Salı, 16 Şubat 2021 09:09

KÜFÜR

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

 

                     K Ü F Ü R

  

 

  • Küfür; İmanın Karşıtı, Hakkı Örtmek ve İnkâr Hastalığı
  • Kur'an'da Küfür Kavramı (Nankörlük ve İnkâr)
  • Küfrün Anatomisi
  • Kâfirin Kalbi
  • Küfrün Sebepleri
  • Kâfirler
  • Kur’an’ın Kâfir Dedikleri
  • Kâfirlerin Özellikleri
  • Müslüman-Kâfir İlişkisi
  • Kâfirlerle İlişki Çeşitleri; Savaş ve Barış
  • Hangi Kâfirlerle Savaşmadan İyi Geçinilebilir?
  • Kâfir Akrabalarla İlişki
  • Bir Müslümanı Kâfir Yapan Tavırlar
  • Elfâz-ı Küfür
  • Ef’âl-i Küfür
  • Küfürden Korunma Yolları
  • Sorular

 

  Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir.

 * Küfür kelimesinin lügat ve ıstılah anlamlarını ifade edebilmek.

* Nankörlük ile inkâr/küfür arasındaki ilişkiyi açıklayabilmek.

* Kur’ân-ı Kerim’deki kâfirlerin kalbi ile ilgili vurguları özetleyebilmek.  

* Küfrün sebep ve sonuçlarını açıklayabilmek.

* Günümüz toplumunda insanı küfre götüren çirkin lafızlara (elfâz-ı küfre)   

   örnekler verebilmek.

* Davranış yönüyle küfür kabul edilen eylemlere (ef’âl-i küfre) örnekler

   verip açıklayabilmek.

* Küfürden korunma yollarını açıklayabilmek.

             

 Küfür; İmanın Karşıtı, Hakkı Örtmek ve İnkâr Hastalığı

Küfür, “ke-fe-ra” fiil kökünden masdar olup, lügatta ‘bir şeyi örtmek’ demektir. Bu anlamıyla tohumu toprağa eken ve böylece onu örtüp gizleyen çiftçiye küffar denildiği gibi, kılıcı örttüğü için kınına, karanlığı örttüğü için geceye, yıldızları örttüğü için buluta da  kâfir denir. Bazı ibâdetler ve tevbe de birtakım günahları örttüğü için bunlara da keffare(t) denilmiştir. Kâfir kişi de Allah'ın varlığını, âyetlerini, nimetlerini veya hükümlerini görmezlikten, bilmezlikten gelip örterek inkâra gittiğinden bu ismi almıştır.

Küfre sapan kimseye kâfir (çoğulu: Küffâr, kâfirûn, kefere) denilir. Küfür, imanın zıddı olduğu gibi, kâfir de mü’minin zıddıdır. Kâfir; gerçeği örten, nimeti saklayıp inkâr eden kişi demektir. Yaratıcı’nın en büyük nimetleri olan Allah’ın âyetleri, tevhidî iman, peygamberlik, din, hidâyet vb. hususları saklamak veya görmezlikten gelmek kâfirliğin en belirgin şeklidir.

Küfür, realiteyi, hakikati çarpıtmaktır. Küfür, varlıktaki, yaratılıştaki güzellik ve mükemmelliği, nimet ve lütfu görmeme, görmezlikten gelme illetidir; bir fıtrat nankörlüğüdür. Akı kara, karayı ak görmektir; Görülmesi gerekeni görmemek, bakar körlüğü tercih etmektir. Küfür, bir hastalıktır, bir ârızâ ve anormalliktir. Doğal olanın, fıtratın dışına çıkmaktır. Kalpte başlayan bu hastalık, kafaya ve bütün organlara yayılır. İmanla tedavi edilmedikçe çabuk büyüyen ve tüm vücudu kaplayan bu kanser mikrobu, kişinin âhiretini ve dünyasını mahveder. İslâm’ın hâkim olmadığı çevre şartları, bu küfür mikrobunun alabildiğine yayıldığı hastalıklı ortamlardır.  

Küfür, bir kimsenin iman edilmesi gerekli esaslara iman etmemesidir ki, yalanlama ve inkârı, tasdiki terk etmeyi; ikrah, yani şiddetli zorlama ve engel bulunmadığı halde ikrarı terketmeyi de içine alır. İmandaki tasdik gibi, küfürdeki tekzib de (yalanlama) kalple, sözle veya davranışla olur. Kalp ile yalanlama nasıl küfür ise, ikrah/zorlama olmaksızın sözlü yalanlama da öyledir. Hatta, elfâz-ı küfrü (küfür sözünü) böyle sözle ifade etmek, daha çirkin bir düşmanlığı açığa vurmak olur. Aynı şekilde fiilî (davranışla) yalanlama da böyledir. İman edilmesi arzu edilen mukaddes şeylere fiilen hakaret ve alay etmenin, küçümsemek ve hafife almanın, bunları bozmaya çalışmanın en çirkin küfür olduğunda şüphe yoktur. Yalnız kalpte gizlenen küfre küfür denip de, sözlü veya fiilî olarak açıklanan ve ilan edilen küfre küfür denilmemesi nasıl mümkün olur? Ancak, o sözlü veya fiilî küfür izhârı, “kalbi imanla dolu olduğu halde inkâra ikrah olunan, zorlanan değil”[1] diye şer’î istisnâyı bildiren bu âyet gereğince zarûrî bir zorlamaya dayanması hâriçtir. Fiilî tekzib (davranışla ilgili küfür), iman ile bir araya gelmesi mümkün olmayan fiili yapmaktır. Ancak fiilî tekzib (davranışla ilgili küfür) ile, fiilin yokluğu arasında büyük fark vardır. Meselâ, namaz kılmamak başka, haça tapmak yine başkadır. Namaz kılmamak küfür değilse bile, haça tapmak kesin küfür olur. Bu bakış açısından, amelin terkinin fiilî yalanlama olup olmadığı şüpheli olduğundan, küfrü gerektiren bir durum olup olmayacağında ihtilâf edilmiştir. Hâlbuki hakaret ve hafife almayı ifade eden, aynı şekilde Mushaf’ı çirkefe atmak, güneşe tapınmak, putlara veya heykellere saygı duruşunda bulunup önlerinde kıyâma veya secdeye durmak, küfrü yayıp neşretmek, günahı ve haramı helâl; helâlı da haram saymak... gibi bizzat küfür eseri şeyler; küfür delili olduğu belli bulunan yalancıların fiilleri -bir ikrah, yani zorlama zarûreti yoksa- küfür olduğunda hiç ihtilâf edilmemiştir.

Yukarıda açıklama yapıldığı üzere, ameli terketmenin ve her günahın küfrü gerektirdiği söylenmiyor. Fakat bu mesele, istismar edilerek kötüye kullanılmıştır. Ameli terketmek iki türlüdür: Birisi cüz’î (kısmen) terk, diğeri küllî (tamamen) terk. Yani biri terketmek, biri de terketmeyi alışkanlık edinmektir. Meselâ, bazen namaz kılmayan ile, namazı terketmeyi alışkanlık haline getiren arasında büyük fark vardır. Namaza imanı olan, onu vazife tanıyan kimsenin -beşer hali- ara sıra bazı üşengeçliğinin bulunabilmesi akla ters değildir. Şu halde cüz’î terk, küfür olmayabilir. Fakat ameli terki alışkanlık edinen, namaz kılmayı hiç hatırına getirmeyen, alnı secde görmemiş, ömründe hiç kılmayan ve hatta kılmamaya azmetmiş bulunanların kıble ehli (müslüman) olduklarına, Allah'a, Peygamber’e ve peygamberlere, Kur’an’a ve âhirete, farz olan vazifelere imanı bulunduğuna nasıl hükmedilebilir? Özetle iman, tevhid tertibiyle bütün inanılacak şeylere bölünmez bir bağlılıkla uymak; küfür de onlardan, birinin bile olsun, bulunmamasıdır. Yani küfür için iman edilecek şeylerin hiçbirine inanmamak şart değildir. Birine veya bir kısmına inanmamak da küfürdür. İman, bir bütünlüğü gerektirir. Küfür ise, onun tersi olduğundan, bir kısmı inkâr ile de vâki olur; tamamının inkârı şart değildir. İman ile küfür, sade zıt değil; birbirinin tersidirler. Ne ikisi bir araya gelip toplanırlar, ne yükselirler; arada vasıta, iki menzil arasında bir menzil (menzile beyne’l-menzileteyn) yoktur. Bir insan ya kâfirdir; ya mü’min. Fâsık (günahkâr) da işlediği suça göre bunlardan biridir.

İman ile küfür, iki görüş açısından düşünülür. Birisi, insanın yalnız Allah'a karşı vaziyeti; diğeri de mü’minlere karşı vaziyetidir. Birincisinde mü’min, yalnız Allah’ın ilmini düşünerek imanını ve kendini ona göre kontrol ve teftiş eder. Bu noktada hem içinden ve hem dışından sorumludur. İkincisinde, insanların ilmi ve onlara kendini ne şekilde tanıttığını, ne gibi muâmele yaptığını, onların ilmine karşı kendisinin ne gibi bir muâmeleye tabi tutulması gerektiğini düşünerek imanını ve kendini ona göre kontrol ve teftiş eder. Çünkü İslâm’da Allah’ın hakları, bir de kulların hakları yönü; imanın bir ferdî, bir de sosyal durumu vardır. “Allah'a, Peygamber’e kalbimde imanım var” deyip de insanlara karşı hep küfür muâmelesi yapmak (halkın içinde gâvur gibi yaşamak) İslâm imanının şiarı değildir. Din ve imana muhtaç olan Allah değil, insanlardır.

Küfretmek, dilimizde kaba bir şekilde sövmek mânâsında da âdet olmuştur, ki bu, Arapça’da yoktur. Halk arasında yaygın olan bu mânâ, esasında dinî mânâdan alınmıştır. Önceleri küfrü gerektiren sövmelere kullanılırken, biraz genişletilmiştir.[2]

 

Kur'an'da Küfür Kavramı (Nankörlük ve İnkâr)

“Küfür” kelimesi ve türevleri Kur’an’da 525 yerde geçmektedir. Kur’an, imana yüklediği tüm anlamların zıtlarını küfür kelimesine yüklemiştir. Zaten küfür de, bir inançtır; olumsuz bir inanç. Göğüsler iman için açıldığı gibi, küfür için de açılır.[3] Kur’an’a göre, küfrün en sık belirişi insanın nimetleri inkârı, yani nankörlüğüdür. Allah, insanların yaratıcısı, onları rızıklandıran, onlara sayısız nimet veren, yaşatan... bir İlâh ve Rabdir, ki en küçük bir iyilikte bulunana teşekkür edildiği gibi, esas olarak nimetleri karşısında Allah'a şükretmek gerekir. “Beni zikredin, Ben de sizi zikredeyim/anayım; Bana şükredin; küfr (nankörlük) etmeyin.”[4]

Allah'a şükretmek, sahip olunan nimetlerin yalnızca O’ndan olduğunu kalpten kabul etmek olduğu gibi, bu kabulü de gerek sözlü, gerek fiilî amellerle göstermektir. Fakat insan, unutkan ve haksızlığa eğilimli, aynı zamanda iyilikleri kendinden, kötülükleri başkasından bilen bir niteliğe sahip olduğundan iki durumda sahip olduğu nimetlerin Allah’tan olduğu gerçeğini gizlemeğe kalkışır. Bu iki durumdan biri ve en çok görüleni; aşırı nimetler, zenginlik, mal, evlat ve refah içinde yüzme; diğeri ise darlık ve sıkıntı içinde bulunmadır. Bunlardan birincisi şükretmemenin en önemli nedenidir ve bu yüzdendir ki, kâfirler daha çok zenginler içinden çıkar. Çünkü onlar, zenginliklerinin ve içinde bulundukları refah durumunun sona ermeyeceği, bunun kendi kazançları olup akıl ve becerilerinden kaynaklandığını zannederler.

"İnsanlar (küfr üzerinde) tek bir ümmet olmayacak olsalardı Rahmân’ı küfr/inkâr edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine binip çıkacakları merdivenler yapardık. Ve, evlerine kapılar ve üzerlerine yaslanacakları koltuklar, kanapeler ve nice süsler. Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçimliğidir. Âhiret ise Rabbinin katında müttakîler içindir.”[5]

“Karun, Mûsâ’nın kavmindendi. Onlara karşı bağy etti. Biz kendisine öyle hazineler vermiştik ki, onun anahtarlarını taşımak güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Kavmi ona demişti ki: ‘Şımarma, Allah şımaranları sevmez...’ ‘Bu, bende bulunan bir bilgi sayesinde bana verildi’ dedi.”[6]

 İnsan, bazen darlık ve sıkıntı ânında da küfürde bulunur: “İnsana Kendimiz’den bir rahmet tattırsak onunla sevinir. Ellerinin öne sürdüğünden dolayı kendilerine bir kötülük dokunsa, muhakkak insan çok küfredici (olur).”[7]

 İşte, gerek sıkıntı ve darlık, gerekse bolluk ve ferah ânında tiksindirici bir istiğnâ ve şımarıklıkla veya umutsuzlukla insan Allah'a karşı kâfir kesilir. Demek ki, küfrün temelinde, aynen şirkte olduğu gibi, bir bakıma nefse tapınma, bencillik ve istiğnâ vardır ve küfr Allah’ı hakkıyla tanımamak, O’nun verdiği nimetlerin O’ndan olduğu gerçeğini sözle, davranışla ve kalben örtmek, gizlemektir. Sözgelimi, insan fizikî yapısını beğenir ve “şükredeyim diye Allah beni güzel yarattı” demez; “ne kadar güzelim!” der ve insanlar karşısında güzelliğiyle övünür. Sahip olduğu yetenek ve becerilerin bütünüyle Allah’tan olduğunu unutur, insanların içine çıkıp “şunu şöyle yaptım, şu kadar kabiliyetliyim” der; fakat “Allah, bana bu beceri ve yetenekleri vermiş, o halde bunları verene teşekküren O’nun yolunda kullanayım” diye düşünmez.

Çok mala sahiptir, güzel bir evde oturmaktadır, güzel giysiler içindedir; Hz. Süleyman gibi “Bu, Rabbimin fazlındandır; şükür mü edeceğim, yoksa küfür mü, diye beni denemek için. Kim şükrederse kendisi için şükreder; kim de küfrederse muhakkkak Rabbim müstağnîdir, çok kerem sahibidir.”[8] demesi ve bunun bilinciyle hareket etmesi gerekirken, Karun gibi “bu bana bilgimden dolayı verildi” der, hele bir de güç ve kuvveti varsa insanlar üzerinde bağy eder ve tam bir tâğut kesilir. İnsan, bu şekildeki küfrüne haset, hırs, kibir gibi olumsuz nitelikler de ekleyince, artık Allah düşüncesini zihninden atmaya, O’nu evrende hüküm sahibi görmemeye ve yok saymaya kadar gider. Bazılarıysa kendilerine daha önceden apaçık delillerle bildirilen Allah’ın âfakta ve enfüsteki âyetlerinden[9] bazılarını örtmeye girişir. Kitaplarını veya gönderdiği kitaplardan birini, peygamberlerin tamamını veya bir kısmını, âhireti, melekleri veya kaderi, peygamberlerin Allah’tan getirdiği esaslardan birini veya birkaçını kabul etmemeye yönelir. Bazıları, “Peygamber Allah’tan ne getirdiyse inandım” der, fakat hareketleriyle bunu yalanlar. Temel emir ve yasaklarlardan bazılarını yerine getirmez, getirmeye getirmeye bu emir veya yasağın üzerine bir örtü çeker ve artık kendi yanında o şey “yok” hükmüne geçer.

