Ahmed Kalkan
SÜLEYMAN (A.S.)
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
SÜLEYMAN (A.S.)
- 363 -
Kavram no 163
Peygamberler 7
Bk. Peygamberlik ve Peygamberler;
Hüküm-Hâkimiyet; Belâ/İmtihan
SÜLEYMAN (A.S.)
• Hz. Süleyman (a.s.)’ın Hayatı ve Peygamberliği
• Kur’an-ı Kerim’de Süleyman (a.s.)
• Allah Teâlâ’nın Hz. Süleyman’a Bahşettiği Bazı Lütuflar
• Süleyman (a.s.) ve Belkıs
• Süleyman (a.s.) Kıssasından Bazı İbret ve Hikmetler
• Ehl-i Kitabın Süleyman (a.s.) Hakkındaki İftiraları
• Peygamberliği ve Tevhidî Mesajı, Efsâne ve Masal Öğelerinin Gölgelemesi
• Süleyman (a.s.) Kıssasından Alacağımız Mesaj ve Dersler
“Süleyman’ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların söylediklerine tâbi oldular. Hâlbuki Süleyman kâfir olmadı (Büyü yapmadı ve ona inanmadı). Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri (büyü ilmini) ve Bâbil’de Hârût ve Mârût’a indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki o iki melek herkese ‘Biz imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız’ dedikten sonra ancak ilim öğretirlerdi. Onlar karı ile koca arasını açan şeyleri öğreniyorlardı. Büyücüler, Allah’ın izni olmadan hiçbir hususta zarar veremezler. Onlar (büyücüler) kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler. Onlar kesinlikle bilmişlerdir ki, kim onu (sihri) satın alırsa (ona para verirse), onun âhiretten nasîbi yoktur. Karşılığında kendi varlıklarını sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!“ 1400
Hz. Süleyman’ın (a.s.) Hayatı ve Peygamberliği
“Süleyman“ İsmi, Soyu ve Şemâili: “Süleyman“ isminin aslı, İbrânîce olan Salomon’dur. Bu kelime, akl-ı selîm ve nâzik mânâlarına gelen “Selîm“ ile eş anlamlıdır. Hz. Süleyman, kendisi gibi kral peygamber olan Dâvud (a.s.)’un (en küçük) oğludur.1401 Peygamberler, maddî miras bırakmadıkları1402 için, babasına malda değil; saltanat ve peygamberlikte vâris olmuştur. Rivâyetlere göre Hz. Dâvud’un 19 evlâdından biri olduğu halde, diğer 18 kardeşinden ilim, hikmet, takvâ gibi özellikleri ile küçük yaşlarından beri sivrildiği için, babasının mânevî alanlardaki miraslarına sahip olmuştur.1403 Milattan önce 1032 ilâ 975 yılları arasında yaşadığı, 1014 yılında babası Hz. Dâvud’un vefatı üzerine İsrâiloğulları krallığını devraldığı tarihî bilgilerden anlaşılmaktadır. Anası, ibâdete düşkün sâliha bir kadındı ve oğlu Süleyman’a geceleri az uyumasını öğütlemişti. Rivâyetlere göre, Kudüs yakınlarında Gazze’de doğdu. Babası gibi önce sultan,
1400] 2/Bakara, 102
1401] 38/Sâd, 30
1402] Buhârî, Meğâzi 14; Müslim, Cihad 51, 52; Ebû Dâvud, İmâre 19
1403] 27/Neml, 16
- 364 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sonra peygamber oldu. Mescid-i Aksâ’yı yedi yılda inşâ ettirdi. Kudüs’de vefat etti. Rivâyete göre Hz. Süleyman, beyaz tenli, iri gövdeli, nur yüzlü bir zat olup tüy ve kılları çoktu; beyaz elbise giyerdi. Çok sayıda hanımı olduğu rivâyetleri vardır.
Kitab-ı Mukaddes’e göre, hepsi de kral kızı olan 700 karısı ve 300 de câriyesi vardır.1404 Hadis-i şerifte ise 90 hanımı olduğu belirtilir.1405 Rivâyet edilen bir hadis-i şerife göre, bir gün Hz. Süleyman, bir arzusunu dillendirerek şöyle der: “Vallahi, bu gece 70 (veya 90) hanımımı dolaşırım da, onların herbiri Allah yolunda vuruşacak birer süvâri mücâhid dünyaya getirir“ diye yeminle bahsetti. Kendisine “inşâallah de!“ denildiği halde Süleyman (a.s.) “inşâallah“ demeyi unuttu ve bütün hanımlarını dolaştı. Sonuçta hanımlarından sadece biri hâmile kaldı. O da “eksik doğumlu“ yani sakat bir çocuk dünyaya getirdi. Hz. Peygamber: “Eğer Süleyman ‘inşâallah’ deseydi, o kadınlardan herbiri, muhakkak süvâri olacak ve Allah yolunda savaşacak birer oğlan doğururdu“ buyurdu. 1406
Nitekim Hz. Peygamber’e (s.a.s.) de, rûh, Ashâb-ı Kehf ve Zülkarneyn’den bilgi sorulunca; “yarın gelin, haber vereyim!“ buyurmuştu. Ancak “inşâallah“ demeyi unutmuştu. Bu sebeple Ona da bir müddet vahiy gelmedi. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah’ın dilemesine bağlamadıkça (inşâallah demedikçe), hiçbir şey için ‘bunu yarın yapacağım’ deme! Bunu unuttuğun takdirde Allah’ı zikret ve ‘umarım Rabbim beni, doğruya bundan daha yakın olan bir yola iletir’ de.“ 1407
Süleyman (a.s.), Kur’an’da isminden çokça bahsedilen bir peygamberdir. Büyük dünya nimetlerine mazhar olmuştur. Dillere destan, darb-ı mesellere konu olan muazzam bir saltanatın sahibidir. Kuş dilinden anlayan, rüzgârın kendisine âmâde olduğu, insanlar, cinler ve kuşlardan müteşekkil ordusu olan kral peygamberdi. Bakır madeni ilk kez kendisi için bir pınar gibi akıtılmıştı. Cinler, itirazsız hizmetini görür ve emrinden dışarı çıkmazlardı. Varlıklı ve mevki sahibi herkes gibi, peygamberlerin tümü için geçerli olduğu şekilde1408 Süleyman (a.s.) için de birtakım düşmanlar çıkmış ve bunlar çeşitli fitnelerle Hz. Süleyman’ın mülkünde çeşitli ihtilâl denemelerine girişmişti.
Kur’an-ı Kerim’de Süleyman (a.s.)
“Süleyman“ kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 17 yerde zikredilir; yani Hz. Süleyman, Kur’an’da 17 yerde ismi geçen bir peygamberdir. Süleyman’ın (a.s.) peygamberliği, şahsiyeti, krallığı ve hak dini tebliği ile ilgili olarak.1409 Kur’an’da toplam olarak 51 âyette ondan bahsedilir.
“Bir zaman Dâvud ve Süleyman, bir ekin konusunda hüküm veriyorlardı. Bir grup insanın koyun sürüsü, geceleyin başıboş bir vaziyette bu ekinin içine dağılıp ziyan vermişti. Biz, onların hükmünü görüp bilmekte idik. Böylece Süleyman’ın bunu (dâvâ konusunu, daha derinden) anlamasını Biz sağladık. Bununla birlikte Biz, onların herbirine hüküm (sağlam
1404] I. Krallar, 113
1405] Buhârî, Nikâh 119; Müslim, Eymân 22, 24
1406] Buhârî, Nikâh 119; Keffâret 9; Müslim, Eymân, 22, 25; Tirmizî, Nüzûr 7; Nesâî, Eyman 43
1407] 18/Kehf, 23-24
1408] 6/En’âm, 112; 25/Furkan, 31
1409] 21/Enbiyâ sûresi 78-82. âyetlerde, 27/Neml sûresi 15-44, 34/Sebe’ sûresi 12-14 ve 38/Sâd sûresi, 30-40. âyetlerde bilgi verilir
SÜLEYMAN (A.S.)
- 365 -
bir muhâkeme gücü, hükümdarlık, peygamberlik) ve ilim verdik.“ 1410
“İçinde bereketler yarattığımız kutlu ülkeye doğru onun emriyle esip gitsin diye kasırga (gibi esen zorlu) rüzgârı Süleyman’ın emrine Biz verdik. Çünkü her şeyin aslını bilen Biziz.“ 1411
“Şeytanlardan da, onun için dalgıçlık eden ve bundan başka işler görenler vardı. Bu güçleri de gözetim altında tutan yine Bizdik.“ 1412
“Andolsun ki Biz, Dâvud’a ve Süleyman’a ilim verdik. Bunun için onlar, ‘Bizi mü’min kullarının birçoğundan üstün kılan Allah'a hamd olsun’ derlerdi.“ 1413
“Süleyman Dâvud’a vâris oldu ve dedi ki: ‘Ey İnsanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden (cömertçe, nasip) verildi. Doğrusu bu (Allah’tan) apaçık bir lütuftur.“ 1414
“Cinlerden (görünmeyen varlıklardan), İnsanlardan ve kuşlardan müteşekkil orduları Süleyman’ın hizmetine toplandı; hepsi bir arada (onun tarafından) düzenli olarak sevk ediliyordu.“ 1415
“Nihâyet karınca(larla dolu bir) vâdiye geldikleri zaman, bir karınca, ‘ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin!’ dedi.“ 1416
“(Süleyman) onun sözüne gülümseyerek dedi ki: ‘Ey Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve râzı olacağın sâlih amel yapmamı gönlüme getir. Rahmetinle, beni sâlih (dürüst ve erdemli) kullarının arasına kat.“ 1417
“(Bir gün Süleyman) Kuşları gözden geçirdikten sonra şöyle dedi: ‘Hüdhüdü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı?“ 1418
“Ya bana (mâzeretini gösteren) apaçık bir delil getirecek, ya da mutlaka onu şiddetli bir cezayla azâba uğratacağım veya boğazlayacağım!“ 1419
“Çok geçmeden (hüdhüd) gelip ‘Ben, dedi, senin (henüz) bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den sana çok doğru (ve önemli) bir haber getirdim.“ 1420
“Gerçekten, onlara (Sebe’lilere) hükümdarlık eden, kendisine her türlü imkân verilmiş ve büyük bir tahta sahip olan bir kadınla karşılaştım.“ 1421
“Onun ve kavminin, Allah’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için hidâyete giremiyorlar.“ 1422
“Göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğiniz ve açıkladığınızı bilen Allah'a
1410] 21/Enbiyâ, 78-79
1411] 21/Enbiyâ, 81
1412] 21/Enbiyâ, 82
1413] 27/Neml, 15
1414] 27/Neml, 16
1415] 27/Neml, 17
1416] 27/Neml, 18
1417] 27/Neml, 19
1418] 27/Neml, 20
1419] 27/Neml, 21
1420] 27/Neml, 22
1421] 27/Neml, 23
1422] 27/Neml, 24
- 366 -
KUR’AN KAVRAMLARI
secde etmezler.“ 1423
“(Hâlbuki) O çok büyük arşın sahibi olan Allah’tan başka tapılacak yoktur.“ 1424
“(Süleyman Hüdhüde) dedi ki: ‘Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın, bakacağız.“ 1425
“Şu mektubumu götür, onu kendilerine ver, sonra onlardan biraz çekil de, ne sonuca varacaklarına bak.“ 1426
“(Süleyman’ın mektubunu alan Sebe’ melikesi,) ‘Beyler, ulular! Bana çok önemli bir mektup bırakıldı’ dedi.“ 1427
“Mektup Süleyman’dandır, Bismillâhirrahmânirrahîm (diye); Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla (başlamakta)dır.“ 1428
“Bana karşı baş kaldırmayın, teslimiyet göstererek, müslümanlar olarak bana gelin’ diye (yazmakta)dır.“ 1429
“(Sonra kraliçe) dedi ki: ‘Beyler, ulular! Bu işimde bana bir fikir verin. (Bilirsiniz) siz yanımda olmadan hiçbir işi kestirip atmam.“ 1430
“Onlar, şöyle cevap verdiler: ‘Biz güçlü kuvvetli kimseleriz, zorlu savaşçılarız; emir ise senindir, artık ne emredeceğini düşün taşın.“ 1431
“Kraliçe, ‘hükümdarlar bir memlekete girdilermi, orayı perişan ederler ve halkının ulularını hakir hale getirirler. (Herhalde) onlar da böyle yapacaklardır’ dedi.“ 1432
“Ben (şimdi) onlara bir hediye göndereyim de, bakayım elçiler ne (gibi bir sonuç) ile dönecekler.“ 1433
“(Elçiler, hediyelerle) gelince Süleyman şöyle dedi:’Siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz? Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Ama siz, hediyenizle böbürlenirsiniz.“ 1434
“(Ey elçi!) Onlara var (söyle:) İyi bilsinler ki, kendilerine asla karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları muhakkak sûrette hor ve hakir halde oradan çıkarırız.“ 1435
“(Sonra Süleyman müşâvirlerine) dedi ki: ‘Ey ulular! Onlar teslimiyet gösterip bana gelmeden önce, hanginiz o melîkenin tahtını bana getirebilir?“ 1436
“Cinlerden bir ifrit, ‘sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten
1423] 27/Neml, 25
1424] 27/Neml, 26
1425] 27/Neml, 27
1426] 27/Neml, 28
1427] 27/Neml, 29
1428] 27/Neml, 30
1429] 27/Neml, 31
1430] 27/Neml, 32
1431] 27/Neml, 33
1432] 27/Neml, 34
1433] 27/Neml, 35
1434] 27/Neml, 36
1435] 27/Neml, 37
1436] 27/Neml, 38
SÜLEYMAN (A.S.)
- 367 -
bu işe gücüm ve güvenim var’ dedi.“ 1437
“Kitaptan ilmi olan kimse ise, ‘gözünü açıp kapamadan, ben onu sana getiririm’ dedi. (Süleyman) onu (kraliçenin tahtını) yanı başına yerleşivermiş görünce, ‘bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; nankörlük edene gelince, o bilsin ki Rabbim müstağnîdir, çok kerem sahibidir.“ 1438
“(Süleyman devamla) dedi ki: ‘Onun tahtını bilemeyeceği bir vaziyete sokun; getirin, bakalım tanıyabilecek mi, yoksa tanıyamayanlardan mı olacak?“ 1439
“Kraliçe gelince, ‘Senin tahtın da böyle mi?’ dendi. O şöyle cevap verdi: ‘Tıpkı o! Zaten bize daha önce bilgi verilmiş ve biz teslimiyet göstermiştik (müslüman olmuştuk).“ 1440
“Onu, Allah’tan başka taptığı şeyler (o zamana kadar tevhid dinine girmekten) alıkoymuştu. Çünkü kendisi kâfir/inkârcı bir kavimdendi.“ 1441
“Ona ‘köşke gir!’ dendi. Melike onu görünce derin bir su sandı ve eteğini çekti. Süleyman ‘bu billûrdan yapılmış, şeffaf bir zemindir’ dedi. Kraliçe dedi ki: ‘Rabbim! Ben gerçekten kendime yazık etmiştim. Süleyman’ın maiyyetinde âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum.“ 1442
“Süleyman’a da sabah gidişi bir aylık mesâfe, akşam dönüşü de bir aylık mesâfe olan rüzgârı verdik (emrine âmâde kıldık) ve onun için erimiş bakırı da kaynağından sel gibi akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı, onun önünde çalışırdı. Onlardan kim emrimizden sapsa, ona alevli azâbı tattırırdık.“ 1443
“Onlar Süleyman’a kalelerden, heykellerden, havuzlar kadar (geniş) leğenlerden, sâbit kazanlardan ne dilerse yaparlardı. Ey Dâvud âilesi! Şükredin. Kullarımdan şükreden azdır!“ 1444
“(Süleyman’ın) ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. Bu sûretle yere kapanıp yıkılınca öldüğü anlaşıldı. Eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.“ 1445
“Biz Dâvud’a Süleyman’ı verdik. Süleyman ne güzel bir kuldu! Doğrusu o, daima Allah'a yönelirdi.“ 1446
“Öğleden sonra kendisine, üç ayağının üzerinde durup bir ayağını yere diken çalımlı ve safkan koşu atları sunulmuştu.“ 1447
“Süleyman, ‘gerçekte ben mal sevgisine, Rabbimi anmayı sağladığı için düştüm’ dedi. Nihâyet bu atlar koşup gözden kayboldukları zaman, ‘onları bana getirin!’ dedi.
1437] 27/Neml, 39
1438] 27/Neml, 40
1439] 27/Neml, 41
1440] 27/Neml, 42
1441] 27/Neml, 43
1442] 27/Neml, 44
1443] 34/Sebe’, 12
1444] 34/Sebe’, 13
1445] 34/Sebe’, 14
1446] 38/Sâd, 30
1447] 38/Sâd, 31
- 368 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.“ 1448
“Andolsun Biz Süleyman’ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik, sonra o, yine eski haline döndü.“ 1449
“Süleyman, ‘Rabbim, beni bağışla; bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Şüphesiz Sen daima bağışta bulunansın’ dedi.“1450
“Bunun üzerine Biz de, istediği yere onun emriyle kolayca giden rüzgârı, bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları, demir halkalarla bağlı diğer yaratıkları onun emrine verdik.“1451
“İşte Bizim bağışımız budur. İster ver, ister tut; hesapsızdır’ dedik.“ 1452
“Doğrusu onun, Bizim yanımızda yüksek bir makamı ve güzel bir istikbâli vardı.“ 1453
Allah Teâlâ’nın Hz. Süleyman’a Bahşettiği Bazı Lütuflar
Ehl-i Kitap, Hz. Süleyman’ı peygamber olarak tanımaz. Kendisinden Kitab-ı Mukaddes’ te daima “kral“ olarak bahsedilir.1454 Kur’an-ı Kerim ise Süleyman’ı (a.s.) vahye mazhar olmuş peygamberler arasında sayar.1455 Kendisine Allah tarafından bahşedilen nimetlerden bazılarını dile getirir:
1- Kuş Dilini Bilmesi: Kur’an, bu konuda şöyle der: “Süleyman Dâvud’a vâris oldu ve dedi ki: ‘Ey İnsanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden (cömertçe, nasip) verildi. Doğrusu bu (Allah’tan) apaçık bir lütuftur.“1456 Kuşların, hayvanların dilini bilmesi, Hz. Süleyman’a Allah’ın bahşettiği bir mûcizeydi. Ona bu mûcize sâyesinde, kuşların hislerindeki münâsebetleri sezecek kadar derin ve uzaklardaki cüz’î şeylere nüfuz edecek kadar yüksek bir his ve idrâkle birlikte, aynı zamanda kuşların tabiatı olan “uçma“nın ilmi öğretilmişti.1457 Hz. Süleyman’a kuş dilinin öğretilmesi kesin olmakla birlikte, işin detayları ve nasıl olduğu bizce meçhuldür.
2- Hz. Süleyman’ın Atları: Kur’ân-ı Kerim, Hz. Süleyman’ın atlarından şu şekilde bahsediyor: “Öğleden sonra kendisine, üç ayağının üzerinde durup bir ayağını yere diken çalımlı ve safkan koşu atları sunulmuştu. Süleyman, ‘gerçekte ben mal (yani at) sevgisine, Rabbimi anmayı sağladığı için düştüm’ dedi. Nihâyet bu atlar koşup gözden kayboldukları zaman, ‘onları bana getirin!’ dedi. Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.“1458 Atın üç ayağını yere basıp dördüncünün tırnağını dikerek duruşu, en güzel duruşu ifade eder ki bu hal ekseriya safkan Arap atlarında görülür. Âyette bir de Süleyman’ın (a.s.) atlarının güzel koştuğuna işaret edilmiştir. En fazla beğenilip övülen iki sıfatı dile getirilen bu atların sayısı hakkında 20’den 20 bin’e kadar, cinsi hakkında da savaş atından kanatlı olmasına kadar hayli değişik rivâyetler vardır ki, bu tür rivâyetlerin Hz. Peygamber’den mervî sahih ha1448]
38/Sâd, 32-33
1449] 38/Sâd, 34
1450] 38/Sâd, 35
1451] 38/Sâd, 36-38
1452] 38/Sâd, 39
1453] 38/Sâd, 40
1454] Örnek olarak bkz. I. Krallar, 10/23; 11/1
1455] 4/Nisâ, 163
1456] 27/Neml, 16
1457] Elmalılı, Eser Y. V/3666
1458] 38/Sâd, 31-33
SÜLEYMAN (A.S.)
- 369 -
berler olmadığı için, sadece abartı ve masalımsı unsurların boyutları açısından değerlendirmelidir. At sevgisi fıtrîdir, salma atlara karşı düşkünlük insanlara çekici kılınmış, süslü gösterilmiştir.1459 Mü’minlerin düşmanlara karşı, onları korkutacak şekilde, gücü yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlaması Kur’an’ın emridir.1460 Peygamberimiz (s.a.s.) de, kıyâmete kadar “at“ta hayır olduğunu belirtir. 1461
3- Hz. Süleyman’ın Üç Duâsı: Hz. Peygamber’in bildirdiğine göre, Süleyman (a.s.) Beytü’l-Makdis’i yapıp bitirdiği zaman Allah’tan:
a) Allah’ın hükmüne uygun hüküm; insanlar arasındaki dâvâ konusu problemlerde ve ictihada dayanan hususlarda Allah’ın kendisini doğruya ulaştırması,
b) Kendisinden sonra hiçbir kimseye nasip olmayacak mülk ve saltanat;
c) Mescidine ibâdet niyetiyle girecek herkesin, anasından doğduğu gündeki gibi günahlarından arınmasını dilemiş ve bu dilekleri kabul edilmiştir.1462 Bu hadisin başka varyantlarındaki ifadeye göre Süleyman’a (a.s.) ilk iki dileği verilmiştir. Hz. Peygamber, “sonuncu dileğin biz (Muhammed ümmetin)e verilmesini umarız.“1463 buyurmuştur.
Kur’ân-ı Kerim Hz. Süleyman’a ait bu dileklerden ikisine temas eder. Şöyle ki: Gece vakti çobansız bir sürünün bir tarlada meydana getirdiği zararla ilgili olarak Hz. Dâvud ve oğlu Hz. Süleyman ayrı ayrı hüküm vermişlerdi. Meselenin çözümü Allah tarafından Süleyman’a (a.s.) anlatılmıştı: “Bir zaman Dâvud ve Süleyman, bir ekin konusunda hüküm veriyorlardı. Bir grup insanın koyun sürüsü, geceleyin başıboş bir vaziyette bu ekinin içine dağılıp ziyan vermişti. Biz, onların hükmünü görüp bilmekte idik. Böylece Süleyman’ın bunu (dâvâ konusunu, daha derinden) anlamasını Biz sağladık. Bununla birlikte Biz, onların herbirine hüküm (sağlam bir muhâkeme gücü, hükümdarlık, peygamberlik) ve ilim verdik.“1464 Tefsirlerde anlatıldığına göre, ekin sahibi ile koyun sürüsü sahipleri arasındaki dâvâda hâkimlik yapan Dâvud (a.s.) ile Süleyman (a.s.), farklı hükümler vermişlerdi. Hz. Dâvud, tahrip edilen ekinin kıymetinin, koyunların kıymetine denk olduğunu gözönüne alarak, koyunların ekin sahibine tazminat olarak verilmesine hükmetmişti. Oğlu Süleyman ise, şu hükme varmıştı: Ekin tarlası koyun sahiplerine verilmeli, onlar ziyandan önceki haline gelinceye kadar tarlanın bakımını üstlenmelidir. Koyunlar da tarla sahibine verilmeli, tarlası eski bakımlı haline gelinceye kadar bu koyunların sütünden, yününden ve kuzularından yararlandırılmalıdır. Hz. Dâvud, oğlunun bu ictihâdını beğenerek kendi görüşünden vazgeçmişti.
Kur’an ikinci dileğe şöyle temas eder: “Süleyman, ‘Rabbim, beni bağışla; bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Şüphesiz Sen daima bağışta bulunansın’ dedi.“1465 Hz. Süleyman’ın bu dileğine nâil olduğuna müteâkip âyetler işaret eder. Ayrıca Hz. Peygamber’in, birçok hadis mecmuasında yer alan
1459] 3/Âl-i İmrân, 14
1460] 8/Enfâl, 60
1461] Buhârî, Cihad 43; Müslim, İmâre 96; Muvattâ, Cihad 44
1462] Nesâî, Mesâcid 6; İbn Mâce, İkametu’s-Salât 196; K. Sitte, 12/357
1463] İbn Mâce, İkame 196; Ahmed bin Hanbel, II/176; K. Sitte Terc, 17/103
1464] 21/Enbiyâ, 78-79
1465] 38/Sâd, 35
- 370 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir vâkıası da bunu teyid eder: Peygamberimiz, namaz kıldığı esnâda, ibâdetine engel olmak için kendisine hücum eden cin tâifesinden bir ifriti zararsız hale getirdikten sonra onu mescidin direklerinden birine bağlamayı ve ashâbına göstermeyi düşünmüş, fakat kardeşi Süleyman peygamberin duâsını hatırladığı için bundan vazgeçmiştir. 1466
Mevsuk hadislerde bir de yine Dâvud (a.s.)’la oğlu Süleyman (a.s.) arasında geçmiş fetvâ konusu başka bir olaya yer verilir. Bir çocuk üzerinde hak iddia eden iki anne arasında geçen olayla ilgili hükümde de yine Hz. Süleyman haklı çıkmıştır. Olay şöyledir:
“Vaktiyle iki kadın ve beraberlerinde iki oğlan çocuğu (bebek) vardı. Yolda giderlerken, bir kurt gelip kadınlardan birinin (büyük kadının) çocuğunu alıp götürdü. Bunun üzerine büyük kadın, arkadaşı (olan küçük) kadına: ‘Kurt, senin çocuğunu götürdü’ dedi. Öbür kadın: ‘Hayır, senin çocuğunu götürdü!’ dedi. Nihâyet bu iki kadın, aralarında hükmetmesi için Dâvud (a.s.)’a mürâcaat ettiler. Dâvud (a.s.) da, çocuğun büyük kadına âit olduğuna hükmetti. (Daha sonra kadınlar) muhâkemeden çıkıp Dâvud (a.s.)’un oğlu Süleyman (a.s.)’a gittiler. Dâvud(a.s.)’un hükmünü söylediler. Süleyman (a.s.) da: ‘Bana bir bıçak getirin!’ Çocuğu (bu) iki kadın arasında paylaştırayım!’ dedi. Bunun üzerine küçük kadın: ‘Aman, sakın öyle yapma! Allah sana rahmet etsin! Çocuk bu kadınındır’ dedi. Bunun üzerine Süleyman (a.s.), çocuğun (kesilmesine şiddetli tepki gösteren ve hayatta kalması için kendi analığından fedâkârlık gösteren) küçük kadına âit olduğuna hükmetti.“ 1467
4- Rüzgârın Emrine Verilmesi: Bir âyet-i kerimede şöyle buyrulur: “İçinde bereketler yarattığımız kutlu ülkeye doğru onun emriyle esip gitsin diye kasırga (gibi esen zorlu) rüzgârı Süleyman’ın emrine Biz verdik. Çünkü her şeyin aslını bilen Biziz.“1468 Başka bir âyet, bu rüzgârın Süleyman (a.s.)’ı sabahtan öğleye ve öğleden akşama kadarki zaman içerisinde, yürüyüşle birer aylık mesâfeye (takriben 900 km.) götürdüğünü beyan eder.1469 Rüzgârın Hz. Süleyman’ın emrine âmâde kılınması konusunda pek çok rivâyet vardır ve bu rivâyetlerde hâkim unsur isrâiliyattır; bu rivâyetlerden sakınmak evlâ, Kur’an’ın nassı ile yetinmek en sağlam yoldur.1470 Eski tefsir, kasasu’l-enbiyâ ve tarih kitaplarımız isrâiliyat kaynaklı akla mantığa ters rivâyetlerle maalesef doludur. Hz. Süleyman, bu anlatımlarda tevhid peygamberi vasfından ziyade bir masal kahramanı, efsânevî destansı kişi hüviyetindedir. Hakikatini bilmediğimiz ve tahkikten de uzak olduğumuz bu tür hurâfelere girmemek gerekir.
5- Hz. Süleyman’a Verilen “Aynü’l-Kıtr“: Sebe’ sûresinin 12. âyetinde Allah. “aynü’l-kıtr’ı ona sel gibi akıttık“ buyurur. Bütün müfessirler bunun “erimiş bakır madeni“ olduğunda müttefiktirler. (Bu âyette geçen “aynü’l-kıtr“ın petrol olduğunu iddia edenler varsa da bu, hiçbir delile dayanmayan hayali bir görüştür.) Bu sâyede Hz. Süleyman kendisine lâzım olan binaları, âlet ve edevâtı, muhtemelen ordusunun techizatını kolaylıkla yapmaya ve temin etmeye muvaffak olmuştur. Bakır madeni bir mûcize olarak Hz. Süleyman’a cidden bir pınar gibi mi akıtıldı, yoksa bu, Süleyman’ın (a.s.) ilim ve fen yardımıyla bakırı eritmesinden kinâye
1466] Buhârî, Salât 75, Enbiyâ 40; Müslim, Mesâcid 39, 40; Nesâî, Sehiv 19
1467] Buhârî, Enbiyâ, 40, Ferâiz 30; Müslim, Akdiye 20; Nesâî, Kudât 14; K. Sitte, 12/355-356
1468] 21/Enbiyâ, 81
1469] 34/Sebe’, 12
1470] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an, 10/160
SÜLEYMAN (A.S.)
- 371 -
midir? Bu soru da zihinleri meşgul etmiştir. Bu iki ayrı görüşü savunan iki büyük müfessiri örnek olarak verebiliriz: Fahreddin Râzi, bu işi mûcize olarak düşünmeyenleri kınar ve bunları inanç zayıflığı ve Allah’ın kudretine itimatsızlıkla itham eder. Elmalılı ise, bakırın ilim ve sanatla akıtılmış olmasını peygamberlik makamı için daha mühim görür. 1471
6- Timsaller/Heykeller ve Dalgıçlar: Kur’ân-ı Kerim, Süleyman (a.s.)’a iş gören bazı cinlerin râm edildiğini bildirir ki bunlar, ona, mihrablar (mescidler), timsaller/heykeller, havuz büyüklüğünde çanaklar, sâbit kazanlar yaparlardı. 1472
Timsâl: Canlı veya cansız bir şeyin aslına benzer biçimde yapılan herhangi bir sûreti, heykelidir. Cinlerin Hz. Süleyman için yaptıkları, onların aynı zamanda sanatkâr ve ellerine iş yakışır, belli bir seviyede hesap kitap, ilim-irfan sahibi olduklarını ifade eder. Ve yine aynı âyetler Hz. Süleyman’ın halka son derece şefkatli, onların huzurunu ön planda tutan ve düşünen bir kişi olduğunu da ifade ederler. İri iri çanaklar, havuz büyüklüğünde yerinden kalkmaz çömlek, tencere ve kazan gibi kapların yapılması, Hz. Süleyman’ın fakir dostu olduğunu, kurulan muazzam sofralarda halkın ağırlandığını ifade eder. 1473
Kur’ân-ı Kerim Hz. Süleyman’a şeytanlardan bina ustaları, dalgıçlar ve fesatlarına meydan verilmeyecek bir sûrette sıkı kontrole tâbi olan diğerlerinin de râm edildiğini bildirir.1474 ki, rivâyetlere göre dalgıçlar, Hz. Süleyman’a denizlerde bulunan her çeşit süs eşyasını, cevher ve incileri bulup çıkarırlardı. Şeytanların Hz. Süleyman’ın emrine râm edilmesinden sonra onun için yaptıkları ve bunların nelerden ibaret oldukları yolunda birçok rivâyet varsa da, bunlara itibar etmemek, Kur’an’ın nassı ile yetinmek ve dolayısıyla hurâfelere dalmamak en hayırlı iştir. 1475
Hz. Süleyman ve Nemle (Karınca): Hz. Süleyman maiyetiyle bir sefere çıktığında yolları “karınca vâdisi“ne uğrar; ya da karıncaların olduğu bir vâdiden geçerler. Süleyman ve ordusunun kendilerine doğru yaklaşmakta olduğunu gören bir nemle/karınca (muhtemelen reis durumunda olan, arkadaşlarını uyarır): “Nihâyet karınca(larla dolu bir) vâdiye geldikleri zaman, bir karınca, ‘ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin!’ dedi.“ (Süleyman) onun sözüne gülümseyerek dedi ki: ‘Ey Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve râzı olacağın sâlih amel yapmamı gönlüme getir. Rahmetinle, beni sâlih (dürüst ve erdemli) kullarının arasına kat.“1476 Bu âyetlerde bir karıncanın, kendi hemcinslerini, Süleyman’ın (a.s.) ordusu tarafından çiğnenmesinler diye uyardığını görüyoruz. Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde bunun dışında herhangi bir bilgi mevcut değildir. Buna rağmen tarih ve tefsir kitaplarına konuyla ilgili yığın yığın mâlûmat dercedilmiştir.
Hz. Süleyman’ın Kürsüsüne Atılan Ceset: Süleyman’la (a.s.) ilgili olarak bir âyette şöyle buyrulur: “Andolsun Biz Süleyman’ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset
1471] Elmalılı, Eser Y. VI/3951
1472] 34/Sebe’, 12-13
1473] Elmalılı, VI/3953
1474] 38/Sâd, 37-38
1475] Seyyid Kutub, Fî Zılâl, 12/390
1476] 27/Neml, 18-19
- 372 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bırakıverdik, sonra o, yine eski haline döndü.“1477 Kürsüye atılan “ceset“ konusu müfessirleri çok meşgul etmiş ve buna dair hayli değişik izahlara yer verilmiştir.
Kur’an’da anılan bu cesedin ne olduğu ve bundan neyin kastedildiği kesin olarak belli değildir. Konu ile ilgili olarak Hz. Peygamber’den de bir açıklama yoktur. Hurâfelerden uzak kalmak düşüncesiyle bazı müfessirler cesetten maksadın hadislerde bahis konusu edilen “yarım çocuk“ olduğunu ifade ediyorlarsa da bunda da kesinlik yoktur ve bazı yönleriyle tenkide müsaittir. Âyette Hz. Süleyman’ın fitneye düşürüldüğü ve kürsüsüne bir cesedin atıldığı bildirildiğine göre böyle bir şey olmuş demektir. Ama bunun, şu veya bu diye kestirilip atılmasına imkân yoktur. Muhtemelen Hz. Süleyman’ın Beytü’l-Makdis’i yaptırdığı sırada inşaat işlerinde çalıştırdığı sanatkârlar içinde, çeşitli hilelere vâkıf dessas kişiler vardı. Bu şeytanların veya şeytan ruhluların planladıkları bir ihtilâl yüzünden Hz. Süleyman bir müddet nüfûzunu yitirmiş veya tahtından uzaklaşmış, bu sûretle tahtında ya kendisi kuvvetsiz bir ceset halinde hükümsüz kalmış yahut tahtı işgal edilip, ona muayyen bir zaman için heykel gibi birisi oturtulmuş olabilir.
Hz. Süleyman’ın Mülkünün Genişliği: Hz. Süleyman Cenâb-ı Hak’tan kendisinden sonra kimseye nasip olmayacak bir mülk ve saltanat istemişti. Kur’an, onun duâsının kabul edildiğini ve dileğine nâil olduğunu haber verir.1478 Bahis konusu mülkün daha ziyade mânevî mülk olduğu ve mânevî varlıklara tasarrufta bulunduğu anlaşılıyor. Fakat bilindiği gibi Hz. Süleyman, peygamber olması yanında aynı zamanda bir kraldı. Kral, coğrafî bir vatan üzerinde hükmeden kişi olduğuna göre Hz. Süleyman da bundan hâriç tutulamaz. Bugünkü Filistin’le Ürdün’ün tamamı ve Sûriye’nin bir kısmını içine alan topraklarında hüküm sürdüğünü tarihî bilgilerden ve ilgili haberlerden öğrendiğimiz Süleyman’ın (a.s.) hükmettiği topraklar hakkında aşırı büyüklüklere ve abartılı tasvirlere yer verildiğini görüyoruz.
Süleyman (a.s.) ve Belkıs
Belkıs, Sebe’ kraliçesinin ismidir. Hz. Süleyman’ın hizmetinde bulunan Hüdhüd’ün haberi sonucu Süleyman (a.s.) ona mektup yazar. Durumu kendi adamlarıyla görüşen Belkıs maiyetinden bazısı ve birtakım hediyelerle yurdundan kalkar ve Hz. Süleyman’ın ziyaretine gelir. Bu ziyaret ve ona tekaddüm eden mektup olayı üzerine de teşekkül eden hayli zengin efsâneler kitaplara konu olmuştur.
Süleyman (a.s.) ve Hüdhüd: Halkımız arasında “ibibik“ ve “çavuş kuşu“ gibi isimlerle anılan hüdhüd, müslümanlarca muhterem tanınan bir kuştur ve Hz. Peygamber öldürülmesini ve avlanmasını yasak etmiştir.1479 Başında dikkat çeken bir sorgucu bulunan bu kuşun huy ve itiyatları hakkında pek çok şey söylenmiştir. Ana ve babasına gösterdiği hürmet özellikle belirtilir. Hüdhüdün ölen anasını kefenleyerek cesedini, bir istirahat yeri buluncaya kadar, sırtında ve başında taşıdığı yolunda bir hikâye anlatılır ve sırtının kahverengi oluşu buna bağlanır. Eşi ölünce hüdhüd yeni bir eş aramaz. Ebeveyni yaşlanınca, onların yiyeceklerini
1477] 38/Sâd, 34
1478] 38/Sâd, 35-40
1479] Ebû Dâvud, Edeb 164; İbn Mâce, Sayd 10; Dârimî, Edâhî 26
SÜLEYMAN (A.S.)
- 373 -
temin eder. 1480
Kısaca tanıtılmaya çalışılan hüdhüdün Hz. Süleyman ile Belkıs kıssasında rolü büyüktür. İbn Abbas’tan nakle göre, Hz. Süleyman’ın (a.s.) özellikle hava yolculuklarında kendisi ve ordusu için su lâzım olduğunda hüdhüdü çağırırdı. Hz. Süleyman’ın su mühendisi olan bu kuş, insanların yeryüzünde olan bir cismi gördükleri gibi arzın derinliklerinde bulunan suyu görür ve onun ne kadar derinlikte olduğunu da anlardı. Suyun yer ve derinliği böylece keşfedildikten sonra Süleyman görevlilere emreder, orası kazılır ve su çıkarılırdı.1481 Ordusunda bu kadar önemli bir görev yaptığı söylenen hüdhüdü bir gün Hz. Süleyman arar. “(Bir gün Süleyman) Kuşları gözden geçirdikten sonra şöyle dedi: ‘Hüdhüdü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı?“1482 Hüdhüdü aradığı anda bulamayan Hz. Süleyman kızar ve şöyle der: “Ya bana (mâzeretini gösteren) apaçık bir delil getirecek, ya da mutlaka onu şiddetli bir cezayla azâba uğratacağım veya boğazlayacağım!“ 1483
Belkıs’ın Tahtının Getirilmesi: Hz. Süleyman, kendisini ziyarete gelmekte olan Belkıs ve maiyetinin ulaşmasından önce kraliçenin dillere destan özelliklere sahip meşhur tahtının getirilmesini arzu etti. Allah’ın bir lütfu olarak taht çok kısa bir müddet içinde getirilip Hz. Süleyman (a.s.)’ın yanına kondu.1484 Tahtın nasıl geldiği merakını gidermek için bu konuda bazı tarihçi ve müfessirler birbirini tutmayan çok çeşitli ifadeler kullanmışlardır.
Belkıs’ın Hz. Süleyman’a Takdim Ettiği Hediyeler: Hz. Süleyman’ın, müslüman olmalarını isteyen mektubunu alan Belkıs, durumu maiyetiyle istişâre eder ve neticede, önce Hz. Süleyman’a (a.s.) elçiler ve hediyeler göndermeye, sonra da bizzat ziyaret etmeye karar verir. Ziyaretinden önce gönderdiği hediyeler, bir gerekçe ile redde uğrar. Kendisinin dünya peşinde koşan bir insan değil; hak dini yayma çabasında bir peygamber olduğunu karşı tarafa oldukça sert ve kesin bir ifadeyle bildiren Hz. Süleyman sonuç olarak misafirlerini karşısında bulur.
Hz. Süleyman Belkıs ile Evlendi mi? Hz. Süleyman’ın Belkıs’ı alıp almadığı da merak konusu olmuş, soruya olumlu ve olumsuz karşılıklar verilmiştir. Rivâyetlerin ekseriyeti evlendiklerini beyan ediyorsa da buna dair Kur’an ve hadislerde hiçbir açıklama yoktur; sıhhatine inanılır bir haber de mevcut değildir.
Ölümü Bildiren “Dâbbetü’l-Arz“: Yüce Allah “gaybı bilirim“ iddiasında bulunan cinlere ve onlarla aynı paralelde hareket etmek için çaba sarfeden kötü ruhlu insanlara ebedî bir ders vermek için Hz. Süleyman’ın ölümünü gizlemiş, onu hayatta sanan cinler uzun bir müddet daha tıpkı sağlığında olduğu gibi ağır işlerde çalışmaya devam etmişler ve akılsızca “zillet verici azap içinde“ beklemiş durmuşlardır.1485 Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Süleyman’ın vefatını asası vâsıtasıyla halka duyurduğu mutlak bir gerçektir. Süleyman (a.s.) irtihal edince, na’şının uzun süre asasına dayanarak ayakta kaldığı anlaşılmaktadır. Hz. Süleyman’ın ölümünü anlamadıkları için hayatında olduğu gibi, yorucu işlere O'nun ölümünden sonra da bir süre daha devam etmişlerdi. O halde gaybı ancak Allah bilir.
1480] İslâm Ansiklopedisi, Hüdhüd maddesi
1481] İbn Kesir, Tefsir 5/227-228; Taberî, Tefsir 19/143
1482] 27/Neml, 20
1483] 27/Neml, 21
1484] 27/Neml, 38-41
1485] 34/Sebe’, 14
- 374 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Süleyman’ın hayatını ve kıssasını özetlersek; Dâvud Peygamber’in oğlu olan Süleyman (a.s.) dillere destan ve darb-ı mesellere konu olan muazzam bir saltanatın sahibidir. Kur’an, kendine verilen hârikulâde nimet ve hasletlerden bazısını zikreder. Hz. Peygamber’in hadislerinde de “Süleyman“ ismine oldukça sık rastlanır. Kuş dilini bilen Hz. Süleyman’a maddî ve mânevî sahada büyük bir tasarruf gücü verilmişti. İstediği takdirde rüzgâr kendisini çok kısa bir müddet zarfında “bir aylık“ mesafeye götürür; şeytanlar kendisine muazzam kap kacak, çanak çömlek gibi mutfak eşyaları yanında devâsâ binalar inşâ ederlerdi. Tarihte ilk kez bakır madeninin kendisine Yüce Allah’ın kudreti eseri “su gibi“ akıtıldığı Süleyman (a.s.) bu sâyede de son derece dayanıklı malzeme ve evlere, muhtemelen ordusunun ihtiyacı olan silâhlara, harp araç ve gereçlerine, kışlalar ve kervansaraylara sahip olmuştur.
Sağlığında halk içinde cereyan eden hâdiselerde hakem, dâvâlarda yargıç vazifesi gören Hz. Süleyman, son derece isabetli sonuçlara varmış ve hatta bu konuda babası Hz. Dâvud’u geçmiştir. Kur’an onun bu durumuna kısaca temas eder, hadisler de izah eder.
Mevki sahibi olan ve nimet içinde yüzen herkes için olduğu gibi Hz. Süleyman için de sağlığında sayıları oldukça kabarık bir gayr-ı memnunlar zümresi türemiş ve şeytan ruhlu bu adamlarla İblis ve avanesinin iş birliği sonucu, iktidarı aleyhine hayli kesif bir propaganda ve yıkım faâliyeti sürdürülmüş, bunların bir sonucu olarak Hz. Süleyman bir müddet tahtından ayrı kalmış veya güç ve nüfuzunu yitirmiştir.
Hüdhüdün haberi sonucu Yemen ülkesinin kraliçesi Belkıs ile irtibat kuran Hz. Süleyman (a.s.) önce mektup yazmış, sonra da ziyaretine gelen bu kadının ziyaretinden önce tahtını da getirmiş, gördüğü manzaradan hayretler içinde kalan kraliçenin maiyeti ile birlikte Allah’a teslimiyetine vesile olmuştur. Cenâb-ı Hakk’ın “ağaç kurdu“ ile ölümünü insanlara ve cinlere bildirdiği Hz. Süleyman elli küsur yıl ömür sürdükten sonra Kudüs’te bu fâni âleme vedâ etmiştir. Görkemli saltanatın yerinde sahibinin ölümünü müteâkip yeller esmiş; ondan bize, dünyaya karşı zühdü öğütleyen birkaç cümle ve atasözü miras kalmıştır. Bir örnek verelim:
“Seyr etti havâ üzre derler taht-ı Süleyman,
Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde!“
Hz. Süleyman’ın Kur’an ve hadiste çok muhtasar anlatılan bazı halleri ve buna bağlı olan diğer şeyler, meraklı yazarlarca, rivâyetlerin kaynağına bakılmaksızın zenginleştirilmiş ve bu iş yapılırken de kritik bir zihniyete sahip olunmadığı için onun özellikle yüzüğü (mührü), havaî seyahatleri, hanımları, atları, emrine âmâde cinler ve şeytanlar, Belkıs’ın ziyareti, ihtişamı ve ölümü gibi konularda anlamsız, gereksiz, mantık dışı, geniş ölçüde hayal mahsulü olan bilgilere, isrâilî haberlere, efsânelere yer verilmiştir. Bunlar onu gerçek bir kral ve Allah elçisi değil; destanî bir hüviyete büründürmüştür. Hz. Süleyman’ı anlatan eski tefsir ve tarih kitaplarındaki bilgilerin büyük çoğunluğu, gerçekle irtibatlı değildir; Hz. Süleyman hakkında bilgi sahibi olmak isteyenlerin bunu gözönünde bulundurmaları faydalı olur. 1486
1486] Hz. Süleyman’ın hayatı, daha çok Abdullah Aydemir’in İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler adlı eserinden yararlanılarak, bazı yerleri özetlenerek yazılmıştır. Geniş bilgi için bk. a.g.e. s. 187-224
SÜLEYMAN (A.S.)
- 375 -
Süleyman (a.s.) Kıssasından Bazı İbret ve Hikmetler
“Gerçekten onların (peygamberlerin) kıssalarında akıl sahipleri için çok ibret vardır.“1487; “Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini (tatmin ve) teskin edeceğimiz her haberi kıssa olarak sana anlatıyoruz. Bunda sana hak, gerçeğin bilgisi, mü’minlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir.“ 1488
Hakka Dâvet ve Açık Mesaj:“(Süleyman’ın mektubunu alan Sebe’ melikesi,) ‘Beyler, ulular! Bana çok önemli bir mektup bırakıldı’ dedi. ‘Mektup Süleyman’dandır, Bismillâhirrahmânirrahîm; Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla (başlamakta)dır. ‘Bana karşı baş kaldırmayın, teslimiyet göstererek, müslümanlar olarak bana gelin’ diye (yazmakta)dır.“1489 Bu âyetlerden anlaşılıyor ki, İslâm’a dâvet ve tebliğ görevini üstlenen peygamberler, her vesileyle insanlara, hatta başka ülkelerdeki uygun kişilere İslâm mesajını sunmuşlardır. Mektup gibi iletişim araçlarından faydalanmışlar, mektuba ilk başlarken bile ilk söz ve dâvetleri Allah olmuştur. Nitekim Peygamberimiz de (s.a.s.), zamanında yaşayan farklı ülkelerin devlet başkanlarına İslâm dâvetini içeren mektuplar göndermiştir.
Süleyman (a.s.), mektubundaki besmele ile Belkıs’a ibâdetin yalnız Allah’a yapılacağını anlatmış, dikkatleri ilk planda Rahmân ve Rahîm olan Allah’a çekmişti. “Bana karşı baş kaldırmayın!“ demek sûretiyle de, nefis muhâsebesine dâvet etti ve “teslimiyet göstererek, müslümanlar olarak bana gelin“ diyerek net bir şekilde dâvetini yaptı, bütün huzurun İslâm’da olduğunu ifade etti. Bütün bunlar bizim için, peygamberlerin vârisleri âlimler için örneklerdir.
Allah’tan Nimet İsterken Gösterdiği Hassâsiyet: “Süleyman, ‘Rabbim, beni bağışla; bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Şüphesiz Sen daima bağışta bulunansın’ dedi.“1490 Âyet-i kerimenin başlangıcında belirtilen Hz. Süleyman’ın ifadesi gösteriyor ki o, nefsinin Allah’ın bağışı olan nimetlerden olumsuz etkilenmemesi için Allah’ın yardımını da istemekte, peşinen af talep etmektedir. Süleyman (a.s.)’ın kimsenin muktedir olamayacağı güçlerin, başkalarının ulaşamayacağı bazı mânevî mülkün kendisine verilmesini istemesi, övünmek ve hevâsını tatmin etmek için değildi. Zamanındaki kâfir ve zâlim kralları zelîl etmek, Allah’a teslim olup kulluk yapmalarına engel olan gururlarını kırmak içindi. Çünkü hemen her dönemde olduğu gibi onun devrindeki krallar, gurur, kibir, zulüm, ihtişam sergilemek için büyük savurganlık ve sömürü içindeydi. Fahreddin Râzi, bu âyete şöyle de mânâ vermiştir: “Bana öyle şanlı bir mülk ver ki, ben ona kavuşup öldükten sonra ‘dünya mülkünün vefâsı olsaydı, Süleyman’a olurdu!’ denilsin de, kimsenin dünya saltanatına hırs ve rağbeti kalmasın!“ Bu ifadeden de anlaşıldığı gibi, Süleyman’ın (a.s.) asıl maksadı, dünya mülkünü değil; âhiret mülkünü istemektir. Yoksa Allah’ın sünneti, âhiretten kopuk şekilde sadece dünya nimetlerini isteyeni esas yurt olan öteki âlemde nasipsiz bırakmaktır. Bir peygamberin böyle geçici küçük faydayı, büyük ve ebedî nimetlere tercih etmesi düşünülemez. “Kim âhiret kazancını isterse, onun kazancını arttırırız. Kim de dünya kârını isterse ona da dünyadan bir şeyler veririz; fakat onun âhirette bir nasibi olmaz.“ 1491
1487] 12/Yûsuf, 111
1488] 11/Hûd, 120
1489] 27/Neml, 29-31
1490] 38/Sâd, 35
1491] 42/Şûrâ, 20
- 376 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Dünya Malına Karşı Tavrı, Hırsa Kapılmaması, Tâğutların Rüşvet Gibi Olan Hediyelerini Reddetmesi: Kendisini İslâm’a dâvet eden mektubu alıp okuduktan sonra, Belkıs, durumu halkının ileri gelenleriyle, yani istişâre kurulu ile görüşmüş, neticede Hz. Süleyman’a elçiler gönderip çok kıymetli hediyeler sunarak onun dâvet ve baskısından kurtulma kararı almıştı. Belkıs şöyle demişti: “Ben (şimdi) onlara bir hediye göndereyim de, bakayım elçiler ne (gibi bir sonuç) ile dönecekler.“1492 Süleyman (a.s.) ise onların hediyelerine güvendiklerini anlamış ve o hediyeleri bir rüşvet mâhiyetinde görerek tehdit edercesine geri göndermişti. “(Elçiler, hediyelerle) gelince Süleyman şöyle dedi:’Siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz? Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Ama siz, hediyenizle böbürlenirsiniz. (Ey elçi!) Onlara var (söyle:) İyi bilsinler ki, kendilerine asla karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları muhakkak sûrette hor ve hakir halde oradan çıkarırız.“ 1493
“...(Süleyman) onu (kraliçenin tahtını) yanı başına yerleşivermiş görünce, ‘bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; nankörlük edene gelince, o bilsin ki Rabbim müstağnîdir, çok kerem sahibidir.“1494 Bir mûcize eseri olarak Allah’ın lütfu gereği binlerce kilometre uzaktan Belkıs’ın dillere destan tahtını, göz açıp kapamadan daha kısa bir zamanda naklini gerçekleştiren Hz. Süleyman, bunu kendi nefsine ve diğer zayıf yaratıklara haml etmeyip Allah’ın lütfu olarak görmektedir. Günümüzde bile henüz gerçekleştirilemeyen eşya naklinin Allah’ın izniyle çok kısa bir anda gerçekleştirildiğini gören Hz. Süleyman, her şeyin olduğu gibi bu nimetin de Allah’ın bir sınavı olduğunu değerlendirir ve şükretme vesilesi kabul eder.
Kahramanlar Ayakta Ölür: “(Süleyman’ın) ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. Bu sûretle yere kapanıp yıkılınca öldüğü anlaşıldı. Eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.“1495 Hz. Süleyman’ın bastonuna dayanarak ayakta ölmesi de düşündürücüdür. Sürünerek yaşamayı ayakta ölmeye tercih eden günümüz dünya adamlarına bakıldığında bu örneğin büyüklüğü daha iyi anlaşılır. Hz. Süleyman’ın hayatı gibi ölümü de bir tevhid mücâdelesi ve hak mesajı idi. Gaybı, Allah’tan başka hiçbir varlığın bilemediğini, cinlere ve şeytanlaşan insanlara Allah bir ağaç kurdu örneği ile göstermektedir.
Muazzam Dünya Servet ve Saltanatını Kalbinin Dışında Taşıması: Allah Teâlâ, peygamberler içinden varlık sahibi olarak Süleyman’ı (a.s.) örnek vermektedir. Süleyman (a.s.) ile Karun’un, emperyalist zenginlerin arasındaki temel fark şundan kaynaklanıyor: Hz. Süleyman, mülkün Allah’a ait olduğunu, bunun insanlara bir sınav için geçici bir süre verildiğini, nimetlere bol bol şükredilmesi gerektiğini iyi biliyor ve kendisine emânet olarak bahşedilen dünya servetini daima kalbinin dışında taşıyordu. “Eğer siz şükrederseniz, size olan nimetlerimi arttırırım.“1496 Nimetlerin artmasının yolunun da şükürden geçtiğini bildiğinden Allah’ın emri gereği bol bol şükrediyordu. “Onlar Süleyman’a kalelerden, heykellerden, havuzlar kadar (geniş) leğenlerden, sâbit kazanlardan ne dilerse yaparlardı. Ey Dâvud âilesi!
1492] 27/Neml, 35
1493] 27/Neml, 36-37
1494] 27/Neml, 40
1495] 34/Sebe’, 14
1496] 14/İbrâhim, 7
SÜLEYMAN (A.S.)
- 377 -
Şükredin. Kullarımdan şükreden azdır.“1497 Kur’an, Hz. Süleyman’ın daima Allah’a yöneldiğini1498 haber verir. Dâvud ve Süleyman peygamberler, çok şükür ve hamd eden insanlardı: “Andolsun ki, Dâvud’a ve Süleyman’a ilim verdik. İkisi de: ‘Bizi mü’min kullarının çoğundan üstün kılan Allah’a hamdolsun’ dediler.“ 1499
Hz. Süleyman örneği göstermektedir ki, dünya malı, mülkü ve saltanatı, sadece belirli bir zaman dilimi için ve sınırlı bir şekilde istifade olduğu gibi, bir sınavdır da. “Ey İnsanlar! Hepiniz Allah’a karşı fakirsiniz, muhtaçsınız. Zengin ve hamde/övülmeye lâyık olan ancak O’dur.“1500 İnsan emânetçidir; mülk tümüyle Allah’ındır. “Göklerin ve yerin mülkü ve hükümranlığı Allah’a âittir. Allah’ın gücü her şeye yeter.“1501; “De ki: ‘Mülkün gerçek sahibi Allah’ım! Sen mülkü ve hükümranlığı dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden çekip alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü hayır senin elindedir. Gerçekten Sen, her şeye kadirsin.“1502; “Kim izzet (güç ve şeref) isterse (bilsin ki), izzet tümüyle Allah’ındır.“ 1503
Ehl-i Kitabın Süleyman (a.s.) Hakkındaki İftiraları
Kitab-ı Mukaddes’de 31 baptan (bölüm) meydana gelen “Süleyman’ın Meselleri“nin Hz. Süleyman’a ait olduğu yahûdi kaynaklarında zikredilir. Bu bölümde Hz. Süleyman’ın hikmetli sözlerinden örnekler bulunmaktadır. Bunun yanısıra, yine Kitab-ı Mukaddes’de sekiz baptan meydana gelen ve Onun yazdığı iddia edilen “Neşîdelerin Neşîdesi“ bölümünde, bir peygamber’e hiç de yakışmayacak aşk ve harem hayatından bahseden cümleler vardır. Bunlar da Tevrat’ın tahrife uğradığını açıkça göstermektedir. Neşîdelerin Neşîdesi baştan sona okununca bu cümlelerin bir peygamber ağzından çıkmayacağını dindar yahûdiler dahi kolayca kabul edebilir. Saydıklarımızdan ayrı olarak yahûdi mezheplerinden Ferisiliği desteklemek için “Süleyman’ın Mezmurları“ adıyla uydurulmuş 18 Mezmur daha vardır. Bunlar Tevrat’a alınmamıştır. Tevrat’taki Mezmurlar Onun babası Hz. Dâvud’a atfedilir.
Hristiyan ve yahûdiler, onu peygamber olarak kabul etmezler, onu sadece kral, hem de krallığını büyüye borçlu, büyücü bir kral olarak görürler. Birçok sihir kitabını onun yazdığı iddia edilerek ona iftira atılır. Ölümünden sonra, sarayının altında gömülü olan büyü kitaplarını cinlerin gömüldükleri yerden çıkardıkları gibi ithamlar yapılır. Hz. Süleyman’ın büyük saltanat ve güçlerini büyülerle elde ettiği yolunda Tevrat1504 kaynaklı isnad, itham ve iftirasını Kur’ân-ı Kerim şiddetle reddeder. Kitab-ı Mukaddes’i tahrif edenler, Hz. Süleyman için, puta tapma suçu işlediği iftirasını da Tevrat’a geçirmekten1505 çekinmemişlerdir. Yahûdilere göre o, sihirbazlığın mûcidi bir büyücü kraldır; krallığını büyülü güç kaynağı yüzüğünden almaktadır.
1497] 34/Sebe’, 13
1498] 38/Sâd, 30
1499] 27/Neml, 15
1500] 35/Fâtır, 15
1501] 3/Âl-i İmrân, 189
1502] 3/Âl-i İmrân, 26
1503] 35/Fâtır, 10
1504] I. Krallar ve II. Krallar
1505] Kitab-ı Mukaddes, 1. Krallar 11/1-10
- 378 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Peygamberliği ve Tevhidî Mesajı, Efsâne ve Masal Öğelerinin Gölgelemesi
Hz. Süleyman’ın Kişiliği, Hanımları: Bazı eski tefsirlerin ve tarih kitaplarının Hz. Süleyman’ın hanımları ve câriyelerinin sayıları ile ilgili olarak verdikleri rakamlar çeşitlidir. 700 hanımı ve 300 odalığı, 300 hanımı ve 700 odalığı veya 300 hanımı 900 odalığı olduğu rivâyetlerine yer verilir. Kitaplarında bu abartılı rakamlara yer veren Taberî ve Kurtubî gibi yazarlar, bu kadar hanımın hakkını edâ için Hz. Süleyman’a yüz erkeğin şehveti verildiğine dair haberler de kaydetmişlerdir. Bu konuda 38/Sâd, 39. âyetine istinad etmişlerdir. Hâlbuki bu âyette Hz. Süleyman’a verildiği söylenen şehvet ve erkeklik gücüne dolaylı da olsa en ufak bir işaret yoktur. Taberî’nin de bu rivâyeti tenkit ederken dediği gibi, Hz. Süleyman’a verilen şeyin “şehvet“ değil; “mülk ve saltanat“ olduğudur. Hz. Süleyman’ın eş ve câriyelerinin toplam 1000 olduğu yolunda tefsirlere geçen rivâyetlerin kaynağı Kitab-ı Mukaddes’tir. I. Krallar bab 113’de aynen şöyle denir: “Ve onun 700 karısı kral kızı olup, 300 de câriyesi vardı.“
Hz. Süleyman ve Rüzgâr: “İçinde bereketler yarattığımız kutlu ülkeye doğru onun emriyle esip gitsin diye kasırga (gibi esen zorlu) rüzgârı Süleyman’ın emrine Biz verdik. Çünkü her şeyin aslını bilen Biziz.“1506; “Süleyman’a da sabah gidişi bir aylık mesâfe, akşam dönüşü de bir aylık mesâfe olan rüzgârı verdik (emrine âmâde kıldık)...“1507 Bu âyetlerde Süleyman’ın (a.s.) emrine verilen rüzgârla ilgili hayli masalımsı söylentiler kitaplara geçmiştir. Bu rivâyetlere göre Hz. Süleyman’ın ahşaptan mâmul bir döşemesi/tahtı vardı. Bir gezinti, bir sefer, bir kral veya düşmanla savaşmak gerektiğinde, lâzım olan her şey bunun üzerine yüklenirdi. Bu öyle geniş bir döşeme/taht idi ki, bütün evler, köşkler, çadırlar, mallar, malzemeler, atlar, develer, ağırlıklar, ins ve cinden erkekler, kuşlar ve diğer hayvanlardan her şeyi içine alırdı. Yükleme işi bitince rüzgâra emreder, o da döşemenin altına girer ve onu havaya kaldırırdı. Muayyen bir yüksekliğe çıktıktan sonra, tatlı ve yumuşak esen rüzgâr onu alır götürürdü. Eğer daha serî bir hareket arzu edilirse, o zaman bu işi şiddetli esen rüzgâr yapardı.1508 Kaynaklar, bir ihtiyaç halinde Süleyman (a.s.) için 600 veya 600 bin tahtın kurulduğunu kaydederler. Tahtların kurulmasını müteâkip önce insanların eşrâfı gelerek Hz. Süleyman’ın yanındaki tahtlara, bundan sonra cinlerin eşrâfı gelir ve insanlara yakın olan tahtlara oturur; sonra kuşları çağırır ve onlar da bu oturanlara gölge yapar; sonra da rüzgârı çağırırdı.1509 Hz. Süleyman’ın bu ahşap tahtının 1000 rüknü (sütun, direk) bulunduğunu, her rükünde bir evin olduğu, herbir rüknün 1000 şeytanın omzunda taşındığı da rivâyetler arasındadır. 1510
Bu kaynaklar bir de 1x1 fersah ebadında yani 5 km.lik eni ve boyu olan altın ve ibrişimden şeytanlarca dokunmuş bir halıdan bahsederler ki bu, Hz. Süleyman’ın havada bir yerden bir yere gitmesinde kullanılırdı. Bunun üzerine Hz. Süleyman’ın oturacağı altın bir minber yerleştirilirdi. Bu minberin sağına konan altın koltuklara peygamberler; soluna konan gümüş koltuklara da bilginler otururdu. Ulemânın etrafında diğer insanlar, insanların etrafında da cin ve
1506] 21/Enbiyâ, 81
1507] 34/Sebe’, 12
1508] Taberî; İbn Kesir
1509] Taberî, Bağavî, İbn Kesir, İbnu’l-Cevzî, İbnu’l Arabî -Ahkâmu’l-Kur’ân-
1510] Taberî, Tefsir; Bağavî, Tefsir; el-Âlûsî, Tefsir
SÜLEYMAN (A.S.)
- 379 -
şeytanlar yerlerini alır ve bütün cemaate, güneşe karşı siper olurdu.1511 Ve bunun gibi masalımsı nice unsurlar...
Görüldüğü gibi, bunlar ölçüsü, hesap ve kitaba gelmez rakamlar olup, büyük ihtimalle Hz. Süleyman’ı sevmeyenlerce, onu büyücü kabul edenlerce uydurulmuş şeylerdir. Bin rükün (sütun, direk) her direkte bin ev. Her evde on askerin barındığı düşünülse, on milyon eder. On milyonluk bir ordu nereye sığar? Böyle bir orduya o gün için imkân ve lüzum var mıydı...?
Kur’an’ın ifadesine göre, Süleyman (a.s.) için rüzgâra Allah’ın boyun eğdirdiği,1512 Allah’ın rüzgârı onun buyruğu altına verdiği, onun emriyle dilediği yöne yumuşakça estiği1513 belirtilir. Mevdûdî, bu konuda şöyle der: Rüzgâr Süleyman (a.s.)’ın emrindeydi ve o, bir aylık uzağa deniz seferleri düzenleyebiliyordu. Çünkü rüzgâr onun gemileri için istediği yönde esiyordu. Tevrat’ın I. Krallar bölümünde Süleyman’ın Edom’da, Kızıldeniz kıyısında gemiler yaptırdığı, büyük bir deniz ticareti geliştirdiği kaydedilir. Rüzgârın ona boyun eğdirilmesi, Allah’ın lütfu ile rüzgârın yönünün hep Süleyman (a.s.)’ın gemilerinin gideceği yöne esmesi –ki o dönemde gemiler tamamen rüzgâra bağlı olarak hareket ediyorlardı- anlamına gelebilir. Fakat “rüzgâr onun emriyle eserdi“1514 ifadesini zâhirî anlamda olduğu gibi kabul etsek de bir sakıncası yoktur. Çünkü Allah, kullarından dilediğine böyle güçler verebilir. 1515
Hz. Süleyman’ın Cinlerden ve Kuşlardan Ordusu: Günümüz yazarlarından bazıları, âyetteki “cin“ ve “tâir -kuş-“ kelimelerinin, bildiğimiz cin ve kuşları ifade etmediğini, aksine Hz. Süleyman’ın ordusunda çok çeşitli vazifeler icrâ eden insanlara işaret ettiğini ispat etmek üzere çok çaba göstermişlerdir: “Cin“ kelimesinin, Hz. Süleyman’ın idaresi altına aldığı ve onun emri altında güç ve kabiliyet gerektiren olağanüstü işlerle uğraşan dağ kabileleri, “tâir -kuş-“ kelimesinin de, piyâde askerden çok daha süratli hareket edebilen süvârileri ifade ettiğini söylerler. Ne var ki bunlar, Kur’an’ı yanlış tefsir etmenin en kötü örnekleridir. Kur’ân-ı Kerim burada, insanlardan, cinlerden ve kuşlardan meydana gelen birbirinden farklı üç ayrı ordu zikreder. Ayrı birer askerî sınıfı ifade etmeleri için de her üç kelimede belirlilik (harf-i ta’rif) ön eki kullanılmıştır. Binâenaleyh “el-cin“ ve “et-tâir“ kelimeleri ve mânâları “el-ins“ kelimesinin içine dâhil edilemez. Aksine her ikisinin de, insanoğlundan ayrı ve farklı iki sınıf olması mümkündür.
Ayrıca Arapça ile biraz meşgul olan herhangi bir şahıs, tek “el-cin“ kelimesinin bir grup insanı veya “et-tâir“ in atlı askerî birlikleri îmâ ettiğini aklından geçirmeyeceği gibi, bir Arap da bu kelimelerden bu anlamları çıkarmaz. Olağanüstü bir mahâretinden dolayı bir adama cin, güzelliği sebebiyle bir kadına peri, ya da çok hızlı hareket etmesi nedeniyle bir kimseye kuş denmesi, sadece mecâzî olarak mümkündür. Yoksa cin, peri ve kuş kelimeleri, sırasıyla güçlü bir adam, güzel bir kadın ve hızlı hareket eden bir kişi anlamına gelmez. Bütün bunlar bu kelimelerin gerçek değil; mecâzî mânâlarıdır. Bir konuşmada bir kelime lügat mânâsı yerine mecâzî anlamda kullanılabilir. Fakat metinde onun mecaz
1511] Taberî, Tefsir; Bağavî, Tefsir; Zemahşeri, Tefsir
1512] 34/Sebe’, 12
1513] 38/Sâd, 36
1514] 21/Enbiyâ, 81
1515] Mevdûdi, Tefhîmu’l Kur’an, c. 3, s. 323
- 380 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olduğuna dair bir karîne varsa, ancak o zaman onu muhâtap orada kullanılan mecaz mânâsıyla anlar. Netice olarak burada “cin“ ve “tâir“ kelimelerinin gerçek ve lügat mânâlarında değil de mecaz anlamlarında kullanıldığını biz bu metinde hangi karîneden anlayabiliriz? Oysa bunun aksine, takip eden âyetlerden zikredilen iki gruptan herbir ferdin işi ve durumu böyle bir tefsirden çıkacak anlama bütünüyle zıttır. Şâyet bir kimse Kur’an’da anlatılan bir şeye inanmak istemiyorsa ona inanmadığını açıkça (dobra dobra) söylemesi gerekir. Fakat biri kalkar, Kur’ân-ı Kerim’deki açık ve net kelimeleri zorlayarak istediği mânâyı yükler ve aynı zamanda Kur’an’ın dediğine inandığını da dünyaya ilân ederse, aslında bu kimse, Kur’an’a değil; kendi kafasındaki çarpık mânâya inanıyor demektir. Böyle bir davranış da aslında, ahlâkî korkaklık ve entelektüel nâmus yoksunluğundan başka bir şey değildir. 1516
“Onun için denizde dalgıçlık yapan ve bundan başka iş(ler) de gören şeytanlardan kimseleri de (emrine verdik). Biz onların koruyucuları idik.“ 1517 Bu âyet, Süleyman (a.s.) için çalışan şeytanların ve cinlerin insanlardan tamamen farklı bir yapıya sahip olduklarını göstermektedir. Nitekim Araplar, cinlerin gaybın ilmine vâkıf olduklarına inanırlardı. Ayrıca bizzat cinlerin kendileri de gaybın ilmini bildikleri zannı içindeydiler. Bu âyetleri önyargısız okuyan herhangi bir kimse buradaki cin ve şeytanların ne tür bir niteliğe sahip mahluklar olduklarını açıkça görür. İşte Arapların gaybın ilmine vâkıf sandıkları cinler bunlardı. Bu nedenle, bazı çağdaş müfessirlerin yaptığı gibi bunların “insan“ olduğu sonucuna varmak için Kur’an’ın anlamını saptırmak doğru değildir. Kur’an’daki ifade tarzından ve bu ifadenin yer aldığı konunun akışından, bahsedilen cinlerin insan olmadığı anlaşılmaktadır. Eğer bunlar insan olsalardı, bu sadece Süleyman (a.s.)’a lutfedilmiş bir nimet olamazdı. Çünkü o zamana dek insanlar Mısır’daki piramitler gibi dev yapılar inşâ etmişlerdi bile. 1518
Hz. Süleyman’ın Atları: Bazı tefsir ve tarih kitapları, Hz. Süleyman’ın atlarının sayısı hakkında da değişik rivâyetler sunarlar. Bu sayılar 20’den 20 bin’e kadar çıkar. Normal at olmasından kanatlı olmalarına kadar vasıfları konusunda da farklı rivâyetlere yer verilir. Nereden ve nasıl geldikleri konusunda da hayli rivâyet vardır. Yine Hz. Süleyman’ın atları teftiş edip seyrederken ikindi namazının vaktinin çıkması ve atların kendisini Allah’ın zikrinden alıkoyduğu için kılıcıyla hepsinin ayaklarını ve boyunlarını doğradığı rivâyetlerine yer verilir. Bütün bunlar, peygamber olarak Hz. Süleyman’ı küçülten isrâiliyattan geçmiş, yanlış yaklaşımlardır.
Hz. Süleyman ve Nemle (Karınca): “Nihâyet karınca(larla dolu bir) vâdiye geldikleri zaman, bir karınca, ‘ey karıncalar! Yuvalarınıza girin; Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin!’ dedi. Süleyman) onun sözüne gülümsedi...“1519 Bu konuda da uydurma olduğu hemen anlaşılacak nice söylentiler kitaplara geçirilmiştir. Bu rivâyetlere göre Hz. Süleyman, karıncanın, ayaklar altında ezilmemeleri için hemcinslerine “yuvanıza girin!“ sözünü üç mil mesafeden duymuştur. Bir peygamber olarak Hz. Süleyman’ın Allah’ın verdiği bir mûcize gereği karıncanın sözünü veya işaretini ya da içinden geçeni duyması, bilmesi normaldir. Ama bu rivâyet
1516] Mevdudi, a.g.e., c. 4, s. 98-99
1517] 21/Enbiyâ, 82
1518] Mevdûdi, a.g.e., c. 3, s. 325
1519] 27/Neml, 18-19
SÜLEYMAN (A.S.)
- 381 -
aynı zamanda karıncanın Süleyman ve ordusunun gelişini üç mil gibi çok uzak bir mesafeden bilmiş ve anlamış olması demektir ki, bu normal değildir. Akla hayli uzak görünen rivâyetteki bu haberin inkârında hiçbir zarar yoktur; bilâkis fayda vardır. Sanki Hz. Süleyman’ın karıncaya nerede rastlaması çok önemli imiş gibi müfessir ve tarihçilerimiz de karıncaların bulunduğu bir memleket aramışlardır. Bazılarına göre bu vâdi, Tâif’te, bazılarına göre Şam’dadır.1520 Vehb bin Münebbih’e varan rivâyete göre Hz. Süleyman karıncaya rastladığı zaman “Bisat“ üzerinde idi, deniliyor. Böyle olsaydı, havada seyahat eden Hz. Süleyman ve maiyetini karınca nereden görecekti? Niçin çiğnenmekten bahsedecekti? 1521
Hiçbir önemi olmadığı halde bu karıncanın büyüklüğünden de söz edilmiştir. Güya o, deve,1522 veya kurt büyüklüğünde1523 imiş. Halbuki asıl ve meşhur olan nemlenin (karınca) küçük olmasıdır. Kıssacıların hiçbir delile dayanmadan aktardıkları ve mübâlağaya düştükleri bu haber ehl-i kitaptan alınmıştır. Topal olduğu söylenen bu karınca, “eş-Şeysan“ veya “Şeysaban“ oğulları kabilesinden olup adı Cisr, Cers veya Tahıye’dir.1524 Bunlar son derece önemsiz konulardır; yalan yanlış söylenmiş söz ve kıssalardan ibarettir. Karıncalar toplum halinde yaşayan canlılardan iseler de, onların şu veya bu isimle kabilelere ayrıldığı ve kabilenin her ferdine özel isimler verildiği duyulmuş şey değildir. Karıncanın kanatlı olduğu ve kuşlar arasında bulunduğu yolunda da rivâyetler vardır.
Ebû İshak es-Salebî’nin “bir kitapta gördüm“ diyerek anlattığına göre Hz. Süleyman Nemle’ye: “diğer karıncaları ‘yuvalarınıza girin!’ diye niçin uyardın? Zulüm edeceğimden mi korktun? Benim âdil bir peygamber olduğumu bilmedin mi? Niçin ‘Süleyman ve ordusu sizi ezmesin!’ dedin?“ tarzında birtakım sorular sorar. Nemle de: “Onlar ‘bilmeden, farkına varmadan’ dediğimi duymadın mı?“ der ve “ben nefislerin değil; kalplerin kırılmasını kasdettim; sana verilen nimetleri görürler de aynısını isterler, dünyaya aldanırlar. Böylece de Allah’ı tesbih ve zikirden vazgeçerler“ şeklinde maksadını izah eder. Bunun üzerine Hz. Süleyman, bu karıncaya: “Bana nasihat et!“ der. Nemle, babasına Dâvud; kendisine de Süleyman isminin verilme sebebini bilip bilmediğini sorar, bunlara Hz. Süleyman “bilmiyorum“ cevabını verir ve Nemle’nin izahlarını dinler. Nemle aynı şekilde Allah’ın kindesine rüzgârı müsahhar etmesinin nedenini sorar; yine “bilmiyorum“ cevabını alır ve sebebini izah eder. Sonra hızlıca kavmine (karıncalara) varır ve Hz. Süleyman’a hediye edebilecekleri bir şeyin olup olmadığını sorar. Onlar yanlarında bir tek “köknar yemişi“ (Arabistan kirazı)nden başka bir şey olmadığını söylerler. Onu ağzına alır ve sürükleyerek götürmeye çalışır. Allah’ın emriyle rüzgâr onu alır ve bisat üzerinde seyahat etmekte olan Hz. Süleyman’ın önüne bırakır. Ağzıyla getirdiği yemişi Hz. Süleyman’ın avucuna koyar ve bu hakir hediyenin kabulü için dört beyitlik bir şiir söyler. Hz. Süleyman da ona bereket duâsıyla karşılık verir. (Bazı esnafın dükkânlarında karınca duâsı diye isimlendirilen yazılı levhalar, bu anlatımın eseridir) Karıncalar bu duâ sâyesinde Allah’a en çok şükreden ve çoğalan bir cemaat olurlar.1525 Bütün bunların doğru1520]
Tabresi, Tefsir; İbn Kesir, Tefsir
1521] İbn Kesir, Tefsir
1522] Bağavî, Tefsir
1523] el-Hâzin, Tefsir; İbnu’l-Cevzî, Tefsir
1524] İbn Kesir, Tefsir; Zemahşerî, Tefsir
1525] Ebû Hayyan, el-Bahru’l-Muhît; el-Âlûsi, Tefsir, 19/79
- 382 -
KUR’AN KAVRAMLARI
luğu konusunu akl-ı selim insanlara bırakmak gerekir.
Eski isrâiliyattan bu örnekleri gördükten sonra, olayın bir de çağdaş yorumunu Mevdûdi’nin eleştirileriyle birlikte görelim: Günümüz müfessirlerinden bir kısmı, Hz. Süleyman’la karınca konusundaki âyete1526 çok ters bir mânâ vermişlerdir. Bunlar, âyetteki “vâdi’n-neml“ terkibinin “karıncalar vâdisi“ anlamını ifade etmediğini, aksine, Suriye’de bu isimde bir vâdinin bulunduğunu, “nemle“nin de, karınca değil; bu vâdide yaşamış olan bir kabilenin ismi olduğunu söylerler. Dolayısıyla bunlara göre âyet şöyle bir anlama gelir: “Hz. Süleyman (a.s.), bu ‘karınca vâdisi’ne vardığı zaman, Nemle kabilesine mensup biri: ‘Ey Nemle kabilesi halkı...’ diye başlayan âyette işaret edilen konuşmasını yaptı.“ Ancak bu da, Kur’an âyetlerinin desteklemediği bir tefsirdir. “Vâdi’n-neml“ terkibinin, bir vâdinin ismi olduğunu kabul etsek ve Benî Nemle adında da bir kabile ile de meskûn olduğunu farzetsek bile böyle bir kabileye mensup birinden “Nemle“ diye bahsetmemiz Arapça ifade tarzına ve kullanımına aykırıdır. Hayvan isimleri ile anılan birçok Arap kabilesi -meselâ Esed (aslan), Kelb (köpek) gibi- bulunmasına rağmen hiçbir Arap, Kelb veya Esed kabilesinin mensûbundan “Bir köpek dedi ki...“ veya “bir aslan şöyle dedi“ diye bahsetmez. Binâenaleyh “Nemle“ kabilesine mensup birisinden; “Bunu bir karınca dedi“ diye söz etmek Arapça ifade tarzına aykırı olur.
Sonra, Nemle kabilesinden bir ferdin; “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin ki, Süleyman ve orduları, farkında olmayarak sizi ezmesinler“ diyerek konuşması anlamsız olur. İnsanlardan oluşmuş bir ordunun, bir grup insanı farkında olmayarak ezdiği (tarihte) hiç vâki değildir. Eğer bir ordu bir yere hücum niyeti ile gelmişse, baskına uğrayan tarafın evlerine sığınmaları zaten bir fayda vermez. Çünkü işgalciler onları evlerine kadar tâkip eder ve daha acımasız bir şekilde ezerdi. Fakat ordu sadece sefer yürüyüşü halinde ise ona, yalnızca yolu açmak yeterli olur. Orduların sefer yürüyüşlerinden insanlar zarar görebilir, ancak farkında olmayarak insanları ezmeleri hiç de olacak şey değildir. Binâenaleyh, şâyet Benî Nemle insanlardan meydana gelen bir kabile ve böyle bir hücum ânında, fertlerden biri kendi kabilesini uyarmak zorunda kalmış olsaydı, o şöyle derdi: “Ey Nemleliler! Hz. Süleyman’ın ordularının sizi ezip imhâ etmemesi için, evlerinizi terkedip dağlara sığının“ Dahası, bir hücum tehlikesinin söz konusu olmadığı bir durumda o şöyle diyecekti: “Ey Nemleliler! Hz. Süleyman’ın ordularının geçişinin size zarar vermemesi için yolları açınız.“
Âyetin yorumundaki bu hata, Arapça ifade tarzı ve konunun yanlış anlaşılmasından ileri geliyor. Terkibin vâdi ismi ve orada oturan Benî Nemle kabilesinin ismi olmasına gelince bu, bilimsel hiçbir dayanağı olmayan sırf bir varsayımdan ibarettir. “Vâdi’n-Neml“in bir vâdi ismi olduğunu kabul edenler, içinde çok miktarda karınca bulunması nedeniyle böyle bir isim almış olduğuna bizzat işaret etmiş bulunmaktadırlar. Nitekim Katâde ve Mukatil, “Bu bölge, karıncası bol bir vâdidir“ derler. Hiçbir tarih ve coğrafya kitabı ile hiçbir arkeolojik kazı, bir önceki görüşün aksine, orada Benî Nemle adında bir kabilenin yaşamış olduğunu zikretmez. Öyleyse bundan, böyle bir mânâ çıkarmak, kişinin kendi kişisel yorumunu desteklemek için ortaya attığı, tam bir hezeyanıdır.
Böyle bir kıssa, İsrâil rivâyetlerinde vardır. Ancak oradaki hikâyenin son
1526] 27/Neml, 18-19
SÜLEYMAN (A.S.)
- 383 -
bölümü, Hz. Süleyman’ın vakarına olduğu kadar Kur’an’a da terstir. Bu açıklamaya göre Hz. Süleyman (a.s.), karıncası bol vâdiden geçerken karıncalardan birinin diğerine şöyle seslendiğini işitti: “Yuvalarınıza giriniz! Yoksa Hz. Süleyman’ın orduları sizi çiğneyecektir.“ Bu anda Hz. Süleyman, karıncanın önünde büyüklük tasladı. Bunun üzerine karınca, “Siz de kim oluyorsunuz, siz kimsiniz? Bir damla sudan meydana gelmiş mahlûk!“ diye sert bir karşılık verdi. Bunu duyan Hz. Süleyman, bu durum karşısında çok utandı ve mahcup oldu.1527 Bu husus Kur’ân-ı Kerim’in İsrâiloğullarının çarpıtmış oldukları rivâyetleri nasıl düzelttiğini ve peygamberlerinin temiz şahsiyetlerini, bizzat İsrâillilerin bulaştırdığı çirkinlik ve ayıplardan nasıl temizlediğini gösterir. İsrâiloğullarına gönderilen peygamberler hakkındaki Kur’an’ın bu açıklamalarını ele alan batılı müsteşrikler, Kur’an’ın bu kıssaları, İsrâiliyattan aşırdığını hayâsızca iddia ederler.
Bir karıncanın kendi türünün fertlerini, vuku bulacak bir tehlike karşısında uyarması ve yuvalarına girmelerini söylemesi aklen hiç de hayret verici değildir. Hz. Süleyman’ın bunu nasıl işittiği sorusuna gelince, bunun cevabı şudur: Vahiy Kelâmı gibi çok hafif bir çağrıyı kavrayıp anlayabilen duyular sahibi bir şahıs için, karıncanın sesli konuşmasını anlamak hiç de zor değildir. 1528
Hz. Süleyman’ın Kürsüsüne Atılan Ceset: “Andolsun Biz Süleyman’ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik, sonra o, yine eski haline döndü.“1529 Kürsüye atılan “ceset“ konusu müfessirleri çok meşgul etmiş ve buna dair birçok değişik izahlara ve “Bin bir gece masalları“nı aratmayacak masalımsı unsurlara yer verilmiştir:
a- Rivâyete göre Hz. Süleyman’ın Cerâde isimli bir hanımı vardı. Günün birinde bu kadının akrabalarından biri ile bir başkası arasında dâvâ konusu bir mesele ortaya çıktı. Hz. Süleyman, kendisine arzedilen bu dâvâda tarafsız davranmakla birlikte Cerâde’nin akrabasının haklı çıkmasını arzu etti. Kalben de olsa bu iki kişi hakkında tarafsız davranmadığı için cezaya çarptırıldı. Allah vahiy yoluyla kendisine: “Yakında sana bir belâ gelecektir“ dedi. Hz. Süleyman bu belânın kendisine gökten mi, yerden mi geleceğini bilmiyordu.
b- Hz. Süleyman’ın hanımları arasında Cerâde’nin seçkin bir mevkii vardı. Bu hanım bir gün Hz. Süleyman’a: “Kardeşimle falan kimse arasında bir dâvâ vardır. Senin, kardeşim lehinde hüküm vermeni arzu ediyorum“ şeklinde bir teklifte bulundu. O da: “Peki“ dedi. Fakat hanımına söz vermekle birlikte yine de tarafsız davrandı. İşte Hz. Süleyman bu konuda söylediği “söz“ sebebiyle belâya uğradı.
c- Hz. Süleyman, Cerâde’yi, yaptığı bir savaş sonunda esir etmiş ve kendine hanım olarak almıştı. Bir kral kızı olan bu kadın, Hz. Süleyman’ın eşi olduktan sonra müslüman olmuş, yani Hz. Süleyman’a iman etmişti. Yalnız gece gündüz devamlı ağlar ve ağlaması bir türlü bitmezdi. Süleyman (a.s.) ona bir gün niçin ağladığını sordu. O da: “Babamı ve onunla beraber olduğu anları düşünüyorum. Ne olur, şeytanlara emretsen de, evimin içinde babamın heykelini yapsalar, ben de onunla teselli bulsam“ dedi. Hz. Süleyman bu isteği kabul etti ve heykel yapıldı. Hz. Süleyman evden çıkınca Cerâde ve hizmetçileri bu heykele taparlardı.
1527] Yahûdi Ansiklopedisi, c. 11, s. 440
1528] Mevdûdi, a.g.e., c.4, s. 99-101
1529] 38/Sâd, 34
- 384 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Süleyman’ın evinde bu hal 40 gün devam etti. Hz. Süleyman işin farkına vardıktan sonra heykeli kırdı ve hanımını da cezalandırdı. Sonra da evinde cereyan eden bu halden dolayı Allah’a tevbe ve istiğfarda bulundu. Bu hâdiseden sonra şeytan Hz. Süleyman’ın yüzüğüne Mûsâllat oldu ki, olay Vehb bin Münebbih’e göre şöyle cereyan etmiştir:
Haberi olmadan evinde puta tapılmasını müteâkip Hz. Süleyman temiz elbiseler istedi. Kendisine, ipleri bâkirelerce eğrilmiş, aybaşılı ve lohusa olan kadının eli değmemiş elbiseler getirildi; bunları giyip tek başına bir çöle gitti. Emri ile çölün belli bir yerine kül serpildi. Allah’a tevbe etmek kasdıyla küle yatıp yuvarlandı. Ağladı, duâ etti, istiğfarda bulundu. Ve “Yâ Rab, Dâvud hânedanına Senden başkasına ibâdet etmek yakışmaz; evlerinde Senden başkasına el açılmaz!“ dedi. Bu hal akşama kadar devam etti. Akşam vakti evine döndü. Hz. Süleyman’ın Emine isminde bir hanımı vardı. Abdest bozmak icap ettiği veya hanımlarından biriyle yalnız kalmak istediği zaman, ayakyolundan dönüp tekrar abdest alıncaya veya cünüplükten temizleninceye kadar yüzüğünü (mührünü) bu hanımına bırakırdı.
Temizlenmedikçe yüzüğüne dokunmazdı. Çünkü yüzüğü yeşil yakuttan olup Cebrâil tarafından verilmişti ve üzerinde “lâ ilâhe illâllah Muhammedu’r-Rasûlullah“ yazılı idi. Süleyman’ın mülk ve saltanatı yüzüğünde idi. Günlerden birinde yüzüğünü hanımı Emine’ye bıraktı. İşte bu sırada okyanusların sahibi olan Sahr isimli şeytan Süleyman kılığında gelip kadından yüzüğü istedi. Ondan şüphe etmeyen kadın yüzüğü verdi ve o da alır almaz parmağına taktı. Sonra gidip Hz. Süleyman’ın tahtına kuruldu. Derhal kuşlar, cinler, insanlar ve şeytanlar emrine râm oldular. Bu arada Hz. Süleyman işini bitirip geldi ve Emine’den yüzüğünü istedi. Kılık kıyafeti, fizyonomisi değişmişti. Emine: “Sen kimsin?“ diye sordu. Süleyman: “Dâvud oğlu Süleyman’ım“ dedi. Hanımı: “Yalan söylüyorsun! Sen Süleyman değilsin; Süleyman gelip yüzüğünü aldı; o, işte orada tahtında oturmaktadır“ dedi.
Hz. Süleyman başına gelenleri anladı ve dışarı çıktı. Sokaklarda dolaşıyor ve İsrâil oğullarının kapılarına varıp: “Ben Dâvud oğlu Süleyman’ım!“ diyordu. Fakat bunu duyan herkes ona sövüp sayıyor ve başına toprak saçıyordu. Arkasından da: “Bakın şu deliye, kendini Süleyman sanan şu serseriye!“ diyordu. Bunun üzerine Hz. Süleyman şehirden ayrılıp deniz kenarına gitmekten başka çare kalmadığını anlayarak yola düştü. Orada deniz ürünleriyle uğraşanlara balık taşıyarak, hamallık yaparak hayatını kazanmaya çalıştı. Gördüğü hizmet mukabili her gün kendisine iki balık veriyorlardı. O, bunlardan birini satıp parasıyla ekmek alıyor, diğerini de kızartıp karnını doyuruyordu. Bu hal, kırk gün devam etti ki bu, Hz. Süleyman’ın evinde puta tapılma müddetidir. Hz. Süleyman’ın veziri olan Âsaf bin Berhıya ve İsrâiloğullarının bilginleri, Allah düşmanı şeytanın bu 40 gün içinde verdiği hükümleri yadırgadılar. Âsaf bir gün: “Süleyman’ın hükümlerinde siz de benim gibi tutarsızlıklar görüyor musunuz?“ diye sordu. Onlar da “evet“ dediler. “Durun“ dedi Âsaf; “Ben hanımlarına varıp umûmî ve halka açık işlerinde olduğu gibi özel işlerinde de bazı garipliklerin olup olmadığını sorayım.“ Hanımlarının yanına varıp; “Dâvud oğlu Süleyman’ın sizin hoşlanmadığınız işleri var mı?“ diye sordu. Onlar: “Hayızlı hayızsız demeyip bizlere yaklaşıyor ve gusül abdesti almıyor“ dediler. Bu cevabı alan Âsaf, “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn, gerçek bu âşikâr bir belâdır“ dedi.
SÜLEYMAN (A.S.)
- 385 -
Sonra halk içine çıkıp: “Onun özel hayatı, umûmîsinden de betermiş!“ diye onları etrafa duyurdu. Kırk gün tamam olunca Hz. Süleyman kılığına bürünmüş şeytan tahttan inip deryaya vardı ve yüzüğü parmağından çıkarıp suya attı. Yüzüğü bir balık yuttu. Onu avcılardan biri yakaladı. Süleyman o gün balıkçının hizmetini görüyordu. Akşam vakti ücreti karşılığı iki balık aldı ki, bunlardan biri yüzüğü yutan balıktı. Hz. Süleyman balıklarını alıp iş yerinden ayrıldı. Her zamanki gibi birini satıp parasıyla ekmek aldı. Öbürünü de kızartmak maksadıyla karnını yardı. İşte bu balığın karnında yüzüğü buldu ve parmağına taktı ve hemen secdeye kapandı. Yüzüğü takar takmaz derhal kuşlar, cinler, insanlar ve şeytanlar etrafına toplandılar. (Halk, kitaplardan okuyup hocalarından dinlediği bu rivâyetlerin doğru olduğundan şüphe etmediği için olsa gerektir; “mühür kimde ise Süleyman odur“ der.)
d- Hz. Süleyman fitneye uğratıldığı zaman yüzüğü elinden düştü. Mülkü bu yüzükte idi. Yüzüğünü aldı ve eline taktı; yüzük tekrar düştü. Yüzüğün elinde durmadığını gören Süleyman fitneye uğradığını kesin olarak anladı. Bu hale muttalî olan Âsaf, Süleyman’a: “Sen günahından ötürü belâya uğramışsın; artık yüzük senin elinde 14 gün durmaz. Sen Allah'a ilticâ et, yalvar. Ben tahtına oturur, seni Allah yargılayıp mülkünü iâde edinceye kadar işlerini görürüm“ dedi. Âsaf’ın tavsiyesine uyan Hz. Süleyman bir kenara çekilip Allah'a yalvardı; Âsaf da yüzüğü parmağına takıp tahta geçti ve memleketi 14 gün idare etti. Cenâb-ı Hakk’ın Kur’an’da anlattığı “cesed“den maksat, Süleyman’ın kâtibi olan Âsaf’tır ki, kendisi ilim sahibi bir zat idi. Hz. Süleyman 14 gün sonra gelip yüzüğü Âsaf’tan aldı ve parmağına taktı. Bu sefer yüzük parmağından düşmedi.
e- Said ibnu’l-Müseyyeb’den nakledildiğine göre, Hz. Süleyman insanlardan üç gün gizlendi. Bunun üzerine Allah kendisine vahiy yoluyla: “Ey Süleyman, sen kullarımdan üç gün gizlendin; işleriyle ilgilenmedin; bu müddet içinde mazlumu zâlimden kurtarmadın“ dedi. Râvi, bundan sonra “yüzük ve şeytan“ hikâyesini anlatmıştır.
f- Eş-Şa’bî’ye göre Süleyman’ın mülkünün muvakkat olarak elinden alınmasına sebep şudur: Bir gün Hz. Süleyman’ın bir erkek evlâdı dünyaya gelmişti. Bunu göre şeytanlar bir toplantı yaparak “şâyet bu çocuk yaşarsa, biz daha yıllarca çektiğimiz sıkıntılardan kurtulamayız. (Zira babasının ölümünden sonra oğlu yerine geçer ve bizi çalıştırmaya devam eder.) Bizim için tek çıkar yol, bu çocuğu öldürmektir“ dediler. Şeytanların bu kararını öğrenen Süleyman, oğlunu alıp götürmesi ve muhâfaza etmesi için buluta emir verdi. (Yine onun emriyle) rüzgâr onu aldı ve istenilen yere sevketti. Çocuk bu sâyede şeytanların şerrinden kurtulmuş oldu. Allah Süleyman (a.s.)’ı şeytanlardan korktuğu için payladı. Neticede çocuk öldü ve bir ceset halinde kürsüsüne atıldı. İşte Allah’ın Kur’an’da bahis konusu ettiği ceset budur.
g- “İnşâallah“ demeyi unutarak hanımlarını dolaştıktan sonra dünyaya gelen yarım (eksik doğumlu, yani sakat) çocuğunu Hz. Süleyman çok severdi. Bunun sebebi de doğan çocuklarının yaşamaması idi. Bir gün Azrâil ile karşılaştığında: “Eceli geldiği zaman bu oğlumun ölümünü sekiz gün geciktirebilir misin?“ dedi. Melek: “Hayır, fakat vefatından üç gün önce sana haber veririm“ dedi. Vefatına üç gün kala Azrâil haber verince Hz. Süleyman, maiyetindeki cinlere: “Benim bu oğlumu Melekü’l-Mevt’den kim gizleyebilir?“ diye sordu. İçlerinden
- 386 -
KUR’AN KAVRAMLARI
biri: “Ben onu maşrıkda (doğuda) saklarım“ dedi. “Kimden saklarsın?“ sorusuna da: “Melekü’l-Mevtden“ diye cevap verdi. Hz. Süleyman: “Onun gözü her şeyi görür“ dedi. Bir diğeri, “mağribde (batıda) saklarım“ dedi. Hz. Süleyman aynı şeyleri ona da söyledi. Bir başkası, arzın yedinci katında saklayabileceğini söyledi. Buna da diğerlerine söylediğini tekrar etti. Biri de: “Ben onu görülmeyen iki bulutun arasında saklarım“ dedi. Hz. Süleyman: “İşte tek çıkar yol budur“ dedi. Çocuğun eceli gelince Azrâil yeryüzünün doğusunu, batısını, denizleri aradı bulamadı. Nihâyet onu iki bulut arasında bulup babasının tahtı üzerinde canını aldı. İşte “ceset“ten maksat budur. 1530
Aslında bu rivâyetlerdeki saçma sapan görüşleri tenkide tâbi tutmaya ihtiyaç var mıdır, bilinmez. Kur’an’ın tevhid, peygamberlik anlayışına ve selim akla ters o kadar unsur var ki... Buna rağmen, yukarıdaki rivâyetlerde yer alan hususları tahlil ettiğimizde şunlar söylenebilir:
a- Hz. Süleyman’ın hanımından yüzüğü istediği anda şeytanın Hz. Süleyman’ın kılığına girdiği söyleniyor ki, bu asla mümkün değildir. Eğer şeytan, herhangi bir peygamberin şekil ve sûretine bürünmeye muktedir olsaydı, hiçbir ilâhî şeriate güvenilemezdi. Ve o takdirde, Hz. İsa, Hz. Mûsâ ve Hz. Muhammed ve emsâli peygamberler insanları doğrudan saptırmak için insan ve peygamber olarak zuhur etmiş birtakım şeytanlar olarak -hâşâ- düşünülebilirdi. Bu da tahmin edileceği gibi ilâhî dinleri temelinden yıkar.
b- Şâyet şeytan, Allah’ın elçisi, Hz. Süleyman’a bunları yapmaya muktedir farzedilirse, o takdirde bütün din bilginleri ve zâhidlere de aynı şeyleri rahatlıkla yapabilir. Hatta onları öldürebilir; evlerini, barklarını yıkar ve eserlerini paramparça eder, yakar ve yok eder. Gerçek odur ki şeytan hiçbir din âlimine ve en sade, en basit hayatı yaşayan bir zâhide bile bunu yapamamıştır ve yapamaz. O halde şeytanın Hz. Süleyman’ın sûretine girdiği ve hanımından yüzüğü aldığını ifade eden bütün rivâyetler yalan ve uydurmadır.1531 Bütün bu rivâyetler, zındıkların ve yahûdilerin düzmesidir. 1532
Şeytanın hâkimiyeti konusunda bunca söze bile gerek yoktur. Kur’an şeytanın mü’minler üzerinde hâkimiyeti olamayacağını açık şekilde belirtiyor. 1533
c- Şeytanın, Hz. Süleyman’ın hanımlarına Mûsâllat olmasının doğruluğu bir tarafa, nasıl ağza alıp söylenebilir? Hangi mantıkla kitaplara geçirilebilir?
d- Maalesef birçok kitapta Hz. Süleyman’ın kürsüsüne atılan cesedin şeytan olduğu ve 40 gün bu makamda oturup hükmettiği yolundaki rivâyete yer verilmiş, imâen dahi olsa bunun yalan olduğuna işaret edilmemiştir. El-Müstedrek sahibi Hâkim konu ile ilgili rivâyeti kaydettikten sonra, bunu Buhârî ile Müslim’in şartına uygun sahih bir hadis olduğunu söylemiştir1534 ki, buna şaşmamak elde değildir.
e- Bir peygamber, kendisine arzedilen dâvâyı sadece hakkaniyet prensiplerine riâyetle karara bağlar. Şunun veya bunun hatırı için muhâkemenin normal
1530] Bu rivâyetler ve kaynakları için, bkz. Abdullah Aydemir, a.g.e. s.200-203
1531] Fahreddin Râzi, Tefsir; Zemahşerî, Tefsir
1532] İbn Kesir; İbn Hazm
1533] 15/Hıcr, 39-42
1534] Hâkim, el-Müstedrek, 2/433-434
SÜLEYMAN (A.S.)
- 387 -
mecrâsını tersyüz edemez, bunu aklından bile geçirmez.
Uzun münakaşa ve tereddütlerden sonra, hadd cezası icap eden bir konuda Mahzum oğulları kabilesinden bir kadın hakkında Hz. Peygamber’den şefaate cesaret eden Üsâme’nin nasıl bir karşılık gördüğü mâlûmdur.1535 Peygamber olan Hz. Süleyman’ın da dâvâ konusu olan meselelerde Hz. Peygamberimiz’den ayrı düşündüğünü tahayyül etmek dahi câiz değildir.
f- Bir hanımının hatırı için bir peygamber evine put diktirmez; buna müsâade edemez. Böyle bir şeyin ona sorulmadan gizlice yapıldığı söylenebilirse de, vahye mazhar bir peygamber bundan gâfil olamaz. Bunlar peygamberlik makamı ile zıtlık arzeden şeylerdir.
g- Eceli gelmiş bir çocuğu Azrâil’den gizlemeğe çalışmak veya o zarar vermesin diye bulutlarda büyütmek ne mümkün? Bunları bir peygamber hakkında düşünmek ne kadar akıl dışı şeylerdir!
h- Hz. Süleyman’ın bütün güç ve kudretinin yüzüğünde (mühründe) olduğu şâyiası da yalandır. Yüzüğü kaybetmesinden sonra kapı kapı dolaşıp kendini takdim ederek ekmek dilenmesi, hakarete mâruz kalması, sövülüp sayılması, balıkçılara hamallıkla hayatını kazanması vs. gibi şeyler de peygamberlik makamına yakışmayan hususlardır. Bunlar Hz. Süleyman’dan öç almak isteyen yahûdilerin uydurmasıdır.1536 Ayrıca bunlarda peygamberlere olan güveni yıkmayı, onları alelâde kişilermiş gibi göstererek iman edenlerin gözünden düşürmeyi hedef alan din ve peygamber düşmanı zındıkların ve onların oyununa, tuzağına düşen gâfil ve câhil, her duyduğu rivâyeti kutsal metin gibi düşünmeden alıp doğru kabul edenlerin de büyük rolü vardır.
Tabii, bu rivâyetlerin başında; “bir varmış, bir yokmuş...“ diye giriş cümlesi olsa, masal kahramanı da bir peygamber değil; hayalî bir kişilik olsa, hoşça vakit geçirmeye sebep olacak ve kurgu ve anlatı açısından güzel kabul edilecek faydalı bir masal olarak değerlendirilebilir. Ama olayı mâsumâne ve zararsız bir hikâye olmaktan çıkaran yön, bunların din adına, bir peygamberi büyüteceğim diyerek küçülten, onu efsânevî kişilik olarak yansıtan, örnekliği, ibretliği, tevhidî mesajı yok eden, zenginlik, maddiyat, ihtişam ve aşk temaları ile günümüzdeki pembe dizilere yer yer benzeyen rivâyet kültürü, peygamberliğe ve tevhide en büyük darbe vurmanın yollarından, halkın bu önderleri ibret ve örnek kabul edemediğinin temel sebeplerindendir. İsrâiliyatın dini ve tevhidi ne kadar gölgelediği Hz. Süleyman’la ilgili tefsir ve peygamberler tarihi gibi ciddi kitaplara, ilmî eserlere geçmesi, üzerinde düşünülmesi ve sağlıklı değerlendirmeler yapılması gereken hususlardandır.
Halk kültürüne, deyim ve darb-ı mesellere konu olan Süleyman’ın “mührü“ konusundaki yukarıda örneği görülen rivâyetlerdeki yaklaşım, din açısından tam bir cinâyet veya hıyânet örneği kabul edilebilir. Bir peygamber’e Allah tarafından verilen mûcizevî özellikleri, bire bin katarak büyünün eseri olarak görmek ve bu olağanüstü olayların da yüzük (mühür) aracılığı ile meydana geldiğini iddia etmek, peygamberi, mûcizeyi, ilâhî bağışları inkâr etmekten de öte, onları şeytânî özellik ve küfür davranışı olan sihirle eş tutmak, yahûdilerin tavrı olabilir
1535] Buhârî, Hudûd 12; Müslim, Hudûd 8, 9; Ebû Dâvud, Hudûd 4
1536] İbn Kesir, Tefsir
- 388 -
KUR’AN KAVRAMLARI
belki, ama müslümanların olamaz, olmamalıdır.
Hz. Süleyman kıssası ile ilgili sayılamayacak kadar uydurma rivâyetler vardır. Bunların tümünü nakletmek belki yüzlerce sayfalık roman kaleme almak olacaktır. Başka bir örnek daha verelim ve bazı masalcıların uydurduklarını sahâbenin ileri gelenlerinin rivâyeti olarak sunarak, bir taşla birkaç kuş birden vurduklarını veya onları da akılsız ve dini bilmeyen veya bildiği halde hurâfelere sarılan, vahye ters düşen kişiler gibi gösterdiklerini belirtmiş olalım:
İbn Abbas, Hz. Ali, Said İbnu’l Müseyyeb ve Zeyd bin Eslem gibi kişilerden rivâyete göre Hz. Süleyman, yüzüğünü parmağına takınca şeytanlar, cinler, insanlar, kuşlar, vahşi hayvanlar ve rüzgâr hemen kendisine gelip baş eğdiler. Bir gün, nasılsa Süleyman (a.s.)’dan yüzüğü almış (çalmış) olan şeytan da kaçıp deryanın ortasındaki bir adaya sığındı. Hz. Süleyman onu yakalatmak gayesiyle emrine âmâde olan diğer şeytanları gönderdi. Şeytanlar “biz onu yakalayamayız, yalnız haftada bir gün adada mevcut bir kaynağa su içmeye gelir. İşte o vakit sarhoş ederek yakalamak mümkündür“ dediler. Süleyman (a.s.) pınarın suyunu boşalttırıp yerine şarap koydurdu. Şeytan belli gününde pınara geldi; baktı ki şarap akıyor. “Vallahi ben biliyorum ki sen güzel ve hoş bir içkisin; lâkin içilince yumuşak huylunun aklını başından alır, hırçınlaştırırsın; câhilin de cehâletini artırırsın“ dedi. Bir hayli gezip dolaştıktan sonra tekrar geldi ve yine aynı şeyleri söyledi. Çok susamış olduğu için eğilip içti ve sarhoş oldu. İşte tam bu sırada kendisine Hz. Süleyman’ın yüzüğü gösterildi. Yüzüğü görünce “başüstüne!“ deyip boyun eğdi. Hz. Süleyman’a getirdiler. Hz. Süleyman onu bağlattırıp bir dağa sürgün etti. Rivâyete görü sürgün yeri “Cebelü’d-Duhan (Duman Dağı)’dır. Ve yine rivâyete göre, bu dünyada görülen duman ve sisler bu şeytanın nefesidir; dağlardan çıkan sular da idrarı (küçük abdesti)dir. İsmi Âsaf ve Habkık olarak bildirilen bu şeytanın yakalandıktan sonra demir bir sandığa konulup kapağının kilitlendiği ve mühürlenip denize atıldığı ve kıyâmete kadar denizde kalacağı söylenmiştir. 1537
Hz. Süleyman’ın yüzüğünün şeytanın eline geçmesi ve muayyen müddet için mülkünde tasarruftan menedilmesi yolundaki rivâyetleri tamamlar nitelikte olan bu rivâyet de itimada şâyân değildir. Eğer rivâyetin İbn Abbas ve Hz. Ali gibi kişilere ait oluşu doğru ise (ki böyle kabul etmek, onları tanımamaktır), bunlar, haberi ehl-i kitaptan almışlar demektir. Ehl-i kitap da besbellidir ki, Hz. Süleyman’a yalan nisbet ediyorlar.1538 Her ne kadar İbn Cerîr et-Taberî bu rivâyetlerden bazısını kuvvetli bir isnadla Nesâî tarafından tahriç edildiği gerekçesiyle takviyeye taraftar ise de buna da itibar edilmez. Zira bu gibi mühim konularda sadece senedin kuvvetli olması yeterli değildir.1539 Hadisin muhtevâsını da düşünmek gerekir.
İmam Müslim’in Sahih’inde bulunan ve Abdullah bin Amr’dan rivâyet edilen bir hadiste, denizlerde hapsedilmiş ve Hz. Süleyman’ca bağlanmış birtakım şeytanların mevcûdiyetinden bahsedilmiştir ki1540 bu hadisin isrâilî bir haber olduğu kuvvetle tahmin edilmektedir. Sonuç olarak söylemek gerekirse, Hz.
1537] en-Nesâî, Tefsir; Taberî, Tarih; ez-Zemahşerî, Tefsir; Kurtubî, Tefsir; İbn Kesir, Tefsir
1538] İbn Kesir, Tefsir
1539] el-Kasımî, Tefsir
1540] Müslim, Mukaddime 4; en-Nevevî, Müslim Şerhi I/79-80
SÜLEYMAN (A.S.)
- 389 -
Süleyman’ın ne gaye ile olursa olsun, bir veya müteaddit şeytanları bağladığı ve onları deryaya hapsettiği yolundaki haberler -Müslim’in Sahih’inde yer alan bir hadise rağmen- asılsızdır; kabule şâyan değildir. 1541
Kubbe ve Süleyman: Vehb bin Münebbih’in anlattığına göre, gökte geçen seyahatlerinden birinde Hz. Süleyman’ın yolu bir sahile uğramıştı. Denizin iri dalgalarına bakarken deryanın tabanını merak etti. Havâî bineğinden inip yere tahtına oturdu. Sonra dalgıçların başkanını çağırıp: “Bana yüz dalgıç seç“ dedi. Seçimden sonra “bunların içinden 30’unu seç“ dedi. Daha sonra, 30’dan 10; 10’dan da 3 kişi seçtirdi. Bunlardan birine: “Denize dal ve bana dibinden haber getir“ emrini verdi. Dalgıç geri döndüğü zaman, neler gördüğünü sordu. O da dalgalar, balıklar ve büyük bir sultandan gayri nesne görmediğini ve sultanla arasında geçen konuşmayı anlattı. Dalgıcın Hz. Süleyman’dan aldığı emri dinleyen sultan, Hz. Süleyman’a selâm göndermiş ve 40 yıldan beri bu denizin dibini keşf için müteaddit defalar teşebbüsler yapıldığını ve fakat hiç birinin muvaffak olmadığını, bu teşebbüs sahiplerinden birinin düşürdüğü keserin 40 yıldır tabana doğru gittiği halde henüz dibe ulaşmadığını söylemiş. Dalgıç gelip bunları Hz. Süleyman’a anlattı ve Hz. Süleyman dinlediklerinden hayrete düştü.
Vehb’in ifadesine göre Hz. Süleyman deniz kenarında iken dalgaların arasında bir kubbe gördü. Dalgıçlara emir verip getirtti. Kubbe sahile konunca, ikişer kanatlı iki kapı açıldı ve içinden sütten daha beyaz giysili, başından sular damlayan bir genç çıktı. Genci Hz. Süleyman’ın huzuruna getirdiler. Hz. Süleyman ona cinlerden mi, insanlardan mı olduğunu sordu. O, insanlardan olduğunu söyledi ve mâcerasını şöyle hikâye etti:
“Benim yaşlı bir annem vardı. Ben ona yedirir, içirirdim. Ve gerekli hiçbir hizmetini ihmal etmezdim. Öleceğine yakın bana duâ etmesini istedim. Başını göklere çevirdi ve: ‘Yâ Rab, oğlumun bana nasıl iyilik ettiğini biliyorsun. İblis ve avanesinin tasallutundan uzak bir yerde ona ibâdet etmeyi lutfet, dedi ve öldü. Kendisini defnettikten sonra bir gün buraya geldim ve bu kubbe ile karşılaştım. İçine girmeyi arzu ettim. Girince de kapıları kapandı ve dalgalar deryaya sürükledi“ dedi. Hz. Süleyman, yiyecek ve içeceğinin nereden geldiğini sordu. O da: “gece vakti olup karanlık basınca beyaz bir kuş gagasıyla beyaz bir şey getirir ve bırakır. Onu yiyince doyarım“ cevabını verdi. Gece ve gündüzü nasıl bildiği yolundaki bir soruya da, “kubbede beyaz ve siyah iki ip bulunduğunu, beyazın beyazlığı artınca gündüz; siyahın siyahlığı artınca da gece olduğunu anlarım“ dedi ve gene yerine çekilip gitti.
