EVDEKİ HAYATI, MÜSLÜMANIN NE KADAR MÜSLÜMAN OLDUĞUNUN GÖSTERGESİDİR
ÂYET:
نَِّ للّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّروُ مَا بِانَْفُسِهِمْۜ
“Bir toplum, kendini değiştirmedikçe Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.”[1]
آيَا يَُّهَا لَّذ۪ينَ مَٰنُو قُآو نَْفُسَكُمْ وَهَْل۪يكُمْ نَارً وَقُودُهَا لنَّاسُ وَلْحِجَارةَُ
“Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır.”1579
نَِّ آـمَا مَْوَلُكُمْ وَوَْلَادكُُمْ فِتْنَةٌۜ وَللّٰهُ عِنْدَ آهُ جَْرٌ عَظ۪يمٌ
“Doğrusu, mallarınız ve evlatlarınız bir fitnedir/sınavdır.”[2]
HADİS:
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden (idare ettiğiniz kimselerden) sorumlusunuz.”[3]
Evlerimizi ihmal etmenin cezasını çekiyoruz. İşe evlerden başlamak gerekiyor. Evleri otel ve lokanta halinden çıkarıp nefsin hevâsını tatminden önce, ruhları doyurup huzura kavuşmanın yolu, evleri mescid ve mektebe dönüştürmekten geçiyor.
Yapılması gereken en önemli iş; okunmak, anlaşılmak ve kendisine uyulmak için gönderilmiş olan Kuran’a yönelmektir. Müslüman lar, işleri ne kadar yoğun ve şartlar ne kadar ağır olursa olsun Kuran’dan ve Kuran eğitiminden uzak kalamazlar; Kuran’ı hayatlarının dışına itemezler. Çocuklarının Kitapsız/ Kur’an’sız yetiştirilmek istenmesine seyirci kalamazlar. Mekke’de Rasûlullah’ın temel kurumu, evler idi. Evlerimiz Dâru’l-Erkam, Dâru’l-İslâm olmalı, eğitim, öğretim ve örneklik kurumu haline gelmeli. Evimizde sinema havası değil, mescid havası esmeli. Evlerimiz, öncelikle kendimiz ve çocuklarımız için Kur’an Kursu, İslâm Okulu olmalıdır. Evine İslâm’ı hâkim kılamayan, sokağına, işine, toplumuna İslâm’ı hiç hâkim kılamaz. Evinde bu değişikliği yapamayan, bulunduğu semti ve yaşadığı ülkeyi hiç değiştiremez. “Bir toplum, kendini değiştirmedikçe Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.”[4] Bu sünnetullahın nebevî ifadesi de şöyle: Kemâ tekûnû yuvella aleyküm / Nasılsanız, öyle yönetilirsiniz.” (Siz nasıl olursanız yöneticileriniz de öyle olur.)” 1583 Rabbimiz, bu hakikati şöyle dile getirir: “Davranışları sebebiyle zalimlerin bir kısmını diğer kısmına yönetici yaparız.”[5]
Çevre şartlarını bahane ederek “alternatif” isteyen kimseler için evlerini Kur’an okulu haline getirme gayreti, bir samimiyet testidir. Evlerden iyi alternatif mi olur? Ev, yöneticiliğin okulu olduğu gibi, İslâm’ı öğrenip öğreteceğimiz ve hâkim kılacağımız alanlardır, yani mescidlerimizdir, okullarımızdır, kalelerimizdir, cephelerimizdir. Evlerimizi, sadece kendi eş ve çocuklarımızın okulu haline getirmek bile dâvâ adamı için yeterli değildir. Evlerimizi cemaat çalışmalarına açmak zorundayız. Evlerimizi dâvet için bir üs, karantina ve güç depolama yerleri haline getirmeliyiz. Bunun yanında, sadece evlerle yetinmeyip temel kaynağımız Kur’an mesajına uygun cemaat evleri şeklinde kurumlar oluşturabilmenin, mevcutları bu yolda değerlendirmenin yolları mutlaka aranmalı ve bulunmalıdır.
