Cumartesi, 06 Şubat 2021 13:17

BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE
RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
• Bel’am Kimdir
• Kitab Bilgisine Rağmen Azgınlaşan Kimse
• Bel’am; Bir “Devlet Âlimi” Prototipi
• Kimlikten Karaktere Bel’am ve Bel’amlık
• Bel’am; Bir Din Tüccarı
• Kur’ân-ı Kerim’de Bel’am Karakteri; Sorumlu ve Sorunlu Âlimler
• Hadislerde Bel’am Tipli Kötü Âlimler ve İlmin Sorumluluğu
• Bel’amların Râzı Olduğu Devlet Dini ve Diyânet
• Çağından Sorumlu Kişiler; Âlimler
• En Korkunç Felâket: Âlimlerin Dünyevîleşmesi
• İlme İhânet Edenler
• En Korkunç Felâket: Âlimlerin Dünyevîleşmesi
“Onlara (Yahûdilere) kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın tâkibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin (Bel’am’ın) haberini oku.”
Dileseydik elbette onu âyetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı ve hevâsınınn/hevesinin peşine düştü. Onun durumu, üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu budur. Bu kıssayı anlat, umulur ki düşünür, ibret alırlar.”
Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmetmekte olan kavmin durumu ne kötüdür!”
Allah kimi hidâyete erdirirse, doğru yolu bulan odur. Kimi de saptırırsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır.” 3528
“Kendilerine Tevrat yükletilen, sonra onu, taşımayanların (Kitab’ın hükümleriyle amel etmeyenlerin) durumu, koca koca kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür! Allah, zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez.” 3529
3528] 7/A’râf, 175-178
3529] 62/Cum’a, 5
- 950 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bel’am Kimdir?
Bel’am; Hz. Mûsâ (a.s.) zamanında yaşamış ve sonradan irtidat etmiş olan ilim adamıdır. A’râf suresinin 175-176’ncı âyetleri münâsebetiyle ismi çeşitli tefsir ve tarih kitaplarına girmiş olan Bel’am İbn Bâura (veya Bel’am İbn Eber)’nın, İsrâiloğulları’ndan, Yemen diyarından veya Ken’an ilinden Allah’ın dinini öğrenmiş, ilim ve irfan sahibi, duâsı müstecap, yanında Allah’ın ismi a’zamı bulunan ve fakat sonradan itaatsizliğe düşmüş bir kimse olduğu şeklinde rivâyetler vardır. Her ne kadar Lût’un (a.s.) kızlarından biri ile evlenmiş olduğu söylenirse de, bunun yahûdiler tarafından müslümanlar aleyhine uydurulmuş bir iftira olduğu bilinmektedir. 3530
Bel’am’a konu teşkil eden âyet meâlleri şöyledir: “Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz âyetlerden sıyrılarak azgınlardan olan kişinin olayını anlat. Dileseydik, onu âyetlerimizle üstün kılardık; fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu. Durumu, üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalan sayan kimselerin hâli böyledir. Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler.” 3531
Bel’am’la ilgili olarak İslâmî kaynaklarda şunlar anlatılmaktadır: “Rivâyete göre Mûsa (a.s.), Ken’âniler’in Şam’daki topraklarına girmişti. Bu sırada Bel’am, el-Belkâ köylerinden Bal’â’da bulunuyordu. Ken’âniler’den bazıları Bel’am’ın yanına gelerek: “Ey Bel’am, Mûsa İbn İmrân İsrâiloğulları’nın başında olduğu halde bizi yurdumuzdan sürmek ve öldürmek üzere geldi. Bizim ülkemize İsrâiloğulları’nı yerleştirecek. Senin kavmin olan bizlerin ise yerleşecek bir yerimiz yok. Sen duâsı kabul edilen bir kimsesin. Onları defetmesi için Allah’a duâ et”, dediler. Bel’am: “Yazıklar olsun size! O Allah elçisidir; melekler ve mü’minler de onunla beraberdir; onlar aleyhine nasıl duâ edebilirim! Bildiğimi bana Allah öğretti” diye red cevabı verdi. Kavmi duâ etmesi hususunda ısrar ettiler. Bel’am da eşeğine binerek, İsrâiloğulları’nın çıkmakta olduğu dağa doğru ilerledi. Bu dağ, Husban dağıdır. Biraz gittikten sonra eşeği yere çöktü. Eşeğine binerek biraz ilerledikten sonra hayvan yine çöktü. Bel’am biraz evvelki gibi hareket ettikten sonra tekrar hayvanına bindi. Biraz yol alınca eşek yine çöktü. O, yine eşeği yerinden kalkıncaya kadar dövdü. Nihâyet eşek, Bel’am aleyhinde bir delil teşkil etsin diye, Allah’ın izni ile konuşarak şöyle dedi: “Ey Bel’am, nereye gidiyorsun? Meleklerin önümde durarak beni yolumdan çevirdiklerini görmüyor musun? Allah elçisi ile mü’minler senin kavmin aleyhinde duâ etmektedirler.” Fakat Bel’am, buna aldırış etmeden eşeğini döverek yoluna devam etti. Nihâyet eşek onu Husban dağına çıkardı, Mûsâ’nın (a.s.) ordusunun ve İsrâiloğulları’nın karşısına götürdü. Bel’am onlara bedduâ etmeye başladı; fakat İsrâiloğulları’na beddûa ederken Allah onun dilini kendi kavmi aleyhine çevirdi. Yanında bulunan halk, onun kendi aleyhlerine bedduâ etmekte olduğunu görünce: “Ey Bel’am! Ne yaptığını biliyor musun? Sen İsrâiloğulları’na hayır duâda, bize bedduâda bulunuyorsun” dediler. O: “Ben bunu kendi ihtiyarımla yapmıyorum, Allah dilime hâkim oldu” dedi. Bunun üzerine dili ağzından çıkarak göğsü üzerine sarktı. Sonra kavmine: Dünya ve âhiret benim elimden gitti, artık hileye başvurmaktan
3530] Taberî, Tefsiru’t-Taberî, Mısır, 1373/1954, IX, 119-120; Fahruddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, Mısır, 1308, XV, 54; D. B. Macdonald, İA, “Bel’âm İbn Bâura” Mad.
3531] 7/A’râf, 175-176
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 951 -
başka çare yoktur...” dedi. 3532
Her ne kadar müfessirler âyetlerin nüzûl sebebi olarak daha çok Bel’am’ın ismi üzerinde durmuşlarsa da, sözkonusu âyetlerle anlatılmak istenenin Bel’am olduğu yolundaki rivâyetleri ve onunla ilgili olarak anlatılan kıssaları doğrulayacak -güvenilir- hiç bir eser yoktur. Aynı şekilde yalnız Bel’am’ın, âyetlerin nüzulüne sebep teşkil etmiş olması da doğru değildir. 3533
Öte yandan, âyetlerde bahsi geçen kişinin, Bel’am’ın dışında, Ümeyye İbn Ebi’s-Salt, er-Râhib Ebû Amr, İsrâiloğulları’ndan duâsı makbul bir kişi, münâfık olan her kişi veya yahûdi, hristiyan ve haniflerden olup da Hakk’tan ayrılan herkes olduğu şeklinde de rivâyetler vardır. 3534
Öyle anlaşılıyor ki âyetler, Bel’am ve hareketleri itibariyle onun gibi olan herkese şâmildir. Çünkü Allah’ın âyetlerini yalnız bir veya birkaç kişiye hasretmek doğru olmaz; onlar geniş kapsamlıdırlar. Burada asıl üzerinde durulması gereken konu; Bel’am’la ilgili olarak söylenen ve İslâmî kaynaklara girmiş olan bilgilerin büyük çoğunluğunun İsrâiliyyâta dayanmış olmasıdır.3535 Çünkü İslâmî kaynaklarda zikredilen bilgiler -bazı isim ve ifade değişiklikleri hâriç- Kitab-ı Mukaddes’te geçen bilgilerin tamamen aynısıdır. 3536
Ancak Bel’am, dünyevî çıkar ve hesaplar için Allah’ın dinini tahrif eden bir ilim ve din adamını küfür sistemlerine ve kâfir yöneticilere yaranmak maksadıyla Allah’ın hükümlerini çiğneyen ve asıl gayesinden saptıran kimseleri temsil etmektedir.
İnsanları “Allah (c.c.) adını kullanarak”’ aldatan, hevâ ve heveslerini tatmin için “Tevhid akîdesini” tahrip eden “Bel’am’ın” etkisi korkunçtur. İslâm topraklarında; kâfirlerin istilâsını hazırlayan güç, “Bel’am”dır.
Allah’ın (c.c.) indirdiği hükümlere karşı ayaklanan ve İslâm’a küfreden yönetimlerle yani tâğûtî güçlerle din adına uzlaşan ve müslümanları da “Allah (c.c.) adını kullanarak” aldatan, Kur’ân’daki ifâdeyle “köpek sıfatlı” kimselerin ortak ismi Bel’am’dır. Bu köpek sıfatlı kimseler de; Allah’ın (c.c.) indirdiği hükümlerin bir kısmını kabul, bir kısmını “zamanın değişmesi” gerekçesiyle sükûtla geçiştirirler. Günümüzde, başta resmî ideolojiyi kabul eden ve İslâm’ı o ideolojiye hizmetçi kılmaya çalışan müesseseler olmak üzere, çok sayıda Bel’am benzeri vardır. Bunlar “çok dindar” görünmekle birlikte, tâğut’a itikad ve iman etme noktasında titizdirler. “Ulü’l-Emr” kavramını İslâm’a karşı ayaklanan güçlere izâfe ederek, mü’minleri yanıltırlar. İşte bunlar çağdaş Bel’am’lardır. 3537
3532] Taberî, a.g.e., IX, 124-126; Râzî, a.g.e., XV, 54; İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Târih, Beyrut 1385/1965, I, 200 vd; İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Riyad 1966, I, 322 vd.
3533] Kasımî, Mehâsinü’t-Te’vil, VII, 2906
3534] Taberi, a.g.e., IX, 119 vd; Râzî, a.g.e, XV, 54; Zemahşeri, el-Keşşaf, Beyrut 1366/1947, II, 78; Mes’üdî, Mürûcü’z-Zeheb, Mısır 1384/1964, I, 52; İbni Kesir, a.g.e., I, 322
3535] D. B. Macdonald, İ A, II, 464-465; Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Ankara 1979, s. 242
3536] Kitabı Mukaddes, İstanbul 1981, Sayılar XXII, 2-41; XXIII 1-30; XXIV, 25; XXII, 16; Yeşu XXIV, 9
3537] Ahmed Güç, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 221-222
- 952 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kitab Bilgisine Rağmen Azgınlaşan Kimse
Bel’am, Tevrat ve İslâmî kaynaklarda, önceleri iyi bir mü’min iken, daha sonra Hz. Mûsâ ve kavmi aleyhine hile tertiplediği için cezâlandırıldığı rivâyit edilen kişidir. Müfessirlerın çoğunluğuna göre Kur’ân-ı Kerim’de ismi zikredilmeksizin, 7/A’râf, sûresinin 175-176. âyetlerindeki ifadelerde kendisinden söz edilen kişi Belam bin Bâûrâ’dır. Kaynaklarda Bel’am, Bel’âm, Bel’âm bin Bâurâ, Bel’am bin Eber veya Bel’âm bin Bâûrâ’ şeklinde kaydedilen bu kişi,3538 Tevrat’ta Beor’un oğlu Balaam olarak geçmektedir.3539 Ve peygamber3540 diye takdim edilen Bel’am’ın kehânetlerine büyük önem verilmektedir.3541 Bel’am’ın kıssası Tevrat’ta en az iki ayrı rivâyet halinde nakledilir ki, bu rivâyetler birbirinden farklıdır.3542 Elohist denilen rivâyete göre o Ârâmî veya Amorî bir kâhindir. Tanrı’ya inanmakta ve O’ndan ilham almaktadır. Moab Kralı Balak’ın İsrâiloğulları’na lânet etmesi husûsundaki ısrarlarını ancak Tanrı tarafından müsaade edilince kabul eder.3543 Yahvist denilen rivâyete göre ise o Midyanlı (Medyen’li) bir kâhin olup3544 Balak’ın dâvetine Tanrı’nın izni olmaksızın icâbet etmiştir.3545 Tevrat’taki kıssaya göre, Hz. Mûsâ başkanlığındaki İsrailoğulları’nın çölde Ken’an diyarına doğru ilerlediklerini gören Moab kralı endişeye kapılır. İsrâiloğulları’na karşı kendilerine yardım etmesi için Bel’am’ı dâvet eder. Zira Bel’am’ın mübârek kıldığı mübârek olmakta, lânetlediği ise lânetlenmektedir.3546 Bel’am ise Rabden alacağı emre göre hareket edeceğini bildirir; ne var ki bu konuda kendisine müsâade verilmez. Moab kralının ikinci defa ısrârı üzerine yine Rabbe danışan Bel’am’a bir rivâyete göre gitme izni verilir,3547 diğer bir rivâyete göre ise o, izin verilmeksizin yola çıkar.3548 Yolda eşeği melek tarafından durdurulur. Sonra yoluna devam eder ve Balak’a sadece, Allah’ın kendisine söyleteceği şeyleri söyleyebileceğini ifâde eder. Söylediği dört meselin hepsinde de kralın beklediğinin aksine, İsrâiloğulları’na lânet edeceğine onları mübârek kılar.3549 Bel’am, Allah’ın lânet etmediğine lânet edemeyeceğini, Rabbin bedduâ etmediğine bedduâda bulunamayacağını, O’ndan emir aldığını, Allah’ın sözlerini işittiğini, yüce olanın bilgisini bilen kişi olduğunu, Rabbin sözünden öteye geçemeyeceğini ifâde eder.3550 Bununla beraber Kitâb-ı Mukaddes’te Bel’am’ın İsrâil’e düşman olarak tasvir edildiği de görülür. İsrâiloğulları’nın Midyan kadınlarıyla zinâ ederek felâkete uğramaları Ruhban metninde Bel’am’ın bir hilesi olarak gösterilir.3551 Balak’a, İsrâiloğulları’nın Moablı kadınlarla zinâ etmelerini, putlara kesilen kurbanlardan yemelerini sağlamasını, böylece onların günahkâr olup cezâlandırılacaklarını öğreten Bel’am’dır.3552 Bel’am ile ilgili
3538] Taberî, Tefsir, IX/82; Kurtubî, Tefsir, VII/319
3539] Sayılar, 22/5), Kâhin (Yeşu), 13/22
3540] Petrus’un İkinci Mektubu, 2/15
3541] Sayılar, 22/6
3542] Sayılar, 22-24
3543] Sayılar, 22/5-21
3544] Sayılar, 31/8
3545] Sayılar, 22/22-34
3546] Sayılar, 22/6
3547] Sayılar, 22/20
3548] Sayılar, 22/22
3549] Sayılar, 23/7-10, 18-24; 24/3-9, 15-24
3550] Sayılar, 23/8, 20; 24/4, 12, 16
3551] Sayılar, 31/16
3552] Vahiy, 2/14
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 953 -
kıssada bu husûsa yer verilmez, ancak İsrâiloğulları’nın Moablı kızlarla zinâ ettikleri, onların ilâhlarına eğildikleri ifâde edilir.3553 Bel’am İsrâiloğulları tarafından öldürülmüştür. 3554
İslâmî kaynaklar umûmiyetle yukarıda meâli verilmiş olan 7/A’râf sûresinin 175 ve 176. âyetlerinde kastedilen kişinin Tevrat’ta da zikredilen Bel’am bin Bâûrâ olduğunu, söz konusu âyetlerden önce Hz. Mûsâ ve İsrâîloğulları’ndan bahsedilmesinin de bunu gösterdiğini belirtirler. Fakat bu kişinin Ümeyye bin Ebü’s-Salt es-Sekafî veya Nu’mân bin Sayfî er-Râhib olduğuna dâir görüşler de vardır. 3555
İslâmî kaynaklarda Bel’am bin Bâûrâ ile ilgili çeşitli rivâyetler yer almaktadır. Bu rivâyetlerden birine göre Hz. Mûsâ’nın, Kur’ân-ı Kerim’de “cebbar bir kavim” şeklinde nitelendirilen bir toplulukla savaşmak için hazırlanması üzerine Bel’am’ın kavmi ona durumu anlatarak Mûsâ’nın etkisiz kılınması için duâ etmesini isterler. Ancak Mûsâ’nın peygamberliğine inanan ve iyi bir mü’min olan Bel’am bu isteği reddeder. Allah’ın kendisine Mûsâ’ya bedduâ konusunda izin vermediğini belirterek öteki isteklerini de geri çevirirse de, kavmi onu hediyelerle kandırıp bedduâ etmesini sağlarlar. Ancak Allah bu bedduâyı onun kavmine çevirir; Bel’am’ın da Allah tarafından bir cezâ olmak üzere dili göğsüne doğru sarkar. Artık dünya ve âhiretinin yıkıldığını düşünen Bel’am, hiç olmazsa kavmini kurtarmak için onlara Hz. Mûsâ ve İsrâiloğulları’na karşı kullanılmak üzere bir hile öğretir. Buna göre bu kavim, kadınları süsleyerek Mûsâ’nın sefer halinde olan askerleri arasına gönderecek ve bu kadınlar onları baştan çıkaracaktır. Gerçekten Şimeonîler’in reisi Zimri, Sur kızı Kozbi ile zinâ etmiş ve bu yüzden İlâhî bir cezâ olmak üzere baş gösteren vebâ salgınında 70.000 kişi ölmüştür. 3556
Bir başka rivâyete göre ise Bel’am Hz. Mûsâ’ya bedduâ edemeyeceğini, çünkü aynı dine mensup olduklarını belirtmiş, çarmıha gerilerek öldürülme tehdidi üzerine ise ism-i a’zam’ı okuyarak Hz. Mûsâ’nın şehre girmemesi için duâ etmiş, duâsı kabul olunmuş ve böylece İsrâiloğulları çölde kalmışlardır. Bunun üzerine Hz. Mûsâ, Bel’am’dan ism-i a’zam ile imanın alınması için duâ etmiş ve ilgili âyette belirtildiği gibi Bel’am’a verilen “âyetler” geri alınmıştır. 3557
Bel’am’ın İsrâiloğulları’ndan, Ken’ânîler’den veya Yemenli olduğu, ona verilen âyetlerden maksadın ise “ism-i a’zam”, “suhuf” veya “kitap” olduğu da rivâyet edilmiştir. Hatta ona peygamberlik verildiği de söylenir. Ancak İslâm inancına göre kendisine peygamberlik verilen bir kişinin hak dini terketmesi mümkün olmadığından bu rivâyete itibar edilmemektedir. 3558 gerekmektedir.
Söz konusu âyetlerde kıssası anlatılan kişinin Bel’am bin Bâûrâ olduğuna dâir bir işaret yoktur. Burada hak ve hakikati gördükten sonra onu bırakıp şeytanın peşine düşenin kötü durumu ifade edilmektedir. Mutasavvıflar ise Bel’am bin Bâûrâ’yı, kibir ve dünyevî arzular sebebiyle sapıklığa düşenlerin bir örneği
3553] Sayılar, 25/1-3
3554] Sayılar, 31/8; Yeşu, 13/22
3555] Taberî, Tefsir, IX/83, Kurtubî, Tefsir, VII/320, İbn Kesîr, Tefsîr, III/507; Sa’lebî, Arâisu’l-Mecâlis, s. 182
3556] İbn Kesîr, Tefsir, III/511; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, IX/112
3557] Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, IX/112
3558] Kurtubî, Tefsir, VII/320; İbn Kesir, Tefsir, III/509
- 954 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olarak takdim etmektedirler. 3559
Bel’am; Bir “Devlet Âlimi” Prototipi
Bel’am’la ilgili olduğu değerlendirilmesi yapılan âyet meali şudur: “Onlara, kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku. Dileseydik elbette onu âyetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı ve hevâ/hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Eğer üstüne varsan, dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu budur. Bu kıssayı anlat, umulur ki düşünür, ibret alırlar.” 3560
Âyetlerde, Hz. Peygamber’den, geçmişte yaşanmış bir olayın kahramanını anlatması isteniyor. Olayın kahramanının adı geçmiyor. Onun yerine, tavır ve davranışı geçiyor. Kur’an’ın üslûbu budur. Nedeni de, dikkatler özel isimler, özel yerler, özel zamanlar ve toplumlar üzerinde değil de, tavırlar üzerinde yoğunlaşması içindir. Âyetin çizdiği hastalıklı tipin belirgin özellikleri şunlardır: Kendisine mûcize, vahiy, kitap, ya da birtakım olağanüstü ve herkeste olmayan yetenekler verilen bir ulu, önder ve âlim kişi, daha önce bu İlâhî ödülü hak eden bir davranış içerisinde olduğu halde sonradan bozuluyor. Kendisine verilen âyetlerle amel etmeyip onlara sırtını dönünce, şeytanın askeri oluyor. Vahiyden uzaklaştıkça azgınlaşıyor. Âyetleri ihtirasları uğruna kullanıyor.
Azgınlığının temel sebebi makam-mevkî, mal-mülk, şöhret-servet sevdâsı. O, dünyalığı Allah’a tercih edip Allah’ın verdiği âyetleri menfaat temininde kullanınca, Allah da ona verdiği âyetleri, o âyetlerle gelen tüm meziyet ve faziletleri alıyor. Adam şahsiyetini kaybederek, “köpek gibi”, bir çanak yal uğruna her türlü zillete eyvallah eder hale geliyor. Kovsan da, sevsen de, dövsen de onun için fark etmiyor. Tabiatı köpekleştiğinden, kendisini tutanla kendisini iten arasındaki farkı göremeyip, her ikisine de dilini sarkıtıp soluyor. Âyette yapılan bu keskin tasvir, “İşte âyetlerimizi yalanlayanların hali budur” cümlesiyle tamamlanıyor. Hz. Peygamber’e de bu kıssayı anlatması emrediliyor ki, bu âyetlerin nâzil olduğu Mekke döneminin sonlarında tıpkı bu adam gibi bilgi ve hikmet sahibi olup da ilmini şeytana satan kimseler “belki düşünür, öğüt alırlar” diye...
Âyette geçen şahsın gerçek kimliği hakkında farklı rivâyetler var. Bel’am bin Baura (Eber), Ümeyye bin ebi’s-Salt es-Sakafî, Ebû Amir bin Sayfî bu isimlerin başında geliyor. Bel’am, âyette anlatılan kıssanın gerçek sahibi ve mâzideki sebeb-i nüzûlü, Ümeyye bin Ebi’s-Salt, haldeki sebeb-i nüzûlü, Ebû Amir ise istikbaldeki sebeb-i nüzûlüdür.
Hz. Ali, İbn Ömer, İbn Abbas, Mücâhid, İkrime ve müfessirlerin büyük bir çoğunluğu, kıssası anlatılması istenen bu adamın, Benï İsrail bilginlerinden Bel’am bin Baura olduğunu kabul ederler. Mücâhid, Abdullah bin Amr, Kelbî ise Ümeyye bin Ebi’s-Salt’tır diyorlar. Said bin Müseyyeb ise Ebû Âmir’de karar kılıyor. 3561
Tevrat ve İncil’de Bel’am, Boer oğlu Balam olarak geçer. 3562 İslâmî
3559] Encyclopédie de l’İslam, Leiden, 1954, I/1014; Ömer Faruk Harman, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 389
3560] 7/A’raf, 175-176
3561] Taberî, Câmiu’l-Beyan, 6/118-121; Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 7/319-320
3562] Kitab-ı Mukaddes, Sayılar, 22-23
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 955 -
kaynaklarda anlatılan rivâyetler de, Tevrat’ta verilen Bel’am portresiyle uyuşmaktadır. Tevrat’ta anlatılanları biraz daha detaylandıran İslâmî rivâyetler de Bel’am’ın resmî din adamı kimliğini tescil eder. Duâsı makbul bir bilgin olan bu kişi, kavminin ısrârı üzerine Hz. Mûsâ’ya bedduâ etmiş, o yüzden dili göğsüne kadar sarkmış.
Moab’lılar, “onlara bedduâ et” dediler. O dedi ki: “Benim elimde olmayan bir şeyi bana emrediyorsunuz.” Onlar dediler: Eğer Rabb’in onlara bedduâ etmenden hoşlanmazsa daha önce olduğu gibi bundan seni alıkoyacaktır.” Başladı İsrâiloğullarına bedduâya. Lâkin onlara bedduâ ederken dili sürçüp kendi halkına bedduâ ediyordu. Kendi halkının zaferi için duâ etmek istediği zaman da, dili sürçerek Allah’ın izniyle Mûsâ ve ordusunun muzaffer olması için duâ ediyordu. Toplumu: “Sen onlara değil, bize bedduâ ediyorsun” dediklerinde, “Benim dilim bundan başkasına dönmüyor. Kaldı ki onlara bedduâ etseydim bile kabul olunmayacaktı” diye yakındı. “Lâkin” dedi, “size bir yol göstereyim. Eğer yaparsanız onları yenersiniz. Allah zinâya çok gazaplanır. Eğer onlar zinâya düşürülebilirse, helâk olurlar. Allah’ın onları bu şekilde helâk etmesini umuyorum. Kadınlarınızı çıkarıp onların üzerine gönderin. Onlar yılları yollarda geçmiş seferî bir toplumdur; bu yüzden zinâya meyledip helâk olmaları daha kolaydır. 3563
Bundan sonrası kolay oldu. İsrâiloğulları, peygamberlerini dinlemeyerek Moab’lı fahişelerle zinâya koştular. Moab’lı fahişelerin sunduğu putlara adanmış muhtemelen mikroplu etleri yedikleri için İsrâiloğulları içerisinde salgın bir hastalık çıkmış ve kitlesel ölümlere (Taberî’ye göre 70 bin) sebep olmuştu. Âyetteki “hevâsına uydu” ibâresini Kurtubî “mala çok düşkün olan hanımının müslüman İsrâiloğullarına bedduâ etmesi için yaptığı ısrarlı taleplere uymuştu” şeklinde açıklar. 3564
Tüm bu bilgiler, 7/A’râf 175-176. âyetleri desteklemektedir. Âyette sözü edilen kimsenin Bel’am olduğuna hükmetmek, -diğer şahısların âyette belirtilen tüm özelliklere sahip olmadığı için- en uygun görünmektedir.
Âyetlerin sebeb-i nüzûlü olarak görülen ikinci isim de Ümeyye bin Ebi’s-Salt es-Sekafî. Olumsuz bir prototip olan “Bel’am” tipini iyi tanımak için Ümeyye’den kısaca söz etmemiz gerekecek:
Tâif’teki Sakîf kabilesinin en ünlü şâiri olan Ümeyye bin Eb’s-Salt bi’setten önce hanîf olarak bilinenler arasındaydı. Rasûlullah onun şiirini dinlerdi. Hatta birgün onun şiirini dinledikten sonra “Onun şiiri müslüman olmuştu” buyurur. Hadisin bir başka varyantında şöyle bir ziyâde var: “Keşke kendisi de müslüman olsaydı.”3565 Müslim’deki bu ibâre, İbn Mâce’de temennî edâtıyla “neredeyse müslüman olmuştu” biçiminde gelir. 3566
İbn Kuteybe, eş-Şi’r ve’ş-Şuarâ adlı eserinde Ümeyye bin Ebi’s-Salt’ın şiirlerine üç sayfa ayırmış. Oradan öğreniyoruz ki Ümeyye câhiliyye Araplarından tamamen farklı bir inanca sahipti. “İlâhu’l-âlemîn” olarak andığı Allah’tan “ferdun ve muvahhadun: Bir başına ve tek” olarak söz eden Ümeyye; cennete,
3563] Taberî, Câmiu’l Beyân, 6/123
3564] Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l Kur’an, 7/322
3565] Müslim, Kitâbu’ş-Şiir, 41-1
3566] İbn Mâce, Edeb 41, hadis no: 3757
- 956 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cehenneme, meleklere, peygamberlere inanmaktadır. “O yeryüzünün tamamına egemendir” dediği Allah’ı “göklerin ve yerin meliki” olarak anar. İbranca ve Süryanca’ya vâkıf olup Tevrat ve İncil’i asıllarından okuyabilmektedir.
Câhiliyye döneminde hiç puta tapmayıp içki içmemiştir. İslâm’ın zuhûrunda 8 yıl Bahreyn’de ikamet etmiştir. Rasûlullah’ın nübüvvetini haber alır-almaz Mekke’ye gelen Ümeyye, onun ağzından Kur’an’ı dinlemiş, Kureyş müşrikleri kendisine fikrini sorunca da “O hak üzeredir” demiştir. Kendisine “O halde niçin ona tâbi olmuyorsun?” denildiğinde “Onun işinin neticesini görünceye kadar bekleyeceğim” demiştir.3567 Dayısının iki oğlu Bedir’de Rasûlullah’a karşı savaşmış ve öldürülmüşlerdir. Kendisi için de sahâbe “aduvvullah: Allah’ın düşmanı” lakabını benimsemiştir. Hasta yatağında şöyle söylediği rivâyet edilir: “Bu hastalığın beni öldüreceği muhakkak. Ben Hanîf dininin doğru olduğunu biliyorum. Ama Muhammed’e karşı içimdeki kuşku beni bırakmıyor.” 3568
Ümeyye’ye herhangi bir kitap, vahiy ya da mûcize verilmediği konusunda herkes müttefik. O halde âyette “kendisine âyetlerimizi vermiştik” denilen kimse Ümeyye olamaz. Üçüncü ihtimal olan Ebû Âmir bin Sayfî, gündeme Medine’de girmiştir. Hâlbuki âyetler Mekkî’dir. Sonuçta âyette sözü edilen kimsenin Bel’am olduğuna hükmetmemiz
Kimlikten Karaktere Bel’am ve Bel’amlık
Bel’am tipi, tahrifin prototipidir. Kur’an, Tevrat, İncil ve İslâmî kaynaklarda yazılanlardan yola çıkacak olursak bu tipin temel özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
1- Bel’am ırkçı bir tiptir: Müslüman İsrâiloğullarına ve Hz. Mûsâ’ya karşı putperest Moab’ lıları ve onların putçu yöneticisi Balak’ı sırf kendi kavmi ve ülkesi olduğu için destekledi. Hakka karşı, “bizden” gerekçesiyle bâtılın yanında yer aldı.
2- Dünyacı bir tiptir: Kendisine verilen İlâhî emânete ihânet ederek, şöhret, servet gibi geçici dünya nimetleri uğruna onları fedâ etti. Dinini satıp dünyasını aldı. Bir çanak yal uğruna, sahibinin onca itip kakmasına kuyruk sallayan köpek gibi, bir miktar dünyalık uğruna ilminin izzetini sattı.
3- İlmini zâlim/kâfir yöneticilerin hizmetine veren resmî ulemâ tipidir: Kendisine “yukardan” gelen emirleri, Allah’tan gelen emirlere karşı da olsa uygulayan, bu yüzden de âyette “tutsan da itsen de dilini sarkıtıp soluyan köpek” olarak tanımlanan yüzsüz ve onursuz, “evet efendim”ci bir tip. Şairin “Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî-insâfa hizmetten” mısraında ifâde ettiği gibi, sadâkati cinâyet derecesinde midesine bağlı bir tip.
4- İlkesiz, makyavelist bir tip: Ulusal birliği ve ülkenin bütünlüğünü korumak için, kendi kutsal değerlerini de hiçe sayarak, her yolu meşrû gördü. Bu cümleden, muhtemelen zührevî ve bulaşıcı hastalığa yakalanmış Moab’lı fâhişelerin İsrâiloğulları’yla zinâ yapması fikrini ortaya attı. Harp halinde dahi, yöneticileri, ilkeli, insan hak ve onuruna saygılı davranmaya dâvet edeceği yerde, önce o hak ve onuru kendisi çiğnedi. Kendisine verilen akıl âyetini, şeytanın hizmetinde
3567] Zirikli, el-A’lâm, 2/23
3568] Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 108
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 957 -
kullandı.
Bu sayılan özellikler, kimde bulunursa, o kendi yaşadığı çağın ve toplumun Bel’am’ıdır. Kur’an, onun için yer, zaman ve şahıs ismi vermez. Çünkü bu tipler, her yerde ve her zamanda bulunabilir. Onları görünce tanımamız için özelliklerini sıralar. 3569
Bel’am; Bir Din Tüccarı
Sahip bulunduğu ilim hazinelerine karşılık, “dünya” için “din”ini satan, âhiretini dünyaya değişen ve bu doğrultuda azgın yöneticiler ve tâğutlarla işbirliği yapan, onlara hizmet veren, dini ve bilimi âlet edip kullanarak insanları zâlimlerin buyruğuna ve boyunduruğuna sokan kimliği simgeleyen bir addır Bel’am.
Tâbiri câizse, Allah’ın peygamberine, Allah’ın dinine karşı, Allah adına mücâdele veren ve halk katındaki itibarını bahane ederek tevhid mücâdelesine karşı direnen bir azgın! Bir kısım müfessirler, bu âyetin, Ümeyye bin Ebi’s-Salt hakkında nâzil olduğunu beyan etmişlerdir. Bu kişinin de, Hz. Muhammed’e (s.a.s.) nübüvvet görevi verilmeden önce “hanif”lerden olduğu, Allah’ın kısa bir süre içerisinde peygamber göndereceğini söyleyip durduğu halde, gurura kapılıp ona iman etmediği bilinmektedir. Rivâyetlerdeki ortak yön, muayyen bir şahsı tariften çok, onun prototip karakterini ortaya koymasıdır. Nüzul sebebinin husûsî olması, hükmün umûmî olmasına engel değildir. Kıyâmete kadar Bel’am’ın vazifesini yapan “Bel’am” tipi, bu karakterin yapısı ortaya konulmaktadır. İnsanları “Allah adını kullanarak” aldatan, hevâ ve heveslerini tatmin için tevhid akidesini tahrip eden Bel’am’ın etkisi korkunçtur.
Bel’am; Firavun’un ilkelerini Allah’ın dini adına muhâfaza eden bir mel’undur. Her düzenin bir sâdık bekçisi vardır. Tâğûtî düzenin sâdık bekçisi ise hiç şüphesiz Bel’am’dır. Câhiliyye düzeninde Bel’am sadece bir kişi değil; bir çetedir. Evet, Bel’amlar çetesi tâğûtî düzen tarafından örgütlenmiş bulunan bir haydutlar çetesidir. Bel’amlar çetesi, tâğûtî düzen içerisindeki kiralık din bezirgânlarıdır. Tabii ki bunları kiralayan tâğûtî düzenin kendisidir. Bu Bel’amlar çetesinin kökü Firavun düzenine dayanır. Bel’amlar çetesinin ilk reisi Bel’am bin Baura’dır.
7/A’râf sûresindeki âyetleri dikkate alarak Bel’am’ın vasıflarını şöyle sıralamak mümkündür:
Bel’am, Allah’ın âyetlerini bilen bir âlimdir.
Bel’am, Bildiği Allah’ın âyetleriyle amel etmekten vazgeçip, bunların yerine şeytanın rehberliğine sığınan kimsedir.
Bel’am, Allah’ın rızâsı yerine, gazâbına müstahak olmuştur.
Bel’am, dünyevî menfaat için imanını ve ilmini satan bir din hâinidir.
Bel’am, Firavunî düzeni devirmeye çalışan muvahhidlere hırlayan bir köpektir.
Bel’am, Allah’a tâbi olmak yerine kendi hevâsına tâbi olmuştur.
3569] Mustafa İslâmoğlu, Yahûdileşme Temayülü, s. 241-247
- 958 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bel’am, Allah’ın yasalarını yalanlaması nedeniyle köpeğe benzetilmiştir.
Bel’am, sadece Firavun dönemine mahsus bir şahsiyet değildir. Aksine ümmet-i Muhammed içerisinde de ortaya çıkmış ve daha da çıkacak olan bir şahsiyettir.
Bel’am, ümmet-i Muhammed’e düşman, ümmet-i Muhammed de Bel’am’a düşmandır.
Bel’am, Hz. Muhammed (s.a.s.) tarafından kötülüğü beşeriyete bildirilen bir fitne ve fesad odağıdır.
Bu vasıflar kimde bulunursa o bir Bel’am’dır. Câhiliyye düzeninin kuşatması altındaki toplumlarda devlete bağlı bir din vardır. Bu devlete bağlı dinin mümessilleri Bel’amlardır. Bu Bel’amlar, her yerde ve her zaman dine bağlı devlet anlayışına karşı savaşırlar. Tâğûtî düzenin her türlü icraatını İslâm’ın mührüyle mühürlemeye çalışırlar. Tâğûtî düzenin kapılarında ev sahibinden kemik bekleyen köpekler gibi kuyruk sallarlar. Tâğûtî düzenin hatırı için İslâm dinine eklemede ve çıkarmada bulunurlar.
Bel’amlar çetesi, İslâm coğrafyasında küfrün iktidar olması ve iktidarının devam etmesinin en büyük destekçisidir. Bugün İslâm coğrafyasının siyasî iktidarı İslâm’ın elinde değildir. Devlete bağlı din serbest, dine bağlı devlet yasaktır. Dine bağlı devletin zarûretinden bahsedenler zindanlarda, devlete bağlı dini anlatanlar ise kürsülerdedir.
Kur’an, Bel’amları köpeğe benzetir. Köpek, ev sahibinin itikadî yapısına bakmadan sadece kendisine verilen kemikler karşılığında evi bekler ve eve girmek isteyen yabancılara/aileden sayılmayanlara karşı direnir.
Câhiliyye düzeni için Bel’amlar büyük bir silâhtır. Her ne zaman câhiliyye bir kanun uydurursa Bel’amlar bu kanunun İslâm dinine uygun olduğunu iddia ederek halkı itaate mecbur etmeye çalışırlar. Câhiliyye düzeninde tâğutlar kanun uydururlar; Bel’amlar ise bu uydurulan kanunları müslüman halka kabul ettirler. Tâğutlar emir verirler, Bel’amlar emre itaati sağlarlar. Câhiliyye düzeni için Bel’amlara duyulan ihtiyaç, düşman sahibi bir kişinin kapısını bekleyen bir yırtıcı köpeğe olan ihtiyaç gibidir. Yani, câhiliyye düzeninin ayakta kalması için, bu düzenlerde Bel’amların bulunması zarûridir.
İslâm coğrafyasında siyasî otoriteyi elinde bulunduran müşrik otoriteler, bu otoritelerini Bel’amlara borçludurlar. Bazen topun, tüfeğin yapamadığını Bel’amlar yapar. Çünkü Bel’am, Firavun’un siyasî ihtirasını ve Karun’un câhilî sermayesini; insanları Allah adına aldatarak koruyan mel’undur. Bel’am, bir anlamda bilimin mücessem put haline gelmesidir. Çünkü Bel’am, Hz. Mûsâ ile karşı karşıyadır. Allah’ın peygamberi ile, Allah adını kullanarak mücâdele etmekten çekinmemiştir. Bu işin mâhiyeti düşünülürse; hem Karun, hem Firavun, kitleler üzerindeki gücünü Bel’am’dan almıştır denebilir. Câhiliyye düzenine karşı savaşan muvahhidlerin önündeki en büyük engel, köpek sıfatlı Bel’amlardır. Bu gün tâğûtî düzeni devirmeye çalışan muvahhidlere “ehl-i fitne” sıfatını verenler Bel’amlardır. Hâlbuki tâğûtî düzenin kendisi bir fitnedir. Bu fitneyi muhâfaza etmeye çalışan Bel’am ise başlı başına bir pisliktir. Bu konuda bir tâğutun katili Muhammed bin Mesleme (r.a.) şöyle diyor: “Zâlim idarecilerin kapısındaki
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 959 -
âlimlerden, pislik üzerindeki sinek daha güzeldir.” 3570
Kur’ân-ı Kerim’de Bel’am Karakteri; Sorumlu ve Sorunlu Âlimler
“...Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız Benden korkun. Hakkı bâtıl ile karıştırmayın, bilip dururken hakkı gizlemeyin.” 3571
“(Ey bilginler!) Siz Kitab’ı okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” 3572
“Ey iman edenler, onların (yahûdilerin) size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysaki onlardan bir zümre, Allah’ın kelâmını işitirler de iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi/değiştirirlerdi.” 3573
“Elleriyle Kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için ‘Bu Allah katındandır’ diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü yazıklar olsun onlara!” 3574
“Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında ancak rezilliktir. Kıyâmet gününde ise (onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah, yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” 3575
“İşte onlar, âhireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Onlardan azap hiç hafifletilmez ve onlara hiç yardım edilmez.” 3576
“İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti Biz kitap’da insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak, tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır; onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça merhamet edenim.” 3577
“Allah’ın indirdiği Kitap’tan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyâmet günü Allah, ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onlar doğru yol karşılığında sapıklığı, mağfiret bedeli olarak da azâbı satın almış kimselerdir. Onlar, ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar! O azâbın sebebi, Allah’ın, Kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır. (Buna rağmen farklı yorum yapıp) Kitap’ta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir.” 3578
“Ey ehl-i kitap! Neden hakka bâtılı karıştırıyor ve bile bile hakkı/gerçeği gizliyorsunuz?” 3579
“Allah, kendilerine Kitap verilenlerden, ‘Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız,
3570] Zemahşeri, Keşşâf II/434; Mustafa Çelik, Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, s. 103-107
3571] 2/Bakara, 41-42
3572] 2/Bakara, 44
3573] 2/Bakara, 75
3574] 2/Bakara, 79
3575] 2/Bakara, 85
3576] 2/Bakara, 86
3577] 2/Bakara, 159-160
3578] 2/Bakara, 174-176
3579] 3/Âl-i İmran, 71
- 960 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onu gizlemeyeceksiniz’ diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kötü!” 3580
“Ehl-i Kitap’tan öyleleri var ki, Allah’a, size ve kendilerine indirilene, tam bir samimiyet-le ve Allah’a boyun eğerek iman ederler. Allah’ın âyetlerini az bir paraya satmazlar. İşte onlar için Rableri katında ücretleri/ecirleri vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk olandır.” 3581
“...İnsanlardan korkmayın, Benden korkun. Âyetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” 3582
“Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna hidâyet etmez/rehberlik yapmaz.” 3583
“İsrâiloğullarından kâfir olanlar, Dâvud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. Onlar, işledikleri münkerden/kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun, yaptıkları ne kötüdür!” 3584
“Âyetlerimiz hakkında (ileri geri konuşmaya) dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak ol (meclislerini terket). Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra (hemen kalk), o zâlimler topluluğu ile oturma.” 3585
“İçlerinden bir topluluk, ‘Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azap edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?’ dedi. (Öğüt verenler de) dediler ki: ‘Rabbinize mâzeret (beyan etmek) için, bir de belki sakınırlar diye (öğüt veriyoruz). Onlar, kendilerine verilen öğütleri unutunca, Biz de kötülükten men edenleri kurtardık, zulmedenleri yapmakta oldukları kötülüklerden ötürü şiddetli bir azap ile yakaladık.” 3586
“Onların ardından (âyetleri tahrif karşılığında) şu değersiz dünya malını alıp, ‘nasıl olsa bağışlanacağız’ diyerek Kitab’a vâris olan birtakım kötü kimseler geldi. Onlara ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar. Acaba Allah’a karşı haktan/gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dair kendilerinden, o Kitabın hükmü üzere mîsak/kuvvetli söz alınmamış mıydı ve onlar Kitab’ın içindekini ders edinip okumadılar mı? Hâlbuki âhiret yurdu, takvâ sahipleri/Allah’tan korkanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” 3587
“Onlara (Yahûdilere) kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın tâkibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin (Bel’am’ın) haberini oku.
Dileseydik elbette onu âyetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı ve hevâsınınn/hevesinin peşine düştü. Onun durumu, üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu budur. Bu kıssayı anlat, umulur ki düşünür, ibret alırlar.”
3580] 3/Âl-i İmran, 187
3581] 3/Âl-i İmran, 199
3582] 5/Mâide, 44
3583] 5/Mâide, 67
3584] 5/Maide, 78-79
3585] 6/En’âm, 68; yine bk. 4/Nisâ, 140
3586] 7/A’râf, 164-165
3587] 7/A’râf, 169
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 961 -
Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmetmekte olan kavmin durumu ne kötüdür!”
Allah kimi hidâyete erdirirse, doğru yolu bulan odur. Kimi de saptırırsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır.” 3588
“Ey iman edenler, (biliniz ki) hahamlardan (yahûdi bilginlerinden) ve (hıristiyan) râhiplerden birçoğu insanların mallarını bâtıl/haksız yollarla yerler ve onları Allah’ın yolundan men ederler. Altın ve gümüşü yığıp biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlara hemen acıklı bir azâbı müjdele!” 3589
“(Sizden olduklarına dair yemin eden) Münâfık erkekler ve münâfık kadınlar (sizden değil), birbirlerindendir. Çünkü onlar münkeri/kötülüğü emreder, ma’rûftan/iyilikten alıkorlar (siz ise iyiliği emreder, kötülükten alıkorsunuz) ve onlar ellerini sıkı tutarlar (Allah için infak edip harcamak husûsunda cimrilik gösterirler). Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu. Çünkü münâfıklar fâsıkların ta kendileridir.” 3590
“Dediler ki ‘Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını (putları), yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmayı terketmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın.’ Dedi ki: ‘Ey kavmim! Eğer benim, Rabbim tarafından (verilmiş) apaçık bir delilim varsa ve O bana tarafından güzel bir rızık vermişse buna ne dersiniz? Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam ancak Allah’ın yardımı iledir. Yalnız O’na dayandım ve yalnız O’na döneceğim.” 3591
“(Ey Rasûlüm) Buna karşı (yaptığın tebliğ ve imana dâvetten dolayı) onlardan bir ücret de istemiyorsun. O Kur’an, bütün âlemlere ancak bir nasihattir.” 3592
“(Müşrikler,) sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere Bize isnat etmen için seni, neredeyse sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, neredeyse onlara birazcık meyledecek-tin. O takdirde hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra Bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.” 3593
“Sabah-akşam Rablerine, sırf O’nun rızâsını dileyerek duâ edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının zînetini/süsünü isteyerek gözlerini onlara çevirme. Kalbini, Bizi zikretmekten/anmaktan gâfil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.” 3594
“(Ey Rasülüm) de ki: ‘Ben bu yaptığım tebliğe karşı sizden bir ücret istemiyorum, ancak Rabbine bir iman ve itaat yolu tutmak isteyen kimseler istiyorum.” 3595
“Onlar ki, Allah’ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah’tan korkarlar ve O’ndan
3588] 7/A’râf, 175-178
3589] 9/Tevbe, 34
3590] 9/Tevbe, 67
3591] 11/Hûd, 87-88
3592] 12/Yûsuf, 104; Rasûlullah’ın tebliğine karşı ücret istememesi ile ilgili olarak benzer ifadeler için bk. 42/Şûrâ, 23; 38/Sâd, 86; 34/Sebe’, 47; 6/En’am, 90.
