Pazartesi, 22 Şubat 2021 07:49

PEYGAMBERLERE İMAN

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

PEYGAMBERLERE İMAN

 

  • Nebî ve Rasûl; Anlam ve Mâhiyeti
  • Kur’ân-ı Kerim’de Nebî ve Rasûl Kavramı
  • Peygamberlerin Özellikleri
  • İnsanların Peygamberlere İhtiyacı
  • Peygamberlerin Gönderiliş Gâyeleri
  • Peygamberlerin Dâvetlerinin Özellikleri
  • Son Peygamber
  • Mütenebbî/Sahte Peygamber
  • Peygamberlerin Sıfatları
  • Kur'ân-ı Kerim'de İsmi Geçen Peygamberler
  • Peygamberlere İman
  • Peygamberlere İman, Onları Örnek ve Önder Kabul Edip Onlara İtaat Etmek İçindir
  • Peygamberlere Vâris Olabilmek
  • Nebî ve Rasûl Kelimeleri Arasında Fark Var mıdır?
  • Sorular

 

Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:

* Nebî, Rasûl ve  mütenebbî kavramlarını açıklayabilmek.

* Peygamberlerin özelliklerini listeleyebilmek.

* İnsanların peygamberlere ihtiyacını ve peygamberlerin

   gönderiliş amaçlarını izah edebilmek.

* Peygamberlerin sıfatlarını listeleyip açıklayabilmek.

* Kur’an’da ismi geçen peygamberlerin isimlerini listeleyebilmek.

* Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) hakkında doyurucu

   bilgiler verebilmek.

* Tarihte ve günümüzde sahte peygamberlere örnekler verebilmek.

* Peygamberleri örnek almanın nasıl olacağını ve peygamberlere  nasıl vâris olunacağını açıklayabilmek.

 

 Nebî ve Rasûl; Anlam ve Mâhiyeti

"Nebî" sözlükte haber getiren, haberci demektir. Nebe’ fiilinin fâil ismidir. "Nebe’", kendisiyle ilim meydana gelen, çok faydalı ve önemli haber demektir. "Nebî", önemli ve faydalı, aynı zamanda sağlam bir haber getiren elçi demektir. Bazılarına göre nebî kelimesi, yükseklik anlamına gelen "nübüvvet" kelimesinden türemiştir. Buna göre "nebî", her bakımdan yüksek bir makam sahibi, insanlara doğru ve önemli haber getiren kimse demektir.

"Rasûl" kavramı "risl" kökünden türemiştir. "Risl" sözlükte; yerine getirmek üzere gitmek, yumuşaklık ve kolaylık üzere göndermek demektir. "Rasûl", hem gönderilen mesaj, hem de mesaj yüklenip götüren anlamında kullanılmıştır. Kur’an’da daha çok ikinci anlamda geçmektedir. Allah (c.c.) insanlar arasından bazılarını seçer ve onları özel bir görevle gönderir. Bu gönderme işine "irsâl",  gönderilen elçiye "rasûl", rasullerin görevlerine de "risâlet" denir. İslâm literatüründe "nebî" ile "rasûl" aynı anlamı ifade ederler. Kur’an her iki kelimeyi de aynı anlamda kullanmaktadır.

Türkçe’de ise, Farsçadan gelen "peygamber" kelimesi daha yaygın olarak kullanılmaktadır. Sözlükte (Allah’tan) haber getiren demektir. Her üç kelime de "Allah’ın elçisi" anlamında kullanılır. Nebî’nin çoğulu "enbiyâ" ve "nebîyyûn"dur. Kur’an’da, nebîlerden/peygamberlerden çokça bahseden 21. sûrenin adı: "Enbiyâ" sûresidir. "Rasûl"  veya "mürsel", haber ve mesaj götüren anlamında elçi demektir. "Rasûl"ün çoğulu; rusül, mürsel’in çoğulu ise; mürselîn’dir.

Rasuller tıpkı nebîler gibi Allah’ın seçtiği elçilerdir. Ancak nebîler, haber getiren anlamında yalnızca insanlardan seçilirken; rasuller hem insanlar arasından, hem de insan dışındaki varlıklardan seçilebilir. Rasûle aynı zamanda mürsel de denilmektedir. "Rasûl", risâlet görevini Allah ile insan arasında yürüten kimsedir. Rabbimizin mesajlarını bir plana bağlı olarak, yumuşaklıkla, ürküntüye yer vermeden yerine ulaştıran elçidir.

Rasuller haberci anlamında elçi oldukları için bazen şuursuz varlıklar arasından da seçilmiş olabilirler. Şuursuz elçilere yağmur ve rüzgâr, şuurlu rasullere melekler ve nebîler örnek olarak verilebilir. “Allah, meleklerden de elçiler seçer, insanlardan da. Şüphesiz Allah, işitendir, görendir.”[1] Kur’an, rüzgârın aşılayıcı elçi olarak gönderildiğini ifade etmektedir.[2] Elçi, bir işle görevlendirilen ve görevi konusunda yetkisi olan kimsedir. O, kendisini gönderen makama karşı sorumludur. Hangi iş için gönderilmişse, o işi yapmaya memurdur. Nitekim rüzgârın veya yağmurun elçi olarak gönderilmesi, onların belli bir işlevi yerine getirmeleri ile sınırlıdır. Rüzgâr aşılayıcı, yağmur yeryüzünü diriltici bir fonksiyon  gösterir;  onların elçilikleri bunlarla sınırlıdır.

Nebî, Allah’ın kendisine vahyettiği şeyleri insanlara aktaran, onları bu vahye inanmaya ve itaat etmeye dâvet eden kişidir. Onlar insanları, vahiyle terbiye eden terbiyecidirler. Onlar, Allah tarafından seçildikleri için, en temiz insanlardır. İnsanlık için örnek kişilerdir. Onlar, Allah’ın kendilerine vahyettiği şeyi canlı olarak yaşıyorlardı. Peygamberler, aldıkları vahyin canlı örnekleridir. Her nebî, kendi döneminin insanları için, Allah tarafından seçilmiş örnek (numûne) idi. Nebîler, Allah’a hakkıyla kulluk yaparlar ve ubûdiyyetin (kulluğun) nasıl yapılması gerektiğini gösterirler.

Allah’ın insanlar arasından seçtiği elçiler de belli bir mesajı insanlara ulaştırmak, bazı şeyleri haber vermek ve aldıkları vahiyle insanlara örnek olmak üzere görevlidirler. Risâlet, bir anlamda nübüvvettir ve Allah’ın insanlara haber ulaştırma yoludur. İnsanları hidâyete götürmenin, onları dünya hayatında yaşantılarını düzenlemenin, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarmanın, onları âhiret hayatına hazırlamanın bir yoludur. 

Risâlet, insanları Allah’ın vahyi ile terbiye etmenin sistemidir. İnsanlık bu kurum sayesinde Allah’a kulluğu ve fıtratındaki güzelliği keşfedebilir. Rasuller, aldıkları vahiy ve yüklendikleri görevle; insan fıtratının derinliklerindeki güzellikleri, iyilikleri ve Hakk’a bağlılığı pratik hayata geçirirler; insan hayatından çirkinlik ve kötülükleri uzaklaştırmaya çalışırlar.

 

Kur'ân-ı Kerim'de Nebî ve Rasûl Kavramı

Kur'ân-ı Kerim'de "nebî" kelimesi, tekil ve çoğul olarak 75 defa, "nübüvvet" 5 defa geçer. Bu sayı, aynı kökten fiillerle toplam 160'a çıkar. "Rasûl" ve "mürsel" kelimeleri ise Kur'an'da toplam 383 yerde kullanılır. Buna aynı kökten fiiller de eklenince bu sayı 513'e yükselir. Nebîlerin soyları, ahlâkları, hayatları ve yürekleri pak ve aydınlıktır. Onlar selâm üzerine doğar, selâm ile ölürler.[3] Yani onlar her türlü kirden ve pislikten, isyandan ve sapıklıktan korunmuşlardır. Emniyet ve güven, itimat ve barış onların karakteridir. Çevrelerine selâm (güven ve barış) ortamı sunarlar. “Ve selâmün ale’l mürselîn = Gönderilen bütün peygamberlere selâm olsun!”[4]

Peygamberler, insanları cennet ve Allah’ın nimetleriyle müjdelemek, cehennem ve Allah’ın azabıyla korkutmak için gönderilmişlerdir.[5] En güzel biçimde yaratılan insan,[6] irâde sahibidir. Tüm davranışlarından mes'uldür. Allah’ın verdiği nimetlere karşı şükretmek ve O’na ibâdet etmekle yükümlüdür. İnsan, tek başına, nasıl şükredileceğini, nasıl kulluk yapılması gerektiğini  bilemez; bu görevlerini yerine getirme noktasında birçok engelle ve zorluklarla karşılaşır. O yüzden insanın bir mürşide, rehber ve kılavuza ihtiyacı vardır. İşte bu mürşid ve rehber, peygamberdir.[7]

İnsanlar arasından seçilmiş rasullerin görevleri, diğer elçilerden farklıdır. Şu âyet onların işlevini en güzel bir şekilde açıklamaktadır: “Nitekim, kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi tezkiye eden (temizleyen), size Kitabı ve hikmeti öğreten ve size bilmediklerinizi öğreten rasuller gönderdik.”[8]Rasuller, açık deliller ile gelirler. Yanlarında ilâhî adâletin ölçüsü vardır. Kitab'ı ve onunla gelen gerçekleri mü’minlere öğretirler. Gücün, kuvvetin ve malın nasıl kullanılacağını bildirirler. Allah (c.c.), bu anlamda insanlardan kimin peygambere yardım edeceğini, kimin onun dâvetine uyup uymayacağını  imtihan etmektedir.[9]

Allah (c.c.) bazı peygamberlere, nasıl yaşayacaklarını, hangi prensiplere göre hareket edeceklerini ve ibâdetlerini nasıl yerine getireceklerini bildiren şeriatler göndermiştir.[10] Ama bütün peygamberler, insanlara yalnızca Allah’ın dini olan İslâm'ı anlatmakla görevli idiler. Allah’ın rasulleri arasında da bir ayrım yoktur; Hepsi de seçilmiş, şerefli elçilerdir.[11] Mü’minler, peygamberlerin tümüne iman ederler. Peygamberlere itaat etmek Allah’a itaat etmektir.[12] Peygamberler bir şeye hüküm verdikleri zaman mü’minler "işittik ve itaat ettik" derler. Son Peygamber’e iman eden mü’minler, O’nun herhangi bir konuda verdiği hükme itirazda bulunmazlar ve O’nun verdiği hükme teslimiyetle rızâ gösterirler.[13]

Mü’minler, Allah’ı sevdikleri için son Peygamber’e uyarlar, onu tâkip ederler.[14] Peygamberler, insanlar için seçilmiş en güzel örneklerdir.[15] Mü’minler, Peygamber’in getirdiği her şeyi almak, yasakladığı her şeyden de kaçmak zorundadırlar.[16] Son peygamber olan Hz. Muhammed (s.a.s.), mü’minleri sever, onların üzerine titrer, sıkıntıya düşmelerinden dolayı üzülür.[17] Bütün peygamberler rahmet; Son Peygamber de âlemlere rahmettir.[18]

"Kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitab'ı ve hikmeti getirip size bilmediklerinizi öğreten bir Rasûl gönderdik."[19]

"İnsanlar (aslında) bir tek ümmet (millet) idi. Bu durumda iken Allah, müjde verici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları indirdi."[20]

"Gönderilen peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, mü'minler de iman ettiler. Onlardan her biri Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. (Biz de onun için) Allah'ın peygamberlerinden hiç birini ayırmayız (hepsine inanırız). Onlar 'işittik, itaat ettik; ey Rabbimiz mağfiretini niyaz ederiz, dönüş yalnızca sanadır' dediler."[21]

"Hiç bir beşerin, Allah'ın kendisine Kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: 'Allah'ı bırakıp bana kul olun' demesi mümkün değildir. Bil'akis (şöyle demesi gerekir ve der:) Okumakta ve öğretmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe hâlis kullar olunuz."[22]

"İçlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir  peygamber  göndermekle  Allah, mü'minlere büyük bir lütfuta bulunmuştur."[23]

"Biz her peygamberi, ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik."[24]

"Hayır! Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam mânâsıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar."[25]

"Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki, insanların, peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah azizdir, hakîmdir."[26]

"Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu hidâyete erdirmez."[27]

"İşte o peygamberler, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy."[28]

"Şüphesiz her ümmete bir peygamber gelmiştir. Peygamberleri geldiğinde, aralarında  adâletle hümolunur. Onlara asla zulmedilmez."[29]

"Andolsun Biz, 'Allah'a kulluk edin, tâğuttan sakının' diye (emretmeleri için) her kavme bir peygamber gönderdik."[30]

"Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona; 'Benden başka ilâh yoktur; o halde Bana kulluk edin' diye vahyetmiş olmayalım."[31]

"Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Rasûlü'ne dâvet edildiklerinde, 'işittik ve itaat ettik' demek, sadece mü'minlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne itaat eder, Allah'a saygı duyar ve O'ndan sakınırsa, işte asıl bedbahtlıktan kurtulanlar onlardır."[32]

"O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: 'Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Ne yazık bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim.' Çünkü zikir (Kur'an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip, sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmakta."[33]

"Andolsun, size, Allah'ı ve âhiret gününü umanlara ve Allah'ı çokça zikredenlere Allah'ın rasûlü'nde güzel bir örnek vardır."[34]

"O peygamberler ki Allah'ın emirlerini insanlara tebliğ ederler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar."[35]

"Muhakkak ki Biz, peygamberlerimizi açık delillerle/mûcizelerle gönderdik. İnsanlar, aralarında adâleti hâkim kılsınlar diye, o peygamberlere kitap ve ölçü/nizam indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır. Bu, Allah'ın, dinine ve peygamberlerine görmeden yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür."[36]

Nebî, “değeri Allah tarafından yükseltilmiş kişi” anlamına gelir. Nebî olmak insanın elinde değildir. Allah bu makama getirdiklerine Kitap ve hikmet verir. En’âm 83 ve devamı ayetlerde Nuh’tan İsa’ya kadar 18 nebînin[37] adı sayılmış, sonra şöyle buyrulmuştur:

“Bunların babalarını, soylarını ve kardeşlerini de seçtik; onlara doğru yolu gösterdik.”

Sayıları 124 bin olarak rivayet edilen[38] nebîlerden her biri, âyette adı geçen 18 nebînin ya babalarından ya kardeşlerinden ya da soylarındandır. Böylece kendine işaret edilmemiş nebî kalmamaktadır. Allah Teâlâ daha sonra şöyle buyurmuştur:

 

Nebîlere Kitap Verilmiştir

“Seçilenlerin hepsi, kendilerine kitap, hikmet ve nebilik verdiğimiz kimselerdir.” [39]

Gelenekte dört ilahi kitabın indiği kabul edilir. Bunlar Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’an’dır. Nebîmize dayandırılan bir rivayette Âdem’e 10 suhuf, Şît’e 50 suhuf, İdris’e 30 suhuf ve İbrahim aleyhimusselama 10 suhuf olmak üzere 100 suhufun indiği de iddia edilir.[40] Böylece toplam sekiz nebîye kitap verilmiş olur. Hâlbuki yukarıdaki âyetler, bütün nebîlere kitap ve hüküm verildiğini açıkça bildirmektedir. Onlara verilen hüküm, diğer âyetlerde hikmet diye ifade edilmiştir.[41] Buradaki hüküm kelimesinin ne anlama geldiğini şu âyet açıklamaktadır:

“İnsanlar tek bir toplumdu. Allah, onlara müjde veren ve uyarılarda bulunan nebîler gönderdi; onlarla birlikte, gerçekleri içeren kitap da indirdi ki ayrılığa düştükleri konularda insanlar arasında o kitap hükmetsin. Kendilerine kitap verilenlerden başkası ayrılığa düşmedi.  Açık belgeler geldikten sonra birbirlerine hâkimiyet kurmak istedikleri için böyle oldu. Sonra anlaşamadıkları konuda, Allah, müminleri, kendi onayıyla doğruya ulaştırdı. Allah, doğruları tercih edeni doğru yola yöneltir.” [42]

Kitaba göre verilecek hüküm, hikmet olur.

İsmail (a.s.) şu âyete göre o, hem nebî hem de resuldür:

“Bu Kitap’ta İsmail’i de anlat. O, sözünü tutmuştu;  nebi olan(resul) elçiydi.[43]

Muhammed aleyhisselâm da hem nebî, hem rasul olarak zikredilir:

“Onlar, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları bu rasûle, bu ümmî  nebîye uyanlardır. O, onlara marufa uymayı emreder, münkeri yasaklar. Temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar. Isr’larını, üzerlerindeki bağları/yükü kaldırır/söküp atar. Ona güvenen, onu destekleyen, ona yardımcı olan ve onunla birlikte indirilen nûra (Kur’ân’a) uyanlar umduklarına kavuşacak olanlardır.” [44]

Muhammed aleyhisselam’dan sonra nebî gelmeyecektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Muhammed, içinizden her hangi bir erkeğin babası değildir, ama Allah’ın elçisi ve nebîlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilir”.([45])

Bundan sonra kim, Allah’tan vahiy aldığını iddia eder veya kendi kitabını, bir şekilde Allah’ın kitabı gibi göstermeye çalışırsa şu âyetin kapsamına girer:

Mütenebbîlere Büyük Azap Vardır

Uydurdukları bir yalanı Allah’a mal eden veya kendisine bir şey vahiy edilmediği içine bir şey doğmadığı halde “Bana bildirildi” diyen yahut “Allah’ın indirdiği gibisini ben de indireceğim” diye bir söz söyleyen kişinin yaptığından daha büyük yanlışı kim yapabilir? Ölümün bütün etkileri ortaya çıktığında yanlışlar içindeki o kimseleri bir görsen! Melekler ellerini uzatıp şöyle derler: “Çıkarın ruhlarınızı! Bugün alçaltıcı bir ceza ile karşılanacaksınız. Bu ceza, Allah’a karşı gerçek dışı şeyler söylemiş olmanıza ve büyüklük taslayarak âyetlerinden uzaklaşmanıza karşılıktır.”[46]

 

 Peygamberlerin Özellikleri

Peygamberler, "nübüvvet/peygamberlik" kurumunu hayata geçiren elçilerdir. Onlar, Allah’tan aldıkları dini, insanlara öğretirler. Her türlü zorluğa katlanarak insanları tevhîde, kurtuluşa dâvet ederler. Bu dâvetleri için insanlardan hiç bir karşılık beklemezler. Kendilerini dinlemeyen inkârcıların ve haddi aşanların kınama ve eziyetlerine aldırmazlar. Peygamberleri, insanı ve insanla ilgili her şeyi bilen Allah seçer. İnsanlar kendi istekleriyle peygamber olamazlar. Peygamberleri insanlar kendi aralarından seçselerdi, şüphesiz en uygununu değil; belki en kuvvetlisini, kendilerine hoş geleni veya makam sahiplerini, üstünlük taslayan zorbaları seçerlerdi.

İnsanlara önderlik etmeye kalkışan nice bilginler, filozoflar, nice sultanlar, onları bölmüşler, onları lâyık olmadıkları halde kendilerine itaate çağırmışlar, hatta zorlamışlardır.  Üstünlük ölçüsü olarak renkleri, zenginliği, sosyal statüleri temel almışlardır. Peygamberler ise insanları yalnızca Allah’a ve takvâya çağırmışlardır. Allah (c.c.) bütün insanlara peygamberler göndermiştir. Bütün peygamberler de, insanlara tevhid dinini anlatmıştır. Hiç bir peygamber diğer nebîleri yalanlamamış; bir sonra gelen bir öncekini doğrulamıştır.

Peygamberler insanları en doğru yola, ahlâka, şerefe, insanlığa, dünya ve âhiret mutluluğuna dâvet etmişlerdir. Kendileri en yüce ahlâka sahip oldukları gibi, insanları da o üstünlüğe çağırmışlardır. Onlar, insanların hayatına güzellikleri, adâleti, yardımlaşmayı hâkim kılmaya çalışmışlardır. Zulmü, haksızlığı, sömürüyü, cehaleti, düşmanlığı, ahlâksızlığı kaldırmaya gayret etmişlerdir.

Onlar, peygamber olarak gönderildikleri toplumun öncüsü idiler. Kavimlerine hem vahyi öğretiyor, hem de din ve dünya işlerine ait sorunlarını çözüyorlardı. Peygamberler birer beşer/insandırlar. Hepsi de Allah’ın kullarıydı. Ancak onların peygamber olmalarına sebep olacak üstün özellikleri vardı. Bu özellikleri (sıfatları) sebebiyle, diğer insanlardan farklılaşıyorlar ve risâlet (peygamberlik) görevini yükleniyorlardı.

Nübüvvet kurumu Allah’a aittir. Rabbimiz, yarattığı insanın tüm ihtiyaçlarını ve zayıf taraflarını bildiğinden dolayı, onun için gerekli İlâhî bilgileri, şeriatleri ve prensipleri nübüvvet yoluyla göndermiştir. Bu kurum, Rab ile O’nun kulları arasında  haberleşmenin yoludur. Bu haberleşme Allah’tan insana doğru "vahy" ile; insandan Allah’a doğru "duâ ve ibâdet" ile olmaktadır.

