 140
3230] Müslim, Savm 181
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 699 -
“Aşırı gidenler helâk olmuştur” 3231
“Allah bir kulu sevdimi, onu dünyadan korur. Tıpkı sizden birinin (perhiz gerektiren hastalığa uğramış) hastasına suyu yasaklaması gibi.” 3232
Üstteki el (yani veren), alttaki elden (yani alandan) daha hayırlıdır." 3233
Sehl İbn Sa’d es-Saidî (r.a.) anlatıyor. “Bir gün Rasûlullah (s.a.s.)’a bir adam gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bana öyle bir amel gösterin ki, ben onu yaptığım takdirde Allah beni sevsin, halk da beni sevsin’ dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Dünyaya rağbet etme, Allah seni sevsin. İnsanların elinde bulunanlara göz dikme ki onlar da seni sevsin!” 3234
“Allah elinden iş gelen sanatkâr mü’min kulu sever.” 3235
“İş yaptığınız zaman, Allah o işte itkan etmenizi yani sağlam, ârızâsız ve kusursuz yapmanızı sever.” 3236
"Dünyada zâhidlik, helâl olanı haram etmek veya malı ziyân etmekle olmaz. Gerçek zâhidlik, Allah'ın elinde olana, kendi elinde olandan daha çok güvenmen ve bir müsîbete düştüğün zaman getireceği sevabı sebebiyle, onun devamına rağbet göstermendir." 3237
Hz. Âişe (r. anhâ) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "(Ey Âişe! Cennette) benimle olman seni mesrur/sevinçli edecekse sana dünyadan bir yolcunun azığı kadarı kifâyet etmelidir. Sakın zenginlerle sohbet arkadaşlığı etme. Bir elbiseye yama vurmadan eskimiş addetme." 3238
"Allah'ım, Âl-i Muhammed'in rızkını belini doğrultacak kadar ver.” -Bir diğer rivâyette- "yetecek kadar ver." 3239 Tirmizî'nin "Resûlullah ve ehlinin maîşetleri adında bir babta kaydettiği rivayetlerden bazıları şöyle:
"Rasûlullah (s.a.s.) ekmek ve etten doyuncaya kadar günde iki sefer yemeden dünyadan göçmüştür."
"Rasûlullah (s.a.s.) arpa ekmeğinden doyuncaya kadar peşpeşe iki gün yemeden ruhu kabzedildi."
"Rasûlullah (s.a.s.) ve ailesi, üst üste üç gün doyuncaya kadar buğday ekmeği yemeden dünyadan ayrıldı."
"Rasûlullah (s.a.s.) üst üste birçok geceleri aç geçirir, ehli de akşam yemeği bulamazlardı. Onların ekmekleri çoğunlukla arpa ekmeği idi."
"Rasûlullah (s.a.s.) yarın için bir şey biriktirmezdi."
"Rasûlullah (s.a.s.) ölünceye kadar (mükellef hazırlanmış) bir sofrada yemek
3231] Müslim, İlim 7; Ebû Dâvud, Sünnet 5; Ahmed bin Hanbel, I/386
3232] Tirmizî, Tıbb 1
3233] Buhârî, Vesâyâ 9, Zekât 18; Müslim, Zekât 94, hadis no: 1033, 97, h. no: 1036; Tirmizî, Zühd 32, h. no: 2344; Ahmed bin Hanbel, II/4
3234] Kütüb-i Sitte, 17/563
3235] Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, II/290
3236] Kenzu’l-Ummâl, III/907
3237] Tirmizî, Zühd 29, hadis no: 2341; İbn Mâce, Zühd 1, hadis no: 4100
3238] Tirmizî, Libâs 38, hadis no: 1781
3239] Buhârî, Rikâk 17; Müslim, Zekât 126, hadis no: 1055; Tirmizî, Zühd 38, hadis no: 2362
- 700 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yemedi, (pasta şeklinde) ince yapılmış ekmek de yemedi."
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) bir gün (veya gece mûtad olmayan bir saatte) mescide geldi. Orada Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer (r.a.)'e rastladı. Onlara (bu saatte) niye geldiklerini sordu. "Bizi evden çıkaran açlıktır!" dediler. Rasûlullah da: "Beni de evde çıkaran açlıktan başka bir şey değil!" buyurdu. Hep berâber Ebû'l-Heysem İbnu'l Teyyihân'a gittiler. O, bunlar için arpadan ekmek yapılmasını emretti. Ekmek yapıldı. Sonra kalkıp bir koyun kesti. Yanlarında bir hurma ağacında asılı olan tatlı suyu indirdi. Derken yemek geldi, yediler ve o sudan içtiler. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Şu günün nimetinden (Kıyâmet günü) hesap sorulacak! (Açlık sizi evinizden çıkardı. Bu nimetlere nâil olduktan sonra dönüyorsunuz!" 3240
Utbe İbn Gazvân (r.a.) anlatıyor: "Gerçekten ben kendimi, Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte olan yedi kişiden yedincisi olarak görmüşümdür. Huble (asma) yaprağından başka yiyeceğimiz yoktu. Öyle ki avurtlarımız yara oldu." 3241
Ebû Talhâ (r.a.) anlatıyor: "Resûlullah (s.a.s.)'a açlıktan şikâyet ettik ve karınlarımızı açıp gösterdik. Herkeste bir taş vardı. Rasûlullah (s.a.s.) da karnını açtı, O'nda iki taş vardı." 3242
"Şurası muhakkak ki, Allah hakkında benim korkutulduğum kadar kimse korkutulmamıştır. Allah yolunda bana çektirilen eziyet kadar kimseye eziyet çektirilmemiştir. Zaman olmuştur, otuz gün ve otuz gecelik bir ay boyu, Bilâl ile benim yiyeceğim, Bilâl'in koltuğunun altına sıkışacak miktarı geçmemiştir." 3243
Hz. Âişe (r. anhâ) anlatıyor: "Bazı aylar olurdu, (yemek pişirmek için) hiç ateş yakmazdık, yiyip içtiğimiz sadece hurma ve su olurdu. Ancak, bize bir parçacık et getirilirse o hâriç." 3244. Diğer bir rivâyette: "Rasûlullah ölünceye kadar Muhammed âilesi buğday ekmeğini üst üste üç gün doyuncaya kadar yememiştir" denmiştir. Bir diğer rivâyette: "Muhammed (s.a.s.) bir günde iki sefer yedi ise, biri mutlaka hurma idi" denmiştir.
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) ve ailesi üst üste pek çok geceleri aç geçirirler ve akşam yemeği bulamazlardı. Ekmekleri çoğunlukla arpa ekmeği idi." 3245
Nu'mân İbnu Beşîr (r.a.) anlatıyor: "Hz. Ömer (r.a.) insanların nâil oldukları dünyalıktan söz etti ve dedi ki: "Gerçekten ben Rasûlullah’ın (s.a.s.) bütün gün açlıktan kıvrandığı halde, karnını doyurmaya âdi hurma bile bulamadığını gördüm." 3246
Enes (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)'a arpa ekmeği ile kokusu değişmiş erimiş yağ getirmiştim. (Bir seferinde) şöyle söylediğini işittim: "Muhammed
3240] Müslim, Eşribe 140, h. no: 2038; Muvattâ, Sıfatu'n Nebi 28, h. no: 2, 932; Tirmizî, Zühd 39, h. no: 2370
3241] Müslim, Zühd 15, hadis no: 2967
3242] Tirmizî, Zühd 39, hadis no: 2372
3243] Tirmizî, Kıyâmet 35, hadis no: 2474
3244] Buhârî, Et'ıme 23, Rikak 17; Müslim, Zühd 20-27, hadis no: 2970-2973; Tirmizî, Zühd 38, h. no: 2357-2358, 35 h. no: 2473
3245] Tirmizî, Zühd 38, hadis no: 2361
3246] Müslim, Zühd 36, hadis no: 2978
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 701 -
ailesinde, dokuz kadın bulunduğu bir zamanda, ne bir sa' hurma, ne de bir sa' hububat gecelemiştir." 3247
Süleymân İbn Surad (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) bize geldi ve bir yiyecek (ikramına) gücümüz yetmeksizin -veya bir yiyeceğe gücü yetmeksizin- üç gece kaldık."
Hz. Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)’a bir gün sıcak bir yemek getirilmişti. Yedi ve yemekten çıkınca: "Elhamdülillah, şu şu vakitten beri mideme sıcak bir yemek girmemişti" buyurdu."
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah’ın (s.a.s.) kızı (Fâtıma gerdek gecesi) bana gönderildi. Onun gönderildiği gece yatağımız koyun derisinden başka bir şey değildi."
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) şöyle duâ etmişti: "Allah'ım, beni miskin (yoksul) olarak, yaşat, miskin olarak ruhumu kabzet, kıyâmet günü de miskinler zümresiyle birlikte haşret." Hz. Âişe (r. anhâ) atılarak sordu: "Niçin ey Allah'ın Rasûlü?" "Çünkü dedi, onlar cennete, zenginlerden kırk bahar önce girecekler. Ey Âişe! fakirleri sev ve onları (rivâyet meclisine) yaklaştır, tâ ki Kıyâmet günü Allah da sana yaklaşsın." 3248
"Fakirler, cennete zenginlerden beşyüz yıl önce girerler. Bu (Allah'ın indinde) yarım gündür." 3249 3250
Ebû Abdirrahman el-Hubulî anlatıyor: "Bir adam Abdullah İbnu Amr (r.a.)'a sorarak dedi ki: "Biz muhâcirlerin fakirlerinden değil miyiz?" Abdullah da ona sordu: "Kendisine sığındığın bir zevcen var mı?" Adam: "Evet" dedi. Abdullah: "Senin oturduğun bir meskenin var mı? Adam: "Evet!" deyince Abdullah: "Sen zenginlerdensin!" dedi. Adam: "Benim bir de hizmetçim var!" diye ilave edince, Abdullah: "Öyleyse sen krallardansın!" dedi." 3251
Ebû Saîd (r.a.) anlatıyor: "Muhâcirlerin fakirlerinden bir grupla birlikte oturmuştum. Bunlardan bir kısmı, bir kısmı(nın karaltısından istifâde) ile çıplaklıktan korunuyordu. Bir okuyucu da bize (Kur'ân) okuyordu. Derken Rasûlullah (s.a.s.) çıkageldi ve üzerimizde dikildi. Resûlullah'ın yanımızda dikilmesi üzerine kaari okumayı bıraktı. Resûlullah da selam verdi ve: "Ne yapıyorunuz?" diye sordu. "Ey Allah'ın Rasûlü! dedik, o kaarimizdir, bize (Kur'ân) okuyor. Biz de Allah Teâlâ'nın kitabını dinliyoruz. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): "Ümmetim arasında, kendileriyle birlikte sabretmem emredilen 3252 kimseleri yaratan Allah'ıma hamdolsun!" dedi. Sonra, kendisini bizimle eşitlemek üzere Resûlullah, ortamıza oturdu. Ve eliyle işâret ederek: "Şöyle (halka yapın)" dedi. Cemaat hemen etrafında halka oldu, yüzleri ona döndü. Ebû Saîd der ki: "Rasûlullah’ın (s.a.s.) onlar arasında benden başka birini daha tanıyor görmedim. (Herkes yeni baştan vaziyetini alınca)
3247] Buhârî, Rehn 1, Büyû 14; Tirmizî, Büyû 7, h. no: 1215; Nesâî, Büyû 50, hadis no: 7, 288
3248] Tirmizî, Zühd, hadis no: 2353
3249] Tirmizî, Zühd 37, hadis no: 2354
3250] Beşyüz yılın Allah indindeki yarım gün etmesi, Allah'ın indindeki bir gün, dünya ölçülerindeki bin yıla tekabül etmesindendir. Zîra âyette şöyle denmiştir: "Rabbinin katında bir gün, saydıklarınızdan bin yıl gibidir." -22/Hacc, 47-
3251] Müslim, Zühd 37, hadis no: 2979
3252] 18/Kehf, 28
- 702 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Rasûlullah şu müjdeyi verdi: "Ey yoksul muhâcirler, size müjdeler olsun! Size Kıyamet günündeki tam nûru müjde ediyorum. Sizler cennete, insanların zenginlerinden yarım gün önce gireceksiniz. Bu yarım gün, (dünya günleriyle) beşyüz yıl eder." 3253
"(Mirâc sırasında) cennetin kapısında durup içeri baktım. Oraya girenlerin büyük çoğunluğunun miskinler (yoksullar) olduğunu gördüm. Dünyadaki imkân sâhiplerinin cehennemlikleri ateşe gitmeye emrolunmuşlardı, geri kalanlar da mahpus idiler..." 3254
"Bana zayıflarınızı arayın. Zîra sizler, zayıflarınız (onların duâları, tevekkül ve sabırları) sebebiyle yardıma ve rızka mazhar kılınıyorsunuz." 3255
"Kuvvetli mü'min Allah'a zayıf mü'minden daha hayırlı ve daha sevgilidir, ancak herbirinde hayır vardır." 3256
"Allah hiçbir peygamber göndermedi ki, koyun çobanlığı yapmamış olsun." "Sen de mi, Ey Allah'ın Rasûlü?" diye sordular. "Evet, ben de bir miktar kırat mukabili Mekke ehline koyun güttüm." 3257 3258
Abdullah İbnu Muğaffel (r.a.) anlatıyor: "Bir adam gelerek "Ey Allah'ın Resûlü! Ben seni seviyorum" dedi. Rasûlullah: "Ne söylediğine dikkat et!" diye cevap verdi. Adam: "Vallâhi ben seni seviyorum!" deyip, bunu üç kere tekrar etti. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine adama: "Eğer beni seviyorsan, fakirlik için bir zırh hazırla. Çünkü beni sevene fakirlik, hedefine koşan selden daha sür'atli gelir." 3259
Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) buyurdu ki: “Dünya arkasını dönmüş gidiyor, âhiret ise yönelmiş geliyor. Bunlardan her ikisinin de kendine has evlâtları var. Siz âhiretin evlâtları olun. Sakın dünyanın çocukları olmayın. Zira bugün amel var hesap yok; yarın ise hesap var amel yok.” 3260
İbn Ömer (r.a.): “Akşama erdinmi sabahı bekleme, sabaha erdinmi akşamı bekleme. Sağlıklı olduğun sırada hastalık halin için hazırlık yap. Hayatta iken de ölüm için hazırlık yap.” 3261
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: "Biz Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte otururken uzaktan Mus'ab İbn Umeyr (r.a.) göründü, bize doğru geliyordu. Üzerinde deri parçası ile yamanmış bir bürdesi vardı. Rasûlullah (s.a.s.) onu görünce, (Mekke'de iken giyim kuşam yönünden yaşadığı) bolluğu düşünerek ağladı. Sonra şunu söyledi: "Gün gelip, sizden biri, sabah bir elbise, akşam bir başka elbise giyse ve önüne yemek tabakalarının biri getirilip diğeri kaldırılsa ve evlerinizi de (halılar ve kilimler ile) Kâ'be gibi örtseniz o zamanda nasıl olursunuz?" "O gün, dediler, biz bugünümüzden çok daha
3253] Ebû Dâvud, İlim 13, hadis no: 3666; Tirmizî, Zühd 37, hadis no: 2352
3254] Buhârî, Rikâk 51; Müslim, Zühd 93, hadis no: 2736
3255] Ebû Dâvud, Cihâd 77, hadis no: 2594; Tirmizî, Cihâd 24, h. no: 1702; Nesâî, Cihâd 43, -6, 45,46-
3256] Müslim
3257] Buhârî, İcâre 2; Muvattâ, 18 -2, 971-; İbn Mâce, Ticârât 5, hadis no: 2149
3258] Nesâî'nin bir rivâyetinde şöyle denir: "Koyun sahipleri ile deve sahipleri övünmüşlerdi. Rasûlullah (s.a.s.): "Hz. Mûsâ koyun çobanı olduğu halde pegamber oldu. Hz. Dâvud koyun çobanı olduğu halde peygamber oldu. Ben de ehlimin koyunlarını Ciyâd'da güderken peygamber oldum" dedi.
3259] Tirmizî, Zühd 36, hadis no: 2351
3260] Buhârî, Rikak 4; Hz. Ali’ye atfedilen bu söz, merfû hadis olarak da rivâyet edilmiştir.
3261] Buhârî, Rikak 2; Tirmizî, Zühd 25, hadis no: 2334
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 703 -
iyi oluruz. Çünkü hayat külfetimiz karşılanmış olacak, biz de ibâdete daha çok vakit ayıracağız.” Buyurdu ki: "Hayır! Bilakis siz bugün o günden daha iyisinizdir." 3262
Ebû Ümâme İbn Sa'lebe el-Ensârî (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanında dünyayı zikretmişlerdi. Buyurdular ki: "Duymuyor musunuz, işitmiyor musunuz? Mütevâzi giyinmek îmandandır, mütevâzi giyinmek imandandır!" 3263
Hz. Câbir (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanında bir adamın çok ibâdet ettiğinden, bir diğerinin de verâ sahibi olduğundan bahsedilmişti. Efendimiz: "Verâ'ya denk olacak onunla tartılabilecek bir şey yoktur!" buyurdu." 3264
"Kişi mahzurlu olan şeyden korkarak mahzursuz olanı terketmedikçe gerçek takvâya ulaşamaz." 3265
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: "Evimden soğuk bir günde çıktım. Çok açtım, (yiyecek) bir şey arıyordum. Bir yahudîye rastladım, bahçesinde çıkrıkla sulama yapıyordu. Duvardaki bir açıklıktan adama baktım. "Ne istiyorsun ey bedevi, kovasını bir hurmaya bana su çeker misin?" dedi. Ben de: "Evet! ama kapıyı aç da gireyim!" dedim. Adam kapıyı açtı, ben girdim, bir kova verdi. Su çekmeye başladım. Her kovada bir hurma verdi. İki avucum hurma ile dolunca kovayı bıraktım ve bu bana yeter deyip hurmaları yedim, sudan içip sonra mescide geldim." 3266
Fudâle İbn Ubeyd (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) halka namaz kıldırırken, bazı kimseler açlık sebebiyle kıyam sırasında yere yıkılırlardı. Bunlar Ashâb-ı Suffe idi. (Medîne'de misâfireten bulunan) bedevîler, bunlara delirmiş derlerdi. Efendimiz namazdan çıkınca yanlarına uğrar ve: "Eğer (bu çektiğiniz sıkıntı sebebiyle) Allah indinde elde ettiğiniz mükâfatı bilseydiniz, fakirlik ve ihtiyaç yönüyle daha da artmayı dilerdiniz" derdi." 3267
"Sizden kim nefsinden emin, bedeni sıhhatli ve günlük yiyeceği de mevcut ise sanki dünyalar onun olmuştur." 3268.
"İslâm hidâyeti nasip edilen ve yeterli miktarda maişeti olup, buna kanaat edene ne mutlu!" 3269
Ebû Saîdi'l-Hudrî (r.a.) anlatıyor: "Ensâr (r.a.)'dan bazı kimseler, Rasûlullah (s.a.s.)'dan bir şeyler talep ettiler. Peygamberimiz de istediklerini verdi. Sonra tekrar istediler, o yine istediklerini verdi. Sonra yine istediler, o isteklerini yine verdi. Yanında mevcut olan şey bitmişti; şöyle buyurdular: "Yanımda bir mal olsa, bunu sizden ayrı olarak (kendim için) biriktirecek değilim. Kim iffetli davranır (istemez)se, Allah onu iffetli kılar. Kim istiğnâ gösterirse Allah da onu zengin kılar. Kim sabırlı davranırsa Allah ona sabır verir. Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir ihsanda bulunulmamıştır." 3270 Rezin rahimehullah şu ziyâdede bulunmuştur: "İslâm'a girip,
3262] Tirmizî, Kıyâmet 36, hadis no: 2478
3263] Ebû Dâvud, Tereccül 1, hadis no: 4161; İbn Mâce, Zühd 22, h. no: 4118
3264] Tirmizî, Kıyâmet 61, hadis no: 2521; Verâ: Haramlardan, harama benzeyen şeylerden, şüpheli şeylerden kaçınmak mânâsına gelir.
3265] Tirmizî, Kıyâmet 20, hadis no: 2453
3266] Tirmizî, Kıyâmet 35, hadis no: 2475
3267] Tirmizî, Zühd 39, hadis no: 2369
3268] Tirmizî, Zühd 34, h. no: 2347; İbn Mâce, Zühd 9, h. no: 4141
3269] Tirmizî, Zühd 35, hadis no: 2350
3270] Buhârî, Zekât 50, Rikak 20; Müslim, Zekât 124, hadis no: 1053; Muvattâ, Sadaka 7 -2, 997-;
- 704 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yeterli miktarla rızıklandırılan ve verdiği bu miktara Allah'ın kanaat etmeyi nasip ettiği kimse kurtuluşa ermiştir."
"Ey Âdemoğlu! Eğer fazla malını Allah yolunda harcarsan bu senin için daha hayırlıdır. Kendine saklarsan senin için zararlıdır. Kefâf (yeterli miktar) sebebiyle levm edilmez, kınanmazsın. (Harcamaya), bakımları üzerinde olanlardan başla. Üstteki el (yani veren), alttaki elden (yani alandan) daha hayırlıdır." 3271.
"Siz Allah'a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri de, kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı: Sabahleyin aç çıkar, akşama tok dönerdiniz." 3272
"Sizden biri dilenmeye devam ettiği takdirde yüzünde bir parça et kalmamış halde Allah'a kavuşur." 3273
"İstemeler bir nevi cırmalamalardır. Kişi onlarla yüzünü tırmalamış olur. Öyle ise, dileyen (hayâsını koruyup) yüzsuyunu devam ettirsin, dileyen de bunu terketsin. Şu var ki, kişi, zarûrî olan (şeyleri) iktidar sahibinden istemelidir." 3274
"Bir adam Rasûlullah (s.a.s.)'dan bir şeyler istedi. Peygamberimiz de verdi. Adam dönmek üzere ayağını kapının eşiğine basar basmaz, Rasûlullah: "Dilenmede olan (kötülükleri) bilseydiniz kimse kimseye bir şey istemek için asla gitmezdi!" buyurdu." 3275
"Kişinin iplerini alıp dağa gitmesi, oradan sırtında bir deste odun getirip satması, onun için, insanlara gidip dilenmesinden daha hayırlıdır. İnsanlar istediğini verseler de vermeseler de." 3276
Sevban (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) (bir gün): "Cenneti garanti etmem mukabilinde, insanlardan hiçbir şey istememeyi kim garanti edecek?" buyurdular. Sevban (r.a.) atılıp: "Ben, (Ey Allah'ın Resulü!)" dedi. Sevban (bundan böyle) hiç kimseden bir şey istemezdi." 3277
"İstemede ısrar etmeyin. Vallahi, kim benden bir şey ister, ben ona vermek arzu etmediğim halde, ısrarı (sebebiyle) bir şey kopartırsa, verdiğim o şeyin bereketini görmez." 3278
İbnu'l-Firâsî'nin anlattığına göre, babası: "Ey Allah'ın Rasûlü! (İhtiyacımı başkasından) isteyeyim mi?" diye sormuş, Rasûlullah (s.a.s.) da: "Hayır, isteme! Ancak istemek zorunda kalmışsan, bâri sâlihlerden iste!" buyurmuşlardır. 3279
"Kim, kendisini müstağni kılacak miktarda malı olduğu halde isterse (dilenirse), kıyâmet günü, istediği şey suratında bir tırmalama veya soyulma ya da ısırma yarası olarak gelir!" Yanında bulunanlar: "Kişiyi müstağnî kılan (miktar) nedir?" diye sordular. "Kırk dirhem altın veya o kıymette bir başka şey!" buyurdu." 3280Ebû Dâvud, Zekât 28, h. no: 1644; Tirmizî, Birr 77, h. no: 2025; Nesâî, Zekât 85, -5, 95-
3271] Müslim, Zekât 97, hadis no: 1036; Tirmizî, Zühd 32, h. no: 2344
3272] Tirmizî, Zühd 33, hadis no: 2345
3273] Buhârî, Zekât 52; Müslim, Zekât 103, hadis no: 1040; Nesâî, Zekât 83 -5, 94-
3274] Ebû Dâvud, Zekât 26, hadis no: 1639; Tirmizî, Zekât 38, h. no: 681; Nesâî, Zekât 92 -5, 100-
3275] Nesâî, Zekât 83 -5, 94, 95-
3276] Buhârî, Zekât 50, Büyû' 15
3277] Ebû Dâvud, Zekât 27, hadis no: 1643; Nesâî, Zekât 86, -5, 96-
3278] Müslim, Zekât 99, hadis no: 1038; Nesâî, Zekât 88 -5, 97, 98-
3279] Ebû Dâvud, Zekât 28, hadis no: 1646; Nesâî, Zekât 84, -5, 95-
3280] Ebû Dâvud, Zekât 23, hadis no: 1626; Tirmizî, Zekât 22, h. no: 650; Nesâî, Zekât 87, -5, 97-;
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 705 -
"Kim (malını artırmak için) insanlardan dilenirse, o mutlak sûrette ateş talep etmiş olur. Öyleyse ister azla yetinsin, isterse çoğaltmayı istesin (artık kendisi bilir)!" 3281
Kabisa İbn Muharik (r.a.) anlatıyor: "Sulh için diyet (hamâle) ödemeyi kabullenmiştim. Bu hususta yardım istemek için Rasûlullah (s.a.s.)'ı aradım ve karşılaştık. (Meseleyi açınca): "Bekle, bize sadaka malı gelecek. O zaman ondan sana da verilmesini emrederim" buyurdular. Sonra da: "Ey Kabisa! İstemek, üç kişi dışında hiç kimseye helâl olmaz: Sulh diyeti (hamâle) kabullenen kimse. Buna, gereken miktarı buluncaya kadar, istemesi helâldir. Ama o miktara ulaşınca, artık istemez. Âfete uğrayıp malını kaybeden kimse. Buna da maişetini temin edecek miktarı elde edinceye kadar istemesi helâldir. Fakirliğe uğrayan adam. Eğer kavminden üç kişi, 'Falancaya fakirlik isâbet etti' diye ittifak ederlerse, geçimine yetecek miktarı elde edinceye kadar istemesi helâldir. Bunlar dışında istemek, ey Kabisa haramdır." 3282
Enes (r.a.) anlatıyor: "Ensârî bir zat gelip Rasûlullah (s.a.s.)'dan bir şeyler istemişti. "Evinde hiçbir şey yok mu?" buyurdular. Adam: "Evet, dedi. Bir çulumuz var. Bir kısmıyla örtünüp, bir kısmını da yaygı olarak yere seriyoruz! Bir de su içtiğimiz kabımız var." "Onları bana getir!" diye emrettiler. Adam gidip getirdi. Peygamberimiz eşyaları eline alıp: "Şunları satın alacak yok mu?" buyurdular. Bir adam: "Ben bir dirheme satın alıyorum" dedi. Rasulullah: "Bir dirhemden fazla veren yok mu?" dedi ve iki üç sefer tekrarladı (açık artırmaya çıkardı). Orada bulunan bir adam: "Ben onlara iki dirhem veriyorum" dedi. Rasûlullah eşyaları ona sattı. İki dirhemi alıp Ensârîye verdi ve: "Bunun biriyle ailen için yiyecek al, ailene ver. Diğeriyle de bir balta al bana getir!" buyurdular. Adam gidip bir balta alıp getirdi. Rasûlullah, ona eliyle bir sap geçirdi. Sonra: "Git, odun topla, sat ve on beş gün bana gözükme!" buyurdu. Adam aynen böyle yaptı, sonra yanına geldi. Bu esnâda on dirhem kazanmış, bunun bir kısmıyla giyecek, bir kısmıyla da yiyecek satın almıştı. Rasûlullah: "Bak, bu senin için, kıyâmet günü alnında dilenme lekesiyle gelmenden daha hayırlıdır!" buyurdu ve sözlerine şöyle devam etti: "Dilenmek, sersefil, fakirliğe düşmüş veya rüsvay edici borca batmış ya da elem verici kana bulaşmış insanlar dışında, kimseye câiz değildir." 3283
Habeşî İbn Cünâde es-Selûlî (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) Arafat'ta vakfede iken bir bedevî gelerek ridâsının bir ucundan tutup, ondan bunu istedi. Peygamberimiz de ridâsını ona verdi. Adam ridâyı beraberinde alıp gitti. Tam o sırada dilenmek haram kılındı. Bunun üzerine Rasûlullah: "Sadaka zengine helâl değildir; sağlığı yerinde güç kuvvet sahibine de helâl değildir. O, sersefil edici, fakre düşen, haysiyeti kırıcı borca giren, eleme boğan kana bulaşan kimseler dışında hiç kimseye helâl değildir. Öyleyse, kim malını artırmak için insanlara el açarsa, bu, kıyâmet günü suratında cırmalama yaralarına ve cehennemde yiyeceği kızgın taşlara dönüşür. Öyleyse (buyursun) dileyen azla yetinsin, dileyen de çoğaltmaya çalışsın." 3284. Rezin merhum şu ziyâdede bulunmuştur: "Ben, bir adama ihsanda bulunurum. Adam da onu koltuğunun altına koyarak alıp gider veya yiyip midesine indirir. Hâlbuki bu, (eğer lâyık değilse) İbn Mâce, Zekât 26, hadis no: 1840
3281] Müslim, Zekât 105, hadis no: 1041
3282] Müslim, Zekât 109, hadis no: 1044; Ebû Dâvud, Zekât 26, hadis no: 1640; Nesâî, Zekât 86, -5, 96, 97-
3283] Ebû Dâvud, Zekât 26, hadis no: 1641; Tirmizî, Büyû' 10, hadis no: 1218; İbn Mâce, Ticârât 25, hadis no: 2198
3284] Tirmizî, Zekât 23, hadis no: 653
- 706 -
KUR’AN KAVRAMLARI
o adam için ateşten başka bir şey değildir." Rasûlullah'ın bu sözü üzerine Hz. Ömer (r.a.): "Ey Allah'ın Rasûlü! Öyleyse ateş olan bir şeyi niye veriyorsunuz?" diye sordu. Rasûlullah: "Allah benim cimri olmamı kabul etmedi, insanlar da benden istememeyi kabul etmedi!" cevabını verdi. Orada bulunanlar: "Dilenmeyi haram kılan zenginlik nedir?" diye sordular. Peygamberimiz: "Sabah veya akşam yetecek kadar yiyecektir!" buyurdular." 3285
"Kim kendisine gelen bir fakirliği hemen halka intikal ettirirse (yani onlara açarak dilenmeye kalkarsa), onun fakirliğinin önüne geçilmez. Kime de fakirlik gelir, o da bunu (sadece) Allah'a açarsa, Allah ona er veya geç rızkıyla imdat eder." 3286
Abdullah İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: "(Babası) Ömer İbnu'l-Hattab (r.a.) dedi ki: "Rasûlullah (s.a.s.), (zaman zaman) bana ihsanda bulunuyordu. (Her seferinde ben): "(Ey Allah'ın Rasûlü!) bunu, buna benden daha muhtaç olan birine verseniz!" diyordum. Rasûlullah da: "Al bunu! Bu maldan, sen istemediğin ve gelmesini bekler durumda olmadığın halde gelen bir şey olursa onu al ve temellük et (yani kendi malın kıl, malın olduktan sonra) dilersen ye, dilersen sadaka olarak bağışla. (Bu vasıfta) olmayan mala nefsini bağlama!" buyurdular. (Hadisi İbn Ömer'den rivâyet eden) Sâlim der ki: "Bu (hadis) sebebiyle Abdullah, kimseden bir şey istemezdi, (kendiliğinden) gelen bir şey olursa onu da reddetmezdi." 3287
Abdullah İbn Amr es-Sa'di'nin anlattığına göre, "kendisi, hilâfeti sırasında Hz. Ömer'in yanına geldi. Hz. Ömer kendisine: "Bana haber verildiğine göre, sen Müslümanların işlerinden bir kısmını üzerine almışsın ve sana maaş verilince almaktan kaçınmışsın (doğru mu)?" diye sordu. Ben de: "Evet!" dedim. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Bundan maksadın ne?" dedi. Ben de: "Benim atlarım var, kölelerim var (halim vaktim iyidir), hayır üzereyim. Ben maaşımın Müslümanlara sadaka olmasını istiyorum" dedim. Hz. Ömer: "Hayır! Böyle yapma! Çünkü (bir ara ben de senin gibi düşünmüş), senin arzu ettiğin şeyi arzu etmiştim. Rasûlullah (s.a.s.) bana ihsanda bulunuyordu. Ben de: "Bu parayı ona benden daha çok muhtaç olan birine ver!" diyordum. Hatta bir seferinde (Peygamberimiz) yine bana mal vermişti. Ben yine: "Bunu, onu benden daha çok muhtaç olan kimseye ver!" demiştim. Rasûlullah: "Onu al, kendi malın yap, sonra tasadduk et! Bu maldan, sen talep etmeden, bekler vaziyeti almadan, gelen olursa onu al. Böyle olmayana gönlünü bağlama!" buyurdular." 3288
Amr İbnu Tağlib anlatıyor: "Rasûlullah’a (s.a.s.) bir mal -veya bir şey- getirilmişti. Hemen onu taksim edip dağıttı. (Ancak, bunu yaparken) bir kısmına verdi, bir kısmına vermedi. Kendilerine verilmemiş olan kimselerin, sonradan hakkında dedikodu yaptıkları kulağına geldi. Bunun üzerine, (uygun bir fırsatta, halka hitap etmek üzere doğruldu). Allah'a hamd ve senâ ettikten sonra: "Sadede gelince; vallahi ben, birine verip diğerine vermediğim olur (bu doğrudur, ancak) vermediğim, nazarımda, verdiğimden daha çok sevgiye mazhardır. Ben bir kısım insanlara, kalplerinde gördüğüm sabırsızlık ve hırs sebebiyle veririm; bir kısmını da, Allah Teâlâ'nın kalplerine koymuş bulunduğu zenginlik ve hayra havâle eder (ve onlara bir şey vermem). İşte bunlardan biri Amr İbnu Tağlib'dir!" buyurdular. Amr devamla der ki: "Vallahi,
3285] Kütüb-i Sitte, c. 14, s. 66
3286] Tirmizî, Zühd 18, hadis no: 2327; Ebû Dâvud, Zekât 28, hadis no: 1645
3287] Buhârî, Ahkâm 17, Zekât 51; Müslim, Zekât 110, hadis no: 1045; Nesâî, Zekât 94, -5, 105-
3288] Buhârî, Ahkâm 17; Müslim, Zekat 111, hadis no: 1045; Nesâî, Zekât 94, -5, 103-
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 707 -
Rasûlullah’ın (s.a.s.) (hakkımda telaffuz buyurduğu) bu kelâmına bedel kırmızı develerim olsaydı bu kadar sevinmezdim." 3289
Ebû Eyyub (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah’a (s.a.s.) bir adam gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bana (dini) öğret, fakat çok özlü olsun!’ dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Namaza kalktığın vakit (dünyaya) vedâ edenin (namazı gibi) namaz kıl. Sonradan (pişman olup) özür dileyeceğin sözü söyleme. İnsanların elinde bulunan (dünyalık şeylerden) ümidini kesmeye azmet.” 3290
“Malı şöyle, şöyle, şöyle ve şöyle dağıtanlar hâriç dünyalığı çok kazananlara yazıklar olsun!” “Şöyle” kelimesini Rasûlullah dört kere tekrar etti. Bunlarla “sağından, solundan, önünden ve arkasından (hayır için harcayanlar” demek istedi). 3291
“Âdemoğlu, ‘malım, malım’ diyor. Ey Âdemoğlu, senin yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin, yahut tasadduk edip (sevabını) defterine geçirdiğinden başka senin malın mı var?!” 3292
“Kim gam ve tasalarını bire indirir ve sadece âhiret tasasına gönlünde yer verirse, onun dünyevî gamlarını Allah izâle eder. Kim de gam ve tasalarını dünya ahvâline dağıtacak olursa, Allah onun, vâdilerden hangisinde helâk olacağına aldırış etmez.” 3293
Muhârik anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)'a bir adam gelerek: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bir adam gelip malımı almaya kalkarsa (ne yapayım)?" dedi. "Ona Allah'ı hatırlat!" cevabını verdi. Adam tekrar: "Hatırlamazsa (ne yapayım)?" dedi. Peygamberimiz: "Etrafındaki Müslümanlardan yardım talep et!" buyurdu. Adam: "Etrafımda hiç Müslüman yoksa ne yapayım?" dedi."Öyleyse sultandan yardım iste!" buyurdu. Adam: "Sultan benden uzaksa?" dedi. Rasûlullah: "Bir âhiret şehidi oluncaya veya malını koruyuncaya kadar malın için mücâdele et!" buyurdular."3294 Nesâî'nin bir başka rivayetinde, soru sahibinin: "Allah'ı hatırlamaz (yani Allah'ı hatırlatmamla hırsızlıktan vazgeçip çekip gitmez) ise?" şeklindeki sorusunu üç kere tekrar eder. Rasûlullah her üçünde de: "Allah'ı hatırlat!" diye üç kere cevap verir. Hadis: "Eğer öldürülürsen cennete gidersin, öldürürsen cehenneme gider" diye noktalanır.
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) (bir gün) şöyle hitap ettiler: "Ey insanlar! Allah Teâlâ tayyibtir, tayyibten başka bir şey kabul etmez. Allah'ın mü'minlere emrettiği şeyler, peygambere emretmiş olduklarının aynısıdır. Nitekim Allah Teâlâ hazretleri (peygamberlere): 'Ey Peygamberler, temiz olanlardan yiyin de sâlih amel işleyin.'3295 diye emretmiş, mü'minlere de: 'Ey iman edenler, size rızık olarak verdiklerimizin temizlerinden yiyin.'3296 diye emirde bulunmuştur. Sonra seferi uzatıp, saçı başı dağınık, toz-toprak içinde kalan ve elini semâya kaldırıp: 'Ey Rabbim, ey Rabbim" diye duâ eden bir yolcuyu zikredip, dedi ki: 'Bu yolcunun yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır ve (netice itibarıyla) haramla beslenmektedir. Peki, böyle bir kimsenin duâsına nasıl icâbet edilir?" buyurdular." 3297
3289] Buhârî, Cum'a 29, Humus 19, Tevhid 49
3290] Kütüb-i Sitte, 17/579
3291] Kütüb-i Sitte, 17/571
3292] Riyâzu’s-Sâlihin, M. Emre Terc. s. 354
3293] Kütüb-i Sitte, 17/565
3294] Nesâî, Tahrim 21 -7, 113-
3295] 23/Mü'minûn, 51
3296] 2/Bakara, 172
3297] Müslim, Zekât 65, hadis no: 1015; Timizî, Tefsir Bakara, hadis no: 2992
- 708 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Bir kısım insan vardır, Allah'ın mülkünden haksız bir sûrette mal elde etmeye girişirler. Hâlbuki bu, kıyâmet günü onlara bir ateştir, başka değil." 3298
"(Benî Âdem'den) Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir yiyeceği asla yememiştir. Allah'ın peygamberi Dâvud aleyhisselâm elinin emeğini yerdi." 3299
"Öyle devir gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helâlden mi, haramdan mı olduğuna hiç aldırmayacak."3300 Rezîn şu ziyâdede bulunmuştur: "Böylelerinin hiçbir duâsı kabul edilmez."
"Muhakkak ki yediğinizin en temizi kendi kesbinizden olandır. Muhakkak ki evlâtlarınız da kendi kesbinizdendir (çalışıp kazandığınızdandır)." 3301
"Mudar kabilesine mensup olduğu zannedilen uzun boylu bir kadın ayağa kalkıp: "Ey Allah'ın Resûlü! Biz (kadın)lar babalarımız, evlâtlarımız ve kocalarımız üzerine yüküz. Onların mallarında emirleri dışında, tasarrufu bize helâl olan nedir?" diye sordu. Peygamberimiz: "Size helâl olan "taze"dir. Ondan hem yiyin, hem de hediye edin!" buyurdular." Ebû Dâvud der ki: "Tazeden maksat; ekmek, sebze ve taze meyve (gibi fazla kalınca bozulan yiyecekler)dir." 3302
Hz. Âişe (r. anhâ) anlatıyor: "Ebû Süfyan'ın karısı Hind, (Bir gün gelerek) "Ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Ebû Süfyan cimri bir adamdır. Bana ve çocuğuma yetecek miktarda (nafaka) vermiyor. Durumu idare için, onun bilmez tarafından, almam gerekiyor! (Ne yapayım?)" Rasûlullah (s.a.s.): "Örfe göre sana ve çocuğuna kifâyet edecek miktarda al!" buyurdular" 3303
Hz. Aişe (r. anhâ) anlatıyor: "Hz. Ebû Bekir (r.a.) halife seçildiği zaman: 'Kavmim biliyor ki, benim mesleğim ailemin nafakasını te'minden âciz değildir. Ancak şimdi Müslümanların işleriyle meşgulüm. Bu sebeple Ebû Bekir'in ailesi beytü'lmalden yiyecek, o da Müslümanlar için çalışacak' dedi." 3304
"Kim bize memur olursa, kendine bir zevce edinsin. Hizmetçisi yoksa bir de hizmetçi edinsin. Meskeni yoksa bir mesken edinsin." (Hz. Ebû Bekir (r.a.) dedi ki: "Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle buyurdukları bana haber verildi:) "Kim bunun dışında bir şey edinirse, bu kimse hâindir, hırsızdır." 3305
"Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar: Su, ot ve ateş." 3306
Vedâ haccı sırasında hutbede Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle söylediği rivâyet edildi: "Ey insanlar! İhsanları, onlar ihsan kaldığı müddetçe alın! Ne zaman, Kureyş saltanat kavgasına düşer ve ihsan dininizden rüşvet mukabili olursa, o zaman onu bırakın ve almayın!" 3307
3298] Buhârî, Hums 7; Tirmizî, Zühd 41, hadis no: 2375
3299] Buhârî, Büyû' 15
3300] Buhârî, Büyû' 7, 23; Nesâî, Büyû' 2, -7, 243-
3301] Ebû Dâvud, Büyû' 79; Tirmizî, Ahkâm 22, hadis no: 1358; Nesâî, Büyû' 1, -7, 249-; İbn Mâce, Ticaret 1, hadis no: 2137, 64, -2290-
3302] Ebû Dâvud, Zekât 44, hadis no: 1686
3303] Buhârî, Büyû' 95, Mezâlim 1, Nafakat 5, 9, 14, Eymân 3, Ahkâm 14, 180; Müslim, Akdiye 7, hadis no: 1714; Ebû Dâvud, Büyû' 81, hadis no: 3532; Nesâî, Kudât 30, -8, 246-
3304] Buhârî, Büyû' 15
3305] Ebû Dâvud, Harac 10, hadis no: 2945
3306] Ebû Dâvud, Büyû' 62, h. no: 3477
3307] Ebû Dâvud, Harac 17, hadis no: 2958, 2959
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 709 -
El-Misver İbn Mahreme'ye Amr İbn Avf (r.a.) şunu anlatmıştır: "Rasûlullah (s.a.s.) Ebû Ubeyde'yi Bahreyn'e, oranın cizyesini getirmek üzere yolladı. Mallarla dönünce ensâr geldiğini işitti. Sabah namazını Hz. Peygamber'le kıldılar. Namaz bitince, Resûlullah'ın etrafını sardılar. Rasûlullah (s.a.s.) tebessüm buyurdular ve: "Öyle zannediyorum, Ebû Ubeyde'nin bir şeyler getirdiğini işittiniz" dedi. Hep birlikte: "Evet!" dediler. Bunun üzerine şunları söyledi: "Öyleyse sevinin ve sizi sevindiren şeyi ümid edin. Allah'a yemin olsun, sizler için fakirlikten korkmuyorum. Ben size dünyanın genişlemesinden korkuyorum. Sizden öncekilere dünya genişlemişti de hemen dünya için birbirleriyle boğuşmaya başladılar ve helâk oldular. Genişleyen dünyanın onlar gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum." 3308
"... Senin vârislerini zengin olarak bırakman, halka ihtiyaçlarını açan fakir olarak bırakmandan daha hayırlıdır. Sen azîz ve celîl olan Allah'ın rızâsını arayarak her ne harcarsan, -hatta bu, hanımının ağzına koyduğun bir lokma bile olsa-, mutlaka onun sebebiyle mükâfatlanacaksın..." 3309
“Ümmetler (uluslar), insanların birbirlerini sofraya dâvet etmeleri gibi birbirlerini sizin üzerinize dâvet edecek ve üzerinize üşüşecekler.” Birisi sordu: “Bizim azlığımızdan mı?” Rasûlulullah cevap verdi: “Hayır, aksine, siz o gün çok olacaksınız. Fakat selin sürüklediği çer çöp gibi... Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı duydukları korkuyu kaldıracak ve sizin kalbinize de ‘vehn’ atacak.” Yine birisi sordu: “Ey Allah’ın Rasûlü, vehn nedir?” Cevap verdi: “Dünya sevgisi ve ölümü çirkin görmek.” 3310
"Sizden kim nefsinden emin, bedeni sıhhatli ve günlük yiyeceği de mevcut ise sanki dünyalar onun olmuştur." 3311
"Âdemoğlunun şu üç şey dışında (temel) hakkı yoktur. İkamet edeceği bir ev, avretini örteceği bir elbise, katıksız bir ekmek ve su." 3312
Açıklama: Âlimler, hadiste geçen hisâl (şey) ile kazanmak için peşinden koşması gereken temel ihtiyaçlarının kastedildiğini belirtir. Bunlar: İkamet edeceği mesken, avretini örteceği giyecek ve kuru ekmek ile sudur. Mesken ve giyeceğin de sade ve asgarî ölçüde olacağı açıktır. Çünkü gıda kuru ekmek ile ifade edilmiştir. Rasûlullah gıdayı ifade ederken kuru ekmek veya katıksız ekmek mânasına gelen cilf kelimesini kullanmakla, bu zaruri maddelerin asgarî ölçülerini ifade etmiş olmaktadır. Nitekim mesken veya ev deyince gecekondudan villaya kadar çok farklı mertebeleri var; giyecek de öyle. Şu halde hak olarak ifade edilen nisab, hayatın devamını konforsuz olarak sağlayacak asgarî miktardır.
Münavi, bazı âlimlerin şu mütâlaasını kaydeder: "Dünyadan mal edinmek maksadıyla mesken, giyecek, binecek gibi şeylerden, bu miktardan fazlasına sahip olan kimse, bu fazlalığı, ona kendisinden daha fazla muhtaç olan Allah'ın diğer kullarına karşı yasaklamış olur." el-Kâdi der ki: "Rasûlullah, hak ile Allah'ın kişiye -ahirette bir mükafaat veya suali olmadan- vermesi gereken şeyi kasteder.
3308] Buhârî, Rikâk 7, Cizye 1, Meğâzî 11; Müslim, Zühd 6, hadis no: 2961; Tirmizî, Kıyâmet 29, hadis no: 2464
3309] Buhârî, Cenâiz 37, Vesâyâ 2, 3, Fezâilu'l-Ashâb 49, Meğâzî 77, Nafakat 1, Marzâ 13, 16, 43, Ferâiz 6; Müslim, Vesâyâ 5, hadis no: 1628; Tirmizî, 6, hadis no: 95; Ebû Dâvud, Vesâyâ 2, hadis no: 2864; Nesâî, Vesâyâ 3; Muvattâ 4 -2, 763-
3310] Ebû Dâvud, Melâhim 5; Ahmed bin Hanbel, V/278
3311] Tirmizî, Zühd 34, Hadis no: 2347; İbn Mâce, Zühd 9, Hadis no: 4141
3312] Tirmizî, Zühd 30, Hadis no: 2342
- 710 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bundan dolayı kişiye ahirette mükâfaat veya mücazaat yoktur. Çünkü bunlar, nefsin yaşayabilmek için mutlaka muhtaç olduğu şeylerdir. Bu zikredilen miktardan fazlası sorumluluğu olan nasiblerdir."
Hakkı açıklama zımnında şöyle de söylenmiştir: "Onunla, insanın müstehak olduğu şey kastedildi. Çünkü insan, o miktara muhtaçtır ve hayatının devamı ona bağlıdır. Maldan gerçek mânada kastedilen de o (hak olan) miktardır. Zemahşerî der ki: "Mesken, giyecek, yiyecek ve içecek, insana zaruri olan ana unsurlardır." 3313
"İslâm hidâyeti nasip edilen ve yeterli miktarda maişeti olup, buna kanaat edene ne mutlu!" 3314
Ebû Saidi'l-Hudrî (r.a.) anlatıyor: "Ensar)'dan bazı kimseler, Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)' dan bir şeyler talep ettiler. Aleyhissalâtu vesselâm da istediklerini verdi. Sonra tekrar istediler, o yine istediklerini verdi. Sonra yine istediler, o isteklerini yine verdi. Yanında mevcut olan şey bitmişti; şöyle buyurdular: "Yanımda bir mal olsa, bunu sizden ayrı olarak (kendim için) biriktirecek değilim. Kim iffetli davranır (istemezse), Allah onu iffetli kılar. Kim istiğna gösterirse Allah da onu gani kılar. Kim sabırlı davranırsa Allah ona sabır verir. Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir ihsanda bulunulmamıştır." 3315
"Sizden biri dilenmeye devam ettiği takdirde yüzünde bir parça et kalmamış halde Allah'a kavuşur." 3316
"Dilenmede olan (kötülükleri) bilseydiniz kimse kimseye bir şey istemek için asla gitmezdi!" buyurdular." 3317
Rasûlullah (s.a.s.), seferi uzatıp saçı başı dağınık, toz toprak içinde kalan ve elini semâya kaldırıp: "Ey Rabbim, ey Rabbim" diye duâ eden bir yolcuyu zikredip dedi ki: "Bu yolcunun yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır ve (netice itibariyle) haramla beslenmektedir. Peki, böyle bir kimsenin duasına nasıl icabet edilir?" buyurdular." 3318
"Şurası muhakkak ki, haramlar apaçık bellidir, helâller de apaçık bellidir. Bu ikisi arasında (haram veya helâl olduğu) şüpheli olanlar vardır. İnsanlardan çoğu bunları bilmez. Bu durumda, kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini de, ırzını da tebrie etmiş olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse harama düşmüş olur, tıpkı koruluğun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi ki, her an koruluğa düşebilecek durumdadır. Haberiniz olsun, her melikin bir koruluğu vardır, Allah'ın koruluğu da haramlarıdır. Haberiniz olsun, cesette bir et parçası var ki, eğer o sağlıklı olursa cesedin tamamı sağlıklı olur, eğer o bozulursa, cesedin tamamı bozulur. Haberiniz olsun bu et parçası kalptir." 3319
"Biz kimi bir işe tayin eder, bir rızık tahsis edersek, bu tahsis edilenden maada aldığı
3313] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/44-45
3314] Tirmizî, Zühd 35, Hadis no: 2350
3315] Buhârî, Zekât 50, Rikak 20; Müslim, Zekât 124, hadis no: 1053; Muvattâ, Sadaka 7; Ebû Dâvud, Zekât 28, hadis no: 1644; Tirmizî, Birr 77, h. no: 2025; Nesâî, Zekât 85
3316] Buhârî, Zekât 52; Müslim, Zekât 103, hadis no: 1040; Nesâî, Zekât 83
3317] Nesâî, Zekât 83
3318] Müslim, Zekât 65, hadis no: 1015; Timizî, Tefsir Bakara, hadis no: 2992
3319] Buharî, İman 39, Büyû 2; Müslim, Müsâkat 107, h. no: 1599; Ebû Dâvud, Büyû 3, h. no. 3329, 3330; Tirmizî, Büyû 1, h. no: 1205; Nesâî, Büyû 2
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 711 -
gulüldür (devlet malından hırsızlıktır)." 3320
"Dünya talebinde mûtedil olun. Çünkü herkes, kendisi için yaratılmış olana müyesserdir (kazanmaya hazırlanmıştır)." 3321
"(Meşrû) Bir işten (helâl rızık) kazanan kimse o işe devam etsin." 3322
"Kimin malının yanına (gasbetmek veya çalmak için) gidilir, bu maksatla mal sahibiyle mukatele edilir ve mal sahibi öldürülürse, o kimse şehit olur." 3323
"Kimin malı zulüm yoluyla elinden alınmak istenir ve bu yolda öldürülürse, o kimse şehiddir." 3324
"Kimin emeli dünya olursa Allah onun işini aleyhine darmadağın eder, fakirliği iki gözünün arasında kılar, dünyadan eline geçen miktar da kaderinde yazılandan fazla olmaz. Kimin de kasdi ahiret olursa, Allah, onun (dağınık) işini lehinde toplar, zenginliğini kalbine koyar, dünya nimetleri ona koşarak (kendiliğinden) gelir." 3325
"Benim nazarımda en ziyade gıbta etmeye değer kimse şu evsafı taşıyan kimsedir: (Dünyevi yükü ve) hâli hafif, namazdan nasibi fazla, insanlar içinde (adem-i şöhretle) gizli kalmış ve kendisine (cemiyette) iltifat edilmemiş mü'mindir. Onun rızkı (zaruri ihtiyaçlarına) yetecek kadardı, o buna sabretti, ölümü de çabuk geldi, az miras bıraktı, kendisi için mâtem tutan kadın da az oldu." 3326
"Kıyamet günü, dünyada iken yetecek kadar rızık verilmiş olmasını temenni etmeyecek ne fakir ne de zengin olacaktır." 3327
"Başlarınız kımıldadığı müddetçe rızık hususunda yeise düşmeyin. Zira insanı annesi kıpkızıl, üzerinde hiçbir şey olmadığı halde doğurur, sonra aziz ve celil olan Allah onu her çeşit rızıkla rızıklandırır" buyurdular." 3328
"Şüphesiz, her derede, âdemoğlunun kalbinden bir parça bulunur (yani kalp her şeye karşı bir ilgi duyar). Öyleyse kimin kalbi bütün parçalara ilgi duyarsa, Allah onun hangi vadide helâk olacağına hiç aldırmaz. Kim de Allah'a tevekkül ederse, kalbinin her şeye (ilgi kurarak dağılmasını önlemek için) Allah ona yeter." 3329
Hz. Ömer (r.a.) şöyle hitap etmiştir: "Ey insanlar! Bilin ki tamahkârlık fakirliktir, yeis (tamahkâr olmamak) zenginliktir. Kişi bir şeye tamah göstermezse ondan müstağnî olur." 3330
“Cömert; Allah’a, cennete ve insanlara yakın, cehenneme uzaktır. Cimri ise; Allah’a, cennete ve insanlara uzak, cehenneme yakındır.” 3331
3320] Ebû Dâvud, Harac 10, h. no: 2943
3321] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 17/244
3322] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 17/245
3323] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 17/319
3324] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 17/320
3325] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 17/564
3326] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 17/566
3327] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 17/575
3328] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 17/578
3329] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 17/579
3330] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 14, s. 68
3331] Tirmizî, Birr 40
- 712 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Sadakanın en iyisi bizzat kendisinin vereceği sadakadır. Sadaka sağ iken, malınız elinizde iken, istediğiniz kimseye istediğiniz kadar verdiğinizdir. Yoksa can boğaza geldikten sonra geç kalmış olursunuz. Sizden sonrakiler istediklerini yapar." 3332
Esmâu’l-Hüsnâ’dan El-Melik, Mâlikü’l Mülk, Mâlik-i Yevmi’d-Dîn İsmi
El-Melik
Her şeyin hâkimi demektir. El-Melik; Bütün kâinatın sahibi ve mutlak sûrette hükümdarı anlamındadır.
“De ki: İnsanların Rabbine sığınırım. İnsanların melikine, insanların (gerçek) ilâhına.”3333 Allah'ın 'Melik' sıfatı O'nun var olan her şeyin sahibi olduğu anlamına gelir. Bizim gördüğümüz ve göremediğimiz varlıkların herbirinin içinde yaşadığı âlemlerin yaratıcısı ve tek sahibi O'dur. Yaşadığımız evrenin ezelî ve ebedî hükümdarı da O'dur. Tüm yıldızlar, insanlar, hayvanlar ve bitkiler, göremediğimiz âlemlerde yaşayan cinler, şeytanlar, melekler ve daha bilemediğimiz bütün varlıklar Allah'ın emri altındadır. Sayısız âlemin mülkünü elinde bulunduran ve buralarda hüküm süren olağanüstü düzenin hayat bulmasını sağlayan yalnızca âlemlerin Rabbi olan Allah'tır.