Batılıların, kendi savundukları ilkeleri, İslâm ve Müslümanlar sözkonusu olduğunda; helvadan putlarını yiyen Eski Mekke’deki inançdaşları gibi çifte standartlı, yani münâfıkça bir tavır takındıkları gören gözlere yabancı değildir. Bu tavır, sadece Batı için değil; onu referans alan bütün İslâm dışı düzenler için de geçerlidir. Bu topraklarda hâkim olan Kemalist düzen de, her zaman açık bir şekilde putçu değildir; bazen câhil kitleyi kandırabilmek için gerektiğinde münâfıkça tavırlara girebilmektedir. Zaman zaman sahnelenen İslâmizasyon oyunları, ılımlı İslâm(!) anlayışını yayma gayretleri ve düzene, Kemalizme uygun muharref bir din oluşturma çabaları, düzenin nifakla/çifte standartla ilişkisini gösterir. Kazın geleceği yerden tavuğun esirgenmemesi anlayışıyla müslümanlara verilen tâvizler, münâfık düzenlerin sırıtan maskeleridir. Her biri başarılı birer aktör olan politikacı münâfıkların, bazı cemaatleri bile cezbeden bu İslâmcılık oyunu, câhil müslümanları yanıltmaktadır. Bu oyunlar, diğer taraftan da İslâm adına girişilen her türlü samimi ve ciddî çalışmaları baltalamakta; dâvânın kara sevdalıları ve gerçek temsilcileri, aldatılan çoğunluğun uyarılması için alternatif oluşturamamakla suçlanmaktadır.
Düzenin ve câhiliye toplumunun genel geçer kabul ettiği bukalemun taklitçiliği kendi insanını yetiştirmekle kalmıyor, bizim mahallenin insanlarını da etkiliyor. İslâm dışı, daha da kötüsü İslâm düşmanı münâfık düzen insanımızı da yozlaştırıyor, kimliksizleştiriyor ya da çok kimlikli hale getiriyor. İnsanımız cemaat içinde başka, iş yerinde başka kimlikler kullanıyor. Her farklı şahsa ve ortama uygun maskeler taşıyor. Duruma göre en uygun olacağını düşündüğü bu maskelerden birini yüzüne geçiriyor. İnsanımızı ikiyüzlü olmak bile kesmiyor, iki yüz yüzlü olmanın yolunu buluyor. Kişisel gelişim denilen ne idüğü belirsiz sözümona başarı taktikleri bu anlayışı yaygınlaştırıyor. Bu çağ, kimsenin kimseye güvenemeyeceği bir ortam oluşturuyor. Artık bizim insanımız bile kimseden borç alamadığı gibi, kimseye borç da veremiyor. Mü’min “güvenen ve güvenilen” anlamına geldiği halde, çağdaş Müslümanın ne kendine güveniliyor, ne de o başka bir müslümana güvenebiliyor.
İşte bu yozlaşma, evlerde daha net bir şekilde kendini gösteriyor. Mangalda kül bırakmayan nice dâva adamı, evinde dâva adına bir şey ortaya koyamıyor. Nice cemaat çalışmalarına katılan dâvâ adamının evine baktığınızda yanlış bir eve geldiğinizi sanırsınız. “Peygamberimiz bir gün evinize gelse!..” diye başlayan ve hepimizin nefis muhâsebesi yaparak kendimizi, evimizi sorgulamamız gerektiğini hatırlatan hayalî kıssa, hangimiz için geçerli değildir? Ashâbdan biri, sözgelimi zaman tünelinden geçerek dâva adamı gözüken nice insanın evine gelmiş olsa, bir mü’minin evine geldiğini kesinlikle kabul edemeyecektir. İşte onlardan biri, Allah rasûlü ile geçen o eşi bulunmaz ve her ânına bin can fedâ edilecek sohbetlerdeki melekleştiği havayı evinde birazcık az teneffüs edince, kendisinin münâfık olmasından endişe ediyordu. Olayı, Hanzale’den (r.a.) dinleyelim:
Biz Rasûlullah’ın huzurunda bulunuyorduk. Bize cennet ve cehennemden bahsettiler. O derece tesirli anlattılar ki; âdeta cennet ile cehennemi gözle görüyor gibiydik. Ben bir ara kalkıp eve gittim. Çoluk çocuğumla gülüp eğlenmeye başladım. Bu sırada Rasûlullah’ın huzurundaki manevî vecd halimi hatırladım. Allah rasûlüne gitmek üzere derhal evden dışarı fırladım. Yolda Ebû Bekir Sıddık’la karşılaştım. Kendisine:
Ya Ebâ Bekr! Hanzale münâfık oldu, dedim. Ebû Bekir Şaşırarak:
Hayrola! Ne oldu, deyince, ben de:
Biz Rasûlullah’ın huzurunda bulunuyorduk. Bize cennet ve cehennemden bahsettiler. Öyle ki; cennet ve cehennemi gözlerimizle görüyor gibiydik. Bir ara kalkıp eve gittim. Rasulullah’ın yanındaki hali unutup çoluk çocuğumla gülüp oynamaya başladım, dedim. Bunun üzerine Ebû Bekir Sıddık:
Biz de senin gibi yapıyoruz, başka türlü değil, dedi. Hanzale devam ederek diyor ki: Sonra Rasulullah’ın yanına vardım ve vaziyeti aynen anlattım. Buyurdular ki:
Yâ Hanzale! Eğer siz evlerinizde de benim yanımda iken yaşamış olduğunuz hali yaşayıp o manevî zevki aynen duyabilseydiniz, muhakkak ki melekler, yatarken, yolda giderken bile sizinle tokalaşırlardı. Yâ Hanzale! Bu vecd hali, devamlı değil; ancak zaman zaman olur.”[6]
Evet, toplumda dindar ve şuurlu kabul edilen nice Müslüman, sabah namazına hâlâ kalkamadığı için bir milyonun üzerinde satan kitaptan “sabah namazına nasıl kalkılacağının” ucuz formüllerini, hap gibi yutup otomatik çözümleri öğrenmeyi düşlüyor. Hanımı ile arasında kültürel uçurumlar her geçen yıl daha da artıyor. Çocukları sanki onun çocuğu değilmiş gibi yetişiyor. Dışarıda cemaat çalışmalarına katılan ve cemaat olmanın olmazsa olmaz önemini başkalarına bile anlatan beyimizin evinde herkes bireysel takılıyor, her fert özgürce kendi (hevâsının istikametindeki) hayatını yaşıyor. Aile bireyleri, sokaktaki insanlar gibi birbirine yabancı, duyarsız ve ilgisiz. Tebliğini evine yap(a)mayan insan, dışarıda yapsa ne kadar etkili olabilecektir? Topluma huzur getirecek mesajı bilen insanın, kendi evinde huzur hâkim değilse bunda bir yanlışlık var demektir.
