Cumartesi, 06 Şubat 2021 19:56

MİLLET

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

MİLLET


- 995 -
Kavram no 132
Görevlerimiz 24
Bk. Hüküm-Hâkimiyet; Ümmet; Hilâfet-Halife
MİLLET


• Millet; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Millet Kavramı
• Küfür Tek Bir Millettir
• Millet Kavramının Tahrifi
• Kavim/Ulus ve Ümmet
• Vatan
• İslâm’ın Vatan Anlayışı
• Câhiliyyenin Vatan Anlayışı ve “Ya Sev, Ya Terk Et” Dayatması
• Arzın/Ülke Topraklarının Kutsallaştırılıp Putlaştırılması
• Milliyetçilik/Ulusçuluk
• Irkçılık/Asabiyet/Kavmiyetçilik
• Irkçılıkla İlgili Hadis-i Şerifler
"Milletlerine (dinlerine) uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da asla senden râzı (hoşnut) olmayacaklardır. De ki: 'Doğru yol/hidâyet, ancak Allah'ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır." 4391
Millet; Anlam ve Mâhiyeti
Türkçede kavim, kabile veya belli bir topluluk anlamında kullanılan “millet” kavramı İslâm kültüründe daha farklı mânâlara gelmektedir. “Millet” sözlükte, tutulan ve gidilen yol demektir. Bu yol eğri de olabilir, doğru da. Bu anlamdan hareketle ‘millet’ kelimesi ‘din ve şeriat’ yerine kullanılmaktadır. Çoğulu, milel’dir. Kur’an’da ve İslâm kültüründe millet, din anlamında kullanılmıştır.
Esasen din, şeriat ve millet kelimeleri birbirine yakın mânâda olup, herbiri başka yönlerden yaklaşık aynı anlamı ifade ederler. ‘Millet’, tıpkı din gibidir ki, Allah’ın kullarına peygamber diliyle gönderdiği şeriatin özel adı olmuştur. İnsanlar o şeriate uyarlar ve Allah’a yakınlık kazanmaya çalışırlar. “Din” ile aralarındaki fark; millet kavramı, gönderildiği peygamberin adıyla söylenir. “İbrahim milleti”, “Mûsâ milleti” gibi. “Allah’ın dini” denilebilir, ama “Allah’ın milleti” demek yanlış olur.
İmam Kurtubî şu açıklamada bulunur: Millet, din demektir. Yüce Allah'ın kitaplarında ve peygamberlerinin aracılığıyla kulları için koyduğu şeriatın adıdır. O bakımdan millet ile şeriat arasında fark yoktur. Din ile millet ve şeriat arasında ise belli bir fark vardır. Çünkü millet ve şeriat, Allah'ın kullarını yerine getirmeye çağırdığı şeyin adıdır. Din ise kulların Allah'ın emrine uygun olarak yaptıkları
4391] 2/Bakara, 120
- 996 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şeye denir. 4392
"Millet" kelimesinden murâd, dindir. Çünkü örfen millet sözünden: Allah Teâlâ'nın, Peygamberleri vâsıtasıyla kullarına meşrû kıldığı şey kastedilir. Ancak, mecâzen bâtıl dinlere de ıtlak edilerek: "Küfür tek millettir" denilir ve "küfür dinlerinin hepsi bir yoldur" mânâsı kastedilir. Millet kelimesi örfen hak dine mahsus olduğu için bazı kelâm ulemâsı, ehl-i sünnetin mezhebini naklederken: "millîler şöyle demiştir..." ifadesini kullanırlar. 4393
İtikat ve iman yönünden din, amel ve uygulama bakımından şeriat, sosyal bakımdan, yani sosyal realite yönünden de millet kavramları kullanılır. İtikat edilen (inanılan) şeyler, genelde amel edilen (pratikte uygulanan) şeylerdir. Amel edilen ve uygulanan şey ne ise, üzerinde birlik sağlanan şey de odur. Buna göre ‘millet’, bir toplumun etrafında toplandığı ve üzerinde yürüdüğü, kitlenin uyduğu ve bağlı olduğu ilkeler ve takip ettiği yoldur. Bu yolun hak olanı da, bâtıl olanı da olabilir.
“Millet”, kabile veya kavim demek değildir. Millet kavramı, daha çok, din etrafında bir araya gelen insanlar topluluğunu anlatır. Millet, toplumun adı olmaktan çok; toplumun üzerinde toplandığı inancı ifade etmektedir. “Ehl-i millet” denildiği zaman, bir millete uyan kimseler anlatılmış olur ki, bu hiçbir zaman “nation” anlamındaki kavim, ırk, kabile ulus anlamına gelmez. Müslüman millet deyince, Allah’ın dini İslâm’a inanan ve ona uyan topluluklar akla gelir. Türk kavmi, Arap kavmi, Alman ulusu demek doğrudur. Ama -İslâm kültürüne ve Kur’an’daki kullanıma göre- Türk milleti, Fransız milleti... demek doğru değildir. Çünkü millet kelimesi, bir inancı, o inanç etrafında bir araya gelen topluluğu ifade eder.
Kur’ân-ı Kerim bu kelimeyi, peygamberlere gönderilen inanç ve başka insanların gittiği yol (din) anlamında kullanmaktadır. “Kendini bilmez beyinsizden başka kim İbrahim milletinden yüz çevirir?!”4394 “İbrahim milleti” şeklindeki tamlama Kur’an’da sekiz yerde geçmektedir. 4395
Yusuf (a.s.), Allah’a inanmayan bir topluluğun milletinden yüz çevirdiğini, onların dinlerine tabi olmadığını söylüyor.4396 Zâlim ve puta tapan yöneticilerin dinini terkedip Tevhid dinine inanan “Kehf ashâbı”, birbirlerine; “...Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar veya sizi milletlerine (dinlerine) geri çevirirler; bu durumda ebedî olarak kurtuluş bulamazsınız.” diyorlardı. 4397
Şu âyet millet kavramının anlamını daha açık bir şekilde ifade etmektedir: “Sen onların milletlerine (dinlerine-inanç sistemlerine) uymadıkça, yahûdi ve hıristiyanlar senden kesinlikle râzı (hoşnut) olacak değillerdir…”4398 Yahûdi ve hıristiyanlar ne Peygamberi, ne de O’na inanan müslümanları, kendi inanç sistemlerine, kendi uydukları yola, yaşama biçimlerine uymadıkça sevmezler. Tarihte olanlar ve içinde
4392] İmam Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, c. 2, s. 301
4393] Ahmed Dâvudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Sönmez Y. c. 1, s. 429
4394] 2/Bakara, 130
4395] 2/Bakara, 130, 135; 3/Âl-i İmrân, 95; 4/Nisâ, 125; 6/En’âm, 161; 12/Yûsuf, 38; 16/Nahl, 23; 22/Hacc, 78
4396] 12/Yûsuf, 38
4397] 18/Kehf, 20
4398] 2/Bakara, 120
MİLLET
- 997 -
yaşadığımız şartlar bunu açıkça isbat etmektedir.
Hz. Şuayb’i (a.s.) tehdit eden müşrikler diyorlardı ki; “Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp çıkaracağız veya mutlaka bizim milletimize (dinimize) geri döneceksiniz.” Şuayb (a.s.) ise, onların milletine (dinlerine) dönmeyi Allah’a iftira etmek olarak değerlendiriyor. 4399
Görüldüğü gibi millet kavramının Türkçedeki ‘ulus, kavim’ kelimesiyle ilgisi yoktur. “Millet” kelimesinin Türkçede ulus, ırk ve toplum anlamında kullanılması kesinlikle ve büyük bir yanlıştır. Bu kavram, belirli bir dine inananlar topluluğunu anlatmaktadır. Ümmet ise, belli bir peygamberi takip eden mü’minleri anlatır. Türkçede, ‘şoför milleti’, ‘kadın milleti’, ‘erkek milleti’ gibi söyleyişler de yanlış kullanılan sözlerdir. Halk, millet kelimesini belli bir topluluk adı olarak kullanmakta ise de bu galattır, Kur’an kültürüne terstir.
‘Küfr’ün tek millet olduğu gerçeğini hatırlarsak, bu kavramın ifade ettiği anlam biraz daha iyi anlaşılmış olur. 4400
Kur’ân-ı Kerim’de Millet Kavramı
“Millet” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 15 yerde geçer.4401 Bütün bu âyetlerdeki “millet” kelimesi “din” anlamında kullanılır. Din; yani inanç sistemi.
"Milletlerine/dinlerine uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da asla senden râzı olmayacaklardır...” 4402
“Kendini bilmez beyinsizden, kendini aşağılık yapandan başka kim İbrahim milletinden/dininden yüz çevirir?!” 4403
“Yahûdiler ve hıristiyanlar müslümanlara ‘yahûdi ya da hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız’ dediler. De ki (onlara): ‘Bilakis biz, hanîf olarak (dosdoğru) yaşamış İbrahim’in milletine/dinine uyarız. O, müşriklerden değildi.” 4404
“De ki: ‘Allah doğruyu söylemiştir. Öyle ise, hakka yönelmiş olarak İbrahim’in milletine/dinine uyun. O, müşriklerden değildi.” 4405
“İşlerinde doğru olarak kendini Allah’a veren ve İbrahim’in hanîf (Allah’ı bir tanıyan) milletine/dinine tâbi olan kimseden dince daha güzel kim vardır?! Allah, ibrahim’i (kendine) halîl/dost edinmişti.” 4406
“De ki: ‘Şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, hanîf (Allah’ı birleyen) İbrahim’in milletine/dinine iletti. O, (İbrahim hiçbir zaman Allah’a) şirk/ortak koşanlardan değildi.” 4407
“Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp çıkaracağız veya
4399] 7/A’râf, 88-89
4400] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 414-415-
4401] 2/Bakara, 120, 130, 135; 3/Âl-i İmrân, 95; 4/Nisâ, 125; 6/En’âm, 161; 7/A’râf, 88, 89; 12/Yûsuf, 37, 38; 14/İbrâhim, 13; 16/Nahl, 123; 18/Kehf, 20; 22/Hacc, 78; 38/Sâd, 7
4402] 2/Bakara, 120
4403] 2/Bakara, 130
4404] 2/Bakara, 135
4405] 3/Âl-i İmrân, 95
4406] 4/Nisâ, 125
4407] 6/En’âm, 161
- 998 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mutlaka bizim milletimize/dinimize geri döneceksiniz. (Şuayb) dedi ki: ‘İstemesek de mi (bizi yurdumuzdan çıkaracak veya dinimizden döndüreceksiniz)? (Andolsun ki,) Allah bizi ondan (kâfirlikten) kurtardıktan sonra tekrar sizin milletinize/dininize dönersek, Allah’a karşı iftira etmiş oluruz...” 4408
“... Ben Allah’a inanmayan bir kavmin milletini/dinini terk ettim. Onlar, âhireti inkâr edenlerin kendileridir. Atalarım İbrahim, İshak ve Ya’kub’un milletine/dinine uydum. Allah’a herhangi bir şeyi şirk/ortak koşmamız bize yaraşmaz...” 4409
“Kâfirler, peygamberlerine dediler ki: ‘Elbette sizi, ya yurdumuzdan çıkaracağız, ya da mutlaka milletimize/dinimize döneceksiniz!’ Rableri de onlara, ‘zâlimleri mutlaka helâk edeceğiz!’ diye vaad etti.” 4410
“Sonra da sana, ‘hanîf olarak (doğru yola yönelerek) İbrahim’in milletine/dinine uy, zira o, müşriklerden değildi’ diye vahyettik.” 4411
“Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar veya sizi milletlerine/dinlerine geri çevirirler; bu durumda ebedi olarak kurtuluş bulamazsınız.” 4412
“Allah uğrunda, O’na yaraşacak şekilde cihad edin. Sizi O seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrahim’in milletinde/dininde (olduğu gibi). Peygamber’in size şâhit olması, sizin de insanlara şâhit olmanız için O, gerek bundan önce(ki kitaplarda), gerekse bunda (bu Kur’an’da) size ‘müslümanlar’ adını verdi. Öyle ise namazı kılın; zekâtı verin ve Allah’a sarılın. Ne güzel mevlâdır O ve ne güzel yardımcıdır!” 4413
“(Kâfirlerden ileri gelenler:) ‘Son millette/dinde de bunu işitmedik. Bu, ancak bir uydurmadır’ diyerek kalkıp yürüdüler.” 4414
Görüldüğü gibi Kur'ân-ı Kerim'de "millet" kavramı, hep din mânâsında kullanılmıştır. Hatta bir âyet-i kerimede; "kavim" ve "millet" bir arada kullanılmıştır. Hz. Yusuf (a.s.)'un kıssası beyan edilirken; "De ki; size rızıklanacağınız bir yemek gelecek oldumu, ben muhakkak onun ne olduğunu, size daha gelmezden evvel haber veririm. Bu Rabbim'in bana öğrettiği ilimlerdendir. Çünkü ben Allah'a inanmayan bir kavmin milletini (dinini) -ki onlar âhiret gününü inkâr edenlerin ta kendileridir- terkettim"4415 buyrulur. Bu âyette geçen "Allah'a inanmayan bir kavmin milletini terkettim" ibaresi, kavim ile milletin ayrı ayrı anlama sahip olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla "Türk kavmi" vardır, ama "Türk milleti (şeriatı) yoktur. Türk kavmine mensup insanlardan; mü'min olanlar bulunduğu gibi; olmayanlar da mevcuttur. Farklı dinlere tâbi olmaları, onların "Türk kavmi"nden olma özelliğini ortadan kaldıramaz. Çünkü insanlar, hangi kavimden olacaklarına bizzat kendileri karar veremezler. Ancak hangi milletten (dinden) olacakları konusunda irâde beyan etme hakları vardır. Ya iman ederek "İslâm milleti"nden olurlar; ya inkâr ederek "küfür milleti"ne geçerler.
4408] 7/A’râf, 88-89
4409] 12/Yûsuf, 37-38
4410] 14/İbrâhim, 13
4411] 16/Nahl, 123
4412] 18/Kehf, 20
4413] 22/Hacc, 78
4414] 38/Sâd, 7
4415] 12/Yûsuf, 37
MİLLET
- 999 -
Millet, ortak bir itikada sahip olmakla birlikte, bir imam etrafında toplanmayan fertlerin durumunu beyan eder. Her müslüman, İslâm milletinin bir ferdidir. Eğer bir imama bey'at ederlerse, "ümmet" olarak anılırlar. Dünya üzerinde yüzlerce kavim vardır. Bu kavimlerin fertleri içerisinde "İslâm milleti"ne tâbi olanlar bulunduğu gibi, "küfür milleti"nden olanlara da rastlanabilir. Dolayısıyla yeryüzünde iki millet vardır. Birisi İslâm milleti, diğeri de küfür milletidir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), Hz. Ebû Dücâne'yi mezara koyarken "Bismillâh! Alâ millet-i Rasûlillâh (Allah'ın ismiyle ve Rasûlullah'ın milleti/dini üzere)" (demiştir. Hangi kavimden olursa olsun; her mü'min mezara konurken aynı sözler tekrar edilir. 4416
Hadis-i Şeriflerde de "millet" kelimesi, din anlamında kullanılır: "Kim ki İslâm'dan başka bir millet (din) adına yalan yere ve kasden yemin ederse, o kimse dediği gibidir. Kim de keskin bir âletle kendini öldürürse, bu kimse de Cehennem ateşinde o âletle azâb olunur." 4417 Millet, din mânâsınadır. Millet-i İslâmiyye, millet-i yahûdiyye, millet-i nasrâniyyet (İslâm milleti, yahûdi milleti, hıristiyan milleti) gibi İslâm'dan başka bir dine edilen yeminin sûreti, din-i Nasârâya, din-i yahûda yahut milel-i kefereden (kâfir milletlerden/dinlerden) herhangi bir milletin nâmına yemin etmektir. 4418
Küfür Tek Bir Millettir
Aralarında Ebû Hanife, Şâfiî, Dâvud, Ahmed bin Hanbel'in de bulunduğu bir grup ilim adamı bu Bakara, sûresi, 120. âyet-i kerimeye dayanarak küfrün tek bir millet olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Yüce Allah; "Onların milletine (dinine)" 4419 diye buyurarak (hıristiyan ve yahûdiler iki ayrı dine mensup oldukları olduğu halde) "millet" kelimesini tekil olarak zikretmiştir. Bunlar ayrıca; "Sizin dininiz size; benim dinim bana."4420 buyruğunu, Hz. Peygamber'in de: "İki ayrı millete mensup kimseler arasında mirasçılık olmaz." 4421 hadisini de delil gösterirler. Yani burada iki ayrı milletten kasıt, İslâm ve küfürdür. Bunun delili ise Peygamber Efendimiz'in: "Müslüman, kâfire mirasçı olmaz."4422 anlamındaki bir başka hadisidir. İmam Mâlik ve kendisinden gelen bir başka rivâyette Ahmed bin Hanbel ise küfrün ayrı milletler olduğu görüşündedir. Buna göre yahûdi hıristiyana mirasçı olmadığı gibi; yahûdi ve hıristiyan da mecûsiye mirasçı olmaz. Onlar bu görüşlerine Peygamber Efendimiz'in "İki ayrı millete mensup kimseler arasında mirasçılık olmaz." hadisinin zâhirini delil alırlar. 4423
Millet kelimesinin çoğulu "milel"dir. Din tarihi hususunda tartışılmaz otorite olan Şehristanî'nin meşhur eserinin adı el-Milel ve'n-Nihal'dir. Bilindiği gibi "nihal" kelimesi "nıhle"nin çoğuludur. Nıhle ise; "kupkuru zan ve vehim" mânâsına gelir. Dolayısıyla "el-milel", vahye dayanan dinlerin (milletlerin) tarihi, "en-Nihal" ise, vahye dayanmayan sistemlerin (milletlerin) mâhiyetidir.
