بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 823 -
Kavram no 197
Nimetler 26
Bk. İbâdet; İnsan; Belâ-İmtihan
ZAMAN, ASR, DEHR
VE GECE-GÜNDÜZ
• Asr; Anlam ve Mâhiyeti
• Zaman; Anlam ve Mâhiyeti
• Çeşitli Din ve Zihniyetlere Göre Zaman
• Câhiliye Araplarında Zaman
• Varlığın Tabiatı ve Zaman
• Kur’an’da Zaman Kavramının Sunuluşu
• Kur’an’da Zaman Kavramını İfade Eden Kelimeler
• Kur’an’ın İçeriğine Ait Zaman Stratejisi
• Hadis-i Şeriflerde Zaman Kavramı
• Zaman Tahlili (Geçmiş Zaman, Şimdiki Zaman, Gelecek Zaman)
• Tedrîcîlik
• Planlama
• Zaman Aşımı
• Gün, Altı Gün
• Ân
• Gece-Gündüz Âyetleri
• Zamanın Özel Kesitleri ve Mübârek Günler
• Allah’ın Zamandan Münezzeh Olması Ne Demektir?
• Asr Sûresi ve Toplumsal Saâdet İlkeleri
• Gece ve İhyâsı
• Kıyâmu’l-Leyl, Nâşietu’l-Leyl: Gece Neşesi
• Âhir Zaman
• Zamanı Değerlendirme
“Asr’a yemin ederim ki
İnsan, gerçekten ziyan içindedir.
Bundan ancak iman edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler istisnâdır, onlar hâriçtir.” 4077
Asr; Anlam ve Mâhiyeti
As(ı)r: Zaman, çağ, yüzyıl, dehr, gündüz ve gece, gündüzün zevalden önce ve sonra iki tarafı (ğadâd ve aşiy), öğleden sonra güneşin kızarmasına kadar olan ikindi vakti, kabile ve aşiret, yağmur, hapsetmek, menetmek, vergi vermek, sıkıp suyunu çıkarmak mânâlarına gelir. Müfessirler hep bu mânâları göz önüne
4077] 103/Asr, 1-3
- 824 -
KUR’AN KAVRAMLARI
almışlardır. Bunların hepsi sahih olmakla beraber asrı, dehr, yani uzun zaman ile tefsir etmek daha şümullü olacağından tercih nedeni olur. Cenâb-ı Allah’ın Asr sûresinde, asra yemin etmesi de her şeyin asrın içinde, yani bir zaman dilimi içinde cereyan etmesi ve Allah Teâlâ’nın kudretinin zaman içinde tecelli etmesi hikmetine bağlıdır.
“Asr’a yemin ederim ki insan, gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler istisnâdır, onlar hâriçtir.”4078 Müfessirlerin belirttiğine göre burada Allah’ın, üzerine yemin ederek kıymetini belirttiği asır şu mânâlara gelir:
1- İkindi namazı. İkindi namazı faziletli olduğu için Allah ona yemin etmiştir. 2/Bakara sûresinin 238. âyetinde de özellikle ona devam etmemiz istenmiştir.
2- İkindi vakti. İkindi namazının vakti ve gündüzün sonu olduğu, insan ömrünün son anlarını andırdığı için faziletlidir.
3- Hz. Muhammed’in (s.a.s.) asrı. Hz. Muhammed’den (s.a.s.) önce dünyayı cehâlet, küfür, şirk ve zulüm karanlıkları bürümüştü. Onun peygamber olarak gönderilmesiyle insanlık adâlet, fazilet ve ahlâkî düsturlara kavuşmuştur. 4079
Ayrıca câhiliyet devri Arapları, her şeyi ve özellikle olumsuzlukları asra nispet ederek zamana, asr’a söverlerdi. Bunun çirkin ve yanlış olduğunu gözler önüne sermek için Cenâb-ı Allah Asr’a yemin etmiştir. Çünkü her şey zaman içerisinde vuku bulur. Zaman, Cenâb-ı Allâh’ın bir memuru olarak öldürmek ve olgunlaştırmak görevini yapar. Zaman kötü olmaz, insanlar kötüleşir. O yüzden Peygamberimiz (s.a.s.): “Zamana sövmeyin, zira zaman Allah’tır.” buyurmuşlardır.4080 Bu da zaman içinde vuku bulan her şey Allah’ın irâdesi ile vaki olur, demektir. 4081
Zaman; Anlam ve Mâhiyeti
Zaman mefhumu insanın fiil, ibâdet ve davranışlarıyla iç içedir. Bu yönüyle zaman sözlükte devir, çağ, mevsim, ay, hafta, gün, saat, mehil, uzun veya kısa olan vakit demektir. Sözlükte, dünyada olup bitenlerin ardışıklığını görerek zihnimizde canlandırdığımız ve olayların bundan sonra da içinde olup gideceğini (süreceğini) düşündüğümüz soyut kavramdır.
Kur'ân ve sünnet zamana sık sık atıfta bulunmaktadır. Her ne kadar Kur'ân'da zaman kelimesi geçmiyorsa da aynı anlamı ifade eden asr, dehr, ahkab, karn, kurun, saat, lemhu'l-basar, hîn, huld, ebediyet, sene, sermed, yevm, leyl, fecr ve vakt gibi kelimeler toplam 513 yerde geçmektedir.
Zaman, takvimle ve saatle ölçülür. Cenâb-ı Hak gökleri ve yeri yarattığı zaman Ay'ın hareketini öyle ayarlamıştır ki ay sistemine göre bir yılda on iki ay meydana gelmiş ve bir yıl 355 gün olmuştur. Yine başka bir âyette de hilâlin doğuşunun, gelişmesinin ve batışının, hac için bir ölçü olduğu bildirilmiştir. “Sana hilâl şeklinde yeni doğan ayları soruyorlar. De ki: Onlar, insanlar ve özellikle hac için
4078] 103/Asr, 1-3
4079] M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, IX, 6067
4080] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, V, 299, 311
4081] Abdulvehhab Öztürk, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 170
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 825 -
vakit ölçüleridir...” 4082
Zamanın insan için çok kıymetli bir nimet olduğu bildirilmiştir. Kişi ömrünün her ânını daha verimli ve bereketli hale getirebilir. Genelde insan ömrü çocukluk, gençlik, olgunluk, ihtiyarlık ve düşkünlük olmak üzere beş safhaya ayrılmıştır. Bu safhaların her birinde ayrı görev ve sorumluluklar olduğu şu hadiste açıklanmıştır: “Kişi kıyâmet gününde şu hususlardan sorulacaktır. Bunların cevabını vermeden hiçbir yere adım atamayacaktır. Ömrünü nerede tükettiğinden, gençliğini ne işte harcadığından, malını nereden kazanıp nerelere harcadığından, öğrendiği ile ne derece amel ettiğinden” 4083
Bir Önceki olaydan bir sonraki olaya giden süre şeklinde anlatılan zaman, genellikle fâsılasız olarak düşünülen sürekli değişim olarak da tanımlanır. Bu bakımdan şimdi, geçmişe dönüşür. Zamanın spesifik ve sınırlı müddetleri olan geçmiş, şimdi ve gelecek, tek ve bütün zamanın parçalarını teşkil ederler.
Bir başka söyleyişle zaman; olayların akışında belirgin olmayan bir ortam mâhiyetinde algılandığından, düşüncede bölünmez sûrette ve bütünüyle veri olarak bulunan olgudur. Bu anlamda, içinde olayların gerçekleştiği mütecanis ve sonsuz ortamdır. Nitekim Newton ve Clarck'ın görüşüne göre bizatihi var olan zaman, Leibniz ve Kant'ta ancak düşünce dâhilinde, yani zihnin kategorisinde var olabilir. Yani zaman, Leibniz ve Kant'a göre ancak tasavvur edilen bir şeydir. Diğer taraftan zaman, insan şuurunun bir başka yüzüdür şeklinde tanımlanabilir. Zira insan, ruhsal ve fiziksel tecrübelerini, sosyal ve doğal çevresindeki gözlemlerini zaman sürecinde yaşar. İnsan, akıp giden zamanda hisseder ve düşünür. Aynı zamanda, onda eylemde bulunun fırsatlar ve kayıplarla onda karşılaşır. Zaman, en az uzay kadar insanı şaşkınlık ve hayret içine düşüren bir kavramdır. Nitekim Bergson bu bağlamda “Biz zamanı düşünmüyoruz. Fakat yaşıyoruz. Çünkü hayat zihnin sınırını aşar” demektedir.
Kant'a göre zaman bir zaruri hazır olma, bir sûrettir. Bütün sezgilerin esasına şâmildir. Çeşitli zamanlar, bir ve aynı zamanın parçalarıdır. Zaman sonsuzdur demek; zamanın belirli bir kısmının onun kapsamında olması ve asıl olan tek bir zamanın sınırlandırılmasıyla mümkündür demektir.
İlk ünlü fakat halledilmemiş münakaşa, Antik Yunan’da, değişme ve oluşu irrasyonal (akıl-dışı) bir yanılsama olarak kabul eden Parmenides ile devamlılığın olmadığını ve değişimin istisnasız herşeyin bir özelliği olduğunu ileri süren Herakleitos arasında görülmektedir. Diğer bir önemli tartışma da yüzyıllarca sonra Newton’un öğrencileri ile Leibniz arasında geçmektedir. Newton ve öğrencilerine göre zaman, olaylardan bağımsız ve olaylardan önceydi. Kendi ifadeleri ile söylersek: “Mutlak zaman ve matematiksel zaman, kendi başına ve kendi doğası gereği, hiçbir dış objenin münasebeti sözkonusu olmaksızın, değişmezcesine akar.” Leibniz'e göre ise diğer bir açıdan bakıldığında, olaylardan bağımsız bir zaman var olamaz. Zira zaman, olaylar ve olaylar arasındaki ilişkiler tarafından şekillenmiştir ve o, sürekliliğin, ard arda gelişin evrensel düzenini teşkil etmektedir. Bu son doktrin, uzay ve zamanı birbiriyle ilişkili iki sistem olarak kabul eden uzay-zaman (space-time) doktrinine de öncülük etmiştir. Tüm bu tartışmalar pek
4082] 2/Bakara, 189
4083] Tirmizî, Kıyâmet 1; Fikret Karaman, Dini Kavramlar Sözlüğü, D.İ.B. Y.
- 826 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çok düşünürün zaman hakkında şöyle bir inanca sahip olmalarına yol açmıştır ki buna göre, hâlin duyumsal bir yanılsama ile “şimdi” sözcüğü ile sınırlandığı algılanabilir veya sübjektif zaman kavramı ile, zamanın tüm anlarını kapsayan ve geçmiş, hâl ve gelecek olarak isimlendirdiğimiz olayların toptan, kompleks bir ilişkisi olarak düşünülebilecek olan kavramsal veya objektif zaman kavramı arasında bir ayrım yapılmadıkça, zamanın toptancı (total) bir bakış açısı ile hesabının verilemeyeceği ve tanımının yapılamayacağı söylenmektedir.
Zaman konusunda mevcut bulunan bu güçlükler sözkonusu olduğunda, filozofların iki gruba bölünme eğiliminde oldukları gözlenmektedir: “Süreç filozofları” ve “Çeşitliliği (manifold) savunan filozoflar”. Süreç filozofları -örneğin 1947'de ölen bir Anglo-Amerikan metafızikçisi olan Alfred North Whitehead- zamanın akışının önemli bir metafiziksel gerçek olduğunu iddia etmektedir. Fransız sezgici filozofu Henri Bergson, bu akışın sadece akıldışı sezgi tarafından kavranabileceğini söylemektedir.
Çeşitliliği (manifold) savunan filozoflar ise zamanın akışının bir yanılsamadan ibaret olduğunu belirtmektedirler. “Geçmiş” ve “gelecek”, olayların gerçek yansıtıcısı, habercisi (müsnedi) değildirler. Onların nazarında değişme, gerçek değişim değildir.
Zaman kavramı sözkonusu olduğunda özellikle matematikçileri ilgilendiren bir diğer sorun da zamanın ölçümü (metric) problemidir. Zamanın ölçümü problemini insanların ilk olarak, eskiçağlardan beri “saat zamanı” kavramı ile çözmeye çalıştıkları gözlenmektedir. “Aynı sebepler eşit fâsılalarda aynı eserleri doğurur” düşüncesinden çıkmış gibi görünen saat zamanı, sürekli bir hareketi sayı cinsinden ölçmek üzere türlü şekillerde kullanılmıştır. Fakat, bu noktadan hareketle oluşturulan saat, takvim ve yıllıklar, aralıkları kesin olarak gösteremedikleri için bütün olayların ölçümünde kullanılamamaktadırlar.
Saat zamanın taşıdığı güçlükleri çözmek için daha ileriki yüzyıllarda, yeryuvarlağının ekseni etrafında dönmesinin ölçülmesi yoluyla “sideral zaman” kavramı ile soruna yaklaşılmaya çalışılmıştır. Fakat, dünyanın ekseni etrafındaki dönüşünün de saat zamanı ile tespit edilmesinden dolayı, sideral zaman ile saat zamanın her zaman için birbirlerine uyum sağlamadıkları gözlenmiştir. Ancak, sideral zamanın, diğerine göre daha bir sâbit ölçü olduğu da bir gerçektir.
Zamanın bir değişmez (invariant) olarak kabul edildiği relativite teorisi ile Einstein fiziği yeni bir zaman anlayışını doğuruyordu: Elektromanyetik zaman. Bu zaman kavramı yeni bir mekân anlayışını da beraberinde getiriyordu. Elektromanyetik zaman kavramı, dalga mekaniğindeki pek çok çelişkileri de ortadan kaldırıyordu. Bu dalga mekaniği eski zaman, mekân ve maddî kütle kavramlarına dayanmaktaydı. Einstein ise kâinatın temel ölçüsünün elektromanyetik zaman olduğunu, mekanik zaman anlayışının ise sadece mekanik olayları açıklamak için kullanılabileceğini söylüyordu. Diğer bir ifade ile, eski zaman kavramı (mekanik zaman), ancak elektromanyetik zaman kavramının özel bir hali olarak doğruluk değeri taşıyabilmekte idi.
Zaman konusunda diğer bir sorun da zamanın düzenine ilişkin olmuştur. Bu, zamanın akış düzenine ilişkin bir sorun olup zamanın ölçümü probleminden daha temel bir sorundur. Bir olgunun diğer bir olgudan “daha önce” veya “daha
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 827 -
sonra”lığını tartışmaya açan bir sorundur. Bu sorun, düşünürleri determinizm - indeterminizm konusuna götürmeye yeterli bir konumdadır. Ayrıca, zaman sıralaması tanımı, eşzamanlılık tanımını da gündeme getirmektedir. İki olaya, biri öbüründen daha önce ya da daha sonra değilse, eşzamanlı veya zamandaş demekteyiz. Aynı mekânlardaki ve aynı zamandaki olayların eşzamanlılık açısından taşıdığı güçlükler de yukarıda bahsedildiği üzere Einstein tarafından çözüme kavuşturulmuştur.
İnsan aklı değişik zaman düzenlerini düşünüp oluşturmaya yeteneklidir. Nitekim klasik fizik zamanı bir düzeni, ışığın hızını sâbit tutan Einstein fiziğinin zamanı ise başka bir düzeni içermektedir. Dünyamız için hangi zaman düzeninin geçerli olduğu ise hâlâ çözüm bekleyen, tazeliğini ve güncelliğini yitirmemiş sorunlardan birisidir.
Zaman ile ilişkili olan süre (müddet) veya birbiri ardına devam etme (süreklilik) olgularının farklılığını gözönünde tutmak gerekir. Gerçekte süre veya süreklilik kavramları şuurun özsel ve temel bir verisidir. Çünkü şuur halleri ancak devam etme, süreklilik olarak görülebilir. Süreklilik, birbirini izleyen an'lar silsilesinde imtidad eder. Bu noktada İslâm düşüncesinin zamanı yaratılmış bir varlık ve an olarak tanımlaması önem arzeder. Onun için zaman ile ilişkili veya onun şart ve duruma göre nitelenmesi demek olan vakit, asr, dehr vb. kavramlar yaratılmış olması bakımından hep an ya da hâlin çeşitliliğini anlatır. 4084
Mitolojide, felsefî düşüncede ve bilim alanında herkesin hakkında fikir yürüttüğü zaman kavramı, günümüze kadar üzerinde yapılan izahlarla daha karmaşık bir hale dönüştüğü, yapılan araştırmalar sonucu ortaya çıkan bir gerçektir. O bakımdan zamanın somut bir varlığa sahip olmayışını bu durumun sebebi olarak göstermek mümkündür. Başlangıçtaki mutluluğu arayan mitik inanışın, zamanı varlığa öncelikli sayanların ve onu hareketin sayısı, insan zihninin bir algılayışı diye açıklayan felsefî anlayışların bütün gayretleri zamanı anlamaya yöneliktir.
Kur'ân'ın inzâlinden önceki devirde, zamanı tanrı yerine koyanların yanı sıra, onu soyut bir varlık olarak telakki edip somut varlığa öncelikli kılanlar da olmuştur. Kur'ân'ın nüzûlünden sora da aynı anlayışlarla karşılaşıldığı olmuştur.
Bilim, ‹büyük patlama' ile, zamana yaklaşırken, bu patlamadan önce, zamanın varlığını kabul ettiğini itiraf etmekte ve fakat eldeki verilerin bunu açıklamaya yeterli olmadığını belirtmekte, öte yandan da kara deliklerin varlığından bahsederek, kozmik ötesine ışık tutmaktadır.
Kur'ân'ın ifade ettiği zaman kavramı ise günümüze kadar yapılan bütün tartışmaların ötesinde bir niteliğe sahiptir. Çünkü Kur'an’da, her şeyin ve dolayısıyla zamanın da yaratıcısı, zaman dışı ve aşkın bir varlık olarak sunulan Allah'tır. Ayrıca Kur'ân'da anlatılan zaman, fizik ve metafizik boyutta varlığa sahip olan her olayın ve varlığın kendi sürecini ortaya koyar. Çünkü değişim, gelişme, zaman ve mekân hiçbir boyutta varlıktan ve zamandan soyutlanamaz.
Batının Einstein’le tanıdığı ve varlığın yapısal özelliği olan izâfiyet, Kur'ân'ın, varlıkla birlikte, ibâdet ve hukuk alanında da etkinliğini hissettirdiği olağanüstü bir gerçektir. Nitekim Kur'ân dairevî zamanı öne çıkarırken, onun hayatı tanzim
4084] Ali Dölek, Sosyal Bilgiler Ansiklopedisi, Risale Y
- 828 -
KUR’AN KAVRAMLARI
aracı olduğuna dikkat çekmiştir. Doğrusal zaman, Kur'an'da ebediyet ufkuna yerleştirilen ve daima ilerlemeyi gerektiren pozitif bir gelişmedir.
Kur’ân, oluşturduğu zaman stratejisi ile ‘geçmiş’i seçmeci bir şekilde tahlil ederek, ‘şimdi’de ‘geleceğ’e planlar yapmayı ve o planları uygulamayı hedefler. Ayrıca Kur’ân, söz konusu planlamanın, hayatın ve doğanın bir parçası olduğunu belirtirken, olayın tür ve zaman bakımından, birbiri ile keyfiyet birlikteliğine sahip olması gerektiğine dikkat çeker. Bundan ötürü gecenin, gündüzün, sabah ve ikindi vakitlerinin işlevlerini birbirine transfer etmenin, doğayı ve hayatı negatif olarak etkileyeceği fark edilir.
Varlığa anlam kazandıran, ona pozitif ya da negatif etkide bulunan zaman, tarihin her döneminde insan zihnini meşgul etmiştir. Zaman konusundaki merak, insanın özünde var olan ortak bir paydadır. Bu yüzdeden onun varlığı ve yokluğu, kökeni, varlığının mâhiyeti, zamansız bir mekân ve hayat, mutlak ve statik bir zaman olup olamayacağı, gece mi gündüz mü, zihnin algılaması mı, saatin ölçtüğü süre mi, hareketin sayısı mı olduğu; varlığa önceliği veya birlikteliği, varlıktan soyutlanıp soyutlanamayacağı, ezel ve ebed ile ilişkilendirilip ilişkilendirilemeyeceği daima sorulmuştur. Zamanı bildiğini zannedenler, niçin kendisine bu konuda soru sorulduğunda tutulup kalmıştır!?... İnsanın, yaşayıp algıladığı ve inkâr edemediği gerçeği açıklayamaması ne kadar ilginçtir.
Mitolojik anlayıştan Yahûdiliğe, Hıristiyanlıktan Kur’ân’ın nüzul çağındaki insana, kısacası ilk insandan sonuncusuna kadar herkesin ve her düşünce sisteminin yakînen ilgilendiği, daha doğrusu ilgilenmek zorunda olduğu bir kavramla, tevhid inancına sahip bir ferdin ilgilenmemesi düşünülemez. Bilimin, konuya duyarlılık derecesi ve yaklaşımı ayrı bir merak konusudur. Rölativite, uzaya giden ikizin bir yılına karşılık yeryüzündekinin 14 yıl yaşlanması, uzaydan dönen ikizin torunlarıyla karşılaşması, “bir günün bin yıl” olması nasıl bir şeydir?! Varlığın başlangıcı ve sonu, nereden gelip nereye gittiği ve var olan bir şeyin yok olup olamayacağı hususunda yapılan tartışmalar neyi sorgulamaktadır? Başa gelen felâketlerin sorumlusu zaman olabilir mi? Varlığın enerjiye, enerjinin varlığa dönüşmesinde varlıkta meydana gelen değişimin zamana yansıması, varlık ve zamanın başlangıcı, kara delikler ve ötesi, kozmik arka planın varlık ve zaman açısından mâhiyeti, sürekli aynı merakı uyandırmaktadır.
İnsan hayatı açısından zamanın önemi, günümüzde, gelişen toplumların zaman anlayışı, planlama ve başarı, geçmiş ile gelecek kavramları, bunların gerçekliği, zaman yönetiminin hayata pozitif ya da negatif etkileri, bireysel ve toplumsal alanda gündemi oluşturan konuların başında gelmektedir. Zamanın dairevî, lineer/doğrusal, öznel veya nesnel olabilirliği yönünde yürütülen tartışmalar da bu konulara eklenebilir. Acaba zamanın olmadığı bir olay düşünmek mümkün müdür? Bütün bunlara ilâveten metafizik boyuttaki zaman, düşünen insanın zihnindeki istifhamlardandır. İşte böylesine zor sualleri, sağlıklı bir şekilde yorumlayabilmek ve zamanın fizik ve metafizik boyuttaki kullanımını anlayabilmek için birbirinden ayrı düşünülemeyen varlık ve zamanın Yaratıcısının sözüne, Kur’ân’a başvurmanın zorunluluğu âşikârdır. İnsan zihninin belki de ebediyen çözemeyeceği zamanı, biraz olsun anlaşılabilir kılmak için başka yol gözükmemektedir.
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 829 -
Çeşitli Din ve Zihniyetlere Göre Zaman
Zaman, gündelik yaşamda çok sık kullanılıp anlaşıldığı zannedilen, mâhiyeti bakımından asırlardır insan zihnini meşgul eden, fakat insanın bir türlü anlayıp anlatamadığı; varlığını, varlığında bulabildiği; yok oluşunu da varlığında hissettiği bir kavramdır. Akıl için zamanın anlamını kavramak oldukça zordur. Aslî metafizik görüş açısından zamanı tarif etmek çok müşkildir. Zamanın tek ve yegâne tanımını yapmak imkânsızdır. Bu ise hiçbir tanıma kesin gözüyle bakılamayacağını gösterir. Zamanın referans noktası kozmolojidir. Günümüzde bilim, diğer sahalarda olduğu kadar, kozmoloji konusunda kesin ve net konuşamamaktadır. Bilim, kozmolojik verileri yorumlarken, bunların ardındaki olayları ya da ana etkenleri tek ve isâbetli bir şekilde açıklamaya gücünün yetmediğini itiraf etmektedir. Aynı veriyi, birçok şekilde açıklama imkânı vardır. Bu açıklamalar epistemolojik değerlendirmelere, ön yargılara, moda akımlara ya da metafizik yönelişlere dayanmaktadır. Bütün bunlar, zaman hakkındaki bilgilere, yeterince güvenilemeyeceğini göstermektedir.
Zamanın ne olduğu sorusu, çok sorulmuş, ancak onun, tatmin edici bir cevabı bulunamamıştır. Zamanı bildiğini iddia edenler, kendisine sorulduğunda, onu tarif etmede zorlanmıştır. Zaman meselesini titizlikle ele alanlar, bütün teorileri incelediklerini, buna rağmen bir sonuca ulaşamadıklarını, yani zamanın gerçek niteliğini gösteren herhangi bir şey bulamadıklarını belirtmektedirler. Zamanın mâhiyetini izahta hiçbir teşebbüsün nihâî olamayacağı şeklindeki açıklamalar da işin ne kadar girift olduğunu anlatmaktadır. Konu ile ilgili araştırmalar, âfâkî sayıldığı için, bu kanaat olumlu karşılanmamış, objektif bir görüşle yola çıkıldığında, zamanın gerçek niteliğinin kısmen anlaşılabileceği itiraf edilmiştir. Şu halde böyle bir itiraf, zamanın tam mânâsıyla anlaşılmamış olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla zaman hakkında yapılan tanımlara tam ve kesin gözüyle bakmak, oldukça zordur. Kesin olmamakla birlikte yapılan tanımlar, sözkonusu kavramın anlaşılmasında önemli bir rol oynamaktadır. Lafızlar değişse de her dilin zaman kavramını ifade ederken kullandığı kelimeler, kavram hakkında zengin bir bilgi ve birikimi beraberinde taşımaktadır.
Zaman, Arapça bir kelimedir. Zaman veya zemen, vaktin azına veya çoğuna verilen, asr ve dehr anlamında kullanılan bir isimdir. Ancak zaman, belli bir müddeti; dehr ise dünyanın ömrünün tamamını ifade eder. Ayrıca zaman, olayın adı ile de anılarak onun vukuu ânını ifade eder. Hurma zamanı, meyve zamanı gibi.4085 Buna göre olayın süresi, zamanın ölçeği; olayın adı da zamanın adı olmaktadır. Arap dilinde zaman “mâzî, hal ve istikbal gibi zamana mukarin oluş beyan eden sigalar” anlamına da gelir.4086
Osmanlıca’da dehr, devir, müddet, mevsim, meta’; Fransızca’da temps, Almanca’da zeit, ingilizce’de time, İtalyanca’da tempo, Farsça’da hengâm gibi kelimeler, zaman anlamında kullanılır. Dünya kelimesi de zaman anlamında kullanılmaktadır. Hançerlioğlu’na göre zaman, tüm varlıkların, birbirinin yerini alarak sıralandığı sonsuz süredir.4087 Dünya, baht, talih, devran gibi kelimelerin
4085] İbn Manzûr, Lisân u’l-’Arab, Beyrut, 1990, XIII. 199
4086] Şemseddin Sami, Kâmûs-i Türkî, nşr. Ahmet Cevdet, Derse’âdet, 1317, s. 686
4087] Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi, Remzi Kitabevi Yay., İstanbul, 1980, VII, 356
- 830 -
KUR’AN KAVRAMLARI
de zaman kavramını ifade ettiği görülmektedir.4088 Antik çağ Yunanlılarının khronos, Lâtinlerin tempus diye adlandırdığı zaman; oluş, gelip geçiş, değişme ve süreklilik biçimi, dönüşü olmayan bir doğrultuda birbiri ardından gitme mânâlarını taşır.4089
Ebu’l-’Alâ’ el-Ma’arrî (449/1057), zamanın, gök cisimlerinin hareketi olduğu şeklindeki tarifin, hatalı olduğunu söylemektedir. Nitekim dilcilerden Sîbeveyh’in,4090 zamanı, gece ve gündüzün geçmesi diye tarif edişini de bu hatalı tarife örnek olarak verdikten sonra, zamanın en küçük parçasının, idrâk edilecek şeylerin tamamını kuşattığına açıklık getirmektedir.4091 Kelâmcılara göre zaman: Bilinmeyen bir yenilenenin, bilinen bir yenilenen ile ölçülmesidir. Gece ve gündüz ile ayın, ay ile senenin, sene ile ömür ve dehrin ölçülmesi,4092 bunun ampirik realitesidir. Jeolojik olarak yer kabuğunun oluşum devreleri, yani birinci zaman, ikinci zaman ve mûsikîde vuruşla belli edilen ölçü bölümü, bize zamanı anlatmaktadır. Zaman öldürme, zamandaşlık, zamansız, zamana göre ücret, iş günü gibi kelimeler, zamansız bir şeyler yapılamayacağını göstermektedir. Yapılan tanımlardan herhangi birinin, zaman kavramını tam olarak açıkladığı söylenemez. Ancak, zaman kavramına ait tanım ve kelimelerden her biri, bu kavramın içeriğinde bulunan mânâlardan az veya çok bir bölümünü anlatmaktadır. Ayrıca farklı tanımlar, bu kavramın, çok zengin mânâlar içerdiğini de ortaya koymaktadır. Şu halde zamanın gerçekliği ve tanımıyla ilgili bu teorileri bir tarafa bırakarak, şu sorulara cevap aranmalıdır: Zamanın dış dünyada bir varlığı var mıdır, eğer yoksa zaman sadece zihinde mi vardır? Genel olarak dinlerin ve insanlığın zamana bakışı nedir? Mutlak bir zaman var mıdır, yoksa zaman rölatif/göreceli midir? Allah’tan başka zamansız bir varlıktan söz edebilir miyiz? Varlık ve zamanın birbirine önceliği var mıdır? Zamanın kökeni, kıdemi, mâhiyeti sonlu ve sonsuz oluşu, zamanın durdurulması, ışık hızının aşılması bu konudaki tartışmaların temelini oluşturmaktadır.
Değişim, gelişim, yok oluş, yeniden varlık âlemine giriş, geçici zamanın özelliğidir. Varlığın elifbası olan zaman ise ebediyet, değişmezlik ve süreklilikle birliktedir.4093 Geleneksel öğretiler, fonksiyonlarını icra etmek için geçici düzende bulunan zaman anlayışını aşarak ebediyetle bütünleşirler. Ancak ebediyete yolculuk için, geçici düzendeki zaman vâsıtasıyla hareket etme durumunda olan insan, fıtraten buna kodlanmıştır. İşte mitoloji, insan fıtratında var olan bu kodlamaya, ebediyete hareket startını vermekte ve onun geldiği kaynağa yaklaşımını amaçlamaktadır. Kısaca geçici düzende bulunan zaman, bütün plân ve programını ebediyet için yapmalıdır. Zira asıl olan budur. Geçicilik kaçınılmazdır. Bunu motive eden en somut gerçek olan “ölümde tek boyutlu zaman akışında, insan aklının sürekli kendisine takılı kaldığı bir eşiktir”. O, her an gerçekleşebilecek olan ve insanın içinden söküp atamadığı bir realitedir.4094 Ölüm, ebediyet yol4088]
Büyük Türk Sözlüğü, s. 1266
4089] Hançerlioğlu, VII, 356; Akarsu, Bedia, Felsefe Terimleri Sözlüğü, Savaş Yay., Ankara, 1984, s. 198, 202
4090] 299/911
4091] Ebu’l-’Alâ’ el-Ma’arrî, Risâletu’l-Ğufrân, nşr. Âişe Abdurrahmân Bintu’ş-Şâti, Mısır, ts., s. 426
4092] el-Cürcânî, Kitâbu’t-Ta’rifât, s. 14; et-Taftâzânî, Muhtasaru’l-Me’ânî, s. 118
4093] Nasr, a.g.e., s. 235
4094] Kılıç, s. 34-35
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 831 -
culuğunda ilk duraktır. Ötekinin ölümüne tanık olmakla başkalarının geçici düzendeki hayatına etki eden ölümün, bizzat sahibini geçici düzendeki zamandan alıp götürdüğünün en etkili delili, yine ölümdür. İşte önemli olan bu realiteden sonraki durumdur.
Ölümü tamamen bitiş, yok oluş olarak görmeyen mitoloji, ölüm sonrasını ebediyet olarak değerlendirir. Ancak bu inançla insan, geçici düzendeki zamanını pozitif olarak yaşar. Zira bu inançta, korku ve ümit birbirinden ayrı olamaz. Ebediyet inancının yokluğu, geçici düzeni negatif bir seyre sokar. Bütün negatif gelişmeleri zamana fatura etme inancı, ebediyet inancının ya yok oluşunun, ya da çok zayıf oluşunun bir ifadesidir. Nitekim Doğu Mitolojisinde, Araplarda, bu inanç, şiirlere konu olmuştur. Câhiliye dönemi düşüncesinde, zaman negatif bir yapıya büründürülmüş, ilahlaştırılmıştır. Zamanın yıpratıcılığını, ölümün kaçınılmaz olduğunu anlatan ifadeler, zamana yüklenilen negatif bir anlayıştır.4095 Bazı mitolojilerde zamanın değiştirme ve tahrip yönünün ağırlık kazanması, Aristo'yu rahatsız etmiş olmalı ki o, bu anlayışı azaltma çabasına girişmiştir.4096
Türk mitolojisindeki Oğuz Destanı, Kaf Dağı, Gök ve mücadele, temel kavramlardır. Bunlarda, zamanın sürekliliğiyle birlikte değişimin kaçınılmazlığı, fakat buna rağmen hayatın devam ettiği, dolayısıyla devam eden hayatın bir gereği olarak törelerin ve göçün sürüp gittiği görülmektedir.4097
Mitolojilere zaman açısından bakıldığında, geçici bir zaman içinde tekrar eden bir sürekliliğin varlığı, bununla da pozitif bir sonuç elde etmenin hedeflendiği, ebediyet fikrine götüren düşüncenin buradan beslendiği görülmektedir. Ancak geçici zaman fikrine yüklenen tahrip düşüncesinin, aşırı derecede ileriye giderek ebediyet anlayışını gölgelediği kanaati, ağırlıklı olarak kendini hissettirmektedir.
Arkaik/eski dinlerde zaman devirlidir. İnsanın kurtuluşu bakımından tarihe önem verilmez. İnsanı, dünyevî hayatında eksikliklerinden kurtarmak, tüm dinlerin ortak ilkesidir. Zerdüştlüğün bir uzantısı olan Zurvan, metafizik açıdan ebedî, etimolojik olarak da sınırsız zaman anlamına gelmektedir. Geç dönem Yunan düşüncesinde ise etimolojik olarak ebed, sınırsız zaman anlamındadır. Yoksa ebed, genel olarak kullanılan zaman anlamında değildir. Ancak ontolojik olarak varoluş, varlıktan ayrı olamayacağı gibi, zaman da bu anlamda, ebedîlikten tamamen ayrılamaz ve kökenine bağlı olarak geçici bir süre için varlık sahnesinde tezâhür eder. Esasen bu dinler, gerçekliğe ve kalkış noktalarına bağlı olarak, geçiciliğin önemini konu etmeliydiler. Çeşitli faktörlerin etkisiyle, doğrusal zaman ve tarih anlayışının yanı sıra, devrî zaman ve tarih anlayışı gelişti. Devrî zaman anlayışı, İbrâhimî olmayan dinlerle, doğrusal zaman anlayışı ise İbrâhimî dinlerle farklılık göstermektedir.4098
Mûsevîliğe göre zamanın bir başlangıcı vardır, sonuda olacaktır. Devrî zaman düşüncesi aşılmıştır. Yehova, kozmik zamanda değil de, geriye döndürülmesi mümkün olmayan tarihsel bir zamanda ortaya çıkmaktadır.4099 Peygam4095]
Kılıç, s. 19
4096] Aristoteles, Fizik, trc. Saffet Babür, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 1997, s. 209
4097] H. Ziya Ülken, Türk Tefekkürü Tarihi, Matbaa-i Ebu’z-Ziyâ, İstanbul, 1933, I, 60-70
4098] Nasr, Bilgi ve Kutsal, s. 240-246
4099] Eliade, Kutsal ve Dindışı, s. 90
- 832 -
KUR’AN KAVRAMLARI
berlik silsilesinin çok uzun bir süreci kapsaması, tarihin önemini teyit etmiştir. Ancak tarihin akışı, tam doğrusal olmadığı gibi, ulûhiyyetle özdeşleştiritmiş de değildir.4100 Ayrıca Yahûdi ve Hıristiyan geleneğinde zaman, kutsal bir tarihin aracısı olarak bilinir. Seçilmiş bir halkın başına gelen özel olaylar dizisi olarak düşünülüp çoğu kez bu gözle kutlanmıştır. Zaman, ebedî bir dönüş olarak ifade edilip, antropolojik kullanımının öncelikleri, Tanrıyla halk arasındaki sözleşme ve inanç, tek kurtarıcıda toplanan bir kurtuluş tarihinde kendini gösteren ilâhî yol olarak değerlendirilir.