Müslümanın aile yuvası; eğitim ocağı ve ibâdethane olması gerektiği gibi, aynı zamanda huzur evi ve çocuk yuvası da olmalıdır. Müslümanların evleri, hammadde halindeki küçük yavruların her yönden büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sahibi bir insan, Allah’a kulluk bilincine ulaşan bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı bir üyesi olmaları için onları yetiştirip geliştiren bir fabrikadır. Daha doğrusu, böyle olmalıdır.
Nice anne, çocuklarına karşı merhametlerinin hedefini ve sınırını vahiy istikametinde değerlendiremediği için kendisine ve çocuklarına zarar verebiliyor. Çocuklarının İlâhî emirleri ihmal etmelerini ve işledikleri haramları, onların yeterince büyümediği anlayışıyla ve yanlış ve hastalıklı bir merhametle hoş görebiliyor. Çocuklarının basit dünyevî rahatını, gerçek anlamdaki huzura ve cennete tercih edebiliyorlar. Nice baba da, çocuklarının dünyevî mutluluğu adına, bazen kendi âhiretini tehlikeye atıp, meşrû olmayan kazanç yollarına teşebbüs edebiliyor. Müslüman olduğunu söyleyen ana babaların çoğu, çocuklarının bezlerine ayırdıkları masraf kadar Kur’an’la irtibatları için zaman, emek ve para harcayamadıklarından, temizliklerine gösterdikleri önemi dinlerine göstermediklerinden dolayı evlâtla sınavı kaybedebiliyor. “Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır.”[7]; “Doğrusu, mallarınız ve evlatlarınız bir fitnedir/sınavdır.” [8] Bugün çoğu ana-baba bu fitneyi yaşıyor. Hatta birbirleri için de kendileri de fitne oluyor. Her konuda olduğu gibi, aile yönetimi ve çocuk yetiştirme konusunda da örneğimiz Allah Rasûlü’nün bu konudaki sorumluluğumuzu hatırlatan hadisi meşhurdur: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden (idare ettiğiniz kimselerden) sorumlusunuz.”[9]
İnançlar, değerler ve iyi alışkanlıklar, daha çok aile içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, aile içinde geçer. İlk yıllardaki terbiye/ eğitim, hayâtî ve hayat boyu önem taşır. Sağlam bir iman ve ahlâk düzeninin hâkim olduğu ailenin çocuklarına verdiğini hiçbir okul ve kurum veremez. Buna karşılık, inanç ve ahlâk yönünden bozulmuş ailelerin oluşturduğu toplumlar, dünya ve âhiret azâbının dâvetçileridir.
Çocuğa sıhhat vermek için çalışmayız, o doğuştandır. Anne-baba, sıhhati bozacak zararlı hava, yiyecek, içecek ve giyeceklerden koruduğu gibi, öncelikli olarak çocuğunun fıtratında getirdiği İslâm’ı bozacak etkenlerden, câhiliyyenin şirk ve isyan mikroplarından çocuğunu koruması gerekir. Çocuğun en güçlü eğitimi, aileden aldığı eğitimdir. Çünkü ailedeki eğitim, yirmi dört saat devam eder. İnanç, terbiye, ahlâk, duygu eğitimi en köklü şekilde ancak ailede kazanılabilir.