4416] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 248-249
4417] Buhârî, Edeb, Cenâiz; Tecrîd-i Sarih Terc. c. 4, s. 558; Müslim, İman 176, 177 (110); Ebû Dâvud, Eymân ve'n-Nüzûr; Tirmizî, Eymân; Nesâî, Eymân; İbn Mâce, Keffârât
4418] S. Buhârî Muht. Tecrîd-i Sarih Terc. c. 4, s. 560
4419] 2/Bakara, 120
4420] 109/el-Kâfirûn, 6
4421] Ebû Dâvud, Ferâiz 10; Tirmizî, Ferâiz 16; İbn Mâce, Ferâiz 6; Ahmed bin Hanbel, II/187
4422] Buhârî, Ferâiz 26; Müslim, Ferâiz1; Ebû Dâvud, Ferâiz 10; Tirmizî, Ferâiz 15
4423] İmam Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, c. 2, s. 301
- 1000 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Millet Kavramının Tahrifi
Kur’an’ın ve dolayısıyla İslâm’ın kelimelere yüklediği anlamı atıp, o kelime ve kavramlara çok farklı mânâlar yüklemek, insanla Kur’an arasındaki köprüleri yıkmaktan daha fecî bir duruma sebep olmaktadır. Bu tavır; tahrif, dejenerasyon, ihânet, hakka bâtılı karıştırmak, bâtıla hak maskesi takmak şeklinde ifade edilebilir.
Millet, İslâm kültürüne göre din anlamında kullanıldığından, “İslâm milleti”, “küfür milleti” tâbirleri doğrudur. Türk milleti, Yunan milleti... gibi ifadeler aslında yanlıştır. Millet kelimesinin kavim/ulus anlamında kullanılması, 19. asırdan sonra ve özellikle 20. asırda yaygınlaş(tırıl)mıştır. Bu galat, Kur’an kavramlarının câhiliyye tarafından içinin boşaltılıp sapık inançlar doğrultusunda doldurulmasına açık bir örnektir. Millî: Millete âit, millete has, milletle ilgili demektir. Millet hangi anlama geliyorsa, millî de ona ait anlamında kullanılır. Yani, aslında “dinî” demek olan bu kelime, yanlış olarak “kavmî/ulusal” anlamında kullanılmaktadır. Milliyet: Aynı milletten olma hali, bir milleti diğer bir milletten ayıran unsurların toplamına denir. Aynı millete mensup olanların tamamı anlamındadır. Sonradan “milliyet” kelimesi de, aynı yanlış tavırla kavmiyet; inanç, tarih, dil, gelenek, kültür, ideal ve vatan birliği anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Milliyetçilik de; milletin, milliyet topluluğunu esas alan, milletini sevmek ve yüceltmek ana fikrine dayanan görüş demektir.
“Türk milleti” deyiminin yanlışlığı gibi, “millet meclisi”, “milletvekili” gibi ifadeler de, aslında çok farklı anlamda kullanılması gerektiği halde, şimdi bunlarla anlaşılanlar konusu, önemli kavram sapmalarındandır. Asıl anlamı “dinî” demek olan “millî” kelimesinin bugünkü kullanılışı, millete/dine terslik açısından, meselâ “millî piyango” ifadesi ne kadar trajikomik bir durum arz etmektedir! Millî kumar olduğuna göre; “millî fuhuş”tan, “millî fâiz” ve “millî hırsızlık”tan söz etmek nasıl olur dersiniz?
Millî duygular, millî takım, millî marş, millî kimlik, millî eğitim, millî tarih, millî coğrafya, millî bayram, millî egemenlik, millî güvenlik, millî birlik, millî mücâdele, millî görüş, millî gazete, millî kültür, millî gelir... gibi ifadelerin de millet ve millî kelimelerinin asıl anlamlarından ne kadar farklı kullanıldığı açısından değerlendirilmelidir. Kavram kargaşasına yol açmak istemeyen ve Kur’an kelime ve kavramlarının tahrif edilmesine karşı olan kimselerin, örnek tamlamalarda kullanılan “millî” kelimesi yerine “ulusal” sözcüğünü, aşağıdaki örneklerde olduğu gibi “millet” yerine de “ulus” kavramını tercih etmesi gerekir. Çünkü millet kelimesi örfen hak dine mahsus olduğu için kelâm âlimleri, ehl-i sünnetin mezhebini naklederken: "millîler şöyle demiştir..." ifadesini kullanırlar.
Yahûdilik ve daha çok da siyonizm, milliyetçilik/ırkçılık konusunda, hem bunun ideolojileşmesi ve hem de ırkçı tutumlara yol açması ve karşı ırkçılık dâvâları açısından önemlidir. Bir taraftan yahûdi ırkını öne çıkarıp diğer ırkları kendisine hizmet etmek zorunda olan “eşek” görür ve bu anlayışı muharref Tevrat’a dayandırırken, diğer taraftan bu tavra tepki olarak faşizmi ve yahûdi düşmanlığını da hazırlamış oldu. Birinci ve özellikle İkinci Dünya Savaşının sebep ve soykırımları incelendiğinde bu anlayış ve tavır hemen göze çarpacaktır. Bu anlayış, yani ırkçılık ve arka planındaki siyonizm.
MİLLET
- 1001 -
E. Durkheim’den adapte ederek nation karşılığı olarak ulus denilecek iken “millet” diyerek tanımı yapılan kavram: Dil, toprak, ülkü, tarih ve din birliği ile birbirlerine bağlı topluluk. Gerçi globalleşen ülke anlayışının egemen olduğu günümüz modern dünyasında hâlâ eskimiş sosyoloji kuramlarının modası gülünç ve uygulama dışı kabul edilmektedir. Ama insanımıza okullarda, medyada hâlâ milletin tanımı olarak Ziya Gökalp’in yahûdi sosyologdan tercüme ettiği anlayış, bilim ve tek gerçek diye öğretiliyor. İslâm ise, milletin tanımını dinin tanımıyla eşit görüyor. O yüzden müslüman halk, Türk olmadığı halde müslüman olan sözgelimi İngiliz Yusuf İslâm’ı, Çeçen mücâhidini veya Filistinli Arap bir müslüman genci, Türk olduğu halde İslâm düşmanı insanlardan kendine daha yakın görüyor, İslâm milleti arasındaki meselâ Hac toplantısını, kerhanedeki, meyhanedeki Türk topluluklarına tercih ediyor.
Osmanlı’nın son zamanlarında, aydınlarda İslâm dâvâsı ve idealizmi kaybolduğundan, özellikle Tanzimat sonrası yeni idealler aranmaya, ülkenin içinde bulunduğu durumdan kurtuluş için İslâm’ın dışında yönelişler baş gösterdi. “Denize düşen yılana sarılmalı mıdır?” sorusu sorulmadan ve “denize ne kadar düştük, niçin düştük?” muhâsebe yapılmadan denize düşürenlerin ip şeklinde uzattıkları yılanlara sarılmak, dinden uzaklaşmış aydınlar için kolay çözüm idi. Ve önce, kurtuluş reçeteleri ithal edildi Batıdan; düşman, sunduğu zehirleri hemen her zaman altın kâselerde sunacaktır. Tanzimatla birlikte yazarlar, şâirler, siyaset adamları, okuyup yazması olan mekteplilerin kalem ve dillerinden birkaç parlak kavram çıkıyordu: “Vatan, millet, eşitlik, özgürlük” Neydi vatan? Ne demekti millet? Nasıl bir özgürlüktü istenen? Bunlarla kimse uğraşmıyor ve bu kurtarıcı sloganların içine, ne anlama geldiğine ve ülkeyi nasıl kurtaracağına kimse bakmıyordu. Varsa yoksa; Vatan, millet, özgürlük (sonraları, bir de “demokrasi”)!
Evet, tümüyle boş birer slogandır, Batılılaşan aydınların ağızlarından düşmeyen sakız ve kalemlerinden ha bire dökülen mürekkep şeklindeki vatan, millet... Kurulacak yeni sosyal birliğin, millî birlik ve bütünlüğün en önemli unsuru olarak “vatan” fikrinin öne çıkarılması, içi boş bir kavram olarak ve ne kastedildiği müphem şekilde vatancılık, tanzimat aydınlarının yeni ideolojilerindendir. Sözgelimi Vatan şairi Namık Kemal, vatan kavramıyla ne demek istemektedir? Hangi tezi sunmaktadır? Halkın “Vatan, millet, Sakarya” edebiyatı diye, süslü fakat içi boş sözleri böyle değerlendirmesi boşuna değildir. Ziya Gökalp, 1923’te Türkçülüğün Esasları adlı kitabını yayınlar ve bu özellikle Emile Durkheim’in etkisinde kalarak oluşturduğu sosyoloji ve ideolojisiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin fikir babası olur. Evet, milliyetçi (daha doğrusu Türkçü/Turancı) Ziya Gökalp, T.C. nin teori olarak kurucusu, teorisyenidir. Uygulama da bir başka kurtarıcıya bırakılmıştır. Gelinen nokta mı? İsterseniz “millet” kavramına çağdaş aydınlardan çok farklı anlam veren Osmanlı’nın gerilemeye başladığı zamanlarla bile mukayese edilirse ortaya çıkacaktır. 500 küsür sene ayakta kalan koca çınar, etrafını saran zehirli bitkiler ve içine atılan kurtlarla çürümeye başlamıştır. Düşman Batı gözüyle Osmanlı artık “hasta adam!”dır. Batı aşılarıyla çınarın gübreleri üzerine yerleştirilen genç fidanın durumunun hem içten ve hem de dıştan nasıl görüldüğünü düşünmek yeter. Osmanlı ölümcül yatağında iken bile “adam”dı, iyileşmemesi için ilaçlarına zehirler katılan, binbir tuzak kurulan “hasta adam!”. Şimdi T.C.’yi adam yerine koyan ülke var mı, bilmem. Osmanlının dünkü vilâyeti, bir vali ile yönettiği şehri Yunanistan ve sözgelimi Suriye’nin bile ciddiye almadığı bir ülke... İçinde
- 1002 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaşayan vatandaşların da en milliyetçisinin bile onlarca şikâyeti... “Ya sev, ya terket!”mi? Kim kimi kimin yurdundan kovuyor, kim ve ne hakla işgali ve zulmü sevmeyi emredip dayatıyor?
Kavim/Ulus ve Ümmet
Kavim: Bu gün, “Türk milleti” şeklinde kullanılan tamlamanın doğrusu, “Türk ulusu” veya “Türk kavmi”dir. Kur’an’da üç yüzden fazla yerde geçen “kavim” kelimesi, Kitabımız’da üç anlamda kullanılır: Soy birliği, topluluk, kimseler. Kavim kelimesi, Kur’an’da bazen soy birliği ve ulus anlamında kullanılır.4424 Bu anlamıyla, zaman zaman kavmin adı açıkça söylenir: Âd kavmi,4425 Semûd kavmi4426 gibi. Bazen de yönetimin başındaki kişi veya peygamber adıyla verilir: Firavun kavmi,4427 Mûsâ kavmi4428 gibi.
Kur’an’da geçen kavim kelimesi, bu kavimlerin medeniyetlerinden ve davranışlarından da söz eder. Gerek bu anlamıyla, gerekse aşağıda belirtilecek anlamlarıyla, geçmişte yaşayan kavim, topluluk ve kişilerin davranışlarından, kurdukları medeniyet ve davranış güzelliklerinden veya çöküşlerinden ibret alınması amacıyla söz edilir. 4429
Kavmin, Kur’an’daki diğer bir anlamı, çeşitli özelliklere sahip topluluk, grup, küme ve halkı ifade eder.4430 Bu anlamdaki kullanımda, özellikle bir topluluğa gönderilen peygamberin adıyla belirtilir: Nuh kavmi,4431 Hûd kavmi,4432 Sâlih kavmi,4433 Lût kavmi,4434 İbrahim kavmi,4435 Yûnus kavmi4436 gibi.
Kur’an’da kullanılan kavim kelimelerinin büyük bölümü, olumlu veya olumsuz özellikteki kişileri anlatmak üzere sözkonusu edilir: “Kavmun yûkınûn (yakînen iman edenler)”4437; “kavmun yü’minûn (iman edenler)”4438; “kavmun ya’kılûn/yetefekkerûn/yezzekkerûn (düşünenler)”4439; “kavmun ya’lemûn (bilenler)”4440; “kavmun kâfirûn (kâfirler/inkârcılar)”4441; “kavmun zâlimûn (zulmedenler)”4442; “kavmun cebbârûn
4424] 18/Kehf, 90, 93
4425] 9/Tevbe, 70; 14/İbrâhim, 9
4426] 9/Tevbe, 70; 14/İbrâhim, 9
4427] 26/Şuarâ, 11
4428] 2/Bakara, 54, 60, 67; 5/Mâide, 20;;10/Yûnus, 87
4429] 14/İbrâhim, 9
4430] 14/Ra’d, 11; 23/Mü’minûn, 46; 49/Hucurât, 11; 58/Mücâdele, 22; 60/Teğâbün, 13
4431] 7/A’râf, 69; 9/Tevbe, 70; 11/Hûd, 89
4432] 11/Hûd, 89; 13/Ra’d, 7
4433] 11/Hûd, 89
4434] 11/Hûd, 70, 74; 26/Şuarâ, 11, 160
4435] 9/Tevbe, 70; 22/Hacc, 43
4436] 10/Yûnus, 98
4437] 2/Bakara, 118; 5/Mâide, 50
4438] 16/Nahl, 79; 29/Ankebût, 51; 43/Zuhruf, 88
4439] 29/Ankebût, 35; 16/Nahl, 69; 2/Bakara, 164; 5/Mâide, 58; 6/En’âm, 126; 13/Ra’d, 3, 4
4440] 2/Bakara, 230; 6/En’âm, 97
4441] 2/Bakara, 259, 264, 286; 3/Âl-i İmrân, 147; 27/Neml, 43
4442] 2/Bakara, 258, 5/Mâide, 51; 23/Mü’minûn, 28; 26/Şuarâ, 10; 28/Kasas, 25
MİLLET
- 1003 -
(zorbalar)”4443; “kavmun müfsidûn (bozguncular)”4444; “kavmun sâlihûn (sâlihler/iyiler).” 4445
Kur’an’da “kavim” sözcüğünün geçtiği âyetler, örnek bir medeniyetin kurulması yolunda temel ilkeler sunmaktadır. Bu âyetlere göre, şu özelliklere sahip toplumların, toplulukların veya kişilerin medenî olabileceği söylenebilir: İmanlı, bilgili, ince anlayışlı, her durumda aklını kullanan, olayların gerçek sebeplerine ve arka planına nüfuz edip yüzeysellikten kendini kurtaran, olaylardan gerekli dersi almasını bilen, tefekkür eden, kendisinin faydasını bilip gözeten, elindeki nimet ve imkânların değerini bilip ona göre kullanan, şımarıklık ve azgınlığa düşmeyip şükretmesini bilen toplumlar, topluluklar ve kişiler.4446
Medenî düzeye ulaşamayan toplumların/toplulukların ve kişilerin özelliklerini de şöylece sıralayabiliriz: Kâfir/inançsız, bilgisiz, bilinçsiz, anlayışsız, aklını kullanmayan, olayların derinliğine nüfuz edemeyip yüzeysellikte kalan, gerçekleri göremeyen, bozguncu, haksızlığı ilke edinen, içinde bulunduğu kötü durumun farkında olmayan ve kurtuluş için çare aramayan toplum, topluluk ve kişiler. 4447
Ümmet: "Ümmet", anne anlamına gelen "ümm" kelimesinden türemiştir. "Ümm", ana demektir. Bir şeyin meydana gelmesine, terbiyesine, ıslahına veya başlangıcına temel olan köküne verilen isimdir. Kur’an’da geçen ‘ümmü’l kitap-kitabın anası’, ‘Levh-i Mahfuz’ yerine kullanılmıştır.4448 Bütün ilimlerin oluşumu ona nisbet edilir, bütün ilimlerin kaynağı odur. "Ümm" kelimesi, Kur’an’da kelime anlamıyla hem anne, hem de ana (mecaz olarak), asıl, temel, uygun karşılık anlamlarında geçmektedir.
"Ümmet", sözlükte, cemaat nesil veya topluluk demektir; çoğulu "ümem"dir. Aslında ‘ümmet’ kelimesi bir çoğunluğu, bir cemaatı ifade ederken; ‘ümem’ kelimesi; çoğulun çoğulu gibidir. Ümmet, kavram olarak, kendi irâdeleriyle veya bir zorunluluk sonucunda aynı yerde, aynı zamanda veya aynı dine uymak sûretiyle bir arada yaşayan insan topluluğudur. Bu tanımdan hareketle birçok müslüman âlime göre, ‘ümmet’ kelimesiyle "İslâm'a inanan topluluklar" kast edilmiştir.
Ümmet kelimesinin Kur'an'ın bazı âyetlerinde ‘topluluk’ anlamında kullanıldığını görüyoruz: “Sizden, hayra çağıran, ma’rûfu (iyiliği) emreden, münkeri (kötülüğü) önleyen bir ‘ümmet’ (topluluk-cemaat) olsun…”4449 Kur’ân-ı Kerim ‘ümmet’ kavramını farklı topluluklar için kullanmaktadır. Sözgelimi, “Yerde debelenen hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler olmasın…” 4450 âyetinde olduğu gibi hayvanlar ve kuşlar da birer ümmettir. Peygamberimiz (s.a.s.) de, köpeğin ve karıncanın bile bir ümmet (topluluk) olduğunu belirtir. 4451
İslâm ümmeti, insanlığın hidâyet önderidir. "Ümmet" kavramı, bir diğer
4443] 5/Mâide, 72
4444] 29/Ankebût, 30
4445] 5/Mâide, 80
4446] 2/Bakara, 118, 164; 5/Mâide, 450; 6/En’âm, 98; 7/A’râf, 32
4447] 3/Âl-i İmrân, 85; 5/Mâide, 22; 7/A’râf, 64; 10/Yûnus, 75; 37/Sâffât, 30; Vecdi Akyüz, Kur’an’da Siyasî Kavramlar, s. 166-168
4448] 43/Zuhruf, 1-4; 85/Bürûc, 22; 56/Vâkıa, 78
4449] 3/Âl-i İmrân, 104; Aynı kullanılış için yine bk. 3/Âl-i İmrân, 113; 5/Mâide, 66; 7/A’râf, 159, 164, 181; 28/Kasas, 23
4450] 6/En’âm, 38
4451] Müslim, Selâm 38, hadis no: 2241, 4/1759; İbn Mâce, Sayd 2, hadis no: 3205, 2/1069
- 1004 -
KUR’AN KAVRAMLARI
deyişle ‘imam’ kelimesinden alınmış çoğul bir isimdir ki, çeşitli insan gruplarına önder olan ve kendisine uyulan cemaat demektir. Yani bir imamın (önderin) başkanlığı altında sağlam bir topluluk oluşturup, düzenli bir şekilde faâliyette bulunan ve diğer insanlara önderlik yapabilen bir topluluktur. Bu topluluk iman üzere olduğu gibi; küfür üzere de olabilir. Faâliyetleri sâlih amel de olabilir; fitne ve fesat da olabilir. Kişilere göre ‘imam-önder’ hangi konumda ise, gruplara-topluluklara göre de ‘ümmet’ o konumdadır. Ümmet, kuvvetli bir önderlik kurumunun yönetimi altında bir araya gelen topluluktur. O topluluğun fertleri inanç ve gâye yönünden bir köke, bir asıla bağlıdırlar.