3593] 17/İsrâ, 73-75
3594] 18/Kehf, 28
3595] 25/Furkan, 57
- 962 -
KUR’AN KAVRAMLARI
başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah (herkese) yeter.” 3596
“Kim izzet ve şeref istiyorsa, (bilsin ki) izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır (onu dilediğine verir). O’na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah’a amel-i sâlih ulaştırır...” 3597
“Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun, onların sözlerine kulak verin; çünkü onlar hidâyete (doğru yola) ermiş kimselerdir.” 3598
“Onların bu konuda ilmi yok; sadece atıp tutuyorlar.” 3599
“Hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere sapıtıp, kulağını ve kalbini mühürleyip gözü üzerine de perde çektiği kimseyi gördün mü?” 3600
“Yoksa sen, onlardan bir ücret istiyorsun da, borçlu kalmaktan, yük altında ezilmişler midir?” 3601
“Onların hiç ilimleri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise, hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez.” 3602
“Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanan en sevilmeyen bir şeydir.” 3603
“Kendilerine Tevrat yükletilen, sonra onu, taşımayanların (Kitab’ın hükümleriyle amel etmeyenlerin) durumu, koca koca kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür! Allah, zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez.” 3604
“Asra yemin olsun ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip sâlih amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hâriçtir.” 3605
Hadislerde Bel’am Tipli Kötü Âlimler ve İlmin Sorumluluğu
“İlim aramak, her müslüman üzerine farzdır. Ehil olmayan insanlara ilim öğretmeye kalkan kimse, domuzların boynuna cevher, inci ve altın gerdanlık takan adama benzer.” 3606
“Ne âlimlere karşı iftihar edip övünmek için, ne câhillerle münakaşa etmek ve ne de meclislerin seçkin köşelerinde yer almak için ilim talep edin. Bu yasağa rağmen kim böyle yaparsa ateşe (müstahaktır), ateşe (müstahaktır).” 3607
“Allah’ım, huşûu olmayan (korkmayan) kalpten, kabul olmayan duâdan, doymayan nefisten ve fayda vermeyen ilimden Sana sığınırım.” 3608
3596] 33/Ahzâb, 39
3597] 35/Fâtır, 10
3598] 36/Yâsin, 21
3599] 43/Zuhruf, 20
3600] 45/Câsiye, 23
3601] 52/Tûr, 40; 68/Kalem, 46
3602] 53/Necm, 28
3603] 61/Saff, 2-3
3604] 62/Cum’a, 5
3605] 103/Asr, 1-3
3606] İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 224
3607] İbn Mâce, Mukaddime 23; hadis no: 254
3608] Tirmizî, Kitabu’d-Deavât 68, hadis no: 3711
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 963 -
“İlmin kaldırılması, câhilliğin kökleşmesi, şarabın içilmesi, zinânın çoğalması kıyâmet alâmetlerindendir.” 3609
“Şüphesiz Allah, ilmi kullardan silmek sûretiyle değil, âlimlerin ruhlarını kabzetmek sûretiyle giderecektir. Nihâyet hiçbir âlim bırakmayınca insanlar, câhil kişileri başlarına geçireceklerdir. Bunlara meseleler sorulacak; onlar da bilgileri olmadığı halde fetvâ verecekler. Onlar bu sûretle hem kendileri sapıklığa düşerler, hem de halkı sapıtırlar.” 3610
“Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyâmet gününde ateşten bir gem vurulacaktır.” 3611
“Kıyâmet gününde bir adam getirilir ve cehenneme atılır da cehennem değirmen merkebinin taşlarıyla (buğday) öğütmesi gibi onu öğütür. Bunun üzerine cehennem halkı onun başına toplanır da: ‘Ey filan, sen ma’rufla emrediyor ve münkerden nehyediyor değil miydin?’ derler. O da: ‘Evet, ben ma’rufla emrederdim de onu kendim yapmazdım ve yine ben, münkerden nehyederdim de, onu kendim işlerdim’ der.” 3612
“Allah’ın benim vâsıtamla gönderdiği hidâyet ve ilim, bol yağmura benzer. Bu yağmur bazen öyle verimli bir toprağa düşer ki, onun bir kısmı toprağı suya doyurur ve çayırda bol ot yetişir. Bir kısım toprak kurak olur, suyu üstünde tutar, gölcük olur da Allah onunla insanları yine faydalandırır; ondan hem kendileri içerler, hem de hayvanlarını sularlar, ekin ekerler. Bu yağmur bir de diğer bir çeşit toprağa isâbet eder ki, kıraç ve kaygandır; ne suyu üstünde tutar, ne de ot bitirir. İşte Allah’ın dinini anlayıp da Allah’ın benim vâsıtamla gönderdiği hidâyet ve ilimden faydalanan ve bunu bilip de başkasına bildiren kimse ile; bunu duyduğu vakit kibrinden başını bile kaldırmayan ve Allah’ın benimle gönderilen hidâyetini kabul etmeyen kimse böyledir.” 3613
“İyiliği emir ve kötülüğü yasaklamaktan ve Allah’ı zikirden başka insanoğlunun her sözü aleyhinedir.” 3614
“Cihâdın en faziletlisi, zâlim idarecinin karşısında doğru ve adâletli sözü, hakkı haykırmaktır.” 3615
Peygamber (s.a.s.) ayağını bineceği hayvanın üzengisine koymuş vaziyette iken bir adam: “Hangi cihadın sevabı daha çoktur?” diye sordu. Peygamberimiz: “Zâlim idârecinin karşısında doğru ve adâletli sözü haykırmaktır” buyurdular. 3616
“Allah’ın çizdiği sınırları aşmayarak onları koruyanlarla yasaklarını hiçe sayarak hudûdu çiğneyenlerin durumu aynen şöyledir: Bir gemideki yerlerini almak üzere bir toplum aralarında kur’a çektiler. Bunlardan bir kısmı geminin alt katına bir kısmı da üst katına yerleşmişlerdi. Alt kattakiler su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı. Alt katta oturanlar hissemize düşen alt kattan bir delik açsak da, üst katımızda oturanlara su almak için eziyet etmemiş olsak, dediler. Eğer üstte oturanlar bu isteklerini
3609] Buhâri, İlm 22, hadis no: 22; Müslim, İlm 5, hadis no: 8 -2671-
3610] Buhâri, İlm 35, hadis no: 41; Müslim, İlm 5, hadis no: 13 -2673-
3611] İbn Mâce, Mukaddime 24, hadis no: 261; Tirmizi, İlm 3, hadis no: 2651, 2787; Ebû Dâvud, İlm 9, hadis no: 3658
3612] Buhâri, Fiten, 17, hadis no: 46, Bed’u’l-Halk 10; Müslim, Zühd 7, hadis no: 51 -2989-; Ahmed bin Hanbel, Müsned, V/205, 206, 207, 209
3613] Buhâri, İlm 21, hadis no: 21; Müslim, Kitabu’l-Fedâil 5, hadis no: 15 -2282-
3614] İbn Mâce, Fiten 12
3615] Ebû Dâvud; Melâhim 17; Tirmizî, Bey’at 37
3616] Nesâî, Bey’at 37
- 964 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yerine getirmek için alttakileri serbest bırakırlarsa hepsi birlikte batar, helâk olurlar. Eğer buna engel olurlarsa hem kendileri kurtulur, hem de onları kurtarmış olurlar.” 3617
Kendisine: “Ey Allah’ın Rasûlü, içimizde iyiler de olduğu halde felâkete uğrar mıyız?” denildi. Rasûlullah (s.a.s.) de şöyle cevap verdi: “Kötülükler ve fenâlıklar çoğaldığı vakit evet.” 3618
“Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki; ya iyilikleri emreder, kötülüklerden sakındırırsınız ya da Allah size yakında üzerinize bir belâ gönderir de sonra Allah’a duâ edersiniz de duânız kabul edilmez.” 3619
“İsrâiloğullarının dindeki bozuklukları şöyle başlamıştır. Bir adam başka birine rastlar ve: ‘Hey arkadaş, Allah’tan kork ve yapmakta olduğun şeyi terket, zira o işi yapmak sana helâl değildir’ derdi. Ertesi gün aynı işi yaparken tekrar o adamla karşılaşır ve onu yaptığı kötülükten yasaklamadığı gibi onunla yiyip içmekten ve birlikte olmaktan da çekinmezdi. Onlar böyle yapınca Allah, onların kalplerini birbirine benzetti.” Sonra Rasûlullah (s.a.s.) şu âyeti okudu: “Allah’tan gelen gerçekleri örtbas etmeye şartlanmış olan şu İsrâiloğulları Dâvud ve Meryemoğlu İsa’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve hak, adâlet sınırlarını aşmalarındandır. Onlar birbirlerini işledikleri kötülüklerden vazgeçirmeye çalışmadılar. Yaptıkları şey gerçekten ne kötü idi ve şimdi onlardan birçoğunun Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edenlerle dost olduklarını görebilirsin. Nefislerinin onlar için önceden hazırladığı şey ne kadar kötüdür ki Allah onlara gazap etmiştir, onlar azapta ebedî kalacaklardır. Eğer onlar Allah’a ve kendilerine gönderilen peygambere ve ona indirilen her şeye gerçekten inansalardı bu; Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edenleri dost edinmezlerdi. Ama onların çoğu İlâhî sınırları aşan kimselerdir.”3620 Bu âyeti okuduktan sonra Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Hayır Allah’a yemin ederim ki ya iyiliği emreder kötülüklerden sakındırır, zâlimin elini tutup zulmünden el çektirir, hakka döndürüp hak üzerinde tutarsınız, ya da Allah kalplerinizi birbirine benzetir de İsrâiloğullarına lânet ettiği gibi size de lânet eder.” 3621
Tirmizî’nin rivâyeti ise şöyledir: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “İsrâiloğulları günahlara daldıklarında âlimler onları sakındırdılarsa da onlar izledikleri günahlara devam ettiler. Bu sefer âlimleri de onlarla birlikte oturdular, beraberce yediler, içtiler. Bunun üzerine Allah da onların kalblerini birbirine benzetti de Dâvud ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle onlara lânet etti. Bu, onların isyan etmeleri ve sınırları aşmaları sebebiyle idi.” Rasûlullah (s.a.s.) dayanmakta olduğu yerden doğrulup oturdu ve: “Hayır, canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, dil ile yasaklama yetmez, siz onları hakka boyun eğdirip hak üzere tutmadıkça bu lânetleme de devam edecektir.” 3622
Ebû Bekir es-Sıddık (r.a.) şöyle demiştir: “Ey insanlar şüphesiz siz şu âyeti okuyor (fakat yanlış anlıyor)sunuz: “Ey iman edenler! Siz yalnız kendinizden sorumlusunuz. Eğer siz doğru yolda iseniz sapıklığa düşenler size hiçbir zarar vermezler. Hepinizin dönüşü Allah’a olacaktır ve o zaman Allah size hayatta yapmış oluğunuz şeyleri bildirecektir.”3623 Zira ben Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyururken işittim: “Şüphesiz ki
3617] Buhârî, Şirket 6
3618] Buhârî, Fiten 4; Müslim, Fiten 1
3619] Tirmizî, Fiten 9
3620] 5/Mâide, 78-81
3621] Ebû Dâvud, Melâhim 17
3622] Tirmizî, Tefsiru Sûre-i Mâide 6
3623] 5/Mâide, 105
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 965 -
insanlar zâlimi görüp de onun zulmüne engel olmazlarsa Allah’ın bütün insanları gazâba uğratması pek yakındır.” 3624
“Kıyâmet gününde azâbı insanlar arasında en çetin olacak kimse Yüce Allah’ın kendisini bilgisiyle faydalandırmadığı ilim adamı olacaktır.” 3625
“Cenâb-ı Hakk’ın benden önce, ümmetler arasında gönderdiği her peygamberin ashâbı ve havârileri (kendi sünnetine uyan ve emrine sarılan samimi ve seçkin çevresi) vardır. Bunlar o peygamberin sünnetine ittibâ eder, emirlerine uyarlar. Fakat onlardan sonra öyle nesiller gelir ki yapmadıklarını söyler ve emr olunmadıklarını işlerler. Kim onlara karşı eliyle mücâhede ederse mü’mindir, kim diliyle mücâhede ederse mü’mindir. Bunun ötesinde ise zerre kadar iman yoktur.” 3626
“Şu muhakkak ki sizin üzerinize birtakım âmirler/yöneticiler tâyin olunacak da siz onların yaptıklarından bazısını mâruf ve güzel göreceksiniz. Kim münker işi çirkin görürse onun günahından berî (uzak) olur. İnkâr edip ondan sakındıran, (günaha katılmaktan) uzak olur. Ancak kim ona râzı olur ve (onu işleyenlere) uyarsa günahından kurtulamaz.” (Sahâbîler) dediler ki: ‘O idarecilerle savaşmayalım mı?’ Buyurdu ki: “Namaz kıldıkları müddetçe hayır!” 3627
“İnsanları doğru yola çağıran kimseye kendisine uyanların sevabı gibi sevap verilir. Ona uyanların sevaplarından da hiçbir şey eksilmez. Başkalarını dalâlete/sapıklığa çağıran kimseye de kendisine uyanların günahı gibi günah yazılır, ona uyanların günahlarından da hiçbir şey eksilmez.” 3628
“İslâm’da iyi bir çığır açan kimseye, açtığı o çığırın sevâbı verileceği gibi, o yolda gidenlerin sevabı da verilir ve onların sevabından da hiç bir şey eksilmez. Her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kimseye açtığı çığırın günahı yükletildiği gibi, kendisinden sonra o yoldan gidenlerin günahı da yükletilir. Fakat onların günahlarından da hiçbir şey noksanlaşmaz.” 3629
“Mü’min dil uzatıcı değildir, lânet okuyucu değildir, kötü iş yapan değildir, kötü, kaba ve çirkin söz söyleyen değildir.” 3630
“Bir kimse, başka bir kimseyi fıskla veya küfürle itham etmesin. Aksi takdirde, itham edilen arkadaşında bunlar yoksa, kelime (itham ettiği sıfat) kendine döndürülür.” 3631
“Bir mü’mine şer olarak, müslüman kardeşine hakaret etmesi kâfidir.” 3632
“Kendisinin yapmadığı bir davranışa veya söze insanları çağıran kişi ya vazgeçinceye veya çağırdığı şeyi yapıncaya kadar Allah’ın azâbının gölgesi altındadır.” 3633
“Cehennemde, cehennem ehlinin kokusundan bîzâr/şikâyetçi oldukları bir adam vardır.” Denildi ki: “O kimdir ey Allah’ın Rasûlü?” Hz. Peygamber (s.a.s.) de:
3624] Ebû Dâvud, Melâhim 17; Tirmizî, Fiten 8
3625] İbn Mâce, Sünen; el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid I/185
3626] Müslim, İman 80; Ahmed bin Hanbel, I/458, 461
3627] Müslim, İmâre 63
3628] Müslim, İlim 16; Tirmizî, İlm 15; Ebû Dâvud, Sünnet 6
3629] Müslim, Zekât 69
3630] Tirmizî, Birr 48, hadis no: 1978
3631] Buhârî, Edeb 44
3632] Riyâzu’s-Sâlihîn, III/156
3633] Taberânî, naklen İbn Kesir, II/325-326
- 966 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“İlminden kendisi istifâde etmeyen âlimdir” buyurdu. 3634
“Kendisi yapmadığı halde insanlara hayrı (iyiliği) öğreten kimse tıpkı insanları aydınlatırken kendisini yakıp tüketen bir kandil gibidir.” 3635
“Muhakkak ki Allah sığır cinsinin otu yerken ağzında evirip çevirdiği gibi sözü ağzında evirip, çevirerek lugat parçalayan kimselere buğzeder.” 3636
“İçinizden en çok sevdiklerim ve kıyâmet gününde bana en yakın olacak olanlar güzel ahlâk sahibi olanlarınızdır. Güzel konuşuyor dedirtmek için uzun uzun ve edebiyat yaparak konuşanlar, sözünü beğendirmek için avurdunu şişire şişire laf edenler, bilgiçlik taslayarak lügat parçalayanlar ise hiç sevmediğim ve kıyâmet günü bana en uzak olan kimselerdir.” 3637
“Şâyet Nebînizin Sünnetini terkederseniz sapıtırsınız.” 3638
“Benim Sünnetimle amel etmeyen, benden değildir.” 3639
“Kur’an- Kerim’i okuyun, onu (dünya menfaatlerine vesile kılmak sûretiyle) yemeyin!” 3640
“Kur’an okuyun, onunla amel edin, On(u okumak)dan asla uzaklaşmayın, onun hakkında haddi aşmayın; onun karşılığında ücret alıp yemeyin, onunla dünya menfaati artırmayı talep etmeyin.” 3641
Übeyy bin Kâ’b: “Bir adama Kur’ân-ı Kerim öğrettiydim de, bana bir yay hediye etmişti. Durumu Rasûlullah’a söylediğimde: “Onu alırsan, ateşten bir yay almış olursun demektir” buyurdular, ben de sahibine geri verdim. 3642
Ubâde bin Sâmit: Ehl-i Suffe’den birçok kimselere Kur’an öğrettim. Bu öğrencilerimden birisi bana ok atılan bir yay hediye etti. -Kendi kendime- ‘Bu bir mal/para değildir. Özellikle bununla ben savaşlarda Allah yolunda ok atacağım’ dedim. Bununla beraber, Nebî (s.a.s.)’e bu olayı arz ettim. Rasül-i Ekrem cevaben şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ’nın Kıyâmet gününde boynuna ateşten bir halka takmasını arzu edersen kabul et!” 3643
“Kim Kur’an öğretmesi karşılığında bir kavs/yay alırsa, Allah ona ateşten bir yay kılâde yapıp boynuna takar.” 3644
Bu hadislerin çoğunda Suffe talebelerinin, öğretmenlerine hep kavs, ok yayı hediye ettikleri zikredilmiştir. ‘Bunların hediye edecek başka şeyleri yok mu idi? Bunların hepsi de ok, yay sahibi mi idi?’ Evet, başka şeyleri yoktu. Bunların tümü,
3634] Tefsir-i Kebir, II/482
3635] Tefsir-i Kebir, II/482
3636] Ebû Dâvud, Edeb 94; Tirmizî, Edeb 72
3637] Tirmizî, Birr 71
3638] İbn Mâce, Mesâcid 14
3639] Buhârî, Nikâh I ; Müslim, Nikâh 5
3640] Ahmed bin Hanbel, Müsned; Heysemî, M. Zevâid, VI/168
3641] Ahmed bin Hanbel, Müsned II/428; Heysemî, VI/167); Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, V/322; Aynî, Umdetü’l-Kaarî, XII/95; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/46
3642] İbn Mâce, II/157; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/47-48
3643] Ebû Dâvud; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/47
3644] Dârimî; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/48
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 967 -
fakir ve ihtiyaç sahibi kimselerdi. Ayrıca, bunların hepsi mücâhid idi. Hepsinin de mâlik olduğu dünya malı okla yaydan ibaret idi. Ekserisi bâdiye (çöl) halkından idi. En güzel yay bunlarda bulunurdu. Birbirini görerek hocalarına yay hediye etmek istedikleri anlaşılıyor. 3645
“Kim Kur’an okuyup Kur’an’ı insanların malını yemeye vesile edinirse, Kıyâmet gününde yüzü etten soyulmuş bir kemikten ibaret olarak Arasat meydanına gelir.” 3646
“Kur’an okuyan, onunla Allah’tan istesin. Zira birtakım insanlar gelecek, Kur’an’ı okuyacaklar ve onunla insanlardan menfaat temin edeceklerdir.” 3647
İmam Buhârî, Sahih-i Buhârî’nin “Fedâilu’l-Kur’an” bölümünde “Kur’ân’ı; gösteriş, yeme ve övünme için okuyanlar” diye bir başlık açmış ve ilk olarak şu hadis-i şerifi almıştır: “Dünyanın sonunda birtakım insanlar gelecek ki, onlar basit akıllıdırlar. Allah’ın kelâmını okurlar, ama okun yaydan çıktığı gibi İslâm’dan çıkarlar. İmanları gırtlaklarından öteye geçmez; onları bulduğunuz yerde öldürün. Çünkü onları öldürmek, Kıyâmet gününde ecir olacaktır.” 3648
Buhârî’yi şerheden âlimlerden Kirmânî, bu hadisle ilgili şu açıklamayı yapar: “Bu hadisin, konulan başlığın ikinci kısmıyla, yani Kur’an’ı yeme vesilesi yapmakla ilişkisi şudur: Kur’an okuma, Allah için olmazsa, elbette ya gösteriş, ya yeme vesilesi, ya da benzeri bir şey için olacaktır.” 3649
“Kim Allah’ın rızâsı için öğrenilmesi gereken bir ilmi, sadece bir dünya metâı/malı elde etmek için öğrenirse, kıyâmet gününde Cennetin kokusunu duyamaz.” 3650
“Kim Allah (c.c.) rızâsından başka bir şey için ilim öğrenirse veya ilimle Allah rızâsından başka bir şeyi murâd ederse, Cehennemdeki yerine hazırlansın.” 3651
“İlim adamlarıyla boy ölçüşmek veya bilgisiz kimselerle tartışmak ya da halkın yüzünü kendine döndürmek amacıyla ilim edinen kimseyi Allah (c.c.) Cehenneme sokacaktır.” 3652
“Bir kimse, âhiret ameli ile dünyayı talep ederse, yüzü insan sûretinden çıkar, zikri de mahvolur. İsmi de ehl-i nâr (Cehennemlikler) siciline girer.” 3653
“Kapkaranlık gece parçaları gelmeden (fitnelerin karanlığında, nur/ışık temini için) amellere sür’atle koşun ki, o devirde insan sabah mü’min olduğu halde akşama kâfir olarak ulaşır. Mü’min olarak gecelediği halde kâfir olarak sabaha çıkar. Ve o günün adamları dinini, dünyadan az bir şeye karşılık satarlar.” 3654
“Sizin içinizde öyle zümreler türeyecektir ki, siz onların namazlarının yanında kendi namazlarınızı, onların oruçları yanında kendi oruçlarınızı, onların amelleri/iyi işleri
3645] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih Terc. VII/48
3646] Aynî, Umdetü’l-Kaarî, XII/96; Beyhakî; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/48
3647] Tirmizî, V/179, hadis no: 2917; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/48-49; Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, V/322; Aynî, Umdetü’l-Kaarî, XII/96
3648] Buhâri, Tecrid-i Sarih, IX/301; XI/248
3649] Kirmânî, Şerhu’l-Buhârî XIX/49; Kastalânî, İrşâdü’s-Sârî, VII/388
3650] Ebû Dâvud, İlim 12, hadis no: 3664; İbn Mâce, Mukaddime 23; Müsned, III/338
3651] Tirmizî, hadis no: 2793; İbn Mâce, hadis no: 258
3652] İbn Mâce, hadis no: 259, 260; Tirmizî, hadis no: 2793
3653] Taberâni, Kebir; Ebû Nuaym; Râmûz el-Ehâdis, II/429
3654] Müslim, Tirmizi, Ahmed bin Hanbel; Râmûz el-Ehâdis, I/243
- 968 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yanında kendi sâlih amellerinizi küçük göreceksiniz. Onlar Kur’an da okuyacaklar. Fakat Kur’ân(ın feyzi) onların hançerelerinden (boğazlarından) öteye geçmeyecek. Onlar, okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkacaklar...” 3655
“Birtakım dâîler, yani çığırtkan hatipler türeyecek, onlar bizim dilimizle (bizim aziz duygularımıza seslenerek) konuşurlar (Hâlbuki gönüllerinde hayırdan eser yoktur). Bizim dinî kaidelerimizle, bizim dînî hislerimize hitab edecekler ve ümmeti Cehenneme ve felâkete dâvet edecekler!” 3656
Peygamber (s.a.s.) ashâbından iki kişi bir gün bir mescide geldiler. İmam namazdan selâm verince, cemaatten biri, bir miktar Kur’an okudu; sonra da yardım istedi. Olaydan müteessir olan sahâbîlerden biri: ‘Hepimiz Allah içiniz, O’na âidiz ve O’na döneceğiz. Peygamber Efendimiz’i şöyle derken işitmiştim: “Pek yakın bir gelecekte bir grup insan türeyecek, bunlar Kur’an’ı âlet edip dilenecekler. Bu işi kimin yaptığını görürseniz, sakın ona bir şey vereyim demeyiniz.” 3657
“Kur’ân’ı Arap lâhnı ve üslûbu ile okuyun. Fâsıkların, yahûdi ve hıristiyanların lâhnı ve tavrı ile onu okumaktan sakının. Benden sonra bir kavim gelecek; onlar Kur’an’ı şarkıcıların, râhibelerin ve yas tutan kadınların üslûbu ile okurlar. Ama okudukları hançerelerinden (boğazlarından) öteye geçmez. Onların da, bu okuyuşlarından hoşlananların da kalpleri fitne ile dolmuştur.” 3658
“Benden sonra birtakım emîrler (idareciler) olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik eder, yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa benden değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse benim ‘havz’ımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez, zulümlerinde onlara yardım etmezse bendendir. Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında bana ulaşacaktır.” 3659
“Benden sonra, yakında birtakım sultanlar peydah olur. Kapılarında fitneler develerin yatakları gibidir. Kimseye bir hayır göstermezler (ellerinden kimse hayır görmez). Bir şey verirlerse, ancak onların dinlerinden bir tâviz kopararak verirler.” 3660
“Ben bir müşrikten yardım almam!” 3661
“Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız.” 3662
“İsrâ’ya götürüldüğüm (Mi’râca çıkarıldığım) gece, dudakları ateşten makaslarla kesilen birtakım kimselerin yanından geçtim. ‘Bunlar kimlerdir ey Cebrâil’ dedim. Bana şu cevabı verdi: ‘Bunlar dünya ehlinden olan hatiplerdir. İnsanlara iyiliği emrettikleri ve Kitab’ı okudukları halde bizzat kendilerini unutanlardır. Bunlar hiç akıl etmezler mi?” 3663
“Kendisinin yapmadığı bir davranışa veya söze insanları çağıran kişi ya vazgeçinceye
3655] Buhâri, Tecrid-i Sarih Tercümesi, XI/247; hadis no: 1783
3656] Buhâri, Tecrid-i Sarih Tercümesi, IX/298; XI/248
3657] Fudayl bin Amr’dan, et-Tıbyân fî Âdâb-ı Hameleti’l-Kur’an, Muhyiddin Nevevî, s. 29
3658] Beyhakî, Şuabu’l-İman, I/429; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I/43
3659] Tirmizî, 121, hadis no: 2360; Tâc Terc. III/106, hadis no: 168
3660] Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî, Râmûzu’l-Ehâdîs, I/302; Taberânî, Kebir; Hâkim, Müstedrek -Abdullah bin Hars’dan-
3661] Müslim, hadis no: 151
3662] Nesâi, Kitab: 48, bab 52
3663] Ahmed bin Hanbel, III/120, 231, 239
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 969 -
veya çağırdığı şeyi yapıncaya kadar Allah’ın azâbının gölgesi altındadır.” 3664
Hz. Peygamberimiz’e “ilim nedir?” diye sorulunca, “amelin kılavuzudur” 3665 buyurdu.
“Ümmetimin helâkı (fâsık) âlimlerden ve câhil âbidlerden olacaktır.” 3666
Ebû Hüreyre’nin, şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Eğer Allah’ın Kitabındaki şu iki âyet olmasaydı, size hiç bir hadis rivâyet etmezdim” Ebû Hüreyre, ilmi gizlemeyle ilgili yukarıdaki iki âyeti3667 okumuştur.3668
Hasan Basri: “İnsanlara uygulamanla, fiilinle nasihat et; sadece sözlerinle değil.”3669 Yine Hasan Basri’nin diğer bir nasihati: “Mârufu emreden birisi olduğun zaman, onu kendisi yaşayıp uygulayanlardan ol; yoksa helâk olursun. Münkeri de sakındıranlardan olduğunda ise, ondan kendisi sakınanlardan ol; yoksa helâk olursun.” 3670
Ebû ’l Velid Ubâde İbn-i Sâmit (r.a.) şöyle demiştir: “Biz zorlukta ve kolaylıkta, sevinçli ve kederli anlarda söz dinlemeye ve boyun eğmeye ve başkalarının bize tercih edildiği zamanlarda bile ses çıkarmaksızın itaat etmeye, elimizde bulunan kesin delillere göre açık küfür sayılan bir şey görmedikçe iş başındakilerin işlerine karışmamaya, nerede olursak olalım kimseden çekinmeksizin hakkı söylemeye Allah yolunda ve Allah’ın rızâsı için hiçbir kınayanın kınamasından korkmayacağımıza dair Rasûlullah’ın (s.a.s.) siyasî otoritesini kabul edip bey’at ederek elini sıktık.” 3671
Âişe (r. anhâ) şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s.) iki şeyden birini yapma konusunda serbest bırakıldığı zaman günah olmadığı sürece mutlaka en kolay olanını tercih ederdi. Yapılacak iş günah ise ondan daima en uzak kalan kendisi olurdu. Allah’ın yasakladığını çiğnemediği sürece şahsı adına hiç bir şeyden intikam almamış; Allah’ın yasağı çiğnenmiş ise onun cezasını mutlaka Allah için vermiştir.” 3672
Fahreddin Râzi’ye göre; ilmiyle amel etmeyen ve ilminden yararlanmayan kimselerin hali; sırtında su kapları olduğu halde çölde susuzluktan ölen devenin durumu gibidir. Amelsizlik bir fitnedir. “Fi’lü’l-ulemâ, delîlü’l-cühelâ” (âlimlerin yaptıkları, câhillerin delîlidir) sözünde belirtildiği gibi; ilim adamları halkın örneğidirler. Âlim ilmiyle amel etmediğinde câhil de öğrenmekten kaçınır. Amelsiz ilim de yağmursuz bulut gibidir. 3673
İmam Gazali; Bildiği ile amel etmeyenler, sayfaları ilimle dolu defter veya kitap gibidir; başkasına kârı olsa da kendisi ondan yararlanamaz. Bileyi taşı gibidir; bıçağı biler, fakat kendisi kesmez. İğne gibidir; başkasını giydirir, fakat
3664] Taberânî, naklen İbn Kesir, II/325-326
3665] F. Râzi, Tefsir-i Kebir Terc. II/296
3666] Aliyyül Kari, Esrâru’l-Menfûa, 364
3667] 2/Bakara, 159 ve 160
3668] Buhâri, Tecrid-i Sarih Terc. ve Şerhi, c. 1, s. 115
3669] Ahmed bin Hanbel, ez-Zühd 273
3670] Ahmed bin Hanbel, ez-Zühd 360
3671] Buhârî, Ahkâm 42; Müslim, İman 41
3672] Buhârî, Menâkıb 23; Müslim, Fezâil 77
3673] Fahreddin Râzî, Tefsîr-i Kebir Terc. c. 2, s. 283
- 970 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendisi daima çıplak durur. Lâmba fitili gibidir; başkasına ışık verir, fakat kendisi yanmaktan kurtulamaz. 3674
Bel’amların Râzı Olduğu Devlet Dini ve Diyânet
“Din” kelimesinden türeyen “diyânet” kelime olarak; “din, dine ait, dinî emirlere riâyet etmek, gereğini yerine getirmek ve dindarlık” mânâsına gelir. Fıkıh eserlerinde bu kelime, “muâmelât”a karşılık ibâdetleri belirtmek için kullanılır. Günümüzde ve yaşadığımız coğrafyada terim olarak, başta anayasa olmak üzere laik yasalarla yetkisi çizilen ve Başbakanlığa (ilgili devlet bakanlığına) bağlı olarak çalışan, resmî devlet kurumu olan “Diyanet İşleri Başkanlığı” teşkilâtı için kullanılmaktadır. Biz de bu anlamda kullanacağız.
İslâm’a göre insan, yeryüzünün halîfesidir. Allah, insanı yeryüzünde meşrû icrâatta bulunması için, yani Allah’a kulluk için yaratmıştır. Bu anlamda halifelik; sadece namaz kılma, oruç tutma, zekât verme, hacca gitme gibi ibâdetleri yerine getirmekle sınırlı olmayıp, her hususta Allah’ın rızâsına uygun hareket edilmesini zorunlu kılar. Yani, Kur’an’ın hayat ve hüküm kitabı kabul edilerek tatbik edilmesi gerekir.
Kur’an’da bu gerçek, apaçık belirtildiği halde, müslümanların yaşadığı ülkelerdeki rejimler, “din”i kendi kontrolleri altına almak, dinin emir ve yasaklarından kendilerini soyutlamak; devletin dinsiz olmadığını göstermek için “Diyânet” teşkilât kurdular. Bu kurum vâsıtasıyla halka belli konularda serbestlik verilirken, “hak din”in temel/asıl konularından haberdar edilmemesine özen gösterdiler.
Yetkililer, Diyânet teşkilatını başbakanlığa bağlayınca ve kendilerine uygun gördükleri bir başkanı da o makama atayınca, dinle ve dolayısıyla hayatla ilgili bütün ipleri ellerine almış oldular. İşi daha da sağlama almak için imamların, müezzinlerin, vâiz ve müftülerin maaşını laik devletin bütçesinden ödemeye başladılar. Böyle yapmakla, kendilerinden maaş alanların kendilerine hesap sorma yolunu da kapatmaya çalıştılar. Bu durumda din, artık ortada oyuncak haline gelmiş oluyordu.
Kim başa gelirse gelsin; ister solcu, ister sağcı, ister sözde dindar, ister laik dinsiz; din bu yetkililerin menfaatlerine hizmet eden güçlü bir araç olarak kullanılmaya başlandı. Kim iktidarda ise din, yani Diyânet, o şahsın istekleri doğrultusunda hareket etmek zorundadır. Bu durum, müslümanların yaşadığı işgal edilmiş bütün İslâm topraklarında geçerlidir. Yani, her ülkede devletin kontrolünde olan bir Diyânet teşkilâtı vardır. Diyânet kurumu, devletin dini kendi emelleri için kullanmasına destek veren bir kuruluştur. Diyânet için dinin tümüne riâyet edip etmemek mesele değildir. Çünkü devlet ne derse Diyânet yetkilileri, kendilerini emir kulu kabul ederek öyle hareket etmek zorunda hissederler. Allah’ın hükmü ise açıktır: “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında ancak rezilliktir. Kıyâmet gününde ise (onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah, yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” 3675
Diyânet teşkilâtı, Türkiye’de 3 Mart 1924 tarihinde Atatürk’ün isteğiyle
3674] Gazâlî, İhyâi Ulûmi’d Din, c. 1, s. 82
3675] 2/Bakara, 85
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 971 -
meclisin kabul ettiği 429 sayılı kanunla kuruldu. Bu tarihten itibaren tekke ve zâviyeler kapatıldı. Câmilerin bazısına kilit vuruldu. Bütün bu yerler çok değişik maksatlar için kullanıldı. Bir kısmı depo, ambar, işyeri olarak kullanılmaya başlandı. Bazı câmi, medrese ve vakfiyeler de Cumhuriyetin ilk yıllarında torpilli bazı azınlıklara satıldı. 15 Kasım 1935 tarihinde çıkarılan bir kanunla eskiden câmi olarak kullanılan kiliseler, tekrar kiliseye çevrildi. Bunun yanında, 3 Şubat 1932’de “ezan”ın Türkçeleştirilmesi kanunlaştırılarak Arapça aslıyla okunması yasaklandı.
Diyanetin kuruluş amacı, tamamıyla devletin hizmetinde olan, devletin istediği şekilde bir din oluşturma için kurulmuş bir teşkilât olmasıdır. Devlet, kendi içerisinde kendi aleyhine oluşacak bir güç olgusuna şiddetle karşı olduğundan, din ile devletin birbirinden tamamen ayrı olduğu söylenmeye başlandı. Aynı zamanda dine ve vicdana saygılı olduklarını söylemeyi de ihmal etmediler. Yetkili ve etkili güçler, halkın tepkisini çekmemek için dinsiz olmadıklarını söylediler. Bunun için de dini kontrol altına alan bir teşkilât kurmaları gerekiyordu.
Resmî ideolojinin kontrolünde ve onun prensiplerine göre çalışan her kurum, bağlı olduğu devletin değerlerine hizmet etmek zorundadır. Bu anlamda müslümanların Diyanet’ten bir beklentileri olamaz. Çünkü böylesi bir kuruluştan beklenti içinde olmak abesle uğraşmak olur. Aksine, bu kurum hem İslâm’ın anlaşılmasına, hem de müslümanların ciddi çalışmalarına engel teşkil etmektedir. Bu kurumun kitleler üzerindeki tesiri düşünülürse bu sözümüz daha iyi anlaşılır. Câhil insanlar Diyanet’i, Dini muhâfaza eden kurum olarak gördüklerinden farklı kurum ve kuruluşlara şüpheyle bakmaktadırlar. Diyanet, bütün câmileri kendi kontrolünde tuttuğundan, dolayısıyla bu yerlere devletin hâkim olmasından ötürü, zaman zaman resmiyete uygun yapılmayan bazı icraatlar, hutbe ve vaaz veren yetkililer hakkında hemen soruşturma açılıp cezalandırılmaktadır. Hutbelerin kalitesi; çiçeklerden, böceklerden, veremden, ormandan bahsetmekle ölçülmekte. Hatta bazen verginin faydalarından, kalkınmak için verginin kutsallığından bahsedilmektedir. Çünkü Diyanette, her şeyin Allah için yapılmasından önce, her şeyin devlet için yapılması önceliklidir. Tabii bu kurumun içinde yine de insaflı ve samimi insanların, dinini devlete/maaşa/az bir bedele satmayan müslümanların bulunduğu da bir gerçek. Fakat kargaların sesleri/gürültüleri bülbülleri bastırmaktadır.
Diyanet teşkilâtında çalışanların büyük çoğunluğu Diyanet’in esaslarına uygun bir kafa yapısına sahip olduklarından, kendilerine dikte ettirilen devlet dinini anlatmaktan (bazı istisnâlar hâriç) herhangi bir rahatsızlık duymamaktalar. Ancak, zaman zaman hasbel-kader oralarda şu veya bu sebeple görev almış tevhid eri müslümanlar bulunabilmektedir. Bunlar da kendilerine dayatılmak istenen İslâm dışı hutbe ve vaazları okumadıkları ve İslâm’ın sosyal ve siyasal yönünü esas alan hutbeler irad ettikleri için soruşturma geçirmekte, bazen de görevlerinden uzaklaştırılmaktadır.
Diyanet kurumu, öylesine devletçidir ki, iktidarda, hükümette kim olursa olsun fark etmez; memur olmanın gereğini yapar, âmirlerinin emirlerini harfiyyen yerine getirir, Allah’ın kulu olduğunu unutarak emir kulu olur. Onlarca benzeri bulunan bir örnek verelim. Aşağıya alıntılayacağımız örnek metinde görüldüğü gibi, müslümanlara her durumda devletin yanında yer almayı tavsiye
- 972 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etmektedirler. Bu tavsiyeye uymayanlar Diyanet’e göre müslüman bile sayılmazlar. Çünkü onlar, hâin olarak târif edilmekte. Diyânet Vakfı’nca yayınlanan İslâm’a ters nice unsurlar içeren bir kitabı beraberce okuyalım. Bu kitap, câmi görevlilerince cemaatlere ısrarla tavsiye edildiğinden olsa gerek, tam 25 baskı yapmış bir kitaptır:
“1- Milletimize ve Yurdumuza Karşı Vazifelerimiz: İnsan, toplu yaşama istidadında yaratılmıştır. İnsanın bu haline “medenî ve ictimaî vasfı” denir. Dünyadaki her topluluk, belirli sınırlar içinde siyasî bir cemiyet kurmuştur. Bunun adına “devlet”, devletin hâiz olduğu kudreti temsil eden kuvvete “hükümet”, yurt içinde yaşayan devlet ve hükümeti kuran insanların hepsine “millet” denir. Bizim devletimizin adına Türk Devleti; hükümetimize: Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti; milletimize de Türk milleti denir.
Müslüman Türk milleti, beşer tarihinin en eski, en ünlü, şerefli ve yüce bir milletidir. Türk tarihi ise insanlığın yüzünü ağartan, başka milletlere az nasip olan, idârede, askerlikte, medeniyette ve insanlık faziletlerinde yüce kahramanlıklarla doludur. Bu emsalsiz kahramanlıkların kaynağı, gıdası; imandır. Geçmişte böyle olduğu gibi bugün de mümtaz mevkimizi imanımıza borçluyuz. Yurt sevgisi de imandan gelir, imansızın kalbinde yurt sevgisi yer tutmaz. Her devletin bekası, o devleti meydana getiren milletle hükümeti arasındaki karşılıklı vazifelerin hakkıyla, yoluyla yapılmasına bağlıdır.
2- Milletin Hükümete Karşı Vazifeleri: Her insan için memleket ve milletini sevmek, onun saâdetine ve yükselmesine çalışmak, hükümetin kanunlarına, emirlerine boyun eğmek bir vazifedir. Bizim Kitabımız Kur’ân-ı Kerim böyle emreder. Yurdun içten ve dıştan korunması, millet işlerinin lâyıkıyla başarılması için herkes, malıyla, canıyla hükümete yardım etmek zorundadır. Malla yapılan yardıma, vergi; canla yapılan yardıma da askerlik denir.
Memleketimizi düşman saldırılarından korumak, memleket içinde halkın rahat ve sükûnunu sağlamak için hükümetin kurduğu orduda hizmete koşmak, asker olmak, her vatandaşa düşen vazifedir. Bu vazife de dinin emridir. Askerlik, düşmanlara karşı yurdumuzu, ırz, namus ve şerefimizi koruma hizmetidir. Bu şerefli hizmeti ifa eden ordu, icabında canını fedâya hazır olan silahlı bir kuvvettir. Askerlik vazifesi, yurdumuza ve hükümetimize yaptığımız vazifelerin en şereflisidir. Çünkü askerlik, kan ve can vergisidir.
Bizim dinimizde askerlik mertebesi çok yücedir. Asker savaşta ölürse şehitlik; kalırsa, gâzilik mertebesine erer. Şehitlik mertebesi, âhirette peygamberlik mertebesinden sonra gelir. Fahr-i âlem efendimiz; “karada şehit olanların kul borcundan başka günahları affolunur. Denizde şehit olanların ise bütün günahlarıyla kul borçları da affolunur” buyurmuşlardır. Türlü bahaneler icad ederek askere gitmemek veya gittikten sonra kaçmak, hâinliktir, alçaklıktır, büyük günahtır.” 3676
Allah’ın dinine ayarlı olmayan bir kurumda çalışmak sûretiyle O’nun dininin esaslarını gerçek mânâda anlatmak mümkün değildir. Bu metot, fevkalâde yanlış bir usûldür. Dünyalık geçimini elde etmek için sadece insanların önüne geçip namaz kıldırma memurluğu yapan nice insan vardır ki, namazın ne anlama
3676] Cep İlmihali, Mehmet Soymen, Diyanet Vakfı Yayınları, s. 95-96
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 973 -
geldiğinden bile habersizdir. Bırakın tefsirleri, mealiyle birlikte Kur’an’ı baştan sona okuyanların sayısı yok denecek kadardır. Bu görevi yapan kimselere, yani namaz kıldırma gibi önemli bir görevi yapana İslâmî ıstılahta “imam” denir. İmamın taşıdığı özellikler kendisinde bulunmayan bu zavallı kimseler nasıl olur da cemaate lider olabilir? Hâlbuki imam; lider, yön veren, örnek olan, iyiliği emreden, kötülükten sakındıran, Allah’ın dinini gerçek mânâda insanlara anlatan kişi demektir. Diyanette çok sayıda namaz kıldıran sözde imam vardır ki, endişeleri sadece geçimleridir. Bu da sistemin ayarladığı sihirli değnek hükmündedir. Zira maaş adlı sihirli değnekle, istediği zaman bu kurumu ve insanları kendi lehine çalıştırabilmektedir. Maaş endişesiyle, dinin bazı gerçeklerini anlatmaktan korkan görevli sayısı, çok büyüktür. Hâlbuki aynı imamlar, insanlara rızkın Allah’tan olduğunu da anlatıp dururlar.
Televizyon veya radyo programlarında rastlamışsınızdır. İnanç dünyası veya kandil gecelerinde yapılan programlarda hiç yeri değilken bazı kimselere duâ edilir. Ölmüş gitmiş ve dine de pek inanmayan kimselere duâ edip dururlar. Bu duâları yapanların çoğu da, yağcılığı ve dalkavukluğu meslek edinmiş, kravatlı, göbekli Diyanet memurlarıdır. Aslında, hoca denilen bu görevliler, devletin temel ilkesi olan laikliğe ters düştüklerinin, ona leke sürdüklerinin farkında bile değildirler. Ama alan memnun, satan memnun; laiklik de, acıkınca yenilen helvadan bir put değil mi?
Ne acıdır ki, halen müslümanlara yönelik sürmekte olan baskılara, müslümanların başörtülerine yönelik zulümlere, Diyânet resmî bir kınamada bile bulunmaktan âcizdir. Haksızlığa, dinsizliğe ve dine düşmanlığa sessiz kalmanın fetvâsını hangi dinden aldıklarını sormak lâzım. Hem Diyanet içinde Din İşleri Yüksek Kurulu diye bir kurul kuracaksınız, hem de bu kurul, birileri Hak dine kürfretse hiç ses çıkarmayacak. İyi niyetle halk tarafından büyük fedâkârlıklarla yapılan câmilere Diyanet hemen el koyar. Maksat, orada kendisinin anlattığı devletin dininden farklı bir dinin anlatılmasına, yaşanmasına engel olmaktır. İşgal edilen bu mekânlar, devlet için öylesine faydalı yerlerdi ki laik devlet bu yerlerin kendi kontrolünde olmak şartıyla sayılarının artmasından fevkalâde memnun oluyor.
Haftada bir gün, o kadar insana Cuma günü anlatacağı mesajları neden fırsat bilmesin? O kadar insan, zorla toplanmaya çalışılsa bu kadar başarılı olunmaz. Devlet, Diyanet’in eliyle hiç çaktırmadan yapmak istediğini güzelce yapmaktadır. Devletin dinsizliğine (daha doğrusu laiklik inancıyla çok dinliliğine), düzenin despotluğuna ses çıkarmayan, onun ikiyüzlü yönetimine hizmet eden bir Diyanet, neden olmasın, değil mi? Üstelik bu kurum, düzene, polis ve jandarmadan daha iyi hizmet etmektedir.
Bizim için, Diyanet’in karşı olunacak en önemli tarafı, onun kuruluş amacı ve İslâm adına yaptığı tahrifat ve tahribatlardır. Çünkü Diyanet, sırf Allah’ın râzı olduğu dine karşı laik ve gayri İslâmî bir devletin râzı olduğu bir dini yaygınlaştırmak için kurulmuştur. Yani dine karşı yeni bir dinle mücâdele etmek. Maksat, mevcut potansiyeli, yani halkı kontrol altına almaktır. Onlara göre halka verilecek İslâmî anlamda/alanda her serbestlik, sürdürdükleri saltanata son vermek olacaktır. Bu durumu bilen düzen, Diyanet aracılığıyla kendi konumunu sağlama almış olmaktadır.
- 974 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yine Diyanet; eğitimden kişinin dünya görüşüne kadar her şeyine müdâhale etmiş bulunuyor. Başta kendi personeli olmak üzere, onun eğitiminden geçen çoğu kimse devletçi ve düzencidir. Devletin uygun görmediği her anlayış, bunlara göre de yanlıştır, zararlıdır. Bu inançla hareket eden Diyanet personeli, devlete ve onun yanlış icraatlarına tepki gösteren kimselere bölücü, hâin demekten çekinmezler. Kulaklarını, gözlerini ve kalplerini düzene kiralayan bu kimseler âyet ve hadislere karşı gelmek adına da olsa devletçidirler. Aralarında marangoz hatası cinsinden bazı istisnâlar olmasına rağmen herkes tâğuta karşı çıkmayan bir tavırdan yanadır. Her personel, bu çarkın dişlisi olarak görev yapmaktadır. En ücrâ köylere bile devletin öğretmeninden, jandarmasından önce Diyanet ulaşabilmekte. Bir karın tokluğuyla ya da bir maaşla satın alınan bu kadroların bir zamanlar Afganistan’daki mevcut komünist rejime karşı mücâdele eden mücâhidlerin anarşist, bölücü olarak câmilerde tanıtıldığı günlerin diğer ülkelerde de olmasına şaşmamak lâzım. Bilindiği üzere Afganistan’da Allah için kıyam eden mücâhidler Ruslara bağlı Diyanet personeli tarafından halka bölücü, hâin ve anarşist diye tanıtılıyordu. Demek ki Rus keferesi bile ülkelerindeki Diyanet teşkilatının varlığından memnunluk duyuyor. Çünkü İslâm dışı rejimler kendi kontrollerinde bir Diyanet teşkilatının olmasını kendileri için faydalı görmektedirler.
Yaşadığımız topraklarda da, etkili ve yetkili çevrelerin İslâm’a saldırmalarına karşı Diyanet’in sesini hiç çıkarmaması, üzerinde düşünülmesi gereken husustur. Eski müftü mürted Turan Dursun, kitaplarında İslâm’a açıktan saldırırken Diyanet ve oluşturduğu heyet, Din İşleri Yüksek Kurulu, bu konuda neden bir açıklamada bulunmuyor, cevap vermiyor? Haydi, ülke içinde İslâm’a açıkça hakaret edenlere bir şey diyemiyorsa, ülke dışında meselâ, Hint asıllı mürted Salman Rüştü, aynı şekilde İslâm’a saldırdığı, Hz. Peygamber’in hanımları olan annelerimize hakaret ettiği zaman neden onu tel’in etmemiştir? Bazı resmî ve yarı resmî kuruluşların, kimi yetkililerin ve bir kısım medyanın herhangi bir olayı bahane ederek İslâm’a topyekün savaş açmalarına üç maymunu oynaması, görmemeyi, duymamayı, söylememeyi tercih etmesi başka neyle izah edilebilir? “İrtica” denilerek İslâm’a ve müslümanlara olmadık iftiralar atan, Hak Dini karalayan ve onunla en çirkin yöntemlerle savaşan medya ve diğer kesime karşı, Diyânet, Hak Dini müdâfaa etme ihtiyacı bile hissetmemekte ve “dilsiz şeytan” rolünü üstlenmektedir.