Rivâyet edilen şu hadis-i şerif, işe nereden başlamamız gerektiğini öğretir: “Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lâ ilâhe illâllah (ve anlamı) olsun.”[10] Dünyadaki her yeni doğan çocuk, tertemiz, saf ve İslâm’a meyletme yeteneği ile donatılmış yapısını konuşma çağına kadar sürdürür. Bundan sonra ona kelime-i tevhid öğretilmez ve fıtratı doğrultusunda eğitilmezse ailesi, kendi eliyle direkt olarak veya medya, okul gibi çevre şartlarıyla endirekt yolla yahûdi, hristiyan, ateist, ataist veya müşrik yapar. Bütün insanlar, Allah’a inanmak ve O’na kulluk etmekle fıtratta sebat etmelidirler. Anne babalar, kendileri veya vekilleri olan eğitimciler aracılığıyla çocuklarının fıtratlarını bozacak eğitimden sakınarak kendilerini ve ehillerini ateşten korumak zorundadırlar. Fıtratı bozmak, Allah’a karşı gelmek demektir.
Cenâb-ı Hak, mazlum kurbanların fecî durumunu ve onların esas sorumlusu olan kendi ana-babalarına yapacakları bedduâları haber veriyor: “O gün yüzleri ateş içinde kaynayıp çevrilirken: ‘Vah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik!’ diyecekler. Yine şöyle diyecekler: ‘Ey Rabbimiz! Doğrusu biz, efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize (ana-babamıza ve diğer büyüklerimize) itaat ettik de onlar bizi dalâlete (yanlış ve sapık yola) götürdüler. Ey Rabbimiz! Onlara (bize verdiğin) azâbın iki katını ver. Ve onları büyük bir lânet ile lânetle (rahmetinden uzaklaştır).”[11]
Çocuklarının gıda ihtiyaçlarını karşılamayan ya da tamamen hastalık taşıyan mikroplu pis gıdalarla onları besleyen anne-babanın suçluluğu kabul edilir de, midelerinden çok daha önemli olan kafa ve gönüllerini aç bırakan veya ondan daha kötüsü, hastalıklı düşünce ve inançlarla doldurulmasına sebep olan ebeveyn suçlu sayılmaz mı?
Hadis-i şerifte güzel isim ve iyi terbiye, çocuğun babası üzerindeki hakları arasında zikredilir.[12] Çocuğun hem dünya hem de âhiret mutluluğunu hedef alan tevhidî inanca dayalı eğitim, Hz. Peygamberimiz tarafından ana-babanın çocuğuna bırakacağı “en güzel miras” olarak nitelendirilmiştir.[13]
Çocuk, çocukluk yapıp elini ateşe atsa, sobayı ellemeye kalksa elbette engeller anne-baba; ille de yanmak istese, kendi haline bırakmaz, müsaade etmez. Gerekirse, yanmasın diye, şefkatle tokatlar onu. Çünkü o, neyi yapınca, nasıl davranınca yanacağını bilemez. Biraz büyüyünce, yine çocukluğun daniskasını yaparken, cehennem ateşine elini uzatıp çevresinin teşviki ve kendi arzusuyla kendini ebedî alevlerin içine atarken ana-baba seyirci kalamaz. Hele hele bu yanma olayına yardımcı olması, hiçbir şeyle izah edilemez. Evlâdını seven anababa, çocuğunun cehenneme doğru yuvarlanmasına göz yumamaz.
Yüce Peygamberimiz “Hiç bir baba, çocuğuna güzel terbiyeden/eğitimden daha üstün bir şey bağışlayamaz, bırakamaz”[14] diyor. Eğitim konusunda en önemli görev anne ve babalara düşmektedir. Çünkü çocuklarından direkt sorumlu tutulacaklar onlardır. Çocuklar, ebeveynlere emânet edilen varlıklardır. Fıtratlarını bozdurmamak, onları cehennem ateşinden korumak, yarınlara müslümanca hazırlamak, tüm şeytânî tuzaklara ve mânevî hastalıklara karşı, koruyucu aşılar yapmak önce ebeveynin görev alanı ve sorumluluğundadır. Câhiliyye döneminde küçük yaşlarda kızlarını diri diri toprağa gömen insanlardan daha fecisini mi yapıyor ebeveynler dersiniz? Onlar, çocuklarının sadece dünya hayatlarını mahvediyorlardı; çağdaş ana-baba ise âhiretlerini. Onlar sadece kız çocuklarını öldürüyorlardı; şimdiki ebeveyn, kız-erkek hepsini. Onlar o çağdaki âdetlere göre kuma, toprağa gömüyorlardı; şimdikiler ise daha çağdaşça, televizyona, sokaklara, okullara, kitaplara veya kitapsızlıklara, çağdaş tanrı taslaklarına kurban ediyor çocuklarını.