Bütün Rasûller, Toplumlarının En Çok Yozlaştığı Konuyu Öne Çıkararak Mesajlarını Gündemleştirmişlerdir

Her ümmete bir Rasûl gönderildiğinde, o Rasûl tevhidi daveti götüreceği toplumun öne çıkan sapma noktasına dikkat çekip uyarmakta ve topluma tebliğ yaparken bu ağırlıklı sapma noktasını hedef yaparak mesajını aktarmaya özen göstermektedir. Çünkü toplumun hevasını ilahlaştırıp şeytana uyarak yaşadığı sapma bu noktadan bütün toplumu kuşatmış bulunmaktadır. Tevhid, teoride kalmakla yetinilecek bir düşünce değil; değil hayatın içinde her an yaşanan ve yaşanması gereken bir inançtır. Toplumsal sorunlardan ve toplumsal pratikten soyutlanmış teorik bir tevhide davet, hayat içindeki fesada dikkat çekmeden, toplumun sapma noktalarına itiraz edip eleştirmeden yapılacak teorik bir tebliğ, hiçbir peygamberin mücadelesiyle örtüşmemektedir.

Kur’an’dan birkaç örnek verecek olursak: Mesela Lût kavmi, ağırlıkla cinsel sapkınlık ve ahlaksızlık konusunda isyan etmiş, cahiliye bu zaviyeden toplumu kuşatmıştı. Bu sebeple Lût (a.s.) Bu sapma konusunda uyarılarda bulunup bu ahlaksızlığı hedef yaparak toplumuna tevhidi mesajı götürmüştür.

“Lût'u da Peygamber olarak gönderdik. Hani o kavmine şöyle demişti: ‘Sizden önce âlemlerden hiçbir kimsenin yapmadığı çirkin işi mi (hayâsızlığı/ahlaksızlığı mı) yapıyorsunuz?"[47] "Hakikaten siz kadınları bırakıp, şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Hayır, siz haddi aşan bir toplumsunuz."[48]

Medyen kavmi ise, adaleti çiğneyip insanların mallarını haksızlıkla sahiplendiler, ölçüyü tartıyı tam yapma ilahi emrini çiğneyip haksız kazanç peşine düştüler. Onların azgınlığı, tuğyanı da bu konuda ortaya çıkmıştı ve bu sebeple tevhidi davet de bu konu öne çıkarılarak gündemleştirildi. Hz. Şuayb (a.s.) ise, “İnsanların mallarını ve haklarını kısanlara” karşı mücadeleyi tevhid bağlamında öne çıkarmıştır.

"İnsanların mallarını ve haklarını eksiltmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın." [49]

“Medyen halkına da kardeşleri Şu'ayb'ı peygamber olarak gönderdik. Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Rabbinizden size açık bir delil gelmiştir. Artık ölçüyü ve tartıyı tam yapın. İnsanların mallarını eksiltmeyin. Düzene sokulduktan sonra yeryüzünde bozgunculuk etmeyin. İnananlar iseniz bunlar sizin için hayırlıdır."[50]

“Dediler ki: ‘Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor? Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir adam)sın."[51]

Musa (a.s.) da, kardeşi Harun ile birlikte Firavun’un karşısına dikildiğinde, “biz âlemlerin Rabbi’nin elçileriyiz” diyerek öz bir tevhîdi tebliğden hemen sonra “zulmün durdurulmasını”, Firavun tarafından köleleştirilmiş olan İsrailoğullarının “köleliğinin sona erdirilmesini” öne çıkarmış ve onların serbest bırakılıp kendileriyle birlikte gönderilmesini istemişti. Üstelik “Âlemlerin Rabbi’nin elçisi” oldukları hatırlatması dışında henüz kapsamlı bir tebliğ bile yapmadan kölelik sorununu gündeme getirip Allah’ın hükmü gereği bu zulme son vermesini istemiştir.

“Mûsâ dedi ki: ‘Ey Firavun! Şüphesiz ki ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim." “Bana, Allah'a karşı sadece gerçeği söylemem yaraşır. Ben size Rabbinizden açık bir delil (mucize) getirdim. Artık İsrailoğullarını benimle gönder.”[52]

"Firavun'a gidin ve deyin: ‘Şüphesiz biz âlemlerin Rabbi’nin elçisiyiz’, İsrailoğullarını serbest bırakıp bizimle birlikte göndermen için (sana geldik).”[53]

Hayattan kopuk soyut kelâmî tartışmalar yerine, ezilen, zulüm ve işkence gören, köleleştirilen insanların, Allah için ve ancak O’nun adına kurtarılması, mücadelenin merkezini oluşturmuştur. En büyük ve şüphesiz en tesirli tebliği de, pratikte, hayatın içinde, haksızlığa ve zulme karşı adalet mücadelesi vererek peygamberler yapmışlardı. En tesirli, en güçlü tebliğ; pratiğin içinde yapılan, en verimli bilgilenme ve bilgilendirme de bu şekilde hayatın içinde yaşanarak elde edilendir. Bu sebeple Kur’an, ilk inen ayetlerden itibaren tevhide davet ettiği insanları, toplumsal hayat içinde İslami kimliği tezahür ettirecek eylemlere ve toplumsal, siyasal, sosyal olaylar, durumlar karşısında imanın gerektirdiği tavırları almaya da yönlendirmiştir. İnsanların arasında ve toplumsal sorunların tam ortasında yer alarak ve ilgilenerek, paylaşarak vahyin şahidliğini yapmak, şüphesiz fildişi kuledeki seyircinin teori üretmesinden daha üstün, tesirli, verimli ve başarılıdır. Allah’ın rızasına da daha uygun olandır.

Şuayb (a.s.) kavminde öne çıkan “ekonomik ifsad”a, Lût (a.s.) kavminde yaygın olan “cinsel-ahlâkî ifsad”a, Musa (a.s.) ise kavminde egemen olan “kölelik ve insanın temel hakları konusundaki ifsad”a karşı çıkmak suretiyle, yani kavimlerindeki ifsadın en temel ve en yaygın noktasına dikkat çekip ıslah mücadelelerini gündemleştirmiş ve tevhîdî mesajı muhataplarına yaymaya çalışmışlardır. Bütün bu ifsad örneklerinin hepsinin birlikte ve ilaveleriyle geçerli olduğu Mekke’de ise, Rasûlullah (s), davetinin ilk muhatabı olan Mekke cahiliye toplumunda tevhide çağrısını gündemleştirirken, bir yandan o günün geleneksel cahiliyesi olan ve ataları İbrahim’e nispet ettikleri “Atalar dini”ne karşı çıkarak mesajını aktarmaya çalışmıştır. Mekke müşriklerinin bu dini, tıpkı bugün bid’at ve hurafelerle tahrif edildiği halde Hz. Muhammed’e nispet edilip “İslam” olduğu iddia edilen geleneksel din gibi, Hz. İbrahim’in (a.s.) tevhîdî mesajını ürettikleri bid’at ve hurafelerle tahrif ederek, gaybı bilme, insanlara zarar ya da fayda verme ve şefaat etme yetkisini Allah’tan gayrı ilah edindikleri bazı varlıklara tanıyan, onlardan yardım ve medet umarak dua eden, hem İbrahim’in dininden bazı unsurları hem de putperestliğe dair unsurları sentez etmek suretiyle oluşturdukları bir şirk dinidir. İşte Rasûlullah (s), bir yandan bu geleneksel cahiliye dinine karşı çıkıp İbrahim’in dininin de kendi tebliğ ettiği “İslam” olduğunu vurgulayarak tevhid dinini, Hak mesajı gündemleştirmekte ve uydurulmuş bid’at ve hurafelere eleştiri getirmektedir. Diğer yandan da, o günün modern cahiliyesi olarak nitelenebilecek “kabilecilik taasubuna dayalı çatışma kültürü”, “kölelik zulmü”, “müstekbirlerin, mutaz’af (zayıf bırakılmış) kesimlere yönelik sömürü ve adaletsizliklerine”, “yetimin itilip kakılması, hakkının, malının gasbı”, “birbirlerinin malını haksız yere yemeleri, ölçü ve tartının tam yapılmaması, faizle sömürü”, “kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi” vb. haksızlıklara, zulümlere ve putların arkasındaki “tağutlara” “müstekbirlere” karşı mücadele gibi hususlarda eleştirel bir tutum ve ıslah çabasıyla vahyin mesajını yaymaya çaba sarf etmiştir. Ama en temelde o günün bâriz ve yaygın sapması olan “putperestliğe” karşı çıkarak tevhidi mesajı yaymaya çalışmıştır. Ayrıca, Rasûl’ün, toplum içinde “emin, güvenilir, adil ve insanlara hayırlı” bir tutumla “Muhammedü’l Emin” kimliğini daha vahiy öncesi hayatından beri kazanmış olduğu da unutulmamalıdır.

Bugün de Toplumun En Yaygın Sapma Alanı Olan Sekülerleşme ve Demokratikleşmeyi Hedef Alarak Tevhidi Gündemleştirmeliyiz

Bizler de, öncelikle Rasûlullah’ın “emin” kimliğinin nasıl oluştuğunun bilincine vararak, o kimliği, o tavrı ve onun güvenilir, adil, emin şahsiyetini çağımıza taşımayı başarmalıyız. Müslümanlar olarak bilmeliyiz ki, İslami kimliğimizin imajını oluşturacak olan, hayat ve onun sorunları karşısında koyacağımız tavırlardır. İnsanlar için yapmakla yükümlü olduğumuz “şahid”lik, ancak bu şekilde verimli, tesirli ve fonksiyonel olabilecektir. Bu sebeple, tıpkı Mekke’de inen sûre ve ayetlerden anlaşıldığı, Rasûlullah’ın (s) ve bütün peygamberlerin örnekliğinde görüldüğü gibi, tüm toplumsal sorunlarla ilgilenmek de gerekmektedir.

O halde bizler de, tevhidi davet, eğitim ve yanlış din anlayışlarını ıslaha yönelik çalışmalarımızın yanında, Allah rızası için, tevhidi ve adaleti ikame yükümlülüğümüzün bir gereği olarak ve ibadet bilinciyle tüm toplumsal sorunlarla yakından ilgilenmeliyiz. Zalimleri ifşa edip, mağdurlarına sahip çıkıp haklarını savunmak, gücümüz yettiği kadar yardım etmek sorumluluğumuzu idrakle, gereğini en güzel biçimde ve Kur’an ölçüleri içerisinde yerine getirmeliyiz. En önemlisi de, içinde bulunduğumuz toplumun en çok hangi noktalarda saparak vahye aykırı konumlara sürüklendiği hususunu doğru teşhis edip tevhîdî davetimizin zemini haline getirmeliyiz. Tıpkı bütün Rasûllerin yaptıkları gibi, öncelikle bu temel sapma konularında net bir muhalif ve eleştirel tutum takınarak, bu zemin üzerinden topluma vahyin mesajını götürmeye çalışmalı ve ıslah mücadelemizi de işte bu temel sapma konuları üzerinden gerçekleştirmeliyiz.

Özellikle Türkiye toplumunda ve bugünkü tüm Müslüman halklardaki bozulma ve ifsad, temelde iki kanaldan toplumları kuşatmış ve İslam’ın akıdevi ve ameli istikametinden sapmalarına yol açmıştır. Bunlardan birincisi, yüzyıllar boyunca Kur’an ve sünnet terk edilerek üretilen ve aktarıla gelen “bid’at ve hurafelere dayanan, tasavvuf ve saltanat kültürünü de içeren” “geleneksel cahiliye”dir. İkincisi ve bugün toplumu en yaygın biçimde ifsad etmiş olan ise, “sekülerleşme ve protestanlaşma, laikleşme ve rasyonalizm, ulusçuluk ve ulus devletçilik, kapitalistleşme ve demokratikleşme” olarak özetlenebilecek “modern cahiliye”dir. Rasûlün davetine muhatap olan toplumda var olan bütün sapmalar bugünün toplumlarında da yaygın olarak vardır. Günümüz toplumlarında, geleneksel ve modern sapmaları kuşatan en temel ve en yaygın sapma noktası ise, hevayı ilah edinen sekülerleşme, laiklik ve demokrasi putperestliğidir.

Geleneksel muhafazakâr kitleleri ve hatta Müslüman kesimleri demokratikleştirme ve laikleştirmede en etkili iktidar, suret-i haktan görünmesinden dolayı AKP iktidarı olmuştur. Bunu bizzat kendileri de itiraf etmiş bulunmaktadırlar: AKP kurucusu ve milletvekili Mehmet Ali Şahin’in “Dindarları biz laikleştirdik” dediği gibi bir sonuç oluşmuş ve “dindar muhafazakâr kitleler (büyük oranda) laikleştirilmiştir”. İşte M. Ali Şahin’in o sözleri: “Bir kere laiklik, devletin, herhangi bir dinin kurallarıyla yönetilmemesidir. Zaten İslam dininin muhatabı devlet değil, insandır. İslam insanı olur ama İslam devleti olmaz… Artık halkımızın cumhuriyetle, başta laiklik olmak üzere onun temel ilkeleriyle hiçbir sorunu yoktur… Büyük Atatürk, arkadaşlarıyla birlikte cumhuriyeti kurarken ve onun temel niteliklerini belirlerken son derece isabetli hareket etmiştir…”  “Benimki ‘tahkiki laiklik’tir, ‘taklidi’ değil. Tahkik ederek devletin laik karakter taşıması gerektiği sonucuna vardım ve bunu her yerde, en radikal uçların bulunduğu yerde söylerim. İtiraz eden olursa ona derim ki ‘söylediğin tipte bir toplumda herkes din adına birbirini keser. Yakın bölgemizde bunu görüyoruz. Bırak bunları.’ Genel Başkanım başta olmak üzere tüm arkadaşlarımın da bu düşüncede olduğunu görmekten memnuniyet duyuyorum.”[54]

AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Mahir Ünal da 10. 08. 2017 tarihinde "Kılıçdaroğlu’nun CHP’sinin ve kendisinin Mustafa Kemal Atatürk’le uzaktan yakından bir ilgisi yoktur… Atatürk’ün ortaya koyduğu ideali kim gerçekleştirmiştir diye dönüp bakın, AK Parti gerçekleştirmiştir." “Cumhurbaşkanımız devletin uzun yıllar mağdur ettiği Müslümanları, dindarları, öfkesi ve kızgınlığı artmış bir kesimi, sorunsuz bir şekilde rehabilite etti, sisteme dâhil etti."[55] Zaten Tayyip Erdoğan’ın, bölgeyi Batı seküler kültürü, küresel kapitalizm ve laiklik ile uyumlu “ılımlı İslam” anlayışı istikametinde dönüştürmek amacıyla uygulamaya konan BOP’un (Büyük Ortadoğu Projesinin) eşbaşkanı yapılmasının sebebi de, ülkede sağladığı bu dönüşümü Türkiye modelliği üzerinden bölgeye de yaymaktı. Filistin, Mısır, Tunus ve Libya başta olmak üzere bütün ülke ve bölge müslümanlarına laikleşmeyi “İslam ile bağdaştığı” iddia ve tahrifiyle ve “laikliğin demokrasinin güvencesi olduğu” yani “laiklik olmadan demokrasinin olamayacağı” doğru beyanıyla yaymaya çalışan AKP iktidarı bu konuda epey başarılı olmuş görünmektedir.

O halde, bugün kendini İslam’a nispet eden, ancak geleneksel ve modern iki ifsad kaynağı tarafından kuşatılarak İslâmî kimlik, değer, ölçü ve ilkelerden saptırılıp uzaklaştırılmış bulunan iyi niyetli ama bilmeyen topluma, Kur’an ve sünnete dayalı sahih İslam’ın tevhîdî mesajını, Allah’ın yardımını da hak ederek etkili biçimde ulaştırabilmek için, mutlaka iki ifsad kaynağından da, geleneksel ve modern cahiliyeden de açıkça ve net bir biçimde berî olmak, ayrışmak ve asla ikisiyle de yakınlık kurmamak, uzlaşmamak gerekmektedir. Davetçi mü’minler, bu iki ifsad kaynağına karşı da aynı derecede mesafeli, muhalif ve açık biçimde karşıt tutum içinde olmadıkça, kendilerince ürettikleri birtakım maslahatlarla birine ya da diğerine yakınlık kurmanın sağlayacağı kirlilikten uzaklaşıp arınmadıkça, bugünün toplumunun tevhîdî mesajla buluşmasına asla vesile olamazlar, olamamaktadırlar.  

Ancak maalesef, günümüzde tevhidi uyanış süreci bakıyesi grupların ve şahsiyetlerin çok büyük ekseriyeti bu bağımsız İslami kimlikli duruşu koruyamamışlardır. Büyük çoğunluk, kendilerince ürettikleri birtakım maslahatlar ve abarttıkları bazı “kazanım”lar uğruna ve İslâmi ölçülere aykırı bir duygusallıkla; bizzat kendisi laik-demokratik, ulusçu neo-kemalist ve kapitalist olan AKP iktidarının yanında yer almışlardır. Kimisi “demokrasiden başka çaremiz mi var?” diyerek, kimisi “demokrasiyi ödünç alıp kullanacağız” diyerek, kimisi de “demokrasi seçim yöntemidir ya da şûradır” hakikate aykırı söyleminin arkasına gizlenerek demokratik siyasete destekçi bir konuma savrulmuşlardır. Hâlbuki, demokrasi ideolojik boyutu olan bir kavram olarak, vahyin mutlak belirleyiciliğini reddederek insanın ve toplumların kendi hayatları üzerinde nihâi belirleyici olduğuna inanan, yani heva ve hevesi ilahlaştıran bir hayat tarzıdır. Müslüman zihin, siyasal alanda demokratikleşip hevayı nihai belirleyici yaptığında, zihne giren demokrasi kavramının dönüştürme etkisiyle, zamanla diğer hayat alanlarında da heva ve hevese tabi olmaya yönelir ve bütün hayat alanlarından vahyi dışlayıp hevasına tâbi olarak tam anlamıyla sekülerleşip yozlaşır. Yaşanan büyük yozlaşmanın sebebi, işte öncelikle bu zihinsel değişim, sonra da ahlaki dönüşüm ve bâtıla benzemedir.

Hâlbuki, Rasûlullah (s) Müslüman olmayanlara benzeme konusunda şöyle uyarmıştır: "Her kim, bir topluluğa benzerse o da onlardandır."[56] “Kâfirlere benzeyen, onları yüceltmiş, onlardan olmuş olur.[57] “(İnançta ve amelde) Bizden başkasına benzeyen Bizden değildir.”[58] Kur’an’da birçok âyette vurgulandığı üzere, Hak din olan İslam, bâtıla benzemek ve bâtıl ile iç içe geçen yönetimlerle birlikte olmak için değil, bâtılı zâil etmek, Hakk’ı bâtıla üstün kılmak, bâtılı yok edip Hakk’ı ikame emek üzere gelmiştir. De ki: ‘Hak geldi, batıl yok oldu. Şüphesiz batıl, yok olmaya mahkûmdur."[59] “Müşrikler istemese de O dini (İslam'ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidayetle ve hak dinle gönderen O'dur.”[60]

AKP iktidarı ise, bir yandan geleneksel kesimleri, “tasavvuf ve Osmanlı saltanat kültürüne” dayalı geleneksel cahiliye ekseninde yeniden inşa eden ve diğer yandan da toplumu geçmişe göre en fazla sekülerleştirip kapitalist tüketim kültürüyle yozlaştıran, laikleştirip demokratikleştirerek ve Hak ile bâtılı karıştırıp Hak diye sunarak bireyi, aileyi ve toplumu ifsad etmede zirveyi yakalayan bir iktidar olmuştur. Böyle olmasına rağmen, bu müfsid iktidara sözde tevhidî uyanış süreci bakıyesi olan bu kesimler, yukarıda belirtilen mesnetsiz ve delilsiz uyduruk düşünce ve “maslahat”larla yıllarca “aktif destekçilik” yapmışlardır. Bu sebeple de, Rasûllerin örnekliğinden kopmak suretiyle hem tevhîdî daveti yayma inisiyatifini kaybederek istikamet krizine sürüklenmişlerdir, hem de AKP yandaşı görünerek yıpranmaları sebebiyle davetin muhataplarının yaşanan büyük ifsaddan korunmalarına vesile olmak yerine tam tersine bu ifsadın daha etkili olmasına ve yaygınlaşmasına sebep olarak büyük bir vebalin altına girmişlerdir.