Ümmet kavramı, kendine has bir dine sahip olan kimse anlamına da gelir. “Hakikaten İbrahim başlı başına bir ümmet idi ve Allah’a itaat ederdi.”4452 Hz. Peygamberimiz, İslâm'dan önce yaşamış ve imanla ölmüş Kuss bin Saide’nin de tek başına bir ümmet olarak diriltileceğini açıklıyor. 4453
Ümmet, aynı yer ve zamanda, aynı dine bağlı insanların oluşturduğu topluluk anlamında Kur’an’da sık sık geçmektedir. Aslında insanlar başlangıçta tek bir ümmet idi. Allah’ın gönderdiği peygamberler onların sorunlarını çözüyorlardı. Ancak daha sonradan aralarındaki bağy (taşkınlık) yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Farklı farklı dinler uydurdular ve farklı ümmetler haline geldiler. 4454
İmam-Ümmet İlişkisi: İmam, insanlara öncülük eden, kendi yolundan giden ve peşinde gelen bir ümmet (topluluk) oluşturan önderdir. Allah’ın yolunda hidâyet imamları olduğu gibi; insanları ateşe ve azaba götüren imamlar (liderler) da vardır; Tıpkı Firavun gibi.4455 Kıyâmet gününde bütün insanlar kendi imamlarıyla (önderleriyle) çağırılacaktır.4456 Şüphesiz ki dünya hayatında haktan sapmış, azmış ve yoldan çıkmış günahkâr kimseleri imam-önder edinenler, âhirette zarara uğrayacaklardır. Allah (c.c.) bütün ümmetlere karşı kendi içlerinden şâhit çıkaracak. Bu şâhitler onların dünyada iken peşlerinden gittikleri önderleridir. Bu kimseler, dünyadayken yanlış yaptıklarını, doğru yolda olmadıklarını âhirette bizzat itiraf edecekler.4457 Ayrıca Rabbimiz Hz. Muhammed’i (s.a.s.) de bütün ümmetler üzerine şâhit olarak getirecektir. 4458
İslâm Ümmetinin Özellikleri: Allah (c.c.) dileseydi yeryüzünde olan bütün insanlar bir tek ümmet olurdu.4459 O zaman da hür irâdenin ve denemenin bir anlamı kalmazdı. İnsanlardan dileyen İslâm ümmetinin, dileyen de küfür ümmetlerinin bir üyesi olabilir. İnsan bu konuda serbesttir; neticesine katlanmak şartıyla.
Ma’rûfu (iyiliği) emreden, münkeri (kötülüğü) önlemeye çalışan İslâm ümmeti, insanlık içerisinden çıkartılmış en hayırlı ümmettir.4460 Allah’ın yarattıkları arasında bazı ümmetler, hakka iletir ve hak ile adâleti yerine getirirler.4461
4452] 16/Nahl, 120
4453] nak. K. Sitte 3/367
4454] 2/Bakara, 213; Ayrıca Bk. 10/Yûnus, 19
4455] 28/Kasas, 41
4456] 17/İsrâ, 71-72
4457] 16/Nahl, 84
4458] 16/Nahl, 89; 4/Nisâ, 41
4459] 5/Mâide, 48; 11/Hûd, 118; 42/Şûrâ, 8
4460] 3/Âl-i İmrân, 110
4461] 7/A’râf, 181
MİLLET
- 1005 -
İşte, insanlar arasından çıkartılmış en hayırlı ümmet olan İslâm ümmeti, diğer ümmetlere karşı üstün bir konumdadır. Üstünlüğü soy, kabile renk, sosyal sınıf, zenginlik ve iktidar sahipliği gibi şeylerde görmeyen İslâm, takvâyı üstünlük derecesi saymış; insanlar arasında kim daha çok takvâ sahibi olursa, kim en yüce değerleri Allah rızâsı için ahlâk haline getirirse o üstün olur. Bu yüce erdemin de ancak İslâm'ın getirdiği ilkelerle kazanılacağı açıktır. İslâm ümmetinin üstün olduğunu bizzat Peygamberimiz haber vermektedir. 4462
Her peygambere uyan topluluklar o peygamberin ümmeti sayılırlar. Bu anlamda İslâm'a inanan bütün müslümanlar Muhammed ümmetidir. Peygamberimiz (s.a.s.) bütün insanlığa peygamber olarak gönderildiği için, bütün insanları O’nun ümmeti, O’nun topluluğu olarak sayanlar da bulunmaktadır. İslâm ümmeti, Kur’an’a göre bir tek ümmettir: “Gerçek şu ki, sizin ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, öyleyse Bana ibâdet ediniz.”4463 İslâm ümmeti, aynı imam-önder etrafında (Hz. Muhammed’in izinde), aynı vahye tâbi olarak bir araya gelmiş, Tevhid dinine gönül vererek vahdete ulaşmış, aynı amaca yönelme gayretinde olan bir ümmettir. Ayrıca İslâm ümmeti, vasat (orta, aşırı olmayan, dengeli) bir ümmettir, ki diğer insanlar üzerine, İslâm'ın hak din olduğu, üzerinde oldukları yolun ‘doğru yol’ olduğu hususunda şâhitlik yapacaklar. İnkârcıların ve haddi aşanların dâvetlerine uymadıklarına, onların emr’lerinin (işlerinin) rüşd (sağlam, yarayışlı) olmadığına da tanıklık edecekler.
İslâm ümmeti bir denge toplumudur. İnançta, amelde, hayatı değerlendirmede, ceza vermede ve yargılamada orta yolu izler. Hiçbir konuda aşırı değildir. Batı toplumlarında ortaya çıkan fanatizm ve fundamentalizm ile ilgisi yoktur. Hakka ve adâlete uygun hareket etmek, insanlara her konuda örnek olmak onların özelliğidir. Tabiatta, inançta ve hayatı yaşamada denge üzerindedir.
‘Ümmet’i tanımlamada; yer, yani ümmetin üzerinde yaşadığı ülke, vatan veya ümmetin siyasî olarak hâkim olduğu toprak parçası; zaman, yani ümmetin beraberce yaşadıkları çağ ve zaman; din, yani ümmet fertlerinin inandığı ve hayatına uyguladığı inanç ve dünya görüşü önemli rol oynar. Bu üç bağ ve bunlara benzer diğer bağlar, ümmet topluluğunu oluşturan kişileri birbirine bağlar. Belli bir inanç, ideal, ülkü ve dünya görüşü etrafında birleşen topluluklar birer ‘ümmet’ oluştururlar. Ancak, İslâm kültüründe ‘ümmet’ kavramı, daha çok, İslâm'a gönül vermiş müslüman toplumu ifade eder. Dünyadaki bütün müslümanlar bu topluluğun gönüllü üyeleridir. Onların imamı/önderi Hz. Muhammed (s.a.s.), kitapları Kur’ân-ı Kerim, ülkeleri İslâm'ı yaşayabildikleri, hayata hâkim kılabildikleri her yer, hedefleri ise İslâm'ın gerçek uygulayıcıları olarak diğer insanlar üzerine Hakk’ın şâhitleri olmak ve dünya imtihanını kazanmaktır.
İslâm ümmetinin siyasî yönden güç sahibi olduğu yerlere, yani Allah'ın indirdiğiyle hükmedilen yerlere İslâm diyarı (dâru'l-İslâm) adı verilir. Müslüman, İslâm'ın bütün yönleriyle ancak böyle yerlerde yaşanabileceğini bilir. Ne yazık ki bugün İslâm ümmeti; ideolojiler, gruplar, siyasî rejimler ve emperyalizm yüzünden parçalanmıştır. Müslümanların çoğunlukta olduğu yerlerde bile siyasî iktidar, ya işgalcilerin elinde ya da İslâm'dan yüz çevirmiş mürtedlerin yönetimindedir. Müslümanlar arasına, özellikle birbirlerinden ayrı milletmiş gibi farklı ülkelere
4462] Ahmed bin Hanbel, 5/383
4463] 21/Enbiyâ, 92; ayrıca Bk. 23/Mü’minûn 52
- 1006 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bölünmesi için çekilen sınırlar, doğal değildir; sömürgeci işgalciler tarafından çizilmiştir. İslâm ümmetinin yaşadığı coğrafyaya tabiî olmayan sınırları çizenler, müslümanların kafalarına da benzer sınırlar çizip onları iyice parçalamak, böylece onların üzerindeki sömürülerini sürdürmek istiyorlar.
Ancak bütün bu sınırlara, farklı dil ve renklere rağmen İslâm ümmeti Kur’an’ın emir ve değerlendirmesiyle bir bütündür ve Kur’an etrafında birlik oluşturmaktadır. Kimi kavmiyetçiler, "artık ümmet devri geçti, şimdi ulus zamanı" deseler bile bu gerçek değişmez. Kaldı ki ‘ulus’ kavramı ne kişiyi, ne de toplumları tanımlayabilir. Ulusçuluk bir kimlik değil, bir ırkı üstün görme hastalığıdır. Ümmet anlayışı ise, en doğru iman ilkeleri ve ilahî vahiy etrafında örnek bir toplum meydana getirme çabasıdır.4464 Üstelik kavmiyetçilik, ulusçuluk ve ulusal devlet anlayışlarının modası geçmekte, her geçen gün globalleşen ve sınırların sembolik hale geldiği ülkeler açısından değerini kaybetmektedir.
Dünkü Osmanlı Devletinin takip ettiği ümmet bilincini taklit eden ve zencisiyle beyazıyla; İngiliziyle, İspanyoluyla birçok ulustan insanın oluşturduğu Amerika Birleşik Devletleri, ağırlığını korurken; sadece aynı ırka dayanan ulus devletler, ya tümüyle pasifize olmakta veya yeni birlikler oluşturarak farklı ulus ve ülkeler her yönden tek devlet haline gelmekteler. Birleşmiş Milletler, Nato, daha önemlisi ve giderek ağırlığı artan ve üye ülkeler arasındaki her çeşit farklılığın terkedilip hemen her konuda ortak değer ve paylaşıma dönüşen Avrupa Topluluğu buna çarpıcı delildir. Çok kısa zamanda ulus devletler ya tarihe karışacak veya tümüyle önemlerini kaybedecek ve birleşen ülkelerin sömürgesi haline gelecektir. Ümmet kavramı, özellikle müslüman olduklarını iddia eden toplum ve ülkeler açısından yarınlarda ciddî bir çıkış ve yükseliş basamağı olacaktır/olmalıdır.
DEVLET
Sözlük Anlamıyla Devlet
‘Devlet veya dûlet’, değişmek, bir durumdan başka bir duruma dönmek, dolaşmak, nöbetleşe birbiri ardınca gelmek ve zafer kazanmak gibi anlamlara gelir. Bu kelimenin aslı olan ‘devl’ kökü, Kur’an’da bir yerde kullanılmaktadır ve dönüşümlü olmak, döndermek anlamındadır. “Biz o günleri insanlar arasında döndürür dururuz…”4465 ‘Devlet ya da dûlet’ biçimiyle de yine bir âyette geçmektedir. Ganimet mallarının taksimiyle ilgili bir konunun sonunda şöyle denilmektedir: “Ta ki o ganimet (ya da genel olarak servet ) sizden zengin olanlar arasında dolaşan bir ‘devlet-dûle’ (servet) olmasın.” 4466
Bazı tefsirciler burada geçen kelimenin ‘devlet’ veya ‘dûlet’ şeklinde okunabileceğini açıklıyorlar. Buna göre ‘devlet-dûlet’ servet, baht, makam ve galibiyet gibi İnsanlar arasında bazen ona bazen buna devrolunan sevindirici ni’met ve duruma verilen addır. Nitekim Türkçe’de, büyük bir ni’mete kavuşanlar için ‘başına devlet kuşu kondu’ şeklinde söylenilen bir deyim vardır. Kimileri de demişlerdir ki, ‘devlet’ şeklinde söylenirse devlet kavramı, yani zafer, galibiyet ve makam;
4464] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 728-731
4465] 3/Âl-i İmran, 140
4466] 59/Haşr, 7
MİLLET
- 1007 -
‘dûlet’ şeklinde söylenirse, mülk anlamı kasdedilir. 4467
Buna göre ‘devlet’ kelimesinin sözlük anlamında; elden ele dolaşan, bir ona bir buna geçen güç, makam ve üstünlük gibi şeyler vardır.
Siyasî Anlamıyla Devlet
Tarihî gelişimi içerisinde bu kelime giderek, bir siyasî yapılanma, belli bir gücü elinde bulundurma ve egemenliğe sahip olma durumunu ifade etmeye başlamıştır. Bugün ‘devlet’ diye ifade edilen gücün, kelimenin sözlük anlamıyla ince bir bağlantısı vardır. ‘Devlet’ bir gücü ve belli bir üstünlüğü temsil etmektedir. Ancak bu güç sabit değildir, bir onun bir bunun elinde durmakta, sürekli el değiştirmektedir.
Bugün ‘devlet’ deyince, manevi bir kişiliği, anayasal bir düzeni olan, egemenlik sahibi, sınırları belli bir ülke üzerinde kurulu, bir hükümete ve ortak kanunlara sahip teşkilat (örgüt) akla gelmektedir. Devlet kavramının tanımı noktasında çok farklı görüşler vardır. Bunun sebebi hemen herkesin olaya kendi ideolojisi, kültürel kimliği ve aldığı eğitim açısından bakmasıdır. Herkes onu, kendi anlayışı doğrultusunda tanımlamaktadır.
Kur’an, çok açık şekilde devletten, devletin yapısından bahsetmez. Böyle bir şey zaten Kur’an’ın konusu değildir. Çünkü Kur’an bir hidâyet rehberidir ve İnsanlara Allah’a nasıl kulluk yapılacağının, dünya hayatının nasıl yaşanacağının, hangi ilkelere uyacaklarının genel hatlarını gösterir. Ancak Kur’an, yönetimden, adil yöneticilere itaatten, mü’minlere iktidar verilmesinden, yönetici peygamberlerden, saltanat sahibi kralların azgınlıklarından, Allah’ın indirdiği ile hükmedilmesinden, suçluların cezalandırılmasından, adaletle hüküm verilmesinden sık sık bahsediyor.
Kur’an’da çok miktarda siyasî kavram ve siyasetle ilgili pek çok prensip olmasına rağmen ‘İslâm’da bir yönetim şekli yoktur’ demek doğru değildir. Kaldı ki gönderilen bütün peygamberler, aynı zamanda kendi toplumlarının yöneticileri idiler. Onlar, İnsanları Din’e davet edipte sonra onları kendi halleriyle başbaşa bırakmamışlardır. Onları Allah’ın indirdikleriyle yönetmişler, aralarındaki sorunları ilâhî ilkelerle çözmüşlerdir.
Şüphesiz devlet anlayışı ve devletin örgütlenişi tarih boyunca bir gelişme göstermiştir. Ancak, yönetim, kanun, hukuk, hâkimiyet, hükümranlık ve benzeri şeyler hep devlete beraber düşünülmüş şeylerdir. İslâm tarihinde ‘devlet’ kelimesinin kavram olarak kullanılması Abbasîler döneminden itibaren başlamıştır. Sevinçli günlerin sırasının Abbasîlere geldiğini ifade etmek üzere ya kelimenin sözlük anlamından hareket ederek ya da ‘devlet’ kelimesinin geçtiği âyetten esinlenerek ‘devlet’ sözü kullanılmıştır. Zira ‘devlet’ kelimesinde mutluluk ve kutlu olmak anlamları da vardır. İktidarın el değişmesi, mevcut yönetimlerin iyi veya kötü olarak nitelendirilmesi, yönetime bağlılıklar ve karşı oluşlar bu kelime ile ifade edilmiştir.
Batılılaşma hareketlerinden sonra da İngilizcedeki ‘state’ kelimesinin karşılığı olarak ‘devlet’ kelimesi tam olarak yerleşmiştir. Biz ‘devlet’ konusundaki çok farklı görüşleri ve geniş açıklamaları bir tarafa bırakıp, İslâm’ın tavsiye ettiği
4467] R. İsfehanî, Müfredât, s: 252
- 1008 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yönetim anlayışına kısaca değinmek istiyoruz.
İster ‘devlet’ diyelim, isterse başka bir ad verelim, yönetim olayının ilk insanla başladığı açıktır. İki insan bir araya gelse aralarında bir hukuk olayı meydana gelir. Toplu olarak yaşamaya mecbur olan İnsanların hukuksuz, yönetimsiz ve yöneticisiz olmaları mümkün değildir. Bir yöneticinin veya yönetimin yetkisinde belirli kurallara uyan topluluklar huzuru, toplumsal düzeni sağlarlar. Kuralsız, hukuksuz, yönetimsiz, başsız topluluklarda huzur ve düzen değil; kaos, anarşi ve düzensizlik vardır.