Vehb bin Münebbih’in hayalhanesinde imal ettiği bu hikâyeleri sağlam bir zemine oturtmak ve sıhhatlerini garanti etmek imkânsızdır. Bitmez tükenmez bir mesai ile hurâfeleri müslümanlar arasında yayan bu zâta ve onunla aynı paralelde çalışan Kâ’bu’l-Ahbar’a hayret etmemek mümkün değildir. 1542
Belkıs’ın Tırnağı: Kur’an’ın bildirdiğine göre Hz. Süleyman, Belkıs’ı sırçadan mâmul mücellâ bir köşkte karşıladı. Köşkün avlusu da yine cam gibi parlaktı. Köşke giden bu meydana varınca Belkıs onun parlaklığını su sandı ve ıslanmasın
1541] Abdullah aydemir, a.g.e., s. 206
1542] A. Aydemir, a.g.e. s. 209-210
- 390 -
KUR’AN KAVRAMLARI
diye eteklerini topladı. Hz. Süleyman “O sırçadan döşenmiş mücellâ bir meydandır“1543 diyerek Belkıs’ı uyardı. Manzaradan son derece etkilenen Belkıs, kendi kendini kınadı ve Allah'a teslimiyetini belirtti. 1544
Bazı eserler, bu köşkün niçin yapıldığını izah sadedinde değişik rivâyetler kaydederler ki, bunların ortak noktasına göre, Hz. Süleyman’ın anası peri kızı olan Belkıs’la evlenebileceğinden endişe eden ve evlenmeleri halinde esârette devamlı kalacaklarından korkan şeytanlar, onu var güçleriyle Hz. Süleyman’ın gözünden düşürmek ve evlenmelerine engel olmak için gayret sarfederler. Ayağının merkep ayağına benzediğini sansasyonel bir haber niteliğinde yayarlar. Hz. Süleyman köşkün meydanının girişine büyük bir havuz yaptırıp içine balık ve kurbağaya kadar deniz hayvanları koydurur. Bunu gören Belkıs da paçalarını sıvar. Kadının ayaklarını bu fırsattan istifade ile gören Hz. Süleyman onları son derece güzel ve fakat biraz kıllıca bulur. Kraliçenin ayağının kıllı olmasını bekârlığına bağlayan râvîler hemen Hz. Süleyman’ın bu kılların izâlesi için çare sormasına, şeytanlar usturayı salık verirler. “Ustura kadının bacaklarını keser“ gerekçesiyle râzı olmayan Hz. Süleyman’a şeytanlar hamam otunu icad ederler. 1545
İş bu kadarla da kalmaz. Mü’minlerin annesine de, mü’min evlâtlara yakışmayacak çağrışımlarda bulundurulur. Bazı haberlere göre Hz. Peygamber, Belkıs’ın bacakları itibarıyla dünya kadınlarının en güzeli olduğunu ve Cennette Hz. Süleyman (a.s.)’ın hanımları arasında yer alacağını bildirmiştir. Hz. Âişe’nin: Onun bacakları benimkilerden de mi güzel?“ tarzındaki endişe ve kıskançlık ifade eden sorusunu da: “Sen Cennette de ondan daha güzel bacaklı olacaksın“ diyerek karşılık vermiştir.1546 Sa’lebî’nin Ebû Mûsâ el-Eş’arî’den rivâyetine göre Hz. Peygamber, ilk hamam yaptıran ve hamamda yıkanan kişinin Hz. Süleyman olduğunu söylemiştir (aynı yer). Sabunu ilk icat edenin de keza Süleyman (a.s.) olduğu söylenmiştir
Belkıs’ın ayağının hayvan ayağına benzediği, tırnağının katır tırnağı gibi olduğu yolundaki haberler zayıftır1547 ve itimada şâyân değildir. Bu kadının bacaklarının kıllı olduğu, ustura ve hamam otu gibi şeyler de son derece garip ve münkerdir. Kâ’bu’l-Ahbar ve Vehb bin Münebbih gibi zevat kanalıyla ehl-i kitaptan alınmış irâiliyat makulesi şeylerdir.1548 Hz. Süleyman gibi bir peygamber, bir Allah elçisi şeytanların dedikodusuna aldırmaz, onların söylentilerinin kıymetsizliğini bilir. Bunun için emek sarfederek köşk yaptırmaz. Bütün bunları bir kadının bacaklarını görmek için yapması mümkün değildir. Belkıs’ın bacaklarının Hz. Peygamber’in hadislerine konu olması ise hiç düşünülemez. Kezâ Hz. Süleyman’ın sabunu ilk icat eden1549 ve ilk hamama giren olması da vâkıalara mutâbık değildir ve haberlerin sıhhatında “nazar“ vardır. 1550
Abdullah Aydemir’in İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler kitabında1551
1543] 27/Neml, 44
1544] 27/Neml, 44
1545] Taberî, Tefsir; Bağavî, Tefsir; ez-Zemahşerî, Tefsir; İbn Kesir, el-Bidâye
1546] Kurtubî, Tefsir, 13/210
1547] İbn Kesir, el-Bidâye
1548] İbn Kesir, Tefsir
1549] el-Âlûsi, Tefsir
1550] İbn Kesir, el-Bidâye
1551] s. 187-224
SÜLEYMAN (A.S.)
- 391 -
ayrıntılarıyla kaynaklarıyla ve bazı eleştirileriyle görülebilecek olan bu rivâyetler, bu kadarla da bitmez. Bütün bunların Kur’an ruhuna ve selim akla ters düştüğünü gören günümüz akılcı yorumcuların bazıları, ifrattan kaçarak tefrite tutulmuşlar, Süleyman (a.s.)’a ait olan mûcizevî unsurların hepsini te’vil ederek, Kur’an’daki bu konuyla ilgili ifadelerin mecâzî olduğunu izah etmek için uğraşmışlar ve hiç kimseye verilmeyip sadece Hz. Süleyman’a verilen mülkle ilgili direkt değilse de dolaylı yoldan inkâra gitmişlerdir. Yukarıda bu aklî yorum ve te’villere, Mevdûdî’nin eleştirel bakışıyla beraber bazı örnekler verilmişti. Bunlara bir ilâvede daha bulunalım: Ömer Rıza Doğrul’un Tanrı Buyruğu adlı tefsirine göre, Süleyman’ın dayandığı “değnek“, onun saltanatıdır. Değneğini yiyen “kurt“ da oğlunun idaresizliği ve zaafıdır. “Cinler“ de kendisinin emri altına giren yabancı insanlardır. Süleyman (a.s.)’ın ölümünden sonra onun saltanatına Mûsâllat olan oğlu Rehoboam, sefâhete ve zevke daldığından, onun saltanatını kemirdi, çürüttü, sonunda İsrâiloğullarına hizmet eden, boyun eğen kabileler, artık onlara boyun eğmediler. 1552
Şeytan, insanın merakını gıdıklayarak, gereksiz şeyleri, dünyasına da âhiretine de lâzım olmayacak detayları lüzumsuz konuları önemsettirir. Maalesef ilim adına bu gereksiz merakın kurbanı olan bazı eski müfessir ve peygamberler tarihi yazarlarımız, Kur’an’da geçen bir kelimeden yola çıkarak, merakları tatmin etmek uğruna ipe sapa gelmez nice hurâfeleri eserlerine hakikat diye geçirmişler, bunların kuyuya attığı taşları çıkarmak binlerce akıllı âlimlerin mesâisini işgal etmiş.
Müslümanlar, Kur’an’la bağlarını kaybettiklerinden, peygamber kıssalarını ibret ve örnek almak için değil; gereksiz ve uydurma ayrıntılara boğulmuş şekilde masal ve roman ihtiyaçlarına cevap bulmak için yönelmişler. Ayrıntıların tartışıldığı ve rivâyet adına her mirasa konulduğu; dolayısıyla hakla bâtılın, ilimle hurâfenin karıştığı salata olmamalı tefsir ve peygamber kıssaları. Kur’an, peygamber kıssalarında, akıl sahipleri için çok ibret vardır1553 buyurur. Başka bir âyette peygamber kıssalarının, kalpleri tatmin ve teskin etmek için hak ve gerçeğin bilgisi olarak ve mü’minlere de bir öğüt ve bir uyarı1554 olarak anlatıldığı vurgulanır.
Kur’an’ı okuyan, Süleyman (a.s.) kıssasını bilen halk, Hz. Süleyman gibi nice krallık kuranların gidişat ve çökmeleri hakkında sağlıklı değerlendirme yapamamış, bu konudaki sünnetullahı anlayamamış, yöneticilerin Hz. Dâvud ve Süleyman gibi ilâhî hükümle hükmeden adâleti icrâ eden kimseler olması için üzerine düşeni yapamamış, zâlim sultanlara gerekli tepki gösterememiştir.
Süleyman (a.s.) Kıssasından Alacağımız Mesajlar ve Dersler
Süleyman (a.s.) kıssasının vermek istediği mesajları şöyle sıralayabiliriz:
a- Hz. Süleyman kıssasının nâzil olmasının ilk sebebi, Tevrat, İncil gibi muharref kitaplardan ve çeşitli rivâyetlerden, Hz. Süleyman hakkında birtakım yanlış fikirlere sahip olan câhiliye toplumuna kıssanın doğrusunu bildirmektir. Çünkü hidâyetle ilgili içerikten yoksun olan olan Süleyman kıssasından insanlar öğüt ve
1552] Tanrı Buyruğu’ndan naklen S. Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, c. 7, s. 243
1553] 12/Yûsuf, 111
1554] 11/Hûd, 120
- 392 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ibret alamazlardı.
b- Mekke’yi kendi hevâ ve heveslerine göre yöneten Mekke egemen güçleri olan müstekbirlere, toplumu hak ve adâletle yönetmeleri kıssa yoluyla bildirilmiş oluyordu.
c- Hz. Süleyman’ın kıssasının bütünü, ülke yönetiminde bulunan bir yöneticinin Allah’ın emirlerini gerek kendisine, gerek toplumuna ve gerekse diğer toplumlara uygulamalarını ibret olarak vermektedir.
d- “Ey Dâvud! Biz seni yeryüzünde halîfe yaptık. O halde insanlar arasında hak ile hükmet, hevâna tâbi olma; yoksa seni Allah’ın yolundan saptırır.“1555 Babası Dâvudâ Allah’ın emrettiği bu ilke; Hz. Süleyman’ın da kavmini yönetirken uyguladığı ilâhî bir ilkedir. Allah böylece ülke yöneticilerinin toplumlarına yapacakları davranışlarının nasıl olması gerektiğinin iki İslâmî otorite olan Dâvud ve Süleyman’ın kıssası ile bildirmiş oluyordu.
e- Sebe’ melîkesinin mele’si ile yaptığı istişâre, ülke yönetiminde şûrâ prensibinin önemini gösterir.
f- Allah’ın verdiği nimetleri, O’nun kanunlarına göre değerlendirerek toplumun refahını arttırmak... Diğer toplumların önüne geçmek... Hz. Süleyman’ın gemiler inşâ ettirip rüzgârlardan faydalanarak ticarette ilerlemesi, zırh ve Arap atları ile teçhiz edilmiş kuvvetli bir orduya sahip olması, bakır madenini işleme sanatını geliştirmesi ve inşaat sanatını ilerleterek elde ettiği göz alıcı binalar sâyesinde kurduğu medeniyet bizlere ibrettir. Böylece silâh üstünlüğü sâyesinde gelecek tehlikelere karşı hem hazırlıklı olmak, hem de diğer kavimlere üstünlüğünü bu yolla da kabul ettirmek mümkün olabilir. İyi değerlendirilen yer altı ve yerüstü servetleri ve iyi yapılan ticaret sâyesinde ekonomik olarak hem kavmini refaha ulaştırmak ve hem de diğer kavimlere egemenlik sağlamak mümkün olabilir. İslâm bunu yaparken insanlara adâlet ve refah götürür. Fakat günümüzde ise aynı imkânlara sahip müşrik, emperyalist Batı ülkeleri kendi refah ve zenginliklerini, diğer milletlerin sömürülmesine, aç kalmasına, yokluk ve sefâlet içinde kalmasına dayandırmaktalar.
g- Yöneticiler geldikleri makama Allah’ın lütfu ile gelirler, dolayısıyla böbürlenme, şöhret tutkusu ve tamahkârlık onlara yakışmaz. Elde ettikleri mevkinin Allah’ın onlara bahşettiği ve sınandıkları bir durum olduğunu her zaman hatırlamaları gerektiği kıssa yolu ile anlatılır.
h- Süleyman (a.s.)’ın Sebe’ kraliçesini İslâm’a çağrı metodu olan mektup gönderme yöntemini, daha sonra Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’in çağdaşları diğer hükümdarları İslâm’a dâvet ederken kullandığını görmekteyiz. Mektup gibi iletişim araçlarını çağdaş dâvetçilerin, tebliğ metodu ve aracı olarak kullanmaları gerektiğini bu kıssadan çıkarabiliriz.
l- Dâvud ve Süleyman kıssası, Allah’ın yeryüzündeki halîfesi olarak İslâm otoritesinin yapması gereken davranışların neler olduğunun; olması gerektiğinin örneklerini veren bir ibret ve nasihat vesikasıdır.1556 Dillere destan muhteşem saltanat ve serveti kalbine koymayan, bunları emânet olarak değerlendiren, şükür
1555] 38/Sâd, 26
1556] Cengiz Duman, Haksöz sayı 29 (Ağustos, 93), s. 83
SÜLEYMAN (A.S.)
- 393 -
ve kulluk görevini aksatmayan, kendisi mütevâzi ve sade bir hayat yaşayan Hz. Süleyman, eline üç kuruş para geçince din ve dâvâdan uzaklaşıp dünyevîleşen insanımıza, mal ve mülkle imtihan konusunda örnektir. Bütün bunlar değerlendirilmeli, tevhid mesajının, nübüvvet, hikmet ve ibretinin, ders, öğüt ve uyarısının efsâne ve masal öğelerince gölgelenmesine müsâade edilmemeli, tefsirlerimize kadar hem de bolca giren rivâyetler, kutsal bir metin gibi görülmemeli, Kur’an ve sahih sünnetle sağlaması yapılmadan doğru kabul edilmemelidir.
- 394 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Süleyman’la İlgili Âyet-i Kerîmeler
A- “Süleyman“ kelimesinin Kur’an’da geçtiği yerler (17 yerde): 2/Bakara, 102, 102; 4/Nisâ, 163; 6/En’âm, 84; 21/Enbiyâ, 78, 79, 81; 27/Neml, 15, 16, 17, 18, 30, 36, 44; 34/Sebe’, 12; 38/Sâd, 30, 34.
B- Süleyman a.s. Kıssası
B- Süleyman a.s. Kıssası
Süleyman a.s.’ın Kıssasını Anlatan Âyetler: 21/Enbiyâ, 78, 81-82; 27/Neml, 15-44; 34/Sebe’, 12-15; 38/Sâd, 30-40
C- Süleyman a.s.’ın Peygamberliği ve Şahsiyeti
a- Süleyman a.s. Dâvud a.s.’ın Oğludur: 34/Sebe’, 13; 38/Sâd, 30.
b- Süleyman a.s. Babası Dâvud a.s.’a Vâris Oldu: 27/Neml, 16.
c- Süleyman a.s.’a Peygamberlik Verilmiştir: 4/Nisâ, 163; 6/En’âm, 84; 21/Enbiyâ, 78; 27/Neml, 15; 38/Sâd, 40.
d- Süleyman a.s.’ın İnsanlar Arasında Makam ve Mevkî İstemesi: 38/Sâd, 35.
e- Süleyman a.s’a Allah, İnsanlar Arasında Mevkî Verdi: 27/Neml, 15-16; 38/Sâd, 35-39.
f- Süleyman a.s.’ın Mûcizeleri: 21/Enbiyâ, 81-82; 27/Neml, 16-19, 38-40; 34/Sebe’, 12-14; 38/Sâd, 36-38.
g- Süleyman a.s. Kuş Dilini Biliyordu: 27/Neml, 16.
h- Süleyman a.s.’ın Cinlerden, İnsanlardan ve Kuşlardan Orduları Vardı: 27/Neml, 17-18; 34/Sebe’, 12-14; 38/Sâd, 37-38.
i- Süleyman a.s.’ın Kendisi ve Ana-Babası İçin Duâsı: 27/Neml, 19.
j- Süleyman a.s.’ı Allah’ın İmtihan Etmesi: 38/Sâd, 34-35.
k- Süleyman a.s.’ın Emrine Rüzgârın Verilmesi: 38/Sâd, 35-36.
l- Süleyman a.s.’ın, Allah’ın Şükür Nasip Etmesi İçin Duâsı: 27/Neml, 19.
m- Süleyman a.s.’ın Allah’ın Dinine Hizmet İçin At Beslemesi: 38/Sâd, 31-33.
n- Süleyman a.s.’ın Ölümü: 34/Sebe’, 14.
D- Süleyman a.s.’ın Sebe’ Kavmini ve Kraliçe Belkıs’ı Hakka Dâvet Etmesi
a- Süleyman a.s.’ın, Belkıs’a Yazdığı Mektubun İlk Satırı Besmele ile Başlıyordu: 27/Neml, 30.
b- Süleyman a.s.’ın, Belkıs’ı Hakka Dâvet Etmesi: 27/Neml, 28-44.
c- Süleyman a.s.’a Hüdhüd Kuşunun, Yemen’deki Sebe’ Kavminden ve Hükümdarı Belkıs’tan Haber Getirmesi: 27/Neml, 20-28.
d- Sebe’ Kavmi ve Belkıs: 27/Neml, 20-28; 34/Sebe’, 15.
e- Süleyman a.s.’ın, Belkıs’ın Tahtını Yanına Getirtmesi ve Belkıs ile Bunun Değerlendirilmesi: 27/Neml, 38-44.
f- Sebe’ Kavminin Yok Oluşu: 34/Sebe’ 15-20.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
A- Hz. Süleyman:
1. Hz. Süleyman, Hüseyin K. Ece, H. Ece Y.
2. Fî Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 10, s. 155-161; c. 11, s. 126-150; c. 12, s. 111-116, 387-391.
3. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Kitabevi Y. c, 5, s. 3364, 3661-3683; c. 6, s. 3947- 3954, 4095-4099.
4. Tefhûmu’l Kur’an, Mevdûdi, İnsan Y. c. 3, s. 321-325; c. 4, s. 96-121, 504-515; c. 5, s. 69-79.
5. Şâmil İslâm Ansiklopedisi (Osman Cilacı), Şâmil Y. c. 5, s. 454-456
6. Sîret Ansiklopedisi, Hazırlayan Afzalurrahman, İnkılâb Y. c. 4, s. 397-409
7. İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler, Abdullah Aydemir, T. D. Vakfı Y. s. 187-224
8. Nebîler Silsilesi, Osman Nuri Topbaş, Erkam Y. c. 3, s. 45-90
9. Peygamberler ve Halifeler Tarihi, Ahmet Cevdet Paşa, Akit Gazetesi Y. c. 1, s. 29-30
10. Adem’den Hateme Kişilik, A. Kasapoğlu, 67-69
11. Haksöz (Cengiz Duman), sayı 28-29 (Temmuz-Ağustos, 93)
SÜLEYMAN (A.S.)
- 395 -
B- Peygamberler
1. Peygamberler, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y.
2. Peygamberler Aydınların Önderleri, Abdülkerim Süruş, Kıyam Y.
3. Peygamberler Tarihi, M. Âsım Köksal, T. Diyanet Vakfı Y.
4. Peygamberler Tarihi, İlhami Ulaş, Osmanlı Y.
5. Peygamberler Tarihi, Bünyamin Ateş, Nesil Basım Yayıyn
6. Peygamberler Tarihi, Mustafa Necati Bursalı, Ölçü Y.
7. Peygamberler Tarihi, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
8. Peygamberler Tarihi, 1, 2, 3, Ahmet Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
9. Peygamberler Tarihi, Ahmet Behçet, Uysal Kitabevi Y.
10. Peygamberlerden Kıssalar, Muhammed el-Habeş, İklim Y.
11. Peygamberlerin Hayatı, Seyyid Kutub, Ravza Y.
12. Peygamberlerin Hayatı, S. Kutub-Abdülkadir Cûde es-Sahhar, İslâmoğlu Y.
13. Peygamberlerin Hayatı, Ebu'l Hasan en-Nedvî, Risale Y.
14. Peygamberlerin Kıssaları, Ebu'l Hasan en-Nedvî, Arslan Y.
15. Peygamberlerin Mucizeleri, H. İbrahim Acıpayamlı, Tuğra Y.
16. Peygamberlik ve Peygamberler, Muhammed Ali Sâbûni, Kültür Basın Yayın Birliği Y.
17. Kur'an-ı Kerim'e Göre Peygam. ve Tevhid Mücadelesi, 1, 2, 3, M. Solmaz, İ. L. Çakan, Nesil/Ensar
18. Kur'an'da Peygamber, Muhittin Akgün, Işık Y.
19. Kur'an'da Peygamberler ve Peygamberimiz, Afif Abdülfettah Tabbara, Gonca Y.
20. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber, Muhittin Akgül, Işık Y.
21. Kur'an'ın Tanıttığı Peygamberler, A. Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
22. Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber'in Hayatı, Mevdudi, Pınar Y.
23. Müşriklerin Vahye ve Rasûllere Karşı Aldığı Tavırlar, Cengiz Duman, Haksöz 46-47 (Ocak 95)
24. Nebi ile Râsûl Arasındaki Fark, F. Zülaloğlu, Haksöz 66 (Eylül 96), s. 29-33.
SU VE YAĞMUR
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
SU VE YAĞMUR
- 335 -
Kavram no 162
Nimetler 22
Bk. Gök ve Yer; Rızık
SU VE YAĞMUR
• Kur'ân-ı Kerim'de Su ve Yağmur
• Bu Konuda Bâzı Âyetler
• İnsan ve Su
• Hayat ve Enerji Kaynağı Su
• Suyun Deverânı ve Hayat
• Yağmur
• Kar
• Dolu
• Yeraltı Suları
• Şifâ Çeşmeleri; Kaplıca ve İçmeler
• Hayat Kaynağı Olarak Su ve Deniz
• Denizler
• Bitkiler ve Su
• Su ve Günlük Hayatımız
• Su ve Düşündürdükleri
“O Rab ki, arzı/yeri sizin için bir döşek, semâyı/göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allah'a endâd/ortaklar koşmayın.“ 1339
Kur'ân-ı Kerim'de Su ve Yağmur
Kur’ân-ı Kerim’de su veya yağmur anlamında kullanılan “mâ'“ kelimesi, toplam 63 yerde geçer.1340 Yağmurun tûfan gibi bazen azap sebebi olduğunu, “metar“ kelimesiyle bahseder Kur’an.
Su ve Yağmur Konusundaki Bâzı Âyetler:
“Sizi temizlemek için Allah, gökten su indiriyor.“ 1341
“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, İnsanların faydasına olan şeyleri, denizde taşıyıp giden gemilerde, Allah'ın gökten su indirip onunla
1339] 2/Bakara, 22
1340] Su (ve Yağmur) Anlamındaki Mâ’ Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 63 Yerde): 2/Bakara, 22, 74, 164; 4/Nisâ, 6; 6/En’âm, 99; 7/A’râf, 50, 57; 8/Enfâl, 11; 10/Yûnus, 24; 11/Hûd, 7, 43, 44, 44; 13/Ra’d, 4, 14, 17; 14/İbrâhim, 16, 32; 15/Hıcr, 22; 16/Nahl, 10, 65; 18/Kehf, 29, 41, 45; 20/Tâhâ, 53; 21/Enbiyâ, 30; 22/Hacc, 5, 63; 23/Mü’minûn, 18; 24/Nûr, 39, 45; 25/Furkan, 48, 54; 27/Neml, 60; 28/Kasas, 23; 29/Ankebût, 63; 30/Rûm, 24; 31/Lokman,10; 32/Secde, 8, 27; 35/Fâtır, 27; 39/Zümer, 21; 41/Fussılet, 39; 43/Zuhruf, 11; 47/Muhammed, 15, 15; 50/Kaf, 9; 54/Kamer, 11, 12, 28; 56/Vâkıa, 31, 68; 67/Mülk, 30, 30; 69/Hakka, 11; 72/Cinn, 16; 77/Mürselât, 20, 27; 78/Nebe’, 14; 79/Nâziât, 31; 80/Abese, 25; 86/Târık, 6.
1341] 8/Enfâl, 11
- 336 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ölmüş olan yeri (tekrar) dirilterek üzerinde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde, elbette düşünen kimseler için deliller vardır.“ 1342
“O, yeri size beşik yapan ve onda size yollar açan, gökten de su indirendir. Onunla biz çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık. Yiyin; hayvanlarınızı otlatın. Şüphesiz bunda akıl sahipleri için (Allah'ın kudretine) işaretler vardır.“ 1343
“Gökten belli miktarda yağmur indirip onu arzda durdurduk. Bizim onu gidermeye de elbet gücümüz yeter. Böylece onun (yağmurun) sayesinde sizin yararınıza hurma bahçeleri ve üzüm bağları meydana getirdik. Bunlarda sizin için birçok meyveler vardır ve siz onlardan yersiniz.“ 1344
“De ki: (Sabahın birinde) Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size kim bir akarsu getirebilir?“ 1345
“İçtiğiniz suyu düşündünüz mü? Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren Biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?“ 1346
“O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allah'a şirk koşmayın.“ 1347
İnsan ve Su
Su, bilindiği gibi, iki hidrojen ve bir oksijenin bileşiminden meydana gelen sıvıdır. Yeryüzünde insan, hayvan, bitki ve tüm canlıların ana yapı oluşum unsuru ve varlıklarının devamı için kullanmak zorunda oldukları ilâhî rahmet ve kaçınılmaz maddedir.
Bilimin Kur'an âyetleriyle, özellikle protoplazmanın sudan müteşekkil yapısı hususunda büyük uyum içinde olduğunu görmek durumundayız.
“Biz İnsanı muhakkak ki çamurun özünden yarattık.“ 1348
“İnkâr edenler, gökler ve yer bitişik halde iken bizim, onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi? Yine de inanmazlar mı?“ 1349
“Allah, bütün canlıları sudan yarattı.“ 1350
“İnsanı sudan yaratarak, ona soy-sop veren O'dur. Rabbin her şeye kadirdir.“ 1351
Yukarıdaki âyetlerde, tüm yaşayan varlıkların su içerdiği açıklanmaktadır. Kur'an, insan bedeninin ve diğer canlıların protoplazmasının yüzde 85 ilâ 90 arasında su içerdiğini söyleyen bilim ile tam bir benzerlik içindedir. Su içeren insan hücrelerinin yapısı hakkındaki modern bilgilerin, Kur'an'da zaten var olduğunu
1342] 2/Bakara, 164
1343] 20/Tâhâ, 53-54
1344] 23/Mü'minun, 18-19
1345] 67/Mülk, 30
1346] 56/Vâkıa, 68-70
1347] 2/Bakara, 22
1348] 23/Mü'minun, 12
1349] 21/Enbiyâ, 30
1350] 24/Nur, 45
1351] 25/Furkan, 54
SU VE YAĞMUR
- 337 -
görmek, şaşırtıcı bir gerçek ve büyük bir mûcizedir. Biyolojik olarak su, yaşayan maddenin hâkim unsurudur. Bilimsel incelemeler, insanın yapısını oluşturan temel ve hâkim yapı taşının su olduğunu göstermektedir. İnsan vücudu, müphem bir şekilde varlığını sürdürebilen ve çevresindeki suyun uygun şartları barındırması durumunda kendisini çoğaltabilen 60 ilâ 75 trilyon arasında canlı hücreden müteşekkildir.
Hücre, topluca protoplazma diye adlandırılan farklı maddelerden oluşmuştur. Protoplazmada bulunan temel öğeler ise beş tanedir: Su, elektrolitler, proteinler, lipidler, karbon hidratlar. Protoplazmadaki sıvı ortam, % 85 ilâ 90 arasında bir yoğunlukla mevcut sudan oluşmaktadır. Bu da şu âyetle açıklanan husus ile şaşırtıcı bir uyum içerisinde bulunmaktadır: “Allah, bütün canlıları sudan yarattı.“1352 Sudan sonra hücre kütlesinin yüzde 10 ilâ 20'si arasında bir kısmını oluşturan proteinler gelir. Lipidler % 2 ilâ 3, karbonhidratlar ise % 1'ini oluşturur. Elektrolitler de önemli rol oynar. Bilime göre protoplazma yaşayan bir maddedir ve içinde suyun en hayatî rolü oynadığı, yaşayan tüm varlıkların temelidir.
Bitkilerde rüzgârların aşılayıcı bir rol oynaması, ancak son asırlarda anlaşılmış bir meseledir. Bütün bitkilerin çiçeklerinin erkek ve dişi çift ihtiva ettiği ve erkeğin dişiyi aşılamasıyla meyvelerin meydana geldiği anlaşıldıktan sonra, bu işte rüzgârın rol oynadığı ortaya çıkmıştır. Âyet-i kerime'de bu konuda şöyle buyrulur: “Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik; yukarıdan su indirdik de sizi onunla suladık. Yoksa siz onu (yeterli suyu) toplayamazdınız.“1353 Bu âyette, bundan da fazla olarak rüzgârın, yağmur yağmasında oynadığı rol de anlatılmaktadır. Bu âyette ayrıca, gökten inen suların yer katmanlarında stok edildiği ve buralardan İnsanlığın ihtiyacı karşılandığı ifade edilmektedir. Günümüzde bulutlar, onları meydana getiren rüzgârlara göre taksim edilmektedir. Rüzgârlar, küçük toz toprak zerrelerini kaldırıp sürükler, bu zerreler ile yükselen buhar zerreciklerini aşılar; böylece toz zerreleri etrafında su buharı toplanır ve neticede ağır damla haline gelir.
Kur'an şöyle buyurur: “Allah o zattır ki, rüzgârlar gönderir, derken onlar da bulutları kaldırır (yükseltir). Derken onları gökte dilediği gibi yayar ve parça parça eder; artık sen de aralarından yağmurun çıktığını görürsün. Allah, dilediği kullarına yağmuru nasip edince, onlar seviniverir.“1354; “Rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen O'dur. Sonunda onlar (o rüzgârlar), ağır bulutları yüklenince onu ölü bir memlekete sevk ederiz. Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Herhalde bundan ibret alırsınız.“1355; “Yerin yetiştirdiği nebatlardan/bitkilerden, insanların kendilerinden ve henüz mahiyetini bilmedikleri şeylerden çift çift yaratan Allah'ı tesbih ve takdis ederim.“1356 Nebatlar çift, hayvanlar, İnsanlar çift, gök-yer, gece-gündüz çift, yağmur bile biri artı, öbürü eksi yüklü bulutların birbirini aşılamasının eseri. Atomda bile artı ve eksi elektronlar var.
Hayat ve Enerji Kaynağı Su
Su, Yeryüzünde insan, hayvan, bitki ve tüm canlıların ana yapı oluşum unsuru ve varlıklarının devamı için kullanmak zorunda oldukları İlâhî rahmet ve
1352] 24/Nur, 45
1353] 15/Hıcr, 22
1354] 30/Rûm, 48
1355] 7/A'râf, 57
1356] 36/Yâsin, 36
- 338 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kaçınılmaz maddedir. İnsan vücudu, zarif siluetinin altında onu teşkil eden hücrelerin doldurduğu ve içinde yüzdükleri, yürüyen bir göl veya denizdir. İnsan, içinde yaşadığı göldeki suyu her gün birkaç bardak harcar, parçalar, atomlarına ayrıştırır, kullanır ve vücudundaki artıkları temizler, dışarı atar. Bu harcanmış su, her gün, birkaç defa temiz olarak yerine konmuş olmalıdır. Hayat, sağlıklı yaşama öncelikle bu esasa dayanır. Bu gerekli günlük ihtiyacı yerine koyamayan insan, vücudunu oluşturan hücrelerin ateşten kavrulduklarını hisseder. Vücut yanmaktadır; içilen bir bardak su, bu yangını söndürürken, en büyük ferahlığı verir, inançsıza ve müşriğe bile “ooh, çok şükür Allah'ım“ dedirtir.
Dünyanın üçte ikisinin su olduğu bilinmektedir. Benzer bir durum, insanlar için de söz konusudur ve insanın % 50-70'i sudur. Bu su miktarı, yağlı bünyelerde biraz düşük, yağsız bünyelerde ve çocuklarda biraz daha fazladır. Normal bir insanın günlük su kaybı 2,5 - 3 litre, ihtiyacı da yine o kadardır. Alınan sıvı ile verilen sıvı arasında yaz-kış fark etmeksizin, düzenli bir ölçü söz konusudur. İnsan vücudunun % 70'i su olarak kabul edilirse, bu % 70'in: %50'si hücreler içindeki su, 15'i hücreler arasındaki mesafede bulunan su, 5'i de damar yatağında bulunan sudur. Vücutta değişik yerlerde muayyen miktarlarda bulunan su, çeşitli sistemlerin kontrolü ile dengede tutulur. Bunların miktarlarında meydana gelecek değişimler, insan hayatını tehdit edebilir ve hatta insanın ölümüne yol açabilir. Organizmadaki bu su metabolizması böbrekler, böbrek üstü bezleri, sinir ve iç salgı bezlerinin kontrolü ile sabit değerde tutulur.
Kanın, % 83'ü, gelişen embriyonun % 90'ı sudur. Kasların % 75'i, böbreklerin % 82'si, beynin % 74,5'u, kemiğin % 22'si sudur. Su, sürekli olarak vücut yüzeyinden buharlaşıp atmosfere karışır.
Kurak mevsimlerde hemen hemen bütün hayvan çeşitleri, sevk-i İlâhî ile kendi bölgelerinden çok uzaklardaki suya doğru, ölesiye koşar, sürünür, uçar. Bu yolda pek çoğu telef olsa da, niceleri suyu bulur, içer, kanar; nesillerini böylece su vasıtasıyla devam ettirirler. Topraklarına sımsıkı bağlı olduklarından, kuraklık halinde, ötelerdeki suya doğru koşamayan bitkiler yanar. (Vatana ve toprağa aşırı bağlılığın zararı ve hicretin fazileti...) Sararan yapraklar dökülüp ölürken, dallar, gövdeler, kökler odunlaşır, ufalanır, toz olur; bulundukları toprak çöle dönüşür. Orada artık hayat yoktur. Bu uzunca bir dönem yağmur yağmayınca oluşacak tablodur. Oysa toprağın içindeki kökler henüz kurumadan, derinlerin nemi içinde canlılığı varken, göklerden boşanan bir yağmur, köklerden yeni filizler fışkırtır; yeni yeni gövdeler, yüzlerce dallar, on binlerce yemyeşil yapraklar oluşturur.
Bu, hayat kurtaran, yepyeni canlar fışkırmasına vesile olan etkisi için suyun, yağmur gibi temiz, pak olması gerekir, bu şarttır. İçine maden kömürü ve petrol artıkları olan sülfür gibi zehirli gazların karışmamış olduğu; asitleşmemiş yağmur gibi tertemiz olmalıdır. Bütün canlılar, vücutlar, bitki, hayvan, insan ve bunları oluşturan hücreler, böylesine temiz su istemektedir. Kıpkızıl susuzluk ateşini söndürmek; vücutlarında mavi yeşil hayat ateşini yeniden yakabilmek için. Dünya uçağımız suyla dopdolu olduğu için, masmavidir; mavi-yeşildir; hayat doludur. Suyun önemini ve korunması gerektiğini kuluna anlatmak için Allah, bazı alanları çöl yapıp gözler önüne sermiştir. Çölde hayat yok; çünkü su yok. Suyun var olup da kirletildiği, zehirlerle bulaştırıldığı yerlerde de hayat yoktur; varken yok
SU VE YAĞMUR
- 339 -
olmağa yönelir ve yok olur. Günümüzde bunun örnekleri sık sık sergilenmektedir. Nisbeten yakından tanıyıp öğrendiğimiz planet Mars'ta, mavi-yeşil renk yoktur. Kıpkızıl bir yangın artığı gibi görülür. Çünkü orada hayat kaynağı su yoktur. Canlılığa ait herhangi bir emare de bulunmamıştır bu gezegende. Hayat, o halde kesinkes su demektir. Hayat için durmaksızın harcanan bir enerji gerektiğine göre o halde su, baş enerji kaynağıdır.
Hayat veren eneri kaynağı hususiyetini muhâfaza edebilmesi için, suyun temiz olması gerekir. Organik artıklar, bütün canlıların, bitkilerin, hayvanların, insanların, günlük artıklarının suya karışması, sadece ruhî olarak hissedilen bir kirliliktir. Organik artık, suyu kirletmez. O artıklar, su içinde yaşayıp çoğalan ve insana en sağlıklı besin kaynağı diye bilinen balıklara ve daha birçoklarına en seçkin bir yem olmaktadır. Suyu kirleten, öldürücü yapan, sadece ve yalnız maden kömüründen, petrolden ve radyasyon saçan radyoaktif maddelerden kaynaklanan artıklardır. Sadece tek bir petrol tankerinin patlaması sonucu kirlenen dev suların içindeki, halin ve geleceğin hayat serveti canlılar ölmekte, karaya vurmakta, yok olmaktadır.
İnsanlığın başına bu belâları getiren, kömürden, petrolden, radyasyondan kâr sağlayan sanayici, tek kelimeyle insan toplumlarına yaraşmayan, insanlığı şahsî çıkarları için sömüren yaratıklar olmaktadır. Bu durum, çağdaş uygarlık için hiç kuşku yok, korkunç bir yüz karası, bir utançtır. Yüce Allah, hayatî zehirler olması sebebiyle, dünyamızın gelişimi tarihinde kömürü, petrolü ve radyasyonlu artıkları, yer kabuğunun altındaki derinliklere gömmüş; bundan önce de dünyamızda hayatın yeşermesine müsaade etmişti. Onların bugün çıkartılıp kullanılması ise; gerçekte var olan çok daha iyilerinin tertemiz enerji kaynaklarının, akl-ı selim sahibi olan kulları tarafından, gerçek ilim adamları tarafından, araştırılıp bulunsun diye, hiç kuşku yok İlâhî bir imtihandır. Bu temiz enerji kaynağı bulunmuştur; bu da “su“dur. Tıpkı, tabiattaki canlıların yaşamasına vesile olan tertemiz enerji kaynağı su olduğu gibi, sanayide de su, evlerin ısıtıcısı, ocakların yanıcısı, fezaya gönderilen tüm araçlar dâhil vapurun, denizaltının, otomobilin, trenin, uçağın ve de tüm sanayii fabrikalarının işleticisi su.1357 Kısa bir zaman sonra su enerjisi tüm yoğunluğuyla uygulamaya geçmeyi beklemektedir. Ümit edelim ki, çevre kirliliği dünyayı yaşanmaz kılmadan bu gerçekleşsin.
Suyun meydana gelmesi dünyaya gerektiği kadar depolanması bir tesadüf değil; ince hesapların sonucudur. Suların en derin yeri, on bin metreyi biraz aşarken, en yüksek dağ, 9 bin metreye varmaktadır. Yüksekliklerle çukurların dengeli kurulması ve yeryüzünün şekillenmesi bile bir sanat eseri olduğu gibi, suların bütün kara parçalarını işgal etmemesi de İlâhî bir plan neticesidir.
Suyun Deverânı ve Hayat
Dünyada hayatın devam etmesi için gerekli şartlardan biri de denizlerde, atmosferde ve toprakta belli miktarlarda suyun devamlı bulunması gereğidir. Su, canlıların vücutları için zaruri bir madde olduğu gibi, dünyanın ısı dengesinin korunmasında da mühim rol oynar. Suyun hayat üzerindeki tesirleri bütün yönleriyle incelendiğinde, dünyadaki su, su deverânının (hidrolojik döngü) ne derece faydalı, manalı, ne derece güzel ve insanı hayrette bırakan bir olay olduğu
1357] Nuri Sağıroğlu, Sızıntı c. 9, s. 451-452
- 340 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlaşılır.
Yeryüzünde yağışların meydana gelmesi, bu suların bir kısmının toprak ve bitki yüzeylerinde tutulup tekrar buharlaşması, bir kısmının ise toprak tarafından emilmesi ve geriye kalanın yüzey akışlarla deniz ve göllere taşınması, oradan buharlaşıp bulutları meydana getirmesi, toprak tarafından emilen suyun yeraltı suyunu besleyip nehir ve pınarların kaynağını oluşturması, hidrolojik döngü olarak adlandırılmaktadır. Rüzgâr, iklim şartları ve atmosferik olaylar gibi kararsız faktörlerin tesiri altında, atmosfer-toprak-deniz üçlü sistemi arasındaki bu su hareketi, hassas bir ölçü ve denge içinde cereyan etmektedir. Bu denge bir an bozulacak olsa, canlı hayat tehlikeye düşecek, belki de dengenin bozulma şiddetine göre tamamen kaybolacaktır.
Meselâ, atmosferdeki su buharı, toplam su içinde en az payı oluşturmakta; fakat en aktif rolü oynamaktadır. Buradaki su buharı, arzdan geri yansıyan uzun dalga boylu radyasyonların büyük bir bölümünü yutar ve ısınan atmosfer, bu enerjisini tekrar yeryüzüne gönderir. Diğer taraftan bulutlar, güneşten gelen enerjinin % 24 oranındaki kısmını yansıtarak yeryüzünün ısı dengesinin muhafazasına hizmet eder. Bu sayede gece-gündüz arasındaki sıcaklık farkı en aza iner. Atmosferdeki su buharı değişmeyen sabit bir değerdir. Ancak atmosferdeki su buharı ile toprak ve denizlerdeki su, devamlı yer değiştirmektedir. Büyük deniz ve okyanuslardan buharlaşan su, rüzgârlarla suya ihtiyacı olan yerlere taşınır. Burada oluşan bulutlar, oradaki canlılara damlalar halinde su serper; onların ihtiyacını görüp serinletir, toz toprağı yatıştırır ve kirleri temizler. Yeryüzüne her saniye ortalama 16 milyon ton su inmekte, aynı miktarda da yeryüzünden buharlaşmaktadır. Modern bilimin ortaya koyduğu bu gerçek, 1400 yıl önce Yüce Rehber tarafından: “Her sene, yeryüzüne inen su miktarı eşittir. Sadece, suyun indiği yerler muhteliftir.“ şeklinde ifade edilmiştir. Tabii ki, yağış miktarı her yerde aynı değildir.
Hidrolojik devr-i dâim içinde yeraltı suyu ve topraktaki su önemli bir yer işgal eder. Uzun süre yağmur yağmamasına rağmen bitkilerin canlı kalabilmesi tamamen toprakta tutulan su sayesindedir. Yeryüzünün kan damarları olan nehir ve pınarlara bu yeraltı suları menba olur. “Görmedin mi Allah gökten bir su indirdi, onu yerin içindeki kaynaklara geçirdi. Sonra onunla çeşitli renklerde ekinler yetiştiriyor.“1358 Bu âyet, açıkça bu gerçeği ortaya koymaktadır. Suların düzeni, bugün herkes tarafından bilinebilir. Fakat Kur'an'ın vahyedildiği zamandan önceki asırlarda olduğu gibi, 1800'lü yıllarda bile insanlar, bu hususta tamamen yanlış telakkilere sahip bulunuyorlardı. Maurice Bucaille tarafından yazılan “Kitab-ı Mukaddes, Kur'an ve Bilim“ adlı eserde bu yanlış telakkiler açıklanmaktadır. Aristo'ya göre, yerdeki su buharı, dağların soğuk oyuklarında yoğunlaşmakta ve böylece kaynakları besleyen yeraltı gölleri oluşmaktadır. Bu teori, 1877'ye kadar O. Volger'in de içinde bulunduğu birçok taraftar bulmuştur. Bugünkü anlamda suyun dolaşımı hakkında, Kur'an'dan sonra ilk açık anlayış, 1580'de Bernard Palissy tarafından ortaya konmuştur. Ne var ki, Kur'an, bu hakikati, bu bilim adamından yaklaşık bin yıl önce bildiriyordu. “Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik de onunla su ihtiyacınızı karşıladık. (Biz bunları yapmasaydık) siz onu (yeterli suyu)
1358] 39/Zümer, 21
SU VE YAĞMUR
- 341 -
depolayamazdınız.“1359 Bu âyetle de ayrıca yeraltı sularına dikkatlerimiz çekiliyor.
Hidrolik devr-i dâimde diğer bir sistem, büyük su depoları olan okyanus ve denizlerdir. Buralar, birçok canlının hayatı için zemin olduğu gibi kaynayan bir kazan şeklinde devamlı atmosfere su buharı gönderir. 1360
Yağmur
“ O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allah'a şirk koşmayın.“ 1361
“Gökten belli ölçü ve miktarda su indirdik de onu yerde durdurduk.“ 1362
“Rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah'ın varlığına ve birliğine) deliller vardır.“ 1363
Kur’ân-ı Kerim’de bu âyetlerin yanında, daha birçok âyette su ve yağmurdan, yağmur yüklü bulutlardan1364 ve o bulutları yürüten rüzgârlardan söz edilir.
Rüzgârın dindiği ve yağmur damlalarının toplu halde, o nâzik ve nâzenin çiçekleri, binlerce küçük hayvancıkları incitmeden yavaşça yere indiği bahar yağmurları ne kadar huzur vericidir. Fakat herhalde, karşımızdaki bu nefes kesici manzarayı seyrederken yağmurun tatlı nağmelerini dinlerken, damlaların hangi halde bize bu tabloyu sunduklarını düşünmüş olsak bile bizim bu konuda fazla bilgimiz yoktur.
Yaratıcı'nın koyduğu kanunların zincirleme işlemesiyle atmosfere gelen güneş ışınlarının, ancak canlıların ihtiyacı kadar olan üçte biri yeryüzüne ulaşır. Bu da rahmetin/yağmurun devamlılığını temin eden buharlaşmayı sağlar. Denizlerden ve toprak üzerinden kaldırılan su aynı oranda buharlaşır, tekrar yere iner ve hayatın devamında görev alır. Sonsuz kudret sahibi Allah, bir yılda 450 katrilyon litre suyu buharlaştırmaktadır. Keza, dakikada yeryüzüne yaklaşık bir milyar ton, saniyede 16 milyon ton su, yağmur olarak indirilmektedir. Yağışlar, yeryüzünün değişik bölgelerinde farklı miktarlarda olmasına rağmen, evrende israfa yer verilmeyerek bu miktar korunur ve bir yıl içerisinde dünyaya düşen toplam yağmur miktarı, diğer yıllarda da hep aynı kalır ve bu, bütün zaman boyu böylece devam eder.
Atılmış pamuk gibi bulutlarda, birbirine yakın su molekülleri arasındaki elektriksel câzibeyle oluşan yüzey gerilimi, damlaları bir küre haline getirir. O tertemiz ve masmavi semada kısa zamanda meydana gelen bulutlardaki bu damlalar, eğer küçüklerse hava onların şeklini fazla bozamaz. Fakat büyüklerse
1359] 15/Hıcr, 22
1360] Harun Avcı, Sızıntı, c. 12, sayfa 320
1361] 2/Bakara, 22
1362] 23/Mü'minûn, 18
1363] 2/Bakara, 164
1364] Bulutlarla İlgili Âyetler Bulutlar: Bakara, 57, 164, 210; A'raf, 57, 160; Ra'd, 12; Nur, 40, 43; Furkan, 25; Neml, 88; Rum, 48; Fatır, 9; Ahkaf, 24; Zariyat, 2; Tur, 44; Vakıa, 69; Nebe', 14.
a- Bulutlar Y
ağmur Yüklüdür: Ra'd, 12; Zariyat, 2; Nebe', 14.
b- Bulutların Sağa-Sola Kaymaları: Bakara, 164; A'raf, 57.
c- Bulutların Rüzgâr T
arafından Yürütülmesi: A'raf, 57; Rum, 48; Fatır, 9.
- 342 -
KUR’AN KAVRAMLARI
alt taraflarını yassılaştıracak bir basınçla karşılaşırlar. Allah'ın dilediği zaman, dilediği coğrafyaya onca yükseklikten aşağıya düşerlerken, önceden bilindiğinin aksine, değişime uğrama şekilleri sadece büyüklükleriyle ilgili değildir. Bu zaman zarfında saniyede yaklaşık 300 defa şekil değiştirirler. Şekilden şekle geçerek bir plân dâhilinde yere ulaşan damlalar, toplu halde çok güzel bir manzara sunarlar insanlara.
Yağmur damlaları, dengelenmemiş bir yerçekimi kuvvetinin etkisinde kalsalardı; yere düşene kadar hızları devamlı artarak çok büyük değerlere ulaşırdı. Bu da, dolayısıyla muazzam hareket enerjisi kazanmış damlaların yeryüzüne taş gibi düşen felâketi olurdu. Bunun hiç de böyle olmadığını, ilmi sonsuz bir Yaratıcı'nın tecellisiyle başlangıçta hareketsiz olan herbir damlanın, yerçekiminin ters yönünde artan bir hava direncinin etkisinde hareket ettiğini görüyoruz. Bu şekilde damlaların hızları, yukarı yönlü hızla artan hava direnci ile aşağı yönlü yerçekimi kuvvetinin birbirine eşit olmasına kadar artarak sonunda sabit kalmaktadır. O aktif, berrak ve tatlı su, hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmet'ten gönderildiği hem cahillerce hem bilginlerce kabul edilir ki, sanki rahmet, tüm canlıların ihtiyaçlarına cevap vermek için tebessüm ederek damlalar suretinde İlâhî hazine çeşmesinden akmaktadır. Yağmurda görülen bu İlâhî yardım tecellisinden dolayı ona rahmet adı verilmiştir. 1365
Denizler dolusu su, gökler dolusu su... Bir senede yağan yağmurları bir araya toplamak mümkün olsaydı, belki Akdeniz'i doldururdu. Demek ki, bir senede Akdeniz'i gökyüzüne çıkarıp yere indiren, onları toprağın altına geçirip, yeraltı kanallarında dolaştırıp, tekrar yeryüzüne ulaştırıp, insanların hizmetine sokan var. Nil, Fırat ve Amazon nehirlerinin çıkışı, insanı hayretler içinde bırakmaktadır.
Bulutlar için, tencereden çıkan buharı örnek verirler. Burada unutulan hususlar şunlardır: Nasıl ki bir tencere, tencerenin içinde su var ve bu su, sobanın üzerine konmuş, soba da yakılmışsa... Yeryüzü sularını, su yatakları denen kaba koyan, güneş ısısı ile bunu buharlaştıran bulunmalı ve bilinmelidir. Yani suyun teşekkülünden tutunuz, buharlaşmasına kadar bütün süreç, bir tertip ve nizam içinde yürümektedir. Bu nizamı koyan kimdir? Sular, en fazla yazın buharlaşır. Fakat en kurak mevsim de yaz aylarıdır. Buharlaşma, deniz ve okyanuslarda daha fazla olmasına rağmen, buralara daha fazla yağmur yağmıyor; suya ihtiyacı olan ormanlık alanlarda yağış fazla oluyor. Bu örneklerden anlıyoruz ki, bir yerde buharlaşan sular, gökyüzüne yükselip, rüzgâr arabasına bindirilip, bir plân dâhilinde sevk ediliyor, yaprakları buruşan, hal dili ile su isteyen bitkilerin imdadına yetiştiriliyor. Bitkilerin bulunmadığı yerlere yağmurun az yağması gösteriyor ki, ormanlar yağmur çekme bakımından da bir hazinedir.
Yükselen buharlar başıboş bırakılmıyor. Onlar belirli yerlerde toplanıp, belirli yerlere sevk edilince, o bölgenin rasathanesi “bugün falan yere yağmur yağacak“ diye bildiriyor. Artık yağmur o beldenin sınırına gelmiştir. Nasıl ki radarlar, yaklaşan uçağı yakalayıp haber veriyorsa, meteoroloji istasyonlarındaki âletler de, yaklaşan, hatta içeri giren buharı, yani rutubeti haber veriyor. Böylece yağmurun yağacağı anlaşılmış oluyor. Meteoroloji bilginlerini takdir ederiz. Öte yanda gemiciler ve bazı hayvanlar yağışlardan haber verdikleri gibi, fırtınalardan da haber vermektedirler. Meselâ derler ki “martılar sahile vurdumu kar yağar veya
1365] Mehmet Buharalı, Sızıntı, c. 12, s. 323
SU VE YAĞMUR
- 343 -
fırtına kopar.“ Ve genellikle de böyle olur.
Fakat hayvanların bir şeyler bilmesi ve haber vermesi ile insanların bilmesi daha başkadır. Hayvan yağışın olacağını haber verdi, diyelim. Hayvanın bundan başka yapacağı bir şey yoktur; hayvanın yapacağı bu kadardır. Fakat biz insanlar, yağan yağmura bakarken düşünürüz: “Hiç yağmur yağmasaydı ne olurdu?“ “Yağan yağmurlar, hiç durmasaydı ne olurdu?“ “Yağmurlar tane tane değil de oluktan boşanırcasına yağsaydı, kaya gibi başımıza düşseydi ne olurdu?“ Bu üç sorunun cevapları aynı olacaktı: Tek kelimeyle “felâket!“ Öyleyse yağmurun yağışında üç felâket gizlenmiş. Bizi bu üç felâketten koruyan var. Şükretmeyelim mi?
“Yağmur, doğanın sevinçten ağlamasıdır.“ Bir yağmur damlasının buharlaşıp gökyüzüne çıkması ve yoğunlaşıp yağmur halinde yeryüzüne inmesi esnasında; şiddetle inmeden, rahmet olarak başımızı okşaması, canlıların imdadına yetişmesi, şefkatle üzerine düştüğü en nazenin yaprak ve çiçeklere dahi zarar vermemesi, bütün bu olayların, üstün bir ilim ve kudret çerçevesinde gerçekleştiğini göstermez mi? 1366
Bütün yaratıklara rızkını veren Rabbimiz, mahlûkatını rızıklandırmak için öyle mükemmel, öyle hoş ve güzel, aynı zamanda akla durgunluk veren öyle muhteşem bir sistem kurmuş ki, hayran kalmamaya imkân yoktur. İncelediğimizde, bu sistemin ne kadar ince bir hesabın eseri olduğunu ve ne kadar ustalıkla uygulanmakta bulunduğunu görür ve hayranlıkla yaratıcının büyüklüğünü kavrarız. “De ki; gökten yağmur gönderip bitkileri çıkarıp size rızık (olarak) veren kimdir?“1367 Bilindiği gibi, yiyeceklerimizden çoğunu Allah'ın büyük lütuflarından olan yağmur sayesinde sağlarız. Eğer yağmur olmasa, akarsularımız da olmaz. Akarsu ile sulamamız da imkânsız olur.
Kurak geçen senelerde çekilen su sıkıntısını hepimiz biliriz. Kuraklığın devamlı olduğunu düşünün, halimiz ne olurdu? Arz üzerinde bitki namına bir şey kalmaz ve bulunmazdı. Yağmuru yağdıran, topraktan bitkilerin ve gıdamızı teşkil eden hububat, sebze ve meyvelerin yetişmesini sağlayan Cenâb-ı Hak'tır. Çeşitli gıdalarımızın herbiri yaratılma ürünü olduğu gibi, toprak tarafından tekrar tekrar verilmesinin nasıl meydana geldiğini düşünelim. Eğer bu çeşitli gıdalar yaratılmamış olsaydı, ya da toprak bunları yetiştirecek imkâna sahip kılınmamış olsaydı, bunları nereden, nasıl elde edebilirdik? Eğer gökleri yaratıp oradan yağmuru indirmese, toprağı yaratıp bunları yetiştirecek özelliklere sahip kılmasaydı hiç birini elde edemezdik. Onun için ne kadar şükretsek yeridir.
Su: Zaruri ihtiyaçlarımızdan biri, hayat için vazgeçilemez bir unsurdur. Ya mevcut deniz, nehir, menba suları doğrudan doğruya buharlaşarak bulutları veya yağmuru meydana getirerek sebze, meyve, tahıl, ot, ağaç vs.nin faydalanması sağlanmakta veya canlıların istifadesine sunulmaktadır. Canlıların kullandığı sular da idrar, ter, nefeslenme, dışkı... olarak; bitkilerde ise yapraklardan ve benzer şekilde tekrar atmosfere (dünya havasına) iade edilerek kullanılmakta; fakat varlığını koruyabilmesini sağlayan bir devr-i dâime tâbi bulunmaktadır. Ancak bu sayede varlığını koruyabilmektedir. Yoksa bu kadar sarf edilmesi
1366] Hekimoğlu İsmail, H. Hüseyin Korkmaz, İlimler ve Yorumlar, Türdav Y., s. 279-280
1367] 10/Yûnus, 31
- 344 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dolayısıyla, buhar, yağmur ve kar şeklinde yeniden arza döndürülmemiş olsaydı tükenirdi. Hazıra ne dayanır ki? Sonra iade edilişinde tasfiye edilmiş, temizlenerek arıtılmış olmasaydı, kullanılamaz hale gelirdi. Zaman geçince çabucak kirlenirdi.
Esasen tüketilen suların yağmur halinde tekrar iade özelliği olmasa, sular yalnız durgun sulardan ibaret kalır, menba suları olmaz, dolayısıyla akarsu da bulunmazdı. O zaman da kirlenmenin ne kadar yaygın olacağını kestirebiliriz. Artık bulunsa bile onu kullanabilmek çok büyük çapta arıtmalara bağlı kalırdı. Fakat kuraklık hiçbir canlı için yaşama imkânı bırakmazdı. O yüzden, yağmurun yağması ve suyun devr-i dâim etmesinde de çok güzel tertiplenmiş, yeryüzünün imarı ve yaratıkların rızkı yönünden muazzam bir düzenin varlığı söz konusudur. Suyun rahmet olduğu, Allah’ın rahmeti olduğu ve düşünenler, okuyanlar için âyet olduğu bir kez daha anlaşılmaktadır. 1368
Yağmurların dizginini elinde tutan, kar'ın dizginini de elinde tutuyor. Bir arabacı, atın dizginlerine sahip olup, arabasını nasıl istediği yere sevk ederse, bulutları rüzgâr atına bindiren, onun dizginini tutan, yükseliş ve alçalış mesafelerini ayarlayan, bir de kar tanelerini hem tane tane yağdırıp hem de bunların birbirine yapışarak çığ gibi başımıza düşmesini önlüyor, hem de düşen kar tanelerinin herbirini süslüyor ki, görüp de ibret alalım.
Kar
Kar yağdığı sıralarda, önceden hazırladığımız siyah mukavva cinsinden bir cismi, karın altına tutsak, yağan kar tanelerine büyüteçle baksak, altı köşeli, sekiz köşeli kar taneleri göreceğiz. Bir genç kızın çehizine işleyeceği nakışların en güzellerinin bu kar tanelerinde bulunduğuna şahit olacağız. Kar taneleri, mükemmel geometrik şekilleriyle âdeta gökyüzü çiçeklerine benziyor. En usta desinatörlerin elinden çıkmış hârika motifler gibi, herbirisinin girift yapıları var. Bir tanesini bile en dâhî mimar, dakikalarca uğraşmadan çizemeyeceği halde, Cenâb-ı Hak, milyarlarcasını her saniyede şekillendirip, eşit ağırlıklarda kesip yeryüzüne gönderiyor.
Hem de hiç biri, diğerine benzemeyen orijinal nakışlar. Evet, bu konuda araştırmacıları ve özel tekniklerle kar kristallerinin fotoğrafını çeken şahısları hayretlere düşüren bir gerçek o ki, hiçbir kar kristali, birbirine benzememektedir. Amerikalı Vilson Bentley, 1885 yılında kar tanelerindeki akıllara durgunluk verecek muhteşem sanat karşısında âdeta büyülenmiş ve 50 yıl boyunca sürekli kar resimleri çekmeye kendini mecbur hissetmiş, çektiği 6000 fotoğraftan seçmeler yaparak yayınlamıştır. Orijinal kar kristallerinin bu gizemli ve ihtişamlı özellik ve güzelliklerinin anlaşılmasından sonra, bunların fotoğraflarını çekmek, âdeta bir sanat haline gelmiştir. Bu durum; sesleri, simâları veya parmak uçlarını ayrı ayrı mühürleyen İlâhî kudretin, kar tanelerindeki tecellisidir ve hiçbir hâdisede en ufak bir tesadüf olmadığının, kar taneleri sayısında ispatıdır. Evet, herbir kar kristali, gökyüzünden inen muhteşem bir tablo kadar sanatlıdır ve su zerrelerinden meydana gelen bu tablolar, yine bir su zerresinden yaratılan insanoğluna yaratıcısını göstermeye yeterlidir. İngiliz bilim adamı, 24.000 kar tanesi üzerinde yaptığı araştırmada hiç birisinin birbirine benzemediğini ve hepsinin hârikulâde
1368] Kenan Çığman, Kaza Kader, Özel Y., s. 222
SU VE YAĞMUR
- 345 -
motiflerle süslendiğini görüyor ve sonunda şu kanıya varıyor: Dünyanın yaratılışından bu yana yağan kar tanelerinin hiçbirisi birbirine benzemiyor. 1369
Yağmakta olan kar tanelerini alıp incelediğimizde yeni yeni şekiller görmek mümkün. Sanatkârı takdir etmemek ise mümkün değil! Her yarattığını, özellikle insanı, benzeyen özellikler içinde benzemeyen nice farklarla yaratan evrenin muhteşem sanatkârı için, milyarlarca kar kristalini ayrı ayrı güzellikte ve desende yaratmanın hiç de zor olmadığını, bilim bile görmek isteyen her göze fotoğraflayıp göstermektedir.
Kar yağıyor tane tane. Nakış nakış işlenmiş; biçim biçim süslenmiş. Yüzlerce, binlerce metreden gelir, hem de salına salına. Kim işler bu taneleri? Kim süsler bu yeri? Acaba ne diyor bu şekiller? Kim açacak bu perdeleri?
Yağmur ve kar, fırtınalı havalarda dahi yağarken, birbirleriyle çarpışmaz. Eğer çarpışsa yeryüzüne gelinceye kadar dev kütleler oluşturup bizlere zarar vereceklerdi. Bu da kütlelerinin en hassas terazilerin ölçemeyeceği hassâsiyette birbirine eşit olduğunu gösteriyor. Zira birbirinden ağır maddeler düşerken ağır olanı daha hızlı yol alarak önünde bulunana çarpabilir. Ve kar tanelerinde de birleşme özelliği olduğundan zararlı kütleler oluşturabilirlerdi.
Dolu
Kar'dan bahsedince doluyu unutmak mümkün mü? Şimdiye kadar başımıza fındık kadar dolu yağdı, ama hiçbir zaman on kiloluk dolular yağmadı. Fındık, ceviz büyüklüğündeki dolular bizi ikaz etti, hal lisanı ile dolular der ki: “Ey insan, yolun harabelere, viranelere, Efes, Bergama Truva gibi yerlere düşerse buraları iyi gez. Gezerken düşün ve araştır. Neden buralar virane olmuş, neden buralardaki halk helâk olmuş? İşte o zaman heykellere dikkat et. Sonra başını etrafa çevir, heykeller gibi gezen, his bakımından taşlaşan, kendini arzularının ipine bağlayan, arzularına kul-köle olanlara bak; beldelerin viran olacağını hatırına getir. Sonra git tarihe sor. Neden bazı milletler yok olmuş, neden bazı beldeler yıkılmış? Sodom Gomore, Lut kavmi, Âd kavmi, Semud, Firavun kavmine ne olmuş? Haramların sıralandığı rafları, vitrinleri düşün. Haram imal eden, haram satan insanların vurdum duymazlığını, nice haramları mecbur edip farzları yasaklayan rejimlerin sonunun neye lâyık olduğunu hatırla ve de ki: “Başımıza taş yağmıyorsa, taş gibi kaya gibi dolular yağmıyorsa bu, Allah'ın bir lütfudur, insanların akıllarını başlarına almaları için bir fırsat ve mühlet vermedir.!“
Yağmur, kar, dolu... Bunların hepsi su. Denizler dolusu, gökler dolusu ve yerin altı su! Şu hale bakınca sanki dünyamız, su denen plazma içinde bir hücre gibi... İşte küçüğün büyüğe ve büyüğün küçüğe benzemesindeki sır gösteriyor ki, hücreyi, yağmuru yapamayan sanatkâr, yer gezegenini yapamaz. Yağmurun dizginini elinde tutamayan, rüzgâra hükmedemez. 1370
Yeraltı Suları
Su, yaşamamız için lüzumlu maddelerin en önemli olanlarından birisidir. Halen dünyamızda binlerce insanın yeterli temiz su kaynağı bulamadığı için
1369] Servet Engin, Muhteşem Sanatkâr, Adım Y., s. 41
1370] Hekimoğlu İsmail, H. Hüseyin Korkmaz, İlimler ve Yorumlar, Türdav Y., s. 28
- 346 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hastalıklar ve ölümle pençeleştiğini düşünürsek, suyun ehemmiyetini daha iyi idrâk edebiliriz. Yaklaşık 1.400.000.000.000 (1 katrilyon 400 trilyon) metreküp gibi son derece büyük miktarda mevcut olmasına rağmen, dünyanın birçok yerinde susuzluk vardır. Bu miktarı dünyada yaşayan insanlara dağıtırsak, kişi başına 200 milyar litreden fazla su düşmektedir. Şu halde mesele suyun azlığı değildir. Su kaynaklarının dağılımındaki farklılıklar ve mevcut kaynakları kirletmemiz en mühim problemi meydana getirmektedir. Yeryüzündeki suların çoğunluğu okyanuslarda ve denizlerdedir. Mağaralar ve su geçirebilen kayalar içinde bulunan yeraltı suları, okyanuslardan sonra ikinci büyük su kaynağıdır. Yaklaşık 50 milyon kilometreküp olan yeraltı sularının, 4 milyon kilometreküpü içilebilir özelliktedir.
Yeraltı sularının kaynağı, yağmur sularıdır. Yeraltı suları, yeryüzü seviyesine ulaştığı zaman buralardan dışarı çıkar. Yer üstüne çıktığı yerler, genellikle nehir yatakları gibi yeryüzünün aşağı kısımlarıdır. Çıkan bu sular, yağmur sularıyla birleşerek dere ve nehirleri meydana getirirler. Yeraltı sularının yeryüzüne çıktığı yer onun yeraltına girdiği yerden çok uzak olabilir. Böylece nemli bir bölgeden beslenmiş olan su, kurak bir bölgeye, yeraltından taşınmış olur. Hatta bazen nemli bir yerden çöle bile su taşınmış olur.
Kaynağı ne olursa olsun, yeraltı suyu, yeraltında çok uzun süre kalır. Bu süre, suyun bulunduğu yerdeki mineralleri çözerek, tadının tatlı veya acı olması için yeterlidir. Bu sebeple pek çok insan, yeraltı sularını nehir ve göl sularından daha leziz ve hoş bulur. Günümüzde kaynak suyu olarak şişelenip satılan sular, buna örnektir. Mineral yönünden zengin olan bu sular, şişelenir, kaynak suyu veya maden suyu olarak alıcılara sunulur. Yeraltı sularının bir başka özelliği de, güvenli olmalarıdır. Yeraltında uzun müddet kalan bu sulara, yeryüzünden karışan hastalık yapıcı mikroplar, bir başkasına hastalık taşıyabilecek kadar uzun zaman yaşayamazlar. Bu sebeple yeraltı suyu kaynakları nadiren dezenfekte edilmeye gerek duyulur. 1371
Şifâ Çeşmeleri; Kaplıca ve İçmeler
Türkiye'de bugün 500'ün üzerinde sıcak su kaynağı vardır. Bunların bir kısmının kimyevî tahlili yapılmıştır. Alınan neticelere göre de çeşitli hastalıkların tedavisinde kullanılmaktadır. Yüz binlerce insan, müsait mevsimlerde bu içmelere, özellikle kaplıcalara akın etmektedir. Bu kaplıcaların bazıları, birçok tıbbî fizik tedavi âletleriyle donatılmıştır. Şifalı sularla yapılan tedaviye “balneoterapi“, tıpta bununla uğraşan dala da “hidroloji“ denir. Yeryüzünde çıkan sular, âdi sular ve şifalı sular olmak üzere iki grupta incelenebilir. Âdi sular, yağmurla yeryüzüne iner, toprak tarafından emilir, su geçirmeyen bir yer tabakasının üzerinde birikir. Sonra yol bulup çıkarken beraberinde toprak tabakalarındaki mineralleri de sürükleyip getirir. Bunların miktarı ve içerikleri mevsimlere göre değişir.
Şifâlı sular ise, yeryüzüne ilk defa çıkan, içindeki maddeleri iyon halinde bulunduran sulardır. Bunlar, depremlerle meydana gelen kırıklardan yol bularak derin tabakalardan gelirler ve genellikle sıcak sulardır. Yolları uzarsa soğuk olarak yeryüzüne ulaşırlar. Radyoaktif özellik de taşıyan bu sular, mevsimlere göre miktar ve içerikleri değişmez. Değişiyorsa, atmosfer suyu ile karışıyor demektir; tıbbî istifade için bunun incelenmesi gerekir.
1371] Salih Aksu, Yeraltı Suları, Sızıntı, sayı 161
SU VE YAĞMUR
- 347 -
Günümüzde fizik tedavi bölümü bünyesinde kaplıca tedavisi yan bir ilim dalı olarak bulunmaktadır. Bu yan dal, giderek gelişmektedir. Yani asırlardan beri uygulana gelen kaplıca tedavisi, zamanımızda bilimsel hüviyet kazanmış ve birçok hasta gerek doktor, gerekse yıllar öncesinden akıp gelen tavsiyelerle, kaplıcaların şifa veren özelliklerinden faydalanmaktadır. Kaplıca tedavisinin tesir tarzı bugün müspet ilimlerin ışığı altında yeni anlaşılmakla beraber, ecdâdımız bunu tecrübe yoluyla anlamış ve yıllarca bu faydalı tedaviden oldukça fazla istifade etmiştir.
Kaplıcalarda bu suların insan vücuduna tesirleri şöyle olmaktadır: Su ile insan bedeni arasındaki suyun elektrisitesi denilen elektriksel bir potansiyel farkı meydana gelir. Bunun neticesinde iyonlar çok rahatlıkla insan vücuduna girerler. Bu sular içildiğinde de sindirim sisteminde çok çabuk ve rahat emilirler. Neticede organizmada bozulmuş metabolik fonksiyonları düzenler, asit-baz oxido-reduksiyon ve su metabolizmasında rol alan enzimleri aktive ederler. Kolesterol gibi maddeler, bu sularda eriyip atılabilir. İnsan vücudundaki zehirler etkisiz hale gelebilir. Organizma, alerjisinin olduğu bazı maddelere karşı duyarsız hale gelebilir. Otonom sinir sistemi ve iç salgı bezlerinin düzenli çalışması, bu sular tarafından sağlanabilir; aynı zamanda bazal metabolizma, tansiyon, yedek alkali ve idrar asitliği üzerine normalleştirici tesire sahiptirler. Ayrıca hücrelerin çoğalmasını ve büyümesini de artırırlar. Meselâ, Gönen kaplıcaları civarındaki seralarda verim, kaplıcaya uzak yerlere oranla çok daha fazladır.
Kaplıcalardan fayda gören hastalıklar: Dejeneratif, kronik iltihabı, romatizmalar, adale romatizması, deri hastalıkları, şeker hastalıklarında görülen beslenme bozuklukları, aşırı şişmanlık, dolaşım sistemi hastalıkları, kadın hastalıkları, solunum, sinir, çocuk hastalıklarıdır. İçmeler de; mide, bağırsak, karaciğer, safra kesesi, böbrek, idrar yolu hastalıklarına iyi gelir.
Bu sıcak su kaynakları tedaviden başka seraları ısıtmada, merkezî sistemle yerleşme merkezlerini ısıtmada, yiyeceklerin kurutulması ve temizlenmesinde, sanayide derileri kurutmada ve işlemede, deniz suyundan tuz üretmede, kerestecilik ve ağaç kaplama sanayisinde ve kimya sanayisinin birçok işlemlerinde dünyanın çeşitli ülkelerinde kullanılmaktadır. Jeotermal enerji de denilen bu yolla elektrik üretimi, en temiz, en ucuz elektriktir; hele Türkiye gibi doğal sıcak su kaynaklar yönünden çok zengin olan bir ülkede bu konunun ihmalinin, akılla izahı hayli zordur. Elektrik üretmede ve ısıtmada, yeraltı sularından en az % 50 ucuzluk sağlanmaktadır. Bu ucuzluğun yanında, petrol konusunda dünyanın krizin eşiğinde olduğu düşünülürse, bunlardan daha önemlisi de çevre kirliliği konusunda hiçbir olumsuz yönü bulunmadığı değerlendirilirse, yeraltı sıcak sularının eşsiz bir nimet olduğu gözler önüne serilir. 1372
“O, arzın içinde ne varsa hepsini sizin için yarattı.“1373 Bir hadis rivâyeti de şöyledir: “Rızkı arzın derinliklerinde arayınız.“
Hayat Kaynağı Olarak Su ve Deniz
“İnkâr edenler, gökler ve yer bitişik halde iken bizim, onları ayırdığımızı ve bütün
1372] M. Reşid, Şifa Çeşmeleri, Sızıntı, sayı 58
1373] 2/Bakara, 29
- 348 -
KUR’AN KAVRAMLARI
canlıları sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi? Yine de inanmazlar mı?“ 1374
“Allah, bütün canlıları sudan yarattı.“ 1375
“İnsanı sudan yaratarak, ona soy-sop veren O'dur. Rabbin her şeye kadirdir.“ 1376
Hayatın ilk defa sularda başladığı, sonra karaya, daha sonra havaya intikal ettiği söylenir. Hayatın sularda başlaması için suların hayat şartlarına uygun olması gerekir. Saf suda hayat olamayacağı gibi, kaynar suda da olamaz. Akıntılı, durgun, berrak, bulanık sular, hayat için aynı değildir. Bu fizikî halin ötesinde bir de kimyevî haller gereklidir. Meselâ tatlı sularda kalsiyum karbonat ve kalsiyum sülfat tuzları çok; sodyum klorür ve magnezyum karbonat ise az bulunur. Tuzlu sularda ise sodyum klorür yani yemek tuzu çok; diğerleri azdır. Bununla beraber, bu madenî tuzların oranı, binde beş ile binde iki yüz arasında olmalıdır ki, sularda canlılar yaşayabilsin.
Kalsiyum ve sülfat nereden gelmiş? Bunları kim yapmış, kim taşımış, kim onları canlıların imdadına koşturmuş? Kalsiyumla sülfatı birleştiren kim? Birleşme kanununu koyan kim? Nasıl olmuş da sodyum ve klor isimli iki zehir birleşince yemek tuzu şeklini almış ve ağızlara tad olmuş? Bazı insanlardan zarar görürken; zehirlerin bile insana yardım etmesine ne mana verilebilir? Sulardaki madenî tuzların oranını koyan kim? Suları insan vücudundaki plazmaya benzeten kim?
Sulardaki madenî tuz oranı binde beşten az olsa, suların yoğunluğu da azalacaktır. Balığın vücut yoğunluğu fazla olduğundan, az yoğundan çok yoğuna geçiş başlayacağından, balığın vücudundaki su fazlalaşır ve balık ölür. Bunu bir örnekle açıklamak gerekirse; çay şekerinin ucunu çaya değdirdiğimizde, şekerin çay suyunu emdiğini görürüz. İşte burada şekerin yoğunluğu fazladır; çayın az. Az yoğun, fazla yoğuna geçiyor. Bu, bir kanundur. Fakat yoğunluğu yaratan ve düzenleyen kim? Bu kanunu koyan kim? Yukarıdaki misalin tersini alalım: Sulardaki madenî tuzların oranı, binde iki yüzden fazla olsa, bu sefer sular, balıkların vücudundaki suyu emer, balıklar yine ölür. Demek ki sularla suda yaşayan hayvanların yapıları arasında bir uygunluk ve nizam var. Canlının vücut yapısını yapan, yaşama uygunluğunu koyan kimdir? Balık suda yaşar ama suyun ne olduğunu bilmez. Tatlı suların yoğunluğu, denizlere nazaran azdır. Bu sebeple Allah, tatlı su balıklarının elbisesine bol bol pul döşemiş ki, denge sağlansın diye. Nehir boylarında oturanlar da, balık tutsun, et ihtiyacını temin etsin ve balığın derisine pullar dizip onu tatlı sularda yaşatana şükretsin.
Derler ki: “Büyük balıklar, küçük balıkları yutar.“ Bu arada yutulmamış nice küçük balığa rastlıyoruz. Demek ki yutmak ve yutulmak, başıboş bırakılmamış. Peki, küçük balıklar ne yer? Denizler, aynı zamanda sanki bir tarladır; küçük balıklar bu tarladan otlanır. Mideyi yaratan, midenin ihtiyacını da yaratmış. Sularda, özellikle tuzlu sularda çiçekli bitkiler barınamazsa da; kökü, yaprağı ve damarları bulunmayan yosunlar ve bakteriler bol bol bulunur. Ve bunlar da deniz hayvanlarının otlağı olur.
Suların sıcaklık ve soğukluk derecesi de canlılar için önemlidir. Fizikte
1374] 21/Enbiyâ, 30
1375] 24/Nur, 45
1376] 25/Furkan, 54
SU VE YAĞMUR
- 349 -
öğretilen tabiattaki İlâhî kanunlardan biri; ısınan her şeyin genişlediği, soğuyanların ise büzüldüğüdür. Su, bu kanunun dışında kalan tek maddedir. Evet, su, donunca yoğunluğu azalan biricik maddedir. Allah, lutfedip, suyun en soğuk şekli sayılan buzun büzülme yerine genişlemesini emretmiş. Meselâ, bir şişeye su doldurup soğuk günlerde dışarı bıraksak, buz tutunca şişenin parçalandığını görürüz. Bu hal de gösterir ki buz tutan su, genişlemektedir. Genişleyen buzun yoğunluğu azalır. Suyun yoğunluğu 1'den fazla iken, buzunki azdır. Bu özellik sebebiyle soğuklar fazlalaştığı zaman suların üst kısmını bir buz tabakası kaplar. Buzun yoğunluğu sudan az olduğu için bu tabaka nehirlerin, göllerin ve okyanusların dibine inmez. İşin tuhaf tarafı, buz tabakası, suyun dibini soğuktan muhafaza ederek, sıcaklığını donma noktasının üstünde tutar. Böylece suda yaşayan canlı varlıklar ve balıklar da hayatlarını devam ettirir. Böylece buzun, sular üzerinde yüzmesi mümkün olmaktadır. Su, buz tutunca genişlemeyip daralsaydı, o zaman buzun yoğunluğu sudan fazla olurdu. Buzlar dibe iner; denizler, göller, hatta nehirler buz yatağı kesilir, hayat da biterdi. Sadece balıkların değil; su yeraltında olamayacağından o zaman bizim de yaşamamız mümkün değildi. Her cisim, ısı kaybederken küçülür; su, buz haline gelince genişler. Bu hal, tesadüfün eseri değil; hayatı halk eden, canlıları koruyan ve hayatlarını devam ettirenin, Hâlik-ı külli şey'in eseridir. Fizikteki bu istisnaî kanun, dünya hayatını teminde önemini koruyor. Fizikteki kanunları koyan da tabii Allah Teâlâ'dan başkası değildir.
Balıklar ve kurbağalar, kışın uyuşuk bir hayat yaşar, buzların çözülmesiyle hareketlenirler. Yine tatlı sulardaki süngerler, soğuğa dayanıklı kısımlar bırakarak ölür, havalar ısınınca dirilip ortaya çıkarlar. Nilüfer de kışın kurur ve ölür. Su dibine bıraktığı yumurtalarda bahar mevsiminde yeni nilüferler oluşur. 1377
Denizler
Sıcak denizlerde, güneşin sıcaklığı en fazla 300 ilâ 400 metre derinlere işler; 400 metreden daha derin yerlerde sıcaklık +4 derecede sabit kalır. Bu hal, buz denizleri için de aynıdır. Buzların, buz dağlarının onda biri su yüzünde; gerisi su içindedir. dolayısıyla gemiciler tarafından görülür, büyük kazalar böylece önlenmiş olur. Kuzey buz denizinde bile buz yatakları denizlerin dibine ulaşmamakta, yüzeyde kalmaktadır. Böylece suyun derinliklerinde hayat bulunmakta, denizler bir plazma hüviyetini korumaktadır. Bir yanda biberi yaratan Allah, öte yanda hurmayı da yaratmış. Denizlerde de bu kanun aynı şekilde geçerlidir. Bir yanda buz dağları, öte yanda sıcak su akıntıları. Bir balık meselâ 600 metre derinlikte yüzerek sıcak denizlerden Kuzey Buz Denizine geçse, herhangi bir değişiklik hissetmez. Çünkü gittiği her yerde sıcaklık +4 derecedir. Böylece yaz ve kış mevsimlerinde deniz canlıları için güzel imkânlar hazırlanmıştır. Güneş ışıkları, sularda 200 metre derinliğe kadar inebilir, böylece su yosunları güneş ışığından faydalanarak glikoz yapar. Yosunların bulunduğu bu bölge, denizdeki canlılar için bir ziyafet sofrasıdır. Akla şöyle bir soru gelebilir: Denizin her yerinde canlı bulunduğuna göre 200 metrenin altındakiler ne yapacak?
Kâinata nizam koyan, her yarattığına rızık veren Allah, tabii ki, onların yiyeceğini de hazırlamıştır. Meselâ, koparak dökülen yosun parçaları ve balık ölüleri,
1377] Hekimoğlu İsmail, H. Hüseyin Korkmaz, İlimler ve Yorumlar, Türdav Y., s. 24
- 350 -
KUR’AN KAVRAMLARI
derinlerdeki canlıların ihtiyacını karşılar. Zaten derin yerlerde yaşayan canlıların hemen hemen hepsi et ile beslenir. Yenenler ve yiyenler yıllar yılı varlıklarını devam ettiriyor. Demek ki hepsi büyük bir hesap, ölçü ve nizam içinde. Hepsi evren makinesinin birer parçası. Her parçanın birbiriyle yakın ilgisi vardır. Milyonlarca senedir bu makine çalıştırılmaktadır. Fizik, kimya, astronomi gibi bilimler, bu makinenin işleyiş kurallarını, kanunlarını anlatmaktadır. Bu makineye tabiat da denir. Elbette bu kâinat makinesini yapan, kuran, ayarlayan ve sistemli bir şekilde çalıştıran Allah'tır.
Su hayvanlarının bir kısmı, karada da yaşayabilir. Amipler böyledir. Sudan çıkınca nemli yerlerde hayatlarını sürdürürler. Bütün canlılar, hayatlarını ve nesillerini korumaya çalışır. Onlara böyle bir özellik verilmiştir. Meselâ amip, sudan veya nemli yerlerden hoşlanır. Bu hoşlanma duygusu, onun hayatının devamını sağlar. Böyle bir duygu verilmemiş olsaydı amip, güneş altında can verecek, haberi bile olmayacak ve nesli tükenecekti. Meselâ, aynı şekilde hıyarlara su verdikçe bol çiçek açar, fakat tohum vermez. Ne zaman ki suyu kesilirse, neslinin tehlikeye düştüğünü anlar, hemen tohum saçmaya, hıyar vermeye başlar. Hayatın devamı için gerekli şartlar, Yaratıcı ve Rızık Verici tarafından en ince teferruatına kadar ayarlanmıştır. Meselâ, karada yaşayan kurbağaların akciğeri olduğu halde, ağızlarından ziyade derileri yoluyla solunum yaptıklarından, derileri kuruyunca nefes almaları güçleşir; onlar da hemen sulu ve nemli yerlere koşar, rahatça nefes almaya başlar.1378
Denizler, bir bakıma kazana benziyor. İçi su dolu. Deniz isimli kazanda çeşitli yemekler bir anda ve bir kapta pişiriliyor. Hamsinin yemeği denizlerde hazırlandığı gibi; balinanın ve kaplumbağanın yemeği de orada pişirilir. Eli iğne tutanlar, eli makas tutanlar, denizlere bir başka gözle bakmalıdır. Denizler aynı zamanda bir terzi dükkânıdır. Yengecin elbisesi orada dikilir, kılıç balığının ve denizanasının elbisesi de orada dikilmektedir. Denizler aynı zamanda bir beşiktir. Deniz hayvanlarının yavruları orada hayata gözlerini açar, orada doğar ve deniz beşiğinde sallanır, dalgaların ninnisiyle büyür. Denizler aynı zamanda bir eğitim meydanı; deniz hayvanları da bir askerdir. Hepsinin farklı farklı silâhları ve kendilerini korumak için değişik gereçleri ve yöntemleri var. Denizler aynı zamanda kocaman bir mezardır. Ölen bütün deniz hayvanları bu mezara gömülür.
İngiltere, Türkiye'den çok daha kuzeydedir. Biliyoruz ki kuzeye çıktıkça havalar soğumakta, kışlar uzun ve yazlar kısa olmaktadır. Fakat İngiltere hiç de öyle değil. Hemen hemen Türkiye iklimine yakın bir durum var. Bunun sebebini araştıran coğrafyacılar, Atlas Okyanusu'nda golfstrim ismini verdikleri bir sıcak su akıntısı tespit ettiler. Sanki Atlas Okyanusu'nun içine çapı elli metre kadar olan çelik borular döşenmiş, ta ekvator bölgesinden alınan sıcak sular, getirilip İngiltere yakınından geçirilerek, bu büyük adanın ısınması temin edilmiş. İngiltere'de bulunanlar, bu sıcak suyun önemini ve bu nimetleri ihsan edeni anlamasalar bile biz anlayıp denizlerde sıcak suyu dolaştıran Allah'a hamd etmekteyiz.1379
Denizin derinliklerinde petrol ve doğalgaz gibi kolay kolay vazgeçilmez enerji kaynaklarını da Allah insan için depolamıştır. İçinde insanların ve gemilerin yüzmesine uygun yaratılması da denizin ayrı bir özelliğidir. Kur’an’da nehir
1378] a.g.e. s. 22 ve devamı
1379] a.g.e. s. 276
SU VE YAĞMUR
- 351 -
ve denizlerden bahsedilerek, içlerinde gemilerin yüzmesi için Allah’ın suya kaldırma gücü vermesi O’nun büyüklüğüne delâlet eden âyetler olarak vurgulanır. “İçinden taze et (balık) yemeniz ve takacağınız bir süs (eşyası) çıkarmanız için denizi emrinize veren O'dur. Gemilerin denizde (suları) yara yara gittiklerini de görüyorsun. (Bütün bunlar) O'nun lütfunu aramanız ve nimetine şükretmeniz içindir.“ 1380
Su ve Rızık
Bütün yaratıklara rızkını veren Rabbimiz, mahlûkatını rızıklandırmak için öyle mükemmel, öyle hoş ve güzel, aynı zamanda akla durgunluk veren öyle muhteşem bir sistem kurmuş ki, hayran kalmamaya imkân yoktur. İncelediğimizde, bu sistemin ne kadar ince bir hesabın eseri olduğunu ve ne kadar ustalıkla uygulanmakta bulunduğunu görür ve hayranlıkla yaratıcının büyüklüğünü kavrarız. “De ki; gökten yağmur gönderip bitkileri çıkarıp size rızık (olarak) veren kimdir?“1381 Bilindiği gibi, yiyeceklerimizden çoğunu Allah'ın büyük lütuflarından olan yağmur sayesinde sağlarız. Eğer yağmur olmasa, akarsularımız da olmaz. Akarsu ile sulamamız da imkânsız olur. Kurak geçen senelerde çekilen su sıkıntısını hepimiz biliriz. Kuraklığın devamlı olduğunu düşünün, halimiz ne olurdu? Arz üzerinde bitki namına bir şey kalmaz ve bulunmazdı. Yağmuru yağdıran, topraktan bitkilerin ve gıdamızı teşkil eden hububat, sebze ve meyvelerin yetişmesini sağlayan Cenâb-ı Hak'tır. Çeşitli gıdalarımızın herbiri yaratılma ürünü olduğu gibi, toprak tarafından tekrar tekrar verilmesinin nasıl meydana geldiğini düşünelim. Eğer bu çeşitli gıdalar yaratılmamış olsaydı, ya da toprak bunları yetiştirecek imkâna sahip kılınmamış olsaydı, bunları nereden, nasıl elde edebilirdik? Eğer gökleri yaratıp oradan yağmuru indirmese, toprağı yaratıp bunları yetiştirecek özelliklere sahip kılmasaydı hiç birini elde edemezdik. Onun için ne kadar şükretsek yeridir.
“De ki; size gökten ve yerden kim rızık veriyor?“1382 diye soruyor. Bu soruya cevap vermemiz gerekiyor. Bu konuda tefekkür etmek, rızık veren zat'ın lütfunu düşünmek ve gereğini yerine getirerek şükretmekle bu sorunun cevabı verilmiş olur. Eğer Allah, yararlandığımız imkân ve nimetleri yaratmasa, bugünkü rahatlık ve mutluluğa kavuşmamız mümkün olur muydu? Bunları Allah'tan başkasının verebileceği düşünülebilir mi? Bu sistemin bazılarını, toprağın nasıl itaatkâr bir hazine haline sokularak bize bol bol yiyecek sağladığını görelim. Herbirinin tükenmeden ihtiyaçlarımızı karşılamak imkânına nasıl bir sistem ve mekanizma ile kavuşturulduğunu gözönüne getirelim:
Denizler ve Denizdeki Canlıların Rızkı
Denizlerdeki İlâhî sistem ve rızıklanma da, yerde ve göklerde olduğu gibi denizlerde de Allah’ın hükmünün ve Rezzâk özelliğinin görüntüsü olarak bizi hayrete düşürür. Denizlerde yosunlar ve deniz bitkileriyle geçinen küçük canlılar, onlarla geçinen balıklar ve diğer suda yaşayan varlıklar, onlarla geçinen daha büyükleri ve daha da büyükleri... Ve büyüklerle geçinen daha küçükleri. Bütün bu gıda bulma hali evrenin tek Rezzâk'ı Allah’ın, yarattıklarını doyurmak için kurduğu mekanizmanın ârızasız işleyişi sayesinde imkân dâhiline girmektedir.
1380] 16/Nahl, 14
1381] 10/Yûnus, 31
1382] 10/Yûnus, 31
- 352 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’ın, Kur’an’da belirttiği yarattıklarının rızkını tekeffül etmesi (üzerine alması), bu harika nizamın uygulanışı ile canlanıp tahakkuk etmektedir.
Yalnız bu konuda unutmamak gerekir ki, insanlar, yeryüzünün halifesi olarak yaratılmışlardır. Türlerin azalıp çoğalmasında veya yok oluşunda gücünü ıslaha da ifsada da kullanabilen halifelik yetenekleriyle donatılan insanların müessir rol oynama imkânı sözkonusudur. “İnsanların kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde fesad çıktı, düzen bozuldu, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.“ 1383
Bütün canlı ve bitkiler Allah’ın yaratması ile varlık kazanmışlardır. Bu çeşitli bitki ve canlıları ondan başkasının meydana getirmesi mümkün değildir. Her bitki ve canlı ancak kendi tohumu ile vücuda gelir. Aralarındaki ilişkiler ve harika nizam, bütün canlıların bir düzenleyicisi, bir Rabbi ve bir Razzâk’ı bulunduğunda şüpheye yer bırakmayacak mükemmeliyettedir. Dolayısıyla bütün mahlûkat, Allah’ın yaratmasıyla varlık kazandıkları gibi; O’nun rızıklandırması ile hayatlarını devam ettirebilmektedirler. İnsan, bu yaratılanlar dışında başka bir şey bulup ortaya koyabiliyor mu? Allah’ın dışında gözde büyütülen, korkulan, tanrı yerine konulan, tapılanlar, bırakın bütün evrendeki canlıları beslemeyi, bir canlı yaratabiliyor mu? “Ey İnsanlar! Size bir misal verildi; Şimdi onu dinleyin: Allah’ı bırakıp da yalvardıklarınız, o maksatla bir araya gelseler bile bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, onu da geri alamazlar. İsteyen de âciz, kendinden istenen de!“1384 Bütün varlıkların Allah’ın yaratmasıyla meydana geldiklerini bildiğimize göre, ne suretle olursa olsun rızıklanmamızın da, yarattıklarının hiç birini rızıksız bırakmayan Allah’ın lütfu olduğunu kabule mecburuz. Rızıkların hayatımızı devam ettirmede, güç ve enerjimiz üzerinde faydaları yanında şeklen güzellikleri, lezzet olarak da tadlarını düşündüğümüzde, Rabbimiz ve Razzâk’ımızın ne kadar cömert olduğunu anlamış oluruz. Nimetlerin lezzetini anlatmak, güzelliklerini anlatmaktan daha zordur. Âhiret nimetlerinin özellikleri ve oradaki rızıkların güzellikleri ise, aklımızın, hayalimizin ulaşamayacağı kadar muhteşem!
Canlıya besin teşkil eden gıdaların, sindirim organlarınca asimile edilerek o canlının hayatının devamını sağladığını biliyoruz. Kullanılan gıda artıkları, canlı için zehir durumuna gelmiştir. Onun için dışkı ve idrar şeklinde dışarı atılır. Canlı için zehir haline gelerek bozulan bu maddeler, bitkiler için besin maddesidir. Toprağı bereketlendirir. İnsanlar ve hayvanlar amonyak ve tuzlarından azotlu maddeler meydana getiremezler. Fakat bazı bakteriler uzviyyete girer, amonyaktan uzvî azotlu birleşikler yaparlar. Mikroplar telef olduktan sonra albüminlerinden insan ve hayvanlar istifade ederler. Vitaminlerden bir kısmı da bu sayede oluşurlar. Bunlar öyle ince ve girift hesapların neticesidir ki, hiç birinin tesadüfler sonucu rastgele meydana gelmiş şeyler olduğu iddia edilemez.
Bütün bunlar, bu düzeni çok ince bir hesapla kuran ve koruyan bir Yaratıcı’yı, bir Rab ve Razzâk’ı ispatlıyor. Yoksa bu iş, dünya yaratıldığından beri nizam bozulmadan yürümez, bir yerde durur ve her şeyin yokluğu, canlıların açlıktan telef olduğu görülürdü. İşler o kadar ustalıklı ve mükemmel ayarlanmış ve tertiplenmiş ki, öğrenince hayran kalmamak mümkün olmuyor. Bir tür canlı için sevilmeyen veya zararlı olan, diğerinin talip olduğu gıda oluyor; onu alıp faydalanıyor.
1383] 30/Rûm, 41
1384] 22/Hac, 73
SU VE YAĞMUR
- 353 -
Birinin dışarı attığı atık ve artık maddeler, diğerinin aradığı maddeyi teşkil ediyor. Onu alıp istifade ettikten sonra, diğeri için tasfiye edilmiş, arıtılmış bir halde istifadesine sunuyor. Bunlar ne kadar hoş ve ilginç şeyler, ne muhteşem işler! Ne kadar da güzel işliyor. Sen ne büyüksün ya Rabbi!
Su ve Rızık
Yerde meydana gelen bitkilerin, toprağın bize merhametinden geldiğini iddia edemeyeceğimiz gibi, yağmurun da, bize ve diğer canlılarla bitkilere acıdığından indiğini ileri süremeyiz. Bize rızık vererek bizi düşünen, yağmuru rahmet olarak gönderen zattır Rabb. “İçmekte olduğunuz suyu, bildirin bana. Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa Biz miyiz indiren? Dileseydik onu tuzlu, acı bir su yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?“ 1385
Diğer nimetlerini de gözönüne getirince hepsinin Cenâb-ı Hakk'ın ihsanı olduğunu kabul ederek, şükür ve hamd üzere olmamız icap eder. “Sizi yeryüzüne yerleştirdik. Size orada geçim vasıtaları verdik. Ne kadar da az şükrediyorsunuz?“1386 Allah, koca evreni insanın hizmetine tahsis etmiş, zemini, semâyı onun geçimini temin edecek şekilde düzenlemiş ve bunlardan faydalanma imkânlarını bahşetmiştir. Bütün bunlara rağmen şükretmemek büyük bir nankörlüktür.
Allah'ın yarattığı her şey hayırlı ve güzeldir. Münkirlerin zannettiği gibi basit canlı yoktur. En basit kabul edilenler bile besin seçme ve tedarik etme yeteneği, besinden yararlanma ve kullanma sanatı, besin artıklarını dışarı atma mahâreti, enerji üretme yeteneği ve yerine sarf edilmesi, çalışma sırasında organlar arası koordinasyonu sağlaması, hayatını devam ettirebilmek için lüzumlu organları bünyesinde koruma ve görevlerinde başarı göstermesi, üreme mekanizmasının işleyişi, dış etkilerden korunmayı başarması gibi nice karışık ve ince işlerin hakkından gelebilen mükemmel eserdirler. Üzerlerine düşen hayatî işlerin hepsini bir arada noksansız yerine getirebilmektedirler. Demek ki tek hücre de olsa her canlı, muhteşem ve akıl almaz bir ilâhî mûcizedir. Hatta o tek hücreyi en mükemmel fabrikalarla kıyaslayabiliriz. Ve bu minik canlı fabrikanın âlet ve makineleri, ustaları, işçileri bizim kurduklarımızdan çok daha güzel ve başarılıdır. Hiçbir görev aksamamakta, her iş tam zamanında görülmektedir.
Kendiliğinden oluştuğuna inananlar, her şey maddeden ibarettir diyenler bile böyle bir muhteşem eserin tesadüfler sonucu veya kendiliğinden meydana geldiğini kabul edemezler. Mikron (=milimetrenin binde biri) ile ölçülen bu çok ufak canlıların bu kadar karışık işleri aksatmadan, nasıl bu kadar mükemmel şekilde başardığını öğrenip de hayrete düşmemek mümkün olmaz. Canlılardan hiç biri basit değil; kavrayamayacağımız kadar mükemmel, girift ama düzenli varlıklardır. Bunlar ancak Allah'ın yaratma, rızık verme ve yaşatma sanatının eseridirler. 1387
Bitkiler ve Su
Ağaçları biliriz, meyvesini yer, yeşil yaprakları altında gölgeleniriz. Hayvanlar gibi yürümek, etrafı gezip dolaşarak rızık toplamak imkânına sahip değildirler.
1385] 56/Vâkıa, 68-70
1386] 7/A'râf, 10
1387] M. Kenan Çığman, Kazâ-Kader, Özel Y., s. 218-228
- 354 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bazen rüzgârların etkisiyle hışırtılar çıkararak sallansalar da, çoğunlukla sessiz bir hayat yaşarlar. Fakat bu sessizlik, onların tembel ve garip gözüken zavallı bir yaratık oldukları anlamına gelmez. Bir biyolog gözüyle tetkik ettiğimizde onların da çok enteresan bir yapıya sahip olduğunu, otomatik bir makine gibi çalıştığını görürüz. Biz, bitkilerin ve ağacın onlarca enteresan yönünü değil; sadece su ile ilgisini belirtmeye çalışacağız.
Ağacın gövde ve dallarının iç kısmı, odun dediğimiz cansız gibi bir maddedir. Fakat bir iskelet görevi görmektedir. Bu ölü kısımdan dışarı doğru, yüzeye çok yakın bir yerde su nakleden bir tabaka gelir. Bu kısım, uzun damarlardan, tüplerden meydana gelmiştir. Bu tüpler de cansız ve hareketsizdir. Sadece su iletmeye yararlar. Bunlar, başlangıçta meydana gelirken, içlerinde kiracı gibi oturup hem de çalışan canlı hücreler vardır. Tüpler tamamlanıp işler bitince canlı kiracılar da yerlerini terk ederler. Bu hücreleri bir inşaat ustası gibi intizamla çalıştıran bir kudret sahibi olmalıdır; çünkü bunlar, ne beraber çalışmadan anlar, ne de mühendislikten.
Bir ağacın kaç yıl yaşadığını da anlayabiliriz. Toprağa yakın bir yerden kesersek halkalar göreceğiz ki, bunlar yıllık büyüme halkalarıdır. Ağacın canlı kısmı, odunun yüzeyindeki ince bir hücre tabakasıdır. Buna Kambium denir. Ağacın büyümesini sağlayan yegâne canlı kısım budur. Nasıl insanların ve hayvanların dokuları arasında sıvı dolaşıyorsa, ağacın da böyledir. Zaten her canlı hücre ister hayvana, ister bitkiye ait olsun, içinde besin bulunan bir sıvı ile kuşatıldığı müddetçe yaşayabilir. Hem ağaç çok su buharlaştırır. Bu sebeple içinden çok miktarda su geçirmek zorundadır. Bir büyük kayın ağacı kuru ve sıcak bir günde 250 litre su baharlaştırır. 25-30 metre yüksekliğindeki bir kayın ağacı ise ortalama 20 ton kadar su buharlaştırır. Bir ayçiçeği bile günde bir litre su harcar.
Bizi düşündüren taraf şudur: Acaba ağaçlar, bu kadar suyu yapraklarına kadar nasıl çıkarıyor? Boyu 120 metreye varan ağaçlar vardır. Hangi kuvvet, suyu böyle tepelere götürüyor? 100 metre yüksekliğindeki bir su kulesinin, metrekarenin yüzde biri kadar küçük bir yüzeye bir ton basınç yaptığı hesaplanmıştır. Boyu 100 metreyi geçen ağaçlar böyle basınçlara rağmen suyu tepelerine kadar çıkarabilmektedir. Bir fitil, gazı çeker. İnce bir boru su dolu bir kaba batırılırsa su boruda yükselir. Boru ne kadar ince ise, su o oranda yükseğe çıkar. Bunlar, fizikte kılcal olaylar diye geçer. Ağacın ince damarları suyu bu prensiple mi yükseltiyor diye düşünüldü. Neticede anlaşıldı ki, bu prensip pek işe yaramaz. Hele su biraz koyu ve ağdalı ise hiç yükselmez. Öyle ise, bu prensipten daha üstün bir mekanizma var ki, su ağaçta tepelere kadar yükseliyor. Acaba bu mekanizma nedir?
Kök basıncı veya osmoz dediğimiz kimyasal basınçla ilgili, kuvvetli bir emme çeşidi üzerinde duruldu. Toprakta bulunan su, osmoz (geçişme) sonunda ağacın köklerine girer. Ağaç kökündeki zar, kök içindeki özsuyunda bulunan kimyasal maddelerin kökten çıkıp gitmesini engeller. Böylece kök içindeki su daha yoğun durumda bulunur. Meselâ, şekerli, tuzlu sular saf suya nazaran daha yoğundur. Bunun gibi osmoz prensibine göre az yoğun su, daha yoğun suya akmak ister. Böylece kök dışındaki daha az yoğun olan su, kökün içine girmeye zorlayan bir basınç meydana getirir. Bu basınç kökte bulunan suyu 18 metre yukarıya çıkarabilecek güçtedir. Her ağaçta böyle bir basınç vardır. Meselâ bir asma bu basınçla sıvıyı 12 metreye, bir kayın ağacı 28 metreye yükseltebilir. Demek, suyun kökten
SU VE YAĞMUR
- 355 -
yapraklara çıkmasında kimya kanunları rol oynamaktadır.
Fakat kimya kanunudur deyip de köklerin sanatkârını akla getirmemek mümkün mü? Elbette bu kanunları koyan vardır. Biz, tabiattır, tesadüftür, şu veya bu sebeplerle bu işler oluveriyor diyenlerden değiliz. El-hamdü lillâh, aklımız yaratıcıyı görmeyecek kadar bozulmuş değildir. Toprağa atılan bir çekirdek, bir müddet sonra filiz veriyor, kök salıyor. Böylece nice fizik ve kimya kanunlarının hüküm sürdüğü bir meyve fabrikası meydana gelmeğe başlıyor. Karanlık toprağın altında, böyle ilim isteyen, hesap isteyen hârika işler, kendi kendine, tesadüflerle olur mu? Osmoz prensibi gibi daha pek çok kanunları bilen bir Âlim var ki, ağacın kökünü, gövdesini, dal ve yapraklarını meydana getiriyor. Buradan anlaşılıyor ki, çekirdeği programlayan O olduğu gibi; toprağa, suya, havaya, güneşe hükmeden de O'dur. Evet, O Zat, bütün bunlara hâkim olmasa, emrinde kullanıp bir ağacı yaratamazdı. Madem yaratıyor, öyleyse her şeye hükmediyor.
Ağaçtaki suyu yükseklere çıkartan sebebin kökten yapılan basınç olduğunu söylemiştik. Bu basınç suyu ortalama olarak 18-20 metreye kadar çıkarabilmektedir. Boyu 120 metre olan ağaçlar düşünülünce, osmozdan doğan basıncın yetmediği anlaşılmaktadır. İlim adamları, bunca araştırmalara rağmen, ağacın tepelerine suyun nasıl çıkabildiği problemini hâlâ tümüyle çözebilmiş değiller. Hâlbuki ağaçlarda bu mesele çoktan halledilmiş, en mükemmel bir mekanizma ağaçlara yerleştirilmiş, otomatik olarak çalışmaktadır. İlmin zirveye ulaştığı iddia edilen zamanımızda bilginlerin anlamaktan âciz kaldığı böyle ince ve derin işler, kendi kendine olur mu? Biz inanıyoruz ki, ilmi sonsuz, yüce bir kudret sahibi bu işleri yapmaktadır. O'nun gücü ve ilmi, ağacın incecik damarlarına kadar girer, bizce esrarengiz işleri yapar. Bu bakımdan ağaçla suyun ilişkisi bile Allah'ı ispatlamaya yeter. Ağaç da Allah'a götüren bir delil, bir kitaptır. İnsanın, bırakın benzerini yaratmayı, laboratuarda deneyini yapmayı, anlamaktan bile âciz olduğu tabiatta/dış dünyamızda nice işaretler, deliller vardır.
Bitki hücrelerinin yan yana dizilip belli şekiller alması karşısında hayretimizi gizleyemezken, bitkilerdeki suyun da bildiğimiz cinsten olmadığı dikkatimizi çekmektedir. Bu suların farklı ama belli oranlarda madensel tuzların karıştığı sular olduğu bir gerçektir. Ağaçların ne akciğeri, ne de buna benzer organları vardır. Fakat solunum yaparlar. Acaba nasıl? İşte bu da anlamaktan âciz kaldığımız bir sırdır. Oksijen temin ederler. Topraktan aldıkları ham besin suyu, hava ve güneş ışığı sayesinde besinlerini üretirler. Beşer zekâsının idrâk etmekten âciz kaldığı bütün ince işler, anladığı diğerlerinin de sebebini yaratan Allah'a dayanmaktadır. Bir ağacın yaratılıp meyve ve hava fabrikası gibi çalıştırılması, büyük bir ilmin işidir.
Ağaç, karada yaşayan bir deniz yaratığı gibidir. Onun her hücresi su içerisine dalmış olarak hayatını devam ettirmektedir. Su hem gıda, hem de hayattır. Ağacın tepesindeki bir hücre ile denizdeki bir hücre arasında esasta bir fark yoktur. Yazın 30-40 derece sıcağında bünyesindeki suyu ağaç nasıl muhafaza ediyor diye bir soru geliyor insanın aklına. Sıcaklarda dışarıya bir çamaşır serdik mi, hele bir de rüzgâr varsa hemen kupkuru kesilivermektedir. Ağaç, her canlı hücresini sanki bir göl içindeymiş gibi su içerisine batmış olarak nasıl sıcakta muhafaza ediyor? Her yaprak, dışarıdan gelecek etkilere karşı en mükemmel bir şekilde sıkı sıkıya örtülüdür. Yaprakların alt tarafında, mikroskopla ancak görülebilen
- 356 -
KUR’AN KAVRAMLARI
incecik delikler vardır. Bunlara stomata adı verilir. Hava bu deliklerden girer, su buradan çıkar. Bu delikler otomatiktir, duruma göre açılır, kapanırlar.
Gövde ve dallardan su niçin sızıp buharlaşmıyor? Su ile devamlı temasta olan kabuk niçin bozulmuyor, çürümüyor? Ağacı saran kabuk mantarlaşmıştır. Öyle ki, suya karşı ağaç kabuğundan daha dayanıklı bir madde yoktur. En iyi yağmurluk, şemsiye onun yanında zayıf kalır. Mantar suya karşı o kadar dayanıklıdır ki, suyun geçmemesi istenilen şişe tıpalarında, makinelerin contalarında hep ondan yararlanılır. Hem tüm hücrelerinin ihtiyacı olacak şekilde deniz içindeymiş gibi yaş kalmaları gerekirken, en uygun bir örtünün/kabuğun keşfedilip imal edilmesi tesadüf olamaz. Ağaçtaki sadece suyla ilgili bu bilimsel gerçeklerin, birbirini tamamlayan noksansız ilişkileri, Allah'ın sulamasıyla ihtiyacımız olan meyveleri kusursuz olarak imal eden bir fabrika olmaları bile kişiyi Allah'a götürmeye yeter. 1388
Su ve Günlük Hayatımız
Tarih boyunca bütün büyük medeniyetler, su kaynaklarının etrafında kurulup gelişmiş, ne zamanın değişmesi, ne de teknolojinin ilerlemesi bu durumu değiştirebilmiş. 21. Yüzyılda da su, toplumların refah seviyelerinin yükselmesinde esas faktör olma özelliğini koruyacaktır. Kurak ve yarı kurak ülkeler, hal-i hazırda su sıkıntısına girmiş durumda olup, görünen o ki, daha başka ülkeler de yakın gelecekte bu sayıyı artıracaklar. Bazıları, kâhinlik yapıyorlar diye reddetse bile çoğu fütürologlar/gelecekbilimciler, yakın geleceklerin savaşlarının “su savaşları“ olacağını bekliyor, öngörüyorlar.
Su, her insanın her gün kullandığı vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Daha büyük su sıkıntısıyla karşılaşmamak için, suyu kullanıcı olan tüm kesimlere görevler düşmektedir. Öncelikle evde, sanayide, ziraat alanlarında ve diğer kullanılan yerlerde suyun bir damlası dahi israf edilmemelidir. “Yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü O (Allah) israf edenleri sevmez.“1389; “Müsrifler, şeytanların kardeşleridir.“1390; “Ve onlar ki, harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik ederler; (harcamaları) bu ikisi arasında dengeli olur.“1391 Bir hadis rivâyeti şöyledir: “Akmakta olan bir nehir kenarında bile olsa, suyu israf etmeyin.“ Kur'an ve hadisin getirdiği bu esaslara âhiret için olduğu kadar; dünya için de uymak zorundayız.
Yine, çevre kirliliği konusunda araştırmalar yapılarak su kirlenmesine karşı gerekli tedbirler alınmalıdır. Hz. Peygamber, 14 asır önce, durgun suya bevletmeyi ve su kenarına abdest bozmayı yasaklamıştı. “Sizden biriniz, durgun suya abdest bozmasın ve böyle bir suda cünüplükten dolayı yıkanmasın.“1392 Ne yazık ki, O'nun prensiplerine uyulmayıp, yasakladıklarının daha kötüsü yapıldığından suyumuz da kirlendi, huyumuz da. Tabii çevremiz de.
Su, içme ve bitkilerin sulanması yanında, önemli bir temizlenme aracıdır. Bazı ibâdetleri yapabilmek için farz olan abdest veya gusül abdesti ancak su ile
1388] Hekimoğlu İsmail, H. Hüseyin Korkmaz, Su ve Tabiat, Türdav Y., s. 3 vd.