Böyle bir fecaatin gerçekleştiğini, söz konusu kesim içinde yer alan birçok öncü şahsiyet ve yazar da artık itiraf ve şikâyet etmeye başlamışlardır. Ama olan olmuş ve büyük bir yozlaşma Müslümanları kuşatmıştır. Mesela, uzun yıllar AKP destekçisi Anadolu Platformu çevresinin bir yazarı olan ve şimdi de AKP’ye eklemlenmiş çevrelere yakın duran, “İslamcı”lığı olumlu tanımlamadığı halde hâlâ AKP’yi de “İslamcı” olarak niteleyecek kadar İslam konusunda netlikten uzak olan Abdülaziz Tantik bile itiraf etmiştir: “İslamcılık muhalif bir hareketti ve devletle çok fazla örtüşmezdi. Ve hep eleştirel bir tavır takınırdı. O yüzden de sürekli kavgalıydı. AK Parti süreç içerisinde devletle İslamcılığın psikolojisini uzlaştırdı. Psikolojik olarak uzlaşınca devlet meşru bir zemine geldi. Devlet meşru bir zemine geldiyse ve ben de devlette artık görev alıyorsam, devleti de zihnimde meşrulaştırmışsam, doğal olarak o imkânları kullanmak gibi bir meşruiyet de kendiliğinden geliyor. Modernizmle birlikte zaten bir yozlaşma vardı. İslamcılık ya da bizim İslami davet dediğimiz gruplar, bu yozlaşmaya karşı panzehir olarak faaliyet gösteriyorlardı, ulaşabildikleri insanları o tip şeylerden koruyorlardı. Sonra bu gruplar da siyasal olana eklemlenince, bu sefer daha iyiye, daha güzele daha ahlaklı olana davet edecek bir zemin kalmadı. Yozlaşma diyelim ki yüzde 50 olacaksa, yüzde 80-90’a çıktı.”[61]

Abdülaziz Kıranşal ise, yaşanan büyük yozlaşmayı ibret verici bir içerikle özetlemiş. Son derece isabetle vakıayı yansıtan bu doğru tespitleri olduğu gibi alıntılamak istiyorum:

“Uzun bir nöbetti bizimkisi… Ümmetin umudu olmak için çıkılan uzun ve zorlu bir yolculuğun nöbeti… Şehir şehir, mahalle mahalle, ev ev tutulacak bir nöbet... Kimimiz terk etti tepeyi, ganimetlerin peşinden koşup gittik. Ne zafere ulaşabildik, ne de ganimet toplayabildik… Ne evlerimizi koruyabildik, ne şehirlerimizi, ne de nesillerimizi... Tüm tepeleri kaybettik… Kimimiz karaya çıkınca Allah’ı unuttu... Ne gemide verdiğimiz sözü tutabildik ne de karada adam gibi durabildik… Kimimiz bahçe sahiplerinin imtihanına tutuldu… Kimse görmeden toplayacaktık mahsulümüzü. Büyük bir musibete duçar olduk. Ne mahsul toplayabildik, ne de kimse gördü bizi… Her şeyimizi kaybettik… Kimimiz amansız bir “vehn” hastalığına yakalandı bu yolda… Dünya sevgisi ve ölüm korkusu kapladı yüreklerimizi. Yürürken mal, makam, şan, şöhret, güç, kuvvet ne varsa topladık yoldan. AVM’lerin, lüks İslami otellerin, milyarlık iftar sofralarının pençesinde tükenip gittik… Dünya selinin önünde sürüklenen çer çöp gibi olduk… Allah düşmanımızın kalbinden söküp aldı korkumuzu… Dünyalık kazanımlarımızı kaybetmeme adına, ahiretimizi kaybettik…

“Kimimiz Tâlut ordusunun imtihan edildiği nehirle imtihan edildi yolda… Bir avuç içmemiz gereken nehirden kana kana, tıksıra tıksıra içtik... Ne sabit kalabildi ayaklarımız, ne de gökten sabır yağdı üzerimize… Dizlerimizin bağı çözüldü… Bizim bu zalimlerle, bu kalabalıklarla başa çıkacak takatimiz yok, biz bu medeniyet karşısında yenildik demekten başka bir şey gelmedi elimizden… İzzetimizi kaybettik… Onurumuzu kaybettik… Kimimiz Samiri’lerle karşılaştı yolda… Buzağıların peşine takılıp gittik… Sahte böğürtülerin, göz kamaştıran parıltıların büyüsüyle yoldan çıktık. Yola çıktıklarımızı, yolda bulduklarımızla değiştirdik. Düşmanlarımızı yakın, dostlarımızı uzak tuttuk. Yakınlaşan düşman dost olmadı amma uzaklaşan dostlarımızı düşman ettik sonunda… Kardeşliğimizi kaybettik…

“Kimimiz Züleyha’lara rastladı yolda… Nefsimizin ardına düşüp gittik. Ne Yusuf olabildik ne de ben Allah’tan korkarım dedik… Zindanlar bize göre değildi, yırtılmasına bile fırsat vermeden çıkarıp attık gömleklerimizi… Apart dairelerin tek odalarında, gizli nikâhlarla ve sonu gelmez yalanlarla tükenip gittik… Ahirete bir şey bırakmadan ne varsa yaşadık bu dünyada… İffetimizi kaybettik…

“Kimimiz Salebe’lere katıldı yolda… Dava için çıktığımız yolda davarların peşine takılıp gittik. Vadi dolusu mallar doyurmadı gözümüzü… Tırnaklarımızla kazanmıştık her şeyi… Allah’ın verdiğini itinayla esirgedik onun yolundan… Daha çok biriktirdik, biriktirmekten vakit bulamadık dağıtmaya, her şeyi anladığımız zaman dağıttığımızı kabul edecek kimse kalmamıştı yanımızda… Şuurumuzu kaybettik… Kimimiz Kuzman’lara dönüştü yolda… Nice Uhud’lar gördük amma, desinler, görsünler, bilsinler, sevsinler, övsünler diye savaştık… Reklamcılık kapladı tüm benliğimizi… Şan ve şöhretin ardında eriyip gittik… Canımız dâhil her şeyimizi verdik ancak ne şehit olabildik sonunda, ne de kimse övdü bizi… İhlâsımızı kaybettik… Allah’ın rızasından başka kaybedecek bir şeyi olmayanlardık yolun başında… Şimdi ellerimizde kaybetmekten korkacağımız çok şey var amma her şeyimiz olan “o bir şeyi” kaybettik sonunda…”[62]

İşte bu büyük yozlaşma, dünyevileşip sekülerleşerek, hevayı esas alıp demokratikleşme sürecinde zihnî ve ahlâkî dönüşüm yaşayarak, zevklerin, hazların, hırsların, servet, şöhret ve servetin, makam, mevki sahibi olmanın, mal, mülk biriktirmenin peşinde savrularak İslami kimlik ve ilkeleri terk edenlerin serüvenidir. Topluma Kur’an mesajını tebliğ edecek mü’min davetçilerin, demokrasi ve laik siyaset karşısında net bir karşı tavır ve bağımsız İslami kimlikli muhalif bir duruş sergilemek konusunda zaaf göstermeleri, üstelik laik demokratik siyasete aktif destekçi olmaları, hem demokratik siyasete toplum nezdinde meşruiyet sağlayarak toplumun en fazla şirke sürüklendikleri sapma alanında daha da mutmain olarak kalmalarına yol açmıştır. Hem de tevhîdî uyanış süreci kesimlerinin de bir kısmının zamanla yaşadıkları gibi inanmaya başlayarak sapmalarına, büyük çoğunluğun da en azından kirlenmelerine sebep olmuştur.

 

İnsanların Peygamberlere İhtiyacı

Nübüvvet, insanın yeryüzündeki konumunu, görevlerini, geliş yerini ve varacağı yeri, gücünü ve kapasitesini gösterir, öğretir. Bu durum, insanlık için bir okul gibidir. Hayatın nasıl yaşanacağını insan bu okulda öğrenir. Nübüvvet, insanlar için bir "örneklik" kurumudur. İnsanın Allah karşısındaki konumunu bu kurum tanıtır. İnsanın nasıl olması gerektiğini bu kurum canlı örnekler halinde ortaya koyar. Vahy, insanları hayal olan bir hayata değil, önlerinde canlı olarak kendi cinslerinden (beşer) peygamberlerin gösterdiği somut örneğe dâvet eder.

İnsan, fıtrattan/yaratılıştan getirdiği birtakım duygulara sahiptir. İrâdesiyle bu duygularını istediği gibi yönlendirir. Kendisine verilen nefis, iyi şeyleri de isteyebilir; kötü şeyleri  de.  Toplu olarak yaşayan insanlar belli kurallara bağlı olmazsa; huzur olmaz, haklar yerini bulmaz. İnsan, tutkularının esiri olarak haddi aşabilir, mal ve dünyalığa haksız yere sahip olmak isteyebilir, diğer insanlara hükmetmek, onları sömürmek isteyebilir. Bu aşırı davranışlar ise insanlar arasında düşmanlığa ve huzursuzluğa sebep olur. Bu karışıklığın çaresi topluma adâletin yerleştirilmesidir. Peki bu nasıl olacaktır ve bunu kim gerçekleştirecektir?

Adâletin sağlanması için birtakım ölçülere, kurallara ve prensiplere ihtiyaç vardır. Bu ölçüleri koyan, insan mı olmalı, yoksa insandan daha farklı bir üstün güç mü? Bu ölçüleri insan kendisi koyarsa, şu ihtimaller akla gelebilir: Bu ölçüleri koyan, diğer insanlar üzerinde haksız, bazen de sınırsız otorite kurar. Ölçüyü koyanlara, kendi  koydukları ölçü genellikle uygulanmaz. Konulan ölçülere uymak zorunda olanlar arasından daha güçlü birisi çıkar, o ölçüleri tanımaz ve kendisi yeni ölçüler koymak ister. İnsanlar hiç bir zaman mutlak adâlet ölçülerini bulamazlar. Çünkü insanın zayıf tarafları ve kapasitesinin yetersizliği söz konusudur.

İnsanlar için ölçü koyan öyle birisi olmalı ki, bütün bu sorunlar olmasın. O, insanı tamamen bilen ve insandan güçlü biri olsun. Ölçüye uyanlara mükâfat, uymayanlara ceza verebilsin. Gücü ve kudreti tartışılmaz ve hükmünde asla yanılmasın. Hiçbir noksanı bulunmasın, mutlak ve gerçek adâlet sahibi olsun. Böyle birisi elbette insanlar arasından çıkmaz. Bu sıfatları ancak âlemlerin rabbi Allah taşımaktadır. O Allah, insanın dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayacak İlâhî prensipleri, yeryüzünün halifesi olarak yarattığı insanlar arasından seçtiği peygamberleri aracılığıyla bildirmektedir. 

Peygamberlik kurumu olmasaydı, şüphesiz insanlar doğru yolu bulamazlardı. İnsan, beşer olması dolayısıyla kendi aklı ve irâdesiyle nasıl hareket edeceğini, nasıl kulluk yapacağını bilemez. Üstelik zayıf tarafları vardır, hırs ve aşırı isteklere sahiptir. Bu şekilde yaratılan insanın sürekli "irşâd" edilmesi gerekir. Kendisine doğru yol gösterilmeli, iyi ve kötü şeyler anlatılmalı, fenalıklardan sakındırılmalı, hayırlı olan şeylere ve kulluğa teşvik edilmeli. İnsana, hiç şaşırmayacağı, mutlak doğru olan prensipler verilmeli. Peygamberler bu anlamda insanları irşâd eden mürşidlerdir. Öyleyse nübüvvet, İlâhî irşâd kurumudur.

Risâlet veya nübüvvet, Allah’ın insana olan rahmetinin bir tecellisidir. Başıboş bırakılan insan tek başına, ne hidâyeti ne de güzel davranışları bulabilir. İnsan, kendi kendine İlâhî güzelliklere ulaşamaz. Yaratılışı gereği bir rehbere, üstün nitelikli bir imama/öndere muhtaçtır. Peygamberler, bu mânâda insanların önderleridir.

Peygamberler, yeryüzünde canlı vahiylerdir. Allah’ın kullarından istediği insan tipinin somut örnekleridir. Risâlet/peygamberlik görevi çalışılarak, okuyarak elde edilebilecek bir makam değildir. Allah (c.c.) kulları içerisinden üstün niteliklere sahip kimseleri elçi olarak seçer ve onlar vasıtasıyla insanlara mesajını gönderir. Elçilerinin diğer insanları vahiyle terbiye etmesini ister.

Son Rasûl de diğer şerefli elçiler gibi, yalnızca mektup getiren postacı benzeri,  yani sadece mesajı (vahyi) getirip haber veren kimse değildir. O, vahyi getirip haber verir, onu tebliğ etmek için çaba sarf eder ve o vahyi bizzat uygular. Daha doğrusu vahyin hedefini bizzat yaşayarak gösterir. Mü’minler O’na bakarak müslümanlığı nasıl yaşayacaklarını ve Allah’ın kendilerinden ne istediğini öğrenirler. Rasûl, Allah’ın mesajını insanlara ulaştırırken her türlü eziyet ve sıkıntıya göğüs gerer. Gerekirse vahyin düşmanları ile mücâdele de eder.

Peygamberler, insanlar arasında en emin/güvenilen insanlardır. Ahlâk ve davranış bakımından üstün özellikleri vardır. Onlarda herhangi bir ahlâk düşüklüğü, çirkin bir davranış veya günah işlemek yoktur. Onlar Allah’ın vereceği mükâfâtın müjdecisi, azgınlara vereceği cezanın da korkutucusudurlar (beşîr ve nezîrdirler).[63]İnsanların sorunları ancak onların getirdiği ölçülerle çözülebilir. İnsanlık ancak onların getirdiği mesaj ile gerçek huzura, insanlığa ve kurtuluşa ulaşabilir.

Dünya hayatını nasıl yaşayacağımız konusundaki prensipler Allah tarafından, peygamberleri ile bize bildirilmeseydi, insanların hepsi bugünkü İslâm dışı görüşlere sahip olanlar gibi; kendi kafalarına, yani kendi hevâlarına uyacaklar ve sayısız uydurma dinlerin peşinden gitmek zorunda kalacaklardı.[64]

Peygamberlerin Gönderiliş Gâyeleri

1- Allah'a Dâvet:İnsanoğlunun dünyaya gönderilmesindeki asıl gâye, Kur'an'ın da bize bildirdiği gibi, Yaratıcı'sını tanıyıp O'na hakkıyla kulluk etmektir. "Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk/ibâdet etsinler diye yarattım."[65] İşte peygamberlerin gönderiliş sebeplerinin başında, bu kulluğun nasıl yapılacağı, en açık bir şekilde insanlara öğretmek gelmektedir. Aslında Allah'a inanmak, her doğan insanın fıtratında var olan bir gerçektir.[66] Her insan, fıtratında, kendinden yüce, güçlü ve kuvvetli birine inanmayı ihtiyaç olarak hisseder. Bazıları bu yüce varlığı, “tabiat güçleri” olarak algılarken, diğer bazıları, kendi elleriyle yapıp taptıkları “put” olarak telakki eder. Gönderilen her peygamber, kendi kavmini bu yüce gerçeğe dâvet etmiş, onlara, inanılması gerekli olan Zât'ı bildirmiştir. "Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona; 'Benden başka ilâh yoktur; o halde Bana kulluk edin' diye vahyetmiş olmayalım."[67]; "Andolsun Biz, 'Allah'a kulluk edin, tâğuttan sakının' diye (emretmeleri için) her kavme bir peygamber gönderdik."[68]

 

Tarih de açıkça ortaya koymuştur ki, insan, tek başına doğru bir şekilde Yaratıcı'sını tanıyamamakta, O'na kulluk yollarını bilememektedir. Gönderilen peygamberler arasındaki devrede bile insan, pek çok bâtıl ve hurâfelere tapmış, herhangi bir fayda ve zararı olmayan putlara, cansız varlıklara, yıldızlara vs. ibâdet etmiştir. Gönderilen her peygamber, ümmetini Allah'a dâvet etmiş, bu konuda büyük gayretler sarfetmiş, onlara gerçek Mâbud'u anlatmıştır. Bütün peygamberler, hayatları boyunca bunun mücâdelesini vermiştir. Hz. Nûh'un 950 sene gece-gündüz, gizli-açık bir şekilde, bütün yolları deneyerek kavmini hidâyete çağırdığını, ancak toplumun buna yanaşmadıklarını[69] örnek verebiliriz.

2- Allah'ın Emirlerini Tebliğ: Peygamberlerin gönderiliş amaçlarından bir diğeri, dini tebliğdir. Eğer onlar gelmeseydi biz,  ibâdete ait meseleleri bilemez, Allah’ın emir ve yasaklarını hiçbir zaman alamaz ve mükellefiyetlerimizi kavrayamazdık. Namaz, oruç, zekât, hac gibi görevlerimizi; içki, kumar, zina, ihtikâr/karaborsa ve faiz gibi haramları bilemezdik. Bütün bunları ve bunlara benzer birçok meseleleri peygamberler vâsıtasıyla öğrenmiş bulunuyoruz.

Hayat ve medeniyetle beraber insan düşüncesinin de ilerlediği öne sürülür. Asırlar içerisinde ve nesiller boyunca insanda meydana gelen değişikliğe rağmen, ilk insanla bugünkü insan, insan olma bakımından müşterek, hatta aynı mâhiyete sahiptir. İlk insanlarla günümüz insanının ortak ihtiyaçları ve ortak kaderleri vardır. İnsanda değişmeyen bu ihtiyaçların çözümü için, insanlığın ebedî kurallara bağlanması ve öyle tanzim edilmesi bir zarûrettir. Bu ihtiyacın, durmadan değişen ve olgunlaştığı kabul edilen akıl ve ilim yoluyla değil; mutlak ve ebedî esaslara sahip olan din yoluyla tanzim edilmesi gerekmektedir.

İlâhî emir ve yasakları insanlara ulaştıracak bir insana ihtiyacın varlığı inkâr edilemez. Ve aynı zamanda bu elçinin bir insan olması da gereklidir. Allah da bu elçileri insanlardan seçmiştir. Seçilen bu peygamberler, bu yüce görevi tamamen yerine getirmiş, hiçbiri insanları Allah'a dâvetten geri kalmamışlardır. "O peygamberler ki Allah'ın emirlerini insanlara tebliğ ederler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar."[70]; "Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu hidâyete erdirmez."[71]

3- İnsanları Doğru Yola Dâvet: İnsan, kendisinde bulunan birtakım özelliklerden dolayı, zaman zaman "sırât-ı müstakim" dediğimiz, doğru  yoldan  sapabilir.  Ancak  ona,  bu  sapmasını haber vererek, onun yeniden fıtratına dönmesine, iyilikleri yakalayıp onları işlemesine yardımcı olacak birtakım uyarıcılar gelmiştir. İşte bunlar, Allah'ın kendilerini seçip görevlendirdiği peygamberlerdir. Evet, gelen her peygamber, etrafındaki insanları uyarmış, yanlış yolların kötülüğünü izah etmiş, onları sırât-ı müstakime yönlendirmeye çalışmıştır. "Elif Lâm Râ. (Bu Kur'an,) Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan nûra/aydınlığa, yani her şeye gâlip (ve) övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır."[72]

4- İnsanlara Örnek Olmak: Peygamberlerin gönderiliş gâyelerinden birisi de, her konuda insanlara örnek olmalarıdır. Nebîlerin fıtratları temiz, rûhî yönden pek yüksek, irâdeleri ise, çok güçlüdür. Kur'an da Rasûlullah'a, diğer peygamberlerin yolunu takip etmesini emretmekle, aynı zamanda diğer insanları da bu konuda uyarmıştır. "İşte o peygamberler, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy!"[73] Buradan da, her konuda peygamberlere uymanın ve onları örnek almanın, insanlar için bir emir olduğunu anlıyoruz.

Her şeyden önce, peygamberlerin kendi hayatları, hakikaten çok büyük bir ahlâkî temizlik ve dürüstlük örneğidir. Bunlar, insanlara dinî ve ahlâkî hakikatleri bildirmekten, onlara her bakımdan faydalı olmak ve hizmet etmekten başka bir şey düşünmemişler, hiçbir menfaat hırsı gütmemişlerdir. Onların hayatlarını ve davranışlarını düşünürken, insan gerçekten heyecan duymaktadır. Sonra onların din ve ahlâk namına getirdikleri ölmez prensiplerin doğruluğu, asırlar sonra dahi meydandadır. Kur'an, "onların hepsi de sâlih kimselerdendi."[74] demekle, peygamberlerin bütünü hakkında değer hükmünü bildirmiştir.

Allah, olgunluk ve fazilette, onları birer örnek ve numûne kılmıştır. Çünkü onlar, akıl yönüyle mükemmel, hedef ve yöneliş yönüyle tertemiz, şeref ve rütbe yönüyle de bütün insanlardan üstündürler. "Andolsun, size, Allah'ı ve âhiret gününü umanlara ve Allah'ı çokça zikredenlere Allah'ın rasûlü'nde güzel bir örnek vardır."[75] Peygamberler, bütün insanlık için, en güzel birer önder, en güzel birer örnektirler. Herkes, onlara uymak ve onların metodlarını tâkip etmekle yükümlüdür.

5- İnsanları Bâki Âleme Yönlendirme: İnsanoğlu, yaratılışı gereği dünyaya karşı aşırı bir şekilde sevgi beslemektedir. Hz. Peygamber'den rivâyet edilen şu hadiste de, onun bu yönüne dikkat çekilmiştir: "Şâyet insanoğlunun bir vâdi dolusu altını olsa, yine o, iki vâdi dolusu olmasını arzu eder. İnsanoğlunun ağzını (aç gözlülüğünü) topraktan başkası doyurmaz."[76] Âhiret hayatı, peygamberler olmaksızın aklın hakikatini anlayamayacağı, gaybe âit işlerdendir. İşte peygamberler, devamlı olarak dünyaya meyilli olan insanları, bu âleme doğru yönlendirmeye çalışmışlardır.

Kur'ân-ı Kerim'in pek çok âyetinde, dünya hayatının bir aldanma metâı olduğu,[77]insanlar için çok süslü gösterildiği,[78] oyun ve oyalanmadan ibaret olduğu,[79] dünyadaki nimetlerin geçici olup asıl bitmeyen ve tükenmeyenlerin âhiret yurdunda olacağı[80] üzerinde durulmuştur.