İslâm Geleneğinde Devlet
İnsanı başıboş bırakmayan Rabbimiz, onlara elçiler göndererek dünya hayatlarını nasıl yaşayacaklarını bildirmiş, uymaları gereken kuralları ve hukuku da onlara haber vermiştir. Peygamberimiz (s.a.s.) Medine’ye hicret ettikten sonra İslâmî yönetimin genel esaslarını bizzat kendisi uygulayarak göstermiştir. O, vahy doğrultusunda İnsanların davalarına bakıyor, suçları önlemek için tedbir alıyor, gerekirse suçluların cezalarını veriyor, saldırgan düşmana karşı ordu çıkarıp savaşıyor, kimileriyle barış imzalıyor, çeşitli ülke yöneticilerine elçi gönderiyor, onlardan gelen elçileri kabul ediyordu. Allah’ın hükümlerini yerli yerinde uyguluyor, ticaret emniyetini sağlıyor ve gerekirse denetliyor, İnsanların eğitimleri için kurumlar tesis ediyor, emirler veriyor, diplomatik ilişkiler kuruyordu.
Şüphesiz bütün bunlar bugün ‘devlet’ denilen örgütün yaptıklarının benzeri idi ve o günün şartlarına uygundu. Peygamberimiz (s.a.s.) dikkat edilirse mescitte namaz kıldırıp, İnsanları irşad etmekle kalmamış, toplumun bütün sorunlarıyla ilgilenmiş, mü’minler topluluğunu sevk ve idare etmişti. O, ibadet, vaaz ve irşad işlerini kendine, yönetim ve hükümranlık işlerini dinle ilgisi olmayan siyasilere bırakmadı. Böyle bir şey İslâm’ın ilkelerine ters olurdu.
Peygamberimizin vefatından sonra Râşid Halifeler döneminde İslâmî devlet modeli daha da gelişti ve kurumsallaştı. Yönetim şekli Emevilerle saltanata dönüşse ve daha sonradan kurulan birçok İslâm devletinde saltanat kurumu korunsa bile; devlet yönetiminde ve hukuk alanında İslâm’ın genel prensipleri uygulanmaya çalışıldı. Raşid Halifelerin yönetimi, Peygamberimizin hayatını içine alacak şekilde, yani Asr-ı Saadet hep bir model olarak düşünüldü. Çünkü bu model, İslâmî bir yönetimin bütün özelliklerini taşıyordu.
İslâmî bir yönetim biçiminde şûra, biat ve Allah’ın hükümlerinin hâkimiyeti ana temeldir. Biat sıradan bir oy vermek değil, Allah adına bir yöneticiye, o yönetici Allah’ın emrine uyduğu müddetçe bir bağlılık ve itaat sözüdür. Bu söz içerisinde itaat, mü’min olarak kamu alanındaki görevleri yerine getirme, yöneticiye hayırlı işlerde yardımcı olma, hem de kendilerine yönetim emaneti verilenleri denetleme görevi ve anlayışı da vardır.
Şûrâ, İslâmî devletin en belirgin özelliğidir. Bu yönetimde söz hakkı ne bir kişinin, ne bir sınıfın, ne çoğunluğun, ne de her sözü kanun olan diktatörlerindir. Şûra, bütün işlerde yöneticilerin yetkili kimselere, hatta gerekirse halka danışmasıdır. Hakka ve halkın yararına en uygun kararların alınma çabasıdır. İslâmî devlet modelinde son söz, Hakka, yani Allah’ın hükmüne aittir. Allah’ın İnsan toplulukları için gönderdiği, onların faydasına olan genel ve değişmeyecek hükümlerdir. İslâmî devletin kuruluş amacı ve siyasetinin metodu, bu hükümleri
MİLLET
- 1009 -
uygulamak, İnsanların işlerini bu hükümler doğrultusunda yürütmektir. Ancak bu hükümleri anlayacak ve uygulayacak olanlar yine insanlardır. Şûra, yani her konuyu uzmanına danışma prensibi, İslâmî hükümlerin en iyi anlaşılmasını ve adaletli bir şekilde uygulanmasını sağlar. İman edenler bunun en güzel şekilde olmasına çaba gösterirler, ama hiç kimsenin anladığı ve uyguladığı şey İslâmî modelin kendisi değil, İslâm’ı kaynaklara uygun anlama ve yaşama çabasıdır.
Devlet Amaç Değildir
Öyleyse İslâmî devlet bir amaç değil, İslâm’ı daha iyi yaşamak, hakları sahiplerine ulaştırmak, dünya işlerini düzene koymak ve suçları önlemek için bir araçtır. Kimilerine göre devlet en son güç ve hâkimiyet makamıdır. Onun gücünün üstünde güç yoktur. Koyduğu bütün ilkeler ve kanunlar tartışmasız doğrudur ve itaat edilmesi gerekir. Böyleleri devleti en son güç makamı olarak tanıyarak, onu hak etmediği bir yere koymakta ve onu âdeta bir ilâh haline getirmektedirler.
İslâmî devlette, hâkimiyet; yani en son egemenlik Allah’a aittir. Bunun anlamı şudur: Mülk Allah’ındır. Yerde ve gökte olan canlı ve cansız bütün varlıklar O’nundur. İnsanlara din ve şeriat koyma, onlar hakkında hükümler, ölçüler ve ilkeler gönderme hakkı Allah’ındır. O, âlemlerin Rabbidir, her şeyi bilir ve her şeye hâkimdir. İnsanlara düşen, Allah’ın gönderdiği hükümleri kabul edip uygulamak ve böylece kulluk görevlerini yerine getirmektir.
Hâkimiyeti, belli bir toprak parçasına sahip olup, orada bir otorite kurmak, özgürlükleri ve bazı hakları kullanabilmek; bir ülkeye, bir halka bir kişinin, bir zümrenin hükmetme hakkı yoktur anlamına alırsak, ‘hâkimiyet milletindir’ demek yanlış değildir. Bu söz ile ‘milletin, daha doğrusu millet adına hareket ettiğini iddia edenlerin görüşünün üstünde görüş yoktur, onların kararlarının üzerinde hiçbir hüküm tanımayız’ anlamı kasdedilirse; bu şüphesiz İslâm dışı bir görüştür. Çünkü bu anlayış, hüküm (helâl-haram ölçüleri, hukuk ilkeleri) hakkını Allah’tan alıp kullara verme anlayışıdır.
İslâmî devlet, Allah’ın hükümlerini uygularken, günün şartlarına göre, İnsanların ihtiyacı kadar yeni kanunlar çıkarabilir, yeni kararlar alabilir. Teknik geliştikçe yeni kurumlar, yeni çalışma yöntemleri oluşturabilir. 4468
İslâmî hükümlerin uygulandığı İslâm devletine ‘dâru’l İslâm’ denildiğini hatırlayalım. Öyleyse bir yönetimin İslâmî sayılabilmesi, o yönetimin İslâmî ilkeler üzerine kurulması ve işlerin ve siyasetin İslâm’a göre yapılması gerekir.
Kimileri, ‘İslâmî yönetimin bir modeli yoktur. Yönetimle ilgili ilkeler ümmetin tarihî tecrübesi ve yeni gelişmelerle elde ettikleri, oluşturdukları sivil bir alandır’ görüşündedirler. İslâm fıkhının yönetimle ilgili ortaya koyduğu prensipler İslâmî yönetim modelinin kendisidir. Bu modelin günümüzde bilinen teknik terimlere uyması gerekmez. İnsanın bütün hayatını kuşatan İslâm, hükmetme, yönetme, kanun koyma gibi çok önemli bir alanı, her zaman hevâsına uyma zaafı olan İnsanın insafına bırakmamıştır.
İslâmî devlet modeli hiçbir monarşik, oligarşik, teokratik, laik ve birçok yönden demokratik modellere benzemez. Çünkü İslâm’ın kaynağı İlâhî vahy, diğerlerinin kaynağı ise İnsan aklıdır.
4468] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y. s. 139-142
- 1010 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm’ın Vatan Anlayışı
Bir kimsenin doğup büyüdüğü, ya da yerleşip yurt edindiği yerdir vatan. Çoğulu "evtân" olan vatan kelimesi Arapça "vatane" fiilinden bir isim olup fiil anlamı; yerleşmek, ikamet etmek demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de yurt, vatan anlamında "ed-dâr" lafzı kullanılır. "Dünya hayatı eğlence ve oyundan başka bir şey değildir: Âhiret yurdu (dâru’l-âhıra) ise, Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız?4469 "Biz onlara âhiret yurdunu hatırlama (zikra’d-dâr) özelliği verdik."4470 Vatan kelimesi Kur'ân'da geçmez, bu kökten "mevtın"in çoğunu "mevâtın" yer ve mevki anlamında bir âyette şöyle kullanılır: "Şüphesiz ki Allah size bir çok yerde (mevâtına kesîrah) ve Huneyn savaşı yapıldığı günde yardım etmişti."4471
Hadislerde ise "vatan" ve "mevtın" sözcükleri; yer, mevki, yurt, belde ve ülke anlamlarında kullanılmıştır. Hadiste "O, benim vatanım ve yurdumdur."4472 buyrulur. Burada "vatan" ve "dâr" eş anlamlıdır. Abdullah b. Ömer'in naklettiği; "Rasûlullah (s.a.s.) yedi yerde namaz kılınmasını yasaklamıştır. Bunlar; çöplük, hayvan kesilen yerler, mezarlık, yol kenarı, hamam, deve ağılı ve Beytullah'ın üstünde namaz kılmak."4473 Burada "mevâtın" (yer, yerler) anlamında çoğul kullanılmıştır.
Günümüzde vatan sözcüğü belli bir topluluğun hâkim güç olarak yaşadığı, sınırları belirli toprak parçasını ifade etmektedir. Böyle bir beldeye "ülke" veya "yurt" denildiği gibi, tebaasına da "vatandaş" veya "yurttaş" denir.
İslâmî açıdan yurt veya vatan "dâr" sözcüğü ile ifade edilir. Bu da İslâm toplumunun yaşadığı ve hâkim olduğu yerler için "dâru’l-İslâm", düşman elinde bulunan ülkeler için de "dâru’l-harp" olarak ifade edilir. İslâm fıkhında dâr; "bir Müslüman veya gayrimüslim idârecinin hâkimiyeti altında bulunan ülke" olarak tarif edilir.4474
Dünya ülkelerinin dâru’l-İslâm ve dâru’l-harp olarak ikiye ayrılması Kur'ân ve sünnette yapılmış bir tasnif değildir. Bazı çağdaş Müslüman araştırıcı ve yazarlar bu taksimi olaylar ve siyasî şartlar karşısında fakîhlerin yapmış olduğunu belirtmişlerdir.4475 Mûteber hadis kaynaklarında yer almayan ve daha çok Hanefîlerce delil olarak kullanılan bazı hadis rivâyetlerinde bu tâbirlerin kullanıldığı görülür. Şu rivâyetler örnek olarak verilebilir: "Dâru’l-harpte hadler uygulanmaz."4476 "Dâru’l-harp'te Müslümanla harbî arasında faiz yoktur."4477 "Dâru’l-İslâm kendinde bulunanı saldırıdan korur, dâru’l-harp de içinde bulunanı mubah kılar."4478
Asr-ı Saâdette dâru’l-İslâm ve dâru’l-harp kavramının ortaya çıkışı şu şekilde olmuştur. Mekke döneminde mü'minlerin sayısı az olup, güç bakımından
4469] 6/En'âm, 32
4470] 38/Sâd, 46
4471] 9/Tevbe, 25
4472] Ebû Dâvud, İmâre 36
4473] Tirmizî, Mevâkît 141
4474] İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, Bulak, 1272, III, 247
4475] Ahmet Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, İstanbul,1988, 79
4476] es-Serahsî, el-Mebsût, IX,100; Zeylaî, et-Tebyîn, I, Baskı, Bulak,1313, IV, 97; İbnü'l-Hümam, Fethu'l-Kadîr, Mısır, 1319, IV, 178
4477] es-Serahsî, a.g.e., X, 28, XIV, 56; Zeylaî, a.g.e., IV, 97; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., VI, 178
4478] el-Mâverdî, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, 2. baskı, Kahire, 1966, 60
MİLLET
- 1011 -
bağımsız yaşayabilecek durumda değillerdi. Çünkü Mekke yöresinde yönetim ve ekonomik güç müşriklerin elindeydi. İslâm'ın ilk zamanlarında dâvet ve ta'lim işleri Mekke'de Erkam b. Ebi'l Erkam'ın (ö. 13/634) evinde gizlice yürütülmüştü. İçlerinde Hz. Ömer'in (ö. 23/643) de bulunduğu birçok kimse orada Müslüman olmuştu. Bu yüzden o eve "dârûl-İslâm" denilmiştir.4479 Buradaki "dâr" sözcüğünün "ev, bina" anlamında kullanıldığı açıktır.
Diğer yandan Mekke müşriklerinin baskıları artınca Hz. Peygamber, tebaasına zulüm yapmadığı bilinen bir kralın yönettiği Habeşistan'a hicret edilmesini emir buyurdu. Bu ülke için Allah elçisinin "ardu sıdk (doğruluk ülkesi)" deyimini kullanıldığı nakledilir. Bunun hukuk terimi olarak bir anlamı yoktur, sadece iş başında doğruluk üzere olan bir yönetimin varlığını ifade eder.4480 Mekke döneminde dâru’l-İslâm'dan söz etmek imkânı yoktur. Ancak Mekke fethedilinceye kadar bu yörenin dâru’l-harp sayıldığında şüphe yoktur. Nitekim Mâlikî fakîhlerinden İbn Kasım (ö. 191/807), dâru’l-harp'te Müslüman olan bir kölenin, İslâm'a girmemiş olan efendisiyle mülkiyet ilişkisini incelerken Mekke için şöyle der: "... Bilal, efendisinden önce İslâm'a girdi. Ebû Bekir de onu alıp âzâd etti. Ülke de o zaman dâru’l-harp idi, çünkü o sırada Mekke'de câhiliyye devri otoritesi ve hükümleri hâkimdi."4481 (Ashâb zamanında değil; çok daha sonra yaşayan fakîhler tarafından Mekke dönemi için kullanılan dâru’l-harp tâbiri, harp/savaş yurdu anlamında değil; İslâm yurdu olmayan, şirk ve küfür yurdu anlamında kullanılmış olmalıdır.)
İbn Abbas’ın (r.anhümâ) hicretten önceki dönem için Medine hakkında da dâruşşirk deyimini kullandığı görülür. O şöyle demiştir: "Allah elçisi, Ebû Bekir ve Ömer de muhâcirlerdendi, çünkü onlar da müşriklerden hicret ettiler. Ensar'dan muhâcir olanlar da vardı. Çünkü Medine dâruşşirk idi, onlar da Akabe gecesi Rasûlullah'a geldiler."4482
Müslümanlar Medine'ye hicret edip siyasî, ekonomik ve askerî bir güç olarak kendi toplumlarını yönetecek güce kavuşunca İslâm Devlet sistemi uygulaması başlamıştı. İşte artık Medine yöresinde yahudilerle ve diğer müşrik topluluklarla İslâm toplumu arasında birtakım ikili anlaşmalar yapılıyordu. Bu konuda hazırlanan ilk İslâm Anayasası'nı örnek verebiliriz.4483
Böylece Medine'de dâru’l-İslâm uygulaması sözkonusu idi. Ancak, Mekkeli mü'minlerin hicret ederek yerleşmeleri nedeniyle önceleri Medine bir "dâru’l-hicre" yani "hicret vatanı" durumunda idi. Mekke ise halen "dârul-küfr ve'l-harp" durumundaydı. Çünkü orada hiçbir Müslüman bir yakını veya müşriklerden birisinin himayesi olmadan namaz bile kılamıyordu. İbn Hazm bu durumu şöyle belirtir: "Rasûlullah’ın (s.a.s.) Medine'si dışında her yer dâru’l-harp, düşmanla çatışma ve cihad alanıydı."4484 Bu duruma göre hicretten önce dâru’l-İslâm mevcut değildi. Hicretle birlikte Medine yöresi dâru’l-İslâm halini aldı. Daha sonra Hz.
4479] Hâkim, el-Müstedrek, 1. Baskı, Riyad 1968, Fezâil, III, 502; Zeylaî, Nasbü'r-Râye, III, 477
4480] Bk. İbn Hişâm, es-Sîre, Mısır 1355, I, 339, 340
4481] Malik, el- Müdevvene, Mısır 1323, II, 22
4482] Nesâî, Sünen, Bey'a, 13; Mısır 1348/1930, VII, 145
4483] Bk. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, I,121 vd; Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul 1970, 35 vd.; Ahmet Akgündüz, Eski Anayasa Hukukumuz ve İslâm Anayasası, 38 vd.
4484] İbn Hazm, el-Muhallâ, VII, 353
- 1012 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Peygamber zamanında fethedilen yerler dâru’l-İslâm'a katılırken, fetihten sonra Mekke de dâru’l-İslâm'a katılmış oldu.
İşte sınırlarla çevrili bir toprağın mü'minlere vatan oluşu bu ölçüler içinde gerçekleşmiştir. Mekke'de doğup büyüyen, mal-mülk sahibi olan ilk mü'minler mal, can, ırz güvenliği, inanç ve ibâdet öğürlüğünü tehlikede görünce önce Habeşistan'a daha sonra da Medine'ye hicret ederek öz yurtlarını terk etmişlerdir. Ancak bu, sürekli terk etmekten çok, İslâm'ı serbest yaşayıp yayabilecekleri yeni bir ortam arayışıydı. Nitekim Hz. Peygamber'in hicret için Mekke'den ayrılırken Kâbe'ye doğru bakarak; "Vallahi biliyorum ki, sen hiç şüphesiz Allah'ın yarattığı yerlerin en hayırlısı ve Allah'a en sevgili olansın" dediği nakledilir.4485 Yine vatanından kendi isteği dışında çıktığını şöyle belirtir: "Eğer senin halkın, beni senden çıkarmamış olsaydı, çıkmazdım. (Allah’ım!) Beni, beldelerin Sana en sevimli olanında yerleştir."4486
Diğer Müslümanlar da Mekkelilerin dayanılmaz işkenceleri karşısında hicret için izin isteyince Allah elçisi şöyle buyurmuştur: "Sizin hicret edeceğiniz yurt bana gösterildi. Orasının iki kara taşlık arasında, hurmalık, çorak bir yer olduğunu gördüm. Orası Yesrib (Medine)'dir. Gitmek isteyen oraya gitsin. Orası yakın bir beldedir. Siz orayı biliyorsunuz; Şam'a giderken ticaret kervanınızın yoludur."4487
Hicret emri verilince şu âyet inmiştir: "Şöyle de: ‘Rabbim! Beni takdir ettiğin yere gönül rahatlığı ve selâmetle girdir. Oradan gönül rahatlığı ve selâmetle çıkar. Sen bana nezdinden yardımcı bir güç ver."4488
“Din ve vicdan özgürlüğü”, gerçek anlamda ancak Kur’an ahkâmının yürürlükte olduğu İslâm devletinde (dâru’l-İslâm’da) olur.