Yahûdi ve Hıristiyanlıkta zamanın genelleştirilmesi, evrenselleştirilmesi ve laikleştirilmesi için bir dizi girişim yapılmıştır. İncil’deki zamanın, 19. yüzyılda, terk edilmesinin sebebi, doğru zaman türünü içermemesidir. Yani bilim adamına göre zaman, işaret ettiği olaylardan bağımsız bir değişken değildir. Dolayısıyla insanlık için anlamlı olan, olaylardan ayrılmadan, tarafsız zaman konusunda bir şey söylemek mümkün değildir. Zamanın temalaştırdığı bir söylem, zamandan bağımsız olabilir. Bu nedenle, laik zaman anlayışında zamanı temalaştırmaya ihtiyaç da yoktur. Hâlbuki Yahûdi ve Hıristiyan geleneğinde zaman, kutsal bir tarihin aracısı olarak bilinir. Onlara göre zaman, seçilmiş bir halkın başına gelen bir özel olaylar dizisi olarak düşünülmüş, çoğu kez bu gözle kutlanmıştır.4101
Geleneksel Hıristiyan düşüncesi, zaman ve mekân probleminin çözümünü, bu iki kavramın dışındaki hakikate başvurmada görmüştür. Mezkûr düşünce, Hz. İsa’nın ilk ve ikinci gelişine kadar olan doğrusal zaman fikrini, tarihe kulluk şeklinde modern dünyaya taşımıştır. “Tam olaraksa, doğrusal zaman ve tarihsel süreç anlayışının laikleştirilmesi, tarihselciliğe ve aşkın hakikatin reddine -bu, modern düşünceyi büyük ölçüde karekterize eden şeydir- sebep olmuştur”. Hıristiyanlık, zaman ve mekân probleminin çözümünü, zaman ve mekânı aşarak hakikate baş vurmada görmüştür. Hâlbuki zamanı ve mekânı kaldırarak, çözüldüğü zannedilen problemin çözüldüğünü zannetmek, varlığın tabiatına aykırıdır. Esasen problem, rolatif olan zaman ve mekâna, genel ve nesnel bir zaman yükleyen düşüncededir. Çünkü, bütün hak dinler, zaman ve mekân düşüncesinin zâhirî yanıyla, yani pratik olarak insanın kurtuluşuyla ilgilenmişlerdir.4102
Hıristiyanlık, tarihsel zamanı değerlendirirken, daha da öteye gitmektedir. Çünkü Tanrı, tarihsel olarak koşullanmış, insanî bir var oluşu üstlenmiş bir bedene bürünmüştür. Tarih kutsallaştırılmış bir hale getirilmiştir. İncil tarafından zikredilen “İllud tempus”, açıkça belirlenmiş tarihsel bir zamandır. Dinsel zamana katılan çağdaş hıristiyan, İsa’nın içinde yaşadığı, can çekiştiği ve yeniden hayata geldiği “İllud tempus”a ulaşmaktadır. Yine Hıristiyan için kutsal takvim, İsa’nın var oluşunun olaylarını, aynen sonsuz bir şekilde, yeniden ele almaktadır. Ancak bu olaylar tarih içinde cereyan etmişlerdir. Hıristiyanlığa göre zaman, İsa’nın doğumuyla başlamaktadır. Çünkü bedene bürünme, evrende yeni bir insanî durum ihdas ermektir. Kısaca tarih, Tanrı’nın dünyadaki varlığının yeni bir boyutu olarak belirmektedir. Ancak, ilkel dinlerdeki gibi efsanevî bir bakış içinde değil. Tanrının, İsa’nın bedenine bürünmesi, bir amaca, İsa’nın saâdetine yöneliktir. Dolayısıyla İsa’nın bedeni tarihidir. Zaman, artık dairevî olarak kavranılmamaktadır.
4100] Nasr, Bilgi ve Kutsal, s. 244
4101] Johannes Fabian, Zaman ve Öteki, trc. Selçuk Budak, Bilim ve Sanat Yay., Ankara, 1999, s. 20-49
4102] Nasr, Bilgi ve Kutsal, s. 245-246
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 833 -
Mûsevilikte de dairevî zaman düşüncesi aşılmıştır. “Zamanın bir başlangıcı vardır ve bir de sonu olacaktır”. Sonu olan bir şeyin, kutsiyetinden bahsedilemez. Dolayısıyla zaman içerisinde meydana gelen olaylar ve ölümler, zamana fatura edilmektedir.4103 Kur’ân’a göre ölüm, Allah’ın tasarrufundadır. Zamanı da ölümü de gerçekleştiren Allah’tır. Laik düşüncede zaman, dünyada ya da sona bağlı olarak, evrende yapısaldır. Dolayısıyla onunla birlikte var olur. Dünyanın çeşitli kısımları (en geniş anlamıyla hem doğal hem de toplumsal, kültürel bütünlükler) arasındaki ilişkiler, zamansal ilişkiler olarak anlaşılabilir. Mekân içindeki dağılım doğrudan doğruya zaman içindeki ardışıklığı yansıtır.4104
Bu dinler, gerçekliğe ve kalkış noktalarına bağlı olarak, geçiciliğin önemini konu etmemişlerdir. Bu faktörlerin sonucu olarak doğrusal zaman ve tarih anlayışının yanı sıra, devrî zaman ve tarih anlayışı, ilk astronomi bilginlerinin kanaati olarak, Yahûdi, Hıristiyan ve İslâm inançlarına göre çok uzak olmayan sonlu bir geçmişe, evrenin başlamasına dayandırılır. Bu inancın kaynağı olarak insanlar, evrenin varlığını açıklamak için bir ilk neden kavramını gerekli görmüşlerdir.4105 Hıristiyanlık, devrî zaman anlayışına parçacı yaklaşıp doğrusal bir tarzda değerlendirir. Zâhirî açıklamalarıyla İbrahim’den önce İsa’yı kabul eden Hıristiyanlık, tarihi, şu üç noktayı işaret ederek algılar: Âdem'in yeryüzüne inişi; Tanrı'nın oğlunun tarihte ikinci Âdem olarak vücut buluşu; İsa'nın tekrar gelişi ve dünyanın sonu.
Birinci tarihî olay, İsa'nın doğumu ve oğulun zaman ve tarih içinde vücut buluşuyla birliktelik kazanan bu inanç, dinî bir ortam meydana getirmiş; bu ortam, Hıristiyanlığın zayıfladığı dönemde, modern dünyayı sarmış, “tarihe kulluk” şeklinde bir putperestliğe yol açmıştır.4106 Grek ve Hıristiyanların zaman anlayışı tipseldir. Zamansallık, insanın yaratılışı ve sonluluğunun kalıpları içinde bilinebilir. Zaman, evrendeki tüm olup bitmelerdeki birbirini izleme halini kavrama formudur. Hıristiyanlığa göre bu haliyle tüm varlık, zaman içinde kavranabilir. Oysa Tanrı zaman dışıdır. Buna karşıt bir zaman anlayışı Platon’un Timaios diyalogunda görülmektedir. Dolayısıyla Grekler için zaman modeli, zorunlu çembersel bir harekettir. Çembere en yatkın hareket ise çizgi formudur.4107 Manc’ın, tarihi ulûhiyyet yerine koyuşu, Hıristiyanlığın mirasıdır. Hıristiyanlığın güçlü dönemlerinde azizlerin ve kurucuların4108 hayatlarındaki önemli olayların tekrarıyla, günlerin geçişi ve olaylar kutsallaştırılmıştır.
Tarih kelimesinin sözlük anlamı da vakit bildirmek demektir. Kısaca tarih, zamanın olaylarını somut olarak vakitlendirmektir.4109 Hâlbuki Kur’ân, vakitlendirme yapmadığı gibi, olayların önce ve sonrasını önemser. Şartlara ve olaylara göre değerlendirmelerde bulunurken, zamanın her türünü insanın sahip olduğu en kıymetli değer olarak telakki eder.
4103] Eliade, Kutsal ve Dindışı, s. 90-93
4104] Fabian, s. 31
4105] Stephen Hawking, Zamanın Kısa Tarihi, trc. Sabit Say-Murat Uraz, Milliyet Yay., İstanbul, ts., s. 18-19
4106] Nasr, Bilgi ve Kutsal, s. 245
4107] Alwin Diemer, Günümüzde Felsefe Disiplinleri, -Ontoloji-, trc. Doğan Özlem, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1997, s. 127
4108] Nasr, Bilgi ve Kutsal, s. 45
4109] el-Câbirî, Muhammed Âbid, Arap-İslâm Kültürünün Akıl Yapısı, trc. Komisyon, Kitabevi, İstanbul, 1999, s. 254
- 834 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Câhiliye Araplarında Zaman
Eski Araplar zaman kavramı hakkında çok net bir anlayış ortaya koymaz. Çok sayıda gizli ve bozuk şeyler, zamana işaret eden ıstılahların çokluğu, zamanı inkâr, ispat, çekimser olarak belirginleşen fikirlerin çokluğu, söz konusu kavramın netleşmesine engel olan sebeplerin başında gösterilmiştir. Eski Araplar, bu kavramı ifade etmek için zaman, dehr, vakt, hîn, müddet, ezel, ân, yevm kelimelerini kullanıyorlardı.4110 Gün isimleri, Âd ve Semûd kavimlerine dayanmaktadır. Onlara göre Cuma günü, her millet için önemli bir gündür. Bu gündeki toplantıya, Perşembe gününden itibaren hazırlanılır. Cumartesi günü iş bırakılmasına rağmen, bir tatil anlayışı yaygın değildir. Ayların da farklı isimleri vardır. Kureyş lügatine göre Zilhiccenin Câhiliyedeki adı Mu'temirdir.4111 Yıllık takvim hesaplamalarında kozmolojiden ve ona ait bir gök cisminden yararlanılırdı. Doğuda bir yıldızın doğuşu ve Batıda bir yıldızın batışına dayandırılan bu hesap, on üç gün sürmekteydi. Üç yüz altmış beş gün olarak hesapladıkları yılda, dört mevsim anlayışı göze çarpmaktadır.4112
Kur’ân’ın nüzûlü sırasında Araplar, güneşin yerden binlerce metre yükseklikte olduğunu düşünürken, Kur’ân bundan tamamen farklı bir yaklaşımla güneşin yerden milyonlarca mil uzaklıkta olduğuna işaret etmektedir.4113 Bu durum, Arapların, zaman ölçeklerinden olan güneş hakkında yeterli ve sağlıklı bilgiye sahip olmadıklarını göstermektedir. Zaman ölçeği ve onunla ilgili bilgileri sağlıklı olmayan Arapların, zaman hesaplamalarının tam olarak doğru olduğu söylenemez. Daha önce işaret edildiği gibi zamana işaret eden ıstılahların çokluğu, zaman kavramı ile ilgili fikirlerin karmaşıklığı ve net olmayışı da güneşin yerden uzaklığı hususunda, yanlış bilgiye sahip olabileceklerini doğrulamaktadır. Arapların biyolojik zaman ölçümlerini kullandıkları, develerin yaşını, doğurduğu yavru sayısı ile hesapladıkları bilinmektedir.4114 Kur’ân öncesi zaman anlayışında karamsarlık hâkimdir. Mantıkî tutarlılığı olmayan bu düşüncede, yaratıcı Allah’tır. Yaratmadan sonra onun işi bitmiştir. O, sadece yaratıp geriye çekilir. Yürütme, despotik bir yapı sergileyen “dehr”in elindedir. Dehr, yıkıcı ve öldürücülüğünü değişik isimlerle yürütmektedir. Arapları, yaratılışın başlangıcı ve Yaratıcı fazla ilgilendirmiyordu. Zihinleri ölüme kodlanmış, Araplara göre, ölümden öteye ba’s ve âhiret diye bir inanç, bir başka ifade ile “ölümden öte bir köy” yoktu.4115
“Biz sadece toprak altına giren cesetlerle, rüzgâr gibi uçup giden ruhlardan ibâret değil miyiz” şeklindeki ifade, Arapların ölüm sonrası hakkındaki inançlarını
4110] İbrahim el-’Âti, ez-Zemân fi’1-Fikri’l-İslâmî, Dâru’l-Muntahabi’l-Arabî, Beyrut, 1993, s. 49-66
4111] Ebû Bekr ‘Abdullah İbn Hüseyin İbn İbrahim İbn Hüseyin es-Sekafî İbn Âsim, Kitâbu’1-Envâ’ ve’1-Ezmine ve Ma’rifeti A’yâni’l-Kevâkib, nşr. Hüseyin Elmalı, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ankara, 1997, s. 62
4112] Muhammed Esad, İslâm Tarihi, sad. Ahmet Lütfi Kazancı-Osman Kazancı, Marifet Yay, İstanbul, 1995, s. 153, 19 nolu dipnot
4113] Ahmed Hanefî, et-Tefsîru’l-’İlmî li’1-Âyâti’l-Kevniyye fi’l-Kur’ân, Dâru’l-Me’ârif, Mısır, 1119, s. 269-270
4114] İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’âni’l-’Azîm -Tefsîru İbn Kesir-, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-’Arabî, Beyrut, 1969, II, 108; el-Beydâvî, el-Kâdî Nâsıruddîn, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, Mısır, ts., l, 361; Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Eser Kitabevi, İstanbul, 1971, III, 1823
4115] Toshihiko Izutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsan, trc. S. Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, ts., s. 7, 155-167; el-’Âtî, s. 49-66
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 835 -
özetlemektedir. Ölüm sonrası bir inancın olmayışı sebebiyle, gözlerini ve gönüllerini dünyaya çeviren bu düşüncenin sahipleri, dünyada ebedîleşmenin imkânını ararken “dehr” in ebedîliğine katılmayı kendilerine düstur edinirler. Kur'ân'ın işaretiyle mallarının kendilerini ebedîleştireceğine inanırlar.4116 Bu psikoloji ile hayatı bu dünyadan ibaret görüp, ölümün “dehr”den geldiğine inanır, çıkış noktalarını tamamen zanna dayandırırlar.4117 Görünen o ki bu düşüncede olanlar, gerçekte olmasa da görünürde “dehr”e ilahlık vermiş gibidirler.4118 Başlarına gelen felâketten dolayı dehre söven şâirlerin varlığından söz edilmektedir.4119 Astronomi ve fizikle uğraşan Araplarda, “esir” düşüncesi âlemi doldurur ve cisimlere hayat verir. Daha sonraları “dehrî” diye adlandırılan bu düşüncenin sahipleri, duygularla bilinen âlemden ötede bir mâna âlemi tanımazlar.4120
Kur’ân öncesi dönemde hayat anlayışı karanlık ve esrarengizdir. Bu düşünce, beşikten mezara kadar, ferdin hayatına el atıp, onu zulmünün pençesi altında tutmaktadır. Kısaca kader denilebilecek bu inanç, yarı insan olan bir yıkıcı kuvvet olarak düşünülmüştür ki, bu kuvvet, her şeyi mahvetmekle kalmamakta, hayat boyu, insana her türlü ıstırap ve felâket getirmektedir. (Câhiliye Araplarının “zaman” kavramıyla ilgili bu şirk anlayışı, “felek” kavramıyla Türklere de geçmiştir. Hâlâ deyim, atasözleri, şiir ve şarkılar halinde felek, hem olayları yönlendiren ve hem de çatılıp kızılan tuhaf bir tanrı niteliğinde değerlendirilegelmektedir.) Nitekim şâir (câhiliye devrinin meşhur şâirleriden biri) bu durumu şu beytiyle vurgulamaktadır: “Eğer başlar (daki saçlar) ihtiyarladı (ağardı) ise, bu, asrın işidir. Bütün küçüklerin sonu ihtiyarlamaktır”. Kader anlayışına işaret eden bir başka beyit ise şöyledir: “(Bana) bir felâket erişince kaderin yaptıklarından vah bana demem”. İşte çaresiz karamsarlığın kökleri kader düşüncesinin altında yatmaktadır. Dehr’in yazılmış bir mektup gibi olduğu, kimsenin ecelinden sonraya kalamayacağı, en-Nabiğa (604)’nın bir şiirinden anlaşılmaktadır.4121
Ecel anlayışını da beraberinde taşıyan bu inanç, Câhiliyede kısmen de olsa taraftar bulmuştur. İşte Lebîd4122 bunlardan biridir. O, kadere kazaya, ecele inananlar arasındadır. Cennet ve cehennem kelimeleri, her ne kadar o dönemde biliniyorsa da, Arapları dinsizliğe götüren Nihilizm (her şeyi inkâr eden anarşik felsefî görüş), Mekkeliler arasında da yaygındı. Bu düşünceye göre ölümden sonra hiçbir şey yoktur. İşte ölüm, bundan ötürü korkutucu ve ürkütücüdür. Kur’ân öncesinde “dehr” yerine kullanılan meniyye, himâm, menûn ve menâyâ kelimelerinin hepsi de ölüm anlamında mevt kelimesinin yerinde kullanılabilir. Fakat mevt kelimesi, biyolojik bir olayı ifade ederken, bu kelimeler, insan kaderiyle ilgili semantik alana aittir.4123 Mezkûr kelimeler, despotik bir güce sahip olup, insanı dönüşü olmayan bir yokluğa itmektedir. Hâlbuki mevt, ruhun bedeni terk edişiyle, yeni bir dönemin habercisidir. Bir başka ifade ile mevt, insanın değişimle yoluna devam edeceği anlamını ifade etmektedir. Kur’ân öncesi dönemde
4116] 104/Hümeze, 2
4117] 45/Câsiye, 24
4118] Kılıç, s. 18-19
4119] Ebu’l Alâ’ el-Ma’arrî, s. 428
4120] Esad, s-228-277
4121] Izutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 160-167
4122] 41/661
4123] Izutsu, a.g.e., s. 111-113, 161
- 836 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“dehr”, zamanın da yöneticisi durumundadır. Geceyi ve gündüzü üzerimize salan dehrdir. İşte Hatim et-Tâî’ (605)nin şu beyti bunu göstermektedir: “Dehr, gündüzden sonra geceyi bize çevirirken, biz yok oluruz, ama o devam eder”4124 Yine bu dönemde hayatın kaynağını maddeye dayandıran bazı kâhin ve felsefeciler görülmektedir. Onlara göre âlem, ezelî, zaman ve mekân sınırsızdır.4125 Kur’an öncesi ve Kur’an’ın nuzûlü sırasında “dehr”, müddet ve zamandan farklı bir anlama sahiptir.4126
Bütün bunlardan yola çıkarak Kur’ân öncesi anlayışta, uzak geleceğe ait bir inancın olmadığını, yakın geçmişle ilgilenildiği söylenebilir. Araplar, Allah inancına sahip olsalar bile, parçacı bir yaklaşım şekliyle, şirk içerisindedirler. Oysa tevhid, bir bütünlük arz eder. Hâlbuki onlar, insanın geleceği olan uhrevî zamana inanmamaktadırlar. Kur’ân’a göre, gelecek/âhirete iman, imanın şartlarından biridir.4127 Araplarda ise taklitçilik, devralınan mîrastır. Kabilenin âdeti her şeydir. Kur’an’a göre Arap toplumu, sabahı ve akşamı, sürekliliği ifade etmek için kullanıyordu.4128 Araplardaki zaman anlayışı hem dairevî4129 4130 hem de doğrusaldır. Gündüz, gece, hafta, ay ve sene gibi ölçümler, dairevî zamanın; kesintiye uğramadan devam eden “dehr”4131 ve geçmişin hesap edilmesi4132 gibi hususlar ise doğrusal zamanın nitelikleridir. Her iki anlayışta bulunan ardışıklık, öncelik ve sonralık bâriz bir şekilde4133 olayların akışı ile ortaya koyulmaktadır. Pratiğe alışık olan Araplar, Yunanlılar gibi zamanı gerçek dışı olarak kabul etmezler. Çünkü zamanı, hâricî ve nesnel olarak kabul eden bir tez, birçok güçlükler ortaya çıkarır.4134
Nitekim Kur'ân da, Arapların, geçmişlerine bağlılıkları, efsânevî inançları, olayları tasnif etmeleri, öncelik ve sonralığı bilmeleri, bir tarih kültürüne sahip olmalarını haber verirken, onların çizgisel/doğrusal zaman anlayışını ortaya koymaktadır. Ayları ve günleri hesap etmeleri, haram ayları bilmeleri, nesî' ile zaman ayarlaması yapmaları, gökteki ay ve onunla ilgili değişimleri fark etmeleri gibi hususları haber verirken de dairevî zamanı bilip işlettiklerini, belirtmektedir.4135
Varlığın Tabiatı ve Zaman
Zaman, varlığın ne dışında ne de içinde bir şeydir. Varlığın bizzat kendisidir.4136 Boyutlar, maddî cismin bir özelliğidir; fakat dışta bir varlıkları yoktur. Zaman
4124] İbn Manzûr, IV, 292; Hatim et-Tâî, İbn ‘Abdillâh, Dîvânu’ş-Şi’r, nşr. ‘Âdil Süleyman Cemâl, 3. baskı, Kahire, 1990, s. 202-203
4125] Esad, s. 228
4126] el-Câbirî, Arap-İslâm Kültürünün Akıl Yapısı, s. 248
4127] 2/Bakara, 4
4128] 25/Furkan, 5
4129] 5/Mâide, 52; 9/Tevbe, 98; 48/Fetih, 6
4130] el-Kurtubî, Ebû ‘Abdillâh Muhammed İbn Ahmed, el-Câmi’ li Ahkâmı’1-Kur’ân, Dâru’l-Kütübi’l-İImiyye, Beyrut, 1988, VI, 141; Yazır, III, 1712
4131] el-’Âtî, s. 67-68
4132] İbn Kesîr, II, 108; el-Beydâvî, I, 361; Yazır, III, 1823
4133] ez-Zeccâc, Me’âni’l-Kur’ân ve İ’râbuhu, nşr. ‘Abdulcelîl ‘Abduh Şelebî, Beyrut, 1988, II, 205; Hâlim et-Tâî, İbn ‘Abdillâh, Dîvân, nşr. ‘Abbâs İbrahim, Dâru’I-Fikri’l-‘Arabî, Beyrut, 1995, s. 22
4134] İkbâl, s. 106-107
4135] Faiz Kalın, Kur’an’da Zaman Kavramı, Rağbet Yayınları, s. 17-34
4136] A. Kadir Çüçen, Heidegger’de Varlık ve Zaman, Asa Kitabevi, Bursa, 1997, s. 119
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 837 -
da maddî cismin bir başka boyutudur.4137 Eş’arîlerin, Allah’ın yaratıcı faâliyetine nasıl başladığını “Her şeyin hazineleri yalnız Bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçü ile indiririz”4138 âyetine dayandırdığını naklederken, bu görüşe katılmaktadır.4139 Bu âyet ve açıklamalardan ise makro bir âlemin var olduğunun sinyali verilmektedir. Bilimin kozmik arka plan deyip, büyük patlamaya öncelik saydığı, ısı ışınımı, yumuşak bir kümelenmenin erken aşamaları ile başlayan bir âlem olmalıdır.4140 Böyle bir âlemde zamanın ölçüsü ve ölçümü olmasa da bir uzamdan bahsedilmesi,4141 orada zamanın var olduğu halde ölçülemediğini göstermektedir. Çünkü maddî cisimlerin zamanı, bu dünya ve gezegenlerin dönüşünden ileri gelmektedir.4142 Bu zaman; geçmiş, şimdiki ve gelecek zamana bölünebilir. Ancak bu zamanın niteliği, ilk günü geçmeden, ikinci günü gelmeyecek tarzdadır.
Maddî olmayan cisimlerin zamanı ise sıra takip etmesine rağmen günlerin her biri, maddî cisimlerin birer yılına eşittir. Maddî olmayan cisimlerin zamanından kademeli olarak gidildiğinde en son İlâhî zamana varılır. Bunda süre diye bir şey yoktur. Bu sebeple bunun ne bölünmesi, ne sıra takip ermesi ve ne de değişmesi meselesi ortaya çıkar. Bu zaman, ebediyetten de üstün başı ve sonu olmayan zamandır. Allah’ın varlığının önceliği, zamanın önceliğinin bir sonucu olmayıp, zamanın önceliği, İlâhî zâtın önceliğinin bir sonucudur. Bu itibarla İlâhî zaman, Kur’ân-ı Kerim’de “Ümmü’l-Kitâb (kitapların anası)”4143 olarak tanımlanan zamandır. Bu zaman, sebebi ve sonucu sırasından bağımsız olarak, bütün tarihi ebediyet üstü şimdide toplamıştır.4144 Bu mutlak zaman anlayışı, parçalara bölünmeden mutlak varlığı ifade eden, el-Kindî4145’nin tartıştığı “ezel”4146 İbn Arabi’nin adına “zamanların zamanı”, “dehr-i evvel”, dediği şeylerle örtüşen, insanın varsayımını ortadan kaldıran, insana bağımlı olmayan zamandır. Bu temellendirmeye göre, rölatif olan zaman için lâzım gelen sakıncalar, mutlak zaman için lâzım değildir. Hâlbuki kelâmcıların bir kısmına göre bir şey ne şimdi, ne gelecekte, ne de geçmişte var değilse, onun varlığı imkânsızdır. Temel kabulü mutlak zaman olan düşünce, zamanlardan (geçmiş, gelecek, şimdi) hiç birisinde var olmayan bir şeyin, var olamayacağı düşüncesiyle de çelişmektedir. Kısaca kelâmcılar, hareket ve zamanı, gerçekte olmayıp varlığa bağlı olarak kabul etmektedirler. Mutlak zaman anlayışını reddedenlerin yaklaşımı kısaca şöyledir:
Eğer zaman mevcut olsaydı, Allah için de bir ölçü olacaktı. Ayrıca şu andaki
4137] Abdulkerîm Surûş, Evrenin Yatışmaz Yapısı, trc. Hüseyin Hatemi, İnsan Yay., İstanbul, 1995, s. 62). Muhammed İkbâl (1357/1938
4138] 15/Hicr, 21
4139] İkbâl, s. 97-101
4140] Paul Davics, Son Üç Dakika, trc. Sinem Gül, Varlık Yay., İstanbul, 1999, s. 37-38
4141] en-Nîsâbûrî, el-Hasan İbn Muhammed İbn el-Hüseyin el-Kamî, Garâ’îbu’l-Kur’ân ve Regâ’ibu’l-Furkan, nşr. İbrâhîm Atve ‘lvad, Şirketu Mektebeti ve Matba’ati Mustafâ el-Bâbî, Kâhire, 1962, XXVI, 92-94
4142] Fahruddîn er-Râzî, Alî, et-Tefsîru’1-Kebîr (Mefâtîhu’1-Gayb), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990, XVIII, 186
4143] 3/Âl-i İmran, 7
4144] İkbâl, s. 107; et-Tabâtabâî, Muhammed Hüseyin, el-Mîzân fi Tefsiri’l-Kur’ân, Müessesetü’n-Neşri’l-İslâmî, Kum, 1417, III, 53-54; krş. el-Câbirî, Arap-İslâm Kültürünün Akıl Yapısı, s. 469
4145] 258/872
4146] el-Kindî, Ebû Yûsuf Ya’kûb İbn İshâk, Resâ’ilu’l-Kindî el-Felsefiyye, nşr. Muhammed ‘Abdulhâdî Ebû Bureyde, Matba’atu Hassan, Kâhire, 1978, s. 45-47; el-Câbirî, Arap-İslâm Kültürünün Akıl Yapısı, S. 469
- 838 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hareket, mevcut; geçmiş ve gelecekteki hareket ise mevcut değildir. Oysa Allah mevcuttur. Eğer zaman hareketin ölçüsü olsaydı, her varlığın ölçüsü olacağından Allah'ın da ölçüsü olması gerekirdi. Allah, her zaman vardır; zaman ise her zaman mevcut değildir. Diğer yandan zaman sâbit olmadığına göre, sâbit olan Allah'a uygulanamaz. Eğer zaman sâbit kabul edilirse; sâbit olmayan harekete uygulanamaz.4147 Mutlak zaman anlayışı, varlığın geçicilik ve dâimîlik diye zıtlıkları uzlaştıran bir belirtiyi ortaya koymaktadır. O nedenle varlığın zamanını kozmolojik, biyolojik veya jeolojik oluşumlardan ibâret saymak, varlığın geçiciliğine ait zamanı ortaya koymak olur. Mutlak zaman anlayışı böyle bir zamanın, yaratılış fiili ile oluştuğunu kabul etmekte, “gecenin ve gündüzün değişmesi O’nun eseridir”4148 âyetini de buna delil göstermektedir.4149 Ayrıca mutlak zaman anlayışını savunanlar, bu âyeti geçiciliğe delil gösterirken; kendi savundukları mutlak zaman anlayışına delil gösterememektedirler. Temelini felsefî düşünceden alan mutlak zaman anlayışına delil olabilecek bir nass ve bilimsel tez mevcut değildir.
Eğer geçicilik olmasa, süre de olmazdı. Dolayısıyla varlık kendini ortaya koyma imkânını bulamazdı. Çünkü varlık, kendisini, bir anda tam olarak ortaya koyamamaktadır.4150 Kimse taneye bakarak onun tekrar taneler verinceye kadarki aşamalarını izlemeden, söz konusu taneyle ilgili aşamaların niteliklerini algılayıp anlatamaz. Alınan besinlerin süt ve kan olabilmesi bir anda gerçekleşememektedir. Mide, bağırsak, ciğer ve damarlar gerekli işlemleri yaptıktan sonra bu sonuca ulaşılmaktadır.4151 Yine bütün faziletler ve ruhî olgunluklar zamanla kazanılır. Gazların oluşumu ve değişimi, galaksilerin evrimi, hep zamana bağlı olarak meydana gelmektedir.4152 Her şeyi vaktinde yapan “sâlik”, mutlak zamanı yakalar,4153 şeklindeki kanaat de felsefî düşünceye dayanmaktadır. Tedrîcen hayatını bir plân dâhilinde tanzim eden insan, zamanı, ruhun tabiatına uygun olarak kullandığında “fena” mertebesine ulaşır.4154 Çünkü hayat, hastalık, kazanmak ve kaybetmek zamanın ayrılmaz bir karakteridir.4155 Olaylar, tecrübe ve imtihan zaman içinde gerçekleşmektedir. Öncelik ve sonralık, değişim, dünya ve âhiret, âmel, mükâfat ve ceza hep zamanın ürünüdür. Oruç ve hac gibi dinî,4156 borçlar, îcâr, sözleşmeler gibi sosyal hayatın gerekleri, hâmilelik gibi biyolojik gelişmeler,4157 hep zamana kodlanmış hususlardır. Ömrün boşa gitmemesi, değerinin anlaşılması ve ona göre yaşanması için Allah, Kur’an’da, asra yemin etmekte4158 ve rahatlamayı bekleyen insana zararda olduğunu bildirmektedir.4159 Varlık her an başka bir haldedir. O nedenle zaman değişmektedir.4160 Burada
4147] el-Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, Matbaai Amire, İstanbul, 1311, II, 49, 58, 67-69
4148] 23/Mü’minûn, 80
4149] İkbâl, s. 109
4150] Nurettin Topçu, Bergson, Hareket Yay., İstanbul, 1968, s, 13
4151] 16/Nahl, 66; er-Râzî, Tefsir, XX, 52-55
4152] Alan Lightman, Yıldızların Zamanı, trc. Murat Alev, Tübitak Yay., Ankara, 1998, s. 69-80
4153] Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yay., İstanbul, 1991, s. 509-510
4154] el-Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi, trc, Süleyman Uludağ, Dergâh Yay., İstanbul, 1978, s. 168
4155] Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, IX, 6071-6072
4156] 10/Yûnus, 5; 17/İsrâ, 12; 64/Teğâbun, 17; er-Râzî, Tefsir, VII, 94; XXX, 26
4157] 46/Ahkaf, 15; er-Râzî, Tefsir, XXIV, 115; Yazır, 1, 683-684
4158] 103/Asr, 1
4159] Yazır, IX, 6071-6072
4160] er-Râzî, Tefsir, XXVIII, 210; Muhyiddîn İbn ‘Arabî, Fusûsu’l-Hikem, nşr. Ebu’l- ‘Alâ ‘Afifi, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, ts. I, 28
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 839 -
sözü edilen an, zamanın en küçüğü ve dakiki olarak değerlendirilmiş, zamanın büyüğünün hesaplanamıyacağının altı çizilmiştir.
İbn Arabi’deki “tecdîdu’1-halk” nazariyesi Eş’arîlerdeki “cevher-âraz” görüşüne benzer. Buna göre cevher, daimî; âraz ise değişkendir. Bir âraz iki “an”da devam etmez.4161 Allah birdir, çokluk ondan sudur etmiştir ve bu, bir süreç içerisinde olmuştur.4162 Gelecek bugün görünmez, yarın görünür. Bu gün akılla var kabul edilen/gayb, yarın duyu organlarıyla kabul edilebilir. Dünya, gayba intikal etmiş olan geçmiş ile, gayptan gelecek olan arasındaki bir noktada bulunan, şimdideki bir halkadır. Dolayısıyla varlığın sınıfları ve bu sınıfların her ânı, farklı farklı âlemler oluşturur”4163
Ekonomik hayat, ona ait düzenlemeler, ister geçici, ister ebedî olsun metâ 4164 saymak, zabıt tutmak,4165 öncelik-sonralık4166 tesbitleri, negatif cephedeki ribâ, kesb gibi kavramlar zamansaldır.4167 Bilginin değerlendirildiği anda, geçip gitmiş olan şeylere dayanması gerekir.4168 Endişe ve üzüntü gibi durumlardan Allah’a sığınan Peygamber, zaman içerisinde farklı deneyimlerden geçen mü’minin yara almadan kurtulmasını amaçlamaktadır.4169 İnsan zamandan tecrit edildiğinde, değer yargıları da ortadan kaldırılmış olur. Zira insan, kendisine tanınan zaman içerisinde belirginleşir; değer yargılarını ortaya koyar. Bunlara bağlı olup olmama yönünden hem insanlar, hem de İlâhî adâlet indinde bir değerlendirmeye tabi tutulur. İnsan hayatının tanzimi, zamanın işaret ve ölçümleri sayesinde bir anlam bulur ve kolaylaşır. İşte saat, böyle bir hizmeti icra eden bir ölçüm âletidir. Kültürel zamanın çeşitliliği, fiziksel zamanın bir mesafelendirilme aracı olarak kullanılması aynı paraleldedir.4170 Peygamber ve kitapların gönderilişi,4171 İnsanın kendini yenilemesi, tecrübe, ilim ve mal edinmesi zaman sayesinde olur.4172 Zamanın tabiatı, varlığın menfaati, münhasıran insanlığın mutluluğu içindir. Gece ile gündüzün meydana gelmesinde, varlığın yaratılışına konulan kanun hâkimdir. Geceyi yaratan, uykuyu da yaratmıştır. Bütün canlılar, güçlü olsun zayıf olsun hepsi, gecede dinlenir. Zamanın tabiatı değiştirilirse; kümeste lamba yakarak tavukları yanıltıp, yem yedirilip fazla yumurtlattırılırsa, tavukların ömrü kısalır. İlaçlarla işçileri uyutmayan işverenler, ilk altıncı saatte dikkatsizliğin başladığını görecektir. Dolayısıyla bu da işe ve üretime negatif olarak yansıyacaktır.4173 Ârızî olan, zararlıdır. İnsanın fıtratında ilim, vazife, uhuvvet, hukuk, içtimaiyat vardır. Günah, isyan, kin, düşmanlık, zatî ve fıtrî değildir. Yeryüzünde
4161] el-Câbirî, Arap-İslâm Kültürünün Akıl Yapısı, s. 255, 468
4162] Nasr, Seyyid Hüseyin, Molla Sadra ve İlahî Hikmet, trc. Mustafa Armağan, İnsan Yay., İstanbul, 1990, s. 78
4163] Öztürk, s. 34, 146
4164] F. Râzî, Tefsir, XII, 5
4165] 83/Mutaffifîn, 9
4166] Râzî, a.g.e., XXII, 111
4167] Yazır, II, 908-909, 953
4168] Fabian, s. 99
4169] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, el-Mektebetü’1-İslâmî, Beyrut, ts., III, 38, 122
4170] Fabian, s. 53
4171] 29/Ankebût, 27
4172] İbn Kuteybe, Ebû Muhammed ‘Abdullah İbn Müslim, Tefsîru Garibi’1-Kur’ân, nşr. es-Seyyid Ahmed Sakar, Beyrut, 1978, s. 490-495; Kılıç, s. 22
4173] Hekimoğlu, İsmail, H. Hüseyin Korkmaz, İlimler ve Yorumlar Türdav, İst, 1978, s. 262, 362
- 840 -
KUR’AN KAVRAMLARI
insan ezelî ve kadîm değildir. Bilâhere tedrîcen meydana gelen tenasül, başlangıçta mevcut değildir. İlk insan4174 yerin tam bir devrinden sonra bir yaratılış olayıyla varlık âlemindeki yerini almıştır. Bugün, kanun olan neslin devamı, başlangıçta hârikadır.4175
Bazen zamanın küçük bir parçası, büyük bir kısmından daha değerlidir. Allah’ın kuşluk vaktine mukabil bütün geceyi zikretmesinin4176 sebebi, gündüzün bir tek saati bile bütün geceye denk oluşundandır. Gündüz sevinç, ferahlık; gece ürkeklik ve endişe vaktidir. Duhâ süresinin 1. ve 2. âyetleri, dünyanın keder ve üzüntülerinin, sevinç ve rahatlıklardan daha fazla ve sürekli olduğuna işaret etmektedir. Çünkü kuşluk vakti tek bir saattir, gece ise birçok saattir. Kuşluk buluşup tanışma, harekete geçme vakti olduğundan, haşre benzer. Gece, insanların, kabrin karanlığında sükûna erişlerinin bir benzeridir. Ne var ki üstünlük, ölüme değil hayata, ölümden sonra da ölüm öncesine aittir.4177
“Varlığı ortaya çıkartan, onu aydınlatan, belirgin yapan, gizemini ortadan kaldıran zamandır”4178 Edimsel (fiilî) zaman sonludur. Sonsuzluk, zamanın biçiminin içsel niteliğidir. Olaylar açısından bir olayın sonsuza kadar aynı olacağını söylemek zordur. Ancak başka bir şekilde olabileceği söylenebilir.4179 Şu halde hem olay, hem varlık ve hem de zaman, değişimle varlık sahnesinde yoluna devam etmektedir. Sonluluk, sonsuzluğun çok önemli delili sayılmalıdır.