Günümüzde şu gerçeğin görülmemesi mümkün değildir: Âhiret inancının olmadığı toplumlarda, huzur ve mutluluktan söz etmek hiç de kolay değildir. Zira insanoğlunun hemen yarısını teşkil eden çocuklar, yalnız cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere karşı dayanabilirler ve bu ümitle sevinçli bir şekilde yaşayabilirler. İnsanlığın azımsanamayacak bir bölümünü teşkil eden ihtiyarlar, uhrevî hayatla yakınlarında bulunan kabre karşı tahammül gösterebilirler. Toplumun önemli bir kesimini  oluşturan  gençler,  delikanlılar  aşırı  bir  şiddette olan duygularını, nefislerini, hevâ ve isteklerini; tecavüzlerden, zulüm ve haksızlıklardan, ancak cennet düşüncesi ve cehennem korkusuyla dizginleyebilirler. Böyle mutlu bir toplumu da ancak, getirmiş oldukları prensiplerle insanları istikamete götüren peygamberler kurabilmişlerdir.

6- Dünya-Âhiret Dengesini Sağlama: Peygamberler, dünya ve ukbâ dengesini kurmak için gelmişlerdir. Onların getirdiği muvâzene/denge ile insanoğlu, ifrat ve tefritten kurtulacak ve istikameti bulacaktır. Ne papazlar ve ruhbanlar gibi bütün bütün dünyayı terkedip manastırlara çekilme, ne de her şeyiyle dünyaya dalıp ona kul-köle olma değil; sürekli orta yolu bulma ve yaşama ki, bu da ancak vahyin aydınlık dünyasında elde edilebilecek bir nasiptir. Yoksa akıl ve vicdanla böyle bir denge kurulamaz.

İslâm'da insanın dünyadan tamamen çekilmesi ve kendini sadece namaza oruca vermesi istenmediği gibi; aynı zamanda kendini tamamen maddeye kaptırıp onun arkasından devamlı koşması da tavsiye edilmemiştir. Bilakis, dünya-ukbâ uygunluğu, dünyanın âhirete bir tarla kılınması tavsiyesinde bulunulmuştur. Mü'minin dünya ve âhiret mutluluğunu beraber istemesi,[81] Karun gibi sadece dünyaya takılıp kalınmaması,[82] ama bununla birlikte, çeşitli nimetlerden istifade edilebilmesi[83] de, yine İslâm'ın, dolayısıyla bütün peygamberlerin prensipleri arasındadır.                

7- İtiraz Kapısını Kapatma: Peygamberlerin gönderiliş sebeplerinden biri de, insanların âhirette Allah'a karşı herhangi bir itirazlarının olmasını önlemektir. "Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler (gönderdik) ki, insanların, peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah azizdir, hakimdir."[84] Yani iman ve itaat edenlere, âhirette ecir ve sevap ile müjde vermek; küfür ve isyan edenlere, cehennem azâbını haber verip çekindirmek üzere elçiler gönderilmiştir ki, azâbı gördükleri zaman mâzeretleri kalmasın: "Eğer Biz, bundan önce onları helâk etseydik, muhakkak ki şöyle diyeceklerdi:  'Ey Rabbim! Bize bir peygamber gönderseydin de, şu aşağılığa ve rüsvaylığa düşmeden önce âyetlerine uysaydık!"[85] Peygamber gönderilmemiş olsaydı, demek ki insanlar, bunu bahane edeceklerdi: "Vaktiyle bize bunları bildirseydin, hükümlerini, şeriatını, kanunlarını bildiren bir peygamber gönderseydin de, bilmediklerimizi öğrenip onlara tâbi olsaydık ve felâketler başımıza gelmeseydi ne olurdu; bize bir elçi gönderseydin de böyle alçak ve rezil olmadan önce, senin âyetlerine uysaydık" diyebileceklerdi. İşte bu mâzeret kapısını Allah, peygamber göndermekle kapatmıştır.

Kıyâmet gününde Allah, bütün insanları toplayacak, her peygamberi de aynı zamanda kendi ümmetine tebliğde bulunduğuna dair şâhit olarak getirecektir: "Kıyâmet gününde, her ümmete bir şâhit getirdiğimizde halleri ne olacaktır? O gün, inkâr edip peygambere isyan edenler, yerle bir olmayı isterler. Allah'tan hiç bir sözü gizleyemezler."[86] Yine onlar, kıyâmet gününde, cehenneme atılmadan önce, o korkunç âkıbete götürülürken, kendilerine işlemiş oldukları suçlardan sorulur da, onlar, bunu itiraf ederler: "Cehennem, öfkeden parçalanacak bir hale gelir. Cehenneme her topluluk atıldığında, zebâniler onlara: 'Size bir uyarıcı gelmemiş miydi?' diye soracaklardır. Onlar da: 'Evet, uyarıcı gelmiş, fakat biz yalanlamıştık ve Allah hiçbir şey indirmedi; siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz' demiştik diye cevap verirler. 'Eğer dinlesek veya düşünseydik, alev alev yanan cehennemin ehlinden olmazdık' derler. İşte böylece günahlarını itiraf ederler. Kahrolsun alev alev yanan o cehennem ehli!"[87]

Her peygamber, insanları inandırmak ve inanmayanların da bahanelerine meydan vermemek için bazı mûcizelerle gelmiştir. Artık bundan böyle kimsenin itiraza hakkı yoktur. Allah, inanmamızı istediği hakikatleri, peygamberleriyle gâyet açık bir şekilde gözler önüne sermiştir. Zaten bu da, onların gönderiliş gayelerinden biridir. Ayrıca önemli bir nokta da, Allah, "Biz, peygamber göndermedikçe azab edici değiliz."[88] buyurmaktadır. Demek ki, peygamberler gönderildiği için mizan ve terazi kurulacak ve kimsenin mâzeretine (daha doğrusu bahanesine) bakılmadan herkesin hesabı sorulacaktır.

8- İnsan Fıtratına Uygun Olan Gerçek Din Duygusunu Öğretme:  İlk insanla beraber ortaya çıkan Hak din, çağlar boyunca inanların rûhunu tatmin etmiş, meraklarını gidermiştir. Dinin bu vasfı, kaynağının sağlamlığındandır. Günümüz dünyasında da, bütün eski dönemlerde olduğu gibi, insanların büyük çoğunluğu Allah'a inanmakta ve tüm varlıkları O’nun eseri olarak kabul etmektedir. Din, insanlığın en önemli gereksinimlerindendir.

İnsanlar, İlâhî ve uhrevî hakikatleri, kendi akıllarıyla idrâk edemezler. Zira aklın kapasitesi sınırlıdır. Akıl, insanları çeşitli yollara götürebilir. Büyük hakikatlere dair söz söylemek iddiasındaki filozofların, insanlığa ne kadar değişik, hatta birbirini yalanlayan, zıt yollar çizdikleri bilinir ve bilinmesi gerekir. Allah, lütfu ile zaman zaman yeryüzünün çeşitli bölgelerinde, İlâhî tebliği alıp kavimlerine ulaştıracak insanlar seçmiştir. Zira, hayatın, yaşayış tarzının, İlâhî tâlimata göre tanzim edilmesi gerekmektedir. İnsan fıtratı da, bu evreni var eden bir yaratıcıya ibâdet etmekle donatılmış gibidir ki, bunu, Kur’ân-ı Kerim, şu âyetiyle kullara ifade etmektedir: “Sen, yeryüzünü, hanîf (tevhid eri, Allah’ı birleyici) olarak dine, yani Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise o fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.”[89]İnsanlar, fıtraten sağlam, fikir ve düşünce yönüyle düzgün oldukları müddetçe, dine yönelmeleri devam edecektir. Çünkü insanın duygu ve düşüncelerinin yöneldiği en kıymetli şey, dindir. Aynı zamanda onu, diğer yaratıklardan ayıran en belirgin öge de din ve onu yaşamadır. İşte peygamberler de, insanların muhtaç oldukları gerçek dini getirerek, onların bu ihtiyaçlarını en güzel bir şekilde karşılamışlardır.

9- İnsanlara, Doğru Kuralları Gösterme: Nübüvvet görevlerinden birisi de, Allah’tan almış oldukları dosdoğru kurallar vasıtasıyla, hem bu, hem de öbür dünyada insanları saâdete götürecek, faziletli davranışlara yönlendirmektir. İnsanların tek başlarına, iyi şeylerin tamamını kavrayıp onların gerektirdiği doğrultuda hareket etmeleri söz konusu değildir. Zira insanların arzu, istek ve menfaatleri farklı farklıdır. Buna en büyük delil, bugünkü dünyanın içinde bulunduğu durumdur. Pek çok zulüm işlenmesine, haksızlıklar yapılamasına, insan hakları çiğnenmesine rağmen birçokları, medeniyetin zirvesinde olduğunu pek rahat bir şekilde söyleyebiliyorlar. İşte bundan dolayıdır ki, peygamberlerin risâleti, toplumu düzeltip insanları Allah'a kul olma noktasına getirecek kuralları açıklamak ve yine toplumu felâkete sürükleyip Allah’ın gazabını gerektirecek, kötü hareketlere dikkat çekmektir.

Kur’ân-ı Kerim’i incelediğimizde, her peygamberin, kendi dönemindeki insanları doğruya sevk edip, kötü şeylerden sakındırdığını görürüz. Hz. Nûh, insanları putlara tapmaktan sakındırmış, tutmaları gereken yolu göstermiş,[90] Hz. İbrahim, kavmiyle büyük mücâdeleler vermiş, akıl yönünden değişik metodlar kullanarak doğruları göstermeye çalışmış,[91] Hz. Sâlih, kavmini kötü şeylerden ve kötü kimselere uymaktan sakındırmış,[92] Hz. Lût, kavmi arasında yaygın olan livâtadan (homoseksüellikten)  vazgeçirmeye çalışmış ve bu uğurda çetin mücâdeleler vermiş,[93] Hz. Şuayb, ölçü ve tartıda eksiklik yapan kavmini bu davranışlarından caydırmaya uğraşmıştır.[94] Netice itibariyle her peygamber, kavmiyle buna benzer nice mücâdelelerde bulunmuştur. "Şüphesiz her ümmete bir peygamber gelmiştir. Peygamberleri geldiğinde, aralarında  adâletle hümolunur. Onlara  asla  zulmedilmez."[95]"Muhakkak ki Biz, peygamberlerimizi açık delillerle/mûcizelerle gönderdik. İnsanlar, aralarında adâleti hâkim kılsınlar diye, o peygamberlere kitap ve ölçü/nizam indirdik.”[96]

10- Ahlâk Eğitimini Gerçekleştirme: İnsan için hem iyilik, hem de kötülük yolu açıktır. “Biz, ona her iki yolu da (hayır ve şerri) göstermedik mi?”[97]; “Gerçekten de nefis, kötülüğü emreder.”[98] Ancak insan, arzu ve isteklerini yönlendirme, sınırlama ve frenleme gücüne sahiptir. “Rabbinin azametinden korkup kendini şehevî arzulardan koruyana gelince, onun da varıp kalacağı yer mutlaka cennettir.”[99] Fakat her insan, nefsine hâkim olamayabilir. Demek ki insanda, bir şeyi emreden veya yasaklayan gizli bir güç vardır. Kötülüklere karşı insanı dizginleyen en önemli faktör, Allah'a inanma ve yaptıklarının hesabını verme düşüncesidir. Ahlâk eğitimi de diyebileceğimiz bu davranışları en iyi, peygamberler vermiştir. Onlar, getirdikleri kanunlarla,insanlar arası münasebetleri en iyi bir şekilde ayarlamaya çalışmışlar, onları güzel ahlâka yönlendirmişler ve bu konuda en güzel birer örnek olmuşlardır. Kur’ân-ı Kerim de, peygamberimizin bu yönüne dikkatleri çekmiş, O’nun yüce bir ahlâkla yaratıldığını vurgulamıştır.[100] Ayrıca peygamberimiz de, kendisinin, “güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildiğini”[101] ifade etmiştir.[102]

 

Peygamberlerin Dâvetlerinin Özellikleri

 

1- Rabbânîlik: Kur’an’da peygamberlik, Allah’ın kulları arasından seçtiği şahıslara verdiği bir lütuf ve rahmet olarak takdim edilir. İnsanların kendi istek ve çabalarıyla bu unvânı elde etmeleri mümkün değildir. Peygamberlerin, Allah tarafından bu görev için tercih edildiğini,[103] onların seçkin[104] kişiler olduğunu belirten âyetlerin yanında; Allah’ın, peygamberliği dilediği kimselere vereceğini ifade eden âyetler de vardır.

Hiçbir peygamber, düşünüp taşınıp kendi aklına göre, “şöyle bir sistem ortaya koyayım” diyerek işe başlamamıştır ve başlamaz. Doğrudan doğruya Allah, insanlar içinden bir kimseyi peygamber yapmayı diler. Vakti gelince, tamamen peygamberlik için yaratılmış bu seçkin insana, peygamberlik vazifesini duyurur, o da peygamberliğini ilân eder. Nübüvvet, Allah’ın istediğine verdiği bir görevdir. O, ne akıl, ne çalışma, ne çok ibâdet ve ne de verâset yoluyla ulaşılacak bir şeydir. Onların getirmiş olduğu her şey, vahiyden ibarettir. Onlardan her biri, şöyle der: “Ben yalnızca bana vahy olunana uyuyorum.”[105]

Bulundukları çevre şartları, ekonomik ve sosyal hâdiseler, onların konumlarını asla değiştiremez. Onlar, bildikleri yolda hedeflerine varmaya çalışırlar. Vazifelerini yaparlarken de, muhâtaplarının kabul veya reddi onları pek bağlamaz. Onların vazifesi, sadece tebliğ edip anlatmak ve İlâhî emirleri tatbik etmekten ibarettir. Muhâliflerin dedikleri, söyledikleri veya yaptıkları, onların tavırlarını değiştirmez. Mesajlarını, çarpıtmadan, eğip bükmeden net bir şekilde toplumlarına iletirler. Dâvâları adına tâviz vermeleri, kat’iyyen düşünülemez. “Ayı bir eline, güneşi diğer eline koysalar, peygamberler, bu dâvâlarından kesinlikle vazgeçmezler.”

 

2- Tevhide Çağrı:  Bütün peygamberlerin tebliğ ettiği din olan İslâm’da temel nokta, tevhid bayrağı altından toplanmaktır. Bunun da esası, kelime-i tevhiddir. “...Yalnız Allah'a kulluk edelim ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayalım...”[106] Bütün peygamberlere baktığımızda, hepsinin temel gayeleri olan, insanları Allah’ın varlığına ve  birliğine  çağırdıklarını görürüz. Her peygamber, çevresindekilere şunları söylemiştir: “Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur.”[107

Bütün peygamberlerin dâvetlerindeki esas tema, temel vurgu, insanları sadece Allah'a kulluğa ve O’na inanıp teslim olmaya yöneliktir. “Andolsun Biz, her ümmet/millet içinde; ‘Allah'a kulluk edin; tâğuttan (ona itaatten) kaçının’ diyen bir rasûl gönderdik.”[108] Bunlardaki söz birliği ve hepsinin tevhid hakikatiyle gelmesi de, yine peygamberlik kurumuna ait bir özelliktir. Onun içindir ki, Allah Rasûlü: “Ben ve benden evvel gelen bütün peygamberlerin söylediği en faziletli söz: ‘Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke lehû”(Bir tek olan ve hiç ortağı bulunmayan Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur) sözü  veya bu anlama gelen sözdür.”[109] buyurmuştur.

 

3- Ücret İstememe: Peygamberlerin, yaptıkları hizmetler karşılığında insanlardan hiçbir beklentileri yoktur. Diğer insanların böyle bir şeyi arzulamaları mümkün olabilir. Ancak Kur’an, peygamberlerin böyle bir istekte bulunmadıklarını söylemektedir. Onlardan her birinin, bu konudaki yegâne sözü: “Ben sizden hiçbir ücret/karşılık istemiyorum. Benim ücretim/mükâfatım ancak Allah'a aittir.”[110] cümlesi olmuştur. Onlar, bunun karşılığını Allah’tan beklerler. Nasihatleri ve irşadları karşılığında, insanlardan bir övgü de beklemezler. Yegâne istekleri, Allah rızâsı ve âhiret sevabıdır.

 

4- Kavimlerinin Diliyle Gelme: Allah, insanlara olan merhametinden dolayı, gönderdiği her peygamberi, insanlar ondan, anlaşılması gerekli olan şeyleri kolaylıkla kavrayabilsinler ve anlasınlar diye, kendi kavminin diliyle göndermiştir. Allah’ın âdeti, sünneti böyledir. Öteden beri, her peygamber, gönderildiği ümmetin ve özellikle içlerinde oturduğu topluluğun dili ile gönderilmiştir. Tâ ki, tebliğine emredilmiş olduğu şeyleri kavmine anlatsın, anlattırsın. Çünkü bir peygamberin peygamberliği, gerek kavmine ait olsun ve gerek daha başkalarını da kapsasın, mutlaka o peygamber, öncelikle kavmini dâvet edecek ve ilk işi onlara peygamberliğini anlatmak olacaktır. Bu ise, onların en iyi, en kolay anlayabilecekleri kendi dilleriyle açıklamaya bağlıdır. Şâyet Kur’an, başka bir dille indirilseydi, peygamberin de içlerinde bulunduğu ve ilk önce hitap edeceği kavmi anlamayacaktı. Kur’an, bu durumu şöyle dile getirir: “Eğer Biz bu Kur’ân’ı, yabancı bir dille indirseydik, iman etmeyenler, mutlaka diyeceklerdi ki,  ‘âyetleri uzun uzadıya açıklamalı değil miydi? Arap bir peygambere yabancı dil, öyle mi?”[111] Peygamberler, içinden çıktıkları toplumlarının diliyle gönderilmeseydi, diğer kavimlere tebliğ etmek ve mesajı umûmileştirmek için, ilk neşredenler yetişmeyecek ve bundan dolayı, hiçbir topluluk hakkında Allah’ın kesin delili gerçekleşmeyecekti. “Allah, her peygamberi kendi kavminin diliyle göndermiştir.”[112]

 

5- Hedef ve Gâyenin Açıklığı: Bütün peygamberler, insanların fıtratlarına uygun bir şekilde hareket eder, onlara akıllarının alabileceği sadelikte hitap ederlerdi. Çünkü dâvetçinin, konuşmalarında, sohbetlerinde sözünün muhâtapları tarafından anlaşılır netlikte ve sadelikte olması gerekir. Aksi takdirde dediği anlaşılmaz, sözleri hedefini bulamaz. “(Ey peygamber!) Sen, insanları Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et.”[113]

İnsanlar, çoğu hususta birbirinden farklıdır. Zekâ ve ilimleri farklı olduğu gibi, karakter ve duyguları da farklıdır. Ayrıca düşünce ve tasavvurlarında farklı oldukları gibi, eğilim ve yönelişlerinde de farklılık gösterirler. Bütün bu farklılıklar, dâvet ve dâvetçilerin, onları etkileyecek ve karakterlerine münasip düşecek bir şekilde giriş yapmalarını mecburi kılmaktadır. Bu noktayı çok iyi bir şekilde bilen peygamberler, gâyet açık ve net bir şekilde, aktaracakları şeyleri aktarmış, insanların anlamakta güçlük çekecekleri bir metottan uzak durmuşlardır. Tekellüfe/zorluğa girilmemiş,[114] en kolay ve açık deliller ileri sürülmüş,[115] anlatılacak şeylerde bir kapalılık bırakılmamıştır.[116]

 

6- İhlâs ve Samimiyet: İhlâsı, “yapılan bir şeyi Allah için yapma ve bunu Allah’tan başkasının görmesini istememe” şeklinde tanımlayabileceğimiz gibi, “yapılan bir harekette, diğer insanların değerlendirmelerini göz ardı etme ve onların düşüncelerinden kaçınma”  diye  de  tarif edebiliriz. İşte peygamberler, bütün işlerinde ihlâsa erdirilen şahsiyetlerdir. İhlâs ve samimiyetin zirvesini onlar tutmuştur. Kur’an, onların bu yönlerini bazı peygamberlerin şahsında şöyle anlatmaktadır: “Kitab’da Mûsâ’yı da an! Gerçekten o, ihlâsa erdirilmiş bir rasûl, nebî idi.”[117] Hz. Yusuf için: “Şüphesiz o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandır.”[118] Ve Hz. Peygamber’e ise: “Şüphesiz ki Kitab’ı sana hak olarak indirdik. (O halde sen de) dini O’na has kılarak, ihlâs ile Allah'a kulluk et!”[119]; “De ki: ‘Ben dinimde ihlâs ile (dini O’na has kılarak) ancak Allah'a ibâdet ederim.”[120]

 

Son Peygamber

Allah son peygamber olarak Hz. Muhammed (s.a.s.)’i göndermiştir. Ondan sonra artık peygamberlik kapısı kapanmıştır. Yani, bir daha peygamber gelmeyecektir. Peygamberlerin en üstünü ve en faziletlisi Hz. Muhammed’dir. Biz Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.”[121]  “Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber Muhammed’i överler/salât getirirler).  Ey iman edenler! Siz de O’nu övün (O’na yardım edin), O’na salât ve selâm getirin.”[122]

Müslümanların örnek alması gereken kişi, tek önderimiz Hz. Muhammed’dir. Müslümanlar yaşayış tarzını, en ufağından en büyüğüne bütün hal ve hareketlerini O’nu örnek alarak düzenlerler. Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor: “Ey inananlar! And olsun ki, sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için Rasûlullah  en güzel örnektir.”[123]

Peygamber’e itaat Allah’a itaattir. Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor: “(Ey Muhammed) de  ki, Allah’ı  seviyorsanız  bana  uyun  ki, Allah  da  sizi    ve  günahlarınızı  bağışlasın. Allah affeder ve merhamet eder. De ki Allah’a ve Peygamber’e itaat edin. Yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah, inkâr edenleri sevmez.”[124]

 

Mütenebbî/Sahte Peygamber

Mütenebbî: Son peygamber olarak Hz. Muhammed (s.a.s.)’in gelmesi ve O’ndan sonra başka peygamberin gelmeyecek olmasına  rağmen, Hz. Muhammed (s.a.s.)’den sonra peygamberlik iddiasında olan kimselere verilen isimdir. Bunlara yalancı peygamber de denir. Bu kişiler; ya deli, ya şöhret düşkünü veya basit çıkar peşinde koşan insanlardır.