Ana-babalık, sadece çocuğun dünyevî, maddî ihtiyaçlarının karşılanması olarak görülmektedir. Eğitim ve yetiştirmede de dünyevî ölçüler ön plandadır: Çocuğun karnının doyurulması yeterlidir. Kafasını ve kalbini başkaları doldurabilir. Hatta neyle doldurulduğunu araştırmak; uğraşmayı, direkt ilgiyi istediğinden o da yapılmaz. Bu kadar iş-güç arasında ebeveyn çocuğuyla nasıl uğraşsın? Bu mantık, ucuzcu mantıktır, materyalist mantıktır. Sorumluluk bilinci değil; sorumsuzluk ve görev kaçkınlığı sırıtmaktadır bu anlayışta.
Hiçbir mamanın anne sütünün yerini tutamadığı gibi; hiçbir bakıcı ve eğitimci de annenin yerini asla tutamaz. Hiçbir çocuk okulu, adına anaokulu da dense, ananın evdeki okulunun benzeri olamaz. Kendi evlâdını anne ve babası kadar kimse sevemeyeceği, dünya ve âhiret geleceğini düşünemeyeceği için de, anne-baba gibi hoca ve öğretmen de bulunamaz.
Evlerde, müfredâtı önceden tesbit edilmiş, planlı, programlı dersler yapılabilir, kitap okuma saatleri düzenlenebilir. Bu derslerde, çocukların yaş ve seviyelerine göre, öncelikle inanç ve ahlâk eğitimleri, rûhî/psikolojik eğitimleri, zihnî eğitimleri verilebilir. Kendilerinden direkt sorumlu olduğu çocuklarına Kur’an ve zarûrî bilgiler ve şuur vermede zorlanan, bu konularda yetersizliğini fark eden ana-babalar, suçlarını kabullenip Allah’tan af dilemeliler. Sonra, kendilerine vekil olacak güzel kurum ve hayırlı insanları bulmalılar. Böyle kurum ve şahıslara emanet ederek işlerinin bitmeyeceğini de bilmeliler. Mümkün anne, ev işleri ve varsa küçük çocuklarıyla uğraştığı için akşama yorgun girmektedir. Baba, kapitalistçe iş şartlarının gerektirdiği gayr-i insanî ve tabii gayri İslâmî ortamda geçim temini için maddî ve mânevî olarak yıpranmakta, akşam sanki ölü gibi eve gelmektedir. Ama, bu zahmetlere sırf eşi ve çocukları için katlandığını söyleyen aile reisi, ehline karşı esas görevinin akşamdan sonra onların mânevî açlıklarını giderecek ortamlar hazırlamakla ve kocalığını hocalıkla ispatlamakla mümkün olduğunu unutmamalıdır. Tek dünyalı yaşamak çok daha zordur. İki kova suyu taşımak, bir kova suyu taşımaktan daha kolaydır. Tek kanatlı kuşun uçamayacağı gibi, sadece dünyayı düşünen ve dünyevî ihtiyaçları temin etmekle uğraşan kimse, başta evi ve ehli olmak üzere âhiret öncelikli sorumluluklarını kuşanan kimseden daha fazla yıpranacak, daha fazla yorulacaktır. Zorlukların yerini kolaylığın alması, yorgunluğun giderilmesi için en güzel yol, bir başka güzel işe geçip o faâliyetle dinlenmek ve Rabbe rağbet etmektir.[15] Müslüman açısından “boş kalmak, işlevsiz olmak” anlamında “tatil”, sığınak değil; şeytânî bir tuzaktır. Şuurlu bir mü’min, “din”lenmeden dinlenemeyeceğini bilir. Evini kahve ve otel gibi görmez; esas ücreti bol mesainin evde başlayacağını unutmaz.
Çocuklar, evlerine geldiklerinde, okullarından ve çevreden aldığı fıtrata ters anlayış ve uygulamalardan, mânevî virüslerden zihin ve gönülleri tezkiye edilmelidir. Küfür ve şirk başta olmak üzere kötülüklerden, Allah’a isyan sayılacak davranışlardan, yalan ve hayâsızlık gibi her çeşit kötü alışkanlıklardan ve tiryakiliklerin her türünden koruma faâliyetleri yapılmalı, çocukları doğru ve faydalı kaynaklarla temasa geçirmelidir. Maalesef, babalar için çoğunlukla kahve ve otel görevi üstlenen evler, çocuklar için de internet kafe ya da bir sinema görünümündedir.
Evlerde her şeyden önce Kur’an’ın, namazın sevdirilmesine de katkısı olacak İslâm akaidi yaş ve seviyeler dikkate alınarak verilmelidir. Okullarda, sokaklarda, televizyon ve internetlerde öğretilen ve sevdirilen şeyler evlerde gözden geçirilmeli, yanlışlar tashih edilmeli, küfür ve şirk mikropları bünyede iyice büyüyüp yerleşmeden temizlenmelidir.