Kur’an’da zaman, yemine konu olmuş çok önemli bir kavramdır. Allah’ın, yarattığı şeylerden bazılarına yemin etmesi, yemin edilen şeyin, Allah’ın en büyük âyetlerinden olması sebebiyledir. Geceye yemin, onun örtü ve sükûn olmadaki azametindendir. Duhâ âyetlerinde, yemin edilen şey, maddî bir şekil, hissî bir olaydır. Bu vakitte ışık, parlak olup; bundan sonra gecenin gelmesine, sükûnetine şâhit olunur. Bir günde, ikisi birlikte yaşanır. Kâinatın sisteminde bir aksama olmaksızın duhâ ile gece peş peşe gelmelerine rağmen, biri diğerini inkâra sevk etmez. Yahut “gökler yerleri bırakıp gitti de onu karanlığa ve yalnızlığa terk etti”; diye değerlendirilmemelidir. Gündüzün kuşluğunda, ışığın parlak bir seviyeye gelişinden sonra, aynen böylece Peygamber’e doğan vahiy ışığı ve alışkanlığı, fetret dönemi ile terk edilmemiştir. Vahyin Peygamber’e nüzûlü “kuşluk vakti” mesâbesindedir. Onunla gelişip büyüyecek olan her şey hayat bulacaktır. Bundan sonraki durum ise geceye benzer. Gece, istirahat ve mutluluk zamanıdır. İlk vahiy de şiddetli başlamış, fakat mutlu bir ara verilmiştir. İşte buradaki yeminle, Allah'ın rubûbiyyet ve hikmetine işaret için gece ve gündüz zikredilmiştir. Kuşluk vaktinin nuru ile vahyin nuru birbirine mutâbıktır. Fetret ise gecedir, gecedeki dinlenmedir. Kuşluk vakti, bu vakitte kurban edilen hayvanları hatırlatır. Onlar vâsıtasıyla yaratıcıya yakınlaşma amacı söz konusudur. Kuşluk vakti, gündüzün tamamı olmamasına rağmen, gecenin tamamına denk olarak açıklanmıştır. Kuşluk vakti ve vahyin kesilişinin, zamanın noksanlaşıp eksilmesi
4174] 2/Bakara, 30
4175] Yazır, I, 298-299
4176] 93/Duhâ, 1, 2
4177] F. Râzî, Tefsir, XXXI, 189
4178] Çüçen, s. 116
4179] Ludwig Wittgenstein, “Felsefe Notları’ndan “Zaman Üstüne”, trc. Doğan Şahiner, Cogito, sayı.: 11, Yapı Kredi Yay, 1997, s. 55-57
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 841 -
şeklinde açıklama, eleştiriye uğramıştır.4180 Gece, gündüz, kuşluk, güneş ve aya yemin, Allah’ın bizzat fiiline, dolayısıyla ona götüren şeylere, ilmi, kudreti, hikmeti ve tevhidindeki kemâle işaret eden sanata yemin etmektir. Güneş, ay, gece, gündüz yavaş yavaş insanların tanık oldukları şeylerdir. Bu hâdis (sonradan var) olanların bir muhdisi/var edeni olduğunu anlarlar. Dolayısıyla hâdisi bilmek, muhdisi bilmek demek olup, onu lafzen zikir yerine geçer. Yeminde esas olan, üzerine yemin edilen şeyin gerçekleşmesini ve güç kazanmasını sağlayıp, gerçek ve zâhir olan şeylerle, gâip olanı ispat etmektir.4181 Ayrıca Kur’an’da yeminlerin kudsiyet arz eden şeylere yapıldığı görülmektedir. Bu ise, yemin edilen kavramların, mühim hâdiselerin meydana gelme zamanı olması yönünden önemlidir. 52/Tûr sûresi 1-4. âyetlerde geçen tûr kelimesi, insanı Hz. Mûsâ’ya ve onun vahye mazhar olduğu döneme; Kitab, Tevrat, Kur’ân, Levh-i Mahfuz gibi mühim olan anlara ve dönemlere; Beyt-i Ma’mur, Kâbe veya semâda meleklerin tavaf ettiği makama götürmektedir.4182 İnsanın bin yıllık ömrü olsa, bu ömrünü zâyi etse ve son ânında tevbe etse, kendini ebedî olarak cennette bulur. Böylece insan için en kıymetli şey, o anda yaşamasıdır. Dolayısıyla dehr ve zaman, temel nimetlerdir. İşte bu yüzden Allah zamana yemin etmiştir. Gece ve gündüzün, mükellefin zâyi ettiği bir değer4183 olduğu gerçeğinin altı çizilmiştir. Zaman, mekândan üstündür. Binâenaleyh Allah’ın mülk ve melekûtundan en kıymetli olanı zamandır.4184
Her şey zaman sâyesinde kazanılır; zamanla mekâna ulaşılır. Fakat hiçbir mekân ve mevki, zamana hükmedemez. Hz. Peygamber’in, insanların çoğunun aldandığı iki nimetten biri olarak zikrettiği “boş vakit”4185 zamanın değerini ortaya koymaktadır. Eski Araplarda, zamanla konuşma âdeti vardı. Araplar, şartlı konuşarak cevabını söylemezlerdi. İlginç bir şey gördüklerinde onu görmeyenlere haber verirken “Keşke falanca gün falanca yerde olanları bir görseydin”; diyerek haberlerini zaman belirterek sunarlardı. Kur’an da Arapların bu durumunu dikkate alarak, zamanı aynı üslâpla kullanmıştır. “Keşke zâlimler azâbı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu anlayabilselerdi”4186 âyetinin mânâsı “keşke dünyada iken bunu anlayabilselerdi” şeklinde4187 açıklanmıştır. Yine Câhiliyede zarar ve ziyan, zamanın belâ ve musibetlerine bağlanır, ondan olduğu söylenirdi. Böylece Allah, zamana ve asra yemin etmek sûretiyle, zaman ve asrın kendisinde kusur bulunmadığını, mükemmel bir nimet olduğunu belirtmiştir. Asrın geçmesiyle insan ömrünün kısaldığını, insana verilen sürenin azaldığını kasdetmiştir. Onun mukabilinde kesb ve fiil olmayacağına, geçen zamanın geri getirilemeyeceğine göre bu noksanlaşan ömür de zarardan sayılır. İşte insan bu yüzden hüsrandadır.4188 Ayrıca asr’da ibrete değer çok şeyler vardır. Gece ve gündüzün, hafta ve ayların, yıllar ve saatlerin, karanlık ve aydınlığın, soğuk, sıcak, sükûnet ve canlıların yayılması, insanın davranışları
4180] Bintu’ş-Şâti’, Âişe ‘Abdurrahmân, et-Tefsîru’1-Beyânî li’l-Kur’âni’1-Kerim, Dâru’1-Me’ârif, Mısır, 1966,1, 18-26
4181] İbn Kayyım el-Cevziyye, Ebû ‘Abdillâh Muhammed, et-Tibyân fi Aksâmi’l-Kur’ân, Beyrut, 1988, s. 20, 39-40
4182] İbn Kesîr, IV, 239; el-Beydâvî, II, 467
4183] 25/Furkan, 62
4184] er-Râzî, Tefsir, XXXII, 80-81
4185] Buhâri, Rikak 1; Tirmizî, Zühd 1; İbn Mace, Zühd 15
4186] 2/Bakara, 165
4187] İbn Kayyim el-Cevziyye, et-Tibyân fi Aksâmi’l-Kur’ân, s. 21
4188] er-Râzî, Tefsir, XXII, 81
- 842 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hepsi zaman içinde olup, Allah’ın varlığına delildir.4189 Burçlar ayın menzilleridir. Ayın hareket ve seyrinde çok enteresan durumlar meydana geldiği için, ona yemin güzel ve yerindedir. Meşhûd, kıyâmet günüdür. O günde ilginç olaylar müşâhede edilecektir.4190 Meşhûdun cuma günü4191 veya sabah namazı vakti4192 olduğu naslarda belirtilmiştir. O nedenle meşhûd kelimesi bizi çok önemli olaylara ve bu olayların zamanına götürmektedir. Bir bakıma Kur’ân, bu kelimeyle hem geleceğe hem de varlığın özellikle insanın ehemmiyetini idrâkten uzak olduğu zamanlara işaret etmektedir. Ayrıca meşhud gâibe götüren bir delildir. Meşhud, gâibden çıkmış, gâible yok olacaktır. Dolayısıyla meşhuddaki varlık ve zamanla, gâibdeki varlık ve zamana varılabilir.4193 Varlığa ait hareket ve zamanın rölatif olması, hayatın gereğidir. Evrenin her yeri, her an, başka bir güzelliği yaşamaktadır, Kur’ân’ın ifadesiyle hep gündüz veya hep gece olsaydı4194 varlığın hali ne olurdu?! Sosyolojik, psikolojik, ekonomik kanunların böyle bir durumu sırtında taşıması beklenemezdi. Varlık, statik bir yapıda kalsaydı, sıkıntı ve infialler ayyuka çıkmaz mıydı? Bu nedenle değişimsiz bir evren düşünmek mümkün değildir. Zaman, varlığın tabiatında, değişim yöntemi ile kendini izhar etmektedir. 4195
Kur’an’da Zaman Kavramının Sunuluşu
Semantik Analiz Açısından: Zamanın var olduğu gerçeği, kendisiyle birlikte değişimin gerçekliğini getirmektedir. Değişim süreçlerinin genel incelemesi, bilimin çok önemli bir yönüdür. Her dilin kendine özgü bir tarihi vardır. Varlığın dış ve toplumsal koşulları değişir. Dil de kendi dizgesiyle çeşitli evrelerden geçer. Bir dilin tarihine ait bilgimiz, geçmişin belirli bir noktasına kadar ilerleyebilir. Bizi o noktadan öteye götüren şey, var olanları bir çeşit anlamlandırmadır. Bu anlamlandırma, varlığın insana intikal eden belgelerinden yola çıkılarak, geçmişe doğru yapılabilir. İşte semantik, kelimelerin anlamlarının evrimi, yaşama, ortadan kalkma ve bazen de yeniden canlanmalarının sebebiyle olduğu kadar, yeni kelimelerin icadının sebepleriyle de ilgilenir. Anlam kayması, yeni anlam kazanma veya etimolojik lügat mânâsı üzerine zaman içerisinde eklenmiş olan hususların tespiti demek olan semantik analiz, kelimelere bağlamında hangi anlamın yükleneceğini, neye işaret ettiklerini ortaya koyar. Canlı bir organizma gibi dil de zaman içerisinde fark edilebilir bir değişim gösterir. Çünkü dile ait her şeyde zaman unsurunun rolü vardır. Toplum tarafından kullanılan kelimeler olduğu gibi, kullanılmayanlar da olabilir. Kullanılmayanların yerine yeni kelimeler çıkar. Bu kelimelerin tarihi, kullanılmaya başlandığı zamandan başlar.
Kelimelerin eş anlamlı olmaları için sayılan şartlar arasında, aynı zamana ait olmak ifadesinin yer alması, sözü edilen kelimelerin farklı zamanlarda anlam daralması, anlam genişlemesi, farklı anlamlara gelme ihtimalini gündeme getirmektedir. Normal şartlarda, farklı devirlerin, bazı özel dönemleri, birbirleriyle karşılaştırılırsa, tarih, semantik yapılmış olur. Bu nedenle dil, zaman içerisindeki
4189] İbn Kayyim el-Cevziyye, et-Tibyân fi Aksâmi’l-Kur’ân, s. 114-115
4190] er-Râzî, Tefsir, XXXI, 104-105
4191] İbn Mâce, Cevahiz 65
4192] 17/İsrâ, 78
4193] Bintu’ş-Şâti’, 1/137
4194] 28/Kasas, 71, 72
4195] Faiz Kalın, Kur’an’da Zaman Kavramı, Rağbet Y., s. 34-42
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 843 -
değişimiyle kültür, sistem ve belki inançtaki değişimlerin vâsıtasıdır. Dilsel yapı türlerini zamandan tecrit etmek mümkün değildir. Ancak, anlamlandırmaları anlıkçı bir anlayışla değerlendirenler olduğu gibi, evrimci anlam bilimciler de vardır. 19. y.y'a gelinceye kadar dilbilime hâkim olan kanaat, evrensel bir aklın yansıması olarak evrensel bir gramer oluşturmaktı. Bu ise, dillerin çeşitliliğine rağmen statik bir temeli, yani değişmezliği sunabilirdi. Ancak, bu yüzyıldaki, evrimci anlayışın yaygınlaşmasıyla tarihsellik, dilcilerin de kullandığı bir yöntem oldu. Gramer, tarihî seyri içindeki gelişimiyle değerlendirilmeye başladı.
Konuşma gücü ve kabiliyeti, insan ruhunun bir parçasıdır. Hz. Âdem, kendisine ruh verildikten sonra konuşmuştur. Yeryüzüne inmeden önce Hz. Âdem'e isimler öğretilmiştir. Fiilî konuşması ise yeryüzünde vâki olmuştur. Buradan hareketle, dilin teorisiyle pratiğinin farklı zamanların ürünü olduğu söylenebilir. Nitekim zamanımızda dil öğrenimi, dilin tedrîcen öğrenilebileceğinin ve hemen pratize edilecek bir husus olmadığının ampirik bir delilidir. Bu nedenle, dillerin tevkifî olmayıp, ıstılâhî olduğunu çünkü, Hz. Peygamberin, kavminin konuştuğu dil üzere gönderildiğini belirten açıklamaya göre,4196 dilin temel yapısı denilebilecek öğretiye malzeme olan, isimler değildir. Çünkü Kur’ân, Allah’ın isimleri öğrettiğinin4197 altını çizmektedir.
Söz konusu dillerin tevkifî olmadığını ortaya koyan açıklama, insanın, istidadı sâyesinde o isimler üzerine bina ettiği gelişim tezini savunmaktadır. Rölativite ve evrensellik düşüncelerinin temeli buraya dayanmaktadır. “Farklı diller farklı gerçekleri dile getirir” ifâdesindeki “gerçekler”; ya rölatiftir ya da fer’î bir meseledir. Zira, eğer insanlığın temel meselesi dil olsaydı, farklı kavimlere farklı dillerle gönderilen Peygamberlerin getirdikleri hakikat bir olmazdı. Dolayısıyla farklı dillerin dile getirdiği farklı gerçek kanaati, “mutlak hakikat” bağlamında söylenmiş olamaz. Beyaz kelimesi, hangi dille ifade edilirse edilsin, beyaz anlamını ifade etmektedir. Farklılık beyazın kullanımı veya teferruatı ile alâkalı bir husus olmalıdır. Dil, ne kadar değişime uğrarsa uğrasın, beyazı, siyah anlamında anlatamaz. Her dil olgusu, o dili kullananların tarihlerinin bir fikrî yansımasıdır. Çünkü semantik, bir ulusun tarihinin, herhangi önemli bir devresindeki dünya görüşünün mâhiyeti ve yapısı hakkında bir çalışmadır.
Kur’ân semantiği ise, evrenin nasıl meydana geldiği sorunlarıyla ilgilenir. Bu anlamda semantik, bir çeşit somut ontolojidir. Her şey semantiğin konusudur. Elbette ki böyle bir konuda kelimenin anlam dereceleri önemlidir. Bu ise, kelimenin zaman içerisinde uğradığı değişikliklerdir. Söz konusu değişiklikler, dönemlerinin kültür, itikat ve hayat anlayışlarını gösterir. Herhangi bir kelimenin mevcut anlamını kazanıncaya kadar geçirdiği anlam değişiklikleri, önemsiz sayılmaz. Çevre, toplum, olaylar ve coğrafyanın değişimi, bilimsel gelişme ile dillerin değişim yaşadığı, kültür değişiminin dilin değişiminde etkili olduğu, bu değişimde ses, lafız ve mânâların istisnaları bir tarafa, genelde zamandaş olduğu söylenebilir. Dillerin de, varlıklar gibi geçmişi, şimdisi ve geleceği vardır.
Hiç şüphesiz Arap dili, Kur’ân gelinceye kadar, birçok değişimlerden geçerek sonuçta, Kur’ân’ın etkisiyle değişiminin pozitif olarak zirvesini yakalamıştır. Diller, değişimi hareket, mekân, öncelik ve sonralık kavramlarına bağlı olarak
4196] er-Râzî, Tefsir, XIX, 63
4197] 2/Bakara, 31
- 844 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rölatif bir şekilde yaşarlar. Hiçbir gücün, bunu değiştirebileceği söylenemez. Böyle bir birliktelik tevhid akidesinin en etkin delilidir.
Kur'ân'ın anlaşılmasında, zaman olgusunu dikkate almak gerekir. Kur'ân öncesi dönem, Kur'ân sonrası dönemi çok daha iyi açıklayacaktır. Şunu da ifade etmek gerekir ki Kur'ân, kullandığı anahtar kelimeler vâsıtasıyla geçmişle bağlantı kurarken, geçmişin inisiyatifinde kaybolmaz. Kelimeler bağlamında geçmişe notunu vererek, şimdiki zamanda, geleceğe hazırlar. Kur'an'da her cins isim, başlangıçta bir âlemin genel adıdır. Buna göre Âdem ismi, beşerin ilk lisanına göre alınmış bir kelimedir. Bu kelimenin, Arapça olduğu, Süryani dilinde de “toprak” mânâsını ifade ettiği zikredilmektedir. Burada Âdem isminin, farklı dillerde, farklı kelimelerle ifade edildiğine değinmenin yararlı olacağı kanaatindeyiz.. Hint ve Acem tarihleri, “keyumers” veya “keyumres”, başka tarihçiler de “ceyumers” olarak kaydederler. Dilimizde ise, “beşer, insan, adam” kelimeleri bu mânâda kullanılmaktadır. En açık olan husus, Âdem isminin, beşerin ilk lisanına ait bir kelime olarak kaydedilmiş olmasıdır.4198
Kur’ân kelimelerinin hemen hemen hepsi, Arab’ın dilinde, herhangi bir şekilde kullanılmıştır. Kur’ân, zaman içerisinde bu kelimelerden anahtar kelimeler oluşturarak, farklı bağlamlarda farklı kelimeler grubu içerisinde onlara etkinlik kazandırmıştır. Yeni mânâlar yüklediği olduğu gibi, anlamını genişlettiği de olmuştur. Diğer taraftan “Allah” lafzı gibi dokunmadığı kelimeler de olmuştur. Yirmi küsur yıllık oluşum süreci içerisinde, “z-k-v” kökünden gelen kelimeler gibi, anlam bakımından geçirdiği aşamaları izlemek mümkün olanları da vardır. Söz konusu kökten gelen kelimenin Mekke dönemi kullanımı ile, “zekât” kelimesinin Medine döneminde ifade ettiği mânâ farklıdır. Ancak kelimenin asıl mânâsı ile bağını koparmadığının altı çizilmelidir.
Eski Roma’daki laicus/laik kelimesinin lügat mânâsı, ruhban sınıfının dışında kalan halk demektir. Büyük Fransız ihtilalinden sonra bu kelime, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrı tutulması anlamını yüklenmiştir. Daha sonra ise, vicdan hürriyeti, din hürriyeti, dinini istediği şekilde yaşamak gibi anlam değişiklikleri gözlenir.
Görüldüğü gibi laik kelimesinin geçirdiği değişim, kelimeyi, bir şeyin bir şeyden ayrı olması, kendi kendinelik ve karışmama gibi asıl anlamlarından söküp alamamıştır. Kilise ile halk arasında ortaya çıkan ayırım, devlet yönetiminde bir ayırıma, oradan da bireyselciliğe, yani birey açısından din ve vicdan hürriyeti ile kelimenin sosyolojik cephesi dışlanmıştır. Başlangıçta kilise ve halk kesimlerini birbirinden ayıran kelimeye yüklenen anlam, sonunda bireylerin birbirlerine karışmaması noktasına taşınmıştır. Şu halde, zamanın değiştirdiği ve farklı mânâlar yüklediği kelimeler, toplumun kültürel ve itikadî yapısındaki sosyolojik ve psikolojik değişiklikleri de göstermektedir. Bu değişikliklerle birlikte değişmeyen, varlığını ve etkinliğini her devirde gösteren kelimelerin de yaşamlarını sürdürdüğü bir hakikattir. Bu nedenle, dilde her şeyin değiştiğini söylemek oldukça zordur.
Arapların kullandığı kelimelerden bir kısmını alıp, ona yeni ve daha geniş anlamlar yükleyen Kur’ân, bu yöntemle zaman içerisinde onlardaki negatif yönleri
4198] Yazır, I, 315-316
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 845 -
ıslah gayesi gütmüştür. “Ey iman edenler râ’inâ demeyin unzurnâ deyin”4199 şeklindeki ikaz, “râinâ” kelimesinin söylenmesini yasaklayıp, “unzurnâ” kelimesinin kullanılmasını emretmektedir. Kur’ân öncesinde, birbirlerine sövmek için kullandıkları bu kelimeyi, müslümanların Hz. Peygamber’e kullandıklarını gören Yahûdiler, fırsattan istifade ile ağızlarını eğip bükerek “râinâ” demeye başlamışlardır. Gerek Yahûdilerin bu hareketi, gerekse kelimenin Arapça’da “çobanımız”, İbrânîce ve Süryânîce’de “değersizlik” anlamlarını taşıması sebebiyle dilin kullanımında ıslaha gidilmiş ve kelimelerin seçilerek kullanılması emredilmiştir.4200 Şu halde dil, ıslahta önemli bir araçtır. Islaha hizmet edecek değişiklikleri yapmak, Kur’ân’ın temel karakteridir.
Din kelimesi, câhiliye dönemindeki bireysellikten doğarak sonunda millet kavramına yaklaşmakta, onunla eş anlamlı olmaktadır.4201 Kelimenin semantiğindeki değişimde, ardışıklık ağır basmaktadır. Bu husus, zamandaşlığın temamen ortadan kalkması anlamına gelmemelidir. Bir kelime, zamandaş olarak farklı anlamları yüklenebilir. İzutsu’nun yaptığı çalışmanın en renkli tarafı, farklı işlevler, farklı ilişkiler içerisindeki kelimeleri, dönüştürme kurallarıyla, onları kendi yapısının parçaları haline sokarken, eş zamanlı yöntemin bir uzantısı olarak, art zamanın yöntem uygulamış olmasıdır. “Tâir” kelimesi Kur’ân öncesi dönemde, kuşun uçuşundan çıkarılan hayır, şer ve pay mânâsını ifade ederken4202 İranlılarda baht, talih ve nasip, Kur'ân'da ise, insanın kaderi,4203 hayır ve şerle alâkalı nasip4204 olarak anlam kazanmıştır. Semantikle alâkalı butün örnekleri çoğaltmak mümkündür. Şirk kelimesi, câhiliyede mutlak mânâda ortaklık ve ziraat ortaklığı mânâlarına gelirken, Kur’ân’da,4205 Allah’a ortak koşmak mânâsını ifade eder. Fısk, câhiliyede hurmanın kabuğundan çıkması, Kur’ân’da Allah’ın emrinden çıkmak4206 mânâsını kazanmıştır.
Kur'ân metni üzerinde yan yana duran bazı ibâreler, birbirinden oldukça farklı zamanlarda ve farklı ortamlarda inmiştir. Bu, bazen ‹Alak sûresi gibi ikiye de bölünebilir. Kur'ân kullandığı kelimeyle, bazen asırlar ötesine ait bir mânâyı gündeme getirirken, kendi döneminde, başka kelimelerin ifade ettiği mânâyı üstlenen kelimeleri de kullanır. Mevâlî4207 kelimesi siyaset, mal ve dinî işleri yerine getirme hususunda Zekeriyya (a.s.)’a halef olacak kimseleri anlatır. Onun zamanındaki örf budur. Daha sonra ise aynı kelime halef, amca, amca çocukları, dost, evlâtlık anlamlarında kullanılmıştır. 4208
Kur’an’da Zaman Kavramını İfade Eden Kelimeler
Kur’ân-ı Kerim’de “zaman” kelimesi geçmemekle birlikte, aynı anlamda “vakt” kelimesi kullanılır. Zaman kavramını ifade eden çok sayıda kelime vardır. Bu kelimeleri şöyle ifâde edebiliriz: “Yevm, Nehâr, fecr, sabah (subh), duhâ, zuhr,
4199] 2/Bakara, 104
4200] Yazır, I, 452-453
4201] İzutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsan, s. 291
4202] er-Râgıb el-Isfahânî, s. 310; İbn Manzûr, IV, 509
4203] 36/Yâsin, 18, 19
4204] 17/İsrâ, 13
4205] 7/A’râf, 173; 39/Zümer, 65; 14/İbrahim, 22
4206] 18/Kehf, 50
4207] 19/Meryem, 5
4208] Faiz Kalın, Kur’an’da Zaman Kavramı, Rağbet Yayınları: 120-126
- 846 -
KUR’AN KAVRAMLARI
asr, mesâ’, aşiyy, leyl, vakt, şehr, nesî’, sene, usbû’, ân, sâat, kıyâmet, berzah, dehr, hîn, ebed, mehil, lemhu’l-basar, tarf ve zamanla da ilgisi olan kelimeler olarak; umur, ecel, tıfl, mehd, sağîr, sabiyy, yetim, eşudd, fârid, bikr, avân, fevâk, behîra, vasîle, hâm, leben, kehl, kiber, şeyh, acûz, erzelu’l-umr, esbât.” Zamanla direkt ilgili kelimelerin Kur’an’da toplam kullanımı 1100’ü geçer.
Vakt: Değişik kullanımlarla toplam 12 yerde kullanılır.4209 Vakitlenmiş, vakitli mânâsında “mevkût”: 1 Yerde.4210 Kararlaştırılmış muayyen vakit anlamında “mîkat” (çoğulu mevâkît) toplam 8 yerde. 4211
Asr kelimesi (değişik anlamlarda) toplam 5 yerde kullanılır. Asır, yüzyıl, zaman, devir, ikindi vakti anlamında ise 1 yerde geçer. 4212
Dehr: Uzun müddet, dehr, devir anlamındadır. Kur’an’da toplam 2 yerde geçer:4213 Hîn: Vakit, müddet mânâsınadır. Kur’an’da toplam: 35 yerde kullanılır.
Gün anlamına gelen yevm kelimesi Kur’an’da toplam 474 yerde geçer. Gündüz anlamındaki nehâr kelimesi Kur’an’da toplam 57 yerde kullanılır. Tan yerinin ağarması anlamında kullanılan fecr kelimesi Kur’an’da toplam 6 yerde kullanılır.4214 Diğer farklı anlamlarda kullanılanlarla birlikte fecr kelimesi toplam olarak 24 yerde geçer.
Farklı anlamlarla birlikte toplam 45 yerde geçen subh (sabâh, asbaha) kelimesi, gündüzün başlangıç vakti olan sabah ve fecr vakti, sabahlamak anlamında toplam 29 yerde kullanılır. Kuşluk vakti demek olan duhâ kelimesi toplam 7 yerde geçer. Zuhr (Z-h-r) kelimesi, farklı anlamlarda toplam 59 yerde kullanılır. Gündüzün en aydınlık vakti, öğle vakti anlamında ise toplam 2 yerde geçer. 4215
Mesâ’: Akşam; öğleden başlayıp akşama kadar veya bir kavle göre gece yarısına kadar süren müddet anlamına gelir. Kur’ân-ı Kerim’de bu kelimenin fiil biçimi olan tumsûne kelimesi kullanılır. Akşamlamak (akşamlıyorsunuz) anlamında tumsûne kelimesi 1 yerde geçer: 30/Rûm, 17. Aşiyy: Değişik anlamlarda toplam 14 yerde kullanılır. Aşiyy ve Işâ’ Kelimeleri, Gündüzün sonu, akşam ve yatsı anlamında ise toplam 13 yerde geçer. Leyl: Gece anlamına gelen leyl kelimesi Kur’an’da 92 yerde kullanılır.
Nesî’: Câhiliye Araplarının haram ayları değiştirmesi anlamındadır. Kur’an’da 1 yerde geçer.4216
Şehr: Hilâl, ay ve senenin on ikide biri olan ay anlamında toplam 21 Yerde kullanılır. Sene: (Çoğulu Sinîn) Sene anlamında toplam 18 yerde geçer. Sene/yıl anlamına gelen “âm” kelimesi de Kur’an’da toplam 9 yerde geçer. Usbû’: Hafta anlamına gelen usbû’ kelimesi Kur’an’da geçmez. Ancak, haftanın günlerinden
4209] 7/A’râf, 187; Vakt: 15/Hicr, 38; 38/Sâd, 81.
4210] 4/Nisâ, 103
4211] 2/Bakara, 189; 7/A’râf, 142, 143, 155; 26/Şuarâ, 38; 44/Duhân, 40; 50/Vâkıa, 50; 78/Nebe’, 17
4212] 103/Asr, 1
4213] 45/Câsiye, 24; 76/İnsân, 1
4214] 2/187; 17/78, 17/78; 24/58; 89/1; 97/5.
4215] 24/Nûr, 58; 30/Rûm, 18
4216] 9/Tevbe, 37
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 847 -
cuma (cum’a) 1 yerde4217 ve cumartesi anlamına gelen sebt geçer. Sebt kelimesi toplam 6 âyette geçer.4218
Ân: Şimdi anlamına gelen ân kelimesi Kur’an’da toplam 8 yerde kullanılır.4219
Sâat: Sâat kelimesi; Saat ve kıyâmet anlamında toplam 48 yerde kullanılır. Sâat kelimesi nekra olarak (sâatun şeklinde) saat anlamında kullanılır ve Kur’an’da toplam 8 yerde geçer.4220 Sâat kelimesi, ma’rife olarak (es-sâatu şeklinde) kıyâmet günü, kıyâmet vakti anlamında kullanılır ve bu anlamda toplam 40 yerde kullanılır.
Kıyâmet: Tümü “Yevmu’l-Kıyâmeh” şeklinde ve kıyâmet günü, âhiret yurdunda herkesin amellerinin karşılığını görmesi için Allah’ın huzurunda toplanacakları gün anlamında Kur’an’da toplam 70 yerde geçer.
Berzah: Lügatta, iki şey arasındaki engel, aralık, perde anlamına gelen berzah kelimesi, Kur’an’da kıyâmet gününe kadar bâki olan dünyaya dönmelerine mâni, engel anlamında 3 yerde kullanılır.4221
Ebed: Ebediyen, sürekli anlamındadır. Kur’an’da tümü zaman zarfı olarak ebeden şeklinde ve toplam 28 yerde geçer. Mehl: Meh(i)l, mühlet vermek, süre tanımak anlamındadır. Kur’an’da toplam 6 yerde geçer. Lemhu’l-basar: Birdenbire bakıverme, gözle ânî bakış, gözün süratli bakışı anlamında olup, çok kısa vakit, bir anda olup biten şeyi (göz açıp kapayıncaya kadar zamanı) ifade için darb-ı mesel olarak kullanılır. Kur’an’da toplam 2 yerde kullanılır.4222
Tarf: (Çoğulu etrâf). Taraf, etraf, yan, uç, grup, göz, bakış, gündüzün iki ucu olan sabah ve akşam, gündüz saatleri anlamlarına gelir. Kur’an’da toplam 11 yerde kullanılır. Umur: (U-m-r kelimesi ve türevleri, farklı anlamlarda Kur’an’da toplam 24 yerde kullanılır.) Ömür ve ömür vermek, yaşatmak anlamında toplam 13 yerde geçer.
Ecel: Ecel, yani tayin edilen vaktin sonu, belirli müddet anlamında toplam 52 yerde kullanılır.
Tıfl: (Çoğulu atfâl) Çocuk anlamına gelir. Kur’an’da toplam 4 yerde geçer.
Mehd: Hazırlamak, sermek, beşik, yatak, döşek anlamına gelir. Toplam 16 yerde geçer.
Sağîr: Küçük, küçük olma, aşağılık, madden veya mânen küçük, mertebe ve kıymet itibarıyla küçüklük gibi anlamlara gelir. (S-ğ-r kelimesi) değişik kullanımlarla, toplam 13 yerde geçer.
Sabiyy: Bülûğ çağına ermemiş çocuk anlamına gelir. Bu anlamda 2 yerde geçer.
4217] 62/Cum’a, 9
4218] 2/Bakara, 65; 4/Nisâ, 47, 154; 7/A’râf, 163, 163; 16/Nahl, 124
4219] 2/Bakara, 71, 187; 4/Nisâ, 18; 8/Enfâl, 66; 10/Yûnus, 51, 91; 12/Yûsuf, 51; 72/Cinn, 9
4220] 7/A’râf, 34; 9/Tevbe, 117; 10/Yûnus, 45, 49; 16/Nahl, 61; 30/Rûm, 55; 34/Sebe’, 30; 46/Ahkaf, 35.
4221] 23/Mü’minûn, 100; 25/Furkan, 53; 55/Rahmân, 20
4222] 16/Nahl, 77; 54/Kamer, 50
- 848 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yetim: Babasız çocuk, bülûğ çağına girmeden önce babasını kaybetmiş çocuk anlamındadır. Toplam 23 yerde geçer.
Eşudd: (Ş-d-d fiili, değişik türevleriyle ve değişik anlamlarda, daha çok kuvvet, takviye anlamında toplam 102 yerde kullanılır.) Eşüdd kelimesi ise, kemal çağı ve kuvvet anlamında toplam 8 yerde geçer.
Fârid: Kocamış anlamına gelen fârid (sonu dat), Kur’an’da 1 yerde geçer. 4223
Bikr: Erkenden gelmek, gündüzün başlangıcında gelmek veya herhangi bir vakitte acele gelmek, gündüzün başlangıcı, sabah, erken, evlenmemiş genç kız (bâkire), orta yaşlı körpe inek (düve) anlamlarına gelir. Toplam 12 yerde geçer.