İlk mütenebbi, Peygamberimiz zamanında ortaya çıkan Müseylimetü’l-Kezzab’tır. Bu yalancı peygamber, Hz. Ebu Bekir’in halifeliği zamanında yapılan savaşta öldürülmüştür. Son zamanların sahte peygamberlerinden Hindistan’da Sör Seyyit Ahmet nice fitnelere sebep olmuş bir İngiliz ajanıdır. Yine 20. asrın mütenebbîlerinden Reşad Halife de, Amerika’daki bir mescidde meçhul birisi tarafından öldürülmüştür. Ankara’daki İskender Evrenesoğlu (İskender el-ekber) gibi, içinde Demirel’den, bazı bakanlardan isim isim bahseden Allah’tan “kitap” getirdiğini iddia eden meczup insanlar da câhil halkı kandırarak bu tür komik iddialarda bulunabilmektedir. 

 

Peygamberlerin Sıfatları

1-)  Sıdk;  Doğruluk demektir. Peygamberler, hem sözlerinde hem de işlerinde doğru sözlüdürler. Asla yalan söylemezler. "Kitapta İbrahim'i de an. O, dosdoğru (sıddîk) bir nebî idi."[125] Yine bütün peygamberlerin doğru olduklarını, örneklendiren benzer âyetlerde, Hz. İsmâil,[126] Hz. İdris,[127] Hz. Yusuf[128] için sıdk sıfatı verilir; diğer peygamberlerin de sâdık oldukları başka ifadelerle anlatılır.

2-) Emanet; Güvenilir olmak demektir. Peygamberler güvenilir insanlardır. Peygamberler asla emanete hıiânet etmezler. “Bir peygamber için, emanete hiyanet etmek olur şey değildir.”[129] Mekke müşrikleri Peygamberimize “Muhammedü’l-emîn” diyorlardı. Peygamberimizin en azılı düşmanı olan bu müşrikler, en değerli eşyalarını Peygamberimize emanet ediyorlardı.

3-) Fetânet; Peygamberler, insanların en zekileri ve en akıllılarıdır.

4-) İsmet; Günah işlememek demektir. Peygamberler küçük veya büyük günah işlemezler. Ancak, insan olduklarından dolayı “zelle” denilen çok küçük hatalar yaparlar. Bu küçük hatalar derhal Allah tarafından düzeltilir.

5-) Tebliğ;  Bildirmek demektir. Peygamberler Allah’tan almış oldukları emirleri mutlaka insanlara bildirmişlerdir. Hiçbir şeyi gizlememişler; hiçbir şey ilave etmemişlerdir. "O peygamberler ki Allah'ın emirlerini insanlara tebliğ ederler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar."[130]

Bütün peygamberler, tebliğ görevini yapmak için büyük meşakkat ve çilelere göğüs germişlerdir. Hatta bazıları bu uğurda canlarını feda etmişlerdir. Peygamberler, gördükleri tüm kötülükleri mutlaka elleriyle veya dilleriyle düzeltmeye çalışmışlardır.

Peygamberler âdil kimselerdir. Adâlete ters hiçbir iş yapmazlar. Peygamberler, görevlerinden azl olunmazlar. Peygamberlik çalışmakla elde edilmez. Allah, onu dilediğine vermiştir. Peygamberler seçilmiş, seçkin insanlardır; soyları temizdir. Güzel ahlâk sahibidirler. Yaratılışları ve sûretleri de güzeldir. Allah’tan başkasından korkmazlar. Bütün bunlarla birlikte, peygamberler, beşerdir, yani bizim gibi insandırlar. İnsanlar için tabii olan yeme-içme, evlenme, uyuma, yanılma, unutma, hastalanma... gibi hususlar peygamberler için de mümkündür. Fizikî bünye ve ihtiyaçları itibariyle diğer insanlardan farksızdırlar.[131]                            

                                                                      

Kur’an’da İsmi Geçen Peygamberler

Peygamberlik makamı Hazreti Adem ile başlayıp Hazreti Muhammed Mustafa ile son bulmuştur. Bu iki peygamber arasında ne kadar peygamber gelip geçtiğini Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Bütün peygamberler Kur’an-ı Kerim’de açıklanmamıştır. “Bir kısım peygamberleri sana anlattık, bir kısmını ise anlatmadık.”[132] Fakat, her ümmete (topluma) peygamber gönderildiği ifade edilmektedir. Kur’an’da ismi geçen 25 peygamber vardır. Bu peygamberler şunlardır:

Âdem, İdris, Nuh, Hud, Sâlih, Lut, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Şuayb, Harun, Mûsâ, Davud, Süleyman, Eyyub, Zülkifl, Yunus, İlyas, Elyasa, Zekeriyya, Yahya, İsa, Muhammed Mustafa (s.a.s.).

Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de ismi geçtiği halde peygamber olup olmadıkları hakkında bilgi bulunmayanlar vardır. Bunlar: Uzeyir, Lokman ve Zülkarneyn’dir.

 

Peygamberlere İman

Bilindiği gibi, peygamberlere inanmak imanın esaslarından biridir. Peygamberlerin birini bile inkâr eden kişi dinden çıkar. Yüce Allah, her topluma İslâm’ı tebliğ için peygamberler göndermiştir ki, Allah’ı bilsinler ve O’ndan başkasına kulluk etmesinler. Allah, kendilerine peygamber göndermediği bir topluma azab etmez. “Biz bir peygamber göndermedikçe azab etmeyiz.”[133] Peygamberlere imanla alâkalı olarak Kur’an-ı Kerim’de birçok âyet vardır. “Allah'a ve peygamberlerine iman eden ve peygamberlerden hiç birisi arasında (kendisine iman etme bakımından) fark gözetmeyen kimselere gelince, işte onların mükâfatını Allah kıyâmette verecektir. Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir.”[134]

“O kimseler ki, Allah’ı ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir olurlar. Allah ile peygamberlerinin arasını açmak isterler. Ve ‘peygamberlerden bir kısmına inanırız, bir kısmını inkâr ederiz!’  derler. Böylece iman ile küfür arasında bir yer tutmak isterler.”[135] Peygamberlere imanla ilgili çok sayıda âyet vardır.[136] Peygamberlere itaat etmeyenlere azâbın ulaşacağı konusunda Kur’an uyarıda bulunur.[137]

Kendilerine peygamber gönderilen toplumların çoğu, peygamberlerini yalanlamış ve onlara uymamışlardır. Bugün olduğu gibi, geçmişte de peygamberlerine tâbi olan insanlar çok az olmuştur. Meselâ Hz. İsa’ya on iki kişilik “havâriler” dediğimiz kimseler inanıp tâbi olmuştur. Diğer insanlar, tâbi olmadığı gibi onu öldürmek istemişlerdir.

Bütün peygamberlerin getirdiği dinin adı İslâmiyet idi. Ne Hz. İsa’nın dini hıristiyanlık; ne de Hz. Mûsâ’nın dini yahudilikti. Hz. İsa’nın da Hz. Mûsâ’nın da, bütün peygamberlerin de dini ancak İslâm idi ve bütün peygamberler müslüman idiler. Bu gerçek, Kur’an’ın dilinden şöyle ifade edilir: “İbrahim ne bir yahudi, ne de bir hıristiyandı. Fakat Allah’ı bir tanıyan gerçek bir müslümandı. Ve müşriklerden de değildi.”[138]“Mûsâ da kavmine şöyle dedi: Ey kavmim, siz gerçekten Allah’a iman ettiyseniz O’nun birliğine teslim olmuş müslümansınız. Artık Allah’a tevekkül edin.”[139]“Hani havarilere (Hz. İsa’ya bağlı olanlara): ‘Bana ve peygamberlerime iman edin’ diye ilham etmiştim de onlar, ‘iman ettik, bizim hakiki müslümanlar olduğumuza şâhid ol’ demişlerdi.”[140]

Görüldüğü gibi, Allah tarafından gönderilen bütün dinlerin adı İslâm, peygamberlerinin ve onlara tâbi olanların da adı müslüman idi. Fakat sonradan, bu saf ve temiz olan isim  (İslâm), çeşitli isimler adı altında değiştirilmiştir. İslâm, her asır ve her peygamberin dinidir. Fakat çoğu peygamberin şeriatı ayrıdır. Buna göre din (İslâm) geniş, şümullü bir kavram; şeriat ise, bu dinin içerisinde her bir peygamberin tâkip  ettiği yoldur.

Bu ümmet ile geçmiş ümmetlerin şeriatları ayrı olabilir; fakat bizim ile onlar arasında müsavi (aynı) olan bir kelime vardır ki o özdür, temeldir, hiç bir zaman ve hiç bir şarta göre değişmez. Bu gerçeği Yüce Allah şöyle beyan ediyor: “De ki, ey ehl-i kitap, hepiniz bizimle sizin aranızda müsavi olan bir kelimeye gelin; şöyle diyerek: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim; O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler tanımayalım.”[141]; “Senden önce gönderdiğimiz her peygambere: ‘Benden başka ilah yoktur, Bana kulluk edin’ diye vahyetmişizdir.”[142]; “Andolsun ki her ümmete; ‘Allah’a ibâdet edin ve tâğutlardan kaçının’ diye peygamberler gönderdik.”[143]

İşte, Hz. Adem’den kıyâmete kadar her insanın ve her cinnin, hatta bütün kâinatın uyması gereken kural ve gerçek budur. Mü’min bilir ve inanır ki, geçmişte ne kadar nebî ve rasûl varsa, onlara uyanlarla beraber müslüman idiler. Onlar Allah’tan başkasına kulluk etmiyorlardı.

Tevhid dininin (İslâm’ın) son halkasını Hz. Muhammed (s.a.s.) teşkil etmektedir. Artık Rasûlullah gönderildiğinden itibaren, Rasûlullah’sız bir din, Rasûlullah’sız bir akîde ve inanç olamaz. Öyleyse, yeryüzünde Allah’a bağlanmak isteyenlerin ve müslüman olarak kalmak isteyenlerin rehberi, kılavuzu Rasûlullah’tan başkası olamaz. Zira Rasûl’e itaat Allah’a itaattır. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Kim Rasûl’e itaat ederse, muhakkak ki Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, bu seni üzmesin. Zira seni onlara koruyucu ve gözetici olarak göndermedik (ancak tebliğci olarak gönderdik).”[144]

Allah Teâlâ bu âyet-i kerimede Rasûlüne itaat edenin Allah’a itaat etmiş olduğunu, Rasûl’e isyan edenin de Allah’a isyan etmiş olduğunu haber veriyor. Bunun sebebi, Rasûlullah (s.a.s.)’in kendi hevâ ve hevesinden konuşmaması ve Allah’ın dinini tebliğ etmesidir.[145] Rasûlülah, hiç bir zaman Allah adına kendi kafasından bir şey konuşmaz; kendisine vahyedileni bildirir. Onun için Allah ile Rasûlü’nün hükümleri arasında ayrılık, zıtlık, farklılık olamaz.

İslâm akîdesi açısından peygamberlik kurumu gerçekten büyük değer taşır. Bu müessese, akîdenin ikinci yarısıdır. Peygambere iman, tevhid kelimesinin ikinci kısmıdır. Peygamberlik inancının tezahürleri pratik hayatta mutlaka görülmelidir. Normalde her insan, peygamberlere inandığını söyleyebilir. Fakat bu akîde gerçeklere dayandırılırsa görülür ki,  mü’min olduklarını iddia eden pek çok insan bu bağdan kopmuştur. Rasullere iman olsun, diğer iman esaslarına iman olsun, her zaman kulluk ve itaat gerektirir. İtaat ve kullukla beslenmeyen bir iman, iman olarak kalamaz. Günün birinde tamamen söner veya yön değiştirir. Bunun içindir ki, itaat imana bağlı kılınmıştır. Böylece, Allah’a inanan kimse, Rasûl’e bağlanmak zorundadır. Rasûl’e bağlanmayanlar, Allah’a da bağlanmamışlardır.

Kur’an-ı Kerim,  peygamberler ve itaat konusunu şöyle açıklıyor: “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ülü’l-emre (emir sahiplerine) de. Eğer bir hususta çekişirseniz, onu Allah’a ve Rasûlüne götürünüz. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanmışsanız; bu hem hayırlı ve hem de netice itibariyle en güzeldir.”[146];“Hayır, Rabbine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra haklarında verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan (onu) tam mânâsıyla kabullenmedikçe iman etmiş olamazlar.”[147]; “Biz peygamberleri ancak itaat olunsunlar diye gönderdik.”[148]; “Allah’a ve O’nun rasûlüne itaat edin ve onların emirlerine ve yasaklarına aykırı hareket etmekten sakının. Eğer itaat etmekten yüz çevirirseniz, bilin ki, Peygamberimiz’e düşen sadece açık bir tebliğdir.”[149]

Bu âyetlerde mü’minlerin, Allah ile beraber Rasûlü’ne de itaat etmeleri şart koşuluyor. Rasûl’e itaat etmeden İslâm yaşanamaz. Zira, “Rasuller sadece kendilerine itaat edilsin diye izn-i İlâhî ile gönderilmişlerdir.”[150]  İtaat, imanın ve İslâm’ın şartı ve hudududur. İman edip de Allah’a ve Rasûl’e itaat etmemek boş bir iddiadan başka bir şey değildir. Bu yalan, tâğutla hükmetmek isteyen her yalancının iddiasıdır. Çünkü, münâfıkların alâmeti, devamlı sûrette itaatten kaçınmaktır. Zira Yüce Allah münâfıklar hakkında şöyle buyurur: “Onlara Allah’ın indirdiğine ve Peygamber’e gelin denildiği zaman, senden büsbütün kaçtıklarını görürsün.”[151] İtaat, bir akîde meselesidir. Mü’min, akîdesini sağlam temeller üzerine oturtmalıdır. İslâm’ın ve imanın hududunu çok iyi bilmelidir.

 

Peygamberlere İman, Onları Örnek ve Önder Kabul Edip Onlara İtaat Etmek İçindir

Peygamberlerin en büyük ve en önemli görevleri, insanların, hakkında ihtilâfa düşerek kendi imkânlarıyla hakkı bulamayacakları alanlarda ihtilâflarını çözümleyici hükümler getirmeleridir: "İnsanlar (aslında) bir tek ümmet (millet) idi. Bu durumda iken Allah, müjde verici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları indirdi."[152] İşte bunun için Yüce Allah, her bir kavim için bir nezîr/uyarıcı göndermiştir.[153] Peygamberlere iman, onların çağrısını kabul etmek, onların izinden gitmek, “olsa da olur, olmasa da”  kabilinden insanların tercihine bırakılmış bir tutum değildir. İnsanlar, peygamberlere iman etmekle, onların izinden gitmekle yükümlüdürler. Aksini yaptıkları takdirde her peygamberden ümmeti hakkında şâhitlik etmesi de istenecek ve bu şehâdet, onların kesinleşmiş ceza ve azaplarını daha bir pekiştirici anlam taşıyacaktır. “Allah yolunda hakkıyla cihad edin. O, sizi seçti. Dinde size güçlük vermedi. Babanız İbrahim’in milletine/dinine (uyun). Sizi daha önceden ve bunda (Kur’an’da) ‘müslümanlar’ diye adlandırdı ki Peygamber size şâhit olsun; siz de insanlar üzerine şâhitlik edesiniz. O halde namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah'a güvenin. O’dur sizin Mevlânız. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır.”[154] Böylece peygamberler, ümmetlerine karşı, peygamberlere iman edenler de diğer insanlara karşı şâhitlik edecek ve hakkında şehâdet ettikleri kimselerin peygamberlerin gösterdikleri yoldan gidip gitmedikleri hususunda beyanda bulunacaklar; ya da bulunmaları istenecektir.

Peygamberlere uymakla yükümlü olmanın yanında, insanın başka sorumlulukları da vardır: Peygamberlerin mesajını yaymak, bu mesajı insanlar arasında uygulanan yegâne din ve şeriat haline getirmek yolunda, peygamberî metod istikametinde cihad etmek, gereken gayreti gösterip hakkıyla mücâdele vermek.

Peygamberlerin gösterdiği yoldan başka yolda gitmenin, dünya hayatında sayılamayacak kadar çok olumsuz sonucu ve cezasından ayrı olarak, âhirette de büyük bir cezası vardır. Bu ceza o kadar büyük olacaktır ki, kâfirler dünyada iken peygamberlerin izinden gitmediklerinden, kendilerinden farklı hiçbir meziyetleri olmayan, haktan uzak sapık önderlere uyduklarından dolayı, -faydasını göremeyecekleri bir zamanda) pişman olacaklar ve pişmanlıklarını dile getireceklerdir. Bu durumu  Yüce  Rabbimiz  şöyle  tablolaştırmaktadır: “...O  gün  kâfirlere  çok zordur. O günde zâlim, ellerini ısırıp: ‘Keşke peygamberle birlikte yol almış olsaydım!’ der. ‘Eyvah bana, keşke filanı dost edinmeseydim. Andolsun ki o, bana geldikten sonra beni haktan saptırdı.’ Şeytan insanı yardımsız ve zelil bırakandır.”[155] İşte bu dünyada şeytanın ardından giderek peygamberlerin yolunu terk edenler, âhirette bu dünyada iken uydukları kimselerden uzaklaşmak isteyecekler; böylelikle azaptan kurtulmayı deneyeceklerdir. Ancak bunun da kendilerine bir faydası olmayacaktır.[156]

Allah, insanlara insan olarak, kendi aralarından peygamberler göndermiş ve onların yolundan gitmelerini, peygamberlerine her hususta itaat etmelerini emretmiştir. Peygamberlerin izinden gitmeyenlere uymak, ya da onların izinden gidilmeyen hallerde baştakilere, ileri gelenlere itaat, Allah’ın yolundan sapmak için gösterilecek geçerli bir mâzeret değildir. Yüce Rabbimiz, peygamberlerin yolundan sapmak için gösterilecek hiçbir mâzereti kabul etmeyecektir. Peygamberlerin getirdikleri yola aykırı yol izleyenlere itaat, -kim olursa olsunlar- meşrû bir itaat değil; “Yaratan’a isyanı gerektiren hususlarda yaratılmışa itaat yoktur”[157]şeklindeki nebevî düstur ile ve “mârufu emredip münkeri nehyetmek” ilkesi gereğince böylelerini hizaya getirmek gerekir; Onların sapıklıklarının peşinden gitmek değil. Peygamberlerin dışında, uyulan kimsenin büyük yanılgılara düştüğü önemli bir husustur. Uyulan kimselerin peygamberlerin yolundan gitmemeleri halinde kimlikleri, sıfatları, nitelikleri, makamları, yakınlıkları ne olursa olsun, uyanlara âhirette hiçbir fayda sağlayamayacakları, ebedî azaptan kurtaramayacakları herkes tarafından gâyet açık ve net bir şekilde bilinmelidir. “Yüzleri ateşte (bir taraftan bir tarafa) çevrileceği o günde diyeceklerdir ki: ‘Ne olaydı, biz Allah'a ve Rasûl’e itaat etseydik!’ Ve diyecekler ki: ‘Rabbimiz, gerçekten biz başkanlarımıza, efendilerimize itaat ettik de, onlar da bizi saptırdılar. Rabbimiz, onlara azaptan iki kat ver ve onları en büyük lânet ile lânetle!”[158]

İşte âhirette durum böyle olacaktır; peygamberlerden başkalarının yolunu izleyenler için. Dünyada her iki tür önderliğin ve bu önderliğe tâbi olmanın farklı sonuçları olduğu gibi; âhirette de aynı farklılık sözkonusu olacaktır; hatta daha da geniş boyutlarda...

Gerçekten akıl sahibi olanlar, peygamberlerden başkalarının yolundan gitmeyi düşünmek, akıllarının en ücra köşesinden geçirmek şöyle dursun; bu hayırlı ve biricik doğru yoldan gitmeyenleri gafletlerinden uyandırmak için peygamberlerin açtıkları yolda, gösterdikleri istikamette ve onların metoduyla mücâdele eder, cihad ederler...