Allah’ı, âyetlerini veya hükümlerini örten, daha çok da Allah’ı ve O’nun hükmünü yok saymaya çalışan, nedenleri görüp ötesini göremeyen, duyularının ulaşamadığı şeyleri yok sayan, evrenin yaratılışını, meydana gelen olayları raslantı, zorunluluk gibi birtakım hayalî etkenlere bağlayan, bilmeden her bir zerreyi ilâhlaştıran veya Allah’ın âyetlerinin birini, birkaçını veya tamamını tanımamaya yönelenlerin artık kalpleri de örtülür; basiretleri yok olur, akılları işlemez, dilleri hakkı söylemez hale gelir. Böylelerinin kalpleri mühürlenmiştir ve bunlar için uyarı, korkutma hiçbir etki yapacak değildir: "Gerçek şu ki, kâfir olanları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, iman etmezler. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve âhirette) büyük bir azap vardır."[10]; “Andolsun, elçilerimiz onlara açık deliller getirdiler. Fakat, önceden yalanladıklarından ötürü inanmaya yanaşmadılar. Allah, kâfirlerin kalplerini işte böyle mühürler.”[11]; “Kalpleri vardır, ama onlarla (hakkı) kavramazlar; gözleri vardır, fakat onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. Hayvanlar gibidir onlar, hatta daha da sapık/yoldan çıkmış...”[12]; “Allah katında bütün hayvanların en şerlisi, akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.”[13]

Bu anlatılanlar, küfrân-ı nimet yani nimetlere küfürdür. Bu, küfrün çeşitlerinden biridir. Türkçede nankörlük denen nimetlere küfür, küfrün temelini oluşturduğu gibi, nimet kelimesinin kapsamı  içine mal, mülk,  göz,  kulak  gibi  maddî  ve yetenek, beceri, düşünce, akıl gibi mânevî varlıklardan daha çok; risâlet, din, hidâyet vb. girer. Şu halde, Allah'a ve O’ndan gelen herhangi bir şeye yönelen örtme, gizleme, tanımama işi, küfür kavramının kapsamı içindedir.[14]

 Nimetlere nankörlük (küfrân-ı nimet), nimetin eksilmesine ve azâba sebep olur. Küfrânın zıddı olan şükrân (şükretmek) ise, nimetlerde artışa yol açar. “Eğer şükrederseniz, (nimetlerimi) arttırırım; eğer küfrâna giderseniz, muhakkak ki azâbım çok şiddetlidir.”[15]

Küfrâna karşı böyle sert bir tavır takınılması sebepsiz değildir. Kur’an, küfrün her türünde küfrânla/nankörlükle yalanlamanın beraber bulunduğuna dikkat çeker.[16] İmandaki tasdik ve itiraf, burada yerini inkâr ve yalanlamaya bırakmaktadır. İnsana şah damarından daha yakın olan Allah’ı[17] görmezlikten gelmeye kalkmak, insan onuruna yakışmamaktadır. Bunun içindir ki Kur’an, küfre sapanları sözü değil; bağırıp çağırmayı duyan sağır-dilsiz ve körlere benzetmektedir.[18] Şuur ve iman nimetini teperek hayvanlaşan bir varlığın, hayvan olarak yaratılan bir canlıya denk olmak gibi bir şansı ve liyakati de olamaz. Böyle birisi, hayvandan daha aşağılara iner ve hayvanların en kötüsü, en zararlısı olur. “Şu bir gerçek ki, Allah katında hayvanların en şerlisi, küfre sapıp da imana gelmeyenlerdir.”[19]

Durum böyle olduğuna göre, küfür ehlinin sahip bulunduğu dünya imkân ve nimetlerine bakarak onların kemal ve mutluluğuna hükmetmek yanlıştır. “Küfre sapanların beldeler boyu işten işe geçip, (refah içinde) diyar diyar  dolaşmaları seni sakın aldatmasın! Bütün bunlar azıcık menfaatlenmedir. Onların son varış yerleri cehennemdir. Ve ne kötü varış yeridir o!”[20]; “Küfre sapanlar asla sanmasınlar ki, Bizim onlara mühlet vermemiz kendilerinin lehinedir.”[21]; “Küfredenler sakın sanmasınlar ki, yarışı kazandılar. Onlar kimseyi âciz bırakamazlar.”[22]; “Rablerini inkâr edenlerin durumu; amelleri fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer.”[23]

Ne yazık ki, işin esasını göremeyen küfür mensupları, bir kuruntu, bir kasılma, yani istikbar ve istiğnâ içindedirler.[24] Küfür ehlinin sayısız nimete nankörlük içinde bulunmalarından dolayı, Allah onları dostluğa kabul etmez; ancak mü’minler, Allah’ın dostları olarak anılır. Allah da kendisini onların dostu olarak belirtir.[25] Allah, kâfirleri sevmez. Onların gönüllerine dostluk ve muhabbet duygusu yerine korku yerleştirilmiştir.[26]

Durum böyle olduğu içindir ki, mü’minler de küfre sapanları dost edinmemelidirler. Kâfirler ancak birbirlerine dost olur, mü’minlere dost olamazlar.[27] Mü’minler, onları velî, dost edinemedikleri gibi, onlara arka çıkma, destek verme yönüne de asla gidemezler.[28] Hele onlara boyun eğmek, bir mü’minin onuruyla asla bağdaşamaz. Onlarla mücâdele etmek gerekir. Ve bu mücâdelede onlara şiddetli davranmak da esastır. “Kâfirlere boyun eğme, itaat etme ve bununla (Kur’an ile) onlara karşı olanca gücünle büyük cihad yap, büyük bir savaş ver.”[29] “Ey Peygamber! Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran.”[30]; “Muhammed Allah’ın rasûlü, elçisidir. Onunla beraber olanlar da kâfirlere karşı şiddetli, çetin; kendi aralarında merhametlidirler.”[31]

Mü’min, dinini alaya alıp eğlence yerine koyan ve Allah’ın nimetlerini inkâr ve nankörlük yolunda kullanan,[32] nimetlerden yararlanıp yemede hayvanları andıran[33] bir topluluğu ne sevip onlarla dostluk kurabilir, ne de onlara güvenebilir.[34] Onlara güvenenler, yüzüstü bırakılırlar.[35] Zaten güven, imanla ilgilidir; inkârla değil. İman’ın bir anlamı emin olmak, güvenmek (Allah'a) ve güvenilir olmaktır (insanlara). Mü’min, küfrün alay konusu ettiği iman kardeşlerine onur ve güç; kâfirlere ise zillet ve eziklik getirici, aziz ve üstün olmalıdır.[36]

Küfre sapanlar zâlimdirler[37] ve zâlimler, düşmanlığa müstahak biricik hedeftirler.  Tâğut uğruna savaşan[38] ve mallarını Allah yolundan insanları alıkoymak için harcayan,[39] Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen[40] ve mü’minlere gelen hakikatlere sırt çevirenlere gönülden sevgi ve güven (meveddet) beslemek, destek vermek akıl işi değildir.[41] Bunlar, iflâh etmeyecek bir güruhtur.[42]

Küfür, üretilen değerleri, sergilenen amelleri işe yaramaz hale getirir. “İnkâr edenlerin ve Allah yolundan insanları alıkoyanların işlerini Allah boşa çıkarmıştır.”[43]; “Fitne, adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. Onlar (kâfirler) eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden döner de kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler, dünyada da âhirette de geçersiz sayılır. Onlar cehennemliktir ve orada devamlı kalırlar.”[44] Ceza, suç cinsinden verilir. Onlar, Allah’ın âyetlerini ve nimetlerini görmezden geldikleri için, onların yaptıkları gerçekten iyi şeyler varsa onlar da görmezden gelinip yok sayılıyor. Allah’ın nimetlerine nankörlük yapanların, kendi küçük iyiliklerinin takdirle karşılanmasını beklemeleri ikinci bir nankörlük olduğu gibi, aynı zamanda zulümdür de.[45]   

Kur’ân-ı Kerim’de küfrün ve kâfirlerin diğer özellikleri hakkında bildirilenler, başlıklar halinde şöyle özetlenebilir: Küfrün misali, gövdesi yerden koparılmış, o yüzden ayakta durma imkânı olmayan (kötü) bir ağaca benzer.[46] Allah küfre râzı olmaz, O’nun küfre kesinlikle rızâsı yoktur.[47] Onun için mü’minlerin küfürden sakınmaları gerekir.[48] Küfredenin küfürleri kendi aleyhinedir.[49]

Mü'mini küfürle itham etmek, yani haksız tekfir, sakınılması gereken bir yasaktır: “Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek ‘Sen mü’min değilsin’ demeyin…”[50] Sıradan kendi halinde bir kâfirle, küfür önderlerinin cezası farklıdır. Küfre önderlik edenin cezası iki kattır.[51] Kâfirlerin dostları şeytandır.[52] Kâfirler, peygamberlerden inanmayacakları mûcizeler isterler.[53] Kâfirler, Kur'an'ı inkâr ederler.[54] Allah'ın âyetlerini de kabul etmezler.[55] Kâfirler, kendi âcizlikliklerine bakmadan küstah bir şekilde Allah'ın nûrunu söndürmek isterler.[56] Kâfirler âhireti de inkâr ederler.[57]

Kur’an kâfirlerin karakter özelliklerinden de bahseder. Kâfirler, fakirleri küçük görürler.[58] Kalpleri birbirine benzer.[59] Kâfirler (Allah yolunda) infak etmezler.[60] Ama, mallarını Allah yolundan insanları çevirmek için harcamaktan çekinmezler.[61] Müslümanların kendilerini dost ve yardımcı kabul edemeyeceği kâfirler, birbirlerinin yardımcılarıdır.[62] Küfürle nankörlük birbirine çok yakın kavramlar olduğu gibi, kâfirler de nankördürler.[63] Onlar, akıllarını ve duyu organlarını öyle köreltmişlerdir ki, Kur’an âyetleri de onların küfrünü arttırır.[64] Bâtılın mücadelesini yaparlar.[65] Kâfirler dünyalıkla övünürler.[66] Dünya hayatını âhiretten üstün tutarlar.[67] Onlar, kesin bir bilgiye dayanmazlar; zanla hareket ederler.[68] Kâfirler, Allah’ın nimetinden dünyada faydalanırlar; âhiretten ise nasipleri yoktur.[69]

Kâfirlerin yaptıkları iyi işler boşa gider.[70] Allah ve melekler kâfirlere lânet eder.[71] Kâfirlerin malları ve evlâtları kendilerine fayda vermez.[72] Kâfirler, tabii ki Allah'a zarar veremezler, onların zararları kendilerinedir.[73] Allah onları hemen azâbını göndererek helâk etmez, onlara mühlet (süre) verir.[74] Kâfir olarak öleceklerin ölüm ânında yapacakları tevbeleri kabul edilmez.[75] Kâfirler, âhirette azâbı gördükleri zaman fayda etmeyecek şekilde pişmanlık duyacak ve tekrar dünyaya dönmek isteyecekler.[76] Bu istekleri yerine gelmediğini görünce şiddetli azapla karşılaştıkları için tümüyle yok olmak isteyeceklerdir.[77] Onlar kesinlikle kurtuluşa eremeyeceklerdir. [78]

Kâfirlerle mü’minlerin ilişkisi konusunda da Kur’an şu tavsiye ve bilgileri verir: Kâfirler mü’minlere dost olamaz, mü’minler de onları dost kabul edemez; çünkü onların basit çıkarları vardır, dostlukları yoktur.[79] Kâfirler, mü’minleri saptırmak isterler. [80] Kâfirler, mü’minlerle alay ederler.[81] Buna rağmen kâfirler, mü’minlere zarar veremezler.[82] O yüzden kâfirlerden korkulmaz.[83] Yine de mü’minler, kâfirlere itaat etmekten sakınmalıdır.[84] Müslümanların kâfirlerden yüzçevirmesi emredilir.[85] Mü’minler kâfirlere karşı Allah’ın yardımını istemelidir.[86] Kâfirlerin hayatı, mü’minler gibi zor imtihanlardan geçmemeleri, dünyada zevklenmeleri mü’minleri aldatmamalıdır.[87]

İslâm âlimleri, meydana geliş şekli, sebebi ve yeri itibariyle küfrü beşe ayırmışlardır:

1- Küfr-i inkârî: Allah’ı, Peygamber’i ve onun Allah’tan getirmiş olduğu esasları kalpten kabullenmemek ve dille de inkâr etmek,

2- Küfr-i cühûd: Kalben Allah’ı bilip kabul etmek, fakat dille inkâr etmek,

3- Küfr-i inâdî: Kalben hakikati bilip dille de zaman zaman itiraf etmek, fakat haset, kin, şan, makam gibi endişelerle İslâm’ı kabullenmemek,

4- Küfr-i Nifak: İnanılması gereken şeyleri dille ikrar etmek, fakat kalben inanmamak,  

5- Küfr-i Cehlî: İnsanın iman ettiği halde, cehâlet sebebiyle zarûrât-ı diniyyeden olan şeyleri inkâr etmesi. Günümüzde en yaygın küfür çeşidi budur.

Aslında yukarıdaki meşhur sınıflamayı ikiye indirmek mümkündür: 1) Bile bile inkâr şeklindeki küfür, 2) Cehâlet sebebiyle küfür. Bu ikinci küfür çeşidinin İslâm’ın hâkim olmadığı yerlerde câhil bırakılmış halk yığınlarının farkında olmadan düşebileceği bir yanlışlık olduğundan yola çıkılarak, böyle ülkelerde cehâletin mâzeret sayılabileceği ihtimalini değerlendirip halktan bu durumdaki insanları tekfir etmekten çekinmek gerekir.

Yukarıdaki tasniften yola çıkarak kâfirlerin de kendi aralarında şu kısımlara ayrıldığını söyleyebiliriz:

a- Allah hakkında bilgisi olmayan, bildirildiğinde de kabul etmeyen kâfirler. Firavun bunlardandır. Mûsâ (a.s.) ona İslâm'ı tebliğ ettiğinde, Firavun "Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka ilâh bilmiyorum"[88] demişti. Yani, “kanunu ben koyarım, sizi ben yönetirim” diyordu.

b- Allah'a ve Rasûlü'ne inanır, inandığını Ebû Tâlip gibi ikrar da eder, ama makamı, şanı, şöhreti, rütbesi uğruna İslâm'ı kabul edemez.

c- Diliyle inandığını söyler, ama kalbinden iman etmez; münâfıklar gibi.

 Kalbinde imanı olmadığı halde, dışa karşı mü’min görünene “münâfık”; Müslümanlıktan sonra dinden dönene “mürted” denir. İki veya daha çok ilâh olduğunu söyleyen, Allah'a başkasını ortak koşan kimseye “müşrik”; Yahûdilik veya hıristiyanlık dinine bağlı olanlara “kitabî” veya “ehl-i kitap” adı verilir.

İman esaslarından birini bile olsa inkâr etmek küfürdür. İslâm’da iman konuları bir bütündür. İnanılması gereken esaslardan herhangi birisini inkâr etmek, bütünü inkâr etmek anlamına gelir. Kur’ân-ı Kerim’in tamamını veya bir âyet ya da bir hükmünü, bir emir ve yasağını bile inkâr etmek küfürdür. Kur’an’a bir şey ilâve etmek, Kur’an’ın kendisi, bir sûresi veya bir âyeti ile, ya da dinden olan bir hükümle alay etmek, onu küçümsemek ve hafife almak da kişiyi iman dairesinden çıkarıp küfre düşürür. Kur’an’da veya sahih hadislerde bildirilen ve üzerinde ihtilâf bulunmayan İslâmî emir ve yasaklardan birisini inkâr etmek küfürdür. İçki, kumar, zina gibi yasakları helâl saymak bu niteliktedir. Allah’ın haram kıldıklarını işleyip, farzlarını yerine getirmemek, onları küçümsemekten, inanmamaktan kaynaklanıyorsa, bu  durum da küfürdür. Kısaca, Allah’ın emir ve yasaklarını, bütün İslâmî hükümleri kabul ederek İslâm’ı bir nizam olarak görmek iman gereğidir. Bunlardan bir kısmını reddetmek veya İslâm’ın, çağımızda uygulanmasının mümkün olmadığını ileri sürerek bir hümünü bile olsa reddetmek küfürdür; bunu yapan kimse kâfir olur.

İslâm’ın itikadî, iktisadî, ictimaî, hukukî ve ahlâkî kanunlarıyla hükümran olmadığı toplumumuzda, mü’minler, günah olmasına rağmen amelî yönden bazı tavizler verse bile, iman bakımından taviz veremezler. Aksi takdirde kâfir olur, âhiretin ebedî azâbına müstahak olmuş olurlar.[89] Allah'a, O’nun seçtiği hayat önderi Hz. Muhammed’e (s.a.s.) ve Kur’an kanunlarına imanı korumak, her türlü küfre ve nifaka karşı nefretle direnç göstermek, her mü’minin baş görevi ve ebedî azaptan korunmanın biricik vesilesidir.

Allah'a inandığı halde, O’na tam anlamda güvenememek, şartlar ne olursa olsun mutluluk ve kazancın, Allah’ın emir ve yasakları çevresinde olduğuna itimat edememek küfre götürür.[90] Bütün nimetlerin Allah’tan olduğuna, O’nun takdiri ile insanlara ulaştığına, Rabbimizin sebepler yaratarak insanları nimetlendirebileceğine, dolayısıyla Allah’ın haram kıldığı yollardan rızık aramamak gerektiğine bütün varlığımızla inanmamak da küfre götürür.[91]

Yapılan amelleri Allah'a kulluk için, O’nun emri olduğu için değil de; çeşitli gayeler için yapmak imansızlığa ileten bir davranış şeklidir.[92] Mü’minin bütün söz, iş ve davranışları, tüm hayatı ve ölümü, âlemlerin Rabbi Allah içindir. Mü’min; ahlâk, ilim, sanat, vatan, bayrak ve halk için değil; yalnız ve yalnız Allah için, O’nun emri ve yasağı olduğu için konuşur ve susar; yapar ve sakınır. Mü’min, bu sayılan değerleri ancak Allah'a kulluk için ve O’nun izin verdiği şekilde yüceltir ve Allah’ın izni doğrultusunda, izin verdikleri uğrunda mücâdele verir.