Sonsuz kudret sahibi bir Yaratıcı'ya tâbi olduğunu bilen bir insanın, kendisini başıboş görmesi mümkün değildir. Her şeyden haberdar, her şeye güç yetiren, her şeyi gören ve işiten bir Yaratıcı tarafından yaratıldığını bilen bir insan, O'na karşı sorumlu olduğunu da bilmelidir. Nitekim mü’minlerin içinde bulundukları bu düzenin tek bir sahibinin olduğunu bilmeleri, onları doğal olarak yaptıkları her işte, her şeye ve herkese hâkim olan, her dilediğini yerine getiren Allah'a yöneltir. “Hak hükümdar olan Allah yücedir. Onun vahyi sana gelip tamamlanmadan evvel, Kur'an'ı (okumada) acele etme ve de ki: ‘Rabbim, ilmimi arttır.” 3334; “Hak melik olan Allah pek yücedir, Ondan başka ilâh yoktur; Kerim olan Arş'ın Rabbidir.” 3335; “O Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur. Melik'tir; Kuddûs'tur; Selâm'dır; Mü'min'dir; Müheymin'dir; Aziz'dir; Cebbar'dır; Mütekebbir'dir. Allah, (müşriklerin) şirk koştuklarından çok yücedir.” 3336
el-Melik: Allah Teâlâ'nın güzel isimlerinden biridir; Hükümdar ve kral anlamındadır. “Me-le-ke” fiilinden gelir. Me-le-ke, mâlik ve sahip olmak demektir. Kelime, hem bir şeye sahip olmayı, hem de kuvvetli olmayı çağrıştırır. Sahip ve mâlik anlamında 'melik, mâlik, melîk' kelimeleri kullanılır. Masdarı olan mülk veya milk, üzerinde sahip ve tasarrufta bulunulan şeyi ifade ettiği gibi, tasarrufta bulunmayı da ifade eder. Bu tasarruf, hem öncelikle insanlar, hem de mallar üzerinde tasarruftur. Nitekim Allah Teâlâ için insanların meliki denirken, O'nun insanlar üzerinde mutlak tasarruf sahibi olduğu anlatılmak istenir. Fakat, şirk koşan insanlar, yeryüzünde ve dolayısıyla insanlar üzerinde tasarruf sahibi olmak ve yeryüzündeki servetleri, yani mülkü diledikleri gibi kullanmak için Allah'ın melikliğini gasbetmeğe çalıştılar. İblis de, Âdem'i önce bu noktada kandırmıştır:
3332] Buhârî, Vesâya, 14
3333] 114/Nâs, 1-3
3334] 20/Tâhâ, 114
3335] 23/Mü’minûn, 116
3336] 59/Haşr, 23
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 713 -
"Dedi: Ey Âdem! Seni sonsuzluk ağacına ve tükenmez bir mülke götüreyim mi?" 3337
Demek ki, müşrik insan Allah'ın hâkimiyeti altında değil, arzuları doğrultusunda sınırsızca yeryüzünün meliki olmak isteğindedir. Nitekim tüm diğer Fir'avnlar gibi, Hz. Mûsâ'nın Allah'ı Rabb, ilâh ve melik olarak kabul etmeğe çağırdığı Mısır Fir'avn'ı da, Mısır mülkünün kendisine âit olduğu iddiası içindeydi.3338 Melik ya da mâlik olma, mâlik olunan şey üzerinde istenildiği biçimde tasarrufta bulunmayı gerektirir. Bu anlamda, mutlak melik ancak ve ancak Allah'tır; çünkü Kur'an'da mülkün yalnızca Allah'a ait olduğu defalarca tekrarlanmaktadır. Bütün kâinat Allah'ın mülküdür ve Allah mülkünde dilediği gibi tasarruf sahibidir. Ama Allah âdil, hak ve tek ilâh olduğu için kâinatta dengesizlik ve haksızlık olmaz.
İnsan yeryüzünde halife olduğu, yani Allah’tan aldığı yetki ile yeryüzünde tasarrufta bulunacağı için, kendisine yeryüzü mülkü üzerinde izafî bir meliklik yetkisi tanınmıştır. Bu yetki, hiçbir zaman mutlak anlamda olmadığı ve insanın keyfine bırakılmadığı gibi, Allah'ın yeryüzündeki hayatının gereği olarak çeşitli biçimlerde, renklerde, yeteneklerde ve mesleklere sahip olacak şekilde yarattığı insanlar da, önce bütün olarak bu meliklik yetkisine sahiptirler. Dolayısıyla, herkesin belli bir tasarruf sahası vardır. Fakat bu tasarruf, hiçbir zaman mutlak değil, sınırlı ve Allah'ın tanıdığı alanda sadece bir emânettir. Öte yandan, tek tek insanların nasıl mülk sahibi olacaklarını ve mülklerinde nasıl tasarruf edeceklerini belirten kuralları da Allah her insana ayrı ayrı değil, insanlar arasından seçtiği elçiler vâsıtasıyla bildirmiş ve genel anlamda yeryüzündeki mülkiyetini bu elçiler aracılığıyla yürütmeği dilemiştir. Bu durum Kur'an'da şöyle açıklanır: "Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkü Allah içindir." 3339; “De ki: Allah'ım, mülkün sahibi; mülkü dilediğine verir, mülkü dilediğinden alırsın." 3340
Allah, gerek meliklik, gerekse mâliklik olarak mülkü dilediğine verir, dilediğinden alır. O, yeryüzünde insanlar üzerindeki tasarrufu, yani meliklik, yöneticilik olarak mülkü, yukarıda da söylendiği gibi, elçilerine vermiştir. Aynı zamanda, mülk ile bilgi ve hikmet bir arada bulunmak durumundadır. Bunlar da en fazla Allah'ın elçilerinde mevcuttur; öyleyse ilim ve hikmet, melikliğin şartlarındandır. "(Yusuf dedi:) Rabbim, bana gerçekten mülkten verdin ve bana olayların te'vilini (yorumunu) öğrettin." 3341; "Allah ona (Dâvud'a) mülk ve hikmet verdi ve ona dilediğini öğretti." 3342
Allah, bazen elçilerini hem Rasul, hem melik kılar; Hz. Dâvud'un ve Hz. Süleyman’ın durumlarında olduğu gibi. Bazen de, peygamberin yanı sıra, başka melikler de var eder. Nitekim İsrailoğulları için aynı anda birden fazla ve birbiri peşi sıra nebîler geldiği gibi, bu peygamberlerin yanı sıra, onların emrinde melikler de bulunabiliyordu: "Mûsâ kavmine demişti ki: Ey kavmim! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; O içinizde nebîler var etti, sizi melikler yaptı."3343 Bu âyette, İsrâiloğulları'nın hizmetçi, binek ve kadın sahibi olmakla "melik" diye adlandı3337]
20/Tâhâ, 120
3338] 43/Zuhruf, 51
3339] 5/Mâide, 18
3340] 3-Âl-i İmrân, 26
3341] 12/Yusuf, 101
3342] 2/Bakara, 251
3343] 5/Mâide, 20
- 714 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rıldıkları belirtilmişse de, İsrâiloğulları içinde nebîlerin yanı sıra, meliklerin bulunduğu da açıktır. "Nebilerine, ‘bize bir melik gönder’ dediler... Nebileri onlara, ‘Allah Tâlut'u size melik gönderdi’ dedi. ‘O bizim üzerimizde nasıl melik olabilir? Biz melikliğe ondan daha lâyığız, ona geniş mal da verilmemiştir’ dediler. (Nebileri de), ‘Allah onu sizin üzerinize seçti, onun bilgisini ve gücünü artırdı’ dedi." 3344
Buraya kadar açıkladığımız melik kelimesi, öncelikle yönetici ve tabii olarak, Allah’tan aldığı yetki ile gerek insanlar üzerinde, gerekse yeryüzünde Allah'ın var ettiği servet üzerinde tasarrufu elinde bulunduran kişi anlamında kullanılmıştır. Kur'an'da, dikkatimizi çeken bir diğer nokta, insanların mülkü olarak hemen yalnızca câriyelerin zikredilmiş olmasıdır. Yani, yalnızca câriyelere mâlik olunur, bunlar insanların mülküdür; başkalarıyla paylaşılmaz, belli ölçülerde dilenildiği biçimde kendileri üzerinde tasarrufta bulunulur. Ayrıca kölelere de memlûk denilir. Kur'an, dünya hayatının geçimliği dediği servet için "mülk" deyimini kullanmaz. Yenilen, içilen, sahip olunan, kısaca kendileriyle dünya hayatı sürdürülen şeylere çoğunlukla "mal" veya "metâ’" tâbirini kullanır.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, Allah yeryüzündeki melikliğini, kendi seçtiği ve kendilerine ilim ve hikmet verip, te'vil öğrettiği kişiler aracılığıyla yerine getirir. Bunun dışında, bu melikliği gasbetmeye çalışanlara ve diledikleri biçimde insanlar ve yeryüzünün servetleri üzerinde tasarrufta bulunanlara da melik denilir. Kur'an, bunlara da mülkün Allah tarafından verildiğini vurgular. Ama bu Allah'ın kendi melikliği için seçtiği insanlara verdiği bir mülk verişi değil; insanlar hak ettiği için gerekli gördüğü bir mülk veriştir. İnsana belli bir irâde verildiğinden ve insan yaptıklarından sorumlu olduğundan, eylemlerinin sonucunu mutlaka görür. Temelde Allah'ın irâdesi, yeryüzünde kendi mülkünün, yani kendi melikliğinin hâkim olması şeklindedir ve bunun için dilediği insanları seçerek onlar aracılığıyla melikliğini gerçekleştirmek ister. Seçimini de hiçbir zaman insanların keyfine bırakmaz. Çünkü O mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Ama insanlar Allah'ın irâdesi doğrultusunda değil de, kendi keyfî irâdeleri doğrultusunda gider ve Allah'ın seçtiklerinin melikliğini kabul etmezlerse, bu kez Allah başlarına hak ettikleri meliği getirir. Nitekim bu anlamda Fir'avn da, İbrâhim'le Allah hakkında çekişen ve kaynaklarda Nemrut diye geçen kişi de meliktir.
Mülkle ilgili olarak Kur'an'da geçen bir diğer önemli kelime "melekût"tur. Aslında bütün varlıklar Allah'ın "ol" emriyle meydana gelmişlerdir. Acaba Allah'ın "ol" dediği şey nedir? Allah neye "ol" demektedir? Demek ki, varlıkların gerek salt nuranî, gerekse cismî ve gerekse şeytan veya cinler gibi ateşten varlıklar olarak ortaya çıkmadan önce bir asılları, bir kökleri vardır. Bu asıllar da nurdur, ışıktır. Bu nur veya ışık Allah'ın nurundandır.
Allah ise göklerin ve yerin nûrudur. Şu halde, eşyanın hakikati denilen ve Hakk'tan kaynaklanan, Allah'ın nuruyla varlık kazanan ve ilm-i İlâhîde ezelde var olan asıllara, varlık köklerine Allah "ol" deyince varlıklar ya maddesiz nuranî varlıklar, ya güneş gibi maddî-nuranî, ya da maddî varlıklar haline gelmektedirler. İşte, varlıkların biçim giymeden âyân-ı sâbite (arketipler) olarak bulundukları durum bir âlem olarak tasavvur edilip adına "melekût âlemi" denilmiştir. Bu âleme Allah'ın dilediği kulları bakabilir ve ilme’l-yakîn halindeki imanlarını ayne’l-yakîn haline getirebilirler; gaybı şehâdete çevirebilirler. Nitekim Kur'ân-ı
3344] 2/Bakara, 246-247
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 715 -
Kerim'de, "İşte böyle, İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyoruz" 3345 buyrulmakta; müşriklerin bu âleme bakmaları ve ibret almaları, Allah'ın birliğini görmeleri çağrısında bulunulmakta ve her şeyin melekûtunun Allah'ın elinde olduğu vurgulanmaktadır.
Öte yandan "melik" kelimesinin hükümdar, yani devlet başkanı anlamında kullanılması da sözkonusudur. İslâm devletlerinin hükümdarları genellikle "melik" unvânını taşımazlardı. Kur'ân-ı Kerim'de bu kelime Allah için kullanılmadığı zamanlarda, yabancı ülkelerin hükümdarlarını ifade etmekteydi. Melik kelimesi, İslâm tarihinde ilk olarak Emevî devletinin kurucusu Muâviye tarafından kullanılmıştır. Ancak bu kelime, Asr-ı saâdetten Hulefâ-i râşidîn döneminin sonuna kadar icrâ edilen şeklin dışında, İslâm'a aykırı bir idareyi zihinlere getirdiği için Muâviye'nin bu "melik" unvânını alması iyi karşılanmamış ve hatta bazı âlimler tarafından şiddetle kınanmıştır.
İslâmiyet’in ve dolayısıyla Arap dilinin Asya'da yayılmaya başlamasıyla "melik", Farsça'daki "şah" manasında kullanılır oldu ve bir hükümdar unvânı olarak, özellikle Türk menşeli hükümdar sülâleleri tarafından kullanıldı. "Melik" kelimesi, Sâsânî hükümdarları tarafından da benimsenmişti. Daha sonra Büveyhî hükümdarı Bahâü'd-Devle, kendine Farsça'daki "şahinşah" manasında “melikül-mülûk” unvânını verdi. "Melik" kelimesi Selçuklularda, Atabeyliklerde ve Artukoğullarında da uzun süre kullanılmıştır. Osmanlılarda hükümdar için "melik" unvânının kullanıldığını gösteren kayıtlara rastlanmamıştır. 3346
Mülk ve milk masdarları, kuvvet mânâsında müşterektirler. Ancak, mülk, milki de gerektirir; dolayısıyla her melîk mâliktir; fakat her mâlik her zaman hüküm sahibi, yani melîk değildir. Mülk: İnsanlar üzerinde emir ve nehiyle tasarruftur, şuurlu varlıklar üzerinde hüküm ve hükümet etmeye mahsustur. Bundan dolayı, “insanların meliki”, fakat “eşyanın mâliki” denir.
Beşerî mânâda mülkün değeri, idare olunanlara ve idarecideki zâtî vasıflara göre büyür veya küçülür. Allah’ın mülküne ise, hiçbir hükümranlık yaklaşamaz. Zira O, bu hükümranlığa, memleketini (yarattığı tüm mülkü) ve oradaki insanlar da dâhil bütün varlıkları, yoktan var etmekle hak sahibidir. Öte yandan, bu hükümranlığın, Kendisinden alınması da sözkonusu değildir. Allah öyle bir Meliktir ki, buyurma, yok etme, öldürme, diriltme, azaplandırma, mükâfatlandırma gibi işlerde istediği gibi, ne ortağı ne Kendisini engelleyebilecek olanı olmaksızın, istediği hususta istediği gibi tasarruf eden gerçek Meliktir. Böylece, anlaşılıyor ki, O hakiki ve mutlak tek Meliktir. Beşerî hükümdarlar hakkında mülk, mecâzîdir. Allah bu durumu, hasr ifâdesiyle “lehu’l-mülk; O’nundur mülk”3347; “Ellezî bi yedihi’l-mülk; hükümranlık elinde olan”3348 gibi, birçok âyette bildirmektedir.
Dikkati çeken bir durum da, -bu gerçeğe rağmen- insanların İlâhî hükümranlığı, kendilerince bilinen hükümdarlık kavramı ile karıştırmamaları için, Allah’ın mülkünü belirten tâbirlerin mücerred olarak getirilmemesidir. Bunlar muzâf kılınmak veya tavsif edilmekle, nasıl bir mülk karşısında bulunulduğu gösterilmiştir:
3345] 6/En’âm, 75
3346] Şamil İslâm Anskilopedisi, c. 4, s. 133-134
3347] 35/Fâtır, 13
3348] 67/Mülk, 1
- 716 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Mâlik-i yevmi’d-dîn; Din gününün Mâliki/sahibi (veya Melik’i)”3349; “el-Melikü’l-Hakk; Hakiki Hükümdar”3350, “el-Melikü’l-Kuddûs; Her türlü eksiklikten münezzeh Hükümdar”3351; “Melikü’n-nâs; Bütün insanların hükümdarı”3352; “Mâlikü’l-mülk; Mülkün mutlak sahibi.” 3353 Bu son vasfın geçtiği pasajda O, ancak Ulûhiyetin sahip olabileceği birçok sıfatla (hayat vermek, öldürmek vb. nitelenmiştir. Bundan ötürü, et-Taberî: “Dünya ve âhiretin mülkü, yalnız Kendisine âit olan” diye tefsir etmiştir. Melîk ismi, yalnız bir Mekkî âyette, “Melîk Muktedir” 3354 terkibiyle gelmiştir. “Tam Kudretle Güçlü olan Hükümdar” anlamına gelen bu vasıf, özel isim durumundadır.
Mâlikü’l Mülk
Mülkün ebedî sahibi: Cenâb-ı Hakk'ın mülk üzerinde hem sahipliği, hem de hükümdarlığı vardır. Mülkünü dilediği gibi tasarruf eder ve aynı zamanda onda geçerli olan yasaları koymak sûretiyle dilediği gibi hükmetme hakkı da O'na âittir. Bu hususta hiçbir ortağı, dengi ve yardımcısı yoktur. Mülk denilince dünyası ve uhrâsı ile kâinatın tümü anlaşılır. Bizzat insan da O'nun kulu olarak, mülküne dâhildir.
Allah Teâlâ mülkün hem sâhibi, hem hükümdârıdır. Mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Hiçbir kimsenin O'nun bu tasarrufuna itiraz ve tenkide hakkı yoktur. Dilediğine verir, dilediğinden alır. Mülkünde hiçbir ortağa ve yardımcıya ihtiyacı yoktur.
“De ki: ‘Ey mülkün sahibi Allah'ım, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekip alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; hayır Senin elindedir. Gerçekten Sen, her şeye güç yetirensin."3355 Şu an bulunduğunuz yerden etrafınıza baktığınızda gördüğünüz her şeyin Sahibi vardır. Oturduğunuz koltuk, Sahibinin var ettiği atomlardan oluşmaktadır. Saksıda duran çiçek, Sahibinin ona sağladığı imkânlarla (güneş, su vs.) büyümektedir. Pencereden görünen deniz ve içindeki tüm canlılar Sahipleri dilediği için orada bulunmaktadır...
Ve hatta kendi bedeniniz; o da sizden tamamen bağımsız olarak sizi var edenin kontrolündedir. Tüm uzuvlarınız, damarlarınız, sinir sisteminiz, hücrelerinizin herbiri Sahibinizin ilminin ve üstün sanatının eserleridir. Bu sayılanların hiçbir i sizin sahip olmayı düşünüp tasarladığınız, sonra da var ettiğiniz şeyler değildir.
Siz dünyaya gözünüzü açtığınızda hem kendi bedeninizdeki kusursuz sistemle, hem de içinde bulunduğunuz dünyayla ve hatta tüm evrenle karşılaştınız. Ancak bundan önce bunların hiçbir ine sahip değildiniz ve bundan sonra da kendi irâdenizle bunlara sahip olmanız mümkün değildir. Elbette bu gerçek tüm insanlar için geçerlidir. O halde her şeyin mülkü, onları Yaratana aittir; yani her şeyin yaratıcısı ve sahibi olan Allah'a...
Bu açık gerçeğe rağmen insan körleşir ve O'nun varlığını gözardı ederek elindeki her şeyin kendisine âit olduğu zannına kapılır. Tüm âcizliğine rağmen
3349] 1/Fâtiha, 4
3350] 20/Tâhâ, 114; 23/Mü’minûn, 116
3351] 59/Haşr, 23; 62/Cum’a, 1
3352] 114/Nâs, 2
3353] 3/Âl-i İmrân, 26
3354] 54/Kamer, 55
3355] 3/Âl-i İmran, 26
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 717 -
kendini üstün görme yanılgısı içinde olan insan, büyüklenir ve inkâra kalkışır. Fakat bu inkâr yalnızca kendisine zarar verir; çünkü Hz. Mûsâ'nın söylediği gibi; "Eğer siz ve yeryüzündekilerin tümü inkâr edecek olsanız bile şüphesiz Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, övülmüştür." 3356
Suad Yıldırım, bu isim hakkında şunları söyler: “Mâlikü’l-mülk: “Dünya ve âhiretin mülkü, yalnız Kendisine âit olan” demektir. Yalnız bir Medenî âyette 3357 geçer. Kur’an; sıfat, masdar ve fiil şekilleriyle hükümranlığı Allah’a tahsis etmeye büyük önem vermiştir. Başından sonuna kadar, O’nun bu vasfını hatırlatmıştır. Onun “Hükümrân” olarak tanıtılmasına bazı felsefî düşünceler bir anlam vermeyebilirse de, beşerî realitenin başka türlü olduğunu anlatmaya çalışacağız.
Hükümdar kültü, özellikle eski dünyanın hemen her tarafında rastlanan bir tezâhürdür. Anlaşılan insanlık, hükümranlıkla Ulûhiyette birbirinden ayrılmaz iki kavram bulmaktadır. Denebilir ki, hükümdarlar kendilerini halklarına kabul ettirmek için, bir İlâhî kaynağa dayanıyor göstermişlerdir. Yahut hâkim olanların, raiyyelerini kendilerinin kulları, kendilerini de onların tanrısı gibi görmek istedikleri söylenebilir. Başka şeyler de düşünülebilir. Şimdi serdedeceğimiz tarihî gerçeklere bakarak, biz daha çok, birinci ihtimalin, yani insanların tanrılıkla hükümranlığı ayrılmaz kabul etmelerinin doğru olduğunu kabul ediyoruz.
İnsan, taptığı Tanrının Hükümran olmasını, hükmünü yürütmesini beklemektedir. Kendisine hükmeden beşerî varlıkların hükümranlığına, ancak ilâhî bir esasa ve izne dayandıkları düşüncesiyle, tâbi olmak istemektedir. Eski Mısırlılar nezdinde Firavun, tanrının oğludur. Yaşadığı sürece, tanrı Horus ile eşit tutularak, tanrı sıfatıyla kendisine tapınılması gerekirdi. Çinlilere göre Tanrı “Cihan hükümdarı”dır; yerdeki kral, semâvî Hükümdar’ın temsilcisidir. Kral ancak, bu unvanla halka emretme yetkisini haklı gösterebilir. “Sümerlerde, hükümdarlık gökten iner”, kral, Tanrı Anu’dan iktidarını alır. İşte bundandır ki, yalnız hükümdar halkı temsilen Onu çağırabilir, sıradan adamlar değil. Babil ve Asur’daki siyasî rejim, daima bir teokrasidir. Bütün iktidar bir Tanrıdan veya tanrılardan gelmektedir. Orta Asya ve kuzey kutup bölgesi kavimlerinde Tanrı, “Han”, yani kâinatın Hükümdarıdır. Moğollarda da böyledir. Fakat Tanrı, âlemi doğrudan doğruya değil; yerdeki temsilcileriyle, Hanlarla idare eder. Mengü Han, Fransa kralına yolladığı mektubunda: “Ebedî Tanrının emri böyledir; Gökte bir tek ebedî Tanrı vardır, yerde de yalnız bir hüküm bulancaıktır: Tanrı’nın oğlu Cengiz Han”. Ural Altay bölgesinde, Tatarlarda Yüce Semâvî Tanrı, “Han” yani Hükümdardır. Brahmanlar, kralı takdîs ederlerdi. Hindistan’daki Semâvî Tanrı Varuna hükümdardır. Hükümdar-Tanrı’dır. Zerdüştlükteki tek Tanrı Ahura-Mazda da, “Hükümran Tanrı”dır. Bazı Afrika topluluklarında kral mukaddes veya ilâhî telâkki edilir. Yunanistan’da Zeus’da da hükümranlık vasfı vardır, krallar otoritelerini ondan alırlar. İtalya’da Jupiter, mutlak hükümdar idi. Japonya’da, Mikado güneş tanrıçasının soyundan gelmedir, hem kral, hem baş râhiptir. İlâhî nesnenin cisimleşmiş şeklidir. Bir Japon, bütün hallerde Mikado’nun (kralın) irâdesine itaat etmeye mecburdur. Mikado kültü, halen Japonya’da mevcuttur.
M.Ö. 6. yılda, yahûdiler Filistin’de Galile (el-Halil) bölgesinde Roma idaresine karşı ayaklanırlar; zira Tanrı, onların tek Hükümdarıdır. Çünkü yahûdiler, Allah’ı
3356] 14/İbrâhim, 8
3357] 3/Âl-i İmrân, 26
- 718 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kral olarak nitelerler. Kezâ yahûdiler, krallarının Tanrı ve halk tarafından seçilmesi gerektiğine inanırlardı. İsrail’de kral, ilâhî bir kuvvete sahip olup Yahova tarafından yahut Yahova’nın işaretiyle halk tarafından seçilmiştir. 3358 “İmparatora tapınma (Sezarizm), Roma devletinde bütün din mensuplarının imparatora ve yurda bağlılıklarını sağlayan bir inanma ve tapınma sistemidir. Sistem, Jül Sezar’ın ölümünden sonra kurulmuştur. İlk Hıristiyanların işkence görmeleri, bu tapınmaya katılmamaları yüzünden olmuştur. Hz. İsa, kendisini yahûdilerin kralı olarak kabul ediyordu. Onu tanrılaştıran hıristiyanlar, kendisini “insanlığın ve kâinatın hükümdarı” olarak görürler. Çokça, rûhânîleştirilen “Allah’ın melekûtu”, hıristiyanlıkta en önemli yeri işgal eder. Pater duâsında: “Melekûtun gelsin” denir. Hıristiyanlarda “Semâvî Peder”, her şeyden önce Mâlik (Kral)dır.
Dinler tarihçisi M. Eliade, dünyanın hemen her yerinde, ayrı ayrı toplulukların inandığı Yüce Varlık’ların, neticede unutulup gölgede kaldığını birçok örneklerle gösterdikten sonra, Ulûhiyette hükümrânlık kavramı hakkında diyor ki: ‘Bazı semâvî Tanrı’lar, hükümrân Tanrı olarak tecellî etmek sûretiyle, dinî aktüalitelerini korur veya güçlendirirler, Panteonda, kendi hâkimiyetlerini korumayı pek iyi başaran Tanrılar, işte onlardır (Jupiter, Zeus, T’ien). Monoteist inkılâplar da işte onları lehine olarak meydana gelmiştir: Yahova, Ahura-Mazda gibi.’
Bu dünya turundan sonra, insanın “Hükümran” olan bir Tanrı’ya ve yalnız Ona kulluk etmek üzere yaratıldığını anlamamak mümkün değildir. Mutlak ve Gerçek Hükümdarı (el-Melikü’l-Hakk) bulamayınca, uydurduğu tanrılara bu vasfı verdiği görülmektedir. Bu vasıfla tecellî etmeyen Tanrının da unutulduğu gerçeğini hatırlayacak olursak, Allah’ın Kendisini hükümranlıkla nitelemesinin hikmetini anlamamız çok kolay olacaktır.” 3359
Mâlik-i Yevmi’d-Dîn
Din gününün sahibi. “Din gününün mâlikidir.”3360 İnsanların öldükten sonra dirilecekleri, bir araya gelerek hesaplarını verip, âkıbetlerini görecekleri gün, din günüdür. O gün insanın başkalarıyla, hatta kendi annesi, babası, eşi ve çocuklarıyla bile ilgilenmeye ne hali, ne fırsatı vardır. Din gününün şiddeti ve olağanüstü korkusu, herkesi kendi derdine düşürür. Allah o diriliş gününü diğer adıyla din gününü Kuran'da şöyle tarif etmektedir: “Din gününü sana bildiren şey nedir? Ve yine din gününü sana bildiren şey nedir? Hiçbir nefsin bir başka nefse herhangi bir şeyle güç yetiremeyeceği gündür; o gün emir yalnızca Allah'ındır.” 3361
O gün dünya hayatında kişinin en çok değer verdiği ilişkiler Allah'ın azâbı karşısında paramparça olur. Artık insanlar arasındaki dünyevî yakınlıkların, soy bağlarının hiçbir anlamı kalmamıştır. Tek değer, kişinin imanıdır. Hiç kimse, kimseye yardım edemez. Ancak öyle bir irâde yardım edebilir ki cennetin sonsuz nimetlerine de, cehennemin çılgın yanan ateşine de, görevli meleklere de hâkim olsun... Bu, insanın Allah dışında yardım beklediği tüm kapılarının kapanmış olması demektir. İçinde bulunduğu bu zor durumdan onu ancak Allah kurtarabilir. O da yine Allah'ın dilemesine bağlıdır.
3358] Kur’an’da 2/Bakara, 247’de Tâlût’un, onlara Allah tarafından kral olarak gönderildiği bildirilir
3359] Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, s. 130-132
3360] 1/Fâtiha, 41/Fâtiha, 4
3361] 82/İnfitâr, 17-19
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 719 -
Kişi din gününün tek sahibi olan Allah'ın huzurunda ilk yaratıldığında olduğu gibi yalnızdır. Dünyadaki yaşamı süresince her yaptığı, her düşündüğü Allah tarafından gözler önüne serilir. En ufak bir ayrıntı dahi unutulmaz. Allah azamet ve şânına yaraşır bir ortam yaratır ve yarattığı kullarından hesap sorar. Ancak, kimi dilerse rahmetiyle kurtarır. İnkârcıların kahredici bir pişmanlığa sürüklendiği bu günde mü’minler, sevinçli ve coşkuludurlar. "... O gün Allah, peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri küçük düşürmeyecektir..." 3362 Çünkü Allah, "elçilerine ve iman edenlere, hem dünya hayatında hem de şâhitlerin (şâhitlik için) duracakları gün yardım edeceğini" vaad etmiştir. İşte o günün sahibi, yalnız Allah'tır ve emir O'nundur.
İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibarettir; artık kendileri (diriltilmiş olarak) bakıp duruyorlar. Derler ki: "Eyvahlar bize; bu, din günüdür. Bu, sizin yalanladığınız (mü'mini kâfirden, haklıyı haksızdan) ayırma günüdür." 3363; “O gün, yalanlayanların vay haline. Ki onlar, din gününü yalanlıyorlar. Oysa onu, 'sınır tanımaz, saldırgan', günahkâr olandan başkası yalanlamaz.” 3364
Mâlik-i yevmi’d-dîn ifâdesindeki yevm: Süresi değişik olan vakit bölümlerine ıtlak edilebilen bir zaman birimidir. Güneşin doğuşuyla batışı arasındaki vakte de “yevm” denir. Burada, birinci mânâ tercih olunmalıdır. Din: Arapçada yerine göre bir işin karşılığı, muhâsebe, hüküm, siyaset, sultan (otorite), âdet, hal, şeriat, kahr gibi anlamlara gelir. Allah’ın din gününün sahibi vasfı, “cezâ gününün mâliki” şeklinde açıklanır. Bu vasıf, herkesin yaptığının karşılığını alacağı günde, Allah’ın her şey ve herkes üzerinde tam bir hâkimiyet ve sahibiyetini ifâde eder. Bu isim, yalnız bir âyette geçer.3365 Fakat aynı mânâ, başka tarzda da ifâde olunmuştur. 3366
Bu vasıf, Allah’ın hâkimiyet ve sahibiyetinin âhirete tahsis edildiği intibaını vermektedir. Kur’ân-ı Kerim’in başka birkaç âyeti de, bu kabildendir: “Sûra üfleneceği gün, hükümranlık O’nundur.”3367; “O gün emir yalnız Allah’ındır.” 3368 gibi. Müfessirler bunu şöyle tevcih etmişlerdir:
Maksat, o günün ehemmiyetini bildirmek, o günü ta’zim etmektir.
Dünya hayatında zâhiren, hem mülk hem de mil Allah’tan başkaları için de doğrudur. Ama o gün, bunlar zâhirî bakımdan da zâil olacaklardır. Onun mâlikiyet ve melikiyeti tam bir zuhurla açığa çıkacaktır.
İlk ferdinden son ferdine varıncaya kadar, bütün insanlar o gün bir araya toplanacaktır. İnsanların İlâhî hükümranlık hakkında tek bildikleri husus vardır. Fakat o gün; bu hükümranlık, başka zamanlarda anlaşıldığından son derece fazla olarak, topyekün insanlar tarafından bir anda müşâhede olunacaktır.
Allah Teâlâ’nın hikmeti, bu dünyada sebepleri koymayı dilemiş, insanı da bu nizama uymakla yükümlü kılmıştır. Hikmet; izzet ve kudrete gâliptir. Dolayısıyla
3362] 66/Tahrîm, 8
3363] 37/Sâffât, 19-21
3364] 83/Mutaffifîn, 10-12
3365] 1/Fâtiha, 4
3366] 82/İnfitâr, 19; 6/En’âm, 73; 40/Mü’min, 16 vb.
3367] 6/En’âm, 73
3368] 82/İnfitâr, 19
- 720 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sebepler dairesi, itikad dairesine gâliptir. Bu iki zıt kavramdan ortaya çıkan âhenk sâyesinde mü’min, bir taraftan Allah’ın izzetini unutmaktan kurtulurken, öbür taraftan yaşayış planında sebepler düzenini ihmal etmekten kurtulmaktadır. Din gününde, Allah’ın izzetini perdeleyen bu nizam kaldırılıp her şeyin mâhiyeti, içyüzüyle ortaya çıkacaktır. İtikad dairesi, sebepler dairesine gâlip geleceği, bütün hüküm ve mülkün Allah’a âit olduğu tam bir şekilde ortaya çıkacağı içindir ki, böyle bir tahsis vârid olmuştur. 3369
Mülk ve Melekût; Eşyanın İki Yüzü
Mülk: Bir şeyin (veya hâdiseni) dış yüzü, görünen ciheti demektir. Melekût ise: Bir şeyin (veya hâdisenin) iç yüzü, görünmeyen ciheti, hikmet tarafıdır. Ruhlara ve nefislere mahsus gayb âlemidir. Mülk âlemini idare eden İlâhî kanunlardır, saltanat ve rubûdiyet demektir.
Yemek yiyen adam ve otlayan koyun. İkisi de gıdalarını görür ve ağızlarına alırlar, ama biri dudaklarını yerlere sürterek, diğeri eliyle. Bu insanın şerefindendir, ama iş bu kadarla kalırsa insanın gerçek üstünlüğü tam olarak ortaya çıkmaz. Asıl fark, "mülk" dediğimiz bu görünen olayın arkasındaki melekûtiyetten, yani iç yüzden doğar. İnsan, yediği yemekteki vitaminden, kaloriden haberdar; hayvan ise ağzına ne götürdüğünün bile farkında değil. Bir İlâhî ilhamla, gıdasını tanır, o kadar. Demek ki, hayvana melekûtiyet ciheti kapalı. Eşyanın sadece dış yüzlerini görüyor, o da çok sathî olarak...
Mânevî çok rızık ve nimetler isteyen insanlığı Yaratıcımız bize ihsan ettiğinden, mülk ve melekût âlemi gibi geniş bir nimet sofrasını, akıl ve yetenek ellerimizin yetişeceği oranda bize açmıştır. Sadece mü'minlerin değil; bütün bir insanlık âleminin istifadesine sunulan maddî ve mânevî nimetler ve insanın aklını kullanarak bu nimetlerden faydalanabileceği sözkonusudur. Sıkça sele mâruz kalan bir bölgede baraj inşâ ediliyor ve ortalığı kasıp kavuran, evler yıkıp ocaklar söndüren aynı selden bu defa elektrik üretiliyor, yuvalar aydınlatılıyor. İşte bu selin mülk ciheti tahriptir, melekûtu ise ışık ve aydınlık. Bir zamanlar petrole herkes hor bakardı, bir beldede sızıntısına rastlansa hemen kapatılırdı. Adı da ona göre verilmişti: Katran. Şimdi ise o katran bütün teknolojinin vazgeçilmez temeli oldu ve ülkeler onun yüzünden savaşlara giriyorlar. Demek ki, önceki petrolün mülk cihetine bakılıyordu, tıpkı aynanın arka yüzüne bakma gibi. Şimdi ise o mülkün altındaki parlak ve kıymetli melekûta varıldı ve petrol artık başlara taç oldu. İşte insanı hayvandan ayıran en önemli özellik, akıl sahibi olması, yaşadığı mülk âleminin iç yüzünü de düşünebîlmesi, bir derece keşfedebilmesi, anlayabilmesi ve ondan istifade edebilmesi.
İnsan, bu âlemin küçük bir misâli olduğuna göre, bütün varlık âleminde hüküm süren hakikatleri küçük bir ölçüde, ama daha berrak bir şekilde insanda da okumak mümkün. İnsanın görünen kısmı mülk âleminden, görünmeyen cihetleri ise melekûtiyetten haber verir. Bir bakıma, insanın iç organları da melekûtiyetten sayılır. Bir cevizin de kabuğu mülk, içi melekûttur. Bir damla suda kaynaşan milyarlarca mikrop, bir gram toprakta oynaşan yine milyarlarca bakteri de melekûtiyetten haber verirler; su ve toprak ise mülk âlemindendir. Fakat melekûtiyet denildiği zaman, daha çok, eşyada câri olan kanunlar, bedenlerde
3369] Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, s. 127-128
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 721 -
hükmeden ruhlar ve hâdiselerin iç yüzünde saklı hikmetler hatıra gelir. Madde âlemi, görünsün görünmesin, mülk olarak kabul edilir. Yerin her yanını kaplamış çekim kuvveti, semâyı hıncahınç doldurmuş melekler, karanlık dehlizleri, mağaraları yurt edinmiş cinler âlemi, her hâdisenin hıfzedildiği levh-i mahfûz, onun küçük bir misâli olan insan hâfızası, arş, âlem-i misâl bütün bunlar, hep melekûtiyet âleminden.
Her şeyin içine melekût, dışına da mülk denir. Bu itibarla insan ile kalp, birbirine hem zarf, hem mazruf olur. Çünkü insan mülk cihetiyle kalbe zarf olur. Melekût cihetiyle de mazruf olur. Mazruf, zarfa konulan şeye deniliyor. Mülk âleminde insan kalbi, bedenin içinde yer almıştır. Yani beden zarftır, kalp ise mazruftur, bedene yerleştirilmiştir. Melekût cihetinde ise kalp zarf olur, beden mazruf. İnsanın melekût ciheti mânevî kalbidir, ruhudur, aklıdır. Her canlıda olduğu gibi insanda da esas olan ruhtur, beden ise onun hizmetine verilmiş bir ordu gibi. Ruhun bir sıfatı olan hayat, bedenin içini de dışını da kaplamış. Diğer bir sıfatı: İlim. İnsan bu sıfat ile bedeni bütünüyle bilir, içine alır.
Ruhun bir özelliği; sevgi. İnsanoğlu saçını da sever, elini de; gözünü de sever, midesini de. Demek ki sevgi sıfatı bütün bunları kuşatmış, içine almış durumda. Kâinatın da melekûtiyet ciheti, yani onda hükmeden kanunlar manzûmesi her varlığı kaplamış, hükmü altına almış bulunuyor. Ve her şey melekûtiyetten idare ediliyor.
Melekûtun bir başka mânâsı da hâdiselerin bilemediğimiz hikmet yönü. Meselâ, hastalığın mülk ciheti, yani görünen veçhesi ıstıraptır, acıdır, elemdir. Melekûtiyet ciheti ise günahlara keffâret olması, insanı mânen yüceltmesi, kalbini dünyadan âhirete, halktan Hakk'a çevirmesi gibi nûrânî meyveler. Hastalığın çirkin görülen ciheti aynanın renkli yüzüne benziyor; mânevî faydaları, uhrevî meyveleri ise aynanın parlak yüzü gibi. Zâten o parlak yüzdeki güzellik de arka yüzdeki karışık renklerden, koyuluktan, siyahlıktan doğmuyor mu? İşte hastalığın bu mülk ciheti çirkin göründüğü içindir ki, mikroplar ona sebep kılınmış ve insanların şikâyetleri bunlara yönelmiştir.
Bazı olayları veya eşyayı, İlâhî kudret doğrudan yaratıyor. Zira bunların mülkleri de melekûtları da parlak ve güzel görünüyor, itirazlara, şikâyetlere konu olmuyorlar. Ama hikmetini insan aklının idrâk edemediği, görünüşte çirkin, fakat gerçekte güzel olan olaylar için sebepler yaratılıyor ve iş o sebepler eliyle icrâ ediliyor. Sebepleri takdir eden de, neticeyi yaratan da Allah; ama İlâhî hikmet birçok icraatlara sebepleri perde kılmış. Hayat gibi, hem mülk hem de melekût ciheti parlak olanlarda ise kudretin faâliyeti doğrudandır, sebepler vâsıtasıyla değil.
İnsanın mâruz kaldığı musîbetler, belâlar ve felâketlerin de kabirle başlayan ebed yolculuğunda ne büyük bir lütuf olduğu ölümden sonra anlaşılacak. Ama kâmil bir mü'min, "kaderin her şeyi güzeldir" diyerek o melekûtu bu mülk âleminde hisseder. “Ölmeden önce ölmenin”, daha doğru bir şekilde “öldükten sonra da en güzel şekilde yaşamanın” sırrına ermekle belâlarda sefâyı yakalar ve musîbetlerden kendi ebedî mutluluğu adına âzamî derecede istifâde eder. İmanın iki dünya saâdetine vesîle olmasının bir yönü de bu olsa gerek.
Güneş ve ay'ın yüzleri parlak olduğu gibi, gecenin ve bulutların da iç yüzleri
- 722 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ışıklıdır. Güzellik iki kısımda incelenir, birisi "hüsn-i bizzat", yani zâtında güzel. Diğeri ise "hüsn-i bi'l-gayr", yani neticeleri güzel. Güneş ve ay parlaktır, ışık sahibidir, yani bizzat güzeldir. Bulutlar ve gece ise ilk bakışta karanlık görünürler, ama bulutları aşarsanız güneşe varır, geceyi delerseniz gündüze kavuşursunuz. Yani bunların da içyüzleri güzeldir.
İşte bu örnek gibi, sağlık bizzat güzeldir, hastalık ise neticesi itibarıyla. Yemek bizzat güzeldir, perhiz yapmak ise neticesi itibarıyla. Gül bizzat güzeldir, gübre ise neticesi itibarıyla. Mülk ciheti çirkin zannedilen eşyanın ve olayların melekût cihetiyle güzel oldukları bu cümlede veciz bir şekilde ders verilir.
Melekûtun bir başka ciheti: Eşyanın bir sûreti, bir de hakikati var. Sûret mülk ciheti, hakikat ise melekûtiyet cihetidir. Bütün hakikatler İlâhî isimlere dayandığına göre melekûtiyet ciheti doğrudan doğruya esmâ-i İlâhiyeye bakar. İlmî bir yazının mülk ciheti harflerdir, melekûtu ise mânâsı. İşte o mânâdır ki, yazarına "âlim" dedirtir. Yani yazının melekût ciheti "âlim" ismine bakar, ona dayanır. Semâ büyük bir sayfa; her bir yıldız bir harf gibi. O sayfayı dikkatle okuyanlar "Aziz, Cebbâr, Kaadir, Kayyûm" gibi İlâhî isimlere hemen intikal ederler. Kâinat kitabını okuyup tefekkür eden ve imanını amele dökebilenlere ne mutlu! 3370
Mal Yığma
Nice insan, helâl-haram demeden mîrâsa düşkünlük yapar, yoksullara yardım etmez, malı çok sever: "Hayır, doğrusu siz yetime ikrâm etmiyorsunuz; yoksula yedirmeye önayak olmuyorsunuz; mîrâsı hırsla tutuyorsunuz. Malı pek çok seviyorsunuz." 3371 Âdiyât sûresinde de insanın mala düşkünlüğü, kınama üslûbuyla dile getirilmiştir: "Doğrusu o, malı çok sever."3372; "Dini yalanlayanı gördün mü? İşte o öksüzü iter, kakar. Yoksulu doyurmaya ön ayak olmaz."3373 Cimrilik, inkârcı kâfirin vasıfları arasında sayılmaktadır: "İnsanları diliyle çekiştiren, kaş ve göz işaretleriyle alay eden her fesad kişinin vay haline. O ki mal yığdı, onu saydı, durdu. Malının kendisini ebedî yaşatacağını sanır. Hayır, o Hutame'ye atılacaktır." 3374
"(Mal) toplayıp kasada yığanı!" 3375 âyetinde de insanın mal hırsı, mal toplayıp yığma tutkusu, kınama üslûbuyla anlatılmaktadır. Mala düşkünlük, insanın doğasında vardır. "Mal canın yongasıdır" atasözü, bu âyetlerin tefsiri gibidir. İman ile olgunlaşmayan insanlar, dünya malına düşkün olurlar. Çünkü onlar için ne varsa, hep bu dünyadadır, ötesi yoktur. Onun için malı severler, helâl-haram demeden mîrâsa konarlar, başkalarının mîrâs hakkını dahi yemek isterler.
İnsanın hep kendisini düşünmesi, mala düşkün olması çok çirkin bir şeydir. Elinde imkân varken fakiri düşünmeyen, yetime ikram etmeyen insanın Allah'tan ikram beklemeye hakkı yoktur. Allah, verdiği nimetlerle kulunu imtihan eder. Onun, Allah'ın verdiği nimetlerden, başkasına da yardım edip etmediğine bakar. İşte insan düşünmelidir ki, yoksul iken kendisi nasıl sızlanır, Allah kendisine az nimet verince nasıl gücenir, üzülürse; zenginlik zamanında ihtiyacı olanlara
3370] Alâaddin Başar, Nur'dan Kelimeler, s. 130-136
3371] 89/Fecr, 17-20
3372] 100/Âdiyât, 8
3373] 107/Mâûn, 1-3; Hâkka, 34
3374] 104/Hümeze, 1-4
3375] 70/Meâric, 18
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 723 -
yardım etmeyince o âcizler, yetimler, yoksullar da kendisine gücenirler. Malının içinde onların gözleri kalır. O halde insan, Allah'ın âciz, yoksul kullarına ikram etmeli, onları kollamalıdır ki Allah da kendisine ikram edip onu kollasın. Çünkü Allah kullarının hareketlerini gözetlemektedir. Servet, nimet ve mevki bulunca başkalarını hiç düşünmeyen, hatta onları ezen, köle gibi kullanmak isteyen insanlar, bu yüzden helâk edilmiş olan zâlim kavimler gibi davranmış olurlar. Allah'ın, o zâlimlerin üstüne şaklayan kırbacı, bir gün bunların üstüne de şaklar.
Mala değil; insana değer verilmelidir: "sabah akşam Rablerinin rızâsını isteyerek, O'na yalvaranları kovma. Onların hesabından sana bir sorumluluk, senin hesabından da onlara bir sorumluluk yok ki, onları kovup da zâlimlerden olasın!" 3376; "Nefsini sabah akşam, rızâsını isteyerek Rablerine yalvaranlarla beraber tut (onlarla beraber bulunmaya candan sabret). Gözlerin, dünya hayatının süsünü isteyerek onlardan başka yana sapmasın. Kalbini Bizi zikirden/anmaktan alıkoyduğumuz keyfine uyan ve işi, hep aşırılık olan kişiye itaat etme."3377 Bu âyetlerde, yoksul insanlarla aynı mecliste oturmaya tenezzül etmeyen ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'in yanına gelip kendisiyle konuşmaları için fakir insanları yanından çıkarmasını öneren kibirli insanların davranışı kınanmakta, Allah Rasûlüne, Allah'ın rızâsını isteyen fakir insanları yanından kovmaması, herkesin kendi yaptığından sorumlu olduğu bildirilmekte; Allah'tan gâfil, aşırı insanların keyfine uymaması emredilmektedir. Mekke döneminde inzâl olmuş olan bu âyetler, gururlu, zengin kâfirlerin düşünce ve davranışını anlatmaktadır.
Münâfıkların mallarının ve çocuklarının çokluğuna imrenilmemelidir. Allah'ın o mal ve çocuklarla o kimselere mümkün ki, dünyada azâb edecektir. Yani çokça parası ve çocukları olanlar, mümkün ki bunlarla cehennem gibi azâb olmaktadırlar: "Onların malları da, evlâtları da seni imrendirmesin. Allah bunlarla onlara dünya hayatında azâb etmeyi ve kâfir olarak canlarının çıkmasını istiyor." 3378
Mal, aslında kötü bir şey değildir. Hz. Peygamber'in "İyi adama iyi mal, ne güzeldir!"3379 dediği rivâyet edilir. Fakat mal, çoğunlukla insanı gurura, kendini beğenmeye götürür. İşte malıyla gurura kapılan kimseler, çoğunlukla Allah ile ilgisini kesmiş gururlu, fakirleri kendilerinin kölesi sanan insanlardır. Mekke'de Allah Rasûlü'ne ilk iman edenler zayıf, ezilmiş tabaka, karşı gelenler ise zayıfları ezen şımarık, zengin tabaka idi. Medine'de de ona halk tabakası inanmış, ama genellikle mutlu azınlık grubu inanmamış, münâfıklık yapmıştır. Çünkü dinin prensiplerini, liderliklerini sürdürmelerine engel görmüşlerdir.
Her insanın böyle olduğu iddia edilemez. Kuralların istisnâları olur. Şimdi, dini sömürü âleti gören komünizm, dinlerin çıkışı sırasında peygamberlere ilk defa kimlerin inandığını görmek istemiyor. Bütün peygamberlere önce fakir halk tabakaları inanmış, şımarık zenginler onlara karşı çıkmışlardır: "Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, içlerinden zayıf görülen mü'minlere: 'Siz, dediler, Sâlih'in, gerçekten Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz? (Onlar da:) '(Evet,) Doğrusu biz onunla gönderilene inananlarız!' dediler." 3380 âyeti bu tarihî gerçeği dile getir3376]
6/En'âm, 52
3377] 18/Kehf, 28
3378] 9/Tevbe, 55
3379] Ahmed bin Hanbel, 4/197
3380] 7/A'râf, 75
- 724 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mektedir. Demek ki din, sosyal açıdan zenginlerin sömürü âleti değil; tersine fakir halkın sömürü tabakasına karşı kurtarıcısı ve savunmacısıdır.
İslâm, servetin belli ellerde yığılmasını istememiş, halka yayılmasını emretmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında halk tabakaları arasında sosyal denge sağlanmış, aradaki büyük farklar erimişti. Ama insan karakteri kolay değişmez. Zaman geçince insanların servet tutkusu yine üste çıkmış, yine mülkler, büyük sayıda köle ve câriye sahibi zenginler, ağalar ve ezilen geniş halk kütleleri görülmeye başlamıştır. Ne Emevî idaresini, ne Abbâsi idaresini, ne de Osmanlı idaresini, tam İslâm'ın ruhuna uygun örnek idareler olarak görmek mümkün değildir. İslâm, dengeli bir servet dağılımı istemektedir. Bu idarelerde denge mi vardı? Üç-beş zenginin köyünde ırgat olarak çalışan halk kütleleri, ya da onların zekât ve fıtrasına bakan insanlar. Ne yazık ki bunlar, bu despotluklarını sürdürebilmek için İslâm'ı da kendi servetlerine kalkan yapmasını bilmişlerdir. Muâviye'nin, denge isteyen Ebû Zerr'i Şam'dan nasıl kovduğunu biliyoruz. İhtiraslı kişilerin iş başına gelişi, İslâm'ın rûhuna uygun idarenin kurulmasına engel olmuştur. Nasıl Arap müşrik ve münâfıkları, geleneklerini inanmalarına engel, daha doğrusu yönettikleri sömürü düzenine kalkan yapmış idiyseler.
Mal, karakteri zayıf insanları çabuk bozar. Siyaset de öyledir. Ama sağlam karakter sahibi kişileri mal bozamaz. Bunların elinde mal, hayra vesîle olur. Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Abdurrahman ibn Avf gibi kişileri servet bozmamış; onlar, servetlerini, dâvâlarının yayılmasına vâsıta kılmışlar, Hz. Ebû Bekir, fakirlik sınırına varıncaya dek malını Allah yolunda harcamıştır. İşte bu rûhu yaşatmaya çalışan nice şuurlu müslüman da, fakir düşünceye kadar mallarını Allah yolunda infak etmeyi prensip edinmişlerdir.
Tamahkâr insanın elindeki mal ve evlât, kendisine azâptır. Çünkü öyleleri hep malın korunmasını düşünürler. Düşündükçe tamahları artar, düşmanları da çoğalır. Vicdânen rahatsız olurlar. Çünkü Allah'ın, kişiye malı ile azâb etmesi, malının kendisini huzursuz edip dertlere sokmasıdır. Evlâdıyla azâb etmesi de, evlâdının kendisine karşı gelmesiyle, çeşitli dertlere ve musîbetlere düşmesiyledir. İnsan çeşitli şekillerde evlâdından çeker.
Şimdi insan şöyle düşünmeli: Acaba sadece karnını doyurabilen orta halli bir insan mı mutludur, yoksa yüz yerde apartmanları, bahçeleri, arsaları, otomobilleri olan zengin mi? Sanıyorum orta halli, kanaatkâr insan daha mutludur. Çünkü onun taşıyacağı yükü yoktur. Ötekinin her apartmanı, her arabası, kendisine ayrı ayrı derttir, yüktür. Otomobilinin bozulması, kazâ yapması, çalınması; bahçesinin sulanmaması, ürün vermemesi; apatmanının kiracısız kalması veya kiracının kirayı ödememesi, ayrı ayrı dertlerdir. Malı, mal olarak düşünenler için bu böyledir. Ama malı Allah'ın rızâsını kazanmak için bir vâsıta, Allah'ın emâneti bilenler için mal dert olmaz. Onlar ellerinde oldukça malı Allah uğrunda harcarlar. Ellerinden çıkarsa "veren de Allah, alan da Allah" der, üzülmezler. İşte böyle "İyi insanlar için helâl mal, ne güzeldir!" Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur: "Malın içinde gerçekten senin malın olan şey, sadece yiyip tükettiğin; giyip eskittiğin; ya da sadaka verip ileriye gönderdiğindir." 3381
3381] Müslim, Zühd 3; Tirmizî, Zühd 31, Tefsir, sûre 102; Nesâî, Vesâyâ 1; Ahmed bin Hanbel, 4/24, 26; Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 13, s. 34-38
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 725 -
İslâm, mal yığmayı -ki buna "kenz" denir- hoş görmez. "Ve sana Allah yolunda ne infak edip harcayacaklarını soruyorlar. De ki: 'Af (yani ihtiyaçlarınızdan fazlasını veya helâl ve güzel olan şeyleri verin).' Allah size âyetleri böyle açıklıyor ki, düşünesiniz." 3382 Nefsinin, çoluk çocuğunun ihtiyacından fazlasını fakirlere vermeyi, Hak rızâsına harcamayı öğütler. Ancak bütün varını yoğunu harcayıp başkasına el açacak duruma düşmek de doğru değildir. Nitekim: "(Allah) Sizden (bütün) mallarınızı istemez. Eğer onları isteseydi de sizi sıkıştırsaydı, cimrilik ederdiniz ve (bu), kinlerinizi ortaya çıkarırdı (Allah'ın elçisine kin beslemeye başlardınız." 3383 âytlerinde de Allah'ın, mü'minlerden bütün mallarını vermelerini emrederek onları sıkıştırmak istemediği, çünkü böyle emrettiği takdirde nefislerin cimrilik zaafı ortaya çıkacağı belirtilmektedir. Mal, canın yongasıdır. İnsanın her şeyini harcaması kolay değildir. Ayrıca, bu durum, kişinin sıkıntıya düşmesine sebep olur. Bundan dolayı her şeyde dengeli, ölçülü davranmayı emreden İslâm, bu konuda da kolay olanı emretmekte, ihtiyaçtan fazlasını Allah için harcamayı öğütlemektedir. Peygamber (s.a.s.) de: "Yanında bir mal bulunan kimse, önce kendi nefsine harcasın, bakımı kendisine âit bulunan kimselere ve böyle böyle (derece derece akrabâya, sonra başkalarına) harcasın!" 3384
İslâm, her konuda ifrâtı ve tefrîti, yani aşırılığı ve gevşekliği hoş görmediği gibi, infak husûsunda da orta yolu izlemeyi öğütler: "Ve harcadıkları zaman, ne israf ederler, ne de cimrilik ederler; harcamaları, bu ikisinin arasında dengeli olur."3385 İnfak iyidir, ama israf haramdır. Allah, Kur'an'da saçıp savurmayı yasakladığı gibi, avucu sıkı sıkıya kapayıp para yığmayı da yasaklamıştır. Kur'an, ihtiyaçtan fazla olan her şeyin verilmesini emretmiyor, tavsiye ediyor. Mü'minleri böyle gönül zenginliğine, cömertliğe, başkalarını düşünmeye teşvik ediyor. Herkes ihtiyacından fazlasını zorla değil; fakat gönül hoşluğuyla verirse ülkede fakir kalmaz, bunalımlar durulur. Gönüllerden gönüllere sevgiden köprüler kurulur.