1389] 7/A'râf, 31
1390] 17/İsrâ, 27
1391] 25/Furkan, 67
1392] Buhârî, Vüdû', 68; Müslim, Tahâre 51
SU VE YAĞMUR
- 357 -
alınır.1393 Abdest bir ibâdettir de. Abdest, dışı temizlediği gibi insanı iç temizliğe de ulaştırır. Abdest nur; abdest üzerine abdest ise nur üzerine nurdur. Diğer yandan, namaz için giysilerin, bedenin ve namaz kılınacak yerin temiz olması da şarttır. Temizliğin de su olmadan mümkün olmadığı bir gerçektir. “Sizi temizlemek için Allah, gökten su indiriyor.“1394 Suyun fazla olmadığı bölgede yayılmaya başlayan dinin su ve su ile temizlik konusunu öne çıkarması ve bir “su medeniyeti“ oluşturması; suyu aramayan, sudan ve rahmetten kaçan Batı insanına bir ufuk açması gerekmez mi?
Hava şartları, kuraklık ve yağışlar insanoğlu için büyük öneme sahip. Rahmeti zahmete çevirmekte insanoğlunun eline su dökecek yok. Zâten Nuh tûfânı da, İlâhî ve nebevî rahmeti takdir edemeyen insanın kendi çağırdığı ceza değil miydi? Suya hükmünü geçiremeyen, onunla yarışamayan, yağmura “yağ!“ veya “dur!“ diyemeyen, sellerin ve doğal âfetlerin ders veren zararlarını teknolojisiyle sıfırlayamayan insanın kendi âcizliğini ve tüm tabiatın/âlemlerin Rabbine teslim olması gerektiğini kabul için, aslında çok zeki ve kültürlü olmasına gerek yok. Yaz kurak geçti diye şikâyet ederken, kışın ay boyunca yağan rahmetten de şikâyet eder zavallı insan. Tedbir almadığı, teknolojinin imkânlarını hayırlarda kullanamadığı için yazın kuruyan barajlarını, kışın köyler üzerine boşaltmakla çözümler(!) bulur.
“Suyla yarıştığını“ iddia ederek çizmeyi aşan şekilde reklâmlarını yapanlar, -başka ülkelerde örnekleri olduğu halde- yağmuru üzerinde tutmayıp altındaki toprağa sızdıran asfaltlar düşünmezler. Ve insanoğlu, kendi fıtratının aksine hareketle dünyayı kendine zindan edip topluma da zulmettiği yetmiyormuş gibi, tabiattaki İlâhî kanunun/sünnetullahın sınırlarını ihlâl edip çevreyi kirletmenin cezasını da tüm dünya insanlarına, hatta diğer mahlûkata da çektiriyor. Yeryüzünü ifsâd eden insan, ozon tabakasını da deliyor; karşılığını da global çölleşme ve iklimlerin intikamıyla çekiyor. Yeryüzünün halîfesi olan/olması gereken, tabiatla aynı Zâta kulluk yapan doğanın/çevrenin kardeşleri “muslih“ler tarih sahnesine çık(a)madığı için, onlar da “cezâsı, sadece zulmü işleyenlere has kalmayıp görevini yapmayan insanlara da şâmil olan fitne“nin1395 kurbanı oluyor.
Su ve Düşündürdükleri
Çeliğe su verince kuvvetlenir. Tohuma, çiçeğe su verince filizlenir, dallanıp budaklanır. Çölde kalmış bir yolcuya su verirseniz, hayat vermiş olursunuz. Kıraç topraklar, çölleşen yer, suya hasrettir. Yanan gönüller, çorak sineler, kuru gözler, kuruyan ruhlar, gökyüzünden bir meltem gibi yumuşak ve sessiz sessiz akacak rahmeti beklerler. Doğudan, Ortadoğudan bir ses gelir kulağımıza, vâveylâ gibi: “Her gün Âşûrâ; Her yer Kerbelâ!“ Sahi, “biz de müslümanız“ diyenler değil miydi Hz. Hüseyin'i Kerbelâ çölünde günlerce susuz bırakanlar?
Dünya denizinin üzerinde yüzmesi gerekirken gemimiz suyu içine/gönlüne aldı. Bu hırs sonucu, üstünde yüzecek temiz sudan da mahrum kaldı. Artık karaya oturan gemimiz, S.O.S. sinyalleri saldı.
“Ağlayın, su yükselsin! Belki kurtulur gemi;
1393] Bak. 5/Mâide, 6; 4/Nisâ, 43
1394] 8/Enfâl, 11
1395] 8/Enfâl, 25
- 358 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Anne, seccâden gelsin, bize duâ et, e mi?“
Su, insanoğlu ve diğer canlılar için ne büyük lütuf. Şırıl şırıl sesi, çevresini yeşillendirip serinletmesi, tozu toprağı yatıştırıp her türlü kiri, pisliği temizlemesi, kuruyan dudakları ıslatıp içene can katması, çatlayan toprağı doyurup pörsüyen bitkilere hayat vermesi, bu lütuf zincirinin halkaları. Su, adına kasideler yazılan nimettir: Âlemlere rahmet olarak gönderilen zatla,1396 rahmet olarak inzal olan yağmurun1397 arasında güzel bir bağ kuran, Peygamber sevgisini su sevgisiyle simgeleştiren naatların en güzellerinden biri Fuzuli'nin “Su Kasidesi“dir. Su, Yüce Beyan'da cennetin güzellikleri arasında sık sık yer alan hediyedir: “İman edip sâlih amel işleyenlere, altından (içinden) ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele!“1398 Su, (rivâyete göre) Nebî'nin (s.a.s.) parmağında bereketlenip çeşme gibi akan mûcize...
Kur'an, semâdan inzâl edildiği gibi; yağmur da yine semâdan (yukarıdan, üstten) inzâl edilmiş/indirilmiştir. Her ikisi de rahmettir. Bir çiçeğin, bir gülün semâdan inen rahmete/yağmura ihtiyacı vardır; yoksa bir ot yığını, bir diken parçası olur, ölür gider. Bir insanın da semâdan inen rahmete/Kur'an'a ihtiyacı vardır; yoksa canlı cenazeye, elbiseli oduna benzer, ruhen ölür gider. Su, hayat kaynağı olabilir; Kur'an ise âb-ı hayattır/ölümsüzlük suyu. Kur'an nağmelerinin ruhu coşturması gibi, su sesi de insana huzur verir; İkisi de Allah'ın kitabıdır çünkü. Birini içmeye başlarken “Elhamdülillâh...“ deriz; diğerini içtikten sonra. Kur'an çeşmesi cehennemimizin ateşini söndürecektir; Suyun ateşi söndürdüğü gibi.
Aslında biri yanıcı, biri yakıcı olan iki elementin birleşmesinden, ateşi söndüren bir sıvı yaratması; zıtları birleştiren, acıya tad, çileye zevk katan bir Zat'ın muhteşem sanatının ayrı bir görüntüsüdür. Bilindiği gibi hidrojen yanıcı bir gaz; oksijen ise yakıcı. Ama su; gaz da değildir; Hidrojenin zehirli bir gaz ve öldürücü bomba olduğu, ağırlıklı oranda ondan meydana gelmiş suyun ise tatlı ve ihya eden olması gibi.
Hangi insan, evinin bahçesinde bir çağlayan olmasını istemez; ya da güzel bir nehir kenarında köşk? Öyleyse iman ve sâlih amellere sarılsın suyun o güzel görüntüsü ve şırıltısı Cennette onu bekliyor. Tabii, bir de Kevser; Rasûl'ün sunduğu rahmet çeşmelerinden dünyada içenler için. Tabii insan özgür: Zakkum, irin ve kaynar suyu da tercih edebilir; dünyada onca temiz içecekleri bırakıp alkolü tercih ettiği gibi. Zemzem: İsmail'in hâtırası. Can suyunu, kanını sevdiğine seve seve vermeye hazır olana En Sevilen' in cevabıdır/ikramıdır o mübârek su. Ama insan, mecbur değil, şeytanın sunduğu süslü kadeh içindeki zehir, bazılarının tercihidir; özgürlük var, zevklere karışılmaz.
İnsanımızın Selsebil özlemidir sebil. Müslümanlar, Kerbelâ'nın ne demek olduğunu bildiklerinden düşmanlarının bile rahmetten mahrum olmasını istemezler. Eskiden beri müslümanlar, adım başına çeşme yaptırmışlar, soğuk su temin edip adına sebil demişler. Sebil, sebîlullah'ın kısaltılmışıdır; rahmeti kısa yoldan elde etmek için, kestirmeden rahmet sunmaktır bu. Frengistan'da ve oralara özenen yerlerde göremezsiniz sebilleri. Oralarda her şey paraya endekslenmiştir.
1396] 21/Enbiyâ, 107
1397] 7/A'râf, 57
1398] 2/Bakara, 25
SU VE YAĞMUR
- 359 -
Ve artık, su bile “sudan ucuz“,“su gibi ucuz“ değildir. Onlar, sudan para kazanıp sudan konularla uğraşsın, havadan sudan dem vursun, kasalarını doldurup su gibi para harcama sevdasında olsunlar, musluklarından şarap akan otellerde konaklasınlar. Ve müslümanları bir kaşık suda boğmak istesinler. Unutmayalım, imtihan çeşmesi olmaz bir; “Oluklar çift; birinden nur akar, birinden kir.“
“İbrik ü leğen mâden-i vâhidden iken,
Birinde su pâk, birisinde nâ-pâk.“
Su tûfandır aynı zamanda; Firavunları ve destekçilerini de boğandır. Gökten sadece rahmet yağmaz; gazab yağdığı da olur. Rahmet, özdeki zehiri artıran işlev de görür. Yağmur, kirazın tadını arttırır, ama Ebucehil karpuzu, bundan yararlanmasını bilmediğinden, ancak acılığı çoğalacaktır. Kur'an'ın mü'minlere şifâ ve rahmet yağdırırken; zâlimlerin hüsranlarını/ziyanlarını arttırdığı1399 gibi. Sen de rahmet ol; ince ince ve latifce yağ gül tomurcuklarına, güldür yüzünü güllerin. Ama gülle olmasını da bil, suya düşman olanlara. Sun rahmeti, rahmet ol, yağ insanların başlarına; tufan ol, sertleşip dolu olarak in, rahmete sövenlere, bakma timsah gözyaşlarına. Binecek başka gemileri olmadığı halde, gözönündeki Nuh'un gemisini reddeden için kaçınılmaz sondur tufanla helâk. Mûsâ'nın Rabbine ve mesajına kör ve sağır olanlar için su, ne hayat kaynağı ne de dosttur. Onlar, suya akseden kendi canavar görüntülerinin pençelerinde kıvranacaktır. Saydamdır su, aynadır; bakan göze göre değişir rengi. Yeşil gözle bakan yeşili, kızıl gözle bakan kızılı görecektir. Firavunlar Kızıldenizde boğulurken, Mûsâlar yemyeşil ova gibi sıratta, sırat-ı müstakimde yol almıştır, yol alacaktır.
Bazıları hayat boyu suyu arar; bilmez ki, “vermez suyu, ipsize kuyu“. Bazıları da serabı su zanneder; Zehri şerbet sananlar gibi. “Su gibi aziz olmak“ için izzeti doğru yerde aramak gerekir. “Suya sabuna dokunmadan“ temizlenmek, tertemiz insan olmak mümkün değil; bazı bedelleri, zorlukları olsa da rahmet deryasından yararlanmak için “derine dalmak“, fincancı katırlarını ürkütmek, su kenarındaki kurbağaları bağırtmak pahasına da olsa suya sabuna dokunmak, başkalarına da suyu sabunu ulaştırmak gerekir. Öyle demiş şair: “Âb-ı pâke ne zarar, vakvaka-i kurbağadan?“ Ne? “su uyur, düşman uyumaz“ mı? Uyanık suları, uyandıran, akıp coşan ve çağlayan suları çok gördük; düşman da uyumaktan çok uyutma sevdasında. Dinle bak, yağmur/rahmet sesi, seni uyandırmak için gökten sana ulaşıyor. Unutma, su götürmez bir hakikat şu ki, zaman su gibi akıp gitmekte.
Bu fırtınalı kış günlerini cennet gibi bir bahara çevirecek, susuzluktan kuruyan dilimize, kavrulan gönlümüze yeniden hayat verecek suya kavuşmak için hayat kaynağını, rahmeti uzaklarda aramaya gerek yok; işte yakınımızda, evin duvarında. Gerçekten Şirin'imize, şirin bir şeye/birr'e kavuşmak için dağları delip, ardındaki suyu insanlara sunmamız gerek: “Vur kazmayı Ferhat! Çoğu gitti, azı kaldı.“
1399] 17/İsrâ, 82
- 360 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Su ve Yağmur Konusunda Âyet-i Kerimeler
A- Su (ve Yağmur) Anlamındaki Mâ’ Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 63 Yerde): 2/Bakara, 22, 74, 164; 4/Nisâ, 6; 6/En’âm, 99; 7/A’râf, 50, 57; 8/Enfâl, 11; 10/Yûnus, 24; 11/Hûd, 7, 43, 44, 44; 13/Ra’d, 4, 14, 17; 14/İbrâhim, 16, 32; 15/Hıcr, 22; 16/Nahl, 10, 65; 18/Kehf, 29, 41, 45; 20/Tâhâ, 53; 21/Enbiyâ, 30; 22/Hacc, 5, 63; 23/Mü’minûn, 18; 24/Nûr, 39, 45; 25/Furkan, 48, 54; 27/Neml, 60; 28/Kasas, 23; 29/Ankebût, 63; 30/Rûm, 24; 31/Lokman,10; 32/Secde, 8, 27; 35/Fâtır, 27; 39/Zümer, 21; 41/Fussılet, 39; 43/Zuhruf, 11; 47/Muhammed, 15, 15; 50/Kaf, 9; 54/Kamer, 11, 12, 28; 56/Vâkıa, 31, 68; 67/Mülk, 30, 30; 69/Hakka, 11; 72/Cinn, 16; 77/Mürselât, 20, 27; 78/Nebe’, 14; 79/Nâziât, 31; 80/Abese, 25; 86/Târık, 6.
B- Yağmur ve Taş Yağmuru vs. gibi Yukarıdan İnen Azab Anlamına Gelen Metar kelimesi ve Fiil Halindeki Türevlerinin Geçtiği Âyetler (Toplam 12 Yerde): Yağmur Anlamında: 4/Nisâ, 102; 46/Ahkaf, 24. Taş Yağmuru Anlamında Metar: 7/A’râf, 84, 84; 8/Enfâl, 32; 11/Hûd, 82; 15/Hıcr, 74; 25/Furkan, 40, 40; 26/Şuarâ, 173, 173, 173; 27/Neml, 58, 58, 58.
C- Su Konusundaki Âyet-i Kerimeler
a- Suyun Yaratılışı: Hud, 7.
b- Su, Temiz ve Temizleyicidir: Furkan, 48.
c- Yerden Fışkıran Sular: Yasin, 34-35.
d- Su, İnsana Verilen Nimettir: İbrahim, 32; Mürselat, 27; Naziat, 31.
D- Denizler, Nehirler ve Gemilerle İlgili Âyetler
a- Denizçler ve Irmaklar: Bakara, 74; En'am, 6; Hud, 7; Ra'd, 3; Nahl, 14-15; Enbiya, 30; Nur, 39-40; Furkan, 49, 53; Neml, 61; Lokman, 32; Fatır, 12; Yasin, 34; Casiye, 12; Tur, 34; Rahman, 19-20, 22.
b- Denizler, insanın Hizmetine Verilmiştir: Nahl, 14; Casiye, 12.
c- Denizlerden Balık, İnci ve Mercan Gibi Nimetler Çıkar: Nahl, 14; Fatır, 12; Rahman, 22.
d- Tuzlu-Tuzsuz Deniz ve Sulardaki Hikmet: Furkan, 53; Fatır, 12; Rahman, 19-20.
e- Irmakların Yaratılışı: Ra'd, 3
f- Gemilerin Yüzmesi: Bakara, 164; Yunus, 22; İbrahim, 32; Hacc, 65; Rum, 46; Lokman, 31-32; Fatır, 12; Yasin, 41-44; Şura, 32-33; Casiye, 12; Zariyat, 3.
g- Gemişeli İnsanların Faydasına Veren Allah'tır: İbrahim, 32; Nahl, 14; İsra, 66; Zuhruf, 12-14; Rahman, 24-25.
h- Gemilerin Batması: Şura, 34-35.
E- Yağmur Konusundaki Âyetler
a- Yağmuru İndiren Allah'tır: En'am, 99; Ra'd, 17; Mü'minun, 18; Furkan, 48-49; Rum, 48; Lokman, 34; Vakıa, 68-70.
b- Yağmurun İndirilişi: Hıcr, 22; Nahl, 65; Nur, 43; Rum, 48; Nebe', 14.
c- Yağmurun İndiriliş Sebebi: Bakara, 22, 164; En'am, 99; A'raf, 57; İbrahim, 32; Nahl, 10-11; Hacc, 63; Mü'minun, 18-19; Furkan, 48-49; Rum, 24, 48-49; Lokman, 10; Fatır, 27; Kaf, 9-10; Nebe', 15-16.
d- Yağmur Rahmettir: A'raf, 57; Furkan, 48; Neml, 63; Rum, 46, 50; Şura, 28.
e- Yağmurda İbretler Vardır: Furkan, 50; Rum, 24.
f- Yağmur ve Yağmurun Toprağı Diriltmesinde İbretler Vardır: A'raf, 57; Nahl, 11, 65; Furkan, 50; Rum, 24; Casiye, 5.
g- Yağmur, Bulutlardan İner: Ra'd, 12; Zariyat, 2; Nebe', 14.
h- Ümitler Kesilince, Yağmuru İndiren Allah'tır: Şura, 28.
i- Dolu Yağışı: Nur, 43.
j- Allah, Yağmurla Ölü Toprağa Can Verir: Nahl, 65; Rum, 50; Fatır, 9; Fussılet, 39; Zuhruf, 11; Casiye, 5; Kaf, 11; Abese, 25-32.
k- Yağmurla Rızık İner: Zariyat, 22.
l- Yağmur Duasında İstiğfar Etmek: Nuh, 10-12.
F- Bulutlarla İlgili Âyetler
a- Bulutlar: Bakara, 57, 164, 210; A'raf, 57, 160; Ra'd, 12; Nur, 40, 43; Furkan, 25; Neml, 88; Rum, 48; Fatır, 9; Ahkaf, 24; Zariyat, 2; Tur, 44; Vakıa, 69; Nebe', 14.
b- Bulutlar Yağmur Yüklüdür: Ra'd, 12; Zariyat, 2; Nebe', 14.
SU VE YAĞMUR
- 361 -
c- Bulutların Sağa-Sola Kaymaları: Bakara, 164; A'raf, 57.
d- Bulutların Rüzgâr Tarafından Yürütülmesi: A'raf, 57; Rum, 48; Fatır, 9.
G- Rüzgâr Konusundaki Âyetler
e- Rüzgâr, Yağmurun Önünde Müjdecidir: A'raf, 57; Furkan, 48; Rum, 46, 48.
f- Rüzgârın Aşılama Görevi: Hıcr, 22.
g- Rüzgâr, Bulutları Harekete Getirir: A'raf, 57; Rum, 48; Fatır, 9.
h- Rüzgârın Çeşitli Yönlerde Esmesinde İbretler Vardır: Bakara, 164; A'raf, 57; Casiye, 5.
Sularla İlgili Kütüb-i Sitte Hadis Kaynakları
a- Kirlenmeyen Suyun Miktarı: 16/ 603-604.
b- Suyun İyi Olması İçin Aranan On Vasıf: 10/ 331-332.
c- Suda Çer-Çöp Görüldüğünde Suyu Dökmek: 8/ 111.
d- Su Dağıtırken Cemaatin Büyüğünden Başlamak: 8/ 114.
e- Suyu Dökerek Temizlikle İlgili Çıkarılan Hükümler: 10/ 338-339.
f- Su İle İstinca: 16/571.
g- Suyun Mahiyeti ve Pislikle Karıştıktan Sonraki Durumu: 10/ 319.
h- Suyun Satılması: 3/ 44-45.
i- Suyu Sadaka Etmenin Fazileti: 17/ 475.
j- Açık Arazilerde Bulunan Suların Temizliği: 10/ 320.
k- Ashabın, Râsûlullah'ın Abdest Suyunu Toplamaları: 10/ 328.
l- Bir Cemaate İçecek Dağıtan, En Son İçer: 8/ 111.
m- Durgun Suların Temizliğinde Esas Alınan Ölçü: 10/ 320-321.
n- Durgun Suya Bevletmenin Yasaklanması: 10/322.
o- Ensar ve Muhacirlerin Su Yüzünden Birbirleriyle Kavgası: 12/ 160.
p- Gözeden Ağızla Su İçmek Caizdir: 8/ 120-121.
q- İhtiyaç Sahibine Su Vermek, Cehennemden Kurtulmya Vesiledir: 17/ 475-476.
r- Mümkünse İyi (Tatlı) Su İçmek: 8/ 118-119.
s- Müslümanların Ortak Olduğu; Ot, Su ve Ateşin Durumu: 14/ 516-517.
t- Râsûlullah'ın “Su Temizdir; Onu Hiçbir Şey Kirletemez“ Sözünün İzahı: 10/317-319.
u- Su İçme Âdâbı: 8/ 103.
v- İçecekler Hakkında: 8/ 102.
w- İçeceklerin En İyisi: 8/156.
x- Râsûlullah'ın En Çok Sevdiği İçecek: 8/ 157.
y- Ayakta İçmemek: 8/ 105-106.
z- Ayakta Yiyip İçmekten Men Eden Hadisler: 8/ 106.
aa- Ayakta İçmenin Caiz Olduğunu İfade Eden Hadisler: 8/ 155-156.
ab- İçerken Nefes Alıp Vermemek: 8/ 109-111; 10/ 378-379.
ac- Kapların Ağzından İçmemek: 8/ 107-108.
ad- Su İçenlerin Öncelik Sırası: 8/ 113.
ae- Suyu İçtikten Sonra “Elhamdülillâh“ demek: 8/ 109.
af- Suyu Üç Solukta (Yudumda) Dinlenerek İçmek: 8/ 109-112.
ag- Râsûlullah'ın Suyu Küçüğe Vermesi: 8/ 113.
ah- Sıcak Günde Soğuk Su İçilebilir: 8/ 121.
ai- Su Verirken Büyüğün Öne Geçirilmesi: 8/ 114-115.
aj- Suyun Soğutmada Kullanılması: 11/ 288.
ak- Su Tatbiki İle Tedavi: 11/ 390.
al- Su Uyur, Düşman Uyumaz: 7/ 3117-318.
nn- Yağmur Namazı ve Duası: 17/ 78-79; 9/ 364-367.
oo- Yağmurla Helak Edilen Bir Kavim: 6/ 353.
- 362 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s.128-131
2. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 234
3. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 5, s. 4440-443
4. Su ve Tabiat, Hekimoğlu İsmail, H. Hüseyin Korkmaz, Türdav Y. s. 3-16
5. İlimler ve Yorumlar, Hekimoğlu İsmail, H. H. Korkmaz, Türdav Y. s. 22-29, 264, 273-282
6. İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 501
7. Kur'an ve Kâinat Âyetleri, Fethullah Han, İnkılab Y. s.335-337
8. Allah ve Modern İlim II, Abdürrezzak Nevfel, Hikmet Y. s. 55-57, 218-219
9. Kitab-ı Mukaddes, Kuran ve Bilim, Maurice Bucaille, T.Ö.V. Y. s. 254-267, 275-282
10. Kur'an'da İlmî Mucizeler, Abdülmecid Zindani, Kayıhan Y. s. 65-68
11. Psikolojik ve Sıhhi Açıdan İbadet, Abdullah Aymaz, Çağlayan A.Ş. Y. s. 63-70, 78-83
12. İlim, Felsefe, Kur'an Işığında İman, A. Nedim el-Cisr, Kitabevi Y. s. 348- 396
13. Kaza-Kader, M. Kenan Çığman, Özel Y. s. 218-223
14. Su Mühendisliği, Mustafa E. Ulugür, Çağlayan Kitabevi Y.
15. Su Savaşları, John Bullach-Adel Darwısh, Altın Kitaplar Y.
16. Su Sorunu, Türkiye ve Ortadoğu, Sabahattin Şen, Bağlam Y.
17. Su Teknolojisi, Anorganik Teknoloji, Memnune Bildik, Fırat Üniv. Y.
18. Su Temini ve Çevre Sağlığı, Yılmaz Muslu, İst. Teknik Üniv. Y.
SİHİR / BÜYÜ
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
SİHİR / BÜYÜ
- 275 -
Kavram no 161
İmtihan 9
Bk. Cin; İblis-Şeytan; Vesvese; Firavun; Fesad-İfsâd
SİHİR / BÜYÜ
• Sihir; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’an-ı Kerim’de Sihir Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Sihir Kavramı
• Sihrin Tarihçesi
• Büyünün Çeşitleri
• Büyünün Etkisi Var mıdır?
• Hârut ve Mârut
• Cinlerin İnsanların Emrine Girmesi Mümkün müdür?
• Hz. Peygamber’e Büyü Yapıldı mı?
• Cin; Mâhiyeti ve Hakkındaki İstismarlar, Yanlış Kabuller
• Sihrin ve Büyücünün Hükmü
• Ve Günümüz
• Sihir/Büyü ile İlgili Bazı Kavramlar
“Süleyman’ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların söylediklerine tâbi oldular. Hâlbuki Süleyman kâfir olmadı (Büyü yapmadı ve ona inanmadı). Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri (büyü ilmini) ve Bâbil’de Hârût ve Mârût’a indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki o iki melek herkese ‘Biz imtihan için gönderildik, sakın (yanlış inanıp büyü yapmaya cevaz verip de) kâfir olmayasınız’ dedikten sonra ancak ilim öğretirlerdi. Onlar karı ile koca arasını açan şeyleri öğreniyorlardı. Büyücüler, Allah’ın izni olmadan hiçbir hususta zarar veremezler. Onlar (büyücüler) kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler. Onlar kesinlikle bilmişlerdir ki, kim onu (sihri) satın alırsa (ona para verirse), onun âhiretten nasîbi yoktur. Karşılığında kendi varlıklarını sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!“ 1128
“Eğer onlar Allah'a inanıp kendilerini kötülükten korumuş olsalardı, şüphesiz, Allah tarafından kendilerine verilecek sevap daha hayırlı idi. Eğer bunu bilselerdi ne iyi olurdu.“ 1129
Sihir; Anlam ve Mâhiyeti
Sihr, nüzul sürecinde ilk kez Müddessir sûresi 24. âyette geçer. Dilde “gizli bir sebeple insanın gözünü ya da gönlünü yanıltan şey“ demektir. Görenin görüleni olduğundan farklı algılamasıdır. Görülen, aslında görüldüğü gibi değildir. Eğer dişi keçinin memesi dolu dolu görüldüğü halde sütü az çıkarsa Araplar “anzun meshûrun“ derler. Sabahın alaca karanlığına sehar (seher), seherde yenen Ramazan yemeğine de aynı kökten gelen “sahur“ ismi verilmiştir. Seher, karanlıkla aydınlığın birbirine karışmış olması halidir ki, hakikatle hayalin, hakla
1128] 2/Bakara, 102
1129] 2/Bakara, 103
- 276 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bâtılın, gerçekle yalanın birbirine karıştığı hali çağrıştırır. Sihir, sebebi bilinmeyen herhangi bir şey olarak da tanımlanmıştır. Yukarıdaki birinci tanım özneyi (gören), bu ikinci tanım da nesneyi (görülen) esas alan tanımlardır ve ikisi de birbirini tamamlar. İster özne açısından ister nesne açısından tanımlansın, sihir her hâlükârda hakikatin zıddı olan zannı ve itmînânın zıddı olan vehmi ifade eder. Bunlar bazen görenden, bazen görülenden bazen de her ikisinden kaynaklanır. Meselâ “Eğer onlara gökten bir kapı aralasak da onlar oraya çıkacak olsalar da ‘herhalde gözlerimiz döndürüldü, biz sihirlenmiş bir topluluğuz’ derlerdi.“1130 âyetinde geçen “sihir“ gören açısındandır. Çünkü kaynağı hakikat olduğu halde gören farklı algılamıştır. “Kimi (zaman) söz, bir büyüdür.“ Hadisinde de dinleyen açısındandır. Bu anlamda Türkçe’de “İki söz, bir büyü“ atasözün vardır ve tabii ki mecazdır. Şu âyette ise hem gören hem de görülen açısındandır: “Mûsâ bir de ne görsün: Onların ipleri ve değnekleri, yaptıkları sihir marifetiyle, ona hızla akıyormuş gibi göründü (yuhayyelu ileyhi).“1131 Velid, Allah Rasûlünün ömründe sihre örnek gösterecek bir olağan dışılık bulamayınca “ebeveynle evlâdın arasını ayırıyor“ dedi. Hiç şüphesiz müşrikler bu vahye sözlü bir sihir olarak bakıyorlardı. 1132
Türkçede “büyü“ kelimesiyle karşılanan “Sihir“, Arapça lügat anlamıyla, “her ne olursa olsun, sebebi gizli olan ince şey“ demektir. Nitekim fecir vaktinin başlangıcına da ufuk çizgisinin inceliğinden dolayı “seher“ denilir. Bu anlamda, yani sebebi gizli olan ince şeyleri bilmek ve tanımak anlamında sihrin küfür olmayacağı açıktır. Ancak, dinî örfteki anlamıyla sihir, sadece bu demek değildir. Sebebi gizli olmakla beraber, gerçeğin aksine tahayyül olunan yıldızcılık, falcılık, medyumluk, cincilik, şarlatanlık, hilekârlık yolunda cereyan eden herhangi bir şey demektir. Halk dilinde de sihir veya büyü denilince akla gelen bunlardır ve bütün bunlar çirkin ve bâtıl şeylerdir. Çünkü bunda esrârengiz bir şekilde hakkı bâtıl, bâtılı hak; hakikati hayal, hayali hakikat diye göstermek vardır. Nitekim “insanların gözlerini sihirlediler.“1133; “Sihirleri sâyesinde ipleri ve sopaları onun hayâlini büyüledi, çünkü onlar gerçekten yürüyor gibiydiler.“1134 buyrulmaktadır. Demek ki, esrârengiz, gizli sebep ile incelik, dış görünüşü itibarıyla çekicilik ve bir de kötü maksat, sihrin niteliğini belirler.
Dinî örfte sihir, sebebi gizli olmakla, gerçeğin zıddına tahayyül olunan, gözbağcılık, yaldızcılık, şarlatanlık, hilekârlık tarzında cereyan eden herhangi bir şey demektir. Kendisinde, hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterme özelliği söz konusu olduğu için, aslında ortak adı İslâm olan tüm semâvî dinler tarafından kötülenmiş ve yasaklanmıştır. Mâhiyetinde, esrârengiz gizli sebep ile incelik, dış görünüşünde câzibe, hile ve kötü niyet vardır. Bizzat ilâhî irâde ile meydana gelen olaylardan değildir. Ortaya konulabilmesi için teşebbüs edilmesi gerekli özel bir sebebi vardır. Bu özel sebebi herkes bilemediğinden, sihir hârika gibi zannedilir. Bunun için, sebebi herkesçe bilinmeyen herhangi bir hakikat bile başkalarını kandırmak için kullanıldığı takdirde sihir olur. Bu sebebin nazarî/teorik olarak açıklanabilir bir halde bulunması da şart değildir. Az çok taklidî bir şekilde ortaya konulabilmesi de yeterlidir.
1130] 15/Hicr, 14-15
1131] 7/A’râf, 116; 20/Tâhâ, 66
1132] M. İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, s. 1192
1133] 7/A’râf, 116
1134] 20/Tâhâ, 66
SİHİR / BÜYÜ
- 277 -
Yaratılış sebebi ilmen açıklanamayan, tek başına ya da zincirleme bazı garip olaylar meydana getirebilmek sihir olmaz. Fakat İnsanları aldatmak için bunlardan faydalanmaya kalkışıldığı ve bu şekilde kalplere tesir ederek dolandırıcılık yapılmak istenildiği zaman bunlar sihir özelliği kazanırlar. Bunun için imansızlık, ahlâksızlık ve aldatmak, sihrin köküdür. Sihirbazlar, çeşitli bilimlerden, sanayi ve teknolojiden, edebiyattan, felsefeden, yaratılışın garip sırlarından kötü niyetleri için yararlanmasını bilirler. Bu şekilde hakkı gizlemek için yazılmış nice felsefeler, romanlar, tarih kılıklı kitaplar vardır. Vaktiyle hukemânın, yani hikmet ehli kimselerin “domuzların boynuna mücevher (inci gerdanlık) takmayın“ nasihati, bu gibi kimselerin yüksek ilimleri öğrenerek, bunları kötü maksatlarla kullanmalarını önlemek için verilmiştir.
Sihir, din açısından şiddetle kınandığı ve yapanlara ağır cezalar öngördüğü halde; bazı kayıtlarla meşrû kılınmış hususlar için de kullanılmıştır. Hz. Peygamber’in “Belîğ olan sözlerden bir kısmı muhakkak sihirdir.“1135 sözleri bu cümledendir. Ömer bin Abdülaziz de, kişinin güzel konuşması ile gerçeği etkili şekilde ortaya koymasına “sihr-i helâl“ demiştir. Bu durumda, hakkı ortaya koyan belîğ konuşmalar helâl bir sihir olup hakkı bâtıl, bâtılı hak şeklinde gösteren belîğ konuşmalar da haram bir sihirdir. 1136
Büyü anlamına gelen Fransızca ve Almanca “magie“, İngilizce “magi“, “magic“ kelimelerinin aslının Yunanca “magos“tan geldiği bilinmektedir. “Sihir“ kelimesi, Türkçede “büyü“ kelimesiyle karşılanır. Aynı zamanda sihir kelimesi de kullanılır. Fakat, Türkçede sihir ve büyü kelimeleri tümüyle aynı anlamda kullanılmamaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de geçen “sihir“ kelimesi, büyü anlamını da taşımakla birlikte sihir, büyüden daha geniş kapsamlıdır: Büyü ile sihrin bazı şekilleri arasında farklar vardır.
Öte yandan Türkçe’de büyücü ile sihirbaz aynı anlama gelmemektedir. Sihirbazlıkta gözü, görüşü aldatan, hokkabazlık, el çabukluğu ve renk yanıltmasına dayanan bir gösteri anlamı da vardır. İllüzyonizm, manyetizma, hipnoz, telepati gibi teknikleri uygulayan kimse, sihirbazdır. Büyücü ise, iyi veya kötü varlıkların yardımını sağladığı varsayılan, büyü tekniğini, usullerini, tılsımlı sözleri, iksirleri, uygun materyali, muskaları, diğer ilgili maddeleri bilen ve kullanan veya öyle kabul edilen kimsedir. Daha çok el çabukluğuna dayanan, sahne showlarına, halkı eğlendirme amacıyla gösterilen teknik ve illüzyonlara, gözleri yanıltmaya sihirbazlık denilirken; cinlerle iş yaptığı zannedilen, muska ve üfürükten yararlanan, İnsanların zihnini etkilemeye ve çeşitli rûhî hastalıklara veya bu hastalıkları tedâviye sebep olduğu kabul edilen kimselerin tıp, bilim ve din dışı araçlar kullanarak yaptıklarına da büyü denilmektedir. Cadılar ve kâhinler, büyücülerle karıştırılırsa da aslında onlarınki bir teknik değil; şahsî kabiliyet veya istismara dayanan farklı yöntemlerdir. Medyumlar, falcılar, astrologlar da modern müneccim ve büyücüler olarak kabul edilebilir.
Büyü, “tabiat üstü gizli güçlerle ilişki kurularak yahut kendilerinde gizli güçler bulunduğuna inanılan bazı tabiî/doğal nesneler kullanılarak zararlı, faydalı veya koruma gâyeli bazı sonuçlar elde etmek için yapılan işler“ şeklinde tarif edilebilir. Kutsalla ilişkisi bulunmaması ve ahlâkî amaç taşımaması, büyünün
1135] Buhârî, Nikâh 47; Müslim, Cum’a 47
1136] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 1/366-367
- 278 -
KUR’AN KAVRAMLARI
en temel özellikleridir; başlıca gayesi ise daima çıkar sağlamaktır. Batılı bazı araştırmacılar, “din“ ile “büyü“ arasında benzerlikler bularak, birbirlerini etkiledikleri, birinin diğerini doğurduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu, büyüyü tümüyle dışlayan, sihri küfür ve şirk olarak tanımlayan İslâm için, düşünülmesi bile mümkün olmayan bir bühtandır. Hatta bu değerlendirmeyi, İslâm’ın dışındaki diğer dinler için de doğru olmayan ve din düşmanlığını sergilemek için, iki zıt şey arasında ayrıntıyla ilgili ve çok küçük bir iki benzerliğin kasıtlı olarak abartılmasından dolayı ortaya atılan bir iddia ve her türlü dine bir iftira kabul ediyoruz.
Din ile büyü arasında benzerlik bulanlara karşı şu görüşler ileri sürülür: Din her şeye gücü yeten bir varlığa, büyü ise tabiattaki bir güce yönelmektir. Dinin bir cemaati, büyücünün ise sadece müşterisi vardır. Dinde günah anlayışı varken büyüde yoktur. Dinde açıklık, büyüde kapalılık ve gizlilik; dinde itaat, bağlanma, büyüde muvakkat bir menfaat hesabı vardır. Dindeki duâ, ibâdet, ahlâk, dayanışma, birlik gibi temel unsurlar büyüde yoktur. Büyüde dinî uygulamalardaki mânevî, ruhanî özden, derûnî inanıştan çok dış unsurlar, katı şartlar, maddî araçlar ön plandadır. Büyü ilâhî otorite ve ahlâkî kuralların dışındadır.
Büyü, inanışa göre, Tanrı veya tanrıların kudretinin üstünde bir şey yapmak veya onları zorlayarak bir gâyeyi gerçekleştirmek iddiasındadır. Hâlbuki dinde Tanrı’ya itaat etmek, O’nun hoşnutluğunu kazanmak, gazabından sakınmak, ceza veya mükâfatına göre tavır almak söz konusudur. Büyünün temel gâyesi, menfaat temini olduğundan, yerine göre dince kutsal sayılan şeyleri de kendi gâyesi için kullanarak dini istismar edebilir. Büyüde şahsî, dinde hem şahsî hem de sosyal gâye söz konusudur. Dinin devamlılığına karşılık, kişinin bilgi, yetenek ve imkânı bitince veya gâyesini gerçekleştirince büyü olayı sona erer. 1137
Kur’an-ı Kerim’de Sihir Kavramı
“Sihir“ kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’ân-ı Kerim’de 60 yerde geçer; 2 âyette de “kâhin“ kelimesi kullanılır. Kur’an, câhiliyye toplumu üyesi müşriklerin, hak olarak gönderildiklerini tebliğ ettiklerinde, bunları alışılmadık, duyulmadık şeyler olarak değerlendirerek, peygamberlere “büyülenmiş, kendisine sihir yapılmış, cinlenmiş, mecnun“ gibi ifâdeler yakıştırdıklarını belirtir. Yine hakkın ifadesi olan vahye de “bu bir sihirdir/büyüdür“ dediklerini ifade eder.1138 Kur’an, bu ithamları kesin bir dille reddeder. Peygamberin bir kâhin, mecnun veya sihre uğramış biri, ya da büyücü/sihirbaz olmadığını belirtir.1139 Peygamberlerin mûcize göstermesine karşı kâfirler buna sihir demişlerdir 1140 Bunların yanında sihrin peygamberlerle ve vahiyle zerre kadar ilgisi olmayan, şeytânî bir pislik ve küfür olduğu vurgulanır.
“Sihir“ kelimesi, Kur’an’da “hile“, 1141, “kandırmak ve aldatmak“1142 anlamlarında kullanılır. Sihirbazlar/büyücüler fesatçı/bozguncu (müfsid) olarak değerlendirilir ve Allah’ın onların işini düzeltmeyeceği açıklanır.1143 Kur’an, si1137]
Hikmet Tanyu, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 501-502
1138] 10/Yûnus, 2
1139] 52/Tûr, 29-30; 68/Kalem, 2; 81/Tekvîr, 22
1140] 5/Mâide, 110; 6/En’âm, 7; 10/Yûnus, 77; 27/Neml, 13, 28/Kasas, 48; 37/Sâffât, 14-15
1141] 20/Tâhâ, 64, 69
1142] 23/Mü’minûn, 89
1143] 10/Yûnus, 81
SİHİR / BÜYÜ
- 279 -
hirbazların, nereye gitseler başarılı olamayacağını belirtir.1144 Allah, sihri tesirsiz bırakacak, iptal edecektir.1145 Kur’an, Hz. Mûsâ ile Firavunun sihirbazları arasındaki mücâdeleyi, değişik sûrelerde ve bazı ayrıntılarla birlikte açıklar.1146 Bu mücâdelenin vurgulanması, her dönemde değişik biçimde ve farklı araçlarla Firavunların sihirbazlar/büyücüler (hakkı bâtıl ve bâtılı hak, akı kara ve karayı ak gösterenler, insanları çeşitli hilelerle kandıran ve oyalayanlar) ile vahyin ve Peygamberî dâvetin karşısına çıkacaklarını hatırlatır. Yine mü’minlere ders ve moral verilir; kim olurlarsa olsunlar, büyücülerin ortaya koyduklarını Allah boşa çıkarıp iptal edecek, her nerede olurlarsa olsunlar büyücüler başarısız olacaklar, her iki dünyada da felâha kavuşamayacaklar, kurtuluşa eremeyeceklerdir.
“Süleyman’ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların söylediklerine tâbi oldular. Hâlbuki Süleyman kâfir olmadı (Büyü yapmadı ve ona inanmadı). Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri (büyü ilmini) ve Bâbil’de Hârût ve Mârût’a indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki o iki melek herkese ‘Biz imtihan için gönderildik, sakın (yanlış inanıp büyü yapmaya cevaz verip de) kâfir olmayasınız’ dedikten sonra ancak ilim öğretirlerdi. Onlar karı ile koca arasını açan şeyleri öğreniyorlardı. Büyücüler, Allah’ın izni olmadan hiçbir hususta zarar veremezler. Onlar (büyücüler) kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler. Onlar kesinlikle bilmişlerdir ki, kim onu (sihri) satın alırsa (ona para verirse), onun âhiretten nasîbi yoktur. Karşılığında kendi varlıklarını sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!“ 1147
“Allah o zaman şöyle diyecek: ‘Ey Meryem oğlu İsa! (...) Hani İsrâiloğullarını (seni öldürmekten) engellemiştim; kendilerine apaçık deliller (mûcizeler) getirdiğin zaman, içlerinden inkâr edenler, ‘bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir’ demişlerdi.“ 1148
“Eğer sana kâğıt üzerine yazılmış bir Kitap indirseydik de onlar elleriyle onu tutmuş olsalardı, yine de inkâr ediciler: ‘Bu, apaçık büyüden başka bir şey değildir’ derlerdi.“ 1149
“Firavun kavminden ileri gelenler dediler ki: Bu çok bilgili bir sihirbazdır. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor; ne buyurursunuz? Dediler ki: O’nu da kardeşini de beklet, şehirlere toplayıcı (memurlar) yolla. Bütün bilgili sihirbazları (toplayıp) sana getirsinler. Sihirbazlar Firavun’a geldi ve ‘eğer üstün gelen biz olursak, bize kesin bir mükâfat var mı?’ dediler. (Firavun:) ‘Evet, hem de siz mutlaka yakınlarımdan olacaksınız’ dedi. (Sihirbazlar,) ‘Ey Mûsâ, sen mi (önce hünerini ortaya) atacaksın, yoksa önce atanlar bizler mi olalım?’ dediler. ‘Siz atın’ dedi. Onlar atınca insanların gözlerini büyülediler, onları korkuttular ve büyük bir sihir (ortaya) getirdiler. Biz de Mûsâ’ya, ‘asanı at’ diye vahyettik. Bir de baktılar ki; bu, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor. Böylece gerçek ortaya çıktı ve onların yapmakta oldukları yok olup gitti. (Firavun ve kavmi) orada yenildi ve küçük düşerek geri döndüler. Sihirbazlar ise secdeye kapandılar. ‘Mûsâ ve Hârun’un da Rabbi olan âlemlerin Rabbine inandık’ dediler. Firavun dedi ki: ‘Ben size izin vermeden O’na iman mı ettiniz? Bu hiç şüphesiz şehrin (Mısır) kıptî olan halkını oradan çıkarmak için kurduğunuz bir tuzaktır. Ama yakında (başınıza gelecekleri) bileceksiniz! Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi asacağım.’ Onlar, ‘Biz zaten Rabbimiz’e döneceğiz. Sen
1144] 20/Tâhâ, 69; 10/Yûnus, 77
1145] 10/Yûnus, 81
1146] 7/A’râf, 103-126; 10/Yûnus, 75-86; 20/Tâhâ, 56-72; 26/Şuarâ, 30-51
1147] 2/Bakara, 102
1148] 5/Mâide, 110
1149] 6/En’âm, 7
- 280 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sadece, Rabbimiz’in âyetleri geldiğinde onlara inandığımız için bizden intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz, üstümüze sabır yağdır ve bizi müslüman olarak öldür’ dediler.“ 1150
“Ve dediler ki: ‘Sen bizi büyülemek için her ne mûcize getirirsen, biz asla sana inanacak değiliz.“ 1151
“Firavun dedi ki: ‘Bilgili bütün sihirbazları bana getirin! Sihirbazlar gelince Mûsâ onlara: ‘Atacağınızı atın’ dedi. Onlar (iplerini) atınca, Mûsâ dedi ki: ‘Sizin getirdiğiniz sihirdir. Allah onu iptal edecek, boşa çıkaracaktır. Çünkü Allah fesatçıların/bozguncuların işini düzeltmez. Suçluların hoşuna gitmese de Allah, sözleriyle gerçeği açığa çıkaracaktır.“ 1152
“İçlerinden bir adama: ‘İnsanları uyar ve iman edenlere, Rableri katında onlar için yüksek bir doğruluk makamı olduğunu müjdele’ diye vahyetmemiz, İnsanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki, o kâfirler: ‘Bu elbette apaçık bir sihirbazdır’ dediler.“ 1153
“Katımızdan onlara hak (mûcize) gelince: ‘Bu elbette apaçık bir sihirdir’ dediler. Mûsâ: ‘Size hak geldiğinde onun için (hep böyle) mi dersiniz? Bu bir sihir midir? Hâlbuki sihirbazlar iflâh olmazlar’ dedi.“ 1154
“...(Rasûlüm!) ‘ölümden sonra muhakkak diriltileceksiniz’ desen, kâfir olanlar derhal ‘bu, açık bir büyüden başka bir şey değildir’ derler.“ 1155
“Öncekilerin başına gelenlerden ders almaları gerekirken onlar hâlâ buna (Kur’an’a) inanmıyorlar. Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar, yine ‘gözlerimiz boyandı, daha doğrusu bize büyü yapılmıştır’ derler.“ 1156
“Biz, onların seni dinlerken ne maksatla dinlediklerini, kendi aralarında fısıldaşırlarken de o zâlimlerin, ‘Siz, sihirlenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz!’ dediklerini çok iyi biliriz.“ 1157
“(Firavun’un sihirbazları) şöyle dediler: ‘Bu ikisi (Mûsâ ve Hârun), muhakkak ki, sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve sizin örnek yolunuzu ortadan kaldırmak isteyen iki sihirbazdırlar sadece. Öyle ise hilenizi kurun; sonra sıra halinde gelin! Muhakkak ki bugün, üstün gelen kazanmıştır. Dediler ki: ‘Ey Mûsâ! Ya sen at veya önce atan biz olalım.’ ‘Hayır, siz atın’ dedi. Bir de baktı ki, büyüleri sâyesinde ipleri ve sopaları, kendisine gerçekten koşuyor gibi görünüyor. Mûsâ, birden içinde bir korku duydu. ‘Korkma!’ dedik, ‘üstün gelecek olan, kesinlikle sensin.’ Sağ elindekini at da, onların yaptıklarını yutsun. Yaptıkları, sadece bir büyücü hilesidir. Sihirbaz/büyücü ise, nereye varsa (ne yapsa) iflâh olmaz. Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapandılar; ‘Hârun’un ve Mûsâ’nın Rabbine iman ettik’ dediler.“ 1158
“...(O müşrik) zâlimler (mü’minlere:) ‘Siz, ancak büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız!’ dediler.“ 1159
1150] 7/A’râf, 109-126
1151] 7/A’râf, 132
1152] 10/Yûnus, 79-82
1153] 10/Yûnus, 2
1154] 10/Yûnus, 76-77
1155] 11/Hûd, 7
1156] 15/Hıcr, 13-15
1157] 17/İsrâ, 47
1158] 20/Tâhâ, 63-70
1159] 25/Furkan, 8
SİHİR / BÜYÜ
- 281 -
“Dediler ki: ‘Sen, olsa olsa iyice sihirlenmiş birisin!“ 1160
“(Firavun ve adamları Hz. Mûsâ’ya, azâbı görünce) Dediler ki: ‘Ey sihir ustası! Sana verdiği ahid uyarınca bizim için Rabbine duâ et; çünkü biz, doğru yola gireceğiz.“ 1161
“İşte böylece, onlardan öncekilere herhangi bir peygamber geldiğinde hemen: ‘O, bir büyücüdür veya delidir’ dediler.“ 1162
“O gün cehennem ateşine itilip atılırlar da, ‘işte yalanlayıp durduğunuz ateş budur’ denilir. Bir sihir midir bu, yoksa görmüyor musunuz?“ 1163
“(Ey Muhammed!) Sen öğüt ver, Rabbinin nimetiyle sen ne bir kâhinsin, ne de cinlenmiş bir deli.“ 1164
“Onlar bir mûcize görürlerse hemen yüz çevirirler ve: ‘eskiden beri devam edegelen bir büyüdür’ derler.“ 1165
“(Rasûl’üm,) Sen -Rabbinin nimeti sâyesinde- mecnun (cinlenmiş veya deli) değilsin.“ 1166
“De ki: ‘Yaratıkların şerrinden, bastırdığı zaman karanlığın şerrinden, düğümlere üfleyenlerin şerrinden, hased ettiği zaman hasedçinin şerrinden, tan yerini ağartan Rabbe sığınırım.“ 1167
Hadis-i Şeriflerde Sihir Kavramı
“İçki bağımlısı, sihre inanan ve akrabalarıyla alâkasını (sıla-i rahmi) kesen cennete giremeyecektir.“ (Hadisin bazı rivâyetlerinde “mü’minun bi-sihrin, -sihre inanan-“geçmesine karşılık, bazılarında “Mûsâddıkun bi’s-sihr -sihri tasdik eden-“ şeklinde geçmektedir.) 1168
“Düğüm atarak üzerine üfleyen kimse sihir yapmıştır. Sihir yapan ise şirk koşmuştur. Üzerine bir şey takan kimse, (taktığı şeye) güvenmiş olur.“ 1169
“(Şu) Helâk edici yedi şeyden sakının.“ Dediler ki: ‘Bunlar nelerdir, ey Allah’ın Rasûlü? Buyurdular ki: “Allah'a şirk/ortak koşmak, sihir yapmak, Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmek, yetim malı yemek, fâiz malı yemek, savaşta düşmandan kaçmak, kendini savunmaktan âciz nâmuslu kadınlara zinâ iftirâsında bulunmak.“ 1170
İki yahûdiden birisi, diğerine ‘beraberce gidip şu peygamber’e soru soralım’ dedi. Arkadaşı, ‘ona peygamber deme! Sonra senin ona peygamber dediğini duyarsa (sevincinden) dört gözlü olur’ dedi. Sonra Nebî (s.a.s.)’ye geldiler ve ona:
1160] 26/Şuarâ, 153
1161] 43/Zuhruf, 49
1162] 51/Zâriyât, 52
1163] 52/Tûr, 13-15
1164] 52/Tûr, 29
1165] 54/Kamer, 2
1166] 68/Kalem, 2
1167] 113/Felak, 1-5
1168] Ahmed bin Hanbel, 4/399; Ebû Ya’lâ, el-Müsned hds no: 3386; İbn Hibbân, Sahîh 7/366, 648; Hâkim, Müstedrek 4/146
1169] Nesâî, Tahrîmu’d-Dem 199, 7/117
1170] Buhârî, Vesâyâ 23, Tıb 48, Muhâribîn 31; Müslim, İman 38, 4; Ebû Dâvud, Vesâyâ 10, 1; Nesâî, Vesâyâ 11
- 282 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Mûsâ’ya apaçık dokuz âyet verdik“ 1171 âyet-i kerimesini sordular. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Allah'a hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın, zinâ etmeyin, Allah’ın haram kıldığı bir canı haksız yere öldürmeyin, hırsızlık yapmayın, sihir yapmayın, bir suçsuzu öldürmesi için devlet adamına götürmeyin, fâiz yemeyin, iffetli bir kadına zinâ suçu isnâd etmeyin, savaştan kaçmayın ve siz yahûdilere mahsus olmak üzere Cumartesi gününe tecâvüz etmeyin.“ Bunun üzerine o iki yahûdi, Hz. Peygamber’in iki elini ve iki ayağını öptüler. ‘Senin peygamber olduğuna şehâdet ederiz’ dediler. Hz. Peygamber, “o halde müslüman olmaktan sizi engelleyen nedir?“ buyurunca dediler ki: ‘Dâvud (a.s.), zürriyetinden bir peygamberin devamlı olarak bulunması için duâ etmiştir. Şâyet müslüman olursak, yahûdilerin bizi öldürmelerinden korkarız. 1172
“Dâvud Peygamber’in gecede bir saati vardı ki, bu saatte âilesini uyandırarak şöyle derdi: ‘Ey Dâvud âilesi, kalkın ve namaz kılın. Zira bu saat öyle bir saattir ki, sâhir (sihir ve büyüyle uğraşan) veya vergi toplayandan başkasının duâsına karşılık verilir.“ 1173
“(Belîğ olan) sözlerden bir kısmı, muhakkak sihirdir.“ 1174
“Baykuşlarda (uğursuzluk diye) bir şey yoktur. Yorum yapmanın en doğrusu, hayra yormadır. Göz değmesi de bir gerçektir.“ 1175
“Uğursuzluğa yorma yoktur. Dürüst yorum, güzel söz hoşuma gider.“ 1176
“Fal açan ve kendisi için fal açtıran ve kehânette bulunan ve kendisi için kehânette bulunulan ile sihir yapan ve kendisi için sihir yaptıran kişi Bizden değildir.“ 1177
Sihrin Tarihçesi
Büyü, Paleolitik devrede bile örnekleri bulunan çok eski bir uygulamadır. Eski Mezopotamya ve Mısır’dan kalma, tılsımlı sözler ve büyü formülleri ihtivâ eden çok sayıda metin, günümüze kadar gelmiştir. Onların törenlerinin çoğu büyü ile ilgiliydi. Milattan sonra I-IV. yüzyıllara ait Yunan ve Mısır papirüslerinde hayvanlar ve insanlarla ilgili büyü formülleri, büyü törenleri, büyünün tutması için gerekli görülen temizlenme usullerini içinde bulunduran büyü örnekleri çoktur. Mezopotamya bölgesinde râhipler aynı zamanda büyü ile ilgili törenleri yürütmekte idiler. Akkadlar, Bâbilliler ve Asurlular’da kötü cinlerden korunmak için muskalar kullanılmaktaydı. Özellikle Bâbilliler’de toplum hayatı büyü üzerine kurulmuştu. Sanat, ticaret, savaş, din, av vb. faâliyetler hep büyü ile iç içe idi. Eski Mısırlılar büyü yoluyla hayat ve ölümü etkileyebileceklerini, tabiat güçlerini denetimleri altına alabileceklerini sanıyorlardı (aktif büyü). Mısır tanrıları aldatılabilir, zorlanabilir, itaat altına alınabilirdi. Bu yüzden Mısırlılar büyüsel jestler ve tanrıları kendi isteklerine uydurabilecek âyinlerle, büyücülerin, ölülere iyi davranmayan tanrılara ceza verebileceğine inanıyorlardı.
a- Eski Yunan ve Romalılarda Büyü: Eski Yunan’da Hekata sırlı bir kişiliğe
1171] 17/İsrâ, 101
1172] Tirmizî, İsti’zân 33, Tefsîr Benî İsrâil 18, 16; Nesâî, Tahrîmu’d-Dem 18; İbn Mâce, Edeb 16/2
1173] Ahmed bin Hanbel, 4/22, 218
1174] Buhârî, Tıbb 51, Nikâh 47; Müslim, Cum’a 47
1175] Tirmizî, Tıbb, hadis no: 2062; İbn Mâce, Tıbb, hadis no: 3506-3509; Ebû Dâvud, Tıb, c. 2, s. 336
1176] Buhârî, Tıbb 44; Müslim, Selâm 111, 112; Ebû Dâvud, Tıbb, c. 2, s. 343; Tirmizî, Siyer, hadis no: 1615; İbn Mâce, c. 2, s. 365-366
1177] Bezzâr, Müsned; Taberânî, Mu’cemu’l-Evsat
SİHİR / BÜYÜ
- 283 -
sahip olması yanında, büyü ilâhesi/tanrıçası olarak da benimsenmişti. Şehirlerde büyücüden geçilmezdi. Bütün eski Yunan filozofları büyüye, büyünün etkisine inandılar; hatta içlerinde Porphyrius gibi kendini büyüye adayanlar da oldu. Büyücüler Pisagor’un rakamlarından faydalanarak sayıları büyülü daireler içinde kullandılar. Pisagorcular büyü nazariyeleri yanında büyü uygulaması da yaptılar.
Romalılar büyüyü boş ve anlamsız, büyücüleri hilekâr ve yalancı saymakla beraber onlarda da büyücülük geniş çapta yer almıştı. Mısırlılarla Kaldelilerin büyülerinden etkilenmiş olan eski Roma, büyücülerin merkezi haline gelmişti. İmparatorlar sık sık bunlara başvuruyorlardı.
Kur’an-ı Kerim’de Sihir Kavramı
b- Bâbillilerde Büyü: Sihir ve sihirbazların tarihi, insanlık tarihinin en eski medeniyetlerinden birini kuran Keldânîler zamanına kadar uzanır. Bâbil diyarında yani bugünkü Irak’ta yaşayan Keldânîler, astronomi ve astrolojide çok ileri gitmişlerdi. Kur’ân-ı Kerim’de Sâbiîler 1178 adıyla anılan Keldânîler, bütün olayların yıldızlar âleminin etkisi sonucu meydana geldiğini iddia ediyorlardı. Onlara göre hayır ve şer, fayda ve zarar, saâdet ve bedbahtlık semâvî cisimlerden kaynaklanmaktaydı. Bu yüzden Keldânîler yıldızlardan herbiri adına putlar yapıyor, heykeller dikiyorlardı. Bu putlara, heykellere, tütsülere, çeşitli nefes ve efsunlarla yaklaşmaya çalışıyorlardı. Hayır ve salâh için Müşteri yıldızına (Jüpiter gezegeni), başkalarıyla savaşmak ya da herhangi bir yolla zarara uğratmak istediklerinde Zuhal yıldızına (Satürn gezegeni), semâvî âfetler ve salgın hastalıklardan korunmak için de Merih’e tâzimde bulunurlardı.
Keldânîlerin medeniyet merkezleri olan Bâbil şehrinin gâyet mâmur ve güzel binalarla süslü olduğuna dair tarihî bilgiler, bu kavmin mimarî ve diğer sanayi dallarında çok ileri gittiğine işaret etmektedir. Bu sihirbazlar ülkesinde Güneşten kinâye olan “Ba’l“ tanrısına mahsus Bâbil Kulesi’yle, Bâbil’in mâmur oluşuna dair birçok efsânevî rivâyet vardır. Bu dönemde halkın câhil tabakası, sihirbazların sûret ve tabiatları değiştirdiklerine, sözgelimi bir sihirbazın bir kimseyi eşek ya da köpek şekline döndürebildiğine, sonra dilediği zaman tekrar insan şekline iâde ettiğine inanmaktaydılar. Bunlara göre, bir büyücü bir yumurtaya, bir süpürgeye ya da küçük bir küpe binerek havalanabilir, uçmak sûretiyle Irak’tan Hindistan’a veya dilediği herhangi bir yere gidebilir, sonra aynı günde geri dönüp gelebilirdi.
Câhil halk tabakası bu ve buna benzer gariplikleri, kâhinlerin yıldızlara yakınlığının bir sonucu zannederlerdi. Sihirbazlar da avam tabakasının bu kanaatinden çeşitli hilelerle, yaldızlı hokkabazlıklarla faydalanırlardı. Hatta devlet başkanları ve adamları bile bunların mel’anetinden kurtulamazlardı. Görülüyor ki Bâbil halkı gök cisimlerinin ilâhlığına inanan kimseler olup yıldızların ve bütün kâinatın yaratıcısı bir İlâhın varlığını kabul etmiyorlardı. Bunların bu sakat inançlarını iptal ve ıslah etmek için Hz. İbrâhim, peygamber olarak gönderilmişti. O devirlerde Bâbil, Irak, Şam, Mısır ve Anadolu halkı bu inançtaydılar. Dahhâk ve Feridun devrine kadar böylece devam etmişti. Bâbil, Feridun’dan itibaren Keştâsip devrine kadar İranlıların hâkimiyetinde kaldı. Feridun ve onu tâkip eden dönemlerde İranlılar muvahhid idiler; Allah’ın birliğini kabul ediyorlardı. İran’ın
1178] 2/Bakara, 62; 5/Mâide, 69; 22/Hacc, 17
- 284 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaşadığı bu tevhid devrinde, Bâbil sihirbazlarına karşı büyük bir mücâdele açıldı. Ele geçirilen kâhinler tamamen kılıçtan geçirildi.
c- Eski Mısır’da Sihir: Sihir ve sihirbazlar tarihinin ikinci bir bölümünü de Mısır’da Firavun’un sihirbazlarıyla Hz. Mûsâ arasında geçen olaylar meydana getirmektedir. Kur'ân-ı Kerim’de haber verildiği gibi 1179 Mısır sihirbazları da halka karşı esrârengiz bir şekilde göz bağcılık yaparlar, hayâlî şeyleri gerçekmiş gibi gösterirlerdi. Bunların da şarlatanlıklarını meydana çıkarmak ve halkı bunların kandırmasından kurtarıp doğru yola sevketmek için Cenâb-ı Hak, Hz. Mûsâ’yı, “asâ“ ve “yed-i beyzâ“ gibi mûcizelerle göndermişti. Hz. Mûsâ tarafından bunların bütün hile ve desîseleri ortaya konulmuştu. Kur’an’ın haber verdiğine göre, Firavun’un sihirbazları, Hz. Mûsâ’nın asâ mûcizesini hükümsüz bırakarak iptal etmek için, içleri cıva dolu iplerini ve sopalarını ortaya attıklarında, Hz. Mûsâ’nın büyük bir ejder haline gelen asâsı, güneşin harâretiyle ortada dönen içi cıva dolu ipleri, sopaları yiyip yutmuştu. Bu yüce hakikati gözleriyle gören sihirbazlar hemen secdeye kapanarak iman etmişlerdi 1180. Firavunlar dönemi geçip tevhidin şirke gâlip olmasından sonra Mısır sihirbazları da ortadan kalkmışlardı. Bunun yanında, el altından câhilleri kandırmaya çalışan sihirbazlar gibi, kılıçtan kurtulan bazı Firavun dönemi sihirbazlarının da faâliyetlerini gizlice sürdürdükleri ifade edilir.
d- Hz. Süleyman Döneminde Sihir: Kur’ân-ı Kerim’de de işaret edildiği üzere, Hz. Süleyman devrindeki sihirbazlar arasında şeytan kadar dessâs birtakım sanatçılar da vardı 1181. Bunlardan bir kısmı, her türlü bina kalfaları, ustaları, mimarlardı. Bir kısmı da deniz dalgıçlarıydı. Bunlar denizlerin dibindeki hazineleri çıkarırlardı. Ayrıca, birtakım sosyal sınıflara mensup sihirbazlar da vardı. Bu sihirbazlar bir ara çok azıtarak çıkardıkları bir ihtilâl yoluyla, Hz. Süleyman’ın tahtını elinden almaya kalkışmışlardı 1182. Bu sırada dinsizlik alıp yürümüştü. Vahiy kaynağından uzak olan bu şeytanlar, meydana gelen ve gelecek olan birtakım olaylar hakkında kulak hırsızlığıyla bazı bilgiler edinirler ve bunların arasına yüzlerce yalan karıştırarak gizli gizli yayarlardı. Buna âlet etmek için de kâhinleri seçerek, onlara telkinlerde bulunurlardı. Bazı haberleri doğru çıktıkça kâhinler bunlara güvenir, bunun yanında da binlerce asılsız şey yayarlardı. Sonunda kâhinler bunları yazdılar. Cin celbi, gönülleri etkileme hakkında çeşitli sihir ve efsun kitapları meydana getirdiler. Bu arada geçmiş ve gelecek şeyler hakkında haberlere benzer efsâneler, masallar, yalanlar-dolanlar neşrettiler. Olayları ve birtakım gerçekleri tahrif ederek insanları kandırıp yanlış yollara sevkedecek hurâfeler ortaya attılar. Bunların arasına ilmî ve hikemî şeyler karıştırarak kötü maksatlarla kullandılar. Böylece “cinler gaybı biliyor“ diye yayıldı. Bu şeytanların yalan-dolan ve iftiraları yüzünden fitne çıktı, Hz. Süleyman’ın mülkü bir müddet elinden gitti. Ancak Allah’ın yardımıyla Hz. Süleyman bunlara gâlip gelerek hepsini emri altına aldı. 1183
Saîd bin Cübeyr’in nakline göre Hz. Süleyman, sihre dair şeytanların elinde ne varsa hepsini toplattırarak bunları hazine odasındaki tahtının altına
1179] 7/A’râf, 116; 20/Tâhâ, 66
1180] 7/A’râf, 12-122
1181] 38/Sâd, 37
1182] 38/Sâd, 34
1183] Sahîh-i Buhârî Tecrîd-i Sarih Terc. 8/229-230; Elmalılı, 1/372
SİHİR / BÜYÜ
- 285 -
gömdürdü. Şeytanlar bu sihirlerin gömülü bulunduğu yere yaklaşma imkânı bulamayınca, insanlara, “Siz, Süleyman’ın cinlere, rüzgârlara ve diğer varlıklara kendisiyle hükmettiği ilmi istemez misiniz?“ dediler. Onlar da “tabii arzu ederiz“ dediler. Bunun üzerine insanlara onun gömülü olduğu yeri tarif ettiler. İnsanlar da burayı kazarak sihir kitaplarını buldular ve kullandılar. İbn İshak’ın nakline göre ise, şeytanlar Hz. Süleyman’ın vefatını anlayınca, sihrin bütün çeşitlerini kaleme aldılar ve “kim şu şu arzularına kavuşmak isterse, şöyle şöyle yapsın“ diye ilan ettiler. Her türlü sihir ve buna ait formüller tespit edildikten sonra bunları bir kitap haline getirdiler. Sonra bunu, taşı Süleyman’ın (a.s.) yüzüğüne benzer bir yüzükle mühürlediler. Üzerine de sahte olan şu ünvanı koydular: “Bu kitap, Dâvudoğlu Süleyman’ın ilim hazinelerine dair Âsaf bin Berhiyâ’nın yazdığı şeyleri ihtivâ eder.“ Sonra bunu Hz. Süleyman’ın tahtının altına gömdüler. Daha sonra İsrâiloğullarından hayatta kalanlar bu kitabı buldular ve kitapta yazılı olan şeyleri öğrenince, “Hz. Süleyman, yaptıklarını ancak bu sâyede yapmış“ dediler. Sihri insanlar arasında yaydılar. Büyü, başka hiçbir millet arasında yayılmadığı kadar yahûdiler arasında yayıldı.
Yukarıda kaydedilen Saîd bin Cübeyr’den nakledilen ve Hz. Süleyman’ın muhîtinde yaygın olan sihir ve efsunları toplattırıp tahtının altına gömdürdüğüne dair rivâyet sahih olmamalıdır. Çünkü Hz. Süleyman’ın bunları gömdürmesi değil; yaktırması veya suya attırarak imhâ ettirmesi gerekirdi. Bu durumda da daha sonraki dönemlerde sihir tatbikatından veya buna benzer rivâyetlerden bahsedilmesi icap ederdi. Bu sebeple, Hz. Süleyman’ın vefatından sonra sihrin bütün çeşitlerinin kaleme alınıp iftira yoluyla ona isnat edildiğinden bahseden İbn Abbâs rivâyeti daha sahih gözükmektedir.
Sonuç olarak, Mısır’dan beri İsrâiloğulları arasında sihir ve hokkabazlık meçhul değildi. Fakat bu sefer başka bir renk almıştı. Bir taraftan Hz. Süleyman’ın devleti aleyhinde siyasî ve sosyal entrikalar takip edilmiş, diğer taraftan onun dünyayı teshir eden ilmi diye, onun adına bazı iftiralar ortaya atılmak istenilmişti. Bunun için İsrâiloğulları ona bir peygamber olarak değil; sihirbaz bir hükümdar nazarıyla bakmaktaydı. Yahûdiler, devletlerini kaybettikten sonra, milletler arasında gizli yollarla bu çeşit neşriyatı yaymaktan ve hüner şeklinde hokkabazlık yapmaktan geri kalmadılar. 1184
e- Hz. Peygamber Döneminde Büyü: Hz. Peygamber gelince Tevrat’tan bahsetti. O zaman yahûdiler dönüp Hz. Peygamber’le mücâdeleye başladılar. Sonunda, “nübüvvet yoluyla mücâdele edemeyeceğiz, ne yapsak Cibrîl O’na haber veriyor“ dediler. Bu yüzden Cebrâil’e (a.s.) düşman oldular. 1185
Tevrat’ı da arkalarına atarak sihir ve iftira yoluna saptılar. Hâlbuki Tevrat, sihri yasaklamış, sihirbaz kadın ve erkeklerin öldürülmesini emretmişti. 1186
Bu dönemde yahûdiler, “Süleyman, Muhammed’in (s.a.s.) dediği gibi bir peygamber değildi. Sihirbaz bir hükümdardı. Büyülerini mûcize gibi gösterirdi“ diye iftiralar ortaya attılar. Sihir küfür olduğu için, yahûdilerin bu sözlerine göre, Hz. Süleyman’ın da hâşâ kâfir olması gerekiyordu. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerim’de
1184] Elmalılı, Eser Y. c. 1, s. 440; Tecrîd-i Sarih Terc. 8/230-231
1185] 2/Bakara, 98
1186] Bkz. Tevrat, Çıkış 22/18; Levililer, 20/27
- 286 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah Teâlâ, Hz. Süleyman’ın değil; şeytan sihirbazların küfrettiğini bildirdi. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmuştur: “Süleyman’ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların söylediklerine tâbi oldular. Hâlbuki Süleyman kâfir olmadı (Büyü yapmadı ve ona inanmadı). Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri (büyü ilmini) ve Bâbil’de Hârût ve Mârût’a indirileni öğretiyorlardı...“ 1187
Bununla da yetinmeyen yahûdiler, Hz. Peygamber’e sihir yapmaya kalkıştılar. Kaynaklarımızda yer alan bazı hadis rivâyetleri, yahûdi Lebîd bin el-A’sam’ın Hz. Peygamber’e zarar vermek maksadıyla sihir yaptığını belirtir. 1188
f- Eski Türklerde Büyü: Çeşitli Türk kavimlerinde büyü, kehânet, falcılık, cincilik vardı. Şaman, Türklerde “kam“ kelimesiyle ifade edilirdi. Kam; ruhlar, tanrılar ve cinlerle ilişki kurabildiğine inanılan kimse idi. O afsun (arvaş) ve büyü yapar, afsunlu sözler söyler, kâhinlik (ırk) yoluyla insanın içinden geçenleri bilir, gâipten haber verir, cin çarpmasını ve hastalıkları tedâvi ederdi; anlaşılmayan afsunlu sözler söyler, üfürür, davul döver, kendinden geçerek görünmeyen varlıklarla ilişkiye girerdi. Kam ve üfürükçüye (afsuncu, arbağçı) “ürüng“ denilen bir ücret verilirdi. Eski Türklerde çocuklar, cinlere ve göz değmesine karşı ilaçla afsunlanırdı. Yine göz değmesine karşı bağ, bostan ve bahçelerde korkuluk (abakı) ve nazarlık (kösgük) dikilirdi. Cin çarpan kimsenin yüzüne soğuk su serpilir, sonra “kovuç kovuç“ (kaç kaç) denilerek üzerlik ve öd ağacıyla tütsülenirdi. “Kovuz“ (Oğuzlar’da “kovuç“), cin çarpmasına karşı afsun, üfürük olarak söylenirdi. “Yel“ cin, “yelvi“ büyü, “yelviçin“ büyücü anlamında kullanılırdı. Orta Asya Türk lehçelerinde “arbağ“ da büyü anlamına gelirdi. Yılanı ininden çıkarmak yahut zehrini gidermek için yılan afsunu okunurdu. Dudaklardaki uçuk kötü bir ruhtan bilinir, özel bir törenle afsunlanarak tedâvi edilir, buna “uçuklama“, tedâvi edene de “uçukçu“ denirdi. Havayı etkileyerek yağmur, kar ve dolu yağdırmakta kullanılan afsunlanmış taşa “yada“, “cada“ ve “yat“ gibi isimler verilmiştir. Kaşgarlı Mahmud “yat“ı taşlarla yağmur ve rüzgâr getirmek için yapılan büyücülük şeklinde târif eder. 1189
Eski Türkler atın boynuna nazarlık olarak “moncuk“ denilen bir taş ve bir çeşit muska takarlardı. Başkırtlar hastalığı tedâvi etmek veya korkuyu yatıştırmak için kurşun eriterek hastanın başında bulunan kap içindeki suya döker ve bu sudan hastaya içirirlerdi. Kurşun döken kadın, kurşunun suda aldığı şekle bakarak hastalığın sebebini söylerdi; sudan alınan kurşun hastanın elbisesinin göğsüne muska olarak dikilirdi. İslâm’dan önceki Türk boylarında her türlü belâ ve âfetlere karşı koruyucu etkisine inanılan muska-tılsım âdeti yaygındı. 8-14. yüzyıllar arasında Doğu Türkistan’da, aralarında Budist ve Maniheist Türklerin de yaşadığı bölgede yapılan arkeolojik kazılarda tılsım-muskalar (üzerinde afsun formülleri yazılı levhalar, tahta materyal) bulunmuştur. Budist Uygurların dinî kitaplarında da tılsım şekillerine rastlanmıştır. Budist Türklerin dinî eserlerinde “tılsım-muska“ anlamına gelen “vu“ kelimesi Çincedir. Bu kelimeyi onlara Çinli Budist râhipler öğretmişlerdir. Türkler müslüman olduktan sonra “vu“ yerine “bitig“ (yazı) kelimesini kullanmışlardır.
1187] 2/Bakara, 102
1188] Buhârî, Tıb 49, Edeb 56, B. Halk 11; Müslim, Selâm 43; İbn Mâce Tıb 45, hadis no: 3545; Ahmed bin Hanbel, Müsned 6/57, 63, 96; Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler-Büyü, s. 213-220
1189] Dîvânü Lugati’t-Türk Tercümesi, I/159
SİHİR / BÜYÜ
- 287 -
10. yüzyılda Türk boylarının büyük kitleler halinde müslümanlığı kabul etmelerinden sonra da İslâm’ın şiddetle yasaklamasına rağmen büyü-sihir, İslâm’dan önceki devreden kalan âdetlerle, ayrıca eski İran, Mezopotamya, Mısır ve nihâyet Anadolu kültürlerindeki katkılarla günümüze kadar varlığını sürdürebilmiştir. Türklerin müslüman olmaları sırasında bu geniş âlemin kamları, budist ve maniheist râhipleri yeni dinin yayılmasını önleyemeyince eski geleneklerini yaşatmak ve meslekî çıkarlarını korumak için kendi hurâfelerini başka milletlerden öğrendikleri âdet ve inançlarla birleştirip bunlara biraz da dinî bir görüntü vererek cincilik, üfürükçülük, muskacılık ve afsunculuğa yeni bir şekil kazandırmışlardır. Böylece eski kam ve râhip geleneğini yürütenlerin artık “muazzim“, “muskacı“ ve “hoca“ adını aldıkları, eski afsun geleneğine dinî-İslâmî bir veche vermek niyetiyle Kâbe, levh-i mahfûz, arş, kürsî, zemzem vb. terimleri, Kur’an’dan bazı âyet ve sûreleri büyü unsuru veya malzemesi olarak kullandıkları görülmektedir. Doğu Türkistan azâimcileri (muskacı ve cincileri), mesleklerinin Hz. Fâtıma’ya dayandığını ispat etmek için Risâle-i Perîhân adıyla kitap yazmışlardır.
Aslında Mezopotamya, İran ve Mısır büyü geleneklerinin karışımı olan bu telâkkî, Anadolu’da eski putperest dinlerin ve hristiyanlığın da dâhil olduğu kültür etkileriyle daha çok çeşitlendi. Bütün bu gelişmelerin ortaya çıkardığı kitap ve risâlelerde düşmanı öldürmek, malını mülkünü yok etmek, servet ele geçirmek, birinin gönlünü çalmak, sevdirmek, soğutmak, ayırmak, ara bozmak, sidikliği, cinsî gücü, dili, uykuyu bağlamak, sevilmeyen kimsenin başına cinleri mûsâllat etmek, ağır hastalıklara düşürmek gibi kara büyü; çocuk sahibi olmak, hırsızı yakalamak, kaçanın geri gelmesini sağlamak, bol ürün almak, yolculukta sıkıntı ve belâ ile karşılaşmamak gibi maksatlarla yapılan ak büyüden temas ve taklit büyülerine, nazar ve doğal âfetlerden korunmak için yapılanlardan muska, tılsım, afsunlara kadar çok çeşitli uygulamalar bulmaktaydı. Eski Mısır geleneğinden kalma afsunlara itimat telkin etmek için Kur’an’dan âyetler, esmâ-i hüsnâ, çeşitli duâlar vb. dinî metinler de karıştırılmıştı. Eski Mısır tılsımlı sözleri, eski Yunan Pisagor rakamları yahûdilerin “kabala“ denilen mistik rakamsal sistemleri yahûdi geleneğinden aktarılarak ve yer yer İslâm maskesi takılarak müslümanların dünyasına (maalesef) girmiştir.
Şimdiki Türklerde: Hâlen Türkiye’nin çeşitli yörelerinde değişik uygulamalar içinde büyü geleneği varlığını sürdürmektedir. Hunlar’dan günümüz Türk toplumlarına kadar uzun bir gelişme çizgisi takip eden büyü, bugün Türkiye’de genellikle kötü niyetle yapılmaktadır. Karı koca veya başka kişilerin arasını açmak, insanın bazı kabiliyetlerini, dilini, bahtını, cinsî gücünü, idrarını bağlamak, sakatlamak, uyutmamak, malına, canına, hayvanına zarar vermek, kız kaçırmak, kız veya erkeklerin bahtını bağlamak, kadının gönlünü çalmak gibi kötü niyetli kara büyü yanında; kişinin kendisini, âilesini, mal mülkünü koruma gâyesine yönelik ak büyü örnekleri de görülmektedir. Taklit ve temas büyüsü örnekleri de vardır. İçinde tılsımlı yazılar, şekiller, âyetler, duâlar bulunan muskalar, muhabbet ve şifâ maksadıyla, düşmanlık, cin, hasım ve benzerinden korunmak için muskacılara yazdırılır. Karı-koca, baba-oğul, gelin-kaynana, iki kardeş vb. arasını açmak için yazdırılan muskaların birçok çeşidi vardır. Büyü türlerine ve çeşitli yörelere göre değişen büyü maddelerinden en çok kullanılanları, başta muska olmak üzere saç, elbise parçası, tırnak, sabun, iğne, resim, ip, tesbih, çakı, kilit, düğme, at nalı, kazık, demirci örsü, kurşun, demir, bakır vb. maden parçası,
- 288 -
KUR’AN KAVRAMLARI
toprak, yumurta, koyun işkembesi, horoz kanı, sıpa dili, bal mumudur. Bu tür büyülenmiş nesnelerin saklanıldığı veya konulduğu yerler arasında boyun, koltuk altı, cep, yatak veya yastık altı, kapı eşiği, ocak arkası, merdiven dibi, kör kuyu, mezar gibi yerler sayılabilir. 1190
Büyünün Çeşitleri
Amacı ve Hedefleri Açısından Büyü Çeşitleri:
1- Ak Büyü (Koruyucu Büyü): Genel olarak ferdin veya toplumun iyiliği için yapıldığı kabul edilen büyüdür. Kuraklık, yaralanma, mal ve mülkün zarara uğraması, hastalık gibi felâketlere karşı, ayrıca çocuklara ve loğusa kadınlara zarar veren şeylere çare bulmak veya bunları önlemek için yapılan koruyucu büyü de ak büyü sayılır. Bu büyüde, içinde bulunulan toplumun dininden, ya da bu büyüyü yapanın kendisini nisbet ettiği din veya din adamından, duâlardan ve dinî metinlerden faydalanılır. Tekniği, kısmen büyünün taklit ve temas tarzlarıdır. (Her ne kadar, bu çeşit büyüler halk arasında kabul görüyor, hatta bu işi yapanlara papaz veya hoca deniyorsa da, İslâm gibi büyüyü yasaklayan bir dinin, din istismarına ve insanları kandırmaya yönelik bu tür faâliyetleri hoş gördüğü düşünülmemelidir.)
2- Kara Büyü: Ak büyünün aksine, birine kötülük yapmak, zarar vermek gâyesiyle yapılan büyülere kara büyü denir. Kişileri birbirinden ayırmak, evlilerin boşanmasını sağlamak, cinsî kudreti önlemek (arada soğukluk sağlamak, erkekliği bağlamak), hasta etmek, sakat bırakmak, hatta öldürmek gibi kötü istekler kara büyünün gâyeleri içindedir. Bütün bu istekler, dinî ilkelere aykırı olduğu halde kara büyü yapanlar, bile bile bazı kutsal değerleri, nesneleri, metinleri araç olarak kullanırlar. Uygulama tekniği, genellikle taklit ve temas yoluyladır.
3- Aktif Büyü: Bu büyüyü yapan, tabiat olaylarını yönetim ve denetimi altına alarak güçlü irâdesiyle onları dilediği gibi kullanabildiğini iddiâ eder. Kendisinin parapsikolojik bir hayatı olduğunu telkin eder; özel bazı sözleri, tekerlemeleri, duâ veya bedduâları ile büyüyü hazırlamak için elverişli bir durum meydana getirmek ister. Meselâ Güney Afrika’da yaşayan Zulu kabilesi mensupları, kızgın kömür üzerine su dökülmesiyle yapılan büyünün fırtınayı önlediğine inanırlar. Kötü ve zararlı olayları önlemek, uğursuzluktan korunmak, insanların zararlarından kaçınmak için bu büyüye başvurulur. (Tabii ki, İslâm’a göre iyi niyetle de olsa büyünün hiçbir çeşidine meşrû, helâl veya mubah olarak bakılamaz.)
4- Pasif Büyü: Genellikle savunma ve korunma için yapılır. Kutsal yazı, bıçak, makas, mavi boncuk ve çeşitli nazarlık eşyalar bulundurularak büyücülerin bazı faâliyetleriyle gebe ve lohusaların zararlı etkilere karşı korunması bu büyü içinde kabul edilir. Büyücü bu maksatla o kişinin muska ve uğurluklar gibi okunmuş veya hazırlanmış bazı şeyleri taşımasını ister. (Câhil müslümanlarda da görülen bu tür nazarlık ve şans getirdiğine inanılan uğurlukların şirk olduğu unutulmamalı, her çeşit muskadan da kaçınılmalıdır.)
5- Temas Büyüsü: En çok yapılan büyü şekillerindendir. Frazer, birbiriyle ilişkisi bulunan şeylerin fizikî temas olmasa bile birbirlerini etkileyeceklerini belirtir. Ona göre büyü ile ilgili gücün temasla, yakınlıkla bir başkasına geçtiğine
1190] H. Tanyu, TDV. İslâm Ans. 6/503-505
SİHİR / BÜYÜ
- 289 -
inanılmıştır. Temas büyüsünde temas esas olduğundan parça-bütün ilişkisi inancıyla bir kimsenin saçından alınan bir kıl, elbisesinden koparılan bir bez parçası, bir tırnak ucu, kopartılan bir iplik parçası gibi şeylerle bu büyü yapılır. Temas büyüsünün genellikle kişinin iyiliği için yapıldığı değerlendirilse de, bazen bir kötülüğü uzaklaştırmak veya zarar vermek için de buna başvurulabilmektedir.
6- Taklit Büyüsü: Pek çok yerde uygulanmaktadır. Bir şeyin taklidini yapmakla o şeyin esasını etkileme, taklit yoluyla istenilen sonucu elde etme esasına dayanır. Bu büyünün temeli, Frazer’in benzerin benzeri meydana getirdiği şeklindeki ilkesine dayanır. Aynı zamanda analoji büyüsü, homeopatik büyü de denilen bu büyüye hem iyi hem de kötü gâyeler için başvurulur. Bu büyü şeklinde çocuk isteyenlerin bezden bebek, ev isteyenlerin de ufak taşlarla bir ev yapmaları, benzerin benzer şeyler meydana getirebileceği inancından kaynaklanır. Yağmur yağdırmak için bir genç kızın yeşil dallarla donatılıp başından su dökülmesi de (Balkanlar’da) bir taklit büyüsüdür. Bu büyü çeşidinde duâlar ve okumalar ikinci planda kalır. Gerek taklit, gerekse temas büyüsü, birbirlerinden uzak şeylerin gizli bir sempati ile birbirlerini etkilediklerini, bir çeşit gizli ve görünmez vâsıta ile uyarmanın birinden ötekine geçebildiğini ifade etmek üzere “sempatik büyü“ şeklinde de adlandırılır. 1191
Sihrin Türleri (Hangi Yollarla Sihir Ortaya Konulur?)
Sihirle ilgili hemen tüm yazarların ve müfessirlerin sihrin nevîleri konusunda referans gösterdiği Fahreddin Râzî, sihrin hangi yollarla yapıldığını açıklayarak sihrin sekiz çeşit olduğunu belirtir:
1- Semâvî kuvvetlerle yere ait güçleri birbirine karıştırarak yapıldığı söylenilen ve tılsım adı verilen şeylerdir ki, bunlara Keldânî (Bâbil) sihri denilmektedir. Keldânîler, gök cisimlerine büyük kuvvetler atfederek bazı rakamların özelliklerinden ve tılsımlardan yararlanmak için onlara taparlardı. Bunlar, büyücülüğün ve kâhinliğin sırrını bilmekle ün yapmışlardı. Bu kavim Sâbiîler adıyla bilinmekte olup Hz. İbrâhim bunların yanlış inançlarını iptal için gönderilmişti. Bu sihirde, tabîiyat ile rûhiyatın eski zamanlarda keşfedilmiş, birbirine karışmış bazı garip özelliklerinin tatbik edildiği sanılmaktadır. Hz. Peygamber, yıldızlarla ilgili bilgilerin sihir yapmada kullanılmasını kesin biçimde yasaklamıştır. 1192
2- Evham ve güçlü ruh sahiplerinin büyüsü. Bunlar, insan ruhunun arınıp temizlenmesiyle bazı güçler kazanacağına, kendi vücudunda olduğu gibi, başka bedenler üzerinde de etki yapabileceğine inanırlar. Bunun için sırf başka varlıkları buyruk altına almak maksadıyla uzlete çekilir, çeşitli riyâzetler yaparlar. Beden terbiyesinde olduğu gibi ruh terbiyesinde de birçok faydalı hususlar olduğu açıktır. Bu, bir derecede ilâhî bir ihsan olabilirse de, bunu sanat kazanma yoluyla elde edilebilir sanmak bir evhamdır. Fakat birtakım kimseler, riyâzât, havas, rukye, uzlet vs. gibi bazı yollara başvurarak ruh ilminin bazı garip olaylarıyla uğraşırlar ki, manyetizma, hipnotizma, Hindistan’daki fakirizm bu gruba dâhildir. Sihrin en aldatıcı ve tehlikeli kısmı da budur.
3- Yere ait ruhlardan, yani cinlerden yararlanılarak yapılan sihirdir. Azâim
1191] 7- H. Tanyu, Şamil İslâm Ans. a.g.e. 6/502
1192] Ebû Dâvud, Tıb 22; hadis no: 3905; İbn Mâce, Edeb 28, hds no: 3726; Ahmed bin Hanbel, I/227, 311
- 290 -
KUR’AN KAVRAMLARI
veya cincilik denilen şey budur. Yere ait ruhlarla ilişki kurmak, semâvî ruhlarla yani meleklerle münâsebet kurmaktan daha kolay olmalıdır. Filozoflar cinleri inkâr etmemiş, fakat yer ruhları “ervâh-ı arziyye“ adıyla anmışlardır. Ancak insanların bunlarla belirli şartlar ve sebepler altında irtibat kurup kuramayacakları ilmî bir şekilde incelenirse, kesin olarak bunun mümkün olduğuna hüküm olunamaz. Fakat bundan dolayı, cinlerle irtibat konusunu inkâr etmemek gerekir. Bugünkü ispiritizmacıları (ruh çağırma seansları düzenleyen kimseleri) cincilerden sayabiliriz. Sihrin en meşhur bölümü, kaydedilen bu üç grupta toplanmaktadır.
4- Hayâli hakikat göstermek, el çabukluğu, göz bağlamak şeklinde yapılan sihirlerdir (İllusion). Bunlara sihirden çok hokkabazlık, şa’beze adı verilmektedir. Bunların aslı, duyu organlarının aldatılmasıdır. Bu, tıpkı vapurda giden kimsenin sâhili hareket ediyor gibi görmesidir. Buna Arapça “âhız bi’l-uyûn“, yani göz bağcılığı denilir. Göz bağcılığın, daha gizli olan ruhsal birtakım etkilerle ilgisinin bulunması da mümkündür.
5- Bazı âletlerden yararlanılarak birtakım acâyip şeyler göstermek sûretiyle yapılan sihirdir. Firavun’un sihirbazlarının bu tür büyücüler olduğu sanılmaktadır. Rivâyet edildiğine göre bunlar, özel sûrette yaptırdıkları değneklerin ve iplerin içine cıva doldurmuşlar, hünerlerini gösterecekleri alanı da daha önce alttan ateş yakarak ısıtmışlardı. Bu ipleri ve değnekleri halkın gözünde toprağın üzerine atınca, alttan ateşin, üstten güneşin tesiriyle cıva genleşmiş, bundan dolayı ipler ve değnekler kımıldamaya başlamıştı. Halk da bunları hareket ediyor sanmıştı. Böylece Firavun’un sihirbazları bâtılı gerçekmiş gibi göstermeye kalkışmışlardı. Zamanımızda teknik ve fennin gelişmesi sebebiyle bunlara birçok örnek verilebilir. Günümüzde sihirbazlar, teknolojiden yararlanarak gösterilerinde daha çok özel âletler kullanırlar.
6- Bazı ilâçlar, ya da bazı cisimlerden yararlanılarak yapılan sihirlerdir. Büyü yapılacak kimseye esrar, morfin gibi şeyler içirmek sûretiyle aklı çelinir. Hasan Sabbah’ın, kendisine bağladığı özel cemaatini (haşhâşîleri) uyuşturucular kullandırmak sûretiyle etkilediği tarihî örneklerden biridir. Dışkılar, kadavra parçaları, kan ve cinsiyetle ilgili her çeşit nesne sihirbazın kullandığı şeylerdendir. Bunların bir özelliği de dinen pis sayılan şeyler olmalarıdır. Meselâ necis olan pisliği, büyücü ilaç olarak kullanır. Ayrıca, büyülenecek kişinin vücudundan alınacak herhangi bir şey, saç teli, tırnak vs. de sihir yapımında kullanılır.
7- Dinleyicileri yaldızlı sözlerle kandırarak, onların gönüllerini çelmek sûretiyle yapılan sihirdir. Bu çeşit büyüde sihirbaz şarlatanlık yapar, çeşitli şekillerde kendini metheder, karşısındakini kendine celbeder, muhâtabının hislerine etki ederek yapacağını yapar. “İsm-i Âzam bilirim“ der, “cin çağırırım“ der, duruma göre hünerden, sanatından, kudretinden, kerâmetten, nüfuzdan, ticaret ve menfaatten bahseder; sonunda karşısındakini dolandırır. Kalp çelmenin etkisi çeşitli ve büyüktür. En âdîsinden en mahâretlisine kadar dolandırıcılığın çeşitleri, sihrin çoğu, ya da hepsi bununla ilgilidir, denilebilir.
8- Söz taşıyarak, kovuculuk (nemmamlık ve gammazlık) yaparak insanları birbirine düşürmek, böylece kendi hesabına çıkar sağlamak da büyü kapsamındadır. Bunlar, yalan haberler, iftiralar, dolaylı ve vasıtasız tahrikler, telkinlerdir ki,
SİHİR / BÜYÜ
- 291 -
sihrin halk arasında en yaygın olan kısmıdır. 1193
Büyü yapmak isteyen sihirbazların, Allah’ın yasakladığı birtakım fiilleri işleyerek şeytan ya da cinlere yaklaşmak istedikleri nakledilegelen hususlardandır. Tarih boyunca bu tür kimseler yıldızlara taparak, Allah'a şirk koşarak, şeytanı övüp ona tapınarak şeytanın yardımını temin etmeye çalışmışlardır. Şeytanın da pislikte, şerde, fenalıkta kendisine en uygun olan kimseleri dost edindiği muhakkaktır. Ancak şeytanın, tevhid ehli mü’min kullara karşı, bu tür müşrik ve müflis insanlara yardımı ne kadar tesirlidir? Bunlar, Allah’ın iyi kullarına zarar vermeye muktedir olabilirler mi? Hemen kısaca cevap verelim ki, şeytan ve yandaşları Allah ve Rasûlü’nün yolundan gidenlere, Kur’ân-ı Kerim’e sımsıkı sarılanlara hiçbir şekilde zarar veremezler. Bu husus, Kurân-ı Kerim’de haber verilmiştir. 1194
Buraya kadar kaydedilen hususlardan sihrin başlıca iki kısma ayrıldığını görmekteyiz. Birinci kısım, sırf yalan-dolan ve kandırmacadan ibaret olan söz ve fiillerle ortaya atılan büyü çeşididir. İkinci kısım da az çok var olan bir gerçeği sûiistimal ederek yapılan sihirlerdir. Cinlerle ilgili olarak, yukarıdaki sekiz maddelik sihir çeşitlerinden üçüncü sırada yer alan bölüm, önemlidir. Diğer gruplarda yer alan sihir çeşitlerinin günümüzde artık astronomi, astrofizik, kimya, fizik, biyoloji, tıp, eczacılık vs. gibi müspet bilimlerle, edebiyat, psikoloji, parapsikoloji, hitabet ve sosyoloji bilimlerinin meşguliyet alanına girdiği de bir gerçektir. Bilim ve fennin, düşüncenin gelişmesiyle artık günümüzde insanlar, geçmişte sihir olarak adlandırılan, halkın kandırılmasına vesile kılınan birçok olayın sebebini bilmekte, bunların açıklamasını yapabilmektedirler. Haberleşme araç ve gereçlerinin son derece yaygınlaştığı günümüzde artık insanlar, duydukları her şeye körü körüne inanmamakta, bunların aslını ve gerçeğini araştırmaktadırlar.
Yine günümüzde halk, sihirbazların yaptıkları çoğu şeyin duyu organlarının yanıltılmasına dayandığını, kendisini seyreden ya da kendilerine program yaptıranların verdikleri para olmadan sihirbazların, büyücülerin karınlarını bile doyurmaktan âciz olduklarını bilmektedirler. Geçmişte sihir ya da büyü olarak takdim edilen pek çok olay, artık müsbet bilimlerin ilgi alanına girmiş, sebebi, mâhiyeti, sonucu açıklanabilir konuma gelmiştir. Yukarıda saydığımız sihir çeşitlerinin ikinci grubu olan güçlü ruh sahiplerinin büyüsüyle ilgili olarak müfessirlerin kaydettiği bazı hususlar vardır ki günümüzde bunları kabul etmek, pek mümkün görünmemektedir. Meselâ bu gruba giren güçlü ruh sahibi kimsenin, kendi bedeninin dışında etki edebilecek kadar irâdesinin güçlendiği, eşyada, hayvanlarda, insanlarda kendi vücuduymuş gibi tasarruf yapabildiği, dilediği zaman başkalarının bünye ve şeklini değiştirebildiği, insanı öldürecek, diriltecek ya da sözgelimi eşek haline getirebilecek hüner elde edebildiği, havada uçup suda yürüyebildiği ileri sürülmektedir.
Artık çağımızda, bir eşyaya ya da insana dokunmadan, ya da belli fizikî kanunlara göre çalışan araçların yardımı olmadan uzaktan etki etmenin mümkün olduğunu ileri sürmek çok güçtür. Bu husus, son derece tartışmaya müsâit bir konudur. Biyoenerji olayında olduğu gibi, makul bilimsel bir açıklaması mevcut olmalıdır. Bir eşyayı dokunarak kaldırabilir, yerini değiştirebilir, ya da imha
1193] Fahreddin Râzî, Tefsîr-i Kebir (Mefâtuhu’l Gayb) Terc. c. 3, s. 266-273; Elmalılı, c. 1, s. 367-369; A.Osman Ateş, a.g.e. s. 221-224
1194] 14/İbrâhim, 22; 15/Hıcr, 42; 16/Nahl, 99; 17/İsrâ, 65
- 292 -
KUR’AN KAVRAMLARI
edebilirsiniz. İnsan da buna dâhildir. Ancak, günümüzde onlara uzaktan tesir etmenin, zarar vermenin, ya da imha etmenin yolları bellidir. Ya top-tüfek vs. atarsınız, ya uçakla, füzeyle bombalarsınız, ya da lazer vs. gibi ışınlarla çalışan silâhlar geliştirerek elinizi dokunmadan hedefiniz olan varlığı imha edersiniz. Veya o eşya ya da canlı ışınlarla bombardımana tâbi tutarsınız. Onu hasta eder veya ölümüne sebep olursunuz. Uzaktan kumandalı bombalarla, evinde oturan birini, uçakta veya arabasında yolculuk yapanları havaya uçurabilirsiniz. Geçmişte sihir olarak nitelendirilebilecek bu olayların hemen hepsinin bilimsel bir açıklaması mevcuttur. Eğer insanları uzaktan büyü ve sihir yoluyla öldürmek mümkün olsaydı, dünyanın dört bir yanına dağıtılmış, sürülmüş, katliama soykırıma uğratılmış yahûdiler, sihir işlerini en iyi bilen bir millet olarak bunu düşmanlarına tatbik eder, onların baskı ve zulümlerinden kurtulurlardı. Hâlbuki tarih bize bunun aksini söylüyor.
Bu açıdan sihir yoluyla insanlara zarar vermek, onları öldürmek hususundaki iddialar, düşmanlarından savaş vs. yollarla doğrudan intikam alamayan, onların karşısına çıkamayan, ezilmiş, mağlup olmuş zavallı kişi ve toplumların, hasımlarının kalbine korku salmak, onların zararlarından emin olmak maksadıyla çaresizlik içinde başvurdukları, sığınıp teselli aradıkları bir husus olmalıdır. Yukarıda da belirtildiği gibi, sihir ve büyünün İsrâiloğulları, Süryânîler gibi güçsüz toplumlarda, ilkel kabilelerde yayılması, Mısır’da, İran’da Bâbil’de tevhid devirlerinde yasaklandığı için el altından gizli gizli devam etmesi, bu görüşümüzü destekleyen hususlardandır.
İnsana hayat vermek, ya da onu öldürmek, ancak Cenâb-ı Hakk’ın irâdesiyledir. Bu iş, Allah’ın elindedir ve O’nun emriyle meydana gelmektedir. İnsanların ya da başka nesnelerin bu hususta, sebep olmaktan öteye bir fonksiyonu yoktur. Bu konularda insan diler, Allah da onun sonucunu yaratır. Bu sebeple, öldürmek maksadıyla bir insana ateş eden kimse de, Allah dilemedikçe karşısındakini öldüremez. Kurşun seker, isabet etmez, öldürücü şekilde yaralayamaz vs. sebeplerden dolayı kişi bu arzusuna erişemez. Öldürme ve diriltmenin Allah'a ait olduğuna dair birçok âyet vardır. Meselâ: “Doğrusu, dirilten ve öldüren Biziz. Hepsinin gerisinde de Biz kalırız.“ 1195
Kısacası herhangi bir zahmet, tehlike ya da gayret ve çalışmaya girmeden oturduğu yerden büyü yaparak bir kimsenin hasımlarını bertaraf etmesi, imha etmesi sözkonusu değildir. Bu, “sünnetullah“a, Allah’ın kâinata koyduğu değişmez tabiî kanunlara ve irâdesine aykırıdır. İnsanlar açısından bu, mümkün de değildir. Eğer böyle bir şey mümkün ve câiz olsaydı, Hz. Peygamber, düşmanlarıyla savaşa çıkmaz, ordular tertip etmez, müslümanlar kendilerini tehlikeye atmaz, şehid vermezlerdi. Hasımlarını daha kolay ve zahmetsiz, tehlikesiz olan bu yolla ortadan kaldırmaya çalışırlardı. Yahûdiler, hristiyanlar, müşrikler, münâfıklar, İslâm düşmanları da bu yolla Hz. Peygamber’i, sonraları müslümanların liderlerini, komutanlarını ortadan kaldırmaya muvaffak olurlardı. Hâlbuki böyle bir şey sözkonusu olmamıştır. Hz. Peygamber, düşmanlarının karşısına silâhıyla, ordusuyla çıktığı gibi, düşmanları da O’nun karşısına silâhlarıyla, askerleriyle çıkmışlar ve çarpışmışlardır.
Sihirbazların, eşyaların şeklini değiştirebildikleri, bir insanı eşek yapabildikleri
1195] 15/Hıcr, 23
SİHİR / BÜYÜ
- 293 -
iddiası da artık günümüzde komik kabul edilen bir husustur. Bunun mümkün olamayacağını herkes bilir. Bir canlının anatomisini değiştirmek, onu başka kılıklara sokmak, onun hayatına son vermek demektir. Bu, Kur’an’da “mesh“ diye bahsedilen olaydır ki, bunun gerçekleşebilmesi, ancak Cenâb-ı Hakk’ın kudreti dâhilindedir. Allah’tan başka varlıkların, kendileri de âciz birer varlık olan sihirbazların bunu yapabilmesi mümkün değildir.
Günümüzde, artık havada uçmanın, denizde yürümenin de orijinal bir tarafı, sihir diye nitelendirilebilecek bir yönü kalmamıştır. Sıradan insanlar bile biraz pilotluk eğitiminden sonra uçabilmekte, kanat, ya da paraşüt takarak tehlikesizce aşağılara süzülmekte, ayağına deniz paleti takan herkes bir motorun arkasından iple tutunarak denizin üstünde süratle kayabilmektedir. Bunların, tabiatta mevcut olan birtakım denge kanunlarına bağlı olduğunu da herkes idrâk etmektedir. Bu açıdan, biz burada, cinlerle irtibat kurmak sûretiyle yapıldığı iddia edilen büyüler üzerinde duracağız. 1196
Büyünün Etkisi Var mıdır?
Sihir ya da büyünün insanlık tarihinde fiilen var olduğu, Bâbil döneminden beri bilinip bazı çeşitlerinin uygulandığını biliyoruz. Ancak, sihirbazlar, büyücüler tarafından çeşitli maksatlarla yapılarak bazı etki ve sonuçları iddia edilen, kendilerine diğer insanlardan üstünlük, ayrıcalık, maddî-mânevî çıkar sağladığı görülen sihir ya da büyünün insanlar veya eşya üzerinde gerçekten tesiri var mıdır? Bu soruya tarihten bu yana açık, net ve kesin bir cevap üzerinde uzlaşılamadığı görülmektedir. Sihrin çeşitlerinden bahsedilen bölümde sonuç olarak sihrin başlıca iki kısma ayrıldığını, bir grubun sırf yalan-dolan, üçkâğıtçılık, göz boyama ve el çabukluğu, göz bağcılığı türünden şeyleri içerdiğini, diğer grubun da bilimsel, teknolojik bazı gerçeklere dayandığını ve bu bilimsel gerçeklerin istismar edilmesi sûretiyle ortaya konulan bazı olayları kapsamına aldığını belirtmiştik. Bu durumda birinci grup sihir ya da büyünün hiçbir şekilde gerçekle ilgisi olmadığı ortaya çıkmaktadır. İkinci grup sihirde ise, bazı bilimsel gerçekler yer almakta, eşya ya da Allah’ın tabiatta yarattığı bazı kanunların özellik ve inceliklerinden yararlanıldığı, bunların kötü maksatlarla kullanılarak şirk ve küfre âlet edildiği görülmektedir. Bu açıdan, birinci gruba giren ve aslı olmayan, yalana-dolana dayanan sihrin herhangi bir tesirinin olmayacağı açıktır. İkinci gruba giren sihirlerin birtakım bilimsel gerçekleri içinde barındırdığını belirten bazı âlimler, bu çeşit büyülerin tesir edebileceğini söylemişlerdir.
İslâm, sihirle uğraşmayı, büyü yapmayı şirk ve küfür derecesinde bir fiil saymış, bu konuda çok şiddetli bir tutum sergilemiştir. Bu açıdan, sihir ya da büyü kitaplarında yer alan ve az çok bilimsel bir gerçeği olduğu ileri sürülen, insanlara ve eşyaya tesir ettiği iddia olunan bu sihirlerin hurâfe mi yoksa gerçek mi olduğunu deneyerek, tecrübe ederek ortaya koymaya da cesaret edilememiş, günümüze kadar bu konuda kesin ilmî sonuçlara varılamamış olduğu kanaatindeyiz.
Kur’ân-ı Kerim’de yer alan âyetlerle, bazı hadislere dayanan birkısım İslâm âlimleri büyünün bir hakikati olduğunu ve tesir ettiğini, bunun şerrinden Allah'a sığınmak gerektiğini söylemişlerdir. Mu’tezileye ve ehl-i sünnete mensup bazı âlimlere göre ise büyü, gerçek değildir. Sihir diye bir şey yoktur. İnsan hiçbir
1196] A. Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler-Büyü, s. 224-229
- 294 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şekilde, dokunmadan başkasına etki yapamaz. Ancak mu’tezile ve bazı ehl-i sünnet âlimlerinin, bir kimseye dokunmadan etki edilemediği görüşünün, devirlerindeki fen ve teknik uygulamaların, çağımızdaki seviyeye ulaşmamış olmasından dolayı bu şekilde ortaya konduğu da bir gerçektir. Çünkü günümüzde fizikî birtakım yollarla, ses dalgaları, elektrik, kızıl ya da mor ötesi ışınlar kullanılarak eşyaya ya da herhangi bir insana etki etmenin mümkün olduğu anlaşılmıştır. Artık zamanımızda ses, ışık, elektrik dalgalarıyla el değmeden birtakım cihazlar çalıştırılabilmektedir. Tv., uydular, uzaktan kumandalı silâhlar, füzeler vs. araç ve gereçler buna bir örnektir. Ancak bunların fizikî birtakım kanunlarla, bilimsel yollarla yapıldığı, bir sihir ya da büyü olmadığı ortadadır. Ehl-i sünnet âlimlerinden İmam Ebû Hanife, Ebû Bekir er-Râzî, İbn Hazm, Ebû Câfer el-Esterebâzî,’ye göre büyünün aslı yoktur. Hepsi göz boyamadan ve insanları aldatıp kandırmadan ibarettir. Yine kaydedildiğine göre, ehl-i sünnet âlimlerinin bir kısmına göre büyü vardır. Bunlara göre, bazı kimseler riyâzet, isimlerin ve rakamların özellikleri, efsun ve uzlet gibi yollara başvurarak başka varlıklar üzerinde etki yapabilecek duruma gelebilirler. Cinlerin kötüleriyle temas kurup onlar aracılığıyla olağanüstü şeyleri yaratan yine Allah’tır. Sihirbaz, büyüsüyle bir olayın sebeplerini bir doğrultuda düzenlemeye sevkeder. O isimlere ve rakamlara o özellikleri veren de Allah’tır. Böylece her işin fâili Allah olmaktadır. 1197
Sihir konusunu, birtakım saçmalıklardan, asılsız uygulamalardan ve hurâfelerden arındırarak Kur’an ve sahih sünnetin ışığında düşünürsek, âlimlerimizin de belirttiği gibi, bunlardan bir kısmında gerçek payı olmalıdır. O halde sihrin bu gerçek kısmı ve tesiri nedir? Kanaatimizce bu, günümüzde geçmiş asırlara nispetle gâyet iyi bilinen ve kullanılan “telkin“dir. Telkin, yaldızlı sözlerle, aldatıcı davranış ve yalan-dolan haberlerle muhâtabın kafasını ve gönlünü bulandırmak, fikirlerini çelmek, kanaatini değiştirmek ya da arzu edilen görüş veya kanaate sahip olmasını sağlamaktır. Telkin, günümüzde söz, propaganda, yazı, resim, film, mozik, spor, yalan haber vs. yollarla çok modern bir şekilde yapılmaktadır. Bunun için kaset, disket, cd., bant, resim, yazı, tv., telefon vs. araçlarla muhâtaba ulaşılmakta, onun fikirleri çelinmekte, belli bir kanaate sahip olması temin edilmektedir.1198 Tâbir câizse kişi, yavaş yavaş şartlandırılmakta, beyni yıkanmakta, yani büyülenmektedir. Bu şekilde telkin sahiplerinin isteği doğrultusunda, insanlara doğrular yanlış, yanlışlar doğru, hak bâtıl, bâtıl hak, yalanlar doğru gibi gösterilmekte, kabul ettirilmektedir. Geçmişte bir insan ya da cin şeytanının, sihirbazının bir ya da birkaç kişiyi, bir kabile veya site halkını büyüleyip kandırarak küfre götürebilmesine karşılık, günümüzün modern sihirbazları, sahip oldukları iletişim araçlarıyla milyonlarca insanı, az geliş(tiril)miş veya geri bıraktırılmış toplumları, ulusları, câhil kitleleri istedikleri biçimde şartlandırmakta, zehirlemekte, yalan yanlış fikirler empoze ederek, kendi benliklerinden koparmaya çalışmaktadırlar.
Yalan haberler, reklâmlar, seks filmleri, pembe diziler, spor ve özellikle futbol maçları, müzik vs. yollarla insanların beyinleri dumûra uğratılıp uyuşturulmakta, İnsanlar düşünemez, doğruyu yanlışı, faydalıyı zararlıyı ayırt edemez hale getirilmektedir. İletişim araç ve gereçlerinin yoğun baskısı, sihirleyici, büyüleyici gücü
1197] Fahreddin Râzi, Mefâtihu’l-Gayb Terc. 263; S. Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 1/209; A. Osman Ateş, a.g.e. s. 232
1198] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 8/88
SİHİR / BÜYÜ
- 295 -
altında insanlar cinsel ihtiyaçlarıyla midelerinden başkasını düşünemez, akıl ve irâdelerini kullanamaz, silkinip kendilerine gelemez duruma sokulmaktadır. Bu gerçeği inkâr edemediklerinden Batılılar bile tv.ye magic box (büyüleyici kutu) demektedir. Eski büyücülerin/sihirbazların yerini alan tv., seyirciyi efsunlayıp hipnotize etmekte, aptallaştırmaktadır. Bu sihirli iletişim gücünün sahipleri ve yönlendiricileri, çıkarlarını tehlikede hissettikleri anda kamuoyu oluşturmakta, halk kitlelerini harekete geçirerek hükümetleri devirmek, ya da onlara arzuladıkları kararları aldırtmak istemektedir.