Yaratmak ve kanun yapmak hakkı yalnız Allah'a ait iken; Allah’tan gayrı güçlerin, fert ve kurumların, kesin emirler vermek, yasaklar koymak, helâl kılmak, haram kılmak hakkı olduğunu kabul etmek de küfre götürür. Çünkü İslâm’da egemenlik/hâkimiyet yalnız Allah'a aittir. Halkın, parlamentoların, Allah’ın emir ve yasakları ile çelişen ve çatışan karar alabileceğine ve bu kararların İslâm açısından meşrû olabileceğine inanmak, böyle düşünmek kesinlikle küfürdür.[93]

Hakkında kesin İlâhî hükümler olmayan  konularda, -bilim, uzmanlık, istişare ve referandum verilerine itaat gibi- Allah’ın itaat edilmesine izin verdiklerinin dışındaki düşünce sistemlerine ve gayr-ı İslâmî kurumlara itaat da küfre götürür. Mü’min, İslâm nizamına teslim olmayan kendi nefsine, İlâhî kanunlar açısından değerlendirme yapmayan bilim ve politika adamlarına ve İslâm dışı temeller üzerine kurulmuş kurumlara itaat edemez. Allah'a isyan hususunda insanlara ve kurdukları kurumlara itaat yoktur.[94]

Din hürriyetimizi kısıtlayan toplumumuzda, aramızda vasiyet, miras, alım-satım, nikâh, boşanma gibi işlerimizi, Allah’ın indirdiği ölçülere göre değil de; bu ölçülere zıt prensiplere göre -gönül rızâsıyla- düzenlemek, “devir değişti” gibi hezeyanlarla Allah’ın kanunlarının geçerli olamayacağına inanmak da küfre götürür.[95]

İslâm’ın iman, ibâdet, hukuk, iktisat ve ahlâk dallarına ait bir tek hükmünü dahi küçümsemek, modası geçtiğine inanmak; yani “artık kısas fikri geçerliliğini kaybetti; fâiz yasağına yer yok; kadınların örtünmelerine ne lüzum var?; karşılıklı rızâ oldukça, ya da devletin korumasına aldığı ve uygulanması için gösterdiği yerde zinada sakınca yok; beş vakit namaz biraz fazlacadır” gibi ve benzeri fikirlerin bir tekini dahi benimsemek küfürdür. Zira İslâm bir bütündür. Onun bütün hükümleri yücedir ve tartışma üstüdür.[96]

Amel bakımından kusurlu olsalar da, mü’min iş, sanat ve ilim adamları dururken onlara ilgisiz kalıp; kâfir ve münâfıklara muhabbet beslemek ve onlarla Allah'ın müsaade etmediği konularda yardımlaşmak da İslâm’a ve mü’minlere ihanet olduğu için küfürdür.[97]

Mal ve mevki gibi dünya nimetlerini düşüncelerimizin ve çalışmalarımızın tek gayesi edinmek, âhiret hayatını hedef alarak yaşamamak, öz ifadeyle dünyayı âhirete tercih etmek de yalnız inkârcıların vasfı olduğundan, neticesi İslâm’dan kopmak olan bir tutumdur.[98]

İslâm’la tezat teşkil eden bu tür zihniyet, iş ve davranışlardan kafamızı, kalbimizi ve diğer organlarımızı arındırmazsak, imanımızı kaybetmemiz kaçınılmaz olur. Mü’min, amelden küçük tavizler vermekle, yani Allah’ın emir ve yasaklarının tümüne göre hayatını düzenlememekle imanını zaafa uğratır, ama mümkün ki imanını yitirmez. Fakat, yukarıda sunulan örneklerde olduğu gibi, İslâm’ın iman/itikad nizamı ile ilgili konularda önem vermemezlik  sebebiyle tâviz verirse imanını yitirir. Dünyası mânâsını, güzelliğini kaybeder. Bâtıl fikir ve yaşantıların kölesi olur, tüm yaptığı hayırları neticesiz kalır, âhiret hayatı mahvolur. “Gerçek mü’minler, Allah'a ve rasûlüne iman eden ve sonra da şüpheye düşmeyen, (inancının hâkimiyeti uğrunda) mallarıyla ve canlarıyla cihad/mücâdele vermiş olanlardır. İşte gerçek doğrular bunlardır.”[99]

 

Küfrün Anatomisi

Zaman içerisinde peygamberlerin yolundan sapanlar, Allah'ın büyüklüğünü inkâr ederek kendilerinin büyüyebileceklerine inanmışlar. Kendi akıllarını kendilerine put yapmışlar. İçlerinde soyut bir şekilde olan putlarını dışarıda somutlaştırarak tapınma ihtiyacını gidermişler. Ateşe, Zeus'a, Minerva'ya, ineğe, Ahuramazda'ya, Apollon'a tapınanlar, aslında kendilerine tapınmakta ve kendi çıkarlarını güvence altına almaktalar. Hz. İbrahim, bu kendi çıkarları için put yapan putperestlere: "Aranızda muhabbet/sevgi vesilesi olsun için Allah'ı bırakarak putları tanrı edindiniz"[100] diyerek onların putperestlik hâlet-i rûhiyelerini çizmiştir. Aslında putperestler, putların konuşmadığını, fayda ve zarar veremeyeceğini, başına konan bir sineği kovamayacağını biliyorlardı. Günümüzdeki putperestler de ataları gibi putu maske olarak kullanıp kendi menfaatlerine tapınmaktadırlar.

"Ben ateistim, hiçbir tanrıya inanmam" diyen insanın kendine tapındığını haber verir Rabbimiz.[101] Kendine tapınan bu insan, birgün kendinin de öleceğini, kendisini bu dünyaya getiren gücün mutlaka bir gün onu götüreceğini görünce, kendinden daha güçlü birine inanma ihtiyacını hissetti. Nûh’un (a.s.) oğlu gibi koca dağlara sığınmaya,[102] tabiata iman etmeye başladı.[103]

Karıncanın incecik belindeki çelik kuvvet, bülbülün minnacık göğsünde şakıyan ve hiç tekrarı olmayan mûsiki, aynı toprakta biten mor menekşe, kırmızı lâle, beyaz gül, şeker kamışı, acı biber, bir damla kanda milyonlarca canlıya verilen rızık, kendi iç dünyasında meydana gelen değişimler, bütün bunları evirip çeviren birinin ilmini ve kudretini gösteriyor. Son dönemlerde Batıda yapılan araştırmalar, insanları Rabbine biraz daha yaklaştırdı. Deniz altında yaşayan binlerce canlının doğumu, yaşamı ve ölümünde tesadüfe yer olmadığı, aynı topraktan meydana gelen şeker pancarıyla, bir kazandaki yiyeceği acı yapacak acı biberin şekerli çıkmadığı görülünce bütün bu elementleri birleştiren fotosentezi oluşturan ve keşfedilen bu kanunları koyan biri arandı ve neticede Allah inancına dönüldü. Bütün bunları bilen ve görenler, bunları yaratan üstün güce inanmak mecburiyetinde kaldılar. Çünkü kendileri dahi o kanuna uygun olarak doğup büyüyüp ölüyorlar.

Fakat, tabiattaki âyetlerin yaratıcısının Allah olduğuna inananlar, Kur’an âyetlerine inanmak istemediler. Çünkü Kur’an âyetlerine inanmak, çıkarlarını zedeliyordu. Mekke müşrikleri de Allah’ın tabiattaki tek egemen güç olduğunu kabullenmelerine rağmen, İslâm’ı kabullenmiyorlardı. İslâm, monarşik bir idare olan Mekke yönetimine son veriyor, insanın insana hâkimiyetini ortadan kaldırıyordu. İslâm; kumara, fâize, rüşvete, karaborsaya, aldatmaya dayalı haksız kazancı yasaklıyordu. Kadının şehvet metaı gibi alınıp satılmasını engelliyordu. Aklı perdeleyen, ailelerin sönmesine sebep olan uyuşturucuları yasaklıyordu. Bütün bunlardan çıkar sağlayanlar inkâr ettiler, küfrü seçtiler.

Allah'a inandıkları halde, bu tip insanların müslüman olmalarını engelleyen kara perde, gönül cevherlerini kapatan kara pas, benlik pisliğinin kalplerine attığı pastır. “Hayır, onların kazandıkları kalplerini paslandırdı.[104] Allah’ın varlığına inandılar, ancak O’nun adâleti, kendilerinin zulme dayalı çıkarlarını engellediği için atalarının koyduğu câhiliyye dönemi kanunlarının yürürlükte olmasını istediler.

Rabbimiz: “Câhiliyye devri hükmünü mü istiyorlar? Yakinen bilen bir toplum için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim vardır?”[105] âyetiyle, Allah’tan daha güzel hüküm koyacak birinin olmadığını ilan ederken, bir kısım insanlar Allah’ın dışında tâğutlar huzurunda yargılanmak istedikleri, “Allah’ın indirdiği Kur’an’a ve O’nun Rasûlüne gelin” denildiğinde O’ndan yüz çevirdikleri için kâfir oldular. Tapındıkları putlara kendilerini Allah'a yaklaştırması için tapındıklarını söyleyen müşrikler, diktikleri putlarla gönül ufuklarını kapatmışlar.[106]

“Onlar, Allah’ı bırakıp kendilerine fayda da zarar da vermeyen şeye taparlar. Kâfir, Rabbine karşı olanların yardımcısıdır.”[107]       

 

 Kâfirin Kalbi

Kâfirin nankörlük fiilini işlerken, kalbinin nasıl bir durumda bulunduğu Kur'an'da açıklanır: "Hiç olmazsa azâbımız kendilerine gelince yalvarmaları gerekmez miydi? Fakat kalpleri katılaşmış ve şeytan yaptıklarını onlara cazip göstermişti."[108]; "Eğer, Kur'an'la dağlar yürütülse de, yer parçalansa da, ölüler onunla konuşsa da (kâfirler yine ona inanmazlardı)."[109]; "Bizimle olan andlaşmalarını bozdukları için, onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık."[110]; "Biz, onlara göz, kalp ve kulak verdik, işitmeleri ve kalpleri onlara fayda vermedi. Çünkü her zaman Allah'ın âyetlerini inkâr ettiler. Şimdi de dört bir yandan bir zamanlar alay ettikleri şey kendilerini kuşattı."[111]; "Kur'an'ı düşünmeyecekler mi, yoksa kalpleri üstünde kilitler mi var?"[112]; "Yaptıkları şey, kalplerini pasa boğdu."[113]

 

 Küfrün Sebepleri

 a- Büyüklenme (istikbar):  Küfrün sebeplerinin başında büyüklük taslama gelir.[114] İblis'in Âdem için Allah'a secde etmemesinin sebebi de kibir idi.[115]

 b-  Haddi aşmak (taşkınlık): Küfrün sebeplerinden biri de Kur'an'da "beğâ" fiili ile anılan Türkçesi "başkalarına karşı aşırı kibri yüzünden haksız ya da hukuksuz davranışlarda bulunmak" olan durumdur.[116]

 c-  Haset: Küfrün sebeplerinden birisi de haset, yani çekememezliktir. Özellikle Yahûdi ve Hristiyanlar, bekledikleri son peygamberin kendi içlerinden değil, Arap kavminden çıkmış olmasını hazmedemediler ve inkâr ettiler. Oysa peygamberi kendi öz çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyorlardı.[117]     

 d-  Düşmanlık:  Haset, düşmanlığı doğurur. Bu sebeple küfürde inat başgösterir.[118]

 e-  Utuv ve tuğyân (çılgınlık, azgınlık):  İnsanlar bilhassa refah içinde zengin bir hayat yaşamaya başladıkları zaman çılgınlık ve azgınlık sebebiyle Allah'a ve O'nun vahyine karşı burun kıvırıp, meydan okuyarak küfrün alçaklığına saplanıyorlar.[119]

 f-  İstiğnâ (kendisini yeterli görmek zannı):  İnsanın kendi kendini yeterli görmesi ve kendi dışında İlâhî bir güce ihtiyacı  olmadığını zannetmesi yeni değildir. Teknolojinin baş döndürdüğü dünyamızda, insanlar, bu ürünlerinin kulu olarak Allah'ı unutmuşlar ve yaptıklarına tapınmaya başlamışlardır.[120]

 g-  Cebbarlık:  İnsanın büyüklük taslayarak, kendi kendine yeterliliğini tahakküm biçiminde ortaya koymasına cebbarlık denir. Bu da küfrün sebeplerindendir. Kendini bu pozisyonda gören bir insan, Allah'a iman ihtiyacı duymaz, O'nu tanımaz.[121]

Kâfirler

Kâfir kelimesi, sözlükte, bir şeyin üzerini örten demektir. “Küfr” kelimesinden türemiştir. Nitekim, insanları tamamen örttüğü için geceye, tohumun üzerini örttüğü için çiftçiye bu anlamda “kâfir” denilmektedir.

Kur’ân-ı Kerim’e göre “kâfir”; küfr/inkâr eden, İslâm’ı kabul etmeyen, İslâm’ı ve Kur’an’ı inkâr eden demektir. Kâfir, bir anlamda, Allah’tan gelen Hakk’ı kabul etmeyip, üzerini örten kimsedir.

Kur’an, “küfr” kelimesini ve türevlerini sık sık kullanmaktadır. Çünkü küfr imanın, kâfir ise mü’minin karşıtıdır. “Kâfir”, inkârcıdır ve nankördür. Hem Allah’tan gelen haberleri kabul etmez, hem de Allah’ın kendisine verdiği nimetlere şükretmeyip nankörlük yapar. Kâfir, Allah’ın âyetlerine karşı inatçıdır. Peygamberler onları Hakk’a dâvet ettikleri halde onlar, inkârlarına devam etmişlerdir. Bir çoğu Hakk’ın ne olduğunu bildikleri halde, çeşitli sebeplerden dolayı Hakkın üzerini örtmektedirler.

 

Kur’an’ın Kâfir Dedikleri

Kur’an, bütün inkârcılara “kâfir” demektedir. Bu isim onların ortak ismidir. Böyle bir ismi yaptıkları fiiller, tuttukları yol veya kabul ettikleri inanç sebebiyle almışlardır. Kur’an’da bu şekilde anılan bütün grupların özelliği, Allah’tan gelen Hakk’a uymamaları, Peygamberleri dinlememeleri, Hz. Muhammed’ten sonra Kur’an’ı inkâr etmeleridir.

Kur’an, bazen müşriklere (Allah’a ortak koşanlara)[122], bazen “ehl-i kitap” da dediği hıristiyan ve yahûdilere,[123] bazen âhireti inkâr edenlere,[124] bazen Allah’ın rahmetinden ümidini kesenlere,[125] bazen de Allah’ı ve Peygamberi inkâr edenlere “kâfir” demektedir.[126]

Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “Beni zikredin ki Ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin, küfr etmeyin (nankörlükte bulunmayın).”[127] Allah’a şükretmek, eldeki nimetlerin hepsinin Allah’tan geldiğini kabul etmek, bunu diliyle itiraf ettiği gibi tavır ve davranışlarla, Allah’ın sözünü dinlemekle yerine getirmek demektir. Ancak insan kimi zaman gaflet eder, şeytana aldanır, hevasına uyar ve ni’metlerin asıl sahibini unutur. Elindeki mal, refah, bolluk, çocuk, zenginlik gibi rızıkları veren Yaratıcının adının üzerini örtmeye çalışır. Elindeki her şeyin kendi çabasının sonucu olduğunu zanneder. Kişi o zaman zenginlik ve güçlü olma (istiğnâ) duygusuna kendini kaptırır, âlemlerin Rabbine karşı “kâfir” olur.

Allah’a karşı “kâfir” olanlar, genellikle kibirlenenler ve şımaranlardır. Bunlar aşırı bir bencillikle kendi hevalarına uyarlar ve Allah’ı ve O’na ait ilâhlığı tanımazlar.

Kâfir olan kimseler aynı zamanda “câhil” olan kimselerdir. Çünkü onlar ne kendilerini tam olarak tanıyabiliyorlar, ne de Allah’ın yüceliğini. Nitekim aklını kullanan kimseler yerlerde ve göklerde yaratılan her şeyin birer ‘âyet’ olduğunu ve bunların da Allah’ın yüce kudretine delil olduğunu anlar. Bunları ve niçin yaratıldıklarını düşünmeyenler, Yaratıcıyı inkâr etmeye devam ederler.

Birtakım insanlar da, âlemlerin Rabbini kendi anlayışlarına göre düşünürler. Peygamberlerin ve Kur’an’ın anlattığı Allah inancı yerine, kendi akıllarından uydurdukları ilâhlara Allah diye inanırlar. Bunlar da inkârcı kimselerdir.