Pek çok İslâm fakîhinin tarif ettiği şekliyle dâru’l-İslâm; "Müslümanların idâre ve hâkimiyetleri altındaki yerdir."4489 Üzerinde İslâm’ın hâkim olduğu yerleri (dâru’l-İslâm’ı) her türlü tehdit ve tehlikeden korumaya çalışmak şarttır. Çünkü orada yaşayan İslâm toplumunun mal, can ve ırzını koruma, selîm aklını ve fıtratını muhâfaza edecek tedbirler alma, din ve vicdan özgürlüğünün devamını sağlama ile eş değerdedir.4490
Vatandaşlık
Vatandaşlık kavramı, kişinin belirli bir devlete mensubiyetini ortaya koyan ve muhtevasını belirleyen hükümler itibariyle onun hukukî sıfatı şeklinde tezahür eden bir statüyü ifade eder.
Vatandaşlığın İslâm devletindeki anlamı konusunda akla ilk gelen prensip, "Mü'minler ancak kardeştirler"4491 âyetidir. İslâm devleti için yeryüzündeki bütün Müslümanlar prensipte fark gözetilmeksizin vatandaşlık bağı içerisinde addedilirler. Gayri müslim bir diyardan İslâm toprağına göçen her Müslüman, İslâm
4485] Ahmed b. Hanbel, Müsned IV, 305; Dârimî, Sünen II,156
4486] Ahmed b. Hanbel, IV, 305; Beyhakî, Delâlilü’n-Nübüvve, II, 243
4487] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr, 45, Ta'bîr, 39; İbn Sa'd Tabakât, I, 226; Abdurrazzak, el-Musannef, V, 387; Beyhakî, Sünen, IX, 9
4488] 17/İsrâ, 80
4489] es-Serahsî, el-Mebsût, X,81, Şerhu's-Siyer, IV,1253
4490] Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 318-319, özetlenip bazı tasarruflarda bulunularak.
4491] 49/Hucurât, 10
MİLLET
- 1013 -
devletinin tam anlamıyla vatandaşı olur; diğer Müslümanların sahip olduğu bütün haklardan istifade eder. Bunun için o göçmenin, fıkhî anlamda seferîlik şartlarından çıkması; en az on beş gün ikamet ederek "mukim" hale gelmesi lazım ve yeterlidir.4492
İslâm devletinin gayri müslim vatandaşlarına (tebaasına) gelince, bunlar zimmî (ehl-i zimme) adı altında mü'minlerden farklı bir statüye bağlanmışlardır. Zekât adı ile Müslümanlardan tahsil edilen vergilerden ve mü'minler için mecburî olan askerlik mükellefiyetinden muaf tutulurlar. Güvenliklerinin devlet tarafından tamamen üstlenilmiş olmasına mukabil, birçok muâfiyet ve istisnaları olan, oranı düşük bir nevi baş vergisi mâhiyetinde yıllık cizye öderler. Aralarındaki ihtilâfları kendi dinlerinin kurallarına göre bir nevi adlî özerklik içinde kendi aralarında hallederler.
Bazı Müslümanlar İslâm toprağında yaşamasalar bile dünyadaki bütün Müslümanlar esas itibarıyla bir tek millet teşkil ederler. Kur'ân-ı Kerîm'den ve Rasûlullah'ın sünnetinden kaynaklanan bu şuur, değişik coğrafyalarda yaşayan muhtelif Müslüman halklarda olan ortak bir kamuoyu teşkil etmeye devam etmektedir.
Müslüman halkları yöneten devletler ve siyasî otoriteler İslâm'ın ne kadar içinde ve ne kadar Kur’an ahkâmına, O’nun ölçülerine riâyetkâr ve İslâm hukukuna ne derece bağlı iseler, ümmet şuuruna ve esprisine yakın ilişkilerin o derece rahatlayacağı tabiidir. Yakın zamanların ve şimdiki dünyanın içinde Müslüman halkın yaşadığı ülkelerin, İslâm devleti sayılacak şekilde Allah’ın indirdikleri ile hükmetmedikleri ve yöneticilerinin hemen hepsinin tâğut olduğu inkâr edilemez. Resmen dillendirilmese bile laiklik ve ulusalcılığa dayanan ulus devlet ölçeğindeki günümüz Ortadoğu ülkelerinin devletleri, ümmetçilikten ve tüm Müslümanları kucaklayıp kardeş kabul etme ve onlara hizmet etme anlayışından çok uzaktır. Bu çizgide halkı Müslüman ülkelerin vatandaşlık hukuklarının mü'minlerin kardeşliği esasıyla somut anlamda bir bağlantısı kalamayacağı tabiidir. Günümüzde, içinde Müslümanların yaşadığı ülkeler, aralarında sosyal, ekonomik ve kültürel dayanışmayı kayda değer bir seviyede gerçekleştirmek bir yana; siyasî işbirliği konusunda dahi başarı sağlayamamaktadırlar.
Bugün bütün dünya Müslümanlarının ortak kamuoyu, bölünmüşlüğü ve dağınıklığı ortadan kaldıracak ve iman kardeşliği esasını ön plana çıkarıp ihyâ edecek gelişmeleri iştiyakla beklemeye devam etmektedir.4493
“Vatandaş” kimliği Müslüman kimliği yerine geçmez.
İslâm topraklarında vatandaş kimliğinin Müslüman kimliğinin yerini alması hilafet sisteminin ortadan kaldırılmasından sonraya tekabül eder. Hilafet sistemini ortadan kaldıran ve Müslümanları halifesiz kılan jakoben güçler, vatandaş kimliğini öne sürdüler. Vatandaş kimliği, cemiyet halinde yaşayan insanın kendini vahiy dışı kanunlarla, kriterlerle mukayyet görmesidir. Akıl, hâfıza ve ünsiyet kabiliyetine haiz olan insanoğlu mükerrem bir varlıktır. İnsan cemiyet halinde yaşadığı için hukukî, ahlâkî, siyasî ve iktisadî hükümlere ihtiyaç vardır. Müslüman insan ihtiyaç duyduğu hukukî, ahlâkî, siyasî ve iktisadî hükümleri dininde, yani
4492] Muhammed Hamidullah, İslâmda Devlet İdaresi
4493] Mahmud Rifat Kademoğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 6, s. 321-322
- 1014 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vahiyden alır. Bu, onun Müslüman kimliğinin vasfıdır.
Allah Teâlâ, kendini tevhid dini olan İslam’a nispet eden fertlere tek bir isim vermiştir, o da “Müslüman” ismidir.4494 Muvahhid mü’minlerin, diğer bir deyişle Tevhid dini İslâm’ın tüm dönemlerdeki fertlerinin ismi, sıfatı, kimliği bu olmuştur, yani Müslüman! Nasıl ki Allah’ın (c.c.) katında tek makbul olan dinin ismi İslâm ise,4495 bu dinin müntesiplerinin ismi de sadece ve sadece Müslüman olmuştur. Hz. Âdem’den (a.s.) Hz. Muhammed’e (s.a.s.) kadar tüm peygamberlere gelen dinin ismi sadece ‘İslâm’dı.4496 Yine Hz. Âdem’den (a.s.) Hz. Muhammed’e (s.a.s.) kadar gelen tüm peygamberlere inanan ashabın ismi sadece ve sadece Müslüman olmuştur. Yüce Rabbimiz Kur’an’da bahsi geçen tüm ashaba Müslüman kimliğini takmıştır: “İbrahim ne Yahudi ne de Hıristiyan’dı, fakat o Allah (c.c)’ı bir tanıyan dosdoğru bir Müslüman’dı, müşriklerden de değildi. Doğrusu onların İbrahim’e en yakın olanı, ona uyanlar, şu peygamber (Hz. Muhammed) ve O’na iman edenlerdir. Allah (c.c) da mü’minlerin dostudur.” 4497
“Allah’a dâvet eden ve salih amel işleyerek “Şüphesiz ben Müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?” 4498 Görüldüğü gibi, kimlik, öyle akideden koparılıp bir kenara atılacak ‘tâli’ bir mevzu değildir. Ya Hac suresinin son ayetine (78. ayet) ne demeli? Rabbimiz buyuruyor: “Allah uğrunda gerektiği gibi cihad edin. Sizi o seçmiş, babanız İbrahim’in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır. Daha önce ve Kur’ân’da, Peygamberin size şahid olması, sizin de insanlara şahid olmanız için, size “Müslüman” adını veren O’dur. Artık namaz kılın, zekât verin, Allah’a sarılın. O sizin sahibinizdir. O ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır!” (22/Hacc, 78). Ne muhteşem bir tanımlama tablosu... Tabloya bakar mısınız? “Peygamber bize şâhit, biz de Müslüman kimliğimizle insanlığa şâhit oluyoruz...” Bugün kendini İslâm müntesibi sayan bir sürü insan yığınının bu kimliği (ismi-sıfatı) ne hale soktuğunu görmüyor olamazsınız. Âdeta kendilerini Müslüman, sadece Müslüman olarak takdim etmekten utanır olmuşlar. Bizzat Allah’ın (c.c.) taktığı bu isim yetmiyormuş veya az geliyormuşçasına kendilerine ek isim takmaktadırlar. Şu terkiplere, sentezlere bakar mısınız: “liberal Müslüman, muhafazakâr Müslüman, sağcı Müslüman, solcu Müslüman, kemalist Müslüman, sosyalist Müslüman, entelektüel Müslüman, modern Müslüman, diyalogcu Müslüman, milliyetçi Müslüman, demokrat Müslüman... vs.”
Allah Teâlâ’nın taktığı kimlikle ortaya çıkamayanlar, Allah’ın (c.c) dinini nasıl temsil ve tebliğ edebilir? Temsil edilemeyen din, tebliğ edilebilir mi? Onun için diyoruz ki, İslâm önce temsil edilmeli. Bunun başlangıcı da Allah Teâlâ’nın taktığı isimle ortaya çıkmaktır. Önce, “Ben müslümanım, diyen güzel sözlü” kişi olmak gerekir. İlk adım, ilk giriş budur. Mamafih; biz ilan ediyoruz, dost düşman bilmiş olsun ki: “Biz yalnız ve yalnız MÜSLÜMAN’ız”. Biz Müslümanlar olarak; vatandaşlık kimliği ile değil, Müslüman kimliğimizle birbirimize bağlıyız. İslamî kişilik ve kimlik adına tüm etiketlere, eklere, yama ve sentezlere ‘Lâ’ (hayır) diyoruz. Biz liberal Müslüman, muhafazakâr Müslüman, sağcı Müslüman, solcu Müslüman, kemalist Müslüman, sosyalist Müslüman, entelektüel Müslüman, modern
4494] 22/Hacc, 78
4495] 3/Âl-i İmran, 19 ve yine bk. 3/Âl-i İmran, 85
4496] Bak. 2/Bakara, 130 - 133
4497] 3/Âl-i İmran, 67-68
4498] 41/Fussilet, 33
MİLLET
- 1015 -
Müslüman, diyalogcu Müslüman, milliyetçi Müslüman, demokrat Müslüman değiliz ve tüm bu terkiplerden berîyiz. Tüm bu ek isimlendirmeleri cahiliye artıkları olarak görüyor, hepsini toplayıp çöp sepetinin içine atıyoruz. Bize sadece ve sadece Müslüman ismi yeter. Biz Rabbimizin bize verdiği bu isimden memnunuz ve râzıyız. Emperyalizme, siyonizme, kapitalizme ve bizlere avlanacak bir av, bir yem gözüyle bakan ülke içi ve dışı tüm aç kurtlara karşı, Müslüman kimliğimizi kuşanmalıyız. Bilmeli ve inanmalıyız ki; varoluş açısından bakıldığında Müslüman kimliği; kavimler, ırklar, mekânlar ve zamanlar üstüdür; varlığı belli bir ırka, kavme, zaman ve mekâna mahsûs ve bağlı değildir. Bugün yeryüzünde İslâm’ı din olarak seçmemiş, benimsememiş kavimler vardır, bugün Müslüman olan toplumlardan bazıları da -Allah korusun!- gelecekte İslâm’ı terk edebilirler, ancak bütün bunlara rağmen Müslüman kimliği tarihi, kültürü, medeniyeti ve mensupları ile varlığını sürdürmüştür ve sürdürecektir. Müslüman kimliği, İslâm ile mukayyeddir. Sümmetedarik/sonradan uydurulmuş hiçbir kimlik onun yerine geçemez. Müslümanlar, vatandaş kimliğiyle değil, Müslüman kimlikleriyle birbirlerine bağlıdırlar. 4499
Câhiliyyenin Vatan Anlayışı ve “Ya Sev, Ya Terk et!” Dayatması
Irkçıların bir sloganı var: “Ya sev, ya terket!” diye. Ya her şeyiyle, düzeni, fesadı, ahlâksızlığı, zulmü, müslümanların başörtüsüne bile çoğu alanda izin vermeyen anlayışıyla seveceksiniz, ya da defolup gideceksiniz... Bu tehdit dolu mesaj, ne olduğu tartışılan “vatan” kavramını, toprak ve ülkeyi; içinde yaşayan insandan, hem de kendi vatandaşından daha üstün görmenin (putlaştırmanın) uzantısı bir dayatma değil de nedir? “Ya sev, ya terket!” Bu sloganla Hz. Peygamber’in, içinde Allah’ın evi, en mukaddes yer bulunan Kâbe’nin bulunduğu, kendi ülkesi Mekke’den hicretini, hatta on yıl sonra Mekke’yi fethettikten sonra bile tekrar eski vatanını değil de Medine’yi tercihini nasıl izah edeceğiz? Mekke’de doğan veya doyan bir kimse, Mekke’de inandığı gibi yaşatmayan yöneticileri ve onların düzeninin hâkim olduğu ülkeyi ne kadar sevebilir? Artık o, mü’min vasfını kazanır kazanmaz, Medine’nin doğal vatandaşı, gönülden Medine’li değil midir? Dâru’l-harb veya dâru’l-küfürde doğan mü’min bir kimsenin gerçek vatanı, dâru’l-İslâm değil midir?
“Ya sev, ya terket!” Öyle mi? Ne tümüyle ve her şeyden çok seveceğim, ne de kolay kolay terk edeceğim! Kim, kime neyi zorla sevdirmeye kalkıyor; kim kimi, hangi hakla nereden ve niçin kovuyor? Mekke’den Rasûlullah’ı ve mü’minleri kimler kovuyordu? Bu tür sloganı kimler söylüyordu dersiniz? Şimdi üzerinde yaşanılan ülke, Mekke’ye/Dâru’l-harbe benzemiyor da Medine’ye mi benziyor yoksa? Bu ölçüler içinde bu slogan doğaldır, ama tek şartla; bunu inancını yaşamak isteyen müslümanlara karşı söyleyenlerin, tarih boyu peygamberlere ve mü’minlere hangi inançtaki insanların bu sözü söylediğini değerlendirmeleri gerekiyor: “Kavminden ileri gelen müstekbirler/büyüklük taslayanlar dediler ki: ‘Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız; yahut dinimize döneceksiniz.’ (Şuayb) Dedi ki: ‘İstemesek de mi (bizi yurdumuzdan çıkaracak veya dinimizden döndüreceksiniz)? Allah bizi ondan (kâfirlikten) kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek, Allah’a karşı iftirâ etmiş oluruz. Rabbimiz Allah’ın dilemesi hali
4499] Nur Hira
- 1016 -
KUR’AN KAVRAMLARI
müstesnâ geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah’a dayanırız. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adâletle hükmet (kimin haklı, kimin haksız olduğunu adâletle açığa çıkar). Çünkü Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.”4500
Onlar bilmiyorlar ki, insan bir yeri sadece sevmediği için terk etmez. Seven insanlar da sevdiklerini isbat etmek için, ya da daha büyük sevgi (Allah sevgisi) için sevdiklerini terk etmek zorunda kalabilirler. Hele bir toprak sevgisi, Allah sevgisi ile çatışıyor ve birinden birini tercih etmek gerekiyorsa... Yoksa şehidlik kavramını bile anlayamayız; öyle ya şehâdet, vatanı terk etmek değil midir? O zaman Allah’a tercih olunan bu sevgi bir puta dönüşür. Seven sevdiği için fedâkârlığı, o uğurda gerekli mücâdeleyi göze alandır. Sevdiğinin (vatanın) üzerine çöreklenen ve oradaki İslâm dışı da olsa yönetimi, zulmü de onaylayıp seven, Allah için sevgi beslenilmemesi gereken hususlara da gönlünü açan kimse, sevdiğini iddiâ ettiğini ya öldürmek için delicesine seviyor, ya da orayı putlaştırıyor demektir. Bir mü’min, sevdiğini Allah için sever, buğz ettiğine de Allah için buğz eder. “Vatan sevgisi imandandır” diye meşhur olan söz, kesinlikle sahih hadis metinlerinde yoktur. Ama, insanın doğup büyüdüğü yeri belirli ölçüler içinde sevmesi, fıtrî/doğal bir özelliktir. Fakat, sevgide ölçülü, âdil olmak ve Allah’a isyan edenlere ve O’nun yasakladıkları şeylere muhabbet duymamak şartıyla. “Vatan sevgisi”, cennet sevgisi demektir. Müslümanın esas vatanı, ana vatanı, baba ocağı orasıdır. Babamız Âdem ve anamız Havvâ, ilk olarak orayı vatan edinmişlerdi ve esas gideceğimiz yer, hazırlandığımız ve yatırımlarımızı yaptığımız mekân orasıdır. Dünyanın hiçbir yeri bizim gerçek vatanımız olamaz, burada misafiriz, yolcuyuz. Kaldı ki hiçbir imiz doğacağımız yeri kendimiz seçmedik. Her insan için doğduğu yer kutsal sayılınca, her insana göre kutsal olan da değişecek, aralarındaki üstünlük de göreceli olacaktır. Ölçü, insanın kendisi olursa, İlâhî ölçüleri kendi sübjektif ölçülerine göre tahrif eder.