Tabii, Diyanet, hak karşısındaki bu sessizliğe/tepkisizliğe kılıf uydurmayı da ihmal etmiyor. Çünkü demokrasiyle(!) idare edilen bir ülkede her şey tartışılmalı. Gerekirse halkın en kutsal değerleri bile tartışılabilir; ama rejimin temel ilkeleri ve heykelleri tartışılamaz. Çünkü tartışılması Kemalist anlayışa ve Devlet dinine göre câiz değildir, demokrasi dininin kurallarını ihlâl etmektir.3677 “Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine Kitap verilenlerden dininizi eğlence ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Eğer mü’min iseniz Allah’tan korkun.” 3678
İslâm’ın, sosyal ve siyasal hayatı hayra doğru değiştirip dönüştürmesinin önünde en büyük engellerden biri, resmî/laik İslâmizasyon anlayışları ve bu işlevi gören kurumlar, en başta da Diyanet kuruluşlarıdır. Diyanet teşkilâtları, işgal
3677] Abdurrahman Çobanoğlu, İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, s. 55-69
3678] 5/Mâide, 57
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 975 -
altındaki bütün İslâm dünyasında büyük bir kambur, ayak bağı ve pranga durumundadır. İslâm dışı düzenler açısından ise, bir koltuk değneği, bir emniyet sibobu, bir drenaj kanalıdır. Diyanet görevlilerine “Din görevlisi” denilmektedir. Bu deyimdeki “din”den İslâm kast ediliyorsa, bu yanlış bir adlandırma olur. Çünkü İslâm’da, herkes dininin görevlisidir. İslâm’da, hıristiyanlıkta olduğu gibi ruhbanlık, ruhbanlar (din adamları) sınıfı yoktur. Bütün müslümanlar, iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, dinlerini yaşayıp başkalarına yaşatmak için dinin kendilerini görevlendirdiğini kabul eden insanlardır. Onun için her müslüman, dininin vazifelisi, din görevlisidir. Ama, bu “Din görevlisi” tâbiriyle düzenin resmî dini kast ediliyorsa, diğer memurlar gibi, hatta onlardan öncelikli olarak Diyânet görevlilerine bu ismin/ünvanın verilmesinde sakınca yoktur. Kendilerine görev veren, nerede, hangi câmide ve hangi türde, hangi kanun ve yönetmelikler çerçevesinde görev yapacağını bildiren/emreden devlet olduğuna göre, bunların, her şeyden önce devlet görevlileri, devletin din için görevlendirdikleri, devlet dininin görevlileri olduğu daha mantıklı çıkarım olmaktadır. İslâm dışı güçlerin desteği/maaşı olmadan ayakta duramayacak olan bu grup, çoğu zaman kendilerini hak dinin temsilcileri olarak görürler. Bu da müslümanların cezâsı olarak yetmektedir.
Dünyadaki tüm küfür sistemleri, açık cephe alıp fertlerin içinden sökemedikleri Allah inancını köreltmek, saptırmak ve bu yolla insanları dalâlete düşürüp köleleştirmek için kendilerine Bel’amlar bulmak zorunda hissetmişlerdir. Tarihin çok eski devirlerinden itibaren, Kur’an’ın bildirdiğine göre meselâ Hz. Mûsâ döneminden bu yana, küfürle hükmeden düzenler, edindikleri bu yardımcılara para ve makam vererek onları toplumun önüne sürmüşlerdir. Bir taraftan da, dinî konularda bunların yetkili olduklarını yaymaya ve bu imajı toplumun kafasında yaşatmaya çalıştılar. Böylece, bu yolla halkın onlara tâbi olmasını sağlayarak, halk üzerinde kendi egemenliklerini ve baskılarını kurdular. Dünyadaki tüm küfür sistemlerinin İslâmî gerçekleri müftü, vâiz ve namaz memurları sâyesinde nasıl saptırdıklarına dair nice örnekler içinden birkaçına değinelim:
Bir taraftan dini afyon kabul ederek, insanları dinsizleştirmek için elinden geleni ardına koymayan Rusya’daki sosyalist düzen, diğer taraftan resmî müftüler atayarak, yıllarca insanları bu müftüler vâsıtasıyla saptırmağa çalışmıştır. Hac mevsimlerinde, bu kiralık müftüleri hacca göndererek, o kutsal topraklarda kendi propagandasını yaptıran sosyalist sistem, aynı zamanda ülkesindeki muvahhid mü’minleri kurşuna dizmiştir. Bu yaptıklarıyla sosyalist düzenin, müftü atamakta ne kadar samimi olduğu gözükmekte ve asıl amacının ne olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu gerçekler, yıllarca tüm dünyanın gözleri önünde cereyan etmiştir.
Yunanistan gibi hıristiyan çoğunluğa mensup bir ülke, sömürgesi altındaki Batı Trakya’nın Gümülcine’sinde resmî müftü atamaya çalışmış, halkın seçtiği müftüyü kabul etmemiştir. Bu durum, laik bir ülke olan Türkiye tarafından eleştirilmiş, İslâm düşmanı medya tarafından da Yunanistan’ın bu tutumuna karşı çıkılmıştır. Hıristiyan bir ülke, neden kendini İslâm’a nisbet eden halkın, kendisine seçtiği müftüyü kabul etmeyerek kendisi müftü atasın? Niçin müftü seçmekte bu kadar hassâsiyet göstersin? Bunun cevabı gâyet açıktır. Hıristiyan Yunanistan, eğer bir kişiyi kiralayarak müftü tâyin ediyorsa, bunun sebebi; diğer küfür rejimlerinde olduğu gibi, o şahıs ve kuruluş aracılığıyla müslüman halkı kendisine
- 976 -
KUR’AN KAVRAMLARI
boyun eğdirmek, itaat ettirmektir.
Orta doğuda, Asya ve Afrika’da da durum pek farklı değildir. Dünyanın hemen her yerinde, İslâm dışı düzenler, kendilerinin İslâm’la hiçbir ilgileri bulunmadığı halde, müslüman gördükleri halklara müftü, vâiz ve namaz memuru tâyin etmişlerdir. Bu kiralık görevliler de, ücret aldıkları küfür rejimlerine hizmeti ibâdet telakki ederek görevlerini lâyıkıyla yapmışlar, halklarını din adına aldatmışlardır. Zaten İslâm dışı düzenler de bunu yapmaları için kendilerine ücret ödüyorlar. Bunlardan birçoğu da toplum içinde oldukça ün salmış, meşhur edilmiş kişiler olarak ortaya çıkarlar. İşin en tuhaf yönü ise, bu kiralık görevlilerin, İslâm dışı rejimlerin uşakları ve hizmetkârı olduklarını unutarak, kendilerini gerçekten İslâm âlimi, İslâmî konularda söz sahibi olduklarını zannetmeleridir.
Diyanet İşleri teşkilatını niçin kurduklarını açık bir şekilde anlatan, laik sistemin akıl hocası ve düşünürü, 1961 anayasasının mimarlarından biri olan Prof. Mümtaz Soysal’ın “Yüz Soruda Anayasanın Anlamı” adlı kitabındaki ifadeleri, bu söylediklerimize ışık tutmaktadır. Soysal, laikliğin tarifini ve Batı toplumlarında geçirdiği evreleri tanımladıktan sonra, laikliğin önünde engel teşkil eden İslâm dininin, nasıl etkisiz hale getirilerek devre dışı bırakıldığını şöyle anlatıyor:
“Dinin toplum işlerinden, toplumsal görevlerinden sıyrılıp ‘vicdanlara itilmesi’, kişilerin iç dünyalarından dışarıya taşmayan bir inançlar bütünü sayılabilmesi. Bu, aynı zamanda, dünya işleriyle çok yakından ilgili olan müslümanlığın kendi içinde de bir reforma girişmek demek. Bir bakıma, Atatürk’ün uygulamak istediği laiklik politikası, dini ‘toplumsal’ olmaktan çıkarıp ‘kişisel’leştirirken, müslümanlığın temel niteliklerinden birine de dokunmuş oluyordu. Laik devlet, yalnız mezhepler arasında ayrım gütmeyen, resmî bir dini olmayan, dinsel kurallarla iş görmeyen bir devlet olmakla kalmamalı, aynı zamanda dinin vicdanlara itilmesi için gerekli tedbirleri de alabilen devlet olmalıydı.” 3679
Prof. Soysal’a göre devlet, laikliğin öngördüğü tedbirini aldı. Aldı almasına da, ancak İslâm dini, büyük bir engel olarak laikliğin karşısında, olduğu gibi duruyordu. Çünkü İslâm’da, hıristiyanlıktaki gibi din ve devlet işleri ayrı ayrı değildi. Soysal bu gerçeği şu ifadelerle dile getiriyor: “İslâm dini, din ile devlet işlerini ayırmak şöyle dursun, bunlarda tam bir kaynaşma getiriyor. Din, insanların iç dünyaları kadar, devlet konusundaki davranışları da kurallara bağlamak amacını gütmektedir. Bu alanda laikleşmeğe doğru atılan her adım, eninde sonunda dinin kendisiyle çatışmaya kadar varıyor.” 3680
Laik rejim İslâm’la çatışmayı göze alamadı. Ancak, bu engel kaldırılmalı, ama çatışma olmadan bu iş halledilmeliydi. Çünkü böyle bir çatışma laik rejimin sonu demekti. O halde, laikliğe zarar verilmeden bu iş gerçekleştirilmeliydi. Ve formül bulundu: İslâm isim olarak var olmalıydı, ancak, hüküm/uygulama olarak kaldırılmalıydı. Laik rejimin çok güveneceği bir teşkilat kurulmalı, bu kuruluş, dinin vicdanlara hapsedilme işini en iyi şekilde yerine getirmeliydi. Diyanet İşleri Teşkilatı böylece kuruldu. Diyanetin laik sistem içindeki yerini ve görevini istenildiği gibi nasıl yerine getirdiğini de Soysal şöyle ifade ediyor:
“Laik bir devlette ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’nın genel idare içinde yer alması,
3679] Mümtaz Soysal, Yüz Soruda Anayasanın Anlamı, Gerçek Y., s. 171
3680] Mümtaz Soysal, a.g.e., s. 172
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 977 -
Türk devriminin özelliklerine uygun bir laikliğin, yani dini toplum işlerinden kişisel vicdanlara itebilme işinin daha sağlam ve emin yollardan gerçekleştirilmesi dışında herhangi bir anlam taşıyamaz.” 3681
Soysal, çok açık bir şekilde, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş amacını ortaya koymaktadır. Buna göre, Diyanet’in görevi, dünya ve âhiret nizamı olan İslâm nizamının, devletle ve dünya ile ilgili olan kurallarını gizleyerek onu ruhbanlık dini haline getirmeye ve böylece onu vicdanlara hapsetmeye çalışmaktır. Bunun için; müftüler, vâizler ve namaz memurları yetiştirmek, bunların nasıl hareket edecekleriyle ilgili esasları belirlemek, bu esaslar doğrultusunda hareket edip etmediklerini, laik sisteme uygun konuşup konuşmadıklarını kontrol etmek üzere, müfettişler görevlendirmek Diyanetin temel görevidir.
Laik sistem, kendi emniyeti için kurduğu ve emniyet sibopluğu yaptırdığı Diyanet örgütüne yalnızca eleman yetiştirmekle kalmamış, aynı zamanda bu yetiştirdiği elemanlarına işleyecekleri dinî cinâyetleri (dini vicdanlara hapsetmeye çalışmaları) karşılığında, bütçesinden her yıl düzenli olarak ve miktarı laik rejimin birçok bakanlığın bütçelerinin 10-15 katı kadar parayı rüşvet olarak vermiştir. Laik rejim, protokolda, Tapu Kadastro Müdürlüğü kadar bir yere sahip olan Diyanet Teşkilatına, devletin çok önemli altı bakanlığının toplam bütçesinden daha fazla bir parayı ayırıyordu. Ayrıca, yıl ortasındaki ek ödenekler ve Diyanet Vakfının gelirlerinin de eklenmesi ile bir müdürlük seviyesindeki Diyanet örgütünün bütçesi, devlet içinde devlet bütçesi haline geliyor.
Bütün bu rakamlar çok büyük, hatta korkunç gelse de; aslında, Diyanet teşkilatının işlediği dinî katliamlar karşılığında az bile kalmaktadır. Çünkü Rusya, büyük askerî gücüne ve onca imkânına rağmen, bir avuç Çeçen’in kafasından din duygusunu, gönlünden cihad ve şehitliği, onca propaganda, saldırı ve işkenceye rağmen kaldırmayı başaramazken, Diyanet, kan dökmeden ve baskı yapmadan personeli vâsıtasıyla yaptığı propagandalarla, dini toplumsal hayattan kaldırma ve toplumu hak dinden kopararak devlete tâbi kılma açısından Rusya ile karşılaştırılamayacak büyük başarı elde etmiştir. Konuyu bir de nüfus açısından ele alacak olursak, sonuç daha büyük boyutlara ulaşmaktadır. Yani Rusya, 250 milyonu geçen nüfusu, süper askerî ve malî gücü, sosyalist ideolojisi, baskı ve saldırılarıyla, bir milyon Çeçen’in kalbinden ve kafasından imanı sökmeye muvaffak olamazken; diyanet örgütü, 88 bin çalışanı ile 70 milyon insanın kalbindeki ve kafasındaki imanı geçersiz hale getirerek onları birer uydu/köle haline getirebilmiştir. Rusya 250 milyon nüfusuyla bir milyona yapamadığını, Diyanet örgütü 88 bin çalışanıyla 70 milyona yaptı. Bu nedenle, Diyanet’in aldığı ücret/rüşvet az bile kalmaktadır. Diyanet şebekesinin zavallı elemanları rejime yaptıkları hizmetleri bir bilselerdi, generallerin rejime yaptıkları hizmetlerden çok daha fazla olduğunu ve rejimi nasıl koruduklarını görürlerdi. Çünkü Diyanet örgütü, içerideki dinsel düşmanı (irticâyı) etkisiz hale getirmekte, generallerin dış düşmanı etkisiz hale getirmelerinden daha başarılıdırlar. Diyanet teşkilatının her elemanı, yaptıkları üstün ve başarılı görevleri için aslında mareşallikle ödüllendirilmelidir.
Ancak, her işte olduğu gibi, bu konuda da insanların bir hesabı varsa, Yüce Allah’ın da bir hesabı var ve Allah, hesabında daima üstün gelendir. “Kâfirler
3681] M. Soysal, a.g.e. s. 174
- 978 -
KUR’AN KAVRAMLARI
istemese de Allah dinini üstün kılacaktır.”3682 İşte bu Diyanet şebekesi konusunda da laik sistemin hesabı yine tutmadı. Tıpkı İmam-Hatip Liselerinde ve İlâhiyat Fakültelerinde tutmadığı gibi. Çünkü düzen, onca rüşvet vererek kiraladığı dinsel suçlu müftü, vâiz ve namaz kıldırma memurlarından kimileri, işledikleri cinâyetin farkına vardılar. Allah korkusunun ağır basması sonucunda, laik rejimin ellerine tutuşturduğu, rejimi öven kâğıtları bir kenara fırlatıp ellerine Kur’an’ı alarak aslına uygun bir şekilde hak dini halka anlatmaya çalıştılar. Ancak, rejimden onca rüşvet alan Diyanet ve bağlı olduğu yetkililer boş durur mu? Hemen harekete geçerek namaz memurlarından halka Kur’an’ın anlamlarını anlatan ve okutanları araştırmaya başladılar ve Kur’anî gerçekleri insanlara ulaştırmaya çalışanlardan tespit edebildiklerinin işine son verdiler.
Diyanet İşleri, dinin bir vicdan meselesi olduğunu halka kabul ettirmek için, sürekli olarak bu tarzda hutbeler hazırlar ve namaz kıldırma memurlarına da bu hutbeleri okutur. Bu hutbeleri okumayanları uyarır, cezalandırır, hatta gerekirse görevine son verir. Diyanetin bağlı bulunduğu yasa, dinin bir bölümünü anlatmaya, bir bölümünü gizlemeye görevlileri zorlamaktadır. Aynı yasa, laiklikle çatışan, Kur’an’ın devlet ve egemenlikle ilgili hükümlerini gizlemeleri gerekirken bunları açıklayan görevlilerin işlerine son verileceğini de ortaya koymaktadır.
İslâm dini, devlet ve hüküm/egemenlik esasını ilk plana almaktadır. “Lâ ilâhe illâllah” kelimesi, bu gerçeği ifade etmektedir. Hz. Âdem’den (a.s.) Hz. Muhammed’e (s.a.s.) kadar süregelen risâlet zinciri, sadece bu gerçeğin anlaşılması içindi:
“Andolsun Biz, ‘Allah’a kulluk edin ve tâğuttan kaçının’ diye (emretmeleri için) her ümmete/topluma bir peygamber gönderdik. Allah, onlardan bir kısmına hidâyet edip onları doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı için de sapıklığa düşmek hak/gerekli oldu. Yeryüzünde gezin de görün; inkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur!”3683 Kur’ân-ı Kerim, hâkimiyet konusunu, sürekli olarak işlemekte, baştan sona kadar bu konuya işaret etmektedir. “Hüküm, yalnız Allah’ındır. O, yalnız kendisine ibâdet/kulluk etmenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Ama insanların çoğu bilmezler.” 3684
Hâkimiyetin ancak kendisine ait olduğunu bildiren Yüce Allah, indirdiği hükümlerle hükmetmeyenlerin kâfir, zâlim ve fâsık olduklarını, hükümleri gizleyenlerin de aynı kategoriye girdiklerini bildirdikten sonra, Kur’an’la mutlaka hükmedilmesi gerektiğini emretmektedir. “Sana da, daha önceki Kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere Kitabı (Kur’an’ı) gönderdik. Artık aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet; sana gelen gerçeği bırakıp da onların hevâlarına/keyiflerine/arzularına uyma... Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et.” 3685
Yüce Allah’ın indirdiği hükümlerin bir kısmını gizleyerek saklayanların ve hükümleri istemeyenlerin câhil olduğunu bildiren Kur’an, en güzel hükmedenin Allah Teâlâ olduğunu haber vermektedir: “Yoksa câhiliyye hükmünü/idaresini mi istiyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?”3686 Yüce Allah’ın indirdiği hükümleri gizlemek ve bunlarla hükmetmemek, ya da
3682] 9/Tevbe, 33
3683] 16/Nahl, 36
3684] 12/Yûsuf, 40
3685] 5/Mâide, 48-49
3686] 5/Mâide, 50
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 979 -
İslâmî esasların günümüzde geçerli olmadığını düşünmek ve söylemek; dini yalanlamak, inkâr etmektir: “Artık bundan sonra hangi şey, sana dini yalanlatabilir? Allah hükmedenlerin en güzel hükmedeni değil mi?” 3687
Aldıkları birkaç kuruş için İslâmî hakikatleri örtbas edenler, aslında İslâmî esaslardan ne kadar uzak olduklarını ortaya koymaktadırlar. Hakkı ortaya koymanın yolu, başta câhilî bütün sistemleri reddetmekten, daha sonra İslâmî esasları çok iyi öğrenmekten geçer. Bunun için hakkın ve bâtılın net olarak ortaya konulması gerekmektedir. “Dinde ikrâh/zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten ayrıt edilmiştir. O halde, kim tâğutu (Allah’tan başka hüküm koyanı) reddedip Allah’a iman ederse, kopması mümkün olmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah (her şeyi) işitir ve bilir.” 3688
İşte, Diyânet teşkilâtı, bu hakikatlerin gün yüzüne çıkmaması için müftü, vâiz ve namaz kıldırma memurlarına ücret vermekte ve bu gerçekleri topluma duyuranları ise hiç bekletmeden kovmaktadır. Diyanet teşkilatının başına, dinin bir vicdan işi olduğu felsefesini kabul etmiş ve bu felsefe doğrultusunda hareket edeceğine dair güvence vermiş başkanlar getirilmektedir. Bu başkanlar, görevlerini laik düzenin emirleri doğrultusunda yapmaktadırlar. Bunların emrindeki câmi görevlileri de kendilerine yasalarla emredilenleri yerine getirmektedir. Bu görevliler, kendilerine verilen görev gereği, Kur’an’ın bütününü Arapça aslıyla okudukları halde, bir kısmını gizleyerek, kalan diğer kısımlarının anlamını halka ulaştırırlar. Bu ücretli görevlilerin, dinin ancak bu kadarını bildikleri söylenemez. Çünkü bir âyeti okuyup onun altındaki veya üstündeki âyetleri görmemek mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim’deki iyilik, güzellik, yardım severlik konularındaki âyetleri sürekli okuyarak; içki, kumar, zinâ, fâiz ve hâkimiyetin Allah’a ait olduğuyla ilgili âyetleri toplumdan gizleyen görevliler, ancak kendilerine verilen Bel’amlık görevini ifa etmektedirler. Bu görevlilerin böyle yapmasını isteyen, Diyanet teşkilatını kuran laik düzendir. Ancak şu unutulmamalı ki, Yüce Allah, indirdiği açık delillerin tümünün açıklanmasını istemekte ve bir kısmını gizleyenlere lânet edileceğini bildirmektedir:
“İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti, Biz Kitap’ta insanlara açıkça belirttikten sonra, gizleyenler (var ya), işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder.”3689; “Allah’ın indirdiği Kitap’tan bir şey gizleyip onu az bir paraya satanlar var ya, işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar. Kıyâmet günü Allah onlarla ne konuşacak ve ne de onları temize çıkaracaktır. Orada onlar için acı bir azap vardır. Onlar hidâyeti/doğru yolu bırakıp sapıklığı, mağfirete karşılık olarak da azâbı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar da dayanıklıdırlar!” 3690
Oysa Kitab’a vâris olanlar, Kitab’ı açıp okuyanlar, onu açıklamakla mükellef tutulmuşlardır. Diyanetin maaşlı elemanlarının çoğu ise, aldıkları birkaç kuruş için, onu gizlediler, hükümlerini saptırdılar ve böylece Kitab’ın hükümlerini arkalarına attılar. “Allah, kendilerine Kitap verilenlerden: ‘Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz!’ diye söz almıştı. Fakat onlar, verdikleri sözü kulak ardı
3687] 95/Tîn, 7-8
3688] 2/Bakara, 256
3689] 2/Bakara, 159
3690] 2/Bakara, 174-175
- 980 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kötü!” 3691
Diyanet görevlileri, dinin toplum tarafından anlaşılmasını, dinin sosyal ve siyasal yönlerini, iyilikleri emretmek ve kötülüklerle mücâdele etmenin her müslümanın görevi olduğunu anlatmayarak, kötülüklerin toplum hayatına egemen olmasına destek oldular. Bu görevliler, kötülüklerin toplum hayatına hâkim olması için, elbette ki kötülüğü övüp halkı teşvik etmediler; zaten onlara bu görev de verilmemişti. Kötülükleri başkaları, rejimin bizzat kendisi toplumun önüne çıkardı; fakat toplumdaki dinî inanç, bu kötülüklerin yayılmasını engelliyordu. Bu dinî inanç toplumdan kalkmadıkça kötülük yayılmayacaktı. Öyleyse bu dinî inanç kalkmalıydı, ya da vicdanlara hapsedilmeliydi ki, kötülüklere meydan açılabilsin ve her çeşit şer ortalıkta özgürce işlenebilsin. Dini vicdanlara itebilme işi, toplum içinden çıkan, toplumun güveneceği kişilere verilmeliydi ki, toplum uyanıp laik rejime, şerlerin egemen olduğu düzene ve yapıya karşı gelmesin.
Evet, Diyanet görevlileri, büyük çoğunlukla, dini vicdanlara hapsederek gerçekleri gizlemişler, hakkın toplum tarafından anlaşılmasına engel olmuşlardır. Bu ise, yapılabilecek en kötü işti: “Onlar, işledikleri kötülükten, birbirlerini vazgeçirmeye çalışmıyorlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür!”3692; “Allah’ın âyetlerini az bir paraya sattılar da O’nun yoluna engel oldular. Onların yaptıkları, gerçekten ne kötüdür!”3693 Bu görevliler, bunu ister bilerek yapsınlar, isterse bilmeden; bâtılı emretmeleri, bundan da kötüsü, hakla bâtılı karıştırmaları, cinâyet olarak yeter! “Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın; yalnız Benden (Benim azâbımdan) korkun. Hakkı bâtıl ile karıştırmayın; bilerek hakkı gizlemeyin.” 3694
Yine, hangi sebeple olursa olsun, hakkı gizleyerek belli konuları işlemeleri, onların Kur’an’ı böldüklerinin açık bir delilidir. Bunun hesabı, elbette sorulacaktır. “Onlar ki Kur’an’ı bölük bölük ettiler. Senin Rabbin hakkı için Biz onların hepsine, yaptıkları şeylerden soracağız. O halde sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklere aldırma!”3695 Kur’an’ı parça parça ederek bir bölümü ile hareket edenler için Kur’an’ın öngördüğü ceza, dünya hayatında laik düzenlerin isteklerine göre hareket ettiklerinden dolayı rezillik, rezillerin âhiret cezası ise, azâbın en şiddetlisine atılmaktır. “...Yoksa siz Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka nedir? Kıyâmet gününde de (onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah, yaptıklarınızı bilmez değildir.” 3696
Diyânetin memurları, bu itaatkâr tavırlarıyla, bilerek veya farkında olmadan; Diyanetin, dolayısıyla laik düzenin emir ve yasaklarını Allah ve Rasûlünün emir ve yasaklarının üstüne çıkarmış oluyorlar. Bu nedenle, Kur’ânî emirler bunlar için pek bir şey ifade etmeyebiliyor. Bunun en açık örneği, cenâze namazları ile ilgili tutumlarıdır. Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın dininden hoşlanmayanların, fâsıkların ve münâfıkların namazlarının kılınmamasını, mezarları başında durulmamasını isterken, bu namaz memurları, bırakın münâfıkları, Allah’ın dinine ve müslümanlara düşman olan dinsizlerin (daha doğrusu, farklı din mensupları
3691] 3/Âl-i İmrân, 187
3692] 5/Mâide, 79
3693] 9/Tevbe, 9
3694] 2/Bakara, 41-42
3695] 15/Hicr, 91-94
3696] 2/Bakara, 85
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 981 -
müşriklerin) bile namazlarını kılmakta, onlar için duâ etmektedirler. Namazdan sonra da bu müşriklerin ölüsünü almaya gelenlerin bazılarınca, “kahrolsun şeriat!” diye İslâm’a saldırdıkları durumlar bile olabilmektedir. “Onlardan ölen hiçbirine asla namaz kılma, onun kabri başında da durma. Çünkü onlar, Allah ve Rasûlünü inkâr ettiler de fâsık olarak öldüler.”3697 Şimdi, bir tarafta Yüce Allah’ın emri, diğer tarafta Diyanet ve laik sistemin emri var. Namaz memurları laik düzenin emrine tâbi olduklarını ortaya koyarak, Yüce Allah’ın bu emrinin tersine hareket ediyorlar. Bu davranışlarıyla da Kitab’ın hükümlerini arkalarına atmış oluyorlar.
Diyanete, daha doğrusu laik düzene hizmeti ibâdet kabul eden müftü, vâiz ve namaz kıldırma memurlarından oluşan bu grup, tevbe ederek Allah’a ve O’nun yüce Kitabına tam teslim olmadıkları ve Kur’ânî gerçekleri insanlara olduğu gibi anlatmadıkları sürece, ne müslümanlarla beraber olabilirler ve ne de Yüce Allah tarafından bağışlanırlar. “İşte onlar, âhireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Onlardan azap hiç hafifletilmez ve onlara hiç yardım edilmez.”3698; “Ancak, tevbe edip düzeltenler, (Hakkı) açıklayanlar başka. Onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çok kabul eden ve merhametli olanım.”3699; “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında ancak rezilliktir. Kıyâmet gününde ise (onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah, yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” 3700
Hamdolsun, bu âyete göre durumlarını düzeltenler, günden güne çoğalmakta ve birçok Diyânet görevlisi, yalnızca Yüce Allah’a kul olma şerefine ulaşmak için çalışmaktadırlar. Ancak, rızık endişesiyle hâlâ gerçekleri gizleyen büyük bir grup Diyanet görevlisi bulunmaktadır. 3701
Diyanetin Hutbelerinden Küçük Birer Kesit: 1973’te basılan, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından “Hutbeler” adlı kitaptaki hutbe konularından bazıları şunlar: “Hâkimiyet Milletindir”, “Hürriyet ve Adâlet Sevgisi”, “Yurt Sevgisi ve Vatana Bağlılık”, “Vatan Sevgisi”, “Askerlik Sevgisi”, “Dinimiz Kaçakçılığın Her Çeşidini Yasaklamıştır”, “Millî ve Dinî An’anelerimize Bağlı Kalalım”, “Ormanların Korunması ve Ağaç Yetiştirilmesi”, “Dinimizin Zenaat ve Tekniğe Verdiği Önem”.
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından, 1981 yılında basılan ve kapağında “Atatürk’ün Doğumunun 100. Yılı Dolayısıyla” diye not düşülmüş, câmilerde İmam-Hatiplik yapanlara hutbe olarak yararlanmaları için hazırlanan “İmam-Hatipler İçin Örnek Metinler” adlı kitaptan birkaç konu/hutbe başlığını sayalım: “Yurtta ve Cihanda Sulh”, “Türk Devleti, Ülkesi ve Milletiyle Bölünmez Bir Bütündür”, “Türklük ve Müslümanlık”, “Çalışmak Bir İbâdettir”, “Vatan ve Millet Sevgisi”, “Askerlik ve Yurt Savunması”, “Cumhuriyet Fazilettir”, “Milli Hâkimiyet Bayramı”, “Çanakkale Zaferi”, “30 Ağustos Zaferi”, “Vergi Vermek Çok Önemli Bir Vatandaşlık Görevidir”, “Ağaç ve Orman Sevgisi”, “Yerli Malı Kullanalım”, “Kaçakçılık ve Karaborsacılık”, “Anarşi, Terör ve Bozgunculuk”,
3697] 9/Tevbe, 84
3698] 2/Bakara, 86
3699] 2/Bakara, 160
3700] 2/Bakara, 85
3701] Ramazan Yılmaz, Tevhidin Düşmanı Tefrika, s. 155-171
- 982 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Turizmin Önemi”.
Hakk’a ve hak dine inanmayan insanların bize din biçmelerine, kendi bâtıl dinlerini bize dayatmalarına, hak dini tahrif etmeye çalışmalarına, Allah’a ve Allah’ın dinine iftira etmelerine göz yumacak ve boyun eğecek değiliz. Onların ilâhlıklarını, rabliklerini reddedeceğiz; onların tuzaklarına düşmeyeceğiz. Onların (b)alıkları avlamak için oltalarına taktıkları “din”i yutmayacağız. Dinimizi, düzenin resmî kurumlarından ve din tüccarı Bel’amlardan değil; temiz kaynağından; Kur’an’dan, sahih sünnetten ve takvâ sahibi âlimlerden öğreneceğiz.
Çağından Sorumlu Kişiler; Âlimler
İlim vahyin kendisidir. Vahyin önüne geçen, ya da vahiyle sağlaması yapılamayıp ona ters düşen bilgi ilim değildir. İlim, bütün peygamberlerin ortak mirasıdır. İlim, söz ve amelin sıhhati için şarttır. Söz ve amel, ancak ilimle itibar kazanırlar. İlim, amelden önce gelir. İlim, amelin rahberi ve mürşidi konumundadır. İlmin amelden önce gelmesinin nedeni, akîdede hak ve bâtılı, ibâdetlerde sünnet ile bid’ati, ahlâkta güzel ile çirkini, sözlerde doğru ve yanlışı, ilişkilerde sahih ile müfsidi, ölçülerde makbul ile makbul olmayanı birbirinden ayırt ediyor oluşudur. İlim, inançtan bile önce gelir. Neye, nasıl inanacağını bilmeden sağlam bir akîdenin oluşması mümkün değildir. Şeriatın gaye ve hedeflerini anlama, dinî hakikatleri kavrama sorunu, ancak ilim merkezli bir gayret ile elde edilebilir. İlim, her türlü İslâmî çalışmada şarttır.3702 Her ne kadar Yüce Kur’an, anlaşılması kolay; açık ve berrak hükümler içeriyor olsa da, Kur’an’ın ve Sünnetin hayata aktarılmasında ihtisas gerektiren ilmî bir disiplinin rolü inkâr edilemez. Yüce Kitabımız Arapça inmiştir ve Arapça ilmine vâkıf olmak âyetlerin hedef ve maksatlarını kuşkusuz daha iyi anlamada yarar sağlamaktadır.
Yine, bunun yanı sıra sebeb-i nüzul bilgisi, tefsir ve hadis usûlü, hüküm istinbat etme yolu (Fıkıh usûlü) gibi alanlar, inkâr edilemeyecek şekilde Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’i daha derinlikli ve hikmete uygun bir şekilde anlamamızı kolaylaştırmaktadır. Ancak, bu ilmî disiplinler, belli birikim gerektiren ihtisas alanlarıdır. Bu ilmî birikimlere sahip olan “ulemâ”nın, İslâmî bir yürüyüşe öncülük etmedeki rolü, hem daha etkin hem daha kuşatıcıdır. Peygamberlerin vârisleri olarak sorumlulukları bildirilip taltif edilen “ulemâ”, tevhidî gerçekleri, peygamberlerin topluma ulaştırdığı yol ve yöntemlerle topluma ulaştırma gayreti içinde olan “ulemâ”dır. İslâmî hareket içinde tevhidî şuura sahip muttakî âlimlerin yerini alması ve sahip oldukları ilmî birikimlerini hareketin güçlenmesi yolunda harcamaları gerektiği, inkâr edilemez bir gerçektir. Çünkü ilim adamlarının sahip oldukları ilmî birikimin onları toplumda daha fazla dikkat ve câzibe merkezi haline getirdiği bilinen bir husustur.
Bu bağlamda şunu da belirtmeliyiz ki, İslâm nokta-i nazarında ilim belli bir kesimin tekelinde bir metâ olarak görülmez. İslâm, başta ruhbanlık olmak üzere, her türlü sınıf sistemine karşıdır. “Her ilim sahibinin üstünde bir âlimin bulunması3703 Kur’an’da işaret edilen bir vâkıadır. Mesleği, ilgi alanı ve sorumluluğu ne olursa olsun, her müslümanın kendi konumunun gerektirdiği vahyî ilimle donanması gereklidir. Her Müslüman bildiğinin âlimi, bilmediğinin de talebe3702]
12/Yusuf, 44, 45
3703] 12/Yusuf, 76
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 983 -
si olmak zorundadır. Bildiği doğruları sadece kültür zenginliği olarak üzerinde taşımaz; bildiği doğrularla amel ederek ilmi hayatına geçirir ve başkalarına da dâvet, tebliğ, nasihat ve emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapar. Tarih boyunca ulemânın toplum üzerindeki gücü, özellikle kritik dönemlerde, bâriz bir şekilde hissedilmiştir. Buna, Moğollara karşı, kalemi ve lisanıyla Müslümanlara kahramanlık ve cesaret aşılayan Ahmed İbn Teymiyye ile İslâm akîdesini koruma uğruna “Mihne” döneminde her türlü işkenceye katlanan Ahmed İbn Hanbel örnek olarak verilebilir. İlim adamlarının Allah katında sorumlulukları diğerlerine göre çok daha ağırdır. Hele günümüzde parçalanmışlık içinde bulunan ümmetin bu vahim tablosu karşısında, tevhid ehli hiçbir âlimin yerinde oturup kalması veya ümmet sorunlarına duyarsız kalması düşünülemez. Böyle ise, o âlim değildir. İlmî seviye oranında bu mes’ûliyet artar.
Parçalanmış, zaafa uğramış ümmetin elinden tutup ümmetin kalkınması ve yeniden yapılanmasında, en fazla öncülük yapma görevi, ulemâya aittir. Yığınlarla bilgisi olmakla birlikte, bilgisini, öngörülen sorumluluk içinde kullanmayan ve bu bilinçle hareket etmeyen ulemâ, büyük bir vebal altında kalacaktır. Dâvetin topluma ulaşmasında rehberlik görevini görecek ulemânın, birtakım kısır veya cüz’î tebliğ faâliyetleriyle kendilerini sınırlandırmaları, onları bu vebalden kurtaramaz. “Toparlayıcılık” misyonu ya da ümmetin önündeki engelleri kaldırma misyonu, onların eliyle gerçekleşmelidir. Ancak, yaşadığımız toplumda, anlaşılmaktadır ki, tevhidî duyarlılığa sahip ilim adamlarının tek başına bu işin altından kalkmaları imkânsız gibi görünmektedir. Onların birçoğu, birtakım ârızî sebeplerle, halktan uzak kalmışlar ve toplumun sosyolojik analiz ya da tahlili, egemen sistemin işleyişi, toplumsal hastalıkların keşfi, Müslümanların ayağa kalkış yöntemi gibi konularda yeterlilik sahibi olamadıkları görülmektedir.
Dolayısıyla, ilim adamlarımızın, toplum içinden gelen entelektüel birikimin sahibi, tevhidî şuura sahip aktivist Müslüman öncülere de ihtiyacı vardır. Her iki birikimin bütünleşmesi, öncü kadro misyonu açısından, zorunlu ve vazgeçilmez gözükmektedir. Aslında, aydın ve hareket adamı aktivist muvahhidlerin belirli oranda da olsa ilim sahibi olma zorunluluğu gibi; gerçek ulemânın aynı zamanda entelektüel yetiye sahip, çağı ve insanları her yönüyle tanıyan aydın kimliğinin de bulunması gerekir.
Diğer bir tâbirle, ümmete öncülük yapacak kadrolar içinde, ulemâ var olan bilgisiyle, diğer aktivist Müslümanlarda var olan ilmiyle, diğer aktivist Müslümanlar da var olan tecrübe ve yetenekleriyle yerini almalı ve bu iki tâife, sorumluluklarının bilincinde ve istişare içinde birbirleriyle bütünleşebilmelidir. Bununla birlikte her ulemânın aktivist, her aktivistin de belli oranda ilimle kuşanması gerekir.
Ulemânın rolü ve sorumluluğu İslâm’ın egemen olduğu bir toplumda farklıdır; İslâm’ın egemen olduğu bir toplumda farklıdır. Küfrün egemen olduğu bir toplumda, ulemânın, sanki İslâm devletinde yaşıyormuş gibi davranması, çok ciddi bir zâfiyet, çok ciddi bir açmazdır. Böyle bir toplumda ulemânın öncelikli ve en âcil görevi, toplumu İslâm’a doğru dönüştürecek İlâhî yasaları harekete geçirmede rehberlik yapması, örnek yaşayışıyla öne düşmesidir.
Kur’an’ın itikadda hedefi iki şey üzerinde yoğunlaşır: 1- İlmî tevhid, 2- Amelî tevhid. (Faydalı ilim ve sâlih amel).
- 984 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ulemânın ayrıca, İlâhî programa uygun İslâmî bir yürüyüşü denetleme gibi bir görevi de vardır. Yürüyüşün İlâhî maksatlara uygun bir şekilde yürümesini kontrol etme, hareketin ifrat ve tefrite sapmasını engelleme, hareket önderlerinin fevrî ya da usûle aykırı davranmalarını tespit ve murâkabe etme gibi fonksiyonları da icrâ etmeleri gerekir. Bu noktada, İslâm hukukunda yerini alan bir kavram olan, “ehl-i hal ve’l-akd” kurumunun yürütücü işlevlerini muttakî ulemâ üstlenir. Ulemâ, ümmet içinde var olan her türlü potansiyeli bir harekete dönüştürme sorumluluğunu üstüne almalıdır. Bu kadar hayatî görevlere hâiz olan ulemâ kadrosunun, dar, cüz’î ve kısıtlı tebliğ ya da eğitim faaliyetleriyle kendilerini sınırlandırması, cidden şaşılacak bir durumdur. Bir toplumda “ulemâ” acziyet içinde ise, diğer Müslümanların halini varın siz düşünün. Allah, onlara şu âyette, verdiği bilgiyi gizlememeleri konusunda şiddetle ikaz etmiştir: “İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti Biz kitap’da insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak, tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır; onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça merhamet edenim.” 3704
Yahya b. Muaz şöyle diyor: “Âlimler, Muhammed’in (s.a.s.) ümmetine anne ve babalarından da şefkatlidirler. Çünkü anne ve babaları onları, dünya ateşinden, âlimler ise âhiret ateşinden korurlar.” 3705
Merhametli, vicdanlı, şefkatli, imanlı ve sâlih amel sahibi bir anne ve baba çocukları için neleri düşünüyor, neleri istiyor, neleri yapıyorlarsa, muttakî âlimler, onlardan daha çok şeyleri ümmet için istiyor ve yapıyorlar... Muvahhid ve mücâhid İslâm ulemâsı, peygamberlerin varisleri olduklarının şuurunda ve idrakindedirler... Onların her biri, ümmet için çoban olduklarının ve kendilerine vacib olan sorumluluklarının farkındadırlar...
Abdullah İbn Ömer (r.anhuma)’nın rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.): “Hepiniz çobansınız ve her biriniz elinizin altındakinden sorumlusunuz.” 3706
Bir anne ve babanın evladından sorumluluğundan daha çok âlim, ümmetten sorumludur... Bir anne ve baba nasıl ki, çocuklarının sıhhatinden, hasta olduğunda tedavisinden ve ameliyatından, eğitim ve öğretiminden, edeb, terbiye ve güzel ahlakından, iktisadî hayatından, meslek ve işinden, ayrıca istikbalinden sorumlu ise, âlim de ümmet için aynı sorumluluğu taşımaktadır... Çünkü ümmetin genel velayeti, muttakî ve mücâhid ulemâdadır... İslâmın âlimleri, ümmetin sağlığından, hastalığının sıhhatli tedavisinden, ekonomisinin helâl üzere devam etmesinden, yabancı unsurlardan temizlenmesinden, düşman saldırısından korunmasından, eğitim ve öğretim, edeb ve güzel ahlâklı olmasından sorumludurlar... Ümmet hayatının Allah’ın hükümlerine ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) Sünnetine uygun olmasından muttakî ulemâ sorumludur... Eğer bu konularda herhangi bir noksanlık var ise, âlimler tarafından tesbit edilip giderilmesine çalışılmalıdır... Her şeyden önce İslâm ulemâsı hür ve bağımsız olmalıdır... İslâm topraklarını işgal eden müstekbir egemen tağutlardan tamamen uzaklaşmış ilişkisini kesmiş
3704] 2/Bakara, 159-160
3705] Gazâlî, İhyâ, Çev. A. Serdaroğlu, Bedir Y., c. 1, s. 37
3706] Buhârî, Kitabu’l-Cuma, B. 11, Hds. 18, Kitabu’l-Ahkâm, B. 1, Hds. 2; Müslim, Kitabu’l-İmâre, B. 5, Hds. 20; Ebû Dâvud, Kitabu’l-Harac, B. 1, Hds. 2928; Tirmizî, Kitabu’l-Cihad, B. 27, Hds. 1757; İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B. 108, Hds. 212
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 985 -
ve onlarla asla uzlaşmayan taviz vermeyen ulemâ ancak çağın problemlerini İslâm ölçülerince çözebilir... Çözülen problemlerin hayatta uygulanışının örneğini yine muvahhid ulemânın ortaya koyması icab eder... Eğer bilgi yüklü kişiler, ümmete rehberlik yapmıyor ve onların dertleriyle ilgilenmiyorlarsa, onlar, gerçekten âlim olamazlar... Âlimler, Allah’dan gereği şekilde korkar ve kendilerine yükletilen sorumluluğunun idrakinde oldukları için vazifelerini yerine getirirler... İmanı sağlam bir şekilde ilmiyle âmil olmayan kişiler, sadece bilmekten dolayı âlim olamazlar...
Ebû’d Derda (r.a.) şu tesbitte bulunmuştur: “Öğrenci olmadıkça ilim sahibi olamazsın. Kendisiyle amel etmedikçe ilimden dolayı da âlim olamazsın.”3707 İbn Mübarek (rh. a.) ise şöyle der: “Âlim, okumaya devam ettiği müddetçe âlimdir. Ne zaman âlim olduğunu zanneder ve ilmini arttırmaktan vazgeçerse, işte o zaman câhil olur. 3708
Kendisini sorumlu olarak kabul eden muttakî âlim, kendisine yalnız ve yalnız Rasûlullah’ı (s.a.s.) önder ve hayat örneği edinmiş,3709 Rabbi Allah’ı sevdiği için O’nun emriyle Rasulüne (s.a.s.) uymuş,3710 zamanın en uyanığı olan bir kişidir. Yalnızca Allah’dan korkan ve ne olursa olsun, neye malolursa olsun, Allah’ın ayetlerini dosdoğru okuyup beyan eden,3711 onları asla dünya malına ve menfaatına değişmeyen izzetli ulemâ, okudukları Rabbleri Allah’ın kitabına göre “Rabbânîler” olmuşlardır...
Rabbimiz Allah şöyle buyurur: “Öğrendiğiniz ve ders verdiğiniz Kitaba göre Rabbanîler olun.”3712 Bu âyeti açıklayan İslâm ulemâsı şunları demişlerdir: ed-Dahhâk (rh.a.): “Kur’ân’ı okuyan herkese fakîh olmak bir borçtur” der. Hasan (rh. a.): “Hâkimler ve âlimler” demiştir. Said b. Cübeyr (rh. a.) ise, rabbanîler için: Âlimler, fakîhler, demiştir. 3713
İbn Abbas (r. anhumâ): “Rabbânîler olunuz” demek, hâkimler ve fakîhler olunuz demektir, dedi ve: “Rabbânî, insanlar üzerinde ilim ile siyaset icrâ eden ve büyük ilimden evvel, küçük bilgilerle terbiye eyleyen kimseye denir, demiştir.3714 İmam Taberî, “Rabbâniyyîn” kelimesi hakkında şunları söylemiştir: “Rabbaniyyîn kelimesi, ‘Rabbâniyyun’ kelimesinin çoğuludur. Bunun mânâsı ise, insanları yetiştiren, işlerini düzene koyan ve onları sevk ve idâre eden, demektir. Bu nedenle, âlimler de, fakîhler de, hikmet sahipleri de, liderler de, eğiticiler de, “Rabbaniyyîn” kelimesinin ihtiva ettiği mânâya girmektedirler. Çünkü bunlardan her biri, kendi ihtisasları alanında insanları yetiştirirler, eğitirler, işlerini düzeltirler, sevk ve idare ederler. 3715
Rabbimiz Allah, rabbânîlerin durumlarını ve vazifelerini şöyle beyan buyurur:
3707] Dârimî, Mukaddime, B. 29, Hbr. 299
3708] Gazâlî, a.g.e., c. 1, s. 152
3709] Bk. 33/Ahzâb, 21
3710] 3/Âl-i İmrân, 31
3711] 2/Bakara, 41
3712] 3/Âl-i İmrân, 79
3713] Dârimî, Mukaddime, B. 32, Hbr 334-336; İmam Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, c. 4, s. 259
3714] Buhârî, Kitâbu’l-Ilm, B. 11, -Bab başlığında-
3715] et-Taberî, a.g.e., c. 2, s. 301
- 986 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Nice Peygamberlerle birlikte birçok Rabbânî (bilgin)ler savaşa girdiler de, Allah yolunda kendilerine isâbet eden (güçlük ve mihnet)den dolayı ne gevşeklik gösterdiler, ne de boyun eğdiler. Allah, sabredenleri sever. Onların söyledikleri: ‘Rabbimiz, günahlarımızı ve işimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, ayaklarımızı (bastıkları yerde) sağlamlaştır ve bize kâfirler topluluğuna karşı yardım et’ demelerinden başka bir şey değildi. Böylece Allah, dünya ve âhiret sevabının güzelliğini onlara verdi. Allah iyilikte bulunanları sever.”3716; “Onların çoğunun günahta, düşmanlıkta ve haram yiyicilikte çabalarına hız kattıklarını görürsün. Yapmakta oldukları ne kötüdür. Bilgin-yöneticileri (rabbâniyyun) ve yüksek bilginleri (ahbâr) onları, günah söylemelerinden ve haram yiyiciliklerinden sakındırmalı değil miydi? Yapmakta oldukları ne kötüdür.” 3717
Bütün izzetin Allah Teâlâ’ya âit olduğunu3718 ve Allah’a gerçekten iman edip sâlih amel işleyen mü’minlerin de izzet sahibi şahsiyetler olduklarını3719 bilen ilim sahipleri, her ne olursa olsun hakkı ve adâleti savunmaları, bâtılı ve zulmü ortadan kaldırmaları gerekir... Kesinlikle bâtılı hakka, zulmü adâlete karıştırmamalıdırlar... Ak, ak olmalı, kara da kara olmalı bilenlerin katında ak ile kara karıştırılacak olursa, ne ak kalır, ne de kara kalır... İkisinin karışımından ne ak, ne de kara olan gri ve grinin tonları meydana gelmiş olur... Bu, hak ile batılı karıştırmaktır... Hak ile bâtılı birbirine karıştıranlar ve bu ihâneti hak olarak gösterenler, ya cidden câhildirler, ya da korkunç hâindirler...
Rabbimiz Allah şöyle buyurur: “Ey Kitab Ehli, niçin hakkı bâtıl ile karıştırıyor ve bildiğiniz hâlde hakkı gizliyorsunuz?”3720; “Hakkı, bâtıl ile örtmeyin ve hakkı gizlemeyin. (Kaldı ki,) siz (gerçeği) biliyorsunuz.”3721 Muttakî âlimler, hakka karıştırılmış bâtılı, hakkın içinden söküp çıkaran ve hakkın üstüne atılan bâtıl perdesini kaldırıp hakkın apaçık ortaya çıkmasını sağlayan mücâhid kişilerdir... Ümmet-i Merhumenin içinde kıyâmete kadar bu şahsiyetlerden birçokları bulunacak ve hiç noksan olmayacaktır...