Peygamberleri ve onların getirdiği ilâhî vahyi inkâr edenler de elbette ‘kâfir’ olurlar. Çünkü Kur’an’ın anlattığı peygamberlerin hapsi de Tevhid dinini tebliğ etmişlerdir. Kur’an’da yer alan bütün hükümleri ve konuları kabul etmek, Peygamberimiz Hz. Muhammed’ten bizlere ulaşan kesin haberlere inanmak imanın gereğidir. Bunlardan bir kaçını veya hepsini reddeden elbette müslümanlıktan çıkar, kâfirler grubuna girer. İslâm’ın iman konuları bir bütündür. Kelime-i Tevhid söyleyen herkes bunlara tümüyle iman eder. İman ilkelerinden birini veya bir kaçını kabul etmemek, insanı kâfirliğe götürür.

Kâfirler mü’minlere, velî olamazlar. Onlar birbirlerinin velisidir.[128] Onlar âireti, Allah’a kavuşup hesap vermeyi, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyi, Peygamberlerin dâvetine uymayı, mü’minlerin ibâdet ettiği Allah’a ibâdet etmeyi, Hakkın hakim olmasını kabul etmezler.

Allah kâfirleri kesinlikle sevmez,[129] Allah, kâfirlere düşmandır.[130] Onlar için cehennem hazırlamıştır.[131] Bu âyetler gibi Kur’an’da kâfirler ve onların özellikleri hakkında çok sayıda âyet vardır.

Kur’an, bütün insanları güzel bir dil ile İslâm’a inanmaya,  Rab olarak yalnızca Allah’a bağlanmaya ve yalnızca O’na kulluk yapmaya dâvet ediyor. Kim bu çağrıya olumlu cevap verirse kurtulur. Kur’an’ın bu dâveti kıyâmete kadar devam edecektir.[132]

Kâfirlerin Özellikleri

Küfredenlerin bazı özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz:

1- Onların kalpleri hakka karşı kapalıdır; çünkü onu duymak, onu kabul etmek istemiyorlar.[133]

2- Onlar hak ile sürekli bir mücadele içerisindedirler, hakkın duyulmaması, insanların hakka yanaşmaması için, Allah hakkında İslâm hakkında sürekli mücadele eder, karşı korlar.[134]

3- Onlar müslümanlara ve İslâma karşı hoşgörülü değillerdir, saldıracakmış gibi davranırlar. Ellerinden gelse müslümanları kendi dinlerine döndürmeye çalışırlar.[135]

4- Onlar şeytanın en iyi dostları ve askerleridirler.[136]

5- Kendi hevâlarına (aşırı isteklerine) tanrı gibi önem verirler, hevalarının peşinden giderler.[137]

6- Gözleri hakka karşı kör olduğu için, yaptıkları kötü işleri iyi zannederler.[138]

7- Onlar İslâmla, onun ilkeleriyle ve müslümanlarla alay eder dururlar, müslümanları ve dinlerini eğlence yerine korlar.[139]

8- Onlar, İslâma ve onun ilkelerine karşı kibirli davranış gösterirler, Allah’a karşı büyüklenirler.[140]

9- Onlar dünyaya, dünya malına, paraya, makamlara aşırı bir şekilde bağlıdırlar.[141]

10- Küfredenler aslında kendilerine ve başkalarına çok zarar verdikleri ve İslâm karşısında direnip, günahlara, kötülüklere, fesatlara, isyanlara sebep oldukları için zâlimdirler. Şüphesiz ki Allah’ın âyetlerini yalan sayandan zâlimi olamaz.[142]

11- Onlar, Hakkı duymadıkları için ölü gibidirler.[143]

12- Ölümden ötesine bakmazlar.[144]

13- Onlar bâtıl olan şeylere iman ederler.[145] 

14- Onlar eninde sonunda pişman olacaklar, yaptıkları hatayı anlayacaklar, tuttukları yolun yanlışlığının farkına varacaklar ama iş işten geçecek.[146]        

 

Müslüman-Kâfir İlişkisi

Küfür ehliyle mücâdele esastır. “İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin hesâbı/muhâsebesi ise Allah'a aittir.”[147]

Küfür ehliyle mücâdele esastır. Müslüman, zaman ve şartların durumuna göre savaş(a)mıyorsa bile, onlara en azından “Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza ibâdet etmem. Sizin dininiz size; benim dinim bana!”[148] deyip, onları reddettiğini göstermek zorundadır. “Size de, Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylerinize, putlarınıza da yuh olsun! Siz, akıllanmaz mısınız?”[149]    

 

Kâfirlerle İlişki Çeşitleri; Savaş ve Barış

İslâm’ın temel hedefi barıştır. Çünkü Yüce Allah insanlığın huzurunu istemektedir. Bunun sağlanması, İslâm’ın bütün insanlara tanıdığı temel hakların verilmesiyle mümkündür. Zira bu haklar, bütün insanlara yaratılışta Allah tarafından verilmektedir. Allah Teâlâ, ilâhî temele dayalı tahrif edilmemiş bütün dinlerde (ki bütün ilâhî dinlerin aslı ve temel adı İslâm’dır) bu hakları insanlara eşit olarak vermiş, üstünlüğü de iman ve takvâya bağlamıştır.[150] İslâm dışındaki tüm dinler, haktan uzak olduğu veya tahrif edilip hakla bâtıl karıştırıldığı için, günümüzde bu temel hakları gereği gibi insana veren sadece İslâm’dır. Başka dinler, ideolojiler ve dünya görüşleri, dün olduğu gibi bugün de insanı doğru bir şekilde tanımadıkları için insan hakları konusunda da aşırılıklardan, istismar ve zulümlerden, oyalama ve kandırmacalardan kurtulamamışlardır. İslâm’a göre, bütün insanlığın temeli birdir.[151] Allah’ın bildirdiği esasları kapsamayan Ehl-i Kitab’ın içinde bulunduğu muharref dinin, istenilen huzuru ve dostluğu sağlaması da mümkün görülemez. Çünkü ilâhîlik vasfını kaybeden inançlar, insanlığın fıtratına uymamaktadır.

Kur’an’ın hedefi sulh ve barıştır. “...Sulh daha hayırlıdır.”[152] Düşmanlık ve kötülük, aslında ve temel olarak Allah’ın istemediği, şeytanın arzu ve isteklerinden ibarettir. Dolayısıyla insanlar arasında fesadın, fitnenin, kötülüğün olması, insanların Allah’ın emirlerinin dışına çıkmalarından kaynaklanır. “Ey iman edenler! Hep birden silm’e/barışa girin. Şeytana ayak uydurmayın. O sizin apaçık düşmanınızdır.”[153] Âyette geçen “silm” kelimesi, hem İslâm, hem de barış anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber’in yaptığı savaşları incelediğimizde, savaşların hakkın önüne konulan engellerin kaldırılması amacını güttüğünü, saldırılara karşı müdâfaa özelliği taşıdığını, savaşa mecbur kalındığı için böyle bir yola başvurulduğunu görürüz. Bu savaşların birtakım haklı gerekçeleri vardır. Geçerli meşrû sebep olmadan savaşa izin verilmez. Bu sebepler şunlardır:

a- Haksızlığa Uğramak: Konuyla ilgili olarak Yüce Allah şöyle buyurur: “Zulme/haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmasına izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir.”[154] Dikkat edilirse, izin verilen savaş değil; savunmadır. İslâm’a göre savaş, sadece Allah için (fî sebîlillâh) ve Allah’ın kendileriyle savaşılmasına izin verdiği kimselere karşı yapılır. İslâm devletinin varlık hikmeti ve ana görevi olarak koruması gereken insanların temel hakları beş madde ile değerlendirilir. Bunlar; din (özgürce dinini yaşayıp uygulama ve tebliğ hakkı), can (yaşama hakkı), akıl, nesil (ırz, şeref ve namusun korunması, nesilleri her yönüyle sağlıklı yetiştirme hakkı) ve mal emniyetidir. Bunları ve bu gibi hakları korumak için savaş, mazlum duruma düşene yardım ederek zulme karşı koymak, bir insanlık görevidir. Savaş; hak ve hukuku korumak, adâleti tesis etmek, kötülükleri önlemek, insanların temel görevlerini rahatça yerine getirebilme ve temel haklarını koruyabilmelerini sağlamak için yapılır. Yoksa, başkasının hak ve hukukunu elinden almak için savaş yapılmasını İslâm doğru görmez.

b- Fitneyi Önlemek, Tevhîdi/Allah’ın Birliğini Ortaya Koymak: “Onlarla savaşın ki, fitne ortadan kalksın; din yalnız Allah’ın olsun. Eğer onlar (fitneden ve savaştan) vazgeçerlerse, artık zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur.”[155] İmtihan gereği insanların başlarına belâlar gelebilmektedir. Çünkü kalbinde Allah korkusu olmayan insanın yapamayacağı kötülük yoktur. Allah’tan korkmayan insan fitne de çıkarır, iftira da edebilir, başka insanların haklarını da çiğneyebilir. İşte Yüce Allah, insanların huzurunu temin için gerekirse savaş yapılmasını, yerine göre farz veya mubah kılmaktadır. Burada fitne kavramı, başta “Allah'a şirk koşmak, başkalarına kulluk, fesat/anarşi, öldürme, zulüm, müslümanlar arasında çıkarılan tefrika, İslâm’ın dışındaki Allah’ın râzı olmadığı dinlerin ve hayat görüşlerinin yayılması” olarak anlaşılır. Fitne, başta münâfıklar olmak üzere, müşrikler ve ehl-i kitap olanlar ve hatta bazı müslümanlar veya müslüman zannedilenler tarafından çıkarılabilir, ya da körüklenebilir. Kur’an, bütün insanları, insanlar arasında fitne/huzursuzluk çıkaranları haber vermekle kalmayıp bunun neticesinin herkesi etkilediğini belirtir: “Öyle bir fitneden sakının ki, aranızda yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz (hepinize zararı erişir). Bilin ki Allah’ın azabı çetindir.” [156]

 

Hangi Kâfirlerle Savaşmadan İyi Geçinilebilir?

Allah Teâlâ, dostlarımızı ve düşmanlarımızı sayar. Mü’minleri bırakıp kâfirleri dost kabul etmemize izin vermez. Ancak bu durum, onlarla her durumda ilişkileri kesmemizi veya savaşmamızı gerektirmez. Aksine, tüm insanlara iyilik esastır. Savaş da, muhâtaplarımızı yok etmeyi değil; onları İslâm’laştırarak kurtarmayı veya kurtulmak istemeyen o zâlimlerden diğer insanları kurtarmayı hedeflemek şartıyla meşrû görülür. İslâm, hangi inanç ve anlayıştan olursa olsun, birtakım özellikleri taşıyan insanlarla müşterek hareket etmeye engel olmaz; aksine teşvik eder. Zira, insanlar arasında barışın temini, öncelikle müslümanlarla, daha sonra diğer insanlarla karşılıklı ilişki içinde bulunmakla sağlanır.

Dünyada her insanın müslüman olması beklenilemez; bu, Allah’ın sünnetine ve sınavına aykırıdır. “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, mü’min olmaları için insanları zorluyor musun? Allah’ın izni olmadan hiç kimse iman edemez. O, murdarlık (azabını), akıllarını kullanmayanlara verir.”[157] Kâfirlerle, iman eden insanlar, devamlı beraber yaşamak mecbûriyetinde kalabilir. Hz. Peygamber, Medine vesikasında farklı din mensuplarıyla, müşrik ve ehl-i kitap bütün insanlarla savunma anlaşması yapmıştır. [158]

Bunun için, kendileriyle bazı ilişkiler kurulabilecek, anlaşma yapılabilecek gayr-ı müslimlerde bulunması gereken, temel özellik;  İslâm’a ve müslümanlara düşman olmamalarıdır. Kendi inanç, düşünce ve yaşantıları doğrultusunda hareket edip mü’minlere düşman olmayan ve müslümanların düşmanlarına yardım etmeyenlerle dünyevî bazı anlaşmalar yapabilir, onlarla bazı ilişkilere girebilir, onlarla iyi geçinebiliriz. “Allah sizinle din uğrunda savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil davranmanızı yasak etmez. Allah adâletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa, işte zâlimler onlardır.”[159]   

Alım ve satımda, hediyeleşmede kâfirlerle muâmelede bulunmak gibi şeyler, onları velî ve dost kabul etme kapsamına girmez. Ancak, haram işlerde bunlara yardım ve gayr-ı meşrû konularda kâfirlere yararı dokunacak şeylerin alınıp satılması, meselâ, savaşta yararlanılacak silâh gibi araç gereçlerin onlara satışı câiz değildir. “İyilik ve takvâda (Allah’ın yasaklarından sakınma üzerinde) yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.”[160] Peygamberimiz de (s.a.s.) zaman zaman müşriklerle alım satımda bulunmuştur.[161] Ancak, kâfirlerden alınan şeyler hakkında ve onlarla her türlü ilişkiler konusunda çok titiz ve ihtiyatlı davranılmalı, onların İslâm’a ve müslümanlara düşmanlıklarından dolayı verebilecek zararlar düşünülmelidir.

Her türlü kültürel faâliyetler, özellikle İslâmî ilimler ve yorumlar, sanat etkinlikleri, eğlence araç ve yöntemleri gibi itikadı, toplumun ifsâdı ve salâhını, fıkhı (haram-helâlı) ilgilendiren konularda kılı kırk yaran bir tavır takınılmalıdır. Unutmayalım ki zehir, billûr kâseler içinde ve leziz gıdalar içine gizlenerek sunulur.      

Bugün insanlar eliyle üretilen fikir ve düşünce sistemleri, düzenler, eğitim ve çevre şartları gibi insanları derinden etkileyen araçlar, Allah ve Rasûlüne savaş açmış durumdadır.  Eğitim ve öğretim, düşünce sistemleri, fikir akımları, ırkçılık, beşerî ideolojiler, misyoner faâliyetleri, dinsizlik propagandaları, Darwinizm, materyalizm, sosyalizm, siyonizm, hümanizm, laiklik, özgürlük anlayışı, sanat faâliyetleri, sinema, tiyatro, medya, ilân ve reklâm araçları, dünya görüşleri, futbol ve müzik tutsaklığı, kapitalizm ve tüketim alışkanlıkları, insanları fıtratlarından ve Allah’ın dostu olma özelliklerinden sıyırmak için en dehşetli silâhlar ve şeytanî araçlar olarak kullanılıyor. Bu kadar çok yönlü ateş altında kalan savunmasız, câhil ve her şeyden önemlisi kâmil imandan mahrum bırakılan halk, elbette Allah'a dostluğa giden yolu bulamıyor, bilinçsiz de olsa şeytanın dostluğuna meylediyor.

Lâ ilâhe illâllah diyen bir müslümanın, İslâm akîdesi ile çelişen her türlü fikir ve akımdan uzaklaşması, Allah’ın indirdiğine aykırı her kanun, yasa, nizam, tüzük, düzenleme ve düzenden uzak olduğunu açıkça bildirmesi ve yaşayışıyla göstermesi gerekir ki, gerçekten tüm ilâhları reddetmiş olsun. Peygamber’in amcası Hz. Abbas’ın dediği gibi, lâ ilâhe illâllah diyen kimse, bu sözüyle bütün (kâfir) dünyaya savaş açmış olduğunu bilmelidir. Kâfirler bütün güçleriyle İslâm’a ve gerçek müslümanlara saldırırken, müslümanın gündelik işlerle uğraşıp savaşçı olmaması düşünülebilir mi? “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.”[162] Çağdaş müslümanın öyle bir derdi yok. O işiyle, aşıyla ve keyfiyle meşgul. Bahâneler de çok: “İmkânlarımız yok, taşlar da bağlı...” Filistin’li çocuklardan öğrenin bağlı taşları koparıp fırlatmanın yolunu, imanın en büyük imkân olduğunu, Allah’ın tarafını seçenin direnişini...     

Gayri müslimlerin ziyâret edilmeleri de, onlara dinin tebliğini amaçlıyorsa meşrûdur. Dinî bir maslahat ya da önemli mâzeret yoksa ziyaret uygun görülmemiştir. Gayri müslimlere ait küfür şiarları ve alâmetleri ile ilgili olarak kendilerini tebrik etmek, onları kutlamak, bayramlarını tebrik ittifakla haram kabul edilmiştir. Kim bir kulu, bir isyanından, haram fiilinden, bid’atinden ve küfründen ötürü tebrik eder veya kutlarsa, bu kimse Allah’ın sınırını aşmış, Allah’ın gazabını üzerine çekmiş olur. Müslüman da kabul edilseler, zâlimlerin belli bir makama gelmelerini kutlamak da böyledir; hele kutlanılan o makam tâğutî bir makamsa, bu, tâğutun kabulü anlamına gelir ki, imanla bağdaşmaz.