"...Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onlara acı bir azâbı müjdele! O gün, cehennem ateşinde bunların üzeri ısıtılır; bunlarla, onların alınları, yanları ve sırtları dağlanır. 'İşte nefisleriniz için yığdıklarınız. Yığdıklarınızı tadın!' (denilir.)"3386 Altın ve gümüş, toplanıp yığılmak için değil; toplumda dağılıp iş görmek içindir. Para dolaşırsa iş yapar, çok kimsenin karnı doyar. Belli ellerde birikirse birkaç kişi doyar, büyük kesim aç kalır. Bu, Allah'ın istediği adâlete aykırıdır. İnsan ihtiyacını karşılamalı, ama fazlasını muhtaçlara vermelidir.
Mal ve paranın belli ellerde birikimini önlemek için Kur'an zekâtı, sadakayı ve humusu emretmiştir. Toprak mülkiyeti, büyük ölçüde devlete bırakılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.) insanlara ihtiyacından fazla nesi varsa olmayanlara vermesini emretmiş, bu sözünü o kadar tekrar etmiştir ki, dinleyen sahâbîler, hiç kimsenin, ihtiyaçtan fazla bir şey saklamaya hakkı olmadığını sanmışlardır.3387 Zekâtı verilmeyen malın, Kıyâmet gününde yılan olup sahibinin boynuna dolanacağına, ateş olup canına yapıştırılacağına dair hadisler mevcuttur. 3388
3382] 2/Bakara, 219
3383] 47/Muhammed, 36-37
3384] Ebû Dâvud, Itk 9; Nesâî, Büyû' 84; Ahmed bin Hanbel, 3/305
3385] 25/Furkan, 67
3386] 9/Tevbe, 34-35
3387] Müslim, Lukata 18; Ebû Dâvud, Zekât 3, Tefsir, sûre 3; Nesâî, Zekât
3388] Bz. Buhârî, Zekât 3, Tefsir, sûre 3; Nesâî, Zekât
- 726 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Son zikredilen âyetler3389 inzal edildiğıi zaman Allah'ın Rasûlü (s.a.s.) üç defa: "Yuh olsun altına, yuh olsun gümüşe!" buyurdu. "Yâ Rasûlallah, öyle ise hangi mala sahip olabiliriz?" dediklerinde, şöyle buyurmuştu: "Zikreden dile huşû eden kalbe, dininize yardım edecek sâliha zevceye." 3390
"Kim sarı (yani altın), beyaz (yani gümüş) bırakırsa onunla dağlanır." Bir adam öldü, gömleğinde bir dinar (altın para, sarı lira) bulundu. Peygamber (s.a.s.) ona: "Bir dağlamadır" dedi. Bir başka adam öldü, gömleğinde iki dînar bulundu. Peygamber (s.a.s.) ona: "İki dağlamadır" buyurdu. 3391
İslâm âlimlerinin genel kanaatine göre zekâtı, sadakası verilen malı biriktirmekte bir sakınca yoktur. Yalnız, kişinin sadece kendisini ve zürriyetini düşünmesi doğru değildir. Malını topluma hayırlı işlerde kullanması, yastık altında ve hele bankalarda fâiz için saklama yerine, iş sahası açıp insanlara iş imkânları sağlaması, böylece toplum yararına üretim yapması uygun olur. Yoksa, insanın ihtirası tükenmez. Kişi milyarını trilyon, trilyonunun katirliyon yapmak ister. Bu da sosyal dengeyi bozar. Sonunda toplumda sosyal patlamalara yol açar. Toplumlara dünyevî cennet vaad eden komünizm ahtapotu neredeyse bir asır insanların en basit özgürlüğünü de elinden aldı. Allah korkusundan uzak kapitalizm de insanların gönlünden merhamet ve diğergâmlık duygularını sökmektedir. Tek çare, helâl kazanıp ihtiyacından fazla olanın bir kısmını, Allah için, gönül hoşnutluğuyla başkalarına verme prensibi getirmiş olan İslâm'ın rûhuna sarılmak ve onu uygulamaktır. Böylece insan çalışır, kazanır, kendisi yer, başkalarına da yedirir. Mutluluğunu başkalarıyla paylaşır. Kendi canı kadar başkalarını da düşünür. 3392
Allah'ın bizim için seçtiği İslâm'ın yaşanmadığı, onun yerine çıkarcı insanların düzeni olan acımasız sömürücü kapitalizmin yaşandığı tüm ülkelerde olduğu gibi, Türkiye'de de servetin % 80'ine % 20'lik nüfus sahip olurken ve istedikleri gibi harcarken, % 80'lik insan nüfusu da % 20 ile yetinmeye çalışıyor. Bu olayı şair şöyle dile getirir:
"Allah'ın on pulunu bekleye dursun on kul;
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.
Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;
Yaşasın, kefenimin kefili kara borsa!"
"Allah'ın, o kent halkından, Elçisine verdiği ganîmetler, Allah'a, Rasûlüne, akrabâ olanlara, yetimlere, yoksullara, yolcuya âittir. Tâ ki (o mallar), içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan dûlet olmasın." 3393 Bu âyette geçen "dûlet" kelimesi, dal'ın ötüresiyle dûlet, üstünüyle devlet okunur, ikisi de aynı anlama gelir. Bazılarına göre ikisi arasında fark vardır: Devlet; mal elde etmek, dûlet ise; savaş kazanmak anlamına gelir. Kimine göre de devlet, elde dolaşan şeyin adıdır. Dûlet ise masdardır, mal ve diğer güzel şeyi elde etmek anlamındadır. Aynı kökten müdâvele; elden
3389] 9/Tevbe sûresinin 34-35. Âyetleri
3390] Ahmed bin Hanbel, 5/366
3391] Ahmed bin Hanbel, 1/101, 137, 138, 412, 421, 457; 2/356, 429, 493
3392] S. Ateş, a.g.e., c. 11, s. 380-386
3393] 59/Haşr, 7
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 727 -
ele dolaştırmak demektir. 3394
"Tâ ki (o mallar), içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan dûlet olmasın." Hükmüyle Kur'an, gelirin hep belli ellerde toplanmasını engelliyor, onu geniş halk tabakasına yayarak sosyal adâletin temelini atmış oluyor. Bu âyet, devlet başkanına, servetin yaygınlaşması, fakirlerin de refaha kavuşturulması için meşrû tedbirler alma yetkisini vermektedir. Devlet başkanı, gerektiğinde bazı gelirleri sırf fakirlere tahsis edebilir. Hz. Ömer'in şöyle dediği rivâyet edilir: "Eğer şu işimden, yani halîfeliğimden geride bıraktığım yıllar önümde olsaydı, zenginlerin fazla mallarını alır, muhâcirlerin fakirlerine paylaştırırdım."3395 Hz. Ömer'in bu sözü, devletin, gerektiğinde fakirlerin ihtiyaçlarını gidermek üzere vergi koyabileceğini de gösterir. Asıl imana dayalı sosyal adâleti İslâm dini getirmiştir. Ama müslümanlar, onun getirdiklerinde işlerine geleni uygulamışlar, işlerine gelmeyeni bırakmışlardır.
"Ey iman edenler, mallarınızı aranızda bâtıla (doğru olmayan yollarla, haksız yere) yemeyin. Kendi rızânızla yaptığınız ticaret olursa başka. Nefislerinizi de öldürmeyin. Doğrusu Allah, size karşı çok merhametlidir."3396 Bu âyette, karşılıklı rızâya dayalı ticaretin dışında, insanların, birbirlerinin mallarını bâtıl yollarla yemeleri ve birbirlerini öldürmeleri yasaklanmaktadır. Tefecilik, kumar, rüşvet, gasb, çalma, hıyânet gibi hileli kazanç yollarının hepsi bâtıldır. Bu tür yollarla para kazanmak haramdır. Yalnız, kişinin çalışması, karşılıklı rızâya dayanan ticaret, hibe ve miras yoluyla elde ettiği mal helâldir. Ticaretin yasallığı, karşılıklı rızâya bağlıdır. Aldatma bulunan ve aldatmanın farkına varıldığı zaman taraflardan birinin râzı olmayacağı ticaret yasal değildir. “Aldatan kimse bizden değildir!”3397 Güvenilir, doğru tâcirin Kıyâmet gününde şehidlerle beraber bunacağını3398 söyleyen Hz. Peygamber (s.a.s.), yalanın insanı cehenneme sürükleyeceğini,3399 Allah nasip ettiği rızkı güzel, helâl yoldan aramayı,3400 başkasının satışına engel olmamayı,3401 hayvanların sütlerini memelerinde bekletip satmamayı,3402 gereksiz yere ticaret aracı ve komisyoncuların girmemesini emretmiş,3403 vurgunculuğu kesin şekilde yasaklamıştır. 3404
3394] 3/Âl-i İmrân, 140
3395] Taberî, Tarihu'l-Ümem ve'l-Mülûk, 4/226; et-Tefsîru'l-Hadîs 8/215
3396] 4/Nisâ, 29
3397] Müslim, İman 43, hadis no: 164; Tirmizî, Büyû’ 74; İbn Mâce, Ticârât 36
3398] İbn Mâce, Ticârât 1
3399] İbn Mâce, Mukaddime 7
3400] İbn Mâce, Ticârât 2
3401] Müslim, Büyû’ 4
3402] Müslim, Büyû’ 4
3403] Müslim, Nikâh 51; İbn Mâce, Ticârât 15
3404] İbn Mâce, Ticârât 6, 16
- 728 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Para ve Mal Kazanma Yolları; İslâm Ekonomisinin Genel Prensipleri
İslâm’a göre helâl para ve mal kazanma yolları Kur’an-ı Kerim tarafından belirlenmiştir. İslâm ekonomisinin genel ilkeleri olarak değerlendirebileceğimiz bu hususları, maddeler halinde şöyle tesbit edebiliriz:
1) Özel mülkiyet yasal, bâtıl yollarla mal kazanmak haramdır. 3405
2) Ribâ/Fâiz ve kumar yasaktır. Çünkü bunlar, başkasının malını bâtıl yolla yemektir. 3406
3) Servet belli ellerde toplanmamalı, geniş halk kitlelerine yayılmalıdır. 3407
4) Yetimlerin, aklı ermezlerin mallarını korumak için rüşde erinceye (doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırt edinceye) kadar onların, mallarında tasarruf yetkileri kısıtlanır. 3408
5) İslâm’ın başlangıcından itibaren namaz gibi zekât da farzdır.3409 Fakat Kur’an’da miktarı belirlenmemiştir. Ancak İslâm, devlet haline geldikten sonra zekâtın miktarı Peygamber tarafından belirlenmiştir. Çünkü zekât, İslâm devleti açısından vergi olduğu için devletsiz bunu toplamak zor idi. Şayet Mekke’de devlet olsaydı, zenginlerin gönül hoşluğuyla verecekleri zekât, Mekke’de de toplanır, ihtiyaç sahiplerine dağıtılırdı.
Namaz gibi temel hükümlerden olan zekât, Kur’an’da namazla birlikte anılır. Namazı kılmak, zekâtı vermek İslâm’ın ayırıcı vasfı; bunları yapmamak şirkin alâmeti sayılmıştır. Müşrik iken, halinden dönüp namaz kılmaya, zekât vermeye başlayan, müslümanların din kardeşi olur, can güvenliğine kavuşur. 3410
6) Para ve ticaret mallarında zekât miktarı: % 2,5; toprak ürünlerinde sulama sistemine göre % 10 veya % 5’tir. Hayvanlarda zekât miktarı da fıkıh kitaplarında belirtilmektedir.
7) Toplanan zekât: 9/Tevbe, 60’ıncı âyette sayılan sekiz sınıfa veya bunlardan birine dağıtılır. Bunlar: Fakirler, düşkünler, zekât toplama memurları, kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanlar, kölelikten (esâretten) kurtulmak isteyenler, borçlular, Allah yolunda cihad edenler ve yolda kalmış gariplerdir.
8) Erkek; karısının, ergen olmayan çocuklarının, ana-babasının geçimlerini sağlamaya mecburdur. 3411
9) Hangi ulustan ve milletten olursa olsun, her insanın geçimini sağlamak, kalacak yeri bulunmayan, otel parası olmayan garipleri barındırmak devletin görevidir. Ancak, İslâm’a karşı savaşanlar, öldürülmesine hüküm verilmiş bulunanlar
3405] 2/Bakara, 267; 4/Nisâ, 29; 24/Nûr, 33; 47/Muhammed, 36-37;...
3406] 2/Bakara, 275-280); 3/Âl-i İmrân, 130
3407] 59/Haşr, 7
3408] 4/Nisâ, 6
3409] 87/A’lâ, 14; 75/Kıyâmet, 31; 51/Zâriyât, 19-20; 9/Tevbe, 60, 103
3410] 9/Tevbe, 5, 11; 74/Müddessir, 43-44; 75/Kıyâmet 31; 23/Mü’minûn, 2-4
3411] 2/Bakara, 233-236, 240, 266; 4/Nisâ, 9, 34; 17/İsrâ, 23-24; 31/Llokman, 14; 29/Ankebût, 8; 65/Talâk, 6-7
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 729 -
bu yardımı alamazlar. 3412
10) Yoksullara Allah rızâsı için yardım etmek, bazı hataların keffâreti sayılmıştır. Meselâ zıhâr keffâreti,3413 yemin keffâreti,3414 hata ile öldürme diyeti3415 gibi.
11) Farz olan zekâttan ayrı olarak nâfile sadaka teşvik edilmiştir. Allah yolunda infak, Allah yolunda cihad ile beraber anılır. Bu da cihad için infâkın, cihada eşdeğerde olduğunu gösterir. Çünkü savaş para ile sürdürülebilir. Zamanın şartlarına göre savaş araç ve gereçlerini sağlamadan savaşa girmek, peşin olarak yengilgiyi kabul etmek demektir. İlk müslümanlar, günün şartlarına göre gerekli savaş malzemesini, kendi bağışlarıyla sağlamışlardır. Böylgece mallarıyla savaşı desteklemişler, canlarıyla da savaşmışlar; mal ve canlarını Allah yolunda fedâ etmekten çekinmemişlerdir. Bundan dolayı da onlar, Allah katında en yüksek dereceye ermişlerdir. “İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanların, Allah katında dereceleri daha büyüktür. İşte kurtuluşa erenler onlardır. Rableri onlara, kendisinden bir rahmet, rızâ ve içinde sürekli kalacakları, nimeti bol cennetleri müjdeler.” 3416
12) Cimrilik edip Allah yolunda infaktan geri durmak, küfür ve nifak alâmetidir. Kritik dönemlerde bundan kaçınanların, o kritik dönemlerden sonraki harcamaları da Allah katında makbul olmaz. Malları, dünyada da, âhirette de onların başlarına dert ve belâ olur. 3417
13) Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez. Herkes gücü ölçüsünde sadaka verir. Önemli olan, verilenin miktarı değil; verildiği niyettir. İhlâs ile verilen az sadaka, riyâ ve art niyetle verilen büyük paralardan iyidir.3418 Peygamberimiz (s.a.s.): “Bir hurmanın yarısı dahi olsa verdiğiniz sadaka ile kendinizi cehennem ateşinden koruyunuz!” hadisiyle, ihlâsla verilen sadakanın önemini belirtmiştir.
14) İsraf ve savurganlık kötü olduğu gibi,3419 bunların karşıtı olan “buhl” ve “şuhh” (cimrilik ve pintilik) de kötüdür.3420 Mü’min, daima orta yolu izler. 3421
15) Dünya tutkusu, mal yığma sevdâsı, gerçek dindarlıkla bağdaşmaz. “Ey iman edenler, hahamlardan ve râhiplerden birçoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah yoluna engel olurlar. Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onlara acı bir azâbı müjdele. O gün cehennem ateşinde bunların üzeri ısıtılıp (pullanır); bunlarla, onların alınları, böğürleri ve sırtları dağlanır. ‘İşte nefisleriniz için yığdıklarınız, yığdıklarınızı tadın!’ (denilir.)” 3422
Ebû Zerr-i Ğıfârî gibi bazı sahâbîler, bu âyete: “Ve sana Allah yolunda ne infak
3412] 9/Tevbe, 60; 24/Nûr, 22, 33; 59/Haşr, 7-8 ve bu konudaki hadisler ve sünnetteki uygulamalar
3413] 58/Mücâdele, 3-4
3414] 5/Mâide, 89
3415] 4/Nisâ, 92
3416] 9/Tevbe, 20-21
3417] 9/Tevbe, 53-55
3418] 9/Tevbe, 79
3419] 17/İsrâ, 26-27
3420] 17/İsrâ, 29; 59/Haşr, 9
3421] 31/Lokman, 19
3422] 9/Tevbe, 34-35
- 730 -
KUR’AN KAVRAMLARI
edeceklerini soruyorlar. De ki: ‘Af (yani, ihtiyacınızdan fazlasını veya helâl güzel olan şeyleri verin)’.”3423 âyetine dayanarak zekâtı verilmiş dahi olsa, ihtiyaçtan fazla mal biriktirmenin, haram olan “kenz/yığma” sayılacağını söylemiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de, kimin yanında ihtiyaçtan fazla şusu busu varsa, olmayanlara vermesini emretmiş, bu sözünü o kadar tekrar etmiştir ki, dinleyen sahâbîler, hiç kimsenin, ihtiyaçtan fazla bir şey saklamaya hakkı olmadığını sanmışlardır. 3424
16) Cizye, zimmet ehlinden alınan bir baş vergisidir. Yirmi yaşında altında ve elli yaşın üstünde olanlardan bu vergi alınmaz. Cizye verenler, savaşa katılmadan devlet güvencesi altında yaşarlar. Şayet bunlar ülke savunması için müslümanlarla birlikte savaşa katılır, yani askerlik yaparlarsa cizye vermezler.
17) Süs ve güzel rızıklar helâldir. 3425 Ancak, başkalarını kıskandıracak davranışlardan imkânlar ölçüsünde kaçınmak gerekir.
18) Şükreden zengin, sabreden fakirden; veren el, alan elden daha iyidir. “Allah’ın sana verdiği mal içinde âhiret yurdunu ara, fakat dünyadan da payını unutma!” 3426 âyeti, her iki cihan için çalışmayı emrettiği gibi, “Rabbimiz, bize dünyada iyilik ver, âhirette de iyilik ver!”3427 meâlindeki duâ âyeti de insana, iki cihan için de çalışmayı telkin etmektedir. 3428
“Dünya Hayatı, Dünya Malı ve Varlığı Sizi Aldatmasın!”
“Sahip olma” duygusunun tutkuya dönüşmesine “hırs” denir. İnsanoğlunun temel zaaflarından biri olan bu duygu terbiye edilmediği zaman, insanın gözünü, gönlünü ve zihnini bürüyerek onu esir eder. Onun, aşkınla olan, öteyle olan bağlarını birer birer koparır. Para, mal, makam, şöhret gibi her tür dünyalık onun duygu ve düşünce, basar ve basiretini dünyaya bağlayarak boynunda tasmaya, bileğinde kelepçeye, ayağında prangaya dönüşür. O, artık “dünyevîleşmiş” bir tiptir.
Dünyevîleşmiş tip, hiçbir dünyalığa sahip olamaz. Çünkü tüm dünyalıklar ona çoktan sahip olmuştur. Eşyanın emrine verildiği insan, eşyanın emrine girmiştir. Dünyanın efendisi olan insan, dünyanın kulu haline gelmiştir. Bu ise, insanın insanlığına karşı yapılabilecek en büyük hakarettir. İnsanın eşyaya kul olması, kula kul olmasından daha vahim bir sapmadır. İşte bu noktada "İslâm" insanı kendi zaaflarından korumak için devreye girmektedir.
Din’in gayesi, insanın “insanlığı”nı muhâfazadır. İnsanın insanlığı ise, biyolojik varlığından çok rûhî varlığıyla kaimdir. Dolayısıyla din, insanın geçici yanından çok; kalıcı boyutunu öne çıkarır. Sözkonusu boyut, metafizik anlamda, insanın hem mâzisi, hem ebedî istikbalidir. İlâhî öğretide beden, bu muhteşem mâziyi muhteşem bir istikbale taşıyan bir binektir. Bedenle ilgili olan her şey ise “dünya” olarak adlandırılır. Din’in amacı, dünyanın, insanla ebedî istikbali arasındaki bağları koparmasına engel olmak, eğer bu bağlar kopmuşsa onları yeniden bağlamaktır. Din, dünya ile âhiret arasındaki atılan köprüleri yeniden imar eder.
3423] 2/Bakara, 219
3424] Müslim, Lukata 18; Ebû Dâvud, Zekât 32; Ahmed bin Hanbel, 3/34
3425] 7/A’râf, 31-32
3426] 28/Kasas, 77
3427] 2/Bakara, 201
3428] S. Ateş, a.g.e., c. 5, s. 419-425
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 731 -
Peygamberler ise, insana ebedî istikbalini hatırlatan uyarıcılardır.
Dünyevî belâların çoğu, uhrevî cezaların tümü, dünya-âhiret dengesini kuramamak, dünyayı âhiret için yaşayamamak ve dünya hayatını gaye edinmekten kaynaklanır. Ancak gerçek iman ve sâlih amel, insanı dünya hayatının aldatmasından koruyabilir. Âhireti tercih eden, dünyayı kaybetmez. Çünkü insana verilen hilâfet görevi, yeryüzünü imar edip nimetlerinden yararlanmayı gerektirir. Sadece dünya hayatını isteyenler, haram, zulüm ve sömürü düzenleriyle insanlığı doğru yoldan çıkarttıkları gibi, müslümanları da dünyaya uydurmak isterler. Hâlbuki âhiretten kopuk bir dünya oyun ve eğlenceden ibarettir. Bir müslüman içinse dünya, İslâm’ı yaşamak, İslâm’ı hâkim kılma mücadelesi vermek (cihad), Allah yolunda hizmet ve meşrû şekilde çalışmak (ibâdet) içindir.
Allah, merhametini göstererek ikaz etmekte, dünyanın aldatıcılığını hatırlatmaktadır: “Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Babanın evlâdı, evlâdın da babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” 3429
“Dünya”ya, ister ‘yakın hayat’, ‘âhiretin önündeki hayat’ diyelim; isterse ‘ednâ’ kökünden alarak ‘en âdi, en değersiz, en iğreti en basit hayat’ diyelim; o insana ait istekler, arzular, şehvetler, uzun emeller ve bitip tükenmek bilmeyen hayaller olduğuna göre, gönül ile Allah sevgisi ve O’na itaat arasına perde olan her şey “dünya” sayılabilir. Akıllı insan, Allah sevgisi ile gönlü arasına girerek perde ve engel olabilecek bu imtihan dünyasına dikkat etmeli, aldanmamalı; onu kulluk bilinciyle değerlendirmelidir. Esas hayat, sonsuz hayat, en hayırlı hayat; sonraki hayatımız, yani âhirettir. Dünyada ekilenin orada biçileceğine göre, bu dünya hayatını âhiret bilinciyle yaşamalı, dünyadaki görevlerimizi yaparak, orası için hazırlanmalıyız.
“Zaman sana uymazsa, sen zamana uy” sözü gibi, “...Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalış!” sözü de Kur’an ve sünnetin dünya konusundaki değerlendirme ve tavsiyelerine terstir; bunlar bazen hadis diye takdim edilmektedir, Kütüb-i Sitte’de böyle bir hadis rivâyeti yoktur. Bazı insanlar da “Allah, nimetlerini kulu üzerinde görmekten hoşlanır” şeklindeki hadis rivâyetini, kendilerini gurur ve kibire, lüks ve isrâfa yönelten haramları nimet diye takdim ederek, farkında olmadan da olsa, davranışlarıyla Allah’a ve Rasûlüne iftira atma gibi büyük bir yanlışa düşebilmektedir. Bu hadisle cimrilik, malı gerektiği şekilde kullanmama, sadece biriktirmekten hoşlanma kınanmış olmakla birlikte; nimeti Allah yolunda ve meşrû bir şekilde kullanmak tavsiye edilmiştir. Ama unutulmak istenen “nimet” tanımıdır. Esas nimet; İslâm’dır, takvâdır, yardımlaşmadır, kötü değil; iyi örnek olmadır. Allah, her şeyden önce bu nimetleri kulu üzerinde görmek ister.
Dünya bir aynadır. Aynanın rengi, büyüklüğü, çukur ve tümsekliğine, arkasındaki sırların dökülüp dökülmediğine göre şekil aldığı/yansıdığı, görüntüleri farklılaştırdığı görülür. Bir şeyin önemi, fazileti veya fenalığı, başka bir şeyle mukayese yapılarak anlaşılır. Dünya konusundaki değersizlik, kendi başına ifade edilirse yanlış olur. Dünya, Allah’ın imtihan alanı olarak yarattığı ve nice muhteşem sanatlarını sergilediği bir alan olduğu gibi; insanın da halifesi olduğu, sınav
3429] 31/Lokman, 33
- 732 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yeri olan, helâl nimetlerinden istifade edileceği, imar ederek gelişme ve kalkınmalarda bulunulacağı bir yerdir. Dolayısıyla kötü ve değersiz değildir. Ama âhiretle karşılaştırıldığında durum değişir. Âhiret devamlı ve dünyadaki eksik ve olumsuzlukların olmayacağı sonsuz bir mutluluk yeri olduğundan, âhirete göre dünya önemsizdir. Dünyayı değerlendirmede âhiret inancı temel ölçüdür. O yüzden âhirete inanmayanlar, onu başka bir şeyle karşılaştırma imkânından mahrum oldukları için veya yoklukla (ölüm, onlar için yok olmaktır) karşılaştırdıklarında câzip gelmekte ve dünyayı yalancı cennet gibi kabul etmektedirler.
Dünyanın zemmi, başlı başına bir hayır değildir. Her konuda olduğu gibi dünya konusunda da ölçü: “Allah için sevmek, Allah için buğzetmek”tir. Eline geçmediği, sahip olamadığı için dünyayı kötüleyip tahkir eden kişi, erişemediği ciğere “pis” diyen kedi gibidir. Aslında eleştirisi, sevgisinden ileri gelmektedir. Yine, dünya, eline geçtiği halde, zaman akıp gidiyor, zamanla birlikte sahip olduğu dünyalıklar da azalıyor, eriyor diye teselli bulmak için kızdığından dünyayı kötülemek, dünyaya bağlılıktan kaynaklanmaktadır. Makbul olan tahkir, Allah için, Allah sevgisinden, âhiret sevgisinden ileri gelendir. İnsanın, Allah’ın mağfiretine, muhabbet ve ibâdetine engel olduğu için, dünyanın zarûrî işlerinin, kendisini uhrevî güzelliklerden alıkoyduğu için veya cennetin güzelliklerine nisbetle dünyayı basit görmek, makbul olan bakıştır. Nasıl ki, Hz. Yusuf’la güzel/yakışıklı bir adam karşılaştırılsa, çirkin göründüğü gibi, dünyanın kıymet verilen güzellikleri de cennetin güzellikleriyle mukayese edildiğinde “hiç” hükmündedir.
Dün, en sevdiğimiz gıdaları yemiş, eğlenmiş, günümüzü zevkle geçirmiş olsaydık, bugüne kalan hiçbir şey olmayacaktı, gafletle geçirilen, dolayısıyla kaybedilen zamandan başka. Hele o zevk ve eğlenmelerde ölçüye dikkat etmediysek, bugüne ve yarına kalacak olan sadece günah yükü olacaktı. Yok, dünü zorluk ve sıkıntılarla geçirmiş isek de bugün için pek bir şey değişmeyecek, hatta bu gün daha az sıkıntı içinde isek, dünle karşılaştırdığımızda bu, mutluluk sebebi olacaktı. Ve eğer o sıkıntılar Allah için idiyse ve sabrettiysek, bugüne ve yarınlara taşınacak kalan şey, sevaplar olacaktı. Hayat, dünler, bugünler ve yarınlardan ibaret olduğuna göre; dün geçmiştir, yok hükmündedir. Yarın yaşayacağımız meçhuldür, bugünü değerlendirmek ve âhirete azık hazırlamak en akıllı yol olsa gerek. Hayat oyun ve eğelenceden ibaret. Hayat oyunu bitmek üzere, göz perdelerimizin kapanmasına kim bilir, belki fazla bir vakit kalmadı. Zevkler, sanal; hayat ise bir oyun, masal, rüya. Bir varmış bir yokmuş.
İnsanın dünyevî olarak zarûrî ihtiyacı, beslenme/gıda, giyinme/tesettür ve ev/barınmadan ibaret olduğu ve bu gereksinmelerini israfa ve lükse kaçmadan helâl yoldan temin etmesi, kalan birikimlerini infak etmesi gerektiği halde, tüketim toplumunun bir ferdi olarak insan, günümüzde ihtiyaç labirentinde yolunu şaşırmaktadır. Alınır, tüketilir, tekrar alınır, alınır... Ömür biter, alınacaklar ve ihtiyaçlar(!) bitmez. Kimi savunmacı ve uzlaşmacı insanlar öyle derler: “Batılıların sadece tekniği alınmalı, ahlâk ve kültürü alınmamalıdır.” Düşünülmez ki, teknik ve teknolojik aygıtlar, dünya görüşü ve yaşama biçimiyle birlikte gelir. Zaten bunlar, belirli bir kültürün ürünüdür ve o arka plandan koparılamaz. Sözgelimi, “buzdolabı”, kültürüyle birlikte gelmiştir. Eskiden, artan yemekler, ertesi güne saklanamayacağından bir komşuya ve özellikle fakirlere verilirdi. İnsanlar, evlerine gıda depola(ya)mazlardı. Buzdolabı, “verme”yi unutturan “egoist” kültürüyle, kullananlara sadece kendini düşündüren yaşama biçimiyle geldi. Çamaşır
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 733 -
makinesi alınca ister istemez deterjan, yumuşatıcı, kireç sökücü gibi yan ürünlere de abone olacaksınız. Çamaşır için fakir komşuyu yardıma çağırıp onun da bu bahaneyle geçimine katkıda bulunma gibi düşünceler, makine alır almaz, artık aklınızın ucundan bile geçmeyecek. Örnekleri çoğaltabiliriz. Tv, radyo, kasetçalar, bilgisayar, kendileriyle birlikte hangi kültür, oyun, anlayış ve ahlâkı da kaçınılmaz olarak getiriyor, düşünmek yetecektir.
İnsanımız artık aklıyla değil; bin bir çeşit göz alıcı illüzyonlarla tahrik edilen “doymak bilmeyen gözleriyle” düşünüyor, daha doğrusu düşündüğünü zannediyor. Çarşılar, pazarlar, marketler, vitrinler de insanın bu midesi olmayan gözlerine nasıl hitap ediyor? Başkalarına (kendinden maddî yönden öndekilere) bakıyor bu gözüyle düşünen insan ve mukayese ediyor: “Onda var, bende niye yok?” ve daha çok harcamak için daha çok çalışması, çalışması, çalışması gerektiğini görüyor. Sonra bakıyor ki, çalışarak kazanılan para “ihtiyaç” maskesini takmış “gereksiz” veya “olmasa da olur”lara yetmiyor, çalışmadan para kazanmanın yollarını arıyor. Herkes bir başkasını kandıracak yollar aramaya başlıyor. Kumarın binbir çeşidi, sahtekârlığın hiç akla gelmeyecek şekli, insanları en yakınlarına bile itimat edemeyen, yardım edemeyen, borç veremeyen duruma getiriyor. “Haram” mı, “ayıp” mı? O da ne demek? Güldürmeyin insanı! Hangi devirde, hangi kültürde yaşıyoruz?
Tüketim hastalığının mikrobu, moda, âdet, “ele güne karşı”, “iyi ama, herkeste var” ambalajlarıyla öyle çabuk bulaşıyor ki, kimini cebinden, kimini yüreğinden yaralıyor, hatta öldürüyor. Kendi değerini, eşyasının ve elbisesinin değeriyle ölçen insanlar, eşyasını ve giysisini teşhir ediyor; sözgelimi oturma odalarına, en dikkat çeken karşı duvara konulan vitrin, belki hayat boyu hiç kullanılmayan ve sadece göze hitap eden mutfak eşyalarının fuarı rolünü üstleniyor. Arabada motor olmasa da önemli değil; kaporta fiyakalı olsun yeter; insan, dış görünüşe, vitrine, makyaja değer vermeden çağdaş olabilir mi, ne dersiniz? Anadolu evlerinin çoğunda yer sofrasında yemek yenildiği halde, odanın biri veya büyükse salonun yarısı, süs ve gösteriş olsun diye yemek odası olarak düzenlenmiştir. Koltuklar da, evdeki hayatı daha rahat kılmak için değil; zorlaştırmak içindir. O halılar ve koltuklara şu kadar para verilmiştir, çoluk çocuk rahatça oturup keyfini çıkaramaz; annenin gözü oradadır, ya kirletirlerse...
En fakirimizin evindeki eşyalara verilen parayla, sahâbe belki hayat boyu, hem de huzur ve şükür dolu şekilde yaşardı. Herkeste benzeri şeyler olduğundan, modanın temel felsefesi olan farklı ve özel görünme tutkusunun sanallığını, eşyaya daha çok sahip olmada başkalarına ulaşılmaz fark atma imkânsızlığının ıstırabını yaşıyor. Kullan at; al, yine al; yarışın sonu gelmiyor, ihtiyaçlar(!) tükenmiyor; âhirete yatırım yapamadan insan ölüp gidiyor.
Sadece moda için dökülen parayla neler yapılmaz? Hangi müslüman hanımın evindeki gardrobda boş yer vardır, buna rağmen alma isteği azalıyor mu dersiniz? Çeyizler, düğün ve evlilik için gerekli gereksiz masraflar... Kimileri için olmazsa olmaz ihtiyaç olan sigaraya yatırılan para, meselâ kitaba yatırılsa, vücudu zehirlemektense kafayı ve gönlü güçlendirse bu para, neler olur dersiniz? Eşya, para kötü bir şeydir demiyoruz. Eşyanın, maddenin, paranın insanı yöneten efendi olmasına, bunların insan için değil; insanın bunlar için yaşıyor, bunlar
- 734 -
KUR’AN KAVRAMLARI
için çalışıyor olmasına sözümüz. Onlar hâkim, insan mahkûm ve hizmetçi. Oyuncak, insanla oynuyor. Mal, insanı, insanî değerleri yutuyor. Dünyevîleşme çarkı, insanımızı değirmen gibi öğütüyor. Düşünmeyi, okumayı, ibâdeti... engelleyen tv. başta olmak üzere medya ve reklâmlar... Taksitleri, ay sonunu düşünen insan, dünyada varoluş gayesini düşünemiyor.
Her konu paraya çıkıyor; söz, ufak bir tur attıktan sonra para durağında düğümleniyor; gönül plağı parada parazit yapıp takılı kalıyor. Lüks hayat, daha rahat yaşam, dipsiz bir kuyu, bir girdap, tatminsizlik cehennemi, bitmeyen, ama insanı bitiren sonsuz yarış. Yiyen ama doymayan insan, kendine/nefsine/hevâsına kul/köle. Para para diye paralanan insan, şükrü unutmuş, sabrı lügatından silmiş, şikâyetin ise binbir çeşidini tekrarlamakta. “Alma tutkusu”, “verme zevki”ni katletmiş. Hırs ve tamahın sonu yok. “İnsanoğlunun iki vâdi dolusu altını olsa, üçüncüsünü ister” kutlu sözü ibret levhası olmaktan çıkmış. Sahâbe birbirleriyle hayırda yarışıyordu; şimdiki insan ise fâni eşyada yarışıyor. Akıl, midelerin hizmetçisi; gönül, vicdan ve fıtratın sesi çıkmıyor; demek ki duyguların esiri olarak hapis hayatı yaşıyor bunlar.
Dünkü lezzet veya acı, bugün yok hükmünde. Akıllı, bazı istek ve zevklerini ertelemesini bilen, az önemli ile çok önemliyi ayırt edebilen insandır. İnsan, en çok 60-70 yaşında hükmü infaz edilecek müebbet hapisteki bir idam mahkûmu gibi gününü bekliyor. Ölüm olmasa, belki bazı zevklerin kıymeti olabilir; ama ölüm var, ruh ve ego ise sonsuzluk ve yarınlarda mutluluk istiyor. Bir çelişki doğuyor. Temel çatışma denilen bu durumdan kurtulmak için insan, sonunu, yani ölümü hatırlamak istemeyip unutmaya çalışmak için eğlenceye, içki ve uyuşturucuya, futbol-müzik-tv. seyretmek gibi avutucuya yöneliyor; bu temel çatışmadan ölümü yok sayarak kurtulmaya çalışıyor. İslâm insanı ise, bilir ki, ölüm yokluk değil; daha güzel, daha hayırlı ve ebedî bir âleme açılan kapıdır. Dolayısıyla böyle bir çatışma, gerçek müslüman için sözkonusu değildir.
“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlü’ne iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih. Mü’minleri (bunlarla) müjdele.”3430 İki yol var: Biri dünyevîleşme, dünyayı âhirete tercih; ikincisi ise dünyayı ebedî hayatın kapısı yapmak. Bugün yol ayrımındayız: Ya nefsimiz veya Rabbimiz. Ya geçici menfaat veya dâvâ. Ya fâni olan, ya bâki olan. Tercih bize kalmış. Tercihini Allah’tan yana yapanlara selâm olsun!
"Mal adama hem dost, hem düşmandır." (Atasözü)
"Mal bulunur, can bulunmaz." (Atasözü)
"Mal canı kazanmaz, can malı kazanır." (Atasözü)
"Mal canın yongasıdır." (Atasözü)
"Mal ile insan, insan olmaz." (Atasözü)
"Mal kazanılmakla şan kazanılmaz, kişi kerim gerek." (Atasözü)
3430] 61/Saff, 10-13
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 735 -
"Malı malla, canı canla tartmalı." (Atasözü)
"Malın bekçisi zekâttır." (Atasözü)
"Malını iyi sakla, komşunu hırsız etme." (Atasözü)
"Malını yemesini bilmeyen zengin, her gün fakirdir." (Atasözü)
"Malını yemiş de onmuş var mı?" (Atasözü)
"Dünya malı dünyada kalır." (Atasözü)
"Dünya varlığına güvenilmez." (Atasözü)
"Dünyada tamah varken, dolandırıcı açlıktan ölmez." (Atasözü)
"Dünyanın kavgası para üstüne." (Atasözü)
"Nâmussuzca bir düzenle edinilen mal elde kalmaz."
"Bir imâret göster bana kim sonu viran olmaya.
Kazan şol malı kim senden dökülüp geri kalmaya."
"Mal çok yığma, hazer eyle (kaçın) azâbından kim,
Renci (zahmeti) artar ağır oldukça yükü hammâlın."
"Ne yaparsın dünya malı bîhûde / Yığmayan da gamlı, yığan da gamlı."
"Nitekim yağınca kar örter izi / Çün mal irkile örter olur gözü."
"Müjde o kimseye ki, İslâm hidâyetine ulaşmış, geçimi yetecek kadar verilmiş ve buna kanaat etmiştir." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Her gün bir melek: 'Ey Âdemoğlu, sana yetecek kadar az varlık, seni azdıracak çoktan hayırlıdır' diye seslenir." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Şüpheli şeylerden sakın, insanların en âbidi olursun. Kanaatkâr ol, insanların en çok şükredeni sayılırsın. Kendin için sevdiğini başkaları için de sev ki, mü'min olursun." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Bir şey bütün bütün elde edilmezse, tümüyle de elden kaçırılmaz."
"Kanaatten nasibi olmayanı dünya malı nasıl zengin eder?"
"Kanaat, tükenmeyen hazinedir."
"Kanaatten hiç kimse ölmedi, hırsla da hiç kimse pâdişah olmadı."
"Elün vârınan eyle kanaat / Şükür kıl itme devrândan şikâyet."
"Bizi yalnız kanaatler mutlu eder."
"Yeryüzünde ıstırapların çoğu, aza kanaat etmemekten doğar."
"Kanaatten nasibi olmayanı dünya malı nasıl zengin eder?"
"kime yeteri kadar az gelirse, ona hiçbir şey yetmez."
"Yetişir kanaat devlet istersen / Tükenmez âlemde ni'met istersen."
"Kanaattir nefse yular demişler."
- 736 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Âhirete nisbetle dünya, sizden birinizin parmağını denize daldırması gibidir. Dikkat etsin, o, parmağıyla neyi geri getirebilir?”
“Ebedî olan âhirete inandığı halde bütün mesâisini aldatıcı olan dünyalık için harcayanlara alabildiğine şaşarım.”
“Hastaları ziyaret edin. Cenazeleri de takip edin. Bu, size âhireti hatırlatır.” (Hadis-i Şerif)
“Akıllı insan, kendini hesaba çeken ve ölüm sonrası için çalışandır.”
“Önünüzde çok zor ve güç bir yokuş var. Ancak yükü hafif olanlar onu aşabilecektir.”
“Dünya derin bir denizdir. Çok kimse burada boğulmuştur. Bu deryada boğulmaktan kurtulmak için gemin takvâ, yatağın iman, yelkenin Allah’a tevekkül olsun ki, batmaktan kurtulabilesin. Yoksa kurtuluş zordur.”
“Dünyayı kendinize efendi edinmeyin ki, o da sizi kendisine köle etmesin. Servetinizi kaybolmayacak yerde toplayın.”
“Hasta adam, hastalığı sebebiyle yemeğin tadını alamadığı gibi, dünyaya meyleden de dünya sevgisi sebebiyle ibâdetlerin tadını alıp zevkine varamaz.”
“Dünya, bir cîfedir. Ondan bir şey isteyen, köpeklerle dalaşmaya dayanıklı olmalı.” (Hz. Ali)
“Biz öyle kimselere yetiştik ki, onlara göre dünya, sahibine iâde edilmek üzere emanet edilmiş bir şey idi. Kolayca ve hafifçe âhirete göçmeleri de bundandı.” (Hasan-ı Basrî)
“Dünyanın, ellerinde emanet olduğunu bilen ve onu sahibine, teslim edip de usulca ortadan ayrılanlara Allah rahmet etsin.”
“Dünyanın lezzetini, zevkini, saâdetini, rahatını isterseniz, meşrû dairedeki keyifle yetinin. O, keyfe kâfidir.”
“Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fânî dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.”
“Dünya bir misafirhanedir. İnsan onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir. Kısa bir ömürde ebedî hayata gerekli olan levâzımatı tedârik etmekle mükelleftir.”
“Ehl-i iman için dünya, seyyar bir ticaret yeri ve kısa bir müddet için yol üstünde kurulmuş bir pazardır.”
“Şu dünya; imtihan meydanıdır ve hizmet yeridir; lezzet, ücret ve mükâfat yeri değildir.”
“Dünyanın âhirete bakan yüzüyle, ilâhî isimlere bakan yüzünü sevmek, noksanlık sebebi değil, olgunluk işaretidir. Böyle bir sevgide ileri gitmek, ibâdet ve mârifetullahta ilerlemektir.”
“Dünya büyük bir okuldur. Orada herkes, hayatı boyunca öğrencilikten kurtulamaz.”
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 737 -
“Dünya, sonsuzluk içinde küçük bir parantezdir.”
“Dünya, kâmil mü’minin kıymetsiz oyuncağı, gâfillerin değersiz salıncağıdır.”
“Dünya, ‘bir gün’ gibi çabucak geçecek, Kur’an’ın ‘yarın’ dediği gün uyanacak, ‘dünya’ için ‘dün ya!’ diyeceksin.”
“Bu âlemin gerçekliği, dün gece gördüğün rüya gibidir.”
“Dünya, uykudaki rüya, veya zevâle mahkûm bir gölge gibidir. Aklı başında olan buna aldanmaz.”
“Dünya sana oyuncak olarak verilmişken, oyuncak seni oynuyor!”
“Bütün dünya bir oyun sahnesidir. Kadın erkek bütün insanlar da sadece oyuncular. Herbirinin giriş ve çıkış zamanları vardır.”
“İnsan dünyada ancak dünyaya boş verdiği zaman mutlu olur.”
“Yürü fâni dünya, sana gelende gülmüş var mıdır?”
“Kabrin arkası için çalışın. Hakiki saâdet ve lezzet oradadır.”
“Dünya hakkında zühd ve kanaat sahibi olmak kadar şeytanın belini kıran bir şey yoktur.”
“Dünya âhiretin bir şantiyesi mesabesindedir.”
“Fâni denilen bu dünya, beka denilen yerin levâzım ambarıdır.”
“Dünya bir tahteravallidir.”
“Böyledir dünya nizâmı, gelen gider, giden gelmez.”
“Bu dünyaya aşırı tutkun olup meyletmek, insanın kalbinden imanın tadını çıkarır.”
“Dünya kalbe yerleşince, âhiret kalpten göç edip gider.”
“Bu dünyaya kiracı gibi yerleş. Ev sahibi gibi yerleşirsen gitmesi zor olur.”
“Dünyaya itimat etme. O, çoklarını aldattı. Gün gelir seni de aldatır, tedbirli ol.”
“Kim dünyaya evlenme teklifinde bulunursa, dünya ondan mehir bedeli olarak, dinini ister.”
“Dünyanın karakteri, önce yaldızlı şeylerle aldatıp sonra helâk etmektir. O, kendini beğendirmek için süslenip püslenen, evlendikten sonra da kocasını öldüren bir kadına benzer.”
“Ey dünya! Ne kadar utanmaz ve kötüsün. Besliyor, yetiştiriyor, hem de öldürüyorsun.”
“Dünya mıknatıs gibidir, bütün samanları çeker; ancak özlü buğday, onun çekişinden kurtulmuştur.”
“Kişi bu dünyaya tenezzül etti mi, bala kapılmış sineğe döner.”
- 738 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Bir köhne köprüdür bu cihan ki, gelen geçer.”
“Dünya malı çok olanın, aldanma dünyasına.
Dünya benim diyenin, gittik dün yasına.”
“Kısmetindir gezdiren yer yer seni,
Göğe çıksan, âkıbet yer yer seni.”
“Sen ister boynuna ip tak, diler cevherli kordon tak,
Bu dünyadan nasîbin en nihayet bir avuç toprak.”
“İşin gücün daim yalan, Çok kişiden arta kalan;
Nice kerre boşalıben Dolan dünya değil misin?”
“Kim umar sefâyı senden, yalan dünya değil misin?
Enbiyânın seyyidini, alan dünya değil misin?
Kaydedip halkın özüne, toprak değil misin?
Ehl-i gafletin yüzüne, gülen dünya değil misin?
Kimisini nâlân eden; kimisini giryân eden;
En sonunda üryan edip, soyan dünya değil misin?” (Yunus Emre)
“Zen gibi şîve-i şehvetle alan dünyayı,
Vaz’-ı haml etme gibi vermede feryâd eyler.”
“Dünya bir gemi, akıl yelkeni, fikir dümeni, kullan kendini göreyim seni.”
“Bunca varlık var iken bitmez gönül darlığı.”
“Dünya malı dünyada kalır.”
“Dünyaya esir olan âzâd olmaz.”
“Dünyada eken âhirette biçer.”
“Dünyanın üstü varsa altı da var.”
“Bugün dünya, yarın âhiret!”
“Bazıları ‘dünyada mekân, âhirette iman’ der; ama doğrusu şöyle olmalı: ‘Dünyada sağlam iman, Âhirette cennet gibi mekân.”
“Dünyada hırs ve tamah varken, dolandırıcılar açlıktan ölmez.”
“Bir başka âlemin bekleme odasıdır bu dünya”
“Dünya terzi dükkânı, ölçüyü veren gider.”
“Kim dünyaya mâlik olursa yorgun düşer, kim dünyayı severse ona kul olur, dünyanın azı yeter, çoğu da zengin yapmaz.”
“Âhirette mü’mini bekleyen nimetler, güzellikler yanında, dünya hayatı ne kadar güzel ve şâşaalı bile olsa, zindan gibi kalmaktadır.”
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 739 -
“Ey insan! Dünyaya kalıbınla sahip ol; fakat kalbini ve himmetini ondan ayır.” (Abdullah bin Ömer)
“Mü’min, dünyada, doktoru yanında olan bir hastaya benzer. Doktoru, ona faydalı olanı ve olmayanı bilir. Hasta kendisine zararlı bir şeyi isterse ona engel olur. Mü’minin hali de buna benzer. O, birçok şeyi arzu eder; ama imanı, ona zararlı olan şeylere mâni olur. Ölünceye kadar, bu böyle sürer gider.” (Selmân-ı Fârisî)
İki dünyalılara, iki dünyası arasında denge kuranlara selâm olsun!
"İktisâda (tutumluluğa) riâyet eden kimse fakir olmaz." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Yoksulluk korkusu ile ömrünü servet toplamak peşinde harcamak fakirliğin ta kendisidir."
"Kim borçlu bulunan fakire mühlet verir veya alacağından indirim yaparsa, Allah, kendi himâyesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde o kimseyi arşının altında gölgelendirir." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Kişinin günahları çoğaldığı vakit (günahlarına keffâret olarak) Allah Teâlâ onu geçim sıkıntısı ile imtihan eder." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Günahlardan öyleleri vardır ki, onları ancak geçim sıkıntısı uğrunda çekilen zahmetler mahveder." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"İnsan, nefis ve benlikten fakir olmalıdır. Dünya malından değil."
"Fakirlik, bütün elemlerin beşiğidir."
"Bir öksürük, bir de yoksulluk gizli tutulamaz."
"Suçların anası yoksulluksa, babası da kafa yoksulluğudur."
"Bu dünyada kanadı kopmuş kuş, kurumuş ağaç, suyu çekilmiş havuz, dişleri dökülmüş yılan ne ise, fakir insan da odur."
"Yoksulluğun hüküm sürdüğü yerde ne utanma kalır, ne işlenmedik suç, ne namus, ne de ruh."
"Fakirliğin tahrip etmeyeceği erdem yoktur."
"Fakirin malına göz dikme. Fakir ekmeği acıdır, zehir gibi."
"Gedâyuz şâha baş eğmez dil-i âgâhımuz vardur;
Fakir isek ne gam, ey dil bizüm Allah'ımuz vardur."
"İnsanların sözde dostları vardır; yoksulluk onları uzaklaştırır."
"Fakir zengini taklide girişti mi, mahvolur."
"Yoksulun kitabında sevincin ömrü kısadır."
"Yoksulluk, bu devreyi geride bırakmış kimselerin sık sık değindiği bir niteliktir."
"Yoksulluk, en öldürücü ve en inatçı hastalıktır."
"Kaybedecek bir şeyi olmayan insandan korkulur."
- 740 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Yoksulluğa katlanmak ayıp değildir; ama ondan kurtulmayı bilmemek ayıptır."
"İnsanın çok şeyi olmayınca, elinde olup bitenin de değeri artar."
"Dünyanın en yoksul insanı, paradan başka hiçbir şeyi olmayandır."
"Yoksulluk, neşeli ise yoksulluk değildir."
"Aza sahip olan değil, çoğu isteyen yoksuldur."
"Ne mutlu fakirlere ki, bizim azıklarımızı ücretsiz olarak âhirete götürüveriyorlar. Hatta huzûr-ı İlâhî'de mîzâna konuluncaya kadar taşıyorlar."
"Yoksulların bazısı yalan söylememiş olsaydı, onu boş olarak çeviren iflâh olmazdı." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Bizim gibi bir sürü şeye ihtiyacı olan insanlara karşı dilenci konumuna geçmek ne kadar yanlış. Güzel ve doğru olan fakirlik, Allah'a karşı fakirliğini hissedip O'na yalvarmaktır, nefis ve benlikten yana fakir olmaktır. Allah böyle fakirleri sever."
"Fakirlikten şikâyet edenlere sormak lâzım: 'İki gözünün kör olup bir milyar doların olsun, ister misin? Aklını ve dilini satın almaya kalkan olursa kaça satarsın? Hele dinsiz olup cenneti satsan kaç para istersin? Öyleyse, milyarlarca altın değerinde Rabbinin nimetleri varken, fakirlikten şikâyet etmeye utanmıyor musun?"
"Dünyada fakir ve rezil olmaktan korkuyorsun da, âhirette fakir, rezil, rüsvay olmaktan korkmuyor musun? Hâlbuki kulun âhirette iyi amellerden fakir düşmesi ve rezil olması, onun dünyada fakir ve rezil olmasından daha korkutucu ve utanç vericidir."
"İnsanlar, fakir olmaktan korkarak dünyalık için çalıştıkları kadar cehennemden korkup korunmak için âhirete çalışsalardı, mutlaka Cennete girerlerdi."
"Fukarâya 'Evine it girdi, yetiş' demişler. 'Kapıyı örtün, açlıktan gebersin' demiş." (Atasözü)
"Yokluk varlıkta, güçlük darlıkta." (Atasözü)
"Fakir adam, hazır şeytan." (Atasözü)
"Fakir, eline bakarsa, sen kesene bak." (Atasözü)
"Fakiri doyur da ne yapacağını düşünme." (Atasözü)
"Fakirlik ateşten gömlektir." (Atasözü)
"Fakirlik ayıp değildir, tembellik ayıptır." (Atasözü)
"Fukara kalbine her kim dokuna, dokuna sînesi Allah okuna." (Atasözü)
"Fukaralara veren Allah'a verir." (Atasözü)
"Fukaranın âhı tahttan indirir şâhı." (Atasözü)
"Fukaranın cebi boş, kalbi doludur." (Atasözü)
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 741 -
"Fukaranın tavuğu tek tek yumurtlar." (Atasözü)
"Züğürt olup düşünmektense, uyuz olup kaşınmak yeğdir." (Atasözü)
"Züğürtlük zâdeliği (beyliği, zengin çocuğu olmayı) bozar." (Atasözü)
"Züğürdün gönlü yufka olur." (Atasözü)
"Bu dünyâ fânîdir, tez gelir geçer. / Bu bahçenin sonu fenâdır bülbül."
"Esas fakirlik, fakir olmaktan korkmak; esas zenginlik ise Allah'a güvenmektir."
"Bir işi çok iyi bilen, bildiği işten kâr eden, kâr ettiği işe ortak alan, ortaklarına âdil kâr dağıtan, dünyanın en büyük şirketini kurabilir."
"Yoksulluktan şikâyet eden müslümana demek lâzım ki: 'Cennete müşteri olanın sermayesi, yatırımı ne kadar çoktur, bunun kıymetini bil."
"Zengin, çok mala sahip olana denmez; zengin kalbi olana denir." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Zengin, bilgisi çok olan insandır." (Hz. Ali)
"Zengin adam, elindekini yeterli görendir."
"Zenginlik, dünya köleliğinden âzâd olmaktır."
"Dünyanın en zengini, iktisadı bilen, en yoksulu cimri olan insandır."
"Muhâcirlerin fakirleri, zenginlerinden beş yüz yıl önce Cennete girecek." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Benimle dünyanın misâli, bir adamın haline benzer ki, o bir ağacın altında biraz gölgelenmek istemiş, sonra ağacı terkederek kalkıp gitmiştir."
"Bir ülkede vahiyden, akıl ve sanattan çok maddî servete kıymet verilirse, bilinmelidir ki, orada keseler şişmiş, kafalar boşalmıştır."
"Ne kadar zengin olsan, ancak yiyebileceğin kadar yersin. Denize testiyi daldırsan, alabileceği kadar su alır, gerisi kalır."
"Ye kürküm ye misali, her mecliste buyur derler zengine."
"Ben erdemden başka zenginlik tanımıyorum."
"İki şeyin hazmı çok güçtür. Biri zenginlik, diğeri şöhret."
"Akılsızlara, zenginliğin iyiliği yerine, kötülüğü dokunur."
"Zenginlik, geçici bulutlar gibidir."
"Zenginlik, gurbeti vatan, yoksulluk vatanı gurbete çevirir." (Hz. Ali r.a.)
"Çoluk çocuktan, maldan veya benzeri şeylerden her ne ki seni Rabbinden alıkorsa, bil ki o senin için hayırsızdır/uğursuzdur."
"Mevki ve zenginlik, çoğu zaman yüz kızartıcı hareketlere karşı alınan rüşvettir."
"Servetin toplandığı yerde, çoğu zaman insanlar ahlâkını yitirir."
- 742 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Zengin olmak istiyorsan, kazanmayı düşündüğün kadar biriktirmeyi de düşün."
"Hayatın en büyük trajedisi, yoksulluk değil; zenginliğe doyamamaktır."
"Bir yılda zenginleşmek isteyen altı ayda asılır."
"Dünyanın en zengini, tutumu bilen; en yoksulu cimri olan insandır."
"Zengin adam, elindekini yeterli görendir."
"Zekâ ve ruh bir kitaptan ne kadar etkilenirse, insan o kadar zenginleşmiş olur."
"Servet, eziyet çekene, çalışıp çaba gösterene gözükür."