Eski ve Modern Büyünün Etkisi İçin Bir Örnek: Karı-Koca Arasını Ayırmak: “...Onlar karı ile koca arasını açan şeyleri öğreniyorlardı...“ 1199 Geçmişte, şeytan karakterli kişiler ya da sihirbazlar, insanların, karı-kocanın, akrabaların arasını açmak için sınırlı çapta faâliyette bulunabilmekte, dünya çapında düşünüldüğü zaman küçük zararlara sebebiyet vermekteydiler. Bunlar, belki bin bir şeytanlık ya da kurnazlıkla, halktan yana görünerek karıyı kocasına, kocayı karısına karşı kışkırtıp aralarına geçimsizlik sokmakta, belki ayrılmalarına sebep olmaktaydılar. Kim bilir, kadınların kulaklarına kocalarının kendilerini sevmediğini, aralarında başka bir kadın bulunduğunu, ya da kocanın kendisine haksızlık yaptığını, yeterli gezdirmediğini, güzel giydirmediğini, istenildiği şekilde yedirmediğini, ona karşı cimrilik yaptığını fısıldıyorlar, huzursuzluk ve münâkaşalara, mutsuzluklara sebep oluyorlardı. Kocanın kulaklarına, karısının kendisini istemediğini, evlenmeden önce bir başkasını sevdiğini, zorla kendisiyle evlendirildiğini, hâlâ o eski şahsı sevdiğini, karısının onunla ilişki kurduğunu söylemekte, ya da “hanımın ev işlerini iyi yapmıyor, güzel yemekler yapmıyor, israf ediyor...“ gibi araya kırgınlık ve kızgınlık sokacak düşünceleri fısıldıyor, vesvese veriyordu. Böylece huzurlu ve mutlu ruhlar, gönüller altüst oluyor, canlar sıkılıyor, ruhlar daralıyor, sonu ayrılıklarla neticelenecek fâcialar meydana getiriyor, yavruları ana-babalı öksüz bırakabiliyorlardı.
Günümüzün modern ve çok daha güçlü büyücüleri, artık gizli gizli kişilerin kulaklarına fısıldayarak onları büyülemiyorlar. Onlar, toplumlara, fıtratlarında ve benliklerinde yer almayan, değerlerine zıt fikirleri ve hevâlara hoş gelecek özgürlük anlayışlarını pompalıyorlar. Kadın-erkek eşitliğini, kadınların ezildiğini, horlandığını, kocaların onları ezdiğini, erkeklerin onları köle haline getirdiğini, kızların evlenip koca kahrı çekmeye, çocuk doğurup bakmaya, büyütüp terbiye etmeye mecbur olmadıklarını, evlilik denilen kurumun kutsal olduğuna inanmaya gerek olmadığını, cinsel özgürlük olması gerektiğini, iffet, nâmus, bâkirelik gibi kavramların gereksiz ve boş şeyler olduğunu, kadının da istediği zaman, istediği süre, istediği erkekle serbeste yaşayabilme hakkı olduğunu, onun da erkek gibi her işte çalışıp kazanarak özgürce harcayabilmesi gerektiğini sûret-i haktan görünerek, güya kadınların hakkını savunarak, şuursuz kesimlere “telkin“ ediyorlar. Onları şartlandırıyor, büyülüyorlar. Bunun sonucu olarak âileler çöküyor, karı-koca arasında kavga ve gürültüler, nifak tohumları atılıyor, boşanmalar çoğalıyor, yapısı ve sağlamlığı âileye dayanan toplumlar çatırdıyor. Sağlıklı nesiller yetiştirebilmek imkânsız hale getirilmek isteniyor. Zina, fuhuş ve benzeri çirkinlikler, Allah’ın haram kıldığı fiiller yayılıyor, ahlâken çöküş başlıyor. Toplumlar zayıflıyor, insanların fıtratları yozlaşıyor, kimlik ve benlikleri kayboluyor, başka toplumların ve devletlerin hâkimiyeti altında yok olmaya aday hale geliyorlar.
1199] 2/Bakara, 102
- 296 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Boşanmaların oranı konusunda, tv. öncesi ile tv. sonrası karşılaştırmalı istatistikler, olayın vehâmetini ve modern büyünün etkisini belgeler. İşi gücü güzel gözükerek fitneye sebep olmak, erkekleri tahrik etmek, kışkırtmak olan, çağdaş hile ve aldatma araç ve öğeleri olarak eski sihirbazların değneklerinin yerini tutan kozmetik ürünler, fotoğraf hileleri, vücutları teşhir eden giyinmeler/soyunmalar, müzik ve dansın katkıları vb. ile erkekleri büyüleme işini başarıyla gerçekleştiren “sanatçı“, “yıldız“ denilen aktrist ve şarkıcıların eski zamandaki büyücü kadınlara, cadılara benzerlikleri değerlendirilmelidir. Bu starları/sanatçıları (!) izlerken, erkek, onları kendi karısıyla ister istemez mukayese etmekte, ahlâksız kadınların teknikle takviye edilen, şeytanın nefislere, olduğundan çok daha güzel gösterdiği yalancı güzelliğine vurularak karısından soğuyabilmektedir. Yine, yakışıklı ve ağzı güzel (büyüleyici) lâf yapan aktörler, şarkıcılar kadınları teshir edip büyülemekte, o da kocası ile filmdeki, pembe dizideki, magazin adlı büyü showlardaki şeytanın allayıp pulladığı oğlanla/jönle, kendi kocasını karşılaştırmakta, etkisinde kaldığı bu büyünün bedelini, günlük hayattaki çatırdayan yuvasıyla ödemektedir. Günümüzde “sanat“, çağdaş büyü aracı olarak kullanılmakta, sanatçı da modern büyücü rolünü üstlenmektedir.
Sanat, ruhun güzelliklerinin dışa yansıması olmaktan çıkarılmış; toplumları maddî yönden sömürme, mânevî yönden de uyuşturma görevi almış emperyalizmin cadısıdır. Bu çirkin büyücünün kendisini güzel gösteren maskesinin sırıtan makyajını göremeyen gâfil gençler, yalancı güzelliğine âşık oldukları bu cadının kollarına atılır atılmaz can vermekteler. Şimdi sanat adlı bu cadı, büyüsüyle arkasından koşturduğu gençlerin ruhunu almakla yetinmemekte, bu cinâyetten önce kendi tanrılığına iman ettirip kendine taptırmakta. Bize düşen görev, gücümüzün yettiği oranda, işi ilâhlık taslamaya kadar vardıran bu büyücünün maskesini düşürmek ve çevremizdeki kurbanlarını azaltmak için çalışmak. Bunun da yolu, maskesini takarak onun rolünü oynadığı “gerçek güzel“i insanlara tanıtmaktan geçiyor. Sahtekârlar ne ile kandıracaklarsa, o şeyin gerçeğini hakkıyla tanımayanları kandırabilirler sadece. Gerçeğin apaçık ortaya çıkması gerekir ki sahtekâr bâtıl eriyip yok olsun. 1200
Bu yönüyle, modern sihirbazlar ve büyücüler tarafından uygulanan, toplumlara yöneltilen sihrin ne kadar etkileyici ve tahrip edici olduğu, âileleri yıkmada, karı ile kocanın arasını ayırmada ne kadar güçlü rol oynadığı ortadadır. Bunların şerrinden, zararından emin olabilmek için de her şeyin yaratıcısı Yüce Allah'a sıkı sıkıya bağlanmak, O’nun emir ve yasaklarına kulak vermek, gönderdiği Kitab’ına ve Peygamberinin tavsiyelerine uymak, fitne saçan ortamlardan sakınmak, insan ve cin şeytanlarının kulaklarımıza fısıldadığı telkinlere kapılmamak gerektiği açıktır. Politikacıların yalan vaatleriyle halkı nasıl büyüleyip kandırdıkları, medyanın nasıl akı kara, karayı da ak gösterdiğini ve toplumu nasıl etkilediği ortadadır. Hz. Peygamber’in bu konuda: “Belâğatlı sözlerden bir kısmı sihirdir.“1201 buyurması da konuyu kavramamıza katkıda bulunmaktadır. Böyle yıkıcı tesirleri olabilen sihrin tesirinden korunabilmemiz için Kur’ân-ı Kerim’de bir sûre yer almaktadır: “De ki: ‘Yaratıkların şerrinden, bastırdığı zaman karanlığın şerrinden, düğümlere nefes eden büyücülerin şerrinden, hased ettiği zaman hasedçinin şerrinden, tan
1200] Ahmed Kalkan, Sanat Bilinci, s. 7
1201] Buhârî, Tıb 51, Nikâh 47; Müslim, Cum’a 47
SİHİR / BÜYÜ
- 297 -
yerini ağartan Rabbe sığınırım.“ 1202
Bu sûrede konumuzla direkt ilgili âyet şudur: “düğümlere üfleyip tüküren büyücü kadınların şerrinden“1203; “Düğümlere üfleyen kadınlar“ ifadesiyle, sihir yapmak için bağladıkları düğümlere üfleyen kadınlar kast edilmiştir. Bu ibâre, “erkeklerin kadınlara düşkünlüğünden yararlanıp, naz ve işve ile onların zihinlerini çelerek istedikleri görüşe döndüren kadınlar“ şeklinde de anlaşılmıştır. “Bunlar, düğüm gibi açılması zor olan erkekleri naz ve işveleriyle fikirden fikre döndürürler. Böylelerin, erkeklerin fikirlerini çelmek için döktükleri dil, yaptıkları işve, erkeklerin düğüm gibi düşüncelerini üfleyerek çözmeleri, onları çeşitli fitnelere düşürmeleri“ şeklinde de tefsir edilmiştir.1204 Âyetin bu şekilde yorumlanması, telkinin sihir olduğuna, sihrin de telkinden ibaret olduğuna dair yukarıda kaydettiğimiz hususlara uygundur.
İslâm’a rağmen müslümanların içinde icrâ-yı faâliyet gösteren büyücü ve sihirbazların, kaynağı Bâbil, Âsur, Eski Mısır, yahûdilik vs. gibi İslâm öncesi küfür ve şirk dönemlerine ulaşan efsun, tılsım ve büyüleri, onlara İslâmî bir kimlik vermek sûretiyle müslümanların câhil halk tabakası arasına yaydıkları bilinmektedir. Bunda da en çok şamanlar, budist râhipler, maniheist din adamları, yahûdiler rol oynamış, karşı gelemeyince, ellerinde mevcut birtakım tılsım, efsun, vefk vs. büyü cinsinden hurâfeleri İslâm’a sokmaya çalışarak, bu yüce dini tahrif etme, Kur’an’ı topluma, anlaşılmaz bir sihir kitabı olarak algılatma yoluna gitmişlerdir. Böylece Kur’an’ı hükümsüz bırakma ve Onun denetiminden uzak kalan toplumlar üzerinde eski hâkimiyetlerini sürdürme maksadı gütmüşlerdir. Bunu gerçekleştirmek için, âyetlerden, hadislerden, esmâ-i hüsnâdan, bazı İslâmî duâlardan yararlanmışlar, bunları istismar ederek büyü yapmada kullanmışlardır. Hâlbuki İslâm büyüyü yasaklamış, bunun şirk ve küfür olduğunu bildirmiştir. Cinci olduğunu iddia eden muskacı, üfürükçü ve büyücüleri “hoca“ sıfatıyla adlandırmışlar, dinin şirk ve küfür kabul ettiği bu sahtekârlıkları, müslümanlığın sahip çıktığı imajı vererek dine büyük darbeler indirmişlerdir.
Görüldüğü gibi, “düğümlere üfleyenler“, İslâm’ı iptal ederek, Kurân-ı Kerim’i devre dışı bırakmak isteyen, içine sokuşturmak istedikleri hurâfe ve büyülerle tevhid dinini tahrif etme arzusunda olan İslâm düşmanlarıdır. Kur’ân-ı Kerim’in inmesi ve İslâm’ın bunların faâliyet alanlarında hâkim olmasıyla menfaatleri haleldâr olmuş bu tür kimseler, hem intikam almak, hem de eski sömürü çarklarını işletmeye devam edip, bu zavallı halkı pençelerinde tutmak için sihre meşrûiyet kazandırmak istemişlerdir. Yüce Allah’ın, “düğümlere üfleyenlerin şerrinden“ kendisine sığınılmasını isteyerek, mü’minleri onların bu sinsi ve çok tehlikeli faâliyetlerine karşı uyarmasına bu açıdan da bakmak gerektiği kanaatindeyiz. Kısacası düğümlere üfleyerek sanat icrâ eden sihirbaz ve büyücülerin asıl tehlikesi, Kur’an’ı ve islâm’ı tahrif etmeye ve onları kötü amaçlarına yönelik istismar etmeye yönelik faâliyetleridir.
Kur’ân-ı Kerim indiği zaman, dünyada mevcut tüm toplumlarda olduğu gibi, câhiliye Araplarında da karanlık korkuları vardı. Onlar, gece karanlığında cinlerin ortaya çıkıp kendilerini çarpacaklarına inandıklarından geceleyin bir dereye
1202] 113/Felak, 1-5
1203] 113/Felak, 4
1204] Bkz. Fahreddin Râzi, Elmalılı ve S. Ateş’in Tefsirleri, Felak sûresi tefsiri
- 298 -
KUR’AN KAVRAMLARI
indiklerinde o derenin en büyük cinine sığınıyorlar ve böylece güven içinde olduklarına inanıyorlardı. Yine bu dönemde Araplar arasında, insanları hasta yapmak, onları istediği yöne sevketmek, onlara zarar vermek amacıyla sihir yapan erkek ve kadınlar vardı. Bunlar büyü yaparken, okuyup üfleyerek düğüm bağlarlardı. Yine toplum içinde, haset eden insanların nazarlarının değeceğine inanılır ve bunun için çeşitli tılsımlara, hurâfe yollarına başvurulurdu. Bu açıdan bu âyetlerin amacı, gecenin karanlığında cinlerin çarpacağını yahut büyücülerin insana zarar vereceğini veya mutlaka göz değeceğini anlatmak değil; tek kuvvet ve kudret sahibinin Allah olduğunu, O’na sığındıktan sonra hiç kimsenin ve hiçbir şeyin zarar veremeyeceğini, başkasına değil; yalnız Allah'a sığınmak gerektiğini anlatmaktır. 1205
Cinlerin insanlara zarar verebileceği, çarpacağı, büyü yaparak cinler vasıtasıyla diğer insanların etki altına alınıp istenilen yöne sevkedileceği, öldürülebileceği, hastalandırılabileceği, hayvan şekline dönüştürülebileceği iddiaları, câhiliye döneminin birtakım yanlış kanaatleri olmalıdır. Bize göre, günümüzde bazı bilim dallarınca da kullanılan hipnoz vs. yollarla telkin, iknâ, şartlandırma, beyin yıkama durumları hâriç bir insanın irâdesinin etki altına alınması söz konusu değildir. Bir insan, bir konuda şu ya da bu yolla iknâ olabilir, etki altında kalabilir, ama attığı her adımda, her davranışında cüz’î irâdesini kullanması söz konusudur. Deli değilse, irâdesini kullandığı şeylerden de sorumludur. Çünkü Allah, irâdesini hayır ya da şerde kullanmakta serbest bırakmış, insanın davranışlarından sorumlu tutulacağını bildirmiştir. Ayrıca bir insanın hipnoz vs. yollarla devamlı bir sûrette telkin altında tutulup, başkasının emri altına girmesi de mümkün olmamalıdır. Çünkü bu durum, bir nevi uyku halidir. Bir kimseyi irâdesi dışında hipnotize etmek de mümkün değildir.1206 Bu sebeple de cinlerle irtibat kurarak ya da onları emri altına alarak, başkalarını öldürecek, eşinden boşattıracak ya da birisini istemediği bir kimseye âşık edecek davranışları yaptırtabilmek pek mümkün değildir.
Bu iddialarda bulunanlar, ilgili şahısla doğrudan irtibatta bulunup onlara söz vs. yollarla telkinde bulunmuyorlar. Yazdıkları birtakım muskalarla ya da yaptırdıkları birtakım hurâfe mahsûlü, Bâbil, Âsur, Süryânî kalıntısı büyülerle hedef şahsı etki altına alabildiklerini ileri sürüyorlar. Bu iddialarını desteklemek için de cinleri kullandıklarını, onların kendi emirleri altında bulunduğunu iddia ediyorlar. Cinlerin insanların emrine girmeleri mümkün olmadığına göre, geriye bu iddiada bulunan sihirbaz ve büyücülerin cinler ve şeytanlarla dost olmaları kalıyor. Bu durumda, bu tür kimselerin cin ve şeytanlarla irtibat kurduklarını kabul etsek bile başka insanları hasta ettirip hatta öldürebileceklerini, onları tesir altına alıp istedikleri her şeyi yaptırabileceklerini kabul etmek de mümkün değildir. Çünkü hayat veren ve öldüren yegâne güç Allah’tır. Bunlar O’na mahsus fiillerdir. 1207
Ayrıca insanın koruyucu melekleri (hafaza melekleri) olduğunu da hatırdan çıkarmamak gerekir. Cin ya da şeytanların bu konuda bir gücü ve fonksiyonu yoktur. Kur’ân-ı Kerim’in çeşitli yerlerinde Yüce Allah, “Kullarımın üzerinde senin bir nüfûzun olamaz. Ancak sana uyan sapıklar bunun dışındadır“1208 buyurarak bu hususa
1205] İzzet Derveze, Tefsîru’l-Hadis 1/197-198; S. Ateş, a.g.e. 11/191
1206] Tahir Örs Özakkaş, Gerçeğin Dirilişine Kapı Hipnoz, s. 158/159
1207] Bkz. 2/Bakara, 258; 15/Hıcr, 23
1208] 15/Hıcr, 42; benzer ifade için bkz. 14/İbrâhim, 22; 16/Nahl, 99; 17/İsrâ, 65
SİHİR / BÜYÜ
- 299 -
işaret etmiştir. O zaman kâfir cin ya da şeytanların insanlar üzerindeki etkisi, gücü, sadece onları doğru yoldan saptırıp azdırmak, haram ve yanlış yollara sevkederek, Allah’ın kendilerine buğzetmesini temin etmek için kalplerine vesvese vermek, kötü telkinlerde bulunmaktır. Bu açıdan cin şeytanları ile insan şeytanları aynı görevi yapmakta, her iki grup da telkin yoluyla insanları etkilemeye, tesir altına alıp kandırmaya çalışmaktadırlar. Şeytanların insanlara vesvese verdiği, onların insanın gönlüne getirdiği bu vesveselerin, gizli fısıltıların şerrinden, kandırmasından Allah'a sığınmak gerektiği Kur’an’da haber verilmektedir.1209 Nâs sûresinde ise bu konuda şöyle buyrulmaktadır: “De ki: ‘İnsanlardan ve cinlerden ve insanların gönüllerine vesvese veren o sinsi vesvesecinin şerrinden, İnsanların İlâhı, İnsanların Hükümrânı ve insanların Rabbi olan Allah'a sığınırım.“ 1210
Yine Kur’an, şeytanın kıyâmet günü Allah’ın huzûrunda şöyle diyeceğini haber vermektedir: “İş olup bitince şeytan, ‘doğrusu Allah size gerçek vaad etti. Ben de vaad ettim, ama sonra caydım. Esasen sizi zorlayacak bir nüfûzum da yoktu; sadece çağırdım, siz de geldiniz. O halde beni değil; kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Beni Allah'a şirk/ortak koşmanızı daha önce kabul etmemiştim. Doğrusu zâlimlere can yakıcı bir azap vardır’ der.“ 1211
Yine bu konuda: “Doğrusu şeytanın iman edenler ve yalnız Rablerine güvenenler üzerinde bir nüfûzu yoktur. Onun nüfûzu sadece, kendisini dost edinenler ve Allah'a şirk/ortak koşanlar üzerindedir. (O, sadece onları kandırabilir).“1212 buyrulmuştur. Bu âyetten cin ya da şeytanların telkin ve vesveselerine şirk koşanlarla şeytanı dost edinen günahkâr kimselerin kapılabileceğini anlıyoruz. İster büyücü, ister sihirbaz tarafından gönderilsin, ister cin ya da şeytan kendisi gitsin, kulağına fısıldayarak, gönlüne vesvese vererek etki altına aldığı kimse, demek ki şeytanın dostudur. Ona dost olanın da şu veya bu zorlamayla değil; yukarıdaki âyette1213 kendisinin de itiraf ettiği gibi özgür arzu ve irâdesiyle bunu yaptığı, şeytanın telkinine kapıldığı açıktır.
Bu durumda da uğranılan zarardan sorumlu ve suçlu yine büyücü vs. değil; cüz’î irâdesini o yönde kullanan insandır. Sihirbazın sorumluluğu ayrı bir konudur. O zaman ister nüsha (muska) yazarak, ister çeşitli yollarla sihir yaparak, isterse düğümlere üfleyerek faâliyette bulunsun, büyücü ya da sihirbazların şerrinden Allah'a sığınmak gerekir. Cin ya da insan şeytanlarının şerri de, insanlara vesvese vermesi, kulaklarına fena şeyleri fısıldaması, onlara yanlış ve zararlı hususları telkin ederek dünya ve âhirette hüsrâna uğratmasıdır. Nitekim Ebu’l-Yüsr el-Pezdevî, ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunun, cinlerin vesvese vermek sûretiyle insanlara etkili olabileceklerini söylediklerini kaydetmektedir. 1214
İnsan şeytanlarının telkin vs. yollarla, medyayı kullanarak, ya da ferdî hareket ederek, kişide, âilede, toplumda nasıl tahribat yapabildiklerini yukarıda açıklamaya çalıştık. Eski sihirbazların daha dar imkânlarla hakkı bâtıl, bâtılı hak göstererek küfrü yaymaya, hâkim kılmaya çalıştıkları gibi, günümüzde de daha
1209] 6/En’âm, 112, 121; 41/Fussılet, 36
1210] 114/Nâs, 1-6
1211] 14/İbrâhim, 22
1212] 16/Nahl, 99-100
1213] 14/İbrâhim, 22
1214] Pezdevî, Usûlü’d-Dîn, s. 226; Krş. Kılavuz, TDV. İslâm Ansiklopedisi, Cin Maddesi, 8/9
- 300 -
KUR’AN KAVRAMLARI
geniş çapta insanları telkin altına alıp gözlerini boyayarak, beyinlerini yıkayarak, hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterip şerri, fitne ve fesâdı hâkim kılmaya çalışan modern büyücü ve sihirbazlar vardır. Bunların zarar ve etkisinden korunmak için Allah’ın yardımını dilemek, O’na sığınmaktan başka çare yoktur. O zaman, eski sihirbazların da, yeni büyücülerin de, şeytanların da başvurdukları yol “telkin“dir ve hedefleri de insanları şirk ve küfre düşürmektir. Onların dünyada mutsuzluğa, âhirette azâba uğratmak, devamlı ruh sıkıntıları, stres ve bunalımlar içinde yaşatarak, sonuçta hastalandırıp delirtmek, inkâra, intihara kadar götürmektir. Küfre ve şirke, inançsızlığa, ahlâksızlığa sevketmektir.
Buraya kadar saydığımız şu hususların şerrinden Yüce Yaratıcı’ya sığınılmasını gerektirecek büyük felâketler olduğu açıktır. İnsanoğlu bu felâketlere, bu acı sonuçlara kendisini insan ya da cin şeytanlarının telkinlerine teslim etmesi, irâdesini bu yönde kullanması sebebiyle uğramaktadır. O halde kişi, suçu büyücü ve sihirbazda, şeytan ya da cinde değil; kendisinde aramalıdır. Tarih boyunca Cenâb-ı Hakk’ın bu konudaki Sünnetinin, sihrin iptal edilmesi (tesirsiz bırakılması), büyücülerin perişan ve mağlûp edilmesi şeklinde tecellî ettiğini hatırdan çıkarmamak gerekir.1215 Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de bu konuda, “büyücü nereden gelirse gelsin, başarı kazanamaz.“1216; “Sihirbazlar gelince Mûsâ onlara, ‘atacağınızı atın’ dedi. Attıklarında Mûsâ ‘Yaptığınız sihirdir, fakat Allah onu boşa çıkaracaktır. Allah fesatçıların/bozguncuların işini elbette düzeltmez. Suçlular/günahkârlar istemese de Allah sözleriyle hakkı gerçekleştirecektir’ dedi.“1217 buyrulmaktadır.
Burada konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber’den nakledilen bir hadisi kaydetmenin yerinde olacağını düşünmekteyiz: Hz. Peygamber, devamlı içki içen ayyaş kimselerin, sihre inanan ve doğru olduğunu tasdik edenlerin, sıla-i rahmi kesenlerin, kâhinlerin, yaptığı iyilikleri başa kakan kimselerin cennete giremeyeceğini söylemiştir.1218 Bir diğer hadislerinde ise Rasûlullah, sihir yapan kimsenin Allah'a şirk/ortak koşmuş olacağını bildirmiştir. 1219
Hârut ve Mârut
Hârut ve Mârut’un Öğrettikleri Neydi? Büyünün bir hakikati olduğu ve tesir edebildiğini ileri süren âlimlerin delillerinden birisi, Bakara 102. âyetidir. Âyette geçen Hârut ve Mârut isimli iki meleğin öğrettiklerinin sihir olmadığı açıktır. “...Onlar, insanlara büyüyü, bir de iki meleğe indirileni öğretiyorlar.“ buyrularak büyü ile meleklere indirilenin ayrı şeyler olduğu bildirilmiştir. Bu durumda, meleklere indirilen şey, bir sihir değil; fesatçı ve kötü kimselerin elinde, küfre vesile olabilecek bir hakikat, büyünün de dayandığı temel bir bilgidir. Ancak şeytanlar bunu sihir yapmak, küfre sebep olmak için öğretmişlerdir. Hâlbuki Bâbil’de kendilerine bu bilgi indirilen iki melek Hârut ve Mârut, “Biz bir fitneyiz, öğreteceğimiz şeyler fitneye müsâittir, sûiistimali küfürdür. Sakın sen bunu öğrenip kötü yolda kullanarak küfre girme“ diye öğüt vermedikçe gelişi güzel kimseye öğretmezler; sûiistimalden, küfür ve sihirden men ederlerdi. Şeytanlar ise böyle yapmadılar, bunlarla herkese kötülük yapma yollarını gösterip sihir öğretiyorlardı.
1215] F. Râzi, T. Kebir, 3/273
1216] 20/Tâhâ, 69
1217] 10/Yûnus, 80-81
1218] Ahmed bin Hanbel, 3/14, 83; 4/399
1219] Nesâî, Tahrîm 19, hadis no: 4076; A.Osman Ateş, a.g.e. s. 230-250
SİHİR / BÜYÜ
- 301 -
“İki melek üzerine indirilen şey“ lafzıyla işaret edilen bu bilgi, insanların küfrüne sebep olan sihir ve sihirbazların çok yaygın olduğu Mezopotamya bölgesinde, Bâbil’de, bunların küfürlerine son vermek, halkı saptırmalarından korumak maksadıyla indirilmiştir. Bu maksatla, büyünün ne olduğu, hangi sebepler zincirinin düzenlenmesinden meydana geldiği, insanları Bâbil’deki sihirbaz kâfirlerin şerrinden korumak maksadıyla iki meleğe veya onlardan ilham alan iki hükümdara (melik) ilham edilmiştir. Onlar da bu bilgiyi, sihirbazların otoritesini kırıp küfre son vermek, tevhidi hâkim kılmak maksadıyla yukarıdaki ikazları yaparak insanlara öğretmişlerdir. Hârut ve Mârut, günümüze göre çok basit olan olayların bile bir büyü olarak görüldüğü Mezopotamya’da, diğer insanların kavrayamayacağı birtakım olayların kanunlarını açıklamışlar ve bunu öğrencilerine öğretirken kötüye kullanmamalarını söylemişlerdi. Fakat Bâbilliler ve Bâbil’deki esâretleri sırasında onlardan bazı garip olayların sırlarını öğrenen yahûdiler, kısacası insan ve cin şeytanları bunlara birçok hurâfeleri katmışlar, bir yığın hayaller, vefk, tılsım vs. ortaya atarak bunları sihir yapmada kullanmışlardı. 1220
Burada, âyette geçen “Onlar, karı ile koca arasını açan şeyleri öğreniyorlardı.“ İfadesinin biraz kapalı olduğunu hatırlatmakta yarar vardır. Bazı müfessirler bu ibâredeki “minhümâ -onlardan-“ zamirini bu iki meleğe, yani Hârut ve Mârut’a atfetmişlerdir. Bu durumda anlam, “Hârut ve Mârut’tan, erkekle karısının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı“ şeklinde olmakta ve erkekle karısının arasını açacak şeyleri insanlara bu iki meleğin öğrettiği ortaya atılmaktadır. Fakat yukarıdaki ibârede yer alan “minhümâ -onlardan-“ zamirinin Hârut ve Mârut’a değil de, “sihr“ kelimesiyle, devamındaki “iki meleğe indirilen şey“ ifadesine atfedilmiş olduğunu söyleyen İslâm âlimleri de vardır. Kanaatimizce bunların görüşü daha isâbetlidir. Bu durumda da âyetteki bu ibârenin mânâsı, “Şeytanların, Süleyman (a.s.) hakkında uydurduğu şeylere uyan bu yahûdi zümresi, kâfir şeytanların öğrettiği sihir ile Bâbil’de Hârut ve Mârut adlı meleklere indirilen (bilgilerden) koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlar“ şeklinde olmaktadır. 1221
Böylece Hârut ve Mârut’ adlı bu iki meleğin insanlara karı ile kocanın arasını ayıracak sihir öğretmedikleri, yahûdilerin bu konudaki büyüleri, Allah katından Hârut ve Mârut’a indirilen bu bilgileri kötüye kullanarak şeytanların/sihirbazların öğrettiği sihirlere karıştırarak kendilerinin ürettikleri anlaşılmaktadır.1222 Yahûdilerin yaptıkları bu büyünün tesiri konusunda ise Cenâb-ı Hak aynı âyette şöyle buyurmuştur: “...Büyücüler, Allah’ın izni olmadan hiçbir hususta zarar veremezler.“ 1223
Bu iki meleğin, küfür ve şirk olduğu aynı âyette belirtilen büyüyü, karı-koca arasını ayıracak şeyleri halka öğretmeleri söz konusu değildir. Onlar, halkı küfür ve sapıklıktan, sihirbazların kandırmalarından kurtarmak için sihrin de kendisine dayanılarak üretildiği, mâhiyeti itibarıyla şirk özelliği, çirkinlik vasfı bulunmayan, o döneme göre yüksek seviyedeki bilgiyi halka belletiyorlar ve öğrettikleri kimselere, “sakın bunu istismar etme, sihir yapmada kullanarak küfre girme“
1220] Fahreddin Râzi, a.g.e. 263-264; S. Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 1/206-2079; A. Osman Ateş, a.g.e. s. 234-235
1221] Bkz. Fahreddin Râzi, Tefsîr-i Kebir Terc. 3/263-264; Elmalılı, 1/371; A. Osman Ateş, Cinler-Büyü, s. 235-236
1222] Fahreddin Râzî, a.g.e. s. 1/371
1223] 2/Bakara, 102
- 302 -
KUR’AN KAVRAMLARI
diye de uyarıyorlardı. Bâbil’deki iki meleğe indirilenin sihir değil; bilgi olduğunu açıklamıştık. Bu iki melek, halka sihir yapmada da kullanılmaya müsâit bilgiyi öğretiyorlar, onların kanmamasını temin ediyorlardı. Kendileri asla sihir yapmamışlardır; çünkü bu şirk ve küfürdür. Meleklerin şirk ve küfre girmeleri, şirk olan davranışlarla meşgul olmaları onlara yaraşmaz. Âyetin metninde bu konuda, “Oysa onlar, Allah’ın izni olmadan büyü ile hiç kimseye zarar veremezlerdi.“ buyrulmaktadır. Burada “hüm -onlar-“ zamiriyle kast edilenler Bâbil’deki iki melek değil; sihirle meşgul olan yahûdilerdir. Eğer burada Bâbil’deki iki melek kast edilseydi “hüm -onlar-“ değil; “hümâ -o ikisi-“ zamirinin kullanılması gerekirdi. 1224
Hz. Süleyman döneminde sihirle uğraşan şeytanlar ve şeytan karakterli büyücülerle ilgili olarak Bâbil’de imtihan için insanlara bazı bilgiler öğreten “Hârut ve Mârut adlı iki melek“ hakkında çok çeşitli isrâiliyat kaynaklı hurâfeler, meleklerin şânına yakışmayacak, Kur’an’daki “melek“ tanımına ters masalımsı rivâyetler, eski tefsirlerin çoğunda yer alır. Bazılarınca eleştirisi yapılmayan ve doğruluğu kesinmiş gibi rivâyet edilen bu söylentiler, tefsirlerimize giren isrâiliyatın seviyesi konusunda bilgilenmemiz açısından önemli örneklerden sayılabilir. Hârut ve Mârut hakkındaki bu rivâyetleri kısaca görelim:
Hârut ve Mârut’la İlgili Tefsirlerdeki İsrâiliyat Örnekleri
Hârut ve Mârut’un Kim Olduklarıyla İlgili Rivâyetler: Hârut ve Mârut, iki melektir. Bütün kıraat imamlarınca ilgili âyetteki1225 kelime “melekeyn = iki melek“ tarzında okunmuştur. Bunun başka bir şeye ihtimali yoktur. Konu, tevâtürle sâbittir. Buna rağmen şâz tarîkle gelen ve imamlarca asla ehemmiyet verilmeyen bir okuyuşa dayanarak bu hususta çeşitli görüşler ortaya atılmış ve Hârut ile Mârut’un kim oldukları açıklığa kavuşturulmak istenmiştir. Bu konudaki rivâyet ve yorumları tercih eden tefsirlere göre Hârut ve Mârut:
İki melektir (Doğru olan görüş budur);
Cebrâil ve Mîkâil’dir;
İnsanlardan iki kişidir;
İki hükümdardır;
İki şeytandır;
Cinlerden iki kabîledir;
“es-Sicill“ ismindeki meleğin yardımcılarındandır;
İns ve cin şeytanlarıdır;
Dâvud ve Süleyman (a.s.)’dır. 1226
Yeryüzüne İndirilen İki Meleğin Mâcerâsı: İbn Abbas’tan rivâyet edildiğine göre, Allah semâların kapılarını meleklerine açtı. Onlar yeryüzündeki insanların amellerine baktılar. İnsanların hata işlediklerini görünce: “Ya Rab, Senin (kudret) elinle yarattığın, meleklerine secde ettirdiğin, eşyanın isimlerini öğrettiğin
1224] A.Osman Ateş, a.g.e. s. 232-238
1225] 2/Bakara, 102
1226] Bu rivâyet ve yorumların kaynaklarıyla ilgili bkz. Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, s. 141
SİHİR / BÜYÜ
- 303 -
Âdemoğulları hatalar içinde yüzüyorlar“ dediler. Allah da: “Eğer siz onların yerinde olsaydınız, aynı şeyleri yapardınız“ buyurdu. Melekler: “Ya Rab, Seni noksan sıfatlardan tenzîh ederiz. Âdemoğullarının yaptığını yapmak bize yaraşmaz“ dediler. Râvî der ki; melekler, Allah tarafından yeryüzüne inecek olanları seçmekle emrolundular. Onlar da, Hârut ve Mârut’u seçtiler. Hârut ve Mârut yere indirildi. Allah; kendisine hiçbir şeyi şirk/ortak koşmamaları, hırsızlık yapmamaları, zinâ etmemeleri, şarap içmemeleri, -Allah’ın meşrû gördüğü haller müstesnâ- hiçbir cana kıymamaları şartıyla yeryüzünde ne varsa onlara helâl kıldı. Râvî sözüne devamla der ki; melekler yeryüzünde yaşamalarına devam ederken, kendisine (dünya) güzelliğinin yarısı verilmiş olan Bîzuht isminde bir kadın gördüler. Dayanamayıp onunla zinâ etmek istediler.
Kadın, meleklerin teklifine yanaşmadı. Onlardan Allah'a şirk koşmalarını, şarap içmelerini, cana kıymalarını ve (gösterdiği) puta secde etmelerini şart koştu. Melekler kadının teklifine: “Biz Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayız“ diye cevap verdiler. Meleklerden biri diğerine, kadına varıp tekliflerini tekrarladı. Kadın yine reddetti. “şarap içerseniz olur“ dedi. Melekler kadının sunduğu şarabı içtiler ve körkütük sarhoş oldular. Bu esnâda yanlarına bir dilenci geldi ve kendilerinden bir şeyler istedi. Dilenciyi öldürdüler. Onlar bu iki büyük kötülüğü irtikâp edince, Allah gök kapılarını meleklere açtı. Arkadaşlarının bu hallerini görünce: “Yâ Rab! Seni her türlü noksan sıfatlardan tenzîh ederiz. Sen her şeyi en iyi bilensin“ dediler. Râvî diyor ki; Allah, Dâvud oğlu Süleyman’a (a.s.), meleklerin dünya azâbı ile âhiret azâbından birini tercih etmelerini vahyetti. Melekler dünya azâbını tercih ettiler. Bunun üzerine Bâbil’de topuklarından tepesi aşağı asıldılar. 1227
Es-Süddî’den rivâyete göre, benzer şekilde, kadınla beraber olmak isteyen meleklere, kadın: “Hangi sözle (duâ ile) semâya çıktığınızı ve hangisiyle indiğinizi bana söylemedikçe arzu ettiğiniz şeye yanaşmam“ dedi. Onlar da semâya çıkış ve inişte okudukları duâları kadına bildirdiler. Kadın bunu öğrenir öğrenmez okudu ve semâya çıktı. Allah kendisine, semâdan inileceği zaman duâyı unutturdu. Böylece kadın çıktığı yerde kaldı. Neticede Allah onu bir yıldıza çevirdi. Abdullah bin Ömer o yıldızı her gördükçe lânet eder ve: “Hârut ve Mârut’u fitneye düşüren budur!“ derdi. Hârut ile Mârut akşam olunca mûtad şekilde semâya çıkmak istediler, fakat muvaffak olamadılar. Mahvolduklarını anladılar. Allah kendilerini, dünya azâbı ile âhiret azâbından birini seçmeleri hususunda serbest bıraktı. Dünya azâbını tercih ettiler. Bâbil’de asıldılar ve insanlara sihirle konuşmaya başladılar. 1228
Er-Rabî’den rivâyete göre, yine benzer şekilde anlatılan olayda bu iki meleğin şiddetle arzuladıkları bu kadın, “şarap içmek, adam öldürmek ve puta tapmaktan birini tercih edin“ dedi. Melekler: “Bu üç tekliften hiç biri bize yakışmaz, ama yine de bunların en ehveni şarap içmektir“ dediler. Kadın onlara şarap sundu. Şarap kendilerini iyice mest edince, kadınla zinâ ettiler. Bu halleri devam ederken yanlarına bir kişi geldi ve durumu gördü. Bu adamı, gördüklerini sağda solda yayıp bizi rezil etmesin diye öldürdüler. Sarhoşluk halleri geçip ayıldıktan sonra, işledikleri günahı ve cürmü anladılar ve semâya çıkmak istediler, fakat
1227] Taberî, I/456
1228] Taberî, I/457
- 304 -
KUR’AN KAVRAMLARI
buna muvaffak olamadılar. Allah tarafından bu arzularına mâni olundu. İş bu raddeye geldiği zaman, yeryüzünde bulunan bu iki melekle semâ ehli arasındaki perde açıldı. Melekler, Hârut ile Mârut’un içine düştükleri günah ve hayatı gözleriyle gördüler ve bundan dolayı hayret ve dehşete kapıldılar. Ve melekler bu vesîle ile şunu anladılar ki; kim Allah’tan ırak, O’nun murâkabe, müşâhede ve kontrolünden uzak kalırsa o kimse Allah’tan daha az korkar. Artık bundan böyle melekler, yeryüzünde yaşayanların tümüne (imanlı ve imansız oluş hallerine bakmadan) istiğfâr etmeye başladılar. Hârut ile Mârut yukarıda anlatılan hatalara düşünce, kendilerine taraf-ı İlâhî’den şöyle bir teklif geldi: “Dünya azâbını veya âhiret azâbını, bu ikisinden birini tercih edin!“ Melekler: “Dünya azâbı fâni, âhiret azâbı bâkîdir“ deyip dünya azâbını seçtiler. Bâbil ülkesinde bırakıldılar ve kendilerine orada azâb olunmaktadır. 1229
Bu konu, temel çerçevenin hemen aynı şekilde anlatıldığı hadis rivâyeti olarak da kaynaklara geçmiştir. Hadis rivâyetine göre, yukarıdaki rivâyetlerde anlatıldığı gibi Hârut ve Mârut, her üç büyük günahı da işlemişler, dünya azâbını tercih etmişlerdir. 1230
İbn Cerîr’in, İbn Ömer’den nakline göre Nâfi’ şöyle anlatır: Ben Abdullah İbn Ömer ile yolculuk yaptım. Yolculuğumuz esnâsında gecenin sonuna doğru İbn Ömer bana: “Ey Nâfi’! Bak hele, ‘el-Hamrâ’ (Kırmızı yıldız, yani Çoban yıldızı) doğmuş mu?“ dedi. Ben de “hayır, doğmamış“ dedim. İbn Ömer bu soruyu iki veya üç kere tekrarladı. Sonra ben (zamanı gelip doğduğunda): “Şimdi doğdu!“ dedim. İbn Ömer bunun üzerine: “Ona merhaba da, hoş safâ da yok!“ dedi. Ben: “Sübhânellah, Allah’ın emrine boyun eğmiş, itaatli, söz dinler bir yıldızdır o! (ona bu tarzda kızmanın mânâsı ne?)“ dedim. Bunun üzerine İbn Ömer: “Sana sadece Hz. Peygamber’den (s.a.s.) duyduğumu söylüyorum; Efendimiz bana şöyle buyurdu: “Melekler: ‘Ey Rabbimiz, bunca hata ve günahlarına karşılık, insanlara nasıl sabırlı davranıyorsun?’ dediler. Cenâb-ı Hak, kendilerine: ‘Ben onları sınadım, sizleri ise onların işlediği günah ve fitnelerden korudum’ buyurdu. Melekler: ‘Biz onların yerinde olsak yine Sana isyan etmezdik’ dediler. Bu iddiâya karşılık Allah: ‘İçinizden iki melek seçin!’ emrini verdi. Onlar da Hârut ve Mârut’u seçtiler.“ 1231
Hz. Ali’den rivâyet; Amr bin Saîd, Hz. Ali’nin şöyle söylediğini naklediyor: “Ez-Zühre“ (Çoban yıldızı, Venüs) ismindeki yıldız, aslında İranlılardan güzel bir kadındı. Bu kadın vaktiyle, Hârut ve Mârut ismindeki iki meleğe dâvâcı olarak geldi. Melekler kadını görünce ondan murad almak istediler. Kadın onların teklifini, okudukları zaman göklere çıkmalarını temin eden şeyi öğretmeleri şartıyla “peki“ dedi. Kadına öğrettiler. Kadın duâyı okudu, gökyüzüne yükseldi ve o anda (Allah tarafından) yıldıza çevriliverdi.1232 Yine Hz. Ali’den el-Hâfız Ebû Bekr İbn Medûye’nin nakline göre, Hz. Ali şöyle demiştir: “Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Allah Zühre’ye (Çoban yıldızı da denilen Venüs gezegenine) lânet etsin! Çünkü Hârut ve Mârut isimli iki meleği fitneye düşüren odur.“ 1233
1229] Taberî, I/457-458; İbn Kesîr, Tefsîr, el-Bidâye; el-Vâhıdî, Tefsir; el-Kirmânî, Lübâbü’t-Tefsir; Tefsîru Askerî; Ebul’l-Leys essSemerkandî; et-Tabressî; et-Tıbyân vb.
1230] Ahmed bin Hanbel, Müsned, hadis no: 6178; Taberî, II/433; İbn Kesîr, I/241-242
1231] Taberî; İbn Kesîr; İbn Arabî, Ahkâmu’l-Kur’an vb.
1232] Taberî; İbn Kesir
1233] Zâdu’l-Mesîr I/124; İbn Kesîr I/243
SİHİR / BÜYÜ
- 305 -
Hârut ve Mârut Nasıl Bir Cezâya Çarptırıldılar? Rivâyetlere göre, Hârut ve Mârut’a işledikleri üç büyük günahtan dolayı Allah tarafından verilen ceza konusunda da ihtilâflar vardır:
Kıyâmet kopuncaya kadar saçlarından asılma cezâsına çarptırıldılar;
Başları kanatlarının altına kıstırılmıştır;
İçi ateş dolu bir kuyuya atılmışlardır;
Baş aşağı asılmışlardır ve devamlı olarak demir kırbaçlarla kırbaçlanmaktadırlar;
Ayaklarından uyluklarına kadar tartılmış vaziyettedirler;
Rivâyete göre bir zat kendilerinden sihir öğrenmek niyetiyle Hârut ve Mârut’a gitti. Onları ayaklarından asılmış vaziyette buldu. Gözleri kızarmış, derileri simsiyah olmuştu. Dilleri ile asılmış oldukları yerde bulunan su arasındaki mesâfe dört parmak kadardı. Onlar bu vaziyette “susuzluk“ ile cezalandırılıyorlardı. Meleklerin bu durumu adamı ürpertti ve gayrı ihtiyârî “Lâ ilâhe illâllah“ dedi. Melekler bunu işitince adama kim olduğunu sordular. O da, “İnsanlardan herhangi biri olduğunu“ söyledi. Adama ikinci defa, “kimin ümmetinden olduğunu“ sordular. O da: “Muhammed ümmetinden olduğunu haber verdi. Melekler: “Muhammed (s.a.s.) peygamber olarak gönderildi mi?“ dediler. O da: “evet“ dedi. Melekler: “Elhamdülillâh“ deyip sevinç ızhar ettiler. Yanlarına varan zat, sevinçlerinin nedenini sordu. Melekler: “O kıyâmet peygamberidir (âhir zaman nebîsidir). Artık işkencemizin bitmesi yakındır“ dediler;
Bâbil’de bir mağarada azâb içindedirler. 1234
Olayın Geçtiği Yer: Allah Teâlâ, âyette 1235 bahsi geçen iki meleğin Bâbil denen bir memlekete indirildiğini beyan ediyor. Ama dünya coğrafyasında buranın yerini Kur’an bize bildirmiyor. Kur’an’ın bildirmediği şeylerin arkasına düşmenin çok zaman müslümanlara faydası yoktur. Buna rağmen bazı müfessirler bu gibi şeylere fazlaca düşkünlük göstermişlerdir. Bâbil’in yerini tâyin için öne sürülen yerler:
Irak;
Kûfe;
Hîre ile Bâbil arasında bir yer;
Nusaybin;
Dünbavend Bâbil’i
Demavend dağı;
Garpta bir yer;
Bir kasaba adı;
Arzda bir dağ. 1236
1234] M. Tenzîl, I/43; el-Vâhıdî, Tefsir 37; İbn Hazm, el-Fasl, IV/32; naklen Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, s. 151
1235] 2/Bakara, 102
1236] Tüm bu rivâyetlerin kaynağı için bkz. A. Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, s. 139
- 306 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Rivâyetlerin Tahlili: Bakara sûresinin 102. âyetinden başka, Kur’an’da hakkında hiçbir açıklama bulunmayan ve sahih yollarla Hz. Peygamber’e ulaşan bir hadis de mevcut olmayan bu Hârut ve Mârut meselesi, görüldüğü gibi kitaplarımızda bir hayli yer tutmuştur. Belki yüzde doksan oranında; tefsirle, siyerle, peygamberler tarihi ve megâzi ile uğraşan ve akaid sahasında eser veren müellifler rivâyetleri hiçbir tenkîde tâbi tutmadan almışlardır. Haberleri, rivâyet veya dirâyet yönünden ve bazen de her ikisi bakımından tetkik edenler oldukça azdır. Haberlerden bazıları birçok yönleri ile masaldan farksız olduğu halde, nedense bunlara dikkati çekmemişlerdir. İsrâiliyattan olan bu haberlerin naklinde sayısız mahzurlar vardır. Birçok yönleri ile bunlar bâtıl ve lüzumsuzdur. Eğer bunlar İslâmî eserlere girmemiş olsaydı, üzerinde durmaya hiç de lüzum yoktu. Rivâyetler, tenkîd ve tahlile tâbi tutulmalıdır.
Âyette geçen Bâbil’in neresi olduğunu tâyin için ortaya atılan görüşlerin sayısı on’a varmıştır. Belki bu türlü görüşler insanın içindeki merak ve tecessüsü tatmin için iyi şeyler olabilir. Ama bunların yeri, tefsire dair eserler olmamalıydı. Çünkü bunlar âyetten gâye olan irşâd ve öğütleri bir ölçüde gölgeliyor ve murâd-ı ilâhî bunlar arasında kaybolup gidiyor, âyetin mânâsını düşünmek yerine, mü’minler Bâbil’in neresi olduğu sorusu ile uğraşıyorlar. Neticede ortaya atılan görüşlerden hangisinin doğru, hangisinin eğri olduğu yolunda gerçek bir fikre sahip olunamıyor. O zaman bu uğraşmalar tamamıyla lüzumsuz, faydasız oluyor, abesle iştigal sınıfına giriyor.
Hârut ve Mârut’tan maksat kimlerdir? Bunun hakkında da bir hayli şeyler söylenmiştir. Yukarıda da temas edildiği gibi Hârut ve Mârut’tan maksat iki melektir. Ama bu isimler etrafında uydurulan şeylerin vebali tamamıyla uyduranlara âittir ve mü’minler bunlara asla îtibar etmemelidirler. İbn Hazm, bu iki isimden maksadın iki melek olduğuna şiddetle karşı çıkmıştır. Bâzı âyetlere isnad etmeye çalışarak görüşünü müdâfa eden müellife göre, bunlar olsa olsa iki şeytandır veya cinlerden iki kabîle adıdır.1237 Hârut ve Mârut’un, Hz. Dâvud ve Hz. Süleyman olduğu bile öne sürülebilmiştir. Hârut ve Mârut’un kim olduklarını aydınlığa kavuşturmak için öne sürülenleri lüzumsuz ve gülünç bulan İbn Kesîr, bu konuya ait bazı haberleri tek tek inceler ve bunların itimada şâyân olmadıklarını ortaya koyar. 1238
Hârut ve Mârut ile ilgili hadis rivâyeti ve diğer rivâyetlere gelince: Ahmed bin Hanbel tarafından tahrîc edilen bu hadis rivâyeti, Abdürrezzak’ın tefsîrindeki rivâyetten anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) âit değildir. Rivâyet, Abdullah bin Ömer vâsıtasıyla Kâ’bu’l-Ahbâr’dan alınmıştır. Yani bu haber doğrudan doğruya Kâ’b’ın sözüdür ve isrâiliyattır.1239 Farklı hadis rivâyetlerini kaydettikten sonra İbn Kesîr, şu hükme varır: “Hadis döndü dolaştı ve neticede yahûdilere âit kitaplardan ve Kâ’bu’l-Ahbar’ın nakli noktasında düğümlendi; bu haber isrâiliyattandandır.“ 1240. Ebû Bekr İbn Merûye’nin Hz. Ali’den rivâyet ettiği hadis rivâyeti için de İbnu’l-Cevzî: “Bunlar sıhhati sâbit olmayan şeylerdir“ der. 1241
1237] İbn Hazm, el-Fasl, IV/32-33; Naklen A. Aydemir, s. 153
1238] İbn Kesîr, I/240-241
1239] İbn Kesîr, I/241-242
1240] İbn Kesîr, I/242-243
1241] İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, I/124
SİHİR / BÜYÜ
- 307 -
İbn Kesîr, bir kısmını örnek olarak gördüğümüz Hârut ve Mârut kıssasının varyasyonlarının tümünü bir arada şöyle değerlendirmektedir: “Bu Hârut ve Mârut kıssası, Mücâhid, Süddî, Hasan, Katâde, Ebu’l-Âliye, Zührî, Rebî’ bin Enes ve Mukatil bin Hayyân gibi tâbiûndan rivâyet edilmiştir. Ayrıca mütekaddim ve müteahhir müfessirlerin çoğunluğu da bu kıssayı az çok anlatmışlardır. Hâsıl-ı kelâm bu kıssanın tafsîlâtı benî İsrâil haberlerine dayanmaktadır. Üstelik Peygamberimiz’e kadar kesintisiz sahih senetli bir hadis de vârid olmuş değildir. Kur’an’da onlar hakkında anlatılanlar, kıssanın tafsilâtsız icmâli olup, biz ancak Kur’an’da anlatıldığı kadarına inanırız. Allah, gerçeği en iyi bilendir.“ 1242
Hârut ve Mârut’a ait yukarıda örnekleri görülen söylentilerin aslı olmadığı halde, birçok İslâmî eserlerde, cezalarının üzerinde durulmuştur. Müellifler, bu türlü düzmeler melekler hakkında câiz midir, değil midir sorusuna cevap vermeden; bunu araştırmaya lüzum görmeden onların cezalarının şekli ile uğraşmışlardır. Kıssanın isrâiliyattan olduğu tesbit edildikten sonra artık, meleklerin uğradığı işkenceyi tâyine veya üzerinde durmaya hiç gerek yoktur!
Kısaca ifade etmek gerekirse, Hârut ve Mârut’un Zühre ile ilgili ve hayal ürünü mâcerâlarını dile getiren tüm rivâyetler bâtıldır ve hepsi de akıl, mantık ve İslâmî ölçüler yönünden reddi gereken şeylerdir. İsrâiliyattan, hem de İslâm’a taban tabana zıt isrâiliyattan olan bu haberlerin hiç birine iltifat etmemek gerekir. Bu efsânelerin kitaplara geçmiş olması ne kadar acıdır. Hârut ve Mârut konusu hakkında rivâyet edilenler, dikkatli muhaddislerin gözlerinden kaçmamıştır. Uydurma hadislere ait mecmualarda rivâyetler tahlil edilmiş ve bunların Hz. Peygamber veya sahâbeye ait oluşu reddedilmiştir. 1243
İmam Kurtubî, bu rivâyetler hakkında şöyle der: Melekleri, her türlü günahlardan berî gösteren inanca ve onların ismetine/günahsızlığına dair Kur’an’ın haberlerine aykırıdır. Melekler hakkında Kur’an; “Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır.“1244; “Bilâkis melekler, ikrâma mazhar olmuş kullardır.“1245; “Onlar bıkıp usanmaksızın gece ve gündüz tesbih ederler.“1246 buyurmaktadır.
Kadının Zühre (Venüs) gezegenine dönüşmesi olayına gelince: Allah Teâlâ yıldızları ve gezegenleri, gökleri yarattığı zaman vücûda getirdi. Nitekim bir haberde: “gökyüzü yaratıldığında yıldız ve gezegenlerin de yaratıldığı“ bildirilmiştir. Bu da Hak Teâlâ’nın şu kavlinin mânâsı içindedir: “Herbiri belli bir yörüngede yüzmeye devam ederler.“1247 Bununla da sâbit olmuştur ki, Zühre (Venüs) ve Süheyl (güneydeki parlak yıldız), Âdem (a.s.)’in yaratılmasından önce de var idiler. 1248
Rivâyetler içinde geçen ve meleklerin dünya azâbı ile âhiret azâbından birini tercih etmede serbest bırakıldıklarını ifade eden kısım da sakattır. Bu konuda evlâ olan meleklerin azâb ile tevbe arasında özgür kılınmalarıdır. Zira Allah bir ömür boyu kendisine şirk koşanları bile azâb ile tevbe arasında serbest
1242] İbn Kesîr, Tefsir I/203
1243] Bu konudaki örnekler için bkz. A. Aydemir, s. 157
1244] 66/Tahrim, 6
1245] 21/Enbiyâ, 26
1246] 21/Enbiyâ, 20
1247] 36/Yâsin, 40
1248] Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an I/52
- 308 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bırakmıştır. Rahmeti bu kadar geniş olan Yüce Yaratıcı, nasıl olur da, bu hususta Hârut ve Mârut’a karşı cimri davranır?
Allah, Hârut ve Mârut’a “eğer Âdemoğullarını imtihan için vesîle yaptığım şeyleri size tatbik etseydim, siz de tıpkı onlar gibi bana âsî olurdunuz“ buyurunca melekler: “Hayır ya Rab! Sen dediğini bize yapsan, biz Sana âsî olmayız“ dediler. Bu cümle Allah’ı tekzibdir, O’nu cehâletle suçlamadır ve açık küfürlerdendir.
Kıssacıların; Hârut ve Mârut (hâlen insanlara) azâb içinde olmalarına rağmen sihir öğretmektedirler, Cenâb-ı Hakk’a yalvarmaktadırlar ve ceza çekmektedirler“ rivâyet ve iddiaları da akıl mantık açısından tuhaf ve tutarsızdır. Hem ceza çekerken tevbe ediyorlar, hem de küfür olduğu halde sihir öğretmeye devam ediyorlar!
Kıssaya ait rivâyetlerde Zühre’nin fâcire bir kadın olduğu ve Hârut ile Mârut’u fitneye düşürdüğü ifade ediliyor. Arkadan da semâlara yükseltiliyor. Ahlâksız bir kadın nasıl olur da semâlara yükseltilir? Diyelim ki Zühre göklere çıktı. Nasıl parlak bir yıldız olabilir? Cezâ neticesi kadının yıldıza tebdîl edildiği ifade ediliyor. Günahkâr olan bu kadının parlak değil de; simsiyah olması gerekmez miydi? Zühre (Venüs) adıyla anılan yıldız, göklerin yaratıldığı günden beri semâda cevelân eden, hiçbir şeyden haberi olmayan, günah veya sevapla uzaktan yakından en ufak bir ilgisi ve irtibatı bulunmayan bir varlıktır. Kendi adına düzülen bu tür yalanlardan onun asla haberi bile yoktur! 1249
Cinlerin İnsanların Emrine Girmesi Mümkün müdür?
Bazı âlimler, cinlerin Hz. Süleyman’a hizmet etmeleriyle ilgili âyetleri delil olarak alıp cinlerin diğer insanlara da boyun eğip onların emrinde bulunmalarının mümkün olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu konuyla ilgili olarak ilmu’l-Azâim adlı bir bilim dalının meydana getirildiği de öne sürülmektedir. Cinlerin Hz. Süleyman’a boyun eğmelerinden bahseden âyetler 21/Enbiyâ, 82; 27/Neml, 17, 38-39; 34/Sebe’, 12-13; ; 38/Sâd, 36-38 âyetleridir. Cinlerin insanlara boyun eğmelerinin mümkün olduğunu savunan âlimlerin delil gösterdiği bu âyetler, Hz. Süleyman’la ilgilidir ve bu işin sadece ona mahsus olup, daha sonra gelen kimselere böyle bir imtiyazın verilmediği Kur’ân-ı Kerim ve hadislerden anlaşılmaktadır. Kanaatimizce bu durum, cinlerin insanlara itaat etmelerinin mümkün olduğunu ileri süren ve bu görüşlerine bu âyetleri delil gösteren âlimlerce gözardı edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. Süleyman’ın bu konuda şöyle duâ ettiğinden bahsedilmektedir: “Süleyman: ‘Rabbim! Beni bağışla, bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir mülk/hükümranlık ver. Şüphesiz Sen daima bağışta bulunansın’ dedi.“ 1250
İnsanların, cinlerin, rüzgârın, hayvanların emrine verilmeleri sebebiyle onun bu duâsının kabul edildiği, ilgili âyetlerden anlaşılmaktadır. Verilen bu imtiyaz ve hükümranlığa kendisinden sonra kimsenin ulaşmaması konusundaki dilek ve duâsının da kabul edildiğini Hz. Peygamber’den gelen bazı hadisler ortaya koymaktadır. Bu konuda Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Cin tâifesinden bir ifrît (korkunç ve zararlı bir cin) dün gece namazımı bozmak için bana apansızın hücum etti. Fakat Allah (c.c.) beni ona karşı gâlip getirdi de hemen onu boğdum. Sabah olunca hepiniz onu göresiniz diye, Mescid’in direklerinden birinin yanıbaşına bağlamak istedim. Fakat
1249] A. Aydemir, a.g.e. s. 136-161; karş. Yusuf Özbek, İslâm Açısından Sihir, s. 101-131
1250] 38/Sâd, 35
SİHİR / BÜYÜ
- 309 -
sonradan kardeşim Süleyman’ın şu duâsını hatırlayarak vazgeçtim: “Ya Rab! Bana mağfiret et ve bana öyle bir mülk ver ki o, benden başka hiç kimseye lâyık olmasın. Şüphesiz bütün dilekleri ihsan eden Sensin Sen!“1251 Diğer rivâyette, “... Sonra onu yakalamak istedim. Vallahi kardeşimiz Süleyman’ın duâsı olmasaydı, muhakkak bağlanmış olacaktı da Medine halkının çocukları onu oyuncak edeceklerdi.“ 1252
Hz. Süleyman’a verilen bu mülk ve hükümranlık konusunda Kitab-ı Mukaddes’de bir kayıt vardır ve burada şöyle denilmektedir: “Ve Allah dedi: ...Hikmet ve bilgi sana verildi. Ve Ben sana öyle zenginlik, mal ve şeref vereceğim ki, senden önce olan krallarda onun benzeri yoktu, ne de senden sonra onun benzeri olacaktır.“ 1253
Sonuç itibarıyla, Hz. Süleyman’ın emrine verilen cin ve şeytanların, ondan sonra başkalarının emir ve hizmetine verilmesinin söz konusu olmadığı anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber için bile böyle bir durum söz konusu olmadığına göre, bunun diğer sıradan insanlar için mümkün olabileceğini ileri sürmek doğru olmasa gerektir. Çünkü âyet ve hadislerde cinlerin Hz. Peygamber’in emrine verilip Ona da Hz. Süleyman’a yaptıkları gibi kaleler, mâbedler, havuzlar vs. yaptıklarından bahsedilmemektedir. Hz. Peygamber’in cinlerden hizmetçileri yoktu, Mescid-i Nebeviyye’yi ashâbıyla beraber bizzat kendisi çalışarak inşâ etmişti. Düşmana karşı korunmak için Medine’nin etrafına kazılan hendekte bizzat kendisi de kazma-kürek çalışmıştı. Ev işlerini de hanımları ve kendisi görmüştü. Bu husus gözden uzak tutulmamalıdır.
Günümüzde ve daha sonraki asırlarda müslümanlar, cin ve şeytanları kendilerine boyun eğdirip onları çalıştırmayı hayal etmek yerine; kendileri çalışmayı öğrenmeli, dünya ve âhirette hor ve zelil olmaktan kurtulmalıdırlar. Hz. Peygamber’in yukarıda sayılan davranışlarında, ümmeti için bu konuda gerekli olan uyarı vardır. Müslümanlar, cehâlet, hurâfe ve saflık içinde, tarlasının burçağını yoldurduğunu, ekip biçtirdiğini ileri süren, yerin altında gizli altın ve gümüşlerin, definelerin, hazinelerin yerini cinlerden öğrendiğini iddia eden cinci denilen yalancı kimselerin kendilerinde kudret ve üstünlük olduğunu göstermek için ortaya attıkları sözlerine kanmamalıdır. Aksine kafa ve gönüllerini Kur’an’ın aydınlığına açmalı, bu tür hayâlî şeylerden medet beklemekten vazgeçerek çalışmalı, ilmin verilerine kulak vermelidir. Cinlerden yerin altındaki hazinelerin yerini öğrenmeyi bekleyeceklerine, yerin altındaki cevherleri, madenleri, petrolü keşfedip yeryüzüne çıkartarak zenginleşmek ve zilletten kurtulmak için bunların ilmî yollarını öğrenip tatbik etmelidir.
Hz. Süleyman’ın Kur’ân-ı Kerim’de haber verilen durumu hâriç, dünya kuruldu kurulalı cinlerin insanlara itaati söz konusu olmamalıdır. Elimizde bunun aksini ortaya koyacak deliller bulunmamaktadır. Cinlerin insanlara itaati, onların tabiatlarına da aykırıdır. Onlar kendi arzularıyla insanın emrine girmemişlerdir. Kur’ân-ı Kerim’den, onların Hz. Süleyman’ın emrine de kendi istekleriyle girmediklerini anlıyoruz: “Rabbinin izniyle yanında iş gören cinleri onun buyruğu altına verdik ki, bunlar içinde buyruğumuzdan çıkan olursa ona alevli ateşin azabını tattırdık.“ 1254
1251] Buhârî, Salât 75, Enbiyâ 40; Müslim, Mesâcid 39; Ahmed bin Hanbel, II/298
1252] Müslim, Mesâcid 40
1253] II. Krallar I/11-12
1254] 34/Sebe’, 12
- 310 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu âyetten, cinlerin Hz. Süleyman’ın emrine girmelerinin ancak Allah’ın izin ve müsaadesiyle, yani emriyle mümkün olduğu anlaşılıyor. O zaman, cinleri emirleri altına aldığını iddia eden insanların bu konuda kendilerinin delilleri nelerdir? Allah’ın izin vermediği bir şeyi yapmaya muktedir olduklarını nasıl iddia edebiliyorlar? Âyette, cinlerin Hz. Süleyman’ın (a.s.) emrine, Allah’ın buyruğuyla girdikleri, buna itaatsizlik edenlerin alevli bir ateşle cezalandırıldıkları haber veriliyor. Demek ki cinler isteseler de Hz. Süleyman’ın emrinden çıkamazlardı; aksi takdirde azab olunarak imhâ edilirler, ya da zorla itaate sokulurlardı. Yine, Kur’an’da cinlerin zorla Hz. Süleyman’ın emrine verildikleri ve o vefat edinceye kadar bu durumdan kurtulamadıkları bildirilmektedir: “Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, ancak değneğini yiyen kurt onun vefatını fark ettirdi. O, ölü olarak yere düşünce ortaya çıktı ki, şâyet cinler gaybı/görülmeyeni bilmiş olsalardı alçak düşüren bir azabın içinde kalmazlardı.“ 1255 Şu halde, Allah’ın zorla Hz. Süleyman’ın buyruğuna verdiği, ondan sonra da kimsenin emrine vermediğini Peygamberleri Süleyman (a.s.) ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) diliyle haber verdiği cinleri, başkalarının emri ve hizmetine verdiğini iddia etmek, büyük bir yalan olmalıdır.
Cinlerin kendi istekleriyle insanoğluna itaati ta ilk baştan beri söz konusu değildir. Çünkü onların büyükleri olan İblis, Hz. Âdem yaratıldığı zaman, Cenâb-ı Hakk’ın ona boyun eğmesi konusundaki emrini dinlemeyerek isyan etmiş, büyüklük taslayarak kâfirlerden olmuştur. Bu durum, Kur’ân-ı Kerim’in çeşitli âyetlerinde haber verilmektedir.1256 İslâm âlimlerinin çoğu, bu âyet-i kerimelerdeki “secde“ kelimesi ile Hz. Âdem’e ibâdetin değil; ona itaat ve boyun eğmenin kastedildiğini söylemektedirler. Bu durumda, yaratıldığı günden beri insana karşı büyüklenen, kendisini üstün gören İblis ile onun soyu olan cinlerin, kendi istek ve arzularıyla bazı insanların emrine girdiğini, onlara hizmet ettiğini ileri sürmek boş bir iddia olmaktan öteye gidemez. Bu konularda yazılan ve halkın elinde dolaşan kitaplar, İslâm’dan önceki câhiliyye toplumlarının inanç, gelenek ve kültürlerinden geçmiş aslısız şeyler ve hurâfelerle doludur. Bunlar, Yıldıznâme, Gizli İlimler Hazinesi vb. adlarla insanların ellerinde bulunan derlemelerdir. Yıldıznâme denilen kitaplardaki bilgilerin yıldızlara tapan Sâbiîlerden geçen hurâfelerle dolu olduğunda şüphe yoktur. Gizli İlimler Hazinesi denilen kitaplar da Bâbil, Âsur, Sümer, Hitit, Eski Mısır vs. kültürlerden geçmiş safsatalarla doludur. 1257
Cinler Kaybolan Ya da Çalınan Şeyleri Bilebilir mi?
Kur’ân-ı Kerim’in çeşitli âyetlerinde gaybı Allah’tan başkasının bilemeyeceği haber verilmektedir. “Gaybın anahtarları O’nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan daneyi, yaşı kuruyu -ki apaçık kitaptadır- ancak O bilir.“1258; “Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir.“1259; “De ki: ‘Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka bilen yoktur.“1260; “O, gaybı bilendir, gaybına da
1255] 34/Sebe’, 14
1256] Bkz. 15/Hıcr, 28-46; 2/Bakara, 34-38; 7/A’râf, 11-25; 17/İsrâ, 61-65; 18/Kehf, 50; 38/Sâd, 71-85; 20/Tâhâ, 116-125
1257] A. Osman Ateş, a.g.e. s. 252-259
1258] 6/En’âm, 59
1259] 16/Nahl, 77
1260] 27/Neml, 65
SİHİR / BÜYÜ
- 311 -
kimseyi vâkıf kılmaz.“1261; “Ona Rabbinden bir mûcize indirilmeli değil mi?’ diyorlar. De ki: ‘Gayb Allah’ındır. Bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.“ 1262
Bu âyetlerin ışığında gaybı Allah’tan başkasının bilmesinin mümkün olmadığı ortaya çıkmaktadır. Yine Kur’ân-ı Kerim’den, kendisinden başkasının vâkıf olması mümkün olmayan gaybın bir kısmını, Allah’ın, dilediği peygamberlerine bildirdiğini öğrenmekteyiz: “Allah size gaybı bildirecek değildir; fakat O, peygamberlerden dilediğini seçip ona gaybı bildirir.“ 1263
Cinler de gaybı bilme konusunda insanlardan farklı durumda değildir. Onlar da gaybı bilmezler, bilgileri de gördükleri şeylerle sınırlı olup geleceği ve meydana gelen olaylardan kendilerine gizli kalan şeyleri bilemezler. Cinlerin gök katlarına çıkarak meleklerin konuşmalarını dinleyip kulak hırsızlığı yapmaları, çaldıkları haberleri kâhinlere iletmeleri Allah tarafından yasaklanmış, gökler şihâblarla korunmuştur. Kurân-ı Kerim’de yer alan âyetlerden, kulak hırsızlığına teşebbüs eden cinlerin şihâblarla imhâ edildiği anlaşılmaktadır.1264 Bunun hikmetinin, gaybdan haber verdiklerini ileri süren kâhinlerin, insanları saptırmalarının engellenmesi olduğu açıktır.
Hz. Süleyman’ın vefatından bahseden bir âyet, cinlerin gaybı bilmediklerini açıkça ifade etmektedir: “Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, ancak değneğini yiyen kurt onun vefatını cinlere farkettirdi. O, ölü olarak yere düşünce ortaya çıktı ki, şâyet cinler, gaybı/ görülmeyeni bilmiş olsalardı alçak düşüren bir azab içinde kalmazlardı.“1265 Âlûsî, bu âyetin tefsîriyle ilgili olarak, gaybın sadece istikbalde meydana gelecek olaylara tahsis edilemeyeceğini, vukua geldiği halde kişinin bilgi sahibi olmadığı şeylerin de gaybın muhtevâsına girdiğini söylemektedir.
İslâm öncesi çağlardan günümüze kadar birtakım kimseler, cinlerle irtibat kurduklarını, kendilerinin dostu olan ya da emirleri altına girmiş olan cinlerin onlara birtakım gaybî haberleri bildirdiklerini iddia edegelmişlerdir. Ancak Hz. Peygamber, kâhin denilen bu kimselerin verdikleri haberlere inanılmamasını emrederek onlara bir şey sorulmasını yasaklamışlardır: “Kim bir kâhine, ya da arrâfa gider ve onun sözlerini tasdik ederse, Hz. Muhammed’e indirilene küfretmiş olur.“1266 Bu durumda, ister yıldızlara bakarak (burçlardan ve astrolojik haritalardan yola çıkarak), ister cinle konuşarak, isterse remil yoluyla gaybdan haber verdiğini iddia etsin, kâhine, müneccime, arrâfa bir şey sormak, onların, kaybolan ya da çalınan şeylerin yerleri hakkında söylediklerini tasdik etmek şiddetle yasaklanmış oluyor. Bu yüzden de cinlere, çalınan şeyler hakkında soru sormak câiz olmadığı gibi, onlardan alındığı iddia edilen haberlere inanmak da doğru olmaz. Cinlerden alındığı ileri sürülen bu tür haberler şer’î ve hukukî bir delil olamaz. İslâm’ın bu tür konularda beyyine/delil olarak kabul ettiği husus, âdil kimselerin (tabii ki insanların) şâhitliğidir. Bu açıdan, günümüzde birtakım şahısların, cinlerle irtibatlı olduğunu söyleyen kimselere başvurarak onlardan kayıp ve çalınan şeyler
1261] 72/Cin, 26
1262] 10/Yûnus, 20
1263] 3/Âl-i İmrân, 179
1264] Bkz. 67/Mülk/5
1265] 34/Sebe’, 14
1266] Ebû Dâvud, Tıb 21, hadis no: 3904; Tirmizî, Tahâret 102; hadis no: 135; İbn Mâce, Tahâret 122, hadis no: 639
- 312 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hakkında bilgi istemeleri apaçık bir hatadır. Sorularına karşılık olarak aldıkları cevapların da şer’î/hukukî bir delil olması söz konusu olamaz. 1267
Hz. Peygamber’e Büyü Yapıldı mı?
Başta Buhârî ve Müslim olmak üzere, hadis kitaplarında Peygamberimiz’e (s.a.s.) büyü yapıldığına dair rivâyetler vardır. Önce bu rivâyetleri görelim:
Hz. Âişe şöyle demiştir: “Benî Zureyk yahûdilerinden Lebîd bin el-A’sam adlı bir kimse, Hz. Peygamber’e büyü yaptı. O kadar ki, Rasûlullah bir şeyi yapmadığı halde kendisine onu yaptığı hayali gelirdi. Nihâyet günün yahut gecenin birinde Rasûlullah (s.a.s.) duâ etti, sonra tekrar duâ etti, sonra tekrar duâ etti; sonra bana şöyle dedi: “Yâ Âişe, kendisinden fetvâ istediğim şey hakkında Allah’ın bana fetvâ verdiğini bildin mi? Bana iki kişi geldi, birisi başucumda, diğeri de ayakucumda oturdu. Daha sonra başucumda oturan ayakucumda oturana yahut ayakucumdaki başucumdakine: ‘bu zâtın rahatsızlığı nedir?’ diye sordu. O da: ‘Büyülenmiştir’ diye cevap verdi. Öteki. ‘Ona kim sihir yapmıştır?’ diye sordu. Diğeri de: ‘Lebîd bin el-A’sam’ cevabını verdi. Sonra: ‘Büyü hangi şeye yapılmıştır?’ dedi. Öteki: ‘Bir tarakla, saç döküntüsüne ve bir de erkek hurma tomurcuğunun içine’ dedi. Diğeri: ‘O büyü nerededir?’ diye sordu. Öteki: ‘Zû Ervân kuyusunda’ diye cevap verdi.“ Hz. Âişe dedi ki: ‘Daha sonra Rasûlullah ashâbından bazı kimselerle beraber oraya gitti. Sonra bana: “Yâ Âişe! Vallahi o kuyunun suyu kına ıslatılmış gibi kırmızımtırak, etrafındaki hurması da şeytanların başları gibiydi“ dedi. Bunun üzerine ben: ‘Yâ Rasûlullah, sen o sihri çıkarıp yakmadın mı?’ diye sordum. Rasûlullah: “Hayır, Bana Allah âfiyet verdi. İnsanlara bir kötülük getirmekten çekindim. Emrettim de o kuyu kapatıldı“ buyurdu.“ 1268
Bu konuda Hz. Âişe’den gelen rivâyetlerin birçoğunda sihir yapan kimsenin yahûdi Lebîd bin el-A’sam olduğuna dair bir bilgi yoktur. Bu hadislerde sadece Hz. Peygamber’e büyü yapıldığından bahsedilmemektedir.1269 Bu rivâyetlerin tamamına göre, Lebîd bin el-A’sam ya da bir başkası tarafından yapılan bu sihir Hz. Peygamber’e tesir etmiştir. Hadis rivâyetindeki “Sihirlenmesi dolayısıyla, Hz. Peygamber’e, bir şeyi yapmadığı halde onu yaptığı hayali gelirdi“ ifadesiyle işaret edilen hususa diğer bazı rivâyetlerde açıklık getirilmiştir. Bunlara göre, Rasûlullah’a yapmadığı halde yapıyormuş hayali gelen hususun, hanımlarıyla cinsel ilişkide bulunmasıyla ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Buhârî ve Ahmed bin Hanbel’in kaydettiklerine göre Hz. Âişe: “Rasûlullah’a sihir yapılmıştı. Bu durumda, kendisi hanımlarına cinsî münasebet için yaklaşmadığı haldeyken, onlara yaklaşır durumda olduğunu zannederdi“ demiştir. Râvi Süfyan bin Uyeyne de, “İşte bu, büyüden meydana gelebilecek rahatsızlığın en şiddetlisidir“ demektedir.1270 Diğer bir rivâyete göre ise Hz. Peygamber’in bu rahatsızlığı yaklaşık altı ay kadar sürmüştür. 1271
Hz. Peygamber’e sihir yapıldığından bahseden diğer bir rivâyet, Zeyd bin Erkam’dan (r.a.) nakledilmiştir. Ahmed bin Hanbel tarafından kaydedilen bu rivâyet de şöyledir: Zeyd bin Erkam’dan, “Yahûdilerden bir adam Rasûlullah’a
1267] A. Osman Ateş, a.g.e. s. 263-267
1268] Müslim, Selâm 43; Karşılaştırın: Buhârî, Bed’ü’l-Halk 11, Tıb 47; İbn Mâce, Tıb 45, hadis no: 3545; Ahmed bin Hanbel, Müsned VI/57
1269] Bkz. Buhârî, Cizye 14; Tıb 49, 50; Edeb 56; Ahmed bin Hanbel, VI/63-64, 96
1270] Buhârî, Tıb 49, Edeb 56; Ahmed bin Hanbel, VI/63
1271] Ahmed bin Hanbel, Müsned VI/63
SİHİR / BÜYÜ
- 313 -
sihir yaptı. Bunun üzerine Hz. Peygamber birkaç gün rahatsız oldu. Nihâyet Cebrâil (a.s.) gelerek Rasûlullah’a: ‘Sana yahûdilerden bir adam büyü yaptı. Bir ipe düğümler atarak filan kuyuya attı, oraya o sihri çıkartıp getirecek bir adam gönder’ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber Hz. Ali’yi gönderdi. Hz. Ali de o ipi çıkararak getirdi ve çözdü. Bundan dolayı Hz. Peygamber sanki bağlarından çözülmüş gibi rahatladı. Bunu o yahûdiye söylemediği gibi, ölünceye kadar onun yüzünü de görmedi.“1272 En-Nesâî’nin Zeyd bin Erkam’dan yaptığı bu konudaki rivâyetinde ise sihri çıkarmak üzere gönderilen kimsenin Hz. Ali olduğu belirtilmemiştir. 1273
Zeyd bin Erkam’dan yapılan bu rivâyetlerde büyüyü kuyudan çıkarmak için Hz. Ali’nin veya bir başka sahâbînin gönderildiğinden söz edilirken; bu konuda Hz. Âişe’den yapılan yukarıda kaydedilen hadislerde ise, Hz. Peygamber’in yanına ashâbından bazı kimseleri alarak sihrin bulunduğu kuyuya kendisinin gittiğinden bahsedilmektedir. Bu durum, söz konusu rivâyetlerde zabt yönünden bazı kusurların mevcut olduğunu hatıra getirmektedir. Yani, râvîlerin olayı iyi zapt edemedikleri ortaya çıkmaktadır. Zeyd bin Erkam’dan nakledilen ve Ahmed bin Hanbel ile Nesâî tarafından kaydedilen son hadiste, düğümler atılarak sihir yapılan ipin kuyudan çıkarılıp getirildiği, “bu düğümler çözülünce, Hz. Peygamber’in sanki bağlarından kurtulmuşçasına ferahladığı“ndan söz edilmektedir. Bu ifade, Buhârî’nin de aralarında olduğu kaynaklardaki başka bir hadis rivâyetinde Fâtiha okuyarak üflenen bir delinin bağdan çözülür gibi olduğundan, aynı kelimelerle söz edilmektedir.1274 Bu durumda, bir yahûdinin yaptığı büyünün, Hz. Peygamber’de bir delide gözlenebilecek bir tesir meydana getirebileceğini, doğrusu insanın gönlü kabul edemiyor. Peygamberimiz’e büyü yapıldığından bahseden bu rivâyetlerin sadece Hz. Âişe ve Zeyd bin Erkam’dan (r.a.) gelen âhad haberler olduğu görülmektedir.
Felak ve Nâs sûrelerinin nüzul sebebi olarak, bazı müfessirler bu konudaki hadis rivâyetlerini gösterirler. Peygamberimiz’in, kendisine yapıldığı ileri sürülen büyüden kurtulması için bu iki sûrenin indiği iddia edilir. Bu âlimlere göre bu sûreler Medine’de nâzil olmalıdır. Çünkü Peygamberimiz’e büyü yaptığı ileri sürülen Lebîd bin el-A’sam, Medine’li bir yahûdidir ve meydana geldiği ileri sürülen bu olayın, hicretten çok sonra olduğunu rivâyet sahipleri belirtir. Ancak, Felak ve Nâs sûreleri Mekkîdir, Fîl sûresinden sonra Mekke’de nâzil olmuştur. Bu durumda Hz. Peygamber’e sihir yapıldığından bahseden mezkûr rivâyetlerin bu sûrelerin inmesiyle herhangi bir ilgisi söz konusu değildir.
Mu’tezile bu konuyla ilgili rivâyetleri Hz. Peygamber’in ismetine aykırı olduğu gerekçesiyle tamamen reddetmiştir. Ehl-i sünnet’e mensup birkısım âlimler, sihrin hakikatinin olmadığını, büyü adına görülen şeylerin bâtıl birtakım hayaller olduğunu söylemişlerdir. Bunlar arasında Ebû Ca’fer Esterebâzî ile hanefî âlimlerden Ebû Bekr er-Râzî de vardır. Zâhirîlerden İbn Hazm’ın da bu görüşte olduğu kaydedilmektedir. Dolayısıyla bu âlimler de, bu rivâyetlerin sahih olmadığını kabul etmektedirler.
1272] Ahmed bin Hanbel, Müsned IV/367
1273] Nesâî, Tahrim 20, hadis no: 4077
1274] Buhârî, İcâre 16, Tıb 39; Ebû Dâvud, Büyû’ 37, Tıb 19; Ahmed bin Hanbel, V/211
- 314 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Peygamberimiz’e Sihir Yapılmadığına, Yapılmışsa Tesir Etmediğine Dair Deliller:
Müşriklerin Peygamberimiz’e “meshûr = büyülenmiş“ dediklerini ve bu ithamların kesinlikle yanlış olduğunu Kur’an vurgular: “...Zulmedenler dediler ki: ‘siz olsa olsa, ancak büyülenmiş (meshûr) bir adama uymaktasınız.’ Bir bakıver; senin için nasıl örnekler verdiler de böylece saptılar. Artık onlar hiçbir yol da bulamazlar.“1275; “Biz onların seni dinlediklerinde ne için dinlediklerini, gizli konuşmalarında da o zâlimlerin ‘siz büyülenmiş (meshûr) bir adamdan başkasına uymuyorsunuz’ dediklerini çok iyi biliriz.“ 1276
Peygamberimiz, bir kâhin olmadığı gibi, mecnûn (cinlenmiş, cinler tarafından deli edilmiş) de değildir: “ (Ey Muhammed!) Sen öğüt ver. Rabbinin nimetiyle sen ne bir kâhinsin, ne de cinlenmiş bir deli. Yoksa onlar ‘Muhammed bir şâirdir; onun, zamanın felâketlerine çarpılmasını gözetliyoruz’ mu diyorlar?“1277; “(Rasûl’üm), sen -Rabbinin nimeti sâyesinde- mecnun değilsin.“1278; “(Sizin yakînen tanıdığınız) arkadaşınız (Muhammed) mecnun değildir.“ 1279
Kur’an, Peygamberimiz’i insanların şerlerinden Allah’ın koruyacağını net biçimde ifade ediyor. “...Allah seni insanlardan korur.“ 1280
Sihir ve büyü yapanlar iflâh olmaz, başarılı olamaz: “...Yaptıkları, sadece bir büyücü hilesidir. Büyücü nereye varsa iflâh olmaz“1281; “Mûsâ, ‘size hak geldiğinde onun için (hep böyle) mi dersiniz? Bu bir sihir midir? Hâlbuki sihirbazlar/büyücüler iflâh olmazlar’ dedi.“ 1282; “Onlar (iplerini) atınca, Mûsâ dedi ki: ‘Sizin getirdiğiniz sihirdir. Allah onun bâtıl olduğunu mutlaka açığa çıkaracaktır. Çünkü Allah fesatçıların/bozguncuların işini düzeltmez.“1283 Hz. Peygamber’e büyü yapılıp bunun tesir ettiğiyle ilgili rivâyetler, büyücülerin başarılı olamayacağını ifade eden âyetlere ters düşmektedir. Hz. Mûsâ karşısında başarısızlıkları ortaya serilen büyücülerin Peygamber’e karşı başarılı olmaları da düşünülemez.
Cinlerin ve büyük cin şeytanın gücü ve egemenliği yoktur: Büyünün en etkin şekilde ve insana zarar verecek tarzda kullanılmasının (kara büyü), kötü ve kâfir cinlerle yapılan büyü olduğu söylenir. Hâlbuki, kâfir ve şerli cinlerin lideri İblis’tir, şeytandır. Onun, tüm insanlara ve özellikle mü’minlere karşı ne yapıp yapamayacağını Kur’an tartışmaya gerek bırakmayacak kadar net bir şekilde açıklar. “Kur’an okuduğun zaman, (önce) o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın! Gerçek şu ki: İman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun bir saltanatı/hâkimiyeti yoktur.“1284 Allah, İblis’in kıyâmet günü, kendisine uyanlara söyleyeceğini haber verdiği ifade şöyledir: “Zaten benim sizin üzerinizde hiçbir hükmüm ve nüfûzum da yoktu. Yalnız, ben sizi (bâtıla) çağırdım (size vesvese verdim), siz de bana hemen icâbet
1275] 25/Furkan, 8-9
1276] 17/İsrâ, 47
1277] 52/Tûr, 29-30
1278] 68/Kalem, 2
1279] 81/Tekvîr, 22
1280] 5/Mâide, 67
1281] 20/Tâhâ, 69
1282] 10/Yûnus, 77
1283] 10/Yûnus, 81
1284] 16/Nahl, 98-99
SİHİR / BÜYÜ
- 315 -
ettiniz.“1285; “Doğrusu o Benim kullarım yok mu, ey şeytan senin onlar üzerinde hiçbir hâkimiyetin yoktur. (Çünkü onlar için) vekil olarak Rabbin yeter.“1286 “Benim hâlis kullarıma karşı senin bir gücün yoktur. (Senin gücün) ancak sana uyan azgınlara (yeter).“1287; “Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar, günaha, iftiraya düşkün olan herkesin üstüne inerler. Bunlar (şeytanlara) kulak verirler ve onların çoğu yalancıdır.“ 1288
Seyyid Kutub, bu konuda şöyle der: “Peygamberimiz (s.a.s.) hakkında -sahih, fakat mutevâtir olmayan- bazı hadisler rivâyet edilmiştir... Evet, bu türlü rivâyetler var. Fakat bu zayıf rivâyetler peygamberliğin fiil ve tebliğlerindeki “ismet“ sıfatına muhâlif düşmektedir. Peygamber (s.a.s.)’in her sözü ve her hareketi birer sünnettir ve şeriattır. Bu itikat esasıyla o hadislerin bağdaştırılması mümkün değildir. Müşrikler Peygamberimiz’e büyülenmiş, sihir yapılmış bir kimse gözüyle bakınca Allah Teâlâ derhal âyet inzal buyurarak onda sihir ve büyü gibi şeylerin bulunmadığını haber verdi. Mezkûr hadisler Kur’an’daki bu habere de muhâlif düşmektedir. Onun için bu rivâyetler uzak görülmektedir. İnanç ve akîde ile ilgili meselelerde bu türlü “âhad“ hadislerle hükmolunamaz. Akaidde yegâne kaynak Kur’an’dır. Hadis kaynaklarına gelince; inanç mevzûunda sadece “mütevâtir“ olan hadislerle amel edebiliriz. Mezkûr hadisler ise mütevâtir değildir. Bütün bunların dışında şunu da belirtelim ki, Felak ve Nâs sûrelerinin Medine’de nâzil olduğuna işaret eden zayıf rivâyetlerin yanında, Mekke’de nâzil olduğuna dair çok daha kuvvetli rivâyetler vardır; tercih edilen rivâyetler de bunlardır.“ 1289
Mevdûdi de, Felak ve Nâs sûrelerinin Peygamberimiz’e yapıldığı iddia edilen sihirle ilgisinin olmadığı kanaatini taşır. Bu konuda şunları söyler: “Muavvizeteyn (Felak ve Nâs) sûrelerinin Mekkî olduğu çok kuvvetle muhtemeldir. Hasan Basrî, İkrime, Atâ, Câbir bin Zeyd ve İbn Abbas’dan bir kavle göre Mekke’de nâzil oldu. Bu sûrelerin sadece sihir hakkında nâzil olduğunu düşünmeye; Felak sûresinde sadece bir tek âyetin “Ve düğümlere üfleyip büyü yapan üfürükçüleri şerrinden“1290 âyetinin sihirle ilgili olması, diğer âyetlerin ise sihirle ilgili olmamasına engeldir. Ayrıca Nâs sûresinin bütününün de sihirle ilgisi yoktur. Dolayısıyla Mekkî olduğunu söyleyenlerin sözü daha kuvvetlidir.“ 1291
Elmalılı Hamdi Yazır ise, Hz. Peygamber’e sihir yapılmasıyla ilgili rivâyetler hakkında şunları söyler: “Bu rivâyetlerin hepsinin sıhhati kabul edildiği takdirde bile Rasûlullah’a velev bir an için olsun bir sihir yapılmış olduğuna mutlaka itikadın vücûbunu ifade edecek kuvveti hâiz değildir. Zira esas itibarıyla haber-i âhad hudûdunu geçmiş değillerdir. Haber-i âhadın sıhhati ise itikadın cevâzını ifade etse bile vücûbunu ifade eylemez. Hâlbuki bunda itikadın vücûbu şöyle dursun, Kur’an’ın nassına muhâlif olduğundan dolayı câiz bile olamayacağına kaail olanlar vardır. Nitekim İmam Mâturidî’den nakledildiğine göre Ebû Bekir Esam, “burada, rivâyet edilmiş olan sihir hadisi metrûktür, çünkü bu, kâfirlerin Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm’a meshûr demelerinin doğru olmasını gerektirecektir.
1285] 14/İbrâhim, 22
1286] 17/İsrâ, 65
1287] 15/Hıcr, 42
1288] 26/Şuarâ, 221-223 Yine bkz. 16/Nahl, 100.
1289] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, Hikmet Y. c. 16, s. 445-446
1290] 113/Felak, 4
1291] Mevdûdî, Tefhîmu’l Kur’an, c. 7, s. 312
- 316 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu ise, Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şân’ın nassına muhâliftir“ demiştir. 1292
Müfessir M. İzzet Derveze de, “Şeyhayn’ın Hz. Âişe’den naklettikleri bu hadis rivâyeti karşısında hayret ediyoruz“1293 demektedir.
Hamdi Yazır, bu konuda, “Peygamber’e ‘sihirbaz’ ve nübüvveti yönünden ‘sihirlenmiş’ diyenin küfründe şüphe yoktur. Burada üç mesele vardın: Birincisi sihrin vukuu, ikincisi Peygamber’in bu sihirden etkilenmesinin vukuu, üçüncüsü bu sûrelerin (Felak ve Nâs) nüzûl sebebi olup olmaması... Peygamber’e bir sihir yapıldığına ve O’nun hasbelbeşeriyye ondan biraz müteessir ve müteellim (etkilenmiş ve acı duyup rahatsızlanmış) olduğuna itikad etmek câiz olabilirse de, vâcip değildir“1294 demektedir.
Bu konudaki hadis rivâyetleri doğru olsa; büyücülerin, bütün peygamberlere, sâlihlere zarar vermeye, kendilerine büyük mülk sağlamaya güç yetirebilmeleri gerekir. Allah, Peygamber’e “büyülenmiş“ diyenleri reddetmektedir. Bu rivâyet doğru olsa, müşriklerin Hz. Peygamber hakkındaki bu sözlerinin doğru olması gerekir ve kendisi bu kusurla illetli olur. Bu ise Peygamberlik makamı için câiz değildir. Peygamber’e büyü yapıldığı kabul edilirse, Peygamberin getirdiği tüm şeriatten şüpheye düşülebilir. Muhâlifleri, cin ve büyü aracılığıyla Rasûlullah’a istediklerini söyletip yaptırabilir. Rasûlullah’ın getirdiklerinin ne kadarının Allah'a ait olduğu, ne kadarının sihir etkisiyle söyletene ait olduğu bilinemez.
Felak sûresinin âyetleri, bir tek âyet hâriç, büyücülerle ilgili değildir. Bu sûredeki âyetler, karanlıktan, hasetçilerden, her türlü yaratıkların şerrinden Allah'a sığınmayı emretmektedir. Bundan sonra gelen Nâs sûresinde de insanlara kötülük aşılayan, onları kötü yollara sürmeğe çalışan insan ve cin vesvecilerinden Allah'a sığınmak emredilmektedir. Bütün rivâyetler, Felak ile Nâs sûrelerinin beraber indiğini söylemektedir. Cin ve insan vesvesecilerinden Allah'a sığınmayı emreden Nâs sûresinin bu rivâyetlerde anlatılan büyü olayıyla bir ilgisi yoktur.
Bu, özellikle Mekke’de müslümanları kandırıp İslâm’dan döndürmeğe çalışan Mekke müşriklerinin telkinlerine, fiskoslarına işarettir. Orada bir avuç müslüman, bir yandan herbiri birer şeytan gibi kendilerini dinlerinden döndürmek için kandırmağa çalışan müşrik insanların, bir yandan da görünmez cin şeytanlarının kötü vesvese ve telkinleriyle karşı karşıya idiler. Onun için Nâs sûresinde müslümanlara cin ve insan şeytanlarının vesveselerinden Allah'a sığınmaları emredilmektedir. Bu, Mekke şartlarında bir yandan müşrik telkinleri, bir yandan da görünmez şeytan vesveselerinin tesiri altında kalan bazı müslümanların durumlarını yansıtmaktadır. “Böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar...“ 1295 âyeti, insan ve cin şeytanlarının, insanlara kötü düşünceler aşıladıklarını bildirmekte, “Ne zaman şeytandan bir kötü düşünce seni dürtüklerse Allah'a sığın.“1296 âyeti de bu gibi telkinlerden Allah'a sığınmayı emretmektedir. Bu âyetlerin hepsi Mekke şartlarında inmiştir.
1292] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 9, s. 6356
1293] İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs c. 1, s. 199-200
1294] Elmalılı Hamdi Yazır, a.g.e. 9/6358
1295] 6/En’âm, 112
1296] 7/A’râf, 200
SİHİR / BÜYÜ
- 317 -
Ayrıca bu konudaki hadis rivâyetleri çelişkilerle doludur. Çünkü, birinde büyü yapan Lebîd’in yahûdi, ötekinde yahûdilerin antlısı (onlarla antlaşmalı) bir münâfık olduğu; bir başkasında ise Peygamber’e hizmet eden bir yahûdi çocuğunun, Peygamber’in tarağındaki kılları ve tarağının dişlerini alıp yahûdilere verdiği, yahûdilerin de bunları Lebîd’e verdiği anlatılır.
Hz. Peygamber’e hangi yahûdi çocuğu, ne zaman hizmet etmiştir? Gâyet ihtiyatlı hareket eden, kendisine gelen İbrânîce mektupları dahi, güvenmediğinden dolayı yahûdilere okutmamak için Zeyd bin Sâbit’e İbrânîceyi öğrenmesini emreden Peygamber (s.a.s.) bir yahûdi çocuğunu nasıl harîm-i ismetine alır? Ona hizmet edecek pek çok müslüman evlâdı varken -ki bunlardan biri de Enes bin Mâlik’tir- yahûdi çocuğunun hizmetine ne gerek vardır?
Tarihte Peygamber’e hizmet eden bir yahûdi çocuğu bilinmediği, siyerle ilgili hiçbir kitapta bundan bahsedilmediği gibi, Peygamber’in altı ay hasta yattığı, hâşâ ne yaptığını bilmez bir şaşkınlık içine düştüğü de bilinmemektedir. Bu rivâyetlerin, büyünün etkisini desteklemek ve insanları bundan korkutmak amacıyla ortaya atıldığında şüphe yoktur. Verilmek istenen temel düşünce şudur: Büyü Peygamber’e bile tesir etmiştir; onun için büyücülerden çekinmek lâzımdır.
Allah, Peygamberini insanların zarar ve şerlerinden koruyacağını vaad etmiştir.1297 Peygamber (s.a.s.), eğer yapılan büyünün etkisinde kalıp, yapmadığını yaptı, yaptığını yapmadı zannedecek kadar bir aklî denge bozukluğuna uğrarsa, ne onun mâsumluğu, ne de vahiylerin korunma garantisi kalır. Peygamber (s.a.s.) elbette böyle kusurlardan uzaktır, münezzehtir. Kur’an, Peygamber’e büyülenmiş diyenleri “zâlimler“ diye nitelendirmektedir. “O zâlimlerin, ‘siz büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz!’ dediklerini biliyoruz...“1298 “O zâlimler: ‘Siz, sadece büyülü bir adama uyuyorsunuz’ dediler...“1299 Peygamber’e meshûr, yani büyülü, büyüye uğramış diyen kimseler zâlim olduklarına göre, Peygamber’e büyü yapıldığı hakkındaki bu rivâyetlerin hepsi zâlimlerin anlatımıdır. Bunu çıkarıp uydurdukları senet zinciriyle Peygamber’in (s.a.s) seçkin bir sahâbesine dayandıranlar, müslüman görünseler de, gerçekte Peygamber düşmanı yalancılardır. Bir müslüman, Kur’an’a tamamen ters olan, Peygamber’in mâsumluğunu/korunmuşluğunu dinamitleyen bu yalanlara nasıl inanır?
Sihrin etkisini kabul eden bilginlerin anlatımına göre esas büyü, cinlerin etkisiyle olur. Büyücü, yaptığı tılsımlarla kötü cinleri etkisi altına alıp büyülemek istediği kişiye kötülük yaptırır, aklını çeldirir, sağlığını bozar ve benzeri kötü işler yapar. Yani, büyünün tesirini kabul edenlere göre, büyünün kötü etkisini yapan, cinlerdir. Büyülü kişi, cinlerin etkisi altına girer. İsrâ sûresinin 47, Furkan sûresinin 8-9. âyetleri Peygamber’in büyülü olmadığını, ona büyü yapılmadığını, onun bu tür iftiralardan uzak olduğunu belirttiği gibi; Peygamber’in asla cinli olmadığını, cinin etkisi altına girmediğini bildiren birçok âyet de1300 bu büyü yalanını reddetmektedir. 1301
Kadı Iyâd ve benzeri bazı İslâm âlimleri, Peygamberimiz’e yapılan büyünün
1297] 5/Mâide, 67
1298] 17/İsrâ., 47
1299] 25/Furkan, 8
1300] 52/Tûr, 29-30; 68/Kalem, 2; 81/Tekvîr, 22
1301] S. Ateş, Gerçek Din Bu, s. 174-177; Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, c. 11, s. 194-195
- 318 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Peygamber’in aklına, kalbine, itikadına değil de bedenine, dış uzuvlarına tesir ettiğine dair iddialar sunar ve bunların Peygamber’in diğer fizikî hastalıklardan sâlim olmaması gibi, mâsumluğuna ve peygamberlik makamına zarar vermediğini söyler. Bu görüş, tutarlı değildir. Çünkü hadis rivâyetlerindeki büyünün etkisiyle ilgili en hafif ifade olarak, “kadınlarına varmadığı halde vardığını, yapmadığı şeyi yaptığını sandığı ve bu halin altı ay böyle sürdüğü“ anlatılıyor. Bu, altı ay Peygamber’in hayal gördüğü anlamına gelir. Bu, bir beden hastalığı değil; hâşâ O’nun akıl gücünün zayıflaması, işlevini yapamaması demektir. Bu esnâda O’nun, -hâşâ-gelen vahiyleri zaptedememesi, başka şeylerle karıştırma ihtimali gündeme gelebilir. Hadis rivâyetlerinde yer alan “Sihirlenmesi dolayısıyla, Hz. Peygamber’e, bir şeyi yapmadığı halde onu yaptığı hayali gelirdi“ gibi “hayal görme“ lafızlarından anlaşılan bu olayın akıl ve zihinle ilgili bir husus olduğunu tespit edebilmek için derin bir psikoloji bilgisine ihtiyaç olmadığı ortadadır. Bugün, bir insanın hayal görme olayını kaslarıyla, kollarıyla, bacaklarıyla değil; aklıyla, zihniyle, beyniyle gerçekleştirdiğini herkes bilir.
Tüm rivâyetlerdeki ifadelere göre, bir yahûdi Hz. Peygamber’e sihir yaparak, halk arasındaki deyimiyle O’nun erkekliğini bağlamış, hanımlarına yaklaşamamasını temin etmiştir. Büyü yoluyla, Hz. Peygamber üzerinde böyle bir etki meydana getirilebildiğini kabul etmek mümkün görünmüyor. Bu hususu doğru kabul etmek, yahûdi, kâfir ya da müşriklerin sihir/büyü yoluyla Hz. Peygamber üzerinde istedikleri etkiyi meydana getirebildikleri düşüncesine kapı açar. Büyü yoluyla Hz. Peygamber altı ay boyunca iktidarsızlaştırılabildiği durumda O’nun mübârek hanımları olan annelerimize kocalık haklarını yerine getiremiyor, onların cinsel arzu ve ihtiyaçlarını gideremiyordu gibi iftiralara varacak yanlış düşünce ve ithamlara yol açabilecek tehlikede bir bühtandır.
Ne Hz. Peygamber’in cinsel gücünün abartılmasına, insanüstü boyutlara çıkartılmasına hizmet eden rivâyetlere, ne de O’nun sihir yoluyla cinsel yönden iktidarsızlaştırılabileceği fikrine zemin teşkil eden rivâyetlere itibar edilmelidir. O’nu değerlendirmek için ifrat ve tefritlerden arınıp en doğru ve dengeli yolu tutmak gerekir. Hz. Peygamber’e büyü yapıldığından bahseden bu rivâyetleri toptan reddetmek, kanaatimize göre doğru değildir. Bunlar Hz. Peygamber’in hayatı, mûcizesi, Allah’ın Onu düşmanlarının şerrinden koruması açısından tarihî bir değere sahiptirler. Bu hadisler bize, Hz. Peygamber’e, kimliği ne olursa olsun bir düşmanı tarafından zarar vermek maksadıyla sihir yapıldığını haber veriyor. Bu husus, tarihî açıdan doğru olabilir, kanaatimizce de doğrudur. Çünkü sihir, çok eski çağlardan beri var olagelmiş bir uygulamadır. Yahûdilerin bununla fazlaca meşgul oldukları, düşmanlarından bu yolla intikam almaya çalıştıkları da bir gerçektir. Bu sebeple Hz. Peygamber’e de zarar vermek kasdıyla Lebîb bin el-A’sam’a başvurarak sihir yaptırtmış olabilirler. Bu rivâyetler olayın bu yönüne işaret etmektedir. Bu durum, hadis rivâyetlerinin incelenmesinden de anlaşılacağı gibi Allah tarafından Cebrâil vâsıtasıyla Hz. Peygamber’e bildirilmiştir. Rasûlullah üzerinde bu sihrin bir etkisi söz konusu değildir.
Allah (c.c.), bunu Hz. Peygamber’e bildirmek ve o büyüyü atıldığı kuyudan çıkarttırmak sûretiyle, büyüyü yapan ve bundan medet uman İslâm düşmanlarını rezil, rüsvay ve mağlûp etmeyi arzu etmiş ve bunu gerçekleştirmiştir. Hz. Peygamber, Allah tarafından durum kendisine bildirilince, yanına ashâbından bir grubu almış, ya da bir ekiple Hz. Ali’yi göndermiş ve sihri yapan Lebîd bin
SİHİR / BÜYÜ
- 319 -
el-A’sam adlı yahûdinin arazisi içinde olduğu kaydedilen Zû Ervân kuyusundan o büyüyü bulup çıkartmıştır. Bu büyüyü imhâ için, halk arasında yaygın olan inanç doğrultusunda da hareket etmemiş, buna gerek görmemiştir. Böylece sihirden medet uman, ondan bir silâh olarak yararlanmak isteyen İslâm düşmanlarına, maksatlarına eremeyeceklerini, bu tür şeylerin kendisine ve müslümanlara herhangi bir tesir yapamayacağını, Allah’ın kendilerini koruyacağını göstermiştir. Büyüyü yapan şahsı cezalandırmaya da (onu kahramanlaştırmamak için) gerek görmemiş, böylece iyice rezil olmasını, yahûdi ve müşrikler arasında itibardan düşmesini sağlamıştır.
Bu rivâyetler bu yönüyle doğru olabilir. Ancak, bunlarda zabt kusuru olduğu, bu sihrin etkisi konusundaki farklı ve çelişkili anlatımlardan da anlaşılmaktadır. Rivâyetin metnini problemli hale sokan ve âlimler arasında münakaşalara yol açan sihrin, Hz. Peygamber üzerinde nasıl bir tesir meydana getirdiğine dair ifadeler, kanaatimizce daha sonra râvîlerin yaptığı açıklamalardır. Nitekim râvîlerden Süfyan’ın, bu konudaki bir açıklaması, bu rivâyetlerden birinin içinde yer almaktadır. Buna göre Süfyan, “İşte bu, sihirden olabilecek rahatsızlığın en şiddetlisidir.“1302 demektedir.
Ayrıca İslâm âlimlerinden Ebû Bekr Ahmed bin Ali el-Cessâs da aynı görüşte olup, rivâyetleri problemli hale sokan bu ilâvelerin aslının olmadığını, bunların sonradan râviler tarafından hadislerin metnine eklendiğini söylemiştir.1303 Büyünün Hz. Peygamber’e tesiri konusundaki “Sihirlenmesi dolayısıyla, Hz. Peygamber’e, bir şeyi yapmadığı halde onu yaptığı hayali gelirdi. Kendisi hanımlarına yaklaşmadığı halde, onlara yaklaşır durumda olduğunu zannederdi“ tarzındaki bu ifâdelerin râvî Hişam bin Urve’den, ya da babası Urve’den kaynaklanmış olması çok muhtemeldir. Urve’nin veya Hişam’ın bu açıklamaları Hz. Âişe’ye mal edilmiş, onun sözlerinin arasına dâhil edilmiş olabilir. Bu konularda ihtiyatlı davranmakta yarar vardır.
Hz. Peygamber’e sihrin etki ettiğini kabul ettiğimizde karşımıza çıkacak bir problem de şudur: Sihrin bir kısmının cinlerle irtibat yoluyla, onları kullanarak yapıldığı ileri sürülmektedir. Bu iddiada bulunanlara göre cin, sihir yapılan kimseye gelerek onu etkilemekte, çarpmakta, hastalandırmaktadır ki, bunun isbâtı mümkün değildir. Geriye diğer bir yol kalıyor ki, o da, cin ya da şeytanların vesvese/telkin yoluyla bir kimseyi etki altına almalarıdır. Her iki yolla da Hz. Peygamber’e, sihir yapılarak, cinler kullanılarak sihirbazlarca tesir edilmesi söz konusu olamaz. Rasûlullah’a, cinlerin ya da şeytanların çarpmasını, ya da telkinde bulunmasını, kendilerinin bundan etkilenmelerini kabul etmek mümkün değildir. Buna peygamberlik makamı engeldir, bunu tartışmaya gerek yoktur; yukarıda zikredilen konuyla ilgili âyetlere aykırıdır. Yine bazı sahih hadislerde de, Hz. Peygamber’in Allah’ın izniyle şeytanın şerrinden emin olduğu haber verilmektedir. 1304
Cin; Mâhiyeti ve Hakkındaki İstismarlar, Yanlış Kabuller
“Cin“, gözle görülmeyen canlı varlık; “ins“in (insan) mukabili demektir.
1302] Buhârî, Tıb 49
1303] Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’an I/60
1304] Müslim, Münâfıkîn 69-70; Tirmizî, Radâ’ 17, hadis no: 1172; Nesâî, İşretü’n-Nisâ 4, hds no: 3958; Ahmed bin Hanbel, 3/309; A. Osman Ateş, a.g.e. s. 268-291
- 320 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an’da bildirildiğine göre, cinler de insanlar gibi ibâdet için yaratılmıştır.1305 Bu yüzden cinler de insanlar gibi mükelleftir, sorumludur. Müslüman olanları ve kâfirleri vardır. Erkeği, dişisi, evlenmeleri ve çoğalmaları sözkonusudur. Her fânî gibi ölümlüdürler, dumansız ateşten (ışın) yaratılmışlardır. Bu yüzden vücut yapıları insanlardan farklıdır. İnsanlarla evlenmeleri, cinsleri ayrı olduğu için mümkün değildir. İnsanların cinlerle evlenmeleriyle ilgili olarak kaydedilenler, eski din ve kültürlerden geçen birtakım hurâfelerdir. İslâm hukuku böyle bir durumu kabul etmez. Onlarla cinsel temas yapıp çocuk sahibi olmak mümkün değildir. Zinâ yaparak hâmile kalıp doğum yapan bir kadına: “bu çocuğun babası kimdir?“ diye sorulduğunda bu kadının, “cindir“ şeklinde cevap vermesi kabul edilecek bir husus değildir.
Bunun gibi, “şurayı cinler soydu, şu eşyamı aldılar, kızımı onlar kaçırdı“ gibi iddiaların geçersizliği ortadadır. Toplumumuzda, cinlerle evli olduğunu söyleyenler ya şarlatandır, ya da ruhsal açıdan rahatsız kimselerdir, tedaviye ihtiyaçları vardır. Cinlerin kâfir olanlarına “şeytan“ denilmektedir. İblis (Şeytan) da cinlerdendir.1306 Onların gaybı bilmeleri sözkonusu değildir. Cinlerin ve onlarla irtibat halinde bulunduğunu iddia eden kâhin, falcı, cinci diye anılan kimselerin gaybı bilme iddiaları yalandan ibarettir. Bunların verdikleri haberlere dayanılarak birtakım insanlar suçlanamaz, böyle kişilerin sözleri mahkemelerde delil olamaz; bunlar iftiradan ibarettir.
Bu tür şahıslara gelecekle veya kayıp eşya ile ilgili sorular yöneltmek ve cevaplarına inanmak haramdır. İslâm’a göre, mahkemede cinlerin verdiği bilgiler değil; insan cinsinden âdil tanıkların şâhitliği geçerlidir. Cinlerle irtibat kurmak, peygamberlerle ilgili olmak şartıyla ve mûcize şeklinde mümkündür. Diğer insanların onlarla irtibat kurdukları, emirleri altına aldıkları hususu, kendi iddialarından ibarettir ve bize göre yalandır. Kur’an ve hadislerden bu işin Hz. Süleyman’a mahsus bir mûcize olduğu anlaşılmaktadır.