İslâm’a aykırı davranışlarda bulunan fâsık kimselere tâzimde bulunmak, onlara “efendim, beyim, paşam!” demek de haramdır. “Münâfık olan kimseyi ‘efendim’ (sayın, saygıdeğer, paşam, beyefendi!) diye çağırmayın. Şayet o kimse efendi, bey yapılacak olursa, siz bu durumda aziz ve celil olan Rabbinizin gazabını çekmiş olursunuz.”[163] İbn Kayyım’ın belirttiği gibi, bu tür insanlara; “devlet büyüğü, ulu devlet başkanı veya ey yüce falan” diye de lakap verilip bu tür ünvanlar kullanılamaz. İbn Kayyım’ın belirttiği gibi, bu tür insanlara; “devlet büyüğü, ulu devlet başkanı veya ey yüce falan” diye de lakap verilip bu tür ünvanlar kullanılamaz. Sözgelimi ilköğretimde çocuklara küfrü dayatan “andımız” denilen ifadeleri bir mü’min söyleyemez, bir mü’min öğretmen söyletemez: “Ey Büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim.” Bu sözler elfâz-ı küfürdür. 

 Bugün müslümanların kâfirler arasında bir selin içindeki köpük ve çer-çöp gibi olmasının temel sebeplerinin başında, düşman edinmeleri gereken kâfirleri dost kabul etmeleri yatmaktadır. Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli, Allah’ı ve Allah taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini düşman kabul etmek ve dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak davranışlarda bulunmaktır.             

Kâfir Akrabalarla İlişki

İslâm’da esas bağ, din bağıdır. Hangi ırktan, hangi soydan olursa olsun sadece müslümanlar birbirlerinin kardeşidi,[164]velîsidir.[165]Bir mü’min, aralarında din bağı bulunmayan yakın akrabalarını velî/dost kabul edemez.

“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi velî/dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.” [166]; “De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar, köşkler) size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” [167]; “Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa- Allah'a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır/Allah’tan yana olanlardır. İyi bilin ki hizbullah/Allah taraftarları, kuşkusuz felâha/kurtuluşa erenlerdir.” [168]

Ashâb-ı kiram, Allah ve Rasûlüne dostluğun, onların düşmanlarına düşmanlığın en güzel örneklerini vermişlerdir. Meselâ Ebû Ubeyde, Uhud’da babası Cerrah’ı öldürmüş, Hz. Ebû Bekir de savaşta oğlu Abdurrahman’a karşı çıkmak istemiş, ama Hz. Peygamber izin vermemiş, Mus’ab bin Umeyr, Uhud’da kardeşi Ubeyd bin Umeyr’i öldürmüştü. Aynı şekilde Ömer bin Hattâb, Bedir’de dayı Âs bin Hişam’ı, Hz. Ali, Hz. Hamza ve Ebû Ubeyde amcazâdeleri olan Utbe, Şeybe ve Velid bin Utbe’yi öldürmüşlerdi.  

İnsanlar arasındaki yakınlığın asıl sebebi din birliğidir. Allah’ın dinine inanmış ve peygamberleri tasdik etmiş kimseler birbirlerinin mânevî akrabası, yakını ve dostudurlar. Bunların aralarında mânevî bir birlik (vahdet) vardır. Mü’minlerle kâfirler ırk ve soy bakımından birbirlerinin akrabası olsalar bile, bu akrabalığın Allah katında hiçbir değeri yoktur. Nitekim Hz. Nûh’un oğlu iman etmediği için, Allah Teâlâ onu Nûh peygamberin âilesinden saymamıştır: “Nûh Rabbine duâ edip dedi ki: ‘Ey Rabbim! Şüphesiz (boğulmuş olan) oğlum da âilemdendir. Senin vaadin ise elbette haktır. Sen hâkimler hâkimisin.’ Allah buyurdu ki: EyNûh! O asla senin âilenden değildir. Çünkü o, sâlih olmayan bir amel sahibi idi (kâfirdi). O halde hakkında ilmin olmayan bir şeyi Benden isteme. Ben sana câhillerden olmamanı tavsiye ederim.”[169]

Bütün bunlarla birlikte İslâm, âile bağlarına çok önem verir. Mü’min olmayan akrabalarla her durum ve şartta ilginin kesilmesini emretmez. Onlardan İslâm’a ve müslümanlara düşmanlık gelmez ise, İslâm onlara karşı iyilik yapmayı ve onları ziyâret etmeyi yasaklamaz. “Allah'a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya (eş dost ve arkadaşa), uzak komşuya, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez.”[170] Özellikle müşrik de olsalar, ana babaya ihsanla/iyilik ve güzellikle davranmayı, onlarla sıcak ilişkiler içine girilmesini arzular: “Biz insana ana babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılarla taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce Bana, sonra da ana babasına şükretmesini tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak Banadır. Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin...”[171]

Bu âyette de görüldüğü gibi, şirk konusunda ana baba dâhil hiçbir kimseye itaat edilmemesi, ama müşrik bile olsalar ana babaya iyilik yapılması emredilmektedir. Nitekim Hz. Âişe’nin kardeşi Esmâ’ya (r.a.), müşrik annesini ziyâret edip iyilik yapması için Hz. Peygamber’in izin verdiği bilinmektedir.[172]    

Müslüman olmayan ebeveyne de infak vâciptir; dinleri farklı da olsa, kişi muhtaç olan anne babasına bakmakla yükümlüdür. Bir müslümanın durumu müsait iken, ana babasını sıkıntı ve zorluk içinde kıvranır vaziyette bırakması, tabii ki, bir iyilik ve ihsan sayılmaz. Halbuki Kur’an, her şartta ana babaya ihsan ve iyiliği emretmektedir.[173] Allah, akraba ile ilgisini keseni kötülemiş,[174] akrabanın haklarına riâyet etmeyenin günah işlediğini bildirmiş, yakınları kâfir de olsalar, Allah, bunların haklarını yakınlarına vâcip kılmıştır.”Akraba ile alâkayı kesen cennete giremez.”[175] Demek ki, sevgi, velî kabul etmek, onları sırdaş edinmek başka şeydir; kâfir akrabaya nafaka temin etmek, onları ziyâret etmek, onlara ihsanda bulunmak ise daha başka bir şeydir; bunlar birbirine karıştırılmamalıdır.      

“Eşleriniz ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır, sakının onlardan!”[176]

 

Bir Müslümanı Kâfir Yapan Tavırlar

Bir müslümanın İslâm’dan çıkmasına sebep olacak bazı durumları şöylece özetleyebiliriz.

Müslüman olduğu halde, Allah’a şirk koşmak; Allah’ın dışında bir kimseye, bir otoriteye, putlara tapınmak, Allah’tan istenecek yardımı ölülerden veya mezarlardan istemek, birtakım örgütleri veya devletleri Allah gibi düşünmek kişiyi İslâm’dan çıkarır, müşrik yapar.

İslâm’ın küfür dediği şeyler konusunda şüphe etmek de küfrü gerektirir. İslâm da bellidir, onun dışındaki bâtıl yollar da bellidir.[177] Küfür olan konularla ilgili olarak “acaba onlar da doğru olabilir mi?” düşüncesi İslâm inancına aykırıdır. Onlar doğru olsaydı, İslâm’ın Hz. Muhammed ve Kur’an’la gönderilmesine ne lüzum vardı? Bütün bâtıl dinler, bütün İslâm dışı ideolojiler, insanlar adına nisbet edilen hayat sistemleri İslâm tarafından reddedilmektedir (Kapitalizm, Komünizm, Hinduizm, Yahûdilik, Hıristiyanlık, Demokrasi, Marksizim, laisizm, Kemalizm ve diğerleri).

Peygamberimiz’in bize bildirdiği bazı şeyleri beğenmemek, onlara karşı yüzü buruşturmak, râzı olmamak.[178]

 Müslümanlara karşı kâfirlerle işbirliği yapmak, onlara yardım etmek.[179]

 İslâm’ın ilkelerine, şeriata karşı gelmek, onlarla alay etmek, onların yerine başka otoritelerin veya kişilerin görüşlerini daha iyi, güzel veya çağdaş bulmak.

 Kesin deliller ile, ümmetin icmâsı ile sâbit olmuş, dinden sayılan hükümlere karşı gelmek, onları kabul etmemek.

Bunlar veya bunlara benzer davranışlar ve sözler bir müslümanı dinden çıkarabilir, mürted yapabilir. Bunlar birer hükümdür ve müslümanları din konusunda dikkatli olmaya teşviktir, onları tehlikeden sakındırmaktır. Kişi ya inanır, ya inanmaz. Ama tutarlı olması gerekir; inandığı dinin gösterdiği gibi inanması ve yaşaması lâzımdır. İslâm, Allah’ın dinidir ve ona nasıl inanılması gerektiği ortaya konulmuştur. O, insanların görüşü değildir ki, dileyen dilediği gibi kullansın. [180]  

Ortam ve çevre şartları İslâmî değil; câhiliyye yapısı arzettiğinden, günümüzde insanlar, İslâm’ı doğru bir şekilde kavrama ve sırât-ı müstakîm çizgisini kolaylıkla sürdürme imkânlarına yeterince sahip değildir. İslâm dışı, hatta İslâm’a düşman düzen ve buna bağlı kurum ve kuralların etkisiyle her an bâtıl yollara bilinçsiz de olsa dalma riskiyle karşı karşıyadır günümüz insanı. Bunlardan bazısı, belki imanını tümüyle giderecek ve kişiyi mürted yapacak durumda değilse de, bir kısım insan bilerek ve seçerek İslâm’dan farklı yollar/ideolojiler/dinler edinmektedirler. Bu kimselerin mâzîsinde İslâm’ı gerçek anlamıyla bilip bir bütün halde kabul etme ve yaşama gayreti var iken, sonradan bilinçli bir tercih sonucu dinini değiştirme sözkonusu olmuş ise, -neûzü billâh- mürtedlik vuku bulmuş olur. Mü’min iken kişinin müşrik ve mürted olması sonucunu veren birtakım söz ve fiillere şunlar örnek gösterilebilir:

Müslüman bir kimsenin kendi irâdesiyle açıkça; ‘Ben Allah’a ortak koşuyorum’ demesi yahut Allah’ın varlığını inkâr etmek, peygamberleri reddetmek ya da bir tek peygamberi dahi yalanlamak gibi küfrü gerektirici bir söz söylemek, açıkça küfrü gerektiren -Mushaf’ı ya da bir parçasını pisliğe atmak gibi- bir fiil işlemek, namazın farz oluşu, zinânın haram oluşu gibi İslâm’ın kesin bir hükmünü inkâr etmek, farz namazların, -bunların bir rekâtinin bile olsa- farz olduğunu, dinin emri olduğunu reddetmek gibi veya farz olmadığı kesin delillerle sâbit bir hükmün farz olduğuna -meselâ farz namazlara bir rekât ilâve etmek gibi- inanmak, peygamberliğin insanların kendi gayretiyle kazanılabileceğini ileri sürmek gibi hususlar küfrü gerektirir. Bu gibi küfrü gerektiren inanç ve tavırlar önceden müslüman bir kimse tarafından kabul ediliyorsa, bu kimse mürted olur.

Çağımızda ortaya çıkan birtakım şartlar vardır ki, müslüman kimse iman açısından bunların da hükmünü bilmelidir. Bunların en başında hiç şüphesiz Allah’ın indirdiği hükümlerin dışındaki hükümler ile hükmetmek gelir. Konuyla ilgili olarak Abdülkadir Udeh’den alıntı yapalım: “Çağımızda reddetmek, kabul etmemek yoluyla küfrün açık örneklerinden bir tanesi de, Allah’ın şeriatiyle hükmetmeyi kabul etmemek ve onun yerine insanlar tarafından konulmuş hükümleri, kanunları uygulamaya koymaktır. Çünkü İslâm dininde asıl olan kural, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmenin farz, ondan başka kanun ve hükümler ile hükmetmenin ise haram olduğudur. Kur’ân-ı Kerim’in bu hususa dair nasları gâyet açık ve kesindir.

İslâm şeriatine aykırı her türlü yasa ve hükmün bâtıl olduğu hususunda fakîhler ile ilim adamları arasında görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Yine onların ittifakına göre İslâm dışı hükümlere itaat gerekmez, hatta İslâm şeriatine aykırı olan her şey, müslümanlara haramdır. İsterse bu haramı emreden ya da mubah kılan egemen otorite ya da başkası olsun. Yine ittifakla kabul edilen hususlardan bir tanesi de şudur: Sahih olduğuna inandığı bir te’vile dayanmaksızın müslümanlardan her kim Allah’ın indirdiklerinden başka hükümler ortaya atarsa, o kimseler hakkında Yüce Allah’ın verdiği “kâfir, zâlim ve fâsık” hükümleri verilir. Meselâ, başka bir hükmü ondan daha üstün, daha güzel gördüğü için İslâm’ın öngördüğü cezaları ve hükümleri uygulamaktan yüz çeviren bir kimse, kesinlikle kâfirdir, daha önce iman etmiş ise bu tavırlarıyla mürted olur.

İttifakla kabul edilen hususlardan bir diğeri: Allah’ın ya da peygamberinin emirlerinden herhangi birisini reddeden bir kimse, bunu ister şüphe ve tereddüt yoluyla, isterse de terk ve kabul etmemek yoluyla, isterse de o hükme teslim olmamak dolayısıyla reddedecek olursa İslâm’dan çıkar, mürted olur. Çünkü sahâbe-i kirâm, zekât vermeyi kabul etmeyenleri mürted olarak değerlendirmişlerdir. Yüce Allah kendisinin ve Rasûlünün hükmünü teslimiyetle kabul etmeyenlerin kâfir olduklarına dair açık hükmünü indirmiştir: “Rabbine andolsun ki, onlar kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda Senin hükmüne başvurmadıkça ve verdiğin hükmü, içlerinde bir sıkıntı olmaksızın tam bir teslimiyetle kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar.” [181]     

                                              

 Elfâz-ı Küfür

Elfâz'ın tekili olan lafız (lafz); söz, kelime ve ifade demektir. Küfür ise "kefera" fiilinden masdar olup, sözlükte; bir şeyi örtmek anlamına gelir. Kalbindeki imanını örten kimseye de bu yüzden münkir veya kâfir denilmiştir. Bir terim olarak, kişiyi küfre düşüren ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere "elfâz-ı küfür" adı verilir.

Bir mü'mini küfre düşüren sözler dörde ayrılır. Bunlar: İstihzâ, istihfaf, istihkar ve  istinkârdır. İstihzâ, dinin esaslarından birini alaya almak; istihfâf, inanılması gereken ve zarûrât-ı diniyye denilen prensipleri küçümsemek, hafife almak; istihkar, dinle ilgili temel esasları ve dinin mukaddes saydıklarına hakaret etmek, çirkin sözler söyleyip sövmek; istinkâr ise bir İslâmî hükmü açıkça inkâr etmek veya dince mukaddes olan şeylere inanmayıp küfretmek.

Allah’ın varlığı veya birliğini inkâr etmek, bu konuda şüphe içinde olmak, bunu sözle ifade etmek insanı küfre sokar. Allah'ın zâtı, sıfatları, fiilleri, isimleri, emirleri, yasakları hakkında şaka yollu da olsa alay ederek küçümseyici konuşmak ve Allah'a çirkin sözler söylemek kişiyi dinden çıkarır. "Allah ile, O'nun âyetleriyle, O'nun Rasûlü ile alay mı ediyorsunuz? Boş yere özür dilemeye kalkışmayın. Siz imandan sonra küfre düştünüz."[182] Allah’ın sıfatlarından birini dahi olsa inkâr etmek küfürdür. Allah’ı yarattıklarından herhangi bir kimseye veya şeye benzeten; bir canlı veya cansız varlığı Allah’a, sıfatlarını Allah’ın sıfatlarına benzeten; Allah’ın doğmuş veya nesil bırakmış olduğuna inanmak veya Allah’ı herhangi bir eksiklik ya da kusurla itham edip bunu dille söylemek kişiyi İslâm’dan çıkarır.

“Allah bile bana bunu emretse bu işi yapmam.” diyen kimse; Allah’ın affedeceği konusunda ümidini tümüyle kesen kişi kâfir olur. Yine, aşırı umutla Allah tarafından hiçbir hesaba çekilmeyeceğine veya cezaya uğramayacağına inanan kimse kâfir olur. Yine kendisinden veya Allah’a yakın olduğunu sandığı bir kişiden ibâdetlerin düştüğünü, ibâdet yapma gereği kalmadığını kabul eden veya şatahat cinsinden küfür sözleri söyleyen kimse, meselâ “ben Hakk’ım, Cenâb-ı Hakk’ım” diyen kimse kâfir olur.     