"Zenginliğe açılan kapı küçüktür; oraya girmek için eğilmek gerekir."
"İnsan ancak kendini harcayarak zenginleşir."
"Hiçbir iyi adam, birden zengin olmamıştır."
"Zengin yaşamak, zengin ölmekten daha iyidir."
"Yeteneklerinizi biliyorsanız kolaylıkla ilerleyebilirsiniz. Kalabalığa bakın, azimli yürüyene herkes yol gösterir."
"İlimsiz, hünersiz zenginler de bir çeşit fakirdir."
"Zenginlik, kullanılacak bir silâhtır; tapınılacak bir mâbut değil."
"Huzur dolu bir kalple bir parça ekmek, vicdan azâbı ile beraber olan zenginlikten bin kere bin kere bin daha iyidir."
"Akılsızlara, zenginliğin iyiliği yerine kötülüğü dokunur."
"Büyük servetler, çoğu zaman insanı yalnızlaştırır."
"Servetim olsun isterim; haksızlıkla, haramla zengin olmayı, asla!"
"Servetin batırdığı insan sayısı, kurtardığından elbette fazladır."
"Zenginlik, soysuzları daha çok soysuzlaştırır."
"Zenginlik, nice ahmaklara zekânın maskesini giydirir."
"Mâlik olduğundan fazla bir şey istemeyen insan zengindir."
"Fakir suya düşse çıkamaz kirden; Zengin arabasını aşırır kırdan; Topal zengin iyi, sağlam fakirden."
"Zengin arabasını dağdan aşırır, züğürt düz ovada yolunu şaşırır." (Atasözü)
"Zengin helvasını baldan pişirir; züğürt derman için pekmez bulamaz." (Atasözü)
"Zengin kesesini döver, züğürt dizini." (Atasözü)
"Zengin olana, kölesi bile düşmandır." (Atasözü)
"Zengin, fakirin halinden ne bilir?" (Atasözü)
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 743 -
"Zengine dokun geç, fakirden sakın geç." (Atasözü)
"Zenginin gönlü oluncaya kadar fukaranın canı çıkar." (Atasözü)
"Zenginin horozu bile yumurtlar." (Atasözü)
"Zenginin malı, züğürdün çenesini yorar." (Atasözü)
"Zenginin malı, züğürdün evlâdı." (Atasözü)
"Nice zengin geceleyenler, ertesi gün fakir olurlar."
"Hayırlı para, insanın kendisine, ailesine ve geçimine harcadığı paradır." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Para her şeyi yapar' diyen adam, para için her şeyi göze alan adamdır."
"İnsanlar sahte para yaparlar, ama çok kere para da sahte insanlar meydana getirir."
"Para yağmuru altında çok şeyler delinir."
"Para adama akıl öğretir; esvap, yürüyüş." (Atasözü)
"Para ile imanın kimde olduğu bilinmez." (Atasözü)
"Para ile dağlar gülistan olur." (Atasözü)
"Para insanı ipten kurtarır." (Atasözü)
"Para para diyerek param parça olacak." (Atasözü)
"Para parayı çeker." (Atasözü)
"Paralı adamdan dağlar bile korkar." (Atasözü)
"Paranın gördüğü işi kimse göremez." (Atasözü)
"Parası aziz olan, kendi zelil olur." (Atasözü)
"Parasızlık, adama her şey yaptırır." (Atasözü)
"Parayı veren düdüğü çalar." (Atasözü)
"Akçesi ak olanın bakma yüzü karasına." (Atasözü)
"Akçenin gittiğine bakma, işin bittiğine bak." (Atasözü)
"Akçe sayış, kaftan yürüyüş öğretir." (Atasözü)
"Ak akçe kara gün içindir." (Atasözü)
"Paralı olmak ve onun bekçiliğini yapmak üzüntü doğurur."
"Sermayesiz zindan açılır; dükkân açılmaz." (Atasözü)
"Bir insan, 'para her şeyi yapar' dedi mi, her şey belli olmuştur: O adamın parası yoktur."
"Paradan daha önemli şeyler vardır. ne çare ki, çoğu zaman onları satın almak için de para gerekiyor."
"Cebiniz delikse, onu para ile doldurmanın bir yararı yoktur."
- 744 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Altın altın deyip durma, altında kalırsın." (Atasözü)
"Altın leğenin kan kusana ne faydası olur? (Atasözü)
"Altından ağacın olsa, zümrütten yaprak / Âkıbet gözünü doyurur, bir avuç toprak." (Atasözü)
"Altın ve gümüş, münâfıkların yularıdır; onlarla çekilip Cehenneme götürülürler."
"Altın eli bıçak kesmez." (Atasözü)
"Parayı üstün tutan kimseyi Allah zelil eder."
"Parayı domuzun boğazına takmışlar da, 'Domuz ağa' diye çağırmışlar." (Atasözü)
"Son ağaç yıkılıp, son nehir kirletilip son balık da tutulduktan sonra, paranın yenmediğini anlayacaksınız." (Kızılderili Atasözü; Greenpeace'in sloganı)
"İnsanoğlunun hiçbir icadı, para kadar fesat verici değildir."
"Para, gübre gibi etrafa yayılmazsa işe yaramaz."
"Para, çok kimseye kötü yollar öğretir."
"Paranın değerini anlamak isterseniz, borç almaya çalışın."
"Her para kazanan, para yığınını çoğaltmak ister."
"Para, adamı pek çabuk rezil eder."
"Kullanamayacak olduktan sonra, para nene gerek?"
"Para önden gidip, insana bütün yolları açar."
"Para kader işidir; masal gibidir; bir varmış, bir yokmuş"
"Eldeki para hürriyetin âletidir. Fakat peşi kovalanan para, tam tersine kölelik âletidir."
"Parası olanın yarası olmaz."
"Mevkîlerini para ile satın alan kişiler, masraflarını geri almanın yoluna düşerler."
"Para vererek ölümden, ağır hastalıklardan, yaklaşan ağrılı yaşlılıktan kurtulanamaz."
"Dünyada hem yokluğu, hem çokluğu kötü yalnız bir şey vardır: Para."
"Dünyadaki bütün kapıları açan anahtar, paradır."
"Kalmadı artık paranın nazarımda kadri / Kirli ellerde görünce paradan iğrendim."
"Lekeli bir paranın insana sürekli bir faydası olamaz."
"Parasız kalmamak istiyorsan ihsandan değil; ikrâzdan (borçlanmaktan) çekin."
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 745 -
"Parayı yönetmesini bilmeyen bir adamı mahvetmenin en emin yolu, ona biraz para vermektir."
"Kapitalizmde fertler, sosyalizmde devlet, İslâm ekonomisinde millet zengin olur."
"Müslüman, materyalistlerin putlaştırdığı parayı esir alıp İslâm’a köle etmeden süper güçlere kafa tutamaz."
"Birikmiş para ya bizi idare eder, ya bize itaat eder."
"Para sevdâsında olmayan kişi, her nerede olursa olsun selâmettedir."
"Paranın neler yapacağını düşünmek ne kadar tatlıdır."
"Para olmadan onu harcamaya başlama."
"İnsana paraya davrandıkları gibi davrananlar, onu harcamak için kazanırlar."
"Para en iyi dost ve en tehlikeli düşmandır."
"Para, iyi bir uşak, kötü bir efendidir."
"Para, ya bizim başımızın belâsı, ya da bizim hizmetkârımızdır."
"Para, insana hizmet eder, ya da hükmeder."
"Paranın en büyük değeri, paraya gerçek değerinden daha yüksek bir değer tanıyan bir dünyada yaşamamızdan ileri gelmektedir."
"Para, dünyada bin ayıp örter."
"Bir tek kuruşu gözünüze yaklaştırırsanız, evrenin en büyük yıldızını gizler."
"Saçarak paranı nâhak yerde / Olma muhtâc sakın nâ-merde."
"Uzun ve ağır bir emekle, alın teriyle kazanılmış parayla; kaldırımda rastgele bulunmuş paranın değeri aynı mıdır?"
"En dar zamanlarda bile münâsebetsiz işlere harcanacak devlet parası vardır."
"Sadece paranın hükmettiği yerde yasalar ne yapsın?"
"Budala ile parası, uzun zaman bir arada duramaz."
"Parasız, düşünür; paralı da iki misli düşünür."
"Para, büyük bir iğfâl vâsıtasıdır."
"Arkadaşlarınızı muhâfaza etmek istiyorsanız; ne para verin, ne para alın."
"Parasız kalmanın dehşetini duymamış adamlar, harp ateşini tatmamış askerlere benzerler."
"Para, naz, nimet çok devam etmez."
"Her şeyin para ile ölçüldüğü bir yerde toplumsal adâlet ve huzur hiçbir zaman gerçekleşemez."
"Parasız adam, oksuz yay gibidir."
"Paranın, insana işletemeyeceği suç yoktur."
- 746 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Akçenin değerini ancak üstündeki pas belli eder."
"Her para sermaye değildir. Sermaye, her zaman paraya hâkimdir. Paralı kimseler de paralanır."
"Bir insan için, 'dostlarından çok parasına bağlıdır' diye bilinmekten daha utandırıcı şey olur mu?"
"Bir budala para kazanabilir, ama onu sarfetmek için akıllı adam gereklidir."
"Paranın saklanılması kazanılmasından daha zahmetli bir iştir."
"Para, insan avlamak için en iyi yemdir."
"Bir insanın dostluk derecesini tâyin etmek ister misiniz? Menfaatine hafifçe dokununuz."
"Hayırda israf, israfta hayır yoktur."
"Dünya menfaati için iyilik edenlerin iyilikleri, avcının kuşlara yem atması gibidir."
"Malı olan gözünün teki ile uyur."
"Bu dünyada mal ü mülküm / Vardır diyen yalan söyler."
"Mal sahibi, mülk sahibi / Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, mülk de yalan / Var biraz da sen oyalan."
"Şunlar ki çoktur malları, / Gör nice oldu halleri
Son ucu bir gömlek giymiş / Onun da yoktur yenleri."
"Az malın hesabı daha azdır." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Lâ'net ola ol mâle ki tahsîline ânın / Ya dîn ola, ya ırz u ya nâmus ola âlet!"
"Dünya metâına olma mağrûr / Komaz gönülde sürûr, gözde nûr."
"Hesab ettim cümle dünya malını / Neticesi bir top beze dayandı."
"Mâl-ı dünyâdan ne aldı gitti, var, Karun'a sor."
"Mal ve mevkîye aşırı düşkünlük, suların sebzeleri yeşerttiği gibi insanın kalbinde nifak tohumunu yeşertir."
"Bir şeye sahip olmanın hakları olduğu kadar, görevleri de vardır."
"İnsanların seni sevmesini istersen, malının artan kısmını onlara dağıt. (Hadis rivâyeti)
"Malın hayırlısı, kulun şeref ve ırzını koruması için sarfettiği malıdır."
"Doğduğumuz zaman dünyaya hiçbir şey getirmediğimiz gibi, ölürken de hiçbir şey götüremeyiz."
"Malı ve parayı hor gören çoktur; ama Allah için veren azdır."
"Allah'a karşı takvâya yardımcı olan mal ne güzeldir."
"Zühd ü takvâ bir ağaçtır ki, kökü kanaat, meyvesi rahattır." (Atasözü)
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 747 -
"Dünyalık sana yöneldiği zaman sen de vermesini bil. Zira vermek, onu tüketmez. Dünyalık senden yüz çevirdiği zaman yine ver. Çünkü o devamlı kalmaz." (Hz. Ali)
"Ticaret ve sanata önem verin. Bilin ki sizler, kendilerine muhtaç olmadığınız müddetçe kardeşlerinizin yanında şerefli ve muhterem olursunuz."
"El kapılarında dilenci değilsin; bunun şükrü olarak kapından dilenciyi kovma."
"Cimriler, kendilerinin ölmesini isteyen insanlara servet toplayan kişilerdir."
"Diyem sana bahîlün (cimrinin) ne idüğin / Sakınır kendünden kendü yidiğin."
"Encâm-ı hayâtı kıl teemmül / Tefrîke çalış zararla kârı.
Sahipservet hasîse derler / Vârislerin hazinedârı." (Hayatın son anlarını düşün, kârla zararı ayırt etmeye çalış; Servet sahibi cimrilere, mirasçılarının veznedârı derler, unutma.)
"Cimriliği ortaya çıkaran yoksulluk değil; zenginliktir daha çok."
"Yoksulun çok şeyi eksiktir, cimrinin her şeyi."
"Parasından en az yararlanan cimrinin kendisidir."
"Altın, ocaktan madeni kazmakla çıkar. Cimrinin elinden, canını koparsan çıkmaz."
"Cimrilik, bütün insan deliliklerinin en gülüncüdür."
"Bazısının eli verir gönlü vermez; bazısının da gönlü verir, eli vermez! İkisi de cimriliktir."
"Câhil cömert, Allah katında cimri âbidden daha sevimlidir." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Cimrilik ve korkaklık mü'mine yakışmaz." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Cömert, Allah'a yakın, insanlara yakın, Cennete yakın ve Cehennemden uzaktır. Cimri, Allah'tan uzak, insanlardan uzak, Cennetten uzak ve Cehenneme yakındır. Allah katında cömert bir câhil, cimri olan bir âlimden daha sevimlidir. En ağır hastalık, cimrilik hastalığıdır." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Allah cömerttir, cömertliği ve güzel ahlâkı sever." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Veren el, alan elden üstündür." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Cömertlik yap ki, sana da cömertlik yapılsın." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Cömertlik, Cennet ağaçlarından bir ağaçtır. Dalları dünyaya sarkıtılmıştır. Her kim onun bir dalına yapışırsa o da onu çeker Cennete götürür." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Zenginleriniz cömert; idarecileriniz hayırlı olur ve işiniz de aranızda meşveret esasına dayanırsa, yerin üstü sizin için altından daha hayırlıdır. Eğer idarecileriniz şerli, zenginleriniz cimri olur, işiniz de kadınlara kalırsa, yerin altı sizin için üstünden daha hayırlıdır." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
- 748 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Cimrilik ile iman bir kalpte toplanmaz." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Akıllı kimse odur ki; Malını güve düşmeyecek, hırsız çalmayacak yerde saklayandır; yani Allah yolunda harcayan." (Abdullah bin Mes'ud r.a.)
"Ey Âdemoğlu, şaşıyorum sana! Kendi arzularının yerine gelmesi için israf olarak harcıyorsun da, bir dirhem ile Rabbinin rızâsını kazanmakta cimrilik ediyorsun." (Hasan-ı Basrî r.a.)
"Her sabah iki melek: 'Allah’ım, cimrinin malını tezden elinden al, cömerdin malını da artır' diye duâ ederler."
"Cömert, nasihat vermekle yetinmeyip yardım eder."
"Cömertlik fazla vermekten ziyade, yerinde ve zamanında vermek demektir."
"Kötü kimseler olsalar bile cömertler için herkesin kalbinde bir sevgi vardır. İyi olsalar bile cimrilere karşı herkesin kalbinde yalnız nefret vardır."
"Cömertliğin âfeti başa kakmadır." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Cömertlik güzeldir, fakat zenginlerde olursa daha güzel olur." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Ümmetimin sâlihlerinin Cennete girmeleri, namaz ve oruçları sebebiyle değil; cömertlik, gönüllerinde müslümanlara karşı kötü duygular beslememeleri ve müslümanlara nasihatleri sayesindedir." (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
"Cömertlik, dost ve ahbâba iyilikte ve ikramda bulunmaktır.
"Tuzağa saçtığın taneler, cömertlik sayılmaz ki."
"Cömertlik, mutluluk anahtarıdır."
"Cömertlik, zenginlikten üstündür. Düşmanı çekmeyen servet çeşididir."
"Cömertliğimiz hiçbir zaman servetimizi aşmamalıdır."
"Cömertlik, dostluğun özüdür."
"Cömertler elinde mal eksik olmaz."
“Dünya, mü’minin zindanı, kâfirin ise cennetidir.” (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
“Dünya, âhiretin tarlasıdır.” (Hadis-i Şerif Rivâyeti)
“Âhirete nisbetle dünya, sizden birinizin parmağını denize daldırması gibidir. Dikkat etsin, o, parmağıyla neyi geri getirebilir?”
“Ebedî olan âhirete inandığı halde bütün mesâisini aldatıcı olan dünyalık için harcayanlara alabildiğine şaşarım.”
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 749 -
"Geçim kaynağı için çalışmasına veya ticaretine haram karıştıranlara şunu hatırlatmak gerekir: 'Kendisine isyan ettiğin hallerde bile rızkını kesmeyen Allah Teâlâ, kendisine itaat ettiğinde mi rızkını vermeyip kesecek?"
“Önünüzde çok zor ve güç bir yokuş var. Ancak yükü hafif olanlar onu aşabilecektir.”
“Dünya derin bir denizdir. Çok kimse burada boğulmuştur. Bu deryada boğulmaktan kurtulmak için gemin takvâ, yatağın iman, yelkenin Allah’a tevekkül olsun ki, batmaktan kurtulabilesin. Yoksa kurtuluş zordur.”
“Dünyayı kendinize efendi edinmeyin ki, o da sizi kendisine köle etmesin. Servetinizi kaybolmayacak yerde toplayın.”
“Hasta adam, hastalığı sebebiyle yemeğin tadını alamadığı gibi, dünya malına meyleden de dünya sevgisi sebebiyle ibâdetlerin tadını alıp zevkine varamaz.”
“Dünya, bir cîfedir. Ondan bir şey isteyen, köpeklerle dalaşmaya dayanıklı olmalı.” (Hz. Ali)
“Biz öyle kimselere yetiştik ki, onlara göre dünya, sahibine iâde edilmek üzere emanet edilmiş bir şey idi. Kolayca ve hafifçe âhirete göçmeleri de bundandı.” (Hasan-ı Basrî)
“Dünyanın lezzetini, zevkini, saâdetini, rahatını isterseniz, meşrû dairedeki keyifle yetinin. O, keyfe kâfidir.”
“Şu dünya; imtihan meydanıdır ve hizmet yeridir; lezzet, ücret ve mükâfat yeri değildir.”
“Dünya, kâmil mü’minin kıymetsiz oyuncağı, gâfillerin değersiz salıncağıdır.”
“Dünya, ‘bir gün’ gibi çabucak geçecek, Kur’an’ın ‘yarın’ dediği gün uyanacak, ‘dünya’ için ‘dün ya!’ diyeceksin.”
“Dünya malı, sana oyuncak olarak verilmişken, oyuncak seni oynuyor!”
“Bütün dünya bir oyun sahnesidir. Kadın erkek bütün insanlar da sadece oyuncular. Herbirinin giriş ve çıkış zamanları vardır.”
“Kabrin arkası için çalışın. Hakiki saâdet ve lezzet oradadır.”
“Kim dünyaya evlenme teklifinde bulunursa, dünya ondan mehir bedeli olarak, dinini ister.”
“Dünyanın karakteri, önce yaldızlı şeylerle aldatıp sonra helâk etmektir. O, kendini beğendirmek için süslenip püslenen, evlendikten sonra da kocasını öldüren bir kadına benzer.”
“Kişi bu dünyaya tenezzül etti mi, bala kapılmış sineğe döner.”
- 750 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Dünya malı çok olanın, aldanma dünyasına.
Dünya benim diyenin, gittik dün yasına.”
“Kısmetindir gezdiren yer yer seni, / Göğe çıksan, âkıbet yer yer seni.”
“Sen ister boynuna ip tak, diler cevherli kordon tak,
Bu dünyadan nasîbin en nihayet bir avuç toprak.”
“Bunca varlık var iken bitmez gönül darlığı.”
“Dünya malı dünyada kalır.”
“Dünya malına esir olan âzâd olmaz.”
“Bazıları ‘dünyada mekân, âhirette iman’ der; ama doğrusu şöyle olmalı: ‘Dünyada sağlam iman, Âhirette cennet gibi mekân.”
“Kim dünyaya mâlik olursa yorgun düşer, kim dünyayı severse ona kul olur, dünyanın azı yeter, çoğu da zengin yapmaz.”
“Âhirette mü’mini bekleyen nimetler, güzellikler yanında, dünya hayatı ne kadar güzel ve şâşaalı bile olsa, zindan gibi kalmaktadır.”
“Ey insan! Dünyaya kalıbınla sahip ol; fakat kalbini ve himmetini ondan ayır.” (Abdullah bin Ömer)
“Mü’min, dünyada, doktoru yanında olan bir hastaya benzer. Doktoru, ona faydalı olanı ve olmayanı bilir. Hasta kendisine zararlı bir şeyi isterse ona engel olur. Mü’minin hali de buna benzer. O, birçok şeyi arzu eder; ama imanı, ona zararlı olan şeylere mâni olur. Ölünceye kadar, bu böyle sürer gider.” (Selmân-ı Fârisî)
“Müslümanlar arasında nerede ve ne zaman tartışma çıkarsa, bilin ki işin içinde servet, şöhret veya şehvet, yani para, makam veya kadın vardır. Ya bunlardan biri veya birkaçı. Kavganın sebebi bilindiğine göre tedâvisi kolaydır. Bize verilen her şeyin emânet olduğunu ve bunlarla sınava çekildiğimiz şuuru. Müslüman olduğumuzu hiçbir zaman unutmamak ve Allah’ın bize devamlı gördüğü şuurunda yaşamak.”
“Çarşıyı pazarı müslümanlaştırmadan, İslâm’ı çevreye hâkim kılmak mümkün değildir.”
“Müslüman ve para; bu ikisi, birbirini tamamladığı gün, süper güçler yer değiştirecek, gerçek süper güç hâkim olacaktır.”
“Paraya hâkim ol(a)mayan müslümanıın dünyası da, büyük ihtimalle âhireti de cehennem olacaktır.”
“İslâm’da ruhbanlık yoktur. Muâmelâtı tatbik etmek farzdır. Bu öyle bir
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 751 -
farzdır ki, müslümanların çoğunun haberi bile yoktur. Bilinmeyen günahlara tevbe edilmediği için, en büyük günahlar da bunlardır.”
“Bir müslümanın yediği, içtiği, giydiği haram olursa, onun ibâdeti ve duâsı nasıl kabul olur?”
“Her işini para ile görüp paraya düşman olan müslümanlar; konforlu hayat yaşayıp ‘dünya sevgisi hataların başıdır’ diyenler; sermâye biriktirip bankayla iş görüp kapitalizme düşman olanlar; kapitalistler gibi yaşayıp sosyalizmin gelmesini istemeyenler tezat içindedir.”
“Hapse girmemek için T.C. kanunlarına gösterilen gayret kadar, Cehenneme girmemek için Allah’ın kanunlarına uyulsa, dünyamız da, âhiretimiz de cennete dönüşecektir. Üniversite sınavına hazırlanan bir genç kadar âhirette Cennet kazanmak için dünya imtihanına özen göstersek Cennetin bütün kapıları bize açılır. Dünya huzuru da avans olur.”
“Helâl-haram gözetmeden para kazanan ehl-i dünyadır, laiktir, kapitalisttir. Haramdan kaçan, helâl kazanç sağlayan ise ehl-i diyânettir, mü’mindir, mübârektir. Karun gibi, Firavun gibi, yahûdiler gibi zengin olmak, dini satıp dünyayı da mezara kadar sırtlamaktır. Her yolcu, bir şeyler götürür. Âhirete giden de sevaptan, günahtan başka bir şey götüremez.”
- 752 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mal-Mülk ve Mâlik Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
Mal ve Çoğulu Emvâl Kelimelerinin Geçtiği Âyetler (86) Yerde: 2/Bakara, 155, 177, 188, 188, 247, 261, 262, 264, 265, 274, 279; 3/Âl-i İmrân, 10, 116, 186; 4/Nisâ, 2, 2, 2, 5, 6, 6, 10, 24, 29, 34, 38, 95, 95, 161; 6/En’âm, 152; 8/Enfâl, 28, 36, 72; 9/Tevbe, 20, 24, 34, 41, 44, 55, 69, 81, 85, 88, 103, 111; 10/Yûnus, 88, 88; 11/Hûd, 29, 87; 17/İsrâ, 6, 34, 64; 18/Kehf, 34, 39, 46; 19/Meryem, 77; 23/Mü’minûn, 55; 24/Nûr, 33; 26/Şuarâ, 88; 27/Neml, 36; 30/Rûm, 39; 33/Ahzâb, 27; 34/Sebe’, 35, 37; 47/Muhammed, 36; 48/Fetih, 11; 49/Hucurât, 15; 51/Zâriyât, 19; 57/Hadîd, 20; 58/Mücâdele, 17; 59/Haşr, 8; 61/Saff, 11; 63/Münâfikun, 9; 64/Teğâbün, 15; 68/Kalem, 14; 69/Haakka, 28; 70/Meâric, 24; 71/Nûh, 12, 21; 74/Müddessir, 12; 89/Fecr, 20; 90/Beled, 6; 92/Leyl, 11, 18; 104/Hümeze, 2, 3; 111/Mesed, 2.
Mülk Anlamında M-l-k Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (118 Yerde): 1/Fâtiha, 4; 2/Bakara, 102, 107, 247, 247, 246, 247, 247, 248, 251, 258; 3/Âl-i İmrân, 26, 26, 26, 26, 189; 4/Nisâ, 3, 24, 25, 36, 53, 54; 5/Mâide, 17, 17, 18, 20, 25, 40, 41, 76, 120; 6/En’âm, 73, 75; 7/A’râf, 158, 185, 188; 9/Tevbe, 116; 10/Yûnus, 31, 49; 12/Yûsuf, 43, 50, 54, 72, 76, 101; 13/Ra’d, 16; 16/Nahl, 71, 73, 75; 17/İsrâ, 56, 100, 111; 18/Kehf, 79; 19/Meryem, 87; 20/Tâhâ, 87, 89, 114, 120; 22/Hacc, 56; 23/Mü’minûn, 6, 88, 116; 24/Nûr, 31, 33, 42, 58, 61; 25/Furkan, 2, 2, 3, 3, 26; 27/Neml, 23, 34; 29/Ankebût, 17; 30/Rûm, 28; 33/Ahzâb, 50, 50, 52, 55; 34/Sebe’, 22, 42; 35/Fâtır, 13, 13; 36/Yâsîn, 71, 83; 38/Sâd, 10, 20, 35; 39/Zümer, 6, 43, 44; 40/Mü’min, 16, 29; 42/Şûrâ, 49; 43/Zuhruf, 51, 77, 85; 45/Câsiye, 27; 46/Ahkaf, 8; 43/Zuhruf, 86; 48/Fetih, 11, 14; 54/Kamer, 55; 57/Hadîd, 2, 5; 59/Haşr, 23; 60/Mümtehıne, 4; 63/Cum’a, 1; 64/Teğâbün, 1; 67/Mülk, 1; 70/Meâric, 30; 72/Cinn, 21; 76/İnsân, 20; 78/Nebe’, 37; 82/İnfitâr, 19; 85/Bürûc, 9; 114/Nâs, 2.
Mal ve Malı Kullanmak Konusunda Âyetler
Mal, Fitnedir, İmtihan Sebebidir: 8/Enfâl, 28; 64/Teğâbün, 15.
Mal, Dünya Hayatının Süsüdür: 18/Kehf, 46.
Zenginlik, Bir Üstünlük Sebebi Olamaz: 6/Er’âm, 52-53.
Mal, Zenginler Arasında Dolaşan Bir Devlet/Servet Olmamalıdır: 59/Haşr, 7.
Malı Kullanmakta Reşit Olmak: 4/Nisâ, 5-6; 17/İsrâ, 34.
Sefihlere (malını İyi Kullanamayacak Akılsızlara) Mal Verilmez: 4/Nisâ, 5.
Ekonomik Esâret: 59/Haşr, 7.
Malı ve Parayı Biriktirmek (Stokçuluk): 3/Âl-i İmrân, 49; 9/Tevbe, 34-35; 64/Teğâbün, 14-18; 104/Hümeze, 1-4.
Mal Sevgisi: 3/Âl-i İmrân, 14; 9/Tevbe, 35; 89/Fecr, 20.
Mal Sevgisini, Allah’tan, Peygamber’den ve Allah Yolunda Cihaddan Üstün Tutmak: 9/Tevbe, 24, 34-35; 63/Münâfıkun, 9; 92/Leyl, 8-11; 96/Alak, 6-8.
Mal, Dünyada Kalacaktır: 6/En’âm, 94.
Kâfirlere Malları ve Evlâtları Fayda Vermez: 3/Âl-i İmrân, 10, 91, 116; 5/Mâide, 36; 6/En’âm, 70; 7/A’râf, 48; 13/Ra’d, 18; 19/Meryem, 77-80; 45/Câsiye, 10; 58/Mücâdele, 17; 69/Haakka, 25-29; 92/Leyl, 8-11; 104/Hümeze, 2-6; 111/Leheb, 1-3.
Münâfıklar, Mal Sevgisi ile Doludurlar: 9/Tevbe, 58-59, 67, 75-76; 48/Fetih, 15; 49/Hucurât, 14, 16-17.
Mûsâ (a.s.)’nın Ümmetinden Karun’un Mal Sevgisinin Sonu: 28/Kasas, 76-84; 29/Ankebût, 39-40.
Mülk Kavramıyla İlgili Âyetler
Mülk Allah’ındır: 35/Fâtır, 13; 57/Hadîd, 10; 64/Teğâbün, 1; 67/Mülk, 1.
Allah, Mülkü Dilediğine Verir: 2/Bakara, 247; 3/Âl-i İmrân, 26.
Göklerdeki ve Yerdeki Her Şey, Allah’ındır: 2/Bakara, 255, 284; 3/Âl-i İmrân, 109, 129; 4/)Nisâ, 126, 131-132; 5/Mâide, 120; 10/Yûnus, 55; 14/İbrâhim, 2; 16/Nahl, 52; 20/Tâhâ, 6; 22/Hacc, 64; 24/Nûr, 64; 30/Rûm, 26; 31/Lokman, 20, 26; 34/Sebe’, 1; 42/Şûrâ, 4; 53/Necm, 31; 57/Hadîd, 2, 5.
Göklerin ve Yerin Tasarrufu Allah’ındır: 2/Bakara, 107; 3/Âl-i İmrân, 189; 5/Mâide, 40; 9/Tevbe, 116; 24/Nûr, 42; 25/Furkan, 2; 36/Yâsîn, 83; 39/Zümer, 62-63; 42/Şûrâ, 49; 43/: Zuhruf, 85; 45/Câsiye, 27; 48/Fetih, 14; 57/Hadîd, 2, 5; 85/Bürûc, 9.
Dünya Nimetleri
Cennetin Nimetleri Dünya Nimetlerinden Hayırlıdır: 3/Âl-i İmrân, 14-15; 16/Nahl, 30.
Dünya Nimetleri Fânîdir; Âhiret Nimetleri Son Bulmaz: 4/Nisâ, 77; 16/Nahl, 96; 35/Fâtır, 5; 42/Şûrâ, 36.
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 753 -
Dünya Nimetleri İle Âhiret Nimetlerinin Karşılaştırması: 28/Kasas, 60; 29/Ankebût, 64.
Sâlih Amel, Dünyanın Süsünden Hayırlıdır: 18/Kehf, 46; 19/Meryem, 76.
F- Kur'ân-ı Kerim'de Fakirlik Anlamındaki "Fakr" ve Türevleri (13 Yerde): 2/Bakara, 268, 271, 273; 3/Âl-i İmrân, 181; 4/Nisâ, 6, 135; 9/Tevbe, 60; 22/Hacc, 28; 24/Nûr, 32; 28/Kasas, 24; 35/Fâtır, 15; 47/Muhammed, 38; 59/Haşr, 8.
G- Fakir Anlamında "Miskîn" Kelimesi (Tekil ve Çoğul Olarak 23 Yerde): 2/Bakara, 83, 177, 184, 215; 4/Nisâ, 8, 36; 5/Mâide, 89, 95; 8/Enfâl, 41; 9/Tevbe, 60; 17/İsrâ, 26; 18/Kehf, 79; 24/Nûr, 22; 30/Rûm, 38; 58/Mücâdele, 4; 59/Haşr, 7; 68/Kalem, 24; 69/Hâakka, 34; 74/Müddessir, 44; 76/İnsân, 8; 89/Fecr, 18; 90/Beled, 16; 107/Mâûn, 3.
H- Zenginlik Anlamında “Ğınâ” ve Türevleri (73 Yerde): 2/Bakara, 263, 267, 273; 3/Âl-i İmrân, 10, 97, 116, 181; 4/Nisâ, 6, 130, 131, 135; 6/En’âm, 133; 7/A’râf, 48, 92; 8/Enfâl, 19; 9/Tevbe, 25, 28, 74, 93; 10/Yûnus, 24, 36, 68, 101; 11/Hûd, 68, 95, 101; 12/Yûsuf, 67, 68; 14/İbrâhim, 8, 21; 15/Hıcr, 84; 19/Meryem, 42; 22/Hacc, 64; 24/Nûr, 32, 33; 26/Şuarâ, 207; 27/Neml, 40; 29/Ankebût, 6; 31/Lokman, 12, 26; 35/Fâtır, 15; 36/Yâsin, 23; 39/Zümer, 7, 50; 40/Mü’min, 47, 82; 44/Duhân, 41; 45/Câsiye, 10, 19; 46/Ahkaf, 26; 47/Muhammed, 38; 52/Tûr, 46; 53/Necm, 26, 28, 48; 54/Kamer, 5; 57/Hadîd, 24; 58/Mücâdele, 17; 59/Haşr, 7; 60/Mümtehine, 6; 64/Teğâbün, 6, 6; 66/Tahrîm, 10; 69/Haakka, 28; 77/Mürselât, 31; 80/Abese, 5, 37; 88/Ğâşiye, 7; 92/Leyl, 8, 11; 93/Duhâ, 8; 96/Alak, 7; 111/Mesed, 2.
İ- Fakirlik ve Fakirler Konusuyla İlgili Âyetler
Gerçek Fakirler: 2/Bakara, 273.
Fakir ve miskin Kavramı: 9/Tevbe, 60
Fakirlerin Dokunulmazlığı: 6/En'âm, 52-53.
Fakir Düşmekte Hikmet Vardır: 6/En'âm, 42; 9/Tevbe, 28.
Fakirlik Korkusu ile Çocukları Öldürmekten Sakınmak: 6/En'âm, 151; 17/İsrâ, 31.
Fakirlere İyilik Etmek: 2/Bakara, 83; 4/Nisâ, 36.
Fakirlere Vermek: 2/Bakara, 177, 215, 273; 17/İsrâ, 26; 24/Nûr, 22; 30/Rûm, 38; 70/Meâric, 24-25.
Fakirlere Yedirip İçirmek: 76/İnsan, 8-12; 89/Fecr, 18; 90/Beled, 12-16.
Sâili (İsteyeni) Azarlamaktan Sakınmak: 93/Duhâ, 10.
Kâfirler Fakirleri Küçük Görürler: 6/En'âm, 52-53; 7/A'râf, 49; 11/Hûd, 27; 18/Kehf, 28; 26/Şuarâ, 106-114.
Kâfirler ve Müşrikler Fakirlere Vermezler: 36/Yâsin, 47; 68/Kalem, 17-40; 69/Haakka, 34; 74/Müddessir, 43-44; 107/Mâûn, 1, 3.
Zenginlik ve Zenginler Konusuyla İlgili Âyetler
Allah, Dilediğine Hesapsız Rızık Verir: 2/Bakara, 212; 3/Âl-i İmrân, 27, 37; 28/Kasas, 79-82; 29/Ankebût, 62; 42/Şûrâ, 19.
Zenginliği Veren Allah'tır: 53/Necm, 48.
Zenginlik Bir Üstünlük Sebebi Değildir: 6/En'âm, 52-53.
Mal, Zenginler Arasında Dolaşan Bir Servet Olamaz: 59/Haşr, 7.
Kâfirler Mal Gururuna Kapılırlar: 6/En'âm, 52-53; 7/A'râf, 49; 11/Hûd, 27; 18/Kehf, 28; 26/Şuarâ, 106-114.
Câhil ve Gururlu Zenginler: 96/Alak, 6-7, 12.
Mal, Fitne ve İmtihan Sebebidir: 8/Enfâl, 28; 64/Teğâbün, 15.
Ekonomik Eşitliğin Anlamı
Rızık Konusunda Kimi Kiminden Farklıdır: 16/Nahl, 71; 17/İsrâ, 21; 42/Şûrâ, 27; 43/Zuhruf, 32.
Zengin Fakir Ayırımı Yoktur: 6/En'âm, 52-53.
İsraf ve İktisat (Savurganlık ve Tutumluluk)
İsraf Etmekten Sakınmak: 6/En'âm, 141; 7/A'râf, 31.
Saçıp Savurmaktan Sakınmak: 6/En'âm, 141; 7/A'râf, 31; 17/İsrâ, 26-27, 29.
Mü'minler İsraf Etmezler: 25/Furkan, 67.
Allah İsraf Edenleri Sevmez: 6/En'âm, 141; 7/A'râf, 31.
- 754 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zCimrilik
Cimrilik Etmek: 2/Bakara, 195; 3/Âl-i İmrân, 180; 4/Nisâ, 36-37; 47/Muhammed, 38; 57/Hadîd, 23-24; 92/Leyl, 8-10.
Malı ve Parayı Biriktirmek: 3/Âl-i İmrân, 49; 9/Tevbe, 34-35; 64/Teğâbün, 15-18; 104/Hümeze, 1-4.
İnsan Cimridir: 17/İsrâ, 100; 70/Meâric, 19-21; 100/Âdiyât, 8-11.
Şeytan Fakirlikle Korkutur: 2/Bakara, 268.
Cimrilik Etmekten Sakınmak: 17/İsrâ, 29, 31; 47/Muhammed, 37-38; 59/Haşr, 9; 64/Teğâbün, 16.
Mü'minler Cimrilik Yapmaz: 25/Furkan, 67.
N- Cömertlik
Cömert Olmak: 17/İsrâ, 29.
Allah Cömerlere Bolluk Verir: 2/Bakara, 268.
O- Yedirip İçirmek
Fakirlere Yedirip İçirmek: 22/Hacc, 28, 36; 76/İnsan, 8-12.
Yetimlere Yedirip İçirmek: 76/İnsan 8-12.
Esirlere Yedirip İçirmek: 76/İnsan, 8-12.
Kâfirler, Fakirlere Yedirip İçirmezler: 36/Yâsin, 47; 69/Haakka, 34; 74/Müddessir, 43-44; 107/Mâûn, 1, 3.
P- Rızık
Allah, Dilediğine Hesapsız Rızık Verir: Bakara, 212; Al-i İmran, 27, 37; Kasas, 79-82; AnkEbût, 62; Şura, 19.
Allah, Rızkı Daraltır veya Genişletir: Bakara, 245; Ra'd, 26; İsra, 30; Kasas, 82; AnkEbût, 62; Rum, 37; Sebe'36, 39; Zümer, 52; Şura, 12, 27; Mülk, 21.
Rızkı Veren Allah'tır: Yunus, 31; Hicr, 21; AnkEbût, 17, 61; Rum, 40; Sebe',24, 39; Fatır, 3; Zariyat, 58.
Rızık Konusunda Kimi kiminden Farklıdır: Nahl, 71; İsra, 21; Şura, 27; Zuhruf, 32.
Allah, Bütün Canlıların Rızkını Verir: Hud, 6.
Rızık Verenlerin En Hayırlısı Allah'tır: Hacc, 58; Mü'minun, 72; Cum'a, 11.
Allah, En Temiz Nimetlerden Rızıklandırır: Mü'min, 64.
Allah, Cimrilik Etmeyenlere Bol Rızık Verir: Bakara, 268.
Yer Üzerinde Rızık Sebepleri Yaratılmıştır: Hıcr, 20.
Rızık Endişesi, Hakka Davet Görevine Engel Olamaz: Taha, 132.
Yağmurla Gökten Rızık İner: Zariyat. 22.
Rızık Aramak: Cum'a, 10.
Rızkın Bolluğu ve Darlığında, İbretler Vardır: Zümer, 52
Yaratılan Her Şeyin İnsan İçin Olmasında İbretler Vardır: Casiye, 13
Rızık Endişesi, Tebliğ Görevine Engel Olamaz: Taha, 132
Zenginliği Veren Allah'tır: Necm, 48
Zenginlik Bir Üstünlük Sebebi Değildir: En'am, 52-53
Mal, Zenginler Arasında Dolaşan Bir Servet Olamaz: Haşr, 7.
Kâfirler, Mal Gururuna Kapılırlar: En'am, 52-53; A'raf, 49; Hud, 27; Kehf, 28; Şuara, 106-114
Cahil ve Gururlu Zenginler: Alak, 6-7, 12
Mal, Fitne ve İmtihan Sebebidir: Enfal, 28; Teğabün, 15.
Fakir Düşmekte Hikmet Vardır: En'am, 42, Tevbe, 28.
Rızık Konusunda Kimi Kiminden Farklıdır: Nahl, 71; İsra, 21; Şura, 27; Zuhruf, 32.
Zengin Fakir Ayrımı Yoktur: En'am, 52-53.
R- İnfak
İnfak/Allah Yolunda Harcamak: Bakara, 3, 195, 245, 254, 261, 270, 272, 274; Enfal, 3; Ra'd, 22; İbrahim, 31; Hacc, 35; Kasas, 77; Secde, 16; Fatır, 29-30; Hadid, 7; Münafıkun, 10-11; Teğabün, 16-17.
Mala Olan Sevgiye Rağmen Allah Sevgisiyle Harcamak: Bakara, 177; İnsan, 8.
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 755 -
Harcamada Ölçü: Furkan, 67; Muhammed, 36-38.
Allah İçin Harcamak ve Harcayanların Hali: Bakara, 264-266, 272; Kasas,77; Münafikun, 10-11; Leyl,17-21
Harcamayı Malın İyisinden ve Sevilen Şeylerden Yapmak: Bakara, 267; Al-i İmran, 92.
Harcama Yapılacak Mal: Bakara, 3, 219; Şura, 38.
Kendilerine Verilecek Kimseler: Bakara, 215, 273; Nur, 22.
Harcadıklarını Başa Kakanlar: Bakara, 262-264, 266, Müzzemmil, 20.
Gösteriş Olsun Diye Harcamak: Bakara, 264, 266, 270, 272; Nisa, 38-39.
İnfaktan Kaçılmaz: Bakara, 268; Hadid, 10.
İnfaktan Kaçanlar: Mearic, 18-21.
İnfak Edenler Takvâ Sahibi Mü'minlerdir: Al-i İmran, 16-17, 134.
İnfak Edenlerin Mükafatı: Bakara, 272; Hadid, 7, 11; Teğabün, 17; Mearic, 24-25, 35; Leyl, 5-7,18.
Kâfirler ve Müşrikler İnfak Etmezler: Yasin, 47; Kalem, 17-40; Hakka, 34; Müddessir, 43-44; Mâûn, 1, 3.
Kâfirler Mallarını Allah Yolundan Çevirmek İçin Harcarlar: Enfal, 36; Beled, 5-12.
Fakirlere Yedirip İçirmek: Hacc, 28, 36; İnsan, 8-12, Fecr, 18.
Yetimlere Yedirip İçirmek: İnsan, 8-12.
Esirlere Yedirip İçirmek: İnsan, 8-12.
Kâfirler, Fakirlere Yedirip İçirmezler: Yasin, 47; Hakka, 34; Müddessir, 43-44; Maun, 1-3.
Cömert Olmak: İsra, 29.
Allah, Cömertlere Bolluk Verir: Bakara, 268.
Fakirlere İyilik Etmek: Bakara, 83; Nisa, 36.
Fakirlere Vermek: Bakara, 177, 215, 273; İsra, 26; Nur, 22; Rum, 38; Mearic, 24-25.
Sail'i (İsteyeni, dilenciyi) Azarlamaktan Sakınmak: Duha, 10.
Kâfirler, Fakirleri Küçük Görürler: En'am, 52-53; A'raf, 49; Hud, 27; Kehf, 28; Şuara, 106-114.
Kâfirler ve Müşrikler, Fakirlere Vermezler: Yasin, 47, Kalem,17-40; Hakka,34; Müddessir,43-44; Mâûn, 1-3
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. İslâm Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Servet Dağılımı, Fahri Demir, D.İ.B. Y. Ank. 1988
2. Tüketim Virüsü, Mustafa Karaalioğlu, Yeni Şafak Y. İst. 1995
3. Tüketim Köleliği, Ivan İllich, Çev. Mesut Karaşahan, Pınar Y. İst. 1990
4. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 381-382
5. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 4, s. 52-54; 133-134; 342-343; 345-348
6. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 5, s. 419-425; c. 11, s. 380-386; c. 13, s. 34-40; c. 15, s. 250-256
7. Nur'dan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 2, s. 130-136
8. İslâm’da Mülk ve Hilâfet, Şahin Uçar, İz Y.
9. Delilleriyle Ticaret ve İktisat İlmihali, Hamdi Döndüren, Erkam Y.
10. Neden Bu Kadar Fakirler, Abdullah Arslan, Akademi Y. İst. 1989
11. Hayatın Pahalılanmasını Nasıl Engelleyebiliriz? Birlik Y. Ank. 1979
12. Zenginlere ve Zengin Olmak İsteyenlere, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. İst. 1993
13. Fakirler ve Zenginler, Vehbi Karakaş, Timaş Y. İst. 1993
14. Niçin Yoksuluz? Birlik Yayıncılık, Ank.
15. İslâm'ın İktisadî Görüşü, Sabahaddin Zaim, Yeni Asya Y. İst. 1981
16. İslâm ve Ekonomik Hayat, Ahmet Tabakoğlu, D.İ.B. Y. İst. 1987
17. İslâm'a Göre Banka ve Sigorta, Hayreddin Karaman, Nesil Y. 3. Bs. İst. 1992
18. İslâm'da Para, Ahmed el-Hasenî, Çev. Adem Esen, İz Y. İst. 1996
19. Zenginler, Yoksullar ve Robotlar, Deniz Can Saner, Birleşim Y. İst. 1993
20. İdeal Ekonomik Politikası, Abdurrahman Maliki, Ta-ha Y.
21. Müslüman ve Para, Hekimoğlu İsmail, Timaş Y. 7. bs. İst. 1996
- 756 -
KUR’AN KAVRAMLARI
22. Para, Faiz ve İslâm, Heyet, İlmî Neşriyat, İSAV, İst. 1987
23. İktisat Penceresinden İslâm, Ferit Yücel, Şahsi Y. İst. 1979
24. Herkes İçin Ekonomi, George Soule, Gerson Antell, Çev. Nejat Muallimoğlu, Avcıol Basım Yayın, 3. Bs. İst. 1996
25. İnfak (Allah Yolunda Harcama), Veysel Özcan, Mirfak Y.
26. Çalışma Hayatı ve İslâm, Yunus Vehbi Yavuz, Tuğra Neşriyat, İst. 1992
27. İslâm Hukukuna göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Hamdi Döndüren, İstanbul 1983
28. İslâm'da İşçi-İşveren Münâsebetleri, Hayreddin Karaman, Marifet Y.İst. 1981
29. İslâm'da Ticaret Prensipleri, M. Cevat Akşit, Gaye Vakfı, İst. 2001
30. İslâm'da Ticaret Hukuku, Abdülkerim Polat, Sabah Gaz. Kültür Y. İst. 1977
31. İslâm'da Tüketici Hakları, Hüseyin Arslan, T. Diyanet Vakfı Y. Ank. 1994
32. Ulusların Yeni Zenginliği, Guy Sorman, Afa Y.
33. Çağdaş Ekonomik Problemlere İslâmî Yaklaşımlar, Hamdi Döndüren, İklim Y. İst. 1988
34. İktisat, Siyaset ve Din, Mustafa Özel, Yeni Şafak, İst. 1995
35. Amerikan Yüzyılının Sonu, Mustafa Özel, İz Y. İst. 1993
36. Aksiyon, Ahlâk, Ekonomi, Zübeyir Yetik, Çığır Y. İst. 1975
37. Ekonomi Bir Din midir, Zübeyir Yetik, Beyan Y. İst. 1991
38. Sınıfsız Dünya, Saadettin Elibol, Dergâh Y. İst. 1978
39. Gazâlî’nin İktisat Felsefesi, Sabri Orman, İnsan Y. İst. 1984
40. Alışverişte Vâde Farkı ve Kâr Haddi, Heyet, İlmî Neşriyat
41. İktisadî Kalkınma ve İslâm, Heyet, İlmî Neşriyat
42. Türkiye’de Zekât Potansiyeli, Heyet, İlmî Neşriyat
43. İşçi İşveren Münasebetleri, Heyet, İlmî Neşriyat, İSAV, İst. 1990
44. Toplumların Çöküşünde Rüşvet, Seyyid Hüseyin el-Attas, Çev. Cevdet Cerit, Pınar Y. İst. 1988
45. Sosyal Siyaset Açısından İslâm'da Ücret, Adem Esen, T. Diyanet Vakfı Y. 2. Bs. Ank. 1995
46. Ekonomik Adâletin Temelleri, Muhammed Nuveyhi, Beyan Y. 2. Bs. İst. 1984
47. Küreselleşen Dünyada Özgür Birey, Zengin Toplum, Mehmet Traş, Birey Y. İst. 2003
48. Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi ve Sosyal Sınıflar, Ali Gevgilili, Bağlam Y. İst. 2. Bsk, 1989
49. Ana Hatlarıyla İslâm Ekonomisi, Servet Armağan, Timaş Y.
50. Çağdaş Ekonomik Doktrinler ve İslâm, İ. M. İsmail, Boğaziçi Y.
51. Çalışma Hayatı ve İslâm, Yunus Vehbi Yavuz, Tuğra Y.
52. Ekonomiye Değinmeler, Zübeyir Yetik, Akabe Y.
53. El-Hisbe, İbn Teymiyye, İnsan Y.
54. Hz. Muhammed’in Getirdiği Ekonomik Düzen, Sadık Yılma, Yeni Ufuklar Neşriyat
55. Hz. Peygamber Döneminde Devlet ve Piyasa, Cengiz Kellek, Bilim ve Sanat Vakfı Y.
56. Hz. Ömer Döneminde Ekonomik Yapı, İrfan Mahmud Rânâ, Bir Y.
57. İktisat Bilinci, Hekimoğlu İsmail, Denge Y. İst. 1996
58. İslâm Devlet Bütçesi, Celâl Yeniçeri, Şamil Y.
59. İslâm Ekonomi Sistemi, Muhammed Bakır Sadr, Rehber Y.
60. İslâm Ekonomisi Sistemi, M. Ömer Çapra, Fikir Y.
61. İslâm Ekonomi Düşüncesi, Sıddıkî, Bir Y.
62. İslâm Ekonomi Toplumunun Kuruluşu, Muhammed Abdülmennan, Fikir Y.
63. İslâm Ekonomisi (Teori ve Pratik), M. A. Mannan, Fikir Y.
64. İslâm Ekonomisi ve Sosyal Güvenlik Sistemi, Faruk Yılmaz, Marifet Y.
65. İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri, Heyet, Ensar Neşriyat
66. İslâm Ekonomisinde Gelir ve Sermaye, M. Sabri Erdoğdu, Sebil Y.
67. İslâm Ekonomisinde Tasarruf ve Ekonomik Gelişme, M. Sabri Erdoğdu, Sebil Y./Marm. Ü. İl. FkV.Y.
68. İslâm Ekonomisinin Temel Meseleleri, M. Ekrem Han, Kayıhan Y.
69. İslâm İktisadında Helâl Kazanç, İmam Muhammed Şeybani, Seha Neşriyat
MAL-MÜLK VE MÂLİK
- 757 -
70. İslâm İktisadının Esasları, Celâl Yeniçeri, Şamil Y.
71. İslâm İktisat ve Metodolojisi, Yusuf Mısri, Birleşik Yayıncılık İst.
72. İslâm İktisat Tarihine Giriş, Abdulaziz Durî, Endülüs Y. İst. 1991
73. İslâm’da İktisadî Nizamı, Ömer Çapra, Çev. Hulûsi Yavuz, Sebil Y.
74. İslâm Şirketler Hukuku (Emek-Sermaye Şirketi), Osman Şekerci, Marifet Y.
75. İslâm ve Çağdaş Ekonomik Konular, M. A. Mannan, Fikir Y. İst. 1984
76. İslâm ve Çağdaş Ekonomik Doktrinler, Muhammed İsmail, çev. Cemal Karaağaçlı, Serda, Yeni Neşr.
77. İslâm Ekonomisinin Strüktürü, Sezai Karakoç, Diriliş Y.
78. İslâm’da Ekonomik ve Sosyal Düşüncenin Çağdaş Görünümü, Heyet, Düşünce Y. İst. 1978
79. İslâm Devletinde Malî Yapı, S. A. Sıddıkî, Çev. Rasim Özdenören, Fikir Y. 2. bs. İst. 1980
80. İslâm ve Ekonomik Hayat, Ahmet Tabakoğlu, D.İ.B. Y.
81. İslâm ve İktisadi Ekoller, M. Bakır es-Sadr, Akademi Y. İst. 1991
82. İslâm ve Mülkiyet, Mahmud Talegani, Yöneliş Y.
83. İslâm’da Tüketici Hakları, Hüseyin Arslan, T. Diyanet Vakfı Y.
84. İslâmî Yaklaşımlar, Hamdi Döndüren, Kültür Basın Yay. Birliği
85. İslâmî Açıdan Borsa, Heyet, Ensar Neşriyat
86. İslâmî İktisadın Felsefesi, Murtaza Mutahhari, İnsan Y.
87. İslâm İktisadında Narh, Davut Aydüz, Işık Y. x
88. İslâm’da İktisat Anlayışımız, M. Said Çekmegil, Nabi-Nida Y. 2. bs. Malatya, 1994
89. Çağdaş İktisadi Sistemleri, Beşir Hamitoğulları, Savaş Y.
90. Adil Ekonomik Düzen, Necmettin Erbakan, Ank. 1991
91. Modern İktisat ve İslâm, Sabahaddin Zaim, MTTB Basın-Yayın Md. Neşr. 3. bsk. İst. 1969
92. Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, Yahya S. Tezel, Tarif Vakfı Yurt Y.
93. Türkiye’de Ekonomi Politikaları ve İşsizlik Meselesi, Şevki Çobanoğlu, Uhud Y.
94. Türkiye’de Özel Finans Kurumları ve İslâm Bankacılığı, İsmail Özsoy, Timaş Y. İst. 1987
95. Türkiye’de Ekonomik Güçlükler ve Çözüm Yolları, Emin Çarıkçı, Adım Y.
96. Türkiye’de Enflasyonla Mücadele, Tuncay Artun, Tekin Y.
97. Türkiye’de Özelleştirme, Cevat Karataş, Ziya Öniş, Yeni Yüzyıl Kitaplığı Y.
98. Darbelerin Ekonomisi, Mehmet Altan, Afa Y. İst. 1990
99. Yabancı Sermaye, Komisyon, TÜGİAD Y.
100. Toplum Suskun, Sermaye Serbest, Heyet, Bireşim Y.
101. Ekonomi ve Ahlâk, N. Haydar Nakvî, İnsan Y. İst. 1985
102. Ekonomik Çözüm, Şevki Çobanoğlu, Uhud Y. İst. 1991
103. Risk Sermayesi, Özel Finans Kurumları ve Para Vakıfları, Murat Çizakça, İlmî Neşriyat
104. Türkiye’de Zekât Potansiyeli, Heyet, İlmî Neşriyat
105. Reklâm Dünyasının İçyüzü, Jim Ring, Milliyet Gazetesi Y.
106. Reklâm Bize Sırıtan Bir Leştir, Oliviero Toscani, Milliyet Gazetesi Y.
107. Parasal Bunalımlar ve Uluslar arası Reform, İsmail Şengün, T. Ekonomi Kurumu Y.
108. Türkiye’de Ekonomi Politikaları ve İşsizlik Meselesi, Şevki Çobanoğlu, Uhud Y.
109. Bireysel Yatırım Araçları, Mehmet Çavaş, İletişim Y.
110. Tarikat Sermayesinin Yükselişi, Faik Bulut, Öteki Y.
111. Faiz, Ebû’l-A’lâ Mevdûdî, Çev. M. Hasan Beşer, Hilâl Y. İst. 1966
112. Faiz, Seyyid Kutup, Çev. Cafer Tayyar, İslâmoğlu Y.
113. Faiz, Mehmet Zahid Kotku, Seha Neşriyat
114. Faiz ve Problemleri, İsmail Özsoy, Nil A.Ş. Y.
115. Faizsiz Bankacılık ve Kalkınma, Cihangir Akın, Kayıhan Y.
116. Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli, Heyet, İlmî Neşriyat İSAV, İst. 1987
117. Türkiye’de Dünyada Faizsiz Bankacılık ve Hesap Sistemleri, Mustafa Uçar, Fey Vakfı Y.
118. Faiz Politikalarının Enflasyon Üzerindeki Etkileri ve Türkiye, Muhammed Akdiş, Yimder Y.
- 758 -
KUR’AN KAVRAMLARI
119. İslâm’da Faiz Meselesine Yeni Bir Bakış, Süleyman Uludağ, Dergâh Y. İst. 1988
120. Alternatif Faizsiz Banka, Süleyman Karagülle, İz Y. İst. 1991
121. Teşvik Kredileri ve Faiz, Ali Özek, İlmî Neşriyat
122. Tefsîr-i Âyeti’r Ribâ, Seyyid Kutup, İslâmoğlu Y.
123. İslâm’a Göre Faizsiz Banka, Kalkınma ve Sigorta, M. Ahmet Zerkâ, Kalem Y.