Cinlerin eşyanın yerini değiştirmeye güçleri yetse bile Cenâb-ı Hakk’ın buna izni yoktur ve bu iş “sünnetullah“a aykırıdır. Böyle bir şeye müsaade edilseydi, insanoğlunun tâbi olduğu hukuk sistemi altüst olurdu. Onların canları istediği zaman şekil değiştirmeleri de mümkün değildir. Peygamberlerin, âlimlerin veya diğer insanların kılığına girmeleri de, Allah’ın koymuş olduğu öteden beri devam edip gelen kanunlara aykırıdır. Böyle bir şey insanoğlunun dinini ve hukuk düzenini bozacağından Yüce Allah tarafından buna izin verilmemiştir. 1307
Sihrin ve Büyücünün Hükmü
Kur’ân-ı Kerim’de Yüce Allah, büyü ile uğraşmayı küfür olarak nitelendirmiştir 1308. Hz. Peygamber de müslümanların büyü ile meşgul olmalarını şiddetle yasaklamıştır. Bir hadislerinde, “Helâk edici yedi şeyden sakının“ buyurmuşlar, ashâb, “Bu yedi şey nedir, yâ Rasûlallah?“ diye sorduklarında, “Allah'a şirk koşmak, sihir yapmak, haksız yere bir cana kıymak, fâiz ve yetim malı yemek, düşmana hücum esnâsında
1305] 51/Zâriyât, 56
1306] 18/Kehf, 50
1307] A. Osman Ateş, ı.g.e. s.-337-338
1308] 2/Bakara, 102
SİHİR / BÜYÜ
- 321 -
savaştan kaçmak, iffetli mü’min hanımlara zinâ isnâdında bulunmak“ 1309 buyurmuştur. Bir diğer hadislerinde de, büyü yapan kimsenin Allah'a şirk koşmuş olacağını bildirmişlerdir 1310. Bir başka hadislerinde ise, sihre inanan, onun doğruluğunu tasdik eden kimselerin Cennete giremeyeceklerini haber vermişlerdir 1311
Büyü yapmanın büyük günahlardan olduğu konusunda İslâm âlimleri arasında ittifak vardır. Sihri öğrenmek ve öğretmek de haramdır. Büyüyü meslek edinen ve sihirbazlığı küfre vardıran kimselerin şiddetle cezalandırılması gerektiği kaynak kitaplarda kaydedilmektedir.1312 Yapılan büyü küfrü gerektiriyorsa, bunu yapanın küfre gireceği açıktır. Küfrü gerektirmiyorsa, Şâfiî mezhebine göre, sihir yapan ta’zîr olunur, tevbe etmesi istenilir. İmam Mâlik, “sihir yapan kâfirdir, sihir yapmasından dolayı öldürülür. Tevbe etmesi istenilmez; etse bile kabul olunmaz, mutlaka öldürülür“ görüşündedir. Kadı Iyâd’ın bildirdiğine göre, Ahmed bin Hanbel de aynı fikirdedir. Ashâb ve tâbiîn’e mensup birçok âlimin kanaatinin de böyle olduğu nakledilmiştir. İmam Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed’in görüşlerine göre, büyü yapan kâfir olur. Böyle bir kimsenin tevbe etmesi istenilmez. 1313
Çok eski zamanlardan beri insanlar, gayb âlemini merak etmiş, hakkında bilgi edinmek istemiş, bazı açıkgözler de bunu istismar ederek gâibden haber vermeye başlamışlardır. Eskiden bu işle meşgul olan kâhinler, arrâflar, falcılar, cinciler vardı; günümüzde bunlara ek olarak medyumlar ve ruhçular da var. Bu kişiler, çeşitli yol ve vâsıtalardan istifade ederek insanların geçmişi, geleceği, ruhlar âlemi gibi gayb haberleri vermişlerdir, vermektedirler. Bunlara inanmayanlar yanında, inananlar da vardır. Hâlbuki Peygamberimiz (s.a.s.), Allah’ın en seçkin kulu olmasına rağmen, O’nun hakkında Kur’an diliyle şöyle buyrulmuştur: “De ki: ‘Allah’ın dilemesi dışında ben kendim bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Gaybı/görülmeyeni bileydim, daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük de gelmezdi.“ 1314 Allah’tan başka hiçbir varlığın gaybı bilmediğini şu âyet kesin bir şekilde ortaya koyar: “De ki: ‘Göklerde ve yerde gaybı, Allah’tan başka bilen yoktur...“ 1315
Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Gayb habercisine (arrâfa, kâhine) inanan kimsenin kırk gün namazının kabul olunmayacağını“1316 haber vermiştir. Yine şöyle buyurmuştur: “Kâhin ve arrâfa inanan kimse, kendisine gönderilen (Kitabı, vahyi) inkâr etmiştir.“1317 Peygamber Efendimiz’e, “ama bazı söyledikleri doğru çıkıyor“ diyenlere, Rasûl-i Ekrem: “Allah’a âsi olan cinlerin, edindikleri bazı bilgileri, bir doğrunun yanına yüz yalan katarak bu kâhinlere ulaştırdıklarını, bunlar vâsıtasıyla halkın inancını bozduklarını, onları sapıklığa düşürdüklerini“ söylemiştir. 1318
Bu kesin deliller karşısında müslümanların, gâipten haber verdiğini iddia
1309] Buhârî Vesâyâ 23, Tıb 48, Hudûd 44; Müslim, İman 145; Ebû Dâvud, Vesâyâ 10, hadis no: 2874
1310] Nesâî, Tahrim 19, hadis no: 4076
1311] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 3/14, 83; 4/399
1312] Tirmizî, Hudûd 27, hadis no: 1460; Ebû Dâvud, Harâc 31, hadis no: 3043; Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’an, I/61-68
1313] A. Osman Ateş, a.g.e. s. 333-334
1314] 7/A’râf, 88
1315] 27/Neml, 65
1316] Müslim, Selâm 125; Ahmed bin Hanbel, 2/429, 4/68
1317] Tirmizî, Tahâret 102; İbn Mâce, Tahâret 122
1318] Buhârî, Bed’ü’l-Halk 6, 11, Tıb 46, Edeb 117; Müslim, Selâm 122, 123
- 322 -
KUR’AN KAVRAMLARI
eden kimseleri dinlemeleri haramdır.1319 Onlara değer verip, onlara danışmaya, onlardan yardım istemeğe gitmenin de haram olduğunda şüphe yoktur.
Ruh Çağırma: Günümüzde, özellikle sosyete denilen tabaka arasında yaygın olan ruh çağırma olayı da bir nevi modern kâhinliktir. Birçok tecrübeler, medyumların madde ötesi bir varlıkla temas kurdukları kanaatini vermektedir. Ancak bunun ruh olduğu ve söylediğinin gerçeğe uygunluğu sâbit değildir. Elmalılı merhûmun ifadesiyle “bunların büyük ruhları ve şahsiyetleri çağırıp getirme iddiaları yalan olduğunda şüphe yok ise de, habis ruhları ve sefil şahsiyetleri afsunlayıp topladıkları ve bu sûretle yüce ruhlara zarar vermeye çalıştıkları muhakkaktır.1320 Ruh çağırma seanslarında, gelenin ruh olduğu belli değildir; bunun cin olma ihtimali daha kuvvetlidir. Cin çağırma işi, toplumumuzda öteden beri bilinmekte idi; şimdikiler bunu biraz daha modernize ederek “ruh çağırma“ dediler. Aynı zamanda gelen varlığın veya hayalin, ya da sesin verdiği haber ve bilgiler, yalan ve yanlış ile karışıktır.
Dinimiz ruh ve diğer madde ötesi varlıklar üzerine ilmî araştırma yapmayı engellemez; aksine teşvik eder.1321 Ancak maddî mânevî menfaat sağlamak gâyesiyle ve İslâm inancına uymayan telâkkîler, anlayışlar içinde bu işlerle uğraşmayı ve mesnedsiz iddialara inanmayı meneder.
Fal ve Falcılık: Eskiden yazılı oklarla, günümüzde yıldız, kahve, bakla, iskambil kâğıdı gibi vâsıtalarla yapılan falcılık da bir nevi gâipten haber vermedir; çünkü gelecek (müstakbel) gaybdır; bu sebeple her nevî falcılık ile bunlara inanmak haramdır. 1322
Sihir/büyü: Sihir itikadı bozduğu, tevhid inancına zarar verdiği, kontrolü mümkün olmadığı için kötüye kullanıldığı ve aldatma, iğfâl, ızrar vâsıtası olduğu için haram kılınmış, sihirbazın felâh bulamayacağı ifade buyrulmuştur. 1323
Nazarlık, nal, muska vb. kullanmak: Birden ortaya çıkan veya sebebi bilinmeyen hastalıklara yakalanmamak veya tedâvi etmek üzere başvurulan birtakım tedbirler vardır; nazarlık, at nalı, at kafası, çeşitli muskalar takma, kurşun dökme, tütsü yapma bunun bazı örnekleridir. Bunlar, tıp yönünden bir faydası olmadığı, üstelik bâtıl inançları devam ettirdiği için haram kılınmışlardır. Peygamberimiz (s.a.s.) nazarlık kullanmayı menetmiş, bu gibi şeyleri asan kimselerin bey’atlerini kabul etmemiştir. 1324
Uğursuz saymak: İnsanlar, eskiden beri bazı yer, zaman, şahıs ve şeyleri uğursuz veya uğurlu saymışlar, bu inanca göre karar verdikleri, hareket ettikleri olmuştur. Hiçbir ilmî ve dinî esasa dayanmayan bu inanç İslâm’da reddedilmiş, uğur veya uğursuzluğu insanların kendi inanç ve davranışlarında aramaları istenmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.), buna benzer başka inanışları da zikrederek şöyle buyurmuştur: “Hastalığın bir başkasına geçmesi, uğursuzluk, (ölü ruhunun temsilcisi)
1319] Hayreddin Karaman, Günlük Hayatımızda Helâller Haramlar, s.137-139
1320] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 8, 6365
1321] 51/Zâriyât, 20-21
1322] 5/Mâide, 3
1323] 20/Tâhâ, 69
1324] Nesâî, Zînet 17; İbn Mâce, Tıb 39
SİHİR / BÜYÜ
- 323 -
baykuş, karındaki yılan diye bir şey yoktur; cüzzamlıdan -arslandan kaçar gibi- kaçın.“1325 Hadisin başında “hastalığın birinden diğerine geçmesi (sirâyet, salgın) diye bir şey yoktur“ derken, sonunda cüzzamlıdan uzak durulması“ emrolunuyor. Hadis açıklayan bilginler burada biri inanç, diğeri davranış ile ilgili iki noktanın bulunduğunu söylemişlerdir;
a) İnanç: Hastalığı yaratan, insanı hasta eden, bunu belli kanunlara bağlayan Allah’tır. Bir hasta ile temas eden iki kişiden biri hastalığa yakalanıp diğeri sağlıklı kalabilir; bu Allah’ın irâdesine bağlıdır.
b) Davranış; Salgın hastalığın birinden diğerine geçmesi Allah’ın takdir ettiği, yarattığı bir tabiat kanunudur. Hasta ile temas, hastalanmanın sebebidir; sebepleri olaylara bağlayan Yaratıcı, bunu böyle dilemiştir; şu halde insanın bu sebeplerden kaçınması gerekir (“Hastalıklı hayvanları, sağlıklı hayvanlara katmayı“ meneden Buhârî hadisi de aynı hükmü desteklemektedir.)
Câhiliyye devrinde Araplar baykuşun, ölünün kemikleri veya ruhundan meydana geldiğine, insanın karnında bir yılanın bulunduğuna ve aç kalınca insanı öldürdüğüne, ürküttükleri hayvanların sağ veya sollarından karşı yöne gidişlerine göre uğur veya uğursuzluğa inanırlardı. Hadis bunların da aslı astarı bulunmadığını bildirmektedir. Bazı gün, şahıs, eşya ve yerleri uğursuz saymak, ölüm veya felâketten söz ederken kulak çekip tahtaya vurarak korunmaya çalışmak da aslı astarı olmayan inanç ve davranışlar arasındadır. Buhârî’nin bir başka rivâyetinde “kadın, ev ve binekte uğursuzluktan“ bahsedilmiştir. Fakat bu hadisin baş tarafını Hz. Âişe annemiz açıklıyor: Peygamberimiz’in (s.a.s.) câhiliyye âdetlerini söylediğini, “onlar, bu üç şeyde uğursuzluk bulurlardı“ dediğini açıklıyor.
Uğurlu saymak: Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz, uğursuzluk inancını reddederken “en iyisi, uğurlu saymaktır (fe’l, tefe’ül)“ buyurmuş, “Tefe’ül nedir yâ Rasûlallah?“ dediklerinde; Herhangi birinizin duyduğu güzel, hayırlı bir sözdür“1326 cevabını vermiştir. Buna göre bir kimsenin iyi bir söz duymasını, bir şeye yönelince ilk olarak “başarı, esenlik, mutluluk“ gibi bir kelime işitmesini uğurlu saymasında mahzur yoktur. Uğur inancının hedefi, insanların hayatlarını, mânâsız ve mesnetsiz vehimlere göre değil; gerçeklere göre düzenlemesi ve idare etmesidir. 1327
Ve Günümüz
Sihir ve büyünün hiçbir çeşidi, İslâm toplumunda yer bulamaz. Bu tür sapıklıklar, ancak câhiliyye toplumlarında yaygınlaşabilir. İçinde yaşadığımız toplumun câhiliyye toplumu olup olmadığıyla ilgili bir yargıya varmak için gelin, bu konuda aynamızı topluma tutalım:
Düzen ve çevrenin, fıtrata müdâhale edip İslâm’ı bireysel ve toplumsal alanlardan tümüyle uzaklaştırma mücâdelesi ve yer yer başarısı, insanımıza ağır bedeller ödetiyor. İslâm’ın çoğu hükümlerinin yaşan(a)madığı günümüzde stres ve psikolojik bunalımların hemen her çeşidi giderek hemen her insanı kemiriyor. Ve denize düşen yılana sarılıyor: Dinini bilmediği, ilkel ve modern hurâfeleri de reddedemediği için câhil insanlar, çözümü de cincilerde, üfürükçü ve muskacılarda
1325] Buhârî, Tıb 19, 25, 43-45; Müslim, Selâm 102
1326] Buhârî, Tıb 43, 44; Müslim, Selâm 110
1327] Hayreddin Karaman, a.g.e., s. 139-151
- 324 -
KUR’AN KAVRAMLARI
arıyor. Medyada; medyumlardan, falcılardan, astrologlardan yani modern müneccimlerden, cinci ve büyücülerden geçilmiyor. Boyalı basın dediğimiz, yazıdan daha çok resimlerin yer aldığı gazetelerin tümünde her gün burç ve fal köşeleri yayınlanmaktadır. Buralarda “yıldızınız diyor ki“ , “burcunuz“ , “elektronik burç falı“ , “bilgisayarlı astrolojik fal“ gibi köşelere ne demeli? (Bu hurâfeler, irticâ kavramına girmediğinden kimsenin bir şey dediği yok. Peki müslümanların da mı diyeceği yok?!)
Günümüzde başta televizyon kanalları olmak üzere medya, yani dünkü adlandırma ile sihirbazlık/büyücülük, halkın bağlılığını sağlamak ve sürdürmek yolunda Firavunların ve firavunî düzenlerin vazgeçemedikleri bir araçtır.
Müneccimlik, sanıldığı gibi tarihe karışmış değil; sadece modernleşmiştir o kadar. Astrolog veya medyum denilen müneccimler, yıldız falına bakan kimselerdir. Horoskop denilen yıldızların, burçların bulundukları yerin haritasını çıkarıp, falına bakacakları kimsenin doğum tarihleriyle kıyaslayarak geleceği -gayb- hakkında hüküm çıkartırlar. Eski Yıldızname'lerin yerini günlük burçlar, astrolojik hurâfeler almış; müneccimin adı da astrolog veya medyum olmuştur artık.
Açıkça kâfir olanların yanında, nice müslümanım diyen insan, hâlâ yıldızların, burçların insan kaderinde etkili olduklarına inanmaktadır. Müneccimin, kâhinin; geleceği (her şeyi değilse bile çok şeyi) bileceğine hâlâ inanılır ki, gelecekle ilgili değerlendirmelerde bulunanlara “sen müneccim misin, nereden biliyorsun?“ diye sorulur; “adam sanki kâhin“ denilir.
Yine, bu sapık düşünceye göre yıldızlar konuşur, vahyeder; onların râsûlleri/elçileri ise astrologlar, medyumlar ve cincilerdir. Yıldızların konuşma dilini anlayan bu sivri akıllılar, bu mesajları “yıldızınız diyor ki...“ , “burcunuzun durumuna göre başınıza şu, şu gelecek“ diye insanlara para karşılığı tebliğ eder ki, bu mesaja göre bilinçlensinler ve ona göre davransınlar.
Müneccimlik, gelecekte meydana gelecek, özel ve genel olaylara, yıldızlara bakarak haber vermektir. Hz. Peygamber’in bu konuyla ilgili şöyle bir ikazı vardır: “Bazı insanlar, Allah’ın nimetiyle geceyi geçiriyor, sabah olunca da, ‘bize şu yıldız sebebiyle yağmur yağdırıldı’ diyor. Böyle demeleri sebebiyle onların çoğu kâfir olmuştur.“1328 Yine bir başka hadis rivâyeti de benzer bir ikazdır: “Kim yıldızlarla haber vermeye çalışırsa, sihir ile haber vermiş olur.“ 1329
Gelecekte olacak şeyler hakkında bilgi sahibi olmak için başvurulan çeşitli yolların en belirginlerinden biri faldır. Daha çok baht, uğur ve talihi, genel olarak da gelecekte olacak şeyleri anlamak için birtakım garip yollara başvurarak bunlardan anlam çıkarma ve kişilik okuma işine fal; bu işi yapmaya da falcılık denir. Gelecek zamanda vuku bulacak olayları haber vererek gayb sırlarını bildiğini iddia edene de falcı, medyum denir.
Câhiliyye Arapları, bir yolculuğa, bir savaşa, bir ticarete, evlenmeye yahut herhangi önemli bir işe teşebbüs edecekleri zaman üç zar (veya ok) çekerler yahut kuş uçururlardı. Bu zar veya okların birinde, “Rabbim emretti“, yahut “yap“ diye emir; diğerinde “Rabbim nehyetti“ veya “yapma“ diye nehy kelimeleri
1328] Buhâri, Megazi 35; Müsned, Ahmed b. Hanbel, II/525
1329] Ebû Dâvud
SİHİR / BÜYÜ
- 325 -
yazılı olurdu; biri de boş bulunurdu. Birisi torbaya elini sokar, zarlardan birini çeker, emir çıkarsa yaparlar, nehy çıkarsa yapmazlar, boş çıkarsa bir daha çekerlerdi. Kur'an, bunu şiddetle yasaklamıştır. “Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytan işi birer pisliktir; bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz.“ 1330
Bugün yaygın olan fal çeşitlerinden biri de, modern câhiliyyenin itibar ettiği yıldız falıdır. Gökteki burçlardan yola çıkılarak yapılan bu falcılığın aslı, Sâbiîlere dayanır. Sâbiîler, gökyüzünü on iki burca taksim etmişler ve eflâkten/göklerden yalnız tapındıkları ve heykellerini diktikleri “sebaî“ gezegenlerin durumlarına göre, yeryüzünde meydana gelecek olayları bildireceği iddiasıyla yıldızlarla ilgili birtakım hükümleri yazmışlardı. Onların bu inançları, günümüze kadar gelmiş bulunmaktadır. 1331
Dinimizin kesinlikle yasakladığı falcılık, bir çeşit gaybdan haber vermektir. Hâlbuki, Kur'an; gaybı, Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilemeyeceğini, peygamberlerle meleklerin dahi kendilerine vahyedilmedikçe gaybdan haber veremeyeceklerini açıkça bildirmektedir. “De ki: 'Göklerde ve yerde olan gaybı, Allah'tan başka bilen yoktur.“1332; “De ki: Size 'Allah'ın hazineleri elimdedir demiyorum, gaybı da bilmiyorum.“1333; “Eğer gaybı bilseydim, daha fazla hayır yapardım.“1334 âyetleri buna yeterli delildir.
Kendilerine “arrâf“, “kâhin“ veya “medyum“ denilen falcıları ve bu falcılara gidip fal açtıran, onlara inanan veya destekleyenleri Peygamberimiz, ağır bir dille kınamış, hatta küfürle nitelemiştir. “Kim bir arrâfa gidip de ona bir şey sorarsa, kırk gecelik namazı kabul olmaz.“1335; “Kim bir kâhine gider, dediklerini doğrularsa; şüphesiz ki Muhammed'e indirilmiş olanı inkâr etmiş olur.“ 1336
Burç falı, “İnsanları, doğdukları burçlara göre gruplayarak geleceğini okumaya, kaderine dair konuşmaya“ denir. Modern cahiliyyenin yaşandığı günümüzde kendini aydın sanan birtakım gazete ve televizyon programcıları, her gün yıldız falı hurâfesiyle insanların kaderi hakkında birtakım yorumlar yapmaktadırlar ki bunlar hiçbir bilimsel dayanağa sahip değildir. Ayrıca bu asılsız yorumlar, okuyucuların ruhsal dengelerine olumsuz yönde etki yapmaktadır. Bu bir atma, saçma ve aldatmadan ibarettir. İslâm âlimleri, Sâbiîler gibi, tesiri yalnız yıldızlardan, burçlardan bilerek onlardan birtakım hükümler çıkarmaya kalkışmanın küfür ve şirk olduğunda ittifak etmişlerdir.1337; “Onların çoğu, şirk koşmadan Allah'a inanmazlar.“ 1338
Konuyla ilgili yanlış itikad veya hurâfeler sebebiyle dilimize giren deyimlerden bazıları: “Cadı kazanı“, “gözün faltaşı gibi açılması“, “müneccim misin?“, “kâhin gibi“, “yıldızı kaymak“, “yıldızları barışmak“, sanatçılara: “star/yıldız“,
1330] 5/Mâide, 90
1331] Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, c. 7, s. 5208
1332] 27/Neml, 65
1333] 6/En'âm, 50
1334] 7/A'râf, 188
1335] Müslim, Selâm 125
1336] Tirmizî, Tahâret 102; İbn Mâce, Tahâret 122; Ebû Dâvud, Tıb, hadis no: 3904; Ahmed bin Hanbel, II/ 408
1337] Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, c. 1, s. 5207
1338] 10/Yûnus, 106
- 326 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“yıldızınız diyor ki“, “burcunuza göre...“, “felek“ , “cingöz“, “cini tepesine çıkmak“, “cin fikirli“, “cin çarpması“, “denize düşen yılana sarılır“, “tahtaya vurup eli kulağa götürmek“ vb.
Hayatın her alanını kuşatan İslâm’ın kişisel, toplumsal ve siyasal boyutu gerektiği şekilde yaşanmadığından, psikolojik hastalıklar ivme kazanarak insanı her yönüyle pençesine alıyor. Stres ve bunalımın bin bir çeşidi altında ezilen insan, yeterli inanç ve bilinçten yoksun ise, düştüğü ızdırap denizinden kurtulmak için sarıldığının yılan olduğunu düşünmüyor bile. Her türlü üfürükçülerden, vesvese verenlerden Allah’a sığınması gerektiği halde, şeytanlara ve şeytanlaşan üfürükçülere sığınabiliyor. Kur’an’ın fıtrî prensiplerine sarılıp ibâdet, zikir ve tefekkürle ruhunu arıtacak ve gıdalandıracak yerde, ruhundaki hastalığı artıracak zehirlere ve mikroplara yöneliyor. Yine, müslüman psikolog ve psikiyatristlerden yararlanıp tıp ilminin imkânlarından istifade edeceğine istismarcılara teslim oluyor. Vahye teslim olmayan, aklını ve mantığını da kullanmayan enâyiler bulundukça; adlarına hoca, muskacı, cinci, büyücü, sihirbaz, arrâf, medyum, kâhin, astrolog, falcı... denen kimseler de bulunacak, kendisinden yardım isteyenleri sömürmekle kalmayacak, onları dünyada ve âhirette perişan etmeye çalışacaktır. Suç, bu istismarcılardan daha çok, bunların oltalarına takılan zavallılardadır. İslâm’ın yaşanmadığı yerde bu çeşit istismarcıların, sahtekârların önüne geçilmesi de imkânsızdır.
Sihir/Büyü ile İlgili Bazı Kavramlar
Afsun: Büyü, sihir, efsun.
Ak büyü: İyilik için yapıldığı iddia edilen büyü, sevgi büyüleri veya hastalıklardan kurtulmak için yapılan büyülere denir. Tehlikelerden ve özellikle rûhî hastalıklardan korunmak için yapılan pasif büyü de ak büyü sayılır.
Arrâf: Falcı, kâhin, medyum; çalınan veya kaybolan eşyayı bulmak için falcılık yapan kimse. Gaybden haber veren kimselere verilen vasıftır. Cin, yıldız ve bazı tılsımlara dayanarak gelecekten haber vermeye çalışan kimselere verilen isim.
Astroloji: Yıldızların hareketlerinden hüküm çıkarma, ilm-i nücûm, müneccimlik.
Astrolog: Yıldız falına bakan kimse, müneccim.
Azâim: Yere ait ruhlardan, yani cinlerden yararlanılarak yapılan sihir; hastalık ve âfetten korunmak için duâ, efsun ve yazılan muskalar.
Biyomanyetik alan: Bütün canlılarda var olan elektriksel alanların insanda fevkalâde yüksek güçte olduğu bilinmektedir. İnsanların bu manyetik alanları, hem etkileşimde, hem de iletişimde önemli rolü vardır. İnsanlardan yayılan enerji dalgaları, ışınsal enerjiler, biyolojik tepki olarak nazar, âşık etme, hipnotize etme, korkutma gibi duyguları ortaya çıkarabileceği kabul edilmektedir.
Burç: Güneş sisteminde yer alan on iki takım yıldızın herbiri: Koç, Boğa, İkizler, Yengeç, Aslan, Başak, Terazi, Akrep, Yay, Oğlak, Kova, Balık. Güneş her yıl bu takım yıldızlarından birinin bölgesinde bulunur. Burçlar, daha çok fal için, kişinin geleceğini öğrenmek gibi bâtıl, yalana dayanan ve büyük günah kabul edilen gaybı bilme iddiasının aracı olarak eski zamandan beri kullanılır.
SİHİR / BÜYÜ
- 327 -
Cadı: Büyücü kadın; Geceleri dirilip insanlara kötülük ettiğine inanılan ölü kadın, hortlak. Cadı inancı özellikle ortaçağ Avrupa’sında çok yaygındı. Büyücülük yapanların da bu cadılar olduğuna inanılmış ve cadı kelimesi, büyücü anlamında da kullanılmıştır. Hristiyanlık tarihinde büyücü avları gibi cadı avları da ünlüdür. Cadı sayılıp yakılanların sayısının ortaçağ hristiyan Avrupasında milyonları aştığı tarihlerde yazılıdır.
Cifr: Harflere verilen sayı kıymeti ile geleceğe veya geçen hâdiselere, ibârelerden tarih veya isme dair işaretler çıkarmaya denir. Ebced hesabının bir çeşididir. Harflere verilen ebced değerleri gibi, rakam ve remiz (sembol) ile ifade edilen, gelecek hakkında haber verdiğine inanılan bilgiye ad verilen cifr, hurûfilik denilen sapık bir tarikat tarafından dini, tümüyle zâhirinden farklı değerlendirmeye sebep olan anlayıştan etkilenerek ortaya çıkmıştır. Hurûfiliğin kaynağı da yahûdi kabalası, eski Yunanlardan kalma Pisagorculuk ve çeşitli câhiliyye tılsımlarıdır. Değişik sihirlerde, kayıp bulmada, gayba taş atmada ve muskalarda bol bol cifirden ve ebcedden yararlanılır.
Cin: Gözle görülmeyen canlı varlık; Cinler tarafından çarpılmaya, daha doğrusu böyle kabul edilen felç vb. sakatlıklara cin çarpması, veya şeytan çarpması denilir.
Cincilik: Yere ait ruhlardan, yani cinlerden yararlanılarak, daha doğrusu böyle bir iddia ile yapılan sihirdir. Bu tür büyülerle uğraşanlara da cinci denir.
Ebced: Arap elifbâsını meydana getiren haflerin akılda tutulmasını kolaylaştırmak için düşünülen sekiz kelimeden ilki. Arapça eski Sâmi alfabesindeki harf sırasının sayı değerine göre tertiplenmesinden meydana gelen kelimelere verilen addır. Bu tertip, İbrânî ve Süryânî alfabesindeki harfleri içine alır. İbâredeki kelimeler şunlardır: Ebced, Hevvez, Huttî, Kelemen, Sa’fes, Karaşet, Sehaz, Dazığ. Bu sekiz kelime, bütün hurûf-ı hecâ denen yirmi sekiz harfi içine almış ve sıra ile eliften, ğayın harfine kadar, bir’den bin’e kadar her harfte aşağıdaki sıra ile gösterildiği gibi değerler verilmiştir: Elif: 1, be (ve pe): 2, cim (ve çim): 3, dal: 4, he: 5, vav: 6, ze: 7, ha: 8, tı: 9, ye: 10, kef: 20, lâm: 30, mim: 40, nun: 50, sin: 60, ayın: 70, fe: 80, sad: 90, kaf: 100, rı: 200, şın: 300, te: 400, se: 500, hı: 600, zel (ve je): 700, dat: 800, zı: 900, ğayın: 1000.
Şimdiki Arapçada alfabe, bu sırayı tutmuyorsa da, harflerin rakam gibi kullanıldığı zaman, yine eski sıraya uymak için ebced sırasını da devam ettirmişlerdir. Eskiden, matematik ve fizikte bu harflerin rakam yerine kullanıldıklarını biliyoruz. Ebced hesabı: Harflerin ebced değerlerine göre tarih veya sayı çıkarma işi. Ebced harf tertibinde, Kur’an daha nâzil olmadan harflere rakam değeri verilerek tarih ve yazılır ve olaylar kaydedilirdi. Arap, Fars ve Türk edebiyatında hâdiselerin tarihleri, yer yer ebced hesabıyla yazılırdı. Önemli olaylar, bu hesaba uyularak mısrâlarla ifade edilirdi. Bu harfleri tılsımlı kabul edip olur olmaz anlamlar çıkartmak, Kur’an’ın bazı kelimelerindeki harflerin ebced değerlerinden mânevî anlamlar çıkarmak, hurûfilik gibi sapık bir tarikatın izinden gitmektir. Sihir ve tılsımlarda, muskalarda da bol bol ebced harf değerlerinden yararlanılır.
Efsun: Büyü, üfürük, afsun.
Ervâh-ı Arziyye: Cinler için kullanılan “yer ruhları“ anlamında sıfat. Filozoflar cinleri inkâr etmemiş, fakat onları ervâh-ı arziyye adıyla anmışlardır.
- 328 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ervâh-ı semâvî: Gök ruhları anlamına gelen bu ifade, filozofların meleklere taktıkları isimdir.
Fakir: Hindistan’da bazı hünerler gösteren şahıslara verilen unvan; Hint fakiri. Fakirizm: Hint fakirlerinin gösterdiği olağanüstü haller.
Fal: İstikbalden haber almak, gelecekte olacak şeyler hakkında bilgi sahibi olmak için başvurulan çeşitli nesnelerden anlam çıkarma. Bakla falı, yıldız falı, kahve falı, iskambil falı, burç falı gibi çeşitleri vardır.
Göz bağcılığı: Arapça “Âhız bi’l-uyûn“ denir. “Göz boyama“ olarak da kullanılan bu terim, sahtelikle, gösterişle aldatmak için, el çabukluğu vb. şeylerle gözü kandırmaya denir.
Hipnoz: Fizikî, rûhî veya mekanik yollarla meydana gelen sun’î/yapay uyku hali. İpnoz da denilen bu durum, hekimlikte de kullanılan, gönüllü ve kısmen güçsüz irâdelilere uygulanabilen bir telkin yöntemidir. Hipnotizma: Hipnozla ilgili uygulamaların ve olayların tamamı. Hipnotize: Hipnotizma ile uyutulmuş kimse.
Hokkabazlık: Birtakım oyunları el çabukluğu ile yaparak göz boyamak ve böylece halkı eğlendirmek. Mecaz olarak; düzenbazlık, hile ve yalanla iş görmek, hilekârlık, dolandırıcılık. Hokka-bâz: Hokka ile oynayan, hokkacı demektir. Hokka: Hokkabazların oyunlarını icrâ ederken kullandıkları küçük su bardağını andıran kaba (kap) verilen addır.
Horoskop: Astrologların yıldızlardan çıkardığı gelecekle ilgili kehânet. Astrolog denilen modern kâhinler, horoskop denilen yıldızların, burçların bulundukları yerin haritasını çıkarıp, falına bakacakları kimsenin doğum tarihleriyle kıyaslayarak o kişinin geleceği -gayb- hakkında hüküm çıkartırlar.
Hurâfe: Dinî bilgiler ve kurallar arasına karışmış yanlış, bâtıl inanç, efsâne ve mitolojilere denir. Bunlar, gerçekle bağlantısı bulunmayan boş inançlar ve uydurmalardır. Atalara duyulan saygıdan dolayı, kuşaktan kuşağa aktarılan hurâfelerin temel özelliği, bunlar hakkında Kur’an ve sünnetten bir delili olmaması, hatta çoğunlukla bu iki kaynağa ters, İslâm akaidine zıt olmasıdır.
İllüzyon: His/duyu yanılması, yanılsama hayal ve hile. El çabukluğuna ve kandırmaya dayanan, bazen teknolojiden veya özel hazırlanmış araçlardan yararlanılan, bir şeyi olduğundan farklı gösterme faâliyetidir. İllüzyonist: His yanılmasına dayanan hünerler gösteren kimse, hokkabaz, sihirbaz.
İlm-i Nücum: Yıldızlar ilmi, astronomi, felekiyat anlamında olan bu terkip, astroloji için de kullanılmaktadır. Birincisi araştırma ve incelemelere dayanan gerçek bilgi olduğu halde, İkinci anlamı (astroloji), hurâfelere, bâtıl inanç ve kandırmaya dayanarak gayb hakkında bilgi edinme iddiası taşır.
İspirtizma (spirtüalizm): Ölülerin ruhları ile haberleşme maksadıyla yapılan faâliyet. Bu kandırmacalara ruh çağırma da denilir. Ölülerin ruhlarıyla ilişki, sözde onların sözlerini algılayabilecek nitelikte olan medyumlar aracılığıyla kurulur. Aslında, ölü ruhun konuşması, hileden ibarettir, konuşan varsa bu, cinden başkası değildir.
İstidrâc: Kâfirlerde, özellikle tâğutlarda ortaya çıkan veya öyle zannedilen
SİHİR / BÜYÜ
- 329 -
hârikalara denir.
İstihâre: Aslında, Allah’tan hayır istemek, hayır duâsı demektir. İstişâre edilerek yapmaya karar verilen meşrû ve mubah bir eylemle ilgili olarak azmedip karar verdikten sonra, o işin sonucunun bilinmediği için, eğer hayırlı ise Allah tarafından kolaylaştırılıp nasip edilmesini, değilse zorlaştırılıp nasip edilmemesini istemek için duâdır. Klâsik uygulama şekli ise, bir çeşit rüya falıdır. Bir işin iyi ya da kötü sonucunu, önceden rüyada kestirme şeklinde kullanılarak sünnette olan bu duâ, dejenere edilmiş ve tahrife uğramıştır. Aslında rüya, bilgi kaynağı değildir; rüya ile amel edilmez. Rüyaların çoğu şeytânîdir veya arzuların simgeleşmiş şekli rüya halinde ortaya çıkar. Dolayısıyla istihâreye yatmak ve görülen rüya ile amel etmek, gayrı meşrû ve akıl dışı bir hurâfedir.
Kara büyü: insanın kötülüğü için yapılan büyülere denilir. Sevgilileri, karı-kocayı birbirlerinden ayırmak, düşman ve hasımlara zarar vermek, hastalandırmak, hatta öldürmek için yapıldığı kabul edilen aktif büyülere kara büyü denir.
Kâhin: İsrail oğullarında ve bazı başka bâtıl din mensuplarında gâipten haber verme, gelecekle ilgili şeyleri bilme iddiasında bulunan kimse. Gaybden haber veren kimselere verilen vasıf. Cin, yıldız ve bazı tılsımlara dayanarak gelecekten haber vermeye çalışan kimselere verilen isim, kehânet yapan kimse. Kehânet: Sonradan olacak şeyleri haber verme, kâhinlik.
Maji (magi): Büyü ve sihir kelimelerinin batı dillerindeki karşılığı.
Manyetizma: Telkin ve hipnoz olayları ve nazariyeleri. Bir insanın başka bir insanı ruhsal egemenliği altına almak yoluyla etkileyebileceği inancıdır. Bu inanca göre, bazı insanlarda akıcı bir öz vardır. Bu öze sahip güçlü kişilikler, elleriyle paslar vererek bu özü bir başka insana geçirebilirler ve onu ruhsal egemenlikleri altına alabilirler. Aslında uyumak için bahane arayan güçsüz kişilikler, gerçekten bu yolla uyutulabilir ve telkin altında tutulabilirler. Manyetizmacı: Manyetizma yapan kimse. Manyetize: Manyetizma ile etki altına alınmış olan, manyetizma ile uyutulan.
Medyum: Ruhlar arasında aracılık ettiğine inanılan kimse. Ölülerden, ruhlardan, cinlerden haber alabilecek olağanüstü güce sahip olduğuna inanılan kişi. Bunların hemen hepsi şarlatandır. Günümüzde kâhin ve falcılara, cinci olduğu iddiasındakilere de medyum denilmektedir.
Metafizik: Fizikötesi; Duyularımızla idrâk edemediğimiz varlıkları konu edinen, asıl mesele olarak varlık problemini ele alan felsefe kolu.
Metapsişik: Ruh ötesi, normal psikolojinin sınırları dışında kalan olayların incelenmesi.
Muska (Nüsha): (Kelimenin aslı nüsha’dır.) Bazı hastalıkları, kötülükleri ve nazarı defetmek için boyna asılan veya üstte taşınan yazılı kâğıt. Hristiyanlıktaki teslis inancının simgesi olarak üçgen şeklinde, üç köşeli katlanır; içinde çoğu zaman anlamsız şekiller ve uydurmalar bulunur. Kötülüklerden koruyacağına inanıldığı için, şirk unsuru kabul edilir. Nazardan koruduğuna inanılan nazarlıklar, nazar boncukları da muska kabul edilir. Büyü yapmak, ya da büyüden korunmak için kullanılan muskalar vardır.
- 330 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Müneccim: Yıldız anlamına gelen Arapça “necm“ kelimesinden türetilmiştir. Yıldızla uğraşan, yani yıldız falcısı demektir. Yıldızların hal ve hareketlerinden ahkâm çıkaran kimse, astrolog, falcı. Müneccim başı: Saray müneccimlerinin başı olan kimseye denirdi.
Nazar; Göz değmesi: Bazı insanların bakışla, maddî ve mânevî olumsuz etkide bulunması. Nazar değmek: Göz değmek; birisinin hasetçi bakışıyla rahatsız olmak veya zarara uğramak. Nazar boncuğu: Nazar değmesine karşı takılan mavi boncuk; Göz boncuğu da denilen nazar boncuğunu takmayı, bulundurmayı veya bir yere asmayı dinimiz şirk unsuru kabul ederek, böyle bir boncuğun bir zararı def edeceğini sanmayı büyük günah sayar.
Obsesyon: Arapça tâbiriyle “tasallut“; cin gibi ruhsal varlıkların insan bedenine uzaktan, yakından veya içine girerek çeşitli derecelerde ona hükmedip etkide bulunmasına, daha doğrusu böyle olduğuna inanmaya denir.
Önsezi: Hiss-i kable’l-vuku; Bir olay henüz meydana gelmemişken, ya da uzaklarda olan bir olayı sezme yeteneği. Bir tarz iletişim olan önsezi, az da olsa hemen herkeste vardır. İslâmî duyarlılığa sahip muttakî kişilerde basîret ve ferâset, Rahmânî ilham olarak önsezinin üst basamakları kabul edilebilir.
Paranoya: Türkçe karşılığı; evham. Her şeyden şüphe etme, başkalarından kötülük bekleme, her şeyden şikâyet, emniyetsizlik, bencillik, gurur ve büyüklük duygusu şeklinde beliren ruh hastalığı. Paranoyak: Paranoya hastalığıyla ilgili; paranoya hastalığına tutulmuş olan kimse.
Parapsikoloji: Tabiatüstü olayları araştıran psikoloji dalı.
Peri: Dişi cin. Güzel ve iyilikseverlik sembolü olarak kabul edilirler. Mecâzî olarak güzel kadın veya kıza da peri veya peri gibi güzel denir.
Ruhçuluk: Asıl unsur olarak ruhu kabul edenlerin görüşü, spirtüalizm, maddeci olmamak.
Ruh çağırma: Batı dillerinde ispirtizma denilen bu terim için bkz. İspirtizma.
Rukye: Daha çok rûhî hastalıkların tedâvisi için kullanılan formülasyonlardır. Türkçesi, tam olarak karşılamasa da efsundur. Koruyucu muska=hirz anlamı da taşır.
Riyâzet: Az yiyip az uyuma ve sürekli ibâdet ederek nefsi terbiye etme, nefsin arzularına karşı kendini tutma, dünya zevklerinden el çekmek sûretiyle nefsi kırma. Çile çekme anlayışı.
Şa’beze: El çabukluğu, hokkabazlık.
Şaman: Eski müşrik Türklerde, birtakım doğaüstü gücü bulunduğuna, ruhlarla ilişki kurarak hastalıkları iyileştirdiğine inanılan, büyü yapma, gelecekten haber verme gibi işler yapan din adamı.
Telekinezi: Cisimlerin dokunulmadan hareket etmesi hali.
Telepati: Uzaktan araçsız haberleşme, mesafe kaydı duymadan insanlar arası zihinsel iletişim. Uzakta meydana gelen bir olayı ânında hissetme hali.
Tılsım: Üzerine şekil veya harfler yazılmış, gizli ve sihirli kuvveti olduğu kabul
SİHİR / BÜYÜ
- 331 -
edilen şey, sihir gücü olduğu kabul edilen şey, doğaüstü güç ve böyle bir güç taşıdığı sanılan muska, nazarlık vb. nesne.
Vefk: Duâ yazılı muska, denklem, sihirli kareler; sıralarının, sütunlarının ve köşegenlerinin toplamı aynı olan kareler. Matematiksel bir eğlence olmaktan öte hiçbir gizemi olmayan bu karelerdeki matematiksel simetri, matematikten anlamayan câhil insanları cezbetmiş ve onları bu denklemleri kutsallaştırmaya sevketmiştir. Büyük bir ihtimalle, halkın cehâletinden yararlanan kurnazlar tarafından amacından saptırılan “ebced“ sayı sistemi, zamanla cincilerin, büyücülerin ve sahte doktorların menfaat tuzağı haline dönüşmüştür. Hatta Kur’an’ın yüce kelime ve âyetleri bile vefk (denklem) diye adlandırılan bu karelere şeytânî amaçlarla yerleştirilmiş ve ne acıdır ki âlim diye tanınan nice kişi tarafından da onaylanmıştır.
Vesvese: Şeytanın meydana getirdiği iç karışıklığı, iç üzüntüsü, vehim, kuruntu, şüphe, tereddüt.
Yıldıznâme: Yıldızların hareketleri ile insanların kaderi arasında olduğu varsayılan ilişkileri konu edinen ve bunlardan ahkâm çıkaran kitap, astroloji.
- 332 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sihirle İlgili Kur’ân-ı Kerim’den Âyet-i Kerimeler
A- Kur’an’da Sihir Kelimesinin Geçtiği Âyetler (60 yerde): (2/Bakara, 102; 5/Mâide, 110; 6/En’âm, 7; 7/A’râf, 109, 112, 113, 116, 116, 120, 132; 10/Yûnus, 2, 76, 77, 77, 79, 80, 81; 11/Hûd, 7; 15/Hıcr, 15; 17/İsrâ, 47, 101; 20/Tâhâ, 57, 58, 63, 63, 66, 69, 69, 70, 71, 73; 21/Enbiyâ, 3; 23/Mü’minûn, 89; 25/Furkan, 8; 26/Şuarâ, 34, 35, 37, 38, 40, 41, 46, 49, 153, 185; 27/Neml, 13; 28/Kasas, 36, 48; 34/Sebe’, 43; 37/Saffât, 15; 38/Sâd, 4; 40/Mü’min, 24; 43/Zuhruf, 30, 49; 46/Ahkaf, 7; 51/Zâriyât, 39, 52; 52/Tûr, 15; 54/Kamer, 2, 34; 61/Saff, 6; 74/Müddessir, 24.
B- Sihir Konusu
a- Yapmanın Kötülüğü: 2/Bakara, 102.
b- Sihir ve Büyücülerin Kötülüğünden Allah'a Sığınmak: 113/Felak, 1-4
c- Fal ve Falcılık: 5/Mâide, 3, 90
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 363-373
2. Mefâtihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Râzi, Akçağ Y. c. 3, s.255-293
3. Fî Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 200-205
4. Tefhîmu’l-Kur’an, Mevdûdi, İnsan Y. c. 1, s. 87-88
5. Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, c. 2, s. 437-480
6. El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, İmam Kurtubî, Burûc Y. c. 2, s. 233-252
7. El-Mîzân Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 328-346
8. Kur’ân-ı Kerim Şifâ Tefsîri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 206-215
9. Min Vahyi’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s. 130-139
10. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 28-29
11. Bakara Sûresi Tefsiri, Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Erkam Y. s. 164-168
12. Hulâsatu’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 186-192
13. Furkan Tefsiri, Hicâzî, Vahdet Y. c. 1, s. 77-80
14. Sahih-i Buhâri Muht. Tecrîd-i Sarih Terc. K. Miras, A. Nâim, D.İ.B. Y. 4/108; 8/225-231, 471; 9/54
15. Kütüb-i Sitte Muht. Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y. c. 8, s. 83-100
16. Büyük Hadis Külliyatı, Cem’ul-Fevâid, Rûdânî, İz Y. c. 4, s. 181-205
17. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 1, s. 260-261; c. 5, s. 419-421
18. T. D. Vakfı İslâm Ansiklopedisi (Hikmet Tanyu), T.D.V. Y. c. 6, s. 501-506
19. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi (İzzet Er), Risâle Y. c. 1, s. 237-238
20. Tefsirde İsrâiliyyat, Abdullah Aydemir, D.İ.B. Y. s. 136-161
21. İslâm’da Helâl ve Haram, Yusuf el-Kardavi, Hilâl Y. s. 248-257
22. Günlük Hayatımızda Helâller ve Haramlar, Hayreddin Karaman, İz Y. s. 137-145
23. İlim ve Din Açısından Mûcize, Osman Karadeniz, Marifet Y. s. 48-85
24. Olağanüstü Olaylar ve Aralarındaki Farklar (Mûcize, Kerâmet, Sihir), Bakıllânî, Rağbet Y. s. 97-129
25. Bâtıl İnanışlar, Recep Aktaş, Bahar Y. s. 13-36
26. Yaşayan Hurâfeler, Kemalettin Erdil, T. Diyanet Vakfı Y. s. 34-49; 58-67
27. Yaşayan Câhiliyye, Aysel Zeynep Tozduman, İnkılâb Y. s. 89-98
28. Kur’an ve İnsan, Celâl Kırca, Marifet Y. (Nazar:) s. 247-263; (Ruh, Cin, Reenk.)160-186
29. Gerçek Din Bu, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat
30. İslâm Açısından Sihir, Yusuf Özbek, İz Y.
31. Kur’an ve Hadislere Göre Cinler-Büyü, Ali Osman Ateş, Beyan Y.
32. Kur’ân-ı Kerim’e Göre Cin-Şeytan, Lutfullah Cebeci, İstişare Y.
33. Kur’ân-ı Kerime Göre Sihr (Büyü), Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat
34. Cin ve Şeytanlardan Nasıl Korunmalıyız? Vahid Abdüsselâm Bali, Uysal Kitabevi Y.
35. Cin, Şeytan ve Büyüden Korunma, Halil bin İbrahim Emin, Uysal Kitabevi Y.
36. Büyü, Sihir, Fal, Yıldızname, Kehanet, Nazar, Sevim Asımgil, İpek Y.
SİHİR / BÜYÜ
- 333 -
37. Âyet ve Hadislerin Işığında Nazar-Göz Değmesi, Bayram Altan, Altın Kalem Y.
38. Nazar ve Büyü, Bayram Altan, Sahhaflar Kitap Sarayı Y.
39. Nazar Değme Hakkında Bir Risâle, Süheyl Ünver
40. Psiko-Sosyal Sağlığın Korunması, Koruyucu Ruh Sağlığı, Kemal Çakmaklı, Seha Neşriyat
41. Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Büyü, Giovanni Scognamillo - Arif Arslan, Karizma Y.
42. Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Fal, Giovanni Scognamillo - Arif Arslan, Karizma Y.
43. Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Cinler, Giovanni Scognamillo - Arif Arslan, Karizma Y.
44. Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Kehânet, Arif Arslan – Hakan Yılmaz, Karizma Y.
45. Falcılık ve Kehânet (Dünü, Bugünü ve İslâmî Hükmü), Bayram Altan, Çelik Y.
46. Kehânetler ve Kâhinler, Elvan ve Gündüz Öğüt, Ege Meta Y.
47. İslâm’da ve Eski Ortadoğuda Cin ve Ruh İnançları, Ernest Zbinden, Yeni Ufuklar Neşriyat
48. Varlığın Metafizik Boyutları, I, II, M. Fethullah Gülen, Feza Gazetecilik A.Ş. Y.
49. Büyük Günahlar, Hafız Zehebi, Temel Neşriyat
50. Altıncı Duyu (Duyu Ötesi Algı), Brian Ward, Remzi Kitabevi Y.
51. Cinlerin Esrârı, Şiblî, Ferşat/Merve Y.
52. Cinlerin Âlemi, Ahmet Cemil Akıncı, Demir Kitabevi Y.
53. Cinler Âlemi, Sırları ve Gizlilikler, M. Aşur, Pamuk Y.
54. İslâm’a Göre Sihir, Cin Çarpması Teşhis ve Tedavi Usulleri, Arif Coşkun, Enes/Yâsin K.Evi
55. Sihirbaz, Büyücü ve Ruh Çağıran Ehl-i Bid’at’a Reddiye, Es-Seyyid Ali Göleli, Şüheda Y.
56. Kur’an’da İnsan Psikolojisi, A. Kasapoğlu, 80-87
57. Sihir, Tılsım, Büyü, Cemal Anadol, Kamer Neşriyat
58. Sihirbazlık Kılavuzu, Herbert L.Becker, Gün Y.
59. Her Yönüyle Sihirbazlık Öğretiyoruz, Ali Özoğlu, İlgi Y.
60. Büyü Nasıl Yapılır, Nasıl Hissedilir, Nasıl Bozulur; Hanife Tezer, Ataman Elk. Y.
61. Büyü, Bilim ve Din, Bronislaw Malinowski, Kabalcı Y.
62. Gizli İlimler Hazinesi 1-8, Mustafa İloğlu, Özel Y.
63. Yıldızname, Câfer-i Sâdık, Esma Y.
64. Yıldızname ve Büyü, Robert Fleury, Kıbele Y.
65. Doğu Büyüsü, İdris Şah, Gizem/Say Y.
66. 100 Soruda İlkellerde Din, Büyü, Sanat, Efsane, Sedat Veyis Örnek, Gerçek Y.
67. Anadolu Büyüleri, İsmet Zeki Eyüboğlu, Der Y.
68. Sevgi Büyüleri, İsmet Zeki Eyüboğlu, Der Y.
69.Din ve Büyü, Claude Levi-Straus, Yol Y.
70. Hintlilerde Ak ve Kara Büyü, Paul Dare, Ruh ve Madde Y.
71. Psişik Gücünüz, Carl Rider, Say Y.
72. Psişik Becerinizi Geliştiriniz, Enid Hoffman, Ruh ve Madde Y.
73. Psikiyatri, Ayhan Songar
74. Psikiyatri, Özcan Köknel, Nobel Tıp Kitabevleri Y.
75. Psikiyatri ve Düşünce Dünyası Arasında Geçişler, Erol Göka, Vadi Y.
76. Psikanaliz ve Psikoterapi, Orhan Öztürk, Alfa Basım Yayım
77. Ruh İnsan Cin, Ahmed Hulûsi, Ferşat Y.
78. Parapsikoloji Dersleri, Paul Krafchik, Ruh ve Madde Y.
79. Ruhsal Deneyleri Uygulama Kitabı, Sheila Ostrander, Ruh ve Madde Y.
80. Çağdaş Ruhçuluğun Maske ve Yüzleri, Julias Evola, İnsan Y.
81. Hipnotizma, Recep Doksat, Kader Basımevi
82. Hipnotizma, Vural Okur, Şahsî Y.
83. Hipnotizma, Cemil Sena Ongun, Dün ve Bugün Y.
84. Hipnoz Sayesinde Mucize Tedaviler, Hikmet Saim, Venüs Y.
85. Ruh ve Kâinat, Bedri Ruhselman, Gayret Kitabevi Y.
86. İpnotizma ve Telkinle Tedavi, Alfred Brauchle, Bozak Y.
- 334 -
KUR’AN KAVRAMLARI
87. İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y.
88. Medyum ve Medyumluk: Haksöz s. 138-139
89. Vesvese, Mehmet Paksu, Nesil Y.
90. Binlerce Senedir İnsanların İgisini Çeken Burçlar Nedir? Sevim Asımgil, Furkan Bas. Y.
91. Saatlerin Hazinesi, İslâm’da Burçlar ve Yıldızlar, Muhyiddin İbn Arabî, Sümer Kit.
92. A’dan Z’ye Astroloji, Nuran Tuncel, Kitsan Kitap Kırtasiye Y.
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 243 -
Kavram no 160
İman 28
Bk. Hidâyet; Doğruluk/Sıdk
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
“Rabbim Allah'tır“ de, sonra dosdoğru ol;
Sırât-ı müstakîmdir, budur en doğru yol.
• Sırât-ı Müstakîm; Anlamı ve Mâhiyeti
• İstikamet ve Sırât-ı Müstakîm
• Kur’an’da Sırât-ı Müstakîm
• Yahûdilerin Gazaba Uğrama Nedenleri
• Hristiyanların Sapma Nedenleri
• Sırât-ı Müstakîmin Gerekleri
• a- Sırât-ı Müstakîm'de Olabilmenin Gerekleri
• b- Sırât-ı Müstakîm'de Devam Edebilmenin Gerekleri
• insanın Asıl Sırât Köprüsü Dünyadadır
• Yol ve Yolculuk Üzerine Düşünceler
“Bize sırât-ı müstakîmi/dosdoğru yolu hidâyet et/göster. Kendilerine nimet verdiklerin kimselerin yolunu, gazaba uğramışların ve dalâlettekilerin/sapmışların yolunu değil!“ 872
Sırât-ı Müstakîm/Dosdoğru Yol
Kur'ân-ı Kerim'de 32 âyette geçen bu tamlama yol anlamındaki sırât'la; doğru, sapmaz, şaşırtmaz anlamındaki müstakîm kelimesinin birleşmesinden oluşmaktadır. Kur'an'ın, hedefe götürücü ve erdirici yol olarak gördüğü yol, sırât'tır. Sırât, lügatta cadde, anayol, işlek ve büyük yol anlamına gelir (Sırât kelimesi, değişik kullanımlarla Kur’an’da toplam 45 defa zikredilir). “Es-sırât“: “Allah'ın yolu“ demektir. Müstakîm ise, hiçbir yerinde meyil ve eğrilik bulunmayan, dümdüz ve dosdoğru demektir. Sırât-ı müstakîm: Dosdoğru olan yol anlamındadır. Sırât-ı müstakîm (doğru yol): İki nokta arasındaki en kısa çizgiye denir. Dünya noktasından Cennet noktasına en kısa yoldan eğilip bükülmeden, yalpalamadan gidilecek yolun adıdır.
İstikamet ve Sırât-ı Müstakîm
İstikamet: Hangi yaşta ve hangi seviyede olursak olalım, hiç birimiz aldanmaktan veya aldatılmaktan hoşlanmayız. Bu sebeple her insan, kendi idrâki ölçüsünde doğru ve doğruluktan yanadır. Hayatlarını yalan, hile ve sahtekârlık üzerine kurmuş olan kimseler dahi, suç ortakları ile olan münasebetlerinde menfaatleri icabı, doğruluğa büyük değer verirler.
Evet, ama doğruluk nedir? İslâm kültüründe insanî ve ahlâkî yaşayışa esas olan doğruluğun zirvesi, istikamettir. “İstikamet“i; Arapçadaki kökü “kavm“ veya “kıyâm“ ve aynı kökten türemiş olan “kâim“ ile birlikte mütâlaa etmeliyiz.
872] 1/Fâtiha, 6-7
- 244 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Kavm“, “kıyâm“: Ayak üzere kalkıp durmak, bir işe başlamak, doğru ve mûtedil olmak, zulme karşı ayaklanmak anlamına gelir. “Kâim“: Ayakta duran, bir nesne üzerine sâbit ve devamlı olan demektir. Bu kelimelerle irtibatı olan “istikamet“ ise; doğru ve mûtedil olmak, bir nesneye baha ve kıymet takdir ve tayin eylemek mânâlarına gelir.
İstikamet kelimesini türemiş olduğu kelimelerle, bunların ihtivâ ettiği mânâları mantıkî bir sıra içinde şöyle özetleyebiliriz:
1- Dilimizde kısaca “doğruluk“ diye bilinen “istikamet“ kelimesinin lügat mânâlarından biri; herhangi bir şeyin değerini, kıymetini en iyi ve en doğru şekilde takdir ve tâyin etmektir. Buna göre, doğrulukta istikamet seviyesine erişmek isteyen bir kimsenin önce, doğruluğun ne olduğunu anlaması, sonra da, ona kıymet biçecek ölçüde, imanla desteklenmiş bir akl-ı selime sahip olması gerekir. İmanla desteklenmiş akıl diyoruz; zira, kendisini ve kâinatı yaratanı idrâk edememiş, değer hükümlerini kazanamamış bir akıl, beşerî ihtiras ve menfaatlerin kuklası olmaktan başka ne işe yarar!?
2- “İstikamet“ kelimesinin kökünde; ayağa kalkıp durmak ve bir işe başlamak mânâları da vardır. Bu iki anlamı birincisi ile telif edersek; istikamet sahibi olmak isteyen kimse, önce onun değerini kavramalı, sonra da karar verip idrâk ettiğini günlük hayatında yaşama gayreti içine girmelidir, diyebiliriz. Zira yaşanarak hal edilmeyen değerler, birer fantezi olmaktan öteye geçemezler.
3- “İstikamet“e esas olan mânâlardan biri de; sebat ve devamdır. Böyle bir değere tâlip olan insanın, asla doğruluktan ayrılmaması ve önüne çıkacak zorlu engellere rağmen, istikametin gereklerini yerine getirmede sebatkâr ve devamlı olması lâzımdır. Aksi takdirde hedefine nasıl ulaşır?
4- “İstikamet“in en güçlü mânâsı; doğru olmaktır. Ancak, bu müstesnâ değere esas olan doğruluk, herkesin kendi idrâkine bağlı kalmamalı; iman, ahlâk, vicdan ve akl-ı selime muvâfık olmalıdır. Zira bu seviyeye erişmemiş bir doğruluk anlayışı, sadece fikirde ve sözde kalır, davranış haline gelemez.
5- Sözlüklerde “istikamet“ tarif edilirken, doğruluktan hemen sonra “mûtedil olmak“ mânâsının zikredilmiş olması da son derece mühimdir. Bu, itidalsiz bir istikametin kemâle erişemeyeceğine işarettir. O halde, itidalle bağdaşmayan ifrat-tefrit, şiddet ve taassuptan yakasını kurtarıp “her şeyin hayırlısı, ortasıdır“ fetvâsınca orta yolu bulamayan bir insan, ne kadar doğru olsa da, istikamet zirvesine yükselemez, diyebiliriz.
6- Türkçe’de “istikamet“; doğrultu, yön mânâsına da kullanılmaktadır. Meselâ, cihadda askerlere; “İstikamet, karşı tepeler!“ veya benzeri bir ifadeyle, yön ve hedef tâyin edilmesi gerekir. İstikamet gösterilmeden hücuma kaldırılacak birlikler, kısa zamanda dağılır ve hücum gücünden çok şey kaybederler. Belki de bu sebepten Cenâb-ı Hak: “...Sizin ilâhınız bir tek İlâhtır. Onun için, hepiniz O’na istikamet edin/yönelin...“873 buyurur ve iman eden her insana tek istikamet tâyin eder.
İslâm’da istikametten gâye tevhiddir. Aksi halde, Allah her yerde mevcut iken; ırkları, dilleri, mizaç ve seviyeleri birbirinden farklı milyonlarca insanın, namazlarında, günde beş kere aynı kıbleye, aynı istikamete yönelmelerinin farz
873] 41/Fussılet, 6
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 245 -
oluşunu nasıl izah edebiliriz? İslâm tefekküründe, kısmen zâhirî olan bu istikametin bir üst derecesi, belki de gâyesi; gönül Kâbemize yöneliş ve bize bizden yakın olan Rabbimizi kendi özümüzde hissediştir. Ancak, bu anlamda bir istikamet, her kişinin değil; er kişinin kârı olsa gerektir. Nitekim, “O halde (Rasûlüm) sen beraberindeki tevbe edenlerle birlikte, emrolunduğun gibi istikamet et/dosdoğru ol!...“874 İlâhî hitabına muhâtap olan Rasûlullah Efendimiz, bu âyeti kast ederek: “Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı“875 buyurmuşlar. Zira emrolunduğu üzere istikamet etme seviyesi, Allah’a kayıtsız şartsız bir teslimiyetin ifâdesiydi. Öyle ki, bu seviyede Cenâb-ı Hak’tan başkasına meyledilemez ve O’nun emirlerine aykırı bir tercih de yapılamazdı. Şüphesiz, her haliyle istikametin zirvesinde olan Rasûlullah'a: “Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı“ dedirtecek kadar zor gelen, İlâhî emrin kendisini ilgilendiren tarafından ziyâde; çok sevdiği ümmetine âit kısmıdır. Zira O, bizi bizden daha iyi tanıyor ve bizim için endişeleniyordu.
Sırât-ı Müstakîm: İslâm kültüründe ilmin gâyesi tevhid; amel ve ibâdetin zirvesi, istikamettir. İstikamete erişenlerin yoluna da sırât-ı müstakîm denir. Sözlüklerde sırât, yol, müstakîm de doğru diye belirtilmiştir, ama bu “doğru“yu, düz bir hat olarak düşünemeyiz. Zaten, yuvarlak bir dünya üzerinde böylesine müstakîm bir doğru çizmek de mümkün değildir. O halde, istikametin türediği kök olan “kavm“ veya “kıvam“ kelimelerinin, “ayağa kalkıp durmak“ mânâsından hareketle “müstakîm“e; “aşağıdan yukarıya yükselen doğru“dur, diyebiliriz. Bu durumda sırât-ı müstakîme de; “dünya durağından mânen yükselerek Allah’a ulaşan en doğru ve en kısa yol“ mânâsını vermek mümkün olur. Bu anlamda bizi yücelere doğru yükseltmek için Allah’ın gökten uzattığı ipi olan hablullaha/Kur’an’a sımsıkı yapışmak876 istikamet için, sırât-ı müstakîm için temel şarttır.
Sırât-ı müstakîm, bir zirvedir ve böylesine bir zirveye, elbette ki beşer idrâkiyle ulaşılamaz. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de: “Allah kimi dilerse, onu sırât-ı müstakîme iletir“877 buyrulmuş ve bu seviyeye ancak, Cenâb-ı Hakk’ın lütfuyla erişilebileceği açıkça beyan edilmiştir. O halde ne yapabiliriz, bize düşen nedir? Bu soruların cevabını Fâtiha sûresinde buluyoruz. Bu sûre, farz olan günlük beş vakit namazın her rekâtında okunur. Beş vakit namazda, kırk rekât bulunduğuna göre, günde en az kırk defa okuduğumuz bu sûrede Cenâb-ı Hak, istikamet ve tevhid yolunda mutlaka riâyet edilmesi gereken üç önemli esası, açıkça beyan ediyor:
Birincisi; bizleri, nefsimiz dâhil her türlü tehlikeden koruyan, hatalarımızı bağışlayan, âlemlerin Rabbi ve hesap gününün mutlak sahibi Allah’a, bahşettiği her türlü nimeti, O’nun rızâsı dâhilinde kullanmak sûretiyle şükretmektir. 878
İkincisi; ihtirasların yol açtığı her türlü kulluk ve kölelikten kurtulup; “Ancak Sana kulluk/ibâdet eder ve yalnız Senden yardım dileriz.“879 diyecek seviyede bir teslimiyettir.
Üçüncü esas; hangi merhale ve makamda olursa olsun, kulun, kendisinde bir varlık görmemesi ve bulunduğu her hali Hak’tan bilip; “Bizi sırât-ı müstakîme;
874] 11/Hûd, 112
875] Tirmizî, Tefsir 57
876] 3/Âl-i İmrân, 103
877] 24/Nûr, 46
878] 1/Fâtiha, 1-4
879] 1/Fâtiha, 5
- 246 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nimete erdirdiğin kimselerin, gazaba uğramayanların, sapmayanların yoluna eriştir!“880 niyâzından bir an dahi gâfil olmamasıdır.
Bu esaslara sımsıkı sarılıp istikamet etme gayreti içinde olanlar, Kur’ân-ı Kerim’de bakın nasıl müjdeleniyorlar: “Rabbimiz Allah’tır’ deyip de sonra istikamet edenlere, hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.“881 Bu âyette sırât-ı müstakîm; Cenâb-ı Hakk’ın nimete erdirdiği kimselerin, gazaba uğramayanların, sapmayanların yolu olarak târif ediliyor. Acaba, böylesine yüceltilen insanlar kimlerdir? Bu sorunun cevabını da yine Cenâb-ı Hak’tan öğreniyoruz: “Allah'a ve Rasûl'e itaat edenler; Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştır.“ 882
Kur’an’da Sırât-ı Müstakîm
Kur'ân-ı Kerim'de 32 âyette geçen Sırât-ı müstakîm'in Kur'an'daki öteki isimleri şunlardır: a- Es-sırâtu's seviyy: Düz yol883 b- Sevâu's-sırât: Yolun doğrusu884 c- Sebîlu'r- Reşâd: Murada erdiren yol. 885
Sırât-ı Müstakîm'in Kur'ân-ı Kerim'deki zıddı (karşıtı): Sırât-ı cahıym: Cehennem yolu'dur.886 Kur'ân-ı Kerim'de ayrıca ve açıkça bir sırât-ı Cennet'ten söz edilmediğine göre, sırât-ı müstakîm “Cennet yolu“ anlamını da taşıyor demektir.
Sırât-ı Müstakîm’in Kur'ân-ı Kerim'deki Tanımları
a- İlâhî nimete ermişlerin yolu: “Bizi doğru yola hidâyet et; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna...“887 Kendilerine Allah'ın nimet verdikleri ise bir başka âyette meâlen şöyle açıklanmaktadır: “Allah'a ve Rasûl'e itaat edenler; Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştır.“ 888
b- Allah'ın yolu (sırâtullah): “...Ve elbette sen, doğru yola çağırıyorsun, göklerin ve yerin sahibi Allah'ın yoluna.“ 889
c- İslâm dini: “Sen onları doğru bir yola (İslâm'a) çağırıyorsun. Ama âhirete inanmayanlar (bu senin çağırdığın) yol (İslâm)dan sapıyorlar.“ 890
d- Allah'a kulluk: “Ey Âdemoğulları, ben size şeytana tapmayın; o, sizin için apaçık bir düşmandır, Bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur (sırât-ı müstakîm) diye bildirmedim mi?“ 891
e- Sünnetullah: “Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, onun göğsünü İslâm'a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü, (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık
880] 1/Fâtiha, 6-7
881] 46/Ahkaf, 13
882] 4/Nisâ, 69; Hayri Bilecik, Mefhumlardan Tefekküre, Hülbe Y., s. 99 vd.
883] 20/Tâhâ, 135; 19/Meryem, 43
884] 38/Sâd, 22
885] 7/A'râf, 146; 40/Mü'min, 38, 39
886] 37/Sâffât, 23; 4/Nisâ, 168-169
887] 1/Fâtiha, 6-7
888] 4/Nisâ, 69
889] 42/Şûrâ, 52-53
890] 23/Mü'minûn, 73-74
891] 36/Yâsin, 60-61
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 247 -
kılar. Allah inanmayanları küfür bataklığında bırakır. İşte Rabbinin sırât-ı müstakîmi, dosdoğru yolu budur.“ 892
f- Hz. İbrahim'in dini (Haniflik): “De ki; Rabbim, beni sırât-ı müstakîme (doğru yola) iletti. Dosdoğru dine, Allah'ı birleyen İbrahim'in dinine.“ 893
g- Adâlet: “...Aramızda hak ile hükmet, zulmetme. Bizi yolun ortasına (adâlete) götür.“894; “Gerçekten Rabbin, doğru bir yol üzerindedir (O âdildir, katında kimse zulme uğramaz).“ 895
Tefsirlere baktığımızda “es-sırâtu'l-müstakîm“den maksadın ne olduğu hakkında şu rivâyetleri görürüz: Allah'ın yolu, doğru yol, uygun yol, Allah'ın kitabı, iman ve imana bağlı olan şeyler, İslâm ve İslâm şeriatı, Peygamberimiz'in ve ashâbının büyüklerinin yolu, cennet yolu, sırât köprüsü (cehennem köprüsü), ifrat ve tefrit arası mûtedil (dengeli, orta) yol. Âyette söz konusu edilen doğru yol (sırât-ı müstakîm), hakka ulaştıran yoldur. Hakka ve doğruya ulaştıran yol ise, peygamberlerin yoludur. Bütün peygamberler insanları aynı yola dâvet etmişlerdir. Bu nedenle söz konusu edilen yol ile kast edilenin, Peygamberimizin yolu olduğunu söyleyenler de elbette isâbet etmişlerdir. Müfessirlerden bazıları, bununla Kur'an'ın, bazıları da İslâm'ın kast edildiğini söylemişlerdir. Kuşkusuz İslâm da, Kur'an da Hz. Muhammed’in (s.a.s.) ve kendisinden önceki peygamberlerin yoludur. Bu nedenle bu görüşlerin tümü arasında herhangi bir çelişki ve ihtilâf söz konusu değildir.
Cadde, ana yol, büyük yol anlamlarına gelen “sırât“, İslâm terminolojisinde ayrıca, Cehennem çukurlarının üzerinden geçip Cennet'e uzanan, 'kıldan ince, kılıçtan keskin' yol olarak da geçer. Bu yol, yani 'kıldan ince, kılıçtan keskin' olan yol, bir bakıma, yalnızca Cehennem çukurlarından geçen değil; insanın dünya hayatına gelişiyle başlayan yoldur. İnsanın, daha doğrusu mü'minin yeryüzündeki hayatı sırattır. Bu hayatı yaşama sırattan geçmektir. Bu yol, bir yerde Cehenneme uzanırken; bir yerde de Cehennemi aşıp Cennete varır. Dosdoğru yol, yani sırât-ı müstakîm tektir. Dünya hayatında insanların bu yol üzere olmaları gerekir. Geniş bir yoldur bu. İnsanların dünya hayatları ve âhiretteki gerçek mutlulukları için her türlü gerekli imkânı ve araç-gereci kendinde barındıran bir yoldur. Fakat bu yol, aynı zamanda 'kıldan ince, kılıçtan da keskince' bir yoldur. Allah elinden tutmazsa insan, her an bu yoldan kayıp bozuk yollara sapabilir. Her adım başında oturmuş kötü yol dâvetçileri vardır. “Her yolun başına oturup da, tehdit ederek iman edenleri Allah'ın yolundan çevirmeye ve onu eğriltmeye çalışmayın.“ 896
İnsan, her adım başında bu yoldan (sırât-ı müstakîm) sapabilir. Bu bakımdan, bir insan, ömrünün sonuna kadar dosdoğru yolda yürürken, son anlarında kâfir ölebilir. Yine, ömrünün sonuna kadar başka yollardayken, son anlarında dosdoğru olan yola girebilir. Bu bakımdan, peygamberler, örneğin Hz. Yusuf, “Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihlere kat.“897 diye duâ etmiştir. İşte, ömür boyu Allah'ın yolunda kalabilmek ve özellikle bu yol üzerindeyken can verebilmek için
892] 6/En'âm, 125-126
893] 6/En'âm, 161
894] 31/Sâd, 22
895] 11/Hûd, 56
896] 7/A'râf, 86
897] 12/Yûsuf, 101
- 248 -
KUR’AN KAVRAMLARI
her an Allah'a duâ etmek gerekir: “Rabbimiz, hidâyete ulaştırdıktan sonra kalplerimizi eğriltme ve katından bize rahmet bağışla.“898 diye yalvarmak gerekir. “Ey kalpleri evirip çeviren, kalplerimizi dinin üzerinde sâbit kıl!“899 diye, hem dille, hem davranışlarla niyaz etmek gerekir. İşte, dünya hayatında “sırât-ı müstakîm“ üzerinde olan insanlar, 'kıldan ince, kılıçtan keskince' yolu geçen insanlar, âhirette de cehennemin üzerindeki “sırât“tan geçip, cennete ulaşacaklardır. Dünya hayatında, Allah'ın yolu dışındaki yollarda yürüyenler; âhirette cehenneme uzanan yola girip, ateşin içinde yuvarlanacaklardır: “Toplayın o zâlimleri, onların eşlerini ve Allah'ın dışında taptıklarını. Götürün onları cehennemin yolu (sırâtı)na.“ 900
Çok değişik yollar vardır; kısa, uzun, dar, geniş, eğri, dolambaç, düz, yolcusuna sıkıntı veren, rahat yolculuk sağlayan, hedefe götüren, hedeften uzaklaştıran... Fakat bütün bu yollardan hedefe gitmeye en uygun olanı hiç itirazsız düz (kısa), geniş, rahat ve amaçlanan hedefe götürme özelliklerine sahip olanıdır. Fâtiha'nın bu âyetinde kul, Allah'tan bir istekte bulunur; bir yolcu olarak kendisine dosdoğru yolu göstermesini, böyle bir yola ulaştırmasını ister. Kulun isteği sadece doğru olan herhangi bir yol değildir. Kul, dosdoğru bir yol ister. Yolculuktan amaç, bir yere gitmek değil midir? O halde, kim yolunun dar, uzun, dolambaçlı ve bozuk olmasını ister? Kim varacağı yere gitmeyen veya çıkmaz sokaklar gibi devamı bulunmayan bir yolda yolculuk yapmak ister? Kulun isteğindeki titizliğinin nedeni işte budur. İstenilen yol dosdoğru olan yoldur. Âyetteki ‘yol’dan ne kast edildiğine gelince:
Bazı hadislerde insan bir yolcuya, dünya ise yolculuk sırasında bir süre dinlenmek için oturulan hana/otele benzetilir. Bu hanın biri giriş, diğeri çıkış için iki kapısı vardır. Dünya hayatı, sonu ebedî geleceğe, yani âhirete çıkan bir yoldan ibârettir. “Sizden herbirinize bir şeriat ve bir yol belirledik“901; “De ki, şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, Allah'ı birleyen İbrâhim'in dinine iletti. O, şirk/ortak koşanlardan değildi.“902 Bu ve diğer bazı âyetlerden de anlaşılıyor ki, “yol“dan maksat din, yani inanç ve hayat tarzının dayandığı esaslar ile bu esasların oluşturduğu yaşam şeklinin kendisidir. Bu durumda dosdoğru yola iletilme isteğinden, “Beni dinlerin inanç ve hayat tarzlarının en doğrusuna, doğruluğu konusunda hiçbir şüphe taşımayanına sahip ve mensup kıl!“ anlamı kastedildiği anlaşılır. Sırât-ı müstakîm; İslâm, Kur'an ve Rasûlullah'ın yolu ve bunların dayanağı Allah'ın bildirdiği vahiydir. Fâtiha sûresinin söz konusu âyetinden, kulun Allah'tan, kendisini Allah tarafından tayin olunan bir hayat tarzına iletmesini istediği anlaşılır. Bu isteğinde ve ısrarında da haklıdır. Çünkü insanlık tarihi, insanın bireysel ve toplumsal hayatını kuşatan sistem arayışlarıyla doludur. Filozoflar, bilim adamları ve düşünürler... tarafından oluşturulan sistemlerin tamamı insanlığı huzur ve saâdete kavuşturacağı iddiasıyla ortaya çıkmış; uygulama imkanına kavuşanlarsa hep zulme ve sömürüye neden olmuş, arkalarında perişan insanlar veya darmadağın toplumlar bırakarak tarihin sayfalarına gömülmüştür. Bu nedenle, insanın bireysel ve toplumsal hayatın şeklini ve yönünü tayin edecek esaslar belirleme gayretinin Kur'ân-ı Kerim tarafından dayanaksız bir çaba olarak
898] 3/Âl-i İmran, 8
899] Tirmizî, Kader 7; İbn Mâce, Mukaddime 13
900] 37/Saffât, 22-23; Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 129-130
901] 5/Mâide, 48
902] 6/En'âm, 161
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 249 -
nitelendirilmesi903 oldukça anlamlıdır. Böylesi bir gayretin çözümsüz olduğunun belirtilmesi de oldukça gerçekçidir. Çünkü bu konu insanın ilmini, güç ve yeteneklerini aşar. Bu iş, âlemlerin rabbi Allah'a ait olup insanların bireysel ve toplumsal hayatlarında gerçek huzur ve saâdeti sağlayacak bir sistemin sahibi ancak O'dur. “De ki: Yol gösterme ancak Allah'ın yol göstermesidir.“904; “Asıl doğru yol, Allah'ın yoludur' de!“905; “Yolu doğrultmak Allah'a aittir.“ 906
Dosdoğru yolun, dosdoğru inancın ve hayat tarzının ne olduğu Kur'an'da bildirilip gösterilmiştir: “Biz ona hayır ve şerri, her iki yolu da göstermedik mi?“907; “Onları (peygamberleri) emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık.“908; “Şüphesiz ki bu Kur'an, insanları en doğru yola götürür.“ 909
İbn Mes'ud (r.a.), konuyla ilgili olarak şunu naklediyor: “Hz. Peygamber bir gün yere düz bir çizgi çizdi ve 'Bu Allah'ın yoludur' dedi. Daha sonra bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler çizerek 'Bunlar ise diğer yollardır. Herbiri üzerinde yanlışa dâvet eden birtakım şeytanlar vardır' buyurdu. Arkasından da şu âyeti okudu: “Şu emrettiğim yol, Benim dosdoğru yolumdur. Hep ona uyun! Başka yollara ve dinlere uyup gitmeyin ki sizi O'nun yolundan saptırmasın. (Azâbından) korunmanız için (Allah) size böyle tavsiye ediyor.“ 910
Nimet Verilenler
Fâtiha sûresinde, insanlar için gerekli olanın herhangi bir yol olmayıp sadece sırât-ı müstakîm olduğu belirtildikten sonra, konu daha da somutlaştırılarak, bu yolun yolcularının ortak vasıfları açıklanır: “Nimet verilenler.“ Bu, hem kulun istemesi gereken şeyi, hem de sırât-ı müstakîme mensup olmanın insana neler kazandıracağını açıklayan bir âyetttir. Nimete sahip olanların kimler olduğu ise, daha sonra vahyolunan bir başka âyette şöylece açıklanır:
“Ve onları sırât-ı müstakîme/dosdoğru bir yola iletirdik. Kim Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ederse, işte onlar Allah'ın nimetine eriştirdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve sâlihlerle birliktedirler. Ne iyi arkadaştır onlar. Bu, Allah'ın büyük lütfudur.“911 Şurası açık ve kesindir ki, hiçbir şahsın veya grubun insanlar için oluşturduğu yaşam biçimi, bu âyette belirtilen insanlık zirvelerinden değil birini, yakın bir şeklini dahi sağlayamamıştır. Allah'ın yolunu, O'nun insanlar için belirlediği hayat tarzını takip edenler ise insanlığın zirvesi olan bu şahsiyetlerden biri ve yakın arkadaşları olur. Ne büyük mükâfat ve ne güzel bir nimettir bu!
Fâtiha sûresinden öğreniyoruz ki, mü'minlerin Allah'tan ilk ve en önemli isteği hidâyettir. “Nesteıyn“de ilk hedefimiz Allah'ın yardımı oluyor. Allah'ın yardımını celbeden bir apaçık yola hidâyet isteği, yardım dilemelerin en mühimi ve en önde geleni olduğu anlaşılıyor. En önemli yardımın da O'nun doğru yoluna
903] 68/Kalem, 36-41; 53/Necm, 28
904] 6/En'âm, 71
905] 2/Bakara, 120
906] 16/Nahl, 9
907] 90/Beled, 10
908] 21/Enbiyâ, 73
909] 17/İsrâ, 9
910] 6/En'âm, 153; İbn Mâce, Mukaddime 1
911] 4/Nisâ, 68-69
- 250 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hidâyet olduğu böylece belirtilmiş oluyor.
“Bizi dosdoğru olan yola (sırât-ı müstakîme) ilet! Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Kendilerine gazap edilmiş ve sapmışların yoluna değil!“912 Beşinci ve altıncı âyetlerde insanlar için gerekli olan şey, kısa fakat oldukça açık bir şekilde bildirilmişti. Yedinci âyetle de, olmaması, örnek alınmaması gereken olumsuz bir örnek zikredilerek, hem yanlışın ne olduğu gösteriliyor, hem de bu örnekten hareketle insanlığı ne gibi inanç ve davranışların sırât-ı müstakîmden ayırıp ebedî azâba sürükleyeceği açıklanıyor. Bu olumsuz örneğin mensuplarının iki önemli vasfı bildiriliyor: 1- Gazaba uğrayanlar; 2- Sapmış olanlar.
Tefsirlerde, gazaba uğrayanların yahûdiler, sapıtanların ise hristiyanlar olduğu belirtiliyor. Bu görüşlerin doğru olduğu da açıktır; çünkü bu konuda Rasûlullah'tan naklolunan rivâyet vardır: “Yahûdiler, kendilerine gazap edilmişler; hristiyanlar da sapıklardır.“913 Yahûdi ve hristiyanların gazaba uğrama ve sapıtma nedenlerine gelince; bununla ilgili çok sayıda âyet vardır. Bu âyetlerin herbirinde yahûdilerin gazaba uğrama hristiyanların da sapıtma nedenleri ayrıntılarıyla açıklanmaktadır.
Gazap
Gazap; kızmak, öfkelenmek, kızgınlık, intikam alma ve cezalandırma isteği anlamlarına gelir. Nefsin hoşa gitmeyen bir şey karşısında intikam arzusuyla heyecanlanması; infiâle kapılmak, öfke, hışım, hiddet, düşmanlık ve saldırıya meyleden haline gazap denilir.
Allah’ın Sıfatı Olarak Gazap Etme: Allah Teâlâ’ya mahsus olan sıfatlardan rahmet ve gazap, mahlûkatın sıfatları gibi değildir. Allah’ın tüm vasıfları ve isimleri her yönüyle mükemmelliği içerdiğinden, beşerî olumsuzluk ve eksikliklerden münezzehtir. “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.“914 O, tüm noksanlıklardan münezzehtir. Allah’ın rahmet ve gazab sıfatları, Kur’ân’ın birçok âyetinde zikredilmekte ve Allah’ın gazâbına uğrayarak helâk edilen bazı kavimlerden ibret için bahsedilmektedir. Bütün bunların yanında, Allah’ın rahmeti gazâbından daha büyüktür. Bir rivâyette şöyle buyrulur: “Rahmetim, gazâbımı geçmiştir (kuşatmıştır).“ 915
Allah’ın Gazâbına Uğrayanlar
a- Allah'a İsyan Eden Yahûdiler: Bıldırcın ve kudret helvası gibi daha iyi olan Allah’ın nimetlerini daha kötüyle değiştiren yahûdiler için şöyle buyrulur: “... Üzerlerine zillet (alçaklık) ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah’ın gazâbına uğradılar. Bu musîbetler (onların başına), Allah’ın âyetlerini inkâra devam etmeleri, haksız olarak peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi. Onların hepsi, sadece isyanları ve düşmanlıkları sebebiyledir.“ 916
“... Allah’ın indirdiklerini inkâr edip kendi canlarına karşılık satın aldıkları şey (azap) ve o sebeple de gazap üstüne gazaba uğramaları ne kadar kötü! Ayrıca, kâfirler için ihânet
912] 1/Fâtiha, 6-7
913] Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an, 1-2
914] 42/Şûrâ, 11
915] Buhârî, Tevhid 15, 22, 28, 55; Müslim, Tevbe 14-16
916] 2/Bakara, 61
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 251 -
edici bir azap vardır.“ 917
“Allah’tan gelmiş olan bir ipe ve insanlar tarafından ortaya konan bir ipe (sisteme) sığınmaları müstesna, onlar (yahûdiler) nerede bulunurlarsa bulunsunlar, kendilerine zillet (damgası) vurulmuş, Allah’ın gazâbına/hışmına uğramışlar, miskinliğe mahkûm edilmişlerdir. Bunun sebebi, onların, Allah’ın âyetlerini inkâr etmiş ve haksız yere peygamberleri öldürmüş olmaları, ayrıca isyan etmiş ve haddi aşmış bulunmalarıdır.“ 918
b- Putperest Yahûdiler (Altın Buzağıya Tapanlar): “Buzağıyı (tanrı) edinenlere, mutlaka Rablerinden bir gazap ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir. İşte Biz iftiracıları böyle cezalandırırız.“ 919
c- Şirk Koşanlar; Putperest Âdîler (Âd Kavmi), 920
d- İrtidat Edenler, 921
e- Maymunlaşan, Domuzlaşan ve Tâğûta Tapanlar, 922
f- Allah Hakkında Kötü Zanda Bulunan Münâfık ve Müşrikler, 923
g- Allah Hakkında Tartışmaya Girenler, 924
h- Mü’minleri Öldürenler, 925
i- Cihaddan Kaçanlar, 926
k- Yalancı ve İftiracılar, 927
l- Yeme İçmede Taşkınlık ve Nankörlük Edenler, 928
m- Rasûlullah’a Eziyet Edenler. 929
Gazap Edilenleri Dost Edinmek: “Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinenleri görmedin mi? Onlar ne sizdendirler ne de onlardan. Bilerek yalan yere yemin ediyorlar. Allah onlara çetin bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları çok kötüdür!“930 Âyette Allah’ın gazab ettiği yahûdileri kendilerine dost edinenlerin münâfık olduğu bildirilmektedir.
“Ey iman edenler! Kendilerine Allah’ın gazap ettiği bir kavmi dost edinmeyin. Zira onlar, kâfirlerin kabirlerdekilerden (onların dirilmesinden) ümit kestikleri gibi âhiretten ümit kesmişlerdir.“ 931
917] 2/Bakara, 90
918] 3/Âl-i İmrân, 112; Ayrıca, Bak. 1/Fâtiha, 7; 5/Mâide, 60; 20/Tâhâ, 86; 58/Mücâdele, 14
919] 7/A’râf, 152
920] 7/A’râf, 71-72
921] 16/Nahl, 106
922] 5/Mâide, 60
923] 48/Fetih, 6
924] 42/Şûrâ, 16
925] 4/Nisâ, 93
926] 8/Enfâl, 16
927] 24/Nûr, 8-9
928] 20/Tâhâ, 81
929] Buhâri, Megâzî 24; Müslim, Cihad 106
930] 58/mücâdele, 14-15
931] 60/Mümtehine, 13
- 252 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an’ın özü ve özeti olan Fâtiha sûresinde “Bizi dosdoğru yola ilet; Nimet verdiklerinin yoluna. Kendilerine gazap edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil.“ 932 buyrulmaktadır. Allah haddi aşanlara, isyancılara, dini inkâr edenlere gazap üstüne gazap göndermiştir. Bunların kıssaları Kur’an’da gayb haberleri şeklinde bildirilmiştir. Gazap edilenler, daha çok, yahûdiler ve yahûdileşenlerdir. Allah’ın gazâbı, tarihteki inkârcı ve isyancıların başına türlü şekillerde gelmiştir. Onları yakalayıveren bir çığlık, bir yer sarsıntısı, ebâbil kuşları, kasırga, dağ gibi deniz dalgalarında boğulma...
Yahûdilerin Gazaba Uğrama Nedenleri
Yahûdiler; Allah'a karşı nankör olurlar. Kendilerini yaratan, varlıklarını devam ettiren, rızıklarını veren, durumlarını gözeten ve kendilerine nimetler bahşeden, sıkıntılarını sona erdiren, Firavun'un zulmünden kurtaran... olmasına rağmen, Allah'ı bırakıp, başkalarına yönelir, başkalarının belirlediği hayat tarzlarına göre yaşamayı tercih eder, İlâhî hükümleri dikkate almazlar. 933
Allah'a verdikleri söze sâdık kalmazlar. İlâhî hükümlere göre yaşayıp sadece Allah'a kul olma ve böylelikle yalnızca O'na ibâdet etme sözlerini yerine getirmezler.934 Allah'a kul olmanın gereklerinden olan iyiliği emredip kötülüğe engel olma görevini terk ederler.935 Allah'a itaat konusunda hainlik yaparlar. Allah'a itaati terk ederler.936 Dost olunması yasaklanan kâfirlerle dostluk kurarlar.937 İmandan yüz çevirirler.938 Peygamber’e âsi olup başka rehberler edinirler.939 Puta taparlar.940 Peygamberleri yalanlarlar veya öldürürler.941 Allah'ın emirlerine karşı kayıtsız kalıp İlâhî emirlere uymamak için kaytarmanın yollarını ararlar.942 Fâiz yerler.943 Fesat çıkarırlar.944 Allah'ın kendilerine verdiği nimetler üzerinde hak sahibi olanların haklarını vermeyerek cimrilik yaparlar: Yoksulu, düşkünü, öksüzü, yetimi, güçsüzü, sakatı... korumazlar. 945
Dünyayı asıl kabul ederek âhireti dikkate almazlar. Sadece maddeyi ölçü alarak âhireti hesaba katmadıkları için de sorumsuz bir hayat tarzını benimserler.946 İnsanların mallarını haksız şekilde gasbederler, ticarî dalaverelerle ve diğer bazı usullerle halkı sömürürler.947 Dinlerine karşı lâkayt davranır, dinin ciddiyetini
932] 1/Fâtiha, 5-7
933] 2/Bakara, 61; 7/A'râf, 160-162
934] 2/Bakara, 246; 5/Mâide, 12-13; 7/A'râf, 165
935] 5/Mâide, 79
936] 5/Mâide, 13, 32
937] 5/Mâide, 80-81
938] 2/Bakara, 63-64, 74; 7/A'râf, 148; 45/Câsiye, 16-17
939] Mâide, 20-26; 7/A'râf, 138-140
940] 2/Bakara, 51-52, 92-93; 7/A'râf, 148-152, 155-156; 20/Tâhâ, 83-97
941] 5/Mâide, 70-71; 17/İsrâ, 4
942] 2/Bakara, 67-73
943] 4/Nisâ, 161
944] 5/Mâide, 64
945] 4/Nisâ, 53
946] 2/Bakara, 96
947] 3/Âl-i İmrân, 75; 4/Nisâ, 161; 9/Tevbe, 34
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 253 -
dikkate almazlar.948 Allah hakkında yanlış ve kötü zanlarda bulunurlar.949 Bütün olumsuz özelliklerine rağmen; kendilerini Allah'ın seçkin kulları olarak niteler, cennetlik olduklarına inanırlar.950 Peygamberden inanmayacakları ve yapmayacakları şeyleri isterler.951 Bazı meleklere düşman olurlar.952 Din adamlarını, kendisine itaat edilmesi zorunlu kişi (rab) edinirler.953 Allah'a olan ahitlerine veya insanlarla olan antlaşmalarına uymazlar.954 Allah'ın seçkin kullarından birisi olan Hz. Meryem'e iftira atarlar.955 Kendilerine sırât-ı müstakîmi gösteren kitaplarını tahrif eder, yanlış gidişlerini meşrû gösterecek şeyler yaparlar. 956
Kur’an’da Yahûdilerin gazab edilme sebebi olarak sayılan bu özellikler hangi toplumda varsa, onlar Allah’ın gazâbını hak ediyorlar demektir.
İsrâiloğullarının Karakteri / Yahûdileşme Alâmet ve Özellikleri
Allah'a vermiş oldukları ahdi/sözü bozmak, 957
Maymunlaşmak, 958
Kör ve sağır kesilmek, 959
Başka tanrılara da inanmak ve onları da güçlü görmek, 960
Yalnız Allah'a güvenip sadece O'ndan korkmamak, 961
Altın buzağıya (altına, elleriyle yaptıkları heykele ve buzağıya) tapmak, 962
Güzel nimetlere nankörlük, 963
Cihad ve savaş görevinden kaçmak, ölümden korkmak, 964
Fesat/bozgunculuk, 965
Allah'ın hükümleriyle hükmetmemek, 966
Peygamberleri yalanlamak ve öldürmek, 967
948] 4/Nisâ, 137
949] 3/Âl-i İmran, 181; 5/Mâide, 64
950] 2/Bakara, 94, 111-112; 4/Nisâ, 49-50; 5/Mâide, 18; 62/Cuma, 6-8
951] 4/Nisâ, 153
952] 2/Bakara, 97
953] 9/Tevbe, 31
954] 8/Enfâl, 56-57
955] 4/Nisâ, 156-157; 19/Meryem, 27-34
956] 2/Bakara, 75-79, 95, 174; 3/Âl-i İmran, 78, 93; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41-43
957] 2/Bakara, 55, 61, 65, 84, 86, 90, 93, 100; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 154-155; 5/Mâide, 3, 60
958] 2/Bakara, 65; 7/A'râf, 166
959] 5/Mâide, 70-71
960] 2/Bakara, 93
961] 10/Yûnus, 84; 26/Şuarâ, 61-62
962] 2/Bakara, 51-54; 7/A'râf, 148-152; 20/Tâhâ, 86-98; 29/Ankebut, 92
963] 2/Bakara, 61
964] 5/Mâide, 21-26; 2/Bakara, 46, 95, 246, 249; 59/Haşr, 14
965] 5/Mâide, 64, 81; 7/A'râf, 163; 17/İsrâ, 4-7
966] 5/Mâide, 44, 45, 47; 62/Cum'a, 5
967] 2/Bakara, 87
- 254 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Gözümüzle görmeden inanmayız“ demek, 968
İkrar ettikten hemen sonra inkâr etmek, 969
Kitab'ı değiştirmek, 970
Tahrif etmek; Kelimeleri konuldukları yerden değiştirip anlamlarını çarpıtmak, 971
Hakla bâtılı karıştırmak, 972
Ketmetmek; Açıklamaları gereken bilgileri gizlemek, 973
Alçak dünyanın metâını, âhirete tercih etmek, 974
Hayırlıyı hayırsızla değiştirmek, 975
Ahireti dünyayla değiştirmek, 976
İsyankârlık ve aşırı gitmek, 977
“İşittik ve isyan ettik“ diyecek kadar küstahlaşmak, 978
Gerekli gördükleri her yalanı söyleyebilmek, 979
Devamlı harp ve fitne çıkarmaya çalışmak, 980
Firavun'un işbirlikçisi kapitalist Karun'a özenmek, 981
Rüşvet alıp vermek, 982
Fâiz yemek, 983
Başkalarının malını haksız yere yemek, 984
Bâtıl yollarla insanların mallarını yemek, 985
Cimrilik etmek (Kendi malında), 986
968] 2/Bakara, 55
969] 2/Bakara, 63-64; 4/Mâide, 12
970] 2/Bakara, 211, 41-42, 59, 75, 79
971] 2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 7/A'râf, 162
972] 2/Bakara, 42
973] 2/Bakara, 159, 174; 3/Âl-i İmran, 187; 5/Mâide, 15; 6/En'am, 91
974] 7/A'râf, 169
975] 2/Bakara, 61
976] 2/Bakara, 86
977] 2/Bakara, 61, 65; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 160-161; 5/Mâide, 78; 6/En'am, 146
978] 4/Nisâ, 46
979] 5/Mâide, 40-42
980] 5/Mâide, 64
981] 28/Kasas, 79
982] 5/Mâide, 42, 62
983] 3/Âl-i İmran, 161; 4/Nisâ, 161
984] 3/Âl-i İmran, 161
985] 3/Âl-i İmran, 75; 4/Nisâ, 161; 9/Tevbe, 34
986] 4/Nisâ, 53
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 255 -
Müsrif olmak/savurganlık (Doğa ve diğer insanlar konusunda), 987
Nankörlük yapmak, 988
Dünyaya çok hırslı/düşkün olmak ve dünyayı aşırı sevmek, 989
Zâlim olmak, 990
Kasvet/Kalp katılığı, kalbin taşlaşması, 991
Kalbin perdelenmesi, kılıflanması, 992
Kalbin mühürlenmesi, 993
Kalbindeki sapma dolayısıyla kör ve sağır duruma gelmek, 994
Sûret-i haktan gözükerek başkalarına iyiliği emredip kendi nefsini dışta bırakmak, 995
İyiliği emredip kötülükten sakındırma görevini yapmamak, 996
Aşırılık, haddi aşmak ve küfre koşmak, 997
Şeytana tâbi olmak, 998
Putlara ve şeytana inanıp tâğuta tapınmak, 999
Mü'minleri de saptırmaya çalışmak, 1000
Mü'minlere inanmamak, 1001
Kendi yanlış dinlerine dâvet etmek, 1002
Mü'minleri imanlarından sonra küfre döndürmeyi istemek, 1003
Allah'ın nurunu söndürmek istemek, 1004
Mü'minlerin aleyhine müşriklerle dostluk kurmak, 1005
987] 5/Mâide, 32
988] 2/Bakara, 40, 47, 122; 5/Mâide, 20; 10/Yûnus, 93
989] 2/Bakara, 96; 4/Nisâ, 53; 7/A'râf, 169
990] 2/Bakara, 92
991] 2/Bakara, 74
992] 2/Bakara, 88
993] 3/Âl-i İmran, 155
994] 5/Mâide, 78
995] 2/Bakara, 44
996] 5/Mâide, 79
997] 5/Mâide, 41
998] 2/Bakara, 102
999] 4/Nisâ, 51; 5/Mâide, 60
1000] 4/Nisâ, 44
1001] 2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 51; 5/Mâide, 43
1002] 2/Bakara, 135, 136; 3/Âl-i İmran, 72, 73
1003] 2/Bakara, 109
1004] 9/Tevbe, 32-33
1005] 5/Mâide, 80-81
- 256 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hâinlik yapmak, 1006
Antlaşmalara uymamak, 1007
Bir insanın (Hz. İsa'nın) tanrılığını iddia etmek, 1008
Kur'an'ı hasetliğinden ve mevki hırsından dolayı inkâr etmek, 1009
Münâfıklık ederek insanlara rastlayınca “inandık“ demek, 1010
Kendi yorumlarını (elleriyle yazdıklarını) Allah'tan gelen vahiy gibi sunarak gerçek vahye engeller çıkarmaya çalışmak, 1011
Kendilerinden olmayanlara karşı sorumlulukları olmadığı iddiasıyla insanları aldatmaktan geri durmamak, 1012
Âhireti de kimseye bırakmamak; Sayılı birkaç gün azaplarını/cezalarını çektikten sonra doğru cennete gönderileceklerine inanmak, 1013
Rasûl'e uymayan bir topluluğa ve yalana kulak vermek. “Peygamber, hoşunuza giden bir şey söylerse kabul edin; yoksa reddedin“ demek, 1014
Göre göre, bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr etmek, 1015
Bilginlerini tanrı edinmek, 1016
Tekrar tekrar dinden dönmek, 1017
Allah'ın rahmetinden kovulmak, 1018
Lânetlenmek ve Allah'ın gazabına uğramak, 1019
Dostlukları olmaz. 1020
Bu özelliklerinin içinde günümüzde nice “müslümanım“ diyenlerce aynen uygulanan şu yahûdi karakterlerine dikkat çekmek gerekmektedir:
Irkçılık ve taassup, üstün ırk oldukları iddiası, 1021
Materyalizm ve dünyevîleşme, maddeyi putlaştırma, altına ve heykele tapma, 1022
1006] 5/Mâide, 13, 32
1007] 8/Enfâl, 56, 57
1008] 5/Mâide, 72, 75, 116, 117
1009] 2/Bakara, 89-91, 101; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 54; 6/En'am, 91
1010] 2/Bakara, 76
1011] 2/Bakara, 79
1012] 3/Âl-i İmran, 75
1013] 2/Bakara, 80
1014] 5/Mâide, 41
1015] Âl-i İmran, 70
1016] 9/Tevbe, 31, 34
1017] 4/Nisâ, 157
1018] 2/Bakara, 88; 4/Nisâ, 46, 156, 157
1019] 5/Mâide, 3, 60
1020] 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 80, 82; 60/Mümtehine, 13
1021] 5/Mâide, 18; 2/Bakara, 80
1022] 2/Bakara, 51-54; 7/A'râf, 148-152; 20/Tâhâ, 86-98; 29/Ankebut, 92
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 257 -
Eşlerini kıskanmama domuz gibi yaşadıklarından domuza çevrilmeleri, 1023
Maymunca taklitçilik ve şahsiyetsizlik özelliklerinden maymuna çevrilmeleri, 1024
Dâvâları için her yolu meşrû görmeleri, yalan söylemeleri, 1025
Sözlerinde durmamaları, 1026
Sihirle uğraşmaları, 1027
Ahlâkî dejenerasyon, 1028
Toplumda fesâdı, fuhşu yaygınlaştırmaları, 1029
Bilginlerini tanrı edinmeleri, 1030
Dini tahrif etmeleri, 1031
İmanda pazarlık, Allah'ı açıkça görmedikçe inanmayacağız“ demek, 1032
Dinlerini paramparça etmek, hizipçilik ve tefrika, 1033
Gerçeği bile bile inat, 1034
Allah'ın hükümleriyle hükmetmemek. 1035
Dalâlet
‘Dalâl veya dalâlet’ masdarları sözlükte; kaybolmak, telef olmak, şaşırmak ve yanılmak anlamlarına gelir. Somut olarak, ‘çölde seyahat ederken yolunu şaşırmak’ mânâsına gelse de asıl anlamı, bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan az veya çok ayrılmak, sapmak, ya da azmak demektir. Bu mânâdan hareketle mecazî olarak ‘dalâlet’ akla, duyulara, gerçeğe aykırı ilkeleri benimsemek karşılığında kullanılmaktadır.
Dalâlet, ‘hidâyetin ve rüşd’ün zıddı olup, kasden ya da unutarak doğru yoldan ayrılmak demektir. ‘Dalâlet’in bir başka tanımı şöyle yapılabilir: Maksada ulaştıran yolu bulamamak, istenen sonuca götürmeyen bir yola girmek, ya da arzu edilen sonucu kazandıran her türlü yoldan ve metodlardan ayrılmaktır. ‘Dalâlet’ gerçekte, maddî ve görülen bir yoldan sapma olduğu halde, daha sonra din ve akıl yolundan sapmak anlamına kullanılmaya başlanmıştır. Bu nedenle ‘dalâlet’ daha çok dinden sapmayı, ‘dalâl’ ise akıl ve sözdeki sapmayı ifade eder.
1023] 5/Mâide, 60
1024] 2/Bakara, 65; 5/Mâide, 60; 7/A'râf, 166
1025] 5/Mâide, 13, 32, 41
1026] 2/Bakara, 55, 61, 65, 84, 86, 90, 93, 100; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 154-155; 5/Mâide, 3, 60
1027] 2/Bakara, 102
1028] 3/Âl-i İmran, 188
1029] 5/Mâide, 64
1030] 9/Tevbe, 31, 34
1031] 2/Bakara, 59, 75, 79; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 7/A'râf, 162
1032] 2/Bakara, 55
1033] 6/En'âm, 159
1034] 3/Âl-i İmran, 70
1035] 5/Mâide, 44, 45, 47; 62/Cum'a, 5
- 258 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Dalâletin Kur’an’daki Anlamları
Bu kelime türevleriyle birlikte Kur’ân-ı Kerim’de 188 yerde geçmektedir. Hidâyetin ve imanın karşıtlığını, inkârcıların hidâyet karşısındaki durumlarını ifade etmede önemli bir Kur’an kavramıdır. Kur’an’da daha çok küfür ve inkârı kapsayan sapıklık olarak kullanılmaktadır. Ancak Kur’an dalâlet kavramını ya da türevlerini birkaç mânâda daha kullanmaktadır ki, bu anlamların kelimenin kök mânâsıyla yakın ilişkisi vardır.
1- Saptırmak anlamında: ‘İdlâl’ şeklinde geçmekte ve başkasını saptırmak, doğru yoldan alıkoymak, gerçek yolu kaybettirmek mânâlarına gelmektedir. Şeytanın ağzından Kur’an’da şöyle söyleniyor: “Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım.“1036 Kur’an, ayrıca Firavunun ve altından buzağı yapıp İsrailoğullarına ‘işte sizin ilâhınız budur’ diyen Samirî’nin birer saptırıcı olduğunu vurguluyor.1037
2- Şaşırmak anlamında: Bu anlam inançsızlar hakkında kullanıldığı gibi, peygamberler hakkında da kullanılmıştır. “Seni şaşırmış (dâll) bulup da yol göstermedik mi?“1038 Bu âyette Peygamberimizin peygamberlikten önceki durumuna işaret edilmektedir. Bu dönemde Hz. Muhammed (s.a.s.) İlâhî vahyden habersizdi, şer’î hükümleri ve peygamberlik görevini bilmiyordu. Kur’an, Peygamberimizin yaptığı tebliğle hiçbir zaman yanılmadığını ve sapmadığını söylemektedir. 1039
3- Boşa çıkarmak anlamında: Şu âyette olduğu gibi: “Dediler ki; ‘biz yerde yok olup gittikten sonra, gerçekten biz mi yeni bir yaratılışta bulunacakmışız?’ Hayır, onlar Rablerine kavuşmayı inkâr edenlerdir.“1040 Burada geçen ‘dalâl’ kelimesi yok olup gitmek, kaybolmak anlamındadır. Allah’a iman etmeyen, üstelik insanları Allah’ın yolundan alıkoymaya çalışanlar iyi amelde bulunsalar bile onların bütün yaptıkları boşa çıkacak, dalâl olacaktır.1041 Dalâlet, aslında bir sapmadır, yitip-kaybolmadır, bir helâk olmadır. 1042
4- Azap anlamında: Kur’an cehennemlikleri ‘dalâl’ içinde olmakla tarif etmektedir ki bu da onlara tattırılan azaptan başkası değildir. 1043
5- Hüsran anlamında: Tevhid düşmanlarının tarih boyunca İslâm’a ve onu tebliğ edenlere karşı hile ve tuzakları hep boşa çıkmıştır, bu tuzakların sahipleri yaptıklarının karşılığında hüsrâna uğramışlardır. Kur'an bunu bir yerde ‘dalâl’ kelimesiyle ifade ediyor.1044 İki âyette de yine hüsran anlamında geçiyor. 1045
6- Yanılmak anlamında: “Yusuf’un kokusunu (burnumda tüter) buluyorum“ diyen Hz. Ya’kub’a oğulları şöyle dediler: “Allah adına hayret, sen hâlâ geçmişteki
1036] 4/Nisâ, 199
1037] 20/Tâhâ, 79, 85
1038] 93/Dûha, 7
1039] 53/Necm, 2
1040] 32/Secde, 10
1041] 18/Kehf, 104
1042] 71/Nûh, 14
1043] 54/Kamer, 47-48
1044] 40/Mü’min, 25
1045] 12/Yusuf, 30, 36; 36/Yâsin, 24
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 259 -
yanılgındasın.“1046 Yine kardeşlerinin Yusuf’u ve kardeşini (Bünyamin’i) çok seven babalarına karşı benzer bir yanılgıda olma suçlaması yapılıyor.1047 Her iki âyette de ‘dalâl’ kelimesi kullanılıyor. Miras taksiminde hak sahiplerine karşı haksızlık yapılmamasını ikaz eden âyette de aynı kelime ‘hata’ anlamında geçmektedir. 1048
7- Sapkınlık anlamında: ‘Dalâlet’ aynı zamanda aklî sapmalar hakkında da kullanılmaktadır. Nitekim dalâlet; dinî olarak sapmayı ifade ediyorken, dalâl ise daha çok akıl yönünden sapmayı, şaşırmayı anlatır. ‘Dâll’, sapıtmış, şaşırmış, yoldan çıkmış; bunun çoğulu olan ‘dâllîn’ ise sapıtanlar, şaşırmışlar anlamındadır. “…Kim imanı küfre değişirse, artık o, dalâlete düşmüş (doğru yoldan sapıtmış olur).“1049 İster mü’min ister inkârcı olsun, “Allah’ın ve Rasûlünün emirlerine karşı gelenler sapıklığa düşerler.“1050 Allah’a şirk koşan müşrikler de derin bir dalâlet/sapıklık içerisindedirler. 1051
Dalâlette Olanlar
Yine Kur’an’ın ifadesini göre şu gibi kimseler de dalâlete düşmüşlerdir: Allah’ı, O’nun meleklerini, kitaplarını, peygamberini ve âhiret gününü inkâr edenler,1052 Peygamberin çağrısına kulak asmayanlar, ya da O’nunla alay edenler,1053 Kur’an’ın İlâhî bir kitap olduğunu kabul etmeyenler,1054 Kıyâmetin kopacağından şüphe edip bu konuda ileri geri tartışmaya girişenler,1055 Allah’ın haram kıldığı şeyleri helâl sayanlar; çocuklarını, geçindirememe endişesiyle öldürenler,1056hüküm verirken Allah’ın hükümlerine itibar etmeyip kendi hevâlarından hüküm verenler,1057 Allah’ın rahmetinden ümidini kesenler,1058 Kalbinde nifak hastalığı bulunan münâfıklar1059 ve ehl-i kitap1060 doğru yoldan sapmış kimselerdir.
Dalâlette Olanların Özellikleri
Allah’ın hidâyetine uymak insanın fıtratına daha uygunken, dalâleti tercih edenler, akıl ve duyularını yerli yerinde kullanmayıp da sapıklığa düşenler ve başkalarını da saptıranlar şüphesiz zâlim kimselerdir. Onlar akıllarını kullanıp gerçeği görecekleri yerde, hevâlarına (doğru olmayan arzularına) uyarlar. 1061
Birtakım kişiler ve kötülük odakları insanları hidâyetten uzaklaştırıp dalâlete düşürebilirler. İnsan, yaratılışı gereği itaat etmeye de isyan etmeye de meyillidir.