Peygamberlerin ve -günümüz için söyleyecek olursak- son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’in getirmiş olduğu şeriate aykırı bir hüküm ya da hükümleri, düzen ya da düzenleri, kurum ya da kurumları, değer ya da değerleri alternatif olarak göstermek, kabul etmek, onlara çağırmak; bunlar insanlara hükmetmekte iseler, bunları kabul edip rızâ göstermek, izâleleri için çalışmamak, onlara gereken tepkiyi göstermemek; bütün bunlar peygamberin getirdiği şeriatı reddetmek anlamına geleceğinden, iman ile bağdaşamaz. Yani, böyle bir tutum, anlayış ve davranış küfürdür. Çünkü İslâm’ın ve Kur’an’ın üzerinde hassasiyetle durduğu “peygamberlere iman” ilkesine ve kelime-i şehâdetin ikinci bölümü olan “Muhammed (s.a.s.)’in Allah’ın Rasûlü” olduğunu kabul ve ikrar etmeye aykırıdır.

Peygamberlere iman, onlara karşı belli bir edeple edeplenmeyi de gerektirir. Onların dâvetlerini kabul etmek, onların izinden gitmek, uymakla yükümlü olduğumuz bütün hususlarda, yani peygamberlik makamları gereği, kendilerine has olan hususlar dışında kalan bütün alanlarda onlara uymak, bu edebin en önemli yanıdır.

Peygamber Efendimiz’e karşı -hayatta iken- ümmet fertleri seslerini yükseltmemekle[159]  yükümlü  oldukları  gibi,  vefatından   sonra  da   kayıtsız   şartsız   ona   uyarak, hükmüne teslim olarak, önüne geçmemekle yükümlüdürler.[160] Hiçbir zaman kendilerini ona tercih edemezler. O kendilerine öz canlarından daha yakındır. Onun zevceleri, mü’minlerin anneleridir.[161] Bu bakımdan onun hanımları, mü’minler için bir kadının saygı ve ihtiram noktasının en zirvesindedirler. Mü’min bir kimsenin onlara annelik nazarından başka türlü bakması mümkün değildir.[162]

Mü’minin Allah’ın peygamberlerine ve özellikle de son peygamber Hz. Muhammed Mustafâ’ya (s.a.s.) karşı konumu şudur: Katıksız, şeksiz, şüphesiz tam bir tasdikin yanında; ona tam anlamıyla uymanın mutlak bir farz olduğunu kabul etmeli; hükümlerini tam bir tasdik ve teslimiyetle karşılayarak dünyada hidâyet üzere olmanın, âhirette de vaad olunan cennete girmenin onun sünnet-i seniyyesine tâbi olmakla mümkün olacağına tam bir yakîn ile inanmalı ve bunu amelî hayatında da ortaya koymalıdır. Onun dışında hiçbir yol gösterici ve önder aramamalı; kendisini, kendisine emir verenleri, emri ve sorumluluğu altındakileri hep onun gösterdiği yol ile, getirdiği şeriat ile, uyguladığı ve söylediği sünnet ile ölçüp değerlendirmelidir. Kendisinde ve çevresinde bu ölçülere aykırı gördüklerini ilk fırsatta ve en güzel yolla düzeltme yoluna gitmelidir.[163]

 

Rasulullah’ın Hüküm Koyması

Sünnet, Allah Rasûlü'nün, ümmetine örnek olmak üzere ortaya koyduğu uygulama, dini doğru anlama ve yaşamada örnek alınacak davranışlar bütünüdür. Sünnet, Kur'an'ın yaşanmış en doğru tefsiri, İslâm'ın pratik ve örnek tatbikidir. Peygamberimiz tefsir olunmuş canlı bir Kur'an’dı, yaşayan bir İslâm’dı. Hz. Âişe (r.a.) anamızın meşhur sözünü hatırlayalım. Ona Hz. Peygamber'in ahlâkından sorulunca şöyle cevap vermişti: "O'nun ahlâkı Kur'an'dı."[164] Kur'an ve sünnet bir bütünlük arzetmektedir. Sünnet bir taraftan delil olma özelliğini Kur'an'ın onayından almakta, öbür taraftan da Kur'an'ın beyânı, onun açılımı, fiilî hayata geçirilişi olmaktadır.

İnsanlar arasından seçilmiş rasûllerin görevleri, diğer elçilerden farklıdır. Şu âyet onların işlevini en güzel bir şekilde açıklamaktadır: “Nitekim, kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi tezkiye eden (temizleyen), size Kitabı ve hikmeti öğreten ve size bilmediklerinizi öğreten rasûller gönderdik.”[165] Rasûller, açık deliller ile gelirler. Yanlarında İlâhî adâletin ölçüsü vardır. Kitab'ı ve onunla gelen gerçekleri mü’minlere öğretirler. Gücün, kuvvetin ve malın nasıl kullanılacağını bildirirler. Allah (c.c.), bu anlamda insanlardan kimin peygambere tâbî olup ona yardım edeceğini, kimin onun dâvetine uyup uymayacağını imtihan etmektedir.[166]

Mü’minler, peygamberlerin tümüne iman ederler. Peygamberlere itaat etmek Allah’a itaat etmektir.[167] Peygamberler bir şeye hüküm verdikleri zaman mü’minler "işittik ve itaat ettik" derler. Son Peygamber’e iman eden mü’minler, O’nun herhangi bir konuda verdiği hükme itirazda bulunmazlar ve O’nun verdiği hükme teslimiyetle rızâ gösterirler.[168]

Mü’minler, Allah’ı sevdikleri için son Peygamber’e uyarlar, onu tâkip ederler.[169] Peygamberler, insanlar için seçilmiş en güzel örneklerdir.[170] Mü’minler, Peygamber’in getirdiği her şeyi almak, yasakladığı her şeyden de kaçmak zorundadırlar.[171]

Kur’an’ın Peygamberimiz’e yüklediği görevlerden biri vahyi/mesajı okuma ve beyan/açıklamadır “Ve Biz sana da bu Kitabı indirdik ki, kendilerine indirdiğimiz mesajı onlar(ın anlaması, yaşaması) için beyan edesin ve onlar da böylece belki düşünürler.”[172] Peygamberimiz, beyan görevini ya eyleme dönüştürülerek açıklanması gereken mesajları eylemle açıklamak veya eylemi desteklemek amacıyla veya farklı konularda söylemle açıklayarak eksiksiz yerine getirmiştir.

Bazı insanlar, Kur’an’cılık/mealcilik yaparak Kur’an adına sünneti reddetmeye kalkmışlardır. Bu tavır, öncelikle Kur’an’ın reddettiği bir tavırdır. Son Rasûl de diğer şerefli elçiler gibi, yalnızca mektup getiren postacı benzeri, yani sadece mesajı (vahyi) getirip haber veren kimse değildir. O, vahyi getirip haber verir, onu tebliğ etmek için çaba sarf eder ve o vahyi bizzat uygular. Daha doğrusu vahyin hedefini bizzat yaşayarak gösterir. Mü’minler O’na bakarak müslümanlığı nasıl yaşayacaklarını ve Allah’ın kendilerinden ne istediğini öğrenirler.

Sünnet nedir? Bu konuda da ifrat ve tefrit olarak iki aşırı yaklaşım sözkonusudur. Peygamberimizin her davranışının sünnet olduğunu savunmak veya sünnet denilince birkaç davranış ve şekilsel özelliği anlamak, ya da daha ileri giderek sünneti dışlamak. Peygamberimiz, kendisinin her davranışının sünnet sayılmaması gerektiği ile ilgili açıklamalar yapma ihtiyacını duymuştur.[173] Peygamberimiz de bizim gibi bir insandı. Onun da beşer olarak, Arap toplumunun miladî 7. asırda yaşayan bir ferdi olarak yediği, giydiği ve yaşadığı bazı şeyler vardı ki, bunlar dinî bir amaçla yapılmamıştı. Meselâ Peygamberimiz sıcak iklimde yaşayan bir kimse olarak kavminin diğer insanları gibi hiç çorap giymemiştir. Çorap giymemek sünnet olarak kabul edilemez. Bir eş olarak hanımlarının bazı tavırlarına gücendiği için, bir kimsenin eşine gücenmesi sünnet olarak değerlendirilemez.

Rasûlullah’ın hüküm koyması ve o hükümlere uyulması gerektiğiyle ilgili âyetleri görelim:

"Allah ve Rasûlü bir konuda hüküm verdiği zaman artık mü’min bir erkeğin veya kadının o işi kendi isteklerine göre seçme yapmaya (farklı bir alternatif arama) hakkı yoktur. Zira kim Allah'a ve Rasûlüne karşı gelirse apaçık bir dalâlete/sapıklığa düşmüş olur."[174]

"Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Rasûlüne dâvet edildikleri zaman mü’minlerin cevabı "işittik ve itaat ettik" sözünden başka bir şey olmaz. Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat eder, Allah'tan korkar ve O'nun azâbından korunursa, işte sonunda kazanacak olanlar onlardır. Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat eder, Allah’a saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, işte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir." [175]

"Hayır! Rabbine andolsun ki, onlar aralarındaki ihtilâflı konularda seni hakem yapıp, sonra da içlerinde hiçbir hoşnutsuzluk duymadan senin verdiğin hükme boyun eğip tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." [176]

Peygamberimizin Hükümleri, Kur’an’dan Bağımsız mıdır?

Peygamberimizin hükümleri, sünneti, Kur'an'dan bağımsız değildir. Ya Kur'an'daki hükümlerin izahı veya Kur'an'daki hükümlere kıyasla, Kur'an'dan yola çıkarak Rasulullah'ın ortaya koyduğu uygulamalardır. Yönetimle ilgili olarak; "Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler"in hükmü Kur'an'da vurgulanır.[177] Diğer hükümler câhiliyye hükmü olarak damgalanır. Rasulullah da Kur'an kanunlarına tâbi olmuş, o kanunları uygulamıştır. Rasulullah'ın hükümleri/kanunları da Kur'an'dan direkt veya endirekt alınmadır. Peygamberimizin hükümleri/kanunları Kur'an kanunu (onun açılımı, onun günlük hayata yansıması) olduğundan, Kur'an başka kanunlara kapısını tümüyle kapatır: "O, hiç kimseyi hükmüne (kanunlarına) ortak yapmaz."[178]; "Hüküm (kanun koyma yetkisi), ancak Allah'ındır."[179]; Bu iki âyet, mutlak olarak hüküm hakkına sadece Allah’ın sahip olduğunu bildirir. “İnsanlar arasında Allah’ın sana gösterdiğine göre hükmedesin diye hakkı içeren kitabı sana indirdik; hainlerden taraf olma!”[180] Bu âyet, Kur’an’ın ve Rasulullah’ın temel fonksiyonlarını belirtir. Bu âyet, Rasûlullah’ın nasıl hükmettiğini açıklıyor. Rasul, Allah’ın Kitapta gösterdiği şekilde hükmetsin diye Allah, Kitabını göndermiştir.

Bu ayet, mutlak hüküm koyma hakkının son tahlilde yalnızca Allah’a ait bir hak olduğunu gösteriyor. Peygamberimiz “sünnet” dairesinde hüküm koyma yetkisine sahip ise, bu, Allah’ın ona verdiği bir yetkidir ve Allah’ın ona gösterip öğrettiği gibi hükmetmek zorundadır. Hüküm konusunda Peygamberimizin (s.a.s.) durumu bu iken, diğer insanların durumu, kendi başlarına hüküm koymaya kalkışmaları ne ile izah edilebilir.

 

Peygamberlere Vâris Olabilmek

İnsanları ıslahın bedeli ağır, fiyatı çok yüksektir. Bu yüksek fiyatı ödeyecek bir varlık vardır ki o da Yüce Allah’tır (c.c.). Rabbi ile irtibatı zayıflamış veya kopma noktasına gelmiş yahut da tamamen kopmuş olan insanları tebliğ ve dâvetleriyle irşad eden bu güzel insanlar, ücretsiz gönül erleridir. Ücretleri tamamen Rabbimiz’e aittir.

İlk peygamber Hz. Âdem’den, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e kadar gelmiş olan peygamberler bugün yine tüm tazelikleriyle insanları irşad etmekte, onları Yüce Allah’ımızla barıştırmanın mücâdelesini vermektedirler. Gerek hayatları ve gerekse temiz sicilleri bizzat Rabbimiz tarafından açıklanmış olan bu gönül erleri kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de sık sık anlatılır ve tüm insanlığa numune olarak gösterilir.

Her biri Allah’ın yolu dediğimiz sırât-ı müstakimin kenarlarında bir nevi nöbet tutmakta ve bu mübarek yoldan çıkmak ve sapmak isteyenlere güzel usulleriyle, temiz tavırlarıyla engel olmaktadırlar.

Gün olmuş insanlar kendi içlerinden bazı büyükleri rab edinmişler, bu sapıtmış kimselere Hz. Nuh gönderilmiş... Gün olmuş insanlar dünyaya meyletmiş, köşk ve saraylarda, yüzme havuzları olan villalarda zevk ve sefaya dalmışlar, Rabbimiz Hz. Sâlih’i görevlendirmiş. Yine gün olmuş insanlar cinsî sapıklığa düşmüş, nikâh yoluyla meşrû olan kadın ve kızları dışlayarak hemcinsleriyle düşüp kalkmaya başlamışlar, derhal Hz. Lut görevlendirilmiş. Saltanat ve müstekbir yaşayışlarıyla yoldan çıkmış olanlara Hz. Süleyman; Allah’a göklerin hâkimiyetini verip yeryüzü egemenliğini vermeyen Firavun’a Hz. Mûsâ; ölçü, tartı ve adâlet mekanizmasını tahrip eden bir topluma Hz. Şuayp; köleliğin, insanı sömürmenin ve sınıfsal bir toplumun yapısını ortaya koymanın zirvesini yaşayan bir topluma Hz. Yusuf; akla ve hayale gelebilecek tüm kötülükleri hayatlarına geçirmiş olan bir başka topluluğa ve hak yol arayışında olan tüm insanlığa ise Hz. Muhammed (s.a.s.) gönderilmiştir.

Gönderilmiş olan tüm peygamberler, sırât-ı müstakimde yürüyen yolcuları, Allah adına kollamak ve sapmalara karşı ikaz ve irşad görevlerini noksansız olarak ifa etmişlerdir. Allah’ın selâmı hepsinin üzerine olsun.

 

Batının kendi toplumsal problemlerini çözmek için geliştirdiği formül ve çözüm yollarını olduğu gibi aynen müslüman bir ümmete uygulamak için baskıcı ve dayatmacı zihniyete karşı çıkmak, bir iman borcudur. Bu borcu ödemek durumunda olan her İslâm tebliğcisi ve dâvetçisi bir peygamber vârisidir/olmalıdır.

Sözgelimi, fâize yenik düşmüş bir toplumu, kapitalist sisteme karşı reaksiyoncu bir seviyeye getirmeye çalışan, İslâm’ın bölünmez bir bütün olduğunu söyleyerek bunu icabında hayatıyla ödeyen bir müslüman, peygamber vârisidir.

“Âlimler peygamberlerin vârisleridir.”[181] buyuran Rasûlullah Efendimiz’e tam mânâsı ile vâris olmak meselesine gelince; Kur’ân’ı öğrenip öğreten, insanları İslâmî yaşayış esasları üzerinde eğiten, nefisleri şirkten ve diğer hastalıklardan temizlemek mücâdelesini sürdüren, bütün bunları gerçekleştirmek için ilim, amel, kesin tavır ve numûne olmayı ihmal etmeyen, tefsir, hadis, fıkıh halkaları kurarak, insanları sohbet ve dersleriyle yetiştiren insanlar, peygamberin vârisleridir.[182]

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin hayatından bazı enstantaneler, kesitler sunar. Bundaki temel amaç, o örnekleri müslümanlar güncelleştirsin, benzer konumdaki örnekleri yaşayışlarına geçirsinler; böylece peygamberlerin bıraktığı mirası bölüşsünler. O miras, öyle büyük bir hazinedir ki, o birikimle hem dünyanın hem âhiretin tüm güzel kapıları açılacak, her hastalığa nebevî reçeteler şifâ verecek, her probleme nebevî çözümler çare olacaktır. Nu mutlu peygamber vârislerine!   

 

Sünnet’e Yaklaşımımız

Sünnet; Yüce Peygamber’in Kur’ân-ı Kerim’i hayata aktarış pratiğidir. Sünnet; evrensel nitelikte bir model, bir yaşayış tarzı, bir dünya görüşüdür. Sünnet; Kur’an’ın amaç ve ilkeleri istikametinde, Hz. Peygamber’in ortaya koyduğu uygulamaların bütününü teşkil eder. Sünnet; İslâm’ı sadece fert planında Hz. Peygamber gibi yaşamak olduğu kadar, aynı zamanda -hem de daha önemli olarak- toplumsal bir var oluş modelidir. Sünnetin temel amacı; sadece iyi ahlâklı birer Müslüman birey yetiştirmek değildir. Çünkü Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bütün gayretleri, Kur’an’ın ilkelerini esas alan, Kur’an’a dayalı bir toplum oluşturma gayesine yönelikti. Âşikârdır ki, bu gayenin günümüzde gerçekleşmesi, sadece Müslümanların bireysel düzeyde iyi birer Müslüman olmalarıyla mümkün değildir. Bilâkis Müslümanların oluşturduğu bir toplum; siyasî, ictimaî, iktisadî, hukukî vb. gibi alanlarda, yani toplumsal planda da Hz. Peygamber’in göz önünde bulundurduğu ilkeleri esas almadıkça ve bu ilkelere dayanarak onun gerçekleştirdiği hedefleri gerçekleştirmedikçe, o toplumun ve toplumu oluşturan fertlerin “sünnet”e tâbî olduklarından bahsetmek mümkün değildir.

 

Sünnetin Bağlayıcılığı    

Sünnetin mü’minleri bağlayıcı olduğu, genel olarak kabul edilmekle birlikte, sünnete uymaktan kasıt, Hz. Peygamber’den gelen her şeyi, hiçbir ayrıma tâbi tutmaksızın ve bağlayıcılık açısından hepsini aynı düzeyde görerek, harfi harfine ve âdeta robot gibi taklit etmek değildir. Sünnetin, bağlayıcı olan ve olmayan türleri bulunduğunu göz önünde bulundurmak ve bunları birbirinden ayırt etmek büyük bir önem arzetmektedir. Sünnet, aslında, Hz. Peygamber’in “f           arz, mendup, mubah, mekruh, haram” türünden davranış ve hükümlerini içeren bir şemsiye kavramdır. Dolayısıyla sünnetin uyulması kesin gerekli olan farz ve haram kısımları yanında, yapılması zorunlu olmayan “mendup, müstehap, mubah,” kısımları da bulunmaktadır.

Sünnet; Hz. Peygamber’in (s.a.s.) akîde, ibâdet, tebliğ, eğitim, ahlâk, hukuk, siyaset, ekonomi gibi hayatın her alanında, kısacası bireysel, toplumsal, evrensel olmak üzere bütün hayatta, yönlendirip yönetmede esas aldığı ilkelerin oluşturduğu bir dünya görüşüdür. Sünnet, sadece bir şekil, lafız değil; şekil ve lafzın altında yatan mânâ, ruh, ilke, hikmet ve amaçtır.

 

Şekilci Sünnet Anlayışına Örnek

Meselâ, Hz. Peygamber’in (s.a.s.); zekâtın sadece buğday, arpa, hurma ve kuru üzümden alınmasını emrettiğine dair bir rivâyetin zahirî anlamına takılarak, tarım ürünlerinden zekât sadece bu dört hububata hasredilmiştir. Oysaki, zekâttan maksat, üreticilerin elde ettikleri ürünlerin bir kısmını fakirlere dağıtmalarıdır. Durum bu olunca; Hz. Peygamber’in buğday ve arpa üreticilerine zekâtı vâcip kılıp da, pirinç, nohut, mercimek gibi diğer ürünlerden üreticileri bu farziyetten muaf tutması düşünülemez.

Günümüzdeki işçi hakları, asgarî ücret, çalışma şartları gibi konularda sünnetin öngördüğü ilkeler nelerdir? Bu soruya benzer nice güncel konuların sünnetle, sünnetin güncel hayatla bağlantı kurulup sünnetin güncellenmesi hususunda ilkesel rehberliğe büyük ihtiyaç duyulduğu kesindir.

 

Hadisler

Hadislerin, sünneti bize aktaran araç olarak güvenilir olanlarının tespiti meselesi, ümmetin en çok tartışa geldiği alanlardan birisini oluşturur. Hadis ilminin başta gelen amacı, hadislerin, Peygamber’e aidiyet sorununu çözmektir. Bu konuda ifrat ve tefrit olarak iki uca kaymalar olmuştur. Bazı illetli hadislerden hareketle bütün hadisleri toptan reddetmek uçlardan birini, sahih-zayıf ayırt etmeksizin hepsini Peygamber’e söylettiren taraf da diğer bir tarafı teşkil etmektedir.