124. Türkiye’de Faiz Politikaları, Adnan Büyükdeniz, Bilim ve Sanat Vakfı Y.
125. Türkiye’de Serbest Faiz Politikası, Tuncay Artun, Tekin Y.
126. Para, Faiz ve İslâm, Heyet, İlmî Neşriyat, İSAV, İst. 1987
127. Para, John Kenneth Galbraith, Altın Kit. Y.
128. Para Bulma ve Yatırım, Ali Sait Yüksel, Beta Basım Yayım
129. Para ve Banka, Halil Dirimtekin, Anad. Üniv. A. Öğr. Fak. Y.
130. Finansal Kurumlar ve Piyasalar, Mustafa Çıkrıkçı, Derya Kitabevi Y.
131. Finsal Kurumlar, Güven Sevil, Anad. Üniv. A. Öğr. Fak. Y.
132. Finansal Teknikler, Ali Ceylan, Ekin Kit. Y.
133. Finansal Yönetim, Niyazi Berk, Türkmen Kitabevi Y.
134. Dünyada ve Türkiye’de Yatırım Fonları, Gürman Tevfik, T. İş Bankası Y.
135. 100 Soruda Para ve Para Politikası, Sadun Aren, Gerçek Y.
136. Akdeniz Dünyasında Para, Fiyatlar ve Medeniyet, Carlo M. Cipollo, Bağlam Y.
137. Kriz Ekonomisi, M. İlker Parasız, Ezgi Kitabevi Y.
138. Uluslararası Ekonomik Kuruluşlar, S. Rıdvan Karluk, Tütünbank Y.
139. Dünya Ekonomisi ve Uluslararası Ekonomik İlişkiler, Tuba Ongun, Evrim Y.
140. Döviz Ekonomisi, Emin Ertürk, Der Y.
141. Altın, Nedim Şener, Dünya Y.
142. Altın, İstanbul Altın Borsası ve Dünyadaki Örnekler, Nedim Şener, Dünya Y.
143. Sınıf Açısından Azgelişmişlik, Yves Lacoste, Göçebe Y.
144. Tek Pazardan Ekonomik ve Parasal Birliğe Avrupa Birliğinin Yetkileri, Komisyoın, İKV Y.
145. Türkiye Avrupa Ekonomik Topluluğu Ortaklığı (Anlaşmalar), Tevfik Saraçoğlu, Akbank Y.

Cumartesi, 06 Şubat 2021 19:35

LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ


- 603 -
Kavram notu: 124
Peygamberler 5
Haramlar 15
Ahlâkî Kavramlar 26
Bk. Peygamberlik; Fuhuş ve Zina; Ahlâk
LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ


• Lût (a.s.); Hayatı; Tevhid ve Ahlâk Mücâdelesi
• Tevrat’a Göre Hz. Lût
• Tasavvuf Edebiyatı ve Türk Edebiyatında Hz. Lût ve Livâta
• Lût Kavmi ve Altı Üstüne Getirilen Şehir
• Livâta/Homoseksüellik
• Kur’ân-ı Kerim’de Lût (a.s.) ve Homoseksüel Kavmi
• Hadis-i Şeriflerde Livâta ve Erkeğin Kadına Benzemesi
• Lût Gölü
• Cinsellik Bunalımı ve Hz. Lût
• Lût Kavmi ve Almamız Gereken Dersler, Mesajlar
• Lût Kavmi ve Günümüz
• Tefsirlerden İktibaslar
“Lût’u da (peygamber olarak) gönderdik. Kavmine dedi ki: ‘Sizden önce âlemlerden hiçbir inin yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz?
Çünkü siz kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere gidiyorsunuz. Doğrusu siz, haddi aşan (azgın) bir kavimsiniz.
Kavminin cevabı: ‘Onları (Lût’u ve ona inanan taraftarlarını) memleketinizden çıkarın, çünkü onlar fazla temizlenen insanlarmış!’ demelerinden başka bir şey olmadı.
Biz de onu ve karısından başka âile efrâdını (iman edenleri) kurtardık. Çünkü karısı geride kalanlardan (kâfirlerden) idi.
Ve üzerlerine (taş) yağmuru yağdırdık. Bak günahkârların sonu nasıl oldu!” 2650
Lût (a.s.); Hayatı; Tevhid ve Ahlâk Mücâdelesi
Lût (a.s.), Kur'ân-ı Kerim'de geçen peygamberlerden biridir. Lût (a.s.), Hz. İbrâhim'in kardeşi Hârân'ın oğludur. (İslâmî kaynaklarda soy kütüğü Tarah oğlu Hârân oğlu Lût şeklinde geçmektedir.) Lût (a.s.), İbrâhim (a.s.) ile birlikte Harran'dan Filistin'e göç etti. Burada kıtlık baş gösterince Lût ve İbrâhim (a.s.) beraberce Mısır'a gittiler. Bir süre sonra Mısır kralının verdiği mal ve sürüleri yanlarına alarak birlikte tekrar Filistin'e döndüler. Zamanla yerleştikleri bölge,
2650] 7/A’râf, 80-84
- 604 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sürülerini almaz oldu. Hz. Lût bunun üzerine, amcası İbrâhim’in (a.s.) bölgesinden ayrılıp Sedom şehrine yerleşti. Daha sonra bu şehre peygamber olarak gönderildi. Sedomlular bozuk ahlâklı, kötü niyetli insanlar idi. Yol keserler, yolcuların elinde avucunda ne varsa alırlardı.
Sedom halkı dünyada daha önce kimsenin yapmadığı sapık işleri, ahlâksızlıkları yapıyor, eşcinsel davranışlarda bulunuyor, azgınlıkta birbirleriyle yarış ediyorlardı. Hz. Lût, kavmini doğru yola dâvet ettiyse de aldırmadılar. Yaptıkları kötü işleri devam ettirdiler. Karısı da Lût’a (a.s.) inanmayanlardandı.
Hz. Lût, "âlemlerden hiç kimsenin sizden önce yapmadığı hayâsızlığı mı yapıyorsunuz? Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz, doğrusu çok aşırı giden bir milletsiniz" 2651; "Evet, siz câhil bir milletsiniz" 2652; "yol kesiyor ve toplantılarınızda fena şeyler yapmıyor musunuz?"2653 diyerek onları doğru yola dâvet etti, içinde bulundukları dalâlet ve cehâletten kurtarmaya çalıştı.
Hz. Lût'un yaptığı ikazlara aldırmayan Lût kavmi de peygamberi yalanladı. Kardeşleri Lût onlara; "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum; benim ecrim ancak âlemlerin rabbine aittir. Rabbinizin sizin için yarattığı eşleri bırakıp da, insanlar arasında, erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz azmış bir milletsiniz!" dedi.2654 Bunun üzerine kavmi de ona cevâben. "Ey Lût! Bu sözlerinden vazgeçmezsen, mutlaka kovulacaksın!" 2655; “Doğru sözlü isen bize Allah'ın azâbını getir!” 2656 diyerek Hz. Lût ve kendisine inananlarla alay ettiler ve şehirden çıkarmak istediler.2657 Lût Peygamber, kavminin azgınlıklarına karşı Allah'tan yardım istedi: "Rabbim şu bozguncu kavme karşı bana yardım et" 2658; "Rabbim, beni ve âilemi bunların yaptıklarından kurtar" 2659 diye duâ etti.
Bunun üzerine Allah Teâlâ, Hz. Lût'un öğütlerine ve dâvetine uymayan kavmini yok etmek üzere "elçiler" (melekler) görevlendirdi. Melekler, önce Hz. İbrâhim’e (a.s.) uğradılar ve orada Hz. Lût'un kavmini cezâlandırmak üzere geldiklerini söylediler. "Biz şüphesiz suçlu bir millete gönderildik. Lût'un ailesi (Hz. Lût'a inananlar) bunun dışındadır. Karısı hâriç hepsini kurtaracağız. Karısının geride kalanlardan olmasını gerekli bulduk."2660; "Biz bu kasaba halkını yok edeceğiz, çünkü oranın halkı zâlim kimselerdir. İbrâhim: ‘Ama Lût oradadır’ dedi. Elçiler (melekler): ‘Biz orada olanları daha iyi biliriz, onu ve geride kalanlardan olacak karısı dışında âilesini kurtaracağız’ dediler." 2661
Melekler, Hz. İbrâhim'den ayrıldıktan sonra Hz. Lût'un bulunduğu Sedom şehrine geldiler. Melekler gelince, Hz. Lût onları tanıyamadı. Melekler ona: "Biz
2651] 7/A'râf, 80-81
2652] 27/Neml, 55
2653] 29/Ankebût, 29
2654] 26/Şuarâ, 160-166
2655] 26/Şuarâ, 167
2656] 29/Ankebût, 29
2657] 7/A'râf, 82
2658] 29/Ankebût, 30
2659] 26/Şuarâ, 169
2660] 15/Hicr, 58-60
2661] 29/Ankebût, 31-32
LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ
- 605 -
sadece şüphe edip durdukları azâbı getirdik, sana gerçekle geldik. Şüphesiz biz doğru söyleyenleriz." 2662 diyerek kendilerini tanıttılar. Melekler geldiğinde Hz. Lût çok sıkıldı. "Bu çetin bir gündür!" 2663 dedi. Sıkılma sebebi, melekleri insan zannetmesi idi. Çünkü melekler genç ve yakışıklı erkekler sûretinde gelmişlerdi. Hz. Lût, kavminin yaptığı ahlâksız hareketleri ve kötü huylarını biliyordu. Korkusu bundandı. Misafirlerin geldiğini duyan "şehir halkı sevinerek geldiler." 2664
"Lût'un konukları olan melekleri elde etmeye (onlara tecâvüz etmeye) kalkıştılar." 2665 "Hz. Lût onlara: ‘Bunlar benim konuklarımdır; onlara karşı beni rüsvay etmeyin. Allah'tan korkun, beni utandırmayın’ dedi." Misafirlere dokunulmaması için, “Ey kavmim, işte bunlar benim kızlarım, onlar sizin için daha temizdir (size nikâhlayabilirim). Konuklarımın önünde beni rezil etmeyin. İçinizde aklı başında kimse yok mudur?’ dedi” 2666. Sedom halkı sapıklıktan başka bir şey düşünmüyordu. "Andolsun ki senin kızlarınla bir işimiz olmadığını biliyorsun. Doğrusu ne istediğimizin farkındasın" 2667 diyerek bunu reddettiler. Hz. Lût, bu defa: "Keşke size yetecek bir kuvvetim olsa veya sağlam bir yere sığınsam" dedi.2668 Hz. Lût iyice sıkılmıştı. Bunun üzerine melekler; "Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz, onlar sana ilişemeyecekler" 2669 diyerek kimliklerini açıkladılar ve onu teselli ettiler.
Artık Allah Teâlâ'nın Lût kavmine takdir ettiği azâbın vakti gelmişti. Melekler, Hz. Lût’a: "Geceleyin bir ara, âilenle beraber yola çık. Karının dışında kimse geri kalmasın. Doğrusu onların başına gelenler onun başına da gelecektir. Vâdeleri gün doğana kadardır. Gün doğması yakın değil mi?"2670; "Bu kasaba halkının yaptıkları yolsuzluklardan ötürü gökten elbette bir azap indireceğiz"2671 dediler. Sabahleyin Sedom müthiş bir zelzele ile sarsıldı. Halkın üzerine kime isâbet edeceği yazılı taşlar yağdırıldı. Böylece ahlâksızlıklarının cezâsını görmüş oldular. 2672
Bundan sonrası da Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatılır:
“Buyurduğumuz gelince oraların altını üstüne getirdik; üzerine de Rabbinin katından işaretli olarak yığın yığın sert taş yağdırdık. Bunlar zâlimlerden hiçbir zaman uzak olmayacaktır.” 2673
“Tanyeri ağarırken çığlık onları yakalayıverdi. Memleketlerini alt üst ettik; üzerlerine sert taş yağdırdık. Bunda, görebilen insanlar için ibretler vardır. O şehrin kalıntıları işlek yollar üzerinde hâlâ durmaktadır. Bunda iman edenler için ibret vardır.” 2674
“Bunun üzerine onu (Lût'u) ve âilesini kurtardık. Yalnız karısının geride kalanlardan
2662] 15/Hicr, 63-64
2663] 11/Hûd, 77
2664] 15/Hicr, 67
2665] 54/Kamer, 37
2666] 11/Hûd, 78
2667] 11/Hûd, 79
2668] 11/Hûd, 80
2669] 11/Hûd, 81
2670] 11/Hûd, 81
2671] 29/Ankebût, 34
2672] Abdulfettah Tabbara, Ma'al Enbiya' Fil-Kur'an, s. 142-146; Muhammed Ahmed Cad, Kısâsu'l-Kur'ân, 68-76
2673] 11/Hûd, 82-83
2674] 15/Hicr, 73-77
- 606 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmasını gerekli bulduk. Geride kalanların üzerine bir yağmur yağdırdık. Uyarılan, fakat yola gelmeyenlerin (azap) yağmuru ne kötü idi!” 2675
“Andolsun ki, sabah erken, önü alınmaz bir azap başlarına geldi. Azâbımı ve uyarılarımı dinlememenin sonucunu tadın!’ dedik.” 2676
Görüldüğü gibi, Lût'un kıssasındaki en büyük özellik onun eşcinsellikle yaptığı mücâdeledir. Eşcinsellik İslâm'da en büyük günahlar arasındadır. Eşcinselliğe livâta denmesi, bu çirkin fiili ilk olarak bu kavmin işlemesinden dolayıdır. Yine görüldüğü gibi Kur'ân-ı Kerim, bu iğrenç fiili yapanları kınamakta ve fâillerinin dünya ve âhirette büyük azap göreceklerini ifâde etmektedir. 2677
Bazıları Lût kavminin yaptığı çirkin fiil olan homoseksüelliğe “Lûtîlik” demektedirler. Bu ifâde, maalesef bazı tefsir ve meallere bile girmiş, genel kabul görmüştür. Hâlbuki Lûtîlik, Lût’a (a.s.) âit olan, onun yaptığı şey anlamına gelir. Dolayısıyla bu pis işle en büyük mücâdeleyi veren bir peygambere, farkında ve bilincinde olunmasa da büyük bir iftirâ atılmış olunur. Bir müslüman bu fiile kesinlikle lûtîlik dememeli, Lût kavmine nisbetle livâta veya homoseksüellik, eşcinsellik, oğlancılık gibi ifâdeleri tercih etmelidir.
Lût’un (a.s.) kavminin yaşadığı ve sonra helâk oldukları topraklar Kur'ân-ı Kerim’de alt-üst olan memleket mânâsına gelen ''El-mü'tefikât'' şeklinde zikredilmiştir. Sedum beldesi alt-üst olduktan sonra kaynarsular fışkırıp göl hâline geldi. Bu gün bu bölge, Lût Gölü adıyla anılmaktadır. Yahûdi kaynaklarında ise bu belde (Sodom) ismiyle geçmektedir.
Kur'ân-ı Kerim'de İbrâhim (a.s.) anlatılırken, Hz. İbrâhim'e iman edenlerden biri olarak Lût'un ismi geçer. "Bunun üzerine Lût ona inandı." 2678 Bu âyetten Hz. İbrâhim ile Hz. Lût'un aynı kavimde yaşadığı ve Lût'un Hz. İbrâhim'e tâbi olduğu anlaşılıyor. Ayrıca Lût kavmini helâk için gelen meleklerin Hz. İbrâhim'e de uğraması her ikisinin de yakın coğrafyalarda rasullükle vazifeli olduklarını gösteriyor.
Kur’an, Lût’un (a.s.) yaşadığı yerin câhiliyye Arapları tarafından gerçekleştirilen ticaret kervanlarının yolu üzerinde olduğunu şu ayette anlatır: "Siz sabah akşam, onlann yaşadıkları yerlerden geçmektesiniz. Düşünmeyecek misiniz?" 2679; “O şehrin kalıntıları işlek yollar üzerinde hâlâ durmaktadır. Bunda iman edenler için ibret vardır.” 2680
Tevrat'ta Lût'un yaşadığı yerler olarak Sodom ve Gomorra kentlerinin isimleri verilir. Sodom ve Gomorra diye belirtilen yerler bugünkü Ürdün'ün sınırları içindedir.
Lût kavmi, şimdi Irak ile Filistin arasında yer alan topraklarda yaşamışlardı. Kitab-ı Mukaddes'e göre Lût kavmi Ölü Deniz’e yakın yerlerde ya da tamamıyla suyun altında kalmış olan Sodom şehrinde yaşamlarını sürdürmekteydi. 2681
Hz. İbrâhim'in bunca yıl tevhid uğruna verdiği mücâdelenin sonunda iman
2675] 27/Neml, 57-59
2676] 54/Kamer, 38-39
2677] Ahmet Özgen, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 31-32
2678] 29/Ankebût, 26
2679] 37/Sâffât, 137-138
2680] 15/Hicr, 76-77
2681] Bk. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 12/13
LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ
- 607 -
edenlerden sadece Lût’u (a.s.) görmekteyiz. Lût (a.s.) aynı zamanda İbrâhim’in (a.s.) yeğeni (kardeşinin oğlu) idi. Lût, İbrâhim (a.s.) ile birlikte Irak'tan çıkıp, bir süre Suriye, Filistin ve Mısırda kalmıştı. Vaaz ve tebliğin inceliklerini öğrenmesinin yanı sıra hakka dâvetin zorluklarından da haberdar oldu. Sonra Cenâb-ı Allah tarafından peygamberlik makamına getirilince 'Lût kavmi' ismiyle meşhur olan, en bozuk ahlâka sahip ve adâletsizliğin son haddine ulaşmış bir milletin ıslahına memur edildi. 2682
Lût (a.s.), âdeta İbrâhim’e (a.s.) yardımcı olmak için bu göreve getirilmişti. İbrâhim ile yeğeni Lût hicret ettikleri zaman Lût, Şam ve Ürdün civarına yerleştirildi. Kur'an'ın ifâdesine göre Lût'un mensup olduğu millet onu yalanlayıp karşı çıktığı için o millete 'Mü'tefikât (yalancılar, altı üstüne getirilmiş toplum) adı verilmişti. Bu toplum öyle bir iş yapmaya kalkışmıştı ki beşeriyet tarihinde asla benzeri görülmemişti.
Tarihî süreç içerisinde her toplum çeşitli şekillerde yaşam standartlarına sahip olmuş ve peygamberlerini yalanlamaya kalkışmışlardı. Ama Lût kavminin sapıklığı ve kompleksi daha başkaydı. Bu azgın kavim, ilk defa yeryüzüne tüm toplum olarak eşcinsellik ve homoseksüellik cinâyetini getirmekteydi. Bu beyinsiz herifler, üstelik bu çirkin fiili gizli-saklı da yapmıyorlardı. Alenen ve herkese açık bir şekilde icrâ etmekteydiler. Mevdûdi onların bu çirkefliğini şöyle izah ediyor:
Aslında Lût kavminin yakalandığı illet, çok eski çağlardan beri insanlar arasında süregelmektedir. Homoseksüellik veya eşcinsellik gibi kötü bir fiil, Lût kavminde çok yaygınlaşmış, Yunan felsefesinde de yüceltilmiştir. Bu hususta bir eksiklik kalmışsa bunu da bugün kü Avrupa ve Amerika tamamlamıştır. Çağımızda ileri ve gelişmiş olarak bilinen batı medeniyetsizliğinde olabildiğine yaygınlaşmıştır. Bunun yasallaşması için büyük çabalar harcandı.
Lût kavmi, toplantılarda birbirlerinden çekinmeyerek (utanmayarak) oralarını buralarını rahatlıkla açabiliyorlardı. Edep ve hayâ denen duygudan eser kalmamıştı (Tıpkı günümüzün medenî(!) toplumlarında olduğu gibi). Lût (a.s.) bu kavme “gelin bu çirkin davranışlardan vazgeçin, Allah'ı birleyin, müslaman olun. Yoksa Allah size yakında azâbını gönderir” dedi, onlar, “eğer doğru söylüyorsan, o dediğin azâbı getir de görelim!” diyorlardı.
Bu derece şehvetperesliğe mübtelâ olmuş bu azgın toplum, Lût (a.s.)'a gelen melekleri güzel delikanlı kılığında görerek onun evine hücum ederek evini kuşatmışlardı. 2683 Bu derece vahşileşmiş, nasihat ve öğüt dinlemekten uzak ve peygamberlerini tekzib etmekte kararlı olan bu kavme artık hak edecekleri cezâyı vermenin zamanı gelmişti. "Üzerlerine bir azap yağmuru yağdırdık. İşte bak, peygamberi inkâr eden mücrimlerin sonu nasıl oldu?" 2684
Tarihî kalıntılara bakıldığında görülecektir ki Allah'a isyan bayrağını çeken ve defalarca elçiler ve vârisleri tarafından hatırlatıldığı halde zulüm ve isyankârlıklarına devam eden bir toplumu Yüce Allah topyekün helâk etmiştir. Allah'ın azâbı hiçbir zaman zâlimlerden ve müstekbirlerden uzak değildir, her
2682] Mevdûdî, Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi, c. 1, s. 436
2683] 11/Hûd, 77-79
2684] 7/A’râf, 84
- 608 -
KUR’AN KAVRAMLARI
an için onların başına yağabilir. 2685
Lût kavminin kıssası, bize fıtratın rayından çıkmasının onlara has bir örneğini göstermekte ve öteki kıssaların mihverini teşkil eden ulûhiyet ve tevhid meselesinden başka yeni bir meseleden bahsetmektedir. Gerçi, hakikatte sözkonusu mesele, ulûhiyet ve tevhid konusundan uzak değildir. Zira tek Allah'a inanmak, O’nun nizam ve kanunlarına teslim olmaya götürür. İlâhî âdet, beşeriyetin erkek ve kadından meydana gelmesini gerektirmiş, tek nefsi birbiriyle tamamlamak üzere iki parçaya ayırmış, beşer cinsinin doğum yoluyla varlığını sürdürmesini dilemiş, doğumu da erkekle kadının birleşmesi sonucu vuku bulacak şekilde irâde eylemişti... İşte onları, bu irâde gereğince birleşmeye ve bu yoldan üremeye elverişli durumda yarattı. Rûhen ve bedenen birleşme yeteneğine bağladı.
Fakat Allah Teâlâ kadın ve erkeğin vücutlarını, cinsî arzularını tatmin ve insan neslinin üremesi için gerekli olan tabîî fonksiyonu yerine getirebilmelerine müsâit bir şekilde ve yekdiğerini tamamlayıcı bir yapıda yarattığı halde, Lût kavmi kadınları bırakarak şehvetle erkeklere yönelme gibi çirkin bir fiili işlemiş, bununla da kalmayarak bu tiksinti verici fiili ahlâkî bir seçkinlik derecesine çıkarmış ve bu iğrenç eyleme yasal bir statü vermeyi başarmıştır. Oysa onların Allah'ın koyduğu İlâhî nizama uymaları ve gereğince amel etmeleri gerekirdi. Allah Teâlâ'nın koyduğu İlâhî nizamı anlamak ve gereğince amel etmek, Allah Teâlâ’ya, hikmetine, tedbir ve takdirindeki güzelliğe inanmaya bağlıdır. Bu noktadan hareket edilince Lût kavminin fıtratındaki sapıklığın inanç buhrânından ileri geldiği görülür.
Demek oluyor ki Lût (a.s.) da kendinden önce geçen peygamberlerin izinden giderek öncelikle kavminin inanç noktasındaki sapıklıklarını düzeltmek, yani onları tevhid dinine dâvet etmek İçin çaba sarfetmiştir. Buna bağlı olarak da onları Allah'ın koyduğu prensiplere uymaya dâvet etmiştir. 2686
Kaynaklarda. Lût'un yaşadığı yer ve çevresinin altının üstüne getirilmesi sebebiyle "mü'tefikât” diye adlandırıldığı belirtilmektedir. 2687
Şeyh Tantâvî, Dr. Ulbrapt'ın Sodom ve Gomorra kentlerinin bulunduğu sanılan Ürdün Vâdisi ve Ölü Deniz kıyılarında yaptığı araştırmalar sonucunda kıssanın bütün ayrıntılarıyla doğruluğunu saptayan kanıtlar bulduğunu bir makaleye dayanarak yazmaktadır.
Tekvîn Kitâb'ı'nın 19/26'da Lût'un, belâ inecek olan kentten kurtulmak için âile efrâdını çıkardığı, karısının ardına bakıp bir tuz direği haline geldiği yazılıdır. Bu makaleye göre: Dr. Ulbrapt'ın bulduğu, bundan dört bin yıl öncesine âit olan belgeler, o sıralarda bu bölgede bir medeniyetin bulunduğunu gösterir.
Tevrat'ın yazdığına göre beş kentin kralı, komşu ülke krallarıyla savaşmak için sefere çıkar. Dört kral düşmanını yener; Sodom'da oturan Lût'un malını mülkünü elinden alır, adamlarını da öldürür. Olayı duyan Hz. İbrâhîm, 318 adamıyla Lût'a yardıma gelir. Saldırganları yenip Lût ailesini ve mallarını onlardan kurtarır. Bu rivayete göre Sodom ve Gomorra kralları, Sedim Çukurunda öldürülür ki
2685] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, s. 55-58
2686] Seyyid Kutub, Fî Zılâl, c. 6, s. 134-135; Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, s. 82-83
2687] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, XII, 97-98
LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ
- 609 -
burada çok kırmızı kuyu (krater) vardı. Bilindiği gibi kırmızı kuyular, fışkırmağa hazır kraterlerdi. 2688
Sanıyoruz ki gökten kükürt ve ateş yağdırılması, fışkıran lavların ve kükürtlü dumanların bu kentleri basıp örtmesine işarettir. 27/Neml, 58. âyette Lût kavminin, başlarına yağdırılan kötü bir yağmurla helâk edildikleri bildirilmektedir. 15/Hicr, 74. âyette Lût kavminin başına pişmiş çamurdan bir taş yağmuru yağdırıldığı anlatılmaktadır. Tekvîn: 13/8-12. âyetlerine göre Lût kavminin başına kükürt ve ateş yağdırılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'in bu yağmuru, pişmiş taş yağmuru şeklinde nitelendirmesi, bu yağmurun yerden fışkırıp kentin üzerine düşen yanardağ lavları, kükürtlü dumanları olduğunu anımsatmaktadır. Çünkü ateş halinde düşen bu lavlar soğuyunca taş oluverir. 2689
Tevrat’a Göre Hz. Lût
Lût (a.s.) Tevrat’ta Terah’ın çocuklarından Haran’ın oğlu ve İbrâhim’in yeğeni olarak gösterilir. İslâm öncesi Arap toplumunda bilinmeyen lût kelimesinin İbrânîce veya Süryânîce olduğu ileri sürülmektedir. 2690
Haran Ur şehrinde öldükten sonra Terah, oğlu İbrâhim'i, gelini Sâre'yi ve torunu Lüt'u alarak Harran'a gelmiş. Terah Harran'da öldükten sonra Hz. İbrâhim yeğeniyle birlikte Ken'ân diyarına gitmiştir.2691 Lût, İbrâhim'in Mısır yolculuğuna da katılmış,2692 ÖlüDeniz (Lût gölü) yazmalarından Genesis Apocryphon'a göre Firavun'un görevlilerine karşı İbrâhim'in sözcülüğünü yapmış, pek çok mülk edinmiş ve orada evlenmiştir.2693 Mısır'dan tekrar Ken’ân diyarına dönen Hz. İbrâhim ile Lût'un çok miktarda koyun ve sığır sürüleri vardı. Buna karşılık bölgede az sayıda kuyu bulunduğu için adamları arasında tartışmalar çıkınca Lüt onlardan ayrılarak verimli Erden havzasına yönelmiş ve Sodom çevresinde (günümüzde Ölüdeniz'in güneyindeki Usdum tepesi civarında) çadırlarını kurmuştur. Erden havzasındaki Sodom Gomore (Gomorre = Gomerrhe). Adma, Tseboim ve Bela şehirlerinin halkı Elam Kralı Kedorlaomer'e isyan edip yenilince Lût da esir alınmış, ancak yeğeniyle ilgisini kesmeyen İbrâhim tarafından kurtarılmıştır. 2694
Tevrat'a göre Sodom halkı Rabb'e karşı günahkârdır; orada her türlü ahlâksızlık, özellikle de cinsî sapıklık yaygındır.2695 Bunları cezâlandırmakla görevli melekler insan sûretine girip misafir olarak İbrâhim'e gelirler. Tanrı, Sodom ve Gomore'nin günahının çok ağır olduğunu ve helâk edileceklerini bildirir; İbrâhim ise oradaki iyi insanların hatırına bu kararın gerçekleşmemesi için yalvarınca kendisine eğer on iyi kişi varsa oranın helâk edilmeyeceği vaad edilir, ancak on kişi bile bulunamaz. Akşam vakti Sodom'a varan iki melek, şehrin kapısında oturan Lût'un dâveti üzerine ona misafir olurlar. Halk evin çevresini sararak Lût’tan misafirlerini kendilerine teslim etmesini ister. Lût ise her istenileni
2688] el-Cevâhir fî Tefsîri’l-Kur'ân, 13/88-89
2689] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 12, s. 501
2690] A. Jeffery, The Foreign Vocabulary of the Qur’an, Baroda, 1938, s. 255; Mustafavî, et-Tahkîk, c. 10, s. 258
2691] Tekvîn. 11/27; 12/5
2692] Tekvîn, 13/1
2693] İDB, lll. 62; Ejd, Lot, Xl, 508
2694] Tekvîn, 14/l-16
2695] Tekvîn, 13/13; 18/20; 19/4-5; Hezekiel, 16/49-50
- 610 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yapabileceğini, hatta kızlarını kendilerine teslim etmek sûretiyle fedâ edebileceğini, ancak misafirlerini vermeyeceğini söyler. Halk Lût'u tehdit ederek kapıyı kırmaya kalkışınca melekler müdâhale ederek Lût'u içeriye alır ve dışarıdakileri evin kapısını bulamayacak şekilde kör ederler.
Melekler Lüt'a şehri harap edeceklerini, aile fertlerini alıp burayı terk etmesini bildirirler. Lût ağır davranınca melekler karısını ve iki kızını şehrin dışına bırakırlar; onlara arkalarına bakmadan dağa kaçmalarını tenbih ederler. Lût kısa sürede dağa varmanın zor olduğunu, ancak yakındaki küçük şehre ulaşabileceklerini söyler. Güneş doğarken Tsoar'a varırlar. Arkalarından Sodom ve Gomore'ye göklerden kükürt ve ateş yağdırılır. Şehirler, bütün havza ve oralarda yaşayanların hepsi, bitkilere varıncaya kadar helâk edilir. Lût'un karısı da meleklerin uyarısına rağmen kaçarken geriye baktığından bir tuz direği oluverir. 2696 Tsoar'da kendini güvende hissetmeyen Lût iki kızıyla birlikte Ölü Deniz'in doğusundaki dağlara çekilir ve bir mağaraya sığınır. Tevrat'ta Lût (a.s.) ile ilgili çok ağır bazı iftiraların dışında 2697 başka bilgi yoktur.
Hz. İbrâhim'den ayrıldıktan sonra Lût, İsrâlloğulları tarihi için önemini yitirdiğinden onun ne kadar yaşadığı, nerede vefat ettiği bilinmemektedir. Bir rivâyete göre Lût'un kabri el-Halîl’in (Hebron) doğusunda Benî Naîm köyü yakınındadır.2698 Kitâb-ı Mukaddes'teki Lût oğulları ifâdesi hem Moablılar'ı hem Ammoniler'i içine almaktadır. 2699
Yahûdi tarihçisi Josephus, Lût'un karısının tuz sütunu haline dönüşmüş olan kalıntısını gördüğünü söylemekte, Romalı Saint Clement ve Saint Irenee de bu sütunun kendi dönemlerinde mevcut olduğunu nakletmektedir. Tenkitçiler tarafından gerçek dışı sayılan bu husus XVII. yüzyıldan itibaren çeşitli şekillerde açıklanmaktadır. Bunlardan en mâkul görüneni, ısınan ve eriyen tuz yığınlarının içinde kalarak öldüğü için Lût'un karısının tuz sütunu şeklinde tasvir edilmiş olmasıdır. Buna göre fırtına çıktığında göl sahilleri tamamen köpük ve tuz tabakasıyla kaplanmış, Sodom ve Gomore'nin helâkinde ise çok daha büyük tuz dalgaları, geride kalan kadını yakalayıp tuzla örtmüştür. Nitekim Ölü Deniz'in güneybatısında tamamıyla tuz kayasından ibaret Usdum denilen bir tepe bulunmakta, bu tepenin doğu tarafında 15 m. boyundaki bir tuz sütunu Lût'un karısı kabul edilmektedir.2700 Ayrıca kükürtlü Usdum tepesi bölgesinde heykeli andıran çok sayıda tabîî şekil mevcuttur. 2701
Kitâb-ı Mukaddes dışı kaynakların bazısında Lût fazileti sebebiyle övülmekte ve Tekvîn'deki2702 sâlih sıfatının ona ait olduğu kabul edilmekteyse de yahûdi din âlimlerinin onun hakkındaki kanaatleri pek müsbet değildir. Tevrat’ta olduğu gibi Tevrat dışı yahûdi dinî literatüründe de Lût ile ilgili olarak İslâm'ın nübüvvet anlayışıyla bağdaşmayan pek çok iddia ve iftira yer almaktadır. Talmud'a göre Lût, Sodom'la birlikte helâk olmaktan ancak İbrâhim'in şefaatiyle kurtulmuştur;
2696] Tekvîn, 18/1; 19/26; Petrus'un İkinci Mektubu, 2/6-7
2697] Tekvîn, 19/30-38
2698] DB, İV/1. s. 365
2699] Tesniye. 2/9, 19; Mezmur. 83/8
2700] DB, IV/1, s. 365-366
2701] Ancien Testament, s. 72
2702] 18/23
LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ
- 611 -
bu da Mısır'da eşi için “kız kardeşimdir” dediğinde İbrâhim'in yalanını açığa çıkarmamasının bir mükâfatıdır. Onun asıl mükâfatı Mesih'in Moablı Rut ve Amonlu Naamah kanalıyla onun soyundan gelmesidir. Bu rivâyette Lût'un 142 yaşında vefat ettiği kaydedilmektedir. 2703
Muharref Tevrat’ta Hz. Lût’a Atılan Büyük İftirâ
Muharref Tevrat'a göre Hz. Lût iki kızıyla zinâ eder. Hz. Lût'un kızları, sarhoş babalarını ayartırlar. Çünkü babalarının tohumunu korumalarını istemektedirler. "Ve Lût Tsoar'dan çıkıp dağda oturdu, iki kızı onunla beraberdi; çünkü Tsoarda oturmaktan korktu; ve o, ve iki kızı bir mağarada oturdular. Ve büyük kızı küçüğüne dedi: Babamız kocamıştır, bütün dünyanın yoluna göre yanımıza girmek için memlekette erkek yoktur, gel babamıza şarap içirelim ve babamızdan zürriyet yaşatmak için onunla yatalım. O gece babalarına şarap içirdiler, büyük kızı girip babası ile yattı ve onun yatmasını ve kalkmasını bilmedi. Ve vaki oldu ki, ertesi gün büyük kız küçüğüne dedi: İşte dün gece babamla yattım, bu gece de ona şarap içirelim ve babamızdan zürriyet yaşatmak için gir, onunla yat. Ve o gece de babalarına şarap içirdiler, küçük kız kalkıp onunla yattı; ve onun yatmasını ve kalkmasını bilmedi. Lût'un iki kızı böylece babalarından gebe kaldılar. Ve büyük kız bir oğul doğurdu ve onun adını Moab çağırdı; o bugüne kadar Moablıların atasıdır. Ve küçük kız, o da bir oğul doğurdu, ve onun adını Ben-ammi çağırdı; o bugüne kadar Ammon oğullarının atasıdır."2704 Hz. Lût'un, gayr-ı meşrû nesilleri mübarek kılınır, kutsallaştırılır. 2705
Kur’ân-ı Kerim’in bildirdiği gibi; peygamberlerden olan, 2706 diğer peygamberler gibi, onun da ismi zikredilerek âlemlere üstün kılındığı bildirilen2707 kendisine hüküm ve ilim verilen, sâlihlerden olan ve İlâhî rahmete kabul edilen2708 Hz. Lût’a (a.s.) atılan bu büyük iftirâ bile başka hiçbir delil olmasa, kendi başına bugünkü Tevrat’ın tahrif edildiğine yeterli bir vesikadır.
Tasavvuf Edebiyatı ve Türk Edebiyatında Hz. Lût ve Livâta
Hz. Lût Türk edebiyatında şahsı, misafirlerini ağırlaması, yapılan tehditlere aldırmadan sonuna kadar onları himâye etmesi, karısının kendisine ve misafirlerine karşı davranışı, hanımının misafirleri ihbar etmesi ve söz dinlememesi sebebiyle taş kesilerek cezâlandırılması, kavminin ahlâksız davranışları, onlara yaptığı nasihatler ve bu nasihatleri dinlemeyen kavminin cezâlandırılması gibi konularda yoğunlaşmış kıssalar ve menkıbelerde daha çok dinî-didaktik eserlerde yer almış bir peygamberdir.
Divan ve halk şairleri şiirlerinde Hz. Lût'tan ve onunla ilgili hususlardan bahseden bazı beyitlere yer vermişlerdir. Yahya Bey'ın, "Lût kavmi ki edip cürm ü günâh / Oldu günden güne gümrâh-ı tebâh" beyti bunlardandır. Âşık Tâlibî Kılıç'ın, "Lût'un kavmi çirkin işler işledi"; Ruhsatî’nin, "Cihan Lût kavmidir, çoğaldı şimdi";
2703] Ginzberg, The Legends of the Jews, Baltimore 1998, I/291; Ömer Faruk Harman, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 27, s. 227-229
2704] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 19/30-38, s. 17
2705] Kitab-ı Mukaddes, Tesniye, 2/9 ve 19, s. 178
2706] 37/Sâffât, 133
2707] 6/En’âm, 86
2708] 21/Enbiyâ, 74-75
- 612 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Canımoğlu'nun "Lût kavmine ateş yağdı semâdan"; Cemal Hoca'nın "Lût'a bakın, ibret alın bu sözden" mısraları ahlâksızlığın arttığını, bunların cezâlandırılacağını ihtar eden örneklerdir. Huzûri "Köyün dönsün kavm-i Lût'un gölüne" derken zulmedenlere bedduâ için Lût gölünü teşbih yoluyla zikretmekte ve günümüzde daha çok Ölü Deniz adıyla anılan bu mevkiin Türk-İslâm kültüründeki yaygın adını zikretmektedir. 2709
Kur'an'da Lût kavminin çirkin davranışlarının onları büyük bir felâkete sürüklediği belirtilerek şiddetle kınanması, Hz. Peygamber'in hadislerinde livâta ve sevicilik gibi çirkin fiilleri işleyen kimseler hakkında kullanılan ağır ifâdeler, İslâmî öğretide eşcinselliğin fıtrata ve insanlık onuruna aykırı bir davranış olduğunun ısrarla vurgulanması ve zinâya denk bir suç olarak görülüp cezâî müeyyidelerle önlenmeye çalışılması İslâm toplumlarında bu konuda ortak bir bilinç oluşturmuş, bu tür fiillerin toplumda yaygınlaşmasını önlemiş veya en alt düzeyde kalmasını sağlamıştır. Bununla birlikte bu çirkin fiilin tarihsel süreçte müslüman toplumlarda da eksik olmadığı, özellikle refahın artıp insanların lüks içinde yaşadığı dönemlerde ve çevrelerde belli ölçüde yaygınlaşma eğilimi gösterdiği söylenebilir. İslâm tarihinde erkekler arasında eşcinsel ilişkilerin ilk olarak Abbasîler döneminde yaygınlaştığı görülmektedir. Bu tür ilişkiler başta şiir olmak üzere çeşitli edebî türlerdeki eserlere de yansımış ve "livâta edebiyatı" olarak adlandırılabilecek bir tür meydana gelmiştir2710 Ahlâk dışı söz ve davranışlarıyla tanınan Kûfeli şair Vâlibe bin Hubâb ve öğrencisi Ebû Nüvâs'ın (ö. 198/813-?-) erkekler arası eşcinsel ilişkilere dair şiirleri, Arap edebiyatında cinsel temaları işleyen ve erkekler arasındaki eşcinsel ilişkilere yer veren nesir türündeki ilk eserlerden biri olan Câhiz'in (ö. 255/869) Mütâharetü'l-Cevân ve'l-Ğılmân'ı 2711 bu türün ilk örnekleri arasında sayılabilir. İbn Hindu'nun Risâletü'l-Visâta Beyne'z-Zünât ve'l-Lâta2712 ve Tîfâşî'nin Nüzhetü'l-Elbâb fi mâ lâ Yûced fi’l-Kitâb2713 adlı kitapları da bu konulara temas eder. Diğer taraftan livâtanın haramlığına dâir telif edilen müstakil eserler arasında Âcurrî'nin Zemmü'1-Livât 2714 ve İbnü'l-Mibred'in et-Teva’ud bi'i-Recm ve's-Siyât li-Fâlli'l-Livât2715 isimli kitapları zikredilebilir 2716
Divan Edebiyatına İslâmî Türk Edebiyatı diyenler, ya da ona bu gözle bakanlar, bir de edebiyatın genel konusuna, hemen her şiirde abartılı aşklar sunulan şuh sevgiliye, kadeh ve şaraba, bundan daha önemlisi baştan sona müstehcen tarzdaki türlere baksınlar: Bahnâmeler, Hûbânnâmeler, Zenânnâmeler, Hamamnâmeler, Dellâknâmeler, İşretnâmeler, Çenginâmeler, Nedim’in birçok şarkısı gibi bazı şiirler, nice gazeller… sadece müstehcen değil, aynı zamanda fuhuş edebiyatının en çirkin (bazılarına göre en güzel) örneklerindendir. Belki bilmeyenler vardır; Bâhnâme, cinsî münâsebetlerden bahseden eser demektir. Hem şiir tarzında ve hem de nesir tarzında olabilirler. Bu kitapların içinde şehvet
2709] Mustafa Uzun, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 27, s. 229
2710] Selâhaddin el-Müneccid, 5. 89. 149-172
2711] nşr. Pellat, Beyrut 1957, A. Hârûn, Resâ'ilü'l-Câhiz, Kahire 1979 içinde
2712] Brockelmann, GAL Suppl, I, 426
2713] nşr. Celâl Azzûne, Tunus 1997
2714] nşr. Mecdî es-Seyyid İbrâhim, Kahire, ts., Mektebetü'l-Kur'ân), Muhammed bin Ömer el-Gamrî’nin el-Hukmü’l-Mazbût fî Tahrîmi fi’l-Kavmi Lût (nşr. Abdullah el-Mısrî, Kahire 1988
2715] Dârü'l-Kütübi'z-Zâhiriyye, nr. 3215/1
2716] Kâmil Yaşaroğlu, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 27, s. 199
LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ
- 613 -
verici yazılar ve resimler bulunabilirdi.2717 Zenânnâme: Kadınların güzelliklerini manzum tarzda anlatan divan edebiyatı nazım şeklidir. Bunların en meşhuru olan Enderunlu Fâzıl, Zenânnâme’sinde erkeklere asla nikâhlanmamaları gerektiğini, nikâh ile bir tek kadına bağımlı kalmanın büyük bir sıkıntı olduğunu söyler. Şâir, kadını bir âile yuvasında anne olarak değil; yalnızca cinsel isteklerle dolu bir dişi olarak ele alır. Onun hâmile olmasını, çocuk doğurmasını, vücudunun tazeliğini yitirmesini istemez. Kitap, kadınların hamam eğlencelerinin müstehcen anlatımıyla sürer.2718 Hûbânnâme: Güzel delikanlıları, daha doğrusu güzel kabul edilen mef’ûl durumundaki oğlanları anlatan ve mesnevî tarzında yazılan divan şiirleridir. Bunların en meşhuru, Enderunlu Fâzıl tarafından yazılan Hûbânnâme’dir. İçinde müstehcen söyleyişlere bol bol rastlanan bu eser, 18. yy.ın Türk toplumundaki ahlâk ve eğilimlerin canlı bir vesikası sayılabilir. 2719
Hamamnâme ise, hamamla ilgili manzûme demektir. Daha çok hamamı ve hamamda bir güzeli tasvir amacıyla yazılırdı. Hamamlar, eskiden toplu eğlence ve sohbetlere de sahne olurdu. Divan şâirlerinin gerek hamamda gördükleri bir mahbûbu (eşcinsel oğlan sevgiliyi), gerekse bu tür eğlence meclislerini konu alan şiirler yazmaları gelenek halini almıştır. Hamamnâmeler daha çok kaside nazım biçimi ile yazılır. Ancak, gazel, mesnevî gibi nazım şekilleriyle yazılmış olanlarına da rastlanır. Hamamnâmelerde kasidelerin nesip bölümleri hamamdan ve orada görülen bir güzelden bahseder. Nedim’in (ö. 1730) karşılıklı konuşma tarzında yazılmış bir kasidesi bu tür hamamnâmelerin güzel (bize göre çirkin) bir örneğidir. Hamamnâmelerin birçoğunda olay, şairin hamama gelişi ile başlar. Sonra soyunmuş bir mahbûb (eşcinsel oğlan sevgili) ile karşılaşılır ve hayranlık içinde saçından ayağına dek bu âfet tasvir edilir. Daha sonra onun yıkanışı, çeşitli teşbihler aracılığıyla anlatılır. Hamamnâmeler divan edebiyatında insanı cinsel yönden en etkin biçimde anlatan ve ten zevkinin ön planda tutulduğu şiirlerdir. Daha çok şûh biçimde bir edâ ile söylenirler. Divan edebiyatında, en ağırbaşlı şâirlerin bile hamam konulu birer manzûme yazdıklarını görürüz. Bazen şâirlerin kelime oyunları yaparak hamamla ilgili müstehcen söyleyişler ortaya koyduklarına da şâhit oluruz. Fuzûlî gibi meşhur şâirler yanında, edebiyatımızda özellikle 17. y.y. ve sonrasında örneklerine çok rastlanan (meselâ Atâî, Nâbî, Sâbit, Vehbî, İzzet Molla) hamamnâmelerin aslı İran edebiyatına dayanır.2720 Dellâknâmeler de adından anlaşılacağı gibi hamamlarda dellâklık (tallâklık) yapan oğlanların güzelliklerinden ve onlarla yapılan eğlence ve çirkin işlerden bahseden edebî türdür.
İşretnâme ve sâkînâmeler, divan edebiyatında, gerçek ya da mecazlı anlamıyla içki ve içki âleminin övülerek anlatıldığı manzum eserlerin genel adıdır. Sâkînâmelerin kaynağı, câhiliyye dönemi Arap edebiyatındaki hamriyyeler (içkinâme, içkiyi öven şiirler)dir.2721 Çeng(i)nâme: Çeng, kanuna benzeyen ve dik tutularak çalınan bir çalgı âletidir. Bu âleti çalan anlamında çengi, genel mânâda bu sazı çalarken oynayan veya oynama (dans) işini sanat haline getiren kadın oyuncu/dansözlere denilir. Bunlardan bahseden edebî türe de çenginâme denilir.
2717] İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Akçağ Y., 2. baskı, s. 70
2718] İ. Pala, a.g.e. s. 535
2719] Bk. İskender Pala, a.g.e., s. 232-233
2720] İ. Pala, a.g.e. s. 206-207
2721] Bk. İ. Pala, a.g.e., s. 421-422
- 614 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şehrengizler de benzer konuları içerir. Divan Edebiyatında bir şehir ile o şehrin mahbûbları (oğlan güzelleri) hakkında yazılan manzum eserlere şehr-engîz denir. Şehirden bahsedildiği gibi, o şehrin ünlü güzelleri anlatılır; onların beden yapılarından, mesleklerinden bahsedilir. Bu bölümlerde yer yer aşkla dolu seslenişlere ve cinsel temalara da yer verilebilir. Bazı şehrengizler oğlan sevgililerin tasvirleriyle doludur. Meselâ Nihalî’nin (öl. 1543) esnaf güzelleri hakkındaki şehrengizi bunlardan biridir. Fehîm’in (bs. 1648) 245 beyitlik şehrengizi (bs. 1934), Narhnâme-i Dilberân adlı şehrengiz, Beyânî’nin (16. y.y.) Sinop hakkında mizahî eseri hayli müstehcendir. 2722
Divan edebiyatında medrese profesörü, ya da önemli devlet görevinde bulunan Gelibolulu Mustafa Âlî gibi, kaymakam Eşref gibi nice önemli kimselerin yazdıkları, bugün bile çok müstehcen bulunacaktır. Lâle Devrinin meşhur şâiri, aynı zamanda müderris/profesör olan ve mahkemelerde kadılık yapmış olan Nedim’in, meselâ çok ünlü “Yürü serv-i revânım yürü Sâdâbâd’e” nakaratlı şarkısı, şâirin delikanlılık çağına yeni gelmiş oğlan sevgilisine yaptığı çirkin çağrıdan ibârettir.
Tasavvuf edebiyatında seks ve eşcinsel davranışları konu edinen özel araştırmalar da kaleme alınmıştır. Bunlardan Süreyya Aslaner “Tasavvuf ve Seks” adındaki kitapta tasavvufa çok sert eleştiriler getirir. Tasavvufun temel eserlerinden alıntılar yaparak eşcinsel ilişkiyi öven yer yer fuhşu güzel gösteren yazı ve öykülerin önemli bölümlerini toplayarak hakkında çok sert yorumlar yapar. Bu kitabın ikinci bölümündeki bazı başlıklar şöyledir: Tasavvufta Seksin Fenomenolojik Boyutu, İlâhî Aşk Mitolojisi, Pornografik Sûfî Kültürü, Tüysüz Oğlana Methiye, Tasavvufun Çift Cinsiyetli Tanrısı; Kerâmetle Transseksüel Olan Şeyh, Müridin Şeyh Fetişizmi, Aperatif İçki Kullanan Sanal Şeyhler, Şarabı Bala Çeviren İllüzyonist Şeyhler, Müridin Vücuduna Yerleşen Hologram Şeyh, Tanrı’yla Flört Edenler, Şeyhin Tanrı’yla Mistik Evliliği, Sûfî Seks İmajlarının Hinduistik Kabalistik ve Mitolojik Kökleri, Eşekle Animal Seks Yapan Şeyh, Tanrıdan İnen Hard-Porno… Bu başlıklarla yazar tasavvuf büyüklerinin kendi eserlerinden alıntılar yaparak bunları yorumlamaktadır. 2723
Zekeriya Gün, Şark-İslâm Klasiklerinde Eşcinsel Kültür adlı eserinde şunları söyler:
Şark-İslâm (Bize göre, “İslâm” kelimesinin böyle eserler için kullanılması doğru değildir -A. Kalkan-) klasiklerinde eşcinsellik konusuna değinen yerli ve yabancı literatür, azımsanmayacak kadar çoktur. Bu literatürün, divan edebiyatı sözkonusu olduğunda en vazgeçilmez adı Nedim, içinde eşcinsellikle ilgili öğütlerin yer aldığı metni ise Keykavus'un Kabusname'sidir. Bu yapıtın üç eski çevirisinden en önemlisi, Mercimek Ahmet adlı bir çevirmen tarafından II. Murat döneminde Osmanlı Türkçesine yapılan bir çeviridir.
(Kahramanları eşcinsel olan ve bunların eleştirilmeden, hatta tam tersine övülerek tasvir edildiği hikâyelere çeşitli örnekler verip sonunda yorumlar yapan yazar, bu örneklerle ilgili şu değerlendirmeleri yapar:) “Bu bölümde öykülerini alıntıladığımız Feridüddin-i Attar (Ö.1199)'ın İlâhiname'si ile ünlü İran klasiği
2722] İ. Pala, a.g.e., s. 463-465
2723] Bk. Süreyya Aslaner, Tasavvuf ve Seks, Tevhid Y, İst. 1996
LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ
- 615 -
Sadi'nin Bostan'ıdır. Attar, ünlü bir sufidir. Yapıtları sufilerin en çok ilgi gösterdiği tasavvuf klasiklerindendir. Burada alıntılayacağımız öykülerinde de görüleceği üzere o, eşcinselliği insanî bir edim veya bir duygulanım olarak kabul etmekte ve eşcinsel aşkı herhangi bir çekingenlik göstermeden yansıtmaktadır. Öykülerinde kadın ve erkek arasındaki aşk kadar eşcinsel aşka da yer verir.
Bu öykülerde en çok "oğlan tasviri" yer bulmaktadır. Bu tür tasvirler, eşcinsel aşktan bahsedilmeyen öykülerde bile görülür; eşcinsel aşk ise gayet normal ve yaşamın bir gerçeği olarak anlatılır. Yalnız unutulmamalıdır ki, Attar, bütün sufiler gibi gerek kadın-erkek, gerekse erkek-erkek arasındaki aşkı "mecazî aşk" kapsamında değerlendiren anlayışın temsilcilerindendir. Yani bir sufinin önündeki aşılması gereken basamaklardır bu tür aşklar. Sonunda ulaşılması gereken ilâhî aşktır. Fakat mecazî aşkı tatmadan da gerçek anlamda ilâhî aşka ulaşılamamaktadır. Bakış açısı olarak bu anlayış, eşcinsel aşkla heteroseksüel aşk arasında bir fark görmez. Öyleyse, sonunda aşılacak olduktan sonra sakıncası yoktur; tersine sufiyi olgunlaştırır.
Attar'ın bu bakış açısı, tasavvufun genel anlamda aşk anlayışı olmakla birlikte, onun öykülerinde insanî bir sıcaklık bulabiliriz. Aşılması gerektiğini düşünse bile eşcinsel aşkı dışlamaz. Öykülerindeki oğlan tasvirleri de oldukça canlıdır; dönemin eşcinsel tercihlerini ve estetik anlayışını yansıtır.
Gelibolulu Âlî, XVI. yüzyılın gelenek ve göreneklerini olduğu gibi yansıttığı Mevâidü'n-Nefâis adlı yapıtında, dönemin eşcinsellikle ilgili tutumunu da gözler önüne serer, yaşadığı toplum hakkında sosyolojik gözlemler yapar. Eşcinsel aşk, bu öykülerde yüceltilir; daha doğrusu, tasavvufçu bakış açısıyla aşk (ama her türlü aşk) zaten yücelticidir ve insanı olgunlaştırır. Birbirine âşık olan erkekler "vuslat"a erişirler. (Bk. Güzel Bir Oğlanla Perişan Bir Hale Düşen Aşık Öyküsü). Bu aşkın tek taraflı olduğu öykülerde ise yine tek taraflı da olsa vuslat yaşanır. Buna "kısmî vuslat" diyebiliriz. Ama her öykünün sonunda mutlaka tasavvufî bir "kıssadan hisse" de yer almaktadır. Mevâid, Osmanlı bürokratları için yazılmış bir kitaptır. Yazarı da bir Osmanlı bürokratıdır.
Mevâid'in ilgili bölümlerine baktığımızda Osmanlı bürokratının, eşcinsel zevkleri de olan kimseler olduğunu bütün açıklığıyla görürüz. Hemen hepsinin bir "oğlan" sevgilisi vardır. Bu oğlanlara nasıl davranılması gerektiği, oğlanların sıkı sıkıya uymaları gereken kurallar, çeşitli yöre oğlanlarının ne gibi özelliklere sahip oldukları, oğlan-sevgili seçiminde dikkat edilmesi gereken hususlar, ayrıntılarıyla açıklanır bu yapıtta.
O dönemin bürokratı, istisnalar her zaman mümkünse de, genellikle tek eşli eşcinsel ilişkiyi tercih etmektedir. Sevgililerini bir defaya mahsus olarak, ama son derece dikkatle seçmekte ve onu yanlarından ayırmamaktadırlar. Sevgili seçiminde yanılmamak için ise Âlî'ye kulak vermeleri gerekiyor.