1046] 12/Yusuf, 94-95
1047] 12/Yusuf, 8
1048] 4/Nisâ, 176
1049] 2/Bakara, 108
1050] 33/Ahzâb, 36
1051] 4/Nisa, 116
1052] 4/Nisâ, 136
1053] 25/Furkan, 41-42; 46/Ahkaf, 32
1054] 41/Fussilet, 52; 62/Cum’a, 2
1055] 42/Şûra, 18
1056] 6/En’âm, 140
1057] 6/En’âm, 56; 38/Sâd, 26
1058] 7/A’râf, 179
1059] Münâfikun, 6
1060] 5/Mâide, 60, 77
1061] 4/Nisâ, 44; 43/Zuhruf, 40
- 260 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Aklını iyi kullanan, Allah’tan gelen hidâyet sebeplerini iyi anlayan, yani Kitabı ve Peygamberi idrâk eden, Allah’ın her taraftaki âyetlerini düşünen kimseler doğru yolu bulurlar. Bunlardan uzak kalıp dalâlete sürükleyici kişilerin peşinden gidenler ise sapıtırlar. Kur’an’ın açıklamasına göre şeytan, yardımcılarıyla birlikte insanları sapıklığa götürmeye çalışır. 1062
Firavun gibi cürüm (günah) işleyenler ve onun yanındaki mele’ sınıfı (aristokratlar) kendilerine uyanları saptırırlar. Firavun, Kur’an’ın üzerinde çok durduğu tipik bir tâğut (azgın, azdırıcı ve isyancı) kişiliktir. Yeryüzünde azıp-sapmanın (tuğyânın), kibirlenmenin, cürüm işlemenin, kendi hevâsını ilâh haline getirmenin, zulmün ve sapıtmanın en açık örneğidir. Kendisi sapıklıkta olduğu gibi, üzerinde hâkimiyet/egemenlik kurduğu kitleleri de kendisi gibi sapıklığa götürmenin gayretinde idi. Şüphesiz her devirde firavun tipli insanlar çıkabilir, kendileri dalâlette oldukları gibi diğer insanları da hidâyetten ayırmak için çaba gösterebilirler. Allah’ın âyetlerine sırt dönen bu azgınlar, kurdukları şeytanî sistemlerle, oynadıkları oyunlarla bu hedeflerine ulaşmaya çalışırlar.
İnsanların kendi elleriyle yaptıkları ve kutsal saydıkları putlar ve benzeri (heykeller) de sapıklığa sebep olurlar. 1063
Dalâlet Önderleri
Hidâyette olmayan, Allah’ın çizdiği çizginin dışında yaşayan ve İslâmî ilkelere dikkat etmeyen çoğunluğa veya topluluklara uymak da kişiyi sapıklığa götürebilir. İnsan için ölçü çoğunluğun ne yaptığı değil, inancının ve hayat anlayışının Hakk’a uygun olmasıdır. Bu konuda Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Yeryüzünde bulunanların çoğuna (çoğunluğa) uyacak olursan, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka (söz) de söylemezler. Muhakkak senin Rabbin, evet O, kendi yolundan sapanı en iyi bilendir, yine O doğru yolda gidenleri de en iyi bilendir.“1064 İnsanları saptıran bir başka grup da, kişilerin peşine gittikleri önderleridir. İster dinî anlamda olsun, ister siyasî anlamda olsun; toplumun önündeki kişilere ‘imam’ veya ‘önder-lider-başkan’ denir. Önder konumundaki kişiler sapıklık üzerinde iseler, peşlerinden gidenler de onlar gibi olurlar. Bir önderi (imamı) körü körüne taklit veya takip etmek, onun yanlışlarını da kabul etme tehlikesini beraberinde getirir. Kitleler genellikle bir liderin, bir önderin peşinden giderler, onun izini izlerler, onun görüşlerini çoğu zaman kayıtsız şartsız kabul ederler. Firavun gibi düşünen önderler, peşlerinden gelenleri tıpkı kendileri gibi dalâlete götürürler.
Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Ümmetin hakkında en çok korktuğum (şey) saptırıcı imamlardır (önderlerdir).“1065 Müslüman ümmet hakkında böyle bir korku duyulursa, küfür öncülerinin1066 peşinden/izinden gidenler hakkında daha fazla endişe etmek gerekir. Çünkü küfür önderleri insanları -Kur’an’ın deyişiyle- ‘cehenneme çağırırlar.’1067 Allah (c.c.) bütün insanları mahşer meydanına hesap vermek üzere, dünyada iken peşlerinden gittikleri imamlarıyla (önderleriyle)
1062] 20/Tâhâ, 177, 121; 25/Furkan, 29; 7/A’râf, 16-17; 4/Nisâ, 199 vd.
1063] 14/İbrâhim, 36
1064] 6/En’âm, 116-117
1065] Dârimî, Rikak 39, hadis no: 2755; Tirmizî
1066] 9/Tevbe, 12
1067] 28/Kasas, 41
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 261 -
birlikte getirecektir.1068 İnkârcılar o gün şöyle diyecekler: “Yâ Rabbi! Biz büyüklerimize ve imamlarımıza (yöneticilerimize) itaat etmiştik. Onlar da bizi doğru yoldan saptırdılar.“1069 Bu saptırıcılar kendi günah yüklerini taşıdıkları gibi, saptırdıkları kimselerin günahlarını de taşıyacaklar. Buna karşı toplumu saptıran kimselere gönüllü olarak uyanların günahlarında ise bir eksilme olmayacaktır. 1070
Dalâlete Düşme Sebepleri
Bazı insanların hidâyetten yüzçevirip dalâlete sapmalarının birtakım sebepleri vardır. İnsanın yetiştiği ortam ve aldığı eğitim elbette önemlidir. Ancak insanın irâdesi kendi elindedir. O dilediği yolu ve inancı seçebilir. Onun, bâtıl ve Kur’an’ın dalâlet dediği yolları seçmesine bazı sebepler etki edebilir. Özellikle müslümanların dalâlete düşmelerine, dinde sonradan ortaya çıkan bid’atlerin rolü vardır. Bid’atler, dinî kılıfla sunulduğu için çoğu insan bunu anlamaz. Bid’atleri hayat haline getirenler de günün birinde İslâm inancının dışına çıkarlar.
Din’de tefrika (ayrılık) çıkarmak da sapıtmanın bir başka nedenidir. Din’de ayrılık çıkarmak, şüphesiz İslâm’ı kendi kafasına göre anlayıp, kendi anladığını din sanmak, diğer anlayışları din dışı sayıp onlara sırt dönmek, onları düşman bilmektir. Kur’an, önceki ümmetlerin bu hataya düştüklerini haber veriyor: “Dinlerini parçalayıp grup grup olanlar var ya, senin onlarla hiç bir ilişkin yoktur.“1071 Dinlerini parçalayıp fırka fırka (parti parti) olanlar, kendi ellerinde olanla, yani kendi fikirleriyle, kendi anladıklarıyla, gruplarına ait üstünlüklerle, kendilerinin daha doğru yolda olduğu iddiasıyla övünüp durmaktadırlar.1072 Dinlerini parçalamanın başka bir anlamı da, dinin hükümlerinin bir kısmını almak, bir kısmını bırakmaktır. Böyle yapanlarla, kendi hizbinin (grubunun) anladığı şeyi din zannedenler arasında fark yoktur. Herbiri bir liderin, bir önderin peşine takılır, bir grup bulur, grubunu en üstün sayar, diğer grubu yanlışta görür. Hatırlatmak gerekir ki mezhepli olmak, İslâm’ın akîdesine uygun düşen bir gruba mensup olmak, bir cemaatle beraber çalışmak, bir hizbin prensipleriyle hayırlı bir iş yapmak üzere bir araya gelmek yanlış değil: grupçu, mezhepçi, partici olmak hatadır ve insanı dalâlete kadar götürebilir. Bu hatadan kurtulmanın yolu Kur’an’a, yine O’nun istediği gibi topyekûn sarılmaktan geçer. 1073
İslâm’ı, O’nun güzelliklerini, O’nun insana kazandırdıklarını, İslâm’a uymakla elde edilebilecek kazançları, Allah’ın vereceği mükâfatı (vaad) ve vereceği cezayı (va’id) bilmeyenler, bu gibi konularda cahilce hareket edenler hidâyetten saparlar.1074 Bilgisizlik insanı hem doğru olandan ayırır hem de kişiyi belli konularda taassup sahibi yapar. Kişinin bilmediğini bilmemesi ise daha büyük bir kayıptır. Böyleleri kendi hevâlarına uyarlar, bildikleri az şey üzerinde inatla dururlar, sapıklıkta olsalar bile kendilerini kolay düzeltemezler. Elde edilen bilginin yanlış kullanılması da insanı dalâlete düşürebilir. İlim, insanlara gerçeği göstermesi ve hakikate ulaşmasında bir ışık olması gerekirken; insanlar bilgiyi gereğince
1068] 17/İsrâ, 71
1069] 33/Ahzâb, 67; 7/A’râf, 38-39
1070] 16/Nahl, 25
1071] 6/En’âm, 159
1072] 30/Rûm, 32
1073] 3/Âl-i Imrân, 103
1074] 6/En’âm, 144; 22/Hacc, 8-9
- 262 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kullanmaz. Hatta çoğu zaman Allah’tan gelen hidâyet, yani İslâm’ın ilkeleri bilimsel gerçeklere ters diye iddia edilmekte, böylece onlardan yüz çevrilmekte. Günümüzde bilim hayli gelişmiş olmasına rağmen, gayri Müslimlerin elindeki bilim, vahyi kaynak olarak kabul edip ona teslim olmadığı için insanlığın çoğu Kur’an’ın dalâlet dediği çizgidedir. Çağın da bilgi çağı değil; bilgi kirliliği çağı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Kimileri de insanlara hükmetmek, onların sırtından geçinmek, ya da başka amaçlar için Din’den öğrendiği bilgileri yanlış yerde ve kendi çıkarı kullanır, hem kendi sapar hem de başkalarını saptırır.
İnsanın kalbinden ‘âhiret’ inancı kaybolduğu an, o derin bir sapıklığa düşer. Âhiret inancı şüphesiz insana hayat gerçeğini öğreten en önemli bilgidir.1075 Lehve’l hadis’e (boş, işe yaramaz, insanı Allah’tan ve O’na itaatten uzaklaştıran her türlü söz ve meşguliyete) müşteri olanlar da hidâyetten uzaklaşırlar.1076 Bu gibi sözler ve uğraşılar kişiye bir fayda sağlamaz, ama onu Allah’tan ve kulluk görevlerinden uzaklaştırır, onu dalâlete düşürür.
Dalâletin Sonuçları
Dalâlete düşenlerin kalpleri kasvetlidir (katıdır). Onların kalpleri fıtrî özelliklerini yitirmiş, hidâyete kapalı, şirke, küfre, şüpheye ve sapıklığa açıktır. Öyle kalplere hikmeti ve hidâyeti anlatmak zordur.1077 “Allah, kime hidâyet verirse onun kalbini İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse onun da kalbini göğe yükseliyormuş gibi daraltır, sıkar…“1078 Dalâlette olanların kalpleri daykdır/dardır. Dalâlette olmanın, hidâyeti bırakıp da dalâleti satın almanın 1079 âhiretteki cezası elbette Cehennem’dir.1080 Görüldüğü gibi dalâlet, doğru yoldan, Allah’ın yolundan ayrılıp başka yollara sapmak, bâtıl dinleri kabul etmek, Allah’ın emrine aykırı yaşamaktır. Bu sıfat, inkârcıların ve müşriklerin bir sıfatıdır. Bu kavram, onların hidâyetten ayrılarak yanlış yola girdiklerini, çıkmaz bir sokağa saptıklarını, gerçeğe aykırı hareket ettiklerini, kendilerini kurtuluşa götürmeyecek bir tercih yaptıklarını en güzel bir biçimde ortaya koymaktadır.
Allah’ın dâvetine kulak asmayıp O’nun âyetlerini inkâr edenler, kendilerini maksada götürecek yolu kaybedip azâbı ve tükenişi kazandıracak olan sapıklığı alırlar. Dalâlete düşmek bir anlamda azmak, haddi aşmaktır. Böyle yapanlar Hakk’ın karşısına çıkmış ve kendi aleyhlerine azap kazanmış olurlar. insanları Allah’ın dininden yüz çevirtip sapıklık yollarına sürükleyecek kişiler, sistemler ve araçlar, eski dönemlere oranla günümüzde çok daha fazladır. Bugün bir sürü siyasî sistem, hayat felsefesi, akımlar ve çalışmalar insanları dalâlete dâvet etmektedir. Eğitim ve medya araçları dalâleti daha geniş kitlelere ulaştırmaktadır. Mü’minler, İslâm’ın dalâlet (sapıklık) dediği hayat anlayışlarını davranış ve fikirleri iyi tanımalı ve kendilerini iki dünyada da kurtaracak İslâmî kimliklerini korumalılar. Her namazda okuduğumuz ve Fâtiha Sûresinde yer alan şu duâyı pratik hayatta da gerçekleştirmek gerekir: “Yâ Rabbi! Bizi dosdoğru yola ilet; kendilerine
1075] 34/Sebe’, 8
1076] 31/Lokman, 6
1077] 7/A’râf, 179; 13/Ra’d, 30-31 vd.
1078] 5/Mâide, 13
1079] 2/Bakara, 16
1080] 26/Şuarâ, 91-97; 17/İsrâ, 97 vd.
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 263 -
nimet verdiklerinin yoluna; gazaba uğrayanların ve dâllîn olanların (sapıtmışların) yoluna değil.“ 1081
İnsanlar mizâç itibariyle birbirlerinden farklı oldukları gibi, kavrama ve öğrenme kabiliyetleri yönünden de oldukça farklıdırlar: Bir insanın aklı ile tesbit ettiği ve “tek kurtuluş yolu“ olarak sunduğu teorileri, diğer bir insan; tamamen “saçma“ olarak nitelendirebilir. Hatta insanın aklî muhâkemesini işletmeyip, hakikati bulmada, iyiyi ve kötüyü birbirinden ayırmada gaflete düşmesi de mümkündür. Bütün bu ihtimaller olmasaydı, aklı ile hareket eden ve “hakikati bulduğunu“ ileri süren herkese inanmamız gerekirdi. Hâlbuki görünen odur ki, herkes kendi aklını beğenmekte, tesbit ettiğini ileri sürdüğü doğruların dışında kalan her şeyi reddetmektedir. Dolayısıyla sırat-ı mustakîmin (doğru yolun ve hakikatin) ölçüsü insan aklı olamaz. İşte bu noktada karşımıza hidâyet ve dalâlet kavramları çıkmaktadır. Allah Teâlâ; Hz. Âdem’i (a.s.) ve Hz. Havvâ'yı yeryüzüne indirdiği zaman şöyle buyurmuştu: “Hepiniz oradan inin. Sonra size Benden bir hüdâ (hidâyet) gelir de; kim Benim hüdâma tâbi olursa, artık onlara hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun (üzüntülü) olacak da değildirler.“ 1082
Yeryüzünde insan için iki yol vardır. Birincisi: Allah Teâlâ'ya iman etmek ve hayatını İslâm'a göre düzenlemek (hidâyete tâbi olmak). İkincisi: Hevâ ve heveslere tâbi olup, dalâlet üzere yaşamak! Bu iki yolun dışında üçüncü bir yoldan söz etmek mümkün değildir.
Dalâlete düşmenin birçok sebebi vardır. Dünyevî ihtirasa kapılmak ve âhireti unutmak, her türlü felâketin başlangıcıdır. Tâgûtî güçlere itaat etmek ve onların ideolojilerine tâbi olmak, dalâleti satın almaktır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: “O gün yüzleri ateşte evrilip-çevrilirken: ‘Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik; peygambere itaat etseydik’ diyeceklerdir. (Onlara tâbi olanlar da o gün) ‘Ey Rabbimiz! Gerçekten biz reislerimize (liderlerimize) ve büyüklerimize uyduk. Onlar da bizi yoldan saptırdılar (fe'edallûne's-sebiylâ)’ diyeceklerdir. Ey Rabbimiz! Onlara (liderlerimize ve büyüklerimize) azaptan iki katını ver. Onları büyük bir lânetle rahmetinden kov!“1083 buyrulmuş ve tuğyan eden güçlere itaatin getireceği manzara çizilmiştir.
Kelime-i Şehâdeti ikrar ve tasdik eden her mü'min; Allah Teâlâ'nın sınırlarını çizdiği şeriata tâbi olmak durumundadır. Zira sırat-ı mustakîm (dosdoğru yol) budur. Mâlum olduğu üzere; namaz ibâdetini edâ ederken mutlaka okuduğumuz Fâtiha sûresinde; “Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna kavuştur. Gazaba uğrayanlarınkine, dalâlette olanlarınkine değil!“ diye yalvarır ve “âmin“ deriz. Şimdi Muhammed Ali Sâbunî'nin Ahkâm Tefsiri isimli eserinden “velâd-dâlliyn“ ibâresinin mânâsını öğrenelim: “Dâllin’den (sapıklardan) kasıt hristiyanlardır. Nitekim Cenâbı Hak: “De ki: ‘Ey Kitap ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Bundan evvel hakikaten hem kendileri sapmış hem birçoğunu saptırmış ve (hâlâ da) doğru yoldan ayrılıp sapagelmiş bir kavmin hevâ ve (heve)sine uymayın.“1084 emri ile bize bunu bildirmektedir. İmam Fahruddin Râzî, konuyla ilgili görüşünü şöyle ifade eder: Müfessirlerin bazısı gazaba uğrayanlardan maksadın; görünür amellerinde hata yapan her şahıs, sapıklardan muradın da, itikadında hata yapan herkes olduğu
1081] Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 120-126
1082] 2/Bakara, 38
1083] 33/Ahzâb, 66-68
1084] 5/Mâide, 77
- 264 -
KUR’AN KAVRAMLARI
görüşünü tercih etmektedirler. Çünkü gazâba uğrayanları yahûdilere, sapıkları da hristiyanlara tahsis etmek esasa aykırıdır. Çünkü Allah Teâlâ’yı inkâr etme, O'na bazı şahıs ve güçleri ortak etmek din olarak hristiyanlıktan ve yahûdilikten daha çirkin, dolayısıyla onlardan korunmak daha evlâdır. Alûsî, Fahruddin-i Râzî'nin bu görüşünü reddederek şöyle diyor: “Gazaba uğrayanlar“ ile “sapıklar“ sözlerinden açık olarak yahûdi ve hristiyanların kasdedildiği sahih hadisle rivâyet edilmiştir. Bu rivâyet varken, buna aykırı bir görüşe dönülemez. İmam Kurtubi de şöyle demektedir: Müfessirlerin birçoğuna göre “gazaba uğrayanlar“ ile yahûdilere, “sapıklar“ ile de hristiyanlara işaret edildiği, Hatem oğlu Adiyy'in müslüman oluşu sırasındaki hadiste tefsir edilmiştir. Ebu Hayyan'ın bu hadisle ilgili görüşü şöyledir: Eğer hadis-i şerif'in Rasûl-i Ekrem’den (s.a.s.) nakli sahih ise, ona dönmek (onunla amel etmek) farz olur. Bana göre; Fahruddin Râzî'nin görüşü, hadisi reddetmek anlamını taşımaz. Aksine onun hükmünü genelleştirerek yahûdilik, hristiyanlık ve diğer tüm İslâm dışı inançları içine alan bir ifade ile bütün kâfir ve münâfıkları âyetin şûmulüne almıştır.1085
Şurası muhakkaktır ki, hidâyetten ayrılan bir kimse, mutlaka dalâlete düşmüştür. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: “Artık hakdan (ayrıldıktan) sonra sapıklıktan başka ne kalır?“ (Fe mâ zâ ba'de’l hakkı illâ'd-dalâl1086 buyrulmuştur. Mesele bu açıdan ele alındığı zaman dalâlete düşmenin, neleri beraberinde getireceği kolayca anlaşılır.
insanın sadece aklî melekelerini kullanarak dalâletten kurtulması mümkün değildir. Vahye tâbi olmayan kimse hidâyet nimetine kavuşamaz. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'e hitaben: “İşte Biz sana da böylece emrimizden bir ruh vahyettik. Hâlbuki (vahiyden evvel) Kitap nedir, iman nedir, sen bilmezdin. Fakat onu Biz bir nur yaptık. Bununla kullarımızdan kime dilersek, ona hidâyet veririz. Şüphesiz ki sen, doğru bir yolun rehberliğini yapıyorsun“1087 buyrulmuştur. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) vahiy gelmeden önce, Kitabın ve imanın mâhiyetini bilmeyişi, mücerred aklın (bu noktada) sınırını çizmektedir. Bu sebeple akıl, vahyi kavramak için bir vasıtadır. Bu incelik unutulmamalıdır. Aklı putlaştıranlar, dalâlete düşerler. 1088
Hristiyanların Sapma Nedenleri
Hristiyanlar; Hz. İsa'yı bir kul olarak değil; yüce bir varlık olarak niteleyerek şirke girerler.1089 Teslis inancını oluşturarak, Allah'ın birden fazla olduğuna inanırlar.1090 Allah'ı bir yaratık, bir insan gibi düşünerek O'na çocuk isnat ederler.1091 Allah'ın kendilerine bildirdiği kolay dinle yetinmeyip dini kendileri için zorlaştırarak ruhbanlığı oluştururlar.1092 Allah'a olan sözlerine sâdık kalmazlar.1093 Çeşitli yöntemlerle insanların mallarını gasbederler.1094 Din adamlarını, kendisine itaat
1085] Muhammed Ali Sabûni, Ahkânı Tefsiri, İst. 1984, c. I, sh. 22-23.
1086] 10/Yunus, 32
1087] 42/Şûrâ, 52
1088] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Y., 109-113
1089] 3/Âl-i İmrân, 79-80; 5/Mâide, 17,72, 116-117; 19/Meryem, 37-39
1090] 4/Nisâ, 171; 5/Mâide, 73, 116-117
1091] 2/Bakara, 116; 4/Nisâ, 171; 5/Mâide, 18; 9/Tevbe, 30
1092] 57/Hadîd, 27
1093] 5/Mâide, 14
1094] 9/Tevbe, 34
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 265 -
edilmesi zorunlu kişi (rab) edinirler.1095 Allah tarafından kendilerine Lutfedilen sırât-ı müstakîmin rehberi olan kitaplarını tahrif ederek yanlış gidişatlarını tahrif ettikleri bu kitapla meşrû gösterirler. 1096
Allah, mü'minleri ehl-i kitap gibi olmaktan sakındırır ve bunu da peygamberliğin daha ilk günlerinde gerçekleştirir. Bu, elbette ki konunun öneminden ileri gelmektedir. Ayrıca, Fâtiha Sûresinin risâletin ilk günlerinde vahyolunduğu dikkate alınacak olursa, Allah Teâlâ'nın; henüz karşılaşmadıkları ve ilişkilerinde problemler çıkmadığı bir zamanda ehl-i kitap gibi olmaktan sakındırmak sûretiyle, Rasûlullah ile diğer müslümanları, onlarla olan irtibat dönemine hazırladığı anlaşılır. Bazı âyetlerde ise bu sakındırmanın açıkça emredildiği görülür: “Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber'e karşı çıkar ve mü'minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir.“1097 “Ey iman edenler! Yahûdilerle hristiyanları dost edinmeyin! Zira onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna yol göstermez.“ 1098
Fakat ne yazık ki, bütün bu ihtarlara, nasihat ve korkutmalara rağmen, insanı ebedî saâdete ulaştıran yoldan ayrılma, sırât-ı müstakîmden sapma ve aynen yahûdi ve hristiyanlarda olduğu gibi bu sapmayı Allah emretmişçesine haklı ve meşrû gösterme... suçuna bu ümmet de bulaşmıştır. Üstelik bu süreç Rasûlullah'tan kısa bir zaman sonra başlar ve sistemleşip günümüze kadar devam eder.
Fâtiha Sûresi, insanları yahûdilerle hristiyanlarda açığa çıkan sapma ve yanlışlıklara düşmekten sakındırarak biter. Böylelikle insanlara sırât-ı müstakîme dâhil ve bunda dâim olmaları tâlimâtı verilir. Yine bu sûreyle, kulun Allah'a olan duâsının nasıl olması gerektiğiyle ilgili pratik bir örnek de verilmiş olur. Bütün bunların sonunda kula, burada verilen ilkelere itaat kararlılığı içerisinde, içten yaptığı duâsının kabul olunacağı inancıyla “âmin“ demek düşer; çünkü Allah, kendisine içten gelerek yapılan samimi duâları kabul eder, geri çevirmez. 1099
Sırât-ı Müstakîm, istikamet üzere olan yol demektir. İstikamet; doğruluk, dürüstlük, her çeşit işte i'tidal (denge) üzere bulunma, adâlet ve doğruluktan ayrılmayıp yasaklardan sakınmak, İslâm'ın doğru yolu üzerinde yürüme demektir. Dinin emrettiği vazifeleri, emrolunduğu gibi yapmaya çalışan bir müslüman dosdoğru bir insandır. İstikametin karşıtı, hıyânettir ki; doğruluğu bırakıp hak ve hukuka tecavüz etme, verilen sözde durmama ve ahde riâyet etmeme demektir. Rasûl-i Ekrem bu konuda; “Allah'a iman ettim' de ve dosdoğru ol.“1100 buyurdu. “Yâ Rasûlallah, İslâm hakkında bana öyle bir söz söyle ki, onu senden sonra hiçbir kimseye sormayayım“ diye soran Süfyan bin Abdullah Es-Sakafî'ye de öyle cevap verdi: “ 'Allah'a iman ettim' de, ondan sonra istikamet üzere yaşa/dosdoğru ol! “ 1101
Mü'min, Allah'a gereği gibi iman ettikten sonra; gerek itikadda, gerekse
1095] 9/Tevbe, 31
1096] 3/Âl-i İmrân, 78; 5/Mâide, 13
1097] 4/Nisâ, 115
1098] 4/Nisâ, 115
1099] Celâlettin Vatandaş, Esenlik Yurdunun Çağrısı, Pınar Y., s. 158 vd.
1100] Müslim, Kitabu'l-İman 13
1101] Tirmizî, Kitabü'z-Zühd 47
- 266 -
KUR’AN KAVRAMLARI
amelde dosdoğru olmak zorundadır. İmanda istikamet üzere olmak; şirkten, küfürden, irtidaddan, ilhaddan, bid'at ve hurâfelerden tamamen uzaklaşmak, onlarla her türlü ilişkiyi kesip bunları bütünüyle reddetmek demektir.
Davranışta istikametin önemini, “Emrolunduğun gibi dosdoğru hareket et!“1102 âyetinde görüyoruz. Hz. Peygamber, Hûd sûresinin, özellikle bu sûredeki “dosdoğru ol!“ emrinin kendisini ihtiyarlattığını, saçlarını ağarttığını belirtmiştir. İslâmî hareketin bel kemiği durumundaki müslüman gençliğin de günümüzde en önemli problemi istikamettir. Bazen çok radikal; bazen çok uzlaşmacı, bazen takvâ; bazen gevşeklik ve zikzaklar, yalpalamalar, çağımız insanının, müslüman olduğunu söyleyenlerin dosdoğru olamadığının göstergesidir.
Müslümanlar için gerçek gaye; Allah'ın rızâsını kazanmaktır. Bu, dünya ve âhiret mutluluğu demektir. Hedefe en kısa ve sağlam yoldan kavuşmak ise, bütün müslümanların ortak arzusudur. Genel anlamda insanı, özel mânâda da müslümanı, İlâhî hoşnutluğa ve gerçek mutluluğa aday kılan Allah, peygamberi aracılığı ile kendisine giden doğru ve en kısa yolu tanıtmıştır. Bu yol, hiç şüphesiz ki en doğru yoldur (sırât-ı müstakîm). Allah, bu yolu İlâhî rızâya ve mutluluğa kavuşmak için vesile kıldığını ve ona uymak gerektiğini çeşitli âyetlerle açıklamıştır. Bunlardan biri: “İşte benim doğru yolum bu, ona uyun! Başka yollara uymayın ki, sizi O'nun yolundan ayırmasın. (Azâbından) korkarsınız diye (Allah) söze böyle tavsiye etti.“ 1103
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “İstikamet üzere olunuz. Eğer istikametli olursanız, o ne güzel bir şeydir. Amellerinizin en hayırlısı da namazdır. Ve kâmil mü'minden başkası namazı muhâfaza edemez.“1104 İstikamete ve kurtuluşa ermek için huşû içinde namaz kılmanın şart olduğunu unutmamak gerekiyor. İstikamet üzere olmayı beceren muvahhid mü'minleri Allah şöyle över: “Şüphesiz bizim Rabbimiz Allah'tır' deyip, sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu), artık onlar için korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır. İşte onlar Cennet halkıdır. Yapmakta olduklarına karşılık olmak üzere, içinde ebedî olarak kalıcıdırlar.“1105 “Şüphesiz bizim Rabbimiz Allah'tır' deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu), onların üzerine melekler iner (ve derler ki:) Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size vaad olunan Cennet'le sevinin. Biz, dünya hayatında da, âhirette de sizin velîleriniz. Orada nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir. Ve istemekte olduğunuz her şey de sizindir. Çok bağışlayan, çok merhamet edenden (Allah’tan) bir ağırlanma olarak!“ 1106
Fâtiha sûresini namazlarımızda defalarca okuyarak duâ ediyoruz: Gazaba uğrayan yahûdilerin yaptıkları Allah'a isyan, Allah'a iftira, peygambere ihanet, fuhuş, hırsızlık, hakkı gizleme, ateşle İnsanları yakarak işkence etme gibi suçları çağdaş metotlarla tekrarlayanların yolunu bize verme yâ Rab!
İman, İslâm, kitap, peygamber, iffet, namus, izzet, adâlet, doğruluk, sadâkat gibi kelimeleri hayatından çıkaran ve yerine bunların zıddını koyarak İnsanları saptıranların yolunu da bize verme yâ Rabbi diyoruz. Burada hiç unutmamamız gereken husus şudur: İstiâne konusunu işlerken de gördüğümüz gibi, kavlî/
1102] 11/Hûd, 112; 42/Şûrâ, 15
1103] 5/En'âm, 153
1104] İbn Mâce, Kitabu't-Tahâre 4
1105] (46/Ahkaf, 13-14
1106] 41/Fussılet, 30-32
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 267 -
sözle duâdan önce fiili duâ gelmelidir. Çağdaş sapıklar ve tâğutlarla, düzenbazlar ve onların düzenleriyle mücâdele etmeksizin onların yolunu dille reddetmenin fazla bir anlamı olmayacaktır. Vaşington'a giden uçağa bindiği halde, “Yâ Rab, beni Mekke'ye ulaştır“ diye duâ etmek bir netice vermeyeceği gibi, bu istek Sünnetullah'a da terstir ve Allah'la alay etmek demektir.
Bu sûre, bize ayrıca İslâm'da tebliğ metodunun nasıl olması gerektiğini de öğretir: Biz tâğuttan önce Allah'ı; küfürden önce İslâm'ı tanımalı ve tanıtmalıyız. Sonra da tâğutun ve küfrün mantığını ve nasıl yıkılacağını yine Kur'an'dan öğrenmeliyiz. Rabbimiz altı âyette kendisini ve kendi rızâsına giden yolu bize tanıttıktan sonra bu yoldan sapanlardan olmamamız konusunda bizi uyarıyor.
Dünyada devlete, âhirette Cennete çıkan bu sırât-ı müstakîmi Rabbimiz'den istiyoruz. Gazaba uğrayanlarla sapıkların yolunu istemiyoruz. Yâ Rabbi, diye milyonlarca kere duâ ediyor, âmin diyoruz. Mekke'ye, Kudüs'e gidecek olursanız, önce araştırırsınız: Hangi şirket, hangi yoldan, kaç liraya, kaç günde getirip götürür diye bilgi ve broşür edinirsiniz. Allah da (c.c.) şöyle demiş oluyor: Siz şimdi doğru yolu; dünyada devlete, âhirette Cennete götürecek sırât-ı müstakîmi mi istiyorsunuz? Buyurun: “Elif Lâm Mîm. İşte bu Kitap, O'nda hiç şüphe yoktur. Müttakîler için doğru yolu gösterendir.“ 1107
Sırât-ı Müstakîmin Gerekleri
Sırât-ı Müstakîm'de olmak isteyenler açısından neler gerekli olmaktadır? Bu soruya cevap vermeye çalışalım:
Sırât-ı Müstakîm'in gereklerini iki ana bölümde ele almak doğru olacaktır:
Sırât-ı müstakîmde olabilmenin gerekleri,
Sırât-ı müstakîmde devam edebilmenin gerekleri.
Hiç şüphesiz, her aklı başında insan kabul eder ki, istemekle ya da “ben doğru yoldayım“ demekle doğru yolda olunamaz. Bu oluş için gereken şartlar yerine getirilmediği takdirde söz; kuru bir iddia ya da yalancı bir avunmadan öte bir mânâ ifade etmez. Bu sebeple, nerede olduğumuzu yanılmadan tesbit edebilmemiz ve görünüşe aldanmamamız gerekmektedir. Bunun için de sırât-ı müstakîmde olabilmenin şartlarını önce biz tesbit etmeliyiz.
1- Sırât-ı Müstakîm'de Olabilmenin Gerekleri: Şartları, öncelikle âyet ve hadislerden yararlanarak çıkarmalıyız:
a- İman 1108
b- Yöneliş: İkinci gereklilik; sırât-ı müstakîmde olmayı arzu etmek, bu konuda yegâne hidâyet ediciye yönelmektir. 1109
c- Sünnet
d- Gönül Genişliği 1110
1107] 2/Bakara, 1-2; Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, Cantaş Y., c. 1, s. 77-78
1108] 22/Hacc, 22; 3/Âl-i İmran, 101; 4/Nisâ, 175; 16/Nahl, 104; 72/Cinn, 14; 4/Nisâ, 66-68
1109] 13/Ra'd, 27; 29/Ankebut, 69; 5/Mâide, 16
1110] 59/Haşr, 10; Buhâri, Edeb 73; Müslim, İman 111; 16/Nahl, 125
- 268 -
KUR’AN KAVRAMLARI
2- Sırât-ı Müstakîm'de Devam Edebilmenin Gerekleri
a- Takdir ve Şükür 1111
b- Teyakkuz: Teyakkuz, tehlike ya da düşmana karşı uyanık ve hazırlıklı olmak demektir. Gaflet etmemektir.
c- Dikkat ve Titizlik: Elindeki nimeti takdir eden kişi; çevrenin tutum ve karşı çıkmasına aldırmamak, ne pahasına olursa olsun her hâl u kârda nimeti elden çıkarmamaya dikkat göstermek görevindedir. 1112
d- Kıskanmamak: İlâhî nimetlerde tükenme korkusu bulunmadığı için kıskançlık da câiz değildir. “Yalnız benim olsun“ ya da “yalnız ben olayım, yalnız ben kurtulayım“ gibi sakat ve bencil düşünceye yer yoktur. 1113
e- İlâhî İrâde ile İrtibat (Duâ) 1114
“Ey Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet ver. Şüphesiz bağışı çok olan Sensin Sen.“ 1115
“Ey kalpleri halden hale değiştiren Allah'ım, benim kalbimi dinin üzere dâim ve sâbit kıl!“ 1116
“Bizi sırât-ı müstakîm'e ilet (ve onda dâim ve sâbit kıl!).“ 1117 Âmin. 1118
İnsanın Asıl Sırat Köprüsü Dünyadadır
“Şüphesiz Biz ona (insana), doğru yolu gösterdik. İster şükreder, ister küfreder.“1119 Soğuk ve sıcak, siyah ve beyaz, gece ve gündüz birbirlerine zıttır. Tevhid ve şirk, iman ve küfür, mü’min ve kâfir de birbirlerine zıttır. Tıpkı bunlar gibi, Allah yolu ile şeytan yolu, İlâhî nizamla beşerî nizam da birbirlerine zıttır. Ve kâinatta her şey zıddıyla kaimdir. Bu zıtların yerlerinin değiştirilmesi, dengenin bozulmasıdır. Hakkı bâtılın yerine, bâtılı da hakkın yerine geçirmek, her şeyin alt üst olmasına sebep olur.
Geçici âlemle, ebedî âlemin arasında sıkı bir münâsebet vardır. Her insan, gideceği ebedî âlemin azığını, hazırlığını, hesabını, kitabını bu âlemde yapar. Bu insana, baskı uygulanmadan, zorlanmadan iki yol gösterilir. Bu iki yolda yürümede serbest bırakılır. Yolların vasıfları, çıkış ve bitiş yerleri tek tek izah edilir. Hür irâdesini kullanarak, doğruyu tercih etmesi istenir. Yürüyeceği yolun doğru yol olması, geçerli olabilecek yol olması şart koşulur. Ve insan, anlatılanları dinledikten sonra kararını verir: Ya Allah’ın yolu, ya da bâtılın yolu. Rabbimizin yolunun, doğru olan yolun adı: “sırât-ı müstakîm“dir. Dünya, imtihan yeri olduğu için, bu yolda yürümek isteyenlerin yolculuğunda dikkat edeceği hususlar vardır. Şâyet dikkatli bulunmazsa ikaz ve irşadlara kulak vermezse, bu yoldan ayrılmış olması,
1111] 7/A'râf, 43; 72/Cinn, 15-16; 2/Bakara, 5
1112] 11/Hûd, 112; 5/Mâide, 105; 15/Hıcr, 40
1113] Taberâni, El-Mu'cemu's-Sağîr, II/50; Feyzu'l-Kadir, II/421; Kenzu'l-Ummâl, III/269
1114] 40/Mü’min, 60
1115] 3/Âl-i İmrân, 8
1116] Tirmizî, Kader 7; İbn Mâce, Mukaddime 13
1117] 1/Fâtiha, 6
1118] İ. L. Çakan, Sırât-ı Müstakîm ve Yolcuları, Şamil Y., s. 153 vd.
1119] 76/İnsan, 3
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 269 -
başka yollarda yolculuğunu sürdürmesi an meselesidir. Sırât-ı müstakîmin sağında ve solunda birtakım bâtıl ve tehlikeli yollar olduğu gibi, bizzat bu yolda yürüyen insanların önüne geçen, sağından, solundan kendisine yaklaşıp bâtıl yola kaydırmak isteyen şeytan adlı düşman da vardır. 1120
Şeytanın âcil görevi, Allah yolunun yolcularını bu yoldan uzaklaştırıp diğer bâtıl yollara kaydırabilme mücâdelesidir. Hadis rivâyetine göre, kıldan ince, kılıçtan keskin bir köprü olan1121 “sırat köprüsü“, imanı ve ameli geçerli olacak kullar için, üzerinde evlerin, sarayların yapılabileceği kadar da geniş bir yol ve köprüdür. Yine, sırât’ın aşağısı ateştir, kavurucu bir ateş. Ancak, bu köprünün üzerinden geçecek olan mü’minlerin taşıdıkları nur, ateşi etkisiz hale getirebilecektir. Bilindiği gibi nûr ve nâr da birbirine zıttır.
Sırât köprüsü, değişik bir şekilde, fakat taşıdığı anlam itibarıyla dünyada da vardır. Allah’ın yolu olan sırât-ı müstakîmle, cehennem üzerine kurulmuş olan sırât köprüsü birbirine bağlıdır. Dünyadaki sırat, dünyanın şartlarına; âhiretteki sırat da o âlemin şartlarına göre tanzim edilmiştir. Fakat taşıdıkları hüviyet, maksat ve anlam aynıdır. Sırât köprüsü incedir; sırât-ı müstakîm de ince bir yoldur. O yolda yürümek, sanıldığı kadar kolay değildir. İnsanın önüne konulan yüzlerce yolu terk ederek, reddederek sırât-ı müstakîmi tercih etmek, her kişinin kârı değildir. Üstelik o yollar, İnsana daha câzibeli, daha gösterişli ve süslü, hevâ ve şeytanın teşviki ile güzel gösterilen yollardır.
Allah’ın yolunda yürüyen insanların yolculuklarına engel olmak isteyenler o kadar çoktur ki, bu yolda yürümek, ateşten bir gömlek giymektir. Elde ateş tutmaktadır bu yolda yürüyen; ateşi atsa sönecek; tutsa elini yakacaktır. Fakat bu ateşin tutulması gerekmektedir. Zira ateş imandır, cennetin bedelidir.
Sırâtın altında cehennem vardır. Sırât-ı müstakîmin sağında ve solunda da ateşe atılmaya sebep olacak işlerden, yollardan oluşan bir hayat vardır. Dünyanın âhirete giden bir yol olması gibi, sırât ve sırât-ı müstakîm de, birbirine bitişen bir yoldur. Dünyada sırât-ı müstakîmde yürümeyenlerin âhiretteki sırâtı geçmeleri mümkün değildir.
Yol, Allah’ın yolu, yolcular da Allah’ın kulu olduğu müddetçe, bu kervanı hiçbir ses ve hiçbir kimse durduramayacaktır. Bâtıl dinler ve düzenler, hak yolun altındaki ateşlerdir. Allah yolundan ayrılmak demek, dünya ve âhireti yakacak bu ateşi tercih demektir. 1122
Yol ve Yolculuk Üzerine Düşünceler
“Bu dünyada bir garip gibi yaşa; yolcu gibi ol!“ Dünya iki kapılı bir han/otel; insan da yolcu. Hidâyet ve dalâlet adlı iki yol var; birinin son durağı cennet, diğerinin de ateş. Yolcuyu yoldan, yolu yolculuktan, yolculuğu menzilden ayrı değerlendirmek yanlıştır. Yolu bilmeyenlerin, yoldan çıkmış ve bâtıl/yanlış yolda olanların hak yolun yolcusunu anlamaları çok zordur. Yol hikâyesi okumak, kişiyi yolcu yapmaya yetmez. Yolcuyu anlamanın en kesin ve kestirme yolunun yola çıkmak ve yolcu olmaktan geçtiğini bilmeyenler, “dosdoğru yol“u ve “o yolun
1120] 7/A’râf, 16
1121] Tâc, 5/394
1122] Abdullah Büyük, Müslümana Mesajlar, Ribat Y., s. 337 vd.
- 270 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yolcuları“nı anlayamaz. Sırât-ı Müstakîm adlı o yol, insanlık tarihiyle yaşıttır ve dünyanın sonuna kadar, yolun en sonuna kadar yolcuları bitmeyecektir. Ömür biter, yol bitmez; ama her yol cennete gitmez.
Kutlu yolun sâdık yolcuları, yolunu kesmek isteyen eşkıyâlara karşı yol silâhlarını yanlarından ayırmazlar; onlar, tüm şartlarda yürüyen kervanın yolcularıdır. Onlar bilirler ki, yolcu yolunda gerek. Neticeye ulaşmak isteyen bir yolcunun, tüm dikkatini diğer yolculara veya yoldan çıkanlara değil; yola vermesi gerektiğinin şuurundadır güzel yolcu.
Yolculuk yapmak yerine, yola yatan, bir engele takılıp düştüyse kalkmak için çabalamayan, yolun kendi bulunduğu şeridinin dışındaki şeritlerden gidenlere çelme takıp tekme atan, yoluna devam etmeyi bırakıp yol, yolcu ve menzil üzerine nutuk atanlar, doğru yolun dosdoğru yolcuları olma vasfını kaybetme riskleri büyük olan, yoldan çıkmaya aday kimselerdir. Çıktığı yolda kurallara uygun şekilde yarışan, yol arkadaşlarıyla yardımlaşabilen, yola gelmeyen insanlara acıyıp yolun genişliğini ve güzelliğini onlara da göstermeye çalışarak yolculuğunu bitiş noktasına kadar sürdüren insan, yolun sonunda ödül almaya hak kazanacaktır.
“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol;
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.“ 1123
“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak;
Haykırsam kollarımı makas gibi açarak.“ 1124
Dönülmez ufkun akşamlarına gelmeden ve yol yakınken, dosdoğru yolun doğru yolcusu olarak yola düşmek, yola koyulmak yakışacaktır âhiret yolcusuna. Yolda yorulmak normaldir, hatta yalpalayıp sendelemek de. Ama düşe kalka da olsa yola devam gerek; yola yatıp yolu kapamak, diğer yolculara da ihânettir. Yolu tıkamaktansa yoldan çıkıp başkalarına yol açmak, menziline ulaşmak isteyenlere yol vermek, hiç değilse diğer yolcuların, o yola baş koyanların bedduâsından kurtulmak demektir.
Başkalarını yola getirmek için, yola çağıranın öncü ve yolcu olması, yola düşmesi şarttır. Yol göstermek için, yolu, yoldaki engelleri bilmek ve yol haritasına sahip olmak da gerekecektir. Doğru yolu bulmak ve yoldan çıkmamak için, rehbere ve yoldaki işaretlere uymanın olmazsa olmaz önemde olduğu unutulmamalıdır. Dünya gurbetinde yol alan kişinin ana vatanı ve baba ocağı cennete ulaşmaması için, kırk harâmîler yol başlarını tutmuş, yolları kesmiş olsa da, yolsuzluk içinde yollanıp yolunu bulanlar, yolu şaşırtmaya çalışsa da, yolcunun azığında takvâ var ise çıkış yolu ihsân edecek, sırât-ı müstakîme hidâyet edecektir yolun sahibi.
Tüm yolsuzlukların ve yoldan çıkmanın sebebi, hak yoldan sapmaktır. Her şeyin yolu yordamı olur da sonucu cennete çıkacak güzel yolun düzeni, işaretleri ve kuralları olmaz mı? Asgarî ve âzamî hız belirtilmez mi? Çok yavaş gidenin, doğru yolda zikzaklar çizen, hangi şeritte gittiği belli olmayan yolcunun kazaya uğrama riski gibi; aşırılıkları seven sürat tutkunu insanların da ulaşmak
1123] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat
1124] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 271 -
istedikleri yere sağ sâlim erişmeleri zordur. Sırat köprüsü gibi uzun ince yolun, yolunca geçilmesi için, yoldaş ve yol arkadaşlarının aynı yolun gerçek yolcularından seçilmesi gerektiğini unutmamalı yolcu.
Kalabalık yolda arabamıza yolcu çağırmaktır tebliğ. “Kalabalık yol“ dedim. O kadar çok araba var ki yolda… Kimi süslü-püslü, nefse hoş gelecek görüntülerle döşenmiş, kimi modern mi modern. Bazı arabalar süratiyle, bazıları kalabalık yolcularıyla aday yolcuları cezbediyor. Arabanın nereye gittiği, çoğu yolcunun umurunda bile değil, kimi arabaların zikzak çizmesi, bir km. ileri, 2 km. geri gitmesi de.
Arabalarına çeşitli yöntemlerle çağıranlar da çok. Otogarlardaki çığırtkanlar gibi bazıları. Yaka-paça zorla kendi arabalarına bindirecekler neredeyse yolcu adaylarını. Yarı yolda indirecek mi, kazaya kurban mı edecek, şoför ehliyetsiz mi, hepsinden önemlisi araba hangi istikamete gidiyor, belli değil.
Bazıları da yolun kapalı olduğunu, nice insanın yoldan geri döndüğünden yola çıkarak tahminle karışık değerlendiriyor. Aslında kapalı olan, yoldan kaçmaya çalışanın alıcıları. Yol almak isteyene yol açık, bahaneyi bırak sen de yola çık.
Üzerinde Washington, ya da İsrail yazdığı halde “bu araba Mekke’ye gider“ diyen çığırtkanlar mı ararsınız, soyguncu şeytanla işbirliğinden sâbıkalı şoförler mi, hepsi mevcut.
Bütün bunlar ve benzerleri sizi korkutmasın. Siz de arabanızı hazırlayın; daha doğrusu Nuh’un gemisinin servis otosu için yolcu çağırmaya çalışın. Aman ha unutmayın; ilk işiniz çok yolcu almaktan önce, tertemiz arabaya leke sıçrat(tır)mamak. Sürat yapılmayacak yerdeki sürat, yoldakilerin üzerine çamur sıçratabilir mümkün ki. Az önce çamura boyadığımız kişiyi hangi yüzle arabanıza çağırabilirsiniz ki?! Yoldaki insanların niceleri yolcu olduğunun farkında bile değil; istikametlerinin farkında olmadıkları gibi. Sanki kör ebe oyunu oynuyor; önüne kim geçtiyse onu şoför olarak seçebiliyor. Körlere kılavuzluk çok zor değildir, ama kör olduğunun farkında olmayan bakarkörlere, sarhoşlara rehberlik ve onları gitmeleri gereken yere yönlendirmek zorun da zorudur.
Yolda kalmışları, yoldan çıkanları, yanlış araba ve kötü şoför seçenleri iknâ etmek kolay olmasa gerek. Başka şoför ve arabalarla uğraşıp boşa vakit geçirme. Ezanı oku, ezandaki tevhidî dâvetle kurtuluş gemisine çağır insanları. “Kurtuluş gemisi“ dedim; bu, senin-benim derneğimiz, vakfımız, radyomuz, dergimiz, partimiz, tarikatimiz, cemaatimiz… değil. Belki o hüsn-i zanla biniyoruz o arabalara ve sırât-ı müstakîm yolcusu olduğumuz konusunda hiç şüphemiz yok; olsun! Yolcuları veya yolcu olmadığını sanan yolcu adaylarını başka bir beşerî tabelaya / çalışmaya değil; Allah’a dâvet etmeliyiz, sadece Allah’a, O’nun yoluna (İslâm’a), O’nun kitabına; O’nun peygamberinin yaptığı gibi.
“Şüphesiz bu Benim dosdoğru yolumdur, ona uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yol sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte (kötülükten) sakınmanız ve takvâlı olmanız için Allah size bunları emretti.“ 1125
“Sadece Bana ibâdet ve kulluk edin. Dosdoğru yol budur.“ 1126
1125] 6/En’âm, 153
1126] 36/Yâsin, 61
- 272 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben Allah’a çağırıyorum, ben ve bana uyanlar aydınlık bir yol (basîret) üzerindeyiz (kör bir saplantı içinde değiliz). Allah’ı (ortaklardan) tenzih ederim. Ve ben şirk koşanlardan değilim.“ 1127
Dünya hayatının nazenin yolcuları! Sizler için açılmış nice yollar var. Fakat, bu yolların sadece birinden gitmeniz istenmiş sizden. Dünya hayatı bir labirent gibi... Çıkış yolu bir tane... Aramak, bulmak lâzım. Bunun için de labirenti kuşbakışı görebilecek yerde durmak gerek. Deneme yanılma yoluyla da belki çıkış yolu bulunabilir. Fakat süreli bir arama içinde buna vakit yok. Öyleyse “yolcu yolunda gerek“ uyarısına kulak verip, bizim için açılmış doğru yolda, yola devam etmeliyiz. Gereksiz meşguliyetlerle yerimizde saymak ciddi bir zaaf. Yolculuğumuzda tahribat oluşturacak tavırlara göz yummak da bir fâcia. Gideceğimiz yolun tahrip olması bizim yürüyüşümüzü zorlaştıracaktır. Hele yol kesicilerin güçlenmesine izin vermek yolculuğu sekteye uğratacaktır. Onlarca yolsuzluğun yaşandığı dünyada, ana yola (sırât-ı müstakîme) açılacak zeminler oluşturmalıyız. Şairin dediği gerçeği haykırmalıyız. “Yol onun, varlık onun; gerisi hep angarya/ yüzüstü çok süründün ayağa kalk ......“
Yol açmak... Ulaşılamayan nice köylere, nice insanlara, nice cevherlere... Önder olmak, öncü olmak. Bize dosdoğru yolu açanın da bizden istediği bu değil mi? İyi bir işte “çığır“ açanların, arkasından gelenler kadar sevap kazandığı müjdesini alıyoruz; tabii bunun tersi de mümkün.
Elbette merkeze ulaştıracak yolları açmak her zaman kolay olmuyor. Bazen kazma kullanmak yeterli iken, bazen de buldozer ya da dinamit kullanmak gerekebiliyor. Hiçbir yol açma görevlisi, karşılaştığı dağ gibi engellere gelince “buraya kadar!“ dememiştir, deme hakkı yoktur. Çözüm bulmuş, meydan okumuş: “Dağlar seni delik delik delerim, kalbur alır toprağını elerim“ demiş, tünel açmış, köprü kurmuş; şehirleri kasabalara, kasabaları köylere bağlamış, insanı insana kavuşturmuştur.
Bütün bu işleri beceren dünya hayatının nazenin yolcuları! Hemcinslerinizi yoldan çıkarmaya çalışan, Yaradan’a götüren yolu tahrip eden yolsuzlara karşı kullanacak kazmanız, buldozeriniz, dinamitiniz yok mu? “Yolcu yolunda gerek“, eğleşmek size göre değil.
Yol açanların aynı zamanda yolculuğu kolaylaştıracak yürüyüş tarzı geliştirmeleri gerekir. Zira sırat-ı müstakîm adlı ana yolun sahibi o yolun yolcularına yolu kolaylaştırmıştır. Seçtiği yol önderi de “kolaylaştırın, zorlaştırmayın“ uyarısında bulunmuştur.
Açtığınız yollarda yürüyen yolculara, kendilerinin de yol açma sorumluluğunun olduğunu; en azından açamıyorlarsa da, yolda yatıp eğleşerek arkadan gelenleri oyalamamaları gerektiğini hatırlatın. Çoğu idealist yolcular realist yolculara takılıp hızlarını yavaşlatmışlardır. Bu durumda yola devam ederken yoldaşımızı da doğru seçmemiz gerekliliği ortaya çıkıyor.
Yola çıkarken yalnız kalma tehlikesini de göze almalıyız. Eğer çevremiz, korkaklar, tembeller ve zoru göze alamayanlardan müteşekkil ise bu tehlike ile her zaman karşı karşıyayız. Ama yola sebatla devam edersek, A mıntıkasında olmasa
1127] 12/Yusuf, 108
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 273 -
da, B mıntıkasında kendimize göre yoldaş bulma ümidi vardır. Zira dosdoğru yolun sahibi bizzat kendisinin yoldaşımız olacağını vaad ediyor.
Her şeye rağmen yoldaşınızı çok iyi seçmek zorundasınız. Duygusallığa, zaafa yer yok bu yolculukta. Yolcu ve yoldaş yolunda gerek.
Bugün yolunda gitmiyorsa işler, yolsuzlukla uğraşanlar ve bunların yolsuzluğuna göz yumanlardadır suç. Küçük bir tahribatın onarılmaması gayya çukurlarının oluşmasına sebebiyet verecektir. Yoldan sorumlu sorumsuzların ihmali nasıl kazalara sebebiyet veriyorsa, ana yolun sahibine yapılan haksızlıklara göz yumanların âkıbeti nasıl olacak?! Sırât-ı müstakîm adlı doğru yol da bir tanedir, sahibi de. Kimse ortak olmaya çalışmasın. Bu yolsuzluğu savunacak avukatlara da söz yok orada. Yoldaşlık ana yolun sahibine göre değilse bu yoldaşlık külfet. Yolun sonunda hesaptan kurtulmak için yoldaşını bile feda eder yolcu. Fakat nihai sonda yoldaş yoldaşa hiç bir şey yapamaz. Ve o gün geldiğinde... Ana yolun sahibinin diğer yolları ortadan kaldırdığı, yolcuları tek bir merkezde topladığı gün, o gün geldiğinde... eğleşen insanlar yarışı kaybettiklerini anlayacaklar; kazanmak için yeni arayışlar içine girecekler, ama... Artık o engele ne kazma, ne buldozer, ne dinamit...
Yolcu yolunda gerek...
Dosdoğru yolun sahibine doğru giderken herbirimiz dönüşü olmayan bir yola giriyoruz. Dünya yollarına benzemiyor. Bütün yollar Roma’ya çıkmıyor. Bütün yolcularda Roma’ya gitmiyor.
Ey doğru yolun doğru yolcuları! Gerek yaya, gerek koşarak, gerek bineklerle yola devam edin, ama sakın ha yolda çakılıp kalmayın, yolda yatıp eğleşmeyin. Parsanın payı sadece size ait. Haydi koşun... Yolcu yolunda gerek. Ne kadar yol koştunuz, ne de çabuk yoruldunuz? Daha gidilecek çok yol var. Haydi yola!
Yolda giderken yürüyüşünüze de dikkat edin. Anayolun sahibi öyle istiyor. Yolsuz yolcular gibi mağrurluk, zâlimlik, ayağınıza takılanı ezmek yok bu yürüyüşte. Başı havada gitmek de yok. Yolda kalmışa iyilik yapacaksın, yolcuya hakkını vereceksin, sağına soluna bakıp senden önceki yolcuların bıraktıklarına bakıp tefekkür edeceksin. Ve anayolun sahibini her handa zikredeceksin. Zira güzel yolculuğun referansı bu.
Yol ağzında, yol ayrımındayız; bitmek bilmeyen dünyevî işleri yoluna koyma uğraşıları, bizi ana yolumuzdan etmemeli, burada misafir ve yolcu olduğumuzu unutmamalıyız. Yoldan kalmamalı, yolumuza/hedefimize bakmalıyız ki, yolumuzu gözleyenlerin gözleri yolda kalmasın.
Yol açıklığı ver yâ Rab! Bizi yolumuzdan etmek isteyenlere fırsat verme. Bizi kendilerine nimet verdiklerinin yolu olan dosdoğru yola hidâyet et; yoldan sapmış ve gazaba uğramışların yoluna değil Allah’ım!
- 274 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sırât-ı Müstakîmle İlgili Âyet-i Kerimeler
Sırât-ı Müstakîm İfâdesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 33 Yerde:) 1/Fâtiha, 6; 2/Bakara, 142, 212; 3/Al-i İmran, 51, 101; 4/Nisâ, 68, 175; 5/Mâide, 16; 6/En'âm, 39, 87, 126, 153, 161; 7/A'râf, 16; 10/Yûnus, 25; 11/Hûd, 56; 15/Hıcr, 41; 16/Nahl, 76, 121; 19/Meryem, 36; 22/Hacc, 54; 23/Mü'minun, 73; 24/Nûr, 46; 36/Yâsin, 4, 61; 37/Sâffât, 118; 42/Şûrâ, 52; 43/Zuhruf, 43, 61, 64; 48/Fetih, 2, 20; 67/Mülk, 22.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Çağrı Y. C. 2, s. 108-119
2. Tefsir-i Kebir, Fahreddin Razi, Akçağ Y. c.1, s. 354-363
3. Hak Dini Kur’an Dili, Muhammed Hamdi Yazır, Azim Y c. 1, s. 122-139
4. Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c.1, s. 74-78
5. Fi Zılali’l- Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 45-48
6. Tefhimü'l Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1 s. 42
7. Fâtiha Üzerine Mülahazalar, Hikmet Işık, Nil Y. s. 199-237
8. Fâtiha Tefsiri, Azad, Bir Y. s. 239-297
9. Sorularla Fâtiha Sûresi, Zabit Ali Durmuş, Ali İçipak, YendaY. s. 183-188
10. Sırât-ı Müstakîm ve Yolcuları, İsmail Lütfi Çakan, Şamil Y.
11. Sırât-ı Müstakîm 1, 2, İbni Teymiyye, (terc. Salih Uçan) Pınar Y.
12. Sırât-ı Müstakîm'de Yürümek İçin, İbrahim Balcı-Medine Balcı, Ebrar Y.
13. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. C. 5 s. 412 ve c. 3 s. 221-222
14. Kur'ani Araştırmalar, Mutahhari, Tuba Y. s. 139-146
15. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 128-134
16. Mefhumlardan Tefekküre, Hayri Bilecik, Hülbe Y. s. 99-105
17. Kur'an'da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 221-223
18. İlk Mesajlar, M. Ali Baltaşı, Birleşik Y. s. 31-35
19. Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 158-171
20. Fâtiha Sûresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. s. 56-63
21. Yeryüzünün Varisleri, Kul Sadi Yüksel, Madve Y. s. 177-192
22. Namaz Duaları ve Sûreleri, Ali Akpınar, Suffe Y. s. 81-84
23. Müslümana Mesajlar, Abdullah Büyük, Suffe Y. s. 337-340
24. Kur'an ve Sünnete Göre Tevhid ve Akaid, Muhammed Karaca, Ribat Y. s. 140-143
25. Yeni İslâm İlmihali, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Y. s. 585-587
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 189 -
Kavram no 159
İman 27
Bk. Allah, Esmâu’l-Husnâ; Velî/Dost
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
• Sevgi; Anlam ve Mâhiyeti
• Allah Sevgisi
• Sevginin Dereceleri
• Allah'ın Kulu Sevmesi
• Allah'ın Kulu, Kulun Allah'ı Sevmesinin Belirtileri
• Sevginin Esası ve Sebepleri
• Allah Sevgisi İçin “Aşk“ Kavramının Kullanılması Doğru mudur?
• Sevgi İmanın Göstergesidir
• Kur'ân-ı Kerim'de Sevgi Kavramı
• Allah Kimleri Sever?
• Allah Kimleri Sevmez?
• Hadis-i Şeriflerde Sevgi Kavramı
• Sevgi, Gönlün Ölümsüz Meyvesi
• Allah Vedûd’dur; Çok Seven ve Çok Sevilendir
• Sevginin Zirvesi: Takvâ
• Sevgi Toplumu
• Tutku (Çarpık Sevgi)
“İnsanlardan bazıları, Allah'tan başkasını Allah'a endâd/denk tanrılar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır. Keşke zâlimler azabı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azâbının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi.“ 634
Sevgi; Anlam ve Mâhiyeti
Mahabbet (Türkçe söylenişiyle muhabbet), sevmek demektir. Mahabbetullah da, Allah'ı sevmek anlamındadır. Mahabbet, “hubb“ (h-b-b) kökünden gelir. Hubb saf sevgiye denir. Araplar, dişlerin parlaklığı için aynı kelimeyi kullanırlar. Kaynamak üzere olan suyun üstüne çıkmağa başlayan kabarcıklara da habâb denir. Buna göre mahabbet, susamışlıktan (fazla arzudan) kalbin kaynaması, taşması, sevilene ulaşmak için çırpınmasıdır. Habâbu'l-mâ', suyun fazlasına denir. Mahabbet de kalpteki düşüncelerin en baskını olduğundan h-b-b ile ifade edilmiştir. Türkçede mahabbetin (muhabbetin) karşılığı sevgidir. Bunun da normaline sevgi, aşırısına aşk, daha aşırısına sevdâ/tutku denir. Sevgi anlamına gelen bu terim, aynı zamanda çekirdek, tohum, öz, nüve (habb) anlamlarına da gelmektedir. Bu mânâlarıyla Kur’an’da da kullanılmıştır.635 Bu ikinci anlamını da
634] 2/Bakara, 165
635] 6/En’âm, 95; 55/Rahmân, 12
- 190 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gözönünde tutarak rahatlıkla diyebiliriz ki sevgi varoluşun tohumudur, çekirdeğidir, özüdür.
Sevgi; Sevme duygusu, bir kimseye veya bir şeye muhabbet besleme hissi. Sevgi, insanlarda doğuştan bulunan fıtrî bir duygudur. Sevgi, topluma huzur ve barışı getiren birleştirici bir unsurdur. Kur'an, kalplerin sevgi ile birleşmesine önem verir. Mü'minin gönlü sevgi ile doludur. Kin ve düşmanlık, kâfirlerin özelliklerindendir. Allah Teâlâ, iman edenlerin kalplerini sevgi ile birleştirmiş, onları bu sevgi ve bağlılıkla güçlendirmiştir: “Ve kalplerinin arasını sevgi ile birleştirdi. Yoksa yeryüzünde ne varsa hepsini harcasaydın, yine onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat Allah, onların arasını sevgi ile birleştirdi...“ 636
Dinde sevgi iki türlüdür: Kulun Allah'ı sevmesi, Allah'ın kulu sevmesi. Allah'ı sevmek, yani mahabbetullah, herkesin, elde etmek için ardından koştuğu yüce bir mertebedir. Makamların en yücesi, derecelerin en yükseğidir. Kalplerin azığı, ruhların gıdası, gözlerin bebeğidir. Mahabbet, bir hayattır, onsuz insan ölülerden sayılır; bir nurdur, onu kaybeden karanlıklarda kalır. İnsan için en büyük mutluluk, Allah sevgisine ulaşmaktır. Allah Teâlâ; zâlimleri, fesatçıları, kâfirleri, israfçıları, haddi aşanları, kibirlenip böbürlenenleri sevmez. Buna karşılık, takvâ sahiplerini, tevbe edenleri, sabredenleri, ihsan sahiplerini, adâletle iş görenleri, ibâdetlerini yapanları, tevekkül edenleri sever. Yüce Allah; “De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.“ 637 buyurmuş ve Allah sevgisine ancak O'nun emirlerine uymak, Peygamberinin yolundan gitmekle ulaşılabileceğini haber vermiştir.
Müslümanın görevi, sevgisini iyiye, güzele ve meşrû olana yöneltmektir. Sevdiğini Allah için sevmeli, sevmediğini de yine Allah için sevmemelidir. Allah'ın sevdiklerini sırf Allah rızâsı için sevmek, sevmediklerinden yine O'nun rızâsını umarak kaçınmak gerekir. Peygamberimiz (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ, kıyâmet gününde: 'Benim için birbirlerini sevenler nerede? Onları gölgemden başka gölge bulunmayan bir günde Arş'ın gölgesinde gölgelendireceğim.' buyurur.“ 638
Abdullah bin Ömer şöyle söyler: “Allah için sev, Allah için buğzet, Allah için dost ol ve yine O'nun için düşman ol. Çünkü Allah'ın dostluğuna ancak bu şekilde erişilir.“ Müslüman, sevilmesi gereken her şeye ve herkese karşı, her türlü çıkar düşüncesinden uzak, sırf Allah rızâsı için, samimi bir sevgi beslemelidir. İnsan ruhunu olgunlaştıran mânevî gıdalardan biri olan sevgi, özellikle çocuklardan esirgenmez. Çocuk ruhunda her türlü iyiliği filizlendirecek olan şey sevgidir. Sevgiden mahrum olarak yetişen çocuklar katı yürekli ve zâlim olmaya daha yatkındırlar. Bu mahrûmiyet, onların ruhunu kesinlikle olumsuz yönde etkiler. 639
Allah Sevgisi
Muhabbetullah, yani Allah sevgisi; nefsin, zât ve sıfatlarıyla mükemmel olan Allah'a meyletmesidir. Sevginin meydana gelmesinde ön şart, sevilen varlığın tanınmasıdır. Allah'ın künhünü (nitelik ve niceliğini) akıl ile idrâk mümkün değil ise de, zâtının kendini vasıflandırdığı kadarıyla da olsa O'nu tanımak, O'na
636] 8/Enfâl, 63
637] 3/Âl-i İmrân, 31
638] Müslim, Birr ve Sıla, 161
639] Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 393-394
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 191 -
inanmayı ve sevmeyi gerektirir. İslâm düşünürü İmam Gazâlî, kişiyi Allah sevgisine götüren beş sebepten bahseder:
a) İnsan kendi varlığını, varlığının kemâlini ve devamını sever; yokluğunu, kemâlinin azlığını ise sevmez, ondan nefret eder. Bu durum, insanı Allah'ı sevmeye götürür. Çünkü kendisini ve Rabbinı bilen, varlığının devam ve kemâlinin kendinden değil; Allah'tan olduğunu bilir. İnsanı yoktan var eden, yaşatan, kemâl sıfatlarını yaratmakla kendisini olgunluğa ulaştıran ve güzelliğe ulaşma sebeplerini yaratan, bu sebepleri kullanmaya hidâyet eden Allah'tır. Yoksa insanın kendi başına ne varlığı, ne de devam ve kemâli olabilir. Varlıklar arasında kendi kendine var olan yalnız Allah'tır. O'ndan başka her şey, O'nun kuvvet ve kudretiyle vardır. Başkasından meydana gelen kendi zâtını seven bir ârif, onu meydana getireni ve (inanıyorsa) kendini yoktan var edip yaşatan ve bizâtihî kaim olup başkalarını da yaşatanı elbette sever. O'nu sevmemesi, kendine ve Rabbine olan cehâletinden ileri gelir. Muhabbet, mârifetin meyvesidir, onun için mârifetten sonra gelir. Mârifet (Allah'ı tanıma) olmazsa muhabbet de olmaz. Mârifet zayıf olursa muhabbet de zayıf olur. Bunun için Hasan-ı Basrî: “Rabbini bilen O'nu sever; dünyayı bilen ondan nefret eder“ demiştir.
b) İnsan, malını koruyan, kendisiyle güzel bir şekilde tatlı tatlı konuşan, kendisine yardımda bulunan, düşmanlarına karşı savunan, kendisine, ailesine, çoluk-çocuğuna iyilik yapan ve ihsanda bulunanı sever. Bu sevgi, Allah'ı sevmeyi gerektirir. Çünkü bütün bu iyilikleri kendisine yapan ve yaptıran Allah'tır. Bunlara ilâveten insanlara her çeşit nimetleri veren yine Allah'tır. “Allah'ın verdiği nimetleri sayacak olsanız, sayıp bitiremezsiniz.“640 Çok kere Allah'ın nimetleri bir insan kanalıyla diğerine intikal eder. Nimetin gerçek sahibi ise Allah'tır. Ayrıca iyilik eden adamı, iyilik olarak kullanılan malı yaratan, o maldaki tasarrufun kudret ve irâdesini o adama nasip eden, kişiyi nimet verene karşı sevdiren, O'nu da diğerine karşı meylettiren muhakkak ki yine Allah'tır. Allah'ın bu sebepleri onda yaratması ve malını ona vermesinin kendi hakkında hayırlı olmasını bildirmekle onu bu işi yapmaya mecbur etmiş ve adamın da muhâlefet etme imkânı kalmamıştır. Demek ki; asıl ihsanda bulunan, onu bu işe mecbur edendir. Onun eli ise ihsânı yapmakta bir vâsıtadır. Demek ki; kişinin kendisine iyilik edeni sevmesi, o adamı iyiliğe muvaffak kılan Allah'ı sevmeyi gerektirir.
c) İnsan, yapılan iyilikten şahsî bir faydası olmazsa bile iyiliği yapanı sever, yapmayandan nefret eder. Kendisi ile ilgili olmasa bile adâleti ve insanlara merhamet ve yumuşaklıkla muâmele etmesiyle tanınan bir idâreci insanların sevgisini kazanırken, bunun zıddına zulmü ve acımasızlığıyla tanınan bir yönetici de nefret kazanır. Bu, ihsanda bulunan kimseyi sırf ihsanı yüzünden sevmektir. Bu sevgi, ihsandan bir fayda görmeyende de görülür. Bu üçüncü sebep de yalnız Allah'ı sevmeyi gerektirir. Zira O, kendi fazlından, önce bütün mahlûkatı yarattı. Onların zarûrî ihtiyaçları olan organlarını tamamladığı gibi, zarûrî olmadığı halde ihtiyaç olduğu sanılan sebepleri yaratmakla onları nimet ve refaha kavuşturdu. Sonra ihtiyaçlarından fazla olan birtakım süs ve ziynetlerle onları güzelleştirdi. İnsan hayatı için zarûrî olmayan gerek fizikî güzellikleri ve gerekse tabiatta olan dış güzellikleri yaratan Allah, bu yönüyle de sevilmeye en lâyık olandır.
d) Sevmenin dördüncü sebebi, bir fayda ummak için değil; yalnız
640] 16/Nahl, 18
- 192 -
KUR’AN KAVRAMLARI
güzelliğinden ve kemâlinden ötürüdür. Allah zât ve sıfatları itibarıyla güzeldir. Çirkinlik, bir noksanlıktır. Noksanlık Allah'a yakışmaz. Allah'ın her sıfatı kemâl noktasındadır. Âlim, bilgili, kudretli, cömert insan; şahsî menfaati olmasa bile diğer insanlar tarafından sevilir. Kişileri sevdiren, onlardaki bu güzel sıfatlardır. Oysa sevgi sebebi olan bu sıfatlar, Allah'ın aynı kemâl sıfatlarıyla mukayese dahi edilebilecek olgunlukta değildir. Hâlbuki bu sıfatları da insana bahşeden yine Allah'tır. Eksik güzelliklerle sevilmeye hak kazanan bir varlığa mukabil Allah'ın daha çok sevilmesi gerekir. Çünkü Allah herkesten daha çok âlim, daha kudretli, daha cömerttir. Eşi, benzeri, ortağı, dengi yoktur. Ezelî ve ebedîdir. Her şeyi yoktan var eden, varlığında başkasına muhtaç olmayan, fazl, celâl, cemâl, kudret ve kemâl sahibidir. Şâyet ilminden dolayı bir âlimin, kudretinden dolayı bir kaadirin, olgunluğundan dolayı bir kâmilin, bağışlayıcılığından dolayı bir bağışlayanın, ihsanından dolayı bir varlığın sevilmesi gerekiyorsa bütün bu sıfatlar en kâmil derecede Allah'ta vardır. Dolayısıyla bu yönü itibarıyla da en çok sevilmeye lâyık olan yine Allah'tır.
e) İki kişi arasındaki münâsebet ve benzerlik, sevginin sebebidir. Aynı cinsler birbirleriyle münâsebet kurarlar. Bu münâsebet zamanla sevgiye dönüşür. Her ne kadar cins, şekil ve sûret sözkonusu değilse de, kul ile Allah arasında gizli bir münâsebet vardır. İnsanın, Allah'ın güzel vasıflarıyla vasıflanması emredilir: “Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanın“ gibi. Bu ahlâk da ilim, iyilik, ihsan, lütuf, hayırda bulunmak, insanlara merhametli olmak, onlara öğüt verip doğru yola getirmek, bâtıldan uzaklaştırmak ve benzeri dînî faziletlerdir. Allah ile kul arasında, anlaşılması güç olan özel münâsebetler de vardır. “Ona şekil verip rûhumdan üflediğimde...“641 Bu üstün münâsebetten dolayı melekler bile insana secde etmekle emrolunmuşlardır. Yine insan, özel münâsebet neticesi, yeryüzünde halîfe642 olarak yaratılmıştır. Bu tür münâsebetler de insanın Allah'ı sevmesini gerektiren sebeplerdir. Bütün bunların dışında kul Allah'ı, O'ndan gelecek bir nimet karşılığı değil; O yalnızca Allah olduğu için sevmelidir. O'nu sevmenin ilk alâmeti O'na inanmak ve kayıtsız şartsız emirlerine itaat etmektir. “De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana (Hz. Muhammed'e) uyun ki Allah da sizi sevsin...“643 Bu âyet, Allah'ı sevmenin ve Allah tarafından sevilmenin şartı olarak Hz. Peygamber'e mutlak itaati öngörüyor.
Hz. Muhammed’e (s.a.s.) itaat, esasta onu elçi olarak gönderen Allah'a itaattir. Ona isyan ise Allah'a isyandır. İsyan ile sevgi bir arada bulunamaz. Allah'ı sevmek, diğer varlıkları sevmemeyi gerektirmez. Ancak, yaratılanı yaratan gibi, yaratanı da yaratılan gibi sevmek küfürdür. Hristiyanlar Hz. İsa'yı Allah gibi, Allah'ı sever gibi sevdiklerinden küfre girmişlerdir. “İnsanlardan bazıları, Allah'tan başkasını Allah'a endâd/denk tanrılar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır...“ 644
Allah'ı sevmenin ve Allah tarafından sevilmenin özelliği; O'na iman, mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetli olmak, Allah yolunda cihad etmek, iman ve İslâm'ından dolayı kınayıcının kınamasından
641] 15/Hıcr, 29
642] 2/Bakara, 30
643] 3/Âl-i İmrân, 31
644] 2/Bakara, 165
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 193 -
korkmamaktır.645 Hiç kimsenin sevgisi Allah sevgisinden daha ileri olamaz: “De ki: 'Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.“ 646
Allah'ı sevmek, zamanla O'nun tarafından sevilme nimetini kazandırır. Allah'ın sevdiği kullar ise âhiretin korku ve üzüntüsünden kurtulmuş olur. “İyi bil ki Allah'ın dostlarına/sevdiklerine korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.“ 647 Kul, sevgisiyle Allah'a itaat eder, farz ibâdetlerin yanında nâfile ibâdetlerle de Allah'a mânevî yakınlık kazanmaya çalışır. Nihâyet İlâhî lütuf ile Allah'ın sevgisine lâyık olur. Eşyaya benzemekten münezzeh olan Allah bir kulunu sevdimi onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli ve yürüyen ayağı olur. Yani kul, Allah'ın görmesini istediği şeyi görür, işitmesini istediği şeyi işitir, tutmasını istediği şeyi tutar... Daha açık ifadeyle Allah sevdiği kuluna daima râzı olduğu işleri yapmayı nasip eder.
Allah sevgisinin, diğer mahlûkatı sevmeye engel olmadığını söylemiştik. Ana, baba, eş, evlât, dünya ve dünya nimetleri de sevilir. Ancak bu sevgi, Allah sevgisinden daha üstün olmamalıdır. Sevgi, insanı sevdiğine bağlar. Ondan ayrılmak ise en büyük ızdırap kaynağıdır. Aşırı derecede dünyayı seven ve ona bağlanan insan, bir gün ondan ayrılacağını düşündükçe kahrolur. Allah'a ve âhirete inanmayan ve hayat olarak sadece dünya hayatını kabul eden kâfir için, ölüm en büyük felâkettir. Ölümü inkâr, Allah'ı ve âhireti inkâr kadar kolay değildir.
Kâfir için sevdiklerinden ayrılma ve ızdırap kaynağı olan ölüm, mü'min için sevdiğine kavuşma ânıdır. İman; sadece mârifet ile olmaz, sevgi de gerekir. Sevgi; imanı olgunlaştırır. Allah'ı ve Rasûlullah'ı her şeyden daha çok sevmek, mü'minin imanının kemâlini gösterir. “Nefsim hâriç, seni her şeyden daha çok seviyorum ya Rasûlallah!“ diyen Hz. Ömer'e, Peygamberimiz (s.a.s.): “Beni nefsinden/kendinden de çok sevmedikçe kâmil mü'min olamazsın, ey Ömer!“ demişti. Hz. Ömer de: “Seni kendimden de çok seviyorum ey Allah'ın Rasûlü“ deyince Peygamber Efendimiz “Şimdi oldu ey Ömer!“ buyurmuştu.
Yukarıda işaret edildiği gibi Peygamber'i sevmek, insanlığının ötesinde, Allah'ın elçisi olduğu içindir, yani Allah onu sevdiği içindir. Yine, cihada çıkacak olan İslâm askerlerine maddî yardımda bulunmak üzere her şeyini bağışlayan Hz. Ebû Bekir'e Peygamberimiz: “Geride ailene ne bıraktın?“ diye sorunca, “Allah ve Rasûlünün sevgisini bıraktım, ey Allah'ın Rasûlü“ diyerek imanın sevgi ile doruk noktaya çıktığının numûnesini vermiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de şöyle duâ etmiştir: “Allah'ım, Seni sevmeyi ve Seni seveni sevmeyi ve Senin sevgine beni yaklaştıracak şeyi sevmeyi bana nasip et ve Senin sevgini bana kendimden, âilemden ve (sıcak ve harâretli günde) soğuk sudan bana daha sevimli kıl.“ 648
Sevginin Dereceleri
Sevgi, kalpteki kuvvet ve zaaf derecesine göre çeşitli isimler alır. Mahabbetin ilk derecesi “alâka“dır. Kalp, sevilene yapışıp bağlandığı için, sevginin bu
645] 5/Mâide, 54
646] 9/Tevbe, 24
647] 10/Yûnus, 62
648] Tirmizî, Deavât 72, 73; Cengiz Yağcı, Şamil İslam Ans. c. 1, s. 120-121
- 194 -
KUR’AN KAVRAMLARI
düzeyine alâka denmişir. Sevginin ikinci derecesi “irâde“, yani kalbin sevdiğini istemesi, ona yönelmesidir. Üçüncüsü: “sabâbet“ yani sargın eğilim; kalbin, uzakta olan sevgiliye doğru, suyun tepeden aşağı akması gibi akmasıdır. Dördüncüsü “ğarâm“dır. Bu da kalpten hiç ayrılmayan, alacaklının borçluya yapışması gibi sahibine yapışan sevgidir. Suçluya yapışacak cehennem ateşine de ğarâm denmiştir: “Onun azâbı ğarâmdır.“649 Beşincisi: “Vedâd“dır. Bu da sevginin çok temiz ve hâlisine denir. Bunun için Allah'ın en güzel isimlerinden biri de el-Vedûd'dur. Çünkü en hâlis sevgi, O'nun yaratıklarını sevmesidir. Altıncısı “şeğaf“tır. Şeğaf, kalbi istilâ eden, yahut kalbin içinden ta dış zarına kadar taşan sevgiye denilir. Yedincisi “ışk“tır ki sahibinin sonucundan endişe edilen bir sevgidir. Türkçede buna sevdâ, daha ileri derecesine kara sevdâ denilir. Sekizincisi “teteyyüm“dür. Teteyyüm, tapmak, küçüklenmek, daha doğrusu taparcasına sevmek demektir. Dokuzuncusu: “Teabbüd“dür. Teabbüd, teteyyümün üstünde bir sevgidir. Bu sevgi, taparcasına sevmek değil, sevdiğine fiilen tapmaktır. Sevgilisi, onu tamamen kendisine kul yapar. Artık onun, kendisine ait bir şeyi kalmaz. Açık ve gizlide ne varsa hepsi sevgilisinin olur. İşte kulluğun hakikati, bu tür bir sevgidir. Onuncusu, “hullet“dir. Bu da sevenin ruhunun içine, kalbinin hücrelerine işleyen, orada sevgiliden başkasına hiç yer bırakmayan sevgidir.
Allah'ın Kulu Sevmesi
Kul, Allah'ı sevdiği gibi, Allah da kulunu, yarattığını sever. Özellikle insanın, öteki yaratıklar içinde ayrı bir yeri vardır. Çünkü: “Biz gerçekten Âdemoğullarına çok ikram ettik, onlara çok değer verdik...“650 âyeti ile Allah, insanoğlunu değerli yarattığını, ona çok ikramda bulunduğunu bildirmiştir. Allah'ın kulunu sevdiğini belirten çokça âyet vardır. Allah'ın, takvâ sahibi, iyilik eden, tevbe eden, içini dışını temizleyen, âdil, sâlih kullarını sevdiğini Kur'an vurgulamaktadır. Bazı âyetler de Allah'ın fesâd, fısk, kibir, zulüm, saldırganlık gibi kötü işleri yapan kullarını sevmediğini belirtmektedir. Âl-i İmrân sûresinin 31. âyetinde de Allah'ın kulu sevmesi, kulun, Peygamberine uyması şartına bağlanmıştır.
Peygamberimiz (s.a.s.) de: “Kim Allah için tevâzu ederse Allah onu yükseltir. Kim de kibirlenirse Allah onu alçaltır. Kim Allah'ı çok zikreder/anarsa, Allah onu sever.“651 buyurmuştur. Bir rivâyette de: “Kulum Bana, en çok, farz ibâdetlerle yaklaşır. Kulum, nâfile ibâdetlerle de Bana yaklaşmağa devam eder. O kadar yaklaşır ki onun işiten kulağı Ben olurum, Benimle işitir. Gören gözü Ben olurum, o Benimle görür. Tutan eli Ben olurum, o Benimle tutar. Yürüdüğü ayağı Ben olurum, o Benimle yürür.“ 652 buyrulmuştur. Yine birçok hadiste Allah'ın sevdiği işler anlatılmış; “Allah'ın en çok sevdiği işler şu, şudur“ denilmiştir. Bütün bunlar, Allah'ın, kullarını sevdiğini kanıtlamakta ve vurgulamaktadır.
Muhabbet yüce bir haldir. Allah, kulunun kendisini sevdiğini; kendisinin de kulunu sevdiğini bildirmiştir. Allah, kulunu sever, kul da Allah'ı sever. Sevgi hali, kulu, Allah'a saygıya, O'nun rızâsını üstün tutmağa, O'nun yolunda sabra, Allah'a kavuşmağa, O'nsuz kararının kalmamasına, kalbi sürekli Allah'ı anmağa ve onunla kaynaşmağa sevk eder.
649] 25/Furkan, 65
650] 17/İsrâ, 70
651] İbn Mâce, Zühd 16
652] Buhârî, Rikak 38; Ahmed bin Hanbel, VI/256
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 195 -
Gazâlî şöyle diyor: “Kulun Allah'ı sevmesi, mecâz değil; gerçektir. Çünkü dilde muhabbet, nefsin, kendisine uygun bir şeye duyduğu eğilimdir. Işk (Türkçe'de aşk) ise, bu eğilimin aşırı derecesidir. İyilik ve güzellik nefse uygunluktur; güzellik ve iyilik, bazen baş gözüyle, bazen de basîretle (gönül gözüyle) algılanır. Sevgi ise, her ikisi ile algılanabilir, sadece söze mahsus değildir. Fakat Allah'ın kulu sevmesi, bu anlamda olamaz. Bütün bu kavramlar da öyledir. Allah'tan başkası hakkında bir mânâ ifade eden kavramlar, Allah hakkında başka bir mânâ ifade eder. Yaratanla yaratıklar arasında en ortak isimlerden olan “varlık“ bile Yaratan ile yaratıklar hakkında aynı anlamı vermez, herbiri için ayrı bir anlam kazanır. Çünkü yaratıkların varlıkları, Allah'tan alınmıştır. Tâbi' varlık ile tâbi olunan varlık bir olamaz. Ortaklık, sadece kelimededir, anlam farklıdır.“ 653
Genel olarak Yaratanla yaratıklar arasında, özellikle de Yaratanla insan arasında sevgi, kâinatın temel yasalarından biridir. Yüce Allah, eserlerini, fiillerini görmek, isim ve sıfatlarıyla görünmek için kâinatı yaratmıştır. O, yaratıcıdır, rızık verendir, kısandır, açandır, yükseltendir, azîz edendir, alçaltandır, zelîl edendir; diğer isim ve sıfatların sahibidir. Eğer yarattığı kimse yoksa yaratması, kuru bir isimden ibaret kalır. Rızık verdiği kimse yoksa rızık verici sıfatı eyleme çıkmaz, potansiyel bir güçten ibaret kalır. Öteki isim ve sıfatları da böyle, ancak tatbikatla, eyleme çıkmakla kuvveden fiile geçmiş, görünmüş olur. İşte Yüce Allah, isimlerinin ve sıfatlarının görünmesi için âlemleri yaratmıştır. “Ben, cinleri ve insanları sadece Bana kulluk etmeleri için yarattım“ 654 âyetinde bu gerçeğe işaret edilmiştir. Çünkü ibâdet edilmek, bilinmenin en ileri sonucudur. Demek ki Allah, şânının bilinmesi için evreni yaratmıştır. Hakk'ın bilinme ve ibâdet edilme irâdesi, parça parça her yaratığında görünen sevgiyi içermektedir.
Maddî yaratıkların en küçük parçası -bildiğimize göre- atomdur. Atomun yapısını bilen insan, merkezdeki çekirdek ile onun çevresinde korkunç sür'atle dönen elektronlar arasındaki câzibeyi yani sevgi bağını anlar. Şimdi sevgi, kâinatın en küçük parçasına hâkim olduğuna göre, o zerrelerin birikiminden oluşan kâinat cisimlerinin hepsine de hâkimdir. Demek ki kâinatın yapısı, isim ve sıfatlarını seven Allah'ın sevgisinden taşan bir sevgi üzerine kuruludur.
Akıl, nakil, fıtrat, ibret, zevk ve vicdan kalıntıları hep kul ile Rab, yaratılan ile Yaratan arasında iki yönlü muhabbetin varlığını gösterir. Allah'ın yaratması, doğru yolu göstermek için emirler vermesi, peygamberler göndermesi, davranış ve eylemlere sevap ve ceza belirlemesi hep muhabbetinin, yaratıkları kollamasının eseridir. Yaratıcının, yarattığını sevmesi, kendi zâtını ve fiillerini sevmesi demektir. Yaratılanın, yaratanı sevmesi ise, eksiğin kemâle eğilimidir; Elektronun çekirdeğe, gezegenlerin güneşe; güneşin sistemiyle birlikte tâbi olduğu galaksi merkezine çekimi gibi. Çünkü yaratığın varlığı, hayatı ve eylemleri hep Yaratan'a bağlıdır. Yaratanın sevgisi, yaratılanın, özellikle de tam bilinç sahibi insanın hücrelerine, ruhuna karıştırılmıştır. Mahlûkatın hamuru, Hâlik sevgisiyle yoğrulmuştur. Allah cinleri ve insanları Kendisine kulluk etmeleri için yaratmıştır.655 İbâdet, sevginin en son derecesidir. Kulluğun gerçeği sevgidir. Sevgisiz inâbe, rızâ, hamd ve şükür, havf ve recâ mümkün değildir. “Allah, İbrâhim'i halîl edinmiştir.“656 Âyette
653] İhyâu Ulûmi'd-Dîn, IV/302-303
654] 51/Zâriyât, 56
655] 51/Zâriyât, 56
656] 4/Nisâ, 125
- 196 -
KUR’AN KAVRAMLARI
geçen hullet de sevginin en olgunudur. Sevgi, kalpte şevk, üns, inbisât ve rızâ gibi haller doğurur.
Allah'ın Kulu, Kulun Allah'ı Sevmesinin Belirtileri
Allah'ın, kulunu sevdiğinin ilk belirtisi, onu yaratması, ona varlık, sağlık vermesi, hayatını sürdürebileceği nimetleri lutfetmesidir. Ayrıca kulunu doğru yola iletmek, dünyada ve âhirette mutsuzluğa düşmesini önlemek için ona verdiği akıl gücü, irâde özgürlüğü yanında peygamberler, ıslahatçılar göndermesi de Allah'ın sevgisinin bir sonucudur.
Dünyada yaratıkların en değerlisi ve şereflisi olarak yaratılan insanın asıl yaratılış nedeni, yükselip kemal kazanmasıdır. Kul, kazandığı kemâl ölçüsünde sonsuz âhiret hayatında mutlu olur. Kemâl kazanmak da olayların sınavlarından geçmekle mümkündür. İşte Allah, sevdiği kulunu çeşitli meşakkatlerle, belâlarla sınavlardan geçire geçire olgunlaştırmak ister. Peygamberimiz (s.a.s.): “Allah bir kulu severse onu dener. Kul, sabrederse onu seçer; râzı olursa tertemiz yapar.“657 buyurmuştur. Âlimlerden biri de: “Sen kendini, O'nu sever; O'nu da seni sınar görüyorsan, anla ki O seni temizlemek istiyor“ demiştir.
Allah kulunu çeşitli belâlarla, zorluklarla, musîbetlerle dener. Kul, çeşitli belâlarla denendiği halde sabreder, Allah'a sığınırsa temizliği artar, Allah katında derecesi yükselir. Dünya, başlı başına bir imtihan alanıdır: “Allah, sizin hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı.“658; “Andolsun, sizi korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme gibi şeylerle deneriz; sabredenleri müjdele. Ki onlara bir belâ eriştiği zaman: 'Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz!' derler. İşte Rablerinden bağışlama ve nimet hep onlaradır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.“ 659
Allah'ın, kulu çeşitli belâlarla, sıkıntılarla sınaması, kulun değersizliğine değil; tersine Allah katındaki değerine işaret olabilir. Zira çekilen güçlük oranında yüksek dereceler elde edilir. Belâlar Allah'ın sınavı olduğu gibi, nimet bolluğu da O'nun sınavıdır. O, kimini bolluk ile kimini darlık ile dener. Kulun nimetlere şükretmesi, sıkıntılara, darlıklara katlanıp sabretmesi, Allah'ın kendisini sevdiğinin belirtilerindendir.
Allah sevgisinin belirtilerinden biri de kulun, Allah'ın murâdını, kendi isteklerine üstün tutması; Allah'ı, kendi canından fazla sevmesi, gerektiğinde canını Allah yolunda fedâ etmekten kaçınmamasıdır. Çünkü “Allah, harçla kaynatılmış binâlar gibi kendi yolunda saf bağlayarak çarpışanları sever.“660; “Allah, cennet karşılığında, mü'minlerden canlarını ve mallarını satın almıştır. Allah yolunda çarpışırlar, öldürürler ve öldürülürler.“ 661
Allah sevgisinin belirtilerinden biri de kulun, Allah'tan başka her şeyi, O'nun uğrunda fedâ etmesidir. Sevginin alâmeti, sevdiğini, nefsinden üstün tutmandır. Allah'a ibâdet eden herkes seven değildir. Seven, yasaklardan kaçınandır. 662
657] Deylemî, Müsnedu'l-Firdevs
658] 67/Mülk, 2
659] 2/Bakara, 155-157
660] 61/Saff, 4
661] 9/Tevbe, 111
662] bk. 5/Mâide, 54; 48/Fetih, 29
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 197 -
Sevenin gönlü, sevgiliden başkasıyla huzura eremez. Nitekim Yüce Allah: “Onlar ki inandılar ve kalpleri Allah'ı zikredip anmakla huzur bulur. İyi bilin ki kalpler, ancak Allah'ı zikirle mutmain olur.“663 buyurmuştur. Ebû Bekir Sıddık (r.a.) da: “Allah'ın hâlis sevgisini tatmak, kişiyi dünya peşinde koşmaktan alıkor. İnsanlar içinde yalnız bırakır (bedeni halk içindedir, ama gönlü yalnız Allah iledir)“ demiştir.
Allah sevgisinin belirtilerinden biri, dünyanın elden çıkmasına üzülmemek, Allah'ın zikri dışında geçen saatlere üzülmek, ibâdetleri yüksünmemek, zevk alarak yapmak, Allah'ın yaratıklarına şefkatli, acımalı olmaktır. Yine belirtilerden biri de, sevgilisinin rızâsından başka bir kaygısı, düşüncesi olmamaktır. Çünkü Allah'ın rızâsı, nimetlerin en büyüğüdür.
Sevginin Esası ve Sebepleri
İnsan ancak bildiğini, tanıdığını sever. Sevgi sebepleri çeşitlidir. Şöyle ki:
1) Nefsi Koruma: Canlının ilk sevgilisi, kendi canı ve organlarının sağlığıdır. Sonra malını, çocuklarını, akrabasını ve dostlarını sever.
2) İyilik Görme: İnsan, ihsânın (iyiliğin) kölesidir. Yalnız insan değil; hayvanların çoğu da öyledir. Kendisine iyilik edeni sever, kötülük edenden hoşlanmaz.
3) Güzellik: Sevginin gerçek sebebi güzelliktir. Güzelliği algılayan herkes, ondan yararlanamaz, ama güzeli, sırf güzelliği için sever ve yanında bulunmak ister. Güzelliği algılamak, lezzetin ta kendisidir, bizâtihî istenen bir şeydir. Güzellik, başka bir nedenle değil; sırf kendisi için sevilir. Yüce Allah, bütün güzelliklerin kaynağıdır. Bütün güzellikler O'nun zâtında toplanmıştır. O'nun güzelliği, gerçek güzelliktir. Başkasının güzelliği, izâfî (göreceli)dir. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber: “İnnallahe cemîlun yuhıbbu'l-cemâl -Allah güzeldir, güzeli sever-.“ 664 buyurmuştur.
4) Sevenle Sevilen Arasındaki Gizli İlişki: Bazen iki kişi birbirini sever de bu sevginin sebebi güzellik ya da haz (pay alma, zevk) olmaz. Bu iki kişi, ruhları arasındaki bağ dolayısıyla birbirlerini severler. Peygamber (s.a.s.) buna şöyle işaret buyurmuştur: “Ruhlar bir arada bulunan topluluklardır. Tanışanlar kaynaşır, tanışmayanlar ayrılır.“ 665
Allah Sevgisi İçin “Aşk“ Kavramının Kullanılması Doğru mudur?
Arapça aslı ışk olan “aşk“, sözlükte “şiddetli ve aşırı sevgi“ anlamındadır. Aşk, bir kimsenin kendisini tamamen sevdiğine vermesi, sevgilisinden başka güzel görmeyecek kadar ona düşmesi“ demektir. Lügat kitaplarında aşk kelimesinin sözlük anlamının, aynı kökten olup “sarmaşık“ anlamına gelen “aşeka“ ile yakından ilgili olduğu belirtilir. Buna göre sarmaşığın kuşattığı ağacın suyunu emmesi, onu soldurup zayıflatması ve bazen kurutması gibi aşırı sevgi de sevenin sevdiğinden başkasıyla ilgisini kestiği, onu sarartıp soldurduğu için bu duyguya aşk denilmiştir. Ayrıca hem tatlı hem de ekşi olan bir meyve çeşidine de “uşuk“ denilir.
663] 13/Ra'd, 28
664] Müslim, İman 147; İbn Mâce, Duâ 10; Ahmed bin Hanbel, IV/133, 134, 151
665] Buhârî, Enbiyâ 2; Müslim, Birr 159, 160; Ebû Dâvud, Edeb 16; Ahmed bin Hanbel, II/295, 527, 537; Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 13, s. 8-17
- 198 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Müslümanların literatüründe aşk, İlâhî ve beşerî olmak üzere başlıca iki anlamda kullanılmış, İlâhî aşka genellikle “hakiki aşk“, beşerî aşka da “mecâzî aşk“ denilmiştir. İlâhî aşk, geniş ölçüde tasavvufta işlenmiştir. Kelâma dair bazı kaynaklarda, tasavvuftaki aşk anlayışı tenkit edilmiştir.
Kur'an ve sahih hadislerde “aşk“ kelimesi geçmez. Sevgi, Kur'an ve Sünnette çoğunlukla “hubb“ ve “muhabbet“, bazen de “meveddet“ kelimeleriyle ifade edilir. Allah sevgisiyle ilgili olarak Peygamberimiz gibi. Sahâbe ve ilk zâhidler de “aşk“tan kesinlikle söz etmemişler, bu kelimeyi İlâhî sevgi anlamında hiç kullanmamışlardır. İlk defa hicrî II. (milâdî VIII.) y.y.da Allah ile kul arasındaki sevgiyi anlatmak üzere nâdiren de olsa “aşk“ kelimesinin kullanılmaya başlandığını gösteren rivâyetler vardır. Baklî'nin naklettiğine göre mutasavvıflardan Ebu'l-Hüseyin en-Nûrî, “Ben Allah'a âşığım, O da bana âşıktır“ dediği için kâfir olduğuna hükmedilerek memleketinden kovulmuş, daha sonra idam edilmek üzere cellâdın önüne çıkarılmış ve son anda asılmaktan kurtulabilmiştir.666 Bu rivâyetten de anlaşılacağı üzere âlimler, hatta ilk dönemlerde mutasavvıfların büyük çoğunluğu, Allah sevgisini ifade etmek üzere Kur'an ve Sünnette yer alan hub ve muhabbet yerine “aşk“ kelimesinin kullanılmasına karşı çıkmışlar; Râbia el-Adeviyye, Bâyezîd-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî, Hallâc-ı Mansur gibi sevgi temasını işleyen ilk sûfiler, aşk yerine, “hubb“ kelimesi ve türevlerini kullanmayı tercih etmişlerdir.
Hâris el-Muhâsibî, es-Sülemî, Ebû Tâlib el-Mekkî, Hakîm et-Tirmizî, Ebû Nasr es-Serrâc, el-Kelebâzî, Ebû Nuaym, el-Kuşeyrî, Hücvirî, Gazzâlî gibi mutasavvıf yazarlar da eserlerinde aşk kelimesine ya hiç yer vermemişler veya nâdiren kullanmışlar, bunun yerine Allah sevgisi konusunu hubb ve muhabbet terimleriyle anlatmayı tercih etmişlerdir. Bunlardan Kuşeyrî'nin naklettiğine göre Allah ile kul arasındaki sevginin aşk kavramıyla ifade edilmesine karşı olan şeyhi Ebû Ali ed-Dekkâk bu görüşünü şöyle açıklamıştı: Aşk aşırı sevgi, yani sevgide ölçüyü aşma anlamına gelir. Allah için böyle bir aşırılık düşünülemeyeceğinden O'nun kuluna olan sevgisine aşk denemez. Öte yandan kulun Allah'a duyduğu sevgi ne kadar güçlü olursa olsun yine de O'nu yeterince ve lâyık olduğu ölçüde sevemeyeceğinden kulun Allah sevgisi de aşk diye adlandırılamaz. 667
Hücvirî, tasavvuf şeyhlerinin aşk konusunda farklı görüşler taşıdıklarını belirterek başlıca görüşleri şöyle açıklar: Bir zümreye göre aşk, sevgilisinden ayrı düşenin bir nitelidir. Kul da Allah'tan ayrı kaldığına göre onun Allah sevgisine aşk demek câizdir. Buna karşılık Allah hiçbir şeyden ayrı ve uzak bulunmadığına göre O'nun sevgisi aşk kelimesiyle ifade edilemez. Başka bir görüşe göre aşk sınırı aşma demek olduğu, Allah da sınırsız varlık olduğu için O'na duyulan sevgi hiçbir şekilde aşırı olamaz; dolayısıyla aşk diye adlandırılamaz. Hücvirî, dayandıkları çeşitli gerekçeleri de sıralayarak müteahhirînin, Allah'a duyulan sevginin muhabbet terimiyle ifade edilmesi gerektiği, bunun yerine aşk kelimesini kullanmanın câiz olmadığı görüşünü benimsediklerini belirtir. 668
Muhyiddin İbü'l-Arabî, ibâdetin aslının da sevgi olduğunu söyler. Onun içindir ki sevgisiz ibâdet makbul olmaz. Çünkü sevgi en yüce ibâdettir. Aşk makamı
666] Baklî, Şerh-i Şathiyyât, s. 165
667] Kuşeyrî, Risâle, s. 615
668] Keşfü'l-Mahcûb, s. 401
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 199 -
mâbud olma makamıdır. Bir “sevgi dini“nden de bahseden İbnü'l-Arabî, dinin de kıblesinin de sevgi olduğunu ifade etmiştir. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, açıkça “aşk dini“nden bahsederek aşktan başka din ve mezhep tanımadığını ifade etmiştir. (O yüzden Mevlânâ'nın bağlıları, Mevlânâ için “aşk peygamberi“ -ki, bu ifade, Mevlâna müzesinin kapısında da yazılıdır-, mezarı için de “aşk kâbesi“, “âşıkların kıblegâhı“ derler.) İbnü'l-Arabî'den önce de başta “Sultânu'l-Âşıkîn“ (Âşıklar Sultanı) diye meşhur olan İbnü'l-Fârız ve Ebû Saîd-i Ebu'l-Hayr olmak üzere birçok büyük mutasavvıf, peygamberlerinin ve kıblelerinin aşk olduğunu açıkça ifade etmişlerdir. Bu inanç, Yunus Emre ve Niyazi-i Mısrî gibi mutasavvıf Türk şâirleri tarafından da dile getirilmiştir. İnanç farkı gözetmeden yetmiş iki millete bir gözle bakmayı, herkesi aşk dergâhına dâvet etmeyi sağlayan mânâdaki sevgi anlayışıdır.
Ahmed el-Gazzâlî, Aynülkudât el-Hemedânî, Senâî, Attâr, Rûzbihân-ı Baklî, İbnü'l-Fârız ve Celâleddin-i Rûmî gibi mutasavvıflarda aşk çok ağırlıklı konudur. Hatta bunlar nazarında her şey aşktan ibârettir. Varlık hakkındaki açıklamaları tamamıyla aşka dayanır. Bunlar bir çeşit aşk metafiziği kurmuşlardır.
Mutasavvıflar, baştan beri akılla Allah'a varılamayacağını, O'na ermenin ancak sevgiyle olacağını savunmuşlardır. Onlara göre; Mirac'da sözkonusu edilen Cebrâil aklı, Refref aşkı temsil eder. Cebrâil Hz. Peygamber'i bir noktaya kadar götürebilmiş, daha ileri götürmesi için onu Refref'e teslim etmişti. Demek ki Allah'a giden yolda akıl, belli bir yerde durmak zorundadır; bu noktadan itibaren insanı Allah'a götüren aşktır. Mutasavvıflar, aşk ile mânevî miraç yapılabileceğini söyler, kendilerinin böyle miraçları bulunduğunu ileri sürerek buna “mi'râc-ı aşk“ adını verirler. Mecnun ve Leylâ gibi aşk hikâyelerini İlâhî aşkın değişik bir biçimi olarak gören, bu âşıkları bir bakıma örnek alan Allah âşığı mutasavvıflara göre bütün âlem, aşk esasına göre kurulduğuna ve çalıştığına göre bu esasla uyuşmayan İblis'in ve cehennem telâkkîlerinin değişik bir yorumu olması gerekir. Hallâc ile başlayan ve Ahmed el-Gazzâlî, Aynülkudât el-Hemedânî, Senâî ve Attâr gibi mutasavvıflar tarafından geliştirilen bu yeni yaklaşımda İblis'in bütün hal ve hareketleri onun Allah'a olan aşkıyla izah edilmiştir. Buna göre eğer mâşuku uğrunda en büyük azaba katlanmak aşk ise, bunu en iyi şekilde İblis yapmıştır.669 Peşinden cebirciliği (Cebriyyeciliği, kaderin elinde oyuncak olunduğu anlayışı) de getiren bu aşk çerçevesinde İblis'in Allah'a âşık olduğunu iddiâ etmek, mutasavvıflar için fazla zor olmamıştır. (Zaten daha önceden, Hallâc-ı Mansûr gibi nice mutasavvıflar tarafından İblis en büyük tevhid eri kabul ve ilân edilmişti. Çünkü o, Âdem'e secde etmeyi Allah'ın emrine rağmen reddetmiş, cennetten kovulma pahasına Allah'tan başkasına secde etmeyi kabullenmemişti.)
Tasavvufta Allah aşkını herkesin anlayacağı bir tarzda anlatmak için birtakım benzetmeler yapılmış ve duyular âleminden misaller verilmiştir. Bunlardan en önemlileri kadın, pervane-mum-ateş, gül-bülbül ve bâde misalleridir. Baştan beri mutasavvıflar ya konusu kadın ve beşerî aşk olan şarkı ve gazelleri İlâhî aşka uygulamışlar veya Attâr, Abdurrahmân-ı Câmî ve Mevlânâ'da olduğu gibi İlâhî aşkı doğrudan beşerî aşk şeklinde tasvir etmişlerdir. Fuzûlî'nin Leylâ vü Mecnûn'u bunun en güzel örneklerinden biridir. Bu sebeple konusu Allah aşkı olan gazel, kaside ve mesnevîlerde dilberlerin yüz, göz, kaş, yanak, zülüf, gamze, boş, işve
669] bkz. Abdülhüseyin Zerrînkûb, s. 106-109
- 200 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve cilve gibi hoşa giden yanları, hal ve hareketleri sembolik ve mecâzî anlatım unsurları olarak bol bol kullanılmıştır. Gül ve bülbül de mutasavvıfların en çok kullandığı misallerden biridir. Bülbül âşık, gül mâşuktur. Güldeki diken aştaki ızdırabı, bülbülün yanık nağmeleri âşığın feryat ve figânıdır. Pervane ve mum misali de önemlidir. Mum ışığına âşık olan pervane bunun etrafında durmadan döner, en sonunda kendisini ateşe atar, yanar ve böylece ateşte fâni olur. Âşık da aşk ateşinde pervane gibi yanar ve sevgilisi uğrunda kendini fedâ ederek fenâ mertebesine ulaşır. İnsanı kendinden geçiren ve aklı baştan alan özelliğiyle şarap (mey, bâde) da aşk bahçesinde mutasavvıflar tarafından çok kullanılmış, kadeh, sâkî ve meyhane gibi şarapla ilgili kelimelere geniş yer verilmiştir.
Mutasavvıflar, İlâhî aşkla ilgili duygu ve düşüncelerini daha çok teşbih ve temsillerle anlattıklarından tasavvuf edebiyatı bir mecazlar ve rumuzlar edebiyatı haline gelmiştir. Bazı hallerde bir manzûmenin İlâhî aşka mı, yoksa beşerî aşka mı dâir olduğunu anlamak çok zordur.
Aşk Güzel Bir Duygu mudur?
Ebu'l-Ferec İbnü'l-Cevzî, İbn Teymiyye ve İbn Kayyim gibi âlimler, bir taraftan mutasavvıfların bu konudaki görüşlerini ciddî şekilde tahlil ve tenkit etmişler, diğer taraftan konu ile ilgili kendi görüşlerini geniş olarak ortaya koymuşlardır. Genellikle onlar kelime ve kavram olarak “aşk“ı reddeder, yerine “muhabbet“i koyarlar. Onlara göre aşk, şer'an da aklen de kötü, muhabbet ise hem din hem akıl yönünden faydalı ve güzel bir duygudur. İbnü'l-Cevzî, Zemmü'l-Hevâ adlı eserinde en basit arzudan başlayıp aşka kadar varan bütün his ve heyecan hallerini geniş bir tahlil ve tenkide tâbi tutmuş, bunlardan dinî ve İslâmî olanlarla olmayanları tesbit edip şer'î hükümlerini tâyin etmeye çalışmıştır. Ona göre aşk güzel sûretlere meftûn olmaktır. Câzip ve güzel sûretlere düşkün ve tutkun olana “sûrî âşık“ denir. Sûretler fâni olduğu gibi onlara bağlı olan aşk da fânidir. Nitekim çocuklar resim ve oyuncakları yetişkinlerden daha çok severler, eğitimle olgunlaştıkları zaman bu türlü şeylere fazla ilgi duymazlar. Eğitilen ve olgunlaşan insanlar, sûretleri sevme mertebesini geçerek zatları sevme mertebesine ulaşırlar. Bedenin güzelliğinden çok aklî ve ruhî güzelliği severler. Mücerret güzelliğe duyulan sevgiyi müşahhas güzellikle alâkalı sevgiye tercih ederler. Şekil ve sûretten ziyade ilim ve mârifetten hoşlanırlar.
İbnü'l-Cevzî, İbn Teymiyye ve İbn Kayyim'e göre aşk insanı insan yapan aklı, fikri ve muhâkemeyi yok eder. Çünkü aşk bir çeşit cinnet halidir. Bu sebeple aşk yolunu tutan mutasavvıflar çoğunlukla akıl ve mantığa meydan okumuşlar, düşüncenin ürünü olan ilmi hiçe saymışlardır. Düşünce haliyle aşk hali birbirine zıttır. Düşünce yok olduğu nisbette aşk hâkim olur. Onun için şuur ve idrâk halini yok eden aşk bir fazilet olamaz. Aklın duyguya hâkim olmasına fazîlet, duygunun akla hâkim olmasına rezîlet denir. Şuuru yok eden ve hissî bir hal olan aşk bu bakımdan makbul bir şey değildir. Gerek irâdelerine hâkim olamayıp arzuların esiri olmaları bakımından, gerekse şuur ve idrâk halini kaybetmeleri bakımından âşıklar hayvanların seviyesine, hatta daha da aşağılara düşerler. Aşk bir ifrat halidir. Hâlbuki fazîlet ifratla tefrit arasında bulunan itidâl halidir. Şu halde aşk bir fazilet değildir. Aşk ölçüsüzlüktür, âşık da dengesizdir. Ölçüsüzlük ve dengesizlik hiçbir zaman iyi bir şey değildir.
Tasavvufî aşkın karşısında olan âlimler aşkı elem, ızdırap, uykusuzluk,
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 201 -
iştahsızlık gibi patolojik tezâhürlerle kendini belli eden, cinnet ve intihara kadar götüren rûhî ve bedenî hastalıklara yol açtığını dikkate alarak selim fıtrata da aykırı bulmuşlardır. İbnü'l-Cevzî aşk yüzünden intihar eden veya cinâyet işleyen kimseler bulunduğunu belirterek çeşitli isimler sayar ve örnekler verir.670 Telbîs İblîs'te mutasavvıfların aşk anlayışını tenkit eden İbnü'l-Cevzî'ye göre muhabbet, iyi bir duygu olmakla birlikte, onun aşırı şekli olan aşk kötüdür. Zira aşk insanın gözünü kör, kulağını sağır eder. Bu sebeple aşkla başlayan ve gerçekleri görmeme esasına dayanan birleşme ve beraberlikler ayrılık ve hüsranla neticelenir. Aşkı uğurunda katil olanlar, intihar edenler bulunduğu gibi, bu yolda din değiştirenler de az değildir.
Aşkı, “nefsin kendisine zarar veren şeyi sevmesidir“ diye tarif eden İbn Teymiyye'ye göre aşk, rûhî ve kalbî bir hastalıktır. Beden üzerindeki tesiri arttıkça cismânî bir hastalığa da dönüşebilir. Kendini aşka kaptıran hüsrâna uğrar. Aşk bir irâde bozukluğu ve hastalığıdır. Aşkı, mâşuku tasavvur etmekten hâsıl olan mahayyile bozukluğu olarak görenler de vardır. Aşk bir kimal hali olmadığı için Allah'ın vasfı değildir. Allah âşıktır veya mâşuktur denemez. Bu durumda kulun Allah sevgisi ancak muhabbet diye adlandırılabilir. İbn Teymiyye sûrî aşka (beşerî aşka) da şiddetle karşı çıkmıştır. Zira aşk, önce kişinin dinini ve nâmusunu, sonra aklını ve sıhhatini tahrip eder. Ona göre kalp Allah'ı sevmek için yaratıldığından O'ndan başkasını kayıtsız şartsız olarak sevemez. Allah'ı ihlâsla sevdiği için Hz. Yûsuf, Züleyhâ'ya âşık olmamıştı. Züleyha müşrik olduğu için Hz. Yusuf'a âşık olmuştu. Aşkın yegâne sebebi tevhid ve imandaki eksikliktir. Allah'tan korkmak ve O'na gönül vermek, O'ndan başkasına gönül vermeye engeldir.