Peygamberlik kurumunu önemsememek ve peygamberlikle alay etmek, onlar hakkında küçük düşürücü sözler söylemek istihkar (hakaret ve sövme) sayılır. Bu yüzden herhangi bir peygamberi küçük gören, alay eden ve O'na ezâ veren dinden çıkar. "Şüphe yok ki, Allah'a ve Rasûlü’ne eziyet verenlere Allah dünyada ve âhirette lânet etmiştir. Onlara çok küçük düşürücü bir azap hazırlamıştır."[183]; "Münâfıklardan öyleleri vardır ki, peygamberi incitiyorlar ve 'O her söyleneni dinleyen bir kulaktır' diyorlar. De ki, 'O sizin için bir hayır kulağıdır; Allah'a da inanır, mü'minlere de. İman edenleriniz için bir rahmettir. Allah'ın Rasûlüne eziyet verenlere ise acıklı bir azab vardır."[184]

Hz. Peygamber'e hakaret dinden çıkardığı gibi, mukaddes kitaplara ve Kur'ân-ı Kerim'e hakaret veya mukaddes kitapların aslını inkâr edici sözler söylemek de küfürdür. Kur'an'la, bir sûresi veya âyetiyle alay etmek, onu küçümsemek küfürdür. Meleklere hakaret etmek, alay etmek, ayıplamak, onları küçük görmek küfürdür. Cebrâil'in vahyi getirirken hata ettiğini, Hz. Ali yerine yanlışlıkla Hz. Muhammed (s.a.s.)'e vahyi verdiğini söylemek de kişiyi dinden çıkartır. Azrâil'e, ölüm meleği olduğu için hakaret etmek, meleklerin dişi olduğunu söylemek de küfürdür. Sahâbeleri tekfir ederek, onların mü'min olmadığını söylemek de küfür kabul edilmiştir. Sahâbeyi küçümsemek, alay etmek ve onlara buğz etmek ise bid'at ve sapıklıktır.[185] Bir kimsenin, kendisine ya da bir başkasına vahiy indiğini iddia etmesi ya da değişik ifadelerle peygamber olduğu iddiası küfürdür. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) son peygamber olduğunu kabul etmemek, yeni bir peygamberin geleceğini bekliyor olmak insanı kâfir yapar. Herhangi bir şahsı (meselâ Hz. Ali’yi veya Atatürk’ü) Hz. Muhammed’den (s.a.s.) üstün görmek ya da onunle eş değerde tutmak küfürdür.

“Filan kimse peygamber bile olsa ona inanmam” demek;

“Eğer Hz. Muhammed’den sonra bir peygamber gelecek olsaydı, filan zât peygamber olurdu” demek;

“Eğer Âdem suç işlemeseydi cennette yaşayacaktık. Bütün bu belâlar onun yüzünden başımıza geldi” demek de insanı kâfir yapar.    

Kur’an’ı, Kur’an’dan bir âyeti veya hükmü yalanlamak, çarpıtmak, alay konusu yapmak, saygısızlık yapmak kişiyi küfre sokar. Kur’an hükümlerinden birini olsun yürürlükten kaldıran veya uygulanmasını engelleyen yönetici kâfir olur. Kur’an ahkâmı içinde yürürlükten kaldırılmış bir hüküm varsa, bu hükmün yerine konmuş olan yasayı uygulayan, uygulanmasını kolaylaştıran ve bu durumun farkına varıp rızâ gösteren kimselerin İslâm dini ile hiçbir ilişkileri kalmaz.[186] 

Bir müslümanın kitabına sövmek,

Kur’an’da eksiklik veya fazlalık olduğunu ileri sürmek,

Kur’an’ı çağdışı, çöl kitabı, bedevî kanunu olarak nitelemek,

Kur’an’ın öngördüğü ceza ve miras âyetlerini acımasız ve adâletsiz bulmak ve bunu söz veya tavırlarıyla ifade etmek,

Yine Kur’an’ın nassıyla kesin şekilde yasaklanmasına rağmen (fâizle işlem yapmayı, alkollü içki kullanmayı, zina etmeyi ve benzer) yasakları yasallaştıran “mürted” ülkelerin kanunlarına gönülden saygı beslemek ve bu yasaları Kur’an’a tercih etmek insanı kâfir yapar. Allah’ın haram kıldığı bir şeye başlarken besmele çekmek,

Haram bir fiil işledikten sonra, dünyevî kazançtan dolayı Allah’a şükretmek veya haram bir şey yedikten sonra “El-hamdü lillâh” demek,

Kur’an okuyan kimse ile -okuduğu sırada- alay etmek,

Kur’an’a uymayı öğütleyen veya Kur’an hükümlerine dâvette bulunan kimseye eziyet etmek, onu meczup ve mecnun gibi sıfatlarla niteleyerek hakarette bulunmak,

Kur’an’da fal açmak, onu büyü, üfürük gibi çirkin işlerde araç olarak kullanmak,

Kur’an’ın ölü ruhuna okunmak üzere indiğine inanmak,

Tevrat, Zebur, İncil ve suhuflara hakaret etmek, onların hiç tahrif edilmediğini (değiştirilmediğini) veya içlerinde vahiyden hiçbir eser bulunmadığını ileri sürmek insanı İslâm dairesinden çıkarır, kâfir yapar.

Helâlı haram, haramı helâl sayan, sihirle/büyüyle uğraşan, fala inanan, kâfirle dost geçinen, ilme söven, ilacın iyileştirici etkisini Allah’ın irâde ve kudretine bağlamayan, fânîleri tanrılaştıran, “kahrolsun şeriat!” diye slogan atan; Pozitivizmi, Darvinizmi, Sosyalizmi (Laikliği, Kemalizmi, Demokrasiyi ve her türlü beşerî ideoloji ve düzenleri) İslâm’dan üstün tutan, süt kardeşle evliliği meşrû gören insan, -kim olursa olsun- hem mantıksız, hem ahlâksız, hem de imansızdır! Çünkü imansızlık gerçek anlamıyla ahlâksızlık ve mantıksızlık demektir; Allah’ın yasalarına kafa tutmak demektir.[187]

Söyleyeni dinden çıkaran küfür sözlerinin bu sonucu meydana getirmesi için hür bir irâde ve ihtiyarla söylenmesi gerekir. Tehdit, zor ve baskı altında küfür sözlerini söyleyen kimse, ikrâh-ı mülcî yani tam zorlama ile, öldürme, kesme, bedene zarar verme ve şiddetli dövme gibi işkence veya bu tehditler varsa küfür sözü söyleyebilir. "Kalbi imanla dolu olduğu halde, küfre zorlanan müstesnâ olmak üzere, kim iman ettikten sonra, küfre sîne açarsa Allah'tan onlara bir azap vardır."[188] Bu âyet, küfre zorlanan kimsenin dinden çıkmayacağını gösterir. Nitekim Mekke müşrikleri, Yâsir ile hanımı Sümeyye'yi İslâm'dan dönmeleri için zorlamış, işkence altında ikisini de öldürmüştü. Yâsir'in oğlu Ammâr'ı da bir kuyuya atarak işkence yapmışlar, Ammâr işkenceye dayanamayarak, kalbi imanla dolu olduğu halde, diliyle İslâm'dan döndüğünü söylemiş ve canını kurtarmıştı. Haber Hz. Peygamber'e ulaşınca, kendisiyle görüşmüş ve yine işkenceye mâruz kalırsa aynı sözleri söylemesine ruhsat vermişti. Yukarıdaki âyet-i kerime bu olay üzerine inmiştir.

Günümüzde nice şarkılarda dinle ilgili kutsal esaslara hakaret taşıyan, kadere isyan eden, bir kadını putlaştırıp Allah'ı sever gibi sevme ifadeleri “müslümanım”  diyen  insanlar tarafından rahatlıkla söylenebilmektedir. Bir futbol takımı ekber, yani Allah'a ait olan "en büyük" ifadesiyle sloganlaştırılabilmekte, öğrencilere bir şahıs hakkında ilâhî özellikler verilerek antlar, şiirler söylettirilebilmektedir. Medyada, kahvelerde, sokaklarda nice elfâz-ı küfür rahatlıkla ağızlardan çıkabilmektedir. "İşimiz Allah'a kaldı", "Allah'lık" gibi ifadelerle Allah hakkında küçültücü ifadeler söylenebiliyor. Azrâil'e kızılıp ileri geri sözler söylenebiliyor. Bir kıza "Melek" ismi verilebiliyor, felek ifadesiyle göklerin insan kaderi üzerinde etkisi kabullenilerek ona kader adına hakaretler edilebiliyor. Açıkça kadere de çatılabiliyor. Zamana sövülebiliyor. Cennet ve cehennemle ilgili fıkralar anlatılarak Allah'ın ödül ve cezası şaka konusu edilebiliyor. Dini küçük düşürücü Bektaşi fıkraları veya dinin kutsallarını küçük düşürecek uydurmalar anlatılabiliyor. Allah'ın sıfatları başkasına verilebiliyor. Allah'tan başkasına duâ edilip medet ve yardım istenebiliyor. Allah'tan başkası adına yemin edilebiliyor. İnsanın ağzından çıkan her sözün hesabının isteneceği unutularak küfür lafızları sakız gibi ağızlarda dolaşabiliyor. Bütün bunlar, elfâz-ı küfür, küfür, şirk, irtidat gibi Akaid konularının kapsamına girmektedir.             

 

Çevrede Çokça Duyulan Elfâz-ı Küfürden Bazıları (Söyleyeni Şirke Düşürmesinden Korkulan Çirkin Sözler)

 Allah’la İlgili

"Allah'lık" (saf bir insan için)

"Allah'sız" (Bunun Allah'ı yok, bu kimseyi Allah yaratmamıştır anlamında),

"İşimiz Allah'a kaldı" (İşimiz yaş,  netice beklemeyin anlamında),

"İnşâallah deme, kesin söz ver" (İnşâallah, yani Allah dilerse sözünün yanlış ve yetersiz olduğu anlamında),

"Seni Allah gibi seviyorum" (Allah'ı sever gibi çok sevmek, fanatiklik anlamında),

"Seni elimden Allah bile kurtaramaz" (Allah'ın gücü bile yeterli olmaz anlamında),

"Burada Allah yok, Peygamber izinde" (Karakolda, hapishanede vb. Allah'ın yardım edemeyeceği anlamında),

"Allah'ın olmadığı, şeytanın bol olduğu yerde elime geçecek, ciğerlerini sökerim" (Allah'ın olmadığı yer olabileceği anlamında),

"Allah, ondan verdiği canı alamıyor" (Borcuna sâdık olmayanlar hakkında, Allah'ın âcizliği anlamında),

"Allah'ın hükmü burada geçmez" veya "o eskidendi, şimdi Allah'ın hükmü uygulanmaz, devir değişti" (Allah'ın hükmünün geçersizliğini iddia veya tüm zamanlara ait olduğunu inkâr anlamında),

"Şu işin (şeyin) Allah'ını yapar" (Allah'ı herhangi bir şeye benzetme anlamında),

"Sen Allah mısın be?" (Bir yaratığın Allah olma ihtimalini çağrıştıracak anlamda),

"Ye Allah ye", "vur Allah vur" (Allah'ı kula benzetmek anlamında),

"Allah Baba", "Allah'ın oğlu gelse..." (Allah'a çocuk isnad etme anlamında),

"Tapılacak kadın" (Allah'tan başka tapılacak/ibâdet edilecek mâbud kabulü anlamında),

"Futbol/müzik ilâhı, ...tanrıçası" (Allah'tan başka ilâh kabulü anlamında),

"Hâkimler hâkimi" (Allah'ın dışında bir varlığa Allah'ın bir sıfatını verme, her şeyi yönlendiren anlamında),

"Sezar'ın hakkı Sezar'a, Tanrı'nın hakkı Tanrı'ya"  (Allah'a denk başkasının hakkı olduğu, Allah'ın her yerde tek güç olmadığı anlamında),

"Allah bizi unuttu" (Allah'ın zorluklarla denemesi konusunda Allah'ı unutma gibi bir eksiklikle vasfetme anlamında),

"Filan kimse şu şeyi yarattı" (Yaratma fiilini gerçek anlamda, yani yoktan var etme mânâsında başka birine verme, Allah'ın fiiline ortak kabulü anlamında),

"Allah'ın başka işi mi yok, bununla uğraşacak?" (Allah, her şeyi takdir edip, her şeye hükmünü geçirmez, O'nun dediğinin ve müdâhalesinin dışında da işler olur anlamında),

"Allah bilir ki, şu iş şöyledir"; "Allah şâhit şunu şöyle yaptım" dediği halde, yalan söylemiş olsa; Allah'a iftira atmak ve gizli-açık her şeyi bildiğini kabul etmemek anlamında), 

"Hâkimiyet/egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir, ulusundur, meclisindir" (Hâkimiyetin/egemenliğin Allah'ın dışında başkalarına ait olduğunu kabul ve Allah'ın hükmünün üstünde hüküm olduğu anlamında),

"En büyük filân takım, başka büyük yok" (Ekber/en büyük sıfatının Allah'tan başkasına verilmesi ve başka büyüğün olmadığı, Allah'ın büyüklüğünün inkârı veya  büyüklükte ortağı olduğu anlamında),

"Allah'ımı inkâr edeyim ki, şu şöyledir" (Söylediği söz, doğru bile olsa; Allah'ı inkâr etmeyi ihtimal olarak kabul ve inkârı basite almak anlamında),

"Allah, şunu şöyle yaratsaydı, şu işi şöyle yapsaydı ne iyi olurdu" (Allah'ın yarattığını beğenmemek, O'na eksiklik ve kusur isnad etmek anlamında),

"Allah, keşke şunu haram kılmasaydı, şunu farz etmeseydi" (Allah'ın hükmünü beğenmemek anlamında),

“Allah emretse bile şu işi yapmam” veya “Allah istemese bile bu işi yaparım.” (Allah’ın emri veya yasağı önemsizdir, beni bağlamaz; beni kararımdan Allah’ın hükmü bile caydıramaz, anlamında)

“Allah onu özene bezene yaratmış” ya da tersine bir inanış ve ifade ile Allah’ın bazı kimselere torpil geçtiğini, bazı kimselere de (hâşâ) zulmettiğini ifade etmek. 

(O konuda âyet ve kudsî hadis olmadığı halde,) "Allah şöyle buyurmuştur" demek (Kur'an'da olmayan, ispatlanamayan cümleleri Allah'a isnâd etmek, dolayısıyla Allah'a iftira etmek anlamında),

(Allah'ın kesin olarak haram kıldığı bir şeyi yiyip içerken "Allah'ın ismiyle (Bismillâh)" demek (Allah'la, Allah'ın haram hükmüyle alay etme anlamında),

Allah'ı, O'nun kurallarını, O'nun dinini, kitabını...  istihzâ/alay, küçük görme, hakaret, inkâr etme,

Allah'a, dine, dince mukaddes sayılan şeylere küfür, sövme veya çirkin söz söyleme,  

Allah'tan başka mutlak gaybı bilen olduğunu kabul etme,

Allah'tan başkasına söylenmesi câiz olmayan şeyleri başka şeyler için söyleme: "Yeşil gözlerinden muhabbet kaptım, Diz çöküp önünde yıllarca taptım."; "Mihrâbım diyerek yüz sürdüm"; “Bir Allah'a, bir de sana taptım"; "Kâbe Arabın olsun, bize Çankaya/Anıtkabir yeter"; "Ey, bugünleri borçlu olduğumuz ulu Atatürk" vb. sözleri ikrâh olmadan söylemek,

Allah'tan başkasına duâ etmek veya bir kuldan meded istemek,

Allah'ın helâllarını helâl; haramlarını haram kabul etmemek,

Allah'tan başkası adına kurban kesmek, Allah'tan başkasına adak adamak,

Allah'ın kesin yasağına rağmen Allah'ın düşmanlarını, kâfirleri sevmek, küfre rızâ göstermek, kâfirlere -hidâyetleri dışında- duâ etmek,

Tâğutların resim ve heykelleri önünde tapınırcasına saygı göstermek,

Allah'ın şeriatından/hükmünden daha üstün yönetim şekilleri olduğunu belirtmek: "Demokrasi/halk idaresi en iyi idare şeklidir"; "Kemalizm, Kapitalizm insanları mutluluğa götürür" demek,    

Allah'ı, sadece göklere ve tabiata hükmü geçen bir zat olarak kabul edip, yeryüzünü insanların kendi bağımsız arzularına bırakıp Allah'ı dünya işlerine karıştırmamak, insanların sosyal ve siyasal ilişkilerini düzenleme konusunda Allah'ın dışında otoriteler tanımak,

Fayda ve zararı Allah'tan bilmemek, "şu doktor benim hayatımı kurtardı"; "frene basmasaydı ölmüştüm"; "şu hap bana şifa veriyor, beni iyi ediyor"; "Devlete karşı çıkılır mı, ezer geçer", 

İbâdet kapsamına girecek tüm amelleri, sadece Allah için yapmamak, gösteriş veya dünyevî  bir menfaat için yapmak.