Muğire b. Şu’be’nin (r.a.) rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.): “Ümmetimden bir tâife, kendilerine Allah’ın emri gelinceye (yani kıyâmet kopuncaya) kadar hak üzerinde birbirine yardımcı olmakla devam edecek ve bunlar, (muhâlefet edenlere) daima galib olacaklardır.”3722 İmam Buhârî: Bunlar, ilim sahipleridir, demiştir;3723. İmam Tirmizî şöyle diyor: Muhammed b. İsmail (Buhârî), Ali el-Medinî’den naklen: Onlar hadisçilerdir, dedi.
Bu hadisin şerhinde şunlar beyan olmuştur: İmam Ahmed b. Hanbel: “Bunlar, ehl-i Hadis değilseler, kimler olacağını ben de bilmiyorum, demiştir. İmam Nevevî şöyle der: “İhtimal ki, bu tâife, muhtelif mü’minler arasına dağılmıştır. Bazıları cengâver yiğitler, birtakımları fukahâ ve hadis ulemâsı, kimisi zahid,
3716] 3/Âl-i İmrân, 146-148
3717] 5/Mâide, 62-63
3718] bk. 4/Nisâ, 139
3719] bk. 63/Münâfıkun, 8
3720] 3/Âl-i İmrân, 71
3721] 2/Bakara, 42
3722] Buhârî, Kitabu’l-İ’tisam, B. 10, Hds. 42, Kitâbu’t-Tevhid, B. 29, Hds. 85, Kitâbu’l-Menâkıb, B. 28, Hds. 141
3723] Müslim, Kitâbu’l-İmâre, B. 53, Hds. 170-171; Kitâbu’l-İman, B. 71, Hds. 247; Ebû Dâvud, Kitâbu’l-Fiten, B. 1, Hds. 4252; İbn Mace, Mukaddime, B. 1, Hds. 10, Kitabu’l-Fiten, B. 9, Hds. 3952; Tirmizî, Kitâbu’l-Fiten, B. 25, Hds. 2287
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 987 -
kimisi emr-i bi’l-ma’rûfu yapan zevattır. Hepsinin bir yerde toplu bulunmaları lazım gelmez. Bilâkis muhtelif yerlerde bulunurlar.” 3724
Çağından ve toplumdan sorumlu olduğunun idrakinde olan mücâhid âlim şahsiyet, dünyevîleşmemek için elindeki bütün gayreti sarfeder... O ilmini Allah yolunda kullanmak isteyen, gayesi Allah’ın rızâsını kazanmak ve insanların iman üzere olmaları için hidayetlerine vesile olmayı arzu eden bir kişiliğe sahibdir... Onun tek gayesi, Rabbi Allah’ın kendisinden razı olacağı gibi bir hâl ve tavır içinde olup gerekli kulluk vazifelerini yerine getirmektir... Allah’ın rızâsını kazanmak için kullandığı ilmiyle, bütün insanlık âlemine hizmet edip onlara hidayet rehberi ve hidayet vesilesi olmak ister... İlmiyle âmil olan âlimler, bu iyi niyet ve bu ihlâs ile hareket ettikçe kıymetleri artar...
Abdullah İbn Mes’ud (r.a.), bu konuya dikkat çekerek şunları beyan ediyor: “Eğer ilim ehli, ilmi(n değerini) koruyup onu liyakatli olanların yanına koymuş olsalardı, ilim sayesinde zamanlarındaki insanların büyükleri olacaklardı. Lakin âlimler, ilim vasıtasıyla dünya ehlinden birtakım menfaatler sağlamak için ilmi, değerlendirmeden dünya ehline mebzulen vermeye giriştiler. Bu sebeble dünya ehli yanında âlimlerin değeri de düştü. Ben, Peygamberiniz (s.a.s.)’den şöyle buyururken işittim: “Kim çok arzuları tek arzu -âhirete ait arzu- hâline döndürürse Allah, onun dünyaya aid arzusu için yeterlidir. Ve kim ki, dünya ahvali hakkındaki arzuları dağılırsa veya arzular kendisini dağıtırsa, onun dünyanın hangi deresinde helâk olduğuna Allah, iltifat etmeyecektir.” 3725
Çağının problemlerini çözmekten ve toplumları maddî veya manevî krizlerden kurtarıp istikamet üzere olmalarına yardımcı olmaktan sorumlu olan muttakî ulemâ, bu sorumluluğunu her zaman ilk planda tutmalıdır... O, bunca bilgisiyle bilmezler gibi davranmamalı ve dünyevîleşmemelidir... Onun tek gâyesi Allah olmalıdır... Murâdı, Allah’a kul olup O’nun rızâsını kazanmaktır... Ebû Osman Said b. İsmail el-Hîrî (rh.a.) şöyle demiştir: “Her bir şeyde muradı Allah olmayan kimsenin, her işte var olan ilâhî hazdan nasibi eksik olur. Bu sebeble, nihâî düşünce ve maksat, hep yüce Allah olmalıdır. Her şeyde gayesi ve hedefi Allah Teâlâ olan insan, sadece yüce Allah ile sükûna erer ve iç huzuru bulur. Çünkü Allah Teâlâ’nın eşi ve benzeri yoktur ki, bir başkasında sükûna ersin. O’ndan daha yüce bir zat yoktur ki, nihâî düşünce ve arzularını bir başkasına çevirsin. İşte bu sebeblerden dolayı, gerçek ve en güzel kalb huzuru ve sükûnu sadece yüce Allah ile bulunur.” 3726
Çağından sorumlu olan âlim, bu inanç ve bu duygularla hareket etmesi gerekir... O, yüksek bir vicdana, kuvvetli bir imana sahib olan bir kişidir... Bundan dolayı hiçbir haksızlığa, zulme ve sömürüye rızâ gösteremez... Hak çiğnenirken seyirci olamaz!.. Her zaman ve her mekânda, yeryüzünün zorba güçlerine rağmen hakkın gereğini yerine getirir, adâletle davranır ve hep mazlumun yanında yer alıp zâlime karşı çıkar...
Bu kesin inançtan dolayı ashâb-ı kiramdan Ebû Zerr (r.a.) ensesini göstererek şöyle demiştir. “(Beni öldürmek için) kılıcı şuraya koysanız, ben de Rasûlullah’dan
3724] Ahmed Dâvudoğlu, S. Müslim Terc. ve Şerhi, İst. 1983, c. 9, s. 141
3725] İbn Mâce, Mukaddime, B. 23, Hds. 257, Kitâbu’z-Zühd, B. 2, Hds. 4306
3726] Beyhakî, Kitâbu’z-Zühd, s. 81, no: 119
- 988 -
KUR’AN KAVRAMLARI
işitmiş olduğum bir sözü, siz işinizi tamamlayıncaya kadar infaz edebileceğimi, yani ilân edeceğimi bilsem yine infaz ederim.” 3727
Ebû Hüreyre şöyle demiştir: “İnsanlar: ‘Ebû Hüreyre, çok hadis rivâyet ediyor’ deyip duruyorlar. Hâlbuki Allah’ın kitabın’da şu iki âyet olmasaydı hiçbir hadis nakletmezdim: “Gerçekten, apaçık belgelerden indirdiklerimizi ve insanlar için Kitab’da açıkladığımız hidayeti gizlemekte olanlar, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de (bütün) lânet ediciler. Ancak tevbe edenler, (kendilerini ve başkalarını) düzeltenler ve (indirileni) açıklayanlar(a gelince;) artık onların tevbelerini kabul ederim. Ben, tevbeleri kabul edenim, bağışlayanım.”3728 Muhâcir kardeşlerimizi, çarşılarda alış-veriş etmek meşgul ederdi. Ensar kardeşlerimizi de mallarında çalışmak meşgul ederdi. Ebû Hüreyre ise, karın tokluğuna Rasulul-lah’dan ayrılmazdı da, onların hazır bulunmadığı meclislerde hazır bulunur ve onların belleyemedikleri sözleri bellerdi.” 3729
Çağın problemlerini ve toplumun sıkıntılarını bilen muvahhid âlim, problemleri çözerken, toplumun sıkıntısını giderirken, insanların ihtiyacı olan şeyleri beyan etmeye çalışır... Onları ilgilendirmeyen, hatta duyduklarında kendileri için fitne olabilecek hakikatları “Bir hakikattır, gizli kalmamalı” iyi niyetinden hareketle açıklaması gerekmez... Her doğrunun kabul göreceği bir zamanı ve bir mekânı vardır... Zamansız ve mekânsız, yani yersiz söylenen doğru, muhatabta herhangi bir yankı uyandırmaz, hatta onun için bir fitne olur... Onun için doğruları, doğruların kabul edilecek yerlerde ve onun kıymetini bilen toplumlarda söylemek gerekir... Söylenen doğruyu, eğri anlayacak ve yanlış değerlendirecek bir toplumda söyleyen kişi, sözünde hata etmez fakat yeri müsaid olmadığı için yanlış anlaşılır... Bundan dolayı, bazı hakikatların söylenecek zaman ve mekânı iyi ayarlanması gerekir... Bu da, âlim için bir sorumluluktur... Eğer toplumun, kulluk vazifesini yaparken bu hakikata ihtiyacı yok ise, bu hakikat ziyade bir şey ise ve muhâtabın bunu anlayacak kabiliyeti yok ise, o hakikatın söylenmesine ihtiyaç yoktur!..
Bundan dolayı Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle demiştir: “Rasûlullah’dan (s.a.s.) iki kap ilim belledim. Bunlardan birisini neşrettim. Diğerine gelince, onu neşretseydim, benim şu boğazım kesilirdi.3730 Yaşadığı çağın önderleri ve içinde bulundukları toplumun hidayet rehberi olan muttakî ulemâ, maddî ve manevî sorumluluğundan dolayı hakikatları gizleyemezler... Yalnız hangi hakikatı, nerede ve kimlere beyan edeceklerinin çok iyi hesabını yaparlar... Faydalı olan şeyleri anlatır ve yayarlar...
Mücâhid ve muvahhid İslâm ulemâsı, tarih boyu yüklenmiş olduğu ağır vazifesinin sorumluluğunu idrak etmiş ve üzerine düşeni yerine getirmeye gayret etmişlerdir... Âlimlerin kıymeti, ilimlerinin gereği olan sâlih ameli işlemek ve istikamet üzere olmaktan ileri gelmektedir.
Enes b. Mâlik (r.a.)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
3727] Buhârî, Kitâbu’l-Ilm, B. 11 -Bab başlığında-; Dârimî, Mukaddime, B. 46, Hbr. 551
3728] 2/Bakara, 2/159-160
3729] Buhârî, Kitâbu’l-İlm, B. 43, Hbr. 59, Kitabu’l-Muzâra’a, B. 21, Hds. 29; Müslim, Kitâbu Fedâilu’s-Sahâbe, B. 35, Hds. 2492; İbn Mâce, Mukaddime, B. 24, Hbr. 262; Zubeyr bin Harb, Kitâbu’l-İlm, s. 176, Hbr. 96 ve 107
3730] Buhârî, Kitâbu’l-Ilm, B. 42, Hbr. 61
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 989 -
“Kıyâmette âlimlerin mürekepleri ile şehidlerin kanları tartılır. Âlimlerin mürekkepleri ağır gelir.” 3731
Muttakî âlim, kendisine ve diğer insanlara faydalı ilmi elde eder, ilmini hayır yolunda sarf ederek toplumuna faydalı olmaya çalışır... Faydasız olan şeylerin peşine düşmez ve insanlara fayda vermeyecek şeyleri beyan etmez... Sadece konuşmuş olmak için konuşmaz, her konuştuğu şey bir hikmet ve hayırdır... Eğer hikmet ve hayır konuşulacak ortam yok ise, susar ve onun bu susması da başlı başına bir hayırdır...
Abdullah İbn Abbas (r. anhumâ), Rasûlullah’ın (s.a.s.) iman ve cihad mektebinde eğitim ve öğretim görüp her biri bir insan-ı kâmil olan ashâb-ı kiram’ı şöyle anlatıyor: “Rasûlullah’ın (s.a.s.) ashâbı kadar hayır olan hiçbir topluluk görmedim. (Rasûlullah) vefat edinceye kadar O’na hepsi Kur’ân’da bulunan sadece on üç mes’ele sormuşlardı: “Sana, haram olan o ayı sorarlar.” 3732 Ve: “Sana, kadınların ay hâlini de sorarlar.” () âyeti bunlardandır. (İbn Abbas, sözünün devamında) şöyle dedi: “Onlar, başkasını değil, sadece kendilerine fayda verecek şeyleri sorarlardı. 3733
Ammar b. Yâsir’den (r. anhumâ) bir mes’ele soruldu. O da: Bu, henüz meydana geldi mi? diye sordu. (Soranlar:) Hayır, dediler. (Ammar, o zaman) şöyle dedi: “(O halde) meydana gelinceye kadar bizi (rahat) bırakın! Sonra meydana geldiğinde sizin için onu (hâlletme) zahmetine gireriz.” 3734
es-Salt b. Rasîd (rh.a.) anlatıyor: Ben, Tâvus’a bir mes’ele sordum. Bana: “Bu, meydana gelmiş mi?” dedi. “Evet” dedim. “Vallahi mi?” dedi. “Vallahi!” dedim. Bunun üzerine şöyle dedi: “Arkadaşlarımız, Muaz b. Cebel’den bize haber verdiler ki, o şöyle demiştir: “Ey insanlar, belânın (hükmünde) başınıza gelmesinden önce acele etmeyiniz. Çünkü siz, şayet onun (hükmünde), başınıza gelmesinden önce acele etmezseniz, müslüman-ların içinde (kendilerine bir şey) sorulduğu zaman (cevabı) isâbetli kılacak, söz söylediği zaman doğruya ulaştıracak, kimseler bulunmaya devam edecektir.” 3735
İlmiyle âmil olan muvahhid âlimler, mes’eleleri tartışma ortamına getirmez ve onu ehli olmayanlarla konuşup ayağa düşürmezler... Onlar, insanlara hangi mes’eleyi arzedecekler ise, onun Kur’ân’dan, Sünnet’ten, İcmâ’dan ve Kıyas’tan delilini beyan eder, bu deliller sonucu şu görüşü benimsediklerini açıklarlar... Buna, herhangi bir itiraz olursa, yine delillerle konuyu aydınlatırlar... Hele hele ilmi olmayan ve usûlden anlamayanlarla ilmi herhangi bir mes’eleyi, tartışmak şöyle dursun konuşmaya bile yanaşmazlar. İlmî mes’eleler, ancak ehli olan ve takvâ sahibi ilim adamlarıyla konuşulup görüşülür... Ehli olmayanlarla ilmî mes’eleleri konuşmak, ilme büyük bir saygısızlık ve zulüm olur...
3731] Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. 2, s. 400, Hds. 3281. Şirazî, İbn Abdi’l-Berr ve İbn Cevzî rivâyet etmişlerdir. Munâvî: “Hadisin senedleri zâiftir” derken, İbn Ğaras da hadisin zâif olduğu görüşündedir. -Aliyyu’l-Karî, Zayıf Hadisleri Öğrenme Metodu, çev. Ahmed Serdaroğlu, İst. 1986, s. 105; İmam Gazalî, İhyâ, c.1, s. 25; İmam Hasan el-Basrî (rh.a)’ın sözü olarak.
3732] 2/Bakara, 217
3733] Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. 2, s. 400, Hds. 3281. Şirazî, İbn Abdi’l-Berr ve İbn Cevzî rivâyet etmişlerdir. Munâvî: “Hadisin senedleri zâiftir” derken, İbn Ğaras da hadisin zâif olduğu görüşündedir. -Aliyyu’l-Karî, Zayıf Hadisleri Öğrenme Metodu, çev. Ahmed Serdaroğlu, İst. 1986, s. 105; Gazalî, İhyâ, c.1, s. 25; İmam Hasan el-Basrî (rh.a)’ın sözü olarak.
3734] Dârimî, Mukaddime, B. 18, Hbr. 125
3735] Dârimî, Mukaddime, B. 19, Hbr. 155, B. 17, Hbr. 118
- 990 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Muttakî âlimin, ehli olmayanlarla ilmî mes’eleleri konuşmayı reddetmesi, onları küçük gördüğünden veya gururlu-kibirli oluşundan değil, ilmin kıymetini bilip ilme karşıki hürmetinden ileri gelir... Âlim şahsiyetin, ehil olmayan kişilerle ilmî bir mes’elenin görüşülmesini uygun görmemeleri, muvahhid mü’minlerin önderi Rasûlullah’ın (s.a.s.) bir emrinden dolayıdır...
Enes b. Malik (r.a.)’ın rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.): “Ehil olmayan insanların yanına ilim bırakan kimse, domuzların boynuna cevher, inci ve altın gerdanlık takan adama benzer.” 3736
Bundan dolayı âlimler, ilmî mes’eleleri uygun olmayan ortamlarda beyan etmekten çekinirler... Ve kendileriyle tartışmak isteyen ehil olmadıkları gibi haddlerini de bilmeyen kişilerle muhatab olmaz, onlarla tartışmazlar!..
Enes b. Malik’den (r.a.); Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Bâtıl ve haksız yolda iken mücâdeleyi bırakana cennetin kenarında, hak yolda iken cidalı (tartışmayı) terk edene cennetin ortasında ve huyunu güzelleştirene cennetin en yüce mevkiinde köşk yapılır.” 3737
İbn Abbas’dan (r.anhumâ); Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Kardeşinle münâkaşa etme, onunla (kırıcı şekilde) şaka etme ve ona, yerine getiremeyeceğin vaadde bulunma!”3738 Ebû Umâme’den (r.a.): Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Hiçbir kavim hidayete erdikten sonra, batılı hak ve hakkı batıl göstermek sûretiyle mücâdele ve çekişmelerde bulunmadıkça dalâlete gitmemiştir.” Sonra Rasûlullah (s.a.s.) şu âyeti okudu: “Onu, yalnızca bir tartışma konusu olsun diye (örnek) verdiler. Hayır, onlar tartışmacı ve düşman bir kavimdir.” 3739
Ehil olmayan insanların yanında ilmî hakikatların konuşulması bir fitneye yol açar konusunda, önderimiz Rasûlullah (s.a.s.) bir ibretli örnek vermektedir... Ebû Hüreyre’nin rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.): “(Bir yerde) oturup hikmetli konuşmayı dinledikten sonra (konuşmacı) arkadaşından işittiği (sözlerin) yalnız şerr (yani yanılma, unutma veya dil sürçmesi eseri) olanı anlatan kişinin durumu, şu adamın durumuna benzer ki, çobanın yanına varır ve: ‘Ey çoban, bana, koyunlardan kesilmeye elverişli (semiz) bir koyun ver!’ diye talepte bulunur. Çoban da: ‘Git de, koyunların en iyisinin kulağından tut (götür)!’ der. Bunun üzerine adam, gidip sürünün köpeğinin kulağından tutar.” 3740
Bu tipte ve bu düşüncede olan kişiler, her zaman ve her toplumda bulunması ihtimal dâhilindedir... Bunun için bu konuda hassas olmak gereklidir... Sorumlu âlimin görevi çok ağırdır... Bir yandan nefsiyle cihad ederken, diğer yanda her türlü kötülük ve kötülerle mücâdele içinde olmalıdır... Muttakî âlim, hiçbir zaman “Bana ne!” dememeli ve vazifesini ihmal etmemelidir... Her zaman ilmiyle
3736] İbn Mâce, Mukaddime, B. 17, Hds. 224
3737] İbn Mâce, Mukaddime, B. 7, Hds. 51; Tirmizî, Kitâbu’l-Birr ve’s-Sıla, B. 57, Hds. 2961; Ebû Dâvud, Kitâbu’l-Edeb, B. 8, Hds. 4800
3738] Tirmizî, Kitâbu’l-Birr ve’s-Sıla, B. 57, Hds. 2063
3739] 43/Zuhruf, 58; İbn Mâce, Mukaddime, B. 7, Hds. 48; Tirmizî, Kitâbu Tefsîri’l-Kur’an, B. 44, Hds. 3468
3740] İbn Mâce, Kitâbu’z-Zühd, B. 15, Hds. 4172; Rûdânî, Cem’u’l-Fevâid, c. 1, s. 60, Hds. 256; Ebû Ya’lâ’dan. Aynı eserin, c.1, s .412, Tahric: 256’da aynı hadisin, Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 2, s. 405, ve 508’de olduğu beyan edilmiştir.
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 991 -
âmil olan ihlâs sahibi olma şahsiyetinde bir kusur etmemelidir...
Merhamet olunmuş ümmetin müctehid âlimlerinden İmam Hasan el-Basrî (rh.a.), şu ibretli tesbitte bulunmuştur… Şöyle diyor İmam Hasan el-Basrî (rh.a.): “İlim sahibleri dışında olan insanların tümü helâke uğramışlardır. İlim sahibi olanların da amel edenleri dışındakileri helâke uğramışlardır. Amel edenlerin de ihlâslıları dışında kalanlar, helâke uğramışlardır. İhlâslılar ise, büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.” 3741
Sehl (rh.a.) şöyle demiştir: İlmin hepsi dünyalıktır. Âhiret için olanı, kendisiyle amel edilendir. Amelin hepsi havadır. Ancak Allah rızâsı için olan başka. İnsanlar hep ölüdürler, yalnız âlimler ölü değil. Âlimler de sarhoşturlar, yalnız amel edenler müstesnâ. Amel edenler de aldanmıştır, yalnız ihlâs ile amel edenler başka. İhlâs ile amel edenler de neticeyi bilinceye kadar korkudadır. 3742
İmam Hasan el-Basrî (rh.a.), sorumluluğunun ve vazifesinin şuurunda olan muttakî âlim şahsiyet için şunları beyan ediyor: Akıllı ve âlim kişi odur ki, dünyasını harab eder ve harab ettiği dünyanın enkazı üzerine âhiretini inşâ eder. Âhiretini harab edip de bunun enkazı üzerine dünyasını inşâ etmez.3743 Başka bir beyânında şöyle diyordu İmam Hasan el-Basrî (rh.a.): Hakikaten kişi, ilimden bir konuyu elde edip, onunla amel ederdi de bu, onun için dünya ve içindekilerinin kendisinin olması, sonra da bunları âhiret (yoluna) vermesinden daha hayırlı olurdu. (Önceleri) adam, ilim tahsil ettiği zaman bunun (te’sirinin) onun basiretinde, huşû’unda, dilinde, elinde, namazında ve zühdünde görülmesi gecikmezdi. 3744
Fudayl b. Iyaz (rh.a.), sorumlu ulemânın vazifesinin ne kadar çetin olduğunu ve vazifesini hakkıyla yapanların azınlıkta kaldığını beyan ile şunları söylemiştir: Şimdiki zamanda üç şeyi aramayınız, zirâ bulamazsınız: İlmi, ameline mutabık olan âlim aramayınız, zirâ böyle birini bulamaz ve âlimsiz kalırsınız. Ameline muvâfık ihlâsı bulunan bir âmil aramayınız, zirâ böylesini bulamaz ve amelsiz kalırsınız. Kusursuz dost aramayınız, zirâ böyle birini bulamaz ve dostsuz kalırsınız. 3745
Ümmetin derdiyle dertlenen ve zulme uğramış, toprakları işgal edilmiş mustaz’af mü’min müslümanlara rehberlik eden muttakî ulemâ böyle ciddî beyanlarla yolumuzu aydınlatmakdadır. İlim, amel etmek ve dünya-âhiret faydası için öğrenilir... Dünyada iman üzere, izzet ve şeref üzere bir hayat sürmek için ilme ihtiyaç vardır... Kendisiyle amel edilen ilim, âmil olan kişiyi ebedî saâdete ulaştırır, âhiretini ma’mur yapar...
3741] Said Havva, el-Esas Fi’s-Sünne - İslâm Akaidi, çev. M. Ahmed Varol, Vdğ., İst.1992, C.10, Sh.11. Not: İmam Hasan el-Basrî (rh. a.)’ın bu sözleri, bazı kitaplarda veya bazı kişiler tarafından hadis olarak rivâyet edilmişse de, hadis olmadığı ve hiçbir mûteber hadis kaynağında bulunmadığı ehil olan âlimler tarafından beyan olunmuştur. Sağanî (rh.a.) bunun için: İftira edilmiş/uydurulmuş bir hadistir/sözdür, demiştir. Bkz. Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. 2, s. 312, no: 2796; Şevkânî, el-Fevâidu’l-Mecmua fi’l-Ehâdisi’l-Mevzûa, Kahire, 1960, s. 257; Sâğanî, Risâle fi’l-Mevzuat, Mısır, T.Y., s. 5
3742] Gazâlî, a.g.e., c. 1, s. 156; Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, çev. Prof. Dr. Yakup Çiçek, İst. 1999, c. 2, s. 201; Fahruddin er-Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, c. 2, s. 296 (Kısmen
3743] Ferideddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ, çev. Doç. Dr. Süleyman Uludağ, İst. 1991, s. 83
3744] Dârimî, Mukaddime, B. 34, Hbr. 391
3745] Feridüddin Atar, a.g.e, s. 136
- 992 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Safvan b. Assal el-Muradî (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanına geldim. O, kırmızı bürdesine yaslanmış vaziyetteydi. O’na: ‘Yâ Rasûlullah, ben, ilim öğrenmeye geldim’ deyince, Rasûlullah (s.a.s.): “Merhaba, ilim öğrenmek isteyen kişi. İlim öğreneni melekler, kanatlarıyla kuşatırlar. Sonra onun öğreneceği şeye olan sevgilerinden dolayı, dünya göğüne ulaşıncaya kadar birbirlerinin üzerlerine yığılırlar.” 3746
İlmiyle âmil olan ve sorumluluğunun şuurunu idrak eden muvahhid ve mücâhid âlimler, hep beraber Allah’ın ipine sarılıp3747 Rabbimiz Allah’ın şu emirlerini yerine getirmeye çalışmışlardır... Bu günün İslâm ulemâsı, selefleri olan muttakî âlimler gibi, sorumluluğu kuşanmış, vazifesini idrak ederek ümmetin kurtuluşu için var gücüyle çalışmaktadır. Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:“Sizden hayra çağıran, iyiliği (ma’rufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.”3748; “Allah’a çağıran, sâlih amellerde bulunan ve: ‘Gerçekten ben müslümanlardanım.’ diyenden daha güzel sözlü kimdir?” 3749
Zulme ve Zâlime Karşı Ulemâ
Emirü’l-mü’minin İmam Ali İbn Ebi Talib (r.a.) şöyle demiştir: Mazlûma yardımcı ol, zâlime düşman kesil! Bâtıla yardım eden, hakka zulmeder!3750 Yegâne hayat nizamı İslâm’a katıksız iman eden ve imanın gereği olan hayat tarzını yaşayan her muvahhid mü’min müslüman, Emirü’l-mü’minin İmam Ali’nin (r.a.) beyan ettiklerine gönülden inanmış ve beyan etmiştir... Kıyâmete kadar da aynı ilkeye inanır ve beyan etmeye devam eder... Bu hakikat, muvahhid mü’minlerin var olma sebebidir. Yegâne Rabbimiz Allah’a gerçek kul olanlar, yani yalnızca O’na ibâdet edenler, zulme ve zâlime karşı mazlum ve adâletin yanındadır... Batılın her türlüsü olan câhiliyye âdetlerini ayakların altına almıştır... Haktan ve hakikattan yana bütün imkânlarıyla çaba gösteren mü’min müslümanlar, haksızlığa karşı susmamış, her zamanda ve her mekânda hakkı haykırmıştır... Haksızlığa karşı susmak, zulme ve sömürüye rızâ göstermek, muvahhid mü’minlerin var oluşlarına aykırıdır... Bir yerde bir muvahhid mü’min var ise, orada hakkın, adâletin ve hayrın temsilcisi var demektir... Muvahhid mü’min bulunduğu yerde Allah’ın şahidi ve İslâm’ın temsilcisidir...
Üstad Ebû Ali Dakkak (rh.a.) şöyle söyler: “Hak çiğnenirken susan, dilsiz şeytandır.” 3751
Bâtıla, zulme, haksızlığa ve hayrın ortadan kaldırılmasına ses çıkarmayan, buna razı olanın, şeytana tabi olduğu apaçıktır... Bu kişi ya cinlerden, ya da insanlardan şeytan olanların3752 emrine girmiş ve onlarla beraber hakka ve adâlete
3746] Hâfız el-Munzirî, Terğîb ve Terhîb, çev. A. Muhtar Büyükçınar vdğ., c. 1, s. 128, Hds. 9; Ahmed bin Hanbel, Taberânî, İbn Hıbban ve Hâkim rivâyet etmişlerdir. Hâkim: Senedi sahihtir, demiştir
3747] Bk. 3/Âl-i İmrân, 103
3748] 3/Âl-i İmrân, 104
3749] 41/Fussılet, 33
3750] Nehcü’l-Belâğa, s. 431
3751] Abdulkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi, çev. Süleyman Uludağ, 3. baskı, İst. 1991, s. 258. Not: Ebû Ali Dakkak’ın bu sözü, halk arasında: “Haksızlığa karşı susan, dilsiz şeytandır” şeklinde ve hadis olarak söyleniyorsa da, hadis değildir. Rasûlullah (s.a.s.)’in hadisleri arasında böyle bir söz yoktur ve hiçbir mûteber kaynakta yer almadığı beyan olunmuştur.
3752] bk. 114/Nâs, 6
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 993 -
karşı çıkıp hakikata ihânet etmiştir...
Muvahhid mü’minlerden hiçbiri böyle bir zillete düşemez... Hele hele muttakî âlimler, böyle bir zelil durumu asla kabul edemezler... Onlar, mallarını ve canlarını verirler de, hak din olan İslâm’dan asla taviz vermezler... Onlar, Allah’ın dini olan İslâm’ı canlarından daha kıymetli bilir ve her zamanda, her mekânda onu savunurlar... Onlar, İslâm’ı savunurken, İslâm düşmanları veya adâletten sapan zâlimler tarafından öldürülmenin, en yüce mertebe olan şehadet olduğuna katıksız iman etmişlerdir... Muttakî âlimler, Allah’dan gereği şekilde korktukları için, başkalarından asla korkmazlar!..
Câbir (r.a.)’ın rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.): “Kıyâmet günü Allah katında şehidlerin efendisi, Hamza bin Abdulmuttalib ile zâlim bir idareciye ayağa kalkarak ona iyiliği emredip kötülükten sakındıran ve bu yüzden o idarecinin öldürdüğü kimsedir.” 3753
Ebû Said el-Hudrî (r.a.)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Cihadın en efdalı, zâlim sultanın veya zâlim emirin yanında söylenecek adâletli sözdür.” 3754
Muvahhid ve muttakî âlimler, peygamberlerin gerçek vârisleridirler... Peygamberler (Allah’ın salât ve selâmı cümlesinin üzerine olsun), nasıl davranmışlar ise, onların varisleri olan âlimler de o şekilde davranmalıdırlar... Bu, onların devraldığı mukaddes mirasın vazgeçilmez şartıdır!.. Amr İbn Abese es-Sülemî (r.a.) anlatıyor: Ben, câhiliyye devrinde iken, bütün insanlığın dalalette bulunduğunu ve hiçbir doğru yolda olmadıklarını biliyordum. (Çünkü) insanlar, putlara taparlardı. Derken işittim ki, Mekke’de bir zat (çıkmış) birtakım haberler veriyormuş. Hemen devemin üzerine atlayarak, O’na geldim. Bir de baktım Rasûlullah (s.a.s.) gizlenmiş. Kavmi, O’nun aleyhinde cüretkâr bir vaziyette... Bunun üzerine kalbim yumuşadı.
Mekke’de O’nun yanına girerek, kendisine: ‘Sen, nesin?’ dedim. “Ben, Peygamberim” cevabını verdi. ‘Peygamber ne demektir?’ dedim. Rasûlullah (s.a.s.): “Beni, Allah gönderdi” buyurdu. ‘Seni, ne ile gönderdi?’ dedim. “Allah beni, akrabaya yardım edilmesi, putların kırılması, Allah’ın bir tanınması, O’na, hiçbir şeyin şirk/ortak koşulmaması (vazifesi) ile gönderdi.” buyurdu. 3755
İşte yegâne önderimiz Rasûlullah’ın (s.a.s.) mirası budur!.. Ve işte Rasûlullah (s.a.s.) ve diğer peygamberlerin varisleri olan muttakî ve mücâhid İslâm ulemâsının bu mirasa sahib çıkarken ortaya koydukları tavır!..
Zulme ve zâlime karşı muttakî ulemânın tavrından, örnek olmak üzere birkaç tanesini burada kaydediyoruz...
1) Esma’î anlatıyor: Atâ b. Ebi Rabah (rh.a.), Emevîlerden Abdulmelik b. Mervan’ın huzuruna çıktı. Abdulmelik, muhteşem bir vaziyette kürsüsünde oturuyordu. Her kabilenin ileri gelenleri etrafında toplanmış, bu da Mekke’de hacc
3753] Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 2, s. 476, Hds. 2380 -4747-, Hakim’in Müstedrek’inden; el-Munzirî, a.g.e., c. 4, s. 506, Hds. 8
3754] Ebû Dâvud, Kitâbu’l-Melâhim, B. 17, Hds. 4344; Tirmizî, Kitâbu’l-Fiten, B. 12, Hds. 2265; İbn Mâce, Kitâbu’l-Fiten, B. 20, Hds. 4011-4012; Nesâî, Kitâbu’l-Biât, B. 37, Hds. 4191; Taberânî, Mu’cemu’s-Sağîr, c. 1, s. 164, Hds. 100; Kuzâî, a.g.e., s. 231, Hds. 791; Suyûtî, a.g.e., c. 1, s. 347, Hds. 724 -1246-, Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 3, s. 19’dan
3755] Müslim, Kitâbu Sıfati’l-Musâfirîn, B. 52, Hds. 294
- 994 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mevsimine tesadüf etmişti. Atâ’yı görünce, hemen O’nu yanına alarak köşküne oturttu ve ne istediğini kendisinden sordu. O da: ‘Ey mü’minlerin emiri, Allah’ın ve Rasûlü’nün hareminde Allah’dan kork ve bu harem-i şerifleri imar eyle! Muhâcir ve Ensar çocukları hakkında da Allah’dan kork! Zirâ sen, bu mecliste onların sayesinde oturdun. Ayrıca sınır boylarında bulunanların da haklarına riâyet et! Zirâ onlar, müslümanların kal’asıdır. Müslümanların idaresini araştır. Çünkü onlardan yegâne mes’ûl olan sensin. Kapındakilerin hakkına riâyet et! Kapına gelenlere kapını kapama!’ dedi.
Abdulmelik: ‘Başüstüne, senin dediklerini yerine getireceğim!’ dedi. Sonra oradan kalktı ve giderken Abdulmelik kendisini yakalayarak: ‘Senin, bizden istediklerinin hepsi başkaları nâmınadır. Biz, bunlara söz verdik, fakat kendi nâmına bir istekde bulunmadın. Kendin için ne istiyorsun?’ dedi. O da: ‘Hayır, ben, insanlardan bir şey istemem!’ dedi ve oradan ayrıldı. Abdulmelik: ‘Zâten seni şereflendiren ve yücelten bu hâlindir’ dedi.
Bir gün Velid bin Abdulmelik, kapıcısına: “Kapıda dur ve oradan ilk geçen zatı huzuruma getir, onunla konuşalım” dedi. Kapıcı, bir müddet bekledikten sonra oradan Atâ bin Rabah’ın geçmekte olduğunu gördü. Fakat kapıcı bunu tanımıyordu. Ona: “İhtiyar, Emiru’l-mü’minin seni çağırıyor, içeri buyur!” dedi ve Atâ da içeri girince “Ey Velid, sana selâm!” dedi. Velid, kapıcıya kızdı: “Ben sana, bir adam gönder, sohbet edelim” dedim. Sen ise, Allah’ın bana revâ gördüğü “Emirü’l-mü’minin” unvânını bile çok gören bir adamı huzuruma getirdin” dedi. Kapıcı da: “Başka bir gelen olmadı, ne yapayım?” dedi. Sonra da Atâ ile sohbete başladı. Atâ, sohbeti esnasında Velid’e: “Cehennemde “Hebheb” adında bir vâdi var, zâlim hükümdarlar orada yanacaklar” dedi. Bunu duyan Velid, kapının eşiği önünde oturuyordu, hemen bayıldı ve yere düştü. Ömer b. Abdulaziz: “Emir’i öldürdün!” diye şaka yaptı. Bunun üzerine Atâ, Ömer’in bileğini sıkıca kavradı ve: “Ey Ömer, iş ciddidir, şakaya gelmez” dedi ve oradan ayrıldı. Ömer, diyor ki: “Elimi öyle kuvvetli sıkmıştı ki, bir sene acısı elimden çıkmadı.” 3756
2) Ebû Câfer Mansur, (tabiîn’den) asrının büyük âlimi Tâvus’u huzuruna dâvet etti. Tâvus, Mâlik b. Enes’le (rh. aleyhim) onun yanına gittiler. Bir müddet beklediler. Sonra Ebû Câfer Mansur, Tâvus’a döndü ve: “Bana, baban İbn Keysan’dan rivâyette bulun” dedi. Tâvus: “Ben, babamın Rasûlullah’tan (s.a.s.) şu hadisi rivâyet ettiğini duydum: “Kıyâmet günü azap yönünden insanların en şiddetlisi, Allah’ın mülkünde idarecilik yapıp adâletine zulüm karıştıran kişidir.” Bir müddet bekleştiler. Mâlik bin Enes: “Elbisemin eteklerini, Tâvus’un kanıyla kirlenmesinden korkarak topladım. Sonra Ebû Cafer, O’na döndü ve: “Bana öğüt ver, ey Tâvus” dedi: Tâvus: “Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Rabbinin Ad (kavmin)e ne yaptığını görmedin mi? Yüksek sütunlar sahibi İrem’e? Ki şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildir. Ve vâdilerde kayaları oyup biçin Semud’a? Ve kazıklar (ehramlar) sahibi Fir’avn’a? Ki onlar, şehirlerde azgınlaşmışlardı. Böylece oralarda fesâdı yaygınlaştırıp arttırmışlardı. Bundan dolayı, Rabbin, onların üzerine bir azap kamçısı çarpıverdi. Çünkü senin Rabbin, gerçekten gözetleme yerindedir.” 3757
Malik b. Enes: “Tâvus’un kanının bana bulaşması endişesiyle elbisemin eteklerini topladım.” Devamla, “Ebû Câfer Mansur, bir müddet daha konuşmadan
3756] Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Din, çev. Ahmed Serdaroğlu, İst.1987, c. 2, s. 839-840
3757] 89/Fecr, 6-14
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 995 -
durdu. Sonra dönerek: “Bana hokkayı veriniz” dedi. Bir müddet daha durdu. Hava iyice elektriklenmişti. Tâvus’a dönerek: “Ey Tâvus, şu hokkayı bana ver” dedi. Tâvus vermekten çekindi. Ebû Câfer: “Niçin onu bana vermiyorsun?” Tâvus: “Onunla Allah Teâlâ’ya karşı günah olacak bir iş yapmandan korkuyorum. O takdirde ben, o günahta senin ortağın olmuş olurum” dedi. Ebû Câfer bu sözü işitince: “Yanımdan kalkınız” dedi. Tâvus: “Bugüne kadar emrine karşı gelmemiştim” dedi. Mâlik bin Enes şöyle devam ediyor: “Bu zamana kadar Tâvus’un bu derece büyüklüğünü bilmiyordum. Bu şiddetli öğüde karşı Mansur’un cevabı sadece “Kalkıp gidiniz” oldu. 3758
3) Haccac, Hasan el-Basrî’yi çağırttı ve: “Allah, onları mahvetsin, para uğrunda müslümanları öldürdüler’ diyen sen misin?” deyince, Hasan (rh.a.): “Evet, ben söyledim!” dedi. Haccac: “Niçin söyledin?” diye sordu. Hasan: “Çünkü Allah Teâlâ, bildiklerini söyleyip gizlemeyeceklerine dair âlimlerden söz almıştır” dedi. Bunun üzerine Haccac: “Sesini kes, diline sahip ol! Bir daha senden böyle sözler duymayayım, yoksa kelleni vücudundan ayırırım” dedi.
Hâlid ez-Ziyad’ı (rh.a.) Haccac’a getirdiler. Haccac: “Hâlid sen misin?” “Evet, benim. Ne soracaksan sor! Çünkü ben Makaam denen mevkide üç hususta Allah’a söz verdim. Birincisi: Sorulana doğru cevab vereceğim. İkincisi: Belâya sabredeceğim. Üçüncüsü de: Âfiyete şükredeceğim” dedi. Haccac: “Benim hakkımdaki görüşün nedir?” “Sen, Muhakkak ki, yeryüzünde Allah’ın bir düşmanısın. Haramın perdesini yırtan ve bâtıl töhmet üzerine kan akıtan bir zâlimsin!” “Hükümdar Abdulmelik bin Mervan hakkındaki görüşün nedir?” “O, senden daha büyük bir mücrimdir. Sen ise, onun günahlarından birisin.”
Bunun üzerine Haccac: “Buna, şiddetli bir işkence yapın!” dedi. Ve şiddetli işkenceler neticesinde kamışı yukarıdan aşağı ikiye bölerek etlerinin arasına sıkıştırdı ve kamçı ipi ile sıkıca bağlayarak vücudunu didik didik ederek etlerini parça parça kopardılar. Artık nefes saymakta olduğunu Haccac’a haber verdiklerinde, o: “Atın onu sokağa!” dedi. Kendisi, bu işkenceye karşı kat’iyyen sesini çıkarmadı. Bu manzarayı haber veren Câfer diyor ki: “Yanına gittim. Benden, bir yudum su istedi ve suyu içince öldü ki, kendisi henüz 18 yaşında idi. Allah rahmet etsin. 3759
4) Ümmetin mutlak müctehidlerinden İmam Şâfiî (rh.a.) anlatıyor: Amcam Muhammed b. Ali bana anlattı ve dedi ki: Abbasî halifelerinden Ebû Câfer Mansur’un sohbetinde bulunuyordum. Mecliste İbn Ebi Züeyb de vardı. Hz. Ali’nin torunlarından Hasan bin Zeyd de Medine valisi idi. Gıfârîlerden bazıları, vali hakkında şikâyette bulunmak üzere Halifeye müracaat ettiler. Hasan bin Zeyd: “Bunları, İbn Ebi Züeyb’den sor, ey mü’minlerin emiri” dedi. Halife de O’na: “Ne diyorsun bunlar hakkında?” diye sordu. Bu zât ise: “O adamlar, insanlara eziyet eden ve insanlar için bolca dedikodu yapan kimselerdir” dedi. Bunun üzerine Halife, Gıfârîlere: “Dediğini duydunuz ya!” dedi. Gıfârîler: “Ona bir de Hasan bin Zeyd’i sor” dediler.
Halife ona: “Hasan bin Zeyd hakkında ne diyorsun?” diye sordu. O da:
3758] Abdulaziz el-Bedrî, İslâm’da Devlet Adamı ve Âlim, çev. Mehmet Bıyıklı - Kemal Solak, İst. 1989, s. 114-116
3759] Gazâlî, a.g.e., c. 2, s. 842-843
- 996 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Hasan hakkında, haksız hüküm verip nefsinin arzularına uyan bir kimse olduğuna şehâdet ederim” dedi. Bunun üzerine Halife, Hasan’a: “Söylediğini duydun mu? Bu iyi bir insandır” deyince, Hasan halifeye: “Ondan bir de kendini sor” dedi. Halife de, ona: “Benim hakkımda görüşün nedir?” diye sordu. O zât: “Beni affet! Bunu, benden sorma!” deyince, Halife: “Allah adına soruyorum, bildiğini söyle!” dedi. O zât: “Sanki kendini bilmiyormuşsun gibi bana Allah adına yemin verdirerek, soruyorsun” dedi. Halife de: “Allah adına bildiğini haber ver!” diye ısrar edince, O da: “Ben şehâdet ederim ki, kapında zulüm gözle görülecek şekildedir” deyince, Ebû Câfer, yerinde doğruldu ve kalkarak İbn Ebi Züeyb’in kafasına elini koydu, kendisine doğru çekti ve: “Ben bu makamda oturmasam, Fars, Rum, Deylem ve Türk’ün intikamını senden alırdım” dedi.
İbn Ebi Züeyb: “Ey Mü’minlerin Emiri, Ebû Bekr ve Ömer de (Allah onlardan razı olsun) bu makamda oturdu, hakkı aldı ve onu müsâvî olarak taksim ettiler. Fars ve Rum’un son şehirlerine kadar zaptettiler, onların burunlarını kırdılar” deyince, Ebû Cafer, İbn Ebi Züeyb’in başını bıraktı ve: “Vallahi, senin doğru konuştuğunu bilmesem senin kelleni vururdum!” dedi. İbn Ebi Züeyb: “Ey mü’minlerin emîri, vallahi ben, oğlun Mehdî’den daha çok senin iyiliğini isteyen bir kimseyim” dedi. İbn Ebi Züeyb, oradan ayrıldıktan sonra Süfyân-ı Sevrî ile karşılaştı. Süfyan: Senin, bu zâlime söylediklerinden çok memnun oldum. Fakat “Oğlun Mehdi” sözünden üzüldüm, dedi. İbn Ebi Züeyb: “Allah, seni mağfiret etsin, hepimiz hidâyette değil miyiz?” diye cevap verdi. 3760
5) Zâhir, Şam’da Tatarlara karşı savaşa çıkmak istediğinde âlimlerden harpte kullanmak üzere halktan mal almanın câiz olduğu hakkında fetvâ istedi. Bunu Şam İslâm hukukçularına yazdı. Onlar, câiz olduğuna dâir fetvâ verdiler. Bunun üzerine Zâhir: “Görüşünü almadığımız başka bir âlim kaldı mı?” diye sordu. Ona: “Evet, Üstad Muhyiddin Nevevî görüşünü açıklamadı” dediler. Zâhir, onu istedi. Muhyiddin Nevevî, Zâhir’e geldi. Zâhir, ona: “Sen de, diğer İslâm hukukçuları gibi görüşünü açıkla!” dedi. Üstad Nevevî, görüşünü açıklamaktan çekindi. Zâhir: “Görüşünü açıklamamanın sebebi ne?” dedi. İmam Muhyiddin Nevevî (rh.a.): “Ben senin Emir Bunduktar’ın kölesi olduğunu bilirim. Senin hiçbir şeyin yoktu. Sonra Allah Teâlâ, sana mal-mülk ihsan eyledi. Seni, padişah yaptı. Şu an senin, bin tane kölen, her bir kölenin altın sırmalı elbiseleri ve ayrıca senin iki yüz câriyen ve her bir câriyenin de bir sürü mücevherâtı olduğunu işittim. Şimdi sen, bunların hepsini harcar, sadece bukağılarıyla kölelerini ve mücevherâtsız elbiseleriyle câriyelerini bırakırsan, ben de o zaman halktan mal toplamanın câiz olduğuna dâir fetvâ veririm.”
Zâhir, Muhyiddin Nevevî’nin (rh.a.) bu cevabına çok kızdı: “Yurdum (Şam)’dan çık!” diye haykırdı. Nevevî: “Baş üstüne!” deyip Neva’ya gitti. Fakîhler: “O bizim büyük âlimlerimizden, sâlihlerimizden ve kendisine uyulması gerekenlerdendi” dediler. Zâhir onun Şam’a geri gelmesini istedi. Ona, dönmesi için mektup yazdı. Fakat Üstad Nevevî dönmedi ve: “Orada Zâhir olduğu müddetçe oraya girmem!” dedi. Bir ay sonra da vefat etti. Halife, özrünün kabülünü istedi. Çünkü o, ilim ve takvâ yönünden Muhyiddin Nevevî’nin kim olduğunu ve ne derece büyük âlim olduğunu öğrendi. Fakat Nevevî, direterek halifenin özrünü kabul etmedi. Bununla, açıkca halifeye bir ders vermek istedi. Âlimler, yöneticilerin
3760] Gazâlî, a.g.e., c. 2, s. 845-846
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 997 -
hiçbir müslümana kötülük yapmamalarını istiyorlar. 3761
6) “Âlimlerin Ahlâkı” adlı kitabın yazarı şöyle anlatıyor: Bana, saygıdeğer arkadaşım Muhammed Fehmi Nadur Paşa, Ahmed Bedevi Efendi’den, o da babasından, babası da dedesinden nakletti. Dedesi, Hidiv İsmail zamanında Ezher Üniversitesi’nin profesörlerindendi. Mısır’la Habeşistan arasında harp başladığında ordu komandaları arasındaki ihtilaftan dolayı Mısır ordusu ardı ardına mağlub oldu. Hidiv İsmail’in buna canı çok sıkıldı. Sıkıntısını gidermek için bir gün Şerif Paşa ile birlikte çıktı. Şerif Paşa: “Senin başına bir musibet geldiğinde bu belâyı gidermek için ne yaparsın?”