Arzın/Ülke Topraklarının Kutsallaştırılıp Putlaştırılması
Bir insan, belli bir yerde değil; tüm yeryüzünde halife olması için yaratılmıştır. İslâm'ı, bulunduğu yerde yaşayıp oraya hâkim kılmak için çalıştığı gibi, dünyanın ulaşabildiği her tarafına da götürme zorunluluğu vardır. Bir insan, doğacağı yeri seçme hakkına sahip olmadığından, tercihinde olmayan bir konudan dolayı ne ayıplanır, ne de şereflenir. Allah, bizi bu topraklarda değil de; çok farklı hatta sevmediğimiz bir yerde dünyaya getirebilirdi; Diğer insanların oralarda dünyaya gelmesi gibi. O zaman o yaratıldığımız yerin mi, yoksa şimdi yaşadığımız yerin mi kutsal olması gerekecekti? Müslüman için tüm arz Allah'ın mülküdür. Hepsi aynı değerdedir. Bir yerin fazileti, orada inanılıp uygulanan inançla ilgili olmalıdır. Toprak, üstünde yaşayan insanların inançlarıyla bütün olarak değerlendirilmelidir. Bu arada nice insanın hadis diye ileri sürdüğü “Hubbu’l vatan mine’l îman (Vatan sevgisi imandandır) ifadesinin hadis olmadığını, mevzû/uydurma olduğunu söyleyelim.4501 İnsanın ırkına, doğduğu yere göre bir toprak parçasına kutsallık atfetmesi, Allah için değil de; o toprak parçası için ölümü göze alabilecek
4500] 7/A’râf, 88-89
4501] Bk. Uydurma Hadisler, Harun Ünal, Mirac Y., c. 1, s. 79-86; Aliyyü’l Kari, Uydurma Olduğunda İttifak Edilen Hadisler, İnkılâb Y., s. 126; Sehâvî, Makasıd, s. 183; Suyûtî, ed-Düreru’l-Muntesıre, s. 108; Sâğânî, Mevduât, s. 53; Semhudî, Gammaz, s. 60; İbnü’d-Deybâ, Temyîz, s. 77, Aliyyu’l-Kari, Kübrâ, s. 189; Aclûnî, Keşfu’l Hafâ, I/413.
MİLLET
- 1017 -
hale gelmesi, vatanın -üzerinde hangi hükümlerin uygulandığına bakılmadan- yüceltilmesi bu açıdan değerlendirilmelidir. Vatan kelimesi Kur'an'da geçmez. İslâmî açıdan yurt veya vatan "dâr" kelimesiyle ifade edilir. İslâm toplumunun yaşadığı ve hâkim olduğu yerler için klasik ve meşhur değerlendirmeye göre "dâru’l-İslâm", müslümanların idâre ve hâkimiyetleri altında olmayan yerler ise "dâru’l-harp" kabul edilir. Eğer bir kimse, yaşadığı ülkede İslâmî inancını, tevhidî duruşunu ve dinini yaşama hürriyetini kaybetmişse; gücü yetiyorsa cihad ederek bu temel haklarını yerli veya yabancı işgalcilerden geri alması veya gücü yetmiyorsa bunları koruyup dinini yaşayabileceği yere hicret etmesi gerekir. Cihad ve Hicret'in Kur'an'da ve Sünnette çok büyük önemi vardır.
Ayrıca, içinde Kâbe'nin bulunmasından dolayı müslüman açısından dünyanın en kutsal yeri sayılmaya müsâit olan bir vatanda, Hak Dinin yaşanamadığı için oradan hicret eden Rasûlullah ve ashâbının, aynı zamanda gerçek vatanları olan Mekke'deki yönetime karşı inanç savaşı yaptıkları unutulmamalıdır. Şu âyet; vatan, cihad ve hicret kavramları açısından değerlendirilmelidir: “Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler: 'Dünyada ne işte idiniz?' derler. Bunlar; 'biz yeryüzünde güçsüz bırakılmış çaresiz kimseler idik' diye cevap verirler. Melekler: 'Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!' derler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir."4502 Medine için, oradaki hurmaları için savaşan kimsenin mücâdelesinin Allah için olmadığı, ancak Allah yolunda savaşanların cennetle müjdelenen şehitler olabileceğini Rasûlullah'ın hadislerinden öğreniyoruz.
Milliyetçilik/Ulusçuluk/Ulusalcılık
Irkçılık ve kavmiyetçilik, 19. asrın sonlarından itibaren ülkede yanlış ifadelendirilerek “milliyetçilik” kavramıyla dillendirilmektedir. Milliyetçilik, ulus anlamındaki milleti ve onun değerlerini ideolojik, kültürel ve siyasî esas olarak kabul eden görüşlere denir; nasyonalizm, ulusçuluk ve ulusalcılık demektir. Millet kelimesinin Kur’an’da ve İslâm kültüründeki anlamı dikkate alındığında milliyetçilik kelimesinin tümüyle yanlış anlamda kullanıldığı görülür. Aslında İslâm kültüründeki ve kelimenin lügat anlamındaki karşılığı ile “milliyetçilik”, dini ve dinin özellikle toplumsal değerlerini savunmak demektir. Fakat bu kavram, kesinlikle bu anlamda kullanılmaz; tam tersine dinin tasvip etmediği bir anlayış doğrultusunda kullanılır.
Milliyetçilik, gerek bir kavram, gerekse süren bir hareket olarak değişik şekillerde ve şartlarda ortaya çıkmış, buna bağlı olarak tarif ve tasnifler de farklı olmuştur. Bu, biraz da “millet” ve “milliyet”e verilen anlamlarla ilgilidir. Bu terim, İslâm dünyasına ve kültürüne aktarıldığı zaman, problem biraz daha karmaşık bir yapıya bürünmektedir. Fakat genel olarak milliyetçiliğin millî devlet, millî kalkınma, bağımsızlık, millî birlik, millî dil, millî kültür... alt kavramlarını öne çıkardığı, dolayısıyla daha dar, daha sınırlı bir siyasî ve sosyal yapıyı öngördüğü söylenebilir. Bir başka açıdan milliyetçilik, kişinin kendisini etrafındakilerden farklı bir şekilde tanımlaması anlamına gelir. Kişinin üyesi olduğu ulusa/topluma hayranlık ve bağlılık duyguları geliştikçe diğerlerini dışlama veya geri plana itme eğilimi de güçlenmektedir.
Milliyetçiliğin bir ideoloji olarak doğuşunu milletlerin (ulusların) ortaya çıkışı
4502] 4/Nisâ, 97
- 1018 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ile başlatmak mümkündür. Bu yönüyle milliyetçilik, batı kaynaklıdır. Feodalite çözülürken milletleşme (uluslaşma) hareketleri güç kazandı. Bir ideoloji olarak milliyetçiliğin belirmesi, 18. yüzyıl Batı Avrupa’sı ve Kuzey Amerika’sında gerçekleşti. Amerika ve Fransız ihtilâlleri bunun ilk belirtileridir. Bu akım, 19. yüzyılın başlarında Güney Amerika’ya, Orta Avrupa’ya, yüzyılın ortalarına doğru güney ve güneydoğu Avrupa’ya sıçradı. 20. yüzyılın başlarında bazı Asya ülkelerinde kendini gösterdi. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlık hareketlerinin ortaya çıkmasıyla Asya ve Afrika ülkelerinde sosyalizm ile birlikte güçlendi.
Milliyetçilik; din, dil, toprak, menfaat birliği gibi faktörlerin tesiri altında ortak değerlere sahip olanların yakınlaşma duygusundan ve vâkıasından kuvvet almakla birlikte; bir ideoloji olarak “millî devlet”i (ulusa ve ırka dayalı ulusal devleti) esas alır. Bu yüzden feodal beylikler, imparatorluklar, dinî birliğe dayalı toplumlar, kabile toplumları için milliyetçilik ideali diye bir şey sözkonusu olmamıştır.
Batıda milliyetçiliğin ortaya çıkışı kapitalizmin gelişmesiyle de yakından ilgilidir. Ticarî kapitalizmin doktrinini oluşturan merkantilizm, devletlerin dış piyasalarda kendi tüccarıyla bütünleşmesini, bu da “millî şuur”un (ulusal bilincin) varlığını gerektirmiştir. Yine feodal toplumda önemli olan din faktörünün protestanlık ve laiklik ile zayıflatılması, sosyal birliğin en önemli unsuru olarak “vatan” fikrinin güç kazanmasını sağladı. Kapitalizm, hıristiyanlığı kendi amaçları doğrultusunda reforma tâbi tuttu; protestanlık bunun sonucudur. Yine protestanlığın bir varyantı olan püritenliğin 17. yüzyıldan itibaren İngiliz milliyetçiliğinin temelini teşkil ettiği biliniyor. Tevrat ve yahûdi kültürünün bu yeni oluşumda büyük bir yeri vardır.
18. Yüzyıl, ülkelerinden sürülen veya buralardan kaçan kanundışı kişilerin yerleştiği Amerika’da milliyetçiliğin güçlendiği bir dönem oldu. Ferdiyetçiliği bayrak yapan hürriyete susamış bu insanlar milliyetçi ideolog ve politikacıların fikirlerini rehber edindiler. Bu fikirler Fransız İhtilâlinde de etkili oldu. Milliyetçiliği Avrupa’ya ve oradan da Osmanlı ülkesine kadar yayan Fransız İhtilâlidir. İhtilâlin ilk dönemlerinde milliyetçilik, mutlak monarşileri, dinî cemaatleri hedef olarak almış, buna bağlı olarak hürriyet/özgürlük mücâdelesini vurgulamıştır.
İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesi’nde yer alan “egemenlik hakkının ulusa âit oluşu”, “ulusal egemenlik” ilkesi, bir yönüyle millet (ulus) ve milliyetçilik kavramlarını güçlendirirken millî menfaatleri savunan ve aynı zamanda yöneticilerin halkın destek ve oyuyla seçilmelerine imkân sağlayan ulusal siyasî ve idârî yapılara da yol açmıştır.
Fransız Devriminin, özgürlük (hürriyet), eşitlik (müsâvât) ve kardeşlik (uhuvvet) sloganı ve İnsan Hakları Beyannamesi, liberalizm ve demokrasinin temelini oluştururken; siyasî batılılaşma tarihimizde önemli bir yere sahip oldular. Napolyon bu akımın Avrupa’da ilk ve etkili yayıcısıdır. Bu arada buna tepki olarak Alman milliyetçiliği doğdu. 19. yüzyıl Batısında kapitalizmin getirdiği sosyal buhranlar sosyalizmle birlikte liberal ve demokratik ideallere bağlı milliyetçiliği geliştirirken Alman milliyetçiliği otoriter ve muhâfazakâr bir temel üzerinde inkişaf etti ve gelişti.
19. Yüzyılın sonlarında Avrupa’da hânedanlar çökerken milliyetçi akımlar
MİLLET
- 1019 -
Avusturya, Macaristan, Çekoslovakya, Yugoslavya gibi birçok devletin doğuşunda etkili oldu. Milliyetçilik zaman içinde faşizm ve nazizme yol açarken, komünizm gibi enternasyonalciliği esas alan bir rakip de kazandı. Bununla beraber bağımsızlık hareketlerinde sosyalizm, hatta komünizm, milliyetçiliğin unsurlarından birini teşkil etti. Yine Avrupa Topluluğu gibi uluslar arası bütünleşmelerin gecikmesi, bazı başarısızlıkları da milliyetçiliğe bağlanabileceği gibi, komünist ülkeler arasındaki anlaşmazlıkların ve bölünmelerin temelinde de milliyetçilik vardır. Stalin, Tito, Enver Hoca ve Mao komünist olmakla beraber milliyetçi idiler denebilir. Mao komünizminde milliyetçilik, lafzan da bir düstur olmuştur.
Milliyetçilik hareketleri, Osmanlı Devleti’nin yıkılış sebeplerinden biridir. Burada ilk milliyetçi adımlar müslüman olmayan azınlıklar tarafından atıldı. İktisadî yönden kaçakçılığın, fikrî yönden Fransız Devriminin beslediği Rumlar, milliyetçilik akımına önderlik yaptılar ve ilk defa Yunanistan bağımsızlığını kazandı. Bulgarların ve Ermenilerin yürüttükleri milliyetçilik faâliyetleri yeni yeni doğmakta olan komünizmden kuvvet aldı. Hatta II. Abdülhamid döneminde Komünist manifesto, Ermeniler tarafından Türkçeye tercüme edildi.
Müslüman unsurlardaki milliyetçi hareketler ise, Batılı sömürgeciler, özellikle İngilizler tarafından oluşturulmuş ve kışkırtılmıştır. Arap milliyetçiliğine hıristiyan Arapların önderlik yapması bu açıdan sebepsiz değildir. Bütün İslâm ülkelerini ve Osmanlı Devleti’ni etkileyen bu hareketlerde “azınlık kategorisi” ile “bağımsızlık kategorisi” öne çıkmıştır. Kendilerini içinde yaşadıkları siyasî yapıdan ayırt etmek, geçmişi canlandırmak, etnik kökleri vurgulamak, ulusal dillere ve kültürlere ağırlık vermek, bu kategorilerin en belirgin yönleridir.
20. Asrın başlarına kadar Osmanlı ülkesinde millet ve milliyet kavramları, İslâm dini ve Osmanlı kültürü açısından müsbet anlamlara sahipti. Bunun en önemli sebebi, millet kelimesiyle din kelimesinin eşanlamlı oluşları idi. Nitekim 19. asrın ortalarından itibaren “nation” Osmanlıcaya “kavim” olarak aktarılmış; “millet”, din unsurunun belirleyici olduğu cemaatler için kullanılmıştır. Bugünkü anlamda milliyetçilik için uzun yıllar “kavmiyetçilik”, ırkçılık anlamında ise “cinsiyet” kavramı kullanılıyordu.
II. Meşrûtiyet devrini baştan aşağı kaplayan milliyetçilik (ulusçuluk ve ulusalcılık) tartışmaları, esas itibarıyla milliyetçiliğin gittikçe Türkçülük/Turancılık çizgisine çekilmesinin bir sonucudur. Rusya’dan göç edip gelen Türk aydınlarla (Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu vb.) aslen Türk olmayan Osmanlı aydınlarının (bunlar arasında Moiz Kohen Tekinalp gibi yahûdiler de vardır) başı çektiği, İttihat ve Terakki iktidarının desteğine de sahip olan Türkçülük/Turancılık hareketi, hem Osmanlıcıların, hem de İslâmcıların tenkitlerine muhâtap oldu.
Osmanlıcılar (Ali Kemal, Süleyman Nazif gibi) daha çok Osmanlı birliğinin dağılması, Türk kültürünün Osmanlı Devleti içindeki gayrimüslim veya Türk olmayan müslüman tebaanın katkılarından mahrum kalmayacağı, İslâmiyet öncesi Türk kültürüne uzanmanın anlamsızlığı... gibi noktalarda tenkitler geliştiriyorlardı. İslâmcılar ise –Osmanlıcıların tenkitlerini paylaşmanın yanında- milliyetçiliğin (kavmiyetçiliğin) İslâm’a aykırı bir düşünce ve siyaset olduğunu öne alarak harekete geçtiler. Bütün müslümanların kardeş olduğu, Arah, Türk, Acem vb. ayrımların âyet ve hadislere ters düştüğü, üstünlüğün ancak takvâda olacağı, İslâmiyet’in asabiyeti/ırkçılığı yasakladığı, milliyetçiliğin müslüman ülkeler ve
- 1020 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uluslar arasında parçalanmalara, kopmalara sebep olacağı, bu sebeple de Osmanlı İslâm birliğinin bozulacağı gibi görüşler çok geniş ve yaygın bir şekilde ileri sürülmüş, tartışılmış ve savunulmuştur.
Milliyetçilik (ulusçuluk, ulusalcılık), Türkiye Cumhuriyetinin ideolojisinin de temelini oluşturdu. İslâm öncesi Türk tarihi ve kültürü ile batılılaşma veya “muâsır medeniyet” (çağdaş uygarlık) seviyesine ulaşma arzusu, bu milliyetçiliğin esasıdır. Türkiye toprakları böyle bir milliyetçiliğin coğrafyasıdır. Türk olduğunu ikrar eden herkes (gerçekte Türk olsun olmasın) Türk kabul edilir. (Hatta, başka ırktan olduğunu iddia eden bazı etnik gruptan halka da “hayır! Sen Türksün, başka ırktan geldiğini iddia edemezsin!” denilir ve kendi ırkı ile ilgili kültürel hakları ve özgürlükleri gözardı edilir.) Devrimler bu esaslar üzerine oturtulmuştur. Yine bu yüzden Osmanlı tecrübesi, bu milliyetçilikte yer işgal etmez. Atatürk milliyetçiliği, Osmanlı ümmetçiliğinin bir antitezi olarak görülmüştür. Kendine mahsus Osmanlı geleneği, Batının kendi şartları içinde oluşturup geliştirdiği bir milliyetçiliği ve millî hâkimiyet (ulusal egemenlik) görüşünü bünyesinde barındırmadığı için suçlanmış ve mahkûm edilmiştir. Bu çerçevede Türk milliyetçiliği İslâm öncesi Türk tarihinin unsurlarından kaynaklandıran ırkçı-turancı; doğu-batı sentezci; İslâmcı-Anadolucu; milliyetçi-mukaddesatçı görüşler geliştirilmiştir. 4503
Milliyetçilik, yani doğru ifadesiyle kavmiyetçilik, insan fıtratının bozulmasının ürünü olan büyük bir belâdır. İnsanlığa kan, kin ve sömürüden başka bir şey kazandırmamış olan bir utanç vesilesidir. Asimilasyon, etnik arındırma ve her türlü zulme yol açan sonuçları itibarıyla insanlık suçu olan kavmiyetçilik, önemli bir toplumsal hastalıktır.