“Biz de Mûsâ ve kardeşine; ‘Kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi yönelinecek kıble, namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın. (Ey Mûsâ, size uyan) mü’minleri (zaferle) müjdele!’ diye vahyettik.” 1595
Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Firavunların hâkim olduğu yerlerde, evlere sahip çıkılması, evleri hem bir sığınak, hem birer kale edinmek, tüm fonksiyonlarıyla mescid haline getirip kurumlaştırmak şarttır.
Mekke döneminde, İslâm’ın tebliği ve hâkimiyetine yönelik faâliyet alanı olarak tek kurum vardı: “Erkam’ın evi.” Bu ev, tüm fonksiyonlarıyla mescit ve mektep görevi yapıyordu. Kâfirlerin müdâhalesinden, hatta bilgi ve kontrolünden tümüyle uzak bu özgür kurum, insanı hem nefsinin hevâsına kul olmaktan ve hem de değişik tâğutların kulu-kölesi haline gelmekten koruyan bir kale idi.
Mescid, sadece ma’bed görevini yerine getirip dünyevî hayatla bağlarını kesen laik kurum değildir. Asr-ı saâdet örneğindeki mescid, şu fonksiyonları da görür: Eğitim-öğretim kurumu ve kültür merkezi, kütüphane, cihad karargâhı, irşad yeri, buluşma ve görüşme mekânıdır mescid. Nikâh ve düğün salonudur, misafirhanedir, spor merkezidir, istişâre ve organizasyon meclisidir. O yüzden câhiliyye döneminde mescid haline getirilmesi gereken evlerin de bu özelliklere sahip olması, ya da tüm bu görevleri yerine getirecek “dâru’l-erkam” tipli cemaat evlerinin, vakıf ve derneklerin -tümüyle tâğûtî özelliklerden bağımsız ve özgür olma şartıyla- oluşturulması gerekmektedir.
Hem Firavunlar çağında, hem Mekke döneminde müslümanlar, evlerini ihyâ etmeleri ve evlerinin kendilerini ve çevrelerini ihyâ etmesi için oraları Allah’ın evi haline getirmeleri Kur’ânî bir gereklilik ve nebevî bir tavır olmaktadır.
Bunca şikâyet edilecek ortam, bizim ellerimizle yaptıklarımızın uhrevî cezâsının dünyevî avansıdır. Kendimizi kaybetmeye başladığımız, nesillerimizi kaybettiğimizden belli. Evlerimizi ihmal etmenin cezâsını çekiyoruz. Demek ki, işe evden başlamak gerekiyor. Evlere kapanıp o mekânları mezar haline getirmenin tam zıddıdır bu.
Kitle imhâ silâhlarıyla evlerimiz devamlı bombardımana tâbi tutulmakta, evler işgale uğramakta, evlerin kıblesini televizyonlar tâyin etmektedir. Müslümanların evleri, mescide ve okula hiç benzemiyor. Çağdaş evler, daha çok sinemaya, gazinoya, stadyuma, kahveye, otel ve lokantaya benziyor. Herhangi bir sahâbînin evi ile günümüzdeki müslümanın evi o kadar farklı ki… Günümüzdeki bir müslümanın evi ile bir kâfirinkini ayırt etmek ise çok mu çok zor. Bu kadar yabancı işgalin içinde aile bireylerinin birbirleriyle sağlıklı iletişim içinde olabilecekleri mümkün mü? Bilgisayarın başında binlerce kilometre uzaktakilerle kolayca iletişim kurabilen insan, ev içindeki yakınlarıyla devamlı uzaklaşmakta. Kendisiyle birlikte ateşten koruması gereken evlâdını başkalarına havâle ederek sorumluluktan kurtulacağını düşünüyor analar, babalar. Canavarın eline teslim edilen kuzu türünden, çocuğunu kimlerin eline bıraktığını bile düşünmüyor.
Evlerimiz, çocuklarımızı toplum hayatına hazırlayan, toplumdaki küfürden ve şirkten etkilenmeyecek şekilde onları tevhidî özelliklerle şuurlandıran; sevgi, saygı, şefkat, fedakârlık ve birlik yuvası haline gelmelidir. Aile yuvası okuldur, mesciddir; huzur evi ve çocuk yuvasıdır. Hammadde halindeki küçük yavruların her yönden büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sahibi bir insan, Allah’a kulluk bilincine ulaşan bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı bir üyesi olmaları için onları yetiştirip geliştiren bir fabrikadır. Daha doğrusu, böyle olmalıdır.