Hidiv İsmail: “Ey Efendimiz, başıma bir musibet geldiğinde, Allah Teâlâ bana, en muttakî âlimlerin duâ etmesini tavsiye ediyor. Böylece Allah Teâlâ, musibetimi giderir. Hidiv İsmail, Ezher Üniversitesi’nin rektörü ile konuştu. Rektör, O’nun için ilmi ile âmil muttakî âlimleri topladı. Ezher Üniversitesi binasındaki eski kubbenin altında duâ etmeye başladılar. Fakat bütün bu olanlar yanında yenilgiler devam edip gidiyordu. Yanında Şerif Paşa olduğu hâlde Hidiv İsmail, âlimlerin yanına gitti ve onlara kızarak şöyle dedi. “Bu yaptığınız ya duâ değil veya siz ilmi ile âmil âlimlerden değilsiniz. Allah Teâlâ, ne sizin sebebinizle, ne de duânızla belâları ve yenilgiyi giderecek değildir.
Âlimler, bu hitap karşısında çok üzüldüler ve mahcup oldular. O anda cemaatin arkasında bir âlim, ona şöyle hitap etti: “Senin yüzünden bu belâlar, ey İsmail!... Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle buyurduğu bize naklonuldu: “Ya iyilikle emreder ve kötülükten nehyedersiniz veya Allah Teâlâ, size en şerrlilerinizi musallat eder. İyileriniz Allah’a duâ eder, fakat duâları kabul olunmaz.” 3762
Diğer âlimler, korkudan titremeye başladılar. Şerif Paşa ile Hidiv İsmail, bir tek kelime söylemeden çıkıp gittiler. Âlimler, bunu söyleyen âlimi kınamaya ve azarlamaya başladılar. Onlar, bu hâldeyken Şerif Paşa geri göndü: “Hidiv İsmail’e o sözleri söyleyen âlim kimdir?” diye sordu. O âlim: “Benim!” diyerek ayağa kalktı. Şerif Paşa, onu aldı ve götürdü. Âlimler onu kınamadan vazgeçip kendisiyle vedâlaşmaya başladılar. Dönmesini ummuyorlardı bile. Onun, geri gelmesi için duâ ediyorlardı. Şerif Paşa ile o, Hidiv İsmail’in sarayına gittiler. Hidiv İsmail, selâmlığında oturuyordu. Ön tarafında bir koltuk vardı. Âlim, o koltuğa oturdu.
Hidiv İsmail: “Bana, Ezher Üniversitesi’nde söylediğin sözleri tekrar et!” dedi. Âlim, söylediği sözleri ve hadisi tekrar etti. Ayrıca hadisin açıklamasını da yaptı. Hidiv İsmail, ona: “Ne yaptık ki, bu belâlar başımıza geldi?” diye sordu. Âlim: “Efendim, kanunlarınız Şer’î ve Medenî diye birbirine karışmadı mı? Fâizin helâllığına dair kanun çıktı. Zinâ, ruhsatlı değil mi? İçki, serbest değil mi? Ve değil mi?... Değil mi?... İnkârı gayr-ı kabil haramları ona bir bir saydı ve devamla: “Nasıl Allah’tan yardım beklersin?!” dedi. Hidiv İsmail: “Ne yapalım? Avrupalılarla karıştık. Bu ise, onların medeniyetidir.
Âlim: “O takdirde, âlimlerin mahâreti ne olabilir ki?!” Hidiv ismail, uzun zaman başını eğerek kaldı, konuşmadı. Sonra âlime: “Doğru söyledin, doğru söyledin!” dedi. Ayrıca Hidiv İsmail, o âlime ayda 30 Mısır Lirası maaş bağlanmasını
3761] Abdulaziz el-Bedrî, a.g.e., s. 140-142
3762] Hadisi, Evsat’ta Taberânî ve Bezzar rivâyet etti. Benzer bir hadis için bk. Tirmizî, Kitâbu’l-Fiten, B. 9, Hds. 2259; İbn Mâce, Kitâbu’l-Fiten, B. 20, Hds. 4004
- 998 -
KUR’AN KAVRAMLARI
emretti. Daha sonra âlim, Ezher Üniversitesi’ne döndü. Ondan ümit kesen arkadaşları, sanki yeniden dünyaya gelmiş gibi sevindiler... 3763
En Korkunç Felâket: Âlimlerin Dünyevîleşmesi
Muvahhid ve muttakî âlimler, Ümmet içinde hayra çağıran, iyiliği emreden, kötülükten sakındıran, Allah’a davet edip sâlih amellerde bulunan izzetli şahsiyetlerdir... Onlar, Rabbimiz Allah’ın kendilerine vermiş olduğu ilim nimetiyle âhiret yurdunu arayan, dünyadaki sorumlu oldukları vazifelerini unutmayanlardır... İlmin felâketi, onu unutmak ve terk edip amel etmemektir... İlim, ehli olmayana rivâyet edilip öğretildi mi kaybolup gider... Böyle bir hareket ilmi zayi eder...3764 Ehli olmayanların yanında oldukça hayra değil, şerre kullanılır... İnsanlığın faydasına değil, zararı için harcanır... Sanki gözü dönmüş ve insan öldürmekten şeytanî zevk alan katilin eline en sağlam silâh vermeye benzer, ehli olmayana ilim öğretmek!...
Elde etmiş olduğu ilmin ehli olan ve sorumluluğunu idrak eden muttakî ulemâ, Allah’dan gereği gibi korkan, ilimlerini Allah yolunda insanlığın hidâyeti ve selâmeti için kullanan kişilerdir... Onlar, ilimlerini dünya menfaatı karşılığında satmayan, bu hatâya düşmeyen, her zaman haktan ve adâletten yana olanlardır... Kalbleri iman dolu ve dipdiri!.. Çünkü onların bütün gayesi, Allah’dır... Âhiret ameli karşılığında, asla dünya malını tercih etmeyenlerdir... Onlar, helâl kazanç sonu elde edilen mal ve mülkü, âhiret yatırımı olarak Allah yolunda sarf edenlerdir...
Malik b. Dinar (rh.a.) anlatıyor:
Âlime verilen ceza hakkında el-Hasanu’l-Basrî’ye sordum. “Kalbinin ölümüdür” dedi. “Kalbinin ölümü nedir?” diye sordum. “Âhiret ameli karşılığı dünyayı istemektir” dedi. 3765
Âhiret ameli karşılığında dünya malı ve dünya menfaatı elde etmeye çalışan ilim sahibi kişilerin kalpleri ölür... Kalbleri ölünce de, sahib oldukları ilimden herhangi bir hayır görmezler... Böylece hayırsızlaşır ve topluma faydaları dokunmadığı gibi kötü örnek de olurlar... Bunca ilimleriyle dünyevîleşen, dünyayı âhirete tercih edenler, kim ki, kendilerine arzuladıkları dünya malı ve hedefledikleri makamı verirse, onun emrine girerler... İşgal edilmiş İslâm topraklarında egemen olan müstekbir tağutî yönetimlerin emrine âmâde olan “din adamı” lakablı ve sıfatlı birçok insanın bu durumda olduğunda hiç şüphe yoktur... Bu tip insanlar, tahsil etmiş oldukları İslâmî ilimlerden dolayı mustaz’af ve mazlum halk arasında belli bir itibarı olan kişilerdir... Bilgilerinden dolayı bazı akademik ünvanlara da sahib olmuşlardır... Bütün bunlara rağmen işgal kuvvetleri olan egemen tağutların emrine girmiş, müstekbir zâlim yönetimlere göbek ve mide bağıyla bağlanmışlardır... Egemen işgalci tağutlar, bunların vasıtasıyla sömürdüğü ve esir ettiği İslâm topraklarındaki mazlum müslümanları çok daha rahat bir şekilde ezmekte ve kanlarını emmektedirler...
3763] Abdulaziz el-Bedrî, a.g.e., s. 142-144; Âlimlerin Ahlâkı, s. 101-102’den
3764] Bk. Dârimî, Mukaddime, B. 51, Hds. 630; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr Muhtasarı Terc. Ve Şerhi, c. 1, s. 25, Hds. 7 -12-; İbn Ebî Şeybe –İbn Mesûd’dan-
3765] Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 331, Hbr. 1514; Ahmed bin Hanbel, Kitâbu’z-Zühd, c. 2, s. 376, Hbr. 1503
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 999 -
Dinlerini ve âhiretlerini, dünya menfaatı karşılığında hebâ edenlerin durumlarını, Rasûlullah (s.a.s.) net bir şekilde bildirmiştir... Abdullah İbn Abbas (r.anhumâ)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Şüphesiz benim ümmetimden bazı insanlar, dinde fıkıh bilgisine sahib olduğunu iddia edecekler, Kur’ân okuyacak ve diyecekler ki:‘Biz, emir (yönetici)ler sınıfına varıyor, dünyalıklarından yararlanıyoruz. Fakat dindarlığımız hususunda onlardan uzak durup (bu yönden bize bir zarar ilişmiyor)’ derler. Hâlbuki onların dediğinin gerçekleşmesi mümkün değildir. Katad (adındaki dikenli ve meyvesiz ağaç)dan geven dikenlerinden başka (bir meyveyi) toplamak mümkün olmadığı gibi, emir (yönetici)lere yaklaşmaktan bir şey toplanamaz. Ancak...” 3766
Önderimiz Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu hadislerinde beyan buyurdukları dünyevîleşen ilim adamları, bugünün işgal altındaki İslâm topraklarında yaşayan ve egemen tağutların emri altına girip hizmet ettikleri iddiasıyla kendilerini savunanlardan başkası mıdır?.. Onların, “her ne kadar egemen tağutî sistemlerin memuru olmuşlarsa da, bu yol ile halka hizmet edip onların yetişmesine çalıştıklarını” beyan etmelerine karşı önderimiz Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyorlar: “Hâlbuki onların dediğinin gerçekleşmesi mümkün değildir!” Bu hadisin şerhinde şunlar beyan olunmuştur: Miftâhu’l-Hâce yazarı diyor ki: “Hadisten kasdedilen mânâ şudur: Kur’ân okuyan, fıkıh bilgisi olduğunu iddia eden bazı kimseler, zarurî ihtiyaçları ve önemli bir işleri olmadığı hâlde emirler sınıfının yanına giderek, fazilet ve ilim sahibi olduklarını açıklar, birtakım mal ve makam koparmak isterler. Bu tip kimselere: ‘İlim ile bu nevi davranışlar birbiri ile bağdaşmaz, niçin böyle hareket ediyorsunuz?’ denildiği zaman, şöyle cevaplarlar: ‘Biz, emirlere varıp onların dünyalıklarından yararlanırız. Ama dinî vecibelerimiz bakımından onlardan uzak dururuz...’ Hâlbuki yekdiğerine zıt iki şeyi toplamak imkânsızdır. Katad, dikenden başka meyvesi olmayan bir ağaçtır. Bu ağaçtan meyve olarak dikenden başka bir şey toplamak mümkün değildir. Emirlere yakınlıktan bir semere beklenemez. Beklenen şey, ne olabilir?
Hadiste Peygamber’in (s.a.s.) sözünde, emirlerden alınabilen şey, yani müstesnâ anılmamıştır. Ravî: ‘Anılmak istenen şeyin, “hatâlar” olduğunu sanıyorum, diyor. Şu hâlde onlara yaklaşmaktan beklenebilen semere, hatâlar ve günahlar olmuş olur. Sindî (rh.a.) diyor ki: “Emirlere yaklaşmanın, Katad ağacından diken toplamaya benzetilmesi ile onlara yaklaşmaktan dinî yönden zarar etmekten başka bir sonuç alınmayacağına işaret ediliyor. Çünkü, kişi için Allah tarafından takdir edilmiş olan rızık ve menfaatlar, behemhâl sahibini bulacaktır. İster emirlerin kapısına gidilsin, ister gidilmesin netice değişmez. O hâlde onların kapılarına gidilmekle, yeni bir kazanç sağlanacak değildir. Ama bununla beraber dinî yönden zarara uğramak da vardır. Şöyle de söylenebilir: İlâhî takdir, meçhulumuz olup dış görünüşe göre emirlerin sohbetinde bulunmak ve onlarla ihtilat yapmak sûretiyle elde edilen dünyalık menfaat, bu ilişkilerle uğranılan zarar muvacehesinde çok cüz’i olduğu için yok gibidir. Dolayısı ile zarardan başka bir şey kalmamış sayılır.” 3767
Ubey İbn Kâ’b’ın (r.a.) rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.):
“Bu ümmete, yükseleceklerini, mal-mülk ve kuvvet sahibi olacaklarını, zâlim
3766] İbn Mâce, Mukaddime, B. 23, Hds. 255; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 164, Hds. 7
3767] Haydar Hatipoğlu, S. İbn Mâce Terc. ve Şerhi, ist. 1982, c. 1, s. 420-421
- 1000 -
KUR’AN KAVRAMLARI
krallarının kendilerine boyun eğeceklerini ve yeryüzüne hâkim olacaklarını müjdele. Artık kim âhiret için yapmış olduğu amelleri dünya çıkarlarına âlet yaparsa, o kimsenin âhirette nasibi yoktur.” 3768
Ebû Hüreyre’den (r.a.): Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kim kendisi ile Allah’ın rızâsı aranan ilimlerden bir ilmi, dünya malından bir şey elde etmek için öğrenirse, kıyâmet gününde cennetin kokusunu alamaz.” 3769
İbn Ömer (r.a.) dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Kim Allah’dan başka bir şey için ilim taleb ederse veya o ilimle Allah rızâsından başka bir maksad edinirse, cehennemden olan üzerine hazırlansın.” 3770
Yegâne önderimiz Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu beyanları, bu apaçık ikazları karşısında her vicdan sahibi elini vicdanına koysun ve Rabbimiz Allah’ın verdiği akıl nimetini kullanabilen her akıl sahibi kişi aklını kullanıp düşünsün! İslâm topraklarını işgal etmiş ve şirk ideolojisinin mensubları olan egemen tağutların hizmetinde, müstekbir zâlimlerin emrinde bulunan ilim ehli insanların durumu nedir? Onların, dünya menfaatı karşılığında itaat ettikleri hükümlerin onlardan istedikleri nelerdir? Onlar, bu gayr-ı İslâmî hükümlere boyun bükerken neler kaybediyorlar? Buna karşılık onların ellerine ne geçiyor? Onlar, bu tavırlarıyla İslâm’a ve mü’min müslümanlara ne fayda sağlıyor, ümmetin kurtuluşu için ne katkıda bulunabiliyorlar?... Acaba mü’min müslümanların esaretten kurtulmalarına mı yarıyor onların böyle davranmaları, yoksa işgalci egemen tağutların halk üzerindeki zulme dayalı egemenliklerinin daha sağlamlaşmasına mı yarıyor?
Bütün bu soruların cevaplarını, iman sahibi, vicdan sahibi ve akıl sahibi olanların ciddî ciddî düşünüp araştırıp doğru bir şekilde verirlerse, ancak hakikat apaçık anlaşılacaktır!... Doğru cevab verebilmek için doğru bir ölçü ile ölçmek gerekir... Dosdoğru ölçü ve adâlet terazisi, İslâm’dır... Rabbimiz Allah’ın Kitabı Kur’ân-ı Kerim ve önderimiz Rasûlullah’ın (s.a.s.) Sünneti değişmez, eskimez ve zamanı geçmez, bütün çağları kapsayan bir ölçüdür... Eğer Kur’ân ve Sünnet ölçüsünce olaylar değerlendirilecek ve mazlum ümmetin meselesi topyekün düşünelecek olursa, hayırlı bir sonuç elde edilir... İşte o zaman ilmini kötüye kullanan âlimlerden dolayı yazık olmuş ümmet3771 esâretten kurtulur, hürriyetine kavuşur...
İlim adamlarının kalbini öldüren, onların âhiretini hebâ eden dünyevîleşmek konusunda selef ulemâsı ümmet-i merhumeyi uyarmıştır! Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir: “Sizi, gençleri ihtiyarlatan, ihtiyarları çökerten ve adet hâline gelen bir fitne (zulüm, taşkınlık ve İslâm’a uymayan kötülükler) kaplar ve bir gün daha da ileri giderse ne yaparsınız?” Dinleyenler: “Bu, çok çirkin bir şeydir” dediler. İbn Mes’ud da: “Bu, ne zaman olacak biliyor musunuz?” dedi ve şöyle devam etti: “Bu fitne, aranızda güvenilir kişilerin azaldığı, amirlerinizin çoğaldığı, anlayışlı âlimlerin azaldığı, okuyucularınızın çoğaldığı, ilimler, din için
3768] el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 69, hds. 4; Ahmed bin Hanbel, Hakim, Beyhakî ve İbn Hıbbân’dan. Hakim: Hadisin isnâdı sahihtir, demiştir.
3769] Ebû Dâvud, Kitâbu’l-İlm, B. 12, Hds. 3664; İbn Mâce, Mukaddime, B. 23, Hds. 252; Dârimî, Mukaddime, B. 27, Hds. 263; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 161, Hds. 1; İbn Hıbban ve Hakim’den
3770] İbn Mâce, Mukaddime, B. 23, Hds. 258; Tirmizî, Kitâbu’l-Ilm, B. 6, hds. 2793
3771] Suyûtî, a.g.e., c. 3, s. 422, Hds. 3838 -9654-; Hâkim’in Müstedrek’inden
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1001 -
değil de dünya menfaati için öğrenildiği ve âhiret amelleri ile dünya menfaatı kazanılmağa çalışıldığı zaman çıkacaktır. 3772
Emirü’l-mü’minin İmam Ali b. Ebi Tâlib (r.a.), âhir zamanda olacak fitneleri anlatırken, İmam Ömer (r.a.): “Bu fitneler ne zaman, belirtileri nedir yâ Ali?” diye sordu. İmam Ali: “İlim, din için değil, dünya menfaatleri için öğrenildiği ve âhiret amelleriyle dünya malı kazanılmağa çalışıldığı zaman!” diye cevap verdi, 3773
Süfyan (rh.a.) şöyle diyor: “Hiçbir kulun ilmi artıp, sonra da dünyaya karşı isteği artmamıştır ki, onun, Allah’tan uzaklığı artmış olmasın.”3774 İmam Hasan el-Basrî (rh.a.) de şunları beyan ediyor: “Bu ilimden bir şeyin peşine düşüp de onunla Allah katında olanı isteyen kimse, inşaallah (isteğine) kavuşur. Kim de onunla dünya(lık) isterse, işte vallahi, onun bundan nasibi (sadece) budur.” 3775
Dünyanın serveti, şöhreti, malı, mülkü, makam ve mevkileri ayaklarının altına serildiği hâlde dünyevîleşmeyen, aksine âhireti tercih ettikleri için dünyayı ellerinin tersiyle reddeden muttakî âlimler, bu ümmet içinde her zaman var olmuşlardır... Onlar, dinlerini ve ilimlerini dünya menfaatı karşılığı zâlim yöneticilerin emrine vermemiş, aksine o zâlimlere karşı bütün imkânlarıyla mücâdele etmişlerdir...
Bu muvahhid, mücâhid ve muttakî âlimlerden birisi, tabiin ulemâsından Said b. Müseyyeb’dir (rh.a.). Devrinin Emevî halifelerinden Abdulmelik b. Mervan’ın adâletten sapan yönetimini reddetmiş zulme dayalı uygulamalarının karşısına dikilmişti... Abdulmelik b. Mervan’ın O’na karşı sunduğu birçok dünyalık tekliflerinin hiçbirini kabul etmemiş, ilmini, gaye edindiği Allah yolunda sarf etmişti...
İmam İbn Kesir kaydediyor: “Abdulmelik, Said’in kızını oğlu Velid’e istedi. Ancak Said, kızını Velid’e vermek istemedi. Abdulmelik de bir yolunu bulup O’na tuzak kurdu ve onu kırbaçladı. Bu olay şöyle olmuştur: Abdulmelik’in zamanında Velid, bey’at için Medine’ye geldiğinde Said, bey’ata yanaşmamıştı. Bunun üzerine Medine Valisi Hişam b. İsmail, onu kırbaçlıyarak, Medine sokaklarında dolaştırmış, kılıç çekmiş ve tehdit etmişti. Ancak o, yine de kendisini eziyete maruz bırakıp sarstıklarında bir kadın görmüş ve ona: ‘Ey Said, bu ne rezâlet?’ diye sormuş, Said de, ona şu cevabı vermişti: ‘Aslında biz, rezâletten kaçıp şu gördüğün hâle mâruz kaldık.’ Yani, Abdulmelik’i ve adamlarını sevseydik, o zaman hem dünya, hem de âhiret rezaletine mâruz kalırdık.
Said, sırtına koyun postu giyerdi. Elinde ticaret için kullandığı bir mikdar sermayesi vardı ve şöyle derdi: ‘Allahım, sen de biliyorsun ki, ben cimrilikten veya hırstan ötürü bu sermayeyi edinmedim. Dünya sevgisi ve şehvetlerine kavuşmak arzusuyla da bu sermayeye sahib olmadım. Ancak ben, Allah’ın huzuruna varıncaya kadar Mervan oğullarına yüzsuyunu dökmemek için bu sermayeyi edindim ki, âhirette Cenâb-ı Allah, benimle Mervan oğulları arasında hükmünü versin ve
3772] el-Munzirî, a.g.e., c. 1, sh. 165, Hbr. 9; Abdurrezzak, kitabında mevkuf olarak rivâyet etmiştir
3773] el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 166, Hbr. 10; Abdurrezzak, kitabında mevkuf olarak rivâyet etmiştir.
3774] Dârimî, Mukaddime, B. 34, Hbr. 392
3775] Dârimî, Mukaddime, B. 27, Hbr. 260
- 1002 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bu para ile de akrabalarıma yardımcı olayım, yoksulların hukukunu ödeyeyim. Dullara, fakirlere, düşkünlere, yetimlere ve komşulara bu maldaki haklarını vereyim. İşte bu maksatla bu sermayeyi edindim.” 3776
Bütün hayatını Allah yolunda fedâ eden, Allah’ın rızâsından başka bir gayesi olmayan, zâlim iktidarlara karşı boyun bükmeyip onlarla amansız mücâdeleyi girişen ve hep mazlumun yanında, İslâm milletinin hizmetinde olan muttakî âlimlerden birisi de Şehid İmam Ebû Hanife Numan b. Sâbit’tir (rh.a.)...
Emevîler ve Abbasîler döneminde yaşayan Şehid İmam Ebû Hanife (rh.a.) her iki iktidar döneminde de zulme ve işkenceye maruz kalmıştı... Devlet, İslâm Devleti olmasına rağmen iktidarda bulunan hükümetler ve başlarındaki sultanlar, adâletten sapmış, iktidarlarını zulümle, fısk ve fucurla devam ettiriyorlardı... Şehid imamımız İmam Ebû Hanife (rh.a.) onların bu zülum idarelerine karşı çok sert tavır almış, onların uygulamalarının İslâm’a uymadığını beyan etmiştir.
İktidarda bulunanlar, Şehid İmam Ebû Hanife’nin (rh.a.) bu sert tavırlarını yumuşatmak O’nu kendilerine bağlayıp hizmet ettirmek için devletin en üst makamlarında görev teklifinde bulunmuşlardı... Şehid İmam’a bu görevlerden herhangi birisini kabul ettirecek olurlarsa, ümmetin nezdinde meşru bir hükümet olduklarını isbat edeceklerdi... Şehid İmam Ebû Hanife (rh.a.), onların bu ihânet planlarını bildiği için hiçbir görevi kabul etmedi...
Mekkî, “Menakıb-ı Ebû Hanife” adlı eserinde aynen şöyle diyor: “Emevîler zamanında İbn Hübeyre, Kûfe valisi idi. Irak’da kaynaşmalar baş gösterdi. Irak fukahasını kendi ka-pısında topladı. Aralarında İbn Ebi Leylâ, İbn Şübrüme, Davud b. Ebi Hind gibi ulemâ vardı. Her birini mühim devlet vazifeleri başına geçirdi. Ebû Hanife’yi de davet etti. Mührü, onun eline vermek istedi. Ebû Hanife’nin elinden geçmeyince hiçbir emir ve fermanın hükmü olmayacak, Beytu’l-mal’den çıkan her mal, Ebû Hanife’nin elinden çıkmış olacaktı.
Ebû Hanife, bunu kabul etmedi. İbn Hübeyre: ‘Eğer kabul etmezse O’nu döverim!’ diye yemin etti. Fukahâ arkadaşları, Ebû Hanife’ye: ‘Allah aşkına, kendini tehlikeye atma, şu işi kabul et. Biz, senin kardeşleriniziz. Hepimiz bu işlerden nefret ediyoruz, fakat kabulden başka çare bulamadık, ister istemez vazife aldık’ dediler. Ebû Hanife şu cevabı verdi: ‘Vâsıt Mescidi’nin kapılarını saymayı bana teklif etse ona, onu da yapmam. Nasıl olur da bu ağır işi kabul ederim. O, boynunu vuracağı bir adamın ölüm fermanını yazacak, ben de ona mühür basacağım ha! Vallahi, böyle bir işe katiyyen girmem!’ İbn Ebî Leylâ: ‘Arkadaşımızı bırakalım! O, haklıdır, hatâ başkasının’ dedi.
Ebû Hanife’yi hapse attılar. O’na, her gün dayak atıyorlardı. Cellât, İbn Hübeyre’ye gelerek: ‘Bu adam, kırbaçtan ölecek’ dedi. İbn Hübeyre: ‘Söyle O’na, bizi yeminimizden kurtarsın’ dedi. O da, Ebû Hanife’ye bunu söyleyince: ‘Câminin kapılarını saymamı istese yine yapmam’ dedi. Sonra Cellât, İbn Hübeyre ile görüştü: ‘Bu mahpusa bir nasihatçı yok mu? Mühlet istesin ki, vereyim’ dedi. Ebû Hanife’ye haber gönderdiler: ‘Arkadaşlarımla istişâre yapayım, bakayım’ dedi. İbn Hübeyre, tahliyesini emretti. Ebû Hanife, hapisten çıkınca atına bindi, Mekke’ye kaçtı. Bu hâdise, 130 senesinde idi. Mekke’de yerleşti. Hilâfet Abbâsîlere geçinceye kadar orada kaldı. Ebû Cafer Mansur zamanında Kûfe’ye
3776] İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye -Büyük İslâm Tarihi-, c. 9, s. 168-169
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1003 -
döndü.” 3777
Şehid İmamımız İmam Ebû Hanife (rh.a.), Emevîlerin iktidarında vazife almadığı gibi, Abbasîlerin iktidarında da hükümetin herhangi bir kademesinde vazife almayı reddetmişti... Şehid İmam (rh.a.) ile O’na kadılık vazifesi vermek isteyen Abbasî Halifesi Ebû Cafer Mansur arasında geçen şu ibretli tarihî olayı burada aktarmakta fayda umarız...
“Ebû Hanife, Mansur tarafından çağrılarak, kadılık teklif edilmişti. İmam, kabul etmedi. Halife de: ‘Seni, bu makama getireceğim, diye yemin etmişti. Halifenin teşrifat memuru Rabi’ (ki, Ebû Hanife için iyi niyet beslemeyen bir kimseydi), İmama: ‘Görmüyor musun? Halife yemin etti’ dedi. Ebû Hanife: ‘Mü’minlerin emiri, yemin kefâretini vermeye benden daha kadirdir’ dedi. Bunun üzerine İmam, hapse atılmıştı. Hapisten tekrar çıkarılarak aynı teklif yapıldı. Ebû Hanife, şöyle diyordu: ‘Allah’tan kork! Ben, kendime güvenemiyorum. Kadılık emânetini de Allah’tan korkan birisine ver. Ben, buna lâyık değilim, yapamam.’ Halifenin canı sıkılmıştı. ‘Yalan söylüyorsun! Sen, bu işe lâyıksın’ dedi. (Ebû Hanife, bunu bekliyormuş gibi:) ‘İşte hükmü kendiniz verdiniz. Yalan söylediğini ikrar ettiğiniz bir kimseye kadılık emânetini nasıl verebilirsiniz? Bununla beraber ben, Arab değilim. Arab olmayan bir kimsenin kadılık makamına getirilmesine râzı olurlar mı?’ dedi. İmam, bütün bu teklifleri reddetmesi üzerine hapse atılmıştı. Hapishanede Hakk’ın rahmetine kavuştu. Hapishanede, dayaktan mı, yoksa zehirlenerek mi vefat etti?...” 3778
İşte şehid imamımız İmam Ebû Hanife’nin (rh.a.) tavrı ve işte çağımızda O’nun mezhebine bağlı olduğunu beyan eden ve İslâm topraklarını işgal etmiş müstekbir egemen tağutların emrine âmâde olan ilim ehli olanların tavrı!? Müstevlî ve müstekbir gayr-ı İslâmî iktidarların emrine giren, onların memuru olan ve kendilerine verilen maaşlarla zor geçinen din adamları ile ilim adamlarının durumu nerede, her ne olursa olsun zulüm iktidarların emrine girmeyi reddeden İmam Said b. el-Müseyyeb (rh.a.) ile Şehid İmam Ebû Hanife (rh.a.) nerede?...
İbn Mes’ud (r.a.)’ın rivâyetiyle Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “İnsanoğluna beş şeyden hesab sorulmadıkça, onun ayakları kıyâmet gününde Rabbinin katından ayrılmayacaktır. (Bunlardan biri de şudur:) öğrendiği ilimde nasıl davrandığından.” 3779
İlim ehli olan bir kişi, dünya hayatında ilmini nerelerde harcadığının ve bunca ilim ile nasıl davrandığının hesabını, âhirette Rabbinin huzurunda verecektir... Eğer dünya hayatında iken sorumluluğunu yüklendiği ilmini gereği gibi kullanıp onunla amel etmiş ve Allah’ın rızâsını kazanmış ise, elbette çok iyi bir mükâfat ile karşılığını görecektir... Eğer sahib olduğu ilim ile dünya menfaatını hedeflemiş ve yeryüzünün müstekbir egemen tağutlarının emrine girerek,
3777] Mekkî, Menâkıb-ı Ebû Hanife, c. 2, s. 23-24’den; Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanife, çev. Osman Keskioğlu, Ank. 1997, s. 46-47; İbn Haceri’l-Heysemî, Menâkıb-ı İmam-ı Azam, çev. Ahmet Karadut, Ank. 1983, s. 159-160
3778] İbn Haceri’l-Heysemî, Menâkıb-ı İmam-ı Âzam, çev. Ahmet Karadut, Ank, 1983, s. 161-162; Hatib Bağdadî, Tarih-i Bağdad, c. 13, s. 328-329’dan; Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanife, s . 66
3779] Tirmizî, Kitâbu Sıfati’l-Kıyâme, B. 1, Hds. 2531-2532; Taberânî, Mu’cemu’s-Sağir Tercümesi, c. 2, s. 205, Hds. 522; Beyhakî, Kitâbu’z-Zühd, s. 72, Hds. 76; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 180-181, Hds. 6; Zubeyr bin Harb, Kitâbu’l-İlm, s. 174, Hds. 89
- 1004 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mazlum insanların ezilmesine, sömürülmesine ve uyutulmasına yardımcı olmuş ise, elbette ilme yaptığı bu ihâneti, âhirette İlâhî adâletin tecelli ettiği Rabbinin huzurunda cezâsız kalmayacaktır!...
el-Avas b. Hakim, babası Hakim’den (r.a.): Bir adam, Rasûlullah’a (s.a.s.) şerri (kötüyü ve kötülüğü) sormuş. Bunun üzerine O, üç defa olmak üzere şöyle buyurmuş: “Bana şerri sormayınız, bana hayrı sorunuz.” Sonra da şöyle buyurmuş: “İyi bilin ki, kötünün en kötüsü, âlimlerin kötüleridir. İyinin en iyisi de, âlimlerin iyisidir.” 3780
Toplum içindeki iyiliğin egemen olması, ya da kötülüğün galib gelmesi, o toplumdaki bilen ilim adamlarının durumuna bağlıdır... Çünkü ilim adamları, doğruyu ve yanlışı iyice tanıyan, onları birbirinden ayırabilen kişilerdir... Doğrunun ve iyiliğin hayrını, faydasını, yanlışın ve kötülüğün şerrini, zararını çok iyi bilenler oldukları için onlar hangi tarafı tercih eder, onu yaşar ve topluma örnek olurlarsa, toplumda egemen olan o hâl olur...
İlmi elde etmeye çalışan ve ilim sahibi olanlar, imanlı, akıllı ve ibâdet ehli olurlarsa, ancak ilmin hakkını verir, hem kendileri hem de diğer insanların faydalandıkları bir durum sergilerler. Muvahhid ve muttakî âlimler, ilmin, aklını kullanmayan ve ibâdet ehli olmayanların eline geçmesinden çok korkmuşlardır... Zeki ve fasık insanların ilmi öğrenmeleri, toplum içinde korkunç bir tehlike arzeder... Onlar, aklını kullanamayan fakat zeki kişilerdir, aynı zamanda fısk ehli olmaları, ilimlerini dünya menfaatı için kullanmalarını gündeme getirir... Dünyevîleşen bu ilim adamları, her şeyde kendilerine bir menfaat sağlamaya çalışırlar... Böylece hem kendilerini, hem de diğer insanları ifsad ederler...
Tabiîn’in büyük müctehid âlimlerinden eş-Şa’bî (rh.a.) şöyle demiştir: “Bu ilmi, ancak kendisinde iki haslet, yani akıl ve ibâdet birleşmiş olan kimseler tahsil ederdi. Çünkü (öğrenci) ibâdetli olup akıllı olmazsa: ‘Bu sadece akıllıların ulaşabileceği bir iştir’ der ve tahsili bırakır. Şayet (öğrenci) akıllı olup ibâdetli olmazsa: ‘Bu, sadece ibâdetlilerin ulaşabileceği bir iştir’ der ve tahsili bırakır. eş-Şa’bî, sonra şöyle dedi: “Yemin olsun ki, ben onu (yani ilmi) bugün, kendisinde bunlardan hiçbiri, ne akıl, ne ibâdet bulunan kimselerin tahsil etmekte (öğrenmekte) olmasından korkmuşumdur.” 3781
Akıllı, şuurlu ve gerçeği idrak eden kişilerin, ilim tahsil etmesi ve onu elde etmeleri sonucu âlim olmaları, içinde bulundukları toplumun faydasınadır... Bu şahsiyetlerin muttakî mü’minler olması, bu faydayı kat kat arttırır... Çünkü faydalı ilim, imanın emrine girdiği zaman vicdan ile kaynaşır... İmanlı ve vicdanlı bir muttakî âlim veya âlimler, toplum için hidayet ve saadet rehberleri olurlar... İlmiyle âmil olanlar, insanlık âlemini, maddî ve manevî her türlü krizden kurtarır, selâmete ulaştırıp istikamet üzere hayat sürmelerine vesile olurlar...
Eğitim ve öğretim yoluyla elde ettikleri ilmi, ya terk etmek, ya da gereğini yapmamakla ondan uzaklaşmak, büyük bir felâkettir... Böyle olanlar, hüsranda oldukları gibi, kendilerini örnek edinen insanları da felâkete sürüklerler...
Cerir İbn Hazim (rh.a.) anlatıyor: Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) insanları öğrenir
3780] Dârimî, Mukaddime, B. 34, Hbr. 376; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 183, Hds. 10, Bezzar’dan (Bazı lafız değişiklikleriyle); Ebû Nuaym el-Isfahânî, Hilyetu’l-Evliyâ - Sahâbe’den Günümüze Allah Dostları-, çev. Said Aykut, Vdğ., İst. 1995, c. 1, s. 391
3781] Dârimî, Mukaddime, B. 34, Hbr. 377
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1005 -
ve öğretir vaziyette gördüğü zaman, el-Hâris İbn Kays’a (r.a.): ‘Ey Hâris, insanların tatbik etmek için öğrendiklerini mi zannediyorsun?’ diye sordu. el-Hâris: ‘Hayır, vallahi, öyle zannetmiyorum. Fakat onları, öğreniyor ve terk ediyorlar, zannediyorum’ dedi. Bunun üzerine İbn Mes’ud: ‘Vallahi, zannedersem doğru söylüyorsun’ buyurdu. 3782
Dünyevîleşmek için yegâne hayat nizamı ve Allah katında yalnızca tek din olan İslâm’dan3783 herhangi bir şeyi terk edenlerin içine düşmüş oldukları buhranı şöyle beyan ediyor Emirü’l-mü’minin İmam Ali bin Ebi Tâlib (r.a.): “İnsanlar, dünyalarını düzene sokmak için dinlerine aid bir şeyi terk ettiler mi Allah onları, ondan daha zararlı bir şeye uğratır.” 3784
Yegâne önderimiz Rasûlullah (s.a.s.), ilmin kaldırılması veya ilimle amel edilmeyip terk edilmesini kıyâmet alametlerinden olduğunu beyan buyurmuştur... Hak din olan İslâm ilimle bilinir, ilimle tanınır... İlmin kaldırılması, İslâm’ın gerek ferd, gerekse toplum hayatının üstündeki yaptırım gücünün zorba tağutlar tarafından kaldırılması demektir... İlmin terk edilmesi, İslâm’ın terk edilmesi ile sonuçlanır... İslâm, terk edildi mi ilim de terk edilmiştir!.. İlim ve İslâm beraberdirler... Birisi gitti mi, diğeri de onun peşinden gider... İkisi, bir bütündür ve asla parçalanmazlar... Parçalandıkları takdirde, yani ilim İslâm’sız ve İslâm ilimsiz bırakıldı mı, gerek ferde, gerekse topluma câhiliyye egemen olur ve bu durum, hem ferd, hem de toplum için korkunç bir felâket hâline gelir...
Tâbiîn’in meşhur âlimlerinden Muhammed b. Sirin (rh.a.) şöyle diyor: “Şüphesiz ki, bu ilim dindir. Öyle ise, dininizi kimlerden aldığınıza dikkat edin!” 3785
Enes b. Malik’in (r.a.) rivâyetiyle şöyle buyurdu Rasûlullah (s.a.s.): “İlmin kaldırılması, cahilliğin meydana çıkıp kökleşmesi, şarabın içilmesi, zinânın aşikâre olup çoğalması, erkeklerin azalıp kadınların çoğalması, kıyâmet alâmetlerindendir.” 3786
Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu hadislerindeki “ilmin kaldırılması” gerçeği, ilmiyle âmil muttakî âlimlerin ölümü olarak da beyan olunmuştur...3787 Muvahhid ulemânın ölümüyle yerlerini dolduracak yeni âlimler yetişmezse, onların boş kalan yerlerini cahiller doldurur... İnsanlar, onları âlim zanneder... Onlar da, heva ve heveslerine göre insanlara fetvâ verip onları sapıtırlar... Böylece cehâlet topluma hâkim olur ve toplumun kıyâmeti kopar!...
Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.): “Âhir zamanda birtakım kişiler çıkacaklardır ki, dini, dünyaya alet edecekler ve insanlara yumuşak görünmek için kuzu postuna bürüneceklerdir. Dilleri, şekerden tatlı, fakat kalbleri kurt kalbidir. Allah şöyle buyurur: ‘Benim hilmim (genişliğim)e mi mağrur oluyor, yoksa bana karşı cüretkârlık mı gösteriyorsunuz? Kendi adıma yemin ederim ki onlara, kendilerinden bir fitne göndereceğim ki, içlerinden halim (geniş) olanı (bile) şaşkına
3782] Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 207, Hbr. 820
3783] 3/Âl-i İmrân, 19
3784] Nehcu’l-Belâğa, s. 390
3785] Müslim, Mukaddime, B. 5; Dârimî, Mukaddime, B. 34, Hbr. 391; Bkz. Ahmed Davudoğlu, a.g.e., c. 1, s. 39, Dipnot: 133
3786] Buhârî, Kitâbu’l-Muharribîn, B. 5, Hds. 7, Kitâbu’l-İlm, B. 22, Hds. 22-23; Müslim, Kitâbu’l-İlm, B. 5, Hds. 9; Tirmizî, Kitâbu’l-Fiten, B. 30, Hds. 2301; İbn Mâce, Kitâbu’l-Fiten, B. 25, Hds. 4045; Bkz. Ahmed Davudoğlu, a.g.e., c. 10, s. 665
3787] Bk. Ahmed Davudoğlu, a.g.e., c. 10, s. 665
- 1006 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çevirecektir.”3788 Dini, dünyaya alet edip dünyevîleşen, böylece dünya menfaatını âhirete tercih eden ve bunca bilgisiyle sorumluluğunu bir yana bırakarak egemen müstevli tağutların emrine giren ilim adamlarının korkunç hâlini beyan buyuran Rasûlullah’ın (s.a.s.) hadislerinden sonra şu ikaza kulak verelim!...
Yahya b. Muaz er-Râzî (rh.a.) dünya âlimlerine şöyle hitab ediyor: “Ey âlimler, köşkleriniz Kayser’lerin sarayı, evleriniz Kisra’nın evi, elbiseleriniz Vezir Tahir’in elbiseleri, ayakkabılarınız Câlut’un ayakkabıları, binitleriniz Karun’un binitleri, kap-kacak mefruşatınız Fir’avn’ın mefruşatı, yeyip içmeniz câhiliyye devrinde olduğu gibi, tuttuğunuz yol, şeytanet yolu! Nerede kaldı İslâmiyet!?” 3789
İlme İhânet Edenler
İlim sahibleri dünyevîleştikleri, bildikleriyle amel etmedikleri ve ilimlerini çok değersiz dünya menfaatına sattıkları zaman, ilme en korkunç ihâneti yaparlar... Onların bu ihânetinden dolayı karada ve denizde fesad olur, büyük felâketler ortaya çıkar... Hem kendileri sapar, hem de peşlerine takılan insan kitlelerini saptırırlar... Bu ihânet, ilmi, cehâlete çevirir... Bir cahilin yapacaklarını, bir ilim sahibine yaptırır... İlim sahibi olan kişi, ancak cahillerin yapabileceği yanlış ve zararlı işler yapmaya başlar bu ihânet sonucu!...
Büyük bilginlerden birine: “Bilgi, ne vakit cehâletten kötü olur?” diye soruldu. Âlim de cevap olarak şöyle demiş: “Bilginin gereğine göre amel edilmediği vakit, cehâletten daha kötü olur.” Mü’minlerin emiri İmam Ali’nin de (r.a.), şöyle dediği anlatılır: “Hakkı bilip tasdik ettikten sonra sapıklığa dönen bir kimse, Cenâb-ı Hakk’ın mağfiretine mazhar olmaktan çok uzak bulunmaktadır. 3790
İlim ehli olanlar, ilimlerini dünya menfaatını elde etmek için kullanacak olurlarsa, ya halkın emrine, ya da müstevli müstekbir tağutî yönetimlerinin emrine girer ve onların kendilerine verdikleri dünyalık maaşlarla, makam ve ünvanlarla oyalanır haktan uzaklaşırlar... Onlar, bu inanç ve tavırlarıyla Allah Teâlâ’yı mutlak Rezzak olarak kabullenme konusunda çok büyük bir hatânın içine düşer ve gerek egemen zâlim tağutların maaş vermelerine, gerekse halkın sadakası, zekâtı ve diğer yardımları onlar için bir rızık kapısı olmaktadır... Bu rızık kapısının kapanmaması için, kendilerine bu kapıyı açıp onları menfaat-landıranların her isteklerine boyun eğen ilim adamları, zulmün, cehâletin, fısk ve fucurun yayılmasına hem yardımcı olur, hem de göz yumarlar... Onların aralarında her şeye rağmen vicdan azâbı çektikleri için bazı doğruları söyleyenler ve halka nasihatta bulunanlar varsa da, kendi sorumluluğunu unuttuğundan, Allah’a kulluk vazifesini yerine getirmediğinden, onun nasihatı yerine bulmayan, hiç tesiri olmayan bir nasihattır... Konuşan vaiz ve dinleyen cemaat, günlük vakitlerinin bir miktarını tatlı bir sohbete ayırmışlardır. Allah’ın ayetlerini ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) hadislerini dinler, sahte bir manevî hava kendilerini bürür, camiiden veya sohbet yerinden ayrıldıktan sonra o güzel sözler orada kalır, yine herkes eski hâline döner... Çünkü görülen ve bilinen hakikat odur ki, ne konuşan, ne de dinleyenlerin bir inkılab istekleri yoktur... Onların, içinde bulundukları câhiliyye değerlerini,
3788] Tirmizî, Kitâbu’z-Zühd, B. 46, Hds. 2515; Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 25, Hds. 50
3789] Gazâlî, a.g.e., c. 1, s. 155
3790] Ebu’l-Kasım Rağıb el-Isfahânî, Tafsîlu’n-Neş’eteyn ve Tahsîlu’s-Saâdeteyn, Mutluluğun Kazanılması, çev. Lütfi Doğan, İst. 1974, s. 178
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1007 -
İslâm değerleriyle değiştirme gibi bir çabaları gündeme gelmiş değildir... Hayatlarındaki câhiliyye değerlerini giderip onların yerine İslâmî değerleri hakim kılma diye bir arzu oluşmamıştır kendilerinde!...
Vâiz, alacağı maaşı hak etmek, memur olan ilim adamı maaş kademesini yükseltmek için konuşur, anlatır... Dinleyenler ise, kendisiyle amel etmeyecekleri ve edemeyecekleri tatlı ve güzel sözler işitir, kendilerini iyi saran bir sohbet dinlemiş oluyorlar... Çünkü anlatılan ayet ve hadisleri amel hâline getirecek herhangi bir karar vermiş değiller... İslâm’ı hayata egemen kılacak bir birlik ve beraberlikleri oluşmuş değil... Aralarında İslâm kardeşliği, akide birliği, usûl ve hedef bütünlüğü meydana gelmemiştir... Camiler ve mes-cidler, belli vakitlerde birbirini tanımayan, aralarında akidevî ve sosyal irtibat bulunmayan insanların yalnızca namaz kılmak için dolup, geldikleri gibi boşalıp gittikleri yerler hâline gelmiştir... Camilerde ve mescidlerde görevli olanlar maaşlarını almaya hak kazanırken, namaz için gelen diğer insanlar da adet edindikleri bir ameli işlemiş ve dağılmışlardır... Böyle mi olmalıydı?!...
Kulluk vazifesini yerine getirmeyen, yaratılış gayesini unutan ilim ehli olanlar, Rasûlullah’ın (s.a.s.) hadislerinde şöyle beyan olunmuşlardır... Enes b. Mâlik’den (r.a.): Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Mi’rac gecesi bir kavme uğradım. Ellerinde ateşten makaslar vardı ve dudaklarını parçalıyorlardı. ‘Kim bunlar?’ dedim. ‘Bunlar, yeryüzünde kitabı okudukları hâlde, insanlara vaz-u nasihat edip, iyiliği emreden, kendilerini unutan kimseler (hatibler)dir. Hiç akıllarını kullanmıyorlar mı? denildi.” 3791
Usâme bin Zeyd’den (r.a.): Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kıyâmet gününde bir kişi getirilir, cehennemin içine atılır da, cehennemde onun barsakları derhâl karnından dışarı çıkar. Sonra o kişi, (barsak etrafında) değirmen eşeğinin değirmende dönüşü gibi döner. Bunun üzerine cehennem ahalisi, o kişinin başına toplanır da: ‘Ey filan, senin hâlin nedir? Sen, bize (dünyada) iyilikle emreder ve bizleri kötülükten nehyeder değil miydin?’ derler. O da: ‘(Evet) ben, size iyilik emrederdim, fakat onu kendim yapmazdım. Yine ben, sizleri kötülükten nehy ederdim de onu, kendim işlerdim, diye cevab verir.” 3792
Velid b. Ukbe’den (r.a.): Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Cennetlik olan bazı insanlar, (dünyada kendilerine va’z ve nasihat eden) cehennemlik olmuş insanların yanına giderler ve onlara: ‘Ne yaptınız da cehenneme girdiniz? Vallahi biz, cennete sırf sizden öğrendiklerimizle girdik’ derler. Onlar da: ‘Biz söylerdik, ama dediklerimizi yapmazdık’ derler.” 3793
Cündüb b. Abdullah el-Ezdî (r.a.)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “İnsanlara hayrı öğretip de kendisini unutan âlimin durumu, insanları aydınlatıp da kendisini
3791] Ahmed İbn Hanbel, Kitâbu’z-Zühd, c. 1, s. 76, Hds. 244; Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 206, Hds. 819; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 178, Hds. 2; İbn Ebî Dünya, İbn Hıbban ve Beyhakî’den
3792] Buhârî, Kitâbu Bed’i’l-Halk, B. 10, Hds. 76, Kitâbu’l-Fiten, B. 17, Hds. 46; Müslim, Kitâbu’z-Zühd ve’r-Rikak, B. 7, Hds. 51; Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 5, s. 205-207 ve 209
3793] el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 181, Hds. 7; Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir’den; Şâtibî, el-Muvâfakat -İslâmî İlimler Metodolojisi-, çev. Dr. Mehmet Erdoğan, İst.1990, c. 1, s. 53 (Ebû Hüreyre’den; Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 27, Hbr. 64 -İmam eş-Şa’bî’nin beyanı olarak-)
- 1008 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yakan kandilin durumuna benzer.” 3794
Ebû Hüreyre’den (r.a.); Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kıyâmet günü, insanlardan azâbı en şiddetli olan, ilmi kendisine fayda vermeyen âlimdir.”3795 Mansur b. Zazan’dan (r.a.): Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Cehennemde azab görenler, bazılarının pis kokusundan rahatsız olunca: ‘Kahrolasın! Ne yaptın ki, pis kokunla bizi rahatsız ediyorsun? Azâbımız bize yetmez mi?’ derler. O da: ‘Ben, âlimdim, fakat ilmimden faydalanmadım’ der.” 3796
Bildikleriyle amel etmeyen, ümmet-i merhûmenin derdiyle dertlenmeyen, tek vücud olan mü’minlerin arasında yerini alamayan, takvâ ve iyilikte müslümanlarla yarışa çıkamayan ilim sahibi kişiler, bildikleri ile dünyalığa yönelip dünyayı âhirete değiştikleri zaman bu hâle düşmektedirler... Önderimiz Rasûlullah (s.a.s.), hem onları, hem de ümmeti uyarmaktadır... Âlimlere, bildiklerini yanlış yerde kullanmasınlar, kendilerinin ve ümmetin kurtuluşu yolunda ilimleriyle çaba göstersinler diye tavsiyede bulunan Rasûlullah (s.a.s.) ümmete de yanlışlıkları, hatâları ve isyanları, elleriyle, dilleriyle, kalpleriyle düzeltmelerini emretmiştir... 3797
Her tavsiyesi, ümmetinin faydasına, iyiliğine bir emir olan Rasûlullah’ın (s.a.s.) iman ve ilim mektebinde yetişmiş olan ashâb-ı kiram (Allah cümlesinden râzı olsun,) âlimin sorumluluğunu hakkıyla kavramış ve ilmin gereğini yerine getirmeye en son imkânlarını kullanarak çaba göstermişlerdir...