Avân: Orta yaşta; ne küçük ne büyük; ne çok genç, ne de çok yaşlı anlamında 1 yerde kullanılır. 4224
Fevâk: Dönüş, geri çevriliş anlamına gelen fevâk (sonu kaf ile) kelimesi, Kur’an’da 1 yerde geçer. 4225
Bahîra: Kulağı yarılmış dişi deve. Câhiliye Arapları bir deve beş batın doğurup da son doğurduğu erkek olduğu zaman, dişi devenin kulağını yararlar, sırtına yük yüklemezler, binzerler, kesmezler, sudan ve mer’adan men etmezlerdi. Buna bahîra derlerdi. Kur’an’da 1 yerde geçer. 4226
Vasîle: Câhiliye devri Araplarının tanrı olarak taptıkları putlara bıraktıkları, ikiz olarak doğan dişi deve (vesîle; sad ile); Kur’an’da 1 yerde geçer. 4227
Hâm: On nesil dölleyen erkek deveye Câhiliye Arapları hâm derler ve onu serbest bırakırlar, kesmezlerdi. Kur’an’da 1 yerde geçer. 4228
Leben: Süt anlamındadır. Kur’an’da 2 yerde geçer. 4229
Kehl: Yaşlı, kemale ermiş kişi; Otuz ilâ elli yaşları arasında bulunup saçları ağarmaya başlayan veya gençlik devresini atlatıp ihtiyarlığa ayak basan kişi anlamındadır. Kur’an’da 2 yerde geçer. 4230
Kiber: (k-b-r) kelimesi değişik türevleriyle toplam 161 yerde kullanılır. Yaşlılık, kocama anlamına gelen kiber kelimesi toplam 6 yerde geçer. Şeyh: (Çoğulu: şuyûh): İhtiyar, 50 Yaşını geçkin kimse, 50 ilâ 80 yaş arasında bulunan kimse anlamındadır. Kur’an’da toplam 4 yerde geçer. 4231
Acûz: Yaşlı, ihtiyar kadın, koca karı anlamındadır. Kur’an’da toplam 4 yerde geçer. 4232
Erzelu’l-umr: En düşük ihtiyarlık, kocamışlık hali, ömrün yaşlılık, âcizlik ve
4223] 2/Bakara, 68
4224] 2/Bakara, 68
4225] 38/Sâd, 15
4226] 5/Mâide, 103
4227] 5/Mâide, 103
4228] 5/Mâide, 103
4229] 16/Nahl, 66; 47/Muhammed, 15
4230] 3/Âl-i İmrân, 46; 5/Mâide, 110
4231] 11/Hûd, 72; 12/Yûsuf, 78; 28/Kasas, 23; 40/Mü’min, 67
4232] 11/Hûd, 72; 26/Şuarâ, 171; 37/Sâffât, 135; 51/Zâriyât, 29
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 849 -
bunama halindeki son devresi anlamındadır. Kur’an’da toplam 2 yerde geçer.4233 Yine benzer anlamda erzelûn ve erâzil kelimeleri toplam 2 yerde kullanılır. 4234
Esbât: Torunlar, kabileler anlamındadır. Kur’an’da toplam 5 yerde geçer. 4235
Sayf: Yaz anlamına gelen Sayf kelimesi Kur’an’da toplam 1 yerde geçer. 4236
Şitâ: Kış anlamına gelen Şitâ kelimesi Kur’an’da toplam 1 yerde geçer. 4237
“Sana hilâl şeklinde yeni doğan ayları soruyorlar. De ki: Onlar, insanlar ve özellikle hac için vakit ölçüleridir...” 4238
“(O takvâya erenler) ‘Ey Rabbimiz, biz iman ettik. Artık bizim günahlarımızı mağfiret et ve bizi ateşin azâbından koru’ diyenler, sâdıklar, itaatle boyun eğenler, infak edenler, seherlerde Allah’tan mağfiret dileyendir.” 4239
“Gece saatlerinde ayakta durup Allah’ın âyetlerini okuyarak secdeye kapanan topluluk” 4240
“Rabbiniz o Allah’tır ki gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arşa istiva etti (evreni yönetmek üzere tahtına oturdu). O, geceyi durmadan kovalayan gündüzün üzerine bürüyüp örter; Güneşi, Ayı ve yıldızları buyruğuna boyun eğmiş vaziyette (yaratmıştır). İyi bilin ki yaratma ve emir O’nundur. Âlemlerin Rabbi Allah, ne uludur!”4241
“Kıyâmetin ne zaman kopacağını sana sorarlar. De ki: Onun bilgisi sadece Rabbimin nezdindedir. Onun vaktini Kendisinden başka kimse açıklayamaz” 4242
“Gökleri ve yeri yarattığı günde Allah’ın yazısına göre Allah katında ayların sayısı on iki olup bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu, doğru dindir. O aylar içinde (Allah’ın koyduğu yasağı çiğneyerek) kendinize zulmetmeyin…” 4243
“Nesî’, haram ayları ertelemek, ancak kâfirlikte ileri gitmektir…” 4244
“Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da işleri (yerli yerince) idare ederek arşa yerleşendir…” 4245
“Gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde göklerde ve yerde Allah’ın yarattığı şeylerde, sakınacak bir kavim için nice ibretler vardır.” 4246
“O gün Allah hepsini bir araya toplayacak, sanki onlar gündüzün bir saatinden başka bir müddet eğlenmemişlerdir, birbirini tanıyacaklardır.” 4247
4233] 16/Nahl, 70; 22/Hacc, 5
4234] 26/Şuarâ, 111; 11/Hûd, 27
4235] 2/Bakara, 136, 140; 3/Âl-i İmrân, 84; 4/Nisâ, 163; 7/A’râf, 160
4236] 106/Kureyş, 2
4237] 106/Kureyş, 2
4238] 2/Bakara, 189
4239] 3/Âl-i İmrân, 16-17
4240] 3/Âl-i İmrân, 113
4241] 7/A’râf, 54
4242] 7/A’râf, 187
4243] 9/Tevbe, 36
4244] 9/Tevbe, 37
4245] 10/Yûnus, 3
4246] 10/Yûnus, 6
4247] 10/Yûnus, 45
- 850 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Gökleri ve yeri altı günde yaratan O’dur. O zaman Arşı su üzerinde idi. (Evreni yarattı ki) Hanginizin daha güzel iş yaptığınızı denesin.” 4248
“Sana Kıyâmet saatinden, onun ne zaman gelip çatacağından soruyorlar. De ki: ‘Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini O’ndan başkası açıklayamaz. O göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir.’ Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: ‘Onun bilgisi ancak Allah’ın katındadır’ ama insanların çoğu (bunu) bilmezler.”4249
“Gökleri ve yeri altı günde yaratan O’dur. O zaman Arşı su üzerinde idi. (Evreni yarattı ki) Hanginizin daha güzel iş yaptığınızı denesin.” 4250
“Sizi Allah yarattı, günü gelince de öldürecek; içinizden kimileri ömrün o en düşkün çağına, insanın bildiği şeyi de bilemez olduğu yaşa kadar alıkonulur...” 4251
“Göklerin ve yerin gaybı Allah’a âittir. (Kıyâmet) saatinin durumu ise, göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamandan başkası değildir.” 4252
“Gece ve gündüzü iki âyet yaptık. Gecenin âyetini sildik, gündüzün âyetini aydınlatıcı yaptık ki hem Rabbinizin lütfunu arayasınız, hem de yılların sayısını ve hesabı bilesiniz. Biz herşeyi açık açık anlattık.” 4253
“Gecenin bir kısmında da uyanıp sana özgü bir nâfile olarak o Kur’an ile bir miktar ibâdet et. Rabbin bu sayede seni en seçkin makama (Makam-ı Mahmûd) erdirecektir.”4254
“O günde sûra üflenir ve Biz o zaman günahkârları, gözleri (korkudan) gömgök bir halde mahşerde toplarız. Aralarında gizli gizli konuşurlar: ‘Dünyada on geceden fazla eğlenmediniz.’ Aralarında ne konuşacaklarını Biz daha iyi biliriz. Onların en olgun ve akıllı olanları da, o zaman “Bir günden fazla eğlenmediniz’ diyecek.” 4255
“Gecenin bir bölümünde ve gündüzün uçlarında O’nu tesbih et ki, memnun olasın.” 4256
“İnsanların hesaba çekilecekleri gün yaklaşıyor; ama onlar bu yaklaşan şeye karşı hâlâ gaflet içinde umursamazlık gösteriyorlar.” 4257
“Senden azabı çabuk istiyorlar. Allah sözünden caymaz (bir süre geciktirse de mutlaka dediğini yapar. O acele etmez). Rabbin yanında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir.” 4258
“Gecenin ve gündüzün değişmesi O’nun eseridir.” 4259
“(Âhirette Allah onlara:) ‘Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?’ diye sorar. ‘Bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık. İşte bilenlere sor’ derler. Buyurur: Sadece az bir süre kaldınız; keşke
4248] 11/Hûd, 7
4249] 7/A’râf, 187
4250] 11/Hûd, 7
4251] 16/Nahl, 70
4252] 16/Nahl, 77
4253] 17/İsrâ, 12
4254] 17/İsrâ, 79
4255] 20/Tâhâ, 102-104
4256] 20/Tâhâ, 130
4257] 21/Enbiyâ, 1
4258] 22/Hacc, 47
4259] 23/Mü’minûn, 80
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 851 -
siz (bunu dünyadayken) bilmiş (ve ona göre davranmış) olsaydınız! Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” 4260
“O, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattı, sonra Arşa kuruldu(yönetim tahtına oturdu). Rahmandır, bunu bir bilene sor.” 4261
“Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilemez.” 4262
“Onun rahmeti cümlesindendir ki O sizin faydanız için de, sükûn ve istirahat etmeniz için geceyi ve gündüzü fazlu kereminden rızkınızı aramanız için yaratmıştır. Ta ki şükredesiniz” 4263
“Haydi, akşama girerken, sabah erken Allah’ı tesbih/tenzih edin (namaz kılın). Göklerde ve yerde hamd O’nundur. Gündüzün nihâyetinde de öğle vaktine vardığınız vakitte de namaz kılın.” 4264
“Kıyâmetin ne zaman kopacağını bilmek ancak Allah’a aittir” 4265
“Gökleri, yeri ve bunların arasındakileri altı günde (devirde) yaratan, sonra arşa istivâ eden (hükmü arşı kapsayan) Allah’tır. O’ndan başka ne bir dost ne de bir şefaatçınız vardır. Artık düşünüp öğüt almaz mısınız? (Allah) Emri gökten yere tedbir eder (buyruğunu indirir, her işi düzenleyip yönetir). Sonra emir, saydığınız (yıllar)dan bin yıl kadar süren bir günde O’na çıkar.” 4266
“...(Allah’ın) kitab(ın) da öngörülmedikçe hiçbir canlının ömrü uzatılmaz ve hiçbir kimse de onu kısaltamaz...” 4267
“Allah ölümleri ânında nefisleri vefat ettirir; ölmeyenleri de uykularında; üzerlerine ölüm hükmünü verdiğini tutar ve diğerini belli bir ecele kadar salar. Düşünen bir kavim için bunda âyetler vardır.” 4268
“De ki: Siz mi arzı iki günde yaratana karşı nankörlük ediyor ve O’na eşler koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir. Arza, üstünden ağır baskılar yaptı, onda bereketler yarattı ve onda -arayıp soranlar için- gıdalarını tam dört günde takdir etti (düzene koydu). Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve arza, Gönüllü veya gönülsüz olarak (buyruğuma) gelin dedi. Gönüllü olarak buyruğuna geldik dediler. Böylece onları iki günde yedi gök yaptı ve her göğe emrini (yasalarını) iki günde vahyetti. Biz en yakın göğü lambalarla ve koruma (güçleri) ile donattık. İşte bu, o güçlü, bilen(Allah)ın takdiridir.” 4269
“Kuşkusuz Biz onu mübârek bir gecede indirdik.” 4270
“Hayat, ancak bu dünyadaki hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız; bizi ancak dehr (zamanın geçişi) yokluğa sürükler’ derler. Onların bu hususta bir bilgisi yoktur, sadece, böyle sanırlar.” 4271
4260] 23/Mü’minûn, 112-115
4261] 25/Furkan, 59
4262] 27/Neml, 65
4263] 28/Kasas, 73
4264] 30/Rûm, 17-18
4265] 31/Lokman, 34
4266] 32/Secde, 4-5
4267] 35/Fâtır, 11
4268] 39/Zümer, 42
4269] 41/Fussılet, 9-12
4270] 44/Duhân, 3
4271] 45/Câsiye, 24
- 852 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Onlar, kıyâmet zamanının ansızın gelip çatmasından başka bir şey mi bekliyorlar? Şüphesiz onun alâmetleri gelmiştir/belirmiştir. Kendilerine gelip çatınca ibret almaları neye yarar?” 4272
“Andolsun biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık, bize hiçbir yorgunluk dokunmadı.” 4273
“Onlar gecenin az bir vaktinde uyurlardı, seher vaktinde istiğfar ederlerdi.” 4274
“O, her an yaratma halindedir.” 4275
“O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’ın üzerine istivâ edendir. Yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. Nerede olursanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.” 4276
“Melekler ve ruh, mikdarı elli bin yıl süren bir gün içinde O’na yükselir!” 4277
“Ey örtüsüne bürünen! Birazı hâriç gece kalk! (Gecenin) Yarısı kadar ya da ondan biraz eksilt. Veya bunu artır ve ağır ağır (tertîl üzere) Kur’an oku! Doğrusu Biz sana (sorumluluğu) ağır bir söz indireceğiz. Gerçekten gece neş’esi/kıyâmı (kalp ve uzuvlar arasında) tam bir âhenge/uyuma ve sağlam bir kırâate daha elverişlidir. Çünkü gündüz senin uzun süre uğraşacağın şeyler vardır.” 4278
“…O sizin (gece saatlerini) hesap edemeyeceğinizi bildiği için sizi affetti. O halde Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun (ne kadar kolayınıza gelirse o kadar gece namazı kılın)” 4279
“İnsan(oğlu), var edilip bahse değer bir şey olana kadar, şüphesiz uzun bir zaman (hînun mine’d-dehr) geçmemiş midir?” 4280
“Sana kıyâmetten sorarlar: ‘Gelip çatması ne zamandır?’ derler. Onu zikretmek, ne zaman geleceğini bilmek nerede, sen nerede?” 4281
“Onlar bunu görecekleri gün sanki günün bir akşamında veya bir kuşluğundan başka durmamışlardır.” 4282
“On geceye (haccın on gecesine) yemin ederim ki” 4283
“Bin aydan daha kıymetli olan bir gecedir o...” 4284
“Asr’a yemin ederim ki İnsan, gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler istisnâdır, onlar hâriçtir.” 4285
4272] 47/Muhammed, 18
4273] 50/Kaf, 38
4274] 51/Zâriyât, 17-18
4275] 55/Rahmân, 29
4276] 57/Hadîd, 4
4277] 70/Meâric, 4
4278] 73/Müzzemmil, 1-7
4279] 73/Müzzemmil, 20
4280] 76/İnsân, 1
4281] 79/Nâziât, 42-43
4282] 79/Nâziât, 46
4283] 89/Fecr, 2
4284] 97/Kadr, 1-3
4285] 103/Asr, 1-3
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 853 -
Kur’ân, zaman kavramını ortaya koyarken varlığın yapısını, mâhiyetini, olayın meydana gelişini ve süresini dikkate alarak, bu kavramı ifade edecek kelimeleri seçmiştir. Dolayısıyla, Kur’ân’ın kullanımında zaman kavramını ifade eden kelimeler, evreni kapsayıp, varlığın kaynağına iner ve oradan pratik hayata girip işlevini icrâ ettikten sonra ebediyetle bağlantı kurar. Bu arada varlığın yapısal değişiklikleri, zaman kavramını ifade eden kelimelerin değişimine de hükmeder. Bu nedenle, Kur’an’da zaman kavramını, statik bir yapıda bulmak mümkün değildir. Söz konusu kavramı ifade eden kelimeler, konuyu anlamada daha yararlı olacağına inanıldığından, ilgili bulunduğu mânânın ağırlık noktasına göre tasnife tabî tutulmuştur. Ayrıca ele alınan kelime yerine göre dünya ve âhiret açısından, mukayeseli olarak incelenmiştir. Zaman kavramını ifade eden kelimeler, bir sürenin sınırını belirleyip ölçtüğü için, varlığın her sahasında görülmektedir. 4286
Kur’an’ın İçeriğine Ait Zaman Stratejisi
Zaman Tahlili
Tarihin belli bir kesitinde, insanlığın tamamını muhatap alan bir kitabın zamana ve mekâna hitap etmemesi düşünülemez. 5/Mâide sûresi 67; 16/Nahl sûresi 44. âyetlere göre, böyle bir mesajı tebliğ ve tebyin ile memur edilenin, zaman ve mekânda olması da Kur’ân’ın zaman ve mekânı dikkate aldığının başka bir kanıtıdır. Mekkî ve Medenî âyetlerin tahlili de bu hususu aydınlatmaktadır. Sosyolojik, kozmolojik, biyolojik, psikolojik tedrîcîliğe rağmen, Kur’ân’ın mesajında birdenlik düşünülemez. Teenniyi öğretmek, yaratma ve tedbir stratejisinin ayrılmaz bir gayesi olarak kendini takdim etmektedir. Çünkü mesajdan gaye, tevhit akidesini oluşturmaktır. 4287
İşte bu sebeple Kur’ân’ın nüzulü tedrîcî bir strateji izlemiştir.4288 İzlenen bu strateji onun uygulanabilirliğini göstermektedir. Zaman ve mekân ötesi bir kaynaktan, zamana ve mekâna hitap eden kitabın, zamanı nasıl kullandığı fevkalade önemlidir. Hemen ifade edilmelidir ki Kur’ân, hem dairesel, hem de süre dizimsel zamanı öne çıkarmakta, her ikisinin kullanım alanını belirlemektedir. Bu nedenle o, ne âdetullaha göre işleyen dairesel zamanı, -çünkü dünya hayatının tanzimi ona bağlıdır- ne de sünnetullaha göre işleyen süre dizimsel zamanı dışlar. Çünkü dairesel zaman, zaten süre dizimsel zamanı ortaya çıkarmaktadır. Dairesel zamanın ortaya çıkardığı süre dizimsel zamanın geri dönüşü yoktur. Saatin gösterdiği zaman geri döndürülemez.4289
Süre dizimsel zaman, olayların dizi olarak düzenlendiği sürekliliktir. Çünkü olaylar zamanı oluşturmaz, zamanın içinde yer alırlar. Bir işi bitiren insanın başka bir işe koyulmasını emreden Kur’ân,4290 zamanın, ilerlemeci ve düz bir biçimde kullanılmasını emretmektedir. Kur’ân, insanı sürekli takip altında tutması ile devamlı yerinde sayarak döngüsel zaman anlayışına4291 karşıdır.4292 Zamanın ken4286]
Faiz Kalın, Kur’an’da Zaman Kavramı, Rağbet Yayınları: 126
4287] Hanefî Ahmed, s. 318
4288] ez-Zerkânî, Muhammed ‘Abdul’azîm, Menâhilu’l-’İrfân fi ‘UIûmi’I-Kur’ân, Dâru’1-Fikr, Beyrut, 1996,1, 38-39, 135, 144
4289] Heidegger, 9. 29-39
4290] 94/İnşirah, 7
4291] 50/Kaf, 16
4292] Sürmeli, Mehmet, “Güneşi Tutabilmek”, Yeni Dünya, sayı: 69, Temmuz 1999, s- 39-40
- 854 -
KUR’AN KAVRAMLARI
disinden başka her şey zamanın içindedir.
Süre dizimsel zamanın, dairevi zaman gibi öznel ve nesnel iki yanı vardır. İnsan hayatının her döneminde süre dizimsel zamanı, nesnelleştirmeye çaba sarf edildiği gözlenmektedir. Zamanı algılayacak olan zihnin böyle bir zamanı nesnelleştirmesî hemen hemen mümkün değildir. Yirminci yüzyılın şartlarında yaşayan insan zihni ve değer ölçüleri ile, on beş asır önceki süre dizimsel zamanı reel olarak değerlendirmek mümkün değildir kanaati, ampirik olarak kendini hissettirmektedir. Öyleyse, süre dizimsel zamanı nesnelleştirmenin en önemli şartı, gerekli şartların oluşturulmasıdır. Aksi halde öznel şartlarla süre dizimsel zamanı nesnelleştirmek mümkün değildir. Çünkü bu durumda, doğada bir yasa olan rölativite hiçe sayılmış olur. Toplumsal nitelik kazanan bu zaman, takvim zamanıdır.
Tüm topluluklar süre dizimsel zamanı doğa olaylarının yenilenmesine dayanarak bir takvime bağlamıştır. Gündüz gece dönüşümü, güneşin görünür hareketi, ayın evreleri, iklim ve bitki örtüsüyle mevsimler bunların belli başlılarıdır.4293 Ayrıca mesafelendirme aracı olarak bir terimin zamansal olması gerekmez. Vahşilik gibi sosyoteknik bir terim, gelişim sıralamasındaki bir aşamayı göstermektedir. Hiçbir şey, bu terimi ahlaki, rölatif, pratik yöndeki anlamlarından ayıramaz. Antropolojik söylemde bu kelime, zamansal mesafelendirmeyi dile getirir. Vahşilik geçmişin bir İşareti ise, çağdaşta olabilir. 4294
Hiçbir kimse kalkıp da “vahşilik geçmişte kaldı, bugün artık böyle bir şey düşünmek mümkün değildir”, diyemez. Yani süre dizimsel zaman geçmişte vahşiliği ölçmüşse bu gün de ölçebilir. Bu noktada geleneksel zamanın,4295 geçicilik ve sonluluk yapısıyla süre dizimsel zamanın geçmiş, şimdi ve gelecek tüm zamanları kuşatarak tek zamanda, şimdide topladığı söylenebilir. Kur’ân daha çok süre dizimsel zamanın gereği olan geçmiş, şimdi ve gelecekle yakından ilgilenmektedir. Takvayı insanın önüne koyarak4296 ileriyi göstermektedir. Buna ulaşırken kullandığı zaman dairevi zamandır. Dairevi zaman, süre dizimsel zamanın vasıtasıdır denilebilir. Yani dairevi zamanı kullanarak, süre dizimsel zamanda ilerleme kaydedilmektedir. Kısaca her iki zaman anlayışı da insana hizmet ettirilen ölçüm ve değerlendirmelerdir. Bunlar konuların akışı içinde değerlendirilecektir. 4297
Geçmiş Zaman
Yaşanılan zaman sonsuz ve geriye dönüşsüz olarak akmaktadır. Hiç bir zaman akıp giden an’ı yeniden yaşamak mümkün değildir. Akıp giden zamanın varlığının felsefecilerle kelâmcilar arasında tartışma konusu olduğu, felsefe ve bilimde zaman bölümünde işlenmiştir.4298 Kelâmcıların inkâr ettiği geçmiş ve böyle bir zamanın olmayışı hususu, soyut anlamda bir geçmiş olup, bu düşünce Kur’ân’la örtüşmektedir. Çünkü Kur’ân’da da geçmiş, sadece olaylardan ibaret olup soyut anlamda olayların ve varlığın dışında, bir geçmiş veya bir dünden bahsedilmez. Yaşamın içine yerleşen yakın ya da uzak geçmişle ilgili belirleme noktaları vardır.
4293] Benveniste, s. 130, 131
4294] Fabian, s. 103-104
4295] Çüçen,s. 125
4296] 49/Hucurât, 13; 92/Leyl, 17
4297] Faiz Kalın, Kur’an’da Zaman Kavramı, Rağbet Yayınları: 343-346
4298] el-Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, II, 49-52
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 855 -
Herkes olup bitmiş olaylara, geçmişten şimdiki zamana yahut şimdiki zamandan geçmişe bakarak yorumlar. Kur'ân, geçmişi, içinde meydana gelen olaylar ve yaşayanlar açısından Önemsemektedir. Kur'ân, geçmişi reddetmeyip, ilişkileri koparmadan, tashih edici,4299 tahlilci, ayırımcı ve mukayeseci bir gözle bakmaktadır. Bu yüzden, yakınından uzağına kadar, geçmiş önemlidir. Tekvini âyetlerde, evren ve ilk insanın yaratılışı, izlenen strateji ile başlangıca işaret edilmektedir. Kur’ân’a göre, insanın, dün, bugün, yarın diye üç günü olup, dün başlangıcı ifade etmektedir.4300 İnsan, dününü öğrenmeden bir yere varamaz. Geçmiş, kitaplara imanda temel öğedir. Çeşitli süre dizimsel/doğrusal zaman anlayışlarında ilk, başka bir ifade ile kalkış noktası, başlangıçta yani yaratılışta yer almaktadır.4301
Kur’ân, mebde’de/çok uzak geçmişte varlığı ve zamanı başlatırken bunu fark edebilecek olanın, insan olduğunun altını çizmektedir. 4302
Çünkü insanın dışında hiçbir varlık geçmişi değerlendirme istidadında değildir. Bilimsel çalışmalarda bunun en önemli kanıtıdır (Hawking, Merdin, Weinberg, Davies, Bucaille'nin eserleri incelendiğinde, insanın sürekti olarak varlığı ve zamanı incelediği, bu konuda yeni buluş ve teorileri tartıştığı görülecektir). Şu halde geçmişe bakış hususunda bilim Kur'ân'dan farklı düşünmeyip, bilgi ve deneyiminde geçmişi araştırıp tahlilci bir yaklaşımla değerlendirmeler yapmaktadır. Evrenin başlangıcı konusunda yapılan yoğun çalışmalar bunun önemli delilleridir.4303 Ne bilim, ne de Kur’ân, geçmişi işe katmıyorum demiştir. Düşünce ürünü olan felsefe de geçmişi dikkate alıp ona göre yoluna devam etmektedir. Ancak kelâmcılar ve bilime göre, zaman geriye doğru sonsuzca gitmemektedir. 4304
Felsefecilerden İşrakiler (Eflatun ve taraftarları) de aynı görüştedir. Meşşâîler (Aristo ve taraftarları) ise, gelecekte olduğu gibi zamanın geçmiş yönünde de sonsuz olduğu kanaatindedirler.4305 Bu anlayışa göre, zaman ezelî olmuş olur ki, Allah’tan başkasına ezelîyet vermeyi tevhid ile uzlaştırmak mümkün değildir.
Şu halde Kur’ân, geçmişi nasıl değerlendirmektedir? Buna bakmak gerekmektedir. O muhatabının geçmişe ve geçmişin taklitçiliğine bağlanmasına karşı çıkmaktadır. Geçmişin pozitif ve negatif yönlerini göstererek; insanı geçmişe götüren bir üslupla, genel geçer kriterlerini belirleyip, ona göre değerlendirmeler yapmaktadır. Önceki dinleri ve kitapları kendisinin geçmişi sayıp4306 geçmişine sahip çıkarak, geçmişi, şimdi ile perçinler. Geçmişin fark edilememesi, psikolojik olarak insanın yaşadığı zamanı fark edememesi demektir. Kendini herhangi bir şeye kaptıran insanda da bu görülür. 46/Ahkaf sûresi 35. âyette de, inkâr edenler, âhirette, dünyada geçirdikleri zamanı böyle değerlendirirler. Azâbı gördükleri zaman, sanki dünyada gündüzün bir saati kadar kaldıklarını düşünürler.
4299] el-Câbirî, Arap Aklının Oluşumu, s. 69
4300] er-Râzî, Tefsir, VIİ, 118
4301] Dauer, s. 84
4302] 6/En’âm, 2; 9/Tevbe, 36; 7/A’râf sûresi 54; 10/Yûnus, 3; 11/Hûd, 7; 14/İbrahim, 19, 32; 15/Hicr, 26; 19/Meryem, 9; 25/Furkan, 2, 54, 59; 41/Fussilet, 21; 55/Rahmân, 14, 15
4303] Weinberg, s. 44-124; Davies, s. 31-47; Merdin, s. 254, 347-348
4304] er Râzî, el-Metâlibu’-’Aliyye mînel-’İlmi’l-İlahiyye, IV, 29, 169, 198; el-Cürcânî, Şerfıu’l-Mevâkıf, II, 49-52
4305] İbn Rüşd, Felsefe-Din İlişkileri, s. 128
4306] 2/Bakara, 4, 285; er-Râzî, Tefsir, XX, 124, 125
- 856 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sürekli geçmişi gündeme getiren Kur'ân, geçmişin ve geçmişe ait kalıntıların görülüp fark edilmesi ile geleceğe dönük hesap ve muhakemelerin daha sağlıklı olacağını amaçlamaktadır. Nitekim 6/En'âm sûresi 11, âyet bunlardan sadece bir tanesidir. 2/Bakara sûresi 275. âyette geçen selef kelimesi önce geçen demektir. İnsanın kendisinden önce geçen her şey, seleftir. Sosyolojik olarak “Ümmet-i salife”, geçmiş ümmet anlamında kullanılmaktadır. Âyette kullanılan bu ifade riba yasağı ile ilgili olarak geçmişe dönülmemesini emretmektedir. 4307
Kur’ân, geçmişi incelerken negatif bir yol izleyenlerin akıbetlerini canlı tutarak, muhatabı, aynı akıbete uğramaması için uyarır.4308 Geçmişin yok olup gitmesine göz yummaz.4309 Onu değerlendirip, pozitif ya da negatif olan sonucu sahibine yansıtır.4310 Kur'an'da uhrevi hayat açısından dünya bir geçmiştir. Hesap, ceza, cennet ve cehennem geçmişin faturasıdır.4311 İnanan insanın zamanında yerine getiremediği yükümlülükleri geçmiştir. Artık onlar kaza veya keffaret statüsünde teklif gücünü geçmişteki bir ihmalden yahut bir hatadan alırlar.4312 Bu yüzden, zamanında icra edilmeyen bîr görevin ifası veya geçmişteki bir hatanın telafisi, bazen sahibini katmerli bir şimdi ile karşı karşıya getirmektedir. Geçmişin günahlardan arındırılması hususunda kurduğu tevbe müessesesi ile, geçmişi şimdinin pozitif yapılanmasına hizmet ettirerek, psikolojik olarak bireyi ve toplumu zinde tutar. 4313
Süre dizimsel/doğrusal zamanı bu yönde kullanan Kur’ân, geçmişte işleyen kanunların gerekli şartların oluştuğu her devirde, her an işleyeceğini temel ilke olarak vurgulamaktadır. Bu mânâda geçmiş sadece bir model olarak ortadadır. Kur’ân, mesajını, yakın geçmişi olan câhiliye döneminden hareketle ortaya koyarken;4314 uzak geçmişi dikkate almama gibi bir tutuma girmemektedir. Varlığın ve zamanın başlangıcı gibi kozmik; Hz. Âdemden Hz. Peygambere kadar gelip geçen kavimler, peygamberleri ve onlarla ilgili olaylar gibi sosyolojik, hukuki ve ahlakî uzak geçmiş ile ilgili hususlar, onun en önemli tevhid vasıtalarıdır. Tecrübe kazanmak uzun zaman gerektiren bîr değerdir.4315 Kur’ân geçmişin ürünü olan olaylara ve kozmolojiye bakılıp ibret alınmasını isterken, deneyim ve tecrübe, geçmişin en önemli yaptırımı olarak kendini hissettirmektedir.
Semantik olarak ele alınan kelime ve kavramlarda Kur’ân’ın, geçmişi dikkate aldığı görülür. Diller tevkifi olmayıp, her peygamber toplumunun dili ile gönderilmektedir. Bu mânâda Kur’ân Araplara meydan okuyarak onları çok mâhir oldukları alanda susturduğu, bu konudaki duyarlılığını gözler önüne serip, gelinen noktada, geçmişin dil deneyimini seçmeci bir yöntemle kullandığı
4307] er-Râzî,a.g.e., VII, 81,82
4308] 2/Bakara, 49, 50, 59, 61, 98, 121, 146, 147, 161, 162, 170, 250, 251; 3/Âl-i İmrân, 13; 7/A’râf, 138, 141; 10/Yûnus, 13; 12/Yûsuf, 111; 16/Nahl, 116, 118; 29/Ankebût, 14; 89/Fecr, 6-14; 104/Hümeze, 1-9; Râzî, a.g.e., 111, 217; XVIII, 64
4309] 7/A’râf 176; 10/Yunus, 24
4310] 2/Bakara, 81; 5/Mâide, 38; 30/Rûm, 41; 82/Tûr, 31; 111/Tebbet, 2
4311] 2/Bakara, 3-5; 78/Nebe’, 1-5; 85/Bürûc, 10; 87/A’lâ, 10-13; 88/Ğâşiye, 1-13, 26; 95/Tîn, 4-6
4312] 2/Bakara, 196; 4/Nisâ, 92; 5/Mâide, 89; 58/Mücâdele, 4
4313] 2/Bakara, 38; 5/Mâide, 39; 6/En’âm, 54; 11/Hûd, 90; 28/Kasas, 67
4314] Özsoy, s. 91
4315] Güngör, Erol, Şahıslar Arası İhtilafların Çözümünde Lisanın Rolü, Ötüken Yay., İstanbul, 1998, s. 101
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 857 -
görülmektedir.4316 2/Bakara sûresi 104. âyette ifade edildiği gibi, geçmişin kullandığı hoş olmayan kelimeleri, güzel ve iyi olanla değiştirmektedir. Dilde ve semantik alanda gtçmişe pozitif bir değişim stratejisi ile bakmaktadır. Stratejik olarak geçmişin fonksiyonel olduğu görülmektedir. Etimolojik açıdan, 10/Yunus sûresi 24; 28/Kasas sûresi 18 ve 19. âyetlerde geçmişi ifade eden emsi/dün, 2/Bakara sûresi 198; 3/Âl-i Imrân sûresi 144. âyetlerde geçen önce çizgisel zamanın dün'e ve şimdiye kadar olan kısmıdır. Ancak, bu ifadelerin çevrinsel, başka bir ifadeyle dairevi zamandaki yeri ve değeri açıktır. Her dün, öncedir, fakat her önce, dün olmasa da geçmiştir. Bu terimler, geriye döndürülemeyen geçmiş zamanı ifade etmektedir. 4317
Sünnetullah açısından geçmişin pozitif veya negatif yapısı tekerrür edebilir. Ancak, aktörler, dekor ve sahne farklıdır. Fizikî bakımdan geçmişi geri getirmek hiç mümkün değildir. Çünkü Allah’ın koyduğu fizikî yasalar ileriye doğru işlemektedir. Bu yasalar, tersine çevrilirse zaman, geçmişe doğru işleyecektir. Yanan evin duman ve külleri, eski haline dönecek, ölen insanlar dirilecektir. Fizik, ancak teori bağlamında buna evet demektedir. Yasaları gelecekle geçmiş arasında ayırım yapmayıp, parçacıklarla, anti parçacıkların hareket yönlerinin değiştirilmesi ile, zamanın geriye yani geçmişe akacağını, teori bağlamında kabul etmektedir.4318 Fakat pratik olarak zamanın yönünü, geçmişe çevirmek mümkün değildir. Çünkü zamanın termo dinamik oku (sıcaktan soğuğa doğru tek yönde bir termik denge vardır), psikolojik oku (zihin sürekli zamanın geçtiğini hisseder) ve kozmolojik oku (evrenin büzülmeyip genişlediğini ifade etmektedir) evrenin yaratılışından itibaren, ileriye yani geleceğe doğru aktığını göstermektedir. 4319
Kur’ân ise geçmişin yaşanmasını mûcize olarak nitelemektedir. Böyle bir olayın vukuu, ba’s’i ispat bağlamında sunulmaktadır. Uzeyr’i (a.s.) yüz yıl sürecek uykusunda, bir genç olarak öldürüp, yüz yıl sonra diriltmesi, dirilttiğinde yanına koyduğu meyvelerin bozulmadığını, eşeğinin gözü önünde dirildiğini görmesi4320 geçmişe dönüşün olağanüstü bir olayıdır. Bu, evrende işleyen bir kanun değildir. Bu nedenle, zaman geçmişe doğru değil, geleceğe doğru akmaktadır. Bu olay, bir taraftan geleceği (ba’s ba’de’l-mevti) haykırırken, dünyada meydana gelişi ile de geçmişi tekrar yaşamanın, Yaşatanın dilemesi ve yapmış olmasına bağlı olduğunu göstermektedir. Bu noktada, naslar ve kaynakların ışığı altında fiziğin teorik olarak mümkün gördüğü şeyin, Kur’ân’ın kıssalar vasıtasıyla haber verdiği, fiilî olarak gerçekleşen ve belli bir zamana has mûcize olduğu görülmektedir.
Leibniz’e göre, mûcizeler de doğal olaylar kadar sistem içindedir. Ancak, mûcizeler ikincil kural olarak değerlendirilmekte ve doğa, tanrının bir”alışkanlığı” olarak kabul edilmektedir. Ona göre Tanrı, doğanın bağlı olduğu nedenden daha güçlü nedenden ötürü bu “alışkanlığını” bırakabilir. 4321
Kur’ân’a göre Allah’ın alışkanlığı diye bir şey yoktur. Çünkü alışkanlıkta
4316] İbn Kuteybe, s. 28, 29; er-Râzî, Tefsir, XIX, 63; XX, 134; İbn Cinnî, I, 259; Yazir, II, 309
4317] Dauer, s. 84
4318] Merdin, s. 118-134; Hekimoğlu-Korkmaz. s. 369
4319] Merdin, s. 133-134
4320] 2/Bakara, 259; er-Râzî, Tefsir, VII, 28; İbn Kesîr, I, 314; el-Beydâvi, I, 178; Yazır, II, 884
4321] Leibniz, s. 79-80
- 858 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendini bir davranışa kaptırıp meleke kazanma söz konusudur. Hâlbuki Allah muhtar irâdesi ile her şeyi yaratıp idare etmektedir.4322 Allah’a göre mûcizelerin sistemin içinde ve dışında bir zorluğu ve tasnifi diye bir şey yoktur. Bu yüzden, mûcizenin doğurduğu değişim anındaki yasalara sünnet-i hâssa/özel kanun denilebilir. Bu durumda geçici olarak veya o hadiseyle ilgili olarak sünnetullah değişmiş demektir.4323 Bu açıdan bakıldığında kıyâmet ve ba’s, doğanın temelindeki ikincil yasaların, başka bir ifade ile sünnet-i hâssenin devreye girmesi şeklinde açıklanabilir. Ba’s ile, geçmiş, şimdiye getirilmektedir. Bu durumda işleyecek olan yasalar, artık ikincil yasalardır. Kur’ anın ifadesine göre, ikincil yasalar devreye girdikten sonra, hiç değişmeyecektir. Hep o yasalar devam edecektir. Çünkü söz konusu yasalar, ebediyete aittir. Şöyle de denilebilir; geçmiş, geleceğin bir ön biçimlenişinden ibarettir. 4324
Varlığın gidiş seyri de bunu göstermektedir. Mebde’den itibaren bütün varlık, bu stratejinin uygulama elemanlarıdır. Tohum fidenin, fide ağaç ve meyvenin bir ön biçimlenişidir. Doğada kimse tohumdan önce fideyi veya fideden önce ağacı ve meyveyi bekleyemez. Her şey böyle bir planın işleyişinde gönüllü bir neferdir. 4325
Hadis-i Şeriflerde Zaman Kavramı
“Kendisiyle birlikte hiç bir şey yokken Allah vardı.” 4326
“Kişi kıyâmet gününde şu hususlardan sorulacaktır. Bunların cevabını vermeden hiçbir yere adım atamayacaktır. Ömrünü nerede tükettiğinden, gençliğini ne işte harcadığından, malını nereden kazanıp nerelere harcadığından, öğrendiği ile ne derece amel ettiğinden.” 4327
“İnsanların çoğu iki büyük nimetten gâfildirler: Sıhhat ve boş vakit.” 4328
“Âdemoğlu dehre söverek Bana ezâ verir; hâlbuki Ben dehr(in yaradanıy)ım. Her emir Benim elimdedir. Geceyi gündüzü Ben idare ederim.” 4329
“Sakın sizden biriniz: Vay dehrin musibetine, demesin (böyle sövmesin). Çünkü dehr ancak Allah’tır” ve “Dehre sövmeyin. Çünkü dehr ancak Allah’tır” 4330
“Zamana sövmeyin, zira zaman Allah’tır.” 4331
Şimdiki Zaman
Şimdi, bir andır. Bu anlamda zamanın en küçük kurucu öğesidir. Ne olursa olsun, sabit bir nokta değildir. Geçmişteki bütün anlar, bir zamanlar şimdiydi. Dolayısıyla, gelecekteki bütün anlar da zamanı geldiğinde şimdi olacaktır. Bu anlamda ele alındığında şimdi, zamanın tümünü kapsar. Bu nedenle şimdi,
4322] 3/Âl-i İmrân, 26; 11/Hûd, 107
4323] Özsoy, s. 165
4324] Eliade, Ebedî Dönüş Mitosu, s. 92
4325] Faiz Kalın, Kur’an’da Zaman Kavramı, Rağbet Yayınları: 346-351
4326] Buhârî, Bed’u’l-halk 1, Tevhid 22; Tirmizî, Menâkıb 74
4327] Tirmizî, Kıyâmet 1
4328] Buhâri, Rikak 1; Tirmizî, Zühd 1; İbn Mace, Zühd 15
4329] Buhârî, Tefsiru Sûre 45/1; Tevhid 35, Edeb 101; Müslim, Elfâz 1, 2, 5, 6; Ebû Dâvûd, Edeb 169
4330] Buhârî, Edeb 101; Müslim, Elfâz 4; Muvatta, Kelâm 3
4331] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, V, 299, 311
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 859 -
herhangi bir zaman parçasından daha uzundur. Sonsuza dek kendini yenileyip durur. Bunun için bir bakıma sonrasızlık demektir. Gündelik zamanda şimdi, kendini yenilerken, olgun mânâda bir şimdi, zamanın durduğu andır',4332 İlk yaratılışta an-ı daimden yola çıkan rölatif yapıdaki zaman, birtakım öncelik ve sonralıkları aşarak evrenin yapısını kuşatmıştır. Nefha-i ula/ilk üfürüş ile bozulacak olan kozmik sistem sonrasında varlık, öncelik ve sonralıklarla olgun mânâda bir şimdiye, başka bir ifade ile ebediyete ulaşacaktır. O şimdi, bu şimdiden farklı olmalıdır. Zira o şimdi, ebediyet şimdisidir. Gündelik şimdi olayları faslederken geçmiş olmaya hamiledir. Âdetâ etkin durumdaki bu yapısıyla ebediyette hak ettiği yeri alacaktır. Bu şimdide hareketten söz edilmesine rağmen; o şimdide bozulma ve sebeplerle meydana gelen değişimden söz edilemez. 4333
Cehennemliklerin derilerinde yapılan,4334 doğrudan müdahale, anlık icraatlarla yapılan değişimdir. Bu yüzden kozmik değişimden farklı bir anlam ifade etmektedir. 78/Nebe’ sûresi 23. âyette geçen ahkâb kelimesi, kozmik zaman ölçüleri ile açıklansa da asıl amaç, sonsuzluğu vurgulamaktır. Kozmik zaman ölçülerine göre dehr kelimesi ile yapılan açıklamalar, müfredi olan kelimesi dikkate alınarak yapılan açıklamalardır.4335 Âyette geçen şeklindeki çoğulu ise, duhûr kelimesi ile açıklanmış olup belli bir sonu olması gerekmez.