Kavim, ise reddedilmeyecek, reddedilmemesi gereken bir vâkıadır. Allah katından insanlığa bir lütuftur. Kur’an bu olguyu bilindiği gibi şu hükümle açıklar: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden (Âdem ve Havvâ’dan) yarattık. Sonra sizi tanışasınız diye soylara ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve üstün olanınız, en takvâlınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah (her şeyi) bilendir, (her şeyden) haberi olandır.”4504 Âyette belirtilen uyarıcı gerçeklerden birisi, bütün insanların aslının bir olmasıdır. Tüm insanların menşeinde bir erkek ve bir dişi (Âdem ile Havvâ) vardır. Ve bu sebepten menşei, aslı bir olan kavimlerden hiçbir isi diğerini aşağı görme imkânına ve hakkına sahip bulunmamaktadır. Çünkü aynı anne ve babanın çocuklarıdırlar. Yaratıcımız bir olan Allah’tır. Ayrı kavimlere mensup insanları ayrı ayrı ilâhlar yaratmamıştır. İnsanların hepsi bir tek ve aynı maddeden yaratılmıştır. Cenâb-ı Hak, insanları birbirleriyle tanışıp bilişmeleri için soy, şûbe ve kabilelere ayırdığını bildiriyor. Yani kavim olayına Rabbimiz’in yüklemiş olduğu fonksiyon, sadece “tanışmaya vesile olmaktır”. Yaratıcı’nın insan topluluklarını uluslar, soylar, kabileler şeklinde düzenlemesi, onların arasında tanışma ve doğuştan gelen yardımlaşmanın, bir kargaşaya meydan vermeden gerçekleşmesi içindir.
Kim ki farklı kavimler halinde yaratılışa, tanışma, bilişme ve yardımlaşma vesilesi olmanın dışında bir fonksiyon yüklerse, milliyetçilik, yani ırkçılık ve üstünlük ideolojisi ile ırk ve kavmine bakarsa, kesinlikle İslâm’ın koyduğu sınırın
4503] Nihal Atsız, Peyami Safa, Nurettin Topçu, Necip Fâzıl bu görüşleri savunan insanların önde gelenleri olarak zikredilebilir; Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, c. 3, s. 32-35
4504] 49/Hucurât, 13
MİLLET
- 1021 -
dışına çıkmış olur. Madem ki kavimler, tanışmaya ve bilişmeye vesile olmak için yaratılmıştır; o halde, kıyâmete kadar da aynı fonksiyona ihtiyaç olduğuna göre, kavimler, kavmî özelliklerini, dil ve kültürlerini kaybetmeden yaşamalıdır. Bu sebepten hiçbir kavim, bir diğerinin dilini ve kültürünü yok ederek onu asimile etmeye çalışamaz. Böyle yanlış bir davranışta bulunanlar İslâm’ın dışına çıkarak fıtratı bozmaya yönelik bir zulmü icrâ etmekte ve asimile etmeye çalıştıkları kavmi, Allah’ın yüklediği tanışma fonksiyonunu ifa edemez hale getirmek sûretiyle de bir insanlık suçu işlemektedir. “Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı (farklı ve değişik) olması da, O’nun âyetlerindendir. Hiç şüphe yok ki bunda, bilenler için gerçekten âyetler vardır.” 4505
Yeryüzünde ve gökyüzünde yer alan tüm doğal güzellikler, çeşni teşkil eden farklılıklar gibi, insanlar da renkleri ve dilleri farklı olan kavimlere ayrılmışlardır. Allah hikmetlere binâen böyle yaratmıştır. Ve bu farklılıklar da Allah’ın âyetlerindendir. Hiçbir inin bir diğerinden aşağı veya üstün olması sözkonusu olmadan, aynen yerin ve göğün farklılıklarında olduğu gibi, doğal bir biçimde bir çeşni ve güzellik olarak kabul edilmeleri ve Allah’ın yüklediği fonksiyon istikametinde istifade edilmeleri gerekir. 4506
Milliyetçilik, yani doğru ifadelendirmeyle kavmiyetçi fikir ve ideolojiler Avrupa’dan ithal birer frenk mikrobudur. Kur’an, câhiliyyenin her çeşidi ile savaşmış ve insanlara vahyin, yani hakkın, yani ilmin nûrunu ulaştırmıştır. Peygamberimiz her çeşit ırkçılık ve kavmiyetçiliği câhiliyye âdeti olarak değerlendirmiş ve tümünü yasaklayıp kaldırmıştır. İran’lı Selmân (Fârisî), Bizans’lı Süheyl (Rûmî) ve Habeşistan’lı Bilal’ı (Habeşî) hiçbir yönden ırklarından dolayı farklı bir ayrıma tâbi tutmamış, herhangi bir Mekke’li veya Medine’li Arapla her yönden eşit görmüştür. “Arabın Acem’e (Arap olmayan), Acem’in de Araba üstünlüğü yoktur; üstünlük sadece takvâdadır” hükmünü koyan İslâm, bu kardeşliğin tatlı meyvelerini dünya huzuru şeklinde de insanlığa sunmuştur. Osmanlı’nın altı yüz sene gibi ülkeler tarihi açısından uzun sayılabilecek bir medeniyetinin, temel sebep ve dayanaklarından biri her ulustan müslümanları hiçbir ayrıma tâbi tutmadan “İslâm milleti”nin bir ferdi ve tüm müslümanların birbirleriyle “kardeş” olduğu anlayışıdır. Türkiye’nin cumhuriyet sonrası önemli sancılarından birisi, kendi vatandaşlarına ulusçu, ırkçı yaklaşımları ve millet tanımındaki yanlış tutumlarıdır.
Irkçılık/Asabiyet/Kavmiyetçilik
Türkçede daha çok "ırkçılık" olarak ifadelendirilen kavram, Arapçada "asabiyyet" ve "kavmiyyet" olarak kullanılır. "Asabiyye", akrabalık, soy yakınlığı demektir. Kavram olarak "asabiye", "kavmiyetçilik" ve "ırkçılık"; akraba, soy, ırk ve vatan gayreti gütmek, kendi yakınlarını, kendi içinde bulunduğu topluluğu önde görmek, onlara daha fazla ilgi göstermek, tarafgir olmak demektir.
‘Asabiye’, sözlük manasıyla kavim, kabile grup ve benzeri konulardaki aşırı düşkünlük ve bağlılıktır. Kişinin kendi akrabalarını ve içinde bulunduğu toplumu öne çıkarması, onlara ait olan şeyleri savunması, onlara yardımda öncülük tanıması demektir. İslâm'dan önce yaşayan ve düzenli siyasî ve hukukî otoriteden mahrum câhiliyye Arapları kendi akrabalarına çok düşkündüler. Kabilecilik
4505] 30/Rûm, 22
4506] Mehmet Pamak, Köşeli Yazılar, s. 178-179
- 1022 -
KUR’AN KAVRAMLARI
duygularıyla, başka kabileler tarafından tecâvüze uğrayan kendi akrabalarını korurlar, o tecâvüzün doğurduğu maddî ve mânevî zararları asabiye duygusu ile giderirlerdi. Zulme ve haksızlığa uğradığını iddia edenin çağrısına kabilenin diğer üyeleri cevap verirlerdi. Hatta haklı da olsalar, haksız da olsalar; mutlaka kendi akrabalarının tarafını tutarlardı. Bu duygu sebebiyle çoğunlukla zâlimle beraber olup, mazluma karşı olurlardı.
Asabiyyenin Olumlu Yönü: Kimilerine göre asabiye duygusu, tümüyle olumsuz bir anlayış değildir. Kişide din gayreti olmazsa cihada isteksiz olur, akraba sevgisi olmazsa, onlara yardım etmeyebilir. Kabile sempatisi olmazsa, onlarla ilgilenmez. Aile bağlarının, akrabaya ilginin, toplumların dayanışmasına katkısı vardır. Bu duygu soy bağlılığına dayandığı için, kimileri soylarını korumayı başarmışlardır. Bu duygu, meşrû sınırlar içinde değerlendirilebilirse, cemaatler ve gruplar arasındaki işbirliğini artırır, onları mânevî yönden birbirine bağlar. Asabiye duygusu ile birbirine bağlı olan ve bir ortak dine inananlar, diğer toplumlara karşı daha güçlü olurlar, onlar karşısında daha bütünleşmiş bir şekil alırlar. Yerine göre siyasî ve hukukî otorite boşluğu olduğu ve zulüm sözkonusu olduğu zaman, insanların mal ve can güvenliklerinin sağlanmasında akraba ve asabiye duygusu önemli rol oynar.
Ancak, bilindiği gibi İslâm, asabiyyeti olumsuz ve sınırsız anlamıyla hoş görmemiş, kan ve soy kardeşliği yerine; din kardeşliği bağını ön plana çıkarmıştır. Tüm mü’minleri kardeş ilan ederek, aralarındaki ilgi, yardımlaşma ve adâletin bu kardeşlik üzerine binâ edilmesini emretmiştir. 4507
Olumsuz Anlamıyla Asabiyye: Asabiyye; başka aile aşiret veya benzer toplulukların hak ve menfaatlerine tecâvüz etmek, onlara haksız yere üstünlük sağlama, atalarıyla ve soyuyla övünme ve gururlanıp başkalarına büyüklük taslama amacına yönelik ise, İslâm bunu kesinlikle tasvip etmez. İslâm, dar anlamda kavmiyetçilik manasına gelen asabiyyeyi yasaklamış, bunun câhiliyye âdeti olduğunu vurgulamıştır. Allah (c.c.) insanları bir ana-babadan yaratmıştır. İnsanların ayrı ayrı soy ve kabileler halinde yaratılmasının sebebi tanışmaları, bilinmeleri kolay olsun diyedir. Dil, renk, kavim, grup, bölge veya toprak; insan için üstünlük sebebi değildir. Üstünlük takvâda, Allah’tan hakkıyla korkup sakınmadadır. 4508
Kavmiyetçilik, ya da ırkçılık; bir ırkı diğerine üstün tutma, bir ırkın özelliklerini ön plana çıkararak diğerlerine karşı övünme, kendi ırkından olanı haksız olduğu halde başkasına tercih etme, ya da ırkını sevmeyi bir ideoloji haline getirmek demektir.
Bu duygu ve anlayış, câhiliyye toplumlarında her zaman var olagelmiştir. İslâm bu anlamdaki asabiyyeyi kaldırdığı halde, Peygamberimizin vefatından fazla bir zaman geçmeden, siyasî güçler ve çıkar grupları tarafından müslümanlar arasında yeniden hortlatıldı. Buna karşın İslâm’ın ölçülerine göre hareket ederek bunun zararını idrâk eden kişi ve toplumlar bu kötü duygu ve düşünceden uzak kalmışlar ve böylelikle de asabiyyenin getirdiği maddî ve mânevî yıkımlardan kendilerini korumuşlardır.
Irkçılık ve Asabiyye: 1789 Fransız ihtilâlinden sonra kavmiyetçilik, daha
4507] 49/Hucurât, 9-10; 4/Nisâ, 58; 5/Mâide, 2; 65/Talak 2
4508] 49/Hucurât 13
MİLLET
- 1023 -
yaygın deyimiyle milliyetçilik (aslında ulusçuluk ve ulusalcılık demek gerektiği halde bu ifade meşhurdur) daha da gelişti ve yaygınlaştı. Milliyetçi ideolojilerin çoğalmasından ve yaygınlaşmasından sonra büyük devletler parçalandı. Ulus unsuru üzerine devletler kuruldu, bir ırkın üstünlüğü fikri devletlerin ideolojisi oldu. Bu çirkin asabiyye yüzünden nice zulümler işlendi, nice savaşlar oldu, nice toplumun kimliği inkâr edildi, nice kesimler baskı ve hile ile asimile edildi. Günümüzde bu sakat anlayışın hâlâ devam ettiğini üzülerek görmekteyiz.
Günümüzde ırkçılık veya kavmiyetçilik düşüncelerine olan bağlılık, İslâm’da şiddetle kınanmış olan asabiye anlayışıdır. Burada sözkonusu olan zararlı asabiyye; kendi kavmini, kendi akrabalarını sevip ilgi göstermek değildir. İslâm, akrabaya iyilik etmeyi, onlara ilgi göstermeyi, sıla-i rahmi (akrabalık bağını yardımla sürdürmeyi) emreder. Akrabalar arasındaki meşrû ve makul sevgi, bereketi artırır.4509 Ancak, akraba haksız da olsa onu savunmak, kendi soyunu üstün görmek, başkalarını aşağılamak; belli bir grubu, bir aileyi veya soyu, bir kesimi en üstün saymak, bu yüzden de zulme dalmak asabiyyedir, ırkçılıktır; İslâm’ın lânetlediği bir tavırdır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.), “Bir kimsenin kavmini sevmesi asabiye (ırkçılık) midir?” sorusuna şöyle cevap vermiştir: “Hayır, fakat asabiye; kişinin zulümde kendi kavmine yardım etmesidir.”4510 Asabiyye gayreti, asabiyeye dâvet câhiliye anlayışıdır. Bir hadiste şöyle buyruluyor: “İnsanları asabiyye/ırkçılık için toplanmaya çağıran, asabiyye için savaşan ve ırkçılık uğruna ölen Bizden değildir.” 4511
Atalar ile övünmek, hatta müslüman olmayan atalarının özellikleriyle iftihar edip başkalarına üstünlük taslamak, hava atmak asabiyedir. Onlarla övünmek insana hiçbir şey kazandırmaz. Onlarda sağlam bir inanç ve iyi bir ahlâk var idiyse onu almak bir şey kazandırsa da; eğer onlar yanlış inanç içinde ise, bilerek veya bilmeyerek kötülük ve zulüm yapmışlarsa, o kötülükleri savunmak daha da büyük bir hatadır. Asabiyye/ırkçılık duygusu yüzünden, birçok kişi, atalarının inandıkları bâtıl dinlere, kötülüklerine, yaptıkları zulümlere bile sahip çıkmakta ve atalarının yolunu izlemekteler. “Onlara ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?” 4512
Asabiyye/Irkçılık ve Tarafgirlik: Asabiyye, aşırı tarafgirlik demektir ki işin olumsuz yanı da burasıdır. Aşırı tarafgir, güncel deyimle fanatik olan birisi de haksızlık yapar, adâletten ayrılır, başkalarına karşı övünür, boşu boşuna kibirlenir durur. Kendi kavmi için, ırkçılık uğruna savaşıp ölenlerin Cehenneme gideceği hadis-i şeriflerde açıkça belirtilmektedir. Çünkü böyle bir çaba, Allah rızâsından uzaktır. Hâlbuki İslâm’a göre bütün amellerin Allah (c.c.) rızâsı için işlenmesi, bütün ölçülerin İslâmî hükümlerden alınması gerekir.
Kur'an, mü’minlere, kendi akrabalarınız aleyhine bile olsa adâletten ayrılmayın diye emretmektedir.4513 Mümin, diğer insanları Âdem’in çocukları olarak insanlıkta eş, mü’minleri dinde kardeş bilir. Diğer insanlar da inanmasalar bile
4509] Tirmizî, Birr 49, hadis no: 1979, 4/351
4510] İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949, 2/1302
4511] Müslim, İmâre 57, hadis no: 1850, 3/1478; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3948, 2/1302; Nesâî, Tahrim 28, 7/112
4512] 2/Bakara, 170
4513] 4/Nisâ, 135
- 1024 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’ın kullarıdır. Hepsi de bir ana-babadan dünyaya gelmiştir, hepsi de hukuk önünde eşittirler. İnsanların doğuştan sahip olduğu bütün özellikler Allah’ın onlara verdiği fıtrat (yaratılış)tır. Kimse kendinde olan bu yaratılış özelliğinden dolayı başkasına karşı üstünlük taslayamaz. Kimin hangi ana babadan dünyaya geleceği, hangi ülkede/vatanda doğacağı ve hangi ırktan olacağı kendi elinde değildir. İnsanın elinde olmayan ve kendi seçeneği ve irâdesinin dışındaki şeylerden dolayı fazilet veya eksiklik sözkonusu olamaz.
Olumlu asabiyye duygusu, akraba ve cemaat arasında dayanışmayı sağlar, işbirliğini artırır; Ancak tarafgirliğe, övünmeye ve adâletsizliğe kaçmadan. Olumsuz asabiyye ise; ırkçılığa, yobazlığa, milliyetçiliğe (yani ulusçuluk ve ulusalcılığa), ayrımcılığa, baskıya, kültür katliamına, sömürüye, adâletsizliğe ve insan hakları ihlâllerine yol açar. 4514
Son dönemlerde Türkçede kullanılan “taassub” ve “mutaassıb” kelimeleri de “asabiyyet” kelimesinin türevleridir, aynı kökten gelmişlerdir. Asabiyye göstermeye “taassub”, taassub sahiplerine de “mutaassıb” denir. “Taassub”, aşırı bağlılık, aşırı tarafgirlik, bağnazlık; körü körüne bağlılık, bâtılda ısrar etme demektir. İslâm asabiyyete ve bu kökten gelen taassuba kesin şekilde karşı çıktığı halde, İslâm düşmanları ve onların taklitçilerince son dönemlerde müslümanlara, aşağılayıcı mâhiyette mutaassıp (bağnaz, körü körüne bağlı) denmektedir. Müslüman, asabiyyeti, taassubu kabul etmez ve kesinlikle mutaassıp olamaz.