           

b- Dinle İlgili

"Din ayrı, dünya ayrı" (Dünyayı dinin dışına itmek, dini dünyaya karıştırmamak ve laiklik anlamında),  

''Din ayrı, siyaset ayrı" (İnsanların yönetiminin dinle ilgisi yok, siyaset dinden bağımsız olmalıdır anlamında), 

"Dinde zorlama yoktur" (Din seçme konusundaki özgürlükle ilgili Bakara sûresi, 256. âyetini farklı ve yanlış bir konu için delillendirerek, bir müslümana karışılamayacağı, onun haramları işlemede özgür olduğu anlamında; dinin ahkâmla/muâmelâtla ilgili konularını inkâr etmek veya geçerli olmayacağını iddia anlamında),

"Zevklere ve renklere karışılmaz" (Arzu ve heveslere hiç kimsenin müdâhale etme hakkı yoktur, ben hangi şeyden zevk alıyorsam onu yaparım, din adına bile olsa hiç kimse ona karışamaz anlamında),  

"Bu benim özel hayatımdır, kimse karışamaz."; "Demokrasi var, bana kimse karışamaz, canım ne isterse onu yaparım" demek (Allah'ı, Allah'ın hükümlerini önemsememek ve O'na teslim olmamak, nefsini, hevâ ve hevesini putlaştırıp ilâhlaştırmak anlamında), 

"Biz babamızdan, atalarımızdan böyle gördük" (geleneği, ataların yolunu mutlak doğru olarak kabul etmek, dine ters düşse de atalarının yolunun en doğru yol olduğunu kabul anlamında),

"Din şöyle diyor, doğru ama..."; "haklısın, fakat..." (Dinin emir ve yasaklarının doğru olduğunu kabul etmekle birlikte, hayata geçirmenin imkânsız gibi çok zor  olduğu, yaşanamayacağı, başka alternatiflerin zarûri olduğu anlamında),

"İslâm dini akıl dinidir, mantık dinidir" (Nakli dışlama, vahyi temel ölçü almama, aklı putlaştırma anlamında),

"İslâm şeriatı eskidenmiş, bundan sonra din hâkim olamaz." (Dini, eski zamana ait tarihî bir vaka gibi kabul etme ve gelecekle ilgili Allah'ın vaadlerini inkâr anlamında),

"Dine bağlı yaşamanın, dindâr olmanın zamanı geçti; doğru olursan bu devirde aç kalırsın" (Dinin bütün zamanlar için geçerli olmasının reddi anlamında),

"Dinî günler" (Zamanı, günleri dinî olan ve dinî olmayan diye ayırıp, bazı günlerin dinle ilişkilerinin olmaması gibi anlaşılabilmesi anlamında),

"Hayat yalnız bu dünyadadır" (âhireti inkâr anlamında),

"Sen benim kalbime bak, kalbim temiz" (Dinin bazı emirlerini yerine getirmeyişin mâzereti olarak kalbin temizliği anlayışı ve ibâdet edenlerin kalbi temiz değil ki ilâhî emirleri yerine getiriyorlar anlamında),

"Paranın açmadığı kapı yoktur" (Parayı putlaştırmak, kapitalizmin her şey olduğu anlamında),

"Demokrasilerde çare tükenmez" (Beşerî bir düzen olan demokrasinin (halkın kendi kendisini yönetmesinin) her konuya çözüm getiren en üstün idare şekli olduğu; İslâm’ın siyâset ve devlet anlayışından daha üstün bir yönetim şekli olduğu anlamında),

"Aşırı dinciler"; "dinciler"; "fundemantalistler"; "dinci  teröristler" gibi çirkin ithamları gerçek mü'minlere etiket olarak takmak, müslümanları, dolayısıyla İslâm'ı kötülemek anlamında);

İslâm'a irticâ, gericilik, fundemantalizm, taassup ve benzeri çirkin sıfatlar  takmak,

İslâm'a, şeriata, tesettüre karşı tavır almak veya bu tür dinle ilgili hususlara düşman olanları desteklemek,

İslâm'ın kutsal kabul ettiği hususların dışında, özellikle de İslâm'a düşman olan rejimlerin sembollerini yüceltmek veya onlara saygı duymak.

 

c- Cennet, Melek ve Kaderle İlgili         

"Eşek cennetini boyladı" (Cenneti küçümsemek, cenneti yakışıksız bir şeyle vasıflandırmak anlamında),

"Sensiz cennet kötü, seninle cehennem bana ödül" gibi sözler (Cenneti, cehennemi önemsiz görmek veya âşık olduğu bir insanı bunlardan daha önemli kabul etmek anlamında),

Bir insana "Meleğim" demek, "Çarli'nin melekleri" veya bir kıza "Melek" ismi vermek, ya da birine “melek gibi” demek (Meleklerin insan gibi olduğunu, şekillerinin, yapılarının insana benzediğini  kabul etmek anlamında),

"Azrâil onun canını yanlış yere aldı"; "Azrâil'le savaşıyor" gibi sözler, Azrâil'e hakaret etmek, onu eleştirmek anlamında),

"Kader utansın" gibi kadere isyan anlamında sözler,

"Felek"le ilgili hem hakaret, hem kaderi belirlediği inancı, göklerin (yıldız ve burçların) insan üzerinde etkinliğini, insanların kaderini/geleceğini gök cisimlerinin tayin ettiğini kabul anlamında),   

Ve bunlara benzer, düşünmeden, ya da bilinçli olarak söylenen, şirk düşüncesini yansıtan nice sözler...

 

 Ef’âl-i Küfür

Ef'âl-i küfür, küfür fiil ve davranışları demektir. İnsanların bazı hareket, kıyafet ve davranışları küfre alâmet sayılmıştır. Bu fiillerin bir kısmı müslüman olmayan toplumlara benzemek kastıyla yapılan hareket ve davranışlardır.

Küfre alâmet sayılan, ef'âl-i küfür kabul edilen hareketleri şu şekilde sıralamak mümkündür:  

a- Puta tapmak: Puta tapmak, Allah'a şirk/eş koşmak demektir. "Nihâyet elçilerimiz canlarını almak üzere onlara geldikleri zaman şöyle diyecekler: 'Allah'ı bırakıp da tapındığınız putlar nerede?' Onlar şöyle cevap verecekler: 'O putlar bizi bırakıp kayboldular.'  Onlar kendi aleyhlerine kâfir olduklarına şâhitlik edeceklerdir."[189]; "Onlar Allah'ın yolundan saptırmak için Allah'a eşler uydurdular. De ki: 'Eğlenip keyfinize bakın! Çünkü gidişiniz muhakkak ateştir."[190] Allah'tan başkasına tapmanın küfür alâmeti/ef'âl-i küfür olduğu kesindir.          

b- Mushaf’ı pisliğe atmak gibi saygısızca davranmak:  Mushaf’ı pisliğe atmak da küfür fiillerinden biri sayılmıştır. Üzerinde Kur'an'dan bir bölüm, Yüce Allah'ın veya Peygamberin adı yazılı bir kağıdı pisliğe atmak da aynı hükme tâbi tutulmuştur. Tabii ki atma, kasden ve bilerek olursa, kâğıdın üzerindeki şeyi inkâr söz konusu olacağından küfür davranışı kabul edilmiştir. Zaman zaman medyaya yansıdığı gibi, üzerinde âyet veya Allah lafızlarının yazılı olduğu ayakkabıyı, bayan elbisesini vb. şeyleri kutsal değerleri eğlence yapacak ve aşağılayacak tarzda giymek de aynıdır.

c- Gayr-i müslimlerin tapınaklarına ibâdet kasdıyla gitmek: Kilise, havra, katedral, puthane gibi yerlerde ibâdet ve duâ etmek veya buralarda Allah'a ibâdet etmenin daha faziletli olduğuna inanmak da kişiyi İslâm'dan çıkarır. Fakat, bu tür yerlere ibâdet kasdı olmaksızın, bilgi edinmek veya incelemek için gitmekte bir sakınca yoktur.

d- İbâdet kasdıyla herhangi bir şahsa secde ve benzeri davranış yapmak: Bir kimse tapınma kasdı olmadan sadece hürmet ve saygı için bir büyük karşısında eğilse, yeri öpse bu günah kabul edilse bile küfür kabul edilmez. Kişiye tapmak anlamına gelecek davranış ise küfürdür. Tâğutların heykeli veya tâğutların kutsalları karşısında saygı durmak da itikad açısından çok tehlikelidir. 

e- Duâ ederek ölülerden bir şey istemek, kabirleri tapınak yapmak: Sadece Allah'a yapılması gereken ibâdet ve duâyı[191] Allah'tan başkasına, ister ölü ister diri olan birine yapmak küfürdür. Allah'tan başkasına kesilen kurban, Allah'tan başkasına adak, kabirleri tavaf, kabirde yatandan duâ ile bir şey istemek, ölülerden imdat ve medet istemek küfür davranışlarıdır. 

f- Haç takınmak: Hıristiyanların takındıkları madalyon olan haç, onların iddiasına göre Hz. İsa'nın çarmıha gerilmiş şeklinin remzidir ve onlara göre kutsaldır. İslâm âlimleri,  haç takınmanın küfür davranışı olduğunda hemfikirdirler. Günümüzde de böyle bir madalyonun ancak hıristiyanlar tarafından takıldığını unutmamak gerekir.

g- Ğıyar ve zünnâr: Ğıyar, zimmîlerin omuzlarına attıkları alâmet yahut kumaş parçasıdır. Zünnâr da hıristiyan ve mecûsîlerin küfür alâmetleri olan bir çeşit kuşaktır. Bunlar gayr-i müslimlerin özel giysileri ve dinlerinin alâmetleri olarak sembol olduğundan, bunları kullanmanın küfür fiilleri olduğu belirtilmiştir.

h- Mecûsî ve yahûdi şapkası: Mecûsîlerin ve yahûdilerin mümeyyiz vasfı olan şapkalarını onlara benzemek kasdıyla giymek de küfür sayılmıştır.

Bu alâmetler, her asırda ve bölgede değişiklik gösterebilir. Buradaki temel espri, İslâm'ın dışındaki dinleri benimsemiş kişilerin özel kıyafetleri, dinlerine ait kıyafetleridir. Tabii, râhibe elbisesi ve papaz cübbesi giymek de küfür fiillerindendir. Her devrin küfür alâmeti değişik olmaktadır. Belli bir zaman küfür alâmeti olan şey, belki kısa zaman sonra küfür alâmeti olma özelliğini kaybedebilmektedir. Bu konuda en açık örnek, şapkadır. Belli bir döneme kadar şapka, özellikle fötr küfür alâmeti sayılırdı; İskilip’li Âtıf Hoca gibi nice âlimler ve müslümanlar şapka giymediği ve bunun küfür olduğunu belirttikleri için idam edilmiştir. Bu âlimler, küfrün sembolü olduğunu bildiklerinden dolayı buna karşı çıkmayı idamı göze alma pahasına sürdürmüşlerdir. Ama şimdi şapkanın küfür ve kâfir özelliği olduğunu iddia güçtür. Artık şimdi gayr-i müslimler, müslümanlar kadar bile şapka giymemektedirler. Dolayısıyla küfür alâmeti değişince, hüküm de değişmektedir. Küfür alâmetlerinin çağlara göre farklılık arzetmesi sebebiyle, eskiden küfür sayılan giysilerle ilgili bir husus, bugün küfür olmayabilir (Veya tersi; eskiden küfrün sembolü sayılmayan bazı şeyler, sonradan kâfirlerin simgesi olarak kabul edilebilir).

i- Sihir: Sihri öğrenip öğretmenin, sihir yapmanın haram oluşunda mezhepler arasında ihtilâf yoktur. Bütün mezhepler, sihrin mubahlığına inanmanın küfür olduğunda da müttefiktir. Fakat sihrin haram olduğuna inanmakla beraber, sihir/büyü yapan kimsenin, bu davranışıyla kâfir olup olmadığında ihtilâf vardır. Ebû Hanife ve tâbileri, İmam Mâlik, Ahmed bin Hanbel ve tâbilerine göre büyücü/sihirbaz kâfirdir. Bu gruba göre, sihirbaz sihrin haramlığına inansa da inanmasa da tekfir olunur ve öldürülür. İmam Şâfii'ye göre ise kendisinde küfrü gerektirecek bir inanç, söz ve fiil bulunmayan sihir küfür değil, sadece haramdır.[192]

 

Küfürden Korunma Yolları

Muvahhid bir mü’min olabilmek, öyle yaşayabilmek ve Allah’ın râzı olacağını ve kulları için seçip beğendiğini belirttiği İslâm dini üzere ölmek, bir müslümanın, bir mü’minin en büyük emelidir. Yüce Allah’ın da emri budur, bütün peygamberlerin ümmetlerine tavsiye ettikleri de budur. “Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece, hakkıyla korkun ve ancak müslümanlar olarak ölün.”  Kişinin âhiret hayatında Yüce Rabbimizin azâbından kurtulup ebedî mükâfatlarına nâil olabilmesi, günahlarının bağışlanabilmesi, ancak mü’min olarak, muvahhid olarak Yüce Allah’a herhangi bir şekilde herhangi bir şeyi, bir kimseyi, kurum ve nesneyi, madde ya da mânâyı, ideoloji ve putu şirk/eş koşmayarak Rabbine kavuşmasına bağlıdır. Çünkü kim Allah’a şirk koşarak ölürse cehhenneme girecektir.  Kim de Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığı gerçeğini bilerek ve Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmaksızın ölürse, o da cennete girecektir. 

Bu büyük gerçeği Kur’ân-ı Kerim’in hemen hemen her sayfasında çeşitli şekilde dile getirilmiş olarak görebilmekteyiz. O halde müslümanın iman ve tevhid konularında gereken hassâsiyeti göstererek imanını her nefes, her an ve her durumda korumaya, ona herhangi bir zarar getirmemeye çalışması, bunun için âzamî gayretini harcaması gerekmektedir. Bunun için, yani imanı korumak, şirk ve irtidaddan korunmak, küfre yaklaşmamak için gerekli olan bazı önemli hususları kısaca sayalım:

  1.  Sahih bir iman, akaid bilgisi ve güçlü bir inanma/yakîn,
  2.  Kur’ân-ı Kerim’in ve sahih sünnetin emir ve teşvik ettiği amel ve ibâdetlere önem vermek, bunları yerine getirmek için âzamî gayret harcamak,
  3.  Allah’ın ve Peygamberinin uyarılarına dikkat ederek, sakındırdıklarından kesinlikle uzak kalmak, hatta o yasaklara yaklaşmamak,
  4.  Akîdemiz uğrunda gereken mücâdeleyi vermekten hiçbir şekilde geri kalmamak; inancımızla taban tabana zıt bir ortam içerisinde yaşamanın ıstırabını kalbimizin derinliklerinde duymak,
  5.  Akîdemizi hâkim kılmak azmi ve emelini daima canlı tutmak, bu uğurda aynı hedefi paylaşanlarla bir ve beraber olmak,
  6.  Allah’ı ve Rasûlünü yakından tanımak ve herşeyden çok sevmek, onların emir ve buyruklarını bütün emir ve direktiflerden üstün tutmak, onlara bağlanmayı her şeyin önünde bilmek, onların rızâlarını esas almak,
  7.  Yüce Peygamberimizin yolundan ayrılmayan, onun sünnetini baştacı bilen, onun dışında izlenmeye, yolundan gidilmeye değer hiçbir kimsenin varlığını kabul etmeyenleri, başta sahâbeleri, güzel bir şekilde onların izinden gidenleri mümkün mertebe yakından tanımak, onların bu akîde uğrunda verdikleri mücâdele ve cihadı, kendi mücâdele ve cihadımız için yol azığı edinmek,
  8.  İslâm’a, Kur’an ve Sünnet esaslarına kesin ve tâvizsiz bir şekilde bağlı kalmak, dinî vecîbeleri ihlâsla yerine getirmek,
  9.  Yüce Peygamberin dahi küfürden, şirkten, riyâkârlıklardan ve benzeri kalbî/imanî hastalıklardan Allah’a sığındığını bilerek, hatırlayarak, imanımızı son nefesimize kadar muhâfaza edebilmek için Rabbimize daima duâ etmek, yalvarmak, fiilî olarak duâ bâbından elimizden gelen tüm gayreti göstermek. Rasûlullah (s.a.s.) duâlarında: “Sonrası küfür olmayan bir iman” ister; her namazın akabinde “küfürden, fakirlikten”, “küfürden ve borçlanmaktan” Allah’a sığınırdı.  Hz. Ebû Bekir’e ve onun şahsında bütün mü’minlere sabah akşam yapmasını tavsiye ettiği duâda, “şirkten” Allah’a sığınmak yer almaktadır: “Allah’ım, bile bile şirk koşmaktan Sana sığınırım, bilmediklerimden de Senden af dilerim.” 