Evlerinde İslâm’ı hâkim kılamayanların; sokaklarını, işyerlerini, toplum ve devletlerini hayra doğru değiştirip dönüştürmeleri beklenemez. Toplumu İslâmlaştırmanın, saâdeti bu asra taşıyıp İslâmî toplum oluşturmanın küçük örneği ve aşaması ev hayatıdır. Ev hayatı, erkek için yöneticilik okuludur; Erkek; liderliği, otoriteyi, disiplini, mes’ûliyeti, emânete riâyeti, haklara saygıyı, cemaate imamlığı en iyi şekilde uygulamalı olarak evinde öğrenir. Kadınıyla erkeğiyle fedâkârlığın, karşılık beklemeden vermenin, merhametin, sabrın, ahlâk güzelliğinin öğrenildiği bir okul olmalıdır aile yuvası.
İslâm’ın aile anlayışında, normal şartlarda kadının başlıca görev ve meşguliyet alanı evidir. Bu durum, prensip olarak çocukların ihmal edilmesini büyük ölçüde önlemektedir. Çocuklara sevgi ve yetiştirme yönünden daha fazla vakit ayırması gereken anne olmakla birlikte, babanın sorumluluğu da, anneden daha az değildir. Baba, çocuklarının ve onların müslümanca yetişmesinin; işinden ve dünyevî meşguliyetlerinden çok daha önemli olduğunu davranışlarıyla ispatlamalıdır.
Okuduğu kitapları, gazeteleri, konuştuğu arkadaşlarını, terbiye ve eğitim verenleri, seyrettiği filmleri, oynadığı oyunları... kontrol etmeli; gerektiğinde ambargo koymalıdır. Bütün bunları kendi yerine ve daha güzel yapacak Allah korkusunu, ihsan bilincini, tevhid şuurunu gönlüne yerleştirmelidir. Gecesini gündüzüne katıp, “çocuğumu nasıl müslümanca yetiştirebilirim?” diye planlar, programlar yapmalıdır.
Okullardan şikâyetçiyiz. Okulların câhilî eğitim verdiğinin, ders kitaplarının eksik ve yanlışlıklarının farkındayız. Ama yeterli alternatifler üretmiyoruz, imkânsızlıktan değil, isteksizlikten. Çünkü imanı olanın imkânı da vardır. Müslüman, çevre şartlarını aşamayan, zamanın çocuğu, şartların mahkûmu değildir, olamaz. Samimi ise, mutlaka alternatifler bulacak, kendisi gibi düşünen insanlarla bu konuda da yardımlaşacaktır.
Hz. Âişe’ler, Ümmü Seleme’ler, Fâtıma ve Zeyneb’ler nerede, hangi okulda yetişti? Onların önce babaları, sonra kocaları hocaları idi. Eski âlimlerin biyografilerini öğrendiğimizde, hemen hepsinin ilk hocalarının babaları olduğunu görüyoruz.
Çocukla en fazla meşgul olacak olan anne olduğundan, ilk ve en önemli terbiyeci, eğitimci annedir. Çocuğa doğru yolu gösteren, Rabbini tanıtacak, dinini sevdirecek olan önce anne, sonra babadır. Bu büyük görevleri yerine getirecek olanların, önce kendilerini iyi yetiştirmiş olmaları gerekmektedir. Kendini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez. Kendisi doğru olmayanın gölgesi de doğru olmaz. Yüzme bilmeyen, başkasını boğulmaktan kurtaramaz. Kendi eteği tutuşmuş bir itfaiyeci, başkasını yangından çekip çıkaramaz. Eğitim, çok yönlü ehliyet ve uzmanlık isteyen girift bir konu olduğundan, İslâm’ı ve naklî ilimleri ana hatlarıyla bilmek bile yetmemekte, içinde yaşanılan toplumu da çok iyi tanımak, sevgi ve müsâmahayı, sabrı ve tedrîcîliği, eğitim metotlarını, insan ve çocuk psikolojisini, pedagojiyi, yani çocuk eğitim ve terbiyesini temel düzeyde de olsa bilen ve uygulayabilen bir seviye gerektirmektedir. Evler, sadece çocukların değil; anne ve babanın da okuludur. Ama ana-babaları yetiştiren ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç vardır. Müslüman cemaat ve teşkilâtlara düşen önemli bir görev, çocuklardan önce ana-babaları yetiştirmek olmalıdır. Evlilik ve ana-baba okulları açmalı, geliştirmelidirler. Eğer baba evinde ve evlilik öncesinde anne adayı, kendini yeterince yetiştirmediyse, evlilikten sonra sorumluluk kocaya âittir. Zarûri olan hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya da öğrenmesine imkân ve fırsatlar oluşturacaktır.