Asabiyyenin ve taassubun bir anlamı da bağnazlık, körü körüne taraftarlık, fanatiklik olduğu için asabiyye; yalnızca ırk, soy veya kabile sevgisinde olmaz. Günümüzde çok sık görüldüğü gibi parti, grup, cemaat, vatan, ülke, bayrak, spor takımı, hatta lider sevgisinde bile olmaktadır. Aslında bu tür taraftarlığa sevgi denmez; tutku, hayranlık ve putlaştırma demek daha doğru olur: “İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah’a endâd/eşler ve benzerler edinirler ve onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenler ise Allah’ı daha çok severler. Keşke zâlimler azâbı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah’a âit olduğunu ve Allah’ın azâbına dayanmanın zorluğunu önceden anlayabilselerdi. O zaman (görecekler ki) kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşırlar ve o anda her iki taraf da azabı görmüşler, nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır. Uyanlar şöyle derler: ‘Ah, keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!’ Böylece Allah onlara işledikleri bütün işlerini kendilerine hasret, pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkmazlar.” 4515
Adına nasyonal faşizm de denilen ve Türkçede yanlış olarak “milliyetçilik” kavramıyla ifadelendirilen ırkçılık ve kafatasçılık; nice kavga, savaş ve zulümlere yol açmış şeytanî bir anlayış ve ilkel bir câhiliyye ideolojisidir. Kur’an’ın atalarıyla övünüp onların yolunu körü körüne tâkip etmeyi ısrarla kınaması4516 bu konudaki hassâsiyeti gösterir. Arap câhiliyyesi dönemindeki kabile savaşlarının sebebi ırkçılık olduğu gibi, hemen her dönemdeki soykırımların temelinde de ırkçılık vardır. Bu asra kadar bütün dünyadaki savaşların toplamından daha çok ölüme ve vahşete sebep olan 20. asırdaki iki dünya savaşının her ikisinin de temel se4514]
Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 47-50
4515] 2/Bakara, 165-167
4516] 2/Bakara, 170; 5/Mâide, 104; 11/Hûd, 1097/A’râf, 70, 173...
MİLLET
- 1025 -
bebi, ırkçılıktır.
Irkçılık Dâvâsını İlk Başlatan Şeytandır: Bilindiği gibi İblis, Allah'ın Âdem'e secde emrine itaat etmedi. Gerekçe olarak da kendisinin ateşten, Âdem (a.s.)'in de topraktan yaratıldığını gösterdi. Bu, kendi elinde olmayan yaratılışında maddî özelliklere itibar etmek, yani ırkçılık yapmaktı. İblis'in bu üstünlük ölçüsü geçersizdir. Kişiye değerini kendi hammaddesi veya soyu değil; Allah'ın koyduğu ölçü verir. O yüzden ilk ırkçı, şeytandır. Irkçılık ve soy üstünlüğü iddiası, şeytanî bir mantıktır.
Kur'an'a göre üstünlük takvâda,4517 ilimde4518 ve cihadadır.4519 Kim, kendi aslını, soyunu, ırkını başkalarına karşı bir üstünlük sebebi sayarsa, onda İblis/şeytan anlayışı var demektir. İblis, bu yanlış çıkarım sonucu Rabbine istikbar edip isyan ettiği gibi, her çeşit ırkçılık da istikbâra ve isyana yol açan tehlikedir.
İblis, Âdem'in varlığının dış görünüşüne bakıp kendini üstün görmüş ve yaratılışın iç yüzünü, sırrını, hikmetini anlamamıştır. Hâlbuki Allah'ın bütün işlerinin hikmetleri, herbirinin kendine ait sırları vardır. Âdem'i sırf toprak zanneden İblis mantığı, kendi maddesini ondan üstün sanmıştır. Materyalizm/maddecilik şeytanî bir felsefedir. Ona göre ateşten yaratılmak, bir üstünlük sebebiydi.4520 Böylece o, ateşin topraktan üstünlüğü gibi iki madde arasında, aslında olmayan bir fark görmüştü. Her iki maddenin yaratıcısının da Allah olduğunu itiraf etmesine rağmen, Âdem'in halifelik ve ilâhî ruh taşıması, eşyanın isimlerini bilmesi gibi üstünlüklerini bilmezden gelmişti.
Şeytan, Âdem'de toprak, kendisinde ateşten başka bir mâhiyet görmemiş; ölüden diri, diriden ölü yaratan ve bütün meziyetleri bahşeden Allah'ı maddeye mahkûm saymıştı. Bu, ilâhî hükümleri, kendi nefsine ve aklına göre değerlendirip mantığına ters gelen bir hükmü reddeden bir akılcılık olduğu gibi; ırkçılığın da temeli idi. Yaratıkları, ruhî yapısıyla değerlendirmeyip, sadece maddî özellikleriyle, asâletiyle değerlendiren ırkçı anlayışın temeli de İblis tarafından böyle atılıyordu. Maddeyi tek ve gerçek ölçü sanmak, şeytanca bir yanılgıdır.
Irkçılıkla İlgili Hadis-i Şerifler
“Irkçılığa (asabiyyeye) çağıran Bizden değildir; ırkçılık için savaşan Bizden değildir; ırkçılık üzere, asabiyye uğruna ölen Bizden değildir.” 4521
"Asabiyet (kavmiyetçilik) dâvâsına kalkan, onu yaymaya çalışan, bu dâvâ yolunda mücâdeleye girişen Bizden değildir." 4522
"Bir kimsenin câhiliyye âdetince kavim ve kabilesine intisab ederek onlardan yardım talep ettiğini (ırkçılık yaptığını) duyacak olursanız ona: 'babanın zekerini/penisini ye' deyin ve bunu açık açık söyleyerek îmâ ve kinâyede de bulunmayın." 4523
4517] 49/Hucurât, 13
4518] 39/Zümer, 9
4519] 4/Nisâ, 95
4520] 38/Sâd, 71-85
4521] Müslim, İmâre 53, 57, hadis no: 1850; Ebû Dâvud, Edeb 121; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3948; Nesâî, Tahrim 27, 28
4522] Ebû Dâvud, Edeb 112
4523] Ahmed bin Hanbel, 5/136
- 1026 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Vasîle bin el-Eskâ (r.a.) anlatıyor: “Ben, ‘Yâ Rasûlallah! Adamın kendi kavmine bir zulüm üzerine yardım etmesi asabiyetten (ırkçılıktan) mıdır?’ diye sordum. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Evet” buyurdu.” 4524
Rasûlullah (s.a.s.)’a soruldu: “Kişinin soyunu, sülâlesini (kavmini, ulusunu) sevmesi asabiyet (kavmiyetçilik, ırkçılık) sayılır mı?” Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: “Hayır. Lâkin kişinin kavmine zulümde yardımcı olması asabiyettir/kavmiyetçiliktir.” 4525
“Zulüm ve haksızlıkta kavmine yardıma kalkışan kişi, kuyuya düşmüş deveyi kuyruğundan tutup çıkarmaya çalışan gibidir.” 4526
“Kim kâfir olan dokuz atasını onlarla izzet ve şeref kazanmak düşüncesiyle sayarsa, cehennemde onların onuncusu olur.” 4527
"Bir kısım insanlar vardır ki, cehennem kömüründen başka bir şey olmayan adamlarla iftihar ederler, övünürler. İşte bunlar ya bu övünmeden vazgeçerler, ya da Allah nezdinde, pisliği burunlarıyla yuvarlayan pislik böceklerinden daha değersiz olurlar." 4528
“Aziz ve Celil olan Allah sizden câhiliyye devrinin kabalığını ve babalarla övünmeyi gidermiştir. Mü’min olan, takvâ sahibidir. Kâfir olan ise şakîdir. Siz, Âdem’in çocuklarısınız. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Bazı adamlar, (kâfir olarak ölen) kavimleriyle övünmeyi terk etsinler. Çünkü onlar cehennemin kömüründen bir kömürdürler yahut onlar, Allah indinde burnu ile pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha aşağıdırlar.” 4529
“Müslüman cemaatten ayrılan ve itaat yolunu terk etmiş olarak ölen kimsenin ölümü, câhiliyye ölümüdür. Ümmetime karşı harekete geçerek mü’minin imanına saygı duymaksızın ve sözleşmeli bulunduğu kimseye karşı olan ahdine vefâ göstermeksizin suçlusuyla suçsuzuyla bütün ümmetimi vurmaya kalkışan kimse Benim ümmetimden değildir. Asabiyet/ırkçılık duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken yahut ırkçılık dâvâsı güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü câhiliyye ölümüdür.” 4530
"Kim hevâsına uyarak bâtıl yolda cenkeder, kavmiyetçiliğe (asabiyet) çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre kapılırsa, câhiliyye ölümü üzere (kâfir olarak) ölür." 4531
“Bir kimseyi ameli geri bırakmışsa, nesebi, soyu onu kurtaramaz, yükseltemez, ilerletemez.” 4532
4524] İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949; Ebû Dâvud, Edeb 121, hadis no: 5119; Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160
4525] Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949
4526] Ebû Dâvud, Edeb 113, 121, hadis no: 5117
4527] Ahmed bin Hanbel, 5/128
4528] Ahmed bin Hanbel, 2/524; Ebû Dâvud, Edeb 111
4529] Ebû Dâvud, Edeb 120, hadis no: 5116
4530] Müslim, İmâre 57; Nesâî, Tahrim 27; İbn Mâce, Fiten 7; Ahmed bin Hanbel, 2/306, 488.
4531] İbn Mâce, Fiten 7
4532] İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 225
MİLLET
- 1027 -
“Her doğan çocuk millet (İslâm fıtratı) üzere doğar.” 4533
“Allah’ın ismi ile Allah(’ın yardımı) ile ve Rasûlullah’ın milleti (dini) ile gidin, yürüyün.” 4534
"Allah indinde en şerefliniz takvâca en ileri olanınızdır. Arabın Arap olmayan (acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arap olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur. Siyah derili olanın beyaz derili üzerine bir üstünlüğü yoktur, beyazın da siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takvâ iledir." 4535
4533] Müslim, S. Müslim Terc ve Şerhi, c. 8, s. 135
4534] Ebû Dâvud, 3/38
4535] Cem'u'l-Fevâid, 1/510, hadis no: 3632
- 1028 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Konu ile İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Kur’ân-ı Kerim’de “Millet” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (15 Âyet): 2/Bakara, 120, 130, 135; 3/Âl-i İmrân, 95; 4/Nisâ, 125; 6/En’âm, 161; 7/A’râf, 88, 89; 12/Yûsuf, 37, 38; 14/İbrâhim, 13; 16/Nahl, 123; 18/Kehf, 20; 22/Hacc, 78; 38/Sâd, 7.
B- Ümmet Konusunda Âyetler:
a- Müslüman Ümmet: 2/Bakara, 128, 134, 141, 143; 21/Enbiyâ, 92; 22/Hacc, 78.
b- Vasat Ümmet: 2/Bakara, 143.
c- Hayırlı Ümmet: 3/Âl-i İmrân, 104, 110, 113; 5/Mâide, 54; 7/A’Râf, 181.
d- Muhammed Ümmeti Amel Yönünden Üç Sınıftır: 35/Fâtır, 32-33.
e- Muhammed Ümmetinin Üstün Özellikleri: 2/Bakara, 143; 3/Âl-i İmrân, 110; 7/A’râf, 181; 8/Enfâl, 68; 10/Yûnus, 14; 21/Enbiyâ, 10; 22/Hacc, 78; 23/Mü’minûn, 52-53.
g- Yahûdi ve Hıristiyan Ümmet: 2/Bakara, 141.
h- İnsanlar Tek Ümmetti: 2/Bakara, 213, 253; 10/Yûnus, 19; 23/Mü’minûn, 52-53.
i- Allah Dileseydi, Bütün İnsanlar Tek Ümmet Olurdu: 11/Hûd, 118-119; 16/Nahl, 93; 42/Şûrâ, 8.
j- Ümmetlerin Çeşitli Olmasının Hikmetleri: 5/Mâide, 48; 6/En’âm, 38; 11/Hûd, 118-119.
k- Her Ümmetin Bir Eceli Vardır: 7/A’râf, 34; 10/Yûnus, 49; 15/Hıcr, 4-5, 8; 16/Nahl, 61; 23/Mü’minûn, 43.
C- Irk ve Irkçılık Konusunda Âyetler:
a- Renklerin Başka Başka Oluşu: 30/Rûm, 22; 35/Fâtır, 27-28.
b- Dillerin Başka Başka Oluşu: 30/Rûm, 22
c- İnsanların Soylara ve Hısımlara Ayrılması: 25/Furkan, 54; 49/Hucurât, 13
d- Irk Üstünlüğü Yoktur: 49/Hucurât, 13.
e- Soy-Sopla Öğünmek: 102/Tekâsür, 1-7.
f- Soysuzların Kötülenmesi: 68/Kalem, 13.
Konu ile İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Müslim, İmâre 53, 57
Ebû Dâvud, Edeb 120, hadis no: 5116; Edeb 121, hadis no: 5117, 5119
İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 225; Fiten 7, hadis no: 3949
Nesâî, Tahrim 27
Ahmed bin Hanbel, 2/306, 488; 4/107, 160; 5/128
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1- Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 399-400
2- Fî Zılâli’l Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 227-229
3- Tefsîr-i Kebir (Mefâtihu’l-Gayb), Fahruddin er-Râzî, Akçağ Y. c. 3, s. 404-405
4- Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 523-527
5- El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, İmam Kurtubî, Buruc Y. c. 2, s. 301
6- El-Mîzân Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabâî, Kevser Y. c. 1, s. 376
7- Kur'ân-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 242-244
8- Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Y. c. 1, s. 230
9- Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. C. 13, s. 350-359
10- Millet, Milliyetçilik ve Irkçılık, Kemal Solak, Şelale Y.
11- Millet-i İbrahim, Ebû Muhammed bin Ahmed, Ebâbil Y.
12- Milletlerin Yokoluş Sebepleri, Veysel Özcan, Mirfak Y.
13- Milletlerin İtibarı, Seyyid Ahmet Arvasi, Burak Y.
14- Milliyetçi miyiz? Müslüman mıyız? Mehmet Sümbül, Objektif Y.
15- Sömürgeciliğin İleri Karakolu Milliyetçilik, Nedim Taner, Akabe Y.
16- Milliyetçilik: Bir Din, Carilton J.H. Hayes, İz Y.
17- Teori ve Pratikte Milliyetçilik, Mustafa Tahhan, Risale Y.
18- Ulustan Ümmete, Mecid Arsan Kilani, Pınar Y.
19- Çağdaş Fikir Akımları 1-3, Muhammed Kutub, İşaret Y.
MİLLET
- 1029 -
20- Çağdaş Kavramlar ve Düzenler, Ali Bulaç, Beyan Y.
21- İzmlerin Çöküşü ve İslâm’ın Yükselişi, Mehmet Emin Gerger, Şelale Y.
22- İslâm Dünyası ve Milliyetçilik, M. Gıyaseddin, Pınar Y.
23- Nasyonalizm Fitnesi, Abdulfettah Mazlum, Fıtrat Y.
24- Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik (1876-1923), Mete Tunçay, İletişim Y.
25- Türk Milliyetçiliği ve Batılılaşma, Ezel Erverdi, Dergâh Y.
26- Milliyetçilik Şuurumuz, İsmail Çetin, Dilara Y.
27- Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Erol Güngör, Ötüken Neşriyat
28- İslâmiyet, Millet Gerçeği ve Laiklik, Heyet, Aydınlar Ocağı Y.
29- Bediüzzaman ve Milliyetçilik, Zekeriyya Yıldız, Timaş Y.
30- Bediüzzaman’ın Görüşleri Işığında İslâm ve Milliyetçilik, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
31- Türkiye Cemaatçı Milliyetçilik ve Nurettin Topçu, Süleyman Seyfi Öğün, Dergâh Y.
32- İslâm, Asabiyye, Milliyetçilik, A. Ercüment Gedikli, Taşmedrese Y.
33- Milletlerin Düzenine İlmî Usuller, İbrahim Müteferrika, M.E.B. Y.
34- Millet ve Hükümdarlar Tarihi, Taberi; terc Zakir k. Ugan, Ahmet Temir, M.E.B. Y.
35- Kur’an’da Siyasî Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s.172-175
36- İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 414-415; 728-731, 47-50
37- Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 246-249
38- Şamil İslâm Ansiklopedisi, (Ahmet Özalp), Şamil Y. c. 4, s. 192-194
39- Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, (Milliyetçilik), c. 3, s. 32-35
40- Metâlib ve Mezâhib, Muhammed Hamdi Yazır, Eser Neşriyat, s. 35
41- İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 306
42- Köşeli Yazılar (Kavmiyetçilik), Mehmet Pamak, Denge Y. s. 178-181
43- Sulh Çizgisi, İbrahim Canan, Şahsi Y. s. 70-72
44- İnsanları Tefrikaya Düşüren Faktörler, Mahmut Balcı, İhtar Y. s. 43-48
45- (Ümmet:) Ümmet Bilinci, Atasoy Müftüoğlu, Denge Y.
46- (Ümmet:) İlmî ve Siyasî Tahliller, Molla Mansur Güzelsoy, Fıtrat Y. s. 15-35
47- (Ümmet:) Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 532
48- (Ümmet:) Kur’an’da Siyasî Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 169-171
49- (Ümmet:) İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 728-730
50- İslâm'da Irkçılık ve Milliyetçilik, Ahmed Naim Efendi, Şahsi Y.
51- Türkiye'de İslâm ve Irkçılık Meselesi, M. Ertuğrul Düzdağ, Cihad Y.
52- Dünyayı Saran Nasyonalizm Fitnesi, Abdülfettah Mazlum, Fıtrat Y.
53- İslâm ve Milliyetçilik, Ali Muhammed Nakavi, İran İslâmî Tebliğ Teşkilatı Y.
54- Ulusal Kimlik Türk Ulusçuluğunun Doğuşu, Celalettin Vatandaş, Açılım Kitap
55- Milli Din Arayışı ve Türk Müslümanlığı, Ramazan Yazçiçek, Ekin Y.
56- Kemalizm, Laiklik, Şehidlik, Mehmet Pamak, Ekin Y.
57- Zirvedeki Mankurtlar, Resmi İdeolojiye Eleştirel Bir Bakış, Taha İslam, Genç Birikim Y.
58- Kürt Sorunu ve Müslümanlar, Heyet, Ekin Y.
59- Toplumsal Kimlik ve Millet, Vahdettin Işık, Haksöz, sayı 56 (Kasım 95)
60- Millet Sevgisinin Önemi ve Ölçüsü, Halil Atalay, Ribat, Aralık 2000

Okunma 951 kez