Sevginin önem ve gereğine işaret eden İbn Kayyim, aşk konusunda İbn Teymiyye'yi tâkip eder. Ona göre konusu şekil ve sûret olan olan sûrî (beşerî) aşk, büyük bir belâ, korkunç bir âfettir, kalbi tahrip eder. Ruhu Allah'tan başkasının kulu ve kölesi haline getirir, esârete düşürür. Bunun için âşık mâşukuna “kulun kölen olayın, kurbanın olayım“ diye hitap eder. Böylelikle aşkını ve mâşukunu ilâhlaştırarak ona tapar. Bir şeyi taparcasına sevmek, kişiyi o şeye bağımlı kılar, hürriyetini elinden alır. Sadece Allah'ın kulu olan ve yalnız O'nun huzurunda boyun eğen bir kimseyi kendisi gibi bir insanın kölesi haline getiren ve kayıtsız şartsız onun irâdesinin ve hâkimiyetinin altına sokan aşkın hiçbir faydası yoktur. Hak Teâlâ, “Hevâsını (aşkını) ilâhlaştıran kişiyi görmedin mi?“671 diyerek aşkın sapıklık olduğuna işaret etmiştir. Ona göre, “Mü'minler Allah'ı şiddetle severler.“672 meâlindeki âyet, “mü'minler, Allah'ı müşriklerin putları sevdiklerinden çok daha fazla severler“ mânâsına gelir. Müşriklerin putları sevmeleri sahte, mü'minlerin Allah'ı sevmeleri samimi ve hakiki bir sevgidir. Âyette bu husus belirtilmiş olup bunun aşkla bir ilgisi yoktur. Ebû Ya'lâ el-Mevsılî, Ebu'l-Hüseyin en-Nûrî'nin, “Ben Allah'a âşığım, O da bana“ sözü hakkında, “Bu, Hulûliye'nin sözüdür“ demişti. İbn Kayyim de Nûrî'ye şiddetle hücum ederek aşk kelimesinin sadece cinsî sevgi ile ilgili hususlar için kullanıldığını, ayrıca Allah'ın sıfatlarının nakle dayandığını ve tevkıfî olduğunu belirtmiştir. Buna göre, “O sever“ denilebilir ama “âşık olur“ denilemez. Übnü'l-Cevzî, Gazzâlî'nin, “İlâhîler Allah'a âşık olanın aşkını
670] Zemmü'l-Hevâ, s. 458-465
671] 45/Câsiye, 23
672] 2/Bakara, 165
- 202 -
KUR’AN KAVRAMLARI
pekiştirir“ sözüne temas ederek, “Bu çirkin bir sözdür. 'Allah'a âşık oldum' demek, vehim ve vesveseden başka bir şey değildir“ demiştir.
İbnü'l-Cevzî, İbn Teymiyye ve İbn Kayyim gibi müelliflerin tasavvufî aşka hücum ederek onu şiddetle reddetmeleri sırf bir tepkiden ibâret kalmamış, aşkı reddederken muhabbet unsurunu bütün genişliği ve derinliğiyle işlemişler ve İslâm dininin bir sevgi dini olduğunu naklî delillere bağlı kalarak izah etmişlerdir. Öte yandan tabii bir şekilde cereyan eden beşerî aşkı da anlayışla karşılamışlar, ancak bunun ifrâta götürülmemesi ve tabii sınırları içinde bırakılması lâzım geldiğini ifade etmişlerdir.
Zemahşerî, Mâide sûresinin 54. âyetini tefsir ederken, kulun Allah'ı sevmesini O'na itaat etmesi, rızâsını gözetmesi, gazabını ve azabını gerektirecek hal ve hareketlerden sakınması şeklinde izah eder. Ona göre Allah'ın kulunu sevmesi ise, amel ve ibâdete karşılık olarak onu en güzel şekilde mükâfatlandırması, böyle kullarına yüksek makamlar vermesi, onları övmesi ve kendilerinden râzı olması mânâsına gelir. Mu'tezile mutasavvıfların anladığı mânâdaki dinî ve İlâhî aşkı Hanbelîller gibi şiddetle reddeder. Büyük müfessir Zemahşerî, İlâhî aşktan bahseden mutasavvıfları insanların en câhili, ilmin ve âlimlerin azılı düşmanı, şeriat yolunun en menfur ve en rezil kişileri olarak tavsif eder. Ona göre aşk ve muhabbeti kendi dinleri olarak ilân eden mutasavvıflar, vaaz meclislerinde ve raks meydanlarında “şâhid“ adını verdikleri oğlanlar hakkında söylenen birtakım şarkılar okunursa vecde gelmiş gibi kendilerinden geçerek nâralar atarlar. Zemahşerî bunlara, “Allah, meclislerini ve raksettikleri yerleri târumar ederek virâneye çevirsin!“ diye bedduâ eder. 673
Şîî âlimlerden Ahmed el-Ahsâî, sevgide en ileri ve aşırı noktaya kadar götürülen ve aşk adı verilen şeyin şeytanca bir çılgınlıktan ibaret olduğunu belirtir. Ona göre Yüce Allah'ı en kuvvetli ve en harâretli bir şekilde seven Hz. Muhammed (s.a.s.) ile Ehl-i beyti olduğu halde, onlar bu sevgilerini ifade etmek için hakikat, ne de mecaz olarak aşk kelimesini kullanmamışlardır. Çünkü o zaman aşk sadece aşırı cinsî sevgiyi ifade ediyordu, hatta mala ve dünyaya âşık olmak gibi ifadelere bile rastlanmıyordu. Ahsâî'ye göre aşk, sûfîlere has bir ibâdet olup Allah bundan münezzehtir. Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Ehl-i beyti bundan tenzih etmek gerekir. 674
Hem İlâhî, hem de mecâzî anlamda aşk, edebiyatın ana temalarından birini oluşturmuş, bu kavram etrafında geniş bir aşk edebiyatı meydana gelmiştir. Edebiyatta ve tasavvufta “aşk“, bazen her iki anlamda ve birbirine karıştırılarak sunulmuş, İslâm'ın en temel konusu olan “tevhid“ hassâsiyetiyle ilgili zihinlerin ve gönüllerin bulandırılmasına sebep olmuştur. İslâm'ın çok kesin olarak yasakladığı ve büyük günahlardan saydığı içki, mubah gibi de değil, bir fazîlet unsuru olarak sunulmuş ve İlâhî aşk anlamında kullanılmıştır. Tasavvufî kitaplarda, tasavvufî şiirlerde “şarap“, “bâde“, “mey“, “meyhane“, “sâkî“ gibi kelimeler İlâhî aşkı anlatmak için kullanılan en güzel kelimeler olarak değerlendirilmiştir. “Aşk“ ve “âşık olmak“ denilince, insan zihninde tümüyle dünyevî ve nefsî/hevâî özellikler çağrıştığı halde, bunu yaratıklara hiçbir yönüyle benzemeyen Allah için hiç tereddüt etmeden kullanabilmişlerdir. Sonra, bu edebiyatın adına da
673] el-Keşşâf, I/647
674] Süleyman Uludağ, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 11-16
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 203 -
İslâm edebiyatı diyebilmişlerdir.
Süleyman Çelebi, Mevlid diye bilinip ibâdet kasdıyla ve kutsal kitap gibi okunan Vesiletü'n Necat adlı kitabında, Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Peygamber'e; “Ben sana âşık olmuşam ey Nebî“ şeklindeki ifadesi, Divan edebiyatına tasavvufun bu tür etkilerinden biri olarak değerlendirilir. Samed olan Allah'ın bir kuluna âşık olmasını düşünmek, bunu dillendirmek İslâm'ın Allah ve tevhid inancıyla nasıl ve ne kadar bağdaşır? Bir kadının yanağından, dudağından, saçından, belinden... bahsedeceksiniz, sonra bunların Allah aşkını ifade eden mazmumlar, mecâzî ifadeler olduğunu kabul edeceksiniz. Peygamber ve ashâbı Allah sevgisini bu şekilde mi dile getiriyorlardı? Böyle dile getirenleri duymuş olsalardı ne yaparlardı? Allah sevgisini belirtmek için lügatlarda şaraptan, kadın yanağı ve dudağından başka kelime mi kalmadı? Bunun faydası, gereği nedir, zararı ve sakıncası nedir? Ve “atalarımız ne yaptıysa, bir hikmeti vardır, biz de o yoldan yürümeliyiz, en azından bunları eleştirmemeli, yaptıklarına İslâmî sıfatı yakıştırmalıyız“ mı denilmelidir? “O (şeytan) size ancak kötülüğü, çirkini ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder. Onlara (müşriklere): 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?“ 675
Sevgi İmanın Göstergesidir
Rasûlullah (s.a.s.), Allah'ı her şeyden çok sevmeyi, imanın şartı saymıştır. Ebû Rezîn el-Akîl, kendisine: “Ey Allah'ın elçisi, iman nedir?“ diye sorunca: “Allah ve Rasûlünün, sana, her şeyden daha sevgili olmasıdır“ 676 buyurmuştur. Yine sevgi ile iman arasındaki ayrılmaz bağı şu şekilde vurgulamıştır: “Hiçbiriniz, Allah ve Rasûlü, kendisine her şeyden daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz.“677; “Kul beni âilesinden, malından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olmaz.“678; “İman ipinin (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.“679; “Kişi, dostunun dini üzeredir. İnsan kiminle dostluk kurduğuna dikkat etsin!“ 680
Bu hadisler, “Peygamber, mü'minlere, canlarından daha evlâdır/ileridir.“ 681 Ve “De ki: 'Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin...“ 682 âyetlerine uygundur.
Bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulmaktadır: “Allah bir kulu sevince, Cebrâil'i çağırıp: 'Ben falanı sevdim, sen de sev!“ der. Cebrâil de onu sever. Sonra onun için yer (halkın)da kabul konulur (İnsanlar da onu severler).“683 Bu hadis-i şerifin bir benzeri
675] 2/Bakara, 169-170
676] Ahmed bin Hanbel, IV/11
677] Nesâî, İman 2-4; İbn Mâce, Fiten 23; Ahmed bin Hanbel, IV/11
678] Buhârî, İman 8, Eymân 3; Müslim, İman 69, 70; Nesâî, İman 19; İbn Mâce, Mukaddime 9; Ahmed bin Hanbel, III/170, 207, 275
679] Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr
680] Tirmizî, Zühd 45 hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178
681] 33/Ahzâb, 6
682] 9/Tevbe, 24
683] Buhârî, Bed'ü'l-Halk 6, Edeb 41, Tevhid 33; Müslim, Birr 157; Tirmizî, Tefsîru Sûre 19;
- 204 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur'an'da şöyle ifade edilir: “Rahmân, iman edip sâlih amel işleyenler için (gönüllere) bir sevgi koyar.“684 Bu âyet de, yukarıdaki hadisi teyid etmektedir.
Mü'minler Arası Sevgi: Mü'minler, sevgide, dostluk ve kardeşlikte, tıpkı parçaları birbirine geçmiş mükemmel ve sapasağlam bir bina gibidirler veya bütün unsurları ve zerreleriyle birbirine bağlı bir vücut gibidirler. Bir vücudun herhangi bir âzâsı rahatsız olduğunda nasıl ki bütün vücut aynı rahatsızlığı, aynı acıyı duyarsa, bir tek mü'minin -dünyanın ta öbür ucunda bile olsa- çektiği acıyı, duyduğu ızdırabı diğer mü'min kardeşleri derinden hisseder. Mü'minlerin bu denli birbirlerine bağlı olduklarını Peygamber (s.a.s.) şöyle ifade etmektedir: “Mü'minin mü'mine bağlılığı, parçaları birbirini bütünleyen bir binâ gibidir.“ 685
Kur’ân-ı Kerim’de Sevgi Kavramı
Kur'ân-ı Kerim'de sevgi anlamında daha çok “Hubb (H-b-b)“ kelimesi kullanılır. Bu kelime ve türevleri, toplam 83 yerde geçer. Bunun yanında, yine sevgi anlamında “meveddet (v-d-d)“ kelimesi 28 yerde ve “ülfet (e-l-f)“ kelimesi ise 8 yerde kullanılır.
“İnsanlardan bazıları, Allah'tan başkasını Allah'a endâd/denk tanrılar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır. Keşke zâlimler azabı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azâbının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi.“ 686
“Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Hoşlanmadığınız nice şeyler vardır ki, sizin için daha hayırlıdır. Sevdiğiniz nice şeyler de vardır ki, o da sizin için şerdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.“ 687
“Nefsânî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı sevgi/düşkünlük, insanlara ziynetlendirildi, çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allah'ın katındadır. De ki: 'Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi? Takvâ sahipleri için Rableri yanında, içinden ırmaklar akan, ebediyyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allah'ın rızâsı/hoşnutluğu vardır. Allah kullarını çok iyi görür.“ 688
“De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhametlidir. De ki: 'Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez. “ 689
“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) infak edip harcamadıkça “iyi“ye eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, Allah onu hakkıyla bilir.“ 690
“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi Muvattâ, Şi'r 15; Ahmed bin Hanbel, II/267, 341, 413
684] 19/Meryem, 96
685] Buhârî, Salât 88, Mezâlim 5; Müslim, Birr 65; Tirmizî, Birr 18; Nesâî, Zekât 67
686] 2/Bakara, 165
687] 2/Bakara, 216
688] 3/Âl-i İmrân, 14-15
689] 3/Âl-i İmrân, 31-32
690] 3/Âl-i İmrân, 92
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 205 -
birleştirmiş ve O’nun nimeti sâyesinde kardeş olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.“ 691
“İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar (kâfirler/müşrikler, münâfıklar) sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz. Siz, bütün kitaplara inanırsınız; onlar ise, sizinle karşılaştıklarında 'inandık' derler; kendi başlarına kaldıklarında da, size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: 'Kininizde (kahrolup) geberin! Şüphesiz Allah kalplerin içindekini hakkıyla bilmektedir.“ 692
“...İyilik ve takvâ (Allah’ın yasaklarından sakınma) üzerinde yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.“ 693
“Yahûdiler ve hristiyanlar 'Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz' dediler. De ki: 'Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor? Doğrusu siz de O'nun yarattığı insanlardansınız. O, dilediğini bağışlar ve dilediğine azap eder. Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne varsa mülkiyeti Allah'a aittir. Sonunda dönüş de ancak O'nadır.“ 694
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve Kendisini seven, mü'minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi geniştir.“ 695
“Allah ve Rasûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da rüzgârınız/kuvvetiniz/devletiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.“ 696
“Ve kalplerinin arasını sevgi ile birleştirdi. Yoksa yeryüzünde ne varsa hepsini harcasaydın, yine onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat Allah, onların arasını sevgi ile birleştirdi...“ 697
“Kâfirler, inkâr edenler birbirlerinin dostlarıdır. Eğer siz aranızda dost olmazsanız yeryüzünde büyük fesat/kargaşa, büyük bozgun ve fitne çıkar.“ 698
“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa (istahabbû -küfrü imandan çok seviyorlarsa-), babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) velî/dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.“ 699
“De ki: 'Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.“ 700
691] 3/Âl-i İmrân, 103
692] 3/Âl-i İmrân, 119
693] 5/Mâide, 2
694] 5/Mâide, 18
695] 5/Mâide, 54
696] 8/Enfâl, 46
697] 8/Enfâl, 63
698] 8/Enfâl, 73
699] 9/Tevbe, 23
700] 9/Tevbe, 24
- 206 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Onun içinde (Mescid-i Dırârda) asla namaz kılma! İlk günden takvâ üzerine kurulan mescid (Kuba Mescidi) içinde namaz kılman elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever.“ 701
“(Yusuf:) 'Rabbim! Bana zindan, bunların benden istediklerinden daha sevimlidir! Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder ve câhillerden olurum!' dedi.“ 702
“Dünya hayatını âhirete tercih edenler (yestehıbbûne -dünyayı âhiretten daha fazla sevenler-), Allah yolundan alıkoyanlar ve onun eğriliğini isteyenler var ya, işte onlar (haktan) uzak bir dalâlet/sapıklık içindedirler.“ 703
“Rahmeti bütün canlıları kuşatan (Allah) iman eden ve güzel ameller yapanlar için (kalplerde) sevgi yaratacaktır.“ 704
“Bir zaman, vahyedilecek şeyi annene (şöyle) vahyetmiştik: 'Mûsâ'yı sandığa koy; sonra onu denize (Nil'e) bırak; deniz onu kıyıya atsın da, Benim düşmanım ve onun düşmanı olan biri onu alsın. (Ey Mûsâ! Sevilmen) ve Benim nezâretimde yetiştirilmen için sana Kendimden sevgi verdim.“ 705
“İşte o gün, gerçek hükümranlık, çok merhametli olan Allah’ındır. Kâfirler için ise, o pek çetin bir gündür. O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: ‘Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazıklar olsun bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmakta.“ 706
“(Rasûlüm!) Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin; bilakis, Allah dilediğine hidâyet verir ve hidâyete girecek olanları en iyi O bilir.“ 707
“O’nun âyetlerinden biri de kendileriyle kaynaşmanız için size kendi nefislerinizden (cinsinizden) eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır.“ 708
“Süleyman: 'Gerçekten ben mal sevgisini, Rabbimi zikretmek/anmak için istedim' dedi...“ 709
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost oluverir. Bu (haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.“ 710
“Muhammed Allah’ın Rasûlü/elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin (şiddetli), kendi aralarında ise merhametlidirler...“ 711
“Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın.
701] 9/Tevbe, 108
702] 12/Yûsuf, 33
703] 14/İbrâhim, 3
704] 19/Meryem, 96
705] 20/Tâhâ, 38-39
706] 25/Furkan, 26-29
707] 28/Kasas, 56
708] 30/Rûm, 21
709] 38/Sâd, 32
710] 41/Fussılet, 34-35
711] 48/Fetih, 29
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 207 -
Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz. Bilin ki, içinizde Allah'ın elçisi vardır. Şâyet o, birçok işte size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize sindirmiş/süslemiştir. Küfrü, fıskı ve isyânı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır. Bu, Allah'tan bir lütuf ve nimettir. Allah alîmdir, hakîmdir. Eğer mü'minlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını ıslah edip düzeltin. Şâyet biri ötekine saldırırsa, Allah'ın emrine dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adâletle düzeltin ve (her işte) adâletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever. Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki merhamete ulaşasınız. Ey mü'minler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte onlar zâlimlerdir. Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etinin yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhametlidir. Ey İnsanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, en takvâlı olanınız/O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz ki Allah bilendir, her şeyden haberdardır.“ 712
“Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, imanı yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah’ın tarafında olanlardır.“ 713
“Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zarûret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.“ 714
“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen hakkı/gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar Rabbiniz olan Allah'a inandığınızdan dolayı, Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz Benim yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Oysa Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur. Şâyet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zaten inkâr edip kâfir olmanızı istemektedirler.“ 715
“Olur ki Allah sizinle düşman olduklarınız arasında yakında bir dostluk meydana getirir. Allah, her şeye gücü yetendir. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adâletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle
712] 49/Hucurât, 6-13
713] 58/Mücâdele, 22
714] 59/Haşr, 9
715] 60/Mümtehine, 1-2
- 208 -
KUR’AN KAVRAMLARI
din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa işte zâlimler onlardır.“ 716
“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah'a ve Rasûlüne iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah'tan yardım ve yakın bir fetih. Mü'minleri (bunlarla) müjdele.“ 717
“Hayır! Doğrusu siz, çarçabuk geçeni (dünya hayatını ve nimetlerini) seviyor, âhireti bırakıyorsunuz.“ 718
“Şu insanlar, çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar da önlerindeki çetin bir günü (âhireti) ihmal ediyorlar.“ 719
“Onlar, kendi canları çekmesine rağmen, Allah sevgisiyle yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler.“ 720
“Hayır! Doğrusu siz malı aşırı biçimde seviyorsunuz.“ 721
“... Andolsun ki insan, Rabbine karşı pek nankördür. Şüphesiz buna kendisi de şâhiddir ve o, mal sevgisine de aşırı derecede düşkündür.“ 722
Allah Kimleri Sever?
İhsan Sahibi Muhsinleri (Güzellik Sergileyen, Allah'ı Görür Gibi O'na Kulluk Yapanları): “Allah yolunda infak edin, mal ve paralarınızı harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareketinizde ihsan/güzellik sergileyin, dürüst davranın, çünkü Allah muhsinleri (dürüstleri, Allah'ı görür gibi O'na kulluk yapanları) sever.“ 723
“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için infak edip harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da muhsinleri, güzel davranışta bulananları sever.“ 724
Tevbe Edenleri ve Temizlenenleri: “... Allah çokça tevbe edenleri de sever, çokça temizlenenleri de sever.“ 725
“... Onda (Takvâ mescidi olan Mescid-i Kubâ'da) temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever.“ 726
Rasûlullah'a Tâbi Olup Uyanı: “De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhametlidir.“ 727
716] 60/Mümtehıne, 7-9
717] 61/Saff, 10-13
718] 75/Kıyâme, 20-21
719] 76/İnsan, 27
720] 76/İnsan, 8
721] 89/Fecr, 20
722] 100/Âdiyât, 6-8
723] 2/Bakara, 195
724] 3/Âl-i İmrân, 134). Yine bkz. (3/Âl-i İmrân, 148; 5/Mâide, 13, 93
725] 2/Bakara, 222
726] 9/Tevbe, 108
727] 3/Âl-i İmrân, 31
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 209 -
Takvâ Sahibi Muttakîleri, Sakınanları: “Hayır! (Gerçek onların dediği değil.) Her kim sözünü yerine getirir ve kötülükten sakınır, takvâ sahibi olursa, bilsin ki Allah müttakîleri sever.“ 728
“... Allah (haksızlıktan) sakınan müttakîleri sever.“ 729
“... Allah (ahdi bozmaktan) sakınan müttakîleri sever.“ 730
Sabredenleri: “Nice peygamberler vardı ki, beraberinde birçok Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever.“ 731
Tevekkül Sahiplerini, Kendisine Dayanıp Güvenenleri: “O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, mütevekkilleri, Kendisine dayanıp güvenenleri sever.“ 732
Âdil Olanları: “... Eğer hüküm verirsen, aralarında adâletle hükmet. Allah âdil olanları sever.“ 733
“Her işte adâletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever.“ 734
“... Allah, adâletli olanları sever.“ 735
Kendi Yolunda, Kenetlenmiş Gibi Saf Bağlayarak Savaşanları: “Allah, Kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever.“ 736
Allah Kimleri Sevmez?
Aşırı gidenleri: “Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez.“ 737
Fesâdı/Bozgunculuğu: “... Allah fesâdı/bozgunculuğu sevmez.“ 738
Fâsidleri/Bozguncuları: “... Allah fesadçıları/bozguncuları sevmez.“ 739
“... Yeryüzünde fesâdı/bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, müfsidleri (bozguncuları) sevmez.“ 740
Günahlarda Israr Eden Nankörleri, Fâizle Uğraşanları: “Allah fâizi (ondan gelen kârı) tüketir/mahveder (fâiz karışan malın bereketini giderir); sadakaları ise arttırır/
728] 3/Âl-i İmrân, 76
729] 9/Tevbe, 4
730] 9/Tevbe, 7
731] 3/Âl-i İmrân, 146
732] 3/Âl-i İmrân, 159
733] 5/Mâide, 42
734] 49/Hucurât, 9
735] 60/Mümtehıne, 8
736] 61/Saff, 4
737] 2/Bakara, 190
738] 2/Bakara, 205
739] 5/Mâide, 64
740] 28/Kasas, 77
- 210 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bereketlendirir. Allah, nankörlükte ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez.“ 741
Kâfirleri, Allah'a ve Rasûlüne İtaat Etmeyenleri: “De ki: 'Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez. “ 742
“... Şüphesiz O (Allah), kâfirleri sevmez.“ 743
Zâlimleri: “... Allah zâlimleri sevmez.“ 744
“... Doğrusu O (Allah), zâlimleri sevmez.“ 745
Şımarıkları: “... Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez.“ 746
Kendini Beğenip Böbürlenen Kimseleri: “... Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.“ 747
“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez.“ 748
“... Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.“ 749
Müstekbirleri, Büyüklük Taslayanları: “Hiç şüphesiz Allah, onların gizleyeceklerini de açıklayacaklarını da bilir. O, müstekbirleri/büyüklük taslayanları asla sevmez.“ 750
Hâin Günahkârları: “Kendilerine hıyânet edenleri savunma; çünkü Allah hâinliği meslek edinmiş günahkârları sevmez.“ 751
“... Allah, hâin ve nankör olan herkesi sevgisinden mahrum eder, onları sevmez.“ 752
“... Allah hâinleri sevmez.“ 753
Kötü Sözün Açıkça Söylenmesini: “Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak haksızlığa uğrayan başka. Allah her şeyi işiten ve bilendir.“ 754
Sınırı Aşanları: “Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın ve sınırı aşmayın. Allah sınırı aşanları sevmez.“ 755
“Rabbinize yalvara yakara ve gizlice duâ edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez.“ 756
İsrâf Edenleri: “... İsrâf etmeyin; çünkü Allah müsrifleri/isrâf edenleri sevmez.“ 757
741] 2/Bakara, 276
742] 3/Âl-i İmrân, 32
743] 30/Rûm, 45
744] 3/Âl-i İmrân, 57, 140
745] 42/Şûrâ, 40
746] 28/Kasas, 76
747] 4/Nisâ, 36
748] 31/Lokman, 18
749] 57/Hadîd, 23
750] 16/Nahl, 23
751] 4/Nisâ, 107
752] 22/Hacc, 38
753] 8/Enfâl, 58
754] 4/Nisâ, 148
755] 5/Mâide, 87
756] 7/A'râf, 55
757] 6/En'âm, 141, 7/A'râf, 31
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 211 -
Hadis-i Şeriflerde Sevgi Kavramı
“El-mer'ü mea men ehabbe (Kişi sevdiği ile beraberdir.)“ 758
“Bir kişi, beni anne ve babasından daha fazla sevmedikçe iman etmiş olmaz.“ 759
“Kişi, Allah ve Rasûlünü, o ikisi dışında kalan her şeyden daha çok sevmedikçe imanın tadını bulamaz.“ 760
“Nefsim yedinde olan Allah'a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.“ 761
“Mü’minin mü’mine karşı durumu (bağlılığı), bir parçası diğer parçasını sımsıkı kenetleyip tutan/bütünleyen binâ gibidir.“ Hz. Peygamber, bunu açıklamak için, iki elinin parmaklarını birbiri arasına geçirerek kenetledi. 762
“Mü’minler birbirini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer organlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.“ 763
“Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.“
“Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip arzu etmedikçe (gerçek anlamda) iman etmiş olmaz.“ 764
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, haksızlık yapmaz, onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir müslümandan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyâmet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.“ 765
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona hıyânet etmez, yalan söylemez ve yardımı terketmez. Her müslümanın, diğer müslümana ırzı, malı ve kanı haramdır. (Kalbini işaret ederek:) Takvâ buradadır. Bir kimseye şer olarak müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi yeter.“ 766
“Birbirinizle hasetleşmeyin. Almayacağınız bir malın fiyatını müşteri kızıştırmak için arttırmayın. Birbirinize kin ve nefret beslemeyin. Birbirinize darılıp yüz çevirmeyin. Birinizin satışı üzerine başka biriniz satış yapmasın. Ey Allah’ın kulları, böylelikle kardeş olun. Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulüm ve haksızlık yapmaz, yardımı kesmez ve onu hakir görmez. -Peygamberimiz üç defa göğsüne işaret ederek buyurdular ki- Takvâ buradadır. Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi, bir kimseye şer olarak yeter. Her müslümanın kanı, malı ve ırzı başka müslümana haramdır.“ 767
758] Buhâri, Edeb 96, Ahkâm 10; Müslim, Birr 161, 165
759] Buhâri, İman 8; Müslim, İman 69
760] Buhârî, İman 9; Müslim, İman 67; Tirmizî, İman 10
761] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66; Kütüb-i Sitte Terc. 10/133
762] Buhârî, Salât 88, Mezâlim 5; Müslim, Birr 65; Tirmizî, Birr 18; Nesâî, Zekât 67
763] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66
764] Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyâmet 59; Nesâî, İman 19, 33; İbn Mâce, Mukaddime 9
765] Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58; Ebû Dâvud, Edeb 38, 60; Tirmizî, Hudûd 3, Birr 19; İbn Mâce, Mukaddime 17
766] Tirmizî, Birr 18
767] Müslim, Birr 32; Buhârî, Edeb 57; Ebû Dâvud, Edeb 47; Tirmizî, Birr 24; İbn Mâce, Duâ 5
- 212 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Sakın zanna yer vermeyin; zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin (gizli kusurları araştırmayın), rekabet etmeyin, hasetleşmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahrik etmez. Kişiye kötülük olarak, müslüman kardeşini hakir görmesi yeterlidir. Her müslümanın canı, malı, kanı ve ırzı diğer müslümanlara haramdır. Allah sizin sûret ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. Sakın ha, birbirinizin satışı üzerine satış yapmayın. Ey Allah’ın kulları kardeş olun. Bir müslümanın kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl olmaz.“ 768
“Din kardeşin zâlim de olsa, mazlum da olsa ona yardım et.“ Bir adam: “Yâ Rasûlallah! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim; ama zâlimse nasıl yardım edeyim, söyler misiniz?“ dedi. Peygamberimiz: “Onu zulümden alıkoyar, zulmüne engel olursun. Şüphesiz ki bu ona yardım etmektir“ buyurdu. 769
“Bir kul, bu dünyada başka bir kulun ayıbını örterse, kıyâmet gününde Allah da onun ayıbını örter.“ 770
“Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların zarar görmediği kimsedir. Muhâcir ise, Allah’ın yasakladığı şeylerden uzak duran kimsedir.“ 771
“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden önce o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.“ 772
“(Ancak) Allah için seven, Allah için buğz eden/nefret duyan, Allah için veren ve Allah için sıkılık yapıp vermezlik yapan kişi imanını kemâle erdirmiş, olgunlaştırmıştır.“ 773
“Sevdiğini ölçülü sev; bir gün düşmanın olabilir. Sevmediğine de ölçülü buğz et; bir gün dostun olabilir.“ 774
“Birbirinizle kinleşmeyin, haset etmeyin, birbirinizden yüz çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları kardeş olunuz...“ 775
“Bir kişiye, müslüman kardeşine hakaret etmesi kötülük olarak yeter.“ 776
“Allah'ım, Seni sevmeyi ve Seni seveni sevmeyi ve Senin sevgine beni yaklaştıracak şeyi sevmeyi bana nasip et ve Senin sevgini bana kendimden, âilemden ve (sıcak ve harâretli günde) soğuk sudan bana daha sevimli kıl.“ 777
768] Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34; Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Birr 18
769] Buhârî, Mezâlim 4, İkrâh 6; Tirmizî, Fiten 68
770] Müslim, Birr 72; Buhârî, Mezâlim 3; Ebû Dâvud, Edeb 38; Tirmizî, Birr 19; İbn Mâce, Mukaddime 17
771] Buhârî, İman 4-5, Rikak 26; Müslim, İman 64-65; Ebû Dâvud, Cihad 2; Tirmizî, Kıyâmet 52, İman 12; Nesâî, İman 8, 9, 11
772] Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48
773] Et-Tâc, c. 5, s. 78
774] Tirmizî, Birr 60
775] Buhârî, Edeb 57, Ferâiz 2; Müslim, Birr 23; Tirmizî, Birr 24
776] Müslim, 1, 32
777] Tirmizî, Deavât 72, 73
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 213 -
Ebû Rezîn el-Akîl, kendisine: “Ey Allah'ın elçisi, iman nedir?“ diye sorunca, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle cevap vermiştir: “Allah ve Rasûlünün, sana, her şeyden daha sevgili olmasıdır.“ 778
“Hiçbiriniz, Allah ve Rasûlü, kendisine her şeyden daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz.“ 779
“Kul beni âilesinden, malından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olmaz.“ 780
“İnnallahe cemîlun yuhıbbu'l-cemâl -Allah güzeldir, güzeli sever-.“ 781
“İman ipinin (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.“ 782
“Kişi, dostunun dini üzeredir. İnsan kiminle dostluk kurduğuna dikkat etsin!“ 783
“Ruhlar bir araya getirilmiş gruplar gibidir; tanışıp uyuşanlar birleşir, uyuşmayanlar ayrılır.“ 784
“Allah bir kulu sevince, Cebrâil'i çağırıp: 'Ben falanı sevdim, sen de sev!“ der. Cebrâil de onu sever. Sonra onun için yer (halkın)da kabul konulur (İnsanlar da onu severler).“ 785
“Allah, bir kulu sevdiğinde, o kulu meleklere de insanlara da sevdirir. Bir kula buğzedince de meleklere ve insanlara da o kula karşı buğzettirir.“ 786
“Kim Allah için tevâzu ederse Allah onu yükseltir. Kim de kibirlenirse Allah onu alçaltır. Kim Allah'ı çok zikreder/anarsa, Allah onu sever.“ 787
“Kulum Bana, en çok, farz ibâdetlerle yaklaşır. Kulum, nâfile ibâdetlerle de Bana yaklaşmağa devam eder. O kadar yaklaşır ki onun işiten kulağı Ben olurum, Benimle işitir. Gören gözü Ben olurum, o Benimle görür. Tutan eli Ben olurum, o Benimle tutar. Yürüdüğü ayağı Ben olurum, o Benimle yürür.“ 788
“Allah bir kulunu sevdimi onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olur. Bu kul Allah'tan bir şey dilese dileği kabul edilir. Allah'a sığındığında da Allah onu korur. Allah, velîsine düşman olan kimselere harb ilân eder.“ 789
“Onlar (Allah'ın velîleri) öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanır, zikredilir.“ 790
778] Ahmed bin Hanbel, IV/11
779] Nesâî, İman 2-4; İbn Mâce, Fiten 23; Ahmed bin Hanbel, IV/11
780] Buhârî, İman 8, Eymân 3; Müslim, İman 69, 70; Nesâî, İman 19; İbn Mâce, Mukaddime 9; Ahmed bin Hanbel, III/170, 207, 275
781] Müslim, İman 147; İbn Mâce, Duâ 10; Ahmed bin Hanbel, IV/133, 134, 151
782] Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr
783] Tirmizî, Zühd 45, hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178
784] Buhârî, Enbiyâ 2, 3; Müslim, Birr 159, 160; Ebû Dâvud, Edeb 16; Ahmed bin Hanbel, II/295, 527, 537
785] Buhârî, Bed'ü'l-Halk 6, Edeb 41, Tevhid 33; Müslim, Birr 157; Tirmizî, Tefsîru Sûre 19; Muvattâ, Şi'r 15; Ahmed bin Hanbel, II/267, 341, 413
786] Buhârî, Tevhid 33, Edeb 41; Müslim, Birr 157
787] İbn Mâce, Zühd 16
788] Buhârî, Rikak 38; Ahmed bin Hanbel, VI/256
789] Buhârî, Rekaik 38; İbn Mâce, Fiten 16
790] Dürrü’l Mensur, 4/370; naklen Elmalılı, 4/495
- 214 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Üç konuda müslümanın kalbi kin tutmaz, hıyânet etmez: Amellerde ihlâs, devlet adamlarına nasihat, cemaatten ayrılmama“ 791
“Kim, insanların kızması pahasına Allah’ı dost edinmekle O’nu râzı ederse Allah o kimseyi insanların nazarında yüceltir. Kim de Allah’ın gazabına rağmen insanları râzı ederse, artık onu Allah’ın azâbından hiçbir şekilde kurtarmak mümkün olmaz.“ 792
Nebî (s.a.s.) Ali’nin (r.a.) oğlu Hasan’ı öpmüştü. O sırada Akra İbn Hâbis de Peygamberimiz’in yanında bulunuyordu. Akra: “Benim on tane çocuğum var, onlardan hiç birini öpmedim“ dedi. Rasûlullah (s.a.s.) ona hayretle bakıp:“Merhamet etmeyen kimseye merhamet olunmaz“ buyurdular. 793
Çölde yaşayan bedevîlerden bir grup Rasûlullah (s.a.s.)’ın huzuruna geldiler ve “Siz çocuklarınızı öpüyor musunuz?“ diye sordular. Peygamberimiz: “Evet“ buyurdu. Onlar: “Fakat biz, Allah’a yemin ederiz ki, onları öpmüyoruz“ dediler. Rasûlullah (s.a.s.): “Allah sizin kalplerinizden merhamet duygusunu çıkarıp almışsa, ben ne yapabilirim ki!“ buyurdu. 794
“İnsanlara merhamet göstermeyen kimseye Allah da merhamet etmez.“ 795
“Bana dünyanızdan kadın ve güzel koku sevdirildi. Gözümün nûru da namazdır.“ 796
“Birbirlerini seven (erkek ve hanım)ler için, nikâh/evlilik gibisi görülmedi.“ 797
“Ben, müşrikler arasında ikamet eden her müslümandan berîyim/uzağım.“ Ashâb; “Niçin yâ Rasûlallah?“ diye sorunca, şöyle buyurdu: “Çünkü o ikisinin ateşi birbirini görmez.“ 798
“Kim bir müşrikle ittifak yapar ve onunla birlikte ikamet ederse, o da onun gibidir.“ 799
“Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı beştir. Selâmını almak, hasta ziyaretine gitmek, cenâzesine katılmak, dâvetine icâbet etmek, aksırınca ‘yerhamukelllah’ demek.“ 800
“Aziz ve celil olan Allah Teâlâ, kıyâmet gününde şöyle diyecek; ‘Benim celâlim adına birbirlerini sevenler nerede? Gölgemden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı şu günde onları gölgemde gölgelendireyim.“ 801
“Allah Teâlâ buyuruyor ki: ‘Benim celâlim adına birbirini sevenler var ya! Onlar için orada öyle minberler vardır ki, peygamberler ve şehidler bile onlara gıpta ederler.“ 802
“Allah’ın kulları arasında bir grup var ki, onlar ne peygamberlerdir, ne şehidlerdir. Üstelik kıyâmet günü Allah indindeki makamlarının yüceliği sebebiyle peygamberler ve şehidler onlara gıpta ederler.“ Orada bulunanlar sordu: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, onlar kimdir,
791] İbn Mâce, Mukaddime, 18; Ebû Dâvud, İlim 10; Tirmizî, İlm 7; Ahmed bin Hanbel, 3/225
792] Tirmizî, Zühd 64
793] Buhârî, Edeb 18; Müslim, Fezâil 65; Ebû Dâvud, Edeb 145; Tirmizî, Birr 12
794] Buhârî, Edeb 18; Müslim, Fezâil 164; İbn Mâce, Edeb 3
795] Buhârî, Edeb 18; Tevhid 2; Müslim, Fezâil 66; Tirmizî, Birr 16, Zühd 48
796] Nesâî, İşretü’n-Nisâ 1; Ahmed bin Hanbel, III/128, 199, 285
797] İbn Mâce, Nikâh 1
798] Ebû Dâvud, III/45, hadis no: 2645
799] Ebû Dâvud, III/93, hadis no: 2787
800] Buhârî, Cenâiz 2; Müslim, Selâm 4; Ebû Dâvud, Edeb 98
801] Müslim, Birr 37, hadis no: 2566
802] Tirmizî, Zühd 53, hadis no: 2391; Kütüb-i Sitte Terc. 10/139
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 215 -
bize haber verir misin?’ “Onlar, aralarında kan bağı ve dünya menfaati için birbirlerine bağlı olmadıkları halde, Allah’ın nûru (Kur’an) adına birbirlerini sevenlerdir. Allah'a yemin ederim ki, kesinlikle onların yüzleri nurdur. Onlar bir nur üzeredirler. Halk korkarken onlar korkmazlar; İnsanlar üzülürken onlar üzülmezler.“ Ardından da şu âyeti okudu: “İyi bilin ki, Allah’ın velîlerine/dostlarına korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.“ 803
“Din nasihatten (samimiyetten) ibarettir!“ Yanında bulunanlar; ‘kim için ey Allah’ın Rasûlü?’ diye sormaları üzerine, şöyle buyurdu: “Allah için, Peygamber için, müslümanların imanları ve hepsi için! Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona yardımını kesmez; ona yalan söylemez; ona zulmetmez. Herbiriniz, kardeşinin aynasıdır. Onda bir rahatsızlık görürse bunu onda izâle etsin (gidersin).“ 804
Sevgi, Gönlün Ölümsüz Meyvesi
Sevgi, varlık sorusunun cevabı. Sevgi, mahlûkat ağacının tohumu. Sevgi, yüreğin ölümsüz meyvesi. Sevgi, Yaratan ve yaratılanıyla varlığın ortak sesi. Sevgi, insanın, harcadıkça çoğalan tek sermayesi.
Sevgi, varlık sorusuna nasıl cevap olabilir? Şöyle ki: Olmayan bir şeye sevgi duyulmaz, sevmekten söz edebilmek için “diğeri“ gerekli. Süje olmadan objeyi kim bilir? Sevginin sözkonusu olduğu bir yerde elbette sevenlerle sevilenlerin varlığı kaçınılmazdır. Ortada olmayan bir şeye sevgi duymak abes olur.
İşte bunun için sevgi, varlık sorusunun cevabıdır. Sevgiyi bilen, sevecek, onu paylaşacak birini arar. Çünkü sevginin en güçlü tezâhürüdür paylaşmak. Sevgiyi paylaşmak isteyen yaratmak gibi bir güce sahip değilse eğer, varlık içerisinden bir “diğeri“ni bulup sevgiyi onunla paylaşacaktır. Yok, bu zat yaratma gücünü elinde tutan Allah ise, elbette sevilen ve seven birilerini yaratıverecektir. “O’nun işi, bir şeyin olmasını istediği zaman ona sadece ‘ol’ demektir, hemen oluverir.“ 805
Allah Vedûd’dur; Çok Seven ve Çok Sevilendir
Her şeyin olduğu gibi sevginin kaynağı da Allah’tır. Sevgi çağlayanının kaynağında O vardır. Yeryüzünde gelmiş geçmiş en büyük sevgi okulları (din) O’nundur. Dünyanın görüp göreceği en yetenekli sevgi öğretmenleri (peygamberler) O’nun okulunun mezunlarıdır. Sevginin ölümsüz kitabını yine O yazmıştır. Çünkü O; Vedûd’dur, yani “çok seven.“ Yalnız o kadar mı? Elbette değil; aynı zamanda O “çok sevilen“dir. Nedeni yine aynı: Çünkü O; “Vedûd“dur. Kendi dilinden, kendisini öyle tanıtmaktadır; kendisini tanıyabileceğimiz en sağlam kaynakta, Kur’an’da: “Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O’na tevbe edin! Doğrusu Rabbim çok merhamet eden, çok sevendir.“806; “O (Allah) bağışlayandır, sevendir.“ 807
O’nun sevmesinin öbür adı “cennet“tir. Sevginin çözülüp eşyaya dönüşmesidir cennet. O yalnız seven, yalnız sevdiren değil; aynı zamanda sevindirendir de. Neyle olacak, cennetle elbette. Hem, çok sevenin, çok sevilenin, çok sevindirmemesi düşünülebilir mi? O hem çok seven, hem de çok sevilendir. “Vedûd“ ism-i celîlinin gramatik özelliğidir bu. Feûl vezninden mübâlağa sîgası, anlam olarak
803] 10/Yûnus, 62; Ebû Dâvud, Büyû’ 78, hadis no: 3527; Kütüb-i Sitte Terc. 10/142
804] Tirmizî, Birr 17, 18, hadis no: 1928; Müslim, İman 95
805] 36/Yâsin, 82
806] 11/Hûd, 90
807] 85/Bürûc, 14
- 216 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hem etken hem de edilgen bir yapısı var. Yani fâil olarak “çok seven“ anlamına geldiği gibi, mef'ûl olar olarak “çok sevilen“ anlamına da gelir. Allah’ın Vedûd olması demek, O’nun çok seveceği ve O’nu çok seven birilerinin olması demektir. İşte bunun içindir ki, sevgi varlık sorusunun cevabıdır.
Sevgi, üflenen ruh gibi, özü İlâhî olan değerlerden biridir. Sözkonusu değerlerin çok azı Yaratanla yaratılan arasında paylaşılır. Paylaşılan bu değerlerin başında gelir sevgi. Yaratıcımızı tanıma hususunda bize kılavuzluk eden diğer sıfatlara benzemeyen farklı bir boyutu vardır Vedûd sıfatının. Örneğin Merhamet Edendir (Rahmân), Bağışlayandır (Rahîm), fakat merhamet edilmeye ve bağışlanmaya muhtaç değildir. Affeder (Ğafûr), affedilmez; Hükmeder, hükmolunmaz; Doyurur (Râzık), doyurulmaz... Bu gibi sıfatlar hem fâil hem mef'ul anlamıyla Allah için kullanılamaz. Bunları böyle kullanmak, kişinin imanını tehlikeye sokacak küfür sözler arasına bile girebilir. O’nun kendisi için seçip beğendiği “Vedûd“ isminin işte bu açılardan farklılığı vardır. Allah, sevgiyi kullarıyla paylaşmakta “O onları, onlar da O’nu sevmektedir.“ 808
Diğer nimetlerine karşılık olarak “ûbûdiyet (kulluk)“ isterken, sevgi nimetine aynı cinsten karşılık beklemektedir. Bu mânâda bir başka örneği daha yoktur sevginin ve sevgi rakipsizdir. Yaratan onu varlığın ortak değeri kılmıştır. Doyurmuş, doyurulmayı istememiş; vermiş, almayı istememiş; yaşatmış, yaşatılmayı istememiş; korumuş, korunmayı istememiştir. Fakat sevgiye gelince iş değişmiş, onu tüm varlığa şâmil kılarak, sevmiş ve sevilmeyi istemiştir.
Sevgi Mahlûkat Ağacının Çekirdeğidir: Kur’an’da sevgi üç ayrı terimle ifade edilir: Muhabbet, meveddet, ülfet. En çok kullanılan da birinci sıradaki “hubb (ha-be-be)“ kökünden türetilen terimlerdir. Sevgi anlamına gelen bu terim, aynı zamanda çekirdek, tohum, öz, nüve (habb) anlamlarına da gelmektedir. Bu mânâlarıyla Kur’an’da da kullanılmıştır.809 Bu ikinci anlamını da gözönünde tutarak rahatlıkla diyebiliriz ki sevgi varoluşun tohumudur, çekirdeğidir, özüdür. Varlığın yaratılış hikmeti, insanın varoluş illetidir. Her şey değerini ve ömrünü illetinden alır. İlleti ölümsüz olan değerlerin kendisi de ölümsüzdür; Allah için sevmek gibi. İlleti ölümlü olan değerlerin mâlûlü de ölümlüdür; kul için sevmek gibi. Ancak seven (Vedûd) var oldukça sevgi de var olacak; O, bu ölümsüz illetle yaratmasına devam edecektir. “O her an yeni bir iştedir (Hayatı her an tazelemekte, yaratmaya devam etmektedir).“ 810
Mahlûkatın sebebi olan sevgi tohumunun ekilebileceği en verimli toprak gönüldür. Adını sevgi koyduğumuz çandır tohumlar değil de Vedûd olan Allah’ın bağışladığı cins tohum; hamı alınıp nadaslanmış, taşı ayıklanıp keseği kırılmış, emek ve işçilikle sürülüp gözyaşıyla sulanmış selîm bir kalbe ekilirse, gönül harcadıkça çoğalan bitmez tükenmez bir sevgi ambarına dönecek; bu tohum, bire on değil; bire bin, bire yüz bin veren gönül toprağının ölümsüz hazinesi olacaktır. İnsan gönlünün bu ölümsüz meyvesinden tam verim alabilmek için üç şey gerekli: Cins bir tohum (sevgi), bakımlı bir tarla (kalp), fedâkâr bir bahçıvan.
En kötü kalpazanlık, sevgi kalpazanlığıdır. Karşılıksız çek kesen türedi tüccar
808] 5/Mâide, 54
809] bk. 6/En’âm, 95; 55/Rahmân, 12
810] 55/Rahmân, 29
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 217 -
gibi karşılıksız sevgi imal eden türedi sevgi tâcirleri yaptıkları kalpazanlığın adını “insanlık sevgisi“ ya da “hümanizm“ koyabilirler. Nasıl olsa bir faturası yok bu “kalp sevgi“nin. Kalpazanlığın bir başka türü de sevgiyi donun içinde aramaz, ya da günümüzde olduğu gibi fuhşun adını sevginin zirvesi olan “aşk“ koymak.
Ortalığı sahte sevgilerin ve sevgi sahtekârlarının kapladığı bir çağda gerçek sevgiyi ancak vahyin kılavuzluğunda bulabiliriz. Çünkü vahiy, hem sevenlerin ve hem sevilenlerin en yücesi olan Allah’ın kelâmıdır; sevgiyi sevgiyle yaratan Allah’ın...
Sevgi Mihenk taşıdır: Evrenin yaratılış hikmeti, insanın ölümsüz devleti, mü’minin dünyadaki cenneti, varlığın tek ortak serveti olan sevgi, aynı zamanda İlâhî vahyin de çatısını oluşturur. Bu çatı “sevmek“ ya da “sevmemek“ üzerine kurulmuştur. Bu İlâhî üslûp, sevginin “belirleyici“ olduğu sonucuna götürüyor bizi. Sevgi, Allah’ın kişiyi vurduğu mihenk taşıdır. Evrenin sahibi, kendisine karşı isyan etme, karşı gelme yetisiyle donattığı insanı kahretmekten, ateşe atmaktan, azab etmekten daha çok “sevmemek“le korkutup uyarıyor. Allah’a itaatin illeti sevgi olarak belirirken, itaatsizliğin illeti de sevgisizlik olarak ortaya çıkıyor.
Korku mu? O var, olmalı da; ancak illeti azap, gazap ya da cehennem olmak yerine, yine “sevgi“ olmalı. Bu sayılanlar O’nun sevmemesinin bir sonucu değil midir? Allah’a duyulan korkunun temelinde cezaya çarptırılma korkusu değil de O’nunla kendisi arasındaki sevgiyi yıpratma korkusu, illeti sevgi olan korkudur ki, istenilen de budur ve “takvâ“ bunun adıdır.
Allah, kitabını sevmek ve sevmemek üzerine binâ etmiştir. Şu âyetlerde sevginin insanın amellerinin belirleyicisi olarak nasıl kullanıldığına bakalım:
“Allah hâinleri sevmez.“ 811
“Allah tevbe edenleri sever.“ 812
“Allah fesatçıları sevmez.“ 813
“Allah müttakîleri sever.“ 814
“Allah haddi aşanları sevmez.“ 815
“Allah dengeli (âdil, kıst) olanları sever.“ 816
“Kuşkusuz Allah ihânette ilerlemiş günahkârı sevmez.“ 817
“Allah, yolunda kurşunla kaynatılmış sağlam duvar gibi saf halinde savaşanları sever.“ 818
“Çünkü Allah büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.“ 819
811] 8/Enfâl, 58
812] 2/Bakara, 222
813] 5/Mâide, 54
814] 3/Âl-i İmrân, 76
815] 3/Âl-i İmrân, 57
816] 5/Mâide, 42
817] 4/Nisâ, 107
818] 61/Saff, 4
819] 4/Nisâ, 36
- 218 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Allah (her türlü pislikten) temizlenip arınanı sever.“ 820
Hepsi bu kadar değil elbet. Sevgi ekseni etrafında dönen bu âyetleri çoğaltmak mümkün. Bunlardan başka sevginin belirleyiciliğine, sevginin başöğretmeni ve insan sevgisinin ufku Rasûlullah’ın ve ashâbının hayatından da çarpıcı örnekler bulabiliriz. Kişinin niteliğinin tesbitinde sevginin belirleyici bir unsur olduğunu Allah Rasûlünde de görüyoruz. O, dışarıdan bakınca sahibini negatif konumlara oturtacak kimi davranış sahiplerini, sözkonusu olumsuz davranışlarıyla değil de sevgileriyle değerlendirmiştir. Ashâbı arasında olumsuz davranış sergileyen kimilerine karşı oluşan muhâlefeti dengelemek ve aşırı gidenlere unutulan bir boyutu daha hatırlatmak için birçok olayda “Hayır! O kardeşiniz Allah ve Rasûlünü seviyor“ buyurmuştur. Rasûlullah’ın sevgiyi belirleyici olarak gösterdiği birçok örnekten Buhârî ve başkalarının naklettiği yalnızca birini aktarmakla yetinelim. Hz. Ömer anlatıyor:
“Allah Rasûlü zamanında Abdullah isminde “eşek“ lakaplı biri vardı. Hareketleri ile Peygamberimizi güldürürdü. İçki içtiği için Efendimiz ona sopa attırmıştı. Yine bir defasında içki içerken yakalanmış ve sopa yemişti. Onun birkaç kez sopa yediğini gören biri: “Allah lânet etsin! Ne kadar da çok içiyor“ dedi. Allah Rasûlü: “Sus, ona lânet etme! Bilmiyorsun ki o, Allah ve Rasûlünü seviyor“ buyurdu.
Bu tavır, ameli hiçe sayan ters yönde bir dengesizliğe delil olamaz elbet. Çünkü bu örneğin kendisi, bir ifrâtın, bir dengesizliğin Allah Rasûlü eliyle önlenmesidir. İnsanları zaaflarından dolayı mahkûm ederek kimi çok güzel hasletlerini görmezden gelmeyi reddediyordu. Lâneti hak etmemiş birine lânet etmeyi hoş görmemişti Rasûlullah. Belki bununla onun duâya ihtiyacı olduğunu, affa ve rahmete ihtiyacı olduğunu îmâ etmişti. Elbette böylesi örnekler ameli sıfıra çıkaran Mürcie dengesizliğine delil olamazlar.
“De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayan, merhamet edendir.“821 Sevginin belirleyiciliğine güzel bir örnek de bu âyet-i kerime. Kişi sevmediğine de itaat eder; ama eğer seviyorsanız itaat edin, yani itaatinizin illeti Allah sevgisi olsun.
İtaat edin ki sevginiz lafta kalmasın, ödeyin onun bedelini. Sevdiğiniz Zat’ın hatırı için Rasûl’e itaat etmekle sevginizi yürek ülkenizde iktidara geçirin; iktidarsız sevgi olmaktan kurtulup iktidarlı sevgiye dönüşsün. O zaman ne mi olacak? Sevginizi Allah’a ispatlamış olacaksınız, onun bedeli olan itaati ödeyerek yapacaksınız bunu. İşte o dem Allah da sizi sevecek; yalnızca o kadar mı? Değil elbet, o da sevdiğini sana ispatlayacak, silecek günahlarını, bağışlayacak seni. Senin Allah’a olan sevginin ispatı “itaat“ iken Allah’ın sana olan sevgisinin ispatı da “mağfiret“ olacak. Bu sevgi sürdükçe senin itaatin artacak, senin itaatin arttıkça onun bağışı ve rahmeti artacak. İşte sana müthiş bir formül. Bu formülden haberi olmayan insanların yakalarından tutarak sars onları ve onlara “De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız...“ Ve yine de ki onlara: Kim Allah’a sahip, o neden mahrum? Kim Allah’tan mahrum, o neye sahip?
Sevmek ve Adamak: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve Kendisini seven, mü'minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı
820] 9/Tevbe, 108
821] 3/Âl-i İmrân, 31
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 219 -
onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi geniştir.“ 822
Allah’ın yolundayken O'ndan yüz çevirenlerin ilk yitirdiği şeyin “sevgi“ olduğunu anlıyoruz. Önce sevgiyi kaybediyorlar, Allah onları sevmiyor, onlar da Allah’ı. Ve arkası geliyor. Çünkü sevgi diğer eylemlerin illeti. İllet yok olunca mâlûlün durması için hiçbir sebep kalmıyor. Mü’minlere karşı yumuşak başlı olması gerekirken tam tersi bir tavra giriyor: Sebebi sevgisizlik. Kâfirlere karşı izzetli olması gerekirken, tam tersi bir tavır alıyor; sebebi yine aynı. Sevginin, Allah’a olan sevginin en yüksek ifadesi olan cihadı terkediyor. Bedeli “can“ ve “kan“ olan bir sevgiden yoksun kalınca, o bedeli ödeyecek güç bulamıyor kendinde. Çünkü artık “Beni seven ve benim sevdiğim Allah ne der?“ yerine, “falan ne der?“ sorusu geçiyor. O güne kadar sevdâsı uğruna kınayıcının kınamasından korkmazken, o sevginin yok oluşuyla kınanmak korkusu gibi aşağılık bir duyguya teslim oluyor. Dün sevgi sâyesinde özgürken bugün sevgisizlik çukurunda nefsin, şeytanın, eşyanın ve çevrenin esiri oluyor. Dün sevgi sâyesinde üreten ve veren biriyken bugün sevgisizliğin pençesinde sürekli tüketen ve alan derekesine düşüyor.
Sevmek vermektir, sahip olduğunuz en değerli varlığı, yüreğinizi vermek... Vermek denilince, öyle çıkarıp sunmak değil; paylaşmak anlamında vermek. Kişi, başkasına veremediğinin, “diğeri“yle paylaşamadığının sahibi değildir. Ya da kişinin sahip olduğu şey başkasına verebildiği şeydir. Bundan dolayı yüreğine sahip olamayanlar sevemezler. Yüreği işgale uğramış bir insanın sevebilmesi düşünülemez. Çünkü orası işgal edilmiştir, yüreğinin iktidarı kendi ellerinde değildir, onu bir başkasıyla paylaşamaz. Böylesine işgale uğramış bir yüreğin sahibi sevmekten söz ediyor, “sevdim“ diyorsa, sevdiğine sahte adresli dâvetiye çıkartıyor demektir.
Vereceğiniz şey ne kadar değerliyse, onu vereceğiniz yer de o kadar yüce olmalı. Daha doğru bir deyişle, verdiğinizin kıymetini bildiğiniz ölçüde seçersiniz verilecek yeri. Sevginin adanabileceği en büyük kapı Allah’ın kapısıdır. Sevgiyi o kapıya adamak, ona en yüksek değeri biçmektir. Sizden olan bir şeyi ölümsüzleştirmektir. Çünkü bir adağın sorumluluğu, adandığı andan itibaren, adandığı kapıya geçer.
Sevmek adamaktır. Adağın tasarrufu, adandığı kapıya aittir. Eğer sevginizi bir ölümsüze adamışsanız onu da ölümsüzleştirmişsiniz demektir. Allah’ı sevmek, sevgiyi ölümsüzleştirmektir. İlleti ölümlü olan sevginin kendisi de ölümlüdür. İlleti ölümsüz olanın kendisi de ölümsüzdür.
Söz buraya gelmişken, yanlış bir kanaate değinmek istiyorum. Bu kanaatte sevgi, şahsiyet geliştirici ve kişiye varlığını duyumsatıcı bir üretim aracı değil; seveni sevdiğinde yok edici (fenâ) bir tüketim aracıdır. Kişiyi olgunlaştıran ve ona şahsiyet kazandıran, sevgiyi sevgi olmaktan çıkarıp tutkuya dönüştüren ve onu bir can kurdu gibi insanı yiyip bitiren bir heyûlâ olarak tarif eden bu anlayışın vardığı son durak vahdet-i vücut dengesizliğidir. Hintli bilge Tao Tse’de görüldüğü gibi pisliğin içinde bile (hâşâ) tanrının görüldüğünü söylemeye kadar
822] 5/Mâide, 54
- 220 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vardırılan bu yamuk felsefe, Kur’an’ın öngördüğü “Hâlık-mahlûk“ ikilemine taban tabana zıttır.
Sevmek, bazılarının iddiâ ettiği gibi yok olmak (fenâ) değil; aksine “sevmek, var olmaktır“, varlığından haberdar olmaktır, kişinin kendi varlığını ispatlamasının en kestirme yoludur. Çünkü sevgi, şahsiyeti koruyarak bütünleşmektir. Birbirinde yok olmak değil; birbirinde var olmaktır. Yok olma (fenâ) faraziyeleri, sevgiyi tek yönlü kabul ederek sevenin sevdiğinde yok olacağını iddiâ eder. Hâlbuki sevgi çift yönlüdür. Bu gerçek Allah’la kul arasındaki sevgide bile geçerlidir: “Allah onları sever, onlar da Allah’ı.“823 Sevgi bir başkasına hulûl (girme, onda yok olma) değil; bir başkasında kişinin benliğini duyumsaması, varlığının farkına varmasıdır.
Bir sevgi ki ferde kendi kimliğini kaybettiriyorsa o sevgi, sevgi değil girdaptır, karşıdaki de sevgili değil üzerine konan canlıyı eritip sindiren ve canavar bitki olarak bilinen Nepentes çiçeğidir. Kişiyi sevdiğinde kaybeden bir sevgi üretici değil; tüketici bir sevgidir; Züleyha’nın Yusuf’a (a.s.) olan sevgisi gibi. Hem kendisi tükenir hem de karşısındakini tüketir. Çünkü o sevdâya kara çalınmıştır; kontrolden çıkmış, “ak sevdâ“ iken “kara sevdâ“ olmuştur. Kur’an’da Züleyha için geçtiği gibi yakıp tüketen bir şey olmuştur: “Sevda onun bağrını yakmış, dediler.“824 Evet, onu tüketmiş, o da kendisini tüketenden intikam almak istemiştir. Tabii bu intikam dönüp onu tüketmek biçiminde gösterecektir kendini. Onca sevgisine rağmen mi? Evet, onca sevgisine rağmen yapmak isteyecektir bunu.
Böylesine bir sevgi kimse için meşrû değildir. Meşrû sevgi, aklı baştan almaz; tersine aklı lâyık olduğu yere koyar. Bazılarının iddiâ ettiği gibi Allah sevgisinden dolayı akıl yitirilmez. Allah’ı seven O’nun yerli yerinde yarattığı ve hikmetle yerleştirdiği aklı nasıl yerinden eder? Nasıl sevdiğini söylediği Zat’ın hikmetine müdâhale edebilir? Böylesi bir şey, Züleyha’nın Yusuf’a sopa çektirmesi ve bunu da, sevgi adına, sevginin üst sınırı olan aşk adına yaptığını iddiâ etmesi kadar abestir. Evet, bu tüketiciliğin de bir sevgi çeşidi olduğunda şüphe yok. Fakat normal ve üretici değil, anormal ve tüketici bir sevgidir bu. Eğer istediğini elde etseydi Züleyha, o sevgi hem kendisini hem karşısındakini yakacaktı.
Allah’ı sevmek adına, Allah’ın sevdiği gibi yarattığı insanın dengesini bozmak, imrenilecek bir şey olsaydı, bu işi öncelikle Allah'ı onun kadar hiç kimsenin sevemeyeceği Rasûlullah ve ashâbı yapardı. Rasûllerin bizden çok daha bilip tanıdıkları Allah Teâlâ’yı gereği gibi sevmemeleri düşünülemez. Allah’ın kendilerinden râzı olduğu, kendilerinin de Allah’tan râzı olduğu sahâbe için de geçerli aynı şey. Sevdikleri Allah ve Rasûlü yoluna sevginin en büyük bedeli olan can ve kanlarını koyan sahâbe içerisinden belki her türlüsü çıkmıştır, ama Allah aşkından deli-divâne olduğu söylenen, çok sevdiklerini bildiğimiz bu iki varlığa karşı duydukları aşk yüzünden aklını kaçırıp “meczup“laşan biri çıkmamıştır. Kimdir Allah’ı Rasûlullah’tan (s.a.s.) daha çok sevdiğini iddiâ eden? Bunu söylemeye kimin dili varabilir? Hem en güzel örneğimiz olan Allah Rasûlü’nün ve onun ellerinde yetişen neslin bu konudaki tavrı bizler için takip edilecek en doğru yol değil midir?
823] 5/Mâide, 54
824] 12/Yusuf, 30
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 221 -
Allah’ı ruhuyle sevenlerin, kalbiyle sevenlerin aklını başında bırakır sevgi. Allah’ı aklıyla sevenlerin aklı ise başlarından gider. Çünkü sevgi, “bilmek“ değil; “tanımak“tır, akıl bunu kaldıracak kapasitede değildir: “İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez. Zira bu terâzi bu kadar sıkleti çekmez.“ Evet, akıl terazisi bu kadar ağırlığı kaldıramayacak, ince bir yerinden kırılıverecektir.
Adresleri doğru tesbit etmek gerek. Sevginin yerini, adresini de doğru tesbit etmek gerek. Bildiğimiz bir şey var: Allah sevgisini en üst düzeyde yaşayan Rasûl ve ashâbı arasından mecnun ve meczubun çıkmadığı. Yine bildiğimiz bir şey var: Allah Rasûlünün ve ashâbının Allah’ı çok, hem de pek çok sevdiği ve sevginin yüksek bedelini ödemekten bir an bile kaçınmadığı. İslâm’daki cihad farîzası, kulun Allah’a olan sevgisinin en yüksek tezâhürüdür. Çünkü sevginin büyüklüğü fedâkârlıkla orantılıdır. Kişinin sahip olabildiği en büyük değer “can“dır. Sahip olduğu o değeri en çok sevdiğini iddiâ ettiği Zat’ın yoluna sevgisinin bedeli olarak koyar, O’na bu şekilde ispat eder sevgisini. Değilse ispat edilmemiş sevgi kof bir sevgidir, kuru bir iddiâdan öte bir değeri yoktur. Onu ne Yaratan ve ne yaradılan ciddiye alır.
Bu durumda varacağımız en doğru hüküm şudur: Allah’ı çok sevenler kendini Allah’a, O’nun yoluna adayanlardır. Bu yüzden şehâdet en büyük sevgidir, şehid ise sevgisini/coşkusunu kanıyla ve canıyla ispat etmiş ölümsüz sevendir. Bu sevgi, öyle bir sevgidir ki; bu sevgi uğruna bir kez değil; bin kez ölünür. Bu sevgi insana: “Gül yüzlü güzel ölüm / Seni bin kez ölürüm.“ dedirtir. Bu sevginin Peygamber dilindeki ifadesi budur; sevgisini kanıyla ispat eden şehidin, bu eylemi dönüp dönüp tekrarlama isteğidir. Hem, doğrusu da öyle değil mi?
Sevgini ispatlamak için gerekirse İbrâhim gibi ateşin ortasına kaldırıp atacaksın kendini. Senden istenildiğinde böyle ispat edeceksin sevgini. Elbet O da ispat edecek, seni sevdiğini, kabzasından tuttuğu ateşe emrederek: “Yâ nâru kûnî berden ve selâmen alâ İbrâhîm.“825 diyecek. Ateş de sahibinin bu emrini tutup sevgiyi yakmaya güç yetiremeyecek; seven ve sevilene soğuk ve serin olacaktır. Fakat buna rağmen bu sevgiyi yıpratırım diye tir tir titreyeceksin. Hem canını adayacak, hem korkacaksın; hem ateşe atlayacak, hem de sevgiyi kaybetmekten korkacaksın; işte budur takvâ. 826
Sevginin Zirvesi: Takvâ
Takvâ kelimesi, “sakınmak“ biçiminde çevrilir Türkçeye. Takvânın ne olduğunu bilmek, ancak yaşamakla mümkün. Ama takvânın salt korku demeye gelmediği rahatlıkla söylenebilir. Bu kavramın içerdiği anlamlar içinde, tabii korku da var. Ancak bu korku; ateşten, cehennemden, azabdan, kahrdan korkmak değil. Bu tür korkuya “havf“ derler ki, onda sevgi aranmaz.
Ya nedir? Takvâdaki korku, kulun Rabbiyle arasındaki sevgiyi yıpratma korkusudur. O yakacak diye değil; O sevmeyecek diye korkmaktır. Yanmanın en büyüğü O'nun sevmemesidir. İşte takvâ, kişinin Allah'la arasında oluşturduğu sevgiyi yıpratmamak için tetikte durması, o sevgiyi gözbebeği gibi korumasıdır. Bu durumda vedûd olan Allah'ın değil yasaklarını; O'nun hoşlanmama ihtimali olan şeyleri bile terkeder. Değil O'nun emirlerini; O'nu hoşnut edeceğini sandığı
825] 21/Enbiyâ, 69
826] M. İslamoğlu, Yürek Devleti, s. 83-96
- 222 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tüm eylemlere sarılır. Bütün bunları yaparken de başka hesaplar yapmaz. Yalnızca sevgiyi korumayı, onu yıpratmamayı amaçlar. Takvâda, titreyişin illeti ödül ya da ceza değil; sevgidir.
Takvâ sevginin zirvesidir. Sevgi, umut, korku... Bu üçlünün insan ruhunda meydana getirdiği hâlettir. Sevgi, umut, korku; üçü birlikte yalnızca Allah için duyulur. Bunların üçünü birden Allah’tan başkasına tahsis etmek, tahsis edilen o şeyi “ilâh“ edinmektir. İnsan birini yalnız sevebilir, bu akîdevî bir mesele teşkil etmez. Ya da birine umut besleyebilir veyahut birinden korkabilir. Ancak bu üçünü birden Allah’tan başkasına tahsis edemez. Bunu yapmak O’na eşler (endâd) bulmak demeye gelir. Fakat bunları tümüyle Allah’a tahsis etmek kişiyi övgüye en lâyık makama ulaştırarak “müttakî“ yapar. Bu üç ayrı ruh hali insandaki üç farklı bilincin dinamiğidir; ulûhiyet, rubûbiyet ve ubûdiyet bilincinin...
Değil bunların üçünü birden Allah’tan gayrıya tahsis etmek, mü’minin bir başkasını Allah’ı sever gibi sevmesine bile Allah’ın rızâsı olmamaktadır. Böyle bir durumu “kendisine ortak koşmak“ olarak adlandırmaktadır. Cenâb-ı Hak, “İnsanlardan kimi Allah’tan korkar gibi, hatta daha fazla İnsanlardan korkmaya başladılar: ‘Rabbimiz niçin bize savaşı farz kıldın? Bize biraz daha süre tanısaydın olmaz mıydı?’ dediler. De ki: ‘Dünya geçimi azdır; takvâ sahibi için âhiret daha iyidir. Size kıl kadar haksızlık edilmez.“827 Evet, Allah’ı sever gibi sevenlerin durumunu belirten âyetin üslûbuyla, Allah’tan korkar gibi korkanların durumunu belirten âyetin üslûbu arasında çok açık bir fark vardır. Yanlış sevginin cezası, yanlış korkunun cezasından kıyas götürmeyecek kadar büyük. Allah’ı sever gibi sevmek adeta şirkle tanımlanırken, Allah’tan korkar gibi korkmak sadece yeriliyor. Bu da sevginin azametine çarpıcı bir örnek.
Sevgiye tanınan bu ayrıcalık da gösteriyor ki, o, duyguların en yücesidir. Yerini bulduğunda sahibini de yüceltir. Tersi de geçerli elbet; yerini bulmadığında ise sahibini aynı oranda alçaltır. Onu yerli yerinde harcamayan harcanacaktır.
Alçak gönüllülük, sevginin yücelttiği kişilerde görülen bir erdemdir. Bunun tersi olan kibir ve gurur ise sevgi yoksulluğunun doğal sonucudur. Kerim âyetteki sıralama bunun en güzel delilidir: “O onları sever onlar da O’nu. Mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzetlidirler.“ Evet, mutlak alçaklık anlamına gelen “zillet“ bile sevginin yanına gelince kanatlanıp yükseliyor ve sahibini de yükseltip övülen bir erdeme dönüşüyor; rezîletken fazîlet oluyor. Aynen alçaklık gibi. O da öyle değil mi? Tek başına alçaklık iğrenç bir durumken, gönlün, sevginin toprağı olan gönlün yanına gelince birden kanatlanıp fazîlete dönüşüyor, alçak+ gönül, yani alçak gönüllülük bir meziyet oluyor. Asıl alçaklık tevâzu gösterilecek yerde tevâzu göstermemek oluyor, mü’mine karşı kibirlenmek, gururlanmak oluyor. Bunun temeli de sevgisizliğe dayanıyor.
Yine âyetin devamından anlıyoruz ki kâfirlere karşı gösterilen şecaat ve cesaretin kaynağı da sevgidir. Sevgi insanı taraftar yapar. Kimin olacak, elbette sevdiğinizin taraftarı. Eğer sevdiğiniz Allah ise, siz de Allah taraftarı (hizbullah) olacaksınız. Bu durumda sevdiğinizin dostlarına dost, düşmanlarına düşman olacaksınız. Kâfirler karşısında ödleklik ve pısırıklık sergilemenin illeti de sevgisizlik olarak ortaya çıkıyor bu durumda. En büyük alçaklık, illeti sevgisizlik olan
827] 4/Nisâ, 77
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 223 -
korkudur. Özetle sevmek cesarettir.
En iyisi sen başka şeyden değil; sevmemekten, sevememekten kork. Tabii bir de sevgiyi yerli yerine koyamamaktan, her derde devâ olan bu ilacı bir intihar âleti olarak kullanmaktan kork. Sevgi gibi kökü İlâhî olan bir duyguyu yanlışa âlet ettiğinde Allah’ı karşında bulacaksın. İşte bu noktada Allah kıskançtır. Rasûlullah’a dayandırılan bir haberde: “Saad kıskançtır, ben Saad’dan daha kıskancım, Allah da benden daha kıskançtır“ buyrulur. Allah’ın güzel isimlerinden biri de “Ğayûr“dur, yani “kıskanç“. Kulunu ulûhiyet ve rubûbiyet noktasında başkasından kıskanma olayı. Salt kendisi için yaratıp herbir şeyi emrine verdiği kullarının kendisi dışında ya da kendisiyle birlikte başka ilâh edinmelerini (şirk) işte bu yüzden affetmemektedir. Ğayûr olduğu için, Vedûd olduğu için çok sevdiği kullarının bu konudaki yanılgılarını kat’iyyen affetmemekte, bunun dışındakilerini affedebileceğini söylediği halde sırf bunu (şirki) affetmeyeceğini bildirmektedir.
Rabb-i Rahîm’in bu gayretine rağmen insanın kendisine vesenden, sanemden, tâğuttan, canlıdan, cansızdan, ideolojiden, teknolojiden, özetle O’nun dışındaki herhangi bir şeyden ortaklar bulmasını affetmez. Affetmemekle kalmaz; çok şiddetli bir biçimde cezalandırır. Sevgi (iman) yükselmektir, öyle yükselmek ki gökleri geçmek, zamanı ve mekânı geçmek. İşte budur Allah’ın kuluna olan sevgisi. Kul O’na ortak koşmakla bu sevgiye ihânet ederse bu, o kulun, o muazzam yükseklikten düşmesi anlamına gelir ki, bu düşüşün dehşetini haber vermekten diller âciz kalır. Sevgiyi yitirenin halini güzel özetlemiş Seyrânî:
“Zor gönülden düşme gökten düşmenden, ben bilirim.
Kalb-i sultandan düşen kul parçasından pâre bul.“
Cibt gibi insanın kendi cinsinden birini, sanem gibi elleriyle yaptığını, vesen ve tâğut gibi özel ya da tüzel kişilik sahibi otoriteleri, hevâ gibi düşünce, sistem, ideoloji ve ekolleri “rab“ edinmenin Allah’ı nasıl gazaba getirdiğini doğrudan Rasûlullah’ı muhâtap alan ve insanı iliklerine kadar titreten şu âyette görebiliriz: “Sakın Allah ile beraber başka tanrı edinme! Sonra rezil bir şekilde kovularak cehenneme atılırsın.“828 Ömründe puta tapmamış ve daha sonra da tapmayacağı kesin olan Rasûlullah’ın gönlünü sâbit tutması için büyük sevgisine halel getirmemesi için bir uyarıydı bu. Uyarı üslûbunun sertliği aynı zamanda sevginin de büyüklüğünü gösteriyordu.
Kimi, Nasıl Sevmek? “Kimi sevmek“ sorusuna doğru cevap bulmak yetmiyor, “kim için sevmek“ sorusunu da doğru cevaplamak gerekiyor. Eğer birincisini doğru cevaplamak yetseydi şeytan kovulmazdı. O Allah’ın rabliğini hiçbir zaman inkâr etmedi, lâkin o Allah’ın sevdiğini sevmedi, hatta onu (Âdem) hasetledi, Allah’ı ondan kıskandı. Bu kıskançlıkla diğerini karıştırmayalım. İkisi arasında illet farkı var; yine “sevgi“. Ğayûr’un kıskançlığının illeti sevgi iken, “ğarûr“un (şeytanın) kıskançlığının illeti “sevgisizlik“tir. Sevgisizlik ise hasedin öbür adıdır. O’nu sevmek yetmez, sevdiğini de O’nun için seveceksin. O’nun sev dediklerini seveceksin. O neyi, ne kadar seveceğimizi vahy ile belirlemiş, çizmiş sınırları. Bu sınırları iyi bilecek ve tecâvüz etmeyeceksin. O’nun, sevginden başkalarına da pay ayırmana bir dediği yok. Yeter ki dozajını kaçırma. Sevginin kontrolünü elden bırakma, ne ne kadar pay ayıracağını iyi bil. Buyurun sevginin İlâhî
828] 17/İsrâ, 39
- 224 -
KUR’AN KAVRAMLARI
taksîmâtına:
“De ki: 'Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini (gazabını) getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.“829 “Babalar“ diye başlıyor âyet ve sıralıyor kişinin Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihaddan daha fazla sevebileceği şeyleri, kendisini bu üç sevgiliden alıkoyabilecek olan engelleri ya da sevgi kantarının topuzunu kaçırma ihtimali olan değerleri. Kur’an’ın dilinde, bu sayılanları Allah’tan, Rasûlünden ve O’nun yolunda cihaddan daha fazla sevmek fâsık olmanın yeterli delilidir. Bu âyet, sevgide dengenin nasıl sağlanacağını öğretiyor bize, bu dengeyi bozanları tehdit ediyor.
Allah bu saydığı isimleri imtihan aracı kılarak nebîlerini sevgi sınavından geçirdi. İbrâhim’i, hem babası ve hem de oğluyla sınadı. Nuh’u oğlu ve karısıyla sınadı. Lût’u eşiyle sınadı. Rasûlullah’ı yakınlarıyla sınadı. Eyyub’u malıyla sınadı. Bütün bu nebîler (Allah’ın selâmı tümünün üzerine olsun!) alınlarının akıyla verdiler sınavlarını. Bazıları için belki biraz zor oldu. Nuh’un oğlu için, Rasûlullah’ın amcası Ebû Tâlip için duyduğu hislerde olduğu gibi. Ama sonunda oldu. İbrâhim’e gelen koç, doğru adresten şaşmayan sevgiye verilmiş bir ödüldü.
İnce bir nokta var: Babayı, kardeşi, kadını, hısım akrabayı saydığı halde anneyi saymıyor âyet. Babayı saydığı halde anneyi saymamasının nedeni, baba sevgisinin şartlı sevgi oluşundan. Baba sevgisi, kazanılan bir sevgidir, umutlar gerçekleşmediği zaman yiter. Evlâdından beklentileri vardır babanın, kendisinin gerçekleştiremediklerini o gerçekleştirecektir, babasının kutsallarını koruyacak bir haleftir. Gereğinde çocuğunu Allah’tan ve O’nun yolundan alıkoyar. Eğer yukarıda sayılan emellerinin gerçekleşmesine evlâdının Allah yolunda oluşunu engel olarak görüyorsa gözünü kırpmadan yapar bunu. Hatta daha ileri gider, kendi kutsalları ve atasının kutsalları adına Allah’a karşı, Rasûl’e karşı savaştırır onu. Baba evlâdıyla arasındaki sevgiyi emellerinin gerçekleşmesi uğrunda kullanamazsa sevgisi azalır, hatta tümden yitebilir.
Fakat anne sevgisi öyle değildir. O kazanılmış değil; verilmiş bir sevgidir. O sevgide kayıt ve şart yoktur, baba gibi birtakım beklentileri sevgisine temel yapmaz. Eğer birtakım şartlar ileri sürmüşse, bu şartlar babada olduğu gibi “atalık“ hesapları yüzünden değil; tamamen onun iyiliğine olacağını sandığı içindir. Babada “ben“ ağır basarken anada “o“ ağır basar.
Günümüzde birçok ana baba farkında olarak ya da olmayarak evlatlarının katili oluyorlar. Evlatlarını Allah’tan kıskanıyorlar. Allah’ın dininden kıskanıyorlar. Ve Allah’tan daha çok seviyorlar onları. Daha doğru bir deyişle Allah’ı onlardan daha az seviyorlar. Elbet Gayûr olan Allah da buna râzı olmuyor, yalnız kendisi için yarattığı bir şeyin yine yarattıklarınca kendisinden (Yaratanından) esirgenmesine, kıskanılmasına râzı olmuyor ve sonunda alıyor ellerinden. Onun gerçekte kime ait olduğunu böylesine sert bir ihtarla hatırlatıyor bazen ebeveynlere. Anne babalar Allah’tan kıskanarak, onlar Allah’ı sever gibi severek evlâtlarının sonunu hazırlıyorlar. Bu yanlışı bazen de eşler yapıyor. Eşler Allah
829] 9/Tevbe, 24
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 225 -
yolunda birbirleriyle yarışa çıkmış iki atlet gayreti içerisinde olması gerekirken o yola dikilen birer engel oluyorlar. Böyle olunca da Allah kendi koyduğu sevgi ve merhameti alıyor, yani kendi yuvalarını kendi elleriyle yıkıyorlar, kendi huzurlarını kendi elleriyle kaçırıyorlar. Evet, Allah’ın koyduğu sevgiyi... Âyete buyurun; hem de sevgiye “âyet“ diyen âyete: “O’nun âyetlerinden biri de kendileriyle kaynaşmanız için size kendi nefislerinizden (cinsinizden) eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır.“ 830
Allah’ın âyetlerinden bir âyet olan sevgi’yi O’nun yolunda kullanmak varken o sevginin sahibine karşı silâh olarak kullanmak ne hamâkat! Ailelerin yanlışı, kendilerini önce eş sonra kul saymalarında. Genellikle babaların hoşuna gitmekte önce evlat sonra kul tavrı. Bu ise, Allah’ın râzı olmayacağı bir durum; dahası inanan birinin almaması gereken bir tavır:
“İnsanlardan bazıları, Allah'tan başkasını Allah'a endâd/denk tanrılar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır.“831 Çağdaş insanın Allah’a inanışı câhiliye müşriklerinin Allah’a inanışına nitelik yönünden çok benziyor. Çünkü sevgi değil ihtiyaç belirliyor Rable olan ilişkileri. Çünkü insan “Ey Allah’ım, Sana muhtacım, çünkü Seni seviyorum“ deme yerine; “Seni seviyorum, çünkü Sana ihtiyacım var“ demeye getiriyor.
Câhiliyyede de, müşrikler kendilerini Allah’a yaklaştırdığını iddiâ ettikleri putlarını savaş, kıtlık ve salgın hastalık zamanlarında hatırlarlardı. O sıkıntı geçince, dün ölürcesine yalvardıkları tanrılarını ertesi gün unuturlar, hayatın akıntısına tekrar dalarlardı. Allah’a taptığını iddiâ eden günümüz insanının da yaratıcısıyla ilişkisi buna benzemiyor mu? Bu ilişkinin temeli sevgiye değil; ihtiyaca dayanmıyor mu? Dahası açınız çağdaş insanın gönlünü, onu kaptırdığı şeyler arasında Yaratıcı’nın kaçıncı sıraya geldiğine bakınız. Hatta gönlüne tıkıştırdığı bir yığın dünyalık arasında Yaratıcı’ya bir yer ayırıp ayırmadığına bakınız.
Bir Meş'ale Ki Mevlâ Yaka, Üflemekle Sönmez: Sevgi, verilen bir şey mi, kazanılan bir şey mi? Bu soruya “her ikisi de“ biçiminde cevap vermek mümkün. İhlâs da öyle değil mi? Kitab’ta her iki anlamıyla birden kullanılır: Muhlisîn (ihlâsı kazananlar), muhlasîn (ihlâs verilenler). Elbet sevginin en garantilisi Allah tarafından verilen sevgidir. Bu çok çeşitli alanlarda kendini gösterir. Meselâ iman konusunda: “... Fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu sizin kalplerinizde süsledi ve size küfrü, fıskı ve isyânı çirkin gösterdi. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.“832 Sevgi, bu anlamda hidâyetin öteki adı olmuştur. Bir şeye sahip olmakla, sahip olunan bir şeyi sevmek arasında fark olmalı. İmanı sevmek, imanlı olmaktan öte bir olay olsa gerek. İmanı seven biri, onun üzerinde titreyecek, hatırını sürekli hoş tutacak, uğrunda büyük fedâkârlıklara katlanacaktır. İmanı sevmek, imanın düşmanları olan küfürden, fısktan, isyandan nefret etmeyi gerekli kılıyor. İlkini sevdiren Allah bu sonuncusundan da kulunu nefret ettiriyor. Bu durumda nefret de sevginin kaçınılmaz unsuru oluyor.
“Her şey zıddıyla kaim“ ilkesine göre zaten sevmeyenin nefret etmesi, nefret etmeyenin sevmesi düşünülemez. Ancak nefretin meşrûlaşması illetinin “sevgi“
830] 30/Rûm, 21
831] 2/Bakara, 165
832] 49/Hucurât, 7
- 226 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmasıyla mümkündür. Süsleme olayının sevmekle doğrudan ilgili olduğunu bu âyetten anlıyoruz. Obje (iman)’yi süsleyip güzelleştirmek yetmiyor, subjenin de güzel olması gerekiyor. Daha açık bir deyişle, baktığımız güzel olmalı, fakat bakışımız da güzel olmalı. İşte bunun için Allah imanı süsleyip güzelleştirirken bakışı da ihmal etmiyor. Yamuk bir bakış eğriyi doğru, doğruyu eğri gösterecektir sahibine. Kötülüklerin çirkin gösterildiği bir bakış doğru bir bakış demektir. İşte bunu yapıyor Allah.
İman için sevgiden belirleyici olarak söz eden Kur’an, küfür için de aynı ölçüyü koyuyor: “Küfrü sevmek...“ “Ey iman edenler! Eğer imana karşı küfrü seviyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi velîler/dostlar edinmeyin. Sizden kim onları velî tanır, dost tutarsa işte zâlimler onlardır.“833 Çifte standardı tabiat haline getiren günümüz insanının yaşadığı vahim çelişkiyi ortaya koyan bu âyet gerçekte yaygın bir ikiyüzlülüğe parmak basıyor. İnandığını iddiâ ettiği halde imana karşı küfrü sevenlerin, küfrü destekleyenlerin, küfrü savunanların baba-kardeş de olsalar, imanı sevenler tarafından velî ve dost edilmemelerini tavsiye ediyor.
Sadece imanı sevip küfrü sevmemek yetmiyor, imanlıyı sevmek, kâfiri ve onların dostlarını da sevmemek gerekiyor. Onlar isterse inandıklarını iddiâ etsinler, imana ve imanlıya dost olamazlar, velî olamazlar. Çünkü imanlı olmak yetmiyor, imanı sevmek de gerekiyor. Bu da yetmiyor, onun düşmanları olan inkâr, günah ve Rasûlüne isyanı sevmemek gerekiyor; karanlıkla aydınlığı birbirine karıştırmamak gerekiyor.
Verilen sevgiden söz ediyorduk. Daha önce sevgiyi Allah’ın kendinden üflediği ruha benzetmiştim. Bakınız âyete, âdetâ O’ndan bir parça olarak söz ediyor sevgiden: “Gözümün önünde büyütülesin diye senin üzerine Benden bir sevgi bıraktım.“834 Rûhu herkes taşırken sevgi daha özel bir ilişki gerektiriyor ve onu bazıları taşıyor. İnsanın erebileceği en büyük saâdet O’ndan bir sevgiyi üzerinde taşımasıdır. Sözkonusu bu sevgiyi taşıyacaklarda aranan özellikler, yani O’ndan bir sevgi taşımaya lâyık olabilmek şartları şöyle tesbit ediliyor: “İman eden ve sâlih amel işleyenler için Rahmân bir sevgi yaratacak.“835 Bir şey dikkatimizi çekiyor; Kur’an’da nerede Allah’ın sevmesinden söz edilse, bu âyette olduğu gibi, hemen yanı başında rahmetten, bağıştan söz ediliyor.836 Sevgi Allah’ın rahmet kalemleri içerisinde baş sırayı oluşturuyor. Bu nedenle de sevgiden mahrum olmak, rahmetten mahrum olmak anlamına geliyor.
Sevgi barıştır, üstelik barışın en büyük teminatıdır. Elbette sevginin de bir teminatı olması gerek. İşte teminatı da Rabbimiz veriyor: “Ve onların kalplerinin arasını (sevgi ile) uzlaştırdı. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin yine onların kalplerinin arasında ülfeti oluşturamazdın, fakat Allah onların kalplerinin arasını uzlaştırdı.“837 Gönül ferman dinlemiyor ve sevgi henüz borsalara düşmedi. İki insan birbirini kaç para verseniz sever? Ya da seven iki insan hangi bedeli ödeyince terkeder bu sevgiyi? Fiyatı nedir kalbin ve onun en soylu meyvesi olan sevginin?
Gönüllere söz geçirecek olan sultanlar ve fermanlar değil; yalnızca o
833] 9/Tevbe, 23
834] 20/Tâhâ, 39
835] 19/Meryem, 96
836] Bkz. 11/Hûd, 90; 85/Bürûc, 14
837] 8/Enfâl, 63
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 227 -
gönlün sahibi olan Allah’tır. O’nun bir vasfı da “Mukallibu’l-Kulûb (Kalpleri evirip çeviren)“dir. Eğer o gönüllerde sevgi meş’alesini tutuşturmuşsa bir, dünya bir araya gelse, söndüremeyecektir o meş’aleyi. Şair de öyle demiyor mu: “Bir şem’a ki Mevlâ yaka, üflemekle sönmez.“ 838
Sevgi Toplumu
“Hani siz birbirinize düşman idiniz. Allah kalplerinizi birleştirdi, O’nun nimeti sâyesinde kardeşler oldunuz. Siz (ülfet yokken) ateşten bir çukurun kenarındaydınız, Allah sizi (illeti sevgi olan bir topluluk içine katarak) ondan kurtardı.“839 Sevgisizliğin İlâhî lisandaki tasviri “ateş çukurunun kenarında olmak.“ Öyle ki yarım adım daha atınca kendinizi yalnızlık ve sevgisizlik çukurunda bulabilirsiniz. Allah sâyesinde yalnızlıktan kurtulup sevgiyi tattınız. Sevginin vazgeçilmez unsurunun “diğeri“ olduğunu konuya girerken söylemiştik. En büyük toplumsal rahmet olan “ülfet“in (kelime anlamı olarak birbirine geçirmek, aradaki boşlukları doldurmak demeye gelir. İman edenlerin kalplerine Allah’ın yerleştirdiği kardeşlik sevgisidir.) önşartı nedir, biliyor musunuz? Birlikte olmaktır, topluca sarılmaktır, yani cemâdât değil; cemaat olmaktır. Aynı âyetin girişini okuyalım: “Ve Allah’ın ipine hep birlikte sarılın, bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın.“840 Evet, Allah’ın hatırlamamızı istediği nimetin ülfet olduğunu âyetin devamında gördük. İşte sevgi nimetinin şükrü öncelikle sevgide birliğin sağlanmasıdır. Herhalde kimse sevginin olmadığı bir yerde vahdetten söz edemez.
Cemaat, sevginin bir araya topladığı ülfet adlı yürek devletini kurabilmiş insanlar topluluğudur; yüreklerini paylaşanların, ülfet kimliğiyle vizesiz gümrüksüz birbirlerinin gönlüne özgürce yol bulanların topluluğudur. Ümmet işte bu toplulukların oluşturduğu okyanusun adıdır. Böyle bir topluluğun fertleri yürek ülkelerinde muhabbeti iktidar etmişlerdir. Sevgi toplumunda fertler birbirlerinin gönlünü, hayat denizinde kopan ya da kopacak olan fırtınalara karşı, emin bir liman, selâmetli bir sığınak, bereketli bir barınak bilirler.
Sevgi toplumunda insan insanın kurdu değil; insan insanın cennetidir. Sevgi iksirinin cennet haline getirdiği yüreklerinde konuklarlar birbirlerini. Öyle bir yürek ki, çarşılarında sevgi satılır, terazilerinde sevgi tartılır, ancak karşılığında para değil yine sevgi alınır. Sevgilerinin faturası yine sevgidir. Çok kere severler ve sevgilerini bezlederler, fedâ ederler. Sevgi toplumunda insanlar yeni tanıdıkları her “insan“a yeni nâzil olmuş bir âyet gibi bakarlar.
Sevgi toplumunun fertleri, yüreğin işlevini iyi bilirler, onu nükleer bir güç merkezi gibi kullanırlar. Sorunlarını sevgiyle çözmeye çalışırlar. Kendi aralarındaki kavgaları sevgiden, tokatları ise şefkattendir. Olağanüstü durumlarda sevgilerini tümden silmezler, parantez içine alırlar. Bu da üç günü geçmez, geçemez. Dövmeleri gerekiyorsa nefret ettikleri için değil; sevdikleri için döverler. Birbirlerini tezgâhlarına koyup tüketmezler, gönüllerine ekip o münbit toprakta üretirler.
Sevgi toplumunda yüreklere asılan “sevgili pankart“ta şu yazılıdır: “Vallahi
838] M. İslâmoğlu, Yürek Devleti, s. 96-107
839] 3/Âl-i İmrân, 103
840] 3/Âl-i İmrân, 103
- 228 -
KUR’AN KAVRAMLARI
birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız, iman etmedikçe de cennete giremezsiniz.“841 Bu sözün sahibi olan sevginin başöğretmeni, ashâbına ara ara sevgi dersi veriyordu. Bir gün Hz. Ömer’in elini eline almış, “tamam, şimdi oldu“ deyinceye kadar onun yüreğine sevgi akıtmıştı. 842
Sevgi, peygamberlerin ve onların dâvet mirasını üstlenenlerin, dâvetlerine muhâtap olanlardan istedikleri tek karşılık idi. Tüm nebîlerin dâvetleri karşılığında bir ücret istemedikleri Kur’an dilinden sık sık vurgulanır. Çünkü maddî karşılığı olmayan bir eylem, fedâkârlık ve samimiyetin en büyük delilidir. Peygamberler kendilerini çağırdıkları şeyde samimi olduklarını insanlara hatırlatmak için ücret almadıklarını, ecri yalnızca Allah’tan beklediklerini sık sık vurgulamışlardır. Bütün bunlara karşın insanlardan bir tek şeyi istemelerine izin verilmiş. Ne demek “izin verilmiş“; istemeleri Allah tarafından tavsiye ve teşvik edilmiş, bu mükteseb bir hak olarak görülmüş. Nedir o bir tek şey? Tahmin edeceğiniz gibi yine “sevgi“: “De ki: ‘Ben buna karşılık sizlerden bir ücret istemiyorum. İstediğim yalnızca yakın bir sevgidir.“ 843
Sevmek kaynaşmaktır. İnsanların birlikte olmalarının illeti sevgi olursa o birlikteliğin ömrü de sevginin ömrüne eş olacaktır. Sevmek vahdetin ta kendisidir. Seven insan, cemaat ırmağına dökülen bir katre olmayı kabullenmiş demektir. Çokta yok olmaz, teki çoğa karıştırarak çokta var olur, kendinden olanların içinde kendini bulur. Değil mi ki balık gölde yetişir? O sevgi çağlayanları ümmet okyanusuna dökülür. O okyanusta bir damlanın hükmü ne mi olacak? İşte öyle değil. O öyle bir damla ki aynı zamanda bağrında okyanusu, yani ümmeti taşımaktadır.
Sevmek çoğalmaktır; artmak, üremektir. Tarihte sevgiyi katleden birçok düşünce, yaşam biçimi ve sistem gelmiş geçmiştir, fakat insanlığın değişmez değerlerini paraya tahvil eden, fazîlete dayalı bir ahlâkı yıkıp üretim ve tüketime dayalı bir “ahlâk“ı ikame eden; sevgi, fedâkârlık, samimiyet gibi erdemlerin yerine, gösteriş ve ikiyüzlülüğe dayalı diplomasiyi yerleştiren kapitalizm gibisi gelmemiştir.
Reklâm ve propagandaya dayanan çağdaş dünya sistemi, sevgi gibi paraya dönüştürülemeyen değerlere hasımdır. Onu tahrip etmeyi, bunu beceremezse tahrif etmeyi amaçlar. Onu yok etmeyi beceremez, çünkü sevgi yok edilemez. Ne ki ikincisinde, yani sevginin tahrif edilip sahte sevgileri, bol reklamla pazarlama işinde başarılı olmuşlardır. Fuhşun, çarpık ilişkilerin, putperestliğin adını aşk ve sanat koymayı başarmışlardır. Bu sâyede sevgi, tüketime elverişli bir hale getirilmiştir. Artık insanlığın yüce değerlerinden biri olan sevgiyi tutsaklık aracı olarak kullanmak mümkün olacaktır. 844
Tutku (Çarpık Sevgi)
Gerçekte sevgi, özgürlüğün üst sınırıdır. İnsanı mahkûm eden duyguya sevgi denmez, tutku denir. Bu ikisini birbirine karıştırmamak gerek. Sevgi ile tutku birbirinden tamamen farklı şeyler. Sevmek bir şeyin içinde olmaktır. Tutku ise bir
841] Buhârî, İman
842] Müslim
843] 42/Şûrâ, 23
844] M. İslâmoğlu, a.g.e., s. 107-111
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 229 -
şeye kapılmaktır; bir sele, bir kalabalığa, bir rüzgâra kapılır gibi kapılmak...
Sevmek özgür kılar, tutku tutuklar. Tutkusunu sevgi zannedenlere söylüyorum: Elinizi kolunuzu bağlayan, irâdenize söz hakkı tanımayıp onu teslim alan, aklınızın dizginlerini eline geçiren, sizi uysal bir binek gibi istediği tarafa sürükleyen şey en büyük özgürlük demek olan sevgi olabilir mi?
Tutkunun bir türü de tiryâkiliktir. Bir tiryâki, bana tiryâkisi olduğu şeyi sevdiğini söylüyorsa ben bunu “tutku“ olarak anlarım ve onun tutkuyu sevgi sandığı sonucuna varırım. Bu tiryâkilik her zaman aynı şeyde ortaya çıkmaz, farklı farklı şeylerde tezâhür edebilir. Kadın ya da erkek, bir zombi gibi kendisini esir edip ardından sürükleyen şeyin adını aşk koymaktan gizli bir haz duyarlar. Gerçek aşkın, saf aşkın iyi şöhretinden böyle istifade ederler. Hâlbuki bu aşk değil; tutkunun ta kendisidir. Çünkü gerçek aşk insanı kendi cinsinin elinde oyuncak etmez, insana özgürlük bahşeder ve aşkınlık kazandırır.
Gerçek aşkı tanımayanlar iki kişilik divâneliklerin adını aşk koymakta ısrarlıdırlar. Bu durum psiko-patolojik bir vak’adır. Aslında tutku olan bu tip “aşk“lar çoğunlukla yalnızlığı yüksek dozda yaşayan fertlerde görülür. Bu tipler çektikleri aşırı rûhî yalnızlığı hafifleten birini bulduğu zaman, ilk anda kronik yalnızlığını hafifleten o kişiye karşı duydukları minnet hissini aşk zannederler. Uzun zamandır uçsuz bucaksız yüreğinde bastırdığı yalnızlık acısını dindiren bu unsura karşı duyulan minnet ve şükran hissidir bu. Aşk zannedilen bu hissin güçlü olması, sevginin şiddetinin ölçüsü değil; daha önceki yalnızlığın derecesinin büyüklüğüdür. Yeni durumda, yalnızlık açısından değişen pek bir şey yoktur aslında. Evvelce tek kişilik olan yalnızlık, şimdiki durumda çift kişilik yalnızlığa dönüşmüştür. Tabii, bu tutku platonik (tek yanlı) değilse.
Platonik aşklar genelde hayal gücüyle orantılı olarak büyürler. Bu tip sevgilerin çoğu hayalî sevgidir. Sevgi hayal olduğu sürece katlanılır. Fakat sevgi insanlar arasında yaşanılan bir olgu haline gelince, aradığını bulmuşluğun korkusuyla donar kalır kahramanımız. Çünkü gerçekte onun aradığı, sevginin kendisi değil şöhretidir. Onu bir avuntu aracı olarak kullanmaktadır. Deniz kartpostallarında hayalî geziye çıkan adam gibi sevgilinin kendisine değil, fotoğrafına tutkundur. Bu tip sevgilerin diğer bir boyutu da, insanın kendi sorunlarını çözmek yerine, kendinden, kendi gerçeklerinden kaçmak için başkalarıyla ilgileniyor görünmeyi seçmesi. Kendi sorunlarının tümü yüzüstü dururken sevdiğini zannettiği insanın sorunlarını çözmeye çalışır ve bunun adını da “fedâkârlık“ koyar. İşte bu, insanın kendisinden kaçışıdır. Tabii, sonuçta hiçbir sorun da çözülmüş olmaz.
Cinsellik, alkol, uyuşturucu, mecnunluk ve serserilik aşkın doğal birer sonucu gibi gösterilir çarpık sevgide. Bu kocaman bir aldatmacadır. Bunlar olsa olsa doyumsuz birinin, kendisini içine atıp kaybolacağı bir girdap arama çabasıdır. Bu tip sevgilerde sevilen bir “girdap“ görevi görür. O âdeta bir intihar ağacıdır. Bütün bunlar, sevgi ve aşk değil; tutkunun farklı yansımalarıdır. Böyle birinin mâşûkuna bakması bir tiryâkinin tiryâkisi olduğu şeye bakması gibidir. Yalnızlığını, içki şişesinde balık olma düşüncesiyle gideren bir ayyaşla, yalnızlığını bir kadının cinselliğinde giderme düşü gören bir tutkun’un ruh halleri birbirinden farklı değildir.
Hâlbuki sevginin dinamiği ruhtur ve ruhun cinselliği yoktur. İnanan ruhuyla
- 230 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sever. O sevgide, ön planda olan cinsellik değil; ruhun, yani “üflenen öz“lerin birbirlerine karşılıklı olarak duydukları iştiyaktır. Saf (rûhânî) sevginin altında buzağı (cinsellik) arayan tipler ruhuyla değil; aklıyla, ya da daha başka yerleriyle seven tiplerdir. Sevgiyi hep cinsellik olarak algılayanlar, rûhânî sevgilere de “libido“ gözlüğünden bakarlar. İman edenlerin birbirine kardeş kılınması, işte o “üflenen öz“ün bedendeki egemenliğini kabul etmek (iman)tir. Bu egemenliği kabul edenler kardeş kılınmış olurlar.
Birçok kişi cinsel arzuyu kafalarında sevgi ile özdeşleştirdikleri için birbirlerine duydukları bedensel isteği kolayca “sevgi“ ya da “aşk“ sanabilmektedirler. Öyle olduğunu kabul etsek bile illeti cinsel arzu olan bir sevginin ömrünü ve değerini varın siz hesaplayın. Kaldı ki bu, sevgi değil; iki kişilik bencilliktir; çift kişilik yalnızlıktır. Bencil kişi, aslında değil başkasını, kendisini bile sevemez. Yaygın kanaatte olduğu gibi, bencillik kişinin kendisini sevmesi değildir. Belki kendi kalbî beceriksizliğinin üzerine egosunu giydirmektir. O üretememenin acısını, ilgisini kendi şahsına tahsis ederek çıkarır. Yalnızca tek bir kişi tarafından tüketilecek kadar kısır bir yüreğin ürününe, nasıl “sevgi“ diyebiliriz?
Sevgi bir ummandır; yüzölçümü sınırsız olan bir yüreği bir kişiye tahsis etmek sevgiyi hadım etmektir. Benliğinin dikenli tellerinden kurtulup o yüreğin kıyılarına gelip dayanan herkesin girme hakkı vardır oraya. Sevginin sadece kendisine tahsis edilmesini Allah bile kullarından istememiştir. Onun istediği, sevgide başka bir şeyin kendisine denk tutulmaması, en çok kendisinin sevilmesidir: “İman edenler ise en çok Allah’ı severler.“ 845
Çağdaş insanın aşk adını verdiği yalnızlıkta, iki kişi dünyayı, Allah’ı, Rasûlü karşılarına alıp bir ltd. şirket kurarlar. Bu iki kişilik şirketin adına da sevgi derler. Çağdaş insanın hastalıklarından biri de sevmeye değil; sevilmeye, beğenilmeye çalışması. Bunun için olmadık kılıklara girmesi, bir yığın maskeler edinip; insanlara gerçek yüzünü değil; maskeli yüzünü göstermesi ve sonunda maskesini kendi gerçek yüzü sanması. Sen oradan geçiver. Sevgiyi üretecek olan yine sevginin kendisidir. Etken ol, önce sev, sonra ne yaparsan yap.
Romanlara, filmlere konu olan ve adına “büyük aşk“ denilen çarpık sevgi bir tür tapınışa kapı aralıyor. Tutkuda taraflar birbirlerini sevme değil; birbirlerine tapınma yarışına girince, aşk bir fetişizme dönüşüyor. İnsanoğlu tarih boyunca putunu hep kendisi yapmış ve dönüp kendisi tapmıştır. Bu kadim tutkunun bir devamı oluyor bu iş. Put edinilen sevgilinin kendisi değil; bizzat tutku yani “hevâ“ oluyor. Tutkusunu (hevâ) tanrı edinmekten Kur’an’da da söz ediliyor: “Tutkusunu tanrı edinen kimseyi görüyor musun?“846 Gerçek sevginin yüceltici gücü olduğu gibi, çarpık sevginin de aynı oranda alçaltıcı özelliği vardır. Birincisinde insan kendisini bulurken, ikincisinde kendisini yitirir. Sevdiğini ilâh edinen, onu tefekkür eder, onu zikreder, onu tesbih eder, onu görür, onu yaşar. O artık sevgili olmaktan çıkıp bir çeşit “ilâh“ olur. Ve zaten bu sayılanlar da bir tür tapınış yöntemleri değil midir?
Kahramanımız en büyük yanlışı sevgi dağılımında yapmıştır. Yalnızca Allah’a verilebilecek payı kendi cinsine ayırmış, tutkusunu tanrı edinmiş ve onu “Allah’ı
845] 2/Bakara, 165
846] 25/Furkan, 43
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 231 -
sever gibi sevmiş“tir. Böyle bir tavra karşı Ğayûr olan Allah’ın muâmelesi biraz farklıdır: “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de bir perde vardır.“847 Burada bir noktayı hatırlatmak gerek: Tutkusu insana olan biri, tutkusu eşyaya olan birinden çok daha ehvendir. Hiç değilse insan mahlûkatın şereflisidir. Ya mahlûkatın şerefsizine vurgun olup onu “ilâh“ edinenler? Çoğu kez, çarpık da olsa, su katılmadığı zaman sevgi, insana doğru adresi buldurabilir. Sevmeyi öğrenmiş bir yürek, yanılgısını anlayıp gerçek sevgiliyi farkedince O’na yönelecektir. O zaman geçmiş acı tecrübe mükemmel bir iç zenginliğin kazanılmasında başrolü oynayacaktır. Gerçeğiyle, sahtesiyle sevgiyi hiç tanımayan insanın sözünü etmeye bile hâcet yok, çünkü onun “insan“lığı tartışılır.
Bu konuda son söz yine âyetin: “Rabbiniz sadece kendisine tapmanızı emretti.“848 Putlaştırılan sevgide sevgililer birbirlerinde olağanüstü şeyler görmeye başlarlar. Tıpkı Kur’an’ın dediği gibi: “Belki yardım olunurlar diye Allah’tan başka tanrılar edindiler.“849 Sonunda ne mi olacak? Onu da aynı kaynaktan öğrenelim: “(O putlaştırdıkları) kendilerine yardım edemezler, tersine kendileri onlar için hazır kıta askerdirler.“850 Hele tek taraflı tutkularda bu gerçek kendini ne kadar açık bir biçimde gösteriyor. Sevgili adını verdiği ikonu memnun etmek için yaptıklarının yarısını Allah için yapsa, belki de O’nu râzı edecek. Bu serüven bazen tarafların birbirlerinden yok oluşuyla son bulur. Maddî ya da mânevî intihar...
Çağdaş sistem insana ruh açlığını fark ettirmemek için ha bire oyuncak üretiyor. Aile bağlarını, toplum bağlarını, sosyal erdemleri zayıflatıp yok ederek bireyi önce yalnızlığa itiyor. Ardından yalnızlığını hatırlayıp onu yenmeye çalışanların rotasını saptırıyor, ona yaşına göre oynayacağı oyuncaklar imal ediyor. O zavallı da bunları değiştire değiştire oynuyor, oyalanıyor. Bu oyuncaklar ona yalnızlığını geçici bir süre unutturabilir, bir uyuşturucu etkisi yapabilir. Asıl tehlike, bu oyuncakların ardındaki gizli maksadı göremeyip onlara güvenerek, insanın, sevebilecek yerlerini yok etmesidir. Bir kez toplumu bu hale getirirlerse gerisi kolay. Böylesi bir toplumda insanlararası ilişkilerin illeti sevgi değil; menfaattir. Herkes ikiyüzlü değil; iki yüz yüzlüdür. Olanca münâfıklığıyla sergilenen çağdaş ilişkilerdeki yapmacı “kibarlık“a budalaca katlanmak zorundadırlar. “Katlanmak“ ne kelime, kendisi de aynı oyunu karşısındakine karşı oynamak zorundadır. Belirleyici gücünü sevginin oluşturmadığı çağdaş ilişkiler tüketim, gösteriş, reklam ve sahtekârlık üzerine kurulmuştur. Bireyi makinenin bir parçası haline getiren sistem, onun şahsiyetini hedeflemiştir. Onu en şerefli yaratık makamından indirip eşyalaştırma ve eşyayı da onu indirdiği makama geçirmek ister. Senden kutsadığı eşyayı tüketmeni, yalnızca tüketmeni ister.
Bu bir yabancılaştırmadır; her şeyden önce insanın kendisine karşı yabancılaştırılması, öz benliğine karşı yabancılaştırılmasıdır. Böyle biri için sevgi, karın doyurmayan bir ayrıntıdır. Yabancılaşmış tip, her şeye midesinden baktığı için, her şey orayı doldurduğu oranda ya da bir eşya gibi tepe tepe kullanıldığı oranda kıymetlidir. Ruhun varlığından haberi olmayanlar, ruhun açlığını nereden bilsinler? Çağdaş sistemin bu sapıklığına bilimsel bir temel hazırlamaya çalışan kapitalizm dininin sahtekâr peygamberleri, kendilerine ilk hedef olarak sevgiyi
847] 2/Bakara, 7
848] 12/Yusuf, 40
849] 36/Yâsin, 74
850] 36/Yâsin, 75
- 232 -
KUR’AN KAVRAMLARI
seçmişlerdir. Bunlardan biri olan Freud’a göre, tüm içgüdüsel arzular hiçbir engelleme ile karşılaşmadan tatmin edilince mutluluk ve ruh sağlığı kendiliğinden sağlanacaktır. Hiçbir ahlâk kuralı tanımayacaksınız, tüm toplumsal değerleri reddedeceksiniz, dinin ilkelerini rafa kaldıracaksınız, tüm eylemlerinizin itici gücü şehvet olacak, her türlü arzunuzu her çeşit yoldan tatmin ederek mutlu olacaksınız.