Mü’min karakter(sizliğ)inden uzak bir mü’minin dışı da içi de aynı olmalı, ev dışındaki hayatıyla çelişmemelidir. Kalıbıyla kalbi, ameliyle inancı çelişmemelidir. İnsanın çifte standartlı olmaması, içi başka dışı başka olan münafıklara benzememesi için sözü özünü, özü de sözünü desteklemelidir. Evimize ve özel yaşayışımıza şahit olan insanlar, bizde İslâm’ın güzelliklerini görmeliler; sürüye uyan tavırları değil. En etkili tebliğ yolu, insanın benimsediği kendi hayat tarzıdır; iş hayatı, özellikle özel hayatı, ev hayatıdır. Kişi, söyledikleriyle uyumlu bir yaşantı içindeyse, evi ve işi onu yalanlamıyorsa onun çok söz söylemesine ihtiyaç bile kalmaz. Çünkü o, hâl ve tavırlarıyla konuşmaktadır. Yaşadığı güzel ahlâk, o insanın en etkili ve güvenilir sözcüsü durumundadır.
Müslümanlar, hayata ve hayattaki her şeye müslümanca bakabilmelidir. Çünkü İslâm, hayatımızın vazgeçilmez bile olsa bir parçası değil; hayatımızın kendisidir, yaşantımızın bütünüdür. Evdeki hayatımızla, iş hayatımızla, sokaktaki tavır ve bakışlarımla, TV, internet karşısındaki konumumuzla bir bütündür İslâm. Kitab’ın bir kısmını kabul edip bir kısmını reddetmenin yansıması olan farklı mekânlarda farklı bir yaşayışın cezası, dünya hayatında rezillik ve rüsvaylıktır.[16] İnancımızın, düşüncemizin, duygularımızın, davranışlarımızın, eğitimimizin, hayat görüşümüzün iş ve ev hayatımızın tümünü kuşatan ilkeler bütünüdür İslâm.[17] Müslüman da bu ilkelere severek, isteyerek teslim olan ve bunları hayatına geçiren, daha doğrusu hayatının bunlarla hayat olduğu bilinciyle yaşayandır.[18] Yoksa Allah ve Rasûlünün belirlediği bu ilkelerin dışında bir seçeneği, tercih ve özgürlüğü yoktur müslümanın.[19] Tabii, evdeki özel hayatımız da O’nun çizdiği hudut dışına çıkmayacak, O’nun rızâsı istikametinde evde ve her yerde müslümanca güzellikler sergilememiz gerekecektir.
“Âyinesi iştir (ev hayatıdır) kişinin, lâfa bakılmaz.” “Rabbimiz! Bizi kâfirler için bir fitne kılma.”[20] Yârabbi, Sen bizi İslâm’ı lâyıkınca yaşamama bedbahtlığına düşürme ki, kâfirlere fitne vâsıtası olmayalım; “bunların elinde de hak mı olurmuş” deyip de Senin yolundan yüz çevirmesinler
[1] ] 13/Ra’d, 11
[2] ]1580] 6664/Tahrîm, /Teğâbün, 615
[3] ] Buhâri, Cum’a 11; Müslim, İmâre 20
[4] ] 13/Ra’d, 11 1583] Aclûni, Keşfu’l-Hafâ, c: 2, s. 126-127, hadis no: 1997; Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, c: 5, s. 47, hadis no: 6407; Albâni, Silsiletü Ehâdîsi’d-Daîfe ve’l-Mevdûa, c: 1, 320, s. 491. Şevkâni Fevâidu’l-Mecmûa adlı eserinde bu rivayetin senedinde hadis uyduran biri olduğunu ve ayrıca senette kopukluk olduğunu belirterek rivayetin zayıflığına işaret etmiştir. (Şevkani, Fevâidu’l-Mecmûa, s. 210, hadis no: 624). Son dönem hadis âlimlerinden Nâsıruddîn
[5] lbâni de bu hadisin senet açısından “zayıf” olduğunu belirtir. 1584] 6/En’âm, 129
[6] ] Tirmizî, hadis no: 2633; Müsned, Ahmed b. Hanbel, IV/346
[7] ] 66/Tahrîm, 6
[8] ] 64/Teğâbün, 15
[9] ] Buhâri, Cum’a 11; Müslim, İmâre 20
[10] ] Abdurrezzak, Musannef IV/ 334
[11] ] 33/Ahzâb, 66-68
[12] ] Bkz. İbn Mâce, Edeb 3
[13] ] Tirmizi, Birr 33
[14] ] Tirmizi, “Birr”,33
[15] ] bkz. 94/İnşirâh, 7-8 1595] 10/Yûnus, 87
[16] ] 2/Bakara, 85
[17] ] 6/En’âm, 162
[18] ] Bkz. 8/Enfâl, 24
[19] ] 33/Ahzab, 36
[20] ] 60/Mümtehine, 5