Ebû’d-Derdâ (r.a.) şöyle diyor: “Kıyâmet günü insanların Allah katında makamca en şerlisi, ilminden faydalanmayan âlimdir.”3798 Mâlik b. Dinar (rh.a.) anlatıyor: Ebû’d-Derdâ (r.a.) dedi ki: “Kimin ilmi artarsa, ağrısı (korkusu) artar.” Yine Ebû’d-Derdâ şöyle dedi: “Bana (hesab gününde): ‘Ne bildin?’ denilmesinden dolayı nefsime karşı endişe etmiyorum. Fakat bana: ‘Ne amel ettin?’ denilmesinden endişe ediyorum. 3799
Muaz İbn Cebel (r.a.) şöyle diyor: “İstediğiniz kadar biliniz! Allah Teâlâ, (bildiğinizi) yapıncaya kadar, ilim karşılığında asla size ecir vermeyecektir.”3800 Emîru’l-mü’minin İmam Ömer b. el-Hattab (r.a.) şu nasihatta bulunmuştur: “Üç şey için ilim öğrenme ve üç şey için de ilmi terk etme! Mücâdele, övünmek ve
3794] el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 184, Hds. 13; Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir’de isnâdı, “Hasen”dir der; Aynı eser, c. 1, s. 183, Hds.11; Bezzar’dan Ebû Berze, r.a.)’ın rivâyetiyle; İmam Suyûtî, a.g.e., c. 3, s. 295, Hds. 3467 -8134-; Ayrıca c. 1, s. 220, Hds. 417 -761-; İbn Kanî’nin Mu’cemi’nden; İmam er-Rûdânî, a.g.e., c. 1, s. 61, Hds. 262; Ahmed İbn Hanbel, Kitâbu’z-Zühd, c. 2, s. 296, Hbr. 1122 -Basra ulemâsından Cundeb’in sözü olarak-
3795] Taberânî, Mu’cemu’s-Sağîr, c. 1, s. 479, Hds. 357; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 184, Hds. 15, Beyhakî’den; Kuzâî, Şihâbu’l-Ahbâr Tercümesi, s. 210, Hds. 708; İmam Suyûtî, a.g.e., c. 1, s. 297, Hds. 606 -1053-, İbn Adiyy, el-Kâmil’den
3796] el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 187, Hds. 21, Ahmed bin Hanbel ve Beyhakî’den
3797] Bk. Müslim, Kitâbu’l-İman, B. 20, Hds. 78; Tirmizî, Kitâbu’l-Fiten, B. 10, Hds. 2263; Ebû Dâvud, Kitâbu’l-Melâhim, B. 17, Hds. 4340
3798] Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 23, Hbr. 40; Dârimî, Mukaddime, B. 27, Hbr. 268
3799] Dârimî, Mukaddime, B. 27, Hbr. 269; Abdulah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 23, Hbr. 39; Ahmed İbn Hanbel, Kitâbu’z-Zühd, c. 1, s. 199, Hbr. 730; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 182, Hbr. 9, Beyhakî’den
3800] Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitabü’z-Zühd, s. 27, Hbr. 62; Ahmed İbn Hanbel, Kitâbu’z-Zühd, c. 1, s. 265, Hbr. 1009; Ebû Nuaym el-Isfahânî, a.g.e., c. 1, s. 385
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1009 -
riya için ilim öğrenme! Öğrenmekten utanarak, veya lüzumu yok ya da bilmesem de olur, demek sûretiyle de ilmi terk etme!..” 3801
İşgal edilmiş İslâm topraklarında egemen tağutî güçlere karşı mazlum ve mustaz’af müslümanların yanında yerini almadıkça hiçbir ilim ehli sorumluluktan kurtulamaz!.. Bu dünyada onlar için bir zillet ve âhirette ise, Allah’ın azâbı vardır!... Onlar, ilimleriyle ümmet potasında bulunmalı ve üzerlerine düşen vazifelerini hakkıyla yerine getirmelidirler... Bunu yapmayacak olurlarsa, onların ilimlerinin kendilerine ve diğer insanlara hiçbir faydası olmayacağı gibi, felâkete götüren zararlı olur... Onların ilimleri, İmam Ömer (r.a.)’ın beyan ettiği gibi yalnızca mücâdele, övünmek ve riya için elde edilmiş ilim hâline gelir... Bu yanlışlığın maddî ve manevî sorumluluğu çok ağırdır...
Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyetiyle şöyle buyurur Rasûlullah (s.a.s.): “Kıyâmet gününde insanların üzerine ilk hüküm verilecek olanı, şehid düşen bir adamdır... Bir de ilmi öğrenip öğreten ve Kur’ân’ı okuyan bir adamdır. Bu da, getirilerek (Allah) kendisine nimetlerini tarif edecek, o da onları tanıyacaktır. ‘Bunlar hakkında ne yaptın?’ diye soracak. O adam: ‘İlmi öğrendim ve öğrettim. Senin rızân için Kur’ân’ı da okudum’ diyecek. Hak Teâlâ: ‘Yalan söyledin! Lâkin sen, ilmi, âlim desinler diye öğrendin. Kur’ân’ı da ‘O, kaarîdir’ denilsin diye okudun. Gerçekten denildi de’ buyuracak. Sonra onun hakkında emir verecek ve yüzü üstü sürüklenecek, nihayet cehenneme atılacaktır.” 3802
İlmiyle amel etmeyip sahib olduğu ilimle dünya malı ve menfaatını tercih ederek zulmün, fısk ve fucurun yapılmasına katkıda bulunan ilim sahibleri için şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:
“Onlara, kendisine ayetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat. O, bundan sıyrılıp uzaklaşmış, şeytan, onu peşine takmıştı. O da sonunda azgınlardan olmuştu.
Eğer Biz dileseydik, onu, bundan yükseltirdik. Ama o, yere meyletti (veya yere saplandı), hevasına uydu. Onun durumu, üstüne varsan dilini sarkıtıp soluyan, kendi başına bıraksan dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte ayetlerimizi yalanlayan topluluğun durumu böyledir. Artık gerçek haberi onlara aktar ki, düşünsünler.
Ayetlerimizi yalanlayanlar ve yalnızca kendi nefislerine zulmedenlerin örneği ne kötüdür.
Allah kime hidayet verirse o, artık hidayeti bulmuştur. Kimi şaşırtıp saptırırsa, artık onlar da hüsrana uğrayanlardır.” 3803
İmam İbn Kesir bu âyetlerin tefsirinde şöyle der: “Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: Âyetlerimizi yalanlayan kavmin misali ne kötüdür. Yiyecek ve şehvetini giderecek şeyleri elde etmekten başka bir düşüncesi olmayan köpeklere benzetilmiş olmaları, onlar için ne kadar kötüdür. İşte kim ilim ve hidayet sahasından çıkar, nefsinin arzusuna yönelir ve şehvetlerine tabi olursa, o köpeğe benzer.
3801] Gazâlî, a.g.e., c. 3, s. 266
3802] Müslim, Kitâbu’l-İmâre, B. 43, Hds. 152; Tirmizî, Kitâbu’z-Zühd, B. 35, Hds. 2489; Nesâî, Kitâbu’l-Cihad, B. 22, Hds. 3123; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 2, s. 322; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 63, Hds. 1, İbn Hıbban’dan s. 66, Hds. 2; İbn Huzeyme, Sahih’inden; İmam Buhârî, Halku Ef’ali’l-İbâd -Hadis-i Şerifler Işığında İlâhî Kelâmın Müdafaası-, çev. Yusuf Özbek, İst. 1992, s. 104, Hds. 335
3803] 7/A’râf, 175-178
- 1010 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Onun hâli ne kadar kötüdür.” 3804
Rabbimiz Allah, bildiğiyle amel etmeyen ve ilmini yanlış yerlere kullanıp zararlı olan ilim adamları hakkında şöyle buyuruyor: “Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu (içindeki derin anlamları, hikmet ve hükümleriyle gereği gibi) yüklenmemiş olanların durumu, koskoca kitab yükü taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini yalanlayan kavmin durumu ne kötüdür. Allah, zâlim bir kavmi hidâyete erdirmez.” 3805
İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.), bu âyetin tefsirinde şöyle demiştir: “Yahûdîler, Tevrat’takilerle, yani Hz. Muhammed’e (s.a.s.) iman etmeleri gerektiğini bildiren hükümlerden istifâde etmeyince, ilmî kitabları taşıyan ama o kitablarda ne var-ne yok bilmeyen eşeğe benzetilmişlerdir. Me’ânî âlimleri şöyle demişlerdir: Bu benzetme, Kur’ân’ın mânâsını anlayıp da onunla amel etmeyen ve Kur’ân’dan, ona ihtiyacı olmayanların yüz çevirişi gibi, yüz çeviren kimseler için yapılmıştır. İşte bundan ötürü, Meymûn b. Mihran: ‘Ey Kur’ân ehli Kur’ân sizin peşinize düşmezden (sizden hesab sormazdan) önce, Kur’ân’ın peşine düşün, ona tâbi olun!’ demiş, sonra da bu âyeti okumuştur.” 3806
Önderimiz Rasûlullah (s.a.s.), zâlim, fâsık ve fâcir yöneticilerin kapılarına giden, onların emrine giren, ilimleriyle onların zulmüne destek olup fısk ve fucurlarına ortak olan ilim ehli kişilerin içine düştüğü kötü durumu şöyle beyan buyuruyor: İbn Abbas (r.anhuma)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Çölde oturan kimse(nin huyu) sertleşir. Av peşinde gezen gafilleşir. (Fâsık) sultan(ların kapısın)a giden fitneye düşer.” 3807
Peygamber’den (s.a.s.) (rivâyet edilen bu) müsedded hadisi bir de mânâ olarak Ebû Hüreyre’den (r.a.) (rivâyet olunmuştur. Ebû Hüreyre (r.a.) bu hadisi:“Kim (devamlı olarak zâlim) idareci ile düşer-kalkarsa, fitneye düşer.” (anlamına gelen lafızlarla) rivâyet etti. (Daha sonra bu rivâyetine şu mânâya gelen cümleyi de) ilâve etti: “Kul, (zâlim) sultana yaklaşmakla Allah’tan uzaklaşmaktan başka bir şey kazanmaz.” 3808
Bu hadisin şerhinde şu açıklamalar yapılmıştır: “Ulemânın zâlim ve fâsık idarecilerin kapılarına gidip, onlarla düşüp kalkmaları yasaklanmıştır. Çünkü zâlim sultanlar veya idareciler, zulümlerine devam ederlerken ulemânın onlarla düşüp kalkması, bu zulmü onların da tasvib etmesi anlamına gelir ki, bu durum, zâlim idarecilerin ve zulümlerinin halkın tümü tarafından benimsenip tasvib edilmesine sebep olur. Oysa ulemâ, hakkı ve adâleti koruyup yaşatmakla, halk da, hakkı ve hakikatı öğrenmek için onlara müracaat etmekle mükelleftir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de: “(Allah), kendilerine kitab verilenlerden: ‘Onu, mutlaka insanlara açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz’, diye söz almıştı.”3809 buyurarak ulemâya, “Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline (mes’eleyi bilenlere) sorun.”3810 buyurmak sûretiyle de ulemânın dışındaki halka bu mükellefiyetlerini bildirmiştir.
3804] İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, c. 7, s. 3167
3805] 62/Cum’a, 5
3806] Fahruddin er-Râzî, a.g.e, c. 21, s. 480
3807] Ebû Dâvud, Kitâbu’s-Sayd, B. 24-25, Hds. 2859; Neseî, Kitâbu’s-Sayd ve’z-Zebâih, B. 24, Hds. 4289; Tirmizî, Kitâbu’l-Fiten, B. 59, Hds. 2357
3808] Ebû Dâvud, Kitâbu’s-Sayd, B. 24-25, Hbr. 2860
3809] 3/Âl-i İmran, 187
3810] 21/Enbiyâ, 7
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1011 -
Ebû Zerr Gifârî (r.a.), Hz. Seleme’ye şöyle demiştir: “Ey Seleme, (zâlim) sultanların kapısına gitme! Çünkü sen, onların dünyalığından bir şey elde edemezsin. Fakat onlar senin, onların dünyalığından daha faziletli olan dinini alırlar.” 3811
Kâ’b b. Ucra’dan (r.a.): Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Dinleyin! Benden sonra (zâlim) idareciler çıkacağını işittiniz mi? Kim onlara yaklaşır, yalanlarını doğrular, zulümlerine yardımcı olursa, o kimse, benden değildir, ben de onunla değilim. (Âhirette de) Havz’ın başında yanıma gelemez. Kim onlara katılmaz, yalanlarını doğrulamaz, zulümlerine yardımcı olmazsa, o kimse, bendendir, ben de onunlayım. Havz’ın başında da yanıma uğrayacaktır.” 3812
Yegâne hayat nizamı İslâm, yeryüzündeki zulmün her türlüsünü kökten söküp kaldırmak ve onun yerine adâleti yerleştirmek için inzâl olmuştur... İslâm’ın hedefi budur!... İslâm Dini’nin hedefi zulmü ortadan kaldırmak ve zâlimi ıslah etmek iken, kendisini İslâm’a mal etmeye çalışan, müslüman olduğunu beyan eden ilim ehli, nasıl oluyor ki, zâlim egemenlerin ve ezici zulmün yanında yer olabilir?... Yer alanların, durumu ve hükmü nedir?... Ümmü Seleme’nin (r.anhâ) rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.): “Sizin üzerinize birtakım emirler tayin edilecektir. Siz, onları bilip itiraz edeceksiniz. O hâlde her kim kerih görürse beraat etti, her kim itirazda bulunursa kurtuldu demektir. Lâkin kim rızâ gösterir de tâbi olursa (günaha girer ve cezâ görür).” Ashâb: “Ya Rasûlullah, onlarla savaşmayalım mı?” demişler. (Rasûlullah:) “Hayır, namaz kıldıkları müddetçe!” buyurmuş. 3813
Zâlimin her türlü zulmünü kerih görüp ona itiraz eden, eliyle, diliyle ve kalbiyle değiştirmeye çalışanlar kurtulurlar... Fakat kim ki, zâlimin zulmüne karşı çıkmaz, itiraz etmez ve onu değiştirmeye çaba harcamaz, aksine zâlime zulmünde yardımcı olursa, o kimse de zâlim gibidir, zulme ortaktır... İslâm, bu tip zâlimlere ortak olan, dolayısıyla zulüm işleyen kimseleri, kim ve ne olursa olsun reddeder... Özellikle bunlar, ilim ehli kişiler iseler, onları asla kabul etmez ve suçlarının çok daha korkunç, cezalarının çok daha ağır olduğunu beyan eder...
Ebû Hüreyre’den (r.a.): Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Cübbü’l-Hüzn (veya) Cübbü’l-Hazan’dan Allah’a sığınınız!” Sahâbîler: ‘Yâ Rasûlallah, Cübbü’l-Hüzn (veya) Cübbü’l-Hazen nedir? diye sordular. Rasûlullah (s.a.s.), onlara cevaben: “Cehennemde öyle bir deredir ki, cehennem her gün dört yüz defa ondan (Allah’a) sığınır.” buyurdu. Sahâbîler: ‘Yâ Rasûlallah, kimler bu dereye girer?’ diye sordular. Rasûlullah (s.a.s.): “O dere, amelleri ile riyâkârlık eden Kur’ân okuyucuları için hazırlanmıştır. Allah’ın en çok öfkelendiği kurrâlardan (Kur’ân bilen âlimlerden) bir kısmı da, şüphesiz emirleri (yöneticileri) ziyâret eden kurrâlardır.” buyurdu. (Râvî) el-Muhâribî dedi ki: “Emirlerden maksat, zâlim olan emirlerdir. 3814
el-Hasanü’l-Basrî’den (rh.a.): Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
3811] Ebû Davud Terceme ve Şerhi, Hzr. Necati Yeniel - Hüseyin Kayapınar, İst. 1991, c.11, s. 38-39
3812] Nesâî, Kitâbu’l-Biat, B. 36, Hds. 4190; Tirmizî, Kitâbu’l-Fiten, B. 61, Hds. 2360; Taberânî, Mu’cemu’s-Sağîr, c. 1, s. 398, Hds. 115; el-Munzirî, a.g.e., c. 4, s. 451, Hds. 5, Ahmed bin Hanbel’den c. 4, s. 452, Hds. 6-7; Taberânî, İbn Hıbban, Ahmed bin Hanbel ve Ebû Ya’lâ’dan
3813] Müslim, Kitâbu’l-İmâre, B. 16, Hds. 63
3814] İbn Mâce, Mukaddime, B. 23, Hds. 256; Tirmizî, Kitâbu’z-Zühd, B. 36, Hds. 2490
- 1012 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Bu ümmet, Kur’ân okuyanları emirlerine (idarecilerine) meyletmedikçe, sâlihleri, facirlerini ‘temizsiniz’ diyerek tezkiye etmedikçe, hayrı, yani iyi işleri bol olanları, şerri bol olanları batıl zanlara sevk etmedikçe, Allah’ın eli ve himayesi altındadırlar. Fakat bunları yaptıkları zaman Allah elini onlardan kaldırır ve onların üzerine zorba olanlarını musallat eder ve bunlar da onlara, azâbın en kötüsünü tattırırlar ve Allah da onlara, ihtiyaç ve fakirlik de vurur. Ve kalblerini korkuyla doldurur.” 3815
Muttakî ulemâ, halktan ve egemen yöneticilerden müstağnî olmalıdır... Eğer halka ve egemen yöneticilere maddî bir bağ ile bağlanacak olursa, onlara boyun büker, ihtiyaçlarından dolayı onların emirlerine girer... Bundan dolayı adâletli davranamaz!.. Halkın ve egemen yöneticilerin arzularına göre hareket eder... Verdiği fetvâlar, halkın ve egemen yöneticilerin menfaatlarına aykırı olamaz... Halk facir, egemen yöneticiler de zâlim tağutlar oldukları bölgelerde, onlara muhtaç olup emirlerine giren ilim ehli olan kişiler, hatâ üstüne hatâ yapar, zilletin en aşağılık olanına düşerler...
Şu apaçık bir hakikattir ki, ümmet içinde iki sınıf insanın düzelmesi, ümmetin düzelmesidir... Onların bozulması, ümmetin bozulup bozguna uğramasıdır... Bunlar: Umerâ ve ulemâdır... Yani egemen yöneticiler ve âlimler...3816 Egemen yöneticiler ve âlimler, katıksız iman ehli ve sâlih amel işleyenler olduğu müddetçe ümmet, adâlet üzere olur, huzur ve saadet bulur... Eğer egemen yöneticiler, adâleti, ihsanı, vicdanı terk eder, İslâm’dan uzaklaşır ve Kur’ân’dan saparlarsa, o bölgenin âlimleri de onların memurları olur, zulümde onlara yardımcı olurlarsa, ümmet, bozguna uğrar... Son yüz yıldan bu yana ümmet, bu korkunç felâketi yaşamaktadır... Bu felâket ve bu bozgunun bitmesi için, umerâ ve ulemânın tekrar İslâm’a dönmesi gerekir... Bütün gayr-ı İslâmî işlerden, yöntemlerden, ideolojilerden vazgeçip katkısız bir şekilde İslâm’a teslim olunca, zulüm, felâket ve bozgun biter...
Bu konuda ilim ehline çok büyük görevler düşmektedir... Onlar, bir yanda halkı eğitip şuurlandırırken, diğer yanda zulüm eden zâlim yöneticilerin ıslahına çalışacaklardır... Zâlimlerin zulmünü gidermeye çalışacak, adâletin tekrar hâkim olması için çaba göstereceklerdir... Muvahhid ve muttakî âlimin ölümü, âlemin ölümü olduğu gibi, âlimin yanılması da insan kitlelerinin yanılması ve hatâ etmesi demektir...
Ebû Hüreyre (r.a.)’ın rivâyetiyle Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“(Bir âlimin verdiği) yalnız fetvâ yüzünden hatâya düşen kişiye günah yoktur. Bütün vebal, yalnız fetvâ veren (âlim)in boynunadır.” 3817
Muaz b. Cebel (r.a.)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Sizin için üç şeyden korkuyorum: Âlimin hatâsı (zellesi), münâfığın Kur’ân’ı âlet ederek mücâdeleye kalkışması, dDünya nimetlerinin size açılması.” 3818
Ziyad b. Hudayr (r.a.) anlatıyor: “Bana, Ömer (r.a.): ‘Biliyor musun İslâm’ı ne yıkar?’ diye sordu. ‘Hayır’ dedim. Şöyle açıkladı: Onu, âlimin hatâsı (sürçmesi),
3815] Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 207, Hds. 821
3816] Bk. Gazâlî, a.g.e., c. 1, s. 20, Dipnot: 19
3817] İbn Mâce, Mukaddime, B. 8, Hds. 53; Ebû Dâvud, Kitâbu’l-İlm, B. 8, Hds. 3657; Dârimî, Mukaddime, B. 20, Hds. 161-162
3818] Taberânî, Mu’cemus-Sağîr, c. 2, s. 395, Hds. 690; Kuzâî, a.g.e., s. 211, Hds. 712
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1013 -
münâfığın Kur’ân vâsıtasıyla mücâdelesi, saptırıcı önderlerin hükmü!” 3819
İmam Ömer (r.a.), Temimü’d-Dârî’ye (r.a.) gelip: “Âlimin kayması nedir?” diye sordu. O da, şu cevabı verdi: “Âlim, insanlarla birlikte kayar. Fakat insanlar da ona tutunurlar. Âlimin, o hatâsından dönüp tevbe etmesi mümkündür. Fakat insanlar, o yanlış harekete tutunmaya devam ederler.” 3820 Emirü’l-mü’minin İmam Ali (r.a.) şöyle der: “Hikmet sahibi kişilerin sözleri doğruysa devâdır, yanlışsa hastalık. İlim ikidir: Yaratılıştan olan, duyup bellenen. Duyulup bellenen bilgi, yaratılışta bilgi kabiliyeti yoksa fayda vermez.” 3821
Sorumluluğunun ve vazifesinin farkında olan âlim, çağındaki her mes’ele ile ilgilenir, kendisindeki İslâmî ilimlerle çağın ilimlerini ve teknolojisini birleştirmeye gayret eder... Sorumlu muttakî âlim, çağının insanlarını ilgilendiren her türlü ilimle ve problemlerle ilgilenir, bu konularda problemlere çözümler üretir... Siyasetten ekonomiye, eğitimden hukuka ve sanayiden teknolojiye bütün sosyal ve insanî mes’eleler muttakî âlimlerin mes’eleleridir. Onların ilgi alanlarına girmeyen hiçbir hayatî ve insanî mes’ele yoktur... Muvahhid ulemâ, bütün bu hayatî ve insanî mes’eleleri yaratılış gayesi doğrultusunda, İslâmî ölçülerle ele alır ve en doğrusunu ortaya koyarak adâletin sağlanmasına çaba gösterirler...
Rabbimiz Allah şöyle buyurur: “De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Şübhesiz, temiz akıl sahibleri öğüt alıp düşünürler.”3822; “Peki, sana Rabbinden indirilenin gerçekten hak olduğunu bilen kişi, o görmeyen (âmâ) gibi midir? Ancak temiz akıl sahipbleri öğüt alıp düşünebilirler. Onlar, Allah’ın ahdini yerine getirirler ve verdikleri kesin sözü (misakı) bozmazlar.” 3823
Peygamberlerin gerçek varisleri olan muttakî âlimler, peygamberlerin yolundan giderek içinde bulundukları toplumlarda hidayet rehberi olurlar... Hakka davet ettikleri toplumlara, varisleri olduğu peygamberler gibi seslenir ve onları hakikatı beyan ederler: “Ey kavmim, ben sizden, buna karşılık, bir mal istemiyorum. Benim ecrim, yalnızca Allah’a aiddir.” 3824; “De ki: ‘Ey kavmim, görüşünüz nedir söyler misiniz? Ya ben, Rabbimden apaçık bir belge üzerinde isem ve O da beni kendisinden güzel bir rızık ile rızıklandırmışsa? Ben, size yasakladığım şeylere (kendim sahiblenmek sûretiyle) size aykırı düşmek istemiyorum. Benim istediğim, gücüm oranında yalnızca ıslah etmektir. Benim başarım, ancak Allah iledir. O’na tevekkül ettim ve O’na içten yönelip dönerim.” 3825
Sorumluluğun şuurunda olan ve vazifesini gereği gibi yapmaya son imkanına kadar çaba gösteren muttakî âlimler, bu şekilde davranırken, ilme ihânet edip ilimlerini dünya menfaatı karşılığında satan ve Allah’ın apaçık ayetlerini gizleyenlerin durumu nedir?.. Allah’ın ayetlerinde bu ilim hainlerinin durumu şu şekilde beyan olunmuştur: Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor: “Gerçekten apaçık belgelerden indirdiklerimizi ve insanlar için kitabta açıkladığımız hidayeti gizlemekte
3819] Dârimî, Mukaddime, B. 23, Hbr. 220; Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 327, Hbr. 1475
3820] Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 321, Hbr. 1449
3821] İmam Ali, Nehcü’l-Belâğa, s. 417
3822] 39/Zümer, 9
3823] 13/Ra’d, 19-20
3824] 11/Hûd, 29
3825] 11/Hûd, 88
- 1014 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olanlar, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de (bütün) lânet ediciler. Ancak tevbe edenler, (kendilerini ve başkalarını) düzeltenler ve (indirileni) açıklayanlar(a gelince) artık onların tevbelerini kabul ederim. Ben, tevbeleri kabul edenim, esirgeyenim.”3826; “Allah’ın indirdiği kitabtan bir şeyi gözardı edip saklayanlar ve onunla değeri az (bir şeyi) satın alanlar, onların yedikleri karınlarında ateşten başkası değildir. Allah, kıyâmet günü onlarla konuşmaz ve onlar için acı bir azap vardır. Onlar, hidâyete karşılık sapıklığı, bağışlanmaya karşılık azâbı satın almışlardır. Ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar. Bu, Allah’ın kitabı şübhesiz hak olarak indirmesindendir. Kitab konusunda anlaşmazlığa düşenler ise, uzak bir ayrılık içindedirler.”3827; “Hani kendilerine kitab verilenlerden: ‘Onu, mutlaka insanlara açıklayacaksınız ve onu, gizlemeyeceksiniz’ diye kesin söz almıştı. Fakat onlar, bunu, arkalarına attılar ve ona karşı az bir değeri satın aldılar. O aldıkları şey, ne kötüdür.” 3828
İmam Kurtubî (rh.a.) tefsirinde, Bakara Sûresinin 174. âyetini tefsir ederken şöyle der: Bu ayet-i kerime her ne kadar yahudî âlimleri hakkında ise de, elde edeceği dünyalık sebebiyle kendi isteğiyle hakkı gizleyen müslümanları da kapsamına alır.3829 İmam Taberî diyor ki: Âyet, her ne kadar bu özel kişilere işaret etmekte ise de hükmü, Allah’ın insanlara açıklamasını farz kıldığı bilgileri saklayan herkesi içine almaktadır. İslâm Dini, Allah’ın insanlara gönderdiği bilgileri onlardan gizlemeyi yasaklamış ve bunu yapanların lânetleneceklerini beyan etmiştir. 3830
İbn Kesir (rh.a.) Âl-i İmrân Sûresi’nin 187. âyet-i kerimesini tefsir ederken şunları kaydediyor: “Bu ifâde, Ehl-i Kitab’ı azarlama ve tehdiddir. O Ehl-i Kitab ki, Allah Teâlâ, peygamberlerinin dilinden Muhammed’e (s.a.s.) iman edeceklerine, insanlar arasında O’nun adını anıp yücelteceklerine ve Peygamber olarak Allah Teâlâ kendisini gönderdiğinde O’na uyacaklarına dair söz almıştı. Onlar ise, bunu gizlediler, basit dünyevî bir haz, alçak ve boş bir karşılık ile O’nun dünya ve âhirette va’d etmiş olduğu hayra karşı çıktılar. Verdikleri söz ve biat ne kötü oldu. Bu âyette aynı zamanda bilginler uyarılmakta ve Ehl-i Kitab’ın gittiği yoldan giderek, onların başlarına gelen akibetin kendi başlarına gelmesinden ve bu sebeble insanların onların yoluna girmesinden sakındırılmaktadır. Âlimlere düşen sahib oldukları, faydalı ve salip amellere ileten ilmi, etraflarında bulunanlara bolca vermeleri ve bilgilerini saklamamalarıdır.” 3831
İlmi gizleyip halka anlatmayanlar veya İslâm topraklarını işgal eden müstevli egemen tağutların emriyle ve onların zâlim yönetimlerine zarar vermeyecek şekliyle ilmi yorumlayarak halka açıklayıp onları yanıltanlar, ayet-i kerimelerde böyle anlatılmıştır... Önderimiz Rasûlullah da (s.a.s.), ilmî hakikatları, dünya menfaatı karşılığında saklayanların kıyâmetteki azablarının çetin olacağını beyan buyurmuştur...
Ebû Hüreyre (r.a.)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdular: “Hıfz ettiği bir ilim
3826] 2/Bakara, 159-160
3827] 2/Bakara, 174-176
3828] 3/Âl-i İmrân, 187
3829] Kurtubî, a.g.e., c. 2, s. 479
3830] Ebû Câfer Muhammed bin Cerir et-Taberî, a.g.e., c. 1, s. 384; Ayrıca bk. Fahruddin er-Râzî, a.g.e., c. 4, s. 109
3831] İbn Kesir, a.g.e., c. 4, s. 1502-1503
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1015 -
kendisine sorulup da onu gizleyen bir adam, kıyâmet günü ateşten bir gem onun ağzına vurulmuş olduğu hâlde (mahşere) getirilir.” 3832
Eyyüb (rh.a.) anlatıyor: el-Kasım (b. Muhammed b. Ebû Bekr)’e (bir şey) sorulduğunu işitmiştim (de) o, şöyle cevab vermişti: “Vallahi biz, sorduğunuz her şeyi bilmiyoruz. Bilseydik ne (bunu) sizden saklardık, ne de (bunu) sizden saklamamız bize helâl olurdu.” 3833
İman ve vicdan sahibi olan ilim sahibi bir kişi, ilmini saklayamaz!.. İlmiyle, hem kendi amel eder, hem de diğer insanların ondan faydalanmasını ister... Her şeye rağmen ilmini yayan ve toplumun rehberliğinde bulunan âlimler çağlar boyu var olmuş ve var olmaya devam edecektir de!... Her ne kadar ilme ihânet edenler olmuşsa da, ilme sadakat gösterenler de azınlık da değildirler... Onlar, birer hazine olan ilimlerini, Allah yolunda her muhtaç olana sarf etmişlerdir...
Ebû Hüreyre (r.a.)’ın rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.): “Kendisinden istifâde edilmeyen bir ilmin misali, kendisinden Allah yolunda harcama yapılmayan bir hazinenin misali gibidir.” 3834
Rabbimiz Allah (c.c.) şöyle buyurur: “Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara, acı bir azâbı müjdele.” 3835
“Kendilerine kitab verdiklerimiz, O’nu (Peygamberi) çocuklarını tanır gibi tanırlar. Buna rağmen içlerinden bir bölümü bildikleri hâlde mutlaka gerçeği gizlerler.” 3836
“Onlar cimrilikte bulunurlar, insanlara da cimriliği emreder(önerir)ler ve Allah’ın, fazlından kendilerine verdiğini gizli tutarlar. Biz, o kâfirlere aşağılatıcı bir azab hazırlamışızdır.” 3837
Yezid b. Ebi Habib (r.a.) şöyle anlatır: Âlim ve fakîh bir kimsenin imtihanı, kendisinin yerine konuşacak biri olduğu hâlde, dinlemekten daha çok konuşmanın ona hoş gelmesidir. Çünkü dinlemekte, selâmet ve ilimce artma vardır. Kulak veren, zaten konuşmanın ortağıdır. Konuşmakta ise, Allah’ın koruması müstesna şaşırmak, zînetlenmek, fazlalaştırmak veya eksiltmek vardır. Bu âlimlerin bir kısmı, insanların bir kısmını, “şerefleri ve ileri gelmeleri sebebiyle” kendisiyle konuşmaya daha çok hak sahibi sayar da, miskinleri hakir görür, onları ilme layık görmez. Âlimlerden, ilmini saklayan ve öğretmeyi kayıp görenler de vardır. İlmin, ancak kendisinde bulunmasını arzu eder. Onlardan bir kısmı, ilimde sultan gibi davranır ve bir sözünün reddolunmasına kızar. Onlardan bir kısmı, kendini fetvâ makamına tayin eder de şayet ona, bilmediği bir mes’ele getirilirse, “bilmiyorum” demekten utanır, atar ve böylece lüzumsuz külfete girenlerden yazılır. Onlardan bir kısmı, her işittiğini rivâyet eder. O kadar ki, sözünün desteklenmesi
3832] İbn Mâce, Mukaddime, B. 24, Hds. 261; Tirmizî, Kitâbu’l-İlm, B. 3, Hds. 2787; Ebû Dâvud, Kitâbu’l-İlm, B. 9, Hds. 3658; Taberânî, Mu’cemu’s-Sağîr, c. 1, s. 169, Hds. 105; Zubeyr İbn Harb, Kitâbu’l-İlm, s. 182, Hds. 142; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 172-173, Hds. 1-4, İbn Hıbban, Beyhakî ve Hakim’den
3833] Dârimî, Mukaddime, B. 17, Hbr. 113; Zubeyr İbn Harb, Kitâbu’l-İlm, s. 182, Hbr. 139
3834] Dârimî, Mukaddime, B. 46, Hds. 562; İbn Hacer el-Askalânî, Metâlibu Âliye, c. 3, s. 63, Hds. 3026; Ayrıca bk. Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 2, s. 499
3835] 9/Tevbe, 34
3836] 2/Bakara, 146
3837] 4/Nisâ, 37
- 1016 -
KUR’AN KAVRAMLARI
için yahudî ve hristiyanların sözlerini rivâyet ederler. 3838
Yezid b. Ebi Habib’in (r.a.) bu beyanları, ilme ihânet eden ilim ehlini çok güzel bir şekilde açıklamaktadır!..
Rabbimiz Allah’ın: “Kulları içinde ise, Allah’dan ancak âlim olanlar içleri titreyerek korkar.”3839 diye vasıflandırdığı muttakî âlimlerden sunulan birkaç örnekte görüldüğü gibi, yalnızca Allah’dan korkan âlimler, topluma hidayet rehberleri olabilirler... Onlar, hakikatları apaçık izah edebilirler... Onlar, Allah’dan başkasından korkmadan, gerek egemen yöneticilerde, gerekse yönetilen halk kitlelerindeki noksanlıkları görür, teşhisini kor ve tedâvi yöntemlerini beyan ederler...
Şehid imamımız İmam Ebû Hanife (rh.a.) korkunun psikolojik ve sosyolojik yönlerini şöyle beyan eder, “el-Âlim ve’l-Müteallim” adlı eserinde: “Talebe: “Ne kadar güzel söylediniz. Fakat acaba bir şeyden korkan yahut bir şeyden menfaat uman kimse, kâfir olur mu?” Âlim (rh.a.): “Bir insanın korkması ve umması, iki değişik durumda bulunur. Bir kimseden uman yahut korkan kimse, onun Allah’ın izni olmadan kendisine zarar veya fayda vermeye muktedir olduğu görüşünde ise, kâfir olur. Diğer durumda ise, bir kimse, hayrı Allah’tan umduğu yahut Allah’ın kendisini başkalarının eline düşürmek, veya bir şeyi sebep kılmakla vereceği belâdan endişe ettiği için başkasından korkar veya umarsa bu kimse, kâfir olmaz. Çünkü baba, evlâdının kendisine faydalı olmasını, kişi hayvanının kendisini taşımasını, komşusunun kendisine iyilik etmesini, devlet başkanının kendisini korumasını umar. Bu durumda kâfirlik bahis konusu olmaz. Çünkü umduğunu Allah’tan ummaktadır. Kendisini, evlâdından ve komşusundan faydalandırmasını, içtiği ilaç vesilesiyle şifâ ihsan etmesini Allah’tan ümit eden kimse kâfir olmaz.
İnsan bazen şerrden korkar. Allah’ın kendisini kötü şeylerle mübtelâ kılmasından korkarak kaçar. Meselâ, Allah’ın Rasul seçtiği ve kelâmı ile mümtaz kıldığı Hz. Mûsâ (a.s.), Allah ile arasında hiçbir elçi olmadan: “Beni, öldürmelerinden korkarım.”3840 demişti. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), (hicret esnâsında) mağaraya saklanmıştı. Bu durumda, onlar için küfür, kat’iyyen bahis mevzuu olamaz. Kezâ insan, yırtıcı hayvanlardan, yılan yahut akrepten veya evinin yıkılması, sel âfeti ve zarar verecek yiyecek ya da içeceklerden korkar. Bütün bu durumlarda insana küfür veya şüphe hâli değil, ancak korkmak ârız olmuş olur.
Talebe: “Şüphesiz bildiklerimizi söylediniz. Fakat bu mahlûklardan, Allah’tan korktuğundan daha çok korkan mü’minin durumu nedir? Bunu açıklayın.” Âlim (rh.a.): “Mü’minin, Allah’tan daha çok korktuğu hiçbir varlık yoktur. Zirâ mü’min şiddetli bir şekilde hastalandığı yahut Allah’tan gelen kötü bir musîbete uğradığı zaman bile gizli veya açık olarak: ‘Yâ Rabbi, ne kötü yaptın!’ demez. Bunu, içinden de söylemez. Buna mukabil Allah’ı daha çok zikreder. Eğer bu musîbetin yüzde biri, dünya hükümdarlarından birisinden gelmiş olsa idi, o kimse, güvendiği kimselere hükümdarın duymadığı yerde onun zulmünü, kalbi ve lisanı ile ifâdeden çekinmezdi. Hâlbuki mü’min, gizli, âşikâr, sıcak, soğuk her yerde Allah’ın emrini gözetir. Dünya hükümdarlarının emirleri ise, gizli,
3838] Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 24, Hbr. 48
3839] 35/Fâtır, 28
3840] 28/Kasas, 33
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1017 -
açık, isteyerek, ya da istemeyerek her hâl ve kârda gözetilmez. Meselâ, bazen mü’minin soğuk bir gecede yıkanması gerekir. Hoşuna gitmese de uykusundan uyanır, Allah’tan başkasının bilmediği bir durum için ve sırf Allah’tan korktuğu için gusleder. Kezâ, şiddetli sıcakta, susuzluktan yanıp kavrulduğu hâlde orucunu tutar. Yanında kimse bulunmadığı hâlde Allah’ın emrini gözetir, sabreder. Allah’tan korktuğu için feryad etmez. Buna mukabil bir kimse, bir hükümdarın huzurunda bulunduğu müddetçe ondan korkar, fakat uzaklaşınca korkmaz. Bütün bunlardan anlıyoruz ki, mü’minin, Allah’tan daha çok korktuğu hiçbir varlık yoktur.” 3841
Enes b. Malik’in (r.a.) rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.): “Âlim, ilmiyle Allah rızâsını aradığında her şey kendisinden saygıyla karışık bir korku duyar. Fakat ilmiyle mal yığmak istediğinde kendisi, her şeyden korkar.” 3842
Muttakî ve muvahhid İslâm ulemâsı, tarih boyunca icrâ ettiği ve ümmet için başarılı olduğu asil vazifesini, bugünde yerine getirmekle mükelleftir... Dünyanın neresinde olursa olsun, sorumlu muttakî âlimler, mutlaka hep beraber Allah’ın ipi olan Kur’ân’a sarılarak, Sünnet üzere yaşamaları ve bir araya gelip, bir bilek bir yürek olarak ümmetin velâyet hakkı gereği “Ehl-i Hâl ve’l-Akd”i oluşturmaları gerekir... Yetkili muttakî âlimlerden meydana gelen ümmetin “Ehl-i Hâl ve’l-Akd”i “önderliği” gündeme getirerek, koparılmış olan başı, çırpınan başsız gövdeyle birleştirecektir... Böylece, bir vücudun organları olarak, Rasûlullah (s.a.s.) tarafından tarif edilen muvahhid mü’minlerin her biri, ümmet vücudundaki aslî yerini almış olacaktır...
Abdullah b. Amr’ın (r.a.) rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.): “Müslümanlar, kendilerinin dışındaki kimselere karşı bir el (tek yumruk hükmünde)dirler.” 3843
Ümmetin velâyetini ehline teslim edecek ve hidâyet önderleri konumunda olan muttakî ulemâ, İslâmî ilimlerini çağın sosyal ve fen ilimleriyle birleştirip teknoloji ile barışık bir hayatı gündeme getirmeleri gerekir... Hayatî her konuda ilerinin ilerisinde birer önder olan muvahhid âlimler, bulundukları toplumlarda her yönleriyle örnek şahsiyetler olup her biri birer hidâyet rehberleridir... Allah’ın izni ve yardımıyla ulemânın tevhid ve sâlih amel üzere insanlara önder olmaları, karanlığa gömülmüş çağı aydınlatacak ve câhiliyyenin insan fıtratına aykırı bütün değerlerinden insanları kurtaracaktır!... Kalplerdeki, beyinlerdeki ve yaşanan hayattaki bütün câhilî değerler yerlerini, insan fıtratına uygun fıtrat dini olan İslâmî değerlere bırakacaktır... İslâmî değerler, hayata egemen olacak ve insanlık İslâm’ın aydınlığında, Kur’ân ve Sünnet rehberliğinde huzur, barış ve saâdete kavuşacaktır...
Yaşadıkları çağda ve toplumda, toplumsal önderlik vazifesini yüklenmiş olan şuurlu ulemâ, çağından sorumlu olduğu idrâkiyle hareket edip, her şeye ve herkese karşı görevlerini hakkıyla yerine getirmeye çalışmalıdır... Görevin şuurlu ve hakkıyla yapılması, özlenen, arzulanan ve beklenen hayırlı sonucu verecektir. Çağın ve ümmetin problemlerini, İslâmî ölçülerde çözmeye ve hayırlı bir sonuca
3841] İmam-ı Âzam’ın Beş Eseri, çev. Mustafa Öz, İst. 1981, s. 36-38
3842] Suyûtî, a.g.e., c. 3, s. 8, Hds. 2739 -5667-; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs’den. Hadis, zâiftir. Geniş bilgi için bkz. Münâvî, Feyzu’l-Kadir, c. 4, s. 371, Hds. 5657
3843] Ebû Dâvud, Kitâbu’l-Cihad, B. 147, Hds. 2751; İbn Mâce, Kitâbu’d-Diyet, B. 31, Hds. 2683; Neseî, Kitabu’l-Kasâme, B. 8, Hds. 4707-4708; Kuzâî, a.g.e., s. 59, Hds. 118
- 1018 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bağlamaya ehil (Ehl-i Hâl ve’l Akd) olan muttakî ulemânın, mü’min müslümanlara önder olup her türlü krizden kurtulmaya ve kurtarmaya çalışması gerekir... Ümmetin velâyeti, tabii olarak muttakî ulemâ’ya aittir... Üstlendikleri velâyet hakkını gereği gibi yerine getirmeleri ve önderlik konusunu asla ihmal etmemeleri lâzımdır... Dünya barışının ve insanlık huzurunun şartı budur!.. 3844
Tefsirlerden İktibaslar
Mevdûdi der ki:
“Onlara kendisine âyetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat. O, bundan sıyrılıp-uzaklaşmış, şeytan da onu peşine takmıştı. O da sonunda azgınlardan oluvermişti.
“Eğer biz dileseydik, onu bununla yükseltirdik. Ama o yere meyletti (veya yere saplandı), hevâsına uydu. Onun durumu üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi başına bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalanlayan topluluğun durumu böyledir. Artık gerçek olan haberi onlara aktar. Umulur ki düşünürler.” 3845
“Onlara kendisine âyetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat..”: Âyet metninin ifadesine göre, âyette geçen kişi misal olsun diye uydurulmuş hayali bir şahsiyet değil, aksine gerçekten yaşamış birisidir. Allah ve Rasûlü, o kimsenin ismini anmadılar, zira olayın aktarılmasından umulan gaye isim zikredilmeden de gerçekleşmektedir. Böylece, adını zikrederek ona lüzumsuz bir şöhret sağlamaktan kaçınmak için, o kimsenin adı gizlenmiştir. Gerek Kur’an ve gerekse hadis-i şeriflerde genellikle nezih ifade üslubuna sık sık rastlanmaktadır. Bundan dolayı Kur’an ve Sünnet, ibret alınması için, kötü bir örnek olarak naklettikleri şahsın ismini zikretmemişlerdir. Mamafih, yine de bazı müfessirler, eski zamanlarda veya Hz. Peygamber (s.a.s.) devrine ait bazı hususî isimler zikretmişlerdir. Mesela bazıları, Baura’nın oğlu Bel’am’ın ismini, diğer bir kısmı da Ümeyye bin Essalt ve Seyf ibn er-Rahib’in ismini zikrederler. Fakat gerçek şu ki, Kur’an ve Hadis, âyette geçen şahsın kimliğini tanıtmamıştır. Bu yüzden, bu hâlâ sırdır, ama bu örnek aynı davranışı sergileyen herkes için geçerlidir.
“…Onun durumu üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi başına bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir.”: Bu paragraf çok önemli bir konuyu içerdiği için, geniş izahlar gerektirir. Kötü örnekler olarak gösterilmiş olan şahsın, Allah’ın vahyi hakkında malumatı vardı ve Hakikati de bizzat tanıyordu. Bundan dolayı, haklı olarak sahip olduğu bilginin onu, bâtıl olduğunu bildiği yoldan koruması ve doğru olduğunu bildiği yola sevk etmesi beklenmişti. Sonra, vahye uygun hareket etmesi icabınca Allah da onu, üstün insan mevkiine çıkartacaktı. Fakat o, dünya menfaatlerine, hırs ve rahatına yönelip çeşitli günahlara kapılarak bu behimî arzuların hırsına öyle yenik düştü ki, sonunda bütün yüce olan şeyleri bir kenara iterek tüm aklî ve ahlakî terakki yetilerini boşa harcadı. Böylece bilgisinin isteklerine uygun gözetmesi gereken bütün sınırları aştı. Hemen yanı başında hazır beklemekte olan Şeytan da, ahlakî zaafları nedeniyle kasden ve amden Hakk’tan yüz çevirdiğini görünce, derhal onu kendi azdırma ve saptırması altında tümüyle iradesini ve aklını yitirmiş insanların arkadaşlığına katılıncaya, onu bu dereceye düşürünceye kadar kovalar.
3844] Kul Sadi Yüksel, Çağ ve Ulemâ, Misyon Y., s. 75-151
3845] 7/A’râf, 175-176
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1019 -
Allah böyle bir kimseyi, hırs ve şehvette tıpkı bir köpeğe benzetmiştir. Zira köpek bu tip karakteriyle meşhurdur. Dışarıya sarkan dili ve akan salyası, onun doymak bilmeyen oburluğunu gösterir, kendisine bir taş parçası atıldığında bile yer koklayarak o yöne doğru süratle koşar ve belki bir kemik olabilir umuduyla, onu dişler. Kendisi gibi daha birçok köpeğin doymasına yetecek bir leşe rastladığı zaman da onun bencilliği, bu son derece güçlü sahip olma hırsı açıkça ortaya çıkar ve başka hiçbir köpeği buna ortak yapmak istemez. Köpeğin diğer bir belirgin özelliği de şehvete aşırı düşkün olmasıdır. Bu yüzden iman ve bilginin kendisine telkinde bulunduğu yasakları çiğneyen dünyaperest insan işte böyle bir köpeğe benzetilmiştir. Tıpkı bir köpek gibi o da sadece midesini dolduracak ve şehvetini tatmin edecek yolların peşine düşecektir.