Bu tezin bilimsel olup olmadığı üzerinde durmuyorum; ne olduğu ortada zaten. Fakat bunun hiç de böyle olmadığını Freud’u yetiştiren toplum bile anlamış durumda. İnsanı mutlu eden, şehvet ve cinsel arzularının engellenmeden tatmini değil; bir dâvâya inanarak inancını hayatında yaşayabilmesidir. O dâvâ eğer dünyevî ise dünyada mutlu olur, eğer iki cihan mutluluğu istiyorsa o dâvâ İslâm olmalıdır. Bu tez, kimin ekmeğine yağ sürüyordu? Elbette kapitalizmin. Bu sömürü düzeninin insanın maddî ve mânevî tüm ihtiyaçlarını karşılayıp onu mutlu etmeye yeteceği ispatlanmaya çalışılıyordu. Ağababaların dünyayı daha iyi sömürebilmesi için insanların aklını fikrini uçkuruna takması isteniyordu. Patronlar bunu Freud aracılığıyla gerçekleştirmeye çalıştılar. Böylelikle kapitalizmin insan sorunlarını çözmede daha kapsayıcı bir hale geldiği vurgulanacaktı. Freud’a göre; insan doğuştan yarışmayı sever ve birbirlerine karşılıklı nefretle doludur. Erkekler ise hep birbirlerini kıskanırlar.
Darwin de bu bilimsel sömürü korosuna en güçlü olanın yaşamını sürdürdüğü ve geliştiği teziyle katıldı. Hayatı tesadüfle açıklayınca başka türlüsünü söylemesi de mümkün değildi zaten. Böylelikle hayatın dinamiği, hak değil; güç olmuş oluyordu. Kaba kuvvet, yaşamın kaynağına kocaman cüssesiyle gelip kuruluveriyordu. Freud kapitalizmi psiko-sosyal alana taşırken, Darwin de bu sömürü dinini biyolojik alana taşıdı. Sonuçta ikisi de aynı hedefe ateş ettiler, sevgiye...
Putperest Batı medeniyetinin (Batı, toplum ve sistem olarak tarihinin hiçbir döneminde muvahhid olmamış, aldığı hakikatleri tahrif ederek almıştır) üzerinde yükseldiği felsefe budur. G. Leonard kendi toplumunu şöyle değerlendiriyor: “Bu toplum, dünyayı bir yörüngeye sokabilir, aya ulaşabilir, ama iki insan için birbirini boğazlama isteği duymadan bir hafta süreyle birbirleriyle uyum içinde yaşamanın yolunu henüz bulamadı.“
Onların bu hastalığı hangi topluma bulaşmadı ki? Şimdi nefreti insanın değişmez karakteri olarak tanımlayan Batı her yerde; Batı içimizde, çünkü nefret içimizde. Onun girdiği yerde sevgi yaşayamaz, zaten o da yaşamadı. Sevginin sahibi, kendisinden yüz çevirenden aldı, onu tanıyanlara verdi. Tarih boyunca böyle olmuştur bu. “Ey iman edenler, sizden kim yolundan dönerse Allah öyle bir toplum getirecek ki O onları sever, onlar da O’nu.“ 851
Sevmek fedâkârlıktır, verdikçe, harcadıkça çoğalır. Kimi harcamaların sonu tükeniş ve yoksulluk olabilir. Fakat sevginin bizzat kendisi zenginliktir. Bu yüzden sevebilen insan iki dünyanın en zengin insanıdır. Çünkü gerçek zenginlik vermektir, veren el olmaktır. Üreterek vermekten kazanılan ruh olgunluğu başka bir şeyden kazanılamaz, hele tüketerek harcamaktan hiç.
Züleyha alıyordu, tüketici bir sevgiydi onunkisi, zaten arzusu da buydu: Yusuf’u tüketmek. Yakub (a.s.) veriyordu, üreticiydi onun sevgisi. Seviyor ve
851] 5/Mâide, 54
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 233 -
veriyordu. Gözlerini verdi, değerli bir varlığı olan gözlerini. Sevginin bedeli olmuştu bir çift göz, onun karşılığında sevgi de kendi bedelini Yakub’a ödedi; gözün göremediğini gören bir burun vererek. Sevginin, sevip fedâ edene ödediği bir bedeldi bu.
Tüketici sevgiyle üretici sevgi arasında bir fark vardı: Şefkat. Birinin illeti şehvet iken, diğerinin illeti şefkat idi. Allah’a olan sevgisini öz yavrusunu gözünü kırpmadan fedâ ederek ispatlayan İbrâhim’e, sonunda sevgi aracı olan İsmâil’in iâde edildiği gibi, Yakub (Allah’ın selâmı tümünün üzerine olsun)’un bedel olarak ödediği gözleri de sonunda kendisine iâde edildi.
Şehvete dayalı cinsel sevgi aslında arzunun aklı ve duyuları hükmü altına alıp kalbi yanıltmasıdır. Bunun benzeri hayvanlarda da görülür. Bu tip bir arzu tatmin edilmezse ihtirasa dönüşür. Sadistçe duygular işte bu tatmin edilmeyen ihtirasın insanı teslim almasının sonucudur.
Sevginin Tezâhürleri: Sevgiyi besleyen yan kaynaklar vardır. Bunlar olmadan sevgi tek başına uzun süre ayakta duramaz. Sevginin saçakları bu kaynaktan beslenirse o sevgi sağlam ve uzun ömürlü olur. Bunlar emek, ilgi, tanıma, sorumluluk ve saygıdır.
Emek: En doğal sevgi, emeğe dayanan sevgidir. Çünkü bu tür sevginin içerisinde ilk kalemi şefkat oluşturur. Allah’ın kuluna, ananın evlâdına, bahçıvanın çiçeklerine, mimarın eserine olan sevgisi de bu tür bir sevgidir. Seven sevdiğine emek vermiş, kendisinden bir şeyler katmıştır. İnsanlar ekmekle doyar, emekle büyür, sevgiyle yaşarlar.
İlgi: İlgi de sevginin tezâhürlerindendir. Bir şeyi sevip de ona ilgi göstermemek düşünülemez. Meselâ Allah’ı sevdiğinizi söylüyorsun ama O’nun emirlerine ilgisiz kalıyorsanız, bu sevgi kupkuru bir iddiâ olur. “De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayan, merhamet edendir.“852 Evet, yaratıcınız sevginizi ispatlamanızı istiyor, bunu sevdiklerini de severek yapmanızı, onlara uyarak yapmanızı istiyor. O’nun sevdiklerine itina göstererek, O’nun koyduğu kuralları hayata hâkim kılarak yapmanızı istiyor. Unutanların unutulacağını bilmenizi istiyor: “Onlar Allah’ı unuttular; Allah da onları unuttu.“ 853
Tanıma: Sevginin tezâhürlerinden biri de tanımadır. Tanıma yöntemlerinin içinde en kolayı sevgiyle tanımaktır. Bunlar içiçe eylemler. Sevdiğiniz kadar tanırsınız; tanıdığınız kadar seversiniz. Fakat toplum tanımadan sevenlerle, sevdiğini iddiâ edenlerle dolu. Bunu nasıl beceriyorlar, bilemiyorum doğrusu. Zaten bu tip sevgilerin ömrü de olmuyor, tanıyıncaya kadar sürüyor. Buna şıp sevdilik derler. Bir de tanıdıkça artan sevgi vardır ki, böyle biri olmak büyük bir lütuftur. Allah da tanındıkça sevilir. Sevgi, tanımanın en kestirme yoludur, demiştik. Çünkü sevmek, sevilmeyi gerektirir. Bu eylemin karargâhı yürektir ve sevmek insanın kırkıncı odası olan yürekte birini konuk etmektir. İnsanın sırrı işte o odadadır. İnsanı tanımak için orayı görmek gerekli, yani sevilmek gerekli. İnsana tanınmak içinse orada görmek, yani sevmek gerekli. Elinde sevginin giriş kartını taşımayan, o odaya orduyla gelse dahi giremeyecektir, göremeyecektir, tanıyamayacaktır.
852] 3/Âl-i İmrân, 31
853] 9/Tevbe, 67
- 234 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sorumluluk: Sevgi sorumluluk ister. Zaten sevmek, başlı başına bir sorumluluk değil midir? Sorumsuz insanlar tutulabilir, vurulabilir, lâkin sevemezler. Çünkü sevgi kazanılması zor, muhâfazası ise daha zor bir olaydır. Onu korumak ve kollamak insana birtakım ek yükümlülükler getirir. Yani engin bir sabır işidir sevgi. Sorumluluğun zıddı yetersizliktir. Bir insana, sırf kendi kendine yetmediğin için bağlıysan, o sevgi bir gün bir yerlerinden dökülüverir. Sorumluluk en fazla eşler arasındaki sevginin çimentosudur. O giderse aile binası ikisinin de başına yıkılacaktır.
Saygı: Kişi sevdiğini saymıyorsa ona bir gün sevginin faturasını çıkartabilir, hatta sevdiği kişiyi tezgâhına koyup pazarlayabilir. Bu ona duyduğu sevginin sırtından geçinmektir ki, pek hoş karşılanmaz. Sevmek, sevilenin özgürlüğüne, şahsiyetine saygıyı gerektirir. Dengesizliğe varan saygısız sevgi, içerisinde sevileni esir alma, onu tutsak etme arzusunu barındırır. İşte bu yamuk arzu, ancak saygıyla önlenebilir. Sevdiğini nesneleştirmekten kaçınabilen çok az insan vardır. Sevilenin nesneleştirilmesinin en etkili tedbiri saygıdır. Çünkü insan bir nesneyi sevebilir, fakat bir nesneye saygı duyamaz. İşte bu nedenle saygı, sevginin kişisel bir sömürüye dönüşmesini önleyen yegâne unsurdur.
Sevgi öğretilebilir mi? Ne münâsebet, elbette öğretilemez, fakat yaşanır. Ancak, insanın sevme yeteneğini keşfetmesi, bu gizli hazineyi ortaya çıkarması için, içinde taşıdığı mükemmel donanımı görmesi, belki eğitimle sağlanabilir. Sevgiyi öğretmenin en garantili yöntemi sevmek ve sevgi temelleri üzerinde yükselen model bir toplum oluşturmaktır.
Kur’an sevgiden bu kadar çok söz ederken, sevgi bizim hayatımızda ne kadar yer tutmakta? Sevebilecek yerlerimizi ellerimizle hâlâ yok etmemişsek, haydi, hep birlikte sevgi oluğunun altına tutalım başlarımızı. Bilelim ki, İslâm’ın ve insanın ortak düşmanları önce sevgiyi katlettiler ve yerine nefret tohumları saçtılar. Bombalarını coğrafyamızdan önce yüreklerimize attılar ve oradan başladılar işgale. Yaşadığımız bu diz boyu sefâlet neyin sonucudur sanıyorsunuz? Sevginin kanı dökülmüşse bir yüreğe, o yüreğe bir daha bahar gelir mi hiç? Sevgi güllerini yolan eller kurumaz mı hiç? Ondan geriye buğz, hased, kin, sûizan, kapris, ihtiras kalacaktır. Sevginin yerini bu sayılanlar aldığı zaman gelsin gıybetler, gelsin iftiralar, dahası gelsin hamâkatten kaynaklanan ihânetler ve acımasızca kıyımlar.
Evet, yakıtı tükenmiş bir yürekle bu dünyanın en zor yokuşunda nereye kadar çıkabilirsiniz ki? Kalp öyle bir taşıyıcı ki, taşıdıkları arasında iman var, Kur’an var, basîret var, firâset var, cemaat var -kırıp bitirmemişse tabii- ümmet var. Nüfusu milyarları bulan bu ülkenin yüzölçümü henüz hesaplanabilmiş değil. Bütün bunlar bir yana, orası Mekânsız’a mekân olacak kadar, O’nu orada ağırlayacak kadar büyük. Bu sınırsız coğrafyada, bu sınırsız yükü çekebilecek taşıtın yakıtı da sınırsız olmak gerek. İşte o yakıt “sevgi“dir. Değilse, o muazzam yüke yürekten başka hangi araç, sevgi’den başka hangi yakıt dayanabilir? Bir sonsuz’u taşıyan sonsuz bir araca, sonsuz bir yakıttır sevgi.
Onun için diyoruz ki “önce sev...“ Kardeşini sevdin mi bir kez, kötülük yapamazsın ona. Eğer mü’minler elimizden, dilimizden emin olamıyorlarsa, sevgisizlik yüzündendir. Sevginin “cennet“ demeye geldiğini, sevginin “iman“ demeye geldiğini bir daha dinleyelim Rasûl’ün dilinden: “Vallahi birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız; iman etmedikçe cennete giremezsiniz.“
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 235 -
İnsanın insana sunabileceği en ölümsüz hediyedir sevgi. Bir asrı asr-ı saâdet eden işte budur. Onlar sevgiyi öyle yüksek dozda yaşadılar ki, sonraki nesiller onların bu sevgi stoğunu yüzyıllardır harcaya harcaya bitiremedi. Buyurun, kuşağımızla biz bu sevgiyi tüketen değil; üreten olalım. Öyle üretelim ki, sonraki kuşaklara bile yetsin bu sevgi. Eğer dünyadaki insana ve insandaki dünyaya varlığın harcadıkça çoğalan ortak sermâyesi sevgi hâkim olmayacaksa, nasıl sağlanacaktır insanın mutluluğu? Ve yüreklerin işgal altında olduğu bir toplumda sevmeyi neyle, nasıl becerecektir insanlar? 854
Sevginin Tezâhürü; Dostluk ve Dostun Nitelikleri
Kur’an’ın haber verdiği velîde/dostta bulunan nitelikleri, Kur’an’dan yola çıkarak belirleyebiliriz. Zira dostu tanımadan istenilen hedefe ulaşmak mümkün değildir.
a- Dost, dostunun sıkıntılarını gideren ve gelecek belâları önleyebilendir. Böyle bir dost, sadece Yüce Yaratıcı’dır. Zira, bütün ümitlerin kesildiği bir anda yardım etme imkânına sahip olan sadece O’dur. 855
b- Dost, Yüce Yaratıcı’yı tanıtan, dünya ve âhiretle ilgili doğru bilgiler veren, lehimize ve aleyhimize olanları tanıtarak doğru karar vermede yardımcı olan, insanların sıkıntıya düşmesine üzülen, yaratılanlara acıyan ve hatalarını affedendir.856 Böyle bir dost, rahmet peygamberi ve diğer nebîler olabilir. 857
c- Allah'a ve Peygamberine gönülden bağlı olup Allah’ın rızâsının dışına çıkmayan858 ve her konuda örnek olarak insanların hayrını düşünen, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalışan, sevgisini ve buğzunu Allah için yapan, kötülüğü iyilikle önleyendir. Böyle insanlar Allah’ın dostluğunu kazananlardır. Zira onların hedefi, Allah’ın rızâsı ve sevgisini kazanmaktır. Bunlar, Kur’an diliyle velî olanlar, Allah’ın velî kullarıdır.
d- İmanda birlik içinde bulunarak Allah'a, Peygamber’e ve mü’minlere karşı gelebilecek tehlikeleri önlemede can ve mallarıyla yardım içinde olabilenlerdir.859 Kur’an, bu durumda olanları mü’min olarak değerlendirir.
e- Dostun dostluğu dünya menfaati ile sınırlı olmamalıdır.860 Dostların, birbirlerini Allah için sevmeleri gerekir. Böyle insanların birbirleriyle olan sevgileri geçici bir menfaate dayanmaz. 861
Allah’ın velîsi/dostu olmanın da birtakım özellikleri belirtilir. Allah dostu (velî ve evliyâ) olmanın birtakım özellikleri ve şartları da vardır. Onları şöyle sayabiliriz:
a- Müslüman olmak,
854] M. İslâmoğlu, Yürek Devleti, s. 111-125
855] Bkz. 58/Mücâdele, 22; 2/Bakara, 107, 120, 257; 3/Âl-i İmrân, 150; 4/Nisâ, 45; 6/En’âm, 51; 7/A’râf, 196
856] 5/Mâide, 55; 9/Tevbe,16
857] 9/Tevbe, 61, 128; 21/Enbiyâ, 107; 28/Kasas, 46; 44/Duhân, 6
858] 3/Âli- İmrân, 110; 41/Fussılet, 34; 2/Bakara, 112; 6/En’âm, 4; 3/Âl-i İmrân, 150; 22/Hacc, 78
859] 60/Mümtehıne, 1, 8, 9; 8/Enfâl, 60; 9/Tevbe, 71; 3/Âl-i İmrân, 118
860] Bkz. Ebû Dâvud, Büyû’, 78; krş. 10/Yûnus, 62
861] Remzi Kaya, Kur’an’da Dostluk İlişkileri, s. 65-66
- 236 -
KUR’AN KAVRAMLARI
b- Allah'a ve Peygamberine İslâm’ın istediği şekilde inanmak,
c- Namaz kılmak,
d- Zekât vermek,
e- Yaptıklarının hesabını verecek şekilde ihsan sahibi olmak. 862
Bu maddelerde özetlenen müslümanın vasfı dostluktur. Ondan dosta yaraşacak hareketler beklenir. Müslümanın görevi, insanlara Allah ve Rasûlünün yaklaştığı şekilde ve ölçüde yaklaşmaktır. İslâm’ın tüm insanlara da tanıtılması gerekmektedir. Bir müslüman, Allah'a vereceği hesabı ikinci plana alarak, maddî çıkarlara öncelik verirse, Allah’ın istediği dostluğu ve kardeşliği oluşturması mümkün değildir. Âyetlerin ortaya koyduğu dostluğu ve kardeşliği sağlayacak insanlarda iman olmadan, sâlih amel ve ihsan; amel olmadan da diğerlerinin istenen şekilde olması düşünülemez. İnsanlar arasında istenilen dostluğun oluşması için, Allah’ın aradığı takvâ özelliklerinin bulunması gerekir. Bu özelliklere sahip olanların ellerinden ve dillerinden, yaratılanlara ancak fayda gelir. İslâm’ın istediği budur.
“Kişi, sevdiğiyle beraberdir.“ 863
“Bir şeyi aşırı sevmek, insanı o şeye karşı kör ve sağır yapar.“ 864
“Allah için sevişen iki din kardeşi buluştukları zaman, biri diğerini yıkayan iki el gibidirler. Ne zaman iki mü'min bir araya gelirse, Allah Teâlâ, birini diğerinden faydalandırır.“ 865
“Allah için birbirlerini sevip dost olanlar, kıyâmet gününde arşın gölgesinde, nurdan minberlere kurulup oturacaklardır.“ 866
“Din kardeşinin ayıplarını örten kimsenin, Allah Teâlâ dünya ve âhirette kusurlarını örter.“ 867
“Büyüklerimize saygı göstermeyen, küçüklerimize şefkat göstermeyen Bizden değildir.“ 868
“Allah için sev, Allah için buğzet, Allah için dost ol ve yine O'nun için düşman ol. Çünkü Allah'ın dostluğuna ancak bu şekilde erişilir.“ 869
“Zâlimi seven kimse, Kâbe'de duânın mutlaka kabul olunduğu yer olan makam-rükün arasında 70 yıl kalıp ibâdet etse dahi, kıyâmet günü, Allah onu sevdiği zâlim ile beraber kılacaktır.“ 870
“Kul, aslında cehennemlik bir adamı, Allah'ın rızâsına uygun, hayırlı bir iş yaptığını gördüğü için sevmiş olsa, bu yüzden Allah onu mükâfatlandırır. Yine
862] 5/Mâide, 55-56; 2/Bakara, 112
863] Hadis-i Şerif rivâyeti
864] Hadis-i Şerif rivâyeti
865] Hadis-i Şerif rivâyeti
866] Hadis-i Şerif rivâyeti
867] Hadis-i Şerif rivâyeti
868] Hadis-i Şerif rivâyeti
869] Abdullah bin Ömer
870] Abdullah İbn Mes'ûd
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 237 -
kul, aslında cennetlik olan bir adamı, Allah'ın rızâsına aykırı, kötü bir iş yaparken görüp buğzetmiş olsa, bundan dolayı da yine Allah onu mükâfatlandırır.“ 871
“Allah için dost olanların sevgisi, sebebi devamlı olduğu için devam eder. Dünya için dost olanların sevgisi ise, sebebi fâni ve devamsız olduğu için kısa sürer. Bir an gelir ki son bulur.“
“Allah sevgisinin alâmeti, muvâfakat, yani emredilene uyup, peki demektir.“
Bir zat, Muhammed bin Vâsi'ye: “Ben seni Allah rızâsı için seviyorum“ demişti. O da şu karşılığı verdi: “Madem O'nun için beni seviyorsun. O da seni sevsin!“ Sonra şöyle duâ etti: “Ey Allah'ım! Senin için halk tarafından sevilirken, aynı zamanda Senin sevmediğin bir kulun olmaktan Sana sığınırım.“
Mü’min mü’mine mü’mince bakarsa nice güzellikler, sevilecek pekçok yönler görecek ve sevecektir. Her şeyden önce güzellik, bakan gözde; sevgi, seven gönüldedir.
“İnsanoğlu böyledir işte, hep sevilmek ister. Fakat sevilmek için önce sevmek ve sevilmeyi hak etmek gerek.“
“Bir insanın iki sevgisi olamaz; Allah bir göğüste iki kalp yaratmamıştır.“
“Temiz ve berrak bir sevgi, ruhtaki bütün korkuları filtre eder.“
“Mıknatısın demiri çektiği gibi, insanoğlu da kendisini sevene karşı muhabbet etmektedir. Çocuğun annesine olan muhabbeti, dünya zevklerinden, onu yedirip içirmesinden dolayı değildir. Aralarındaki bu bağ, Allah'ın kalbe koyduğu akrabalık, annelik sevgisi sebebiyledir.“
“Allah sevgisi, itaate sarılmak, aykırılıklardan ayrılmaktır.“
“Sevilmek için önce sev ve sevimli ol.“
“Seviniz, insan hayatında bundan güzel bir şey yoktur, Sevilmesi gereken zâtı gereği gibi sevmek, devamlı bir mutluluktur.“
“Eğer bir kimseyi, kimse sevmiyorsa, bunun sebebini araştırmalıdır; eğer bir kimseyi herkes seviyorsa, bunun sebebini de araştırmalıdır.“
“Ana babalar, çocuklarından yedikleri tokatların sebebini, onları çok fazla, yani ölçüsüz sevmelerinde aramalıdır.“
“Büyük işlerden hiçbiri sevgisiz başarılamamıştır.“
“İnsanlara giriş yolu gönül yoludur. Sevmeyen, insanlara kendisini sevdirmeyen bir insan, insanlara bir şey anlatamaz.“
“Sevgiyle bakılan her şey güzeldir.“
“Gerçek sevgi, iyilik gördüğünde artmayan ve kötülük gördüğünde eksilmeyendir.“
“Sevgi, rûhun güzelliğidir.“
“Çok şeyi sevmezsen, çok şeye üzülmezsin. Fâni şeyleri aşırı sevmek, boş şeyler
871] Muhammed bin Hanefiyye
- 238 -
KUR’AN KAVRAMLARI
için üzülmek demektir.“
“Her şeyden bıkılabilir, ama sevgiden asla!“
“Sevginin karşılığı yine sevgidir.“
“Sevgi, bir çeşit savaştır.“
“Sevgi, kalbin göklere yükseldiği altın merdivendir.“
“Beşerî aşk, insanın her şeyini kilitleyen anahtar olabilir; İlâhî sevgi, insanın her şeyini açan/çözen anahtardır.“
“Kendi isteğiyle sevilmek kolay değildir, ama saygı uyandırmak kolaydır.“
“Sevgi, güneş gibidir; kör bile hisseder.“
“Dünya sevgisi, insanın kalbinden imanın tadını çıkarır.“
“Sevgi, insanı sürükleyip götüren eşi bulunmaz bir taşıttır.“
“Güzel değil batmakla kaybolan mahbûb/sevgili. Çünkü zevâle/yokluğa mahkûm, gerçek güzel olamaz. Ebedî sevgi için yaratılan ve İlâhî ayna olan kalp ile sevilmez, sevilmemeli.“
“Dünya için sevişenlerin araları, zamanla bozulur; Mevlâ için sevişenlerin araları ise hiç bozulmaz.“
“Niçin başın göklerde, ne arslansın ne devsin;
Mü’minleri sev, Allah da seni sevsin.“
“Her kime nasib olsa Kâbe, Hüdâ dâvet eder,
Herkes sevdiğini hânesine dâvet eder.“
“İlâhî! Sevdir bize hep, sevdiklerini. Yerdir bize hep, yerdiklerini. Yâr et bize erdirdiklerini.“
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 239 -
Sevgi Konusunda Âyet-i Kerimeler
A- Sevgi Anlamında Hub (H-b-b) ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 83 Yerde): 2/Bakara, 165, 165, 165, 177, 190, 195, 205, 216, 222, 222, 276; 3/Âl-i İmrân, 14, 31, 31, 32, 57, 76, 92, 119, 119, 134, 140, 146, 148, 152, 159, 188; 4/Nisâ, 36, 107, 148; 5/Mâide, 13, 18, 42, 54, 54, 64, 87, 93; 6/En'âm, 76, 141; 7/A'râf, 31, 55, 79; 8/Enfâl, 58; 9/Tevbe, 4, 7, 23, 24, 108, 108; 12/Yûsuf, 8, 30, 33; 14/İbrâhim, 3; 16/Nahl, 23, 107; 20/Tâhâ, 39; 22/Hacc, 38; 24/Nûr, 19, 22; 28/Kasas, 56, 76, 77; 30/Rûm, 45; 31/Lokman, 18; 38/Sâd, 32, 32; 41/Fussılet, 17; 42/Şûrâ, 40; 49/Hucurât, 9, 12; 57/Hadîd, 23; 59/Haşr, 9; 60/Mümtehıne, 8; 61/Saff, 4, 13; 75/Kıyâme, 20; 76/İnsân, 8, 27; 89/Fecr, 20, 20; 100/Âdiyât, 8.
B- Sevgi Anlamında “Meveddet“ (V-d-d) ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 28 Yerde): (2/Bakara, 96, 105, 109, 266; 3/Âl-i İmrân 30, 69, 118; 4/Nisâ, 42, 73, 89, 102; 5/Mâide, 82; 8/Enfâl, 7; 11/Hûd, 90; 15/Hıcr, 2; 19/Meryem, 96; 29/Ankebût, 25; 30/Rûm, 21; 33/Ahzâb,20; 42/Şûrâ, 23; 58/Mücâdele, 22; 60/Mümtehine, 1, 1, 2, 7; 68/Kalem, 9; 70/Meâric, 11; 85/Bürûc, 14.
C- Sevgi Anlamında “Ülfet“ (E-l-f) ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 8 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 103; 8/Enfâl, 63, 63, 63; 9/Tevbe, 60; 24/Nûr, 43; 106/Kureyş, 1, 1.
D- Allah Sevgisi
a- Mü’minlerin Allah Sevgisi: 2/Bakara, 165, 177, 186; 3/Âl-i İmrân, 31; 21/Enbiyâ, 90.
b- Allah’ın Kullarını Sevmesi: 3/Âl-i İmrân, 31; 5/Mâide, 54.
E- Rasûlullah Sevgisi
a- Peygamberimiz, Mü’minler İçin Nefislerinden daha İleridir: 33/Ahzâb, 6.
b- Peygamberimiz’e Salevât Getirmek: 33/Ahzâb, 56
c- Peygamberimiz’e Saygı Göstermek: 49/Hucurât, 1-5; 58/Mücâdele, 12-13.
d- Peygamberimiz, Ümmetinin Üzerine Düşkündür: 5/Mâide, 118; 9/Tevbe, 128.
F- Mü’minlerin Birbirini Sevmesi
a- Mü’minler Kardeştir: 11/Hûd, 45-47; 49/Hucurât, 10, 13.
b- Din Kardeşliği Allah’ın Nimetidir: 3/Âl-i İmrân, 103.
c- Mü’min Kardeşi Kendine Tercih Etmek: 59/Haşr, 9.
d- Mü’minlerine Dostluğu: 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; 9/Tevbe, 16, 71, 119; 5/Mâide, 55.
e- Mü’minlere Tevâzu Göstermek: 15/Hucr, 88; 26/Şuarâ, 215-217.
f- Dargınları Barıştırmak: 2/Bakara, 182, 224, 228; 4/Nisâ, 35, 114, 128; 8/Enfâl, 1; 11/Hûd, 88; 49/Hucurât, 9-10.
g- Savaşan Mü’minleri Barıştırmak: 49/Hucurât, 9.
G- Mal Sevgisinde Aşırılık
a- Mal Sevgisi: 3/Âl-i İmrân, 14; 9/Tevbe, 35; 89/Fecr, 20.
b- Mal Sevgisini Allah’tan, Peygamber’den ve Allah Yolunda Cihaddan Üstün Tutmanın Kötülüğü: 9/Tevbe, 24, 34-35; 63/Münâfıkun, 9; 92/Leyl, 8-11; 96/Alak, 6-8.
c- Münâfıklar, Mal Sevgisi ile Doludurlar: 9/Tevbe, 58-59, 67, 75-76; 48/Fetih, 15, 49/Hucurât, 14, 16-17.
d- Karun’un Mal Sevgisinin Sonu: 28/Kasas, 76-84; 29/Ankebût, 39-40.
H- Kadın Sevgisi: 3/Âl-i İmrân, 14.
İ- Karı-Koca Arasındaki Sevgi: 30/Rûm, 21.
K- Evlât Sevgisi: 3/Âl-i İmrân, 14; 34/Sebe’, 37.
L- Evlâdı Allah’tan, Peygamber’den ve Allah Yolunda Cihaddan Üstün Tutmanın Kötülüğü: 9/Tevbe, 24; 60/Mümtehine, 3; 63/Münâfıkun, 9.
M- Ana-Babayı ve Diğer Akrabayı Allah’tan, Peygamber’den ve Allah Yolunda Cihaddan Üstün Tutmanın Kötülüğü: 9/Tevbe, 24.
N- Kâfir Ana-Babanın Dostluğu: 9/Tevbe, 23; 31/Lokman, 15.
O- Dost ve Dostluk
a- Allah En Güzel Dost ve En Güzel Yardımcıdır: 22/Hacc, 78; 42/Şûrâ, 9.
b- Mü’minlerin Allah’tan Başka Dost ve Yardımcıları Yoktur: 2/Bakara, 107, 120, 286; 3/Âl-i İmrân, 150; 4/Nisâ, 45; 5/Mâide, 55; 6/En’âm, 51; 7/A’râf, 196; 9/Tevbe, 16, 116; 29/Ankebût, 22; 32/Secde, 4; 42/Şûrâ, 31.
c- Allah İman Edenlerin Yardımcısıdır: 2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 139, 160; 6/En’âm, 127; 9/
- 240 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Tevbe, 40; 30/Rûm, 47; 45/Câsiye, 19; 47/muhammed, 11.
d- Savaşta Allah’ın Yardımı ve Dostluğu: 2/Bakara, 214; 3/Âl-i İmrân, 125-127, 139, 148; 8/Enfâl, 9-13, 17-18, 39-40; 9/Tevbe, 25; 22/Hacc, 40, 60, 47/Muhammed, 7.
e- Allah’ın Velîleri/Dostları Kimlerdir: 10/Yûnus, 63.
f- Allah’tan, Peygıamber’den ve Mü’minlerden Başka Dost Yoktur: 5/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16.
g- Peygamberimiz’in Dostluğu: 5/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16, 128.
h- Mü’minlerin Dostluğu: 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; 5/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16, 71, 119.
i- Sıddîklarla ve Sâlihlerle Beraber Olmak: 4/Nisâ, 69; 9/Tevbe, 119; 26/Şuarâ, 83.
k- Sâlihlerle Dostluk İçin Duâ: 26/Şuarâ, 83; 27/Neml, 19.
l- Zâlimlerin Dostluğu: 11/Hûd, 113.
m- Kâfirlerin Dostluğu: 2/Bakara, 105, 217; 3/Âl-i İmrân, 28, 118-120, 149-150; 4/Nisâ, 44-45, 101, 140, 144; 5/Mâide, 57; 6/E.n’âm, 68; 9/Tevbe, 23; 13/Ra’d, 37; 28/Kasas, 86; 58/Mücâdele, 22; 60/Mümtehine, 13.
n- Kâfir Akrabanın Dostluğu: 9/Tevbe, 23; 11/Hûd, 45-47; 58/Mücâdele, 22.
o- Münâfıkların Dostluğu: 2/Bakara, 204; 4/Nisâ, 89, 139-140; 5/Mâide, 41, 52; 9/Tevbe, 50-51; 58/Mücâdele, 14; 63/Mümtehine, 1-2, 6-9.
p- Yahûdilerin Dostluğu: 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 80-82; 60/Mümtehine, 13.
r- Hristiyanların Dostluğu: 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 82.
s- Ehl-i Kitab’ın Dostluğu: 2/Bakara, 105, 109, 120; 3/Âl-i İmrân, 100; 4/Nisâ, 44-45; 5/Mâide, 57-59.
P- Arkadaş ve Arkadaşlık
a- Arkadaşa İyilik Etmek: 4/Nisâ, 36.
b- Peygamberlerin, Sıddîkların ve Şehidlerin Arkadaşlığı: 4/Nisâ, 69; 9/Tevbe, 119; 26/Şuarâ, 83.
c- Şeytanın Arkadaşlığı: 4/Nisâ, 38; 41/Fussılet, 25; 43/Zuhruf, 36, 38; 50/Kaf, 27.
R- Kardeşlik ve Barış
a- Din Kardeşliği Allah’ın Nimetidir: 3/Âl-i İmrân, 103.
b- Mü’minler Kardeştir: 11/Hûd, 45-47; 49/Hucurât, 10, 13.
c- Mü’minlerin Dostluğu: 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; 9/Tevbe, 16, 71, 119.
d- Mü’min Kardeşi Kendine Tercih Etmek: 59/Haşr, 9.
e- İnsanların Arasını Düzeltmek: 4/Nisâ, 114; 8/Enfâl, 1; 49/Hucurât, 9-10.
f- Sulh (Barış) Daha Hayırlıdır: 4/Nisâ, 128.
g- Dargınları Barıştırmak: 2/Bakara, 182, 224, 228; 4/Nisâ, 35, 114, 128; 8/Enfâl, 1; 11/Hûd, 88; 49/Hucurât, 9-10.
h- Savaşan Mü’minleri Barıştırmak: 49/Hucurat, 9.
Konu ile İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 471-478
2. Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 117-118
3. Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 319-320
4. Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 324-328
5. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, 668-675
6. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neş. c. 1, s. 280-281
7. Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 4, s. 179-190
8. El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 565-580
9. El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 439-442
10. Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 276
11. Et-Tefsîru'l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 157-158
12. Muht. Taberî Tefsiri, İmam Taberi, Ümit Y. c. 1, s. 123-124
13. Kur'an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 45
14. Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 3, s. 135-142
15. Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 204-205
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 241 -
16. El-Esâs fi't-Tefsîr, Said Havva, Şamil Y. c. 1, s. 393-398
17. Ruhu'l-Furkan Tefsiri, Mahmud Ustaosmanoğlu, Siraç Kitabevi Y. c. 2, s. 175-179
18. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 13, s. 5-27
19. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. (S. Uludağ, İ. Kutluer, M.Uzun), c. 4, s. 11-21
20. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c.5, s. 393-394; c. 1, s. 120-121; c. 3, s. 302-305
21. Yeni Ansiklopedi, Timaş Y. c. 3, s. 1217-1224
22. İslâm’da Nefis Tezkiyesi, Said Havva, Petek Y. s. 531-556, 438-441, 313-317
23. Allah Erinin Ahlâk ve Kültürü, Said Havva, Petek Y. s. 506-513
24. Müslüman Şahsiyeti, M. A. Haşimi, Risale Y. s. 137-164
25. Müslümanın Ahlâkı, Muhammed Gazali, Vahdet Y. s. 201-224, 249-265, 17-21
26. Hak Yolda Yürürken, Mustafa Meşhur, Fecr Y. s. 199-206
27. Yürek Devleti, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
28. Dağarcık, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 19-20
29. Kur’an ve Psikoloji, Osman Necati, Fecr Y. s. 67-
30. Hadis ve Psikoloji, Osman Necati, Fecr Y. s. 77-97
31. Kur’an ve Sünnette Kalbî Hayat, Âdem Ergül, Altınoluk Y. s. 243-256
32. Kur’an’da Dostluk İlişkileri, Remzi Kaya, Ayışığı Kitapları Y. s. 43-45
33. Kur’ân-ı Kerim’de Sosyal Münasebetler, Âdâb-ı Muâşeret, M. Zeki Duman, Özel Y. s. 37-53
34. Kur’an Işığında Evrensel Dengeler ve İnsan, Yaşar Düzenli, İFAV Y. s. 325-331
35. Kur’an’da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 232-237
36. Kur’ân-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor? Veli Ulutürk, Nil A.Ş. Y. s. 225-229
37. Takvâ Bilinci, Hüseyin K. Ece, Denge Y. s. 134-136, 255-257
38. Ahlâk Bilinci, Hüseyin Caneri, Denge Y. s. 37-42, 49-82
39. İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 1, s. 205-208
40. Musâhabe, Mahmud Sami Ramazanoğlu, Erkam Y. c. 1, s. 11-32; c. 2, s. 149-164, 97-110
41. İnsan Psikolojisi Üzerine, Muhammed Kutub, İşaret Y. s. 113-130
42. Hayâtü's-Sahâbe, M. Yusuf Kandehlevi, İslâmî Neşriyat, c. 3, 100-117 ; c. 2, s. 474-664
43. İlmihal, İslâm ve Toplum, İSAM Y. c. 2, s. 523-531
44. İhyâu Ulûmi’d-Din, İmam Gazâli, Bedir Y. c. 4, s. u533-648
45. Medâricu’s Sâlikîn, İbn Kayyim el-Cevziyye, c. 3
46. Kur’an’da Ulûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. s. 158-159
47. Işığın Göründüğü Yer, Fethullah Gülen, Nil Y. s.34-38, 102-107
48. Gafletten Kurtuluş, Tenbihu’l-Ğâfilin, Ebulleys Semerkandi, Bedir Y. s. 553-559
49. Sevgi Nedir, Alaaddin Başar, Zafer Y.
50. Sevgi Medeniyeti, Raşid Küçük, Rehber Y.
51. Sevgi Zaferdir, Mahir Duman, Gençlik Y.
52. Sevgi Atmosferi, Servet Engin, Adım Y.
53. İslâm’da Sevgi ve Kardeşlik, Hüsnü Ethem Cerrar, Dünya Y.
54. Başarı Yolunda Sevginin Gücü, M. Esad Coşan, Seha Neşriyat
55. Muhabbetulllah (Allah'ı Sevme), Şahver Çelikoğlu, Marifet Y.
56. Sevmek Ölmekle Başlar, Murat Başaran, Zafer Y.
57. Sevgi Yumağı, Nurcan Sevinç, Nesil Basım Yayın
58. Sevgi Yolu, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
59. Aşk Estetiği, Beşir Ayvazoğlu, Ötüken Neşriyat
60. Yavrularımıza Peygamber Sevgisi, M. Abdullah Yemani, Erkam Y.
61. Sevgili Kasidesi, Fatih Okumuş, Denge Y.
62. Sevgi, Leo Buscaglia, Çev. Nejat Ebcioğlu, İnkılap Kitabevi Y.
63. Sevgi İçin Doğmak, Leo Buscaglia, Çev. Mehmet Harmancı, İnkılap Kitabevi Y.
64. Sevgi Dünyasına Giden Yol, M. Scott Peck, Çev. Azize Bergin, Altın Kitaplar Y.
65. Sevgi Korkudan Özgürleşmektir, Gerald Jampolsk, Çev. Salih Serin, Kuraldışı Y.
- 242 -
KUR’AN KAVRAMLARI
66. Sevgi: Özgürlüğe Giden Yol, Peter Lauster, Çev. Nurettin Yıldırım, Doruk Y.
67. Sevginin ve Şiddetin Kaynağı, Ercih Fromm, Çev. Yurdanur Salman, Payel Y.
68. Sevme Sanatı, Erich Fromm, Akış Y./Payel Y./Say Y./Star Yaprak Y.
69. Vahdet Ama Nasıl, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
70. İslâm Cemaatine Doğru, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
71. Uhuvvet Risalesi, B. Said Nursi, Envâr Y./Sözler/Yeni Asya/İhlas-Nur Neşriyat
72. İslâm Kardeşliği, Abdullah Ulvan, Uysal Kitabevi Y.
73. Kardeşlik ve Hoşgörü, Muhammed M. Pickthall, Akabe Y.
74. Kardeşlik Çağrısı, Ramazan Kayan, Bakış Y.
75. Kardeşlik Çağrısı, Mehmet Metiner, Risale Y.
76. Müslümanların Kaynaşması, Selâmet Y.
77. İslâm’da Müsamaha, İmam Gazali, Marifet Y.
78. İslâm’da Hoşgörü ve Sınırı, Taner Akçam, Başak Y.
79. Nebevî Hoşgörü, Yusuf Ziya Keskin, Timaş Y.
80. Müsamahada Ölçü, Heyet, İttihad Y.
81. Sulh Çizgisi, İbrahim Canan, T.Ö.V. Y.
82. Vahdete Yedi Adım, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
83. Tevhidin Düşmanı Tefrika, Ramazan Yılmaz, Mücahede Y.
84. İnsanları Tefrikaya Düşüren Faktörler, Mahmut Balcı, İhtar Y.
85. İhtilâftan Rahmete, Ebu’l Feth el-Beyânûnî, Risale Y.
86. İhtilâflar Karşısında İslâmî Tavır, Yusuf el-Kardavî, İlke Y.
87. İslâm’da İhtilâf Usûlü, Câbir Alvânî, Risale Y.
88. Meşreb mi Tefrika mı? Mustafa Akgün, Özel Y.
89. Münakaşalar ve İhtilâf Sebepleri, Zekeriya Güler, T.D.V. Y.
90. İslâm ve İnsan Hakları, Muhammed Umara, Denge Y.
91. İslâm'da Şahsiyet Hakları, Hüseyin Tekin Gökmenoğlu, T.D.V. Y.
92. İslâm’da Karşılıklı Haklar ve Vazifeler, Mehmet Talu, Şelâle Y.
93. Cihan Sulhü ve İslâm, Seyyid Kutub, Arslan Y.
94. İyi Müslüman, İsmail Lütfi Çakan, T.D.V. Y. s. 75-83, 90-95
95. Kur'an'da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 232-237
96. Bu Böyledir, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. c. 1, s. 139-160
97. Risâle-i Nur'dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 436-444
98. Unutulmaz Sözler ve Nükteler Antolojisi, Mehmet Dikmen, Cihan Y. s. 334-339, 330-331, 58-65
99. Hoşgörü: Nereye Kadar? Din ve Zorlama Veysel Kasar, Köprü, Kış 97
100. Din ve Fıtrat, s. 170-191
101. Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 188-199
SECDE
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
SECDE
- 169 -
Kavram no 158
Görevlerimiz 34
Bk. İbâdet; Namaz; Rukû; İtaat-İsyan
SECDE
• Secde; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur'an'da Secde
• Secdenin Çeşitleri
• Şükür Secdesi
• Tilâvet Secdesi
• Sehiv Secdesi
• Secdenin Önemi
• Secdenin İki Kez Yapılması
• Secdenin Toprağa yapılması
• Secdenin Düşündürdükleri ve Bazı Hikmetleri
• Secdenin Sağlık Açısından Faydaları
• Meleklerin Hz. Âdem'e Yaptığı Secdenin Mâhiyeti
• Secde ve Tesbih
• Secde ve Tekbir
• İbadetlerde Tekbir
“Ve o zaman Biz meleklere (ve cinlere): 'Âdem'e secde edin!' dedik, hemen secde ettiler. Yalnız İblis dayattı, kibrine yediremedi, inkârcılardan oldu.“ 563
Secde; Anlam ve Mâhiyeti
“Secde“ sözlükte, eğilme ve boyun büküş demektir. Bu anlamda secde, Allah’ın önünde eğilme ve O’na karşı kulluk yapmak demektir ki insanları, hayvanları ve cansızları kuşatır. ‘Secde’, bir anlamda üstün bir varlığın önünde, onu büyüklemek ve kendini o varlığın karşısında küçük görmek üzere, saygıdan eğilmek, yere kapanmaktır. Özel anlamıyla secde; en önemli ibâdet olan namazı tamamlayan, alnı, elleri, dizleri ve ayakları yere koymak şeklindeki hareket ve namazdan bir rükündür (olmazsa olmaz şartıdır). Allah'ın huzurunda yere kapanış demek olan secde, Allah'a memnuniyetini ve itaatini bildirmek veya şükretmek için yapılan bir ibâdettir. Secde kelimesi, türevleriyle birlikte Kur'an'da 92 yerde geçer. Secde yapana ‘sâcid’, çok secde yapana ise ‘süccâd’ denir. Üzerinde secde yapılıp namaz kılanan kumaş veya küçük halıya 'seccâde', secde yapılıp (topluca) namaz kılınan binaya “mescid“, secde organlarına da mesced adı verilir. Secde yapma olayına da ‘sücûd’ denilir. Sücûd aynı zamanda çok secde yapan anlamına da gelmektedir. 564
İbâdet Anlamıyla Secde: Secde, son derece tevazu (hürmet) ile alçalıp baş eğmektir ki, ‘kibr’in karşıtıdır. İslâmî mânâda, alnı yere koymak şeklindeki Allah’ı
563] 2/Bakara, 34
564] 2/Bakara, 125; 22/Hacc; 26
- 170 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ta’zimin (büyüklemenin) ve Allah’a itaat etmenin en yüksek göstergesidir. Her çeşit secdede ibâdet, boyun büküş, tezellül (kendini aşağı görme) ifadesi vardır. Bunun için İslâm'a göre Allah’tan başkasına secde edilemez; bu küfürdür. Kendisine secde edilmeye lâyık Allah'tan başka hiçbir şey yoktur. Yüceltilmeye, tâzimde bulunulmaya lâyık yegâne makam Allah'tır. Allah’tan başkasına secde edenler o secde ettikleri şeyi ilâhlaştırmış ve Allah’a şirk koşmuş olurlar.
Kul, ister Allah’ın huzurunda isterse bir başkasının huzurunda yere kapansın; onun bu durumu bir itaat ve önünde yere kapandığı şeye mutlak bir bağlılıktır. Secde eden kimin karşısında secdeye kapanıyorsa, o makama karşı sınırsız bir saygı duyuyor, onu en büyük tanıyor, ona en büyük sevgiyi besliyor demektir. Bu saygı ve tâzim, ister korkudan kaynaklansın, isterse derin bir hayranlık duygusundan, durum değişmez. Çünkü insanın kendini en aşağı, en küçük, en güçsüz gördüğü durum, secde halidir. Öyle ki kişi, secdede kendini bir hiç olarak görür (kendini zelil sayar), ama karşısında secdeye kapandığı makamı ise en büyük tanır. Bir makamı veya şahsı yüceltmenin, secdeden daha ileri ve daha aşırı bir biçimi düşünülemez.
Bu bakımdan tarihte ve günümüzde yaşayan bütün müstekbir zorbalar, insanların kendi huzurlarında ve makamlarının huzurunda secde etmelerini, o makamlar karşısında boyun bükmelerini istemişlerdir. İnsanların kendi huzurlarında eğilmelerinden vahşî bir zevk almışlardır. Firavunlar ve çağdaş takipçileri, insanların saygıyla karşılarında eğilmelerini isteyerek mâbud haline gelmişlerdir. Yeryüzünde azıp haddi aşan, kendilerini tanrı makamında gören bütün tâğutlar aynı karakteri taşırlar. Kendileri Yüce Yaratıcı'nın huzurunda secde etmekten yan çizerler; ama aynı zorbalar insanları kendi huzurlarında eğilmeye zorlarlar. Peşinden gittikleri liderleri iblis de Allah’ın emrine karşı gelerek secde etmekten kaçınmıştı.
Kur’an’da Secde
“Secde et ve (Rabb'ine) yaklaş!“ 565
“Ey iman edenler, rükû edin ve secde edin!“ 566
“...Rükû eden, secde eden mü'minleri müjdele!“ 567
“Gecenin bir bölümünde O'na secde et!“ 568
“Onlar ki, gecelerini Rabb'lerine secde ederek ve kıyam ederek geçirirler.“ 569
“Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah'a secde ediyor.“ 570
“Göklerde ve yerde bulunanlar ister istemez Allah'a secde ederler. Gökler de sabah ve akşam (uzayıp kısalarak) Allah'a secde etmektedir.“ 571
565] 96/Alak, 19
566] 22/Hacc, 77
567] 9/Tevbe, 112
568] 76/İnsan, 26
569] 25/Furkan, 64
570] 22/Hacc, 18
571] 13/Ra'd, 15
SECDE
- 171 -
“Allah'ın yarattığı herhangi bir şeyi görmediler mi? Onun gölgeleri, küçülerek ve Allah'a secde ederek sağa sola döner. Göklerde bulunanlar, yerdeki canlılar ve bütün melekler, büyüklük taslamadan Allah'a secde ederler.“ 572
“Onlara ne oluyor ki iman etmiyorlar ve kendilerine Kur'an okunduğu zaman secde etmiyorlar.“ 573
“Secde hali, kulun Rabb'ine en yakın olduğu andır. İşte orada çok dua ediniz.“ 574
Secde aynı zamanda, Allah’ın emirlerine uymak, O’nun evrene koyduğu kanunlara itaat etmek, Allah’ın rabliğine teslim olmak demektir. Kâinattaki bütün varlıklar isteyerek veya istemeyerek Allah’a secde ederler: “Göklerde ve yerde olanların hepsi, Güneş, Ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların çoğunun Allah’a secde ettiklerini görüyor musun?“575; “Göklerde ve yerde her ne varsa -isteyerek de olsa, istemeyerek de olsa- Allah’a secde ederler. Sabah akşam onların gölgeleri de (O’na secde ederler).“ 576
Secdenin Çeşitleri
Secde iki türlüdür: Birincisi; ihtiyarî, yani insanın kendi hür iradesiyle / özgür tercihiyle yaptığı secde. Bu, yalnızca insana mahsustur. Allah (cc) bütün insanları kendine secde etmeye, yani kendine mutlak anlamda itaat etmeye davet ediyor.577 İkincisi; Teshirî, yani ister istemez, daha doğrusu zorunlu olarak yapılan secdedir. İnsanın dışındaki bütün varlıklar da Allah’a secde ederler ve bu secdelerini ister istemez yaparlar. Çünkü başka tercihleri olamaz. 578
İnsanın dışındaki varlıkların secde şekli konusunda kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Kimilerine göre, onların Allah’a olan itaatlerinin secde olarak nitelenmesi sembolik bir ifadedir. Ya da secdenin anlamı; mutlak bir itaati, boyun bükmeyi, tesbih etmeyi, Allah’ın hükmüne uymayı içine alacak kadar geniştir. Buna göre secde, gerçek boyun eğişi, mutlak itaati, Allah’a tam teslimiyeti ve yakınlaşmayı, O’nu Rab bilmeyi ve kulluğun bütün görüntülerini bünyesinde toplayan çok önemli bir eylemdir.
Secde çeşitleri, şu şekilde de karşımıza çıkar: Namaz secdesi dışında ‘şükür secdesi’, namazda yanılmanın karşılığı olarak ‘yanılma (sehiv) secdesi’, Kur’an’da secde âyetleri okunduğu zaman yapılan ‘tilâvet (okuma) secdesi’ gibi secde çeşitleri de bulunmaktadır.
Şükür Secdesi: Şükür; nimeti bilip nimet vereni anmak ve övmek demektir. Şükür secdesi, bir nimete kavuşmaktan veya bir sıkıntı ve musîbetten kurtulmaktan dolayı kıbleye yönelerek ve tekbir alınarak tilâvet secdesi gibi yapılan secdedir. Secdede Allah'a hamd ve şükür edilir, tesbih edilir; daha sonra yine tekbir alarak ayağa kalkılır. Ebu Bekr (r.a.)'den rivâyete göre, “Hz. Peygamber (s.a.s.) sevindirici bir haber aldığı zaman veya kendisine bir müjde verildiği vakit
572] 16/Nahl, 48-49
573] 84/İnşikak, 21
574] Ebû Dâvud, c. 2, s. 33; Riyâzü's-Sâlihîn, c. 3, s. 82
575] 22/Hacc, 18
576] 13/Ra’d, 15
577] Hacc, 77; Necm, 62
578] 13/Ra’d, 15; 16/Nahl, 49; 22/Hacc, 18; 7/A’râf, 206
- 172 -
KUR’AN KAVRAMLARI
secdeye kapanırdı.“ Şükür secdesi müstehaptır.
Tilâvet Secdesi: Tilâvet; okuma, özellikle Kur'an okuma anlamına gelir. Kur'an'daki bir secde âyetini okuyan veya dinleyen müslümanın yapması gereken secdeye denilir. Kur'an-ı Kerim'de 14 yerde secde âyeti bulunmaktadır. Mushaflarda, secde âyeti bulunan sayfaların kenarına bunu belirten özel bir işaret konulmuştur. Kur'an'daki bu secde âyetleri şunlardır: 7/A'râf, 206; 13/Ra'd, 15; 16/Nahl, (49-) 50; 17/İsrâ, (107-)109; 19/Meryem, 58; 22/Hacc, 18; 25/Furkan, 60; 27/Neml, 25; 32/Secde, 15; 38/Sâd, 24; 41/Fussılet, (37-)38; 53/Necm, 62; 84/İnşikak, 21; 96/Alak 19) Hanefilere göre tilâvet secdesi vâcib; Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise sünnettir. “Âdemoğlu secde âyetini okuyup secde edince, şeytan ağlar ve 'vay benim halime! Âdemoğlu secde etmekle emrolundu ve hemen secde etti; cennet onundur. Ben ise secde etmekle emrolundum, ama secde etmekten kaçındım, bundan dolayı cehennem benimdir' diyerek oradan kaçar.“ 579
Secde âyetlerinin bir kısmında genel olarak müşriklerin yüce yaratıcının karşısında boyun bükmekten ve secde etmekten kaçındıkları anlatılmakta, bir kısmında ise mü'min muhataplar doğrudan secde etmekle emrolunmaktadır. Secde âyetlerinin bu içeriği gözönünde bulundurulursa, bu âyetleri okuyan veya işiten kimsenin secde yapması, hem emre itaat etmek hem de secde etmekten kaçınanlara tepki göstermek ve muhalefet etmek anlamına gelmektedir. Bu bakımdan tilâvet secdesiyle yükümlü olabilmek için her şeyden önce, dinlenen âyetin secde âyeti olduğunun bilinmesi gerekir.
Sehiv Secdesi: Sehiv; dalma, gaflet etme, bilmeyerek terk etme demektir. Sehiv secdesi ise, yanılmak suretiyle namazın rükûnlarından birisini geciktirme halinde, namazın sonunda yapılması gereken iki secde demektir. Namazın rükûnlarından (farzlarından) birinin namaz esnasında te'hir edilmesi (geciktirilmesi) veya vâciblerinden birinin terk veya te'hiri halinde son oturuşta yalnız tahiyyat okunduktan sonra selâm verilir, daha sonra tekbirle secdeye varılarak namazdaki iki secde aynen tekrarlanır, tahiyyat, salli-bârik duâları okunduktan sonra selâmla namazdan çıkılır. Hanefilere göre vâcib, diğer mezheplere göre sünnettir.
Secdenin Önemi
Secde, namazın en önemli hareketidir. Secde; ibâdetin, kulluk tavrının özü ve esasıdır. Kur’an-ı Kerim, çeşitli âyetlerde secde edenleri övmektedir.580 Peygamber'e uyan ve O'nun Allah katından dini benimseyip yaşayan sahabelerin ve mü’minlerin yüzlerinde secde izleri vardır. Onların mü’min oldukları neredeyse alınlarındaki secde izinden belli olur. “Onları rükûa varırken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rızâ isterler. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır.“ 581
Allah'a her yerde secde edilebilmekle birlikte, secde/ibâdet için özel yapılar da söz konusudur. Bu konuyla ilgili âyette, secdenin/ibâdetin sadece Allah'a yapılması vurgulanmaktadır: “Mescidler (yahut mescedler/secdeler veya secde âzâları) yalnızca Allah’ ındır. Öyleyse Allah ile beraber başka bir şeye (ve kimseye) kulluk
579] S. Müslim, İman 35
580] 9/Tevbe, 112; 7/A’râf, 120; 26/Şuarâ, 219
581] 48/Fetih, 29
SECDE
- 173 -
etmeyin!“582 ‘Mescid’, secde edilen yer demektir. Bu anlamda bütün yeryüzü bir mescittir. Çünkü yeryüzünün her tarafında Allah’a secde edilmektedir. Ancak mescid denilince, genellikle cemaat halinde topluca namaz kılınan yerler, şimdiki câmiler, namazgâhlar akla gelir. Bu âyette583 geçen ‘mescid’in çoğulu mesâcid kelimesini ‘mesâced’ şeklinde okuyanlar da bulunmaktadır. ‘Mesâced’, ‘mesced’in çoğuludur ve anlamı secde yerleri demektir. Dolaysıyla âyeti şöyle de anlamak mümkündür: Secdeler ve secde yerleri, yani alın, burun, eller, dizler ve ayaklar Allah’a aittir. Onları yaratan O’dur. Öyleyse O’nun yarattığı uzuvları (organları) O’ndan başkasına secde ettirmeyin, yalnızca O’na secde edin.
Ibni Abbas’tan rivâyet edildiğine göre Peygamberimiz (s.a.s.) buyurdu ki: “Yedi kemik üzerine secde etmekle emrolundum. Bunlar, alın, -eli ile burnuna işaret etti-, iki el, iki diz ve iki ayak (ucudur).“584 Allah’ın yarattığı organlar O’na şükretmek ve O’na itaat etmek O'na secde etmek yolunda kullanılmalıdır. Secde, kulun şükrünün en yüksek makamıdır. Kul secde ile itaatin, saygının, İlâhî sevginin, huşû’nun en yücesine çıkar. Kulun Rabbine en yakın olduğu hal, secde halidir. Kişi secdesi ile Rabbinin katında derece kazanır. Secde edenler, Allah’ı hakkıyla ta’zim ederler.
Yüce Allah'ın yarattığı bu vücut organları, yine Allah'ın yarattığı âciz yaratıkları tâzim etmek için kullanılamaz. Bu, Yaratıcı'ya karşı nankörlük ve küfür demek olur. Allah'tan başkasının huzurunda saygıyla divan durulamayacağı gibi, kula kulluk etmek için rükû ve secdeyi hatırlatan, çağdaş tapınmalar, reveranslarda da bulunulamaz. Bu tür davranışlar, eşref-i mahlûkat için bir züldür, alçalmadır. Şurasının altını çizmek gerekiyor ki âlemlerin Rabbi Allah’a samimiyetle secde edenler, Allah’ın dışında hiç bir varlığın, makamın, çıkarın, gücün önünde boyun eğmezler. Başlarını dik tutarlar, haysiyet ve şereflerine sahip olurlar. İnsanlık onurlarını âciz, güçsüz ve zorba karakterli varlıkların önünde beş paralık etmezler. Allah'a gerçek anlamda ve gereği gibi secde eden kul, kula kul olmaktan kurtulur. Mü'min, en şerefli organı olan yüzünü, insanların üzerinde gezinip tepindikleri toprağa sürerek, kendisini işte o topraktan yaratan Yaratıcı'nın karşısında ne kadar basit ve âciz olduğunu hatırlar. Mü'min, yalnız yaratıcısı Allah'ın huzurunda zelil hisseder.
Allah’ın karşısında secde etmeyenler, ancak ‘kibirli’, ‘burnu havada’ olan kimselerdir. Onlar Allah’a secde etmeyi gururlarına yediremezler, ama her türlü çıkarın, dünyalık makamların ve zorba yönetimlerin önünde eğilirler, aşağı bir seviyeye düşerler. Küçücük bir menfaat için ya da az bir çıkar veya maaş uğruna üstlerine süklüm-püklüm olurlar. Allah'ın kendisine secde emrinden kaçınanlar, kula kulluk için emre âmâdedirler. Bunlar, halk deyimiyle “emir kulu“dur; âmirleri kim olursa olsun, hazırola geçmeye, boyun eğmeye, kulluk göstermeye (secdeye) hazırdırlar.
Rabbimiz, kendisine secde etmeye yanaşmayanları çeşitli şekillerde rezil ve rüsvay eder, burunlarını sürter, onlara hiç bir izzet ve şeref vermez. İnsanların huzurlarında secdeye kapanmalarını veya secde eder gibi eğilmelerini isteyen
582] 72/Cinn, 18
583] 72/Cinn, 18
584] Müslim, Salât 231, Hadis no: 491, 1/355; Ebû Dâvud, Salât, Hadis no: 891, 1/235; S. Buhâri, Tecrid- Sarih Terc. 3/847-848
- 174 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sultanların veya onlar gibi davranananların bu haline Allah (c.c.) gazap eder.
Allah'ın önünde eğilmeyen insan, gönlündeki putları deviremez, küfrün belini kıramaz. Secdeden kaçınan insanın yoldaşı, secdeden kaçınanların ilki olan şeytandır.
Secdede asıl olan, kalbin bütün ilgilerden arınarak Allah'a yönelmesi, samimi bir teveccüh ile O'na bağlılığını ve itaatini arzetmesidir. Secdesi çok olanlar, yani sâcidîn ve ‘süccâd’ olanlar, yeryüzünü tertemiz mescid haline getirenler, Rablerinin katında yüceldikçe yücelirler. Allah, kendisi için tevâzu gösterenleri, başını secdeye koyanları aziz kılar, yükseltir. Sadece Allah'ın huzurunda eğilip O'na secde edenler, bir anlamda ‘mirac’a çıkarlar. Zaten namaz mü’minin miracı değil midir?
'Rükû’su ve 'secde'si uzun tutulan namazlar daha faziletlidir. Bu iki makamda yapılan zikirler, edilen dualar ve kunutlar kabul edilmeğe daha yakındır. Bundan dolayı mü’minler secdede çok dua ederler ve Allah’ı çokça tesbih ederler. 585
Secdenin İki Kez Yapılması
Namazda her rekâtta bir defa rükû ettiğimiz halde, niçin iki defa peş peşe secdeye kapanırız? Bu konuda bazı yorumlar yapılmıştır.
Birinci secde, topraktan yaratıldığımıza; ikinci secde ise yine toprağa döneceğimize işarettir. Böylece, secde ile toprak arasındaki bağ, karşımıza çıkar. Başka bir yorum da şöyledir: Şeytan bir secde ile emrolundu ve o bunu yapmadı. Biz ise, şeytanın bu davranışına karşı, iki kez secde ederek şeytana tepkimizi belirtirken Rabb'imize daha çok yaklaşmış oluruz. 586
Secde hali, Rabb'imizin en çok hoşuna giden bir ibâdet olmasına karşın; şeytanın ve onun temsilcilerinin de en fazla nefret ettikleri bir eylemdir. Çünkü secde, kulun yalnızca Rabb'ine tahsis ettiği bir davranış biçimi olmakla kalmaz, aynı zamanda şeytana ve taraftarlarına karşı da bir başkaldırı niteliği taşır. Azgın bir saptırıcı olan şeytanın, Allah'ın kullarına yaklaşıp sokulma fırsatı bulamadığı iki cihetten biri de secdedir. A'raf suresinin 16 ve 17. âyetlerini tefsir ederken Fahreddin Râzi, şu açıklamayı yapar: İblis şöyle yemin etmişti: “Öyle ise, dedi; 'beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için Senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın.“ 587
Bunu işiten melekler, şu âciz insanların hallerine acıyarak Allah'a şöyle niyazda bulundular: “İlâhımız! İnsan, şeytanın bu dört yönden saldırısı ve kuşatması karşısında nasıl kurtulabilir? O zaman Allah Teâlâ, onlara şunu vahyetti: “Şüphesiz insanlar için biri yukarı, biri de alt taraf olmak üzere iki cihet açık kalmıştır. Kul, hudû (tevâzu) ile duada ellerini yukarı kaldırdığı ve huşû (korku ve saygı) ile alnını yere koyduğu zaman, Ben onun yetmiş senelik günahını mağfiret ederim.“ 588
585] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s 582 vd.
586] Ekrem Doğanay, Namazın Sosyal Hayatımızdaki Yeri, s. 129
587] 7/A'râf, 16-17
588] Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, IV/196
SECDE
- 175 -
Şu halde, şeytan ve taraftarlarının amansız saldırılarına karşı bizi koruyacak iki kalkanımız var: Dua ve secde. Bu yüzden Rasûlullah’ın (s.a.s.) uyguladığı ve tavsiye buyurduğu gibi secdeyi ve secde esnasındaki duayı çoğaltmak gerekir. 589
“Ümmetimden hiç kimse yoktur ki, Kıyamet gününde ben onu tanımış olmayayım... Kıyamet gününde benim ümmetim secde ettiklerinden dolayı alınları; abdest aldıklarından dolayı da abdest âzâları parlak olacaktır.“ 590
Secdenin Toprağa yapılması
Secdenin toprağa yapılması daha efdaldir. Çünkü toprakla secde organları arasında ve yine topraktan yaratılan Âdem’le, yani Âdem’in şahsında Allah’a yapılan secde arasında tatlı bir bağlantı vardır. Toprağın sahibinin huzurunda, topraktan yaratılan insan, yine bir gün toprağa dönecek olan kul, toprak üzerinde secde eder. Topraktan yaratanın Allah olduğunu, Allah'tan geldiğini ve tekrar Allah'a döneceğini hatırlayarak kendini Rabb'ine daha yakın hisseder. Secde, şüphesiz ulvî bir lezzet, mü’min için bir lütuftur.
Kul, her aynaya bakışında gururla ve beğenerek seyrettiği şerefli başını, secde ânında toprağa koymakla, menşeini / aslını hatırlayıp kendine dönmekte ve şu çok değer verdiği vücudunu değersiz bir nesneden yaratarak ona şekil ve biçim veren yüce Allah'a yönelmektedir. En güzel kul olan Râsûlüllah, çoğu kez kuru ve sert toprağa, bazen de hasıra secde ederdi. Bir keresinde çamurlu ve ıslak olan zemine secde ettiğinden, mübarek başını secdeden kaldırdığında alnından çamurlu sular damladığı görülmüştü. Namaz kılıp secde eden kimse, kendisini Allah'ın huzurunda daha zelil ve hakir hissetmek için, kıymetli, süslü-püslü halı veya seccâdeler yerine; taş, toprak, hasır, tahta veya basit ve sade bir bez üzerine secde etmelidir. Çünkü Allah'ın en güzel biçimde şekillendirdiği göz ve kulakla süslediği başını, ancak böyle bir zemine koyarak Allah'a karşı kendisini küçültebilir. 591
Bu konuda ilki Huzeyfe, ikincisi Ebû Zer’den (r.a.) rivâyet edilen hadis-i şeriflerde Peygamberimiz şöyle buyurur: “Bir kulun yaptığı işlerden Allah'ın en çok hoşuna giden, namazda yüzünü toprağa koyarak secde etmesidir.“592; “Hiç biriniz namaz kılarken alnındaki tozu toprağı silmesin; çünkü rahmet onu karşılıyor.“ 593
Secdenin Düşündürdükleri ve Bazı Hikmetleri
Tüm manevî/kalbî hastalıkların kaynağı kibirdir/büyüklenmedir. Büyüklenenlerin ilki şeytandır. Allah'ın emrine isyan edip secde etmeyerek ilk günahı şeytan, büyüklenme günahıyla işlemiştir. Allah'ın secde/ibâdet emrine uymayarak şeytanın yolundan gidenler de onun işini meslek edinerek büyüklenirler. Bu nedenledir ki, her namazda Allah'ın “en büyük“ olduğunu tekrarlar ve secde ile gösteririz. Demek ki, gün ve gece boyunca büyüklenme ve eğilimleri ve tavırları
589] Abdullah Yıldız, Namaz, s. 124-125
590] Ahmed bin Hanbel; Tirmizî: Naklen M. Nâsıruddin elBânî, Peygamberimiz'in Namaz Kılma Şekli, s. 111
591] el-Elbânî, A.g.e. s. 120-121
592] el-Münzirî, Terğîb ve Terhîb, c. 1, s. 516
593] el-Münzirî, g. e. 1/514
- 176 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ile yüzyüzeyiz. Namaz kılan bir müslüman da yüzlerce defa Allah'ın en büyüklüğünü kalbiyle tasdik, diliyle ikrar ve secdesiyle ispat etmiş olur. Namaz kılan bir müslüman, “Allahu ekber“ dediği, Allah'ın huzurunda bel büküp (rükû) yere burnunu sürttüğü (secde) halde, hâlâ gurur, kibir/büyüklenme eğilimleri varsa, ne söylediğini ve ne yaptığını bilmiyor demektir.
Yeryüzündeki fesâdın kökünde “tekbir“ ve “secde“ şuurundan uzaklık, yani büyüklenme vardır. Mü'min, benlik ve kibir hastalıklarını Allahu ekber kılıcıyla keser, secde zaferine kavuşur. Günde 40 rekât namaz kılan bir mü'min, 80 defa secde yapma şerefine kavuşur. Alnını her gün 80 defa yerlere eğerek nefsini ve benliğini kırar; Allah'ın dışında büyük kabul edilmeye, önünde eğilmeye lâyık kimse olmadığının bilincini ispatlar. Bu secdelerle mü'min, “Ene rabbiküm'ul a'lâ“594 diyen firavunlara meydan okuyup “Sübhâne Rabbiy'el a'lâ“ der. Günün her ânında ve davranışında “lâ“yı yaşamış, şimdi de secdede “illâ“nın en yakınına ulaşmış, hakkal yakîn olarak sadece Allah'ı ilâh olarak tanımanın hazzına ermiştir. Kibirliliğin göstergesi olan “burnu havada olmak“ı secde ile “burnunu yere sürterek“ kırmış olur. O yüzden secde, kişiyi şeytanlaştıran kibir ve gurura karşı en güzel, en etkin tedavi yöntemidir. 595
Allah'ın büyüklüğü karşısında bir hiç olduğumuzu vurgulamak için secde halinde küçülür, küçülür, küçülebildiğimiz en küçük hali alır ve O tek büyüğün, en büyüğün huzurunda yerlere kapanırız. O'nu büyükleyerek ve yücelterek, O'na yakın olabilmek için O'nun kuluna en yakın olduğu an olan secdelere tekrar tekrar varıyoruz. O'nun yüceliği karşısında küçülüp kıvrılıyor, tıpkı kapı halkası gibi yusyuvarlak olarak O'nun rahmet kapısını “Senin şânın ne yücedir Rabbim“ diyerek çalıyoruz. “Buyur kulum, dilediğini iste kulum“ diyerek huzuruna, kulluğuna kulunu kabul etmek ise ancak Ekber olana, O'nun merhametine yaraşır.596 O, sadece kendi huzurunda küçülenleri, başkalarının yanında, eşyanın, maddenin, tüm fânilerin ve âcizlerin yanında aziz kılacak, küçültmeyecek olandır. O, kendini büyük görüp secde etmeyen şeytanları sâğîrinden kılan/alçaltan ve kendine secde edenleri yeryüzünde halife ve efendi kılandır.
Ağaçlar secde etmektedirler.597 Ağaçlar ve bitkiler, namazdaki secde gibi devamlı olarak secdede duruyorlar. Çünkü ağaçların ağızlarına benzeyen kökleri devamlı şekilde yerden su ve besin alırlar. Cisimlerin gölgeleri Allah'a özel bir teslimiyet ve ibâdet tarzı olarak her gün nasıl uzayıp kısalıyorsa598 ibâdet eden insan da namazda kıyam, rükû, secde ve ka'de yaparken uzanıp kısalır. Müslümanların cemaat halindeki ibâdetlerde yaptıkları gibi, sürü halinde uçan kuşlar da Allah'a ibâdet ederler: “Göklerde ve yerde bulunanlarla dizi dizi kanat çırpıp uçan kuşların Allah'ı tesbih ettiklerini görmez misin? Herbiri kendi salâtını (duâsını) ve tesbihini (öğrenmiş) bilmiştir. Allah, onların yapmakta olduklarını hakkıyla bilir.“ 599
Bilindiği gibi, Firavun, Hz. Mûsâ'ya inanmayan ve ilâhlık taslayan zâlim bir yöneticidir. İsrailoğullarını kendine kul-köle yapıp onları ezip sömüren ve açıkça
594] 79/Nâziât, 24
595] İ. Eliaçık, İslâm ve Sosyal Değişim, Bengisu Y. s. 26
596] Ali Akpınar, Namaz Duaları ve Sureleri, Suffe Y. s. 67
597] bk. 22/Hacc, 18
598] 16/Nahl, 48; 13/Ra'd, 15
599] 24/Nur, 41
SECDE
- 177 -
“ben sizin en büyük rabbinizim“600 deyip halkını kendine secde ettirip taptıran Firavun, iman edenleri imha için ordusuyla takip ettiği Hz. Mûsâ ve kavmi için mucize olarak açılan Kızıldeniz'de ölüm ânında Allah'a iman etti ve secdeye kapandı. Bu iman yeis/ümidsizlik halinde yapıldığı için kabul edilmedi. “Biz İsrail oğullarını denizden geçirdik. Ama Fir'avn ve askerleri zulmetmek ve saldırmak üzere arkalarından onlara yetişti. Nihâyet (denizde) boğulma haline gelince, 'Gerçekten İsrail oğullarının inandığı ilâhtan başka ilâh olmadığına ben de iman ettim. Ben de müslümanlardanım!' dedi. Şimdi mi (iman ettin)? Hâlbuki daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun. (Ey Fir'avn!) Senden sonra geleceklere ibret olman için, bugün senin bedenini (cansız olarak) kurtarıp (sâhilde) bir tepeye atacağız. İşte, insanlardan birçoğu hakikaten âyetlerimizden gâfildirler.“ 601
Londra Brıtısh Museum'da Fir'avn'a ait olduğu büyük bir ihtimalle bilinen bir ceset sergilenmektedir. Mısır'da firavunların cesetleri mumyalanmak suretiyle muhâfaza edilmekte idi. Âyetten denizde boğulan Firavun'un cesedinin mumyalanmadan, bir mucize eseri korunmuş olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim 1980'li yıllarda Cebelein mevkiinde, Kızıldeniz sahilindeki kumların altından mumyalanmadığı halde hiç bozulmamış bir ceset bulunmuştur. British Museum'da muhâfaza edilen bu cesedin en az 3000 yıllık olduğu tespit edilmiştir. Resimlerinden de belli olduğu ve bizzat benim müzede gördüğüm şekilde bu ceset secde eder vaziyettedir. Secde halindeki bu durum, âyette ölürken iman etmesiyle anlatılıyor. Hayatı, halkına zulümle ve Allah'a isyanla geçen, Allah'a secde etmediği yetmiyormuş gibi, “Ben sizin en yüce Rabbinizim“ diyerek602 vatandaşlarını kendisine secde ettirmekten hayâ etmeyen Firavun'a Allah, öyle bir diz çöktürüp secde ettiriyor ki, binlerce senedir secdeden kalkmayan başı, sürtülen burnu, diğer Firavunlara ve insan şeytanlarına ibret olsun! Ölüm ânındaki bu imanın ve secdenin âhirette onu kurtarmayacağı âyetteki ifadeden anlaşılmaktadır. Ancak, mumyalanmadığı ve benzeri işlemlerden geçmediği halde, Allah'ın hikmeti gereği ve insanlara ibret olması için üç bin yıldan fazla zamandan beri çürümeyen, bozulmayan ve tüm organları, hatta saçları bile yerinde olan cesedin Allahu a'lem, canlı gibi kalması secde halinde ölmesinin bir sonucu olabilir. Yani, secde ancak ölüm ânında yapıldığı için âhirette kurtarmasa bile Firavun gibi birinin canlı gibi sapasağlam kalmasına sebep olmuş olabilir. Secde sayesinde ve secde ederken öldüğü için bedeni çürümemiş olabilir. Tabii ki en doğrusunu Allah bilir.
Ölüm ânında ve kabul edilmeyen bir secdenin Fir'avn gibi birisine canlı görünümü vermesi gibi, kabul olan ve Firavunlaşmayan kimsenin secdesi, kim bilir insanı nasıl canlı tutacaktır? Allah'a secde eden mü'min, çok şerefli bir hayata secdesi sayesinde hak kazanacak, Allah'ın nice yardımına muhatap olacaktır. Dünyada canlandırdığı gibi, secdenin, ölümden sonra da sayılamayacak faydaları olacaktır.
“Karanlıklar, ışıklar, gölgeler sussun ki Allah'ım
Bütün dünyayı inletsin benim secdem, benim âhım!“ 603
600] 79/Nâziât, 24
601] 10/Yûnus, 90-92
602] 79/Nâziât, 24
603] Mehmed Âkif
- 178 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Secdenin Sağlık Açısından Faydaları
İbadetler, sadece Allah için yapılır. Yapılmasının yegâne sebebi, Allah'a itaat, O'na şükür ve O'nun rızasını kazanmaktır. O yüzden dünyevî bir amaçtan dolayı yapılan bir ibâdet, “ibâdet“ olmaktan çıkarak “kabahat“ olur. Ama her ibâdetin dünyevî faydaları, hikmetleri, extra olarak dünyada kula kazandırdıkları vardır. Zekâtın sosyal faydaları, orucun beden ve sıhhat için yararları gibi her ibâdetin bilebildiğimiz veya bilemediğimiz nice faydaları da vardır. Namaz ve secdenin sağlığımız açısından faydaları da küçümsenmeyecek kadar çoktur. Ama tekrar hatırlatalım ki, secdeyi ve namazı dünyevî faydalarından dolayı değil; sadece Allah rızası için yerine getirirsek ibâdet etmiş oluruz.
Bu anlayış içinde, tesbit edilebildiği kadarıyla secdenin insan vücuduna bazı faydalarını saymaya çalışalım: İlk olarak, namazı sırf bir beden eğitimi hareketi gibi gören yanlış ve eksik anlayışa cevap olarak bir doktorun beyanlarına göz atalım:
“Namazın herhangi bir jimnastik ve beden eğitimi hareketinden farklı ve üstün beş farkı vardır. 1- Beş vakit namazda 40 rekât ve 80 secde var. Her gün kaç jimnastikçi bu kadar hareket yapar? 2- Sportif hareket yapanlar, hızlı hareketler yaptıklarından kalplerini ve bedenlerini yorarlar, kalıpları ve kalpleri yorgun düşer. Namaz ise yavaş yavaş kılınır; kalp yorulmaz. 3- Namaz, günün beş ayrı vaktinde kılınır. Günün muhtelif saatlerinde namaz kılındığından insanı gün boyu devamlı dinç tutar, aktif ve aksiyoner yapar. Kaç jimnastikçi günde beş defa ayrı ayrı zamanlarda kültürfizik ve beden eğitimi hareketi yapar? Ve namaz, yolculukta bile terkedilmez; düzenli olarak her gün bu hareketler mutlaka yapılır, vücudun zindeliği sağlanır. Spor yapanlar, en çok günün belirli zamanında vücutlarını düzenli hareket ettirirler. Günün diğer zamanlarına sporu yayamadıkları için vücutlarında kalori toplanmasının, yağlanmanın önüne tam geçemezler. 4- Namaz, ömrümüzün sonuna kadar farzdır. Ömrünün sonuna kadar kaç jimnastikçi düzenli olarak hareketlerini sürdürür? 5- Namaz için abdest almak şarttır. Bazı durumlarda boy abdesti de gerekir veya en azından Cuma namazı için şiddetle tavsiye edilir. Hâlbuki jimnastik için böyle bir mecburiyet yoktur.
İnsanın hayatında kanın yeri büyüktür; vücudun her tarafına dağılması hayatî önem arzeder. Kalp, kanı vücudun en ücrâ yerlerine kadar ulaştırmak üzere pompalar. Kalbin bu işi yapabilmesi için daimî olarak dinç olması gerekir. Bir de bu kan gönderme işinde kalbe yardımcı olunabilmesi için, şahsın birtakım hareketler yapması, bedenin dinç kalması için, o hücrelerin kan ile iyice sulanması veya kanlanması gerekmektedir. Nasıl, bir bahçıvanın sebzelerin iyice yetişmesi için bahçeyi her zaman sulaması gerekirse, dokulardaki kan dolaşımı, yani hücrelerin iyice kanla sulanması, daha doğrusu hücrelerin iyi kanlanması gerekmektedir.
Bunu bir misalle daha iyi açıklayabiliriz: Namaz kılıp secde etmeyen, bütün gün bir sopa gibi gezinen ya da masa başında koltuğunda oturan bir insanın kalbinden başına doğru pompalanan kan ile namaz kılan ve günde başını 80 defa yere koyan bir kimsenin başına gelecek kan miktarı muhakkak ki aynı değildir. Günde, secdelerle başı 80 defa kanla pompalanan bir kimsenin saçlı derisi de 80 defa kanla yıkanıyor demektir. Beynin üzerindeki beyin zarları, yani meninksler de namaz kılan şahıslarda, kılmayanlara nazaran günde seksen defa daha fazla
SECDE
- 179 -
kanlanıyor demektir. Bu zarların üzerindeki dönüş deveranına ait sinuslardaki kan da namaz kılıp secde edenlerde 80 defa daha fazla olarak deverana iştirak ediyor demektir.
Hâfıza ve şahsiyet ile ilgili frontal lop, yani beynin ön lobu, namaz kılıp secde edenlerde namaz kılmayanlara nazaran 80 defa daha fazla kanlanıyor demektir. O yüzden hâfıza ve şahsiyet bozukluklarına namaz sayesinde secde edenlerde çok daha az miktarda rastlanır. Bu insanlar, bunamaya pek uğramazlar. Bir insanın beyni günde secdeler sayesinde 80 defa kanla yıkanırsa, o insan ne erken ve ne de geç bunamaya yakalanır. Bunun için secdeli/namazlı ihtiyarlarda hemen hiç bunama görülmemektedir. Çok yaşamadığı halde yataklara düşüp küçük ve büyük abdestlerini tutamayanlar ve çoğunlukla bunama özellikleri gösterenler, namaz kılmayan kimselerdir. İnsanın ayakta iken beyne giden ve beyin için iyi bir besleyici olan glikoz miktarının % 25, rükû halinde % 40, secde halinde ise % 75 oranında olduğu bilinmektedir.
Diğer taraftan, insanın iradeli hareketlerini, yürüyüşünü temin eden merkezler, parietel lopdadır. Günde 80 defa secdeye gidildiği için, bu parietal loblar, 80 defa kanla iyice yıkanıyor demektir. Görme, işitme, duyma, koklama ve tatma merkezleri ociipital, yani arka lobda olduğu için namaz kılanlarda kılmayanlara nazaran günde 80 defa fazla kanla besleniyor demektir. Muvâzeneyi/dengeyi temin eden beyinciğin ve kafa çiftlerinin çıktığı beyin kökünün günde 80 defa kanlanması ve daha doğrusu beslenmesinin ne kadar kıymetli bir şey olduğunu anlamak için doktor olmak gerekmez. Buna şöyle bir misal de verebiliriz: Eczane raflarında senelerce duran bir ilacın tesir tarzı ile aynı ilacı 80 defa çalkaladığımız zaman o ilacın yaptığı etki şekli aynı değildir. Hareket eden ve çalkalanan ilaç, mutlaka daha iyi karışır, homojen olur ve mutlaka daha iyi tesir eder.
Yine, secdeler sayesinde mü'minin gözleri, 80 defa yere eğildiklerinden daha kuvvetli kan deveranına sahip olur. Göz içi tansiyonunda artma olmaz ve ön kameradaki sıvının devamlı değişmesi temin edilmiş olur. Glokom ve buna benzer vahim göz hastalıklarına namaz kılıp secde edenlerde daha az görülmesi bu yüzdendir. Kulakların yine iyi kanlanması, frontal, etmoidal, sfenoidal ve maxiller sinüslerin ifrazatlarını daha kolay boşaltmaları hep bu günde 80 defa secde eden insanlarda daha iyi olmakta ve sinüzitlerin meydana gelmesine büyük ölçüde engel olmaktadır.“ 604
Rükû ve secdeler, bütün organları canlandıran kan dolaşımı için en iyi bir usûldür. Onun için namaz, sindirimi takviye edici ve iştah açıcıdır. Rükû, sırt ve mide kaslarını takviye eder, aynı zamanda midenin cidarı üzerinde meydana gelen yağları giderir. Secde ise, baldır ve uyluk kaslarını, bağırsak faaliyetleri ile mide cidarını takviye ettiği gibi, kanın, vücudun her tarafına ulaşmasını da temin eder. Yine secde, kasların za'fiyeti ile bezlerin hareketli olmasından meydana gelen mide ülseri gibi hastalıklardan korur. Namazda kol, bacak ve kafa hareket eder, bu hareketler ise, bütün kaslara, eklemlere ve kemiklere ulaşır. Namaz, vücudun üst tarafındaki kanı indirme etkisi gösterir. Bu sebepten, yüksek tansiyondan şikâyetçi hastalar, namazı tam olarak kılarlarsa açıkça faydasını görürler. Secde ve namaz, sinir sistemine rahatlatıcı bir tesir yapar, kalp atışlarını takviye eder, dolaşım aksaklıklarını giderir, buhranı söndürür ve stresten
604] Dr. Timuçin Altuğ'un makalesi, naklen: Psikolojik ve Sıhhî Açıdan İbadet, A. Aymaz, s. 1-5
- 180 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uzaklaştırır. Morali ve siniri bozulanlar ve bu yüzden uykusuzluk çekenler için secdeye kapanıp namaz kılmak, yerinde bir tedavidir.605 Ruha ve sinirlere rahatlık, huzur, sükûnet ve güven vermekte en önemli ilaç budur. “Biliniz ki kalpler ancak Allah'ı zikretmekle sükûnet bulur, mutmain olur.“ 606
Meleklerin Hz. Âdem'e Yaptığı Secdenin Mâhiyeti
“Bir zamanlar Biz, meleklere 'Âdem'e secde edin' dedik. İblis hâriç hepsi secde ettiler. O, yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.“ 607
İslâm'a göre, insanların Allah'tan başkasının önünde her ne sebeple olursa olsun secde etmesi, saygı için alnını yere koyması asla câiz değildir. İslâm'da Allah'tan başkasına secde haram ve küfür olduğuna göre, meleklerin Hz. Âdem'e, secde ile emredilmesinde ayrı bir anlam olması gerekmektedir. Bu sebeple İslâm âlimleri, meleklerin Hz. Âdem'e ilâhî bir emir ile secde ettirilmesini, “tâbi olma“ ve “biat“ mânâsında anlamışlardır. Dolayısıyla meleklerin, Hz. Âdem'e secde etmeleri, ona olan bağlılığının, saygının bir nişânesi olarak görülmüştür. Bu derin saygı ve bağlılık, Hz. Âdem'in bizzat Allah tarafından “halife“ olarak yaratılmasından, ilmi ile kazandığı yüksek mevkiden dolayı, meleklerin bu üstünlüğü kabullenmesi şeklinde değerlendirilmektedir. Secde ile Allah, tabiat olaylarının Allah'ın izniyle idarecisi olan melekleri, tabiattaki diğer kuvvetlerle birlikte, Hz. Âdem'e ve onun neslinin emrine tahsis etmiştir. Böylece Hz. Âdem için meleklerin yaptığı secde, bütün insanlığı kapsayacak bir mâhiyet kazanmıştır. 608
Meleklerin Hz. Âdem'e secdesi konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bazıları arasında yakın benzerlik bulunan bu görüşlerin başlıcaları şunlardır:
Secde, Allah için yapılmış olup, Hz. Âdem “kıble“ ve “mihrâb“ olarak kullanılmıştır. Bu, tıpkı mü'minlerin namaz kılarken Kâbe'yi karşılarına almaları gibidir. Namaz kılan, her ne kadar Kâbe'ye yönelse de onun secdesi Allah içindir. Melekler, Hz. Âdem'in şahsında, Allah'a ibâdet etmişler, secdeyi Hz. Âdem için değil; Allah için yapmışlardır. Dolayısıyla bu secde Alllah'tan başkasına yapılmış bir secde değildir; tam tersine Allah'ın emrini yerine getirmedir. Çünkü Rabbimiz meleklere, “Secde edin“ demiş, melekler de secdeye kapanmışlardır. Bu, meleklerin denenmesi açısından bir “emre boyun eğme“dir. Kur'an bunu hatırlatıp, insanların da Allah'ın bütün emirlerine böylece itaat etmeleri gerektiğini bildiriyor.
Bu secde, her ne kadar Hz. Âdem'e bir saygı olsa da, yalnızca Allah'a bir ibâdettir. Meleklerin secdesi, Hz. Yakub'un oğullarının, Hz. Yusuf'a secde etmeleri şeklinde anlaşılmış, böylece secdeden, itaat etme, boyun eğme anlamı çıkarılmıştır. Çünkü Hz. Yusuf'a yapılan secde609 Hz. Yusuf'un emrine girerek O'nun buyruklarının dışına çıkmamak ve önünde saygı ile eğilerek onu selâmlamak şeklinde anlaşılır. Bu yoruma göre “Âdem'e secde edin“, “Âdem'e boyun eğip itaat edin“ demektir. 610
Secdenin lügat anlamı tevâzu göstermek, üstün bir varlığın önünde saygı
605] A.g.e. s. 84-85
606] 13/Ra'd, 28
607] 2/Bakara, 34
608] bkz. Elmalılı, s. 1/272
609] 12/Yusuf suresi, 100
610] Bkz. Tabatabaî, el-Mîzan, 1/175; F. Razi, T. Kebir, 2/336
SECDE
- 181 -
göstermek ve saygıyla selâmlamak demektir. Secde Hz. Âdem'e yapılmıştır, ama aynen Hz. Yusuf'a kardeşlerinin secdesinde olduğu gibi, meleklerin halife Âdem'e tâzim, hürmet ve saygıyla selâmlamaları şeklindedir. Melekler, emr-i ilâhîye uyarak Hz. Âdem'e tâzim etmek suretiyle Allah'a ibâdet etmişlerdir. Nasıl, insanların birbirleriyle selâmlaşmaları ve kendilerinden büyüklere değer verip saygı göstererek selâm vermeleri, zâhirde dostluk ve İslâmî edebe uymak; hakikatte Allah'a ibâdet olduğu gibi, meleklerin de zâhirde Âdem'e saygıları, hakikatte Allah'a ibâdettir.
Yine, cenaze namazında müslüman ölü, Mûsâlla taşına konur; önlerindeki ölüye karşı imam ve cemaat, secdesi olmayan, ama namaz adıyla isimlenen duada bulunur. Bu namaz/ibâdet, nasıl ki ölüye değil; Allah'a yapılmaktadır, ama kıblede cenaze vardır ve ona karşı namaz kılınmaktadır. Aynen bu olay gibi kabul edilebilir Âdem için secde.
Bizzat Allah tarafından yaratılmış olmasından dolayı, Allah Hz. Âdem'in şerefini yüceltmek için meleklere secde etmelerini emretmiştir. Burada secde kelimesi sembolik ve mecâzî bir anlama sahiptir. Burada Allah'ın Hz. Âdem'e bir ikrâmı olduğu gibi, bazı özelliklerinden dolayı, onun meleklerden üstün olduğu da anlatılmak istenmiştir. Ayrıca bu secde, meleklerin insan için hizmete yatkın olduklarına işaret etmekte, dolayısıyla ibâdet kasdı bulunmamaktadır. 611
Mevdudi, bu konuda şu açıklamayı yapar: Bu, yeryüzünü ve tüm evrenin yeryüzüyle ilgili bölümüyle ilgili meleklerin, insana baş eğip itaat etmesinin sembolik bir ifadesiydi. İnsanın, Allah'ın emriyle yeryüzüne halife tayin edildiği için, evrenin bu bölümünde görevli olan meleklere, Allah dilediği müddetçe, yetkileri kötüye de iyiye de kullansa insana yardımcı olmaları emredilmiştir. Bu, şu anlama gelir: “Doğru olsun, yanlış olsun, yapmak istediği her şeyde ona yardımcı olacaksınız.
Meselâ namaz kılacağı veya başka iyi bir iş yapacağı zaman, kendi kapasiteniz dâhilinde ona yardım etmelisiniz. Veya o hırsızlık yapmak ya da başka bir kötülük yapmak isterse, Biz onun yetkisini bu yolda kullanmasına (imtihan açısından, kendi tercihine bıraktığımız sürece) ona yardımcı olacaksınız. Fakat Biz o yetkiyi ondan aldığımızda, ona yardımcı olmayı bırakacaksınız.“ Bu, bir devlette üst seviyede yetkili birinin durumuna benzer. Kendi yetki sınırı içindeki tüm memurlar ona itaat ederler; fakat hükümet tarafından görevden alınınca, daha önceden itaat eden tüm memurlar artık ona itaat etmezler. Hatta hükümet emrederse onu yakalayıp hapse bile atarlar. Meleklerin de insanla aynı ilişki içinde olduğu görülüyor. Secdenin, itaat ve boyun eğmenin sembolik bir ifadesi olması muhtemeldir. Boyun eğdiklerini belirtmek için böyle bir hareketi fiziksel olarak yapmış olmaları da mümkündür. 612
Bu secdenin bir başka sebebi de Hz. Âdem'in mükemmel, kusursuz ve bir hikmet üzere olan yaratılışını bir kutlama bir tebrik olabilir. 613
Bu secde, kuşkusuz Rabbimiz'in Hz. Âdem'e ve onun şahsın da insan unsuruna bir ikramıdır. Bu değerli ikramla beraber onun meleklerden daha üstün
611] bkz. Elmalılı, 1/272
612] Mevdudi, Tefhimü'l-Kur'an, 1/64
613] A. en-Neccâr, K. Enbiya, s. 14
- 182 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir makamda olduğu ortaya çıkmış ve melekler tarafından kabul edilmiştir. Hz. Âdem'e isimlerin öğretilmesi bu üstünlüğü pekiştiren bir başka özelliktir. Bu secde, Allah'ın emirlerini yerine getirmek, O'nu tesbih ve takdis etmek, O'na ibâdet etmek için yaratılan meleklerin, aynı zamanda insana hizmet edebilmek üzere var edildiklerini de akla getirebilir.614
Secde ve Tesbih
Mü’minler rükû’da iken ‘Sübhâne rabbiye’l azîm/Yüce olan Rabbimi tesbih ederim’, secdelerde ise sürekli ‘Sübhâne Rabbiye’l a’lâ/Ulu olan Rabbimi tesbih ederim’ derler. O yüzden rükû ve secde, tesbih edilme makamıdır. Tesbihin anlam ve önemini bilmeden secde yeterli şekilde anlaşılamaz. Allah, yeryüzünde halife yaratacağını meleklere bildirince, onlar: “Biz, hamdinle Sana tesbih ve takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?' dediler.“615 Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, yeryüzünün halifesi insanın en önemli görevlerinden biri Allah'ı tesbih etmektir. Melekler, yaratılış hikmeti tesbih/ibâdet olan yeni bir varlık yaratılacağını anlayıp, bu görevi kendilerinin hakkıyla yaptıklarını belirtmişlerdi.
Secdede Yaptığımız Tesbihin Anlamı: ‘Tesbih’; Allah’ı O’na yakışmayan şeylerden tenzih etmek yani uzak tutmaktır. ‘Tesbih’ bir anlamda Allah’ı büyük tanıma, O’na noksan sıfatları yakıştırmama ‘sübhânellah’ (sübhâne Rabbiye'l- a'lâ vb.) demek ve O’na ibâdet etmektir. Bu bir çeşit Allah’ı zikirdir. Bazı âlimlere göre ‘tesbih’, zikrin türlerinden biridir. ‘Tesbih’; Allah’ı, kutsal yüceliğine lâyık olmayan kusur ve noksanlıklardan, insanların sahte ilâhlar hakkında düşündükleri eksik sıfatlardan gerek inanç, gerekse söz ve kalp ile tenzih etmektir, uzak tutmak ve aklamaktır.
Tesbih, bir nevi protestodur. İnandığımız Allah'a birileri iftira atıyor. O'na ait olan vasıfları başkasına vermeye kalkışıyor. O'nun isimlerini, sıfatlarını kendi sevdiklerine, bağlandıklarına yakıştırıyor ve onları ululayıp yüceltiyor. İşte biz, bu durumu red ve protesto için “sübhânallah“ diyoruz. Bunu söylerken, şirki protesto ettiğimiz gibi, aynı zamanda da O'nu yüceltip övmüş oluyoruz.
Kur'an'da kullanıldığı şekilde tesbih, üç temel anlama gelir. 1- Aklama-uzaklaştırma; 2- Zikir/anma, dua, namaz; 3- Kâinattaki her şeyin O'nun düzenine uyduğu.
Allah Teâlâ (c.c.) yücedir, uludur, azimdir. Hiç bir şey O’nun benzeri ve dengi değildir. O en yüce sıfatlara sahiptir. İnsanların aklına gelebilecek bütün eksik ve noksan sıfatlardan, kusurlardan uzaktır. Allah (c.c.) hakkında, insanlara ve diğer yaratıklara ait şeyler düşünülemez. O, bütün bunların dışındadır. Sübhânallah şiarı, şirki mahkûm etmek için söylenir. Kâfir insan ve cinlerden/şeytanlardan başka her şey, Allah'a kul oluyor, secde ve tesbih ediyorken, bu hayvandan aşağı yaratıklar, bu nizam ve uyumu bozuyorlar. İşte bu fesat/düzen dışılık sübhânallah şiarıyla reddediliyor.
İşte, Allah’ı mükemmel (en yüce) sıfatlarla düşünmek, O’nu noksan sıfatlardan tenzih etmek (uzak tutmak), tesbih’tir. Aynı kökten gelen ‘Sübhan’ Allah’ın bir ismidir. Yani, çok tenzih edilen, Allah’a inanmayanların O’nun hakkında
614] Daha geniş bilgi için, Bakara 34 ayetinin tefsirine ve Hz. Âdem'le ilgili kitaplara bakılabilir.
615] 2/Bakara, 30
SECDE
- 183 -
düşündüklerinden ve söylediklerinden, her türlü kusurdan uzak olan demektir ‘Fe sübhanellah’ cümlesi, Allah’ın bütün eksikliklerden uzak, ama yüce sıfatların sahibi olduğunu ifade eder. Allah’ın zatının temizliğini ve kutsallığını da anlatır. (Bu cümle hem bir zikir, hem Allah’tan yardım isteme, hem de bazen bir şeye hayret edildiği zamanlarda kullanılan bir cümledir.)
‘Tesbih’ ibâdetinde Allah’ın büyüklüğüne yönelik bir hayret ifadesi bulunmaktadır. Bunun yanında onda Allah’a ait yüceliğin itirafı ve O’nu noksan sıfatların uzağında görme inancı vardır. Talha b. Ubeydullah diyorki: Peygamberimiz'e ‘sübhanellah’ın tefsirinden sordum. Buyurdu ki: “O, Allah’ı O’nun dışındaki her şeyden tenzih etmedir (uzak tutmadır).“ 616
Allah’ı tesbih etmeyi ifade eden âyetler Kur’an’da bir hayli fazladır. Kur’an, Allah’ı zikretmeyi ve tesbih etmeyi beraber anıyor. Bu durum her iki ibâdetin de ortak yanları olduğunu gösterir. “Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin. Ve O’nu sabah akşam tesbih edin.“ 617 Sabah ve akşam vakitleri zikir ve Allah’ı tesbih için en uygun zamanlardır. Ancak sabah-akşam ifadesi bütün günü kapsaması sebebiyle, âyet; Allah’ı her an zikredin, tesbih edin, bunu devamlı yapın anlamına da gelir. (Allahu a’lem) Aynı anlamı değişik ifadelerle birkaç âyette daha görmekteyiz. “Şu halde onların söylediklerine karşı sabırlı ol. Güneşin doğuşundan önce ve batışından önce Rabbini hamd ile tesbih et. Gecenin bir bölümünde ve gündüzün uçlarında da tesbihte bulun ki hoşnut olabilesin.“618 Birçok âyette ise Hz. Peygamber'in şahsında bütün mü’minlerin Allah’ı hamd ile tesbih etmeleri emrediliyor. “Sen Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol.“ 619
Bütün Varlıklar Tesbih Eder
Arşın etrafını çevirmiş melekler Allah’ı sürekli tesbih ederler.620 Bir kısmı da Allah’ı tesbih eder ve bununla beraber yeryüzünde olanlar için istiğfar ederler.621 Allah’ın yanında bulunanlar da Allah’ı tesbih ederler.622 Kur’an’ın haber verdiğine göre yerde ve gökde olan bütün yaratıklar Allah’a tesbihte bulunurlar. Kur’an bunu bazen geçmiş zaman kipiyle ‘tesbih etti’ şeklinde, bazen de şimdiki zaman kipiyle ‘tesbih eder/ediyor’ şeklinde vermektedir. Bu, varlıkların geçmişte ve şimdi sürekli tesbih ile meşgul olduklarını gösteren bir gerçektir. 623
İnsanın dışındaki canlı veya cansız varlıkların nasıl tesbih ettiklerini bilmiyoruz. Bu konuda birçok açıklama yapılmıştır ama doğrusu onların tesbihlerinin nasıl olduğunu anlamak hem zor, hem de bunu anlama diye bir görevimiz yoktur. Bize düşen, bütün varlıkların ister istemez Allah’a teslim olup O’nu tesbih ettiklerini bilmek ve böyle bir gerçeğe şüphesiz inanmaktr. Bunu kabul ettikten sonra, onlar gibi bu yüce zikre katılmak, onlarla beraber Allah’a tesbihte bulunmaktır. Tıpkı Dâvud (a.s.) ile birlikte tesbih etsinler diye boyun eğdirilen dağlar gibi. 624
616] Kurtubî, nak. Saffetü’t Tefâsir, 1/47
617] 33/Ahzâb, 41- 42; 3/Âl-i İmran, 41
618] 20/Tâhâ, 130. Ayrıca bk. 40/Mü'min, 55; 50/Kaf, 39
619] 15/Hıcr, 98. Ayrıca bkz. 25/Furkan, 58; 52/Tûr, 48; 56/Vâkıa, 74, 96; 87/Â’la, 1; 110/Nasr, 3
620] 39/Zümer, 75
621] 42/Şûrâ, 5
622] 41/Fussilet, 38; 7/A’râf, 206
623] 57/Hadîd, 1; 59/Haşr, 1, 24; 61/Saff, 1; 24/Nûr, 41; 62/Cuma, 1 vd.
624] 21/Enbiyâ, 79; 38/Sâd, 18
- 184 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, O’nu tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlayamazsınız. O halîm’dir, bağışlayandır.“625 Onların tesbihlerini anlayamacağımıza göre, bu konudaki gayret boş bir çabadır. Burada önemli olan, evrendeki bu imana katılmak, bu koro ile beraber, âlemlerin Rabbini, O’nun layık olduğu gibi anmaktır.
Namaz ve Tesbih İbâdeti
Mü’minler ‘tekbir’le namaza girdikten sonra, önce ‘Sübhaneke’ duasını okurlar. Namazın hemen başında Allah’ın bütün noksan sıfatlardan uzak olduğunu, müşriklerin nitelemelerinden yüce olduğunu dile getirirler. Bu imanla namaza başlarlar, namazı yalnızca bu tesbih ettikleri Allah (c.c.) için kıldıklarını ortaya koyarlar. Mü’minler rükû’da iken ‘Sübhâne rabbiye’l azîm/Yüce olan Rabbimi tesbih ederim’, secdelerde ise sürekli ‘Sübhâne Rabbiye’l a’lâ/Ulu olan Rabbimi tesbih ederim’ derler.
“Bir adam Peygamberimize gelerek, ‘Ey Allah’ın Rasûlü, ben Kur’an’dan bir şey seçip alamıyorum. Bana yetecek bir şey öğretir misin?’ dedi. Peygamberimiz buyurdu ki: “Şöyle söyle: 'Sübhane’llahi ve’l hamdü li’llâhi ve lâ ilâhe illâ'llahu va’llahü ekber, ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh/Allah’ım seni tesbih ederim, hamd sana aittir. Senden başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür, bütün güç ve kuvvet Allah’ındır.“626 Peygamberimiz yine buyuruyor ki: “İki kelime vardır; bunlar dilde hafif, terazide (mizanda) ağır, Rahman’ın yanında da sevimlidirler. (Bunlar:) Sübhânellahi ve bi hamdihî. Sübhâne’llahi’l azîm/Allah’ım seni hamdinle tesbih ederim. Yüce Allah’ım Seni tesbih ederim, sözleridir.“627 Peygamberimiz daha birçok hadisinde, tesbih’te bulunmanın, tevhid kelimesini söylemenin ve istiğfarda bulunmanın önemine, bunların sevaplarının çok olacağına işaret buyuruyor.
Herbir rükünde ve rek’atında bol bol tesbih yapılarak kılınan namaza ‘Tesbih namazı’ denilir. Namazdan sonra otuz üç defa ‘sübhane’llah’, otuz üç defa ‘el-hamdü li’llâh’, otuz üç defa da ‘Allahü ekber’ demek, zenginlerin fakirlere sadaka verip yardım etmeleri gibi sevabı çok olan zikirlerdir. Bunlar ‘Sübhane’llah’ ile başladıkları için hepsine de ‘tesbih duası’ denmektedir.628 Türkçe’de ‘tesbih’ diye bilinen, otuz üçlü veya doksan dokuzlu taneler, aslında ‘tesbih âleti’dir. Halk ‘tesbih’ deyince bu tesbih aracını kasdetmektedir. 629
Secde ve Tekbir
Secdeye tekbir'le varılır; secde Allah'ın ekber'liğinin itirafı ve göstergesidir. Secdede okunan “Sübhâne Rabbiy'el a'lâ/Ulu olan Rabbimi tesbih ederim“ ifadesi, Allah'ın “ekber“liğinin değişik bir açılım ve izahıdır.
Secde İçin Aldığımız Tekbir'in Anlamı: ‘Tekbir’ sözlükte, yüceltmek, büyük tanımak, ululamak demektir. “Ve de ki: ‘Hamd (övgü), çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan ve düşkünlükten dolayı yardımcıya da (ihtiyacı) bulunmayan
625] 17/Isrâ, 44
626] Ebû Dâvud, Salât 139, Hadis no: 832, 1/221; Nesâî, İftitah 32, 2/110
627] Müslim, Zikir ve Dua 10, Hadis no: 2694, 4/2072; Buhârî, Deavât 65, 8/107; Eymân 19, 8/173; Tirmizî, Deavât 61, Hadis no: 3467, 5/512
628] Ebu Davud, Harac ve Imaret, Hadis no: 2987, 3/150; Ahmed bin Hanbel, nak. Ş. Isl. Ans. 6/193
629] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 697 vd.
SECDE
- 185 -
Allah’a aittir.’ Ve O’nu tekbir edebildikçe tekbir et (büyük tanı)“ 630
Şüphesiz âlemlerin Rabbi Allah (cc) her şeyden yücedir ve büyüktür. ‘Kibriya’ yani her türlü yücelik ve büyüklük O’nun Rabliğinin gereğidir. Mü’minler, iman ederek bu büyüklüğü tasdik ederler. Onlar Allah’ın büyüklüğü (kibriyâsı) karşısında istikbar edip büyüklük taslamazlar, kibir göstermezler. Mü’minler, Allah’ın kendilerine hidâyet vermesinden dolayı Allah’ı ‘tekbir’ ederler, ‘Sen en büyüksün’ derler. Büyüklük (kibriyâ) kelimesi neyi ifade ediyorsa, büyüklükten ne kasdediliyorsa hepsinin Allah’a ait olduğunu ilân ederler. İşte ‘tekbir’, Allah’ın her şeyden üstün, ulu, azamet sahibi ve büyük olduğunu söylemenin adıdır.
Allah En Büyüktür
‘Tekbir’ deyince elbette akla ‘tekbir cümlesi’ gelir. O da herkesin bildiği gibi ‘Allahü ekber’ cümlesidir ki, ‘Allah en büyüktür’ anlamına gelir. Bu söz sıradan bir cümle değildir. Farklı ilâhlara inanan kimseler, tapındıkları ilâhları büyük bilirler. Birtakım zorbaların, diktatörlerin, tâğutların önünde secde edenler, ya da onlara itaat edenler; onları çok büyük, en büyük tanırlar. Kimileri kendilerine hükmeden güç odaklarını, iktidar seçkinlerini, devlet erkini en güçlü ve büyük zanneder. Rabbimiz mü’minlere ‘Allahü ekber’i öğreterek, bütün bu hatalı “büyük“ anlayışından, “büyüklük“ ve “büyüklenmek“ yanlışlığından onları kurtarmıştır. En yüce olan; eşi ve benzeri olmayan, her şeyi yoktan var eden, sonsuz güç sahibi, her an diri ve canlı olan, ezelî ve ebedî olan Allah’tır.
‘Allahü ekber’ bir iman ifadesidir. Bir din seçiminin sözle dile getirilmesi, bir kulluk bildirimidir. İman eden insan, bu cümleyi söyleyerek kimi büyük tanıdığını, kime ibâdet edeceğini ilân eder. Mekke’de ilk inen âyetlerde şöyle bir ifadeyi görüyoruz: “Ey bürünüp örtünen; Kalk (ve) bundan böyle uyarıp-korkut; Rabbini ‘tekbir’ et (yücelt); Elbiseni de temizle…“ 631
İslâm bu ilk mesajla, insanlara kimin ‘büyük’ tanınması gerektiğini haber veriyordu. Ya çıkarları olduğu için, ya korktukları için, ya da baba mirası olduğu için yalancı ilâhları 'ekber' tanıyan insanlara bundan güzel bir mesaj olamazdı. Bu ilân/duyuru karşısında, ‘büyüklüğü’ başka şeye veren insanların sarsılmaması mümkün değildi. ‘Allahü ekber’ yüce bir gerçeği haykırıyordu ve işitenleri ürpertiyordu.
İbâdetlerde Tekbir
Bilindiği gibi müslümanların şiarı (özel sembolü) sayılan 'ezan'ın ilk sözleri ‘Allahu ekber’dir. Mü’minler, her ezan okuyuşta, bu gerçeği işiten kulaklara, hisseden yüreklere, bütün canlılara ve ufka kadar bütün yeryüzüne ulaştırırlar, haber verirler. İnsanın dışındaki bütün yaratıklar Allah’ın büyüklüğünü zaten bilirler. Ancak hevâsını ve başka yalancı güçleri tanrı edinen bazı insan taslakları, bu gerçeğe yüreklerini kapatırlar. Okunan ezanlar bu kapalı yürekleri ölümsüz gerçeğe açma çağrısıdır, çabasıdır.
Mü’minler namaza da ‘tekbir’ ile ‘Allahu ekber’ diyerek başlarlar. Böylece, insanın gönlüne girebilecek bütün sevgileri, bütün yücelikleri, bütün değerli sanılan şeyleri bir tarafa atar, hepsini elinin tersiyle arkaya fırlatır ve öylece, büyük
630] 17/İsrâ, 111
631] 74/Müddessir, 1-4
- 186 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olan, en büyük olan Rabbinin huzuruna kul olmanın bilinciyle ve teslimiyetiyle dururlar. ‘Allahu ekber’ sözü, kulun Allah’ı tasdik etmesinin, O’na teslim olmasının, O’na karşı kul olduğunun bilincine varmasının açıkça gösterilmesidir. Başkalarının inandığı bütün büyüklük (istikbar/kibriyâ) anlayışlarının reddedilmesidir.
Secdeye kapanırken ve namazın rükünlerinin herbirinin arasında da ‘Allahü ekber’ denilir. Böylece bu muazzam gerçek sık sık vurgulanır. Bu vurgu mü’min tarafından öncelikli olarak kendi