Âhad hadis, zannî bilgi ifade eder. Onun için Akaid’de delil olmaz. Bununla birlikte, akaid hükümlerinde Kur’an’dan delili olan bir konunun açıklanması ve yorumu hususunda âhad haberlerin birinci derecede önceliği ve önemi vardır. Mütevâtir hadislerin dışındaki hiçbir hadis'e “bu rivayet, bu lafızlarla kesinlikle, hiç şüphesiz Peygamber’in sözüdür” denilemez. Ancak Peygamberin sözü olma ihtimali vardır denilebilir, ihtimaller de inanca esas teşkil etmeyeceğine göre[183] hadislere ancak yararlanma amacıyla gidilmelidir. Bu anlayış, sünneti ve hadisi dışlayıcı bir anlayış değil; tam aksine onlara gerçek anlamlarını, işlevlerini kazandıran bir anlayıştır.

Amelî konularda şâz bir durum yoksa, bu hadislerle amel edilebilir. Âhad haberlerin Peygamber’e âidiyetinde tam bir kesinlik bulunmaması, bu haber ya da hadislerin toptan reddine yol açmamalıdır.

Haber-i vâhidin toptan reddini kabul etmediğimiz gibi, herhangi bir ilmî gerekçe olmadan herhangi bir hadisin ulu orta ya da sadece basit gerekçelerle, delilsiz, mesnetsiz reddini de hoş görmemekteyiz.

 

Kur’an-Sünnet İlişkisi

Klasik bazı tanımlarda Kur’an ve Sünnet, birbirinden ayrı ve müstakil iki ayrı kaynak gibidir. Hatta Sünnet teşrîde müstakil (bağımsız) bir delil olarak gösterilmektedir. Oysa bizce doğru olan; Kur’an ve Sünnet’in iç içe olduğu, daha doğrusu, Sünnet’in merkezinde, çekirdeğinde Kur’an’ın yer aldığı ve Kur’an merkezli bir hayat tarzı, dünya görüşü ve yaşam biçimi olduğu yönündedir. Diğer bir deyişle Sünnet, kendisinin çekirdeğini oluşturan Kur’an’ın yaşanan hayatta açılımı, pratik bir tezâhürüdür.

Kur’an’ı Sünnetsiz, Sünneti Kur’ansız anlamaya çalışmak, yanlışlara götürür. Dinin teorik kaynağı Kur’an, pratik kaynağı da Hz. Muhammed’dir (s.a.s.). Kur’an’la Peygamberimizin sünnetini birbirinden ayırmaya kalkmak, dinin sadece teori sistemi halinde kalıp hayata yansımasına engel olmak demektir. Kur’an’la sünnet, insan açısından etle kemik gibidir. Sünnete karşı tavır, Kur’an’ın hayata geçirilmesine karşı olmak demektir.

Kur’an, bütünüyle bir hükümler manzûmesidir; hükümlerin hayata geçirilmesi, uygulanır hale gelmesi Sünnet’le mümkündür. Çünkü, eğer hükmün uygulanması, hayata geçirilmesi her ferdin kendi anlayışına bırakılmış olsa idi, bu durumda Kur’an’ın uygulanmasında birçok farklı biçimler, birçok sünnetler çıkardı ki, bu durum da İslâm toplumunda vahdet oluşması mümkün olmazdı. Kur’an, vahdeti öngörmekte ve emretmektedir. O halde, pratiklerde de, uygulamalarda da bir vahdet örnekliği gerekir. İşte, Sünnet, herkesin kendi Kur’an yorumuyla gittiği anarşik bir toplum değil; Kur’an’ın ortak bir yaşama modeli olarak fonksiyon gördüğü homojen bir toplum kurmanın da teminatı olmaktadır. [184]

Bazı insanlar, mealcilik yaparak Kur’an adına sünneti reddetmeye kalkmışlardır. Bu tavır, öncelikle Kur’an’ın reddettiği bir tavırdır. Son Rasûl de diğer şerefli elçiler gibi, yalnızca mektup getiren postacı benzeri, yani sadece mesajı (vahyi) getirip haber veren kimse değildir. O, vahyi getirip haber verir, onu tebliğ etmek için çaba sarf eder ve o vahyi bizzat uygular. Daha doğrusu vahyin hedefini bizzat yaşayarak gösterir. Mü’minler O’na bakarak müslümanlığı nasıl yaşayacaklarını ve Allah’ın kendilerinden ne istediğini öğrenirler.

Kur’an, Hz. Peygamberin (s.a.s.) hükümlerine boyun eğmeyi em­reder.[185]

Kur’an, Hz. Peygambere isyan etmemeyi, ona karşı çıkmamayı emreder. Sünnete karşı çıkan azâbı hak eder.[186]

 

Kur’an Adına Sünneti İnkâr Edenlere, Öncelikle Kur’an Karşı Çıkıyor                               

Dinin iki temel kaynağından biri Kitab, diğeri Sünnet’tir. Sapık sayılanlar dışındaki bütün İslâm mezhepleri dinin iki temel kaynağının Kur'ân ve Sünnet olduğu görüşünde ittifak halindedir. Dinin teorik kaynağı Kur’an, pratik kaynağı da Hz. Muhammed’dir (s.a.s.). Kur’an’la Peygamberimizin sünnetini birbirinden ayırmaya kalkmak, dinin sadece teori sistemi halinde kalıp hayata yansımasına engel olmak demektir. Kur’an’la sünnet, insan açısından etle kemik gibidir. Sünnete karşı tavır, Kur’an’ın hayata geçirilmesine karşı olmak demektir. Sünnet, Kur’an’ın öz kardeşidir. Sünnet, şer'î hükümleri beyan bakımından Kitab’ın/Kur'an'ın yardımcısıdır. Peygamberimiz Kur’an’ı en güzel şekilde hayata dönüştüren örnek şahsiyettir, canlı vahiydir. O, yok sayıldığı zaman, vahyin hayata yansıması, her şahsın kendi anlayışına göre olacağından, dinde anarşi ve kaos ortaya çıkacaktır. Peygamberin sünneti devreden çıkınca, Kur’an’ın doğru anlaşılması ve hayata doğru şekilde geçirilmesi nasıl gerçekleşir? İster istemez, bu boşluk doldurulacak; sünnet görevi üstlenmeye kalkan anlayışlar ve peygamberlik/örneklik görevi yapmaya kalkan insanlar ortaya çıkacaktır. Gerçeğini reddedince sahtelerine davetiye çıkarılacaktır. Sünneti reddeden zihniyet, kendi anlayış ve pratiğini sünnet yerine koymaya kalkacak; bilinçli veya bilinçsiz, hevâsını sünnetleştirecek, kendini de önder ve örnek olarak sunmuş olacaktır.

Sünnet, Allah Rasûlü'nün, ümmetine örnek olmak üzere ortaya koyduğu uygulama, dini doğru anlama ve yaşamada örnek alınacak davranışlar bütünüdür. Sünnet, Kur'an'ın yaşanmış en doğru tefsiri, İslâm'ın pratik ve örnek tatbikidir. Peygamberimiz tefsir olunmuş canlı bir Kur'an’dı, yaşayan bir İslâm’dı. Hz. Âişe (r.a.) anamızın meşhur sözünü hatırlayalım. Ona Hz. Peygamber'in ahlâkından sorulunca şöyle cevap vermişti: "O'nun ahlâkı Kur'an'dı."[187] Kur'an ve sünnet bir bütünlük arzetmektedir. Sünnet bir taraftan delil olma özelliğini Kur'an'ın onayından almakta, öbür taraftan da Kur'an'ın beyânı, onun açılımı, fiilî hayata geçirilişi olmaktadır.

 

Kur’ân-ı Kerim’de Peygamberlerin Konumu

Peygamberler, insanları cennet ve Allah’ın nimetleriyle müjdelemek, cehennem ve Allah’ın azabıyla korkutmak için gönderilmişlerdir.[188] En güzel biçimde yaratılan insan,[189] irâde sahibidir. Tüm davranışlarından mes'uldür. Allah’ın verdiği nimetlere karşı, şükretmek ve O’na ibadet etmekle yükümlüdür. İnsan, tek başına, nasıl şükredileceğini, nasıl kulluk yapılması gerektiğini bilemez; bu görevlerini yerine getirme noktasında birçok engelle ve zorluklarla karşılaşır. O yüzden insanın bir mürşide, rehber ve kılavuza ihtiyacı vardır. İşte bu mürşid ve rehber, peygamberdir.[190]

İnsanlar arasından seçilmiş rasûllerin görevleri, diğer elçilerden farklıdır. Şu âyet onların işlevini en güzel bir şekilde açıklamaktadır: “Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi tezkiye eden (temizleyen), size Kitabı ve hikmeti öğreten ve size bilmediklerinizi öğreten rasûller gönderdik.”[191] Rasûller, açık deliller ile gelirler. Yanlarında İlâhî adâletin ölçüsü vardır. Kitab'ı ve onunla gelen gerçekleri mü’minlere öğretirler. Gücün, kuvvetin ve malın nasıl kullanılacağını bildirirler. Allah (c.c.), bu anlamda insanlardan kimin peygambere tâbî olup ona yardım edeceğini, kimin onun dâvetine uyup uymayacağını imtihan etmektedir.[192]

Mü’minler, peygamberlerin tümüne iman ederler. Peygamberlere itaat etmek Allah’a itaat etmektir.[193] Peygamberler bir şeye hüküm verdikleri zaman mü’minler "işittik ve itaat ettik" derler. Son Peygamber’e iman eden mü’minler, O’nun herhangi bir konuda verdiği hükme itirazda bulunmazlar ve O’nun verdiği hükme teslimiyetle rızâ gösterirler.[194]

Mü’minler, Allah’ı sevdikleri için son Peygamber’e uyarlar, onu tâkip ederler.[195] Peygamberler, insanlar için seçilmiş en güzel örneklerdir.[196] Mü’minler, Peygamber’in getirdiği her şeyi almak, yasakladığı her şeyden de kaçmak zorundadırlar.[197] Son peygamber olan Hz. Muhammed (s.a.s.), mü’minleri sever, onların üzerine titrer, sıkıntıya düşmelerinden dolayı üzülür.[198] Bütün peygamberler rahmet; Son Peygamber de âlemlere rahmettir.[199]

Bazı insanlar, Kur’an’cılık/mealcilik yaparak Kur’an adına sünneti reddetmeye kalkmışlardır. Bu tavır, öncelikle Kur’an’ın reddettiği bir tavırdır. Son Rasûl de diğer şerefli elçiler gibi, yalnızca mektup getiren postacı benzeri, yani sadece mesajı (vahyi) getirip haber veren kimse değildir. O, vahyi getirip haber verir, onu tebliğ etmek için çaba sarf eder ve o vahyi bizzat uygular, vahyin hedefini bizzat yaşayarak gösterir. Mü’minler O’na bakarak müslümanlığı nasıl yaşayacaklarını ve Allah’ın kendilerinden ne istediğini öğrenirler.

Sünnet nedir? Bu konuda da ifrat ve tefrit olarak iki aşırı yaklaşım sözkonusudur. Peygamberimizin her davranışının sünnet olduğunu savunmak veya sünnet denilince birkaç davranış ve şekilsel özelliği anlamak, ya da daha ileri giderek sünneti dışlamak. Peygamberimiz, kendisinin her davranışının sünnet sayılmaması gerektiği ile ilgili açıklamalar yapma ihtiyacını duymuştur.[200] Peygamberimiz de bizim gibi bir insandı. Onun da beşer olarak, Arap toplumunun miladî 7. asırda yaşayan bir ferdi olarak yediği, giydiği ve yaşadığı bazı şeyler vardı ki, bunlar dinî bir amaçla yapılmamıştı. Meselâ Peygamberimiz sıcak iklimde yaşayan bir kimse olarak kavminin diğer insanları gibi hiç çorap giymemiştir. Çorap giymemek sünnet olarak kabul edilemez. Bir eş olarak hanımlarının bazı tavırlarına gücendiği için, bir kimsenin eşine gücenmesi sünnet olarak değerlendirilemez. 

Sünneti reddedenlere karşı çıkan genel yaklaşım, aynı tavrı sünneti birkaç şekilsel özelliğe indirgeyen anlayışa maalesef göstermemiştir. Takvâ sahibi kabul edilenlerin sünnet adına savunup diğer insanları dâvet ettikleri şeyler iki elin parmağını geçmeyecek şeylerdir ve din açısından da özü, Kur’an’ın hayata geçirilmesi cinsinden olmayan tâlî (sünnet olup olmadığı tartışılabilecek olan Kur’an’ın önemsemediği) şeylerdir. Sünnet diye çoğu insanın ısrarla yapıp başkalarına tavsiye ettiği şeyler: Yemeğe tuzla başlamak, yedikleri şeyleri tek sayıya uygun düşürmek, sakal, sarık, çarşaf, bazı nâfile namazlar ve ilâve edilebilecek bunlara benzer bir-iki şeydir; ha bir de erkek çocukların küçük yaşta hıtan denilen operasyon yani sünnet etmek ve yemek tabaklarını sıyırmak yani yemekleri sünnetlemek. Halk açısından sünnet denilince akla gelen ya sünnet düğünüdür, ya yemekleri sünnetlemek veya farz namazların öncesinde veya sonrasındaki sünnet namazlar, bir de (belki) sakal. Kur’an’ın hayata hâkim kılınması için gayretler, putlarla ve putçularla cihad, İslâmî devlet oluşturma çabaları, Kur’an hükümlerinin topluma hâkim kılınması için nebevî tavırlar, Kur’an’ın şirke karşı nasıl tavır alınması gerektiğine ilişkin emirlerinin hayata geçirilmesi, toplumun hayra doğru değiştirilip dönüştürülmesi gibi hususlar hiç de “sünnet” kavramı içinde değerlendirilmez ve insanlar bunlara dâvet edilmez. Hâlbuki sünnet, Peygamberimizin ahlâkî, amelî, şahsî, siyasal ve sosyal davranışlarının tümünü kapsar. Peygamberimizin sîreti, hayatın her safhasını içerir. Bütün hayata şâmildir. Hz. Peygamber'in din olarak ortaya koyduğu her şey de­mek olan Sünnet, Allah’ın kitabıyla gönderdiği dinin hayata yansıması, Kur’an’ın pratize edilip uygulama alanına Nebevî metodla uygulama alanına çıkmasıdır. Sünnet anlayışının, hayatı bir bütün olarak kucaklaması gerekir. Dolayısıyla ''sünnet" kavramı: "Rasûl-i Ekrem'in Kur’an’da Allah tarafından emredilen hususları nebevî tarzıyla hayata geçirmesi, davranış ve sözleriyle orta­ya koyduğu örnek/model" diye en geniş mânâsıyla kullanılmalıdır.

Bugün çekilen bütün problem ve sıkıntıların sebebi, Kur’an ve sünnetin bireysel, sosyal ve siyasal hayatımıza yeterince hâkim olmayışıdır. Kur’an’ı temel ölçü ve Peygamber’i de model ve örnek almadığı için toplum bin bir problemle karşı karşıyadır. Bir peygamber sadece kurye vazifesi gören bir postacı değil, fakat kâmil bir modeldir. Kur'ân'da Hz. Peygamber'e birtakım görevler verildiği anlaşıl­maktadır. Bu görevler: Şâhit olma, uyarıcı olma, müjdeleyici olma, öğüt verme, dâvet etme, tebliğ etme,  tilâvet etme, ta’lim etme, beyan etme, tezkiye etme şeklinde sayılabilir.[201] Bu görevleri kendisine yükleyen de Allah'tır. Zira, görevlendirmenin olduğu yerde, görevlendirenin varlığını görmemek mümkün değildir.

Dinin yaşanmasında, bir modelin, bir sünnetin varlığı gereklidir. Peygamberlere iman, onlara itaat etmek içindir.[202] Müslümanlığın özü ve esası kelime-i tevhidle ifade edilir. Tevhid kelimesinin ikinci bölümü, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Allah’ın rasûlü/elçisi olduğunu kabul etmektir. Bu inanç, bizi peygamberin örnek ve önderliğinin kabulüne götürür.   

Peygamberlere iman, onları örnek ve önder kabul edip onlara itaat etmek içindir. Kur’an’da mü’minlerin, Allah ile beraber Rasülü’ne de itaat etmeleri şart koşuluyor. Rasül’e itaat etmeden İslâm yaşanamaz. Zira, “Rasüller sadece kendilerine itaat edilsin diye Allah’ın izniyle gönderilmişlerdir.”[203] Kur’an’a ve sünnete itaat, imanın ve İslam’ın ilkelerindendir. İman edip de Allah’a ve Rasül’e itaat etmemek boş bir iddiadan başka bir şey değildir. Bu yalan, tâğutla hükmetmek isteyen her yalancının iddiasıdır. Çünkü münâfıkların alâmeti, devamlı sûrette itaatten kaçınmaktır. Zira Yüce Allah münâfıklar hakkında şöyle buyurur: “Onlara Allah’ın indirdiğine ve Peygamber’e gelin denildiği zaman, senden büsbütün kaçtıklarını görürsün.”[204] Kur’an ve Sünnete itaat, bir akîde/inanç meselesidir. Mü’min, akîdesini sağlam temeller üzerine oturtmalıdır.

Peygamberlerin gösterdiği yoldan başka yolda gitmenin, dünya hayatında sayılamayacak kadar çok olumsuz sonucu ve cezasından ayrı olarak, âhirette de büyük bir cezası vardır. Bu ceza o kadar büyük olacaktır ki, kâfirler dünyada iken peygamberlerin izinden gitmediklerinden, kendilerinden farklı hiçbir meziyetleri olmayan, haktan uzak sapık önderlere uyduklarından dolayı, -faydasını göremeyecekleri bir zamanda- pişman olacaklar ve pişmanlıklarını dile getireceklerdir. Bu durumu Yüce Rabbimiz şöyle tablolaştırmaktadır: “...O gün kâfirlere çok zordur. O günde zâlim, ellerini ısırıp: ‘Keşke peygamberle birlikte yol almış olsaydım!’ der. ‘Eyvah bana, keşke filanı dost edinmeseydim. Andolsun ki o, bana geldikten sonra beni haktan saptırdı.’ Şeytan insanı yardımsız ve zelil bırakandır.”[205] İşte bu dünyada şeytanın ardından giderek peygamberlerin yolunu/sünnetini terk edenler, âhirette bu dünyada iken uydukları kimselerden uzaklaşmak isteyecekler; böylelikle azaptan kurtulmayı deneyeceklerdir. Ancak bunun da kendilerine bir faydası olmayacaktır.[206]

Allah, insanlara insan olarak, kendi aralarından peygamberler göndermiş ve onların yolundan gitmelerini, peygamberlerine her hususta itaat etmelerini emretmiştir. Peygamberlerin izinden gitmeyenlere uymak, ya da onların izinden gidilmeyen hallerde baştakilere, ileri gelenlere itaat, Allah’ın yolundan sapmak için gösterilecek geçerli bir mâzeret değildir. Yüce Rabbimiz, Peygamberimizin yolundan sapmak için gösterilecek hiçbir mâzereti kabul etmeyecektir. Peygamber’in getirdiği yola aykırı yol izleyenlere itaat, -kim olursa olsunlar- meşrû bir itaat değildir. “Yaratan’a isyanı gerektiren hususlarda yaratılmışa itaat yoktur”[207] şeklindeki nebevî düstur ile ve “mârufu emredip münkeri nehyetmek” ilkesi gereğince böylelerini hizaya getirmek gerekir; onların sapıklıklarının peşinden gitmek değil. Peygamberlerin dışında, uyulan kimselerin büyük yanılgılara düşme ihtimali büyüktür. Uyulan kimselerin peygamberlerin yolundan gitmemeleri halinde kimlikleri, sıfatları, nitelikleri, makamları, yakınlıkları ne olursa olsun, uyanlara âhirette hiçbir fayda sağlayamayacakları, ebedî azaptan kurtaramayacakları herkes tarafından gayet açık ve net bir şekilde bilinmelidir. “Yüzleri ateşte (bir taraftan bir tarafa) çevrileceği o günde diyeceklerdir ki: ‘Ne olaydı, biz Allah'a ve Rasûl’e itaat etseydik!’ Ve diyecekler ki: ‘Rabbimiz, gerçekten biz başkanlarımıza, efendilerimize itaat ettik de, onlar da bizi saptırdılar. Rabbimiz, onlara azaptan iki kat ver ve onları en büyük lânet ile lânetle!”[208]

Gerçekten akıl sahibi olanlar, Peygamber’den başkasının yolundan gitmeyi düşünmek, akıllarının en ücra köşesinden geçirmek şöyle dursun; bu hayırlı ve biricik doğru yoldan gitmeyenleri gafletlerinden uyandırmak için peygamberlerin açtıkları yolda, gösterdikleri istikamette ve onların metoduyla mücadele eder, cihad ederler...

Peygamberlerin ve -günümüz için söyleyecek olursak- son peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirmiş olduğu şeriate aykırı bir hüküm ya da hükümleri, düzen ya da düzenleri, kurum ya da kurumları, değer ya da değerleri alternatif olarak göstermek, kabul etmek, onlara çağırmak; bunlar insanlara hükmetmekte iseler, bunları kabul edip rızâ göstermek, yok edilmeleri için çalışmamak, onlara gereken tepkiyi göstermemek; bütün bunlar Peygamber’in getirdiği şeriatı reddetmek anlamına geleceğinden, iman ile bağdaşamaz. Yani, böyle bir tutum, anlayış ve davranış küfürdür. Çünkü İslâm’ın ve Kur’an’ın üzerinde hassâsiyetle durduğu “peygamberlere iman” ilkesine ve kelime-i şehâdetin ikinci bölümü olan “Muhammed’in (s.a.s.) Allah’ın Rasûlü” olduğunu kabul ve ikrar etmeye aykırıdır.