Müfessirler, ahkâb’ı (sonu belli olmayan zaman), ebediyet şeklinde açıklamıştır.4336 Bu ise, günahkâr Müslümanlar için cehennemde kalışın bîr sonunun olabileceğini, küfür üzere ölenlerin ise, kelimenin ifade ettiği sonsuzluk ile muhatap olduklarını gösteren bir delildir. Her biri bin sene demek olan “uhrevi gün” yaklaşımı ile hukûb kelimesinin ifade ettiği zaman, zamanın durması şeklinde anlaşılmaktadır.4337 Azap ortamında zamanın fark edilme gücü çok daha güçlüdür. Mükâfaat ortamı olan cennette zamanın geçişi belki hiç fark edilemeyecektir. Onun için, olgun mânâda şimdi, kendini bu ortamda izhar eder. Dünya hayatında, gündelik zamandaki şimdinin fark edildiği de söylenemez. Adı anıldığı andan itibaren an denilen zaman, geçmiştir. Şimdiki zamana, bir de zamanı ayırması açısından bakılırsa, gündelik zamanda, hayatın bir zarureti olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla “an”önceyi sonradan, dünü bu gün ve yarından ayırt etmenin fonksiyonel gücüdür. 4338
Kur’ân’da, geçmiş zaman da gelecek zaman da şimdiki zamana akort edilmiştir. Geçmişin deneyimleriyle her birey ve toplum, şimdiki zamanda muhataptır. Muhatap olduğu teklifin şimdiki zamanda icrası istenmektedir. Pozitif ya da negatif gelecek şimdiye bağlıdır.4339 4340
Bu nedenle, Kur’ân’ı geçmişe veya geleceğe hasretmek temelde yanlıştır. Dünyevi hayatın gereği emir ve yasaklar, şimdi olmaya mahkûm olan gelecekte
4332] Dauer, s. 84-93
4333] 2/Bakara, 25; 47/Muhammed, 15; 52/Tûr, 22, 25; 56/Vâkıa, 17; 76/İnsan, 29; Yazır, VIII, 5545
4334] 4/Nisâ, 56
4335] er-Râgıb el-Isfahânî, s. 126
4336] er-Râzî, Tefsir, XXXI, 14, 15; el-Kurtubî, XIX, 177, 178; İbn Kesîr, IV, 463; İbn Manzûr, I, 325-326; Yazır, VIII, 5542
4337] İbn Manzûr, I, 326; Dauer, s. 84-93
4338] 2/Bakara, 71, 187; 4/Nîsâ, 18; 8/Enfâl, 66; 12/Yûsuf, 51
4339] 31/Lokman, 33; 40/Mü’min, 17-33; 89/Fecr, 6-23; Çüçen, s. 125
4340] Çüçen, s. 125
- 860 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sonucunu sahibine tattıracaktır. Şimdide icra edilen pozitif veya negatif eylemin sonucu bir başka şimdide yudumlanacakhr. Yani insan, yaptığının karşılığı ile karşı karşıya geldiğinde, onun için şimdi olmuş olacaktır. İnsan, ölümünü bilmediğinden,4341 sorumluluk şimdiyedir. Şimdi, gelecekle ilgili dünyevi veya uhrevi, pozitif ya da negatif yaptırımların, çok iyi kavranıp değerlendirilmesi gayesine matuftur.4342 Zira, geçmiş zaten geçmiştir. Gelecek ortada yoktur. Var olan gerçek şimdidir. Şimdiyi gösteren saat, geçmişteki şimdilerden, şimdiki şimdiye gelmiş ve gelecekteki şimdilere doğru ilerlemektedir. Saatin gösterdiği şimdi, mekânlara göre rölatiftir. Fakat hepsi de şimdidir.
6/En’âm sûresi 142. âyette yük taşıma ve tüyünden döşek yapılma durumunda olan hayvanların bu seviyeye birden bire gelmedikleri açıktır. Onların bir geçmişi vardır. Âyette zikredilen hayvanlara ait yük taşıma ve tüylerinden yatak yapılma özelliği şimdiki zamana ait olan bir durumdur. Bu durumlarının zikredilişi ile geçmiş zaten anlaşılmaktadır. Yük taşıma ve tüyün kullanılacağı zaman da gelecek zamandır. Ayrıca, söz konusu âyette yaratmanın sürekliliğine işaret edilmektedir. Az önce sözü edilen saat, şimdiyi ölçmemekle birlikte, geleceğe hazırlık yapılan bir ölçektir. O vakte ulaşıldığında gelecek, şimdi olacaktır. Heidegger, insanın zamanı tanzimine değinirken şöyle demektedir. “İnsan geleceğe ait projelerini hayata geçirmek için geçmişe bakar, geçmişle birlikte şimdiyi tecrübe eder, böylece üç zaman dilimini şimdide yaşar”. Ona göre bu zamansallık ve geçicilik, otantik olmayan bir zaman olup, insanın ontolojik yapısında vardır. 4343
Onun için insan, şimdide geçmişi değerlendirip geleceği planlar. Kur'ân, geçmişi, şimdiyi ve geleceği birlikte zikrederken şimdinin önemini, insanın şimdi merkezli olarak yaratıldığını kavratır. Duâ bağlamında 2/Bakara sûresi 286. âyette “Rabbimiz, unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi, bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı!” diye buyurularak şimdinin önemi ve hâkimiyetiyle birlikte geçmiş ve gelecekde gözler önüne serilmektedir.4344 Sanki, insana; şimdiki duruma bir çözüm getirmek, henüz gerçekleşmemiş bir imkânı ele geçirmek için “geçmişi iyi oku, geleceğe uzan, onu şimdiye getir ve şimdiki durumu onun açısından yorumla”denilerek bir tembih yapılmaktadır. Bu anlamda şimdi, hemen geçen, saniyelik bir zaman gibi görünmeyebilir. Ancak zihindeki niyetin hızıyla yakalanabilen bir süre ile anlaşılması mümkündür.
İnsan açısından o, gelecekle ilgili ve geçmiş anıları bir araya getiren zamanın yayılımıdır.4345 Böylece, şimdinin, gündelik zaman olarak ne denli kuşatıcı olduğu ortaya çıkmaktadır. Böyle olunca an, şimdinin içinde yer almış olur. Şimdiki anı, kısmen gelecek kısmen de geçmiş4346 olarak açıklayan değerlendirme, Kur'ân âyetlerinin olayları ayırıcı kullanımına paralel gibi görünebilir. Fakat durum hiçte böyle değildir. Açık olan husus, an'ın kısmen geçmiş, kısmen gelecek olmadan
4341] 4/Nisâ, 78; 17/İsrâ, 29; 35/Fâtır, 11
4342] 2/Bakara, 123
4343] Çüçen, s. 125; Heidegger, s. 38, 39
4344] 1/Fâtiha, 5, 6; 2/Bakara, 49, 53, 165; Yazır, I, 53, 54
4345] Sherover, s. 176
4346] Dağ, “Yunan ve İslâm Felsefesinde Aristocu Zaman Görüşüne Tepkiler”, s.73
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 861 -
öte geçmiş ile geleceği birbirinden ayırıcı bir güç olmasıdır. 4347
Gelecek Zaman
Henüz ortada olmayan, ancak her bakımdan hayatın bütün yönlerini kapsayan, geçmişten alınan deneyimlerle şimdide kendisine plan ve proje hazırlattıran, gerçek olması kesin olan, sanal bir zamandır. Böyle bir zaman, sırayla şimdi olarak otantikliğini ortaya koyduktan sonra geçmişe karışmaktadır. Gelecek zaman, var oluşsallığın ilk anlamıdır. Çünkü varlık, böyle bir zamanda kendisini serimler. Bu mânâda gelecek, çizgisel zamanın ilk tarzıdır. Çünkü, henüz geçmiş ortada yoktur. Ancak zamansallık/sonlu ve geçici olmak; zamanlann birliğini olanaklı kılar. Gelecek, geçmiş ve şimdi tek bir zaman olup, bu üçlü sayesinde insanın başkalarıyla karşılaşması mümkün olmaktadır.
Kaygı ve merak zamansallığın belirgin özelliğidir. Ardışıklıkta, zamansallık ortaya çıkmaz. Ne gelecek şu andan sonra ne de geçmiş şu andan öncedir. Zamansallık bunu böyle serimler.4348 Kâinat da içindekilerle beraber zamansal olduğuna göre, her varlığın kendince bir zamansallığı ve geleceğe doğru serinlenmesi vardır, başka bir ifade ile varlık kendini gelecekte serinleme imkânına sahiptir. Böyle bir niteliği en iyi fark edebilen insandır.
Kelamcılarla bazı filozoflara göre zaman, geçmişte de gelecekte de sonsuzdur.4349 Bu anlayışa göre sonsuz zaman, sonsuz geçmiş, sonsuz gelecek demektir. Kur’ân ölçümlerinde böyle sonsuz geçmiş, yoktur. Gelecekte ebediyet sınırına varıncaya kadar devam ederek kendini ebediyete teslim etmek durumundadır. Zaman bir ölçüm ve planlama olarak, varlıkla birlikte ortaya çıktığı için, ölçümsüz ve varlıksız zaman olamayacağı, varlığın sonsuz geleceği ve sonsuz geçmişi olamayacağı açıktır. Bu anlayışta maddenin ezelîyeti gündeme gelme durumundadır ki; Kur’ân’da böyle bir zaman anlayışı yoktur.
Eski kelâmcıların bir kısmı, geçmişi ve geleceği hareket ve hatta zamanı kabul etmeyip, gelecek konusunda İbn Sînâ gibi, filozofların tutarsızlığını kendi kendileri ile çelişki içinde olduklarını, savunmakta olduklarını, ileri sürmüşlerdir. Çünkü bu kelâmcılar, varlığı ve varlığın açılımını, kabul etmektedirler. 4350
Gazâlî ise, geleceğin bize göre gelecek olduğu görüşündedir.4351 Bu yaklaşıma göre geleceğin, insan algılayışı ile bağlantılı bir husus olduğu söylenebilir. Kur’ân sorumluluk sadedinde şimdideki emir ve yasaklara imtisal ve içtinabı yakın geleceğe; ölüm, kıyâmet, âhiret, cennet ve cehennem gibi gaybla ilgili hususlara imanı, uzak geleceğe bağlarken; geleceği mutlak bir vakıa olarak, gözler önüne, koymaktadır. Ancak, insanın, gelecekte yapmakla mükellef olduğu emrin icra dairesi, şimdidir. Binâenaleyh insan, varlık olarak, gelecekte olmadığı için, onda bir şey yapma ve yapmama gücüne sahip değildir. Zamansallığı ile bu, onun nüvesindeki bir şifredir. Zamanın, geçmişten geleceğe doğru akışı, ampi4347]
Faiz Kalın, Kur’an’da Zaman Kavramı, Rağbet Yayınları: 352-355
4348] Çüçen, s. 68-71; Koyuncu, s. 8
4349] İbn Rüşd, Felsefe-Din İlişkileri, s. 128; Dağ, “Yunan ve İslâm Felsefesinde Aristocu Zaman Görüşüne Tepkiler”, s. 73
4350] el-Cürcârıî, Şerhu’l-Mevâkıf, II, 49-54
4351] Dağ, “Yunan ve İslâm Felsefesinde Aristocu Zaman Görüşüne Tepkiler”, s. 73, 84; krş. Zig-Zag Group, s. 52. 1457 Zig-Zağ Group, s. 52
- 862 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rik olarak kanıtlanamadığı 1457 şeklindeki açıklamalar, soyut zaman anlayışına göre yapılan değerlendirmelerdir. Çünkü insan, evrenin kozmik yapısında, gerek gündelik zamanda, gerekse dairevi zamanda, ampirik olarak geleceği fark etmektedir. Tohumda ve nudfede kuvve halinde bulunan gelecek, toprağa veya rahime atılmasıyla işlemeye, şimdi, geçmiş olmaya başlamaktadır. Dolayısıyla batan güneş, doğan yıldız ve çöken karanlık, geleceğin habercileridir. Fizikte de zamanın, geleceğe aktığının birtakım yasalara bağlı olarak işlediğine; geçmiş zaman başlığı altında işaret edilmiştir. 4352
Kur’ân bağlamında gelecek zaman, pek mühimdir. Fizik ve metafizik âlemi kuşatır. Kur’ân, fizikî âlemde işleyen gelecekle, metafizik âiem için istişhatta bulunur.4353 Dünyevi hayat için, geleceğin önemli bir strateji olduğunu ve gereğinin yerine getirilmesini öğütlemektedir. Aksi halde mağduriyet ve ceza söz konusudur.4354 İbadet, hukuk ve ahlaki bağlamda gelecek, hayatın temel stratejik basamaklarından en önemlisidir. 4355
Kur’ân, azap ya da mükâfaat inancıyla metafizik bir gelecek olan âhiret hususunda insanı uyarmaktadır.4356 2/Bakara sûresi 4 ve 5. âyetlerden anlaşıldığına göre, Kur’ân, böyle bir geleceğe inanmayı, imanın ve kurtuluşun temel öğelerinden saymaktadır.4357 80/Abese sûresi 15 ve 16; 82/İnfitâr sûresi 5. âyetlerde ise, geleceğe ait vesikaların şimdi de, yani dünyada tutulduğunun altını çizmektedir. 21/Enbiyâ sûresi 52-54; 23/Mü’minûn sûresi 51. âyetlerde böyle bir geleceğin, çok daha iyi olması için, şimdide zapt edilen şeylerin çok iyi olması gerekmektedir. Şimdiye etki edip gelecekte de sonuç verecek olan geçmişin, iyi okunması gerekmektedir. Geçmişten gelen negatif etki -ataların bozuk itikatlarının etkisi gibi- yüzünden, geleceğin, tarumar edilmemesini tembihlemektedir. 4358
Heidegger’e göre gelecek için plan ve proje üretmek, varlığın ontolojik yapısına konulmuştur. Otantik olan bu yapı, plan ve projelerini otantik olmayan geiecek için yapmaktadır.4359 Filozofların zaman tarzları dediği bu zamana Kur’ân bağlamında, sünnetullahın ifade ettiği zaman denilebilir. Böyle bir zaman global bir yapıya sahip, olaylara bağımlı olan, olayların tekerrürüyle tekrar edebilen hangi hareketin ne şekilde ve ne zaman yapılacağı tamamen ilgili olaya bağiı olan bir zamandır. 7/A’râf sûresi 204. âyette “Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin” diye buyrulurken dinleme ve susmanın Kur’ân okunduğu zaman yapılması gereken işler olduğu, Kur’ân okunmanın, mutlak bir zamanı olmadığı görülmektedir. Dikkat edilirse, âyette emredilen husus her halükarda gelecek yüklü bir ifadedir. Ancak bu ifade, kozmolojik olmayan geleceği belirleyen bir emirdir. Zira Allah, şu sene, şu ay, şu hafta veya şu gün demeyip “Kur'ân okunduğu zaman” demektedir. Bununla, dairesel zamanın herhangi
4352] Merdin, s. 133, 134
4353] 22/Hacc, 18; 78/Nebe’, 14-18; er-Râzî, Tefsir, XXIII, 56
4354] 4/Nisâ, 95; 5/Mâide, 38, 39, 45, 89, 95; 17/İsrâ, 29; 54/Kamer, 26; 68/Kalem, 5; er-Râzî, a.g.e., XXX, 72
4355] 2/Bakara, 184,187; 4/Nisâ, 103; 77/Mürselât, 11; İbn Kuteybe, s. 74-75, 135; er-Râzî, Tefsir, V, 98, 99; VI, 125; XI, 23. 24; Yazır, I, 656; II, 731
4356] 2/Bakara, 228, 234, 282; 4/Nisâ, 20, 21; 65/Talâk, 2, 3; İbn Kuteybe, s. 74-75, 135; er-Râzî, Tefsir, V, 98-99; VI, 73-93, 125; XI, 23, 24 Yazır, I, 656; II, 731
4357] 2/Bakara, 25; 6/En’âm, 40, 41
4358] 47/Muhammed, 8, 9
4359] Heidegger, s. 31-38
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 863 -
bir bölümünde, gelecekte vaki olabilecek bir okuma kastedilmektedir. Bu süreyi kapsayan dairevi zaman, kozmolojik geleceğin her anında yer alabilir.
Bu yüzden, söz konusu emirle muhatap olma, kozmik zaman hesaplamaları ile önceden belirlenmiş bir gelecek değildir. Yine 16/Nahl sûresi 91. âyette, “antlaşma yaptığınız zaman” 6/En’âm sûresi 68. âyette, “âyetlerimiz hakkında (münasebetsizliğe) dalanları gördüğün zaman” gibi emirler de aynı anlamda ele alınabilecek yapıdadır. Böyle emirlerin geçmiş, şimdi ve geleceği yoktur. Geçmiş için geçerli olan bu emir, şimdi ve gelecek için de geçerlidir.
Kur’ân, nüzulünden kıyâmete kadar her an, gelecekteki rotayı belirleyen bir yapıya sahiptir. Hedefi belirlenmiş bir okun geleceği, yaydan çıktığı zaman, belirlenmiş demektir. Küfrün geleceğini, ödüllerle donatılmış bir hedef olarak beklemek, eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu şekilde beklemek, ihtimale kalırsa; Allah’ın gelecekte nasıl davranacağı belirsiz olur ki, gerçek durum tam tersi bir yapıdadır. Allah’ın gelecekte nasıl davranacağı kesin olup, Allah tarafından bu hususta insanlara söz verilmiştir.4360 İmtihan hikmeti ile uyuşan da budur. Söz verip başka türlü davranmak; temel ilkesi adâlet olan yaratıcının şanına ve imtihan anlayışına aykırıdır.4361 âyetler, gündelik zamanda ictinab ve imtisalı;4362 âyetler tevbeyi;4363 âyet v’ad ve va’idi; 4364 âyet korkuyu;4365 âyetler ümit ve müjdeyi;4366 âyet emaneti;4367 âyet intikam4368 ifade ederken kullandıkları yahut kastettikleri zaman, hep gelecektir.4369 âyetlerin ortaya koyduğu kozmolojik yapıdaki kıyâmet sahneleri, oluş mahiyeti farklıda olsa bugün fiziğin sözünü ettiği ve benimsediği bir gelecektir. 4370
Böyle bir gelecek hakkında Heidegger, “ölümle birlikte olmakla herkes, herkesin aynı düzeyde olabildiği “nasıl”a, hiç kimsenin farklı olmadığı olanağa, her türlü ne’nin toza karıştığı “nasıl”a gelmiştir” demektedir. Ancak bundan sonra gelecek olan geleceğin kanunları farklıdır. Kozmik zamanı ölçen ölçekler artık işlememektedir. Artık, geleceği ölçüp plan ve proje yapmaya yarayan saat yerine farklı bir saat, başka bir ifade ile olayların ölçtüğü bir saat vardır. Âhiret kavramı, Kur’ân’ın diyalektiği açısından, içinde bulunduğumuz anın ardından gelen zaman ve içinde bulunduğumuz boyutun üstündeki boyut, mutlak anlamda daha sonrası şeklinde ifade edilebilir. Şu anki boyut ve an, ne olursa olsun, onun bir sonrası vardır. Âhirete iman, en geniş anlamıyla hayatın ve oluşun sürekliliğine imandır. Her an bir önceki ana göre âhirettir. İnsan, bu âhiretler serisinden her birinin hesabını vermek durumundadır. Bu dünyada, gelecek için hazırlık söz konusudur. Gelecek bu gün görünmez, yarın görünür. Bu günün akılla var kabul edileni/gayb yarının duyu organları ile fark edileni olabilir.
4360] Özsoy, s. 132
4361] 2/Bakara, 188, 238; 4/Nisâ, 2, 6; 7/A’râf, 31; 30/Rûm, 31; 42/Şûra, 13
4362] 11/Hûd, 90; 9/Tevbe, 104; 66/Tahrîm, 8; 85/Bürûc, 10; 49/Hucurât, 12.
4363] 2/Bakara, 286
4364] 53/Necm, 62
4365] er-Râzî, Tefsir, IX, 27, 78; 4/Nisâ, 123; 30/Rûm, 46.
4366] el-Buhârî, Merdâ, 2, 3; er-Râzî, Tefsir, XI, 42; XXV, 115; 33/Ahzâb, 72
4367] er-Râzî, Tefsir, XXV, 202; 5/Mâide, 95
4368] er-Râzî, a.g.e., XII, 81
4369] 14/İbrahim, 48; 81/Tekvîr, 1-5; 84/İnşikak, 1-3
4370] Davies, 3. 7-145; Hawking, s. 25-162; Dauer, s. 87-88
- 864 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Dünya, şu andaki görünenden, gayba intikal etmiş olan geçmiş ile, gaybdan görünene intikal edecek olan gelecek zincirleri arasında göze batan yegane halkadır. 4371
Kur’ân’ın âhiretle ilgili tesbitleri incelendiğinde şu sonuçlara ulaşılabilir. Her sonraki an, bir öncekinden daha ileri ve üstündür. Çünkü hayat, geçmişe adım atmaz. Gidiş sürekli geleceğe, iyiye ve güzeledir. Bundan çıkabilecek sonuç şudur. Sonsuz sayıda âhiret vardır. Çünkü, insanın ve oluşun tekâmül aşamaları sonsuzdur.
Kur’ân, âhiretle insanlığın hesap gününü kastetmektedir. En geniş anlamıyla âhiret, ölümden sonraki hayat demektir. Kur’ân olaylardaki öncelik sonralık durumuna göre, oradaki geleceği sunmaktadır. 79/Nâziât sûresi 6-7. âyetlerde geçen râcife/sura birinci üfürüş, râdife/sura ikinci üfürüş; 84/İnşikâk sûresi 5-10; 9/Zilzâl sûresi 2-6. âyetlerde haşr, neşre; hesab haşre göre birer gelecektir. Ebed kelimesinin ifade ettiği kesintisizlik ve sonsuzluğa kadar yevm, olayların zaman sınırını, yani süresini belirlemektedir. Âhiret bağlamında da olayların süresini belirleyen yevm, geleceği ifade etmektedir. Ebediyet ise, sonsuz ve aralıksız bir gelecektir. Ebediyetin kemalatında geçmiş, şimdi ve gelecek tevhidin ta kendisidir.
Kozmik anlamda gelecek, değişim demektir. Ebediyet de kozmolojik anlamda bir değişimden söz edilemez. Ancak terfii dereceye varan değişimlerin yaşanacağı bir mekân ve makamlar âlemidir. Ebediyet, uhrevî hayatın kıvam noktası olmalıdır. Sistem olarak âhiret, süreklilik arz etmeseydi son anlamını taşıyabilir miydi? Sonsuzluk, zamanın doğasında yatmaktadır. Yoksa sahip olduğu uzam sayesinde değildir.4372 Bu noktada doğasında sonsuzluk bulunan zamanın, uzamında sonsuzluk bulunmayan zamandan çok farklı olduğunu vurgulamak gerekmektedir. Sorumluluğun olmadığı âhiret hayatında, dünyevî anlamda gelecek anlayışının olmasına gerek de yoktur. Çünkü kozmik yapıdaki zamanın gelecek tarzı sorumluluğun ve doğanın gereğidir. Plan ve projeler ise doğanın sorumluluğun ifasına hazırladığı, geleceğe hizmet eden bir zemindir. 4373
Tedrîcîlik
Varlık stratejisi incelenirken Kur’ân âyetlerinin ışığı altında varlığın yaratılışı ve hayatın işleyişinde, tedrîcîliğin temel bir kanun olduğu ortaya konulmaya çalışıldı. Tekâmül kanununun da tedrîcîlikle gerçekleştiği bilinmektedir.4374 Başta insan olmak üzere, bütün varlığın tedrîcen tekâmül ettiği ampirik bir realitedir. Dânenin bir anda başak, fidenin bir anda meyve verdiğine, kozmik olarak zamanı ölçen hilâlin bir anda dolunay olduğuna beşer tarihi tanık olmamıştır. Bu yüzden tedrîcîlik, kâinatın temel yasalarından biridir. Kâinatın kıdem ve ezeliyeti yahut bir anda yaratılışına dair fikirler, terbiye ve akla uygun düşmediğinden çürütülmüştür. 4375
Nübüvvet ve vahiydeki son nokta tedrîcîlik ile konulmuş ve kemâlât ispat edilmiştir. Kur'ân'a göre sorumluluk, kulluk ve tekâmül bu kanunla gerçekleşir.
4371] Öztürk, s. 31,146
4372] Wittgenstein, s. 55; Dauer, s. 86-87
4373] Faiz Kalın, Kur’an’da Zaman Kavramı, Rağbet Yayınları: 355-361
4374] Yazır, I, 67; Ülken, İslâm Düşüncesi, s. 171
4375] Yazır, I, 64-65
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 865 -
Sorumluluk, itikatla başlayıp amel ve muâmelâtla yoluna devam ederken, bireysel ve toplumsal anlamda, psikolojik ve sosyolojik olguların gerçeğini dikkate alarak gelişmesini sürdürmektedir.
Kur'ân'ın nüzul stratejisinin muâmelâttan itikada yahut hepsine birden gitmesi beklenemez. Mekkî ve Medenî âyetler incelendiğinde bu görülecektir.4376 Nitekim 48/Fetih sûresi 29. âyetin teşbih yoluyla bir toplumun oluşup gelişme stratejisini -filizin yarıp çıkışı ile git gide büyüyerek başaklara ulaşıp güçlenmesini- sunarken tedrîcîliğin temel ve şaşmaz ilke olduğunu vurguladığı çok açık olarak görülmektedir. 2/Bakara sûresi 286. âyette sorumluluğun güce göre oluşu gerçeği; hac ve zekât gibi mâlî ve hem mâlî, hem de bedenî ibâdetlerde, güce paralel olarak sorumluluğun artacağını gözler önüne sermektedir. Öyle ise, sorumlulukta tedrîcîlik, hayatın bir realitesidir.
Nüzulünde ve okunuşunda4377 tedrîcîliği esas alan Kur’ân, itikatla işe başlayarak, tevhid akîdesine ulaştırdığı bireye ve topluma, yine aynı strateji ile emir ve yasaklarla ilgili teklifini sunarken, zemin ve istidadı geliştirerek yürümektedir. 1/Fâtiha sûresi 1. âyetin tefsirinde sözü edilen terbiye, bir şeyi kademeli olarak tedrîcî bir yöntemle kemâlâta eriştirmektedir. Bunun eseri tekâmül ve istifa olduğu ve olacağı, Allah’ın bir kanunu olarak her yerde, her an görülmektedir.4378 31/Lokman sûresi 13-19. âyetler arasında Lokman’ın (a.s.) oğluna verdiği öğütte, itikattan başlayıp, amel ve ahlâkî ilkelerle devam etmesi, strateji itibarı ile tedrîcîliktir. Pedagojik formasyona sahip bir yaklaşım olarak değerlendirilebilecek bir başka yanı ise, muhâtabın eğitim düzeyindeki yönü ile paralellik arz etmesidir. Nitekim Hz. Peygamber’in sünnetinde de terbiyenin, tedbirler, yaş ve tatbikat safhalarına göre ele alınması da aynı gerçeğin altını çizmektedir.4379 Çocuk bulûğ çağma erdiği zaman, namaz4380 ve birtakım emir ve yasaklar4381 emredilir ki; çocuk bunlara alışsın. Bulûğ çağına erince de bunları yapmak, çocuğa kolay gelsin. 6/En’âm sûresi 54; 66/Tahrîm sûresi 6. âyetlere göre küçük yaşta bunlar yapılmadığında büyük yaşta bunları yapmanın son derece zor geleceğine işaret edilmiştir. 4382
Kur’ân’daki tekrarların sözü tekid etme, iyice anlaşılmasını sağlama gibi hikmetleri de süreklilik ve tedrîcîlik olarak bir stratejik yapıya sahiptir. Tasavvuf erbâbının mücâdele planı,4383 21/Enbiyâ sûresi 57- 67. âyetlerde, Hz. İbrahim’in kavmine, puta tapmanın yanlışlığını göstermede izlediği yol, ibâdetlerin edâ stratejisi,4384 29/Ankebût sûresi 3; 67/Mülk sûresi 2. âyetlerde insana verilen ömür,4385 hep tedrîcîliği ifade etmektedir. İmtihan açısından, böyle bir stratejiye itiraza mahal kalmadığı gibi, yeterli fırsatın verildiği de açıktır.
Kur’ân, tedrîcîliği, yasak koyarken de uygulamaktadır. 2/Bakara sûresi 219;
4376] ez-Zerkânî, I, 32, 38,136-148
4377] 17/İsrâ, 106
4378] Yazır, I, 64-65
4379] er-Râzî, Tefsir, XXXII, 146
4380] Tirmizî, Salât 299
4381] 24/Nûr, 59
4382] er-Râzî, Tefsir, XXIV, 27
4383] el-Kuşeyrî, s. 193-196
4384] Yazır, I, 628
4385] er-Râzî, Tefsir, XXI, 68, 126; XXV, 26-27
- 866 -
KUR’AN KAVRAMLARI
4/Nisâ sûresi 43; 5/Mâide sûresi 90 ve 91. âyetlerde içki yasağının üç aşamada geçekleştiği görülmektedir.4386 2/Bakara sûresi 106. âyette bir hükmün kaldırılması yahut daha iyinin getirilmesi anlamına gelen nesh, bir gelişme ve değişimi ancak tedrîcîlik ile getirmektedir.4387 Kur’ân’da geçen ilim, tecrübe, ıslah, dâvet, halk, ticaret, sa’y ve ihsan gibi birçok kavram, tedrîcîlik; saat, azâb, kıyâmet, ba’s, helâk, mevt, fena, mûcize vs. ise ân ifade etmektedir. Tedrîcîlik ifade eden kavramlar, dünyayı imar ederken, diğerleri hayatı yok etmektedir. Asırlarca süren çalışmalarla kurulan medeniyetler, bir anda yokluğa mahkûm olmaktadır.4388 Aklî gelişme, medeniyetin ilerlemesi, ekonomik kalkınma, siyasî yönde belli bir güce ulaşma ve zayıflama tedrîcîlik arz etmektedir. 4389
Buna göre, dünyanın devamı, huzur ve refahı tedrîcîliğe bağlıdır. Yıkımı ve harâb olması ise, göz açıp kapama yahut daha kısa bir zamanda olup biten bir olaydır. Uhrevî olaylar def’atendir. 11/Hûd sûresi 108; 16/Nahl sûresi 96; 38/Sâd sûresi 54; 56/Vâkıa sûresi 20 ve 21. âyetlerde zikredilen uhrevî nimetler sürekli olup, kesinti söz konusu değildir.4390 56/Vâkıa sûresi 7-10. âyetler arasında zikredilen mukarrebûn, sâbikûndandır. Mukarrebliğin dereceleri vardır. En ileri derecede olanı sâbikûndur. Ashâb-ı yemîn daha cennet yoluna yeni yönelmişken, sâbikûn cennete iyice yaklaşmıştır. Hareket ve yükselme sona ermez. Allah’a doğru yapılan yolculuğun ve yükselmenin nihâyeti yoktur. 4391
Cennet için sözü edilen somut olayların def’atenliğinin ötesinde, manevî bir yükselişin sürekliliğe göre işlediği söylenebilir. Bu süreklilikteki tedrîcîlik, kozmik sistemdeki tedrîcîlik gibi kesintili değildir. Zira kozmik sistemin maişet, beşerî duygu ve ihtiyaç ve teklif yönleri sürekliliğe müsait değildir. Âhiretteki ebedî hayatın da iki cephesi vardır. Bir cephesinde; nimetleri, meyveleri ve hûrileri ile fizikî yapıyı anımsatan, ancak bu nimetler özellikleri itibarı ile değişmeyen, bozulmayan, tedrîcen değil, def’aten var edilen, kesintisiz ve süreklilik gibi nitelikleri ile fizikî yapıdan farklıdır. Diğer cephesinde ise sâbikûndan mukarrebûna yolculuk, sürekli bir hareket, kesintisiz bir işleyiş ve yükseliştir.4392 Âdetâ cennet bir istasyondur. Burada süreklilik kazandıran besinler ve kesintisi olmayan nimetlerle mü'minler donatılarak Allah'a giden yollarına kesintiye uğramadan devam etmektedirler. Bu yolculuğu kesintiye uğratacak hiçbir sebep söz konusu değildir. Böyle bir atmosferde, insan için kesintisiz olan bir yükseliş, çıkış noktasına varış ve tekrar cennette yükseldiği yere dönüş, oradan tekrar çıkış noktasına yükseliş devam edip gider diye değerlendirilebilir. 4393
Planlama
Planlama, bir işi zamanında yapmak, zamanı gelmeden yahut zamanı geçtikten sonra, yapmamak demektir ki, buna, zamanlama da denilebilir. Buna
4386] ez-Zerkânî, I, 73; Yazır, II, 760-764
4387] er-Râzî, Tefsir, III, 205-210; XX, 93; Yazır, I, 460
4388] Needham, Joseph, Doğulu İnsan ve Zaman, İz Yay., İstanbul, 2000, s. 39
4389] el-’Âfi, s. 11-39
4390] er-Râzî, Tefsir, XX, 89; XXIX, 134
4391] er-Râzî, a.g.e., XXIX, 128
4392] er-Râgıb el-Isfahânî, s. 222, 398-399; er-Râzî, Tefsir, XXIX, 128; el-Kurîubî, XVII, 130; İbn Kesîr, IV, 283
4393] Faiz Kalın, Kur’an’da Zaman Kavramı, Rağbet Yayınları: 361-364
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 867 -
göre, tedrîcîlik de bir planlamadır. Ancak planlamada nev-i şahsına münhasır ayarlamalar söz konusudur. Çünkü planlama def’aten icrâ edilen olaylar için de söz konusu olabilir. Böyle bir olayın, günün belli bir vaktinde gerçekleşmesi, dakik bir stratejiyi ortaya koymaktadır.
Zamanla korkutma yönteminde maksat, sözü edilen vakitte gerçekleşecek olan olaydır. Korkutmak için seçilen zaman, hep gelecektir. 54/Kamer sûresi 26. âyette “yarın onlar yalancı ve küstahın kim olduğunu bilecekler.” 78/Nebe’ sûresi 4, 5; 102/Tekâsür sûresi 3 ve 4. âyetlerde gelecekle verilen korku, ıslahta bir stratejidir. Dünyevî bir felâket için, 7/A’râf sûresi 4. âyette zikredilen gece yahut kaylûle vakti yahut 5/Mâide sûresi 51, 53; 11/Hûd sûresi 81; 15/Hicr sûresi 66, 73, 83; 18/Kehf sûresi 41, 42; 23/Mü’minûn sûresi 40; 26/Şuarâ sûresi 60; 49/Hucurât sûresi 6; 54/Kamer sûresi 38 ve 68/Kalem sûresi 21. âyetlerde zikredilen sabaha çıkma vaktinin seçilmiş olması, son derece dikkatle yapılan bir ayarlamanın ürünüdür. Zira bu vakit, uykunun ağırlığını hissettirdiği için ansızlığa, hazırlıksız oluşa işaret etmektedir. 4394
Uyku ile birlikte gece karanlığının insandaki biyolojik ve psikolojik dağınıklığı, böyle bir felâketin fizikî şartlardaki yıkım gücünü çok daha artıracaktır. 3/Âl-i İmrân sûresi 121 ve 100/Âdiyât sûresi 3. âyetlerde belirtilen sabahın giriş vakti, düşmana saldırı için çok büyük öneme hâizdir. 15/Hicr sûresi 65. âyette felâketten kurtuluş için bulundukları yeri terk etme vakti olarak gecenin belli bir ânının seçilmiş olması,4395 17/İsrâ sûresi 1. âyette belirtilen isrâ ve miraç olayının gecenin bir ânında gerçekleştirilmiş olması,4396 zaman seçimi konusunda olayın keyfiyeti ile mütenâsip, stratejik açıdan önemli mesajlar vermektedir. 6/En’âm sûresi 31, 44, 47 ve 7/A’râf sûresi 95. âyetlerde zikredilen bağteten kelimesi, normal planın dışında ansızın, birden bire meydana gelen sürpriz bir gelişmedir.
İlgili âyetler incelendiğinde, görülecektir ki bu ansızlık, azâb yahut kıyâmet için kullanılan bir yöntemdir. Beklenmeyen olayın vuku bulduğu bu an, zarar verme yöntemidir.4397 Bu tür olaylarda, hızın beşer ölçümlerinin çok ötesinde oluşu, olaya artı bir zaman kazandırmaktadır.4398 Bir başka ifade ile ansızlıkta hız, stratejinin ayrılmaz parçasıdır. Ansızlık, gücün ve kahrediciliğin, muhâtabına fırsat tanımamanın yöntemidir.
Olaya göre, vakit seçmek çok mühimdir. Ashâbın, tevbe için seher vaktinde namazı takip eden zamanı seçmesi4399 dikkat çekicidir. Planlamada, öncelik ve sonralık da ayrı bir önem ifade etmektedir.4400 Çünkü önce yapılacak iş sonraya, sonra yapılacak iş önceye alınırsa; randevuya önem verilmeyip sonra yahut erken yahut hiç gidilmezse yapılacak işte sıkıntıya kapı aralanmış demektir. 35/Fâtır sûresi 10. âyette güzel sözün Allah’a ulaşabilmesi için, salih amelin önceliğinin gerekli olduğuna işaret edilmektedir. Makbul olabilecek bir tevbe, pişmanlıktan
4394] er-Râzî, Tefsir, XIV, 18; Bintu’ş-Şâti’, I, 142
4395] İbn Kesir, II. 554; el-Â!ûsî, XIV, 70
4396] İbn Kesîr, III, 2-24
4397] Dağ, “İslâm Felsefesinde Aristocu Zaman Görüşü”, S. 112
4398] Atkinson, Jackualine, Zamanı Yönetme Sanatı, trc. Cem S. İslâm, Nehir Yay., İstanbul, 1997, s. 131
4399] İbn Kayyım el-Cevziyye, et-Tibyân fi Aksâmi’l-Kur’ân, s. 370
4400] Atkinson, s. 77-78,214
- 868 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sonra,4401 can boğaza gelmeden önce4402 yapılmalıdır. 2/Bakara sûresi 280 ve 94/İnşirah sûresi 5. âyetlerde zorluğun kolaylıktan, 10/Yûnus sûresi 102, 103 ve 11/Hûd sûresi 2. âyetlerde korkutmanın ümitlendirmeden önce zikredilişi de böyle bir stratejik hassâsiyeti ortaya koymaktadır. Evrenin yaratılışı ve devam eden düzenin işleyişi,4403 28/Kasas sûresi 71, 72; 40/Mü’min sûresi 61 ve 78/Nebe’ sûresi 10 ve 11. âyetlerde gece ve gündüzün insan hayatındaki önemi,4404 44/Duhân sûresi 3. âyette Kur’ân’ın gece nâzil oluşu, varlıkların yaratılışında işleyen sürenin rölatif oluşu, dakîk bir planın ayrılmaz parçalarıdır. Normalde bir anne, yavrusunu dokuz ay on gün karnında taşırken, kuluçkaya yatmış bir tavuğun altından yirmi bir günde civcivler çıkmaktadır. Diğer hayvan ve bitkilerde işleyen daha farklı zaman ölçümleri buna göre değerlendirilebilir.4405 İnsan doğayı keşfederken, doğadakileri zaman sırasına koymasıyla, doğal nesnelere dayalı kamu zamanını bulmuştur. Güneş doğduğunda kalkma zamanı olduğunu4406 ampirik olarak fark etmiştir.