Yine Mevdûdi, 62/Cum’a sûresi, 5. âyetin tefsirinde şöyle der:
“Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu (içindeki derin anlamları, hikmet ve hükümleriyle gereği gibi) yüklenmemiş olanların durumu, koskoca kitap yükü taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini yalan saymakta olan kavmin durumu ne kadar kötüdür. Allah, zâlim olan bir kavmi hidâyete erdirmez.” 3846
“Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu (içindeki derin anlamları, hikmet ve hükümleriyle gereği gibi) yüklenmemiş olanların…”: Bu cümle biri umumi, diğeri hususi iki anlamı birden tazammun eder. Umûmi anlamı şu şekildedir: “Kendilerine Tevrat verilmesine ve ona göre amel etmekle sorumlu tutulmalarına rağmen, bu sorumluluklarının bilincinde olmamış ve bunu yerine getirmemişlerdir.” Hususi anlamı ise şöyledir: “Tevrat” yüklenmiş kimseler olmaları nedeniyle, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) herkesten önce uymalıydılar. Çünkü Tevrat’ta açıkça Hz. Peygamber’in (s.a.s.) geleceği müjdesi verilmiştir. Ancak buna rağmen Yahûdiler, Tevrat’ın mesajına aldırmaksızın, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) herkesten daha fazla karşı çıkmışlardır.
“…Yüklenmemiş olanların durumu, koskoca kitap yükü taşıyan eşeğin durumu gibidir.”: Yani, tıpkı ne taşıdığını bilmeyen üzerine kitaplar yüklü merkep gibidirler. Yahûdiler de, adeta bir merkep gibi Tevrat’ı yüklenmişlerdir ve o kitabın kendilerine ne tür sorumluluklar tevdi ettiğini bilmemektedirler.
“Allah’ın âyetlerini yalan saymakta olan kavmin durumu ne kadar kötüdür.”: Yani onların durumu merkepten daha beterdir; zira merkep kendisine şuur verilmediği için mazurdur. Ancak onlara şuur verildiği gibi ayrıca Tevrat’ı okuyor ve anlıyorlar. Fakat buna rağmen, yine de bu öğretiyi uygulamaktan kaçınmakta ve Hz. Peygamber’i (s.a) bile bile reddetmektedirler. Oysa bu peygamberler, Tevrat’a göre hak bir peygamberdir, ayrıca Tevrat’ı anlamadıkları şeklindeki iddiaları da mazeret değildir, aksine onu anlıyor ama Allah’ın âyetlerini bile bile yalanlıyorlar. 3847
Elmalılı der ki:
175: Ey Resulüm, onlara hatırlat ve kendilerine şu alçağın kıssasını da oku ki, o alçağa âyetlerimizi vermiştik, ilmî ve dinî haysiyeti vardı. İşte o alçak, âyetlerimizden sıyrıldı çıktı da onu şeytan kendisine uydurdu, o da sapıklardan
3846] 62/Cum’a, 5
3847] Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an
- 1020 -
KUR’AN KAVRAMLARI
biri oldu.
176: “Ve eğer dileseydik hiç şüphesiz Biz onu o âyetlerle yükseltirdik. Lâkin o alçak, yere saplandı, dünya ve sefâlete meyletti, kendi hevâ ve hevesine uydu da o âyetlerden sıyrıldı, dinden çıktı, alçaldıkça alçaldı. Demek ki, yükselmesine İlâhî irâde meydan vermedi, kendi haline bırakıldı da bu düşüşten kurtulamadı. Bunun Hz. Mûsâ zamanında İsrâiloğulları âlimlerinden Bel’am b. Ebr veya Ken’anîler’den Bel’am b. Baura namında birisi olduğuna veya Araplar’dan Ümeyye b. Ebissalti Sakafî hakkında nazil olduğuna dair birkaç rivâyet vardır. Bel’am’ın bazı ilâhî kitaplara bilgisi vardı, duâsı makbul bir veli iken Arz-ı Mukaddes’e girme meselesinde Hz. Mûsâ’nın veya Yûşâ’nın aksine dünya sevgisi ile zorbalara arka çıkmıştı. Ümeyye b. Ebissalt da bazı din kitaplarını okumuş ve bir peygamberin geleceğine inanmıştı, o gelecek peygamberin kendisi olması ümidine kapılmıştı. O sırada Hz. Muhammed’e peygamberlik verilince hasedinden dolayı küfre sapmıştır. Diyebiliriz ki, asıl kıssa Bel’am olduğu halde nüzul sebebi Ümeyye olmuştur. Fakat âyet şunu gösteriyor ki, kıssadan maksat herhangi bir şahsın tarifi değil, onun halini dile getirmek ve karakterini söz konusu etmektir. Mademki, o hevâ ve hevesine uydu, dinden sıyrılıp çıktı ve insanlık bakımından alçaldı, işte artık onun temsili bir köpek temsili gibidir, sen onu sevk etsen de kehler, bıraksan da kehler, yani onu yorsan da dilini çıkarıp solur, kendi haline bıraksan da dilini çıkarıp solur, hiçbir zaman ıstıraptan, acıdan kurtulamaz. Köpeğin en aşağılık hali de başka hiçbir hayvanda bulunmayan bu soluyuştur. İşte o kimsenin halindeki düşüş, köpeğin mesel olmuş olan bu aşağılık hali gibidir. Yani alçalmanın en son kertesidir. “Onları uyarsan da, uyarmasan da birdir.”3848 İşte bu mesel âyetlerimizi inkâr eden o kavmin meselesidir ki onlar, “Tevrat’ı miras alan ve onu şu alçak dünyanın çıkarlarına değişen o bozuk nesildir.” O inkârcı kavimdir. İşte sen onlara bu kıssayı anlat ki, belki biraz düşünürler. İçlerinde bundan ders alacaklar bulunur. Yani sen, bu ihtimali de hesaba katarak anlat. 3849
Yine Elmalılı, 62/Cum’a sûresi, 5. âyetin tefsirinde der ki:
Bu âyette ilmiyle amel etmeyenlerin kınanması için buyruluyor ki; kendilerine Tevrat yükletilmiş, öğretilip mânâsıyla amel etmeleri teklif edilmiş olup da sonra onu yüklenmemiş; içindekini anlayıp gereğince istifade ve amel etmemiş bulunanların meseli yani mesel haline gelmiş tuhaf halleri ki, bilginiz, kendimizi Allah’a adamışız ve okur-yazarız diye yüklerle kitap sırtlanmış oldukları halde, Tevrat’ın ve Beni İsrail peygamberlerinin, o Allah’ın bir fazlı olan ümmi Nebî’si son peygamber hakkındaki haberlerine itibar etmemiş, ahkâm ve ahlâkıyla doğruluk dairesinde amel etme cihetine gitmemişlerdir. Böyle kimselerin hali o eşeğin haline benzer ki sifirler, yani koca koca kitaplar taşır da içindekinden hiç haberi olmaz, istifade etmez. Burada zikredilen “esfâr” tâbirinde Tevrat’ın kısımlarına esfâr denildiğine işaret vardır. Bak Allah’ın âyetlerini yalanlayan kavmin meseli ne çirkindir! Burada ilmiyle amel etmeyenlerin hepsinin hâl ve mesellerinin böyle çirkin olduğuna bir uyarı vardır. Allah da zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez. Doğru yola çıkarmaz. Kendilerine hakkın delilleri gösterildiği halde onlara inanmayıp da tasdik yerine tekzibi koyan haksızların, o doğru
3848] 2/Bakara, 5
3849] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1021 -
yolu bulmaları, murada ermeleri mümkün olur mu? 3850
Seyyid Kutub, 7/A’râf sûresinin 175-176. âyetlerinin tefsirinde der ki:
Bu sahne gerçekten hayret verici bir sahnedir. Bu dilin düşünce ve tasvir yönünden zenginliğine dayalı, son derece yeni bir manzara tasvir etmektedir. Burada yüce Allah bir insana âyetlerini veriyor, üstün nimetleriyle onu donatıyor, ilminden ona bir pay veriyor. Doğru yolu seçmesi, kendisi ile bağ kurması ve yükselmesi için gereken en güzel fırsatı sağlıyor. Fakat o, bunların hepsine rağmen, görüyorsunuz ya, bu işten sıyrılmak istiyor. Sanki o, etine yapışık bulunan deriden sıyrılır gibi bu âyetlerden sıyrılıyor. Çırpınarak, zorlanarak ve büyük bir çabayla ancak bunu üzerinden atabiliyor. Bedenine yapışık halde bulunan derisinden bir canlının yüzülmesi gibi bir sıyrılıştır bu. İnsanın bünyesi derinin bedeni sarması gibi Allah’a iman duygusuyla sarılmış değil miydi? İşte o, buna rağmen gördüğünüz gibi Allah’ın âyetlerinden sıyrılıyor, kendisini koruyan örtüyü, bedenini muhafaza eden zırhı atıyor, arzu ve isteklere uymak için doğru yoldan sapıyor, aydınlık ufuklardan yuvarlanıyor, kapkaranlık çamura gömülüyor. Ve artık şeytanın bir oyuncağı durumuna düşüyor. Şimdi artık hiçbir koruyucu onu korumuyor. Kimse şeytandan onu muhafaza etmiyor. Ve o, şeytana uyuyor. Şeytana bağlanıyor. Şeytan ona egemen oluyor. Sonra bir de bakıyoruz ki, biz uğursuz, çirkin ve korkunç bir sahne ile karşı karşıyayız. İşte şimdi biz bu tuhaf yaratık ile karşı karşıyayız. Yeryüzüne çakılıp kalmış, çamura batmış bir yaratıktır bu. Bir de bakıyoruz ki, bu yaratık köpek şekline girmiş, kovulsa da kovulmasa da solumasını sürdüren bir köpek şekline. Bu hareketli manzaraların hepsi birbirini izliyor, arka arkaya geliyor. İnsanın hayatı burada olayı somut bir şekilde izliyor. Zaman zaman tepki gösteriyor, hayret ediyor, heyecana kapılıyor. Bu sahnelerin sonuna yani ardı arkası gelmeyen solumalar sahnesine gelindiğinde, sahnenin tamamını kuşatan gizli direktiflerle dolu bulunan yorum geliyor:
“İşte âyetlerimizi yalanlayanların durumu budur. Bu hikâyeyi onlara anlat, ola ki, üzerinde düşünürler. Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmeden toplumun durumu ne kötü bir örnektir!” İşte onların örneği budur. İnsanı doğru yola ileten âyetler, imanı aşılayan direktifler onların fıtratlarına ve bünyelerine ayrıca çevrelerini kuşatan bütün varlıkların yapılarına da yerleştirilmiştir. Buna rağmen onlar bunların hepsinden sıyrılmışlar. Sonra onların şekilleri değişmiş, hayvanlaşmışlar. Bünyeleri çirkinleşmiş “insan”lık konumundan hayvanların düzeyine düşmüşler... Çamurda debelenen köpeğin seviyesine inmişler. Hâlbuki onların imandan kanatları vardı. Bunlarla yüce âlemlere açılabilirlerdi. Ne var ki, onlar bu güzel makamdan alçakların alçağı bir dereceye yuvarlanıyorlar!
“Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmeden toplumun durumu ne kötü bir örnektir.” Bu örnekten daha kötü bir durum düşünebilir mi? Doğru yoldan ayrılıp haktan uzaklaşmaktan daha çirkin bir şey var mıdır? Yeryüzüne çakılıp kalmaktan, arzu ve isteklere bağlanmaktan daha kötü ne olabilir? Bu hareketleriyle kendi nefislerine zulmeden insandan daha fazla nefsine zulmeden birisi düşünebilir mi? Kendisini koruyan örtüyü çıkarıp atan, bedenini muhafaza eden zırhtan sıyrılan, böylece kendisini şeytanın oyuncağı haline getiren ve ona bağlayan, şeytana binek yapan, onu yeryüzüne çakılıp kalan şaşkınlık ve kararsızlık içindeki hayvanlar âlemine sürükleyen ve sürekli köpeklerin soluyuşu gibi soluyan bir
3850] Elmalılı, a.g.e.
- 1022 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hayvan haline getiren kişiden daha zâlim kim vardır?
Bu durumun nitelendirilmesi ve tasviri konusunda Kur’ân-ı Kerim’in eşsiz, hayret verici ifade tarzından başka hangi söz bu kadar eşsiz ve hayret verici ifade gücüne sahip olabilir? Sonra... Bu sadece okunan bir haber midir? Yoksa çoğu zaman bir realite olarak gerçekleştiğinden dolayı haber şeklinde verilen bir örnek midir? Bu açıdan aktarılan bir haber midir?
Bazı rivâyetlerin kayıtlarına göre bu İsrailoğulları’nın Filistin’e girmelerinden önce orada yaşayan iyi bir insanın haberidir. Rivâyetler, bu adamın şaşkınlığa ve sapıklığa düşüşünü detaylarına varıncaya kadar verirler. Bu rivâyetlerde olay öyle bir üslûpla dile getirilmiştir ki, onun yahûdi kültürünün bir parçası olmadığını söylemek çok zordur. En azından olayın tüm detaylarının kesinliği sözkonusu değildir. Ayrıca bu rivâyetlerde birtakım farklılıklar ve çelişkiler de vardır ki, bunlar aynı konuda daha fazla dikkatli olmamızı gerektirmektedir. Rivâyete göre bu kişi İsrailoğulları’ndan biri olan Bel’am b. Bâûrâ’dır. O’nun Filistin’in zorba yerlilerinden biri olduğu da rivâyet edilmiştir. Araplar’dan Ümeyye b. Sait olduğu da gelen rivâyetler arasındadır. Bu rivâyete göre ise, bu adam Peygamberimiz’in (s.a.s.) çağdaşı olan, fâsık olan Ebû Amir idi. Mûsâ’nın (a.s.) çağdaşı olduğu da rivâyet edilmiştir. Bir rivâyete göre ise İsrâiloğulları’nın şehre girmeyi reddetmelere üzerine, kırk yıllık çöl hayatından sonra İsrâiloğulları’nın zâlimleriyle savaşan Yûşâ bin Nûn zamanında yaşayan bir adamdı. Hatırlanacağı gibi Kur’ân-ı Kerim’de bildirildiğine göre, onlar peygamberleri Hz. Mûsâ’ya (a.s.) şöyle demişlerdi: “Git sen Rabbin ile birlikte savaş, biz burada kalıyoruz.” 3851
Ona verilen bu âyetlerin tefsirinde, onların kendisiyle duâ edildiğinde kabul edilen “Allah’ın İsm-i A’zamı (en yüce adı) olduğu da rivâyet edildiği gibi, Allah tarafından gönderilen bir kitap olduğu ve onun da bir peygamber olduğu bildirilmiştir... Bundan sonra haberin detayları birçok açıdan farklılık göstererek uzayıp gider.
Bu nedenle biz “Fî Zılâl’il Kur’an’da” izlediğimiz metoda bağlı olarak bu rivâyetlerin hiç birine dalmayı uygun görmedik. Ayrıca Kur’an’ın metninde bunların hiçbiri yer almıyor. Bu konuda Peygamber’e (s.a.s.) kadar varan sağlıklı bir hadiseye rastlayabilmiş değiliz. Dolayısıyla biz bu haberin ötesini araştırmaya gerek görmedik. Burada Allah’ın âyetlerini apaçık olarak gördükleri halde, bu âyetlerin gösterdiği yolda yürümeyip onları yalan sayanların durumu gözler önüne serilmektedir. Bu olay insanın hayatında ne de çok gerçekleşiyor. Allah’ın dininin bilgisi kendilerine bağışlandığı halde bu bilgiler doğrultusunda hareket etmeyenler ne de çoktur! Onlar bu dini bilgiyi, hükümlerin yerini değiştirmek ve onunla arzu ve isteklerine uymayı sağlamak için vasıta kılıyorlar. Onlar bu bilgilerini kendi hevâ ve hevesleri ve dünya hayatının nimetlerine sahip olduklarını zannettikleri efendilerinin arzu ve istekleri doğrultusunda kullanırlar.
Nice din bilgini tanıyoruz ki, Allah’ın dinini gerçek anlamda öğrendiği halde ondan sapar. Onu olduğundan başka türlü açıklar. Bu bilgisini bilinçli tahrifler, yeryüzünün geçici hükümdarlarının keyfine göre fetvâlar için kullanır! Bu tahrifler ve fetvâlarla Allah’ın hâkimiyetini ve O’nun yeryüzündeki bütün mukaddeslerini çiğneyenlerin saltanatını sağlama almaya çalışır!
3851] 5/Mâide, 24
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1023 -
Biz bu bilginler içinden; yasama Allah’ın haklarından biridir, bu hakka kendisinin sahip olduğunu iddia edenlerin ilâhlık iddiasında bulunmuş olacaklarını, ilâhlık iddiasında bulunanların ise kâfir olduklarını, ayrıca o kişilere bu hakkı verenlerin ve onların peşinden gidenlerin de kâfir sayılacaklarını bilen ve söyleyen kimseler gördük. Bununla beraber bu gerçeği bilmelerine ve dinde bu gerçeği bir zarûret olarak öğrenmelerine rağmen bu din bilginleri, yasama hakkını kendinde gören ve bu hakkı iddia etmekle ilâhlık iddiasında bulunan zâlim idarecilere duâ ederler. Bizzat kendilerinin küfürlerine hüküm verdikleri bu insanlara duâ ederler ve onlara “müslüman” adını yakıştırırlar!... Onların bu yaptıklarım, en ideal İslâm olarak gösteriyorlar. Yine bunların bazılarını gördük ki; bir sene faizin bütün çeşitlerinin haram olduğunu yazdıkları halde, başka bir sene onun helâl olduğunu yazmaya başlarlar. Yine bunların öylelerine rastladık ki, insanlar arasında fuhşun ve ahlâksızlığın yayılmasına ön ayak oldukları gibi, bu çirkefin üzerine din örtüsünü, dini unvanları ve alâmetleri çekmeye çalışırlar.
Bu ise: “Ona âyetlerimizi sunduk, fakat o onların içinden sıyrılıp çıktı. Arkasından şeytan onu peşine taktı da, azgınlardan oldu.” âyetini doğrulayan bir delilden başka bir şey değildir. Bu yüce Allah’ın kendisinden söz ettiği haber sahibinin hayvanlaşmasından başka nedir ki?: “Eğer dileseydik, bu âyetler aracılığı ile onun düzeyini yükseltirdik, fakat o, yere saplandı kaldı. Onun durumu üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp horlayarak soluyan köpeğin durumu gibidir.” Eğer Allah dileseydi, kendisine verdiği âyetlerin bilgisiyle onu yükseltirdi. Ne var ki, Yüce Allah bunu istememiştir. Çünkü âyetleri bilen bu adam, dünya hayatının rahatını tercih etmiş, âyetlere değil de arzu ve isteklerine uymuştur.”
Bu, Allah’ın kendi bilgisinden bir miktarını verdiği halde, bu bilgiden yararlanmayan, iman yolu üzerinde doğru bir istikamete yönelmeyen, horlanmış bir biçimde şeytanın peşine düşmek ve sonuçta şekil değiştirerek hayvanların mertebesine inmek için Allah’ın nimetinden sıyrılan herkesi kapsamına alan bir örnektir!
Sonra ardı arkası kesilmeyen köpek solumaları nedir acaba? Kur’an’ın arzettiği manzaranın tasvir gücünden ve haberin vurgularından da anlaşıldığı gibi, bu solumalar dünya hayatının geçici güzellikleri peşinde koşarken yaşanan solumalardır... İşte dünyanın bu geçici zevklerine takılanlar, Allah’ın kendilerine verdiği âyetlerden sıyrılmak isteyenlerdir. Dünya malının peşine düşen bu insanlara öğüt verilse de verilmese de, onlar bu solumalarından vazgeçmeyecekler ve onlar sürekli olarak bu hal üzere devam edip gidecekler.
Dünya hayatı her yerde, her zaman ve her toplumda bu örneği sürekli olarak gözlerimizin önüne getirir. Hatta birçok zaman geçmesine rağmen insanın gözleri hangi bilgine takılsa, onun durumunun da aynı olduğunu görür. Allah’ın âyetlerinden sıyrılmayan, dünya hayatının rahatına dalmayan, arzu ve isteklerin peşinde sürüklenmeyen, şeytanın boyunduruğuna râzı olmayan, egemenliği ellerinde bulunduranların sahip oldukları dünya malının peşinden ha bire solumayan, Allah’ın kendilerini koruduğu çok az bir kesim hâriç!
Bu varlığı ve meydana gelişi hiçbir zaman kopukluğa uğramayan bir örnektir. Belli bir kuşakta meydana gelen bir olayla asla sınırlı değildir! Yüce Allah, Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- bu örneği Allah’ın âyetlerinin kendilerine gönderildiği kavmine okumasını istiyordu ki, onlarda bu âyetler
- 1024 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendilerine verildikten sonra ondan sıyrılmasınlar. Sonrakiler için de ders olsunlar. Ardarda gelen nesiller tarafından okunsunlar. Allah’ın ilminden bir şey öğrenenler bu çirkin âkıbete uğramaktan sakınsınlar, Ardı arkası kesilmeyen bir soluyuş içine girmesinler. Hiçbir düşmanın düşmanına dahi reva görmediği biçimde kendi kendilerine zulüm etmesinler. Çünkü bu uğursuz akıbet ile kendi kendilerinden başka kimseye zulmetmiş olmazlar!
Günümüzde bu tip âlimlerden öylelerini gördük ki, Allah korusun kendi kendilerine zulmetmek için büyük bir ihtirasla ortaya atılıyorlar veya cehennem çukurundaki yerlerini kendileriyle beraber yarış halindekilerden birinin almasından korkan adamın hali gibi, bu işe dört elle sarılıyorlar! Cehennem’deki bu yerini garantiye almak için her sabah biraz daha ilerliyorlar! Bu dünya hayatının sonuna kadar bitmek tükenmek nedir bilmeyen salyalı solumaları ile bu emellerinin peşinde koşup duruyorlar!
Allah’ım sen bizleri koru! Ayaklarımızı kaydırma! Üzerimize sabır yağdır! Ve müslüman olarak canımızı al!
İman ve Hayat Düzeni: Bu İlâhî haberin ve bu haberi bildiren Kur’an’ın ifade tarzı üzerinde bir başka açıdan durmak istiyoruz. Bu örnek sahibini şehevi arzu ve isteklerin ağırlığından korumayan, dünya hayatının ağırlığından ve cazibesinden onu kurtarmayan, hevâ ve hevesine uymaktan şeytana bağlanmaktan, onun yolunu izlemekten, bu hevâ-heves yolları ile onun peşinde sürüklenmekten alıkoymayan bilginin örneğidir.
İşte ilim insanı korumadığından dolayı, Kur’an’ın yolu, müslüman nefisleri ve islâmi hayatı oluşturmak için kendisine has bir metot izler. Bu metot, ilmi sırf bilmek şeklinde ele almaz. Aksine, ilmi vicdan âleminde ve pratik hayatta hedefini gerçekleştirmek için hareketli, itici ve sıcak bir inanç sistemi olarak ele alır.
Kur’an’ın hayat sistemi akideyi, ilmi araştırmalar şeklinde hazırlanmış bir “teori” olarak ele almaz. Böyle bir inanç sistemi sırf bilgiden ibarettir. Vicdan dünyasında ve hayat alanında etkili olamaz. Bu kuru bir ilimdir. Sahibini keyfi arzularının peşine düşmekten korumaz, Şehevi arzuların baskısından hiçbir şeyi hafifletmez. Şeytanı da kovmaz. Aksine onun yolunu açar ve insanı ona köle haline getirir!
Aynı şekilde Kur’an’ın hayat yolu bu dini, “İslâm Nizamı”, “İslâm Fıkhı”, “İslâm İktisadı”, “Tabiat Bilimleri”, “Psikolojik Bilimler” alanında yapılan etütler şeklinde sunmuyor. Bu dini kültürel etütlerin hiçbiri şeklinde takdim etmiyor!
Kur’an’ın hayat sistemi dini, itici, harekete geçirici, diriltici, yükseltici bir inanç sistemi şeklinde sunuyor. Kalbe ve akla yerleştikten sonra pratik uygulamasını gerçekleştirmek için harekete iten bir güç kaynağı olarak görür akideyi. Bu akide ölü kalpleri diriltiyor, canlandırıyor, harekete geçiriyor ve ilerletiyor. İnsanın fıtratındaki alıcı-verici cihazları uyarıyor. İnsanı Allah’a verdiği ilk söze döndürüyor. İnsanın hedeflerini ve değerlerini yüceltiyor. Artık çamurun cazibesi onu üzerine bindirmiyor ve onu asla dünya malına bağlamıyor.
Kur’an’ın hayat yolu, bu akideyi teori ve düşünce için bir metot olarak takdim ediyor. Bu insanların düşüncelerinden apayrı ve tamamen farklı bir metottur. Çünkü bu metot insanları, arzu ve isteklerin oyuncağı ve bedenlerin ağırlığı
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1025 -
ve şeytanın aldatmaları altında oluşturdukları metotların kusurlarından, yanlışlıklarından, sapıklıklarından kurtarmak için gönderilmiştir!
Kur’an’ın hayat yolu, bu akideyi gerçeğin bir ölçüsü olarak sunuyor. İnsanların akıllarını ve duygularını bununla bir sisteme bağlıyor. İnsanların yönelişlerini, hareketlerini ve düşüncelerini bununla kontrol ediyor ve ölçüye vuruyor. Artık buna göre, bu ölçünün kabul ettiği şeyler doğrudur. Onları sürdürmek gerekir. Yine bu ölçünün reddettiği şeyler yanlıştır. Onlardan vazgeçmek gerekir.
Kur’an’ın hayat yolu, bu akideyi bir hareket metodu olarak takdim eder. Bu metot, insanları kendi programına ve kendi ölçülerine göre adını adım yücelerin yücesine doğru yükseltir, ilerletir. Realiteye dayalı bu hareket esnasında insanların hayat sistemini ve hukuklarının temellerini, iktisatlarının, sosyal yapılarının ve siyasetlerinin ilkelerini belirler. Bu ilkelere göre şekillenmiş akılları ile kanunî ve fıkhî yasalarını tespit eder. Fizik ve psikolojik bilimlerine bu ölçülere göre biçim verir. Realiteye dayalı pratik hayatları neyi gerektiriyorsa onları düzene koyar. Onlar, detaylara ilişkin kanunları ve hükümleri belirlerken içlerinde akidenin sıcaklığını ve itici gücünü, şeriatın ciddiyetini ve realitesini, hayatın gerçek ihtiyaçlarını ve direktiflerini derinden hisseder!
İşte Kur’an’ın hayat yolu, müslüman nefisleri ve İslâmî hayatı bu metot ile şekillendiriyor. Sırf etüd etme amacına yönelik teorik araştırmalara gelince bu ilim, sahibini yeryüzünün ağırlıklarından arzu ve isteklerin itici gücünden ve şeytanın aldatmasından koruyamaz. Beşer hayatı için yararlı bir şey takdim edemez! 3852
Burada âyetin akış seyri, bu manzarada tasvir edilen örnek üzerinde bir değerlendirmede bulunmak için kısaca duruyor. Allah’ın kendisine âyetlerini verdiği halde, onlardan sıyrılan adamın hareketi üzerine hidâyetin Allah’ın hidâyeti olduğunu, Allah’ın kendisini hidâyete ilettiği kimsenin gerçekten hidâyet üzere bulunduğunu, Allah’ın saptırdığı kimsenin ise hüsrana uğradığını ve hiçbir şey kazanmadığını belirtiyor.
“Allah kimi doğru yola iletirse o doğru yolda olur, kimleri saptırırsa işte onlar, hüsrana uğrayanlardır.” 3853 Yüce Allah aşağıdaki âyetlerde belirttiği gibi doğru yolu bulmak için çalışanları hidâyete erdirir: “Bizim uğrumuzda çaba sarf edenleri biz, elbette yollarımıza iletiriz.”3854; “Bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez.”3855; “Nefse ve onu şekillendirene, ona kötülüğünü ve korunmasını ilham edene andolsun ki; nefsini temizleyen kurtulmuş, onu kirletip örten ziyana uğramıştır.” 3856
Aynı şekilde kendisi için sapıklık yolunu seçen, doğru yolun delillerinden ve imanın direktiflerinden yüz çeviren, kalbini, kulaklarını ve gözlerini onlara karşı kapayanları da yüce Allah sapıklığa iter. Âyetlerin devamında bu noktaya ışık tutan bir âyet vardır: “Andolsun ki, birçok cini ve insanı cehennemlik olarak yarattık. Onların kalpleri vardır, fakat anlamazlar, gözleri var, fakat görmezler,
3852] En’âm Sûresinin girişine bk.
3853] 7/A’râf, 178
3854] 29/Ankebût, 65
3855] 13/Ra’d, 11
3856] 91/Şems, 7-10
- 1026 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kulakları var, fakat işitmezler. Onlar hayvanlar gibidirler, hatta hayvanlardan da daha sapıktırlar. Onlar gaflet içindedirler.” 3857
Ayrıca: “Onların kalplerinde hastalık vardır, Allah da bu hastalıklarını arttırmıştır.”3858; “Allah kâfirleri ve zâlimleri ne bağışlayacak, ne de doğru yola iletecektir. Onların iletilecekleri tek yol cehennem yoludur. Orada ebedî olarak kalacaklardır...”3859 âyetleri de bununla ilgilidir.
Hidâyet ve sapıklığa değinen bütün âyetleri göz önünde bulundurup bunların anlamları arasındaki ahenge dikkat edersek, önümüzde tek bir yol netleşir. Hiç şüphesiz önümüzde netleşen bu yol, hem İslâmî fırkaların kelâmcıları, hem hristiyan teolojisi, hem de bir dizi felsefi akımlar tarafından genel olarak kaza ve kader konusunda körükledikleri tartışma ortamından tamamen uzaktır.
Yüce Allah’ın insan denen varlığın kaderini sürüklenmeyi dilemesi, yüce Allah’ın bu insanı hem hidâyeti hem de sapıklığı kabul edebilecek iki yönlü bir yetenek üzere yaratmasıdır. Bununla beraber insanın fıtratına, tek olan ilâhlık gerçeğini kavrayabilme ve ona yönelebilme yeteneği yerleştirmiştir. Sapıklığı ve hidâyeti birbirinden ayırıcı nitelikteki aklı ona vermiştir. Buna ilave olarak bozulduğunda fıtratını uyarmak, saptığında aklına doğru yolu göstermek için, apaçık delillerle peygamberler göndermiştir. Şu kadar var ki, tüm bunlardan sonra insanın kendisi ile yaratıldığı hem hidâyet hem sapıklık niteliğine sahip olan bu iki yönlülük, bu iki yetenek, Allah’ın dilemesine uygun biçimde işler.
Aynı şekilde yüce Allah’ın dilemesi O’nun takdirine hükmeder. Buna bağlı olarak doğru yola ulaşmak isteyen ve bu yolda çaba sarf edenleri hidâyete erdirir. Kendilerine verilen akıllarını, peygamberin mesajlarına serpiştirilen hidâyete iletici âyetleri kavramayan, görme ve işitme cihazlarının aktif bir biçimde kullanmayanları da sapıklığa iter, saptırır.
Her hal u kârda Allah’ın dilediği olur, ondan başkası olmaz. Meydana gelen her olay, O’nun takdiri ile olur. Başkasının kuvveti ile değil. İşlerin bu şekilde düzenlenmesi Allah’ın böyle olmasını dilemiş olmasındandır. Allah’ın takdiri bir şeyin olmasını gerektirmedikçe, hiçbir şey olmaz. Buna göre varlık âleminde, işlerin kendisine uygun olarak meydana geldiği başka bir irade yoktur. Olayları meydana getiren Allah’ın takdirinden başka bir kuvvet yoktur ortada. İşte bu gerçeğin çerçevesinde insan kendi isteğine göre hareket eder. Doğru yola ulaşması veya sapıklığa düşmesi de bu çerçevede meydana gelir.
İşte Kur’ân-ı Kerim’in bütün âyetlerini karşılaştırarak ve onların arasındaki ahengi göz önünde bulundurarak elde edilen İslâmî düşünce budur. Pek tabii olarak bu düşünceye varabilmek için, âyetleri ayrı ayrı ekollerin ve akımların isteklerine uygun biçimde ele almamalı, onların bir kısmını diğer bir kısmına karşı delil olarak ileri sürmemeli ve onları çarpıştırma yolu bırakılmamalıdır.
Şimdi incelediğimiz âyet-i kerimede deniyor ki: “Allah, kimi doğru yola iletirse o doğru yolda olur, kimleri saptırırsa, işte onlar hüsrana uğrayanlardır.” Bu âyete ve Allah’ın az önce açıkladığımız yasasına göre,.hidâyete erdirdiği kimse gerçekten
3857] 7/A’râf, 179
3858] 2/Bakara, 10
3859] 4/Nisâ, 168-169
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1027 -
hidâyete kesin bir şekilde erişmiş, yolu bilen, yol üzerinde yürüyen ve âhiret gününde kurtuluşa eren biri olmuştur. Allah’ın yine bu yasalara göre saptırdığı kimse de hüsrana uğramıştır. Her şeyi kaybetmiştir. Hiçbir şey kazanmamıştır. Ne kadar mala, mülke sahip olsa da, ne kadar imkân elde etse de bunların hepsi boşa gidecek veya bunların hepsi boştur! Bu sapık yola giren adamın, özünü kaybetmiş olması açısından meseleye baktığımızda da durumun böyle olduğunu görürüz. Kendi kendisini kaybeden adam ne elde edebilir, neyi kazanabilir!
Yine Seyyid Kutub, 62/Cum’a, 5. âyetin tefsirinde der ki:
Kitap Yüklü Eşekler: Bundan sonra yahûdilerin Allah’ın emânetini taşıma hususundaki görevlerinin sona erdiğini ifade ediyor. Çünkü onların artık bu emâneti yüklenecek kalpleri yoktur. Zira bu emâneti ancak diri, keskin anlayış ve kavrayış sahibi, bilinçli, duyarlı kendini yüklendiği göreve adayan kalpler taşıyabilirler.
“Kendilerine Tevrat öğretildiği halde, onun gereğini yapmayanların durumu, sırtına kitap yüklü eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlayanların durumu ne kötüdür. Allah zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez.” 3860
İsrailoğulları Tevrat’ı yüklendiler. Şeriat ve akidenin emâneti ile yükümlü oldular. “Sonra O’nu taşımadılar.” Zira emâneti yüklenmek; anlamak, öğrenmek ve kavramakla başlar. Emânetin gereğini hem iç dünyada hem de dış dünyada gerçekleştirmek için çalışmakla sona erer. Ne varki İsrail oğullarının Kur’ân-ı Kerim tarafından aktarılan ve tarihi gerçeğinden de ortaya çıktığı gibi, hayatları onların bu emâneti takdir ettiklerini, onun gerçek yüzünü kavradıklarını ve onu pratik hayatlarında yaşadıklarını göstermemektedir. Bu nedenle onlar koca koca kitaplar taşıyan eşeklere dönmüşlerdir. Sadece onların ağırlığını taşımışlar, onlara sahip çıkmamışlardır. Onun amacına katkıda bulunmamışlardır.
Bu tablo çirkin ve iğrenç bir tablodur. Kötü ve çirkin bir örnektir. Bununla beraber doğru bir gerçeği dile getiren bir tablodur. Allah’ın âyetlerini yalanlayan topluluğun durumu örneği ne kötüdür: “Allah zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez.” İnanç emânetini yüklenip sonra onun gereğini yerine getirmeyenler, pek çok nesiller boyunca bozulan ve bu zamanda yaşayanlar, müslümanların adlarını taşıdıkları halde onların yaptıklarını yapmayanlar, özellikle Kur’an’ı ve kitapları okudukları halde içindekilerle amel etmeyenler, gereğini yerine getirmeyenler, evet bunların hepsi önce Tevrat’ı yüklenip sonra gereğini yerine getirmeyenler gibidirler. Tıpkı koca koca kitapları taşıyan eşekler gibi. Bu tür insanlar çok hem de pek çoktur! Çünkü mesele taşınan ve okunan kitaplar meselesi değildir. Önemli olan bu kitaplardakini güzelce kavramak ve gereğini yerine getirmektir, anlamak ve yaşamaktır. Yahûdiler, -bugün de kendilerini öyle kabul ettikleri gibi- Allah’ın seçkin milleti olduklarını iddia ediyorlardı. Kendilerinin dışında kalanlara ise “Cuyim” yani diğer milletler veya bilgisizler diyorlardı. Bu nedenle diğer milletlere karşı dinlerinin hükümlerine uymalarının gerekmediğini ileri sürüyorlardı. “Ümmîlere (kendi dinimizden olmayanlara) karşı hiçbir sorumluluğumuz yoktur.”3861 Yahûdilerin buna benzer hiçbir delile dayanmadan Allah adına uydurdukları yalana dayalı nice iddialar vardır. Bu nedenle surenin burasında
3860] 62/Cum’a, 5
3861] 3/Âl-i İmrân, 75
- 1028 -
KUR’AN KAVRAMLARI
karşılıklı bedduâlaşma gündeme geliyor. Bu karşılıklı bedduâlaşma hem onlara, hem hristiyanlara hem de Mekke’deki müşrik Araplara yöneltilmişti. 3862
Ali Küçük der ki:
“Ey Muhammed! Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz âyetlerden sıyrılarak azgınlardan olan kişinin olayını anlat.”3863 Bu bölümde Rabbimiz Allah’ın âyetleri kendisine verilmiş, Allah’ın âyetlerine ulaşmış, âyet bilgisine, kitap bilgisine ulaşmış bir insan tipini anlatıyor. Kendisine âyetlerimiz ulaşmış bir kimsenin haberini de anlat peygamberim. Onun haberini de oku, onun durumunu da anlat insanlara. Bu oku emri Rasûlullah’a vahyen gelen Kur’an’ın Peygamber tarafından tebliğini emreden bir ifâdedir. Rasûlullah’a emredilen bu hususun aynı zamanda onun şahsında bizim için de bir emirdir. Öyleyse Peygamber tarafından bize nakledilen bu kitabın âyetlerini biz de hem kendimize hem de çevremize okumakla, duyurmakla mükellefiz. Hele hele şu anda haber peşinde koşan haber meraklılarına daha çok duyurmak zorundayız.
Evet, bir adam ki Allah’ın âyetleri kendisine ulaşmış, âyetlerle ilgi kurmuş, anlamış ama ne yazık ki bu insan bildiği, tanıdığı o Allah âyetlerinden sıyrılmış. Bu adam âyetlere sahipti. Allah’ın âfâkî ve enfüsi âyetlerini çok iyi biliyordu. Ama ne yazık ki bu adam bildiği âyetleri terk etti, âyetlerden sıyrılıp çıktı da şeytana tâbi oldu. Şeytan da onu peşine taktı ve o kimse sonunda azgınlardan oluverdi. Demek ki burada çok önemli bir haber var. Rabbimiz bize çok önemli bir haberden söz ediyor. Çünkü “Nebe’” çok büyük bir haber demektir. Rabbimizin bu konuyu anlatmak için seçtiği bu kelimenin yapısından da anlıyoruz ki demek ki bu konu sürekli hâfızalarımızda canlı tutmamız gereken, ciddi ciddi kulak vermemiz ve sürekli kendisiyle meşgul olmamız gereken bir haberdir. Kendimiz bu haberi okuyacağız, bu haberden haberdar olacağız ve sürekli çevremizi bu haberden haberdar edeceğiz. Karımıza, kızımıza, eşimize dostumuza bu haberi götürecek ve onların gündemlerini de bu haberle oluşturmaya çalışacağız. Çünkü bizim her anımızı ilgilendiren bu büyük haber yanında gazete haberlerinin, kanalizasyon haberlerinin hiç bir önemi yoktur. Eğer biz bize düşmanlığa soyunmuş bu şeytan vahiylerinin haberlerine zaman ayıracak olursak bilelim ki Rabbimizin bu haberlerini tanımaya zamanımız da kalmayacaktır gücümüzde. Hâlbuki direk bizim imanlarımızla, bizim Cennetimizle, bizim dünya ve ukbâ saâdetimizle ilgili olan bu haberleri öğrenmeden başka haberlerin peşinde koşmak câiz de değildir.
Evet, işte bakın Rabbimizin okuyun dediği büyük bir haber. Bir adam ki Allah’ın âyetleri kendisine ulaşmış, âyet bilgisini elde etmiş, kitabı tanımış, sünneti tanımış ama o âyetlerin içinden sıyrılıp çıkmış adam. Peki, kim bu adam denilmiş. Bu kimse için Bel’am denilmiş. Bel’am bin Baura Hz Mûsâ (a.s.) ümmetinden, İsrail oğullarından âlim bir kimseydi. Kitap bilgisine, Tevrat bilgisine sahip bir kimse olmasına rağmen kendisini düzene angaje ettiği için, sırtını düzene dayadığı için düzenin keyfine göre ya da kendi hevâ ve heveslerine göre, dünyevî menfaatlerine göre Allah âyetlerini istediği gibi, ya da düzenin istediği gibi yorumlama ve âyetlerin içinden sıyrılıp çıkma cinnetine kapılmış bir adam.
3862] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’ân
3863] 7/A’râf, 75
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1029 -
Kimileri de burada anlatılan kişinin Ümeyyetübn Ebî Salt olduğunu söylemişler. Bu adam da Rasûlullah döneminde yaşamış bir adamdı. Bu adam da Rasûlullah’ı tanıyordu, bekliyordu, hatta peygamberimizin özellikleri konusunda şiirler yazarak nerede kaldı? Beklenen Nebi geç kaldı diyerek onun özlemini terennüm ediyordu. Nihâyet Allah’ın Rasulü Mekkede Kureyş içinden zuhur edince de Rasûlullah hakkındaki tüm bu bilgilerinden sıyrılarak gurura, kibire kapılarak ona imandan vazgeçiverdi. Hatta bu kimse hakkında Rasûlullah Efendimiz’in: “Şiiri iman eden, ama kendisi iman etmeyen adam” diye söz ettiğini biliyoruz.
Bakın dikkat ediyorsanız âyet-i kerimede “ Seleha, inseleha” kelimesi kullanılmış. Seleha kelimesi aslında derinin vücuttan yüzülmesi sıyrılıp çıkarılması anlamına gelmektedir. Bu mânâ içinde düşündüğümüz zaman adam böyle bildiği Allah âyetlerinden topyekün sıyrılıp çıkıyor. Tıpkı derisi yüzülen beden gibi. Derisi yüzülmüş, kendisini dış etkenlerden koruyacak deri desteğini kaybetmiş bir vücut gibi Allah âyetlerinden sıyrılıp çıkmış. Öyle değil mi? Derisi yüzülmüş bir vücut dış etkenlere karşı kendisini koruyabilme özelliğini kaybetmiş demektir. İşte tıpkı böyle bir vücut gibi kendisini tehdit eden tüm tehlikelere karşı, tüm şerlere karşı kendisini koruyacak âyetlerin desteğini kaybetmiştir. Kendisini azaptan, ateşten ve Cehennemden koruyacak olan âyetlerin içinden sıyrılıp çıkmış, âyetlerin korumasını kaybetmiştir.
Tabii adam böyle yapınca da, bildiği tanıdığı Allah âyetlerinden soyutlanınca da, hayatını Allah âyetleriyle düzenlemekten vazgeçip âyetlerden habersiz bir hayat yaşamaya yönelince, Allah yasalarını bir kenara bırakıp kendi hevâ ve hevesleri istikametinde bir program izlemeye başlayınca da şeytan onu ayartıp peşine takıverdi ve azgınlardan oluverdi. Elbette böyle bir adamın başka yapabileceği bir şey yoktu. Hani bir söz vardır; “şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” diye. Birileri bunu hadis diye kendi sistematiklerinde kullanmaya çalışsalar da hadis değildir bu söz, ama şöyle anlarsak yerinde bir sözdür her halde: Yani şeyh olarak, mürşid olarak kılavuz olarak Allah’ın Kitabıyla tanışamamış birisinin şeytana tâbi olmaktan başka yapabileceği bir şey yoktur.
Bakın Rabbimiz Kitabının başka bir yerinde bunu şöyle anlatır: “Rahman olan Allah’ı anmayı görmezlikten gelene, yanından ayrılmayacak bir şeytanı arkadaş veririz.” 3864 Kim Rahmân’ın zikrinden yüz çevirir, Rahmân’ın zikrine karşı kör davranırsa. Kim Rahmân’ın zikrine karşı körlük ederse. Rahmân’ın zikri Kur’an demektir, Rahmân’ın zikri, Rahmân’ın hayatın her bir kademesinde bizden istediği kulluk demektir. Evet, kim Rahmâ’ın hayatın her bir kademesinde kendisinden istediği kulluğa karşı kör ve ilgisiz davranırsa vahye karşı Kur’an’a karşı körlük ederse. “Aşâ” Esasen gözde meydana gelen bir çeşit zayıflık ve hastalık demektir. Bir çeşit görme bozukluğu demektir. Kim ki Rahmân’ın zikri olan Kitabını görmezlikten gelir gözünü ona karşı kör yapar ve kitaptan habersiz bir hayat yaşamaya kalkışırsa, Kur’an’a göz yumar Kur’an’ı gözardı ederse. Ya da Kitaba karşı gözünü bozar, bakışını bozarsa. “Biz kim bu kitabı anlamak kim! Biz nerede bu Kitabı anlamak nerede? Bu Kitabı ancak büyük zâtlar anlar! Onu anlamak şöyle dursun onu elimize almaya bile lâyık değiliz!” diyerek kim ki Kitaba karşı bakışını bozarsa biz de ona bitişik, ona yapışık, onun yanından hiçbir zaman ayrılmayan bir
3864] 43/Zuhruf, 36
- 1030 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şeytanı arkadaş yaparız diyor Rabbimiz.
Ona bir şeytanı Musallat kılarız ki o ondan asla ayrılmaz. Bu şeytan onun ayrılmaz arkadaşı oluverir. Hem de böyle “nukayyız” yaparız. Yani ona bitişik, ona yapışık olarak o şeytanı onun üzerine kabuk bağlatırız. Âdetâ şeytan bir kabuk gibi onu çepe çevre sarıverir. Hani tohumlar, yavrular kendilerini çepeçevre saran kabuğu yırtarak, bu esâretten kurtularak dünyaya gelirler ya, işte bu adamlar da böyle kendilerini şeytana esir ediyorlar, onun esiri olarak sıkıntılı bir hayata râzı oluyorlar sonunda. Yani şeytan onların etraflarını sararak onları esir ediyor, onlar üzerinde sulta kuruyor, onları hâkimiyetleri altına alıyor.
Allah’la beraber olmayan, Rahmân’ın zikrinden i’râz eden, vahye karşı kör davranan vahiyle hareket etmeyen kişinin sonucu budur işte. Yani Kur’an’ın vahyin alternatifi budur. Rahmân’ın vahyiyle beraber olmayan kişi elbette şeytanın esiri olacaktır. Çünkü o kişi Allah’la beraber olmamayı istemiştir. Allah’ın âyetleriyle beraber olmak istememiştir. Rahmanın zikrinden yüz çevirmiştir. Rahmanın rahmetinin gereği kendisi için açtığı rahmet kapısını örtmüş, vahyi örtmüş, güneşe karşı körlük etmiş kişidir. Basîreti kapanmış artık böylece Kur’an’dan uzaklaşan bir kişinin şeytana yaklaşması da kaçınılmaz olacaktır.
Kur’an’ı tanımayan Kur’an’la beraber olmayan bir adam ne yapar da başka? Hayatında amel edecek kitabı olmayan bir adam ne yapar? Ya bizzat şeytanın ya da yeryüzündeki iki ayakları şeytanların kulu kölesi olur. Nisâ suresinde bu husus şöyle anlatılır: “Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamberden ayrılıp, inananların yolundan başkasına uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir!” 3865
Yine, Saff suresinde: “Onlar yoldan sapınca, Allah da onların kalblerini saptırmıştı. Allah, yoldan çıkan milleti doğru yola eriştirmez.”3866 Fussılet sûresinde de bu saptıranların sadece şey-tanlar olmadığını iki ayaklı şeytanların da insanlara Musallat kılınıp onları hak yoldan saptırdıkları anlatılır. 3867
Allah’ın âyetlerini bildiği halde onlarla ilgilenmeyip onlardan sıyrılıp, onlardan habersiz bir hayat yaşamaya çalışan bu adam üzerinde şeytan hâkimiyet kurdu. Boşlukta yakaladığı bu adamın boğazına bir ip takıp onu gemledi. Boynundaki kulluk ipinin ucunu Allah’a vermeyen kişi elbette onu birilerine vermek zorunda kalacaktı. Allah’a kulluktan kaçan kişi elbette birilerinin kucağına düşecekti. Allah vahyine teslim olup hayatını onlarla düzenlemeye yanaşmayan kişi elbette birilerinin âyetlerine teslim olmak zorunda kalacaktı. Evet, Allah’tan kaçan kişi mutlaka ya cin şeytanlarının ya da insan şeytanlarının ağına düşmek zorunda kalacaktır. İşte Allah âyetlerinden sıyrılan, Allah âyetlerinin desteğini kaybeden bu adam sonunda ipinin ucunu şeytanlara kaptırarak azgınlaşarak onların gideceği yere doğru, ateşe doğru, Cehenneme doğru hızla ilerlemeye başladı. Allah diyor ki: “Dileseydik, onu âyetlerimizle üstün kılardık; fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu. Durumu, üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalan sayan kimselerin hali böyledir. Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler.” 3868
3865] 4/Nisâ, 115
3866] 61/Saff, 5
3867] 41/Fussılet, 25
3868] 7/A’râf, 176
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1031 -
Eğer isteseydik biz onu o âyetlerle yükseltirdik. Biz dilemiş olsaydık, o kişi kendisi adına bunu dilemiş ve tercih etmiş olsaydı, adam gibi ilgi kurduğu tanıdığı âyetlerle yükselmeyi düşünseydi Biz hem bu dünyada hem öbür tarafta onun derecelerini ve şânını şerefini yüceltirdik. Eğer o Allah âyetlerine yapışıp hayatını onlarla düzelseydi Biz de onu onlarla yüceltirdik.