 

 Sorular

  1.  Küfrün lügat ve terim anlamlarını açıklayınız.
  2.  Kur’ân-ı Kerim’de küfür ve kâfirler nasıl tanıtılır, birkaç âyet meali vererek anlatınız.
  3.  Kâfirlerin gönül dünyası, yani kalpleri hakkında Kur’an nasıl bilgiler veriyor, açıklayınız.
  4.  Elfâz-ı küfre ve ef’âl-i küfre örnekler veriniz.
  5.  Haksız yere bir mü’mine kâfir demenin, yani tekfir etmenin hükmünü açıklayınız.
  6.  Bir insanın tekfir edilmesine sebep olan, yani bir mü’mini imandan çıkaran çirkin inanç ve davranışlara örnekler veriniz.

[1] 16/Nahl, 37

[2] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y., c. 1,  s. 191-192

[3] 16/Nahl, 106

[4] 2/Bakara, 152

[5] 43/Zuhruf, 33-35

[6] 28/Kasas, 76, 78, 81; ve Bak. 18/Kehf, 32-37

[7] 26/Şuarâ, 48

[8] 27/Neml, 40

[9] 41/Fussılet, 53

[10] 2/Bakara, 6-7

[11] 7/A’râf, 101

[12] 7/A’râf, 179

[13] 8/Enfâl, 22

[14] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 339-340

[15] 14/İbrahim, 7

[16] Bak. 84/İnşikak, 22; 85/Bürûc, 19; 57/Hadîd, 19; 64/Teğâbün, 10

[17] 50/Kaf, 16

[18] 2/Bakara, 171

[19] 8/Enfâl, 55

[20] 3/Âl-i İmran, 196-197

[21] 3/Âl-i İmran, 178

[22] 8/Enfâl, 59; 24/Nur, 57

[23] 14/İbrahim, 18

[24] Bak. 38/Sâd, 2; 67/Mülk, 20

[25] Bak. 47/Muhammed, 11

[26] Bak. 3/Âl-i İmran, 151; 30/Rûm, 44; 2/Bakara, 276; 3/Âl-i İmran, 32

[27] Bak. 8/Enfâl, 73; 3/Âl-i İmran, 28; 4/Nisâ, 139, 144

[28] 28/Kasas, 86

[29] 25/Furkan, 52

[30] 9/Tevbe, 73

[31] 48/Fetih, 29

[32] Bak. 14/İbrahim, 28

[33] Bak. 47/Muhammed, 12

[34] Bak. 5/Mâide, 57

[35] Bak. 3/Âl-i İmran, 149

[36] Bak. 5/Mâide, 54

[37] 2/Bakara, 254

[38] 4/Nisâ, 76

[39] 8/Enfâl, 36

[40] 5/Mâide, 44

[41] 60/Mümtahine, 1

[42] 23/Mü’minûn, 117; 28/Kasas, 82

[43] 47/Muhammed, 1

[44] 2/Bakara, 217

[45] Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 333

[46] 14/İbrahim, 26

[47] 39/Zümer, 7

[48] 87/A’lâ, 14, 18-19

[49] 30/Rûm, 44; 35/Fatır, 39; 39/Zümer, 7.

[50] 4/Nisâ, 94

[51] 16/Nahl, 24-25, 88.

[52] 2/Bakara, 257; 4/Nisâ, 38, 76; 6/En'âm, 71; 7/A'râf, 27, 201-202; 8/Enfâl, 48; 19/Meryem, 83; 25/Furkan,  55; 26/Şuarâ, 221-223; 41/Fussılet, 25.

[53] 6/En'âm, 37, 57-58; 10/Yunus, 48-53; 11/Hûd, 32-33; 14/İbrahim, 9-10; 15/Hıcr, 14-15; 18/Kehf, 55; 20/Tâhâ, 133-135.

[54] 2/Bakara, 170, 181, 231; 3/Âl-i İmran, 19, 72; 4/Nisâ, 51, 140; 5/Mâide, 44; 6/En'âm, 5, 7, 25, 33, 57, 66; 7/A'raf, 68; 8/Enfâl, 31; 9/Tevbe, 65; 10/Yunus, 15, 17, 37-39; 94; 13/Ra'd, 1, 31…

[55] 8/Enfal, 31-33; 15/Hıcr, 90-91; 22/Hacc, 72; 25/Furkan, 4-6; 26/Şuarâ, 5; 30/Rûm, 58-59; 31/Lokman, 32; 34/Sebe', 38; 40/Mü'min, 56, 63, 69-70; 41/Fussılet, 44, 52; 45/Câsiye, 8; 78/Nebe', 28; 83/Mutaffifin, 13.

[56] 9/Tevbe, 32-33; 10/Yunus, 82; 22/Hacc, 15; 61/Saf, 8-9.

[57] 7/A'râf, 45; 11/Hûd, 7; 13/Ra'd, 5; 17/İsrâ, 98; 25/Furkan, 11-12, 21; 27/Neml, 4-5, 66-67; 30/Rûm, 7; 32/Secde, 10-11; 36/Yâsin, 48-49; 41/Fussılet, 54; 45/Câsiye, 32; 56/Vâkıa, 47-50; 74/Müddessir, 43-46; 78/Nebe', 1-5, 27; 83/Mutaffifin, 10-14; 84/İnşikak, 14-15.

[58] 6/En’am, 52-53; 7/A’râf, 49; 11/Hûd, 27; 18/Kehf, 28; 26/Şuarâ, 106-114.

[59] 2/Bakara, 118; 3/Âl-i İmran, 11; 11/Hûd, 110; 51/Zâriyat, 52-53.

[60] 36/Yâsin, 47; 69/Haakka, 34; 74/Müddessir, 43-44; 107/Mâun, 1, 3.

[61] 8/Enfâl, 36; 90/Beled, 5-12.

[62] 8/Enfâl, 73; 33/Ahzâb, 26; 45/Câsiye, 19.

[63] 6/En’âm, 63-64; 10/Yunus, 12, 21-23; 16/Nahl, 53-55, 83; 21/Enbiyâ, 46; 29/Ankebut, 65-67; 30/Rûm, 33-35; 31/Lokman, 32; 37/Sâffât, 11; 39/Zümer, 8; 43/Zuhruf, 9, 15, 87; 80/Abese, 17-23; 100/Âdiyat, 1-11; 106/Kureyş, 1-4.

[64] 9/Tevbe, 124-125; 17/İsrâ, 41, 46, 60, 82; 22/Hacc, 72; 26/Şuarâ, 5-6, 198-201; 36/Yâsin, 45-46; 45/Câsiye, 9.

[65] 18/Kehf, 56-57.

[66] 18/Kehf, 32-44; 34/Sebe’, 34-36; 102/Tekâsür, 1-7.

[67] 14/İbrahim, 3; 18/Kehf, 32-36; 30/Rûm, 7; 75/Kıyâme, 20-21; 76/İnsan, 27; 87/A’lâ, 16.

[68] 10/Yunus, 36.

[69] 2/Bakara, 126; 7/A’râf, 32; 15/Hıcr, 3; 17/İsrâ, 20; 20/Tâhâ, 131; 21/Enbiyâ, 44; 77/Mürselât, 46.

[70] 2/Bakara, 217; 3/Âl-i İmran, 117; 5/Mâide, 5; 7/A’râf, 147; 14/İbrahim, 18; 18/Kehf,103-106; 24/Nûr, 39-40; 25/Furkan, 23, 77; 39/Zümer, 47; 47/Muhammed, 1, 3, 8-9, 32.

[71] 2/Bakara, 161-162

[72] 3/Âl-i İmran, 10, 91, 116; 5/Mâide, 36; 6/En’âm, 70; 7/A’râf, 48; 13/Ra’d, 18; 19/Meryem, 77-80; 45/Câsiye, 10; 58/Mücadele, 17; 69/Haakka, 25-29; 92/Leyl, 8-11; 104/Hümeze, 2-6; 111/Leheb, 1-3.

[73] 3/Âl-i İmran, 176-177; 47/Muhammed, 32.

[74] 3/Âl- İmran, 178; 6/En’âm, 44; 7/A’râf, 182-183, 186; 10/Yunus, 11; 11/Hûd, 8; 13/Ra’d, 32; 15/Hıcr, 2; 19/Meryem, 75; 83-84; 21/Enbiyâ, 39-40; 22/Hacc, 44; 31/Lokman, 24; 42/Şûrâ, 21; 77/Mürselat 46; 86/Târık, 17.

[75] 4/Nisâ, 18, 168-169.

[76] 35/Fâtır, 37; 40/Mü’min, 10-11; 41/Fussılet, 24; 42/Şûrâ, 44; 89/Fecr, 24.

[77] 25/Furkan, 13-14; 43/Zuhruf, 77-78; 78/Nebe’, 40; 84/İnşikak, 10-11.

[78] 28/Kasas, 82.

[79] 2/Bakara, 105, 217; 3/Âl-i İmran, 28, 118-120, 149-150; 4/Nisâ, 44-45, 101, 140, 144; 5/Mâide, 57; 6/En’âm, 68; 9/Tevbe, 23; 13/Ra’d, 37; 28/Kasas, 86; 58/Mücadele, 22; 60/Mümtehine, 13.

[80] 4/Nisâ, 27, 44-45, 167; 7/A’râf, 45; 14/İbrahim, 3; 15/Hıcr, 90-91, 29/Ankebut, 12-13.

[81] 2/Bakara, 212; 6/En’âm, 10; 7/A’râf, 49; 10/Yunus, 48; 19/Meryem, 73-75.

[82] 3/Âl-i İmran, 120; 4/Nisâ, 141; 5/Mâide, 11, 105; 8/Enfâl, 30, 59, 62-63; 17/İsrâ, 45; 45/Câsiye, 19.

[83] 5/Mâide, 3; 8/Enfâl, 30; 9/Tevbe, 13-14.

[84] 3/Âl-i İmran, 149; 18/Kehf, 28; 25/Furkan, 52; 28/Kasas, 86; 33/Ahzâb, 1-3, 48; 42/Şûrâ, 15; 76/İnsan, 24; 96/Alak, 19.

[85] 6/En’âm, 106, 150; 10/Yunus, 41; 15/Hıcr, 94; 28/Kasas, 87; 32/Secde, 30; 37/Sâffât, 173-174, 178-180; 43/Zuhruf, 83, 89; 45/Câsiye, 18; 51/Zâriyât, 54; 53/Necm, 29; 54/Kamer, 6; 68/Kalem, 8; 73/Müzzemmil, 10.

[86] 2/Bakara, 286; 8/Enfâl, 45; 10/Yunus, 85-86; 40/Mü’min, 56; 60/Mümtehine, 5.

[87] 3/Âl-i İmran, 196-197; 15/Hıcr, 88; 20/Tâhâ, 131; 25/Furkan, 10; 28/Kasas, 79-82; 40/Mü’min, 4; 43/Zuhruf, 33-35; 46/Ahkaf, 20; 68/Kalem, 14.

[88] 28/Kasas, 38

[89] Bak. 2/Bakara, 217

[90] Bak. 10/Yûnus, 54; 14/İbrahim, 31

[91] 16/Nahl, 53; 65/Talak, 3

[92] Bak. 6/En’âm, 162; İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4204-4205

[93] Bak. 7/A’râf, 54; 9/Tevbe, 31; 33/Ahzâb, 67

[94] Bak. 33/Ahzâb, 48; 68/Kalem, 9

[95] Bak. 5/Mâide, 50; 4/Nisâ, 60

[96] Bak. 5/Mâide, 44-45; 4/Nisâ, 14; 58/Mücadele, 20

[97] 4/Nisâ, 44; 9/Tevbe, 23-24; 58/Mücadele, 22

[98] 11/Hûd, 15-16

[99] 49/Hucurât, 15; Ali Rızâ Demircan, İslâm Nizamı, Eymen Y., c. 2, s. 30-32

[100] 29/Ankebût, 25

[101] Bak. 25/Furkan, 43

[102] Bak. 11/Hûd, 43

[103] Bak. 45/Câsiye, 14

[104] 83/Mutaffifin, 14

[105] 5/Mâide, 50

[106] Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, Cantaş Y., c. 1, s. 92 -96

[107] 25/Furkan, 55

[108] 6/En'âm, 43

[109] 13/Ra'd, 30-31

[110] 5/Mâide, 14

[111] 46/Ahkaf, 26

[112] 47/Muhammed, 24

[113] 83/Mutaffifin, 14

[114] 39/Zümer, 59; 40/Mü'min, 27

[115] 38/Sâd, 72-74

[116] 42/Şûrâ, 27; 28/Kasas, 76-77

[117] Bak. 2/Bakara, 146, 109

[118] 2/Bakara, 98

[119] 10/Yûnus, 11

[120] 96/Alak, 6-8

[121] 40/Mü'min, 35

[122] 25/Furkan, 55

[123] 5/Mâide, 17, 52, 73; 9/Tevbe, 307

[124] 6/En’âm, 150

[125] 12/Yusuf, 87

[126] 4/Nisâ, 150-151

[127] 2/Bakara, 152

[128] 5/Mâide, 51

[129] 3/Âl-i İmran, 32

[130] 2/Bakara, 198; 4/Nisâ, 102

[131] 2/Bakara, 104; 4/Nisâ, 37; 17/İsrâ, 8 vd.

[132] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 326-327

[133] 17/İsrâ, 46

[134] 31/Lokman, 20; 22/Hacc, 3

[135] 2/Bakara, 217

[136] 7/A’râf, 146; 16/Nahl, 63

[137] 30/Rûm, 29; 25/Furkan, 43

[138] 18/Kehf, 100-101; 23/Mü’minûn, 63

[139] 7/A’râf, 51; 2/Bakara, 22; 25/Furkan, 41

[140] 39/Zümer, 59-60; 71/Nuh, 7; 41/Fussilet, 15

[141] 45/Câsiye, 114

[142] 6/En’âm, 21; 7/A’râf, 37

[143] 39/Zümer, 45

[144] 13/Ra’d, 5; 23/Mü’minûn, 35-37

[145] 29/Ankebût, 67

[146] 25/Furkan, 27-28; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 369- 372

[147] Buhârî, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104; Tirmizî, Tefsir 78; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10

[148] 109/Kâfirun, 1, 6

[149] 21/Enbiyâ, 67

[150] 49/Hucurât, 13

[151] 4/Nisâ, 1

[152] 4/Nisâ, 128

[153] 2/Bakara, 208

[154] 22/Hacc, 39

[155] 2/Bakara, 193

[156] 8/Enfâl, 25

[157] 10/Yûnus, 99-100

[158] Remzi Kaya, Kur’an’da Dostluk İlişkileri, s. 226-228

[159] 60/Mümtehine, 8-9

[160] 5/Mâide, 2

[161] Buhârî, 4/410, hadis no: 2216; Ahmed bin Hanbel, 5/137, hadis no: 3409

[162] 4/Nisâ, 76

[163] Ebû Dâvud, Sünen, Edeb, hadis no: 4977; Mişkâtu’l-Mesâbih, 3/1349, hadis no: 4780

[164] 49/Hucurâct, 10

[165] 9/Tevbe, 71; 5/Mâide, 55

[166] 9/Tevbe, 23

[167] 9/Tevbe, 24

[168] 58/Mücâdele, 22 Ve yine bk. 64/Teğâbün, 14.

[169] 11/Hûd, 45-46

[170] 4/Nisâ, 36

[171] 31/Lokman, 14-15

[172] Buhârî, Hîbe hadis no: 2620; Müslim, Zekât hadis no: 1003

[173] 2/Bakara, 83; 4/Nisâ, 36; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23; 31/Lokman, 14-

[174] 4/Nisâ, 1

[175] Buhârî, Edeb, hadis no: 5984; Müslim, Birr, hadis no: 2556

[176] 64/Teğâbün, 14

[177] Bk. 2/Bakara, 256

[178] Bk. 47/Muhammed, 9

[179] Bk. 9/Tevbe, 65-66

[180] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 458-459

[181] 4/Nisâ, 65; Abdülkadir Udeh, et-Teşrîu’l-Cinî el-İslâmî, Beyrut, 2/708-710 -İslâm Ceza Hukuku ve Beşerî Hukuk

[182] 9/Tevbe, 65

[183] 33/Ahzab, 57

[184] 9/Tevbe, 61

[185] Bak. 48/Fetih, 18; 9/Tevbe, 100

[186] 5/Mâide, 44; F. Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, Kahraman Y., s. 114

[187] F. Aydın, a.g.e., s. 119-120

[188] 16/Nahl, 106

[189] 7/A'râf, 37

[190] 14/İbrahim, 30

[191] 1/Fâtiha, 5

[192] A. Saim Kılavuz, İman Küfür Sınırı, Marifet Y., s. 160-165

Okunma 1185 kez Son değişiklik Salı, 16 Şubat 2021 09:39