Kur’ânın, âhiret hayatına yönelik emir ve tavsiyeleri ile uzun vâdeli, dünya için yaptığı tavsiyelerle kısa vâdeli stratejiler söz konusudur. Ayrıca dünya için kendi bağlamında, günlük namazlar gibi kısa vâdeli; Cuma ve bayram namazları gibi orta vâdeli; zekât, oruç ve hac gibi uzun vâdeli stratejilerle insan ve toplum hayatını tanzim eden, pozitif planlamadır. Zekâtın bir yılın sona ermesi ile farz olduğu, bunun ise rölatif aynı zamanda global bir süre olduğu açıktır. Yani söz konusu malın üzerinden bir yıl geçmesi, herkes için geçerli global, sürenin bitiş zamanının herkese göre değişmesi ise, rölatif olan bir niteliktir. Böyle bir planlamada, farzın yerine getirilişinde sınırlayıcı bir süre söz konusu olmamakla beraber, yerine getirilmediğinde sâkıt olması söz konusu değildir. Haccın süresinin global ve sınırlı, belirlenen zaman zarfında yapılması, aynı yıl içerisinde tekrar böyle bir zamanın olmaması, namazlarda farziyetin vaktin evveli ile terettüp ettiği, vaktin ilerleyen zamanlarında da namazın îfâsına fırsatın olduğu çok dakik ayarlamalardır.
Kur’ân’ın sunduğu stratejide global planlamalar da vardır. Böyle bir planda stratejiyi olaylar ve şartlar oluşturmaktadır. 2/Bakara sûresi 14-16. âyetlerde, negatif tarafta bulunan münâfıkların, mü’minler ve şeytanları ile karşılaştıklarında farklı söylemde bulunmaları, sonuç itibarı ile zararla sonuçlanan bir plandır. 3/Âl-i ‘İmrân sûresi 72. âyette zikredildiğine göre, münâfıkların stratejisi, sabahleyin görünüşte inanıp akşamleyin inkâr etmektir. Çünkü, sabahla başlayan insan hayatındaki canlılık ve dünya işleri, günün sonunda bitmektedir. Dünyevî işlerini gören münâfıklar, akşamın karanlığı gibi küfürlerini izhar etmektedirler. Bu yüzden bu planla nifak arasında sıkı bir münasebetin olduğu söylenebilir.
Pozitif anlamda dünyevî işlerin yürütülmesi için yapılan planlama, borçlanmalardaki yazışma4407 bireysel ve toplumsal güvenin tesisi, ekonomik ve sosyolojik açıdan dünyayı imar eden önemli yaptırımlardır. Değişim ve gelişmenin de
4401] İbn Mâce, Zühd 30; er-Râzî, Tefsir, XI, 166; XXVII, 145; Yazır, II, 721
4402] Tirmizî, Deavât 99; İbn Mâce, Zühd 30; er-Râzî, Tefsir, X, 7
4403] er-Râzî, Tefsir, I, 196; Merdin, s. 221-225
4404] İbn Kesîr, 398
4405] Hekimoğlu-Korkmaz, s. 365
4406] Çüçen, s. 74
4407] 2/Bakara, 282
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 869 -
planlamaya bağlı olduğu ampirik bir gerçektir.4408 Kozmik yapının farklı mevsimlerle yaşadığı değişim, sosyolojik, ekonomik, biyolojik ve psikolojik değişim için de geçerlidir. Kur’ân’ın kendi içinde ve diğer kitaplar arasında nesh olayı ile değişimin gerçekleştiği İlâhî bir hakikat olup, tekâmülü getirmektedir.
Planlama geçmişe ve şimdiye değil, geleceğedir. Ancak bir planda geçmişin deneyimi dikkate alınmalıdır. Yapılan her plan, şimdide uygulanma imkânına sahiptir. Ayrıca her planın gerçekleşeceği bir süresi olmalı ve bu sürede mutlaka gerçekleştirilmelidir.4409 Başarı, ancak bu şekilde elde edilebilir. 78/Nebe’ sûresi 11. âyette geçim için ayrılan gündüz, bir günde emredilen beş vakit namaz, uhrevî gelecek için imtihan amacıyla dünyada insana verilen ömür, kendilerine ayrılan vakit ve sürelerde, emredildiği şekilde kullanıldıklarında pozitif sonuç getirecektir. Mezkûr planların her biri, icrâ edilirken şimdinin imkânları kullanılmakta, sonucu yine gelecekte beklenmektedir.
Planlamada vazgeçilmez araçlardan biri, zaman ölçümüdür. Bu ölçümler kozmolojik, biyolojik, psikolojik ve sosyolojik saat gibi teknik ve şartlara bağlı global ölçekler olabilir. Bu yolda erken davranan milletler, zamanın değerini anlayıp, hilâlden hareketle çok daha dakik ve teknik ölçeklerle, gelecek hakkında planlamalar yapıp uygulayarak, kalkınmada önde gelen milletler arasına girmeyi başarmışlardır. 4410
Kur’ân, planlamada, teknik ölçeklerin dışındaki tüm ölçeklerin küçüğünden en büyüğüne kadar devreye sokarak gelecek hakkında çok hassas planlar yapmakta ve sonuçlarını göstermektedir. 9/Tevbe sûresi 36. âyet de kozmolojik olarak bir yıl, 12 aya bölünüp, 2/Bakara sûresi 197. âyette hac gibi bir ibâdetin edâ vaktini4411 belirlerken, 2/Bakara sûresi 194- 217; 5/Mâide sûresi 2; 7/A’râf sûresi 163. âyetlerde bir yasağa mebnî zaman tayini ve zaman yasağı söz konusudur.4412 9/Tevbe sûresi 37. âyette kaldırılan nesî’ câhiliye döneminde, Arapların tehir ettikleri ay olarak bilinir.4413 Böyle bir yönteme başvurulmasının sebebi, ekonomiktir.
Ay hesabı ile, çok sıcak veya çok soğuk günlere denk gelen hac ibâdetinde, mevsim şartlarından ötürü, hacca gelenlerin sayısında meydana gelen düşüşü gidermek, geçimlerini sadece savaş yaparak kazanan kabilelerin peş peşe üç ay savaş yapmaksızın beklemeye tahammül edemeyişlerine çare bulmak,4414 ekonomik zararı asgariye indirmek amacıyla yapılan negatif bir planlamadır.
Her işte, plan yapıp ona uymayı emreden Kur’ân, planlamadaki ölçeği, olayın mâhiyetine göre seçmektedir. Kozmolojik ölçeklerden başka ölçekleri de devreye sokarak işlerlik kazandırır. Böylece, rölatif olan bu ölçekler vasıtasıyla, yanılmaların önüne geçilmiş olmaktadır. Olaylar için konulan süre değişse de espri aynıdır. 2/Bakara sûresi 222. âyette kadınlarla cinsi ilişki için koyduğu
4408] Atkinson, s. 61 176
4409] Atalip, Hisham, İslâm Davetçilerine Eğitim Rehberi, trc. Kemal Kahraman, İstanbul, 1994, s. 189-198
4410] Needham, s. 39; Atkinson, s. 84-102
4411] Yazır, II, 718-719
4412] er-Râzî, Tefsir, VIII, 53
4413] er-Râgıb el-lsfahânî, s. 492; ez-Zebîdî, I, 124-125
4414] İbn Kuteybe, s. 186; er-Râzî, Tefsir, XVI, 45-47; İbn Kesîr, II, 357; Yazır, IV, 2529-2541
- 870 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yasağın ve 2/Bakara sûresi 228; 33/Ahzâb sûresi 49 ve 65/Talâk sûresi 4. âyetlerde boşanma durumunda olan kadınlarla ilgili hükmün,4415 17/İsrâ sûresi 23. âyette, anne ve babaya yaşlılık döneminde farklı bir hassâsiyetle muâmele etmeyi isteyen emir ve yasakların ölçeği de biyolojiktir. 4/Nisâ sûresi 6. âyette ise yetimlere mallarının verilmesi hususunda gerekli görülen seviyeye ulaşması gibi şartların oluşma sürecini belirleyen ölçek hem biyolojik, hem de psikolojiktir.4416 Fakat, yemin veya nezrin süresini belirlemede kullanılan ölçek, global, şartlara bağlı olarak oluşmaktadır. “Falanca şu eve girerse, şöyle şöyle yapmak borcum olsun” gibi ifadelerde, ilgili hükmün teklife dönüşmesi, olayın gerçekleşmesi ile başlamaktadır.4417 Olay gerçekleşmeyince böyle bir teklif söz konusu değildir.
Özet olarak Kur’ân’da geçen zaman kavramını ifade eden kelimelerin tamamının, bir planın ya başlangıcını, ya bitişini yahut da herhangi bir parçasını oluşturduğu görülmektedir. Kozmolojik olarak gündüz için fecr/sabah başlangıcı, mağrib/akşam günün sona erişi, biyolojik planda insan ömrü için doğum sabahı, ölüm ise akşamı ifade eden ölçeklerdir. İnsanın mutlu, başarılı olabilmesi için, günlük, aylık ve yıllık planlarının olması ve işlemesi gerekmektedir. Varlığın tamamını kapsayan stratejiyi benimsememek, ya da ona duyarsız kalmak, insanın her iki dünyasını kaybetmesi demektir. 4418
Sonuç
Varlık içerisinde zamanı fark eden, varlığa şu veya bu şekilde yorum getiren, onu anlamaya çalışan insandır. Çünkü anlama ve ölçme, insana mahsustur. Yeryüzünde insanın dışındaki her varlık, zamanla münasebet halinde olmasına rağmen, böyle bir özelliğe sahip değildir. Söz konusu varlığın ve zamanın bu yönlerini ele alıp irdeleyen, yoruma ve anlamaya tâbi tutan insandır. Felsefe için problem halini alan bir kavramın irdelenmesi ile ortaya çıkan hakikat, insan aklının, soyut anlamda sağlıklı olarak, belirli bir yere kadar düşünebileceğidir. Varlık ve zamanın birbirinden ayrı düşünülmesi ise zaman kavramını içinden çıkılmaz hale sokmaktadır. Bu yüzden varlık ve zamanı birlikte düşünen filozofların görüşleri, bilim açısından kabul görmüştür.
Geldiğimiz noktada, varlık ve zaman konusunda filozoflardan bir kısmının çıkmaza girdiği söylenebilir. Kelâmcılardan bir kısmı ise zamanın hakikat ve kökeninin olmadığında ısrar etmiştir. Farklı dönemlerde de olsa, bu hususta kelâmcıları destekleyen filozoflar vardır. Zamanı, zihnin algılaması, hareketin sayısı, gök cisimlerinin hareketi diye açıklayan filozoflarla birlikte, varlığın önüne koyarak ona ezelîlik atfedenler olmuştur. Esasen bu görüşlerin sahiplerinin, kendilerine göre tutarlı sayılan delilleri vardır. Dolayısıyla felsefî tartışmaların, konunun anlaşılmasına olan katkısı, takdir edilmelidir. Zira zamanın varlık, öncelik-sonralık, ardışıklık, mekân, değişim, rölativite, hareket, süre ve zihinle olan münasebeti konusunda felsefenin yürüttüğü tartışmalar, zamanı ve varlığı anlamaya yöneliktir.
Burada eski filozofların, kelâmcılarla zaman hakkında yürüttuğü tartışmalarda, kelamcıların bir kısmının, “zaman, varlığın ifintisidir, onun dışında hareket
4415] er-Râzî, a.g.e., VI, 72-79; XXX, 29, 30; el-Kurtubî, III, 78-80; Yazır, II, 793
4416] er-Râzî, Tefsir, IX, 153-155
4417] er-Râzî, a.g.e., XXX, 214
4418] Faiz Kalın, Kur’an’da Zaman Kavramı, Rağbet Yayınları: 364-369
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 871 -
ve zaman yoktur” görüşüne katıldığımı, Kindî ve Heidegger gibi bazı filozofların bu kanaati taşıyanlar arasında yer aldığını belirtmek isterim. Boyutları varlıktan soyutlayarak göstermek, mümkün olmadığı gibi, zamanı da varlıktan soyutlayarak göstermek mümkün değildir.
Zamanın kökeni konusunda tasavvufun, ân-ı dâim görüşü ile felsefeden etkilendiği söylenebilir. Ancak tasavvufun varlık ve zamanın kökeni konusunda biraz daha ileri giderek, sırlar âleminden, kâinatın plan ve projesi denilebilecek “tılsım”dan, “a'yân-ı sâbitelerden bahsetmesi, varlık ve onu değerlendiren insan açısından bir öncelik gibi anlaşılabilir. Maddî anlamdaki ölçeklerle donatılan insanın, bu yaklaşımı, tabiatı gereğidir. Ayrıca mutasavvıflara göre insan, mânen olgunlaşınca, fizikî anlamdaki zamanın etkisinden kurtulacaktır. Zamanın fizikî âleme hükmettiğini, metafizik âlemde ömür ve ecelin olmadığını, dolayısıyla süreselliğin, fizikî âleme ait olduğu ifade edilmektedir. Buna göre yöntem farklı da olsa, tasavvufun, varlığın fizikî yapısından soyutlanabileceği noktasında bilimle görüş birliği içerisinde olduğu söylenebilir. Buradan hareketle varlığın, aslına döneceği sonucuna varılabilir. Nitekim Kur'ân'ın bahsettiği rücû', öze dönüş yani geldiği yere dönüş olarak açıklanmıştır.
Newton’la gelen mutlak zaman anlayışı, Einstein’le yerini rölativiteye bırakmıştır. Böylece, “her varlık, kendi zamanına sahiptir” düşüncesi kabul görmüştür. Bilimin Einstein’le tanıdığı izâfiyet, Kur’ân tarafından asırlarca önce insana bildirilmiştir. Ayrıca İslâm âlimleri arasında, zamanın rölatif oluşunu, Einstein’den çok önce anlatmaya çalışanların bulunduğu bir gerçektir. Zamanın ve hareketin hakikatini kabul etmeyen kelâmcılara göre, zaman olarak geçmiş ve gelecek ortada yoktur, şimdi ise hemen kaybolup gitmiş olmaktadır. Dolayısıyla ampirik olarak ortada olmayan parçaların bütününden de söz edilemez. O halde zaman, varlıktan tecrit edilerek anlaşılamaz.
Mitoloji, zamanı, ânî bir fışkırma ile başlatır. Bu fışkırmanın ötesi, zamansızlıktır. Bu yüzden geçici bir zaman içinde, sürekliliğin varlığı söz konusudur. Mitoloji, zamanın kökenini ve açılımını “üstün an” anlayışına dayandırırken, onun, bu yaklaşımıyla felsefe ve tasavvufun örtüştüğü görülmektedir. Mitolojide, başlangıçta yaşanan üstün an'a dönmek, en büyük amaçtır. Ayinler vasıtasıyla, başlangıçtaki üstün an'a erişildiğine inanılır. Dolayısıyla başlangıca götüren ayinler, tekrarlanır. Bu ise mitolojide zamanın, dairevî olduğunu ifade eder.
Hıristiyanlık ve Yahûdilikte, zamanı nesnelleştirme çabaları, bu din mensuplarının kendilerini sultacı zaman anlayışından kurtarmanın tezâhürüdür. Hıristiyanlıkta olaylar tekrar ederken, günlerin geçişi ve önemli olaylar kutsallaştırılmıştır. Araplarda, dehre yüklenen kahredici, yıpratıcı ve öldürücü düşüncede, ölüm sonrası diye bir inanç yoktur. Zamanla ilgili terimlerin çokluğu ve karışıklığı, açık bir zaman anlayışının olmadığını anlatmaya yeterlidir. Dilde ise zamanla ilgili pratik hayatı kapsayan ölçüm ve ifadeler, zamanın gerçek olduğunu; onsuz yaşamanın ve olayları açıklamanın mümkün olmadığını göstermektedir.
Bilime göre varlık ve zaman bigbang/ilk patlama ile başlamıştır. Hawking, bu patlamadan önce kısa bir zamanın geçtiğini, ancak bilimsel verilerin bizi ilk patlamadan öteye götüremediğinî, dolayısıyla zamanı ve varlığı ilk patlama ile başlatmanın doğru olacağını söylüyor. Hawking'in ifadelerinden, zamanın ve varlığın bu patlamadan önce başladığını sezmek zor değildir. Fiziğin sözünü
- 872 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ettiği kozmik arka plan, ısı ışınımı ve mikro âlemin, Kur'ân'ın ifade ettiği gayb âleminin bir kısmı ile örtüştüğü söylenebilir. Ancak, mutasavvıfların sözünü ettiği, kâinatın tılsımı ve projeleri gibi bir gaybdan bahsedilmesi, gaybın da gaybı olduğunu bize anlatmaktadır. Bilimde ilk patlamadan hemen sonra oluştuğu kabul edilen kara deliklerin, bugün için tam netlik kazandığı söylenemese de kâinatın, gaybdan kozmolojiye açılan kapıları olarak yorumlanabilir. Dolayısıyla bilimin ileri sürdüğü başka bir boyutun, kara delikler vasıtasıyla fizikî âleme kaynak sağladığı, varlıkların fizikî yapılarını atarak diğer boyuta geçip bir şekilde varlıklarını sürdürmeleri, İslâm inancı ile örtüşen bir durumdur.
Zamanın dairevî mi yoksa lineer/doğrusal mı olduğu tartışmaları, temelde zamanın öznel veya nesnel değerlendirme düşüncesi olabilir. Ancak lineer zaman, dairevî zaman vasıtasıyla t=0 dan itibaren ileriye doğru gidebildiği gibi, bulunduğu noktadan, zamanın başlangıcı oîan t—0 durumuna yani geriye de gidebilir. Varlığa bakarak bunu söylemek mümkündür. Varlığı, pozitif yönde ilerlerken veya negatif yönde gerilerken, dairevî zamandan soyutlamak mümkün değildir. Nitekim bîr arabada tekerleği döndüren motor, ileri vitesle ileriye, geri vitesle geriye gitmektedir. İslâm, ilk insanla başlattığı gelişim ve ilerleme çizgisinde, asl’a döngüselliği, bir başka ifade ile fasit bir daire gibi aynı noktaya gelmeyi tasvip etmez. O, koyduğu kıstaslarla, insanı daima ileriye, gelişmeye sevk edecek bir yapıdadır. Hz. Peygamberle peygamberliği zirveye taşıyan nübüvvet müessesesi, insanlığa aynı noktada dönüp durmayı değil, ilerlemeyi emretmektedir. Nitekim varlığın ve insanın yaratılış stratejisindeki istifa kanunu da bunu teyit eden bir husustur. Buğdayı ekmek yapmak için yapılacak işlemler, şeklen farklı olsa da temelde aynıdır. Esas olan, işlemleri yapmadan ekmeğe ulaşma yanılgısından kurtulmaktır. Buğdayın ekmek olma aşamasına gelişindeki değişim, varlığa ve insana yüklenen değişim kanunun gereğidir.
Zamanı nesnel olarak düşünerek, olayları değerlendirmek, geçmişi hesaba katmamak demektir. Kaldı ki insanın, zamanı nesnel olarak düşünmesi mümkün değildir. Öyleyse varlığın gidişatı, geçmişi tasdik etmekte ve geçmişle geleceğe mesaj vermektedir. Bu yüzden lineer zaman açısından zamana nesnelci yaklaşım yanlış olur. Bize göre doğru olan, lineer/doğrusal zamanı dairevî zamanla birlikte düşünmektir. Arabanın tekeri dönerken mesafe kat etmektedir. Dairevî zaman, lineer/doğrusal zamanı ortaya çıkarmaktadır. Tarihî ve jeolojik ve kozmolojik vakalar bunun en önemli belgeleridir.
Kur’ân’da zaman kavramı, kâinat ve insan merkezlidir. Varlıkla donatılan kâinat katmanları, kendi yapılarına göre zamansaldır. İnsanın emrine ve hizmetine verilen yeryüzü, zaman ve mekân bakımından insan hayatını imar etmeye daha uygundur. Bu yüzden Kur ân’ın ortaya koyduğu yaratma stratejisinde, yeryüzü imar edildikten sonra insanın yaratıldığı çok açık olarak belirtilmektedir. Buradan hareketle insanın, yaratılışındaki stratejiyi pratike etmesi, onun gerçek değerini ortaya çıkaracaktır.
Kur’ân, varlıktan soyutlanmış bir zamandan bahsetmez. Ona göre, en soyut varlıkların bile kendilerine özgü bir zamanı vardır. Dolayısıyla Kur’ân’ın ortaya koyduğu zaman, kâinatta işleyen rölativite ile örtüşmektedir. Varlık ve zaman, çok dakik bir strateji ile Allah tarafından yaratılarak yönetilmektedir. Zamanın varlığa, varlığın zamana önceliği gibi problemler, Kur’ân’ın konusu
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 873 -
değildir. Onda, varlıkla zaman bir aradadır. Esasen Kur’ân’da zaman, varlığın hayat programı olarak dile getirilmektedir. Bu ise zamanın, varlığa kodlandığını ifade etmektedir. Böylece her varlık, kendi zamanı ile zamansal olmakta, kâinatın sistemine renk ve âhenk katmaktadır. Zaman, hayatı kolaylaştıran bir yasadır.
“Felsefi ve bilimsel anlamdaki zamanı Kur’ân’da aramak, boş bir çabadır” gibi muhtemel çıkışlar yersizdir. Ondaki zaman, varlığı ve olayları ölçmektedir. Bize göre Kur’ân, pratik zaman anlayışını öne çıkarmaktadır. O, bireysel ve toplumsal anlamda, pratik hayatın stratejisini ortaya koyar. Böyle bir stratejiyi ortaya koyan Kitab’ın, insana hizmet edecek olan evrenin işleyiş planını ihmal etmesi düşünülemez Şu halde zaman, kâinatın işleyiş planı olarak da anlaşılmalıdır. Hâsılı zaman, varlığın hayat planıdır. Böyle bir hayat planının sadece maddî yönüne değil, mânâ yönüne de bakmak gerekmektedir. Kur’ân’, kozmolojik verilerden referanslanan zamana kesin ve mutlak ölçüler koymaz. Onun koyduğu ölçüler, evrenin her yerinde, bireysel ve toplumsal hayatı, dinî, iktisadî, hukukî ve ahlâkî yönden düzenleyecek niteliktedir. Bunlar, sadece kozmolojik ölçekler değildir.
Kur'ân biyolojik, sosyolojik, psikolojik ölçekler de koyar. Her ölçeğin kendine mahsus bir âlemi temsil ettiği düşünülürse, bu tür âlemlerin içinde de zaman için konulan ölçeklerin mutlak olduğu söylenemez. Yani Kur'ân'da hiçbir zaman, sabahı ifade eden terimlerin, aynı anda kâinatın her yerinde sabahı müjdelediğini, buna bağlı olarak gündüz ve gecenin her yerde aynı olduğunu söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla birey ve toplumun üzerine düşen sorumlulukların birçoğunun rölatif olabileceği söylenebilir. Biyolojik olarak Kur'ân, ortaya koyduğu sorumluluk yaşını, mutlak bir kozmolojik ölçekle belirlememiştir. Jeolojik ölçeklerin belirlediği zaman da yeryüzünün hiçbir yeri için aynı değildir. Hatta çoğu kez yan yana veya üst üste duran kayalar, farklı yaşlara sahiptirler.
Kur'ân'ın ortaya koyduğu zaman ölçeklerinin, genel anlamda global olduğu söylenebilir. Diğer bir ifade ile Kur'ân, varlığın kendi yapısına ait değişmez kriterler koyarken, varlığın ve kriterlerin değişkenliğine müdâhale etmez. Söz konusu kriterlerin oluşum sürecinin, varlığa, mekâna ve olaya göre farklılığı, hükmün farklılığını değil, zamanını etkiler.
Kur'ân metafizik anlamda bir zamandan âhiretle ilgili sahnelerde de söz etmektedir. Kıyâmetle değişecek olan sistemde olaylar, kozmik olmasa da yine zamana bağlıdır. Bu zamanın rölatif olduğu bildirilmesine rağmen, bir ölçü verilmemektedir. Zamansallığın, ebediyet yurdu olan cennet hayatına kadar geçerli olduğu söylenebilir. Esasen ebediyet, zamansızlık değil, süresizlik olduğu için, burada zamansallık veya zaman terimini değil, ebed terimini kullanmak gerekir. Çünkü ebed, kesintisizlik ve süresizlik; zaman ise süreselliktir. Dolayısıyla cehennemde, hem süreselliğin ve hem de kesintisizliğin ve süresizliğin işlediği söylenebilir. Ebed, dairevî zamandan aldığı varlığı, lineer/doğrusal bir yapıda ileriye taşıyan bir sistemin adıdır, denilebilir. Bu, hem pozitif ve hem de negatif olarak görülmektedir.
Kâinatın, bir strateji ile yaratılıp insanın hizmetine sunulduğunu iyi kavraması gereken insanın, bireysel ve toplumsal olarak hayatının bütün yönlerine bu şekilde bakması ve ona işlerlik kazandırması gerektiği sonucuna varıyoruz. Bireysel münasebetlerden toplumsal ilişkilere kadar, zamanlamanın ve
- 874 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tedrîcîliğin esas alınması gerekir. Hiç bir işe, ortadan yahut sondan başlamanın doğruluğu asla savunulamaz ve hiç kimse birdenbire mükemmelliğe varılabileceği iddiasında bulunamaz. Gelişmiş toplumların, planlamayı büyük ölçüde başardığı söylenebilir. Önemli ve olağan dışı işlerin zamanını seçmenin ve iyi ayarlamanın mesajını veren Kur’ân, söz konusu işlerin normal işler gibi normal zamanlarda yapılamayacağının altını çizmektedir.
Kur’ân, geçmişi asla ihmal etmez. Ona göre geçmiş, ders alınması açısından önemlidir. Bu yüzden O, geçmişi tahlilci ve seçmeci bir yöntemle ele alarak değerlendirir. Yine Kur’ân, geçmişin olumsuzluğuna takılıp kalmaz. Bireysel ve toplumsal olarak geçmişteki negatif bir tavrın, tevbe ile ıslah edileceğini, geleceğe taşınmayacağını belirtir. Kur’ân’a göre gelecek, son derece önemlidir. Kur’an, uzak ve yakın gelecek için hazırlanmayı, tedbirli olmayı, plan yapmayı ve gelecekte daima ilerlemeyi emreder. İnsanın, kendisine verilen ömrün aşamalarında oluşturduğu plan, hiçbir şekilde yerinde sayan yahut statik bir yapıda değildir. Kur'ân, koyduğu plan ve stratejilerle birey ve toplumu daima ileriye, “takvâ” hedefine, dünya ve âhiret saâdetine taşır. Kur'ân'a göre kâinatta birdenliğe yer yoktur. Başarı, tedrîcîlik, planlama gibi önemli bir stratejiyi gerektirir. Dünya hayatı ve insana verilen ömür bunun kanıtıdır. Kur'ân ve kâinat kendisine yönelen her insana mutluluğun ve başarının sırlarını öğretmektedir. Lezzeti ve acıyı fark edebilecek olan varlığın somut yapısıdır. Bu yüzden soyut bir yaklaşıma yer yoktur. Fizîkî âlem, metafizik âlemin delilidir. 4419
Zaman Aşımı
Sürenin geçmesi, belli sürenin geçmesiyle bazı hakların kazanılmasını veya kaybedilmesini ifade eden bir fıkıh terimi. Arapça “murûru’z-zamân” veya “tekadümü’z-zamân” tamamlamalarının karşılığı olarak kullanılır.
İnsanların birtakım hakları elde etmesi veya sahip olduğu bazı hakları kaybetmesi zaman süreci içinde ortaya çıkar.
Çoğunluk müctehidlere göre süre aşımı bir mülk sebebi olarak kabul edilmemiştir. Eşyada asıl olan mubahlıktır. Sahipsiz olan ve toplumca da sahipli sayılmayan şeylerin mülk edinilmesinde herkes eşit hakka sahip olur. Meselâ; ihtiyaç sırasında yararlanılmak üzere suyun kaba alınması, av hayvanının yakalanması, mubah olan ot veya odunların kesilip toplanması bunlar üzerinde mülkiyet hakkı doğurur. Bu el koymaya “hiyâzet” veya “ihrâz” denir. Bir hadiste; su, ateş ve otların insanlar arasında ortak olduğu belirtilmiştir.4420 Buradaki ihrâza “zilyedlik” diyebiliriz.
Ancak toprak mülkiyetinde meşrû zilyedliğe “ihyâ” şartı da eklenmektedir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Henüz hiç kimsenin eline geçmemiş olan şey, onu ilk eline geçirene ait olur”4421 Bu hadisi duyan sahâbîlerin işgal etmek istedikleri arâzilere dağılıp adımladıkları ve işaretler koydukları nakledilir. Mücerred işgalin yeterli olmadığı, ayrıca toprağı ihyâ etmenin de gerekli bulunduğu hadiste şöyle belirlenir: “Kim ölü bir toprağı ihyâ ederse bu toprak onun olur. Haksız verilen
4419] Faiz Kalın, Kur’an’da Zaman Kavramı, Rağbet Yayınları:379-385
4420] Ebû Dâvud, Büyû’ 60; İbn Mâce, Ruhn 16; Ahmed bin Hanbel, V/364
4421] Ebû Dâvud, İmâre 36
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 875 -
emek için bir hak yoktur.” 4422
Diğer yandan ölü ve sahipsiz toprağı çeviren kimse yıllarca işletmeksizin bekletme hakkına sahip midir? Böyle bir hak tanındığı takdirde kolay ve masrafsız bir yolla geniş toprak parçalarını belli kişiler çevirir ve başkalarının yararlanmasını da engelleyebilirdi. Hâlbuki toprak işgaline ve ihyâsına izin verilmesi bu toprakların üretime sokulması amacına yöneliktir. Bu yüzden çevrilen, fakat üretime sokulamadan elde tutulabilecek süre hadiste üç yılla sınırlandırılmıştır: “Âd’dan kalanlar Allah’ın, Rasûlunun ve sonra sizindir. Kim ölü bir arâziyi ihyâ ederse ona sahip olur. Çeviren üç yıl içinde ihyâ etmemişse, bundan sonra bir hakkı kalmaz”4423 Hz. Ömer’in uygulaması da bu şekilde olmuştur. O şöyle demiştir: “Ölü arâziyi kim ihyâ ederse onun olur. Çeviren üç yıl içinde ihyâ etmezse, çevirdiği arâzi üzerinde bir hakkı kalmaz”4424 Bu duruma göre sahipsiz bir arâziyi çevirmek üç yıl süreyle burasını mülk olarak edinmede öncelik hakkı vermektedir. Üç yıl içinde ihyâ gerçekleşmezse bu öncelik hakkı düşmektedir. Burada meydana gelen bir mülkiyet hakkının düşmesinden çok mülkiyeti elde etmede sahip olduğu öncelik hakkının düşmesi söz konusu olmaktadır.
Sürenin geçmesiyle hakların kazanılması veya kaybedilmesi temelde adâlete ve yaratılışa aykırı düşer. Buna bir malı gasp veya hırsızlık yoluyla ele geçiren kimsenin durumunu örnek verebiliriz. Eğer bu kimse meselâ; yakalanmadan veya dâvâ edilmeden on yıl geçince bir mala mâlik sayılsa bu bir zulüm olurdu.
Diğer yandan İmam Mâlik’e göre kendi mezhebinde sonrakilerin görüşüne muhâlif olarak bir malı “ihrâr” hâlinde mülkiyet hakkı elde edildiği gibi, başkanın bunu ihrâzı hâlinde belli bir süre geçince önceki mâlikin hakkının düşeceği görüşünü benimsemiştir. Mâlik b. Enes4425 bu konuda Said b. el-Müseyyeb4426 ‘ten mürsel olarak nakledilen şu hadise dayanır: “Kim bir şeye nizâsız ve fâsılasız (hasmı aleyhine) on yıl süreyle zilyed olursa, bu şeye ondan daha fazla hak sahibi olur” 4427
Zaman Aşımının Dâvâlara Etkisi: Birtakım hak ve alacakların mahkeme yoluyla istenebilmesi süresiz olarak mümkün kılınırsa; hâkimin görev yapma süresi, delillerin yok olması, şâhitlerin unutkanlıkları, mülkün aslı üzerinde şüphe doğmasına engel olma gibi nedenlerle çeşitli zorluklar doğar. Ancak ne kadar süre geçerse geçsin bir hak kendiliğinden düşmez. Sahibinin itiraf edilerek bunun yerine verilmesi “diyâneten” vâcip olur. Bir kimse başkasının mülk edindiği bir mala el koysa, hiç bir durumda şer’an bu mala mâlik olamaz. 4428
Bir hakkı mahkeme yoluyla (kazâen) isteyebilmek için İslâm Devleti birtakım düzenlemeler yapabilir ve zaman aşımı süreleri koyabilir.
Mecelle’de hukuk dâvâları için zaman aşımı süreleri beş tane olup şunlardır:
1- Otuz altı yıllık süre aşımı: Vakfın aslı ve arâzinin sahibi ile ilgili dâvâlar 36
4422] Buharî, Hars 15; Ebû Dâvud, İmâre 37; Tirmizî, Ahkâm 38; Mâlik, Muvatta, Akdiye 26, 27; Dârimî, Büyû’ 65
4423] Ebu Yûsuf, Kitâbü’l-Harâc, Kahire 1396, 70
4424] Ebû Yûsuf, a.g.e., 71
4425] ö. 179/795
4426] ö. 93/711
4427] el-Mâlik, el-Müdevvene, Mısır 1323,’ 1905, XIII, 23
4428] ez-Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1405/1985, IV, 69
- 876 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yıllık zaman aşımına tâbidir. Mecelle’nin 1661. maddesi şöyledir: “Vakfın aslı hakkında mütevelli veya oradan maaş alanların (mürtezika) dâvâları 36 yıla kadar dinlenir. Fakat 36 yıl geçtikten sonra artık dinlenmez.” Meselâ bir kimse otuz altı yıl süreyle bir akara, mülkiyet üzere tasarrufta bulunduktan sonra bir vakfın mütevellisi, bu akarın kendi vakfının gelir getiren ünitelerinden (musteğallât) olduğunu dâvâ etse, bu dâvâ dinlenmez. Vakfın salih oluşu kendisine bağlı bulunan her şey vakfın aslındadır. Bu nitelikte olmayan şeyler ise “vakfın şartları”ndan sayılır. Mütevelli ya vakıfnâme gereğince veya hâkim tarafından belirlenir. Mürtezika ise, vakfın gelirinden maaş ve tayin alan kimselerdir. Bunlara “ehl-i vezaif” de denir. Bir câminin imamı, müezzini veya kayyımı gibi. Bazı fakihlere göre, vakıflarda dâvâ hakkı yalnız mütevelliye aittir. Önceleri fetvâya esas olan görüş bu idi. Ancak Mecelle buna “Mürtezika”yı da ilâve etmiştir.
Meselâ; bir kimse, başkasının elinde bulunan bir akar için bu akarın gelirinin veya oturma hakkının kendisine şart koşulmuş vakıf olduğunu ve zilyedliğin kendisine ait bulunduğunu dâvâ etse, bu kimse mütevelli ise veya Mecelle’nin tercihi ile bu vakıftan maaş alan bir kimse ise ve diğer zilyedin tasarrufunun üzerinden de 36 yıl geçmemişse dâvâ dinlenir. Aksi halde dâvâ dinlenmez. 4429
Vakıf paraların aslı ile ilgili dâvâlar da otuz altı yıla kadar dinlenir. Meselâ; bir kimse mütevellisi olduğu vakıf paralardan bir miktar kendi işi için harcarsa, kendinden sonraki mütevelli bunu dâvâ etse, otuz altı yıl geçmemişse dâvâ dinlenir. Aksi halde dâvâ süre yönünden reddedilir.4430 Ancak vakıf paranın kârı (rıbh) ile ilgili dâvâlar on beş yıllık zaman aşımına tâbi kabul edilmiştir.
Vakfın aslı ile ilgili dâvâlar iki türlü olabilir:
a- Akarı vakfa geri almak için dâvâ açmak. Meselâ; birkaç dükkânı mülkiyet üzere 36 yıldan daha az bir süreyle tasarruf etmekte olan bir kimse aleyhine mütevelli vakıf dâvâsı açsa, ispat ettiği takdirde bu dükkânlar vakfa geri döner. 36 yıl geçmişse kazâen geri verilmez, fakat tasarrufta bulunan diyâneten yani vicdanı ile başbaşa bırakılır. Böyle bir durumda sorumluluktan korkan mü’minden bu yeri vakfa döndürmesi beklenir.
b- İki vakıf arasında dâvâ açılması: Bir vakfın kullanmakta olduğu bir akarı, başka bir vakıf mütevellisi kendi vakıflarına ait kira ile verilen bir yer olduğunu dâvâ etse, otuz altı yıldan fazla süre ile susmuşsa bu dâvâ dinlenmez. 4431
Diğer yandan gayrimenkule bağlı “geçiş (murûr)” ve “su akıtma (mesîl)” hakları vakıf arâzide bulunuyorsa bunlarla ilgili dâvâlar da 36 yıllık zaman aşımına tâbi bulunur. Hatta bu haklar iki vakıf arasında da cereyan eder.