Demek ki âyetin ifadesinden anlıyoruz ki bu Kitabın âyetleri yükselme sebebidir, rif’at sebebidir. Yeryüzünde insanlara yükseklik kazandıran, insanları yücelten, insanlara incelik ve yücelik kazandıran Allah’ın Kitabıdır. Allah’ın kitabını tanıyan en yücedir, Allah’ın Kitabından haberdar olan en şereflidir. Allah’ın Rasulü de bu hususta şöyle buyurur: “Oku ve yüksel! Oku ve yücel!” Evet, Kitabı okuyan, Kitabı tanıyan, Kitapla hareket eden, Kitapla hayatını düzenlemeye çalışan kişi yeryüzünün en üstünü, en şereflisi ve en izzetlisidir. Evet işte bu adam da dileseydi, isteseydi bildiği tanıdığı kitabın âyetleriyle yücelecekti, şeref kazanacaktı ama ne yazık ki bu adam:
Lâkin o arza çakılıp kalmayı, yere çakılıp kalmayı, arzla bütünleşmeyi, toprakla öpüşüp yerlerde sürünmeyi, izzetini, şerefini, değerini ayaklar altına düşürmeyi tercih etti. Kendini yere atmayı tercih etti. Hem dünyada hem de ukbâda şeref ve haysiyetini ayaklar altına düşürmeyi yeğledi. Çünkü onun tüm derdi, tüm arzusu, tüm hemmi ve kıblesi dünya idi. Tüm plan ve programı dünya ve dünyalık üzerine kurulmuştu. Dünya malına mülküne tamah ederek dinini dünyasına feda ediverdi. Dünyası adına dinini satıverdi. Allah âyetleriyle yücelmeyi terk etti de dünyaya çakılı kalıverdi. Dünyaya kazık çakma sevdâsına kapıldı da Allah âyetlerinin kendisinden istediği kulluktan vazgeçiverdi. Elbette gözünde dünya kıble olmuş bir adamın Allah dinine de Allah âyetlerine de ayıracak zamanı kalmayacaktı. Dünyayı kıble edindi de ona ulaşabilmek için dinini de, izzetini de şerefini de satıverdi.
Hevâsına tabi oldu. Hevâ ve heveslerini putlaştırdı. Allah’ın âyetlerinin içinden sıyrılıp çıktığı için, Allah’ın âyetlerinin korumasından mahrum kaldığı için, sap gibi ortada ve boşlukta kaldığı için, hayatını düzenleyecek Allah âyetleri güdümlü vahiy kaynaklı bir programı kalmadığı için elbette artık onun yapabileceği başka bir şey yoktur. Artık böyle bir adam Şeytanların maskarası olmaktan hevâsına takılmaktan kurtulamayacaktır. Alçak dünyanın alçak makamlarını elde edeceğim diye, filanlar bana biraz makam verecekler diye, zengin olacağım diye, şöhrete ulaşacağım diye, toprakla bütünleşeceğim diye, evim, apartmanım, arsam, dükkânım, tezgâhım olacak diye bir ömür boyu çırpınıp duracaktır artık. Arzusu, hevesi, hevâsı, keyfi kendisine neyi fısıldamışsa, nefsi neyi istemişse onların peşinde kendi kendisini helâk edecek bir hayatın içinde yuvarlanıp gidecektir artık Cehenneme kadar. Allah diyor ki:
İşte böylelerinin meseli, misali köpek misali gibidir. Bunlar tıpkı köpek gibidirler. Üzerine gitsen de üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalan sayan kimselerin hali böyledir. Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler.
Bunlar köpek tabiatlı insanlardır. Burada Rabbimizin bu tip insanları köpeğe benzetmesini bir kaç vecihte anlamaya çalışıyoruz:
Bildiğimiz gibi köpek hiç bir zaman doyuma ulaşamayan, bir türlü doyma
- 1032 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bilmeyen, sürekli ciğeri açlıkla yanan bir hayvandır. Doyumsuzluğu simgeleyen bir hayvan tipidir köpek. Şehvetine ve boğazına düşkünlüğü yüzünden başına gelmedik kalmaz köpeğin. Bu doyumsuzluğundan ötürü onun üzerine bir taş atsanız bile acaba yiyecek bir şey mi atıldı diye onun peşinde koşturur.
“Yelhes” diyor Rabbimiz. Yani, zirve noktasında zilletin ve sıfırı tüketmenin ifadesi. Üzerine varsan da solur, serbest bıraksan da. Üzerine gidilip zor durumda bırakıldıklarında da solurlar, kendilerine herhangi bir baskı yapılmayıp serbest bırakıldıkları zaman da solurlar. Yani o kadar hoş anlatıyor ki Rabbimiz zamanımızda Allah’ın âyetlerini bilen, kitabın âyetlerini tanıyan, dinden diyanetten haberdar olan kimi prof, kimi doktor, kimi doçent, kimi müdür ve amirler görüyoruz ki bugün tıpkı burada anlatılan köpek gibi din adına türlü türlü naneler yemektedirler. Allah’ın lutf u keremiyle kitap ve sünnet bilgisine ulaştıkları halde kitabın âyetlerinden sıyrılarak köpekliğe özenmektedirler. Üzerlerine varsan da solurlar varmasan da solurlar. Üzerlerine gidilip baskı yapılsa da pes ifadesi gösterirler kendi kendilerine iken de. Yani zorlanmadıkları zaman da aynı tavrı sergilerler. Yani mecbur değillerken bile teslimiyet izhar edip el kaldırırlar. Hani bir soruşturma, bir sıkıştırma söz konusu olduğu zaman neyse de hiç bir baskıya maruz değillerken bile yine düzen adına, yine güçlüler adına dini yamultmadan yana, dini zâlimler lehine bozmadan yana bir tavır sergiliyorlar. Dinlerini dünyaları adına satmış, üç kuruşluk dünya menfaati için dinlerini dünyaları haline getirmiş, dinlerini dünyalarına yama yapmış, dünyalık bir kısım makamlar adına Allah âyetlerinden uzaklaşmış, konumlarımız sarsılacak endişesiyle Allah âyetlerini her yerde gündeme getirmekten korkan, bu korkularından ötürü gündeme getirmedikleri âyetlerden kopmuş, uzaklaşmış, Allah âyetlerini kendileri için işlemez hale getirmiş bu insan tiplerinin böylece köpekleştiklerine şâhid oluyoruz bu gün.
Ne atarsan kendilerine onu yiyecek bir şey zannederler. Daima kendi çıkarlarını düşünürler. Herhangi bir kapıdan kendilerine bir şeyler geldimi belki ileride bunun devamı gelecektir diye o kapıya sadık kalmaya özen gösterirler. Başka bir kapıdan biraz fazlası geldiği zaman önceki kapıyı unutup bu defa da oraya sadık kalırlar. İşte Allah kapısını unutmuş, Allah âyetlerinden uzaklaşmış başka kapılarda kemik arayan materyalist insan tipleri. Hangi kapıdan ne atılacak diye o kapılar hatırına dini gündeme getirmeyerek ya da o kapıların istediği biçimde Allah’ın âyetlerini yorumlayarak bekleşip dururlar. Devletten bir makam koparabilme hatırına Allah’ın dinini eğip bükerler. Zâlim iktidarların bozuk düzen düşüncelerine, İslâm dışı hayatlarına Kur’an’dan ve sünnetten destekler bulmaya çalışırlar. Allah âyetleriyle zâlimleri desteklemeye çalışıyorlar.
Bu köpeklerin bir özelliği de Allah’ın dini gündeme geldiği zaman, Allah’ın yüce âyetleri okunduğu zaman, Allah’ın sistemi ortaya konulduğu zaman, sistem için bir tehlike söz konusu olduğu zaman her birinin bir inden ulumaya, ürmeye başladığını görürsünüz. Birisi çıkıp Allah âyetlerini gündeme getirdiği zaman buna tepki olarak bu köpeklerden bir tanesinin ürmesiyle ötekilerin de hep bir ağızdan onu takıp ettiklerini ve o müslümanın sesini soluğunu boğmaya ve meydana getirdiği tesiri silmeye çalıştıklarını görüyoruz.
İşte bizim âyetlerimizi yalanlayan bir toplumun misali budur. Evet, Allah’ın âyetlerinin bilgisine sahip oldukları halde, kitap sünnet bilgisini elde etmiş
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1033 -
oldukları kalde onları bir kenana bırakıp, onları yalan sayıp, yok farzedip, onların defterini dürüp kendi hevâ ve hevesleriyle bir hayat yaşayan insanların durumu budur. Hayatlarını Allah’a ve peygambere sormadan yaşayan insanların durumu budur. Allah için bu âyetlerle kendimizi bir sorgulayalım. Eğer şu anda müslümanız diyen bizler Allah’ın kitabıyla ve Rasulünün sünnetiyle ilgisiz bir hayatın içindeysek, hayatımızı kitap ve sünnete sormadan yaşıyorsak veya kitabı bildiğimiz tanıdığımız halde, Allah’ın âyetlerinin bilgisine sahip olduğumuz halde yine de kitap kaynaklı bir hayata yanaşmıyorsak o zaman bilelim ki bizler de bildiğimiz o âyetlerle yücelmek yerine, dünya ve âhirette şerefli bir hayata talip olmak yerine dünya ve âhirette rezil bir hayatın mahkûmu olanlardan olacağız demektir. Allah âyetlerini bırakır da hevâ ve heveslerimiz istikametinde bir hayat yaşamaya kalkışırsak o zaman bilelim ki biz de köpekliğe râzıyız demektir Allah yâr ve yardımcımız olsun. Allah bize basîret ve şuur versin inşallah.
“Âyetlerimizi yalan sayan, kendine zulmeden millet ne kötü bir misaldir!”3869 Bizim âyetlerimizi yalanlayan, yalana çıkaran, boşa çıkaran, âyetleri yok farzeden, âyetlerimizi geçersiz hale getiren, işlemez hale getiren âyetlerimizden habersiz bir hayat yaşayan böylece nefislerine zulmeden, kendi kendilerine yazık eden, kendi kendilerini boşa harca-yan kimselerin ne kötü bir misali vardır. Bunlar kendi kendilerine yazık eden insanlardır. Kendilerini olmamaları gereken makamda tutan ve Cehenneme götürüp atan insanlardır bunlar. Kendi kendilerini götürüp uçuruma atan insanlardır.
“Allah’ın doğru yola sevkettiği kimse doğru yolda olur. Saptırdığı kimseler ise, işte onlar mahvolanlardır.” 3870 Kim hidâyette olmayı dilemiş, tercihini hidâyete kullanmış Allah da ona hidâyet etmişse onu hidâyete erdirmiş, kim de dalâleti, sapıklığı tercih etmiş Allah da onu saptırmışsa işte onlar kaybedenler mahvolanlardır, hüsrana mahkûm olanlardır.
Rabbimiz önce henüz onları yaratmadan onlardan söz alıyor sonra onları semî’ ve basîr kılıyor, hidâyeti anlamaya ve kabule hazır hale getiriyor, mayalarını hidâyetle yoğuruyor, sonra onlara yaratılış öncesi verdikleri misaklarını hatırlatıcı kitaplar ve peygamberler gönderiyor. Kâinatta kendilerine Allah’a verdikleri bu misaklarını ilân edici, onları kulluğa teşvik edici binlerce görsel âyet yaratıyor. Bu âyetlere intikal edebilecek göz, kulak, kalp, akıl veriyor. Adeta onları bu misaklarına zorluyor, kul olmaları için lehlerinde bu kadar imkânları hazırlıyor. Bütün bu hazırlanmış imkânlara rağmen yine de onlar hidâyeti değil de sapıklığı tercih etmişlerse o zaman da hem dünyada hem de âhirette hüsrâna uğrayanlardan olduklarını, kaybedenlerden olduklarını, kendilerini boşa harcadıklarını haber veriyor Rabbimiz.
Evet, Allah kime hidâyet edip yol göstermişse onu hidâyete erdirmiştir. Allah hâdîdir. Allah yol göstericidir. Kitaplar ve peygamberler de yol göstericidirler bu mânâda. Cenâb-ı Hak kitaplar ve peygamberler göndererek kullarına hidâyetini ulaştırır. Rabbimizin kulların gönderdiği kitap ve peygamberler Onun kullarına açtığı rahmet kapılarıdır. Bu anlamda hidâyet herkese açıktır. Yani Allah’ın kullarına gönderdiği kitapları “ Hüden linnas” Bütün insanlık için hidâyet kaynağıdır. Aslında Kur’an herkese genel manada hidâyeti göstermek için inmiştir.
3869] 7/A’râf, 177
3870] 7/A’râf, 178
- 1034 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ama herkes bu kitabın hidâyetini kabul etmede, isteyerek bunun hidâyetini seçmede eşit olmayacaktır. Kimileri bununla hiç ilgilenmeyecek, bunu anlamaya yanaşmayacaktır. Bakıyoruz hâdi kelimesi, hüden kelimesi Kur’anda onbeş ayrı manada kullanılmıştır. Allah hüdendir, Tevrat hüdendir, Kur’an hüdendir, Kâbe hüdendir, Peygamberimiz hüdendir, başka hüdenler de vardır Kur’an’da. Buna göre hüden olarak ne Peygamberimiz’in, ne Kâbe’nin ne de Kur’an’ın bizzat kendisi birinin elinden tutup dini kabul ettirici olma derecesine vardıramaz meseleyi. Yani gerek Kur’an ve gerekse Peygamberimiz bizzat insanların kalplerine imanı sokmakla değil bu imanı insanlara tanıtmak-la mükelleftirler. Öyleyse kimse Kur’an’a yanaşmadı mı Kur’an kimseye hidâyet edemez. Kur’an’a yaklaşan kişi eğer onunla yol bulmak isterse ancak o, o zaman hidâyet edebilir. Çünkü “Hüden linnas” dır Kur’an. Ama “Hüden lil müttakin” dir de aynı zamanda. Ne demek o? Yani herkese yol gösterecek kapasitede değil. Yani herkes bununla yol bulmak istemez, herkes buna yol sormaya gelmezse o zaman, o sadece takvâlılara yol gösterecek, sadece onlara hidâyet edecektir. Ötekiler için hatta yine Kur’an’ın ifadesiyle bu kitap kimilerinin zararını, ziyanını arttıracaktır.
“Kur’an zâlimlerin ancak zararını artırır.”3871 Demek ki Allah hidâyeti isteyenlere kitapları, peygamberleri ve diğer hidâyet vesileleriyle hidâyet eder. Allah kullarının kalplerine hidâyete yönelik inşirah verir, hidâyetine karşı onların kalplerini, zihinlerini açar, onların ellerinden tutar, küfre ve kâfirlere karşı gönüllerine tiksinti yerleştirir, şeytan ve ordularına karşı onların kalplerindeki korkuyu kaldırıp onun yerine cesaret koyar, Cenneti sevdirir, Cehennemden nefret ettirir, rızâsıyla hoşnut eder, razı olduklarını sevdirir, namazı, orucu, zekâtı, helâlleri sevdiklerini sevdirir sevmediklerine karşı kalplerine tiksinti verir. Bütün bu tasarruflar da Rabbimizin hidâyet cümlelerindendir. İşte kendileri kendi özgür iradeleriyle hidâyeti istemiş olan kullarına böylece hidâyetini ulaştırır Rabbimiz. Ama ötekilere, yani sıfırı tüketenlere, iflâs edenlere gelince bunlar iradelerini sapıklıktan yana kullanan kimselerdir. Allah’ın kendilerine açtığı kitap ve peygamberler gibi hidâyet kapılarından girmek istemeyen, rahmet kapılarından istifade etmek istemeyenler, kitapla beraber olmayanlar, peygamberle tanışmak istemeyenler, Allah’ın hidâyet vesileleriyle ilgi kurmayanlar kendi fiilleriyle, kendi iradeleriyle sapıklığı tercih ettikleri için Allah da onlar için tüm dalâlet yollarını açıvermiş ve artık böyleleri şeytanların, hevâ ve heveslerinin peşine takılıp dünyada da ukbâda da kaybedenlerden olmuştur.
Fahreddin Yıldız der ki:
Yüz yetmiş beş ve yüz yetmiş altıncı âyetlerde, aklını ve iradesini yanlış yönde kullanıp inanma ihtiyacına kulak tıkayan insanın durumu tasvir edilir. Allah’ın âyetlerini göz ardı eden insan, ciddi hataya düşer. Zira şeytan yetişip onu yakalar; o da vahim bir sapışla ciddi hataya düşen kimselerden olur.
Âyetlerde tasvir edilen insan tipi, ilahî mesajı anlayan fakat ona yanaşmayan kimsenin durumunu anımsatır. O, hep dünyaya sarılıp yalnızca kendi heves ve arzularının peşinden gittiği için, kışkırtılan köpeğe benzer; kendi haline bırakıldığında da, üzerine varıldığında da hemen hırlar. Aslında bu benzetmeyle, inkârcı insanın bunalımlı hali gözler önüne serilmektedir. Çünkü inanmamış
3871] 17/İsrâ, 82
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1035 -
insan, harici şartlar ne olursa olsun, dâima ruhsal huzursuzluğun, aklı ile bedensel güdüleri arasındaki çatışmanın kaosunu yaşar. Bu yüzden inkârcı tipler, inanmış bir insanın eriştiği zihinsel berraklıktan ve ruhsal dengeden yoksundurlar. Sonuçta inanmış insan yücelir, maddeci değerlere gömülüp ruhen yoksullaşan kimse de kendi kendini tüketmiş olur.
178’inci âyette de, Allah’ın âyetlerini yalanlayıp işledikleri haksızlıklarla kendilerini yıkıma götüren toplumların vahim durumu dile getirilir. Bu âyet, Allah’ın dinini hayatın dışında tutan kişi ve toplumların, sürekli bunalım içinde olacakları ve çöküşü yaşayacakları mesajını verir. Bu mesaj, Allah’ın kitabı kendisine geldiği halde ondan yüz çeviren ve kendi değerini düşüren her fert ve toplum için geçerlidir.
178 ve 179’uncu âyetlerde, hidâyet ve dalâlet gerçeğine; insan olmanın gereklerini yerine getirmeyen kimselerin, hayvanlardan daha aşağı dereceye düşeceklerine dikkat çekilir. Kâinatta her şey, Allah’ın yasaları doğrultusunda gerçekleşir. Allah, insanları doğru yola veya sapıklığa zorlamaz; aksine özgür bırakır. Bunun için âyetlerde cebre delâlet eden herhangi bir işaret yoktur. Zira insan irâdesinin özgürlüğü tartışma dışıdır. Aksi halde insanın tüm sorumlulukları düşer ve varlık sebebi anlamsızlaşır. Şu halde, aklını ve iradesini doğru kullanan insan hidâyete erer; yanlış kullanan da sapıklığa düşüp şaşkın ve perişan olur.
Burada, insan olmanın icaplarını yerine getiremeyen kimseler kınanır. Bunların, kalpleri olduğu halde anlamadıkları, gözleri olduğu halde görmedikleri, kulakları olduğu halde işitmedikleri belirtilir. Aslında her canlının gözü görüp kulağı işittiğine göre âyetin asıl maksadı, insana yakışır biçimde anlamak, görmek ve işitmektir. Öyleyse kurtuluşu isteyen her insan, kalbini ve gözünü açıp hakkın sesine kulak vermelidir. Zira kalbi ve gözü kapalı, kulağı da hakikate tıkalı olan insan, yaratılış gayesini gerçekleştiremez ve Allah’ın kendinden istediği onur burcuna yükselemez; aksine esfel-i sâfilîn yolcusu olur ve en derin çukurlara yuvarlanır.
Muhammed Esed der ki:
175 / Ve kendisine mesajlarımızı lütfettiğimiz halde onları bir kenara atan kimsenin başına gelecek olanı anlat onlara: Şeytan yetişip yakalar onu ve o da, başka niceleri gibi, vahim bir sapışla sapıp gider.
176 / İmdi, Biz eğer dileseydik, onu âyetlerimizle yüceltir, üstün kılardık: fakat o hep dünyaya sarıldı ve yalnızca kendi arzu ve heveslerinin peşinden gitti.
Bu bakımdan, böyle birinin durumu (kışkırtılan) bir köpeğin durumu gibidir: öyle ki, onun üzerine korkutarak varsan da dilini sarkıtıp hırlar, kendi haline bıraksan da. Bizim âyetlerimizi yalanlamaya kalkan kimselerin hali işte böyledir. Öyleyse, bu kıssayı anlat, ki belki derin derin düşünürler.
177 / Âyetlerimizi yalanlamaya kalkan toplumun hali ne kötüdür: çünkü işledikleri haksızlıklar (sadece) kendilerini yıkıma götürür.
178 / Allah kime yol gösterirse, gerçekten doğru yola erişen işte odur: O’nun sapıklık içinde bıraktığı kimselere gelince, büyük kayıp içinde olanlar da işte böyleleridir!
“Ve kendisine mesajlarımızı lütfettiğimiz halde onları bir kenara atan kimsenin başına gelecek olanı anlat onlara”: Lafzen, “onun haberini/durumunu onlara ilet.”
- 1036 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Şeytan yetişip yakalar onu ve o da, başka niceleri gibi, vahim bir sapışla sapıp gider.”: Lafzen, “ciddî bir hataya düşen kimselerden oldu”. Metnin aslında bu âyetin tamamı geçmiş zaman kipindedir; fakat âyetin açık anlamı genel bir gerçeğin ifadesi durumunda olduğu3872 ve bazı müfessirlerin ileri sürdüğü gibi, bilinen belirli bir kişiyi îma etmediği için, onu geniş zaman kipiyle aktarmak daha uygun geldi bize. Burada sözü edilen insan tipi, ilahî mesajı anlayan ama buna rağmen, bir sonraki âyette işaret edildiği gibi, “dünyaya fazla sarılması”, yani hayata maddeci, “dünyevî” bir açıdan bakması yüzünden hakkı kabule yanaşmayan kimsedir. 3873
“Bu bakımdan, böyle birinin durumu (kışkırtılan) bir köpeğin durumu gibidir: öyle ki, onun üzerine korkutarak varsan da dilini sarkıtıp hırlar, kendi haline bıraksan da.”: Tutum ve davranışları yalnızca dünyaya bağlı/dünyaya bağlayıcı arzularının ona günübirlik “fayda” ya da “zarar” olarak gösterdiği şeyler tarafından belirlendiği için, bu bölümde anlatılan insan tipi, haricî şartlar ne olursa olsun, daima aklıyla bedensel güdüleri arasındaki çatışmanın ve dolayısıyla içsel huzursuzluğun, hayalî korku ve kuruntuların kurbanı durumundadır. Bunun için de, inanmış bir kişinin inanç yoluyla eriştiği zihnî berraklıktan, ruhî dengeden yoksundur. 3874
Muhammed Esed, 62/Cum’a sûresi, 5. âyetin tefsirinde de şunları söyler:
“Tevrat’ın yükü ile onurlandırılmış iken bu yükü taşıyamamış olanların durumu, sırtına kitaplar yüklenmiş (ama onlardan habersiz bulunan) merkebin durumuna benzer.
Allah’ın mesajlarını yalanlamaya şartlanmış olanların durumu ne acıdır, çünkü Allah rehberliğini böyle zâlim bir halka ihsan etmez!” 3875
“Tevrat’ın yükü ile onurlandırılmış iken bu yükü taşıyamamış olanların durumu...” Daha önceki pasajda işaret edilen, Allah’ın vahyinin hem kutsal bir emânet hem de bir lütuf olduğu düşüncesiyle bağlantılı olarak söylem, şimdi de, Yahûdilerin Tevrat sonrası dönemde gösterdikleri, bu emânete ihânet problemine geçmektedir.
Onlara, Allah tarafından, O’nun birliği ve benzersizliği mesajını bütün dünyaya ulaştırma görevi emânet edilmişti. Ama onlar, Hz. İbrahim, İshâk ve Yakub soyundan gelmiş olmaları sebebiyle kendilerini “Allah’ın seçilmiş toplumu” olarak gördüklerinden ve dolayısıyla, ilahî mesajın başka bir toplum için değil yalnız kendileri için geldiğine inandıklarından bu görevi yerine getiremediler. Bundan dolayı, peygamberliğin İsrâiloğullarına mensup olmayan herhangi bir kimseye verilmiş olması ihtimalini inkâr ettiler 3876 ve böylece Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini, bizzat Tevrat’ta bile o’nun gelişi ile ilgili açık bir haber bulunmasına rağmen, reddettiler.3877 Onlar, Hz. Mûsâ’ya indirilen ilahî kelâmın temel anlamını böylece çarpıtmak suretiyle, bizzat kendileri ondan gerçek bir manevî fayda elde etmeyi ve onun öğretilerine uygun şekilde yaşamayı sağlayamadılar.
3872] Karş. Katâde, ‘İkrime ve Ebû Müslim’in beyanına dayanarak Râzî
3873] Karş. 27:82’deki “yerden çıkarılan yaratık” temsîli.
3874] Muhammed Esed, Kur’an Mesajı
3875] 62/Cum’a, 5
3876] Karş. 2:90 ve 94 ve dipnotlar 75 ve 79
3877] Bk. 2:42, not 33
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1037 -
3878
“İnsanlara karşı muktedir ve şerefli olan kimseler, güçleri yettiği halde kötülüğü men etmezlerse, muhakkak Allah Teâlâ onları zelil ve perişan eder.” 3879
“Ya emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yaparsınız, ya da Allah üzerinize zâlim bir sultanı Musallat kılar.” 3880
“Bu ümmet içinden bazı kimseler mahşer gününde kabirlerinden maymun ve domuz sûretinde kalkacaklardır. Bunların günahları, günahkârlarla beraber oturup kalkmak, güçleri yettiği halde onları kötülüklerden men etmemektir.” 3881
“İnsanlar kötülüğü görüp önlemedikleri zaman, Allah Teâlâ’nın, onların hepsini azâba uğratmasından korkulur.” 3882
“Öyle zamanlar gelecek ki, kötülükten sakındıranların sayısı, insanların onda birinden daha az olacaktır. Sonra bunlar da gider ve artık kötüyü yasaklayan tek kimse bulunmaz.” 3883
“Randevuya daima vaktinde gelmek, ötekinin gecikmesini yüzüne vurma sanatıdır.”
“Nasihat, dünyanın en pahalı hazineleri kadar kıymetli olduğu halde, ekseriyâ pek ucuza satılır.” 3884
“Dostlarının, yerinde nasihatlerine kulak asmayanlar düşmanlarını memnun ederler.”
“Verdiği öğüdü biraz tutan, bunu başkalarına da dinletebilir.”
“İnsan, hayvandan konuşmakla üstündür. Ama doğru konuşmazsan hayvanlar senden üstün olurlar.” 3885
“Bir sözün ardından koşmamalıyız; söz bizim ardımızdan koşmalı, bize hizmet etmeli.”
“Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” (Ebû Ali Dakkak)
“Ve susmak altın olmadı hiçbir zaman; Sözün bir anlamı oldukça.”
“İki şey insanı çileden çıkarır; Söylenecek yerde ağız açmamak, susacak yerde lâkırdı etmek. 3886
“Bilirken susmak, bilmezken söylemek kadar çirkindir.”
“Konuşma sanatını bilen adam, düşündüklerinin hepsini söylemez; fakat söylediklerini düşünür de söyler.”
3878] Muhammed Esed, Kur’an Mesajı
3879] Cerir bin Abdillah
3880] Ebû ‘d-Derdâ
3881] Ebû Ümâme
3882] Hadis-i şerif rivâyeti
3883] Hz. Ali
3884] Hz. Ali
3885] Şeyh Sâdi
3886] Şeyh Sâdi
- 1038 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Konuşmaların en önemlisi, kendi kendimizle konuşmamızdır; ama bunu her zaman ihmal ederiz.”
“Dinini paraya satan, dininden de olur, paradan da.” 3887
“Dünya için din fedâ olunmaz.”
“Dinsiz (Hak dini kabul etmeyen) insan, en bedbaht, en huzursuz mahlûktur.”
“Günümüzde dine hizmet için lisan-ı hal, lisan-ı kalden daha tesirlidir.”
“Din incelir, ama yine de kopmaz. Onun sahibi Allah’tır. Bir koruyucusunu gönderir, yeniden hak dini ihyâ eder.”
“Hak din, güneş gibidir; üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.”
“Ey dalâlete dalmış gâfiller! Dünyadan ölümü, insandan âcizlik, muhtaçlık ve fakirliği kaldırmanın çaresi varsa, dine ve dinin hayata yansımasına gerek duymayabilirsiniz. Yoksa, susun! Zira ölüm, âcizlik, zeval, fakirlik gibi tabiî âyetler, yüksek sesleriyle dine çağırıyorlar ve Hak dinin hayata geçirilişinin lüzumunu ilân ediyorlar.”
3887] Atasözü
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1039 -
Konuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- İlim Konusunda Dikkat Edilecek Hususlarla İlgili Âyet-i Kerimeler
a- Allah’tan Başkasının Bilgisi Sınırlıdır: Bakara, 30-33, 255; Yusuf, 76; Lokman, 34.
b- İnsana Bilmediğini Öğreten Allah’tır: Bakara, 32; Nisa, 113; Mâide, 110; Haakka, 51; Alak, 5.
c- Firâset: Hıcr, 75; Nahl, 68; Muhammed, 17.
d- İlim ile Amel Etmek (Bilgiyi Hayata Uygulamak): Mâide, 105; Cum’a, 5.
e- Bildiğini Öğretmek: Bakara, 129, 151; Tevbe, 122; Abese, 2-4.
f- Bildiğini Gizlemekten Sakınmak: Bakara, 159, 174.
g- Bilmeden Hüküm Vermenin Kötülüğü: En’am, 119, 144; Hacc, 8; Lokman, 20; Mü’min, 83.
h- İnsanın Bilemeyeceği Şeyler: Ra’d, 8; Lokman, 34.
i- Bilinmeyen Bir Şeyin Ardına Düşmekten Sakınmak: İsra, 36.
j- Kitap Yüklü Eşekler: 62/Cum’a, 5
k- Kitap Bilgisine Rağmen Azgınlaşan Kimse (Bel’am): 7/A’râf, 175-178
B- HakaBâtılı Karıştırma ve Hakkı Ketm Etme (Gizleme) Konusuyla İlgili Âyetler
a. Allah, Takvâ Sahiplerine Hak ile Bâtılı Ayıracak Anlayış Verir: 8/Enfâl, 29; 92/Leyl, 5-7.
b. Hak ile Bâtıl Karşılaştırması: 2/Bakara, 42, 159-160, 174; 3/Âl-i İmran, 71, 187.
c. Hakkı Gizlemek: 2/Bakara, 42.
d. Bildiğini Gizlemekten Sakınmak: 2/Bakara, 159, 174.
C- İyiliği Emretmemek, Hakkı Gizlemek, Başkasına Emrederken Kendini Unutmak Konusunda
Âyet-i Kerimeler
a- İyiliği Açıklamak ve Gizlemek: 4/Nisâ, 149.
b- Hayra Engel Olmak: 2/Bakara, 217; 68/Kalem, 12.
c- İyilikleri Başa Kakmak: 2/Bakara, 262-264, 266; 26/Şuarâ, 22; 49/Hucurât, 17;
73/Müzzemmil, 20; 74/Müddessir, 6.
d- İyiliği Emredip Kendisini Unutmak: 2/Bakara, 44; 7/A’râf, 175-176; 11/Hûd, 88;
41/Fussılet, 33; 61/Saff, 2-3; 62/Cum’a, 5. Kitap Verilenlerden İman Edenler, İyiliği Emretmek
ve Kötülükten Sakındırmak Görevini Yapardı: 3/Âl-i İmran, 114.
e- İsrâiloğullarından Kâfir Olanlar, İyiliği Emretmek ve Kötülükten Sakındırmak Görevini
Yapmazdı: 5/Mâide, 79.
f- Kötülüklere Önder Olmak: 4/Nisâ, 85; 16/Nahl, 25; 39/Zümer, 15.
D- Tahrif Konusunda Âyet-i Kerimeler
a- Tevrat, Yahûdilerin Tahrifine Uğramıştır: 2/Bakara, 75, 79, 95, 174; 3/Âl-i İmrân, 65,
78, 93; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41-43.
b- İncil, Hıristiyanların Tahrifine Uğramıştır: 3/Âl-i İmrân, 65, 78; 5/Mâide, 110.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Bel’am md., Ahmed Güç, Şamil Y., c. 1, s. 221-222
2. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, Bel’am md., Ömer Faruk Harman, TDV Y., c. 5, s. 389
3. Tefsirde İsrâiliyât, Abdullah Aydemir, DİB Y., Ank. 1979, s. 237-244
4. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılâb Y., 16. bs. İst. 1997, s. 63-65
- 1040 -
KUR’AN KAVRAMLARI
5. Bel’am, Zübeyir Yetik, Beyan Y., İst. 1986
6. Her Nemruda Bir İbrahim, Zübeyir Yetik, Beyan Y., İst. 1990, s. 129-140
7. İmamlar ve Sultanlar, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y., 13. bs. İst. 2002
8. Yahûdileşme Temayülü, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y., İst. 1995, s. 51-58, 241-247
9. Hadislere Göre Yahûdi ve Hıristiyanlara Uymak, Mirza Tokpınar, İnsan Y., İst. 2003
10. İslâm’da Bâtıla Benzemenin Hükmü, Ali Rızâ Demircan, Eymen Y., İst. 1980
11. İlmi Kuşanmak, Kul Sâdi Yüksel, Misyon Yl, İst. 2001
12. Çağ ve Ulemâ, Kul Sâdi Yüksel, Misyon Y., İst. 2002
13. Lâ, Mustafa Çelik, Ölçü Y., İst. 1989, s. 192-102
14. İslâmî Hareket Fıkhı, Mustafa Çelik, Yenda/Ölçü Y., İst. s. 369-379
15. Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y., İst. 1990, s. 103-107
16. Kur’an’da Fitne Olgusu ve Modern Fitne Odakları, Sâlih Asğar, Hanif Y., İst, 1994, s. 166-176
17. İman ve Tavır, Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 161-261
18. Bilgiden Tevhide Yükseliş, Ekrem Sağıroğlu, Timaş Y., İst. 1993
19. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y., 2. bs.
Erzurum, 1994, s. 55-69
20. Tevhidin Düşmanı Tefrika, Ramazan Yılmaz, Mücahede Y., Ankara 1997, s. 155-171,
254-261
21. İslâm Ülkelerinde İdeolojik Savaş, Çev. Akif Nuri, Çığır Y., İst. 1977
22. Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi, İsmail Kara, Risale Y., İst. 1987
23. Cumhuriyet Dönemi Din-Devlet İlişkileri, I-III, Hasan Hüseyin Ceylan, Rehber Y., 20.Bs.
İst. 1993
24. Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının İslâm’a Bakışı, Ahmet İshak Demir, Yayınlanmamış
Doktora Tezi, Mrm. Ün. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2000
25. Türk Aydınının Din Anlayışı, Necdet Subaşı, Yapı Kredi Y. İst. 1996
26. Son Asır Türk Aydınının Kur’an’a Bakışı, Yitik Masumiyet, Ahmed Bedir, Merkür Y., İst. 2003
27. Yeni Türkiye’de İslâmlık, Gotthard Jaschke, Türkçesi: Hayrullah Örs, Bilgi Y., Ankara 1972
28. Osmanlı’da Modernleşme Sancısı, H. A. Ubicini, çev. Cemal Aydın, Timaş Y., İst. 1998
29. Türkiye’de Cemaatçi Milliyetçilik ve Nurettin Topçu, Süleyman Seyfi Öğün, Dergâh Y.,
İst. 1992
30. Türkiye’de Anti-Materyalist Felsefe, Neşet Toku, Beyan Y., İst. 1996
31. Modern Türkiye İçin Din’de Reform: Kemalizm I-II, Osman Nuri Çarman, Tan Matbaası, İst. 1958
32. Türküm Diyenler İçin: Arapça Kur’an Okunamaz: Okunacağını İleri Sürenlere Reddiye,
Osman Nuri Çarman, İst.
33. Yükseliş Savaşımızda Jüpiter: Kur’an’da Atatürk ve Rus-Çin İşkencesinde Türklük,
Engin Arın, Atatürkçülük Kültür Y. İst. 1971
34. Dinde Değil; Kur’an’da Reform, Nuray Pekdemir, Su Y., İst. 2000
35. Türk İnkılâbına Bakışlar, Peyami Safa, Ötüken Y., 5. Bs. İst. 1999
36. Türk İnkılabı, Celal Nuri İleri, Hazırlayan: Recep Durmaz, Kaknüs Y., İst. 2000
37. Atatürk Devri Fikir Hayatı, Mehmet Kaplan, Kültür Bakanlığı Y., Ank. 1992
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1041 -
38. Atatürk ve Din, İsmail Yakıt, Süleyman Demirel Ün. Y. İsparta 2000
39. Atatürk ve Din Eğitimi, Ahmet Gürtaş, D.İ.B. Y., Ankara
40. Kemalizm, Abdurrahman Dilipak, Beyan Y.
41. Hutbeler, D.İ.B. Y., Ankara 1973
42. İmam-Hatipler İçin Örnek Metinler, D.İ.B. Y., Ankara 1981
43. Hümanizm ve Atatürk Devrimleri, Yümni Sezen, Ayışığı Kitapları, İst.
44. Türkçe İbadet, M. Enes Ergene, Feza Gazetecilik A. Ş. İst. 200
45. Din’de Reform Mes’elesi, Kemal Edib Kürkçüoğlu, Güzel Sanatlar Matbaası, Ank. 1957
46. Kur’an’la Uyarmak, Orhan Tutar, Kardeşlik Y. İst. 2004, s. 240-245
47. Resmî İdeolojinin Ücretli Köleleri, Mustafa Çelik, Misak Y., Ankara 1997
48. Hilâfet ve Saltanat, Mevdudi, Hilâl Y., Terc. Ali Genceli, İst. 1972
49. Osmanlıda Karşı Düşünce ve İdam Edilenler, Rızâ Zelyut, Alan Y., İst. 1986
50. Şerait’ten Laikliğe, Sadık Albayrak, Sebil Y., İst. 1977
51. Türkiye’de Din Kavgası, Sadık Albayrak, Şahsi Y., İst. 1973
52. Devrimler Cinâyeti, Şapka Devrimi, Dil Devrimi, Burhan Bozgeyik, İttihad Y., İst. 1993
53. Devrimlerin Deviremediği, A. Vehbi Vakkasoğlu, Yeni Asya Y., İst. 1980
54. Devrimler ve Gerici Tepkiler, Sadık Albayrak, Araştırma Y., İst. 1990
55. Bazen Hazin, Bazen Rezil; Bu Vatanı terk edenler, Vehbi Vakkasoğlu, Yeni Asya Y., İst. 1975
56. Önce Alkışladılar, Sonra Öldürdüler, Vehbi Vakkasoğlu, Yeni Asya Y., 4. bs. İst. 1976
57. Uzlaşma Tehdidi Karşısında İslâmî Hareketler, Heyet, Terc. İslâm Özkan, Ekin Y., İst. 1996
58. Dini Tamir Dâvâsında Din Tahripçileri, Ahmed Davudoğlu, Sağlam Kitabevi Y., 4. bs. İst. 1980
59. Doğru Yolun Sapık Kolları, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Y., İst. 1978
60. Tarih Boyunca Din Mazlumları, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Y., İst. 1977
61. Son Devrin Din Mazlumları, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Y., 5. bs. İst. 1977
62. Tarihte ve Günümüzde Bağnazlık ve Yobazlık, Mustafa Özçelik, Şahsi Y., İst. 1995
63. Davet Yolunda Dökülenler, Fethi Yeken, Terc. Bilal Çakmaklı, Seçkin Y., 2. bs. İst. 1988
64. Din Bürokrasisi, Davut Dursun, İşaret Y., İst. 1992
65. Türkiye’de Din-Devlet İlişkileri ve Diyanet İşleri Başkanlığı, Şahsi Y., İsmail Kaya, İst. 1998
66. Ulema ve Dinî Otorite, Derleme, Heyet, Türkçesi: Kutlukhan Eren, İnsan Y., İst. 1995
67. Osmanlı ve Safevilerde Din-Devlet İlişkisi, Vecih Kevserânî, Terc. Muhlis Canyürek,
Denge Y., İst. 1992
68. İslâm’da Devlet Adamı ve Âlim, Abdülaziz El-Bedrî, Kültür Basın Yayın Birliği, İst. 1989
69. Tuğyana Karşı Ulema, M. Recep el-Beyyûmî, Terc. Nureddin Demir, Eksen Y., İst. 1990
70. Din ve İdeoloji, Şerif Mardin, İletişim Y., 4. Bs. İst. 1990
71. Türkiye’de Din ve Siyaset, Şerif Mardin, İletişim Y., 7. bs. İst. 2000
72. Efendilik, Şarkiyatçılık, Kölelik, Jale Parla, İletişim Y., İst. 1985
73. Modernizme Geçiş Sürecinde İslâm Dünyası, İra M. Lapidus, çev. İ. Safa Üstün, Mrm.
Ün. İlâhiyat Fk. Vakfı Y., İst. 1996
- 1042 -
KUR’AN KAVRAMLARI
74. Oryantalizm ve Oryantalistler: Yararları, Zararları, Mustafa Sibai, Terc. Mücteba Uğur,
Beyan Y. İst. 1993
75. Oryantalizm, Edwvard Said
76. Tevhid ve Değişim, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y. İst.
77. Vahiyden Kültüre, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y., İst. 1991
78. İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, Vahyin Dininden Sapmalar, Hurafeler, Bid’atler, Y. N. Öztürk,
Yeni Boyut Y., 3. bs. İst. 2000
79. Hilâfetin İlgâsının Arka Planı, Mustafa Sabri Efendi, çev. Oktay Yılmaz, İnsan Y., İst. 1996
80. İslâmî Hareket ve Özeleştiri Üzerine, Halis Çelebi, Terc. Metin Parıldı, Rey Y., Kayseri
81. İslâmî Harekette Fikrî Hastalıklar, Fethi Yeken, Terc. A. Osman Kara, Ravza Y., İst.
82. Bu Din Benim Dinim Değil, Abdurrahman Dilipak, İşaret/Fersat Y.. 2. bs. 1990
83. İslâmî Hareket ve Problemleri, M. Beşir Eryarsoy, Buruc Y., İst. 1996
84. İslâm Tarihinin İlk Asrında İktidar Mücâdelesi, Adnan Demircan, Beyan Y., İst. 1996
85. Din İle Maddecilik Arasında Ezelî Savaş, Ebû’l-Hasan Ali el-Hasanî en-Nedvî, İslâmî Neşriyat
86. Din-İnkılâp-İrtica, Peyami Safa, Ötüken Neşriyat
87. Din-Siyaset-Laiklik, Mehmet Emin Gerger, Nehir Y.
88. Dine Karşı Din, Ali Şeriati, çev. Hüseyin Hatemi, İşaret Y.
89. Dindar Olmak Zorunda mıyız? Ahmet Vural, Türdav A.Ş. Y.
90. Laik Düzende Dini Yaşamak 1-2, Hayreddin Karaman, İz Y.
91. Kutsala, Tarihe ve Hayata Dönüş, Ali Bulaç, İz Y.
92. Sosyal Değişme ve Dinî Hayat, Heyet, İlmî Neşriyat
93. Sosyoloji Açısından Din, Yümni Sezen, Marm. Ün. İl. Fak. Vkf. Y.
94. Türkiye’de Dinî Hayat, M. Emin Köktaş, İşaret Y.
95. Dinlerin Dejenerasyonu, Kürşat Demirci, İnsan Y.
96. 4 Dinden 4 Adam ve Bir Dinsizin Konuşmaları, Burhaneddin Mirza, Sönmez Neşriyat
97. İbrahimî Dinlerin Diyalogu, İsmail Farukî, Pınar Y.
98. Din Eğitim Bilimi ve Türkiye’de Din Eğitimi, Suat Cebeci, Akçağ Y.
99. İlahlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
100. Günümüz Din ve Fikir Hareketleri Ansiklopedisi, Komisyon, Risale Y.
101. Modern Dünyada Din, Lord Northobourne, İnsan Y.
102. Aydınların Din Saptırması, Fehmi Huveydî, İşaret Y.
103. Türkiye’de Manevî Buhran, Din ve Laiklik, Osman Turan, Boğaziçi Y.
104. Türklerin ve Moğolların Eski Dini, Jean Paul Raux, İşaret Y.
105. Türkiye’de Yanlış Din Anlayışı, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
106. İlim ve Din, Adnan Adıvar, Remzi Kitabevi Y.
107. Devletin Dini Olur mu? Seyyid Ahmet Arvasi, Burak Y.
108. Din-Devlet İlişkileri Sempozyumu Bildirileri, Heyet, Beyan Y.
109. Sapmalara Karşı Dâvet Yolu, Mustafa Meşhur, Aksa Y.
BEL’AM: KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE
- 1043 -
110. Çağdaş Dâvetin Problemleri, Fethi Yeken, İlim Y.
111. İslâm Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, A. Mustafa Nevin, İz Y.
112. Türkiye’de Vâizlik (Tarihçesi ve Problemleri), Mehmet Faruk Bayraktar, İFAV Y.
113. Va’z Edebiyatında Hadisler, Mahmut Yeşil, T. Diyanet Vakfı Y.
114. Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları, Vaaz ve Kıssacılık, Hasan Cirit, Çamlıca Y., İst. 2002
115. Osmanlı Halkının Geleneksel İslâm Anlayışı ve Kaynakları, Hatice Kelpetin Arpaguş,
Çamlıca Y. İst. 2001
116. Tasavvuf Kültüründe Hadis, Tasavvuf Kaynaklarındaki Tartışmalı Rivâyetler, Muhittin
Uysal, Yediveren Y., Konya 2001
117. Yürek Fethi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
118. Kur’ân-ı Kerim’de Yahûdiler ve Hıristiyanlar, M. Fatih Kesler, T. Diyanet V. Y.
119. Kur’an ve Sünnete Göre Yahûdilik ve Münâfıklık, Mustafa Özçelik, Sabır Y.
120. Din Anlayışımızdaki Dehşet Yanılgılar, Naci Çelik, Nedret Y., İst. 1998
121. Kemalist Eğitim ve Din Düşmanlığı, Burhan Bozgeyik, İttihad Y., İst. 1993
122. Çağdaş Bilimin Saplantısı, Zübeyir Yetik, Akabe Y.
123. Batılı Bilginin Eleştirisi Üzerine, Korkut Tuna, İst. Ün. Ed. Fak. Y.
124. Batıda İlmî Skandallar, Ali Çankırılı, Adım Y. / Feza Y.
125. İlim Uğrunda, Abdülfettah Ebû Ğudde, Ebru Y.
126. İlim ve Âlim, Heyet, Ankara Fazilet Y. İlimlerin Özü, Nevî Efendi, İnsan Y.
127. Âlim, Mehmet Zahit Kotku, Seha Neşriyat
128. Din Anlayışı ve Müslüman Sorumluluğu, İbrahim Turhan, Haksöz sayı 20, Kasım 92
129. Din İstismarı (Özel sayı), İslâmiyât, c. 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000
130. İslâmizasyon, İslâm’a Karşı İslâm (Özel Sayı) Kitap Dergisi, sayı 23, Ocak 89
131. Müsteşriklerin Kur’ân-ı Kerim ve Hz. Muhammed (s.a.v.)’e Yaklaşımları, Sâlih
Akdemir, Ank. Ün. İlâhiyat Fak. Dergisi, sayı 31, sayfa 180-210, 1989
132. Yarım Fakih Din Yıkar, Ali Suavi, Hazırlayan: Mehmet Görmez, İslâmiyat, 1, 1,
Sayfa 87-98, Ocak-Mart 1998
133. Kur’an’a Karşı Suikasd, Eşref Edip, Sebilürreşad, 11, 252, sayfa: 18-22, Eylül 1957
134. Kur’an Çevirmeleri Neden Yanlışlarla Doludur, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Yeni Adam
Dergisi, 758, s. 4-5, Eylül 1957
135. İki Müslümanlık, Hüseyin Cahit, Fikir Hareketleri 66, sayfa 211-212, 24 Kanunu Sânî 1935

Okunma 1450 kez
Bu kategorideki diğerleri: BESMELE »