          

Nebî İle Rasûl Arasında Fark Var mıdır?

(Geleneğin Yanlışından Modern Küfre/Sahte Peygamberliğe)

Nebî ve Rasûl kavramları müteradif, yani eşanlamlı ifadelerdir. Kur’an’da  “nebî”  ve “rasûl” kelimeleri peygamberler için kullanılmıştır. Ancak klâsik anlayışa göre, ikisi arasında şöyle bir fark olduğu belirtilir: Rasûl, kendisine kitap ve şeriat gönderilen peygambere denir. Nebî ise, kendisine kitap ve şeriat gönderilmeyip, kendisinden önceki rasûlün kitap ve şeriatını insanlara tebliğ eden peygambere denir. O halde her rasûl aynı zamanda nebîdir, ama her nebî rasûl değildir. Çağımızda bazı yalancı peygamberler ve onları savunanlar da bu farkları tersine çevirirler.

Modern mütenebbiler, sahte peygamberliklerinin dine ters düşmediğini güya kanıtlamak için, nebî ile rasûl kavramı arasında olduğunu kabul ettikleri farktan yola çıkarlar. Nebî, kitap verilenlere; rasûl ise, bu mesajı taşıyanlara verilen ad olduğunu ileri sürerler. Hindistan'da Sör Seyyit Ahmet'in başını çektiği modernist akım, bunu iddia eder. Bunlara göre, her nebî aynı zamanda rasûldür; fakat her rasûl nebî değildir. Nebî, hem kendinden önceki kitapları doğrulayıcı, hem de aldığı yeni kitabı insanlara ulaştırıcıdır. Her kitap verilen nebî bir elçidir/rasûldür; fakat her elçiye/rasûle kitap verilmemiştir. Kur'an'dan uydurma deliller bulmaya çalışan bu sahtekârlar, Peygamberimiz (s.a.s.)'in "hâtemu'l enbiyâ/nebîlerin sonuncusu"[209] olduğunun kesin biçimde ifade edildiğini görüp bir teville bunu çürütemedikleri için, sahte peygamberlerini, nebî değil de rasûl olarak isimlendirirler. Nebî ve rasulle ilgili geleneksel yanlışı, tersinden başka bir yanlışla sürdüren bu kimseler, yalancı peygamberlik kurumunu yeniden işletmeye çalışırlar. Hâlbuki Kur'an, nebî ile rasûl arasında bir fark gözetmiyor.

Kur'an'a Göre Nebî ile Rasûl Arasında Fark Yoktur. Nebî, peygamberlerin haber alma, vahiy alma vasıflarına, rasûl ise, alınan mesajın elçiliğini yapma, aktarma vasıflarına işaret etmektedir. Tıpkı adâletli davranmayı ve takvâlı olmayı şahsında birleştiren mü'min gibi. Yani nasıl bir mü'minin aynı anda âdil ve muttakî olması, çelişki arzetmiyorsa, bir peygamberin de aynı anda nebî ve rasûl olması da tenâkuz teşkil etmez. Nebî ile rasûl arasındaki fark, sadece kelime anlamları itibariyledir. Yoksa, şeriat alıp almaması, kitap getirip getirmemesi açısından aralarında anlam farkı yoktur. Geleneksel bazı iddialara göre, Hz. İsmail gibi peygamberler sadece nebîdir; kendilerinden önceki rasûlü tekrar ederler. Oysa Kur'an, Hz. İsmail için, hem rasûl, hem de nebî sıfatlarını kullanmaktadır: "Kitap'ta İsmail'e dair anlattıklarımızı da an. Çünkü o sözünde duran rasûl nebî idi."[210] Hz. Hârun için de Kur'an, Hz. Mûsâ ile beraber her ikisine rasûl demektedir: "Fir'avn'a giderek (ona) deyin ki: 'Biz âlemlerin Rabbinin rasûlüyüz."[211]

Geleneksel görüşün nebî'yi önceki kitabın ve rasûlün mukallidi durumuna indirgemesi çok yanlıştır. Çünkü birçok âyette nebî kavramına kitap nispet edilmiştir. "Allah, nebîlerden şöyle söz almıştı: 'Bakın, size kitap ve hikmet verdim, şimdi yanınızda bulunanı doğrulayıcı bir rasûl geldiğinde, ona mutlaka yardım edeceksiniz; bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?' demişti. Kabul ettik dediler. O halde şâhit olun, Ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım dedi."[212] Bu âyetten kesin olarak anlaşılmaktadır ki, nebî, kitap ve şeriatı olmayan biri değildir. Yine Kur'an'da kendilerine kitap verildiği muhkem olarak Kur'an'da anlatılan peygamberleri nebî olarak vasfetmektedir. "Nebîlerden söz almıştık. Senden, Nuh'tan, İbrâhim'den, Mûsâ'dan, Meryem oğlu İsâ'dan sağlam bir söz (misak) almışızdır."[213] Dolayısıyla Kur'an, nebî ile rasûl arasında kitap alıp almamak açısından bir ayrım yapmamaktadır. Kur'an, bazı nebîlere kitap verildiğini belirttiği gibi,  rasullere de kitap verildiğini açıklar: "Andolsun Biz rasullerimizi açık delillerle gönderdik. Ve onlarla beraber Kitab'ı, mizan'ı/nizâmı indirdik ki, insanlar adâleti yerine getirsinler."[214] Görüldüğü gibi âyet-i kerimede rasûl kavramına kitap nispet edilmiştir. Bu da gösteriyor ki, Kur'an, nebî ile rasûl arasında kavramsal fark gözetmemektedir. Fakat peygamberlerin genel Kur'anî tanımı nebîdir; rasûl, gönderilmekle (irsâl) ve tebliğle, görevin icrâsıyla ilgili bir kavramdır.

Kur'an, Hz. İsmail, Hz. Mûsâ ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'e aynı âyetlerde hem nebî, hem rasûl demektedir.[215] Hâtemiyetin (son nebî olmanın) sadece nebîlik için söz konusu olduğunu, rasûllük için söz konusu olmadığını iddia etmek, hastalıklı kalplere sahip olanların bir tahrif çabasından ibarettir. Kur'an nebî ile rasûl arasında bir ayrım gözetmediği gibi, şu peygamberler nebî; şunlar da rasûldür diye Kur’an’ın bir beyanı da yoktur. Nebî, genellikle peygamberlerin haber alma, vahiy alma yönünü, rasûl ise genellikle, alınan vahyin elçiliğini yapma yönünü ifade eden kavramlardır. Her peygamber vahiy almıştır (nebî); ve aldığı vahyi tebliğ etmiştir (rasûl). Bu iki vasfı bünyesinde bulundurmayan birine de peygamber denemez. Yani kalbine indirilen vahyin elçiliğini (rasûllüğünü), insanlara iletimini üstlenmeyen birine nebî denemeyeceği gibi, vahiy almayan (nebî olmayan) birine de rasûl denemez. Hz. Muhammed (s.a.s.)'den sonra bir insan, kavramsal anlamda ister rasûl olduğunu, isterse nebî olduğunu iddia etsin, yalancı peygamberdir, müseylimetü'l kezzâbtır. Çünkü nebî de rasûl de ıstılahî açıdan peygamberliğe delâlet etmektedir. Her nebî rasûldür; her rasûl de nebîdir.[216]

 

Nebî’ye İtaat Gerekmez Görüşü

Bu başığın açılımı olarak değerlendirmemizi birinci cildin ilk ünitesi Akaidin Usûlü başlığında işledik. Oraya bakılabilir

 

SORULAR

1- Nebî, Rasûl ve mütenebbî kavramlarını açıklayabilmek.

2- Peygamberlerin gönderiliş amaçları nelerdir?

3- İnsanlar içerisinden peygamberleri kim seçer?

4- Nebî ile Rasûl arasındaki fark nedir?

5- Peygamberlerin sıfatları nelerdir?

6- Son peygamber kimdir ve özellikleri nelerdir? Onun hakkında doyurucu bilgiler veriniz.

7- Kur’an’da ismi geçen peygamberlerin isimlerini sayınız.

8- Kur’an’da ismi geçtiği halde peygamber olup olmadıkları şüpheli olanlar  kimlerdir?

9- Tarihte ve günümüzde sahte peygamberler çıkmış mıdır? Çıktıysa bunlara örnekler veriniz.

10- Peygamberleri örnek almanın nasıl olacağını ve peygamberlere nasıl vâris olunacağını açıklayınız.

11- Aşağıdakilerden hangisi peygamberlerde bulunması gereken sıfatlardandır?

a) Tebliğ b) Yalan söylemek

c) Günah işlemek d) Emânetlere riâyet etmemek

12- Aşağıdakilerden hangisi peygamberlerin gönderiliş amacı olamaz?

a) İnsanları Allah’ın dinine dâvet etmek

b) İnsanlara Allah’a nasıl ibâdet edeceklerini göstermek

c) İnsanların eski inanç, adet ve geleneklerini devam ettirmek

d) İnsanlara ahlâki yönden güzel örnek olmak

13- “Peygamberler insanların en zeki ve en akıllılarıdır.” Bu ifâdede geçen özellik,  peygamberlerin hangi sıfatıdır? 

a) sıdk       b) emânet       c) fetânet       d) ismet

 

[1] 22/Hacc, 75

[2] 15/Hicr, 22

[3] 19/Meryem, 15, 33

[4] 37/Sâffât, 181

[5] 5/Mâide, 19; 7/A’râf, 184, 188; 11/Hûd, 2, 12; 4/Nisâ, 165

[6] 95/Tîn, 4

[7] 5/Mâide, 16

[8] 2/Bakara, 151

[9] 57/Hadid, 25

[10] 42/Şûrâ, 13

[11] 2/Bakara, 285

[12] 4/Nisâ, 59, 64

[13] 24/Nûr, 51; 33/Ahzâb, 36

[14] 3/Âl-i İmrân, 31

[15] 33/Ahzâb, 21

[16] 59/Haşr, 7

[17] 9/Tevbe, 128

[18] 21/Enbiyâ, 107

[19] 2/Bakara, 151

[20] 2/Bakara, 213

[21] 2/Bakara, 285

[22] 3/Âl-i İmrân, 79

[23] 3/Âl-i İmrân, 164

[24] 4/Nisâ, 64

[25] 4/Nisâ, 65

[26] 4/Nisâ, 165

[27] 5/Mâide, 67

[28] 6/En'âm, 90

[29] 10/Yûnus, 47

[30] 16/Nahl, 36

[31] 21/Enbiyâ, 25

[32] 24/Nûr, 51-52

[33] 25/Furkan, 27-29

[34] 33/Ahzâb, 21

[35] 33/Ahzâb, 39

[36] 57/Hadîd, 25

[37] Ayetlerdeki sıralama şöyledir: “İbrahim, İshak, Yakub, Dâvûd, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa, Harun, Nuh, Zekeriya, Yahya, İsa, İlyas, İsmail, Elyesa, Yunus ve Lut. (aleyhimusselâm).

[38] Ahmed b. Hanbel, Müsned V. S. 266.

[39] 6/En’âm, 89

[40] Ebu Cafer Muhammed b. Cerîr et-Taberî (310 h.), Tarih’ul-Umem ve’l-Mülûk (Tarih’ut-Taberî) Beyrut 1407, c. I s. 187, ez-Zemahşerî (467-538 h.), el-Keşşaf, A’lâ Suresinin tefsiri.

[41] Bkz. 3/Al-i İmran, 81

[42] 2/Bakara, 213

[43] 19/Meryem, 54

[44] 7/A’râf, 157

[45] 33/Ahzab, 40

[46] 6/En’am, 93

[47] Â’raf, 7/80. 

[48] Â’raf, 7/81.

[49] Şuara, 26/183.

[50] Â’raf, 7/85.

[51] Hud, 11/87. 

[52] Â’raf, 7/104-105.

[53] Şuara, 26/16-17.

[54]Haksözhaber.net.  http://www.haber7.com/siyaset/haber/175647-bakan-sahin-dindarlari-laiklestirdik. - http://www.gazetevatan.com/-dindarlari-biz-laiklestirdik--83315-gundem/

[55] http://www.milliyet.com.tr/yazarlar/serpil-cevikcan/-ataturk-un-idealini-ak-parti-2499341/

[56] İmam Ahmed, hadis no: 2/50. Ebu Davud, hadis no: 4/314.

[57] Tirmizî, hadis no: 2696.

[58] Tirmizî, hadis no: 2696; Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5347.

[59] İsra, 17/81.

[60] Tevbe, 9/33; Fetih, 48/28.

[61] Abdülaziz Tantik, “İslamcılar Nereye Koşuyor”, Sevda Dursun Röportajı, Gerçek Hayat Dergisi, Ekim 2018.

[62] https://www.milligazete.com.tr/makale/1223049/abdulaziz-kiransal/okcular-tepesini-terk-edenlere

[63] 6/En’âm, 48

[64] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 487-489; 506-508

[65] 51/Zâriyât, 56

[66] Buhâri, Cenâiz 92; Ebû Dâvud, Sünnet 17; Tirmizî, Kader 5

[67] 21/Enbiyâ, 25

[68] 16/Nahl, 36

[69] 29/Ankebût, 14; 71/Nûh, 9, 21

[70] 33/Ahzâb, 39

[71] 5/Mâide, 67

[72] 14/İbrahim, 1

[73] 6/En'âm, 90

[74] 6/En'âm, 85

[75] 33/Ahzâb, 21

[76] Buhârî, Rikak 10; Tirmizî, Menâkıb 32, 64

[77] 3/Âl-i İmrân, 185; 13/Ra'd, 26; 31/Lokman, 33

[78] 2/Bakara, 212; 3/Âl-i İmrân, 14; 57/Hadîd, 20

[79] 6/En'âm, 32; 29/Ankebût, 64; 47/Muhammed, 36

[80] 4/Nisâ, 77; 16/Nahl, 96; 35/Fâtır, 5

[81] 2/Bakara, 200-201

[82] 28/Kasas, 81

[83] 7/A'râf, 31-32, 157

[84] 4/Nisâ, 165

[85] 20/Tâhâ, 134

[86] 4/Nisâ, 41-42; 16/Nahl, 89

[87] 67/Mülk, 8-11

[88] 17/İsrâ, 15

[89] 30/Rûm, 30

[90] 7/A’râf, 59-64; 10/Yûnus, 71-73...

[91] 6/En’âm, 76-79, 80-83; 21/Enbiyâ, 58-67...

[92] 7/A’râf, 73-79; 11/Hûd, 61-68...

[93] 7/A’râf, 80-82; 11/Hûd, 77-80...

[94] 7/A’râf, 85-86; 11/Hûd, 84-85...

[95] 10/Yûnus, 47

[96] 57/Hadîd, 25

[97] 90/Beled, 10

[98] 12/Yûsuf, 53

[99] 79/Nâziât, 40-41

[100] 68/Kalem, 4

[101] Ahmed bin Hanbel, II/381; Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk 8

[102] Muhittin Akgül, Kur’ân-ı Kerim’de Peygamber, Işık Y., s. 28-36 

[103] 3/Âl- İmrân, 33; 7/A’râf, 144...

[104] 27/Neml, 59; 38/Sâd, 47

[105] 6/En’âm, 50; 7/A’râf, 203...

[106] 3/Âl-i İmrân, 64

[107] 5/Mâide, 72, 117; 7/A’râf, 59, 65, 73, 85...

[108] 16/Nahl, 36

[109] Muvattâ, Kur’an 32, Hacc 246

[110] 10/Yûnus, 72; 11/Hûd, 29, 51...

[111] 41/Fussılet, 44

[112] Ahmed bin Hanbel, V/158

[113] 16/Nahl, 125

[114] 38/Sâd, 86

[115] 2/Bakara, 258

[116] 12/Yûsuf, 108

[117] 19/Meryem, 51

[118] 12/Yûsuf, 24

[119] 39/Zümer, 2

[120] 39/Zümer, 14; Muhittin Akgül, a.g.e., s. 37-40              

[121] 21/Enbiyâ, 31

[122] 33/Ahzâb, 56

[123] 33/Ahzâb, 21

[124] 3/Âl-i İmrân, 31-32

[125] 19/Meryem, 41

[126] 19/Meryem, 54

[127] 19/Meryem, 57

[128] 12/Yusuf, 46

[129] 3/Âl-i İmrân, 161

[130] 33/Ahzâb, 39

[131] bak. 25/Furkan, 20; 13/Ra’d, 38

[132] 4/Nisâ, 164

[133] 17/İsrâ, 15

[134] 4/Nisâ, 152

[135] 4/Nisâ, 150

[136] Bu konudaki âyetler için bak. 2/Bakara, 4-5; 4/Nisâ, 14-15, 59, 80; 7/A’râf, 35

[137] Bu konu ile ilgili bak. 6/En’âm, 11; 13/Ra’d, 32; 5/Mâide, 33; 3/Âl-i İmrân, 32.

[138] 3/Âl-i İmrân, 67

[139] 10/Yunus, 84

[140] 5/Mâide, 112

[141] 3/Âl-i İmrân, 64

[142] 21/Enbiyâ, 25

[143] 16/Nahl, 36

[144] 4/Nisâ, 80

[145] Bak. 53/Necm, 3-4

[146] 4/Nisâ, 59

[147] 4/Nisâ, 65

[148] 4/Nisâ, 64

[149] 5/Mâide, 92; Ve yine bak. 3/Âl-i İmrân, 132; 47/Muhammed, 33.

[150] 4/Nisâ, 64

[151] 4/Nisâ, 61

[152] 2/Bakara, 213

[153] 35/Fâtır, 24

[154] 22/Hacc, 78

[155] 25/Furkan, 26-29

[156] Bak. 2/Bakara, 165-167

[157] Müslim, İmâre 38-40, hadis no: 1839; Buhârî, Cihad 107, Ahkâm, 4; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2863-2865

[158] 33/Ahzâb, 66-68; ve yine bak. 7/A’râf, 38

[159] 49/Hucurât, 2

[160] 49/Hucurât, 1

[161] 33/Ahzâb, 6

[162] 33/Ahzâb, 53

[163] M. Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, Şafak Y., s. 59-91

[164] Müslim, Müsâfirûn 139; Ebû Dâvud, Salât 316; Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl 2; Ahmed bin Hanbel, VI/54, 111

[165] 2/Bakara, 151

[166] 57/Hadid, 25

[167] 4/Nisâ, 59, 64

[168] 24/Nûr, 51; 33/Ahzâb, 36

[169] 3/Âl-i İmrân, 31

[170] 33/Ahzâb, 21

[171] 59/Haşr, 7

[172] 16/Nahl, 44

[173] Bu konuyla ilgili bkz. Müslim, Edâhî 35/5; Ebû Dâvud, Salât 90, Hacc 50; İbn Mâce, Hacc 81 vb.

[174] 33/Ahzâb, 36

[175] 24/Nûr, 51-52

[176] 4/Nisâ, 65

[177] 5Mâide, 44, 45, 47

[178] 18/Kehf, 26

[179] 12/Yusuf, 40

[180] 4Nisâ, 105

[181] Keşfü'l-Hafâ, hadis no: 1751

[182] Abdullah Büyük, Müslümana Mesajlar, Suffe Y., s. 79-80

[183] 10/Yûnus, 36; 53/Necm, 28

[184] 33/Ahzâb, 21

[185] 4/Nisâ, 59; 33/Ahzâb, 36; 24/Nûr, 51-52; 4/Nisâ, 65

[186] 4/Nisâ, 13-14; 4/Nisâ, 115; 8/Enfâl, 13

[187] Müslim, Müsâfirûn 139; Ebû Dâvud, Salât 316

[188] 5/Mâide, 19; 7/A’râf, 184, 188; 11/Hûd, 2, 12; 4/Nisâ, 165

[189] 95/Tîn, 4

[190] 5/Mâide, 16

[191] 2/Bakara, 151

[192] 57/Hadid, 25

[193] 4/Nisâ, 59, 64

[194] 24/Nûr, 51; 33/Ahzâb, 36

[195] 3/Âl-i İmrân, 31

[196] 33/Ahzâb, 21

[197] 59/Haşr, 7

[198] 9/Tevbe, 128

[199] 21/Enbiyâ, 107

[200] Bu konuyla ilgili bkz. Müslim, Edâhî 35/5; Ebû Dâvud, Salât 90, Hacc 50; İbn Mâce, Hacc 81 vb.

[201] 2/Bakara, 125, 129; 3/Âl-i İmrân, 164; 5/Mâide, 67; 16/Nahl, 44; 62/Cum'a, 2 vb

[202] 4/Nisâ, 64

[203] 4/Nisâ, 64

[204] 4/Nisâ, 61

[205] 25/Furkan, 26-29

[206] Bkz. 2/Bakara, 165-167

[207] Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839

[208] 33/Ahzâb, 66-68 ve yine bkz. 7/A’râf, 38

[209] 33/Ahzâb, 40

[210] 19/Meryem, 54

[211] 26/Şuarâ, 16

[212] 3/Âl-i İmrân, 81

[213] 33/Ahzâb, 7

[214] 57/Hadîd, 25

[215] 19/Meryem, 54, 51; 7/A'râf, 157; 33/Ahzâb, 40

[216] Fevzi Zülaloğlu, Nebî İle Rasül Arasındaki Fark, Haksöz, sayı 66

 

Okunma 1083 kez