On beş yıllılık zaman aşımının üstünde bir süre içinde dâvâ konusu yapılabilen üç çeşit mal daha vardır. Bunlar: Yetim malı, kayıp olan kişinin malı ve miras malı. Ancak Ebûssuud Efendi bir fetvâsında miras meselesini ayrı tutmuştur. Fetvâ şöyledir: “Bir kimse şer’î bir özrü olmaksızın mirasla ilgili dâvâsını 15 yıl süreyle takip etmese bundan sonra dinlenir mi? el-Cevap: Dinlenmez.” Ali Efendi ile Rumeli müftüsüi Abdullah Efendi fetvâlarında da durum böyledir. Ancak
4429] Ali Haydar, Düraru’l-Hukkâm Şerhu Mecelleti’l-Ahkâm, İstanbul 1330, IV, 342
4430] Ali Efendi, Fetâvâ, İstanbul 1311, II, 89
4431] Ali Haydar, a.g.e., IV, 343
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 877 -
mirasla ilgili bu fetvâ İslâm Devletinin miras dâvâsı için 15 yıllık zaman aşımı esasını benimsediği durumla sınırlı sayılmıştır. 4432
2. On beş yıllık zaman aşımı: 36 yıllık zaman aşımına tâbi bulunan vakıf akar, yetim veya kayıp olan kişinin malı dışında birtakım mallar 15 yıllık zaman aşımı süresine bağlıdır. Para alacağı, vedîa, miras, mülk, akar, vakıf akarın geliri ile ilgili dâvâlar 15 yıl içinde açılmadığı takdirde, artık bu konuda mahkemeye başvurma hakkı düşer. Bunlar kısaca şöyledir:
Alacak dâvâsı (deyn): Bir kimse 15 yıl geçtikten sonra borçlusuna: “Sana 15 yıldan fazla bir süre önce verdiğim şu kadar parayı, karz-ı haseni veya sattığım malın satış bedelini istiyorum” diye dâvâ açsa, dâvâsı dinlenmez. Ancak diyâneten bu borç düşmez, Allah’la kendisi arasında sorumluluk doğurmak üzere devam eder. Nitekim çeşitli âyetlerde karz’ın yüce Allah’a güzel bir borç olarak verildiğine işaret edilir.4433 Fertle devlet arasındaki alacak ve vereceklerde de bu zaman aşımı süresi uygulanır. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu uygulamasında 20 Muharrem 1300 hicrî tarihli padişah fermanı ile beytülmal’e ait alacakların 15 yıl geçtikten sonra artık dâvâ konusu yapılamayacağı bildirilmiştir.
Emânet verilen şey (vedîa): Bir kimse “15 yıl önce sana verdiğim şöyle bir emânetimi istiyorum” diye dâvâ etse, dâvâlı bunu inkâr etse, dâvâ dinlenmez.
Âriyet (kullanmak üzere verilen şey): Meselâ bir kadın, vefat eden kızına 15 yıl önce filân şeyleri âriyet olarak vermiştim, şimdi geri istiyorum, diye dâvâ etse, dâvâsı dinlenmez.
Miras: Mirasçılardan birisi, diğerinden “15 yıl önce vefat eden miras bırakanımızın malından sende şunlar kalmıştı. Payımı isterim” diye dâvâ etse, diğeri bunu inkâr etse dâvâ dinlenmez.
Mülk akar: Bir kimse diğerinin 15 yıldan beri mülkiyet üzere tasarruf ettiği mülk bağ veya evin tamamı veya şu kadar bölümü benimdir diye o kimseden dâvâ etse dinlenmez.
Mukataalı vakıf akar: Mukataa; arsası vakfa, üzerindeki bina, ağaç, bağ, kavak, tesis vb. başkasına ait mülk olan bir akarda tasarrufta bulunan tarafından vakfın cihetine verilmek üzere arsa için belirlenmiş bulunan yıllık kira demektir. Buna “yer kirası (icâre-i zemin)” de denir. Ayrıca böyle bir vakıf arsa üzerindeki bu ağaç veya tesislerin de vakfedilmesi mümkün ve câizdir.
Vakfiye gereği mütevelli iddiası: Bir kimse vakıfnâme gereği vakfa on beş yıl mütevellilik yaptıktan sonra, başka bir kimse çıkıp da o vakfın, vakıfnâme gereği mütevellisinin kendisi olduğunu dâvâ etse dinlenmez.
Vakfın geliri dâvâları: Vakfın geliri (galle), ona ait fayda ve semeresi demektir. Vakıf paranın kârı, vakıf akarın kirası, vakıf çiftliğin ürünü gibi. 4434
3. On yıllık zaman aşımı: Kuru mülkiyeti devletin, yararlanma hakkı tasarruf sahibinin olan “mîrî arâzi”ler üzerinde tasarruf dâvâsı ile, geçiş, su akıtma ve su
4432] bk. Ali Efendi, Fetâvâ, II, 87; İbn Abidîn, Reddü’lMuhtar ale’l-Muhtâr, Terc. M. Savaş, İstanbul 1985, XII, 312
4433] bk. 2/Bakara, 245; 5/Mâide, 12; 57/Hadîd, 11, 18; 64/Teğâbun, 17; 73/Müzzemmil, 20
4434] bk. Ali Efendi, Fetâvâ, II, 89 vd.; Ali Haydar, a.g.e., IV, 339 vd
- 878 -
KUR’AN KAVRAMLARI
alma haklarına ait dâvâlar on yıllık zaman aşımına tâbîdir. Meselâ; bir kimse mîrî arâziden olan bir tarlayı başkasının gözü önünde on yıl ekip biçtiği halde bu kimse özürsüz olarak susmuş iken bu kimse on yıl önce bu tarla üzerindeki tasarruf hakkının tapu ile kendisine ait bulunduğunu dâvâ etse dâvâlı inkâr edince dâvâ dinlenmez. Ancak böyle bir dâvâ on yıl geçmeden açılırsa mahkeme buna bakar.
Diğer yandan mîrî arâzinin mülkiyetine ait arâzi memurlarının iddiaları ise 36 yıla kadar dinlenir. Nitekim bu konuda 22 Muharrem 1300 hicrî tarihli fermanla Osmanlı Devleti bu son zaman aşımı süresini esas almıştır. Mîrî arâzilerde geçiş, artık suları akıtma veya su alma hakları da on yılık süre aşımına tâbîdir.
Zaman Aşımını Kesen Özürler: Bazı özürler zaman aşımını keser. Süre bu özrün kalktığı andan itibaren başlar. Mecelle’nin 1663’üncü maddesinde özürler şöyle belirlenmiştir: “Bu konuda geçerli olan, yani dâvânın dinlenmesine engel olan zaman aşımı ancak özürsüz olarak vâkî olan zaman aşımıdır. Yoksa dâvâcının vasisi bulunsun bulunmasın çocuk veya akıl hastası yahut bunak olması veya yolculuk (seferîlik) kadar uzakta olan başka diyarda bulunması veya hasmının üstünlük sağlayan birisi olması gibi şer’î özürlerden birisiyle gelen zamana itibar olmaz. Bu nedenle zaman aşımının başlangıcı özrün sona erdiği tarihten itibaren olunur.
4- İki yıllık zaman aşımı: İslâm Devletinde, bir dâvâ için arâzi kanunu zeyli gereğince boş kalır. Bu gibi yerler yeni gelen muhâcirlere tahsis edilip, onlar tarafından ziraat ve kendine ait binalar yaptırırlar. İşte bu dâvâlar özürsüz olarak iki yıl geçince “zaman aşımı”na uğrar.
5- Bir yıllık zaman aşımı: Şüf’a hakkı bir ay takip edilmeyince düşer. Mecelle’nin 1034’üncü maddesinde şöyle denir: “Şüf’a hakkını tesbit ve buna şâhit tuttuktan sonra şüf’a hakkı sahibinin eğer başka bir beldede bulunmak gibi bir şer’î özrü yok iken, husûmet talebi bir ay gecikirse şüf’a hakkı düşer.”
Zaman Aşımının Bâtıl veya Fâsit Akitlere Etkisi: Bâtıl olan bir şey zamanın geçmesiyle meşrû hale gelmez. Süre ne kadar uzarsa uzasın, bâtıl olduğu ortaya çıkan muâmelenin kaldırılması gerekir. Çünkü bâtıl gerçekte yok hükmündedir. Süt veya mahrem hasımla yapılan evlilik gibi. Zaman aşımının fesat sebebi kalkmadıkça fasit muâmeleyi meşrû hale getirmez. Ancak fesad sebebi kaldırılır veya feshe engel bir durum ortaya çıkarsa muâmele sahih hale gelir. 4435
Hırsızlıkta Şahitlik ve Zaman Aşımı: Zina, hırsızlık ve şarap içme cezalarının (had) uygulanabilmesi için bu suçlara şâhit olanların açık bir özür olmadıkça gecikmeden şâhitlik yapmaları gerekir. Çünkü suçun işlendiği tarihle şâhitlik etme tarihi arasında uzun bir süre geçerse töhmet ve fitne ihtimali artar. Uzun süre sustuktan sonra şâhitlik yapılması, dâvâlıya duyulan kini akla getirir. Diğer yandan şâhit, böyle bir geciktirmeyi “şantaj” aracı olarak kullanmaya da kalkışabilir. Hz. Ömer’in (r.a.) şöyle dediği nakledilmiştir: “Had cezasını gerektiren bir suça, suçun işlediği sırada değil, sonradan şâhitlik eden bir topluluk, içlerinde bulunan bir kinden dolayı şâhitlik yapmış sayılır. Bu yüzden onların şâhitlikleri kabul edilmez.” 4436
4435] eş-Zuhaylî, a.g.e., IV, 284
4436] ez-Zühaylî, a.g.e., VI, 49
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 879 -
Bir yerde hâkimin bulunmaması, mesafenin uzaklığı, yolun tehlikeli oluşu açık özür sayılır. Bu özürler nedeniyle şâhitliğin gecikmesi mümkün ve câizdir.
Ebû Hanîfe’ye göre zaman aşımı süresi hâkimin takdirine bırakılmıştır. Çünkü şâhitlik yapmak için olayla hâkim önüne çıkma arasında geçebilecek süreler yer ve çevre şartlarına göre değişiklik arz eder. Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre zaman aşımı süresi bir ay ve daha fazla olan bir süredir. Eğer süre bir aydan kısa ise bu zaman aşımı sayılmaz. Çünkü bir ay sürelerin en kısasıdır. Bir aydan az olan süreler peşin (âcil) hükmünde olur. 4437
Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre, zina, kazf (zina iftirası) ve şarap içme ile ilgili hadler konusunda yapılacak şâhitlik zaman aşımına uğramaz. Çünkü zina hakkındaki şâhitliğin zikredildiği âyet genel anlam ifade eder. Gecikme nedenliye şâhitliğin düşeceğine ait bir delil de yoktur. Diğer yandan şâhitliğin gecikmesi bir özürden veya şâhidin kaybolmasından ötürü olabilir. Had cezası ise mutlak ihtimalle düşmez. 4438
İkrarda Zaman Aşımı: Müctehidler, zina ikrarı için bir zaman aşımı süresinin bulunmadığı konusunda görüş birliği içindedir. Çünkü insan kendisi aleyhinde bulunmakla itham edilemez. Buna göre, bir süre geçtikten sonra hâkim önünde yapılacak ikrarla zina sâbit olur. Ancak Mâlikîler dışında çoğunluğa göre böyle bir kimse had hükmü verilmezden veya had cezasının bir bölümü uygulandıktan sonra bile ikrarındın dönse veya kaçsa had düşer. 4439
Zina İftirası Cezasında (Kazf) Zaman Aşımı: Kazf haddinde zaman aşımı söz konusu değildir. Bu yüzden zina iftirası yapıldığına dair şâhitlik, olayın üzerinden uzun süre geçtikten sonra yapılsa bile şâhitlikleri kabul edilir. Çünkü diğer hadlerden farklı olarak kazf şâhitliği geciktirmede kin ve töhmet ihtimali bulunmaz. Çünkü kazfte önce dâvâ açılması şartı aranır. Buna göre, şâhitliği yerine getirmedeki gecikmenin dâvâyı açmadaki gecikmeden kaynaklanması da mümkündür. 4440
Diğer yandan zaman aşımı cinâyete şâhitliğin kabulüne de engel olmaz. Böylece zaman aşımı kazf ve katl dışında diğer hadlerde etkisini gösterir. Şarap içmede zaman aşımının etkili oluşu, şarabın kokusunun yok olması ile ilgilidir. Günümüzde kanda alkol araştırılması yoluyla bu sürenin uzatılabileceği mümkün hale gelmiştir.
Dövme, sövme, çirkin sözler söyleme gibi İslâm Devletinin koyacağı cezanın (ta’zîr) uygulanacağı konularda suçu inkâr edene yemin teklif edilir ve bu suçlar zaman aşımı ile de düşmez. Bu konularda, diğer hukuk dâvâlarında olduğu gibi kadınların şâhitliği de geçerlidir. 4441
Eş veya Hısımların Nafakasının Zaman Aşımına Uğraması
1- Eşin Nafakasının Düşmesi: Kadının kocasından alacağı nafaka; ibrâ, ölüm,
4437] es-Serahsî, el-Mebsût, 1. Baskı, Beyrut 1398/1978, IX, 50; ez-Zühaylî, a.g.e., VI, 49
4438] bk. İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadîr, Bulak 1315, IV, 161; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3. baskı, Kahire 1970, VIII, 207
4439] İbnü’l-Hümâm, a.g.e., IV, 120; İbn Kudâme, a.g.e., VIII,197; eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, II, 271
4440] el-Kâsânî, el-Bedâyi’, 1. Baskı, Beyrut 1328/1910, VII, 46
4441] ez-Zühaylî, a.g.e., VI, 521
- 880 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kocasına itaatsizlik, dinden çıkma ve evliliğin bir ma’siyet yüzünden kadın tarafından olan bir nedenle sona ermesi gibi sebeplerle düşeceği gibi, bazı durumlarda zamanın geçmesi ile de düşebilir. Nitekim, kadının nafakası kocasına gerekli olduktan sonra hâkim tarafından veya karşılıklı rızâ ile miktarı belirlenip, zimmette bir borç halini almadıkça zamanın geçmesiyle düşer. Hâkim nafakaya hüküm verip bir zimmet borcu halini aldıktan sonra ise artık zamanın geçmesiyle nafaka düşmez. Bu Hanefîlerin görüşüdür.
Mâlikîlere ve geri kalan mezheplere göre, nafaka hiç bir durumda zaman aşımına uğramaz. Eş birikmiş nafakası için kocasına döner. Hısımların nafakası ise bunun aksine olup zaman aşımı ile düşer. 4442
2. Hısımların Nafakasında Zaman Aşımı: Hanefî, Şâfiî ve Hanbelîlere göre, çocuklara, ana-babaya ve diğer hısımlara verilecek nafaka, zamanın geçmesiyle düşebilir. Hanefilere göre, hâkim hısımlar lehine nafakaya hüküm verdikten sonra, nafaka alacaklısı hısım nafakayı kabzetmeden veya nafaka yükümlüsü aleyhine borçlanmadan bir ay ve daha fazla bir süre geçse nafaka düşer. Çünkü eş dışındaki hısımların nafakası ihtiyaçlarını giderme esasına dayanır. Bu yüzden zengin olan hısıma nafaka vermek gerekmez. Hısımın, lehine hükmedilen nafakayı bir süre almaması, ihtiyaç sahibi olmadığını gösterir. Eşin nafakası ise, hâkimin belirlemesinden sonra, zamanın geçmesi ile düşmez. Çünkü onun nafakası eve bağlanma (ihtibas) karşılığı olup, ihtiyaç nedenine dayanmaz. Bu yüzden karı, zengin de olsa nafaka almaya hak kazanır. Hâkimin nafakayı borç olarak alma izni vermesi halinde de düşmez. Çünkü bu takdirde zimmet borcu olmuş bulunur. Diğer yandan ez-Zeylaî küçüklerin nafakasını eşin nafakasına benzetmiş ve bu ikisini aynı hükümlere tâbi kabul etmiştir. 4443
Mâlikîlere göre, ana-babanın veya çocukların nafakası, hâkim miktarını belirleyip karar vermedikçe zamanın geçmesiyle düşer. Hâkim belirlediği takdirde sâbit olur. 4444
Sonuç olarak, bir aydan kısa sürede hısımların nafakası ile eşin ve çocukların nafakası zamanın geçmesiyle düşmez ve hâkim kararı olunca zimmet borcu olarak devam eder. Yine hâkimin emriyle borçlanma olunca eşten başka hısımların nafakası da düşmez. 4445
Gün
“De ki: Siz mi arzı iki günde yaratana karşı nankörlük ediyor ve O’na eşler koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir. Arza, üstünden ağır baskılar yaptı, onda bereketler yarattı ve onda -arayıp soranlar için- gıdalarını tam dört günde takdir etti (düzene koydu). Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve arza, Gönüllü veya gönülsüz olarak (buyruğuma) gelin dedi. Gönüllü olarak buyruğuna geldik dediler. Böylece onları iki günde yedi gök yaptı ve her göğe emrini (yasalarını) iki günde vahyetti. Biz en yakın göğü lambalarla
4442] bk. el-Kâsânî, el-Bedâyi, IV, 22, 29 vd.; İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadîr, III, 332 vd.; İbn Abidîn, Mısır t.y., II, 889 vd.; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, Mısır t.y., II, 54; İbn Kudâme, el-Muğnî, VII, 578, 604, 611 vd.; eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, II, 160
4443] el-Kâsânî, a.g.e., IV, 38; İbnü’l-Hümâm, a.g.e., III, 354; el-Meydânî, el-Lübâb, İstanbul t.y., III, 109; İbn Âbidîn, a.g.e., II, 925, 942 vd.; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 167
4444] ez-Zühaylî, a.g.e., VII, 783
4445] Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, 422-425
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 881 -
ve koruma (güçleri) ile donattık. İşte bu, o güçlü, bilen (Allah)ın takdiridir).”4446
41/Fussılet, 9 ve 10’uncu âyetlerde Yeri iki günde yaratan Allah’a karşı nankörlük edip O’na ortaklar, benzerler tasarlayan insanlara, inkâr tarzında bir soru ile bu yaptıklarının, şaşılacak bir şey olduğu belirtiliyor ve aslı iki günde yaratılmış olan dünyanın üzerine yüksek dağların birer baskı gibi atıldığı, bitki ve ürünlerinin yaratıldığı, dünyânın yaratılmasından itibaren dört gün içinde canlıların yaşamasına elverişli hale getirildiği anlatılmaktadır.
9’uncu âyette Allah’ın, arzı iki günde yarattığı, 10’ncu âyette arzın dağlarını, bereketlerini, bitki ve ağaçlarını dört günde yarattığı, 12’nci âyette ise gökleri iki günde yarattığı buyurulmaktadır. Bunların toplamı sekiz gün eder. Oysa başka âyetlerde Allah’ın, gökleri ve yeri altı günde yarattığı belirtilmektedir.
“Andolsun Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık, Bize hiçbir yorgunluk dokunmadı.” 4447
“Rabbiniz o Allah’tır ki gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arşa istivâ etti (evreni yönetmek üzere tahtına oturdu). O, geceyi durmadan kovalayan gündüzün üzerine bürüyüp örter; Güneşi, Ayı ve yıldızları buyruğuna boyun eğmiş vaziyette (yaratmıştır). İyi bilin ki yaratma ve emir O’nundur. Âlemlerin Rabbi Allah, ne uludur!” 4448
“O, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattı, sonra Arşa kuruldu (yönetim tahtına oturdu). Rahmandır, bunu bir bilene sor.” 4449
“Gökleri ve yeri altı günde yaratan O’dur. O zaman Arşı su üzerinde idi. (Evreni yarattı ki) Hanginizin daha güzel iş yaptığınızı denesin.” 4450
Bu âyetlerin asıl amacı, Allah’ın yanında birtakım aracı tanrılara tapan insanlara, o tanrıların bir şey yaratmadığını, gökleri ve yeri altı günde yaratmış olanın Allah olduğunu, O’ndan başkasına tapmanın bir yararı olmadığını vurgulamaktır. Dünyanın iki günde, bitki ve azıklarının dört günde, yedi göğün de iki günde yaratıldığını söyleyen 41/Fussılet, 9, 10 ve 12’inci âyetler ile göklerin ve yerin altı günde yaratıldığını söyleyen bu âyetler arasında ilk anda bir çelişki var gibi gelirse de gerçekte âyetler arasında çelişki yoktur. Gökler ve yer altı günde yaratılmıştır. Allah’ın, göğe ve yere: “Ona ve arza, ‹Gönüllü veya gönülsüz olarak (buyruğuma) gelin' dedi. ‹Gönüllü olarak buyruğuna geldik' dediler.” sözünden, yerin yaratılışı sürerken göklerin de yaratıldığı anlaşılır. Yani önce gökler yaratılmış, sonra yerin yaratılışına başlanmış değil, bütün gök cisimlerinin aslı, hep beraber iki günde yaratılmıştır. Öteki gök cisimlerinin evrimi bizi fazla ilgilendirmeyeceği için Yüce Allah, bize yerin evrim sürecini bildirmiştir. Yerin dört gün içerisinde evrimleşerek canlıların yaşamasına elverişli duruma geldiğini haber vermiştir. Bu arada öteki yıldızlar da evrimleşmiş ve yedi gök, altı günde evrimini tamamlayıp bu hale gelmiştir. Yer nasıl iki günde yaratılıp ondan sonra dört gün içinde evrimleşmiş ise gökler de öyle olmuştur. Âyetlerin sözgeliminden bu anlaşılmaktadır.
Herhalde kâinatın yaratılışından söz eden âyetlerde kasdedilen gün,
4446] 41/Fussılet, 9-12
4447] 50/Kaf, 38
4448] 7/A’râf, 54, yine bk: 10/Yûnus, 3
4449] 25/Furkan, 59; 57/Hadîd, 4
4450] 11/Hûd, 7; 32/Secde, 4
- 882 -
KUR’AN KAVRAMLARI
insanların kullandığı yirmidört saatlik zaman birimi değil, kâinatın yaratılış evreleridir. Gün, her yıldızın, kendi ekseni çevresinde bir dönüşünden ibârettir. Dünyamız, kendi çevresindeki dönüşünü yirmidört saatte tamamlar. Dünyâmız Güneşin bir uydusudur ve Güneş çevresinde dönmekte, bu dönüşünü de üç yüz altmış beş gün, altı saatte tamamlamaktadır. Demek ki bu dönüş, gözönünde tutulursa dünyanın bir dönüş günü, 365,25 güne karşılıktır.
Güneşimiz, içinde bulunduğu Samanyolu Galaksisinin merkezinden 32000 (otuz iki bin) ışık yılı uzaklıkta bulunan bir yıldızdır. Güneş sistemimiz, Galaksinin çevresinde yavaş yavaş döner ve bu dönüşünü 225 (iki yüz yirmi beş) milyon yılda tamamlar. Samanyolu Galaksisinde yüz milyar yıldız vardır. Bu Galaksi, Andromeda Galaksisinden sonra ikinci büyük galaksidir.
Sadece bizim Güneş sistemimizdeki günler ve yıllar böyle farklı olduğuna göre ya bizim Güneş sistemimizden çok daha büyük sistemlerde, bizim gezegenlerimizden çok daha büyük gezegenlerde günün ve yılın ne kadar uzun bir zaman aldığı düşünülebilir. Belki de bizim hesabımızla milyonlarca yıl süren günlerin olduğu gezegenler vardır. İşte Allah, Kendi katında bir günün bin yıl, hattâ elli bin yıl olduğunu söyler.
“(Allah) Emri gökten yere tedbir eder (buyruğunu indirir). Sonra emir, saydığınız (yıllar)dan bin yıl kadar süren bir günde O’na çıkar.” 4451
“Melekler ve ruh, mikdarı elli bin yıl süren bir gün içinde O’na yükselir!” 4452
“Senden azabı çabuk istiyorlar. Allah sözünden caymaz (bir süre geciktirse de mutlaka dediğini yapar. O acele etmez). Rabbin yanında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir.”4453 Bu âyetler, günün itibarî olduğuna, yıldızdan yıldıza değiştiğine işaret buyurmaktadır. 4454
Altı Günün Anlamı
Altı tavra (yani altı yaratılış evresine) işarettir. Zirâ bu âyetlerdeki günün, bilinen gün olması mümkün değildir. Çünkü gün, Güneşin doğuşundan batışına kadar olan zaman birimidir. Gökler ve yer yaratılmadan önce Güneş ve Ay yok idi. Öyle ise kâinatın yaratıldığı gün, bilinen Güneş günü değildir. Fakat gün ile bazen genel vakit de anlatılır. “Kralın oğlu doğduğu gün büyük şenlik yapılır” sözünde kasıt doğum zamanıdır, gün değildir. İşte bu âyetlerdeki gün ile de genel vakit kasdedilmiştir. Bazı müfessirlere göre de bu âyetlerin amacı, Yahûdilerin, “Allah evreni altı günde yarattı, yedinci günde istirahat etti.” şeklindeki sözlerinin son kısmını düzeltmektir. Allah için istirahat tabiri uygun değildir. Çünkü bundan Allah’ın yorulduğu anlamı çıkar. İşte böyle bir kuşkuyu savmak için Kaf Sûresinde Allah’ın evreni altı günde yarattığı belirtildikten sonra “Bize bir yorgunluk dokunmadı” ifadesiyle Allah’ın yorulmadığı vurgulanmıştır. Başka âyetlerde de istirahat yerine, “Arşa oturdu” buyurulmuştur.
Göklerin ve yerin altı günde yaratılmış olduğu inancı Yahûdilerle iç içe yaşayan Araplara geçmiş olmalıdır. İşte Kur’ân, bu âyetlerle onlara, bildikleri bir şeyi
4451] 32/Secde, 5
4452] 70/Meâric, 4
4453] 22/Hacc, 47
4454] Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları, 7/31-35
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 883 -
anımsatarak “Putlara tapmakla meşgul olmayın, bildiğiniz gibi gökleri ve yeri altı günde yaratan, tek buyruk sahibi Allah’a kulluk edin. Sizin Rabbiniz putlar değil, gökleri ve yeri altı günde yaratan Allah’tır” buyuruyor. 4455
İmam Fahru’ddin Râzi, şöyle diyor: “Bu ma’mûre (İ’mâr edilmiş dünyâ), eski zamanlarda denizlerle kaplı idi. Sonra bundan çokça yapışkan çamur oluştu. Deniz çekildikten sonra çamur taşlaştı. Sellerin, rüzgârların aşındırmasıyla dağlar, tepeler meydana geldi. Birçok taşı kırdığımızda içinde sedef, balık gibi deniz hayvanlarının fosillerine rastlamamız, bu tahmini güçlendirmektedir.” 4456
Bazı kıt akıllılar, dünyâ, bir plana göre yavaş yavaş değil de, plansız, projesiz, birden bire yaratılmış olursa bunun, Allah'ın varlığını ve ululuğunu daha çok göstereceğini sanırlar. Gerçekte şu nizâm, Allah'ın birliğine, kudret ve hikmetine en güzel kanıttır. Kâinattaki düzen birliği, bunların bir tek yaratıcı tarafından yaratıldığını kanıtlar. Düzensiz olsa, ya da her yıldızda başka başka yasalar bulunsa o zaman bunun bir raslantı olduğu düşünülebilir.
Bazı haberlerde âyetteki altı günün, bizim dünyâ günümüz olduğu anılmış, bazı müfessirler de bunun üzerinde durmuşlardır. Müslim'in Ebû Hüreyre'den çıkardığı bir hadiste Ebû Hüreyre şöyle diyor: “Allah'ın Elçisi elimden tuttu, dedi ki: ‹Allah azze ve celle Arzı Cumartesi günü yarattı; dağları Pazar günü yarattı; mekruhu (kötülüğü) Salı günü yarattı; nuru Çarşamba günü yarattı; hayvanları Perşembe günü Yeryüzüne yaydı; en son yaratığı olarak Âdem'i de Cuma günü, en son saatte, ikindi ile akşam arasında yarattı.” 4457
Bu rivâyet, dünyânın, nizamsız, plansız olarak, bizim şu kısa dünyâ günlerimiz içinde yaratıldığını belirtir. Bu konuda rivâyet edilen haberlerin ve eserlerin hepsi İsrâiliyyâttan alınmıştır, bunların içinde bir tek sahih hadis yoktur. Ebû Hüreyre’den rivâyet edilen bu hadis de önce Allah’ın Kitabına ters olduğu için metni bakımından reddedilir. Senedine gelince bunu Müslim’in çıkarmış olmasına aldanmamalıdır. Çünkü Müslim de bunu başkaları gibi Haccâc İbn Muhammed el-Mıssisi el-A’ver’den, o da İbn Cüreyc’den almıştır. Aslında doğru sözlü olan bu râvi, ömrünün sonunda aklına halel gelince karıştırmaya başlamış ve bu halinden sonra da rivâyete devam etmiştir. Son Bağdad’a gelişinde Yahya İbn Ma’in, onun karıştırdığını görünce oğluna, onun yanına kimseyi sokmamasını tenbih etmiştir.4458 Haccâc’ın, bu hadisi de aklına bozukluk geldikten sonra rivâyet ettiği anlaşılıyor. Zira İbn Kesir, tefsirinde: “Buhâri ve başkaları bu hadisi eleştirmişler ve bunun merfû hadis (Peygamber sözü) olmayıp Ebû Hüreyre’nin, Ka’bu’l-Ahbâr’dan rivâyeti olduğunu söylemişlerdir” diyor.4459 Yani Haccâc, aklı karıştığı sırada rivâyet ettiği bu sözü, Pey-gamber sözü olarak rivâyet etmiştir, oysa gerçekte bu söz, Peygamber’in sözü değil, Ka’bu’l-Ahbâr’ın sözüdür. Ebû Hüreyre de bu sözü ondan alıp aktarmıştır. 4460
Aslında Ebû Hüreyre, İbn Abbâs gibi bazı sahâbiler, Yahûdi bilginleriyle görüşüyor ve onların dünyânın yaratılışı hakkındaki sözlerini aktarıyorlardı. Gerçi
4455] Tefsiru’l-Menâr: 8/448
4456] Mefâtihu’1-ğayb: 14/115
4457] Müslim, Münâfikin: 27; İbn Hanbel, Müsned: 2/327
4458] Mizânu’l-İ’tidâl: 1/464
4459] İbn Kesir, Tefsir: 2/221
4460] Tefsiru’l-Menâr: 8/448-449
- 884 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’ân da Tevrat’ın söylediklerini ayrıntıya girmeden ana hatlarıyla anlatır ama, zaman içerisinde yapılan tefsir, şerh ve eklerle Tevrat’a girmiş olan birçok katmadan ve gerçek dışı yorumlardan ayıklayarak sırf vahiy olan kısmı anlatır. Bu konuda Kur’ân vahyi dışında hiçbir şeye güvenilemez. Çünkü evrenin yaratılışını insan ya vahy ile veya bilimle öğrenir. O zaman bilim henüz bu düzeyde değildi. Vahy de insanlara kanıt olmağa yetecek kadar bazı işaretler yapmıştır. Gerisini insanın araştırmasına, düşünmesine bırakmıştır. Vahy olmadıktan sonra bunları Peygamber de bilemez. Zaten o “Siz dünyânıza ilişkin şeyleri benden iyi bilirsiniz” buyurmuştur. Vahye dayanmayan bu tür Yahûdi kaynaklı haberlerle Kur’ân vahyini perdelemek ve vahye kuşku sokmak, hem vahye, hem vahyin tebliğcisine büyük haksızlık olur. 4461
Ân
Ân; Birbirini takip eden süreler arasında varlığı farzedilen zaman sınırı; ardarda gelmesiyle zamanı oluşturan ve bölünmeyen zaman parçası gibi anlamlarda kullanılan felsefe terimidir. Aslı eyn veya evân olan an zaman dilimi, “kısa zaman” ve “şimdi” mânalarına gelir. An Kur'an'da ve hadislerde “zamanın yaklaşması” ve “şimdi” anlamlarında kullanılmıştır.4462 İngilizce ve Fransızca’da İnstant kelimesiyle ifade edilir. Türkçe’de, “herhangi bir gelişme sürecinin merhalelerinden biri, düşünce hareketlerinde konaklama noktası, sanat ve edebiyatın bir safhası, sanatta bir önceki neslin sonraki nesle yaptığı etki” anlamlarında kullanılır. An. felsefede şuurun bir bütün olarak kavradığı zamanın en küçük dilimi, belli ve bölünmez bir noktası; bir zamanı, vasıtasız ve aralıksız bir şekilde takip eden bir başka zamandan ayıran süresiz fasıla olarak kabul edilir. Zamanda “bir” sayısına benzeyen, fakat ondan bazı noktalarda farklılık gösteren anlar vardır. “Bir”sayının bir parçası olduğu halde an, mazi ile müstakbelin birleştiği veya ayrıldığı hayalî bir sınırdır ve geçmişe doğru uzanan zaman çizgisinin de sonudur. Bir şeyin sonu ise kendisinin dışındadır. Mekânda nokta ne ise zamanda da an odur. Bu sebeple anın boyutu yoktur; ancak peş peşe akıp giden zaman arasındaki ortak sınırdır. Eflâtun’a göre an geçmişin geleceğe dönüştüğü noktadır; başka bir ifade ile an iki zıt değişimin başlangıç noktası, geçmiş ile gelecek arasında varlığı farzedilen bir sınırdır. Anda ne hareket ne de sükûn bulunur; şu halde an zamanın dışındadır. Aristo’ya göre de an zamanın parçası değildir; bu sebeple zamanın anlardan oluştuğu söylenemez; zira an denilen şey geçmişle gelecek arasında bir sınırdır; var olduğu lahzada hemen yok olur. Böylece periyodik olarak anlar birbirini takip eder; bununla beraber biri diğerine bitişik de değildir; her ne kadar hareketleri aynı ise de bir önceki an bir sonrakine benzemez. Şâyet öyle olsaydı öncelik ve sonralıktan söz edilmez ve Homeros’un Sokrat’la aynı çağda yaşamış olması gerekirdi. Bu şekilde Eflâtun ile Aristo özellikle şu iki noktada birleşmiş oluyorlar: 1) An zamanın bir parçası değildir. 2) An içinde ne hareket ne de sükûn bulunur.
An İslâm kelâmcıları ve filozoflarınca farklı şekillerde açıklanır. Kelâmcılara göre an, ardarda gelen ve bölünemeyen zaman parçasıdır. Zamanın bütünü anlardan oluşur; yani bütünüyle zaman anlardan ibarettir. An hariçte (zihnin dışında) bilfiil vardır. Anın bölünemez kabul edilmesi “halâ” ve “cevher” nazariyesinden
4461] Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 7, s. 36-37
4462] bk. 2/Bakara, 71, 187; 4/Nisâ, l8
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 885 -
kaynaklanmaktadır. Çünkü hariçte var olan hareket mekândaki bir oluştur. Bu oluşun mekândaki akışı, yani mesafenin başından sonuna kadar varışı hareketi meydana getirir. Buna göre zaman namına var olan, bölünemez mahiyetteki andan başkası değildir. An bölünemeyince onun üzerinde cereyan eden mesafe, hareket ve müteharrik olan cisim de bölünemez. Mutlak zaman ise dönen bir ışığın dairesi gibi zihnen vardır, hariçte mevcut değildir. Kelâmcıların hadis kabul ettikleri an hakkındaki bu açıklamaları atom nazariyelerinin temelini teşkil eder. İslâm filozoflarından Kindî de anın bilfiil var olduğunu belirtir.4463 İbn Sînâ ve İbn Rüşd zamanı muttasıl bir kemiyet kabul ederek ânı, iki tarafı sonsuz olan bir doğru üzerindeki noktaya benzetirler. Fakat nokta, doğru parçasında iki taraf için müşterek olduğu halde an sadece maziye ait bir parçadır. Çünkü müstakbel henüz vücut bulmamıştır. Nasıl ki nokta hariçte mevcut olmayıp sadece zihinde varsa an da zamanda yalnız zihnen vardır. Aksi takdirde hareketin, dolayısıyla cismin ve zamanın bir daha bölünemeyecek en küçük parçaları bulunduğunu, sınırlı olduğunu ve buna bağlı olarak sürekliliğinin kesintiye uğradığını söylemek gerekir. Bu ise imkânsızdır. Şu halde an zihinde kabul edilen doğru parçalarından birinin başlangıcı, diğerlerinin sonudur. An hareketin öncesini ve sonrasını birbirinden ayırıcı değil, aksine bunları birleştirici bir baştır. Bu da anın bilfiil değil, bilkuvve olduğunu gösterir. 4464
İslâm filozoflarının an konusundaki bu telakkileri, günümüzde geçerliliğini kaybeden felekler nazariyesine dayanıyordu. Îbnü'l-Arabî de anı filozoflar gibi sırf zihnî bir kavram olarak kabul eder.4465 Ona göre anın hariçte mevcut olduğunun zannedilmesi Hakk’ın zuhurundan dolayıdır.4466
An-ı Dâim
Tasavvufta an vahdet fikriyle birleştirilir ve ebedin ezel içinde dürüldüğü, ezel-ebed ve şimdiki zamanın birleştiği bu ana el-ânü’d-dâim adı verilir; bundan da Allah’ın ezel ve ebedi kaplayan zaman üstü hüviyeti kastedilir. İbnü’l-Arabî ve diğer bazı mutasavvıflara göre dün, bugün, yarın gibi zaman sınırlamaları ancak değişken varlıklar için geçerli, dolayısıyla nisbî ve izafîdir. Mutlak ve değişmeyen İlâhî hüviyet4467 bakımından ise hiçbir şekilde zaman sınırlamalarından söz edilemez; O’nun hakkında ezelden ebede bütünüyle zaman tıpkı an gibi sınırsız, değişmez ve boyutsuzdur. İşte zamanın bu nitelikleri Hazret-i İlâhiyye’nin ezelden ebede doğru uzanan bütün zamanlardaki kesintisiz tecellisidir. Böylece ân-ı dâim ezel, ebed ve hali birleştirmiş olur. Bu sebeple tasavvufta ân-ı dâime, dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’a Bâtınü’z-zamân, Aslü’z-zamân veya Sermed de denir. Çünkü ân-ı dâim üzerindeki nakışlar ve çeşitlilikler durumunda olan zamanın bütün dilimleri (el-ânâtü’z-zamâniyye) sürekli değiştiği halde ân-ı dâim yani İlâhî hüviyet ebedî ve sermedî olarak aynı kalır. 4468
Gece-Gündüz Âyetleri
“Gece ve gündüzü iki âyet yaptık. Gecenin âyetini sildik, gündüzün âyetini aydınlatıcı
4463] bk. Resâ’il, s. 121
4464] bk. İbn Sînâ, s. 45-46; İbn Rüşd, s. 76-77
4465] el-Fütûhat, VI, 58
4466] Yusuf Şevki Yavuz, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1991: 3/100-101
4467] el-Hazretü’l-İlâhiyye
4468] Süleyman Uludağ, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1991: 3/100-101
- 886 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaptık ki hem Rabbinizin lütfunu arayasınız, hem de yılların sayısını ve hesabı bilesiniz. Biz herşeyi açık açık anlattık.” 4469
Bu âyette Allah’ın, gece ve gündüzü birer âyet yaptığı; gece âyetini silip kararttığı; insanların, Allah’ın nimetini ve lütfunu aramaları, yani geçimlerini sağlamaları, zamanı ve hesabı bilmeleri için gündüz âyetini aydınlık yaptığı anlatılmaktadır.