Baharistan, sufî bir yazarın kaleminden çıktığı için tamamen tasavvufî bir karakter taşır. Anlatılan öyküler, genellikle tasavvufî bir kıssadan hisse ile bitirilir. Bu yapıt, Sadî’nin Gülistan’ına nazire olarak yazılmıştır.
Tasavvufta Aşk Anlayışı: Burada tasavvufun aşk anlayışından söz etmek, öyküleri daha iyi anlamada bize yardımcı olacaktır. Sufîlerin anlayışında bir insanın diğer bir insana duyduğu her türlü aşk “mecazî”dir; semboliktir. Asıl aşk, tanrısal
- 616 -
KUR’AN KAVRAMLARI
aşktır ve mecazî aşklar insanı tanrısal aşka götürür. İşte bu noktada, mecazî aşkın eşcinsel bir karakter taşıması, bir sufî için sorun teşkil eder mi, sorusu akla gelecektir. Bu soruyu cevaplamaya çalışalım: Sufîlerin kaleme aldığı klasik yapıtlara baktığımızda eşcinsel aşkı anlatan çok sayıda öyküye rastlamaktayız. Bu öykülerde tanrısal aşkın öncülü olarak eşcinsel aşkın anlatılmasına sıkça rastlanır. Anlaşılan odur ki, sufîler tanrısal aşka ulaşmayı amaçlamışlardır, bu nedenle de onlar için aşkın eşcinsel veya heteroseksüel bir karakter taşıması önemsizdir. Tanrısal aşka ulaştırıcı bir araç olarak her türlü mecazî aşk da kutsanmaya değer.
Evrenin özünün “sevgi” olduğunu vurgulayan sufîler için bunun eşcinsel veya heteroseksüel karakteri, takılıp kalınacak bir nokta değildir. Çağrısı ilahî aşka olan bir sufî, sonunda aşılacak olduktan sonra mecazî aşkın eşcinsel ya da heteroseksüel niteliğini önemsemeyecektir doğal olarak. Tasavvufun aşk anlayışı budur. Bir sufînin, özellikle gençlere yararlı olmak amacıyla kaleme aldığı kitabında eşcinsel öyküler de anlatması, ama her öykünün sonunda tanrısal aşk çağrısını yinelemesi. Kendi mantığı içinde son derece doğaldır.”
Sonuç bölümünde de şunlar ifâde edilir: “Tasavvufun aşk anlayışı esas itibariyle yukarıda özetlediğimiz gibi olsa da bilinen tasavvuf anlayışının dışında işi oğlancılığa dökmüş sufî görünümlü toplulukların bulunduğu da bir gerçektir. Yalnız ilâhî aşkı hedeflemeyen ve buna ulaşamayan kimselerin ne kadar tasavvuf iddiasında bulunurlarsa bulunsunlar sufî saymak doğru olmayacaktır kanısındayız. Bu en azından tasavvufun teorisine terstir. Teoriyle uygulama da her zaman aynı doğrultuda olmayabilir” 2724.
Tasavvuf edebiyatında da, eski ve yeni Türk Edebiyatında da bu eşcinselliği savunan, güzel gösteren zengin literatür vardır. Bunlardan bizim tesbit ettiğimiz önemlilerini şöyle sıralayabiliriz:
Tasavvuf Edebiyatında eşcinsel davranışlara olumlu yaklaşan kitap ve metinler konusunda bk. Tasavvufta Seks Fenomeni, Süreyya Aslaner, Tevhid Yayınları, İstanbul, 1996; Şark İslâm Klasiklerinde Eşcinsel Kültür, Zekeriya Gün, Ankara; İlâhinâme I-II, Feridüddin-i Attar, Çeviri: Abdülbaki Gölpınarlı, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1996; Baharistan, Molla Câmî, M.E.B Yayınları, özellikle s. 151; Nefahatü’l-Üns, Molla Câmî, Marifet Y. s. 89, 509; el-İbriz, Abdülaziz ed-Debbağ, Demir Kitabevi (Seha Neşriyat), s. 41, 62, 63, 78, 79, 81, 91, 92, 93, 391, 393, 412, 415; Tabakatü'l-Kübra, Şârânî, c. 2, s. 122; Âriflerin Menkıbeleri (Menâkıbu’l-Ârifîn), Ahmet Eflakî, Terc. Tahsin Yazıcı, M.E.B Yayınları, c. 1, s. 324-325, c. 2, s. 69-70, 72, 205, 213, 214, 217; Füsûsu’l-Hikem, Muhyiddin-i Arabî, Çev. N. Gençosman, 2. Baskı, Devlet Kitapları, Ank, 1964, s. 213-214, 429-460; Füsusu’l-Hikem Terc. ve Şerhi, A. Avni Konuk, Marm. Ün. İlâhiyat Fk. Y. c. 4, s. 341; Mesnevî, Mevlâna, M.E.B. Y. c. 4, s. 242, 283, c. 5, s. 112-116 (Kabak hikâyesi), 172, 205, 315-322; Fihi Mâ Fih, Mevlâna, Çev. M. Ülker Anbarcıoğlu, Devlet Kitapları, s. 138; Kabusnâme, Kaykavus, Çeviri: Mercimek Ahmed, Hzl. O. Şaik Gökyay, MEB yayınları, 3. basılış, İst., 1974; Güvercin Gerdanlığı/Sevgiye ve Sevenlere Dair, İbn-i Hazm, Çeviren: Mahmut Kanık, İnsan Y., İstanbul, 1985; et-Tabakatü’l-Kübrâ, İmam Şaranî, c. 2, s. 122, 219, c. 4, Ali Vahiş md.; Mektubat Tercümesi, İmam Rabbani, Terc. Hüseyin Hilmi Işık, Sönmez Y., s. 6 (1. mektup), 445. Mektup; Tabakatu’s-Sûfiyye, es-Sülemî, s. 191; Tasavvuf ve İslâm, Abdurrahman el-Vekil,
2724] Zekeriya Gün, Şark-İslâm Klasiklerinde Eşcinsel Kültür
LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ
- 617 -
Tevhid Y., s. 57, 66, 68, 69, 72, 146, 147, 204, 206, 208, 209; Eski Arap Toplumunda Eşcinsellik ve İslâm, Colin Spencer, Çeviri: Selçuk, Kaos GL, Temmuz-Ağustos 1998, Sayı:47-48, s.10-12
Eski ve yeni Türk Edebiyatında eşcinsel davranışlara olumlu yaklaşan kitap ve metinler konusunda bk. Osmanlı'da Seks, Sarayda Gece Dersleri, Murat Bardakçı, Gür Y., İst. 1992; Osmanlı Kadın Âlemleri, Erdoğan Tokmakçıoğlu, Geçit Kitabevi Y., İst. 1991; Türk Edebiyatında Seks, Konur Ertop, İst. 1977; Osmanlı Eşçinsel Metinleri, Osmanlı'da Seks, Murat Bardakçı, Gür Y., s. 84-139; Eski İstanbul Nasıl Eğleniyordu? Refik Ahmed, İstanbul 1927; İstanbul Hayatı, Refik Ahmed, İst. 1917, 1932; Müslüman Toplumlarda Erkekler Arası Cinsellik ve Erotizm, Arno Schmidt-Jehoeda Safer, Çeviri: Dilek Canet, Kavram Yay., 1. basım, İst., 1995; Erkek ve Kadında Eşcinsellik, Ali Kemal Yılmaz, Özgür Yay., İst., 1998; Mevâidü'n-Nefâis fî Kavâidi'l-Mecâlis/Görgü ve Toplum Kuralları Üzerine Ziyafet Sofraları I, II, Gelibolulu Mustafa Âlî, Hzl. O. Şaik Gökyay, Tercüman 1001 Temel Eser Yay., İst., 1978; Tarihimizden Sayfalar, Fethi Işık, Kaos GL, Şubat 1998, Yıl:4, Sayı: 42, s. 26; Ünlülerimiz -Şair Nedim-, Fethi Işık, Kaos GL, Mart 1998, Yıl:4, Sayı: 43, s. 27
İsteyenler bu eserlerden, konuya nasıl bakıldığını araştırabilir. Bunlardan bazılarından alıntılar yapmak, Kur’an kavramlarını konu edinen bir çalışmanın ciddiyetine ve bizim edebimize uymayacak kadar müstehcen ve bayağı tasvirler taşımaktadır.
Lût Kavmi ve Altı üstüne Getirilen Şehir
“Lût kavmi de uyarıları yalanladı. Biz de onların üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Yalnız Lût ailesini (bu azaptan ayrı tuttuk;) onları seher vakti kurtardık; Tarafımızdan bir nimet olarak. İşte Biz, şükredenleri böyle ödüllendiririz. Oysa andolsun zorlu yakalamamıza karşı onları uyarmıştı. Fakat onlar bu uyarıları kuşkuyla karşılayıp yalanlamakta direttiler.” 2725
Lût Peygamber, İbrâhim peygamberle aynı dönemde yaşamıştır. Hz. Lût, Hz. İbrâhim'e komşu kavimlerden birine elçi olarak gönderilmişti. Bu kavim, Kur’an'da belirtildiğine göre, o güne kadar dünya üzerinde görülmemiş bir sapıklığı, eşcinselliği uyguluyordu. Hz. Lût, onlara bu sapıklıktan vazgeçmelerini söylediğinde ve onlara Allah'ın İlâhî tebliğini getirdiğinde onu yalanladılar, peygamberliğini inkâr ettiler ve sapıklıklarına devam ettiler. Bunun sonucunda da kavim, korkunç bir felâketle helâk edildi.
Hz. Lût'un yaşadığı bu şehrin, Eski Ahit'te geçen ismi Sodom'dur. Kızıldeniz’in kuzeyinde kurulmuş olan bu kavmin aynen Kur’an’da belirtilenlere uygun bir şekilde helâk edildiği anlaşılmıştır. Yapılan arkeolojik çalışmalardan anlaşıldığına göre şehir, İsrail-Ürdün sınırı boyunca uzanan Tuz Gölü'nün (Ölü Deniz) yakınlarında bulunmaktadır.
Hz. Lût, kavmini apaçık bir doğruya çağırıyor ve anlaşılır bir şekilde uyarıyordu. Ancak kavim hiçbir uyarıyı dinlemiyor ve Hz. Lût'u inkâr etmeye ve onun haber vermekte olduğu azâbı yalanlamaya devam ediyor; “eğer doğru söylüyorsan, bize Allah'ın azâbını getir!” diyorlardı.2726 Kavminden bu cevabı alan Hz. Lût,
2725] 54/Kamer, 33-36
2726] 29/Ankebût, 28-29
- 618 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah'tan yardım istedi: Dedi ki: "Rabbim, fesat çıkaran (bu) kavme karşı bana yardım et."2727; "Rabbim, beni ve âilemi bunların yaptıklarından kurtar." 2728
Elçilikle görevlendirilmiş melekler Hz. İbrâhim'in yanından çıktıktan sonra Hz. Lût'a geldiler. "(Elçiler) Dediler ki: 'Ey Lût, biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana kesin olarak ulaşamazlar. Gecenin bir parçasında âilenle birlikte yürü (yola çık). Sakın, hiçbir iniz dönüp arkasına bakmasın; fakat senin karın başka. Çünkü onlara isâbet edecek olan, ona da isâbet edecektir. Onlara vaad olunan (azap) sabah vaktidir. Sabah da yakın değil mi?" 2729
Şehir halkının azgınlığının son noktaya varmasıyla beraber Allah, meleklerin yardımıyla Hz. Lût'u kurtardı. Sabah vakti de, kavmin üzerine Hz. Lût'un uyardığı azap gönderildi: "Andolsun onlar, onun konuklarından da murâd almak için baskı yaptılar. Biz de onların gözlerini silip kör ettik. 'İşte azâbımı ve uyarmamı tadın.' Andolsun onları bir sabah vakti erkenden, üzerlerinde kararını kılmış bir azap yakalayıp bastırıverdi." 2730
Âyetlerde, kavmin helâki şöyle tarif ediliyor: "Derken, tan yerinin ağarma vaktine girdiklerinde onları (o korkunç ve dayanılmaz) çığlık yakalayıverdi. Ânında (yurtlarının) altını üstüne çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş taş yağdırdık. Elbette bunda 'derin bir kavrayışa sahip olanlar' için gerçekten âyetler vardır. O (şehir de) gerçekten bir yol üstünde (hâlâ) durmaktadır." 2731
"Böylece emrimiz geldiği zaman, altını üstüne çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık; Rabbinin katında 'belli bir biçime sokulmuş, damgalanmış' olarak. Bunlar zâlimlerden uzak değildir." 2732
"Sonra geride kalanları yerle bir ettik. Ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık; uyarılıp korkutulanların yağmuru ne kötü! Gerçekten, bunda bir âyet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, merhametlidir." 2733
Kavim helâk olurken içlerinden Hz. Lût ve sayıları ancak "bir ev halkı" kadar olan iman edenler kurtarıldı. Hz. Lût'un karısı iman etmemişti ve o da helâk edildi: "Bunun üzerine Biz, karısı dışında onu ve âilesini kurtardık; o (karısı) ise (helâke uğrayanlar arasında) geride kalanlardandı. Ve onların üzerine bir (azap) sağanağı yağdırdık. Suçlu günahkârların uğradıkları sona bir bak!" 2734
Böylece Hz. Lût, karısı dışındaki âilesiyle ve kendisine iman edenlerle beraber kurtarıldı. Sapık kavim ise, yerle bir oldu.
Lût Gölü'ndeki "apaçık âyetler" Hûd Sûresi'nin 82. âyeti "böylece emrimiz geldiği zaman, altını üstüne çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık" ifâdesiyle, Lût Kavmi'nin başına gelen felâketin şeklini açıkça bildirir.
Âyetin başında geçen "altını üstüne çevirmek" fiilinin şiddetli bir deprem ile
2727] 29/Ankebût, 30
2728] 26/Şuarâ, 169
2729] 11/Hûd, 81
2730] 54/Kamer, 37-38
2731] 15/Hicr, 73-76
2732] 11/Hûd, 82-83
2733] 26/Şuarâ, 172-173
2734] 7/A’râf, 83-84
LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ
- 619 -
bölgenin yerle bir olduğunu anlatıyor olması mümkündür. Nitekim, helâk olayının yaşanmış olduğu bölge olan Lût Gölü, böyle bir depremin oluştuğuna dair "apaçık deliller" taşımaktadır.
Alman arkeolog Werner Keller konu hakkında şöyle diyor: Bu bölgede bir gün kendini göstermiş olan çok büyük bir çökmede patlamalar, yıldırımlar, yangınlar ve doğal gazlarla birlikte korkunç bir deprem olmuş ve Siddim Vâdisi ile birlikte Lût kavminin şehirleri yerin derinliklerine gömülmüşlerdi. 2735
Zâten Lût Gölü, ya da diğer Adıyla Ölü Deniz, aktif bir sismik bölgenin, yani bir deprem kuşağının tam üstünde yer almaktadır: Ölü Deniz'in tabanı Rift Vâdisi denilen tektonik kökenli bir çöküntü içinde yer alır. Bu vâdi kuzeyde Taberiye Gölü'nden, güneyde Arabah Vâdisi'nin ortasına kadar 300 km.'lik bir uzantıda yer alır. 2736
Âyetin devamında "üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık" cümlesiyle ifâde edilen olayın ise, Lût Gölü kıyısında meydana gelen volkanik bir patlama ve bunun sonucunda püsküren "pişirilmiş kıvamdaki" kaya ve taşlar olması mümkündür. (Şuarâ Sûresi'nin 173. âyetinde bu olay "...ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık; uyarılıp korkutulanların yağmuru ne kadar da kötü!" şeklinde bildirilmiştir.)
Werner Keller bu konuda da şöyle diyor: Bu deprem sırasında, yer kabuğunun çatlayıp çöküşü, kabuğun altında uyuyan volkanlara serbest yol vermiştir. Şeria'nın yukarı vâdisinde bugün de sönmüş kraterlere rastlanmakta olup buralarda kireç katmanları üzerinde geniş lav kütleleri ve bazalt katmanları yer almıştır. 2737
İşte bu lâv ve bazalt katmanları, zamanında burada volkanik bir patlamanın ve depremin olduğunu gösteren en büyük kanıtlardır. Kur’an'da, "üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık" ifâdesiyle tarif edilen olay da büyük olasılıkla bu volkanik patlamadır. Aynı âyette "...emrimiz geldiği zaman altını üstüne çevirdik" şeklinde ifâde edilen olay da Rift Vâdisi'nde tektonik kökenli olan ve volkanların yeryüzüne büyük bir şiddetle çıkmasına sebep olan deprem ile onun getirdiği yarılma ve çöküntüler olmalıdır.
Lût Gölü'nün taşıdığı "apaçık âyetler" gerçekten de son derece dikkat çekicidir. Kur’an’da anlatılan kıssalar ve bildirilen olaylar, genelde, Ortadoğu, Arap Yarımadası ve Mısır etrafında yoğunlaşır. İşte bu toprakların hemen ortasında Lût Gölü vardır. Lût Gölü, etrafında geçen olaylar kadar jeolojik olarak da dikkat çekicidir. Göl, Akdeniz'in yüzeyinden yaklaşık 400 metre daha alçaktadır. Gölün en derin yeri de 400 metre olduğundan, göl tabanı Akdeniz'in yüzeyinden 800 metre alçaktadır. Burası, dünyanın en alçak noktasıdır. Dünyanın deniz yüzeyinden aşağı olan başka bölgelerinde alçaklık en fazla 100 metre kadardır. Lût Gölü'nün başka bir özelliği de suyundaki tuz yoğunluğunun çok yüksek olması, tuz miktarının %30'u bulmasıdır. Bundan dolayı gölde balık ya da yosun gibi herhangi bir canlı yaşayamaz. Batı dillerinde Lût Gölü'ne "Dead Sea" (Ölü
2735] Werner Keller, Und die Bibel hat doch recht (The Bible as History; a Confirmation of the Book of Books, New York: William Morrow, 1956)
2736] “Le Monde de la Bible”, Archeologie et Histoire, Temmuz-Ağustos 1993
2737] Werner Keller, Und die Bibel hat doch recht (The Bible as History; a Confirmation of the Book of Books, New York: William Morrow, 1956)
- 620 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Deniz) denilmesinin sebebi de budur.
Kur’an'da anlatılan Lût kavmi ile ilgili olay, tahminlere göre yaklaşık MÖ 1800 yıllarında olmuştur. Alman araştırmacı, Werner Keller, arkeolojik ve jeolojik incelemelere dayanarak yaptığı açıklamalarda Lût kavminin yaşadığı Sodom ve Gomorra şehirlerinin yerlerinin Siddim Vâdisi denilen ve Lût Gölü'nün en alt ucunda bulunan bölgede olduğunu ve zamanında buralarda büyük ve geniş yerleşim alanlarının bulunduğunu belirtiyor.
Lût Gölü'nün en dikkat çekici yapısal özelliği ise, Kur’an'da anlatılan helâk olayının nasıl yaşandığını gösteren bir kanıttır: Lût Gölü'nün doğusunda bir yarımada oluşturan ve dile benzeyen bir kısım, gölün içine uzanır. Bu kısma Araplar "El Lisan" yani "dil" Adını vermişlerdir. Burada suyun tabanında, âdeta gölü ikiye ayıran fakat görülmeyen keskin bir dirsek uzanmaktadır. Bu yarımadanın sağında taban 400 metre derin olduğu halde, sol tarafı şaşılacak kadar sığdır. Son yıllarda yapılan ölçümlerden burasının derinliğinin ancak 15-20 metre kadar olduğu anlaşılmıştır. Daha sonradan oluştuğu tesbit edilen bu sığ bölge, deprem ve bu deprem sonucu oluşan kütlevi bir çöküntünün eseridir. Eskiden Sodom ve Gomorra'nın bulunduğu, yani Lût kavminin yaşadığı yer işte burasıdır:
Zamanında buradan karşı kıyıya yürüyerek geçmek mümkündü. Eskiden Siddim Vâdisi'nde bulunan Sodom ve Gomorra şehirlerini, şimdi Ölü Deniz'in alt bölümünün düzgün yüzeyi örtüyor. MÖ 2. bin yılın başlarında korkunç bir doğal felâket sonucu tabanın çökmesi, kuzeyden gelen tuzlu suyun bu yeni oluşan boşluğa akmasına ve buranın dolmasına sebep oldu. 2738
Lût kavminin izleri, gözle de görülebilir... Kayıkla Lût Gölü'nün bu alt ucunda gezildiğinde, güneş ışınları da suya uygun bir açıyla yansıyorsa, insan şaşılacak bir görünümle karşılaşır. Kıyıdan biraz ötede suyun içinde ağaçların belirdiği görülür. Bunlar da gölün son derece yoğun olan tuzlarının konserve ettiği ağaçlardır. Derinlerde yeşil renkte görülen ağaç gövdeleriyle ağaç artıkları çok eskidir. Bir zamanlar bu ağaçların yapraklarının yeşillendiği ve çiçek açtığı yer yani Siddim Vâdisi, bölgenin en güzel yerlerinden biriydi.
Lût kavminin uğradığı felâketin teknik yönü, jeologların araştırmalarından anlaşılıyor. Buna göre, Lût kavmini yok eden deprem, oldukça uzun bir yerkabuğu çatlağı (fay hattı)nın sonucunda oluşmuştur: Şeria Nehri'nin yatağını oluşturan 190 kilometrelik mesafe boyunca Şeria Nehri toplam 180 metrelik bir düşüş yapar. Bu durum ve Lût Gölü'nün deniz seviyesinden 400 metre alçak olması, burada bir zamanlar büyük bir jeolojik olayın meydana geldiğini gösteren önemli delillerdendir.
Şeria Nehri ile Lût Gölü'nün bu ilginç yapısı da, yerkürenin bu bölgesinden geçen bir yarık ya da çatlağın ancak bir parçasından ibârettir. Bu çatlağın durumu ve uzunluğu son zamanlarda saptanmış bulunmaktadır.
Bu çatlak, Toroslar'ın eteklerinden başlayıp güneye doğru Lût Gölü'nün güney kıyılarından ve Arap çölü üzerinden Akabe Körfezi'ne uzayıp oradan da Kızıl Denizi geçerek Afrika'da son bulmaktadır. Bu uzun çöküntünün uzayıp gittiği yerlerde kuvvetli yanardağ hareketlerinin olduğu anlaşılmaktadır. Öyle
2738] Werner Keller, The Bible as History in Pictures, New York: William Morrow, 1964
LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ
- 621 -
ki, İsrail'deki Galilee Dağları'nda, Ürdün'ün yüksek yayla kısımlarında, Akabe Körfezi ve diğer yakın yerlerde siyah bazalt ve lavlar bulunmaktadır.
Tüm bu kalıntılar ve coğrafî özellikler, Lût Gölü'nde büyük bir jeolojik olayın yaşandığını göstermektedir. Werner Keller bu jeolojik olayı şöyle anlatıyor: Bu bölgede bir gün kendini göstermiş olan çok büyük bir çökmede patlamalar, yıldırımlar, yangınlar ve doğal gazlarla birlikte korkunç bir deprem olmuş ve Siddim Vâdisi ile birlikte Lût kavminin şehirleri de yerin derinliklerine gömülmüşlerdir. Bu deprem sırasında, yer kabuğunun çatlayıp çöküşü, kabuğun altında uyuyan volkanları harekete geçirmiştir. Şeria'nın yukarı vâdisinde bugün de sönmüş kraterlere rastlanmakta olup buralarda kireç katmanları üzerinde geniş lav kitleleri ve bazalt katmanları yer almıştır. 2739
National Geographic ise Aralık 1957 sayısında konu hakkında şöyle diyordu: Sodom tepesi, Ölü Denize doğru yükselir. Hiç kimse şimdiye dek yok olan şehirler Sodom ve Gomorra'yı bulamadı, fakat bilim Adamlarına göre bu şehirler kayalıkların karşısındaki Siddim Vâdisi'nde duruyorlar. Büyük ihtimalle Ölü Deniz'in taşkın suları ve depremin altında kaldılar. 2740
Pompei de Aynı Sona Uğramıştı: Kur’an'da, Allah'ın kanunlarında hiçbir değişiklik olmadığı şöyle haber verilir: "...Onlara uyarıcı/korkutucu geldiğinde, nefretlerinden başkasını arttırmadı. (Hem de) Yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp kuşatmaz. Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler? Sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın." 2741
Evet, "Allah'ın sünnetinde (kurallarında) hiçbir değişiklik" yoktur. Allah’ın kurallarına aykırı giden, O'na başkaldıran herkes, aynı İlâhî kanunla karşılık görür. Roma İmparatorluğu'nun dejenerasyonunun sembolü olan Pompei de, aynı Lût kavmi gibi, cinsel sapkınlıklara batmıştı. Sonu da Lût kavmiyle benzer oldu.
Pompei'nin helâki, Vezüv Yanardağı'nın patlamasıyla gerçekleşmişti. Vezüv Yanardağı, İtalya'nın, özellikle de Napoli kentinin sembolüdür. Yaklaşık, 2000 yıldan beri suskun olan Vezüv "İbret Dağı" şeklinde adlandırılır. Vezüv'ün bu şekilde tanımlanması boşuna değildir. Ünlü Sodom ve Gomorra kentlerinin başına gelen felâketle, Pompei fâciası birbirine çok benzemektedir.
Vezüv'ün batı yamacında Napoli, doğu yamacında ise Pompei kenti yer alır. Yaklaşık 2000 yıl önce yaşanan bir lav ve kül felâketi, bu kentin insanlarını ânî bir biçimde yakalamıştı. Felâket öylesine ânî olmuştu ki, her şey 2000 yıl öncesinde olduğu gibi kaldı. Sanki zaman dondurulmuştu.
Pompei'nin böyle bir felâketle yeryüzünden silinmesinde, elbette ders çıkarılabilecek bir yön vardı. Tarihî kayıtlar, şehrin yok olmadan önce tam bir sefâhet ve sapkınlık merkezi olduğunu gösteriyor. Şehrin en belirgin özelliği, fuhşun çok yaygın olmasıydı. Ancak Vezüv'ün lavları bir anda tüm kenti haritadan sildi.
2739] Werner Keller, Und die Bibel hat doch recht (The Bible as History; a Confirmation of the Book of Books), New York: William Morrow, 1956, s. 88
2740] G. Ernest Wright, “Bringing Old Testament Times to Life”, National Geographic, Vol. 112, Aralık 1957, s. 833
2741] 35/Fâtır, 42-43
- 622 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Olayın en ilginç yanı ise, kentin günlük yaşantısı içinde, Vezüv'ün korkunç patlamasına rağmen, kimsenin kaçamamış ve âdeta büyülenerek felâketin farkına bile varamamış olmalarıydı. Yemek yiyen bir âile o andaki gibi aynen taşlaşmıştı. Cinsel birleşme halinde, sayısız taşlaşmış çift bulunmuştu. Daha da önemlisi, bu çiftler arasında, aynı cinsten olanlar, küçük erkek ve kız çocuklar da vardı. Pompei kalıntılarından çıkarılan taşlaşmış insan cesetlerinin, bazılarının yüzleri hiç bozulmadan kalmıştı. Yüzlerin genel ifâdesi, şaşkınlıktı.
İşte fâcianın en akıl almaz yönü buradadır. Nasıl olmuş da binlerce insan hiçbir şey görmeden ve duymadan, âdeta ölümün gelip kendilerini yakalamasını beklemişlerdir? Olayın bu yönü, Pompei'nin yok oluşunun Kur’an'da anlatılan helâk olaylarına benzediğini gösteriyor. Çünkü Kur’an'da, helâk olayları anlatılırken "birden yok olma" üzerinde durulur. Örneğin Yâsin Sûresi'nde anlatılan "şehir halkı", tek bir anda topluca ölmüşlerdir. Sûrenin 29. âyetinde bu durum şöyle anlatılır: "(Onlara) Yalnızca bir tek çığlık (yetti); ânında sönüverdiler." 2742
Kamer Sûresi'nin 31. âyetinde Semûd kavminin helâki anlatılırken de yine "ânında yok olma" olayına dikkat çekilir: "Çünkü Biz onların üzerine bir tek çığlık gönderdik. Böylece onlar, ağıldaki çalı-çırpı olan kuru ot gibi oluverdiler. " 2743
Pompei halkının ölümü de âyetlerde anlatıldığı şekilde, "ânında yok olma" tarzında gerçekleşmiştir. Tüm bunlara rağmen, Pompei'nin eski yerinde, bugün de olaylar pek fazla değişmiş değil. Napoli'nin sefâhet mahalleleri, Pompei'den hiç aşağı kalmıyor. Kapri adası, eşcinsellerin ve çıplakların kamp yaptıkları bir üs durumunda. Kapri adası turizm reklâmlarında "Eşcinseller Cenneti" olarak tanımlanıyor. Sonuçta, yine bölge halkının aynı tür bir yaşamı seçtikleri görülüyor. Yalnızca Kapri'de ve İtalya'da değil, dünyanın hemen hemen her tarafında bu tür bir ahlâki dejenerasyon yaşanmakta ve insanlar geçmiş kavimlerin başlarına gelen felâketlerden ders almamakta ısrar etmektedirler. 2744
Livâta/Homoseksüellik
Livâta: Erkek erkeğe cinsel ilişkide bulunma demektir. İslâm dininde zinâ ve fâhişelik gibi bir hayâsızlık örneğini teşkil eden livâta da, kesinlikle yasaklanmıştır. Livâtaya, oğlancılık, eşcinsellik veya homoseksüellik de denir. Livâta, insan şahsiyetine ve haysiyetine hiçbir şekilde yaraşmayan ahlâkî suçlardan biridir.
Hz. Lût (a.s.), sapıklığın, ahlâksızlığın, edepsizliğin en âdîsi olan livâtanın yaygın olduğu Sedum (Sodom) halkına peygamber olarak gönderilmiştir. Sedum halkı, daha önceki toplumlarda görülmeyen bu ahlâksızlık suçunda çok ileri gitmişti. İffet, nâmus ve hayânın unutulduğu bu toplumda Lût (a.s.) ve onunla birlikte olanlar, onların bu tür ahlâksızlıklarına engel olmak istemişler, ancak susturulmuş ve etkisiz hale getirilmişlerdi. Ancak, bütün uyarılara aldırış etmeyen Lût kavminin yaptığı kötülükler cezâsız kalmamış, acı bir azap ile yerle bir edilmişlerdir.
Livâtanın veya başka bir deyişle homoseksüelliğin İslâm hukukundaki cezâsı, bazı fakihlere göre zinâ cezâsıdır. Öte yandan, hâkimin, bu kötü durumdan
2742] 36/Yâsin, 29
2743] 54/Kamer, 31
2744] Harun Yahya, Kavimlerin Helâkı, Vural Y., s. 41-55
LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ
- 623 -
insanları alıkoymak için toplumun yararına göre cezâ verebileceği görüşünü savunanların yanında, livâta işini yapan ve yapılanın öldürülmesi gerektiği görüşünde olan İslâm fıkıhçıları da vardır. 2745
Livâta kelimesi, sözlükte "havuzu çamur vb. ile sıvamak sûretiyle onarmak" anlamına gelir. Livâta kelimesi örfte erkekler arasındaki eşcinsel ilişkiyi ifâde eder. Arapça'da bu mânâda aynı kökten türeyen livât, mülâvata ve televvut kelimeleri de kullanılmaktadır. Kelime, anlamını erkekler arası eşcinsel ilişkinin yaygın olduğu Lût kavminden almaktadır. Cevâd Ali, livâta kelimesinin Araplar arasında Kur'an'da Lût kavminden bahsedilmesinden sonra kullanılmaya başlandığını söyler.2746 Kesin bir ayrım yapılması güç olmakla birlikte livâta fiilinde aktif olan taraf lûtî (bu ifâde çok hatâlıdır, kullanılmamalıdır), lâit, mülâvit; pasif taraf me'bûn ve übne (Türkçede ipne) kelimeleriyle ifâde edilir. Türkçe'de livâta karşılığı olarak oğlancılık kelimesinin yanı sıra eşcinsellik (ve homoseksüellik) de kullanılmaktadır. Bununla birlikte aynı cinse mensup kişiler arasındaki cinsel ilişkileri ifâde etmesi sebebiyle eşcinsellik (İng. homosexsuallty), lezbiyenlik/sevicilik (bk sihâk) olarak adlandırılan kadınlar arası eşcinsel ilişkileri de kapsamaktadır. Türkçe'de livâta fiilini işleyen kimselere lûtî (bu kelime kullanılmamalıdır) ya da eşcinsel adı verilir. Batı dillerinde livâta karşılığı olarak Lût kavminin yaşadığı Sodom şehrinden türetilen sodomy/sodomie kelimesi de kullanılır.
Erkekler arası eşcinsel ilişki hemen her dönemde ve her toplumda cinsî bir sapkınlık olarak görülmüş ve kınanmış, dinlerin de ortaklaşa mücâdele ettiği çirkin bir davranış olmuştur. Tevrat'ta, Sodom halkının Rabbe karşı günahkâr olduğu ve orada her türlü ahlâksızlığın, özellikle cinsî sapıklığın yaygınlaştığı ifâde edilir.2747 Yahûdilikte çirkin bir davranış olarak kabul edilen erkekler arası eşcinsel ilişkiler yasaklanmış ve bu tür ilişkide bulunanların cezâlarının ölüm olduğu belirtilmiştir.2748 Yeni Ahid'de de eşcinsel ilişkide bulunanlar şiddetle kınanan kimseler arasında zikredilir. 2749
İslâm dini, cinselliği tabiî bir vâkıa olarak kabul edip cinsel ihtiyaçların mâkul ve meşrû zeminde giderilmesine imkân vermiş, ancak cinselliğin insanlık onur ve değerini ihlâl edecek biçimde kontrolsüz kullanımını önleyici bazı sınırlamalar getirmiştir. Evliliğin teşvik edilip âile hayatını ve kurumunu korumaya yönelik tedbirlerin alınması, iffetin ve neslin korunmasının dinin temel gâyeleri arasında gösterilmesi, cinsel sağlık ve ahlâk eğitimine önem verilmesi, müstehcenlik, fuhuş ve zinâ ile mücâdele edilmesi böyle bir anlam taşır. Bunun için Kur'an ve Sünnette cinsî hayata ilişkin olarak birçok ayrıntılı düzenleme ve hüküm yer almıştır. Bunlardan biri de livâtanın İslâm'da şiddetle kınanıp büyük günahlardan sayılması olmuştur. İslâm literatüründe konu ferdî ve sosyal ahlâk, cinsiyet ahlâkı ve eğitimi gibi açılardan ele alınıp fert ve toplumların böyle bir sapkınlıktan korunması, bireylerin bu tür davranış ve eğilimlerini önleyici ve tedâvi edici tedbirlerin alınması üzerinde durulmuş, fıkıh literatüründe ise daha çok hukukî açıdan bu gruba giren fiillerin suç teşkil etmesinin şartları ve bu fiili işleyenlere uygulanacak cezâ yönüyle incelenmiştir.
2745] Mefâil Hızlı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 24
2746] Cevad Ali, el-Mufassal, V, 143; ayrıca bk. Râgıb el-lsfahânî, el-Mûfredât, "lvt md.
2747] Tekvin, 13/13; 18/20
2748] Levililer, 18/22; 20/13
2749] Romalılar'a Mektup, 1/27; Korintoslular'a Birinci Mektup, 6/9
- 624 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur'an'da ve hadislerde yer alan ifâdelerden hareketle İslâm âlimleri, livâtanın dünyevî cezâyı da gerektiren haram bir fiil olduğu konusunda görüş birliğine varmışlardır. Hatta livâtayı haramlık bakımından zinâdan daha ağır bir fiil olarak kabul edenler de vardır. Livâta yapan kimseye verilecek cezâ konusunda ise İslâm hukuk ekolleri farklı görüşlere sahiptir. Bu konudaki fikir ayrılığı, livâtanın zinâ kapsamında bir suç mu, yoksa ondan ayrı başka bir suç mu teşkil ettiği konusundaki farklı yaklaşımlardan, ayrıca bu fiili işleyen kimselere verilecek cezâ ile ilgili hadislerin yorumundan kaynaklanmaktadır.
İslâm hukukçularının çoğunluğu, Kur'an'da hem zinânın hem livâtanın açık hayâsızlık ve çirkin davranış (fâhişe) olarak nitelendirilmesini dikkate alarak livâtayı zinâya kıyas etmiş, bu fiilin zinâ olarak adlandırılabileceğini ve zinâ ile aynı hükümleri taşıdığını belirtmiştir. İmam Şâfiî ile Hanefi hukukçularından Ebû Yûsuf ve Muhammed bin Hasan eş-Şeybânî'ye göre livâta yapan kişiye zinâ suçunda olduğu gibi had cezâsı uygulanır; fâil muhsan ise recmedilir, muhsan değilse 100 celde ile cezâlandırılır. Şâfiîler, livâta suçunda fâilin bekâr olması durumunda kendisine ayrıca sürgün cezâsı verilmesi gerektiğini ifâde ederler. İmam Mâlik ve Ahmed bin Hanbel ise Hz. Peygamber'den nakledilen ve livâta yapan kişilerin öldürülmesi ya da recmedilmesi gerektiğini ifâde eden hadisleri2750 esas alarak muhsan olsun ya da olmasın livâta fiilinin fâiline recm cezâsı verileceği görüşündedir. Bu hukukçulara göre livâta suçunun ispatı için zinâ suçunda olduğu gibi dört şahit getirilmelidir. Livâta yapan kişilerin öldürülmesi gerektiğini ifâde eden hadisler, aralarında Nesâi'nın de bulunduğu bazı hadis otoriteleri tarafından sened yönünden tenkit edilmiştir.2751 Diğer taraftan Rasûl-i Ekrem'in livâta yapan kimseyi recm cezâsı ile cezâlandırdığına veya livâtanın cezâî müeyyidesi hakkında hüküm verdiğine dâir bir bilgi mevcut değildir. 2752
İmâmiyye ve Zâhiriyye mezhebine mensup hukukçularla Ebû Hanîfe, livâtayı zinâdan ayrı bir fiil olarak değerlendirmektedir. Onlara göre livâta, zinâya kıyas edilemeyeceği ve zinâ olarak adlandırılamayacağı için ondan farklı bir suç oluşturmakta ve farklı hükümler taşımaktadır. Ebû Hanife, üreme organının dışındaki bir yolla kadın ya da erkekle cinsel ilişkide bulunmanın zinâ olarak kabul edilemeyeceğini ve livâta yoluyla nesebin karışma ihtimâlinin bulunmadığını ifâde ederek suçu işleyen kimseye devletin yetkili organlarınca takdir edilecek bir cezânın verilmesi gerektiğini belirtir. Bu fakîhler ayrıca livâta suçunun ispatı için iki şâhidin yeterli olduğu görüşündedir. Diğer taraftan aralarında Ebû Müslim el-İsfahânî’nin de bulunduğu bazı âlimler, Kur'an'da kadınların açık hayâsızlıkta bulunmasıyla ilgili olarak yapılan açıklamanın ardından, "İçinizden iki kişi açık bir hayâsızlıkta bulunursa onlara cezâ verin" meâlinde bir ifâdenin yer almasını2753 erkekler hakkında bir açıklama olarak yorumlamakta ve bu hükmün livâta yapan kişilerle ilgili olduğunu, bu sebeple âyetin hükmü gereğince onlara ta'zîr cezâsı uygulanacağını ileri sürerler. Tabiîn âlimlerinden Mücâhid'in de bu görüşte olduğu nakledilmektedir. 2754 İslâm hukukçularının çoğunluğu, bir kimse aleyhine yapılan livâta ithâmının ispat edilmediği takdirde kazf suçunu meydana getireceği
2750] İbn Mâce, Hudûd 24; Ebû Dâvûd, Hudûd 29; Tirmizî, Hudûd 24
2751] Şevkânî, VII, 131
2752] İbnu’t-Tallâ’, Akzıyetü Rasûlillâh, Beyrut 1418/1997, s. 33
2753] 4/Nisâ, 16
2754] Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, IX, 231-232; Reşîd Rızâ, Tefsîru’l-Menâr, IV, 437-440
LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ
- 625 -
görüşündedir. Ebû Hanîfe ve Zâhirîler ise bu tür bir ithâmı hakaret ve sövme kapsamına dâhil ederek ta'zîr cezâsını gerektiren bir suç olarak kabul ederler.
Livâtanın gerek din ve ahlâk, gerekse hukuk düzeni açısından günah, çirkin ve suç teşkil eden bir fiil olmasının yanı sıra, tıp otoriteleri de anal ilişkinin zedelenmeye ve yaralara yol açtığını, özellikle AİDS hastalığını meydana getiren virüsün eşcinsel ilişkiler yoluyla açılan yaralardan kolayca girmek sûretiyle hızlıca ürediğini ifâde etmektedir. Eşcinsel ilişki, modern refah toplumlarında çeşitli sebeplerle belli bir yaygınlaşma eğilimi gösterip bireysel özgürlük kapsamında telakkî edilerek sınırlı ölçüde hukuken korunsa ve doğal karşılansa bile dinî ve ahlâkî öğretilerin yanı sıra günümüzde insanlığın ortak sağduyusu ve kamuoyu onu insanî değerlere ve insan haysiyetine aykırı çirkin bir davranış olarak görmeye devam etmekte, onunla mücâdelede en etkili çare olarak da karşı cinsler arası tabii ve meşrû ilişki önerilmektedir. Eşcinsellik eğilim ve davranışı biyolojik ve psikolojik bozukluğun bir ürünü olması durumunda ise tedavi edilmesi gereken bir hastalık sayılmaktadır. 2755
Livâtanın cezâsının Kur’an’da belirtildiğini ifâde eden Süleyman Ateş, şunları söyler: “Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden dört şâhit getirin. Eğer onlar şâhitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıncaya, ya da Allah onların yararına bir yol gösterinceye kadar evlerde tutun (dışarı çıkarmayın). İçinizden iki kişi, fuhuş yaparsa, onlara eziyet edin; eğer tevbe eder, uslanırlarsa artık onlardan vazgeçin. Çünkü Allah, tevbeleri çok kabul edendir, çok merhametlidir.” 2756
Bu âyetlerde homoseksüellik denen cinsel sapıklık ve bunun cezâsı anlatılmaktadır. Burada iki tür cinsel sapıklıktan söz edilmektedir. Birincisi şimdi lezbiyenlik denen kadın kadına cinsel ilişki; ikincisi de livâta veya oğlancılık denen erkek erkeğe cinsel ilişkidir.
Birinci âyette "Fuhuş yapan kadınları evlerde tutun" ifâdesinden, bu eylemin kadınlar arasında olan edepsizlik, yani sevicilik olduğu anlaşılmaktadır. Bunların evlerde tutulmasındaki hikmet de bunların edepsizlik eylemlerine engel olmaktır. Burada kadınlar, bir sonraki âyette erkek erkeğe ilişkiyi anlatan âyette olduğu gibi ikil değil de çoğul olarak zikredilmiştir. Müfessirler bunun izahında zorluk çekmişlerse de, bizce bunun hikmeti açıktır. O da kadın kadına ilişkiye girenlerin, yalnız iki kadın değil, belki birkaç kadın, kadın cemaati de olabilir. Muhammed Abduh'un izahına göre de bu eylem, o kadar çirkin sayılmadığı için kadınlar arasında yaygınlığından ötürü fâiller çoğul getirilmiştir. Bu da ma'kul bir yorumdur, ama sanıyorum ki bu eylem, iki kadın arasında olduğu gibi, birçok kadın arasında, toplu bir seks halinde de işlendiğinden kadınlar ikil değil, çoğul zikredilmiştir. Ama livâta, çok daha utanç verici kabul edildiğinden hem daha gizli yapılırdı, hem de sadece iki kişi arasında olurdu. Onun için fâilleri ikidir: Biri fâil, diğeri mef’ûl durumunda iki kişi.
Şimdi bu âyetlerde kadınlar arası sapık ilişkinin cezâsı olarak “evlerde hapis”, erkekler arası sapık ilişkinin cezâsı olarak da “eziyet” getirilmiştir. Ancak her iki cezâdan kurtulmanın çâresi de gösterilmiştir. Sapık ilişkiye giren kadınların evlerde hapsi, Allah onların yararına bir yol gösterince son bulur. Erkekler arası
2755] Kâmil Yaşaroğlu, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 27, s. 198-199
2756] 4/Nisâ, 15-16
- 626 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sapık ilişkiye getirilen eziyet cezâsı da onların tevbe edip uslanmasıyla son bulur. Bu eylemlerinden sonra tevbe edip gerçekten uslanmış olanlara artık eziyet edilmez.
Kur'ân âyetleri arasında neshi kabul etmeyen Ebû Müslim Isfahânî de birinci âyette seviciliğin, ikinci âyette livâtacılığın cezâsının belirlendiğini söylemekte ve sebebini şöyle izah etmektedir:
Bu sûretle hiçbir âyet neshedilmez, her âyetin hükmü geçerli olur.
Eğer iki âyette de zinâ kasdedilmiş olsaydı, zinâ eden erkek ve kadının hükmü, tek bir âyet içinde zikredilirdi. Nitekim: "Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkeğin herbirine yüz değnek vurun..." 2757 âyetinde aynı suçu işleyen erkek ve kadının hükmü belirtilmiştir. İki âyette de kasıt zinâ olsaydı, burada da böyle olur ve aynı şeyden söz eden âyetler tekerrür etmezdi.
"Allah kadınların yararına bir yol gösterinceye kadar onları evlerde tutun." âyetinin zinâ hakkında olduğunu söyleyenler, "Allah kadınların yararına bir yol gösterinceye kadar" cümlesinde gösterileceği bildirilen yolu, recm ve celd (taşlayıp öldürmek ve yüz değnek vurmak) şeklinde açıklamışlardır. Bu doğru olamaz. Çünkü âyette, Allah'ın, kadınların yararına bir yol göstereceği belirtilmektedir. Oysa recm, celd ve sürgün, kadınların yararına değil, zararınadır. Bunlar, kadın için çok ağır cezâlardır. Bundan dolayı biz, buradaki fuhşu, kadınlar arasındaki seviciliğe yorarak gösterilecek yolun, kendilerini bundan vazgeçirecek nikâh yolu olduğunu söylüyoruz. Allah'ın onlara evlenme nasib etmesi, onların lehine olan bir yoldur. 2758
Burada zinâ denen, nikâhsız olarak kadın-erkek ilişkisinin cezâsı henüz belirtilmemiştir. Onun cezâsı, Nur Sûresinde belirtilecektir. Böylece âyetler arasında farazî bir çelişki ortaya çıkarılmaz ve âyetlerin hepsinin hükmü tam yerine oturur:
Eşcinsellik yapan kadınlar, evde gözetim altında bulundurulurlar, evleninceye dek evden dışarı çıkarılmazlar. Eşcinselliğin cezâsı, kadınlar için sürekli gözetim altında tutulmak, evden dışarı çıkarılmamaktır. Ancak evlendikleri veya uslanıp bu işten vazgeçtikleri takdirde evde sürekli hapis cezâsından kurtulurlar.
Eşcinsellik yapan erkeklere, dil ve el ile eziyet ve hakaret edilir. Birbiriyle zinâ eden erkek ve kadın ise, herbirine yüz sopa vurularak cezâlandırılır. Bu hususta kişilerin evli, bekâr, genç veya ihtiyar olmaları arasında bir fark yoktur.
Reşid Rızâ da Ebû Müslim'in bu yorumunun, en doğru yorum olduğunu vurgulamaktadır: "Gerçek şu ki Ebû Müslim'in her iki âyet üzerindeki yorumu, tercihe şâyân yorumdur." Üstadı Muhammed Abduh da bu görüşü tercih etmiştir: "Sevici kadınların evde hapsedilmelerinin hikmeti şudur: Seviciliğe alışan kadın, artık erkeklerden uzak durur, evlenmek istemez. Bir nesil tarlası olmaya râzı olmaz. Onun edepsizliğine mâni olmak için evlerde tutulup benzeri kadınlarla buluşması önlenir ki, o, ömründe bu işi bir daha yapma imkânı bulamasın veya evlensin.
2757] 24/Nûr, 2
2758] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, c. 3, s. 245-246
LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ
- 627 -
Ben derim ki: Kadın ölünceye, ya da sevicilikten soğuyarak erkeklere ilgi duyuncaya kadar, evli ise kocasıyla ilişkiyi kabul edinceye, bekâr ise evleninceye kadar hapsedilir. Kadınlara gösterilecek yolun, Allah'a bağlanmasında da bir hikmet vardır ki o da şudur: Bu, alışanın bırakması güç olan bir edepsizliktir. Zaten hapsedilmesindeki hikmet de bu edepsizliği bırakmanın zorluğuna bağlıdır. Yani bu edepsizlik, öyle bir belâdır ki, ancak Allah'ın bir çıkar yol göstermesiyle bundan kurtulmak mümkün olur." 2759
Livâtanın cezâsı
İmâm-i Şafiî'ye göre livâta yapana had (cezâ) uygulanır. Ebû Hanîfe'ye göre bu konuda bir hüküm bulunmadığı için buna cezâ gerekmez. Şafiî'ye göre Lût şerîatinde haram olan bu işi yapanların recmedilmesi gerekir. Zira “Onlar Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir, onların yoluna uy!" 2760 âyeti uyarınca bizden öncekilerin şerîatindeki hükümler bizim şeriatimizde neshedilmedikçe bizim için de geçerlidir. Livâta eylemini yapanları Allah kınadığına göre, demek ki buna uygulanan cezâ, bizim şeriatimizce neshedilmemiştir. Bundan dolayı livâta yapanlar cezâlandırılır.
Şâfiî'nin bu görüşü uzak bir kıyastır. Elbette livâta iğrenç bir iştir ama fâilini recmetmek için açık bir delil yoktur. Çünkü Lût şeriatinde livâtanın cezâsının ne olduğu bilinmiyor. Günahları yüzünden bir kavmin başına âfet gelmesi başka, belli suçlar için şeriatçe (İslâmî yasa) ile konulan cezâ da başkadır. Şâfi'î, günâhları yüzünden kavmin başına âfet gelmesini şeriat cezâsıyla karıştırıyor ki bu yanlıştır. Bu tür âfetler sadece livâta dolayısıyla gelmiş değildir. Sahtekârlık, yalancılık, haksızlık gibi çeşitli eylemleri yüzünden de kavimler İlâhî âfetlerle cezâlandırılmışlardır. Ama bu eylemlerin bir kısmının şeriatte bir cezâsı yoktur. Meselâ yalan söylemeye, oruç tutmamaya, namaz kılmamaya, şeriat ma'nevi sorumluluk dışında maddî bir cezâ belirlememiş iken zinâ etme, adam öldürme gibi hususlara cezâ belirlemiştir. Eğer bizden önceki şeriatlerin cezâsı bizim için de geçerli olsaydı, o zaman zinâ için, adam öldürme için had ve kısas cezâlarını da koymazdı. Çünkü bunların öteki şeriatlerde cezâsı vardı. Onlar bizim için de geçerli olurdu. Bunlara ayrı ayrı cezâ konulduğuna göre, bizden önceki şeriatlerin ağır cezâlarının bizim için de geçerli olması gerekmez. Kaldı ki Hz. Muhammed (s.a.s.), önceki dinlerde bulunan ağır hükümleri, yükleri kaldıran, insanların yükünü hafifleten bir elçi olarak vasıflandırılır. 2761 âyetinde Allah'ın, müslümanlara, öncekilerin yollarını beyan ettiği belirtildikten sonra: "Allah sizden ağır teklifleri hafiflfl etmek istiyor, çünkü insan zayıf yaratılmıştır"2762 âyetiyle, önceki şeriatlerde bulunan bazı ağır teklifleri hafiflettiği vurgulanmaktadır. Öyle ise bizden önceki şeriatlerde bulunan ağır cezâların, bizim için geçerli olduğunu söylemek, Kur'ân'ın bu temel prensibine aykırıdır. Ama onlardaki genel prensipler, tevhîd esasları, elbette bizim için de geçerlidir. Fakat onların ağır yasaları, son İslâm şeriatinde hafifletilmiştir.
Ebû Hanîfe'nin görüşü daha isâbetlidir. Livâtaya şeriatte bir cezâ konmamıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de bütün günâhlara cezâ konmuş değildir. Livâta, son derece
2759] Tefsîru’l-Menâr, c. 4, s. 439
2760] 6/En’âm, 90
2761] 7/A’râf, 157
2762] 4/Nisâ, 26
- 628 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çirkin bir sapıklıktır, doğaya aykırıdır. Kur'ân, livâta eyleminin fâil ve mef’ûlüne bir ta'zir cezâsı koymuştur. Bu da eziyettir. Eziyet, halk içinde hakaret etme, dövme ile olur. Fakat öldüresiye dövme değil, bir iki tokat vurmaktan, yüzüne tükürmekten, sözle hakaret etmekten ibâret bir utandırma ve caydırma dövmesidir. Maksat, bu eylemcileri halk içinde rezil edip onların bir daha böyle bir eyleme cesaret etmelerini önlemektir.
Gerçi Nesâî dışındaki Sünen sahipleri, İkrime yoluyla İbn Abbas'tan: "Lût kavminin işini yapanlara rastlarsanız, fâil ve mef’ûlü öldürünüz" 2763 sözünü rivâyet etmişlerdir, ama Nesâî bu hadîsi münker görmüştür. İbn Mâce bu hadîsi Ebû Hüreyre'den rivâyet etmiş ise de senedi birinciden de zayıftır. Hafız İbn Hacer, Ebû Hüreyre hadîsinin sahîh olmadığını söylemiştir. Hadîsin başka bir varyantında: "Üsttekini de, alttakini de recmedin" denmektedir ki bu da sahîh değildir. Beyhakî'nin: "Erkek, erkeğe varırsa ikisi de zinâ edendir. Kadın, kadına varırsa ikisi de zinâ edendir" rivâyetinin senedinde Ebû Hâtim'in yalancılıkla suçladığı Muhammed İbn Abdi'r-Rahman vardır. İbnu't-Tullâ', Ahkâmında: "Peygamber’in (s.a.s.) livâta yapanı recmettiği veya onun hakkında bir hüküm verdiği sübût bulmamıştır" demiştir.
Bu konudaki görüşleri toplayan Şevkânî şöyle diyor: "İlim sahipleri, mütevâtir hadîslere dayanarak livâtanın haram ve büyük günâhlardan; yapanların da mel'ûn olduğu kanısına vardıktan sonra cezâsı konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bir grup sahâbî, evli olsun, bekâr olsun, livâta yapanın da, yapılanın da öldürüleceği kanısındadır. Şâfiî, Nasır, Kasım İbn İbrâhîm de bu görüşe varmışlar, görüşlerine de Livâtacının recmedileceği hakkındaki münker hadîsi delil getirmişlerdir. Bu görüş sahipleri, öldürmenin nasıllığı hakkında da ihtilâf halindedirler. Hz. Alî'den, bunun kılıç ile öldürülüp sonra yakılacağı rivâyet edilmiştir. Hz. Ömer ve Hz. Osman'a göre bu adam duvarın altına konulup üstüne duvar yıkılarak öldürülür. İbn Abbas'a göre kentin en yüksek binasından baş aşağı atılarak öldürülür (Bu iki rivâyet de zayıftır). Kimine göre de recmedilir. Livâta, aynen zinâ gibi kabul edilmiştir."
Bu görüşleri kaydettikten sonra Şevkânî kendi görüşünü şöyle belirtiyor: "Muhakkak ki bu rezâleti işleyen kimseye, âleme ibret bir cezâ verilir. Azgınların şehvetini kıracak biçimde işkence edilir. Ebû Hanife'ye ve Şâfiî'den gelen başka bir kavle, Murtazâ ve Müeyyedbillâh'a göre livâta yapan, yalnız ta'zîr edilir. Livâtacı hakkındaki deliller özellik, zinâ hakkındaki deliller ise genellik arz ettiği için bu konuda büyük görüş ayrılıkları vardır..." 2764
Îbnu't-Tullâ'ın da belirttiği gibi livâta yapanın öldürüleceği veya recmedileceği hakkındaki hadislerin hiçbir i sahîh değildir. Zâten sahîh olsaydı, sahâbîlerden, cezâ konusunda bu kadar görüş ayrılığı nakledilmezdi. Bu ihtilâflar, Hz. Peygamber'den sonra sahâbîlerin, onlardan sonra da tâbiîlerin, konu hakkında kendi görüşlerini belirttiklerinden, kimi livâtacının yakılacağını, kimi kılıçla öldürüleceğini, kimi üstüne duvarın yıkılacağını, kimi yüksek binadan aşağı atılarak öldürüleceğini, kimi de öldürülmeyip ta'zîr edileceğini söylemiştir ki zaten Kur'ân'ın bu konuda açıkça belirttiği cezâ da ta'zîr'dir. Onun için Ebû Hanîfe, bir kavle göre Şâfıî de livâtacının sadece ta'zîr edileceğini söylemiştir. Çünkü Kur'ân:
2763] Ebû Dâvûd, Hudûd 28; Tirmizî, Hudûd 24; İbn Mâce, Hudûd 12; Ahmed bin Hanbel, Müsned 1/269
2764] Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, 7/116-118
LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ
- 629 -
"İçinizden iki erkek fuhuş yaparsa onlara eziyet edin; eğer tevbe eder, uslanırlarsa artık onlardan vazgeçin. Çünkü Allah, tevbeleri çok kabul edendir, çok merhametlidir."2765 buyurmuştur.