Burada ilk hatıra gelen anlam, gecenin karanlık, gündüzün aydınlık olmasının, Allah’ın bir mu’cizesi olduğudur. Zamanı böyle biri karanlık biri aydınlık olmak üzere ikiye ayırması, elbette Allah’ın bir yaratılış mu’cizesidir. İbn Abbâs ise gece âyetini Ay, gündüz âyetini Güneş olarak tefsir etmiştir. Fakat birinci mânâ âyetin kendisine daha uygundur. Kasıt Ay ve Güneş değil, karanlık ve aydınlık olayıdır ki bu da gece ile gündüzün kendisidir. İnsanlar geceleyin dinlenir, gündüz ışığında çalışıp geçimlerini sağlarlar. Gece ile gündüzün birinci yararı budur: Dinlenmek ve çalışmak. Âyette sayılan ikinci yararı da takvimi ve hesabı bilmektir. Gece gündüz olmayıp hep gece veya hep gündüz olsa, zaman bilinmez, takvim yapılmaz, zaman ayırıcı birimlere ayrılamazdı. Zamanı günlere, haftalara, aylara ve yıllara bölmek mümkün olmazdı. Gece ve gündüz olayı takvim ve zaman hesabının yapılmasını sağlamıştır. “Gündüzün âyetini aydınlatıcı yaptık ki hem Rabbinizin lütfunu arayasınız, hem de yılların sayısını ve hesabı bilesiniz.” cümlesinden, doğru zaman hesabının Güneşe göre yapılacağı anlaşılır.
Şâyet gece ve gündüz âyetleriyle Ay ve Güneş kasdedilmiş ise “Gecenin âyetini sildik” cümlesinde Ayın ışıksız olduğu anlatılmaktadır. Gerçekten Ayın kendisi ışık vermez, sadece Güneşin ışığını yansıtır. Âlûsî’ye göre gecenin âyetinin silinmesi: ya Ayın aslında ışıksız yaratılması, ya da Güneşten yansıttığı ışığın, görünürde yavaş yavaş azalıp ay sonuna doğru kaybolması anlamına gelir ki birinci anlam daha uygundur. Çünkü Ay ışığının artıp eksilmesinin, denizlerin gelgit olayı gibi dünyâ düzeni üzerinde büyük etkinliği vardır.4470
Ayrıca “Gecenin âyetini sildik” ifadesi, Ayın, bir zamanlar Güneş gibi ışık veren bir yıldız olup zamanla soğuyarak ışık ve ısısını kaybettiği ihtimâlini de düşündürmektedir. Nitekim Abdullah ibn Abbâs’ın: “Vaktiyle Ay da Güneş gibi ışık verirdi” dediği rivâyet edilmiştir.4471 Bir gün Güneş de büzülerek ışık ve ısısını kaybedecektir ki bu durum, sistemindeki gezegenlerde hayâtın sona ermesi, Kıyâmetin kopması demektir. Gerçeği Allah bilir. 4472
Zamanın Özel Kesitleri ve Mübârek Günler
Zaman çok karmaşık ve önemli bir kavramdır. İnsanoğlu, zaman hakkında henüz çok geniş bilgilere sahip değildir. Bu konudaki malumât, sadece güneş, dünya ve ay arasında cereyan eden ve astronomi bilimi tarafından şimdiye kadar tespit edilmiş bulunanlarla sınırlı kalmıştır.
Zamanın da yaratıcısı şüphesiz ki Yüce Allah’tır. Her saniye akıp giden zaman dediğimiz şey, gerçekten insanı derinden düşündürücüdür. Allah (c.c.)’ın bir
4469] 17/İsrâ, 12
4470] Rûhu’l-Me’ânî, 15/27
4471] İbn Kesîr, Tefsîr: 3/28; Neysâbûrî, Ğarîbu’l-Kur’ân, 15/13
4472] Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları: 6/403-404
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 887 -
kudret mucizesi olan zaman akımının büyük sırlarını bilmiyor olsak bile onun önemli bazı kesitlerini değerlendirmek durumundayız.
Saniyeler, dakikalar, saatler, günler, haftalar, aylar, mevsimler ve yıllar şeklinde akan zamanın, dakik hesaplara ve belli disiplinlere dayanan taksimatı, başlı başına hayranlık uyandıran bir İlâhî sistemdir. Bilindiği kadarıyla sırf güneş, dünya ve ay arasındaki ilişkilerin bir sonucu olan zaman akımı, -üzerinde yaşadığımız gezegenin-, gök cisimleri arasında taşıdığı önemi ön plâna çıkarmaktadır. Dünya dediğimiz bu gezegen, Mescidu’l-Harâm, Mescid-i Nebevî ve Mescidu’l-Aksâ gibi olağanüstü öneme sahip üç mekânın yanı sıra, yüz binlerce câmi, mescid ve ilim yuvaları gibi daha birçok mübarek yerleri de üzerinde taşımaktadır. Bütün bu mekânlarda, Allah Teâlâ’ya kulluk temelinde icrâ edilen tüm faâliyetler, zaman ve mekân dâhilinde olup bitmektedir. Onun için önemli mekânlar kadar önemli zamanlar da mü’minleri meşgul eder ve edecektir. Çünkü bu zaman ve mekânlar, Allah ile kul arasındaki bağların güçlü birer şâhididirler.
Başta Arafat (Arefe) günü olmak üzere bayramlar ve cumalar, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in İsrâ olayını yaşadığı Mi’râc gecesi, kezâ Onun ibâdetle ihya etmeye çalıştığı Recep ayının ilk Cuma gecesi, Şaban ayının on beşinci gecesi ve Kadir gecesi, hiç kuşkusuz özel birer anlam taşıyan zaman kesitleridirler. Bunların yanı sıra, başta cihâd olmak üzere tüm hayırlı faaliyetler, mazrufu oldukları zaman dilimlerinin ne kadar büyük fırsat anları olduklarını kanıtlarlar. Böylece zarf ile mazruf, birbirini tamamlayarak İslâm’ın rûhânî hayat cephesinin parlak disiplinini gözler önüne sererler.
Zaman ve zarf, çok önemli kavramlardır. Vahyin dili olan Arapça, bu iki kavramı insan zihnine en iyi şekilde yansıtabilmiştir. Bu nedenledir ki “zaman” kelimesi, eskiden günümüze kadar Türkçe’de, -olduğu gibi Arapça aslıyla- kalmıştır. Zarf ise, Türkçe’de tam karşılığı bulunmadığı için, -ilgiye ve yerine göre- sınırlı olarak zaman zaman “kuşatıcı” kelimesiyle anlatılmak istenmiştir.
Vakit o kadar değerlidir ki Allah Teâlâ, zamanın bir kesiti olan asra yemin etmiştir.4473 Zaman, Allah’ın (c.c.) kudretiyle O’nun kurduğu nizama ve hesaba göre akıp gider. Yine O’nun takdiriyle bazı saatler, günler ve aylar, özel birer anlam ve değer taşırlar. İşte bu müstesnâ zaman dilimleri, duâların kabul gördüğü ve umutların yeşerdiği hayırlı saatler ve mübarek günlerdir. Kısmen Kur’ân-ı Kerîm’de, kısmen de Rasûlullah’ın (s.a.s.) sünnetinde bu mübarek günler ve saatler belirtilmişlerdir. Bunlar, genelde üç aylar olarak bilinen Recep, Şaban ve Ramazan aylarına yayılmış özel günlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu hayırlı ve mübarek günlere, özellikle Ramazan ayına ve Kadir gecesine büyük önem verilmiştir.
İslâm’ın yaklaşık bin beş yüz yıl önce yapılanma sürecini yaşadığı günlerde Allah Teâlâ, -Câhiliye döneminin insanını bu evrensel düzene alıştıracak şekilde- emirlerini derin bir hikmetle zamansal periyotlar boyunca bildirmiştir. Bu periyotlar kronolojik olarak çok ilginçtir. Örneğin Kur’ân-ı Kerîm’in ilk âyetleri Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kırk yaşına girdiği 611 yılında inmeye başladı. Bu müthiş olay, Ramazan ayında ve Kadir gecesinde cereyan etmiştir. Kadir gecesini de kucaklayan Ramazanın bir zamansal periyot olarak vahye de sahne olması bu ayın ne kadar büyük önem taşıdığını ortaya koymaktadır. İşte bu nedenledir
4473] Bk. Kur’ân-ı Kerîm, 103/Asr Sûresi
- 888 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ki Allah Teâlâ Kadir gecesinin bin yıldan daha hayırlı olduğunu haber vermektedir.4474 Bunun anlamı (Allahu A’lem) şudur; mü’min kişinin, Kadir gecesinde Allah (c.c.) rızâsı için yapacağı ibâdet, duâ, zikir ve tefekkür, onun, (ömrü yetse ve sürekli işleyebilse) bin yıl boyunca yapacağı ibâdet, duâ, zikir ve tefekkürden daha hayırlıdır!
(Bu açıklama nedeniyle, yapılabilecek yanlış bir yoruma meydan vermemek bakımından şu önemli bilgiyi sunmakta yarar vardır:
Bazı kimseler, şöyle düşünüyor olabilirler: “Madem ki Kadir gecesi bin yıldan daha hayırlıdır, öyle ise bu gecede yapılan ibâdetler de bin yıl boyunca yapılacak ibâdetlerden daha üstün demektir. Dolayısıyla, Kadir gecesinde yapılan ibâdetler o kadar çok değerlidir ki, bir mü’minin, yaşamı boyunca işlediği iyilikler ve yerine getirdiği tüm ibâdetler, bu mübarek gecede yapılanların yanında çok küçük ve önemsiz kalmaktadır. Sonuç olarak, mü’min kişi, hayatında yalnızca bir kez bile eğer bu geceyi ibâdetle ihya edecek olursa, üzerindeki bütün mükellefiyetler düşer!”
Her şeyden önce, Allah (c.c.) adına böyle bir yargıda bulunmaya, hiçbir insanın yetkisi yoktur. Kaldı ki, dikkatleri Kadir gecesinin sırf yüksek değeri üzerinde yoğunlaştırmayı amaçlayan ve bu gecenin kaçırılmaması gereken bir fırsat olduğuna vurgu yapan âyet-i kerime, mü’min kişinin mükellefiyetlerini asla kaldırmamakta, böyle bir anlam taşımamaktadır.)
Hicretten on sekiz ay önce gerçekleşen İsrâ yolculuğu, İslâm’ın yapılanma sürecinde yer alan ikinci zamansal periyodun simgesidir. Bu periyotta, yine Allah Teâlâ’nın emriyle İslâm’ın genel anlamda bir yol haritası çizilmiştir. Hicretten bir buçuk yıl sonra İlâhî emirle kıblenin yönü Mescidu’l-Aksâ’dan Mescidu’l-Harâm’a çevrildi. Bu olaydan kısa bir süre sonra da Şaban ayının onunda Ramazan orucu farz kılındı. Milâdî 624 yılında gelen bu emir, İslâm’ın rûhânî hayat sistemine yeni bir temel taşın yerleştirildiği üçüncü zamansal periyodu temsil eder.
Mânevîyât deryasının bereketle coştuğu bu hayırlı günlerde, gönüllerde de iklim değişmeye başlar; katı yürekler yumuşamaya yüz tutar. İman dolu göğüslerde sevgi, saygı ve acıma duygusu Ummanlaşır. Dolayısıyladır ki bin beş yüz yıl önce, İslâm’ın yapılanma sürecini oluşturan ve birbirini izleyen zamansal periyotlar bu evrensel, yüce kâinât nizamının zihinlerde tazelenebilmesi ve ideal anlamda hayata geçirilebilmesi için her yıl yeniden birbirini izlerler.
Hiçbir dinin, hiçbir rejimin ve hiçbir ideolojinin zaman akarken, zindeliğini ve tazeliğini sürekli koruyabilecek bu kadar güçlü sistemleri ve bu derece çarpıcı simgeleri yoktur. İslâm’ı, tarihe silinmez şekilde kazıyan bu hayırlı olayların ve hayırlı günlerin tümü, aynı zamanda mü’min gönüllere ve zihinlere de kazınmıştır. Şu var ki, İslâm’a ait değerlerin birçoğu tarihin akışı içinde çarpıtıldığı gibi, hayırlı vakitlere ilişkin ölçüler de az çok saptırılmıştır. Onun için bu mesele üzerinde bir nebze durmakta yarar vardır.
Her şeyden önce hatırlatmak gerekir ki, İslâm’da, vaktin hayırlısı ve şerlisi diye bir ayırım yoktur. İslâm, uğursuzluğa yer vermemiştir. Dolayısıyla zamanın tümü hayırlı faaliyetlere açıktır. Hayır ve şer, zaman için değil, ancak niyet ve eylem
4474] Kur’ân-ı Kerîm, 97/Kadr Sûresi
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 889 -
için söz konusu olabilirler. Bununla birlikte, zararlı ve yıkıcı niyet ya da eylem, -içinde cereyan ettiği- zamana mal edilemez. Örneğin savaş, deprem, yangın, sel, kasırga ve salgın hastalıklar gibi felâketlerin meydana geldiği günler, uğursuz sayılamazlar. Ne var ki bunun tam aksine, belli gün ve saatlerin bazı kişi ve çevreler tarafından uğursuz sayıldığı da bir gerçektir. Bu tür bâtıl inanışların yanı sıra, mübarek günler hakkındaki düşüncelerde de sapmalar olmuştur. Örneğin mübarek günler, asırlardır toplumumuzda sırf mistik duygularla algılanmaktadır. Türkiye’de, yaygın “kandilcilik” geleneği, -bütün fantezileriyle-, kalıplaşmış olan bu algılama şeklini net olarak göstermektedir. Kitap ve sünnetin ruhuna uygun biçimde, mübarek günlere verilecek önemin niceliği bu popüler yaklaşımla oldukça aşındırılmıştır!.Dolayısıyla bu özel günler, başkalaşmış bir zihniyetle sadece duâ ve ibâdet gibi sırf rûhânî hayat cephesini çağrıştırmaktadır. Oysa yaşamın tüm canlı alanlarıyla ilgili eylem ve faaliyetleri de bu günlerin içine almak, İslâm’ın madde ile mânâ arasında kurduğu dengeye çok daha uygun düşecektir.
Zamanın nasıl değerlendirileceği konusunda Müslümanların eskiden beri içine düştüğü yanılgı, onları, artık bugün geri dönüşü olmayan büyük kayıplara uğratmıştır. Nitekim “vakit nakittir” diyerek zamının ne kadar değerli olduğunu bilmelerine rağmen Müslümanların, onu doğru ve verimli şekilde kullanabildiklerini söylemek güçtür. “İslâm Dünyasının” bugün içinde bulunduğu acıklı manzara, bu kuşkuyu teyit etmektedir. Uğursuzluğa ve olumsuzluğa yer vermeyen, zamanın tümünü ibâdet için elverişli sayan İslâm, her nimet gibi vaktin de en verimli şekilde değerlendirilmesini istemiştir. Bunun en güçlü kanıtı da bizzat Hz. Peygamber’in belgesel hayatıdır. Onun, yaşamı boyunca boş geçirdiği bir dakika bile yoktur. Dinlendiği saatlerde bile hedeflerini Allah’ın rızasına uygun biçimde nasıl gerçekleştireceğini daima düşünmüş, duygulu, duyarlı, kaygılı, hesaplı, umutlu, faal ve diri bir zihinle yaşamıştır. Buna rağmen İslâm tarihinin eğer ilk yüz yılını istisna edecek olursak, geriye kalan zamının çok hor ve hesapsız kullanıldığını görürüz. Nitekim 23 yıl içinde eşsiz bir devlet kuran, güçlü bir imanla, sevgi, saygı, barış ve dayanışma temeli üzerinde insanlık tarihinin en muhteşem uygarlığına ortam hazırlayan Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.s.) mirasına her asırda, -zamanla yarışan- bir avuç bilginden başka hemen hiç kimse gerçek anlamda sahip çıkmamıştır! Onun için İslâm tarihine altın sayfalar yazdırdıkları ileri sürülen kişilerin ve onlar tarafından gerçekleştirilen “başarıların!”, esasen tarafsız bilim heyetlerince yeniden gözden geçirilmesi gerekir.
Tarih, elbette ki yargılanamaz ve mahkûm edilemez. Çünkü tarih dediğimiz şey, bir gölge, bir siluet gibidir, geçer gider. Onu zaptetmek, onunla hesaplaşmak mümkün değildir. Ondan sadece dersler ve ibretler alınır. Ancak tarihi de bir geçmiş zaman olarak değerlendirmek zorundayız. Yoksa biz de bugün tarihe tapan ve onu putlaştıran kalabalıkların durumuna düşebiliriz. Kezâ, sırf hayırlı ve mübarek diye nitelemekle zamana, yaraşır bir değer vermiş olamayız. Bununla birlikte akışı boyunca olumlu ve yapıcı faaliyetlerde bulunmak ve gelecek kuşakların hayatını kolaylaştırabilecek eserler bırakmakla ancak ona gerçek anlamda değer vermiş olabiliriz.
Bu nedenledir ki tarihte gerçekleştirilmiş olan bazı fetihler ve savaşlarda kazanılmış nice zaferler gibi sonu pek iyi hesaplanmamış birçok “başarılar!”, kısa bir süre sonra yüz yıllar boyu devam eden büyük sorunlara yol açabilmiştir. Nitekim günümüzde bütün insanlığı sarsan, toplumları birbirine düşüren, haritaların sık
- 890 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sık çatlamasına ve kuvvetler dengesinin tamamen bozulmasına yol açan sebep, eskilerin zaman denen büyük nimeti bugünün aydınlık ve huzur içinde yaşanmasını sağlayacak bir hesap ve tasavvurla kullanmadıklarını açıkça göstermektedir. Bu kusurda Müslümanların herhalde payı daha büyüktür. Çünkü çağımıza ışık tutacak, yolumuzu aydınlatacak ve bugünleri huzur içinde geçirmemize yardım edecek dev eserler, parlak projeler ve evrensel düşünceler üreteceklerine, büyük ihtimalle, mübarek günlerde bol bol mistik ayinler düzenlemekle zamanı gerçek anlamda değerlendirdiklerini sanmışlardır! Oysa mübarek günleri ihya eden Hz. Peygamber (s.a.s.), mistik grupların düzenlediği hiçbir ayin şekliyle ibâdet etmemiştir. O, ne müzikli danslı sema düzenlemiş, (hâşâ!) ne mantra çekmiş, ne de râbıta adı altında meditasyon yapmıştır. Bilakis, Allah Teâlâ’nın rızasına uygun olan ibâdetlerde bulunmuş; huşu içinde namaz kılmış, nefsine karşı direnerek oruç tutmuş ve her âyet üzerinde derin düşünerek Kur’ân-ı Kerîm okumuştur. Bununla birlikte vakitlerini toplumun ve gelecekte kendisini izleyecek ümmetinin refah ve mutluluğu için çok yönlü olarak dünyevi faaliyetlerde de bulunmuş, bu sûretle bizlere üstün bir örnek olmaya çalışmıştır. Onun bize, gerçekten güzel bir örnek olduğunu Allah Teâlâ haber vermektedir.4475 Dolayısıyla dünyamız ve ahiretimiz için ne yapıyor olursak olalım, doğrudan Onu örnek almalıyız. Mübarek günleri Onun hangi ibâdetlerle ihya ettiğini, ne zaman, nerede hangi duâlarda bulunduğunu sağlam kaynaklardan öğrenerek sünnetine titizlikle uymalıyız.
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) eğer ibâdet şeklini ve duâlarını merak edip inceleyecek olursak, bugün birçoğumuzun, ibâdet ederken sergilediği davranış biçimlerinin ve okuduğu duâların, Onunkine hiç benzemediğini ibretle görebiliriz. Bu ise bizi gerek Ona, gerekse Allah Teâlâ’ya karşı mahcup edecektir! Unutmamak gerekir ki tarih boyunca özellikle ibâdet ve duâ konusunda zor sayılabilecek kadar bid’atlar icat edilmiştir. Sömürüye en çok müsait olan din duygusu, ne yazık ki bazı kişi ve odaklar tarafından yönlendirilmiş, bu sûretle İslâm’ın temel değerleri olan ibâdet ve duâ konusunda oldukça yıkıcı etkiler bırakılmıştır. Fakat ne büyük tesellidir ki Hz. Peygamber’in (s.a.s.) gerek mübarek günlerde, gerekse herhangi bir yer ve zamanda okuduğu duâlar, tarih boyunca İslâm âlimleri tarafından derlenmiş ve kitaplaştırılmıştır. Bu kitapların en ünlüsü, hiç kuşkusuz İmam Nevevî olarak bilinen Ebu Zekeriyya Yahya bin Şerefuddîn4476 tarafından hazırlanan “el-Ezkâr”dır. Bundan başka, sadece adları bile bağımsız bir kitaba konu olabilecek sayıda güvenilir duâ kitapları yazılmıştır. Başta İmam Ebu Yusuf olmak üzere, İmam Suyûti, İmam Şevkânî, İmam Gazâlî, İbn Hacer, Ebulvakt Abdulmelik es-Sıddıyqî, İbnul Cezerî, Ububekr bin Ebiddunyâ, Ebu Davud es-Sicistânî, Ebuzer el-Herevî, İbn Ebi Âsım, Ebu Abdillâh el-Huseyn ez-Zabiy el-Muhâmilî, Ebu Abdirrahman el-Kûfî, Ebu Ali İsmail es-Saffâr, Ebu’l-Qasım Süleyman bin Ahmed et-Taberânî, Ebu’l-Huseyn bin el-Munâdî, Ebubekr el-Beyhaqî, Ebu’l-Hasan Ali el-Wâhidî, Ebu’l-Abbas Cafer el-Mustağfirî, Ebu’l-Abbas Ahmed el-Bûnî, Ebu Sa’d es-Sem’ânî, Ebu Cafer el-Faryâbî ve Ebu’l-Feth Muhammed bin Ali gibi daha birçok araştırmacı âlim tarafından seçkin duâ kitapları hazırlanmıştır. Bu değerli kitaplarda Kur’ân-ı Kerîm’e ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünnetine aykırı hiçbir duâ şekline yer verilmemiştir.
4475] Bk. 33/Ahzâb Sûresi, âyet: 21
4476] h. 631-676
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 891 -
Bu ilgiyle ve önemle hatırlatmak gerekir ki günümüzde, çevre edinmek ve çıkar sağlamak amacıyla bazı mistik gruplar, Kur’ân-ı Kerîm’in ruhuna ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünnetine aykırı, çeşitli duâ kitapları hazırlamışlardır. Bu kitaplar, irili ufaklı olarak -ne yazık ki- halk arasında yayılmış bulunmaktadır. Bu tür sömürüye alet olmamak ve dinin en duyarlı alanı olan ibâdet, duâ ve zikir konularında kusur işlememek için bu kitaplardan şiddetle sakınmak lâzımdır! Yine hatırlatmak gerekir ki, bu tür kitaplara alıcı bulabilmek için sayfaları arasına Kur’ân-ı Kerîm’den bazı sûreler yerleştirilmiştir. Aynı zamanda, sözde Hz. Peygamber tarafından tavsiye edildiğine ilişkin propagandalar eşliğinde bu kitaplar pazarlanmaktadır. Meselenin en yanıltıcı yönü de budur.
Tarih boyunca din ve duygu sömürüsü ile çıkar sağlamaya çalışan kişi ve odaklar, yaptıkları işlere daima Allah’ın kitabını alet etmişlerdir. Onun için gerek “ilmihâl”, gerekse “evrâd ve ezkâr” adı altında yayınlanan, ibâdet, duâ ve zikir gibi konuları içeren kitapları seçerken çok dikkat etmek gerekir. Bu amaçla bir tercih yapmadan önce âlim bir kişiden tavsiye almakta yarar vardır.
İnsanoğlunun hayatında zamanın ne kadar kıymetli olduğunu anlayabilmek için Hz. Peygamber’in (s.a.s.) nasıl yaşadığını, vakitlerini nasıl değerlendirdiğini, olumsuzluklara ve tehlikelere karşı Allah Teâlâ’ya en güzel duâlarla nasıl sığındığını, her mü’min çok iyi öğrenmelidir. Bu konudaki ayrıntılı bilgiler gerek Siyer, gerekse Hadis bilim dallarında ayrıntılarıyla mevcuttur.
Erbabınca bilindiği üzere, Hz. Peygamber (s.a.s.), çok yoğun ve hareketli bir yaşam geçirmiştir. Onun, hayatının tümü; Adâletsizliğe, zorbalığa, haksızlığa, ahlâksızlığa, görgüsüzlüğe, ayırımcılığa, ilkelliğe, geriliğe ve gericiliğe karşı direnmekle geçmiştir. Bu konuda verdiği ateşli mücadeleler ve çetin savaşlar sırasında, maddî anlamda gerekli önlemleri alırken, mânevî plânda da sürekli olarak Yüce Rabbine sığınmış, büyük bir içtenlikle güzel duâlarda bulunmuştur. Hz. Peygamber’in hayatında duâların yeri çok büyüktür. Onun Allah Teâlâ ile olan sıkı irtibatındaki güçlü bağlardan biri de duâ olmuştur. Nitekim, mesaj vermek üzere bir gün gittiği Taif kentinde, hayatının en zor dakikalarını yaşarken çarpıcı bir duâda bulunmuştur. O gün Yüce Rabbine içten yaptığı yakarışın Türkçe meâli şöyledir:
“Allah’ım, güçsüzlüğümü ve insanlara değersiz görünüyor olmamı sana şikâyet ediyorum. Ey acıyanların en acıyanı! Sen ezilmişlerin koruyucususun. Kendisiyle yakın bağım olmayan bir düşmanıma, ya da beni bağımlı kıldığın bir yakınıma canımı teslim etmeyecek kadar sen bana acıyansın. Eğer sen bana öfkelenmezsen başka hiçbir şeye aldırış etmem. Fakat senin hoşgörün, bana her şeyden daha ferah gelir. Bana inecek gazabına, ya da başıma gelecek öfkene karşı, -bütün karanlıkları yırtan; dünyanın ve ahiretin bütün eksiklerini gideren- senin o yüceler yücesi simanın parlak nuruna sığınıyorum. Hoşnut oluncaya kadar, kınama yetkisi sadece sana aittir. Sen dilemedikçe hiçbir şey değişmeyecek ve sana karşı hiçbir güç direnemeyecektir.”
Bu derûnî yakarışların yapıldığı yere ve zamana dikkat ettiğimizde, duâ eden kimseyi kuşatan zaman ve mekânın büyük önem taşıdığını görürüz. Evet, duânın vakti ve yeri, onun sözlerini belirleyen temel iki unsurdur. Bazen yer, bazen de vakit, duâ için tek sebep teşkil edebilir. Örneğin, zulme uğrayan kişi, o sırada hangi vakitte ve nerede olursa olsun Yüce Allah’a yönelerek ondan imdat isteyebilir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.)’in yaşadığı yukarıdaki örnek, bunun
- 892 -
KUR’AN KAVRAMLARI
böyle olduğunu göstermektedir. Çünkü hayat bir sınavdır ve kader bu sınavda insanı tahmin edemediği olaylarla karşı karşıya bırakabilir. Bu olayların her biri karşısında insan daima Rabbine muhtaçtır. Eğer sıkıntı içinde ise Ondan yardım isteyecektir; yok eğer ferahlık içinde ise bu kez de nail bulunduğu nimetin devamı için yine Allah Teâlâ’ya hem şükretmek hem de verdiği nimetin devamını sağlaması için Ona yalvarmak durumundadır.
Hayatının ilk dakikasından, son nefesini verinceye kadar ağır ve devamlı bir sınavdan geçen insan, bunu başarıyla noktalayabilmesi için, ömrünü geçirdiği sürenin tamamını çok iyi kullanmak zorundadır. Aksi halde bu dünyada yaşayacağı mutsuzluk, ebedi hayatta da devam edebilir! Başarının sırları konusunda, insanoğluna şimdiye kadar sunulmuş çeşitli reçetelerin çoğu, zamanın taşıdığı değere büyük yer vermiştir. Vaktini en iyi şekilde değerlendirirken insan, belli zaman kesitlerinin Allah-kul ilişkisi bakımından olağanüstü önem taşıdığını asla hatırdan çıkarmamalıdır. Bu, bilinçli bir mü’min için çok büyük bir şanstır.
Bütün imkân ve fırsatlar kullanılarak, zaman denen nimetten olabildiğince yararlanmak, aklın ve dinin icabıdır. Zaman israfı, insanı hezimet ve hüsrana sürükleyen büyük felâketlerdendir. Çünkü kaçırılan zamanın yeniden yakalanma şansı yoktur. Dolayısıyla insanoğlu, hayatı, sağlığı ve ileriki günleri için zamanını düzenli ve verimli bir şekilde değerlendirirken, Yaratıcısı ile olan ilişkisini sağlam şekilde sürdürmek ve ebedi mutluluğa hak kazanabilmek için de özel zaman kesitlerini doğru şekilde değerlendirmesini bilmelidir. Bu noktadaki ölçü, hiçbir zaman mistik rûhânîlerin duygusal önerileri, hevâ ve hevesleri değil, bilakis, Allah Teâlâ’nın Yüce kitabı ve Rasûlullah (s.a.s.)’ın sünneti olmalıdır. 4477
Allah’ın Zamandan Münezzeh Olması Ne Demektir?
Allah’ın hem zâtı ezelî, hem de sıfatları... Bizim ise zâtımız ve sıfatlarımız sonradan yaratılmış... Elbette biz onun ne zâtını, ne de sıfatlarını lâyıkıyla bilemeyiz, ezelî ve zamandan münezzeh oluşunu hakkıyla kavrayamayız... Nasıl kavrayabiliriz ki, henüz zamanın ne olduğunu bile anlamış değiliz!..
Zaman nedir? Nasıl bir şeydir? Aynı anda o nehir içinde her şey akıyor, ama niçin her birine farklı tesirleri oluyor? Çocukları gençliğe tırmandırırken, olgunları ihtiyarlığa, ihtiyarları da ölüme sürüklüyor. Bu nehir aşağı doğru mu akıyor, yukarı doğru mu?
Şair, haklı olarak soruyor: Nedir zaman nedir? / Bir su mu, bir kuş mu? / Nedir zaman, nedir? / İniş mi yokuş mu?
Biz zamanla kayıtlıyız. Dünümüz var, yarınımız var. Bunlar, ömür denilen hayat süresinin safhaları... Lâkin, bu safhalar hep nisbî, yâni birbirine göre bu isimleri alıyorlar... Bu günümüz, yirmi-otuz saat kadar önce, “yarın” diye yâd ediliyordu. Sabaha çıktığımızda ondan söz ederken, “dün” diyeceğiz. Geçmiş ve gelecek zaman da dün ve yarından farklı değil. Her gün, her saat, hatta her an ayrı bir âlem... Belli bir anda kâinatta cereyan eden bütün hâdiseler, bir an öncesine ve bir an sonrasına göre farklı tablolar meydana getiriyorlar. Öyleyse, her an bu âlemde ayrı bir levha sergileniyor...
İşte zaman, sıra sıra dizilen bu tablolarda okunuyor yahut bu tablolar zamanın
4477] Ferit Aydın, Vuslat Dergisi
ZAMAN, ASR, DEHR VE GECE-GÜNDÜZ
- 893 -
içinde dokunuyor. Zaman hakkında çok şeyler söylenmiş. Mâhiyeti ne olursa olsun, gerçek şu ki, varlıkların hareketleriyle, seyirleriyle, konup göçmeleriyle ilgili bir kavram olan zaman, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâlıkı için söz konusu olamaz. O, yaratılmış ve yaratılacak bütün eşyayı, ezelî ilmiyle bilir. Âyet-i Kerime’de ne güzel buyrulur: “Yaratan bilmez olur mu? O lâtiftir, her şeyden haberdardır.” 4478
Bir kitaba bakan insan düşünmeli ki, bu kitaptaki her kelime, her satır, her harf yazılmış. O halde bunları yazan zât, yazı cinsinden olmayan, kelimeye, harfe benzemekten münezzeh birisi olmalı!..
Şu dünyamız, şu bütün insanlar, hayvanlar, bitkiler zaman nehrinde durmadan akıyorlar... Ölüme, kıyâmete doğru yol alıyorlar. Bu nehri akıtan zât, elbette zamandan münezzehtir. Yâni, onunla bağlı ve kayıtlı değildir. Ve bu nehirde akanların hiçbiri, zamandan münezzeh olmayı lâyıkıyla bilemez. 4479
Asr Sûresi ve Toplumsal Saâdetin Temel İlkeleri
“Asr’a (akıp giden zamana) and olsun ki, insan mutlaka ziyandadır. Ancak iman edenler, doğru ve faydalı işler yapanlar, birbirlerine hakkı telkin ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.)” 4480
Asr sûresinin ışığı altında, hem geçmişi genel olarak tahlil etmek hem de gelecekte fert ve toplum saâdetini temin edecek temel ilkeleri hatırlatmak istiyoruz.
Kur’an, tarihin akışına giren, insan hayatına müdahale eden ve onu olumlu yönde değiştirip geliştiren, sonuç itibariyle de insanın Müslüman olmasını ve İslâm çizgisinde kalmasını isteyen son vahiydir.4481 O, hızlı ve derin değişim sürecine rağmen yüzyıllarca insanlığa ışık olmuş ve bundan sonra da olmaya devam edecektir. Çünkü Kur’an, her asırda insanlara en doğru yolu gösteren tek kitaptır.4482 Zamanı Kur’an vahyi aracılığı ile değerlendiren insan, hem onu yenilemiş hem de hayatını bereketlendirmiş olur. 4483
Zaman Bilinci
İnsan, dünyada belli bir süre yaşamak ve bu süre içerisinde Allah’a kulluk görevini yerine getirmek için yaratılmıştır.4484 Şu halde, her sorumlu can, bu zaman dilimi içinde kendisine yüklenen görevleri yapmakla yükümlüdür. Zaman, âlemin, varlığının başlangıcından sona ermesine kadar olan süreçtir.4485 O, insani eylemlerin tamamını kendinde barındıran hayat içerisindeki harekettir. Acı tatlı, kârlı zararlı her türlü hareket ve olay onda vaki olur. İnsana hayatta sadece bir kere verilen ömür ise, zamanın bir parçası olup onunla birlikte akıp gitmektedir.
İnsan ömrünün esası, zamandır. Çünkü insanın işleri, zaman içinde olur. Geçen her an, insanın ömrünü eksiltir ve ecelini yaklaştırır. Ne var ki insan çoğu kez,
4478] 67/Mülk, 14
4479] Alaaddin Başar
4480] 103/Asr, 1-3
4481] Bk. 2/Bakara, 132, 133, 136, 208; 3/Âl-i İmrân, 102
4482] Bk. 17/İsrâ, 9
4483] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 107
4484] Bk. 6/En’âm, 2; 2/Bakara, 21: 51/Zâriyât, 56 vb
4485] Bk. Rağıp el-İsfehani, el-Müfredat, s. 319-320
- 894 -
KUR’AN KAVRAMLARI
geçen zamanı kazanç zanneder. Kur’an, insanın bu aldanışına şu çarpıcı ifadelerle dikkat çeker: “İnsanların hesaba çekilecekleri gün yaklaşıyor; ama onlar bu yaklaşan şeye karşı hâlâ gaflet içinde umursamazlık gösteriyorlar.” 4486
İşte Kur’an, insanı gafletten uyandırmak için ona zaman bilinci aşılamak ister. Bundan maksat, hem insanın zihni yapısını doğru şekillendirmek, hem de onun amel dünyasını iyiliklerle zenginleştirmektir. Gökler ve yer yaratılalı beri, ayların sayısı on iki4487 günler de hep yirmi dört saat. Bizden önce geçen ve vakitlerinin kıymetini bilen tüm insanlar, yükümlülüklerini hep bu zaman içinde yerine getirdiler. Eğer bizler de, boşa harcamaktan vazgeçersek, eldeki zaman bize de yetecektir. Ne var ki günümüzde pek çok insan zamanı iyi değerlendirememekte, anlamsız bir yığın meşguliyetlerle vakit öldürmektedir. Aslında hiçbir insanın, dünya işlerini tamamen bitirecek kadar zamanı yoktur. Burada önemli olan, zamanı, elden kaçırmadan doğru ve iyi değerlendirebilmek; düzenli ve devamlı ibâdetlerle iman akülerini doldurup son nefese kadar iyi işler yapmaya devam etmektir. 4488
Saâdetin Temel İlkeleri
Kişi ve toplum saâdetini her asırda sağlayacak olan temel ilkeler, en özlü biçimde Asr sûresinde yer alır. Mekke döneminde ve peygamberliğin ilk yıllarında inen bu sûre, kısa olmakla beraber Kur’an çağrısının hedefini ve ondaki bütün hakikâtlerin özetini içerir; kapsamlı ve kısa sözün de benzersiz bir örneğini oluşturur. Bunun için İmamı Şafii: “Başka bir şey inmeseydi Kur’an’da bu sûre insanlara yeterdi.” Demiştir.4489
Sûrenin ilk âyetinde, asra, zamanın akıp gidişine yemin edilmiştir. Buradaki “asr” kelimesi, ölçülebilir olan ve birbirini izleyen devrelerden oluşan zaman dilimini gösterir.4490 Bununla zamanın değerine, insan ömrünün akıp gittiğine ve onun bitmek üzere olduğuna dikkat çekilir. Çünkü insanlar, genellikle var olanın değerini onu kaybettikten sonra anlarlar.
İkinci âyette de, zaman bilincinden yoksun insanın, evrensel yanılgısına, hüsran ve kaybına vurgu yapılır. Hüsran, “dünya ve ahiret saâdetinden mahrum kalıp ziyana uğramak” demektir.4491 Bu kavram hem maddî hem de mânevî kaybı belirtmek, insanın dünya ve ahiret başarısızlığını ifade etmek için kullanılır.4492 Demek ki hüsran, ömrün boşa gitmesi, nefsin helak, malın da telef olmasıdır. Ömür sermayesi her an azaldığından, insanın hüsrandan kurtulması oldukça zordur. Zira insanın istikbali, ömrün kullanılmasından hasıl olacak mânevî kâra (sevâba) bağlıdır. İnsan n