Muhammed Reşîd Rızâ da bu görüştedir: "Hanefîlere göre ta'zîr, dövmek, böylelerini en kötü, pis bir yerde ölünceye, ya da tevbe edinceye dek hapsetmek sûretiyle olur. Ebû Müslim el-Horasânî: 'İçinizden iki erkek fuhuş yaparsa...' âyetinde livâtacı fâil ve mef’ûlün kasdedildiğini söyler. Biz o âyetin tefsirinde, üstâd İmam (Muhammed Abduh)un da Ebû Müslim'in görüşünde olduğunu söylemiştik. Bu görüş, şöyle diyenlerin sözüne uygundur: Livâtanın cezâsı da ta'zîrdir, ama bu, eziyet olan herhangi bir tarzda yapılabilir (mutlaka dövmek gerekmez). Ta'zîr; sözle, fi'ilen (döverek) yapılabileceği gibi, işkencesiz de olabilir." 2766
Livâta Eylemini Yapanların Toptan Cezâlandırılması;
7/A'râf, 80-84; 11/Hûd, 69-70, 74-83; 26/Şuarâ, 165-173; 27/Neml, 54-55; 29/Ankebût, 28-35'nci âyetlerde livâta eylemine düşkün olan Lût kavminin başlarına yağdırılan kükürt, lav yağmuru ile helâk edildikleri belirtilmiştir. Çok çirkin işler yapan bu kavmin helâk nedenlerinin başında livâta iptilâsı gelir. Livâtacılık, erkeklerin kendi aralarında ilişkiye girmesi biçimindeki homoseksüelliktir ki bu iğrenç eyleme, Lût kavminin adıyla ilişkili olarak livâta denmiştir. Lût (a.s.), kavmini bu kötü ahlâktan uzaklaştırmaya çalışmış, fakat bu işe müptelâ olan kavmi, Lût'un sözlerini dinlememişler, keyiflerini kaçırmaması için bu işe bulaşmayan Lût'u ve taraftarlarını ülkelerinden çıkarmak istemişlerdir. Sonuçta Allah Taâlâ, Lût'u ve iman edenleri kurtarıp, Lût'un karısı da dâhil, bütün suçluları helâk etmiştir.
Lût'un karısının da öteki suçlularla beraber helâk olması, peygamber karısı dahi olsa, suçlunun cezâsını çekeceğini; Allah'a isyan eden insanı hiç kimsenin kurtaramayacağını gösterir. İyilik, insanın kendi şahsında olmalıdır. Böyle olmadıktan sonra iyilere akraba olmak, sâlihlerin soyundan gelmek insana bir yarar sağlamaz.
7/A'râf, 80'de Hz. Lût'un, kavmine, dünyalarda kimsenin yapmadığı iğrenç bir işi yaptıklarını söylediği belirtilmektedir. Livâta, muhakkak ki Lût kavminin icadı değildir. Onlardan önce de bu işi yapanlar olmuştur. Öyle ise neden Lût kavmi, kendilerinden önce dünyada kimsenin yapmadığı işi yapmakla suçlanmıştır?
Müfessirlere göre bu iş, başka toplumlarda da yapılırdı ama toplumsal bir düşkünlük halini almamıştı. Bireysel olaylar olarak görülürdü. Ancak bu fuhuş, Lût kavminde toplumsal bir iptilâya dönüşmüştü. Bundan dolayı onlar, daha önce kimselerin yapmadığı bir işi yapmakla kınanmışlardır. 2767
Kur'ân-ı Kerîm, bu işi yapanları israfçı olarak nitelendirmektedir. İsraf, bir işi gereksiz yapmak, Allah'ın nimetini boşa harcamaktır. Cinsel birleşmenin asıl amacı, neslin üremesidir. Kadınla erkeğin birleşme arzularının altında Allah'ın bu hikmeti yatmaktadır. İnsanın, çocuk olmayacak tarzda sadece şehvetini defetmesi, milyonlarca insan tohumunun boşa dökülüp ölmesine neden olur. Herbiri
2765] 4/Nisâ, 16
2766] Tefsîru'l-Menâr, 8/518-519. Reşid Rızâ, Tefsîrinin 4/434-439’ncu sayfalarına bakılmasını da tenbih ediyor.
2767] Fahreddin Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, 14/168
- 630 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir insan olma istidadında bulunan milyonlarca tohumun tuvalete dökülmesi, israftır; cinsel birleşmeyi amacından saptırmaktır. Allah, birleşme isteğini sırf zevki tatmin için vermemiştir. Aslında o zevk, önemli bir amacın gerçekleşmesi için bir araçtır. Bu amaç, çocuk olmasıdır. Çocuk olmasını engellemek, insan tohumlarını boşa akıtmak israftır. Yaratılış yasasına aykırı olarak erkeklerle sapık ilişki kurmak haram olduğu gibi, kadını çocuk olmayacak tarzda kısırlaştırmak, onu sadece bir şehvet aracı haline getirmek olur ki bu da Allah'ın yaratma yasasına aykırıdır. 2768
Kur’ân-ı Kerim’de Lût (a.s.) ve Homoseksüel Kavmi
Lût (a.s.) ve Lût Kavmi, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 27 yerde zikredilir. Lût (a.s.)’un kavmiyle olan mücâdelesi, Kur'ân-ı Kerîm'de 7/A'râf, 80-84; 11/Hûd, 77-83; 15/Hicr, 61-77; 27/Neml, 54-58; 29/Ankebût, 26-30; 37/Sâffât, 133-138. âyetlerinde anlatılır. Kur'ân-ı Kerîm'de yirmi yedi yerde ismen zikredilen Lût'un Hz. İbrâhim'in tebliğini kabul ettiği 2769, onunla birlikte bereketli ülkeye ulaştırıldığı,2770 peygamberlerden olduğu2771 diğer peygamberler gibi âlemlere üstün kılındığı, 2772 kendisine hüküm ve ilim verildiği, sâlihlerden olduğu ve İlâhî rahmete kabul edildiği 2773 bildirilmektedir. Tevratta iddia edildiği gibi Lût, amcası İbrâhim'in çobanlarıyla kendi çobanları arasında çıkan bir anlaşmazlık üzerine ve münbit toprakları tercih ettiği için değil, peygamber olarak görevlendirilip gönderildiği için 2774 Sodom'a gitmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de livâta kelimesi geçmemekle birlikte "aşırı derecede çirkin davranış, açık hayâsızlık ve sapkınlık" anlamındaki fâhişe (çoğulu fevâhiş) ve fahşâ kelimeleri livâta fiilini de kapsayan geniş bir içerikle yirmi dört yerde geçer ve zina, livâta, sevicilik gibi iffetsizlikler şiddetle kınanır, yol açacağı dinî ve hukukî sorumluluklara işaret edilir. Cinsî ihtiyaçların tabiî/doğal ve meşrû çerçevede karşılanması, fıtrat ve iffetin korunması, insanlık onurunu zedeleyen her türlü cinsî azgınlık ve sapıklıktan uzak durulması Kur'an'ın temel mesajlarından biridir. Kur'an'da, Lût kavminin livâtanın yaygınlık kazandığı ilk toplum olduğuna atıfla onların, bu çirkin fiili işlemeleri ve peygamberleri Hz. Lût'un kendilerini bu işten alıkoymaya yönelik uyarı ve öğütlerine kulak vermeyişleri sebebiyle helâk edildiği anlatılır 2775.
“İsmail'i Elyesa'yı Yûnus'u ve Lût'u da (hidâyete eriştirdik). Onların hepsini âlemlere üstün kıldık.” 2776
“Lût’u da (peygamber olarak) gönderdik. Kavmine dedi ki: ‘Sizden önce âlemlerden hiçbir inin yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz?
Çünkü siz kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere gidiyorsunuz. Doğrusu siz, haddi
2768] Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 12, s. 510-517
2769] 29/Ankebût, 26
2770] 21/Enbiyâ, 71
2771] 37/Sâffât, 133
2772] 6/En’âm, 86
2773] 21/Enbiyâ, 74-75
2774] 37/Sâffât, 133
2775] 7/A'râf, 80-84; 11/Hûd, 78-83; 21/Enbiyâ, 74; 26/Şuarâ, 161-175; 27/Neml, 54; 29/Ankebût, 28-35
2776] 6/En’âm, 86
LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ
- 631 -
aşan bir (azgın) kavimsiniz.
Kavminin cevabı: ‘Onları (Lût’u ve ona inanan taraftarlarını) memleketinizden çıkarın, çünkü onlar fazla temizlenen insanlarmış!’ demelerinden başka bir şey olmadı.
Biz de onu ve karısından başka âile efrâdını (iman edenleri) kurtardık. Çünkü karısı geride kalanlardan (kâfirlerden) idi.
Ve üzerlerine (taş) yağmuru yağdırdık. Bak ki günahkârların sonu nasıl oldu!” 2777
“Andolsun ki elçilerimiz (melekler) İbrâhim'e müjde getirdiler ve: ‘Selâm (sana)!’ dediler. O da: ‘(Size de) selâm!’ dedi ve hemen kızartılmış bir buzağı getirdi.
Ellerinin ona uzanmadığını görünce (İbrâhim durumdan) hoşlanmadı ve içine bir tür korku düştü. Dediler ki: ‘Korkma. Biz Lût kavmine gönderildik.’
İbrâhim'den korku gittiği ve ona müjde geldiği zaman Lût kavmi konusunda Bizimle çekişip tartışmalara giriyor(du).
İbrâhim cidden yumuşak huylu, bağrı yanık, kendisini Allah'a vermiş biri idi.
(Melekler dediler ki): ‘Ey İbrâhim! Bundan vazgeç. Çünkü Rabbinin (azap) emri gelmiştir. Ve onlara, geri çevrilmez bir azap mutlaka gelecektir!
Elçilerimiz Lût'a gelince, (Lût) onların yüzünden üzüldü ve onlardan dolayı içi daraldı da ‘Bu, çetin bir gündür!’ dedi.
Lût'un kavmi, koşarak onun yanına geldiler. Daha önce de o kötü işler yapmaktaydılar. (Lût): ‘Ey kavmim! İşte şunlar kızlarımdır (onlarla evlenin); sizin için onlar daha temizdir. Allah'tan korkun ve misafirlerimin önünde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu!?’ dedi.
Dediler ki: ‘Senin kızlarında bizim bir hakkımız olmadığını biliyorsun. Ve sen bizim ne istediğimizi elbette bilirsin.’
(Lût:) ‘Keşke benim size karşı (koyacak) bir gücüm olsaydı veya güçlü bir kaleye sığınabilseydim!’ dedi.
(Melekler) dediler ki: ‘Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamazlar. Sen gecenin bir kısmında ailenle (yola çıkıp) yürü. Karından başka sizden hiçbir i geride kalmasın. Çünkü onlara gelecek olan (azap) şüphesiz ona da isâbet edecektir. Onlara vaad olunan (helâk) zamanı, sabah vaktidir. Sabah yakın değil mi?
Emrimiz gelince, oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine (balçıktan) pişirilip istif edilmiş taşlar yağdırdık.
(O taşlar:) Rabbin katında işaretlenerek (yağdırılmıştır). Onlar zâlimlerden uzak değildir.” 2778
"Onlara İbrâhim’in misafirlerinden (meleklerden) de haber ver.
Dediler ki: ‘Biz, suçlu bir topluma gönderildik.
Ancak Lût âilesi hâriç. Onların hepsini kurtaracağız.’
2777] 7/A’râf, 80-84
2778] 11/Hûd, 69-83
- 632 -
KUR’AN KAVRAMLARI
‘(Fakat Lût'un) karısı müstesnâ; biz onun geri kalanlardan olmasını takdir ettik.’
Melek olan elçiler Lût âilesine gelince,
Lût onlara: ‘Hakikaten siz tanınmayan kimselersiniz’ dedi.
Dediler ki: ‘Bilâkis biz sana, onların şüphe etmekte oldukları şeyi (azâbı ve helâkı) getirdik.
Sana gerçeği getirdik; biz, hakikaten doğru söyleyenleriz.
Gecenin bir bölümünde aile fertlerini yola çıkar, sen de arkalarından yürü. Sizden hiç kimse, sakın dönüp de ardına bakmasın, istenen yere gidin.’
Ona (Lût'a) şu hükmümüzü vahyettik: ‘Sabaha çıkarlarken mutlaka onların ardı kesilmiş olacaktır.’
Şehir halkı, birbirlerini kutlayarak, (meleklerin yanına) geldiIer.
(Lût) onlara: ‘Bunlar benim misafirimdir. Sakın beni utandırmayın;
Allah'tan korkun, beni rezil etmeyin!’ dedi.
‘Biz seni, elâlemin işine karışmaktan men etmemiş miydik?’ dediler.
(Lût:) ‘İşte kızlarım! (Düşündüğünüzü) yapacaksanız (onlarla evlenin)’ dedi.
(Rasûlüm!) Hayatın hakkı için onlar, sarhoşlukları içinde bocalıyorlardı.
Güneş doğarken onları o korkunç ses yakaladı.
Böylece ülkelerinin üstünü altına geçirdik. Üzerlerine de balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.
İşte bunda ibret alanlar için işaretler vardır.
Onlar hâlâ gözler önünde duran bir yol üzerindedirler.
Hakikaten bunda iman edenler için bir ibret vardır.” 2779
“Biz, onu ve Lût'u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.” 2780
“Lût'a da bir hüküm ve ilim verdik ve onu çirkin işler yapmakta olan şehirden kurtardık. Şüphesiz onlar fenâ işler yapan kötü bir kavimdi. Onu rahmetimize kabul ettik; çünkü o sâlihlerdendi.” 2781
“İbrâhim'in kavmi de, Lût'un kavmi de (peygamberlerini) yalanladılar.” 2782
“(Rasûlüm!) Andolsun (bu Mekkeli putperestler), belâ ve felâket yağmuruna tutulmuş olan o beldeye uğramışlardır. Peki onu görmüyorlar mıydı? Hayır, onlar öldükten sonra dirilmeyi ummamaktadırlar.” 2783
“Lût kavmi de peygamberleri yalancılıkla suçladı.
2779] 15/Hıcr, 51, 58-77
2780] 21/Enbiyâ, 71
2781] 21/Enbiyâ, 74-75
2782] 22/Hacc, 43
2783] 25/Furkan, 40
LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ
- 633 -
Kardeşleri Lût onlara şöyle demişti: ‘(Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız?
Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.
Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.
Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir.
Rabbinizin sizler için yarattığı eşlerinizi bırakıp da, insanlar içinden erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz sınırı aşmış (sapık) bir kavimsiniz!’
Onlar şöyle dediler: ‘Ey Lût! (Bu dâvâdan) vazgeçmezsen, iyi bil ki, sürgün edilmişlerden olacaksın!’
Lût: ‘Doğrusu, dedi, ben sizin bu işinizden tiksinmekteyim!
Rabbim! Beni ve âilemi, onların yapageldiklerinden (vebâlinden) kurtar.
Bunun üzerine onu ve bütün âilesini kurtardık.
Ancak bir koca karı müstesnâ. O, geride kalanlardan (oldu).
Sonra diğerlerini helâk ettik.
Üzerlerine öyle bir yağmur yağdırdık ki... Uyarılanların (fakat yola gelmeyenlerin) yağmuru ne de kötü!
Elbet bunda büyük bir ibret vardır; fakat çokları iman etmezler.
Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak gâlip ve engin merhamet sahibidir.” 2784
“Lût'u da (peygamber olarak kavmine gönderdik.) Kavmine şöyle demişti: ‘(Göz göre göre hâlâ o hayâsızlığı yapacak mısınız?!
(Bu İlâhî ikazdan sonra hâlâ) siz, ille de kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşacak mısınız? Doğrusu siz, beyinsizlikte devam edegelen bir kavimsiniz!’
Kavminin cevabı sadece: ‘Lût ailesini memleketinizden çıkarın; çünkü onlar (bizim yaptıklarımızdan) uzak kalmak isteyen insanlarmış!’ demelerinden ibâret oldu.
Bunun üzerine onu ve âilesini kurtardık. Yalnız karısı müstesnâ; onun geride (azâba uğrayanların içinde) kalmasını takdir ettik.
Onların üzerlerine müthiş bir yağmur indirdik. Bu sebeple, uyarılan (fakat aldırmayan) ların yağmuru ne kötü olmuştur!” 2785
“(İbrâhim) Dedi ki: ‘Siz gerçekten, Allah'ı bırakıp dünya hayatında aranızda bir sevgi-bağı olarak putları (ilahlar) edindiniz. Sonra kıyamet günü, kiminiz kiminizi inkâr edip-tanımayacak ve kiminiz kiminize lanet edeceksiniz. Sizin barınma yeriniz ateştir ve hiçbir yardımcınız yoktur.’ Bunun üzerine Lût ona iman etti ve dedi ki: ‘Gerçekten ben, Rabbime hicret edeceğim. Çünkü şüphesiz O, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.’ Biz ona İshak'ı ve Yakub'u armağan ettik ve onun soyunda (seçtiklerimize) peygamberliği ve kitabı (vahy ihsanı) kıldık, ecrini de dünyada verdik. Şüphesiz o, ahirette salih olanlardandır. Lût da; hani kavmine demişti: ‘Siz gerçekten, sizden önce âlemlerden hiç
2784] 26/Şuarâ, 160-175
2785] 27/Neml, 54-58
- 634 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kimsenin yapmadığı ‘çirkin bir utanmazlığı' yapıyorsunuz.’ ‘Siz, (yine de) erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve bir araya gelişlerinizde çirkinlikler mi yapacaksınız?’ Bunun üzerine kavminin cevabı yalnızca: ‘Eğer doğru söylüyor isen, bize Allah'ın azâbını getir!’ demek oldu. Dedi ki: ‘Rabbim, fesat çıkaran (bu) kavme karşı bana yardım et!’ Bizim elçilerimiz İbrâhim'e bir müjde ile geldikleri zaman, dediler ki: ‘Gerçek şu ki, biz bu ülkenin halkını yıkıma uğratacağız. Çünkü onun halkı zâlim oldular.’ Dedi ki: ‘Onun içinde Lût da vardır.’ Dediler ki: ‘Onun içinde kimin olduğunu biz daha iyi biliriz. Kendi karısı dışında, onu ve âilesini muhakkak kurtaracağız. O (karısı) arkada kalacak olanlardandır.’ Elçilerimiz Lût'a geldikleri zaman o, bunlar dolayısıyla kötüleşti ve içi daraldı. Dediler ki: ‘Korkuya düşme ve hüzne kapılma. Karın dışında, seni ve âileni muhakak kurtaracağız. O ise, arkada kalacaktır.’ ‘Şüphesiz Biz, fâsıklık yapmalarından dolayı, bu ülke halkının üstüne gökten iğrenç bir azap indireceğiz.’ Andolsun, Biz akledebilecek bir kavim için orada apaçık bir âyet bırakmışızdır.” 2786
“Nitekim onlardan herbirini günahı sebebiyle cezâlandırdık. Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine zulmediyorlardı.” 2787
“Gerçekten Lût da gönderilmiş (elçi)lerdendi. Hani biz onu ve ailesini topluca kurtarmıştık. Geride bırakılanlar arasında bir yaşlı kadın dışında. Sonra geride kalanları yerle bir ettik. Siz onların (memleketinin) üstünden muhakkak geçip gidiyorsunuz; sabah vakti ve geceleyin. Yine de akıllanmayacak mısınız?” 2788
“Semud, Lût kavmi ile Eyke halkı da. İşte onlar (Allah'a karşı isyanda birleşen ve güç toplayan) fırkalar(dı).” 2789
“Âd ve Firavun ile Lût'un kardeşleri de (yalanladılar).
Eyke halkı ve Tübba kavmi de. Bütün bunlar peygamberleri yalanladılar da tehdidim gerçekleşti!” 2790
“İbrâhim'in ağırlanan misafirlerinin haberi 0sana geldi mi? (Bunlar meleklerdi.)
Onlar İbrâhim'in yanına girmişler, selâm vermişlerdi. İbrâhim de selâmı almış, içinden, ‘Bunlar, yabancılar’ demişti.
Hemen âilesinin yanına giderek semiz bir dana (kebabını) getirmiş,
Onların önüne koyup ‘Yemez misiniz?’ demişti.
Derken (yemediklerini görünce) onlardan korkmaya başladı. ‘Korkma’ dediler ve ona bilgin bir oğlan çocuğu müjdelediler.
Karısı çığlık atarak geldi. Elini yüzüne çarparak: ‘Ben kısır bir koca karıyım!’ dedi.
Onlar: ‘Bu böyledir. Rabbin söylemiştir. O, hikmet sahibidir, bilendir’ dediler.
(İbrâhim:) ‘O halde işiniz nedir, ey elçiler?’ dedi.
2786] 29/Ankebût, 25-35
2787] 29/Ankebût, 40
2788] 37/Sâffât, 133-138
2789] 38/Sâd, 13
2790] 50/Kaf, 13-14
LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ
- 635 -
‘Biz, dediler, suçlu bir kavme gönderildik.
Üzerlerine çamurdan taş yağdırmaya (geldik).
(Bu taşlar,) aşırı gidenler için Rabbinin katında işaretlenmiş (taşlardır).’
Bunun üzerine orada bulunan mü’minleri çıkardık.
Zâten orada müslümanlardan, bir ev halkından başka kimse bulmadık.
Acı azaptan korkanlar için orada bir işaret bıraktık.” 2791
“Lût kavmi de uyarıları yalanladı. Biz de onların üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Yalnız Lût âilesini (bu azaptan ayrı tuttuk;) onları seher vakti kurtardık; Tarafımızdan bir nimet olarak. İşte Biz şükredenleri böyle ödüllendiririz. Oysa andolsun zorlu yakalamamıza karşı onları uyarmıştı. Fakat onlar bu uyarıları kuşkuyla karşılayıp yalanlamakta direttiler. Andolsun onlar onun konuklarından da murad almak için baskı yaptılar. Biz de onların gözlerini silip kör ettik. ‘İşte azâbımı ve uyarmamı tadın!’ Andolsun onları bir sabah vakti erkenden üzerlerinde kararını kılmış bir azap yakalayıp bastırıverdi. Şimdi azâbımı ve uyarmamı tadın!” 2792
“Allah, inkâr edenlere, Nûh'un karısı ile Lût'un karısını misal verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kişinin nikâhları altında iken onlara hâinlik ettiler. Kocaları Allah'tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı. Onlara: ‘Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin!’ denildi.” 2793
“Irzlarını koruyanlar; Ancak eşlerine ve câriyelerine karşı müstesnâ; çünkü onlar kınanmaz; Bundan öteye (geçmek) isteyenler ise, onlar taşkınların ta kendileridir.” 2794
“İçinizden fuhuş yapan her iki tarafa cezâ verin; eğer tevbe eder, uslanırlarsa artık onlara cezâ verip eziyet etmekten vazgeçin; çünkü Allah tevbeleri çok kabul eden ve çok merhamet edendir.” 2795
Hadis-i Şeriflerde Livâta ve Erkeğin Kadına Benzemesi
Hz. Peygamber'in hadislerinde livâta kınanmış ve bu fiili işleyen kimseye Allah'ın rahmet nazarıyla bakmayacağı bildirilerek2796 livâta yapanların lânetlendiği ifâde edilmiştir. 2797 Rasûl-i Ekrem, ümmeti hakkında en çok korktuğu şey olarak, Lût kavminin bu çirkin davranışı olduğunu belirtmiş2798 ve erkeğin eşiyle anal (arka yoldan) ilişkide bulunmasını da "küçük livâta" şeklinde nitelendirerek yasaklamıştır.2799 Bir başka hadiste de hemcinsleriyle ilişkide bulunan kadınlar ve erkekler zinâ yapan kişiler olarak ifâde edilmiştir. 2800
Hadislerde Hz. Lût'un Hûd sûresinde yer alan temennisiyle,2801 Lût kavminin
2791] 51/Zâriyât, 24-37
2792] 54/Kamer, 33-39
2793] 66/Tahrîm, 10
2794] 70/Meâric, 29-31
2795] 4/Nisâ, 16
2796] Tirmizî, Radâ 12
2797] Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/317
2798] İbn Mâce, Hudûd 12; Tirmizî, Hudûd 24
2799] İbn Mâce, Nikâh 29; Ebû Dâvud, Nikâh 45; Tirmizî, Tahâret 102
2800] Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, VII, 131
2801] 11/Hûd, 80
- 636 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaptığı kötülüğü işleyenlere Allah'ın lânet edeceği ve onların öldürülmesi gerektiği de bildirilmektedir.2802 Lût (a.s.) ve kavmiyle İlgili olarak Kur'an ve hadis dışındaki İslâmî kaynaklarda yer alan çeşitli rivâyetler2803 çoğunlukla yahûdi kaynaklarındaki bilgilere dayanır.
“Allah Lût’a (a.s.) rahmetini bol kılsın; aslında o, çok muhkem bir kaleye (Allah’a) sığınmıştı.” 2804
"Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey Lût kavminin davranışıdır." 2805
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: "Kimin Lût kavminin sapık işini yaptığını görürseniz, fâili de mef'ûlü de öldürün." 2806 Tirmizî, Ebû Hüreyre'nin de böyle bir rivâyette bulunduğunu belirtir. Ebû Dâvud'da İbn Abbâs (r.a.)'tan yapılan bir rivâyette: "Livâta yaparken yakalanan bekâr (yani muhsan olmayan kişi) de recmedilir" denmiştir.
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Lût kavminin iğrenç fiilini işleyen kimse mel'ûndur." (Rezin ilâvesidir -Münzir'de kaydedilen uzunca bir hadisin parçasıdır-). 2807
"Kadına dübüründen temas eden mel'undur" 2808
Bu hadis, kadınlara arka uzvundan temas etmenin haram olduğuna delâlet eder. Esâsen Kur'ân-ı Kerim, "Kadınlarınız tarlalarınızdır, tarlalarınıza (ön tarafa) nasıl isterseniz öyle varın!" 2809 meâlindeki âyeti ile ekine elverişli cinsî uzva teması irşad etmiştir. Birçok hadiste Rasûlullah açık bir ifâde ile arka uzuvdan teması şiddetle yasaklamıştır. Tirmizî hadisi de şöyledir: "Hayızlı kadına arka uzvundan temas eden, kâhine giden, Muhammed'e indirileni inkâr etmiştir."
"Allah Teâlâ, erkeğe temas eden veya kadınlara arka uzvundan temas eden erkeğe (kıyâmet günü rahmet nazarıyla) bakmaz." 2810
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.): "Kim bir hayvana temas ederse onu öldürün, hayvanı da beraber öldürün" buyurdu." İbn Abbâs'a: "Hayvanın günahı ne (o niçin öldürülsün?)" diye soruldu. Şu cevabı verdi: "(Bu hususta Rasûlullah'tan bir şey işitmedim). Tahminimce eti yenmesin veya ondan istifâde edilmesin diyedir. Zîra ona, bu muâmele yapılmıştır." 2811 Ebû Dâvud ve Tirmizî'de şu rivâyet de gelmiştir: "Hayvana temas edene bir hadd takdir edilmemiştir."
Şârihler, dört mezhep imamlarının, hayvana temas eden kimsenin öldürülmeyip ta'zir cezâsına maruz bırakılacağında müttefik olduklarını belirtirler. Hadis
2802] Buhârî, Enbiyâ 11, 15, 19; Müslim, Fezâ'il, 152, 153; Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/217, 300, 309
2803] Sa'lebî, 'Arâisû'l-Mecâlis, s. 80
2804] Buhârî, Enbiyâ 11, 15, 19, Tefsir Yûsuf 5, Ta’bîr 9; Müslim, İman 238, h. no. 151, Fedâil 152, h. no: 151; Tirmizî, Tefsir, Yusuf 12, h. no: 3115
2805] İbn Mâce, Hudûd 12, h. no: 2563; Tirmizî, Hudûd 24, h. no: 1457;
2806] Tirmizî, Hudûd 24, h. no: 1456; Ebû Dâvud, Hudûd 29, h. no: 4462, 4463; İbn Mâce, Hudûd 12; Ahmed bin Hanbel, Müsned 1/269
2807] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 6, s. 254
2808] Ebû Dâvud, Nikâh 46, h. no: 2162
2809] 2/Bakara, 223
2810] Tirmizî, Radâ 12, h. no: 1165
2811] Ebû Dâvud, Hudûd 30, h. no: 4464; Tirmizî, Hudûd 23, h. no: 1454
LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ
- 637 -
bu büyük amelden zecre (yasaklamaya) hamledilmiştir. Ulemâ, bu mevzûda İbn Abbâs (r.a.)'ın şu sözünü esas almıştır: "Hayvana temas edene hadd yoktur." Atâ da bir soru üzerine, hayvana temas mevzuunda hadd olmadığını söyledikten sonra, "Bu kabih/çirkin bir ameldir, kabihi takbih edin" diye cevap vermiştir. 2812
"Bir insan diğer bir insana: ‘Ey Yahudi!’ diye hitab edecek olursa ona yirmi sopa vurun. ‘Ey muhannes (kadınlaşmış, homoseksüel)!’ diyecek olursa yine o kadar cezâ verin. Nikâhı haram olan birine, bunu bilerek muvakaa (aşk-ı memnû) yaparsa öldürün." 2813
Ümmü Seleme (r. anhâ) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) yanımda idi. Evde bir muhannes vardı. Bu muhannes, Ümmü Seleme'nin kardeşi Abdullah İbn Ebî Ümeyye'ye: "Ey Abdullah, şâyet yarın Allah Tâif'in fethini müyesser kılarsa, ben sana Gaylân'ın kızını göstereceğim. Çünkü o, gelirken dört, giderken sekizdir" der. Bu söz üzerine Rasûlullah (s.a.s.): "Böyleleri bir daha yanınıza girmesin!" buyurdu. Bu sözüyle muhannesleri kasdetmişti. Bundan sonra onu, (evlerine girmekten) men ettiler." 2814
Açıklama: Muhannes kadınlaşmış erkek demektir. Ahlâkında, davranışlarında, konuşma tarzında ve bütün davranışlarında kadına benzeyen kimsedir. Bu hal, bazen yaratılıştandır. Böyleleri levm edilmezler; ancak kendilerini buna zorlayan (isteğiyle kadın gibi tavırlar takınan) kişilere de rastlanır. İşte bu mezmumdur ve müdâhale edilmesi gerekir. Sesi ve bazı halleriyle yaratılıştan kadına benzeyenlere hünsâ denir. Zikri geçen zâtı Rasûlullah'ın hünsâ bilmesi, ilk gördüğünde yasaklamayışının sebebini izah eder. Bâzı rivâyetler, herkesçe onun cimâya ihtiyaç duymayan biri olduğunun bilindiğini belirtir.
Peygamberimiz Medine'den bazı muhannesleri sürmüştür. Ebû Dâvud'da, ellerini ve ayaklarını kınalayan bir muhannesin Medine'den iki gece uzaklıktaki Nakî adlı mevkiye sürüldüğü belirtilir. Öldürülmesini teklif edenlere Rasûlullah, "Ben musallî olanları öldürmekten nehyolundum" cevabını verir. Bu sürülen kimsenin Hit adını taşıdığı belirtilir. Hind diyen de olmuştur, başka isimler de var. Sürüldüğü yerin adı da farklıdır. Bundan, birden fazla kimsenin sürüldüğü hükmüne varılabilir. Nitekim Âmirî, bunların dört kişi olduğunu kaydeder.
Rasûlullah birçok hadislerinde erkeklerin kadınlara, kadınların da erkeklere benzemesini yasaklamıştır. Bir hadisleri şöyledir: "Allah'ın yaratışından nefret ederek kadınlara benzeyenlere Allah'ın öfkesi şiddetlidir." Bir başka hadis de şöyledir: "Kadınlardan kendisini erkeklere benzetenlerle, erkeklerden kendilerini kadınları benzetenlere Allah lânet etsin!"
Rasûlullah'ın Hît'i sürgün edişinde başlıca üç sebep gösterilmiştir. Kadınlara ihtiyaç duyan biri olduğu halde bunu gizleyerek, kendinin herkesçe kadınlara ihtiyacı olmayan biri bilinmesine sebep olması. Kadınların güzelliklerini ve avret yerlerini erkeklere alenî şekilde anlatmasıdır. Bu, dinimizin yasakladığı bir edebsizliktir. Kadının erkeğini, erkeğin hanımını tasvir etmesi memnûdur. Bir rivâyette Hît, vasfettiği kız hakkında daha müstehcen tâbirler kullanmıştır: "Ağzı papatya çiçeği gibi, oturduğu zaman iki olur, konuşursa renk saçar gibi..." Kadınların en
2812] İ. Canan, Kütüb-i Site ve Şerhi, c. 6, s. 255
2813] Tirmizî, Hudûd 28, h. no: 1462
2814] Buhârî, Meğâzî 56, Nikâh 113, Libâs 62; Müslim, Selâm 32, h. no: 2180; Muvattâ, Vasiyyet 5, h. no: 2, 767; Ebû Dâvud, Edeb 61, h. no: 4929
- 638 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mahrem yerlerine muttalî olmuştur, bunları başka kadınlar bile kolay kolay öğrenmez. İşte bu sebeplerle Rasûlullah (s.a.s.) bunu sürmüştür.
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) erkeklerden kadınlaşanlara, kadınlardan da erkekleşenlere lânet etti ve: "Onları evlerinizden çıkarın!" şeklinde ferman buyurdu." 2815
Livâta, Lût kavminin içine düştüğü cinsî sapıklıktır; homoseksüalite de denir. Bu, erkeğin erkekle, kadının kadınla cinsî temasta bulunmasıdır. Dinimiz bu işi zinâdan da çirkin bir ahlâksızlık kabul etmiş, şiddetle yasaklamıştır. Hadis, sadece fâili, yani, erkeğe temas eden erkeği değil, mef'ûlü de yani kendisine cinsî temas yaptırtan erkeği de mahkûm etmekte, ikisinin de öldürülmesini emretmektedir.
Kur'ân-ı Kerim Lût kavminin helâk oluşunun sebebini bu ahlâksızlığa bağlar. Şu halde, bu küçümsenecek bir sosyal bozukluk değil, insanlığın ciddi bir meselesidir. Kur'ân her asra hitab ettiğine göre, onda yer eden meseleler asıl itibarıyla geçmişi anlatsa bile hal ve istikbâle de parmak basmaktan uzak değildir. Öyle ise livâta her zaman için insanlığın karşılaşabileceği bir ahlâkî çöküş, sosyal bir musîbet kaynağıdır. Günümüzde ortaya çıkan ve tıbbî yollarla tedavisi ve önlenmesi henüz imkân dâhiline girmemiş bulunan AİDS âfetinin de livâtanın yaygın olduğu çevrelerde çıkmış olması ve yayılma sebebinin de esas itibariyle livâta ve zinâ olması, üzerinde durulması gereken bir husustur. Dinimizin cinsî hayatın disipline edilmesi husûsunda gösterdiği hassâsiyetin hikmeti şimdi daha iyi anlaşılmış olmalıdır. Haram yollardan cinsî tatmin arayanlara karşı İslâm'ın koyduğu müeyyideleri fazla sert ve hatta gayr-i medenî bulanlar, AİDS vak'asının, cinsî sapıklar yüzünden bütün insanlığı ve medeniyeti tehdit eder bir hal alışı karşısında insafa gelmeli, hakkı teslim etmeli değil midir!?
Münzirî'nin et-Terğîb ve't-Terhîb'de yazdığına göre, halifelerden dört tanesi livâta yapanı yakmıştır: Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, Abdullah İbnu'z-Zübeyr ve Hişâm İbn Abdilmelik. İbn Ebî'd-Dünya ve Beyhakî'nin rivâyetlerine göre, Hâlid İbnu'l-Velîd, Hz. Ebû Bekir'e yazar ki, bir Arap karyesinde kadın gibi nikâhlanan bir erkeğe rastlamıştır. Hz. Ebû Bekir, bu haber üzerine Rasûlullah’ın (s.a.s.) ashâbını toplayıp ne yapmak gerektiği hususunda fikirlerini alır. Hz. Ali (r.a.): "Bu günahı tarihte tek bir ümmet işlemiştir. Bildiğiniz gibi Allah da o kavmi helâk etmiştir, ben bu adamın yakılmasını uygun görüyorum" der. Bunun üzerine bütün ashâbın re'yi onun yakılması hususunda icmâ etti. Hz. Ebû Bekir de (Halid İbn Velid'e yazarak) adamın yakılmasını emretti." Yine, İbn Abbâs (r.a.)'ın rivâyetine göre, Hz. Ali, livâta yapan çifti yaktırmıştır. Hz. Ebû Bekir (r.a.), üzerlerine bir duvarı yıktırmıştır." (Rezîn ilâvesidir.) 2816
Lût Gölü
Lût Gölü; Günümüzde bir kısmı İsrail, bir kısmı Ürdün sınırlan içinde kalan göldür. Müslümanlar tarafından Hz. Lût’a izâfeten Lût Gölü/Lût Denizi adıyla, Batılılar arasında da içinde ve kıyılarında canlı yaşamadığından (sadece gölü besleyen Ürdün/Şeria nehrinin ağzında yosun gibi bazı yeşillikler görülür) ve hakkındaki ölümcül efsânelerden dolayı "Ölü Deniz" anlamına gelen adlarla
2815] Buhârî, Libas 62, Hudûd 33; Ebû Dâvud, Edeb 61, h. no: 4930; Tirmizî, Edeb 34, h. no: 2785, 2786
2816] İbrâhim Canan, Kütüb-i Sitte ve Şerhi, c. 6, s. 252-253
LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ
- 639 -
tanınır. Kitâb-ı Mukaddes ile çeşitli Grek, Roma, Bizans ve Arap coğrafyacı, tarihçi ve seyyahlarının eserlerinde coğrafî-tarihî konumuna ve fizikî özelliklerine göre Doğu denizi, Araba (Vâdi’l-Araba) denizi, Sodom ve Gomore denizi, Sogar denizi, Altüst Olmuş göl, Tuz denizi, Zift denizi, Fena Kokulu göl ve Ölü deniz mânâlarındaki çeşitli adlarla anılmıştır.
Lût gölü, üçüncü zamanın ikinci yarısında teşekkül etmiş Akabe körfezi-Vâdi’l-Araba rift vâdisinin devamı olan ve bir noktasında deniz seviyesinden 790 metreyi aşkın derinlikteki tabanı ile karaların en derin yerini oluşturan Gor (Gavr) çukurunun bir kesimine suların toplanmasıyla meydana gelen tektonik bir göldür. Doğu kıyısından çıkan ve "el-Lisân" (dil) denilen bir yarımada, gölü iki kesime ayırmakta ve derinliğin kuzeyde 410, güneyde sadece 10 m. kadar olduğu görülmektedir. Gölün suları yüzeyde binde 288, dipte binde 325 oranında tuzludur; dolayısıyla bu sularda yüzmek çok kolay, fakat dalmak zordur. Gölün suları ayrıca yüksek oranlarda magnezyum klorür (binde 102), sodyum klorür (binde 79), kalsiyum (binde 37) ve potasyum (binde 15), klorürleriyle sodyum bromür (binde 5) içerir. Dünyanın en tuzlu suyuna sahip olan gölün kıyıları, Sodom'dan çıkarken arkasına bakan Hz. Lût'un karısının tuzdan direk haline gelmesi gibi efsânelerin2817 doğmasına yol açan çeşitli şekillerde billûrlaşmış tuz kümeleriyle kaplıdır. Gölün suyunun terkibindeki, canlı barındırmamasına ve fena kokmasına sebep olan maddelerin yanında yüzeyinde de yer yer bitüm toplanmakta ve klasik kaynaklarda, gölün Lacus Asphaltitis adıyla anılmasına yol açan bu maddenin Nabatîler tarafından onu mumyalama işleminde kullanan Mısırlılar'a satıldığı bilinmektedir. Bugün golün suyu İsrail ve Ürdün kıyılarındaki arıtma tesislerinde ayrıştırılmakta ve içerdiği kimyasal maddeler ya sanayide kullanılmakta ya da ihraç edilmektedir.
Kur'an'da, çevresinde gelişen olaylara temas edilen, fakat adı verilmeyen Lût gölünün dinler tarihinde ve Kitâb-ı Mukaddes arkeolojisinde önemli bir yeri vardır. İşledikleri büyük günahlar sonucu altüst edilen Sodom ve Gomore şehirleriyle Tevrat'ta adları verilen aynı döneme ait diğer şehirlerin araştırılması faâliyetleri arkeologlar tarafından henüz kesin sonuçlara ulaştırılamamıştır ve bu konudaki çalışmalar halen sürdürülmektedir. XX. yüzyılın ilk çeyreğinden beri devam eden bu çalışmalar sırasında 1946-1956 yılları arasında gölün kuzeybatı kıyısındaki Kumran harabeleri yakınında bulunan mağaralarda keşfedilen ve Lût Gölü yazmaları veya Kumran mağaraları yazmaları denilen, milâttan önce II - milâttan sonra I. yüzyıllara ait Ârâmîce ve İbrânîce belgeler, Kitâb-ı Mukaddes tarihi ve Hıristiyanlığın kökenleri açısından büyük bir önem taşımaktadır.
Nâsır-ı Hüsrev, Yâküt el-Hamevî, İbn Battûta, Mes'ûdî, Makdisî ve İstahrî gibi İslâm coğrafyacılarının "el-Buhayretü'l-Müntine" (fena kokulu göl) ve "el-Buhayretü'1-Maklûbe" (altüst olmuş göl) gibi adlarla bahsettikleri Lût Gölünü Evliya Çelebi hac dönüşü sırasında görmüş ve “Buhayra-i Sidrem” başlığı altında anlattığı gölün sahillerinde yerleşim olmadığını, sadece bir kenarında bir câmii ile bunun kıble yönünde 200 evli bir köy bulunduğunu, burada oturanların müslümanlar, Yakubîler ve yahûdilerden oluştuğunu söylemiştir. Aynı şekilde bugün de yaşamaya elverişli olmaması sebebiyle gölün kıyılarında önemli bir iskâna rastlanmamakta ve çevrede daha çok sudaki kimyasal maddeleri
2817] Tekvin, 19/26
- 640 -
KUR’AN KAVRAMLARI
değerlendirmeye yönelik faâliyetlerin sürdürüldüğü bazı küçük yerleşim merkezleri bulunmaktadır. 2818
Lût gölünün bugünkü durumu, tarihçilerin anlattıklarından farklı değildir. Batılıların Ölü Deniz, Tevrat'ın Tuz gölü, İslâmî kaynakların ise Lût gölü adını verdikleri göl, Akdeniz seviyesinden yaklaşık 400 metre daha aşağıda ve en derin yeri 400 metreyi bulmaktadır. Yani deniz seviyesinden 800 metre aşağıdadır. Oysa dünyada, deniz seviyesinden aşağıda olan yerlerde bu alçaklık en fazla 100 metre dolayındadır. Gölün bir başka özelliği, yüzde 20-30 oranına varan ölçüde tuzlu olmasıdır. Oysa denizlerdeki en fazla tuz oranı yüzde 3-4'ü geçmez. Bu sebeple Lût gölüne giren bir kimsenin, yüzme bilmese de boğulma ihtimali yoktur.
Lût gölüne batı dillerinde Ölü deniz denmesinin sebebi, içinde balık veya yosun gibi bir canlının yaşamamasından ileri gelmektedir. Bu isimlendirme doğru değildir. Zira 1980 yılında yapılan araştırmalar gölün mikroorganizma kaynadığını göstermiştir.
İslâm âlimleri bu şekilci isimlendirmeden uzak kalarak göle; Lût gölü adını veriyorlardı. Bunun sebebi de Kur'ân-ı Kerîm âyetlerinin sözkonusu kavmin bu göl civarında yaşadığını işaret etmesinden gelmektedir.
Cinsellik Bunalımı ve Hz. Lût
Toplumun fuhuş girdâbına kapıldığı, cinsel bunalımların had safhayâ ulaştığı; cinsel ilişkilerin bırakınız gizli olmasını, açık açık, üstelik milyonlara hitap eden basın-yayın organlarınca ballandırıla ballandırıla anlatılıp gösterildiği bir ortamda yaşıyoruz. Bu sapkın ortamda ister istemez bulunan müslümanların, karşılaştıkları bu gibi olaylar karşısında alacakları tavır ne olmalıdır?
Bin dört yüz yıldır insanlara hidâyet kaynağı olan Kur'ân-ı Kerim; insanın yirmi dört saatinde, hayatının her safhası için insanlara yol gösterir. Cinsel konularda da helâl-haram sınırlarını çizer, insan hayatının tabii bir parçası ve aynı zamanda neslin devamı için gerekli olan cinsel ihtiyaçlarda da; yapmalarını istediği işleri emreder. Düştükleri yanlışları gösterir. Toplumu ifsâd edecek davranışlardan kaçınmalarını ister. Böylece toplumu refah ve mutluluğa götürecek yöne sevkeder.
Bütün bunları anlatırken geçmiş kavimlerden cinsel konularda sapmalar gösteren; hatta bu sebepten azâba uğrayan Lût kavmini örnek vererek; gerek indiği dönem içerisindeki câhiliyye Araplarına ve gerekse kıyâmete kadar İlâhî vahye muhâtap diğer toplumlara da bu kıssa örnekliğinde kendilerinin bu hal ve tavırlarını düzeltmelerini ister. "...Sen bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler." 2819
Lût Kavminin Durumu: Lût kavmi, insanların çoğalması için zarûri olan cinsel ihtiyacı, Allah'ın çizdiği sınırların dışına taşırarak; toplumu ifsâda götüren haram bir fiile meyletmiştir. "Lût da, kavmine şöyle demişti: 'Doğrusu siz, daha önce hiçbir kavmin yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyorsunuz. Erkeklere yaklaşıyor, yol kesiyor ve toplantılarınızda fena şeyler yapmıyor musunuz?"'2820; "Kadınları bırakıp, şehvetle erkeklere mi
2818] Cengiz Duman, Haksöz, sayı 40, Temmuz 94
2819] 7/A'râf, 176
2820] 29/Ankebût, 28-29
LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ
- 641 -
yaklaşıyorsunuz? Evet siz câhil bir kavimsiniz!" 2821; "...Rabbinizin sizin için yarattığı eşleri bırakıp da, insanlar arasında, erkeklere mi yaklaşıyorsunuz!?" 2822
Oysa Allah: "...Onlar (kadınlar) sizin örtünüz/giysiniz, siz (erkekler) de onların örtülerisiniz." 2823 diyerek kadın ve erkeği birbirlerinin örtüleri olarak tavsif etmiştir. Helâl bir cinsel birleşmenin ancak nikâh yolu ile bu iki cins tarafından yapılacağını emretmesine rağmen; Lût kavmi harama meyletmiştir. Dolayısıyla helâl birleşmeyi terkederek; toplumu batağa sürükleyecek erkek-erkeğe yapılan haram birleşmeyi tercih etmişlerdir.
"Doğrusu siz âlemlerde hiç kimsenin sizden önce yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyorsunuz."2824 âyetinde belirtilen "sizden önce hiç kimsenin yapmadığı" ifâdesi Lût kavminin yapmış olduğu homoseksüelliğin; daha önce hiç yapılmadığı şeklinde değil, böyle toplumsal olarak büyük boyutlarda daha önce yapılmadığı şeklinde anlaşılmalıdır. Çünkü tarihin her devrinde şu veya bu şekilde bir haram fiili ferdî olarak işleyenler bulunmuş olabilir. Lâkin "kavmi ona koşarak geldi" ve "Toplantılarınızda fena şeyler yapmıyor musunuz?" âyetlerinden anlaşılacağı üzere, fuhşun bireysel değil; toplumsal boyutlarda seyrettiği anlaşılıyor. Bundan dolayı Allah, bu kötü fiilin daha önce bu boyutlarda olmadığını bildiriyor. Lût (a.s.), kavminin Allah'ın emirlerini çiğnemesini sürdürecekleri durumda, artık geriye dönüşü olmayan bir mecrâya sürükleneceklerini, azâbın yaklaşmakta olduğunu haber veriyor.
Konuyla ilgili âyetlerin câhiliyye Araplarına indiği dönemde homoseksüellik, Lût kavminin yaptığı boyutlarda değildi. Buna rağmen Allah; bu kötü fiilin toplumu helâke sevkeden bir iş olduğunu, böyle bir fiile yönelenlerin bunu terketmelerinin en doğru yol olacağını Lût kıssasıyla anlatır.
Hz. Lût'un Tutumu: Lût (a.s.), kavmini sürekli olarak uyarır. Yaptıkları fiilin Allah nezdinde büyük bir suç olduğunu hatırlatır.2825 Bütün bu uyarılara rağmen Lût kavmi sapıklıkta ısrar eder. İşledikleri günahlar kalp ve gözlerini öylesine köreltmiştir ki, kendilerini helâk etmeye gelen insan kılığındaki meleklere bile yeltendiler. Buna karşılık Lût (a.s.) onlara şöyle der: "Ey kavmim! İşte şunlar kızlarımdır; sizin için onlar(ı nikâhlamak) daha temizdir. Allah'tan korkun, misafirlerimin önünde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu?" 2826
Lût (a.s.) evine konuk olarak gelen Meleklere yeltenenlere "işte şunlar kızlarımdır; sizin için onlar daha temizdir" diyerek, yaptıkları sapıklığa karşı helâl bir alternatif teklif eder. Buradaki teklif husûsunda müfessirlerin bir kısmı "hakiki kızlarıdır" bir kısmı ise "kavminin kızlarıdır" demişlerdir.
"İşte şunlar kızlarımdır" ifâdesi ister Lût'un kızlarını, isterse kavminin kızlarını kapsasın farketmez. Bu teklif, Lût kavminin yaptığı işin kötü olduğunu, temiz olanın kadın-erkek arasındaki ilişki olduğunu göstermek içindir. Lût'un bütün çabalarına karşın kavmi tepki gösterir. "Dediler ki: ‘Senin kızlarında bizim
2821] 27/Neml, 55
2822] 26/Şuarâ, 166
2823] 2/Bakara, 187
2824] 29/Ankebût, 28
2825] 26/Şuarâ, 161-166
2826] 11/Hûd, 78
- 642 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir hakkımız olmadığını biliyorsun. Sen bizim ne istediğimizi bilirsin." 2827; "Onlar şöyle dediler: ‘Ey Lût, (bizim yaptığımıza karşı gelmekten) vazgeçmezsen, iyi bil ki sürgün edileceksin!" 2828; "Doğru sözlü isen bize Allah'ın azâbını getir." 2829
Artık Lût (a.s.), kavminin doğru yola geleceğine dair tüm inancını tüketir. "Keşke size yetecek bir kuvvetim olsa veya sağlam bir yere sığınsam!" 2830 Yapacağı iş, Allah'a sığınmaktı. Bütün gücüyle Allah'a sığınarak O’ndan yardım ister: "Rabbim! Bozgunculara karşı bana yardım et." 2831; "Rabbim! Beni ve âilemi, onların yapageldikleri kötülüklerden kurtar." 2832
Allah Lût'un duâsını kabul eder; kâfir karısı dışındaki âilesini kurtarır. "Bunun üzerine geride kalan yaşlı bir kadın dışında, onu ve âilesini, hepsini kurtardık." 2833 Kur'an bize Lût'un karısının suçunu belirtmez (onun kâfir olduğunu ve kocasına ihânet ettiğini belirtir.2834 Müfessirler birtakım suçlamalarda bulunmuşlarsa da gaybî bir konu olan bu durum karşısında Kur'an'ın bize verdiği kadarla yetiniyor ve orada duruyoruz. Kur'an-ı Kerim'de Nûh’un (a.s.) oğlunun, Nûh'un duâsına rağmen helâk edilmesi olayından sonra anlatılan bu olayda da Lût'un âilesinin kurtulması duâsına mukabil karısı helâk edilenler arasında yer alır. Bu olay bize gösterir ki Allah'ın emirlerine karşı gelmiş olan bir kimse, Allah nezdinde peygamber âilesinden de, onun soyundan da olsa gerekli cezâyı görecektir. Allah nezdinde geçerli olan soy-sop, mevki, makam değil; takvâdır.
Kendilerini ziyârete gelen misâfirlerin, Lût kavmini helâk için görevli melekler olduğunu anlayan İbrâhim (a.s.),2835 kâfir de olsa Lût kavminin helâk edilmemesi için meleklerle tartışır. Hz. İbrâhim’in bu hareketi o anlık şoktan dolayıdır, yoksa meleklerin söylediği gibi Allah'ın azâbı geldikten sonra onu kimsenin durduramayacağını en iyi bilenlerden birisi de İbrahim'dir.
Melekler daha sonra Lût’a (a.s.) gelirler. Lût (a.s.) da Hz. İbrâhim'in üzüldüğü gibi kavminin helâkinden dolayı üzülür. Hz. İbrâhim ve Hz. Lût’da görülen bu latif tutum, peygamberleri kana susamış insanlar gibi göstermek isteyen kâfirlere karşı en güzel ibrettir. "Elçilerimiz Lut'a gelince, (Lût) onların yüzünden üzüldü ve onlardan dolayı içi daraldı da; 'Bu çetin bir gündür' dedi." 2836; "Dediler ki: 'Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar asla sana dokunamazlar. Sen gecenin bir kısmında ailenle yürü. Karından başka sizden hiçbir i geride kalmasın. Çünkü onlara gelecek olan şüphesiz ona da isâbet edecektir. Onlara vaad olunan helâk zamanı, sabah vaktidir. Sabah yakın değil mi?" 2837
Lût (a.s.)'a meleklerin bildirdiği hicret emri, Mûsâ’nın (a.s.) Firavun'un adamlarından inananları kaçırdığı zaman da Allah tarafından aynı şekilde bildirilmişti.
2827] 11/Hûd, 79
2828] 26/Şuarâ, 167
2829] 29/Ankebût, 29
2830] 11/Hûd, 80
2831] 29/Ankebût, 30
2832] 26/Şuarâ, 169
2833] 26/Şuarâ, 170-171
2834] 66/Tahrîm, 10
2835] 11/Hûd, 74/76
2836] 11/Hûd, 77
2837] 11/Hûd, 81
LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ
- 643 -
"Biz Mûsâ'ya: 'Kullarımı geceleyin yola çıkar; şüphesiz takip edileceksiniz' diye vahyettik." 2838
Baskı altında yaşayan Mûsâ ve Lût gibi peygamberler toplumlarının helâk edilmesi kararlarının akabinde, inananlarla birlikte geceleyin kâfirlere fark ettirmeden hicret etmeleri istenir. Kâfirlere fark ettirmeden kaçmanın en uygun olduğu zaman gecedir. Lût (a.s.) da ailesinden karısı hâriç, diğer iman edenlerle beraber geceleyin kavmini terk ederek yola koyulur.
Tevrat'la Bir Karşılaştırma: Lût kavmini helâk ile görevlendirilen meleklerin, İbrâhim (a.s.)'e uğraması olayı Tevrat'ta da yer almaktadır. Ancak Kur'an ve Tevrat metinlerinde yer alan bu olayın karşılaştırılması, Tevrat metinlerinin nasıl tahrif edilmiş olduğunu gösterecektir. Bu karşılaştırma aynı zamanda Tevrat'ta anlatılan kıssaların hidâyet özelliğinin nasıl kaybolup, yerini küfrün aldığını rahatlıkla anlatmış olacaktır:
"Ve İbrahim sığırlara koştu ve körpe ve iyi bir buzağı alıp uşağına verdi, ve onu hazırlamakta acele etti. Ve ayranla süt ve hazırladığı buzağıyı alıp önlerine koy; ve kendisi yanlarında, ağaç altında durdu, ONLAR DA YEDİLER." 2839
Tahrif edilmemiş Tevrat metninde Meleklerin Kur'an'daki âyetlerde belirtildiği gibi sunulan yemeği yemedikleri muhakkaktır. Hz. Mûsâ’dan sonra Tevrat’ı kendi hevâlarınca tahrif eden yahûdiler meleklere yemek yedirttikleri gibi; daha sonraları müşrik Araplar işi meleklerin dişi oldukları, dahası Allah'ın kızları oldukları iftirâlarına kadar götüreceklerdir. Böylece Tevrat, hidâyete sevkeden bir kitap olmaktan ziyâde şirke götüren bir kitap konumuna düşürülmüş oluyor.
Allah'ın Kur'an'ı indirme gâyesi de, insanları doğru yola sevkedecek bir kitabın bulunmamasından, elde mevcut Tevrat ve İncil'in tahrif edilmesindendir. Kur'an inmeden câhiliyye döneminde mevcut bulunan muharref İlâhî kitaplarda, Allah'ın bildirdiği emir ve kıssalar hedefinden saptırılmış ve tevhidî çizgiden uzaklaştırılmıştı. Tevrat'ın şirk kitabına dönüştüğünün delillerinden bir tanesi de, Lût'un anlatıldığı bölümde Lût'un kızlarının babaları ile yatması iftirasının yer almasıdır ki; bu olay tamamı ile iftirâ ve kıssanın hidâyet içeriğinin tamamen tersyüz edildiğinin, tevhidî çizgiden saptırıldığının göstergesidir.
Bu kıssadan alınması gereken ders ve ibretleri şöyle sıralayabiliriz:
Allah'ın bize Lût kıssasını anlatmasının ilk amacı muharref Tevrat vâsıtası ile Mekke insanlarının edindikleri yalan-yanlış bilgileri düzeltmektir.
Kıssanın anlatılması ile yeryüzündeki bütün câhiliye toplumlarında olduğu gibi Mekke câhiliye toplumunda da görülen sapık bir münâsebet şekli, erkek erkeğe yapılan cinsî ilişki mahkûm edilir.
Dahası, ferdî olmaktan ziyâde, yani yapanların var olduğu halde bilinmediği bir yapıdan çok, alenî ve üstelik toplumsal olarak yapılan bir fiil haline gelen cinsel suçların azâba müstehak olduğu anlatılır.
Günümüzde yapılan bu çirkin fiillerin boyutu Lût kavminin yaptığı toplumsal pisliğin çok ilerisindedir. Erkek erkeğe, kadın kadına evlenmenin normal görüldüğü, homoseksüel olimpiyatları gibi tertiplerle global pisliklerin bir araya
2838] 26/Şuarâ, 52
2839] Tevrat, Tekvin Babı
- 644 -
KUR’AN KAVRAMLARI
getirildiği, ameliyatlarla erkeklerin kadın, kadınların erkek olarak yaşamak istedikleri bir dünyanın sapıklıkta Lût kavminden çok ileri olduğunu söylemek yanlış bir tespit olmasa gerektir.
Bir peygamberin yüzü suyu(!) hürmetine dahi onun ailesinden biri olan karısının bile affedilmediği Nuh (a.s.)'un oğlunun cezâlandırılmasından sonra, ikinci bir örnek olarak muhâtaplara sunulur. O halde Allah'ın kınadığı bu fiilin kötülüğü ve bunun getireceği belâlar tüm insanlara hatırlatılmalıdır. 2840
Lût Kavmi ve Almamız Gereken Dersler, Mesajlar
Âyetlerden Tesbitler
1. Sığınacak Bir Kale
“(Lût) Keşke benim size karşı (savunacak) bir gücüm olsaydı veya güçlü bir kaleye sığınabilseydim!” dedi.2841; “Lût, doğrusu dedi, ben sizin bu işinize buğzedenlerdenim.” 2842; “(Ey Lût) ‘Biz seni halkın işine karışmaktan men etmemiş miydik’ dediler.” 2843; "...Onları (Lût'u ve taraftarlarını) memleketinizden çıkarın, çünkü onlar fazla temizlenen insanlarmış’ dediler.”2844; “Onlar şöyle dediler: Ey Lût, bu dâvâdan vazgeçmezsen, iyi bil ki, sürülenlerden olacaksın.” 2845
İyiliğin emri ve kötülüğün nehyinde aslolan; bunlara karşı olunduğunun belirtilmesi ve kalple, dille ve imkân/güç varsa elle bu karşı koyuşun gösterilmesidir. Her şartta bir mü’min bu karşı duruşunu belirtmek durumundadır. Zira bunun ötesinde bir hardal tanesi kadar bile iman olmadığı Rasûlullah tarafından bildirilmiştir. Bizlerden münkeri mutlaka ortadan kaldırmamız değil, öncelikle ona karşı mücâdele etmemiz, kulluk borcu olarak istenmiştir. Zira münkerin ortadan kaldırılmasında bizim dışımızdaki faktörlerin de etkileri vardır. Ve onu engelleyemediğimiz zamanlar da olacaktır. Ancak aslolan ona karşı koyuşumuzdur. Bu alanda sonuçla değil; duruş ve tavır geliştirmekle sorumluyuz.
Ancak her mü’min gibi rasullerin kalbinden de, münkeri tamamen ortadan kaldırmak arzusu geçer. Ve elde imkânların bulunmasını arzular. Bu açıdan iyiliğin emri ve kötülüğün yasaklanmasında sonuç açısından ideal noktaya "güç" ile ulaşılabilmektedir. Adâletin, güçle desteklenmesinden daha güzel ne olabilir? "Biz, Kitap (adâletin teorik malzemesi) ile mîzânı/ölçüyü indirdik. Biz demiri (onun uygulanmasında gerekli olan gücü) de indirdik ki, onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır."2846 Ve güç kullanarak kötülüğün yasaklanmasının mümkün olduğu zeminlerde bunun hemen uygulanması, hem aklın hem de vahyin gereğidir.
Farz olan bir şeyin yerine getirilmesi için gerekli olan şeyler de farzdır. Bu yüzden kötünün önüne set çekmek için günün gereklerini tedârik etmek da farzdır. Kalbinde küfre ve menhiyyâta buğz dahi kalmayan kişilerin dinî durumlarını tekrar kontrol etmeleri öncelikli bir görevdir.
2840] Cengiz Duman, Haksöz, sayı 40, Temmuz 94
2841] 11/Hûd, 80
2842] 26/Şuarâ, 168
2843] 15/Hıcr, 70
2844] 7/A’râf, 82
2845] 26/Şuarâ, 167
2846] 57/Hadîd, 25
LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ
- 645 -
“Allah Lût’a (a.s.) rahmetini bol kılsın; aslında o, çok muhkem bir kaleye (Allah’a) sığınmıştı.” 2847
“(Lût şöyle duâ etti:) ‘Rabbim! Bozgunculara karşı bana yardım et." 2848; "Rabbim! Beni ve âilemi, onların yapageldikleri kötülüklerden kurtar." 2849
"Bunun üzerine geride kalan yaşlı bir kadın dışında, onu ve âilesini, hepsini kurtardık." 2850
2. “Arkanıza Bakmayın!”
"Gecenin bir bölümünde âile fertlerini yola çıkar, sen de arkalarından yürü. Sizden hiç kimse, sakın dönüp de arkasına bakmasın, gitmeniz istenen yere gidin!" 2851
Hayr da şer de, önemli karar ve faâliyetlerin icrâ ânı olarak geceleri kullanır. O geceler hem nûrun hem de zulmün en kesif icraatlarına şâhit olmuşlardır. Gecenin bereketi ve farklılığından nasibini alamamış kişi ve hareketler berekete ulaşamazlar.
“Şüphesiz gece nâşiesi (kalkışı, neşesi), tam bir âhenge/uyuma ve sağlam bir söze/kırâate daha elverişlidir.” 2852
Arkana bakma! Nûh gibi fıtratının sıcaklığıyla bataklıkta bıraktığın yakınlarına meyledebilirsin. Bu seni bilgin olmayan konuda duâ etmeye ve câhilî davranışa itebilir. 2853 Ya da Allah'ın azâbı o denli şiddetlidir ki, değil onu yaşamak, onu bir başka obje üzerinde izlemek bile insanın ruh halini etkileyip bozabilir. Mü’min bir gözün ve gönlün ona şâhit olması bile istenmemektedir. 2854
3. Peygamber Karısı veya Akrabası Olmak İnsanı Kurtarmaz: “Allah inkâr edenler hakkında Nûh'un karısı ile Lût'un karısını misâl verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kulun (nikâhı) altında idiler, onlara hıyânet ettiler. Kocaları Allah'tan (gelen) hiçbir şeyi onlardan savamadı. (Onlara): ‘Haydi, girenlerle beraber siz de ateşe girin!’ denildi.” 2855
Bu âyette iki peygamber karısının, kocalarına inanmamakla kalmayıp ayrıca onları son derece üzdükleri anlatılmaktadır. Bu kadınların hıyânetleri küfürleri idi. Dinde ihânetlerinden dolayı peygamber kocaları, onları Allah'ın azâbından kurtaramamıştı ve onlar da öteki suçlular gibi ateşe atılmışlardı.
Kişiyi kurtaran, kendi imanı ve amelidir.
Kişinin kendi imanı ve sâlih ameli, yani takvâsı olmadıktan sonra, herhangi bir sâlih insana, âlime veya peygambere akraba olmanın bir yararı olmaz. Bu husus, Kur'ân'ın birçok yerinde yinelenir. Meselâ Hûd Sûresinde anlatıldığı üzere peygamber oğlu olmak, Nuh'un kâfir oğlunu azaptan kurtaramamıştı. "Nûh Rabbine seslendi: 'Rabbim, dedi, oğlum benim âilemdendir. Senin sözün elbette haktır ve sen hâkimlerin hâkimisin!' (Allah Teâlâ): 'Ey Nûh, dedi, o senin ailenden değildir. O, yaramaz
2847] Buhârî, Enbiyâ 11, 15, 19; Müslim, İman 238
2848] 29/Ankebût, 30
2849] 26/Şuarâ, 169
2850] 26/Şuarâ, 170-171
2851] 15/Hıcr, 65
2852] 73/Müzzemmil, 6
2853] 11/Hûd, 45-47
2854] Levent Uçkan, İslâm Tarihi Notları, (Basılmamış Çalışma), s. 24-25
2855] 66/Tahrîm, 10
- 646 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iş yaptı. Bilmediğin bir şeyi Benden isteme. Sana câhillerden olmamanı öğütlerim!" 2856
Peygamber karısı olmak, Nûh'un ve Lût'un karılarına yarar sağlamadığı gibi, kâfir karısı olmak da Firavun'un karısına zarar vermemiş; tam tersine, o şartlar içinde inanması, kendisini Allah katında daha da yüceltmiştir. "Allah iman edenler hakkında da Firavun'un karısını misâl verdi. O: 'Rabbim, bana katında, cennetin içinde bir ev yap, beni Firavun'dan ve onun (kötü) işinden kurtar ve beni o zâlimler topluluğundan kurtar!' demişti.” 2857
4- Livâta Fiilinin Çirkinliği
a- Lût kavminin işlediği livata fiili, çok çirkin bir ameldir. Bu fiili işleyenler, hem dünyada hem de âhirette azâbı hak ederler. Çünkü bu ameli işleyenler, hasta/mikroplu kişilerdir, her toplumu bozarlar. Toplumu böyle kişilerden temizlemek gerekir. Bunlar hayvanlardan daha beterdirler. Onun için, Allah (c.c) böyle yapan kişileri hem dünyada hem âhirette büyük azapla tehdit etmiştir.
b- Lût kavminin yaptığı çirkin fiilin hem yapana hem yapılana sağlık yönünden büyük zararı vardır. Ayrıca yapan ve yapılan için büyük bir utanç kaynağıdır ve ikisinin arasında düşmanlık meydana getirir.
c- Bu çirkin amelin işlenmesiyle kadın, erkek tarafından terkedildiği için kadınlar büyük zarar görür ve toplum bozulur.
d- Lût (a.s.) kavminin yaptığı çirkin fiil, neslin azalmasına sebep olur. Onun için Allah (c.c.), bu fiili yapan kavmi cezâ olarak helâk etmiş ve dünyadan tamamen kaldırmıştır. Ayrıca kıyâmet gününde de onlara büyük bir azap vardır.
5- Misâfire İkram
Bu kıssa, misafirin güzel bir şekilde ağırlanması, ikramda kusur edilmemesi ve her türlü eziyetlerden korunması gerektiğini gösterir. Lût (a.s.), evindeki misafirleri livata yapmak için götürmek isteyen kimselere, kızlarını onların liderleriyle evlendirme teklifinde bulunarak misafir olan melekleri korumak istemiştir.
Lût (a.s.), sakalsız ve bıyıksız güzel gençler sûretinde gelen melekler kapısını çaldıklarında, kavminin fuhuş yapmak için onları almaya geleceğini, onların yüzünden başına büyük bir problem geleceğini bildiği halde, misafirleri geri çevirmedi ve onları korumak için elinden geleni yaptı.
Lût (a.s.)’un bu davranışı, bizim için büyük bir örnektir. Eve gelen misafire ikram etmek ve onu korumak için elden geleni yapmak gerekir. Rasûlullah (s.a.s.), bu konuda şöyle buyurmuştur: “Kim Allah’a (c.c.) ve âhiret gününe iman ediyorsa misafirine ikram etsin!” 2858
Burada ve daha başka yerlerde Kur’an, tek başına sadece Sodomî (eşcinsellik) hastalığının Allah’ın gazâbını insanların üzerine çekmeye yetecek iğrenç bir günah olduğunu belirtmektedir. Bu yüzden, bu tür suçların kökünü kazıyıp ortadan kaldırmanın, Peygamberin örnekliğindeki İslâm devletinin bir görevi olduğunun ve bu suçu işleyen kimselerin cezâlandırılması gerektiğini öğreniyoruz.
2856] 11/Hûd, 45-46
2857] 66/Tahrîm, 11
2858] Buhârî; Müslim
LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ
- 647 -
Buna işaret eden bazı hadisler de vardır: a) "Eşcinselin failini de, mefûlünü de öldürün" b) "Her ikisi ister evli olsun ister bekâr olsun", c) "Livata suçunun fâilini ve mef’ûlünü recm ediniz." Fakat, hayatı boyunca Hz. Peygambere hiçbir livata suçlusu getirilmemesi nedeniyle, bu tip suçlular için açık ve kati bir cezâ şekli tarif edilmemiştir.
Bununla beraber, O’nun haleflerinden gelen bazı görüşler vardır: Hz. Ali, bu tip suçluların kılıçla öldürülerek, cesetlerinin gömülmeyip yakılarak kül haline getirilmesi görüşündedir. Hz. Ebû Bekir de Hz. Ali ile aynı fikirdedir. Hz. Ömer ve Osman ise, bu gibilerin harâbe bir binanın içine atılıp, köhne yapının onların üzerine yıkılması gerektiği fikrindedirler. Hz. İbn Abbas ise, bunların en yüksek evin damından baş aşağı atılması ve recmedilmesi gerektiği kanaatindedir.
İmam Şâfiî, livataya iştirak eden iki tarafın fâil ve mef’ûlün, ister evli ister bekâr olsun, öldürülmesi gerektiğini söyler. İmam Şa’bi, Zührî, Malik ve Ahmed b. Hanbel’e göre, bu kimseler recmedilmelidir. Said b. Museyyeb, Atâ, Hasan Basri, İbrahim Nehaî, Süfyan-ı Sevrî ve Evzaî, bu tip suçlar hakkında verilecek cezânın, zinâ cezâsı ile aynı olduğu görüşündedirler; yani, bu cezâ, suçu işleyenler bekârsa, yüz kırbaç ve sürgün, evliyseler, recmederek öldürmektir. Ebû Hanife ise, suçlunun ibret olarak, yaptığı suçun durumuyla mütenâsip bir şekilde cezâlandırılması gerektiği görüşündedir. İmam Şafii’nin de bu görüşe uygun bir sözü vardır.
Erkeğin, (Lût kavminin yaptığı gibi) sapık ilişkilerde bulunmasının kesin haram olduğu husûsuna da dikkat edilmelidir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Böyle bir fiili işleyen erkek lânetlenmiş bir kimsedir" 2859 ve "Allah hanımıyla böyle bir suçu (karısına arka yoldan yaklaşma) işleyen insanın yüzüne nazar etmeyecektir."2860 Başka bir hadisinde "Âdet günlerinde hanımıyla cinsel ilişkide bulunan, onunla livata yapan (karısına arka yoldan yaklaşan) veya fal bakmaya devam eden kimse, Muhammed’e gönderilene inanmamış bir kâfirdir" 2861 diyerek şiddetle ikazda bulunmuştur. 2862
Lût Kavmi ve Günümüz
Toplumun, eşcinselliği genel olarak tiksinti verici bir davranış olarak görmesi, bu tür eğilimlerin ne oranda yaygın olduğunu gizlemektedir. Ama Batı tarzında aşırı özgürlüğün benimsenmesiyle hayvanların bile yapmadıkları bu çirkinlik giderek yaygınlaşmaktadır. Bu yaygınlığın boyutunu umumi tuvaletlerin kapılarındaki Tosun edebiyatı denilen yazılardan tahmin etmek mümkündür. Kendi aralarında tanışmak için (kulağa küpe gibi) özel aksesuarlar kullandıkları, hatta birleşerek siyasi parti kurdukları da bilinmektedir. Özellikle kot denen vücuda yapışan blue jeans (blucin)lerin ve vücut hatlarını belirtecek şekilde çok dar pantolonların kadın veya erkekler tarafından giyilmesinin livâta denilen insan fıtratıyla bağdaşmayacak fâhişeliğe dâvetiye çıkartması ve bu fiilin yaygınlaşmasına sebep olduğu göz ardı edilmemelidir. Yine metroseksüellik denilen erkeklerin fazlaca bakımlı olması, giderek bayanlar gibi süslenip makyaj vs. yapması bu anormal cinselliği teşvik etmektedir. Ayrıca kimi televizyon programlarında
2859] Ebû Dâvud
2860] İbn Mace; Ahmed bin Hanbel, Müsned
2861] Tirmizi
2862] Avbdülvahid Metin
- 648 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kadınımsı tavırlar ve konuşmalarla program sunan bazı yumuşak tiplerin de toplumda kötü örnek teşkil ettiğini belirtelim. Bu konuda kimi şarkıcıların davranışlarının, Zeki Müren’den Bülent Ersoy’a bazı şarkıcıların tavırlarının, giderek artan bu anormallikte payları unutulmamalıdır. Allah’ın emri olarak başını örten kızlara her türlü dışlayıcı ve yasaklayıcı tavır uygulanırken; büyük şehirlerin bazı semtlerinde, yol kenarlarında ya da televizyon reklâmı ve telefon gibi iletişim araçlarıyla müşteri arayan transseksüeller, homoseksüeller özgürlük denen şeyin bu topraklarda kimlere ve ne için olduğunu düşündürecek boyuttadır.
Balığın baştan kokması misali, bu konuda düzenin ne denli suçlu olduğunu değerlendirmek gerekir. Karma eğitim kurumları, erkeklerin caddede, iş yerinde, televizyon programlarında, şifreli-şifresiz kanallarda, şarkı kliplerinde, gazete ve dergilerde hep cinsel tahrikle, kışkırtılmayla karşı karşıya kalması, evliliğin zorlaştırılması, hepsinden önemlisi gençlerin çoğu açısından Allah korkusu ve takvâ gibi kavramların “para” kadar, “seks” kadar önemli görülmemesi toplumu helâke götürecek bu çirkinliğin yayılma sebepleri olarak gözükmektedir.
Amerika ve Avrupa ülkeleri, bu ahlâksızlığı gâyet doğal bir özgürlük olarak değerlendirmekte, gay veya lezbiyenleri küçük düşürücü, onları dışlayıcı, hele hakaret edici bir tavrı şiddetle cezâlandırmaya tâbi tutmaktadır. Tüm Avrupa Birliği ülkelerinde homoseksüelliğin insan hakları ve özgürlüğü kapsamında yer alması; Türkiye’nin de bu birliğe katıldığı zamanda vâizlerin ve hocaların bile bu davranışı eleştirip kınama haklarının olmayacağı, eşcinsel evlenmelere karşı çıkılamayacağı şu anda kimsenin üzerinde durmadığı önemli problemler olarak durmaktadır.
Seks hürriyeti, bir başka ifâdeyle cinsel özgürlük ile ortaya çıkan ciddi anormalliklere Batı, çözüm bulamamanın ıstırabını yaşıyor. Âile hayatı, Batıda tarihe karışmak üzere, erkekler ve kızlar, evlilik sorumluluğu ve görevlerinin altına girmektense, evlilik dışı beraberlik ve yaşam sürdürmenin hafifliği içinde tatmin aramakta. Şehvetin doyma hissini temsil eden bir midesi olmadığı için, akla gelmedik değişiklikler ve tatmin için farklılık peşinde koşturan nefis/hevâ, sahibini perişan ediyor. Homoseksüel evliliklere izin veren otoriteler, kiliseler ortaya çıktı. Uyuşturucu ve fuhuş ile kriminal suçlar arasında sıcak ve yakın bir ilişki sözkonusu. Birleşmiş Milletler, AIDS’in Batı Avrupa’da yeniden yayılmaya başladığını, Doğu Avrupa ve Orta Asya’da da büyük tırmanışa geçtiğini 2004 yılında, hâlâ duymak istemeyenlere olanca yüksek sesle haykırıyor. HIV salgınının en hızlı geliştiği yerler olan Doğu Avrupa ve Orta Asya’da, 1998’de 30.000 olan kayıtlı HIV taşıyıcısı sayısı, 2003 yılında tam bir buçuk milyona yükseldi. Sadece kendileri için değil, âileler ve sosyal çevresi için de ciddî bir tehdit oluşturan bu hastalık, en çok gayri meşrû ilişki, yani fuhuş yoluyla geçiyor ve kan ürünleri yoluyla mâsum insanları da tehdit edebiliyor. Bu işin tedâvisi için halk, devletler ve sigorta şirketleri olağanüstü büyük paralar ödemek zorunda kalıyor. Hastalar, âileleri ve arkadaş çevresi için uzun süren acılı günler yaşanmasına sebep oluyor. Fuhuş ve uyuşturucunun önüne geçilmediğinde modern Sodom-Gomore’ler ortaya çıkacak, bu sınır tanımayan cinsel özgürlük, toplumların feci şekilde intiharı olacaktır. Sigara ile başlayıp bira, alkollü içki, uyuşturucu ve fuhuş şeklinde gelişen ve hırsızlık, cinâyet gibi her çeşit kötülüğe ortam hazırlayan bataklıktan kurtulmak için İslâmî değerlerin hâkim kılınmasından, fuhşa dur diyemeyen beşerî düzenlerden kurtulmaktan başka çare yok. Bu temel çözüme kadar, en azından
LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ
- 649 -
âilelere çok iş düşmekte, İslâmî esaslara göre kurulacak âilenin güçlendirilmesi ve okul haline dönüşmesi gerekmektedir. Allah korkusu olmayan insanın kendini, çevresini ve içinde yaşadığı toplumu helâke ve her çeşit felâkete atması özgürlük olamaz, olmamalıdır. Bu, üreterek veya başka yolla ele geçirerek sahip olduğu bombaları çevresindeki insanlara rasgele atıp bombalama özgürlüğünden daha hafif bir suç değildir. Çocuklar, âile yapısı içinde İslâmî terbiyeden geçmeli ve içinde yaşayacağı toplumun her çeşit pisliklerine direnebilecek, onlarla mücâdele edebilecek bilinç aşılanmalıdır.
Dizi filmlerde, pembe dizilerde, sinema filmlerinde cinsellik ve gayr-ı meşrû ilişkiler, ahlâksız bir hayat alabildiğine normalleştirilir ve hatta özendirilir. Bâtıl Batı zihniyeti, homoseksüellere, "gay" ve "travesti"lere verdiği hak ve özgürlüğün onda birini başörtüsüne niye vermiyor, anlamak zor değildir.
Tefsirlerden İktibaslar
Mevdûdi şöyle der: “Hani Lût da kavmine şöyle demişti…”2863 Bu insanlar, şimdi Ürdün'ün doğu yakası denilen ve Irak ile Filistin arasında yer alan topraklarda yaşamışlardı. Kitab-ı Mukaddes'e göre merkezleri Ölü Deniz'e yakın yerlerde, ya da tamamıyla suyun altında kalmış Sodom şehridir. Talmud, bunların Sodom'un dışında dört büyük şehirlerinin daha olduğunu ve bu şehirlerarasındaki arazilerin, kilometrelerce devam eden büyük bir bahçeyi andırdığını ve seyredenleri büyülediğini anlatır. Fakat zamanımızda şehirlerin yerleri tam olarak belli değildir. Çünkü bu alanların tümü, Lût Gölü ya da diğer bir adıyla Ölü Deniz'in altında kalmıştır.
Hz. Lût (a.s.), Hz. İbrâhim'in (a.s.) yeğeni idi. Hakka dâvet'in tebliği, hususunda tecrübe kazanmak için Suriye, Filistin ve Mısır'ı ziyaret etmek üzere amcası Hz. İbrâhim'le (a.s.) birlikte Irak'tan ayrıldı. Daha sonra Allah tarafından bir rasûl olarak tayin edilip, kendileriyle bir kan bağı olmasından dolayı onun "kavmi" diye nitelenen günahkâr topluluğa ıslah etmek için gönderildi.
Ne yazık ki, Yahudiler tarafından tahrif edilmiş olan eldeki Kitab-ı Mukaddes'te Hz. Lût'un (a.s.) şahsiyeti lekelenmiştir. Başka hususlar bir tarafa, Ürdün topraklarında icra ettiği vazife, İbrâhim'in sığır sürüleri ile Lût'un sığır sürüleri arasında çıkan bir anlaşmazlık sonunda" 2864 münbit bir toprağa göç olarak tanımlanmıştır. Fakat Kur'an bu iddiayı çürütür ve Hz. Lût'un (a.s.) bir resûl olarak tayin edilmiş olduğunu ve oraya, halkı ıslah etmek için gönderildiğini söyler.
"Gerçekten siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz…” 2865: Kur'an-ı Kerim daha başka yerlerde, bu kavmin diğer bazı günah ve suçlarını da zikreder, fakat burada, Allah'ın cezâsına uğramalarına neden olan, onların en iğrenç suçlarını hatırlatır. Her ne kadar bazı sapık kimseler, Sodom halkına nihayete kadar kötü bir şöhret sağlamış olan bu iğrenç günahı işlemiş iseler de, bu durum, bütün insanlar tarafından her zaman hayâsız ve çok kötü bir davranış olarak kabul edilmektedir.
Fakat bu çirkin fiili, ahlâkî bir seçkinlik derecesine çıkaranlar, eski çağlarda
2863] 7/A’râf,80
2864] Tekvin/Bölüm, 5:12, 13
2865] 7/A’râf, 81
- 650 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sadece Yunan filozofları, modern dünyada da yalnız Avrupalılar olmuştur. Avrupalılar, adeta bu işin eksik kalan yönlerini alenî surette tamamlamak için ellerinden geleni yapıyorlar ve bu iğrenç fiile yasal bir statü vermeyi de başarmış bulunuyorlar. O kadar ki, bazı memleketlerin kanun koyucuları onu yasallaştırmışlardır bile. Şöyle ki, artık eşcinselliğin korkunç bir toplum suçu olduğunu göstermek için tartışmalar düzenlemek de fayda vermez hale geldi. Hâlbuki Halik (Yaratıcı) her şeyi dişi ve erkek olarak yaratmış, her türü ötekinden farklı ve üremeleri için yekdiğerine tamamlayıcı şekilde varlık âlemine çıkarmıştır.
Sonra insanoğlundaki bu farklılık, bir amaca hizmet etmek içindir. Bu iki insanın çocukları ile birlikte bir yuva kurması içindir. Zira aile insanoğlunun uğruna yaratıldığı medeni hayatın temelidir. Bundan dolayı kadın ve erkeğin vücutları, cinsî arzularını tatmin ve insan neslinin üremesi için gerekli olan tabiî fonksiyonu yerine getirebilmelerine müsait bir şekilde ve yekdiğerini tamamlayıcı yapıda yaratılmıştır. Binaenaleyh, bu cinsi arzuyu gayri meşru yollardan tatmin eden kişi, bir defada ve aynı zamanda birçok suçun faili haline gelir:
1) Böyle biri bu hareketiyle, şehvetinin kurbanı olarak, kendi vücut organlarının fıtrî ve fizikî işlevlerine karşı, tabir caizse, savaş açmış olur. Bu, kaçınılmaz olarak bu fiili işleyenlerin, fizik, zihin ve ahlâkları üstünde son derece zararlı etkiler meydana getirir.
2) Kendi türüne ve tüm âleme karşı gereken haklarını ve vazifelerini yerine getirmeden, salt cinsî zevkler peşinde koşması, taibata karşı ihanet ve vefasızlık suçu işlemiş sayılmasına neden olur.
3) Genelde, medeni toplumun bütün imkânlarından faydalanmasına karşılık bir aile hayatının getirdiği sorumlulukları yüklenmekten kaçınması ve bütün enerjisini, cinsel arzularını gayri meşru yollarla tatminde harcaması nedeniyle topluma karşı vefa sözünü tutmamış olur. Bu bencil ve uygun olmayan davranış sadece faydasız bir hareket olmakla kalmaz, aynı zamanda toplum ahlâkına da büyük zarar verir. Böylece, o kimsenin kendisini, ailesine ve insanlığa faydalı kılamaz hale getirir ve en aşağı bir başka erkekte de doğal olmayan kadınsal özelliklerin yerleşmesine neden olur. Bu da aslında, kendilerine rağbet edilmemesi dolayısı ile en azından iki kadının ahlâksızlığına ve zinaya düşmelerine yol açar.
“Kavminin cevabı: ‘Yurdunuzdan sürüp çıkarın bunları, çünkü bunlar çokça temizlenen insanlarmış!’ demekten başka olmadı.”2866 Aralarında muttaki kimselerin bulunmasına bile tahammül edememeleri onların ahlâkî tefessühün en aşağı derekelerine yuvarlandıklarının bir göstergesidir. Onlar sadece hayâsız, günahkâr ve ahlâksız değil, aynı zamanda her türlü iyilik ve fazilet duygularından da yoksundurlar. Bundan dolayı, aralarında kendilerini ahlâk ve fazilete dâvet edecek kimsenin kalmaması için, Hz. Lût (a.s.) ve taraftarlarını davalarından vazgeçirmek istediler. Ve topluca, günahkâr-lığın en son sınırına dayanmış ve aralarında iyilikten hiçbir eser kalmamış olduğundan, yeryüzünde bulunmaları için artık hiçbir sebep kalmamıştır. Bu nedenle, Allah o kavmin bütünüyle yok edilmesini emretti. Onların durumu, içinde sadece birkaçı sağlam meyve kalmış çürümüş bir sepete benzetilebilir. İçinden sağlam elmalar çıkarılıp alınınca, geriye kalanlar tamamen faydasızdır ve bundan dolayı da, çöp yığınına atılıp imha edilmesi gereklidir.
2866] 7/A’râf, 82
LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ
- 651 -
“Bunun üzerine biz, karısı dışında onu ve ailesini kurtardık; o (karısı) ise (helâke uğrayanlar arasında) geride kalanlardandı.”2867 Kur'an'ın diğer bölümlerinde, muhtemelen yoldan çıkmış olanlardan birisinin kızı olan, Hz. Lût'un (a.s.) zevcesinin, peygamberle anlaşmazlıklarında, kâfirleri desteklediği ve bundan vazgeçmediği açıklanmaktadır. Bundan dolayı Allah, Hz. Lût'dan (a.s.) arkadaşlarıyla beraber karısını götürmemesini istemiştir.
“Ve onların üzerine bir (azab) sağanağı yağdırdık…”2868 Buradaki "yağmur", bildiğimiz su damlaları şeklindeki yağmur değil, Kur'an-ı Kerim'in bazı yerlerinde açıkça ifâde edildiği gibi, taş yağmurudur. Onların evlerinin altı üstüne gelmiş ve toprağa gömülüp gitmişlerdir.
“Suçlu günahkârların uğradıkları sona bir bak işte.” Burada ve daha başka yerlerde Kur'an, tek başına sadece Sodomî (eşcinsellik) hastalığının Allah'ın gazâbını insanların üzerine çekmeye yetecek iğrenç bir günah olduğunu belirtmektedir. Bu yüzden, bu tür suçların kökünü kazıyıp ortadan kaldırmanın, Peygamberin önderliğinde İslâm devletinin bir görevi olduğunun ve bu suçu işleyen kimselerin cezâlandırılması gerektiğini öğreniyoruz. Buna işaret eden bazı hadisler de vardır:
a) "Eşcinselin failini de, mefûlünü de öldürün",
b) "Her ikisi ister evli olsun ister bekâr olsun",
c) "Livâta suçunun fâilini ve mef’ûlünü recm ediniz."
Fakat hayatı boyunca Hz. Peygambere hiçbir livâta suçlusu getirilmemesi nedeniyle, bu tip suçlular için açık ve kati bir cezâ şekli tarif edilmemiştir.
Bununla beraber, O'nun haleflerinden gelen bazı görüşler vardır: Hz. Ali, bu tip suçluların kılıçla öldürülerek, cesetlerinin gömülmeyip, yakılarak kül haline getirilmesi görüşündedir. Hz. Ebû Bekir'de Hz. Ali ile aynı fikirdedir. Hz. Ömer ve Osman ise, bu gibilerin harâbe bir binanın içine atılıp, köhne yapının onların üzerine yıkılması gerektiği fikrindedirler. Hz. İbn Abbas ise, bunların en yüksek evin damından baş aşağı atılması ve recmedilmesi gerektiği kanaatindedir.
İmam Şâfiî, livâtaya iştirak eden iki tarafın fâil ve mef’ûlün, ister evli ister bekâr olsun, öldürülmesi gerektiğini söyler. İmam Şa'bi, Zührî, Malik ve Ahmed b. Hanbel'e göre, bu kimseler recmedilmelidir. Said b. Museyyeb, Atâ, Hasan Basri, İbrâhim Nehaî, Süfyan-ı Sevrî ve Evzaî, bu tip suçlar hakkında verilecek cezânın, zina cezâsı ile aynı olduğu görüşündedirler; yani, bu cezâ, suçu işleyenler bekârsa, yüz kırbaç ve sürgün, evliyseler, recmederek öldürmektir. Ebû Hanife ise, suçlunun ibret olarak, yaptığı suçun durumuyla mütenasip bir şekilde cezâlandırılması gerektiği görüşündedir. İmam Şafii'nin de bu görüşe uygun bir sözü vardır.
Erkeğin, (Lût kavminin yaptığı gibi) sapık ilişkilerde bulunmasının kesin haram olduğu hususuna da dikkat edilmelidir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Böyle bir fiili işleyen erkek lanetlenmiş bir kimsedir" Ebû Davut ve
2867] 7/A’râf, 83
2868] 7/A’râf, 84
- 652 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Allah hanımıyla böyle bir suçu işleyen insanın yüzüne nazar etmeyecektir."2869 Başka bir hadisinde "Adet günlerinde hanımıyla cinsel ilişkide bulunan onunla livâta yapan veya fal bakmaya devam eden kimse, Muhammed'e gönderilene inanmamış bir kâfirdir"2870 diyerek şiddetle ikazda bulunmuştur. 2871
Seyyid Kutub diyor ki:
Lût kavminin kıssası, fıtratın sapmasının özel bir türünü, yukarıdaki kıssaların ana konusu olan tevhid ve ilâhlık sorunundan daha farklı bir sorunu ortaya koymaktadır. Fakat gerçekte bu da, tevhid ve ilâhlık sorunundan pek uzak değildir... Tek Allah inancı, O'nun kanun ve şeriatına boyun eğmeyi (teslimiyeti) de gerektirir. Allah'ın kanunu, insanın tek bir parçanın birbirini tamamlayan iki öğesi olarak erkek ve dişi cinsiyette yaratılmasını, üreme yoluyla bu cinsin hayatını sürdürmesini ve üremenin de erkek ve dişinin birleşmesiyle olmasını dilemiştir... Bu nedenle, bu kanun gereğince, onları bedensel ve ruhsal olarak bu birleşmeye ve bu birleşme yoluyla üremeye uygun şekilde donatmıştır. Bu birleşme anında duyacakları kuvvetli bir şehvet hissi ve temel bir arzu da yaratmıştır. Böylece, bu birleşmeyi garantiye almış ve sonuçta bu cinsin hayatını sürdürmesi noktasındaki Allah'ın dileğini gerçekleştirmiştir. Bu temel arzu ve bu kuvvetli şehvet, bir de birleşmenin sonucu olarak daha sonra dünyaya gelen neslin hamilelik, doğurma, emzirme, bakım, eğitim ve güvenliğinin sağlanması v.b. güçlüklerini etkisiz kılma fonksiyonu da vardı. Ayrıca, bu sayede, erkek ve dişinin bakım dönemi, hayvan yavrularından daha uzun süren ve yetişkin nesillerden daha fazla bakıma muhtaç olan yeni doğmuş çocuklara bakacak bir aile olarak hayatlarını sürdürmeleri de sağlanıyordu.
Bu, anlaşılması ve gereğinin yapılması Allah'a, hükmüne, tedbir ve takdirinin güzelliğine inanmaya bağlı olan Allah'ın kanunudur. İnançta ve Allah'ın koyduğu hayat nizamındaki sapmalara bağlı olarak bunlarda da sapmalar gerçekleşir. Fıtrattan sapma, Lût kavmi kıssasında apaçık olarak ortaya çıkmaktadır. Lût onlara, yaptıklarının Allah'ın yarattığını bozma olduğu ve bu çirkin sapıklığı ilk kendilerinin çıkardığını anlatmaya çalışıyor: "O soydaşlarına de ki; ‘Sizler daha önce dünyada hiç kimsenin işlemediği bir fuhuş türünü mü işliyorsunuz? Sizler kadınları bırakıp erkeklere şehvetle yaklaşıyorsunuz. Kuşkusuz siz her türlü ölçüyü çiğneyen, azgın bir toplumsunuz."
Lût'un kavmini damgaladığı ölçü tanımaz azgınlık, normal fıtratta somutlaşan Allah'ın sistemine tecavüzdeki azgınlıktır. Bu azgınlık, insanlığın yaşamını sürdürebilmesi ve hayatın gelişmesi için Allah'ın onlara verdiği cinsel güçtedir. Onlar bu gücü, özel amacına uygun olmayan yerlerde harcadılar. Hem de sırf kural dışı ‘şehvet' uğruna. Allah salim fıtri şehveti, Allah'ın doğal kanununun gerçekleşmesi için vermiştir. Eğer kişi kendisi nefsinde, bu kanuna aykırı amaçlar hissediyorsa, bu durumda o, ahlâkın bozulmasından önce, kural dışılık, sapma ve fıtratın bozulması demektir. Zaten bunlar arasında da bir fark yoktur. İslâmi ahlâk sapmamış ve bozulmamış fıtri ahlâktır.
2869] İbn Mace; Ahmed bin Hanbel
2870] Tirmizi
2871] Tefhîmu’l-Kur’an
LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ
- 653 -
Kadının -ruhî yapısı yanında- bedensel yapısı, erkeğe, sırf şehvet amaçlanmamış olan bu birleşmede bozulmamış fıtrat zevkini hissettirir. Yanı sıra olan bu zevk, Allah'ın rahmeti ve nimetidir. Hayatın devamı noktasındaki dileği ve kanunun gerçekleşmesini sağlamak için, teklifin güçlüğünü dengeleyen bir zevki de vermeyi ihmal etmemiştir. Fakat -erkeğe göre- erkeğin bedensel yapısı bu bozulmamış fıtrat zevkini sağlamaya elverişli değildir. Bilakis, iğrenme hissi ağır basar ve bozulmamış fıtrata sırf bu his bile engel olur. İnanç kaynaklı düşüncenin doğası ve buna dayalı hayat sistemi, bu durumda kesin etkilidir...
İşte Avrupa ve Amerika'daki modern cahiliye, sırf doğru inançtan ve buna dayalı hayat sisteminden sapma nedeniyle, pek yaygın bir şekilde kural dışı cinsel sapkınlıkları barındırıyor. Burada, yeryüzünde kendileri dışında tam insanlık hayatının dumûra uğramasını isteyen yahudinin sahip olduğu propaganda araçlarından kaynaklanan, ahlâk ve inançtaki çözülmenin yaygınlaşması nedeni hakkında yaygın bir iddia vardır. Burada, yönlendirilen bu propaganda araçlarından kaynaklanan kadının örtünmesinin, toplumlarda çarpık cinsi saplantıların yayılmasına neden olduğu yaygın iddiası ortaya atılıyor. Fakat gerçeklerin tanıklığı gözlere saplanıyor. Avrupa ve Amerika'da -hayvanlar âleminde olduğu gibi- bir kadın ile bir erkek arasında cinsel ilişkiyi önleyecek tek bir engel kalmamıştır. Bu kadın-erkek arası, karma hayat biçiminin yaygınlaşmasına paralel olarak, kural dışı sapık ilişkiler de eksilmeksizin artmaktadır. Erkekler arasında sapık ilişkiler azalmadığı gibi, bu tür sapık ilişkiler kadınlar arasında da yaygınlaşmaya başlamıştır. Gözleri ile bu gerçeği göremeyenler, Amerikalı yazar Kenzi'nin "Erkekler Arasında Cinsel Yaşam" ve "Kadınlar Arasında Cinsel Yaşam" adlı kitaplarını okusunlar. Fakat bu güdümlü propaganda araçları, siyon protokolleri ve misyoner kongreleri kararlarına uygun olarak, cinsi sapıklık konusunda bu uydurmaları yaymaya ve onu kadının örtülü olmasına bağlamaya devam etmektedirler.
Tekrar Lût kavmine dönüyoruz. Sapıklıkları peygamberlerine verdikleri şu cevapta bir kez daha görünmektedir: "Soydaşlarının verdikleri tek cevap şu oldu; ‘Lût'u ve arkadaşlarını kentinizden sürünüz, çünkü onlar temizliğe pek meraklı kimselermiş' dediler.
Ne tuhaf! Geriye pislik içindeki insanlar kalması için kentten temizliğe pek meraklı olanlar sürülecek? Fakat tuhaf olan ne? Modern cahiliye ne yapıyor? Temizliğe düşkün olanları kovmuyor mu? Cahiliye toplumunun -ilericilik adı altında, kadın, erkek herkesin bağlarını parçalayarak- yiyecek, can, mal, fikir ve düşünce alanlarında daldığı bataklığa düşmeyenleri baskı altına almıyor mu? O, temizliğe düşkün insanları görmek istemez. Çünkü o, buna tahammül edemez ve onları ancak kendisi gibi pisliğe batmış olarak görmek ister. Her dönemde cahiliye mantığı böyledir!
Diğer ayetlerde olduğu gibi burada da, ayrıntıya girilmeden ve konu fazla uzatılmadan hızla sonuç bildiriliyor: "Lût'u ve eşi dışındaki yakınlarım kurtardık. Eşi ise geride kalıp helâk olanlardan oldu. Onların üzerine müthiş bir yağmur yağdırdık. Gör bakalım, günahkârların sonu nasıl olur?" Sonuç, âsilerin tehdid ettiği kimseler lehinedir. Yanısıra bu, toplum àrasında inanç ve sistem temelli bir ayrımdır da. Lût'un karısı -kendisine en yakın kimse olduğu halde- helâktan kurtulamamıştır. Çünkü o, inanç ve sistem bakımından toplumunun helâk olan azgınlarının işbirlikçisi idi.
- 654 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Üzerlerine fırtınalarla yüklü helâk eden müthiş bir yağmur yağdırıldı. Bu müthiş yağmur ve sel suları dünyayı, işledikleri bu pislikten ve içinde yaşayıp öldükleri bataklıktan temizlemek için miydi? Ne şekilde olursa olsun, yalanlayan günahkârların kitabından bir sayfa daha kapanmaktadır! 2872
2872] Fî Zılâli’l Kur’an
LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ
- 655 -
Lût (a.s.) ve Homoseksüel Kavmi Hakkında Âyet-i Kerimeler
Lût (a.s.)’uın İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 27 Yerde): 6/En’âm, 86; 7/A’râf, 80; 11/Hûd, 70, 74, 77, 81, 89; 15/Hıcr, 59, 61; 21/Enbiyâ, 71, 74; 22/Hacc, 43; 26/Şuarâ, 160, 161, 167; 27/Neml, 54, 56; 29/Ankebût, 26, 28, 32, 33; 37/Sâffât, 133; 38/Sâd, 13; 50/Kaf, 13; 54/Kamer, 33, 34; 66/Tahrîm, 10.
Lût (a.s.) ve Kavm Konusunda Âyetler
Lût (a.s.) ve Kavmiyle Tevhid Mücâdelesi: 7/A’râf, 80-84; 11/Hûd, 77-83; 15/Hıcr, 61-77; 26/Şuarâ, 160-175; 27/Neml, 54-58; 29/Ankebût, 28-35; 51/Zâriyât, 24-37; 54/Kamer, 33-39.
Lût (a.s.)’a Peygamberlik Verilmiştir: 6/En’âm, 86; 21/Enbiyâ, 74; 27/Neml, 54; 37/Sâffât, 133.
Lût (a.s.), Lût Kavmine Gönderilmiştir: 7/A’râf, 80; 26/Şuarâ, 162; 27/Neml, 54.
Lût Kavminin Kötülüğü: 7/A’râf, 80-82; 11/Hûd, 77-80; 15/Hıcr, 67-71; 26/Şuarâ, 165-166; 27/Neml, 54-55; 29/Ankebût, 28-29; 54/Kamer, 37.
Lût (a.s.)’un Karısının İhâneti: 66/Tahrîm, 10.
Lût (a.s.)’un Kavmine Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 7/A’râf, 80-84; 11/Hûd, 77-80; 15/Hıcr, 67-71; 26/Şuarâ, 160-169; 27/Neml, 54-57; 29/Ankebût, 28-29; 54/Kamer, 36.
Meleklerin, Lût Kavminin Haberini Önce İbrâhim (a.s.)’e Getirmeleri: 11/Hûd, 69-70, 74-76; 15/Hıcr, 57-60; 29/Ankebût, 31-32; 51/Zâriyât, 31-34.
Lût (a.s.)’un, İbrâhim (a.s.)’e İman Etmesi ve Beraber Hicretleri: 29/Ankebût, 26; 37/Sâffât, 99.
Lût Kavminin Helâk Edilerek Yok Oluşu: 7/A’râf, 80-84; 11/Hûd, 81-83; 15/Hıcr, 61-66, 72-77; 37/Sâffât, 99; 21/Enbiyâ, 74; 25/Furkan, 40; 26/Şuarâ, 170-175; 27/Neml, 56-58; 29/Ankebût, 30-35, 40; 37/Sâffât, 134-136; 50/Kaf, 13-14; 51/Zâriyât, 35-37; 53/Necm, 53; 54/Kamer, 33-39.
Lût Kavminin Helâk Edilerek Yok Oluşunda İbretler Vardır: 29/Ankebût, 34-35; 37/Sâffât, 137-138.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur’ân-ı Kerim’de Kavimler ve Toplumlar Âd Semûd Medyen, S. Süleyman Nedvî, Terc. Abdullah Davudoğlu, İnkılâb Y.
2. Kur’an Coğrafyası, Ali Akpınar, Fecr Y.
3. Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y. s. 110-113
4. Kavimlerin Helâkı, Hârun Yahya, Vural Y. s. 41-55
5. Allah’ın Yok Etmesi ve Yok Olan Toplumlar, Veysel Özcan, Mirfak Y.
6. Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y.
7. Kur’an’da Helâk Olan Kavimler, S. Ü. Sosyal Bilimler Enst. (doktora tezi), Cemalettin Sancar, s. 70-79
8. Kur’an’da Lût Kavmi ve Düşündürdükleri, Kemal Atik, Erciyes Üniversitesi, Sosyal Bilimler Ens.
9. Dergisi, sayı 2, Kayseri, 1988, s. 287-308
10. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. Lût (a.s.) md., Ahmet Özgen, c. 4, s. 31-32; Livâta md., Mefâil Hızlı, c. 4, s. 24
11. TDV İslâm Ansiklopedisi, Lût md., Ömer Faruk Harman, c. 27, s. 227- 229; Lût Gölü md., Mustafa L. Bilge, c. 27, s. 230; Livâta md., Kâmil Yaşaroğlu, c. 27, s. 198-199
12. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y., c. 12, s. 498-517
13. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y., s. 82-83
14. Eşcinsellik, Ali Kemal Yılmaz, Özgür Y.
15. Kur’an’da Toplumsal Çöküş, Ejder Okumuş, İnsan Y.
16. Lânetlenmiş Kişiler ve İşler, Mehmet Emre, Erhan Y.
17. Rabbanî Yol ve Sünnetullah, Said Hakim, İnsan Dergisi Y.
18. Kur’an Kıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y.
19. Kur’an Kıssaları Üzerine, İdris Şengül, Işık Y.
20. İlmî ve Edebî Yönleriyle Kur’an Kıssaları, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y.
21. Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, Cevdet Said, çev. İlhan Kutluer, İnsan Y.
22. Toplumsal ve Kültürel Değişme, Mahmut Tezcan, Ank. Üniv. Eğitim Bilimleri Fak. Y.
23. Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Emre Kongar, Bilgi Y.
- 656 -
KUR’AN KAVRAMLARI
24. Peygamberler, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y.
25. Peygamberler Aydınların Önderleri, Abdülkerim Süruş, Kıyam Y.
26. Peygamberler Tarihi, İlhami Ulaş, Osmanlı Y.
27. Peygamberler Tarihi, Bünyamin Ateş, Nesil Basım Yayıyn
28. Peygamberler Tarihi, Mustafa Necati Bursalı, Ölçü Y.
29. Peygamberler Tarihi, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
30. Peygamberler Tarihi, 1, 2, 3, Ahmet Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
31. Peygamberler Tarihi, Ahmet Behçet, Uysal Kitabevi Y.
32. Peygamberlerden Kıssalar, Muhammed el-Habeş, İklim Y.
33. Peygamberlerin Hayatı, Seyyid Kutub, Ravza Y.
34. Peygamberlerin Hayatı, S. Kutub-Abdülkadir Cûde es-Sahhar, İslâmoğlu Y.
35. Peygamberlerin Hayatı, Ebû'l Hasan en-Nedvî, Risale Y.
36. Peygamberlerin Kıssaları, Ebû'l Hasan en-Nedvî, Arslan Y.
37. Peygamberlerin Mûcizeleri, H. İbrâhim Acıpayamlı, Tuğra Y.
38. Peygamberlik ve Peygamberler, Muhammed Ali Sâbûni, Kültür Basın Yayın Birliği Y.
39. Kur’ân-ı Kerim'e Göre Peyg. ve Tevhid Mücâdelesi, 1, 2, 3, M. Solmaz, İ. L. Çakan, Nesil/Ensar Y.
40. Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi ve Hz. Peygamberin Hayatı, Mevdudi, Pınar Y.
41. Peygamberler Tarihi, Ferhat Koç, Çekirdek Y.
42. Peygamberler, Seyyid Kutub, Ravza Y.
43. Kur'an'da Peygamberler ve Peygamberimiz, Afif Abdülfettah Tabbara, Gonca Y.
44. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber, Muhittin Akgül, Işık Y.
45. Kur'an'ın Tanıttığı Peygamberler, A. Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
46. Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, Ahmed Cevdet Paşa, Akit Y.
47. Peygamberler Tarihi, M. Âsım Köksal, T. Diyanet Vakfı Y., s. 245-258
48. Âyetler Işığında Peygamberler Tarihi, Muhammed Ali Sâbûnî, Ahsen Y. s. 557-567
49. Kur'ân-ı Kerim Işığında Nebîler Silsilesi, Osman Nuri Topbaş, Erkam Y. s. 227-243
50. İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Beşir İslâmoğlu, Denge Y. s. 55-58
51. Cinsellik Bunalımı ve Hz. Lût, Cengiz Duman, Haksöz, sayı 40, Temmuz 94
52. Recm Cezâsı -Âyet ve Hadis Tahlilleri-, Yusuf Ziya Keskin, Beyan Y.
53. İstanbul'da Fuhuş ve Zührevî Hastalıklar, Zafer Toprak, İst. 1987
54. Tasavvufta Seks Fenomeni, Süreyya Aslaner, Tevhid Yayınları, İstanbul, 1996
55. Şark İslâm Klasiklerinde Eşcinsel Kültür, Zekeriya Gün, Ankara
56. Osmanlı'da Seks, Sarayda Gece Dersleri, Murat Bardakçı, Gür Y., İst. 1992
57. Osmanlı Kadın Âlemleri, Erdoğan Tokmakçıoğlu, Geçit Kitabevi Y., İst. 1991
58. Türk Edebiyatında Seks, Konur Ertop, Seçme Kitaplar Y., İst. 1977
59. Olmaz Böyle Vak’alar, Mehmet Seyda, Seçme Kitaplar Y.
60. Çin İşi Japon İşi, (Şiirler), Hazırlayan: Günel Altıntaş, Seçme Kitaplar Y., İst. 1976
61. Yatak Arkadaşları, Hazırlayan: Günel Altıntaş, Seçme Kitaplar Y., İst. 1975
62. Eski İstanbul Nasıl Eğleniyordu?, Refik Ahmed, İstanbul 1927
63. İstanbul Hayatı, Refik Ahmed, İst. 1917, 1932
64. Müslüman Toplumlarda Erkekler Arası Cinsellik ve Erotizm, Arno Schmidt-Jehoeda Safer, Çeviri: Dilek Canet, Kavram Yay., İst., 1995
65. Erkek ve Kadında Eşcinsellik, Ali Kemal Yılmaz, Özgür Yay., İst., 1998
66. Kabusnâme, Kaykavus, Çeviri: Mercimek Ahmed, Hzl. O. Şaik Gökyay, MEB yayınları, 3. basılış, İst., 1974.
67. Mevâidü'n-Nefâis fî Kavâidi'l-Mecâlis/Görgü ve Toplum Kuralları Üzerine Ziyafet Sofraları I, II, Gelibolulu Mustafa Âlî, Hzl. O. Şaik Gökyay, Tercüman 1001 Temel Eser Yay., İst., 1978.
68. Tarihimizden Sayfalar, Fethi Işık, Kaos GL, Şubat 1998, Yıl:4, Sayı: 42, s. 26
69. Ünlülerimiz -Şair Nedim-, Fethi Işık, Kaos GL, Mart 1998, Yıl:4, Sayı:43, s. 27
70. Osmanlı Eşçinsel Metinleri, Osmanlı'da Seks, Murat Bardakçı, Gür Y., s. 84-139
LÛT(A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ
- 657 -
71. İlâhinâme I-II, Ferideddin-i Attar, Çeviri: Abdülbaki Gölpınarlı, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1996
72. Güvercin Gerdanlığı/Sevgiye ve Sevenlere Dair, İbn-i Hazm, Çeviren: Mahmut Kanık, İnsan Y., İstanbul, 1985
73. Eski Arap Toplumunda Eşcinsellik ve İslâm, Colin Spencer, Çeviri: Selçuk, Kaos GL, Temmuz-Ağustos 1998, Sayı:47-48, s.10-12
74. Baharistan, Molla Câmî, M.E.B Yayınları
75. Nefahâtü’l Üns, Molla Câmî, Marifet Y.
76. el-İbriz, Abdülaziz Debbağ, Demir Kitabevi / Seha Neşriyat
77. Tabakatü'l-Kübra, Şârânî
78. Ariflerin Menkıbeleri (Menâkıbu’l-Ârifîn), Ahmet Eflakî, Terc. Tahsin Yazıcı, M.E.B Yayınları, c. 1, s. 324-325, c. 2, s. 69-70, 72, 205
79. Fihi Mâ Fih, Mevlâna, Çev. M. Ülker Anbarcıoğlu, Devlet Kitapları
80. Füsûsu’l-Hikem, Muhyiddin-i Arabî, Çev. N. Gençosman, 2. Baskı, Devlet Kitapları, Ank, 1964, s. 213-214, 429-460
81. Mesnevî, Mevlâna, M.E.B. Y. c. 4, s. 242, 283; c. 5, s. 112-116 (Kabak Hikâyesi), 172, 205, 315-322
82. Mevlânâ, Hayatı, Sanatı, Yapıtlarından Seçmeler, Abdülbaki Gölpınarlı, Varlık/Bilgi Y., s. 32
83. Tasavvuf ve İslâm, Abdurrahman el-Vekîl, Tevhid Y., s. 57, 66, 68, 69, 72, 146, 147, 204, 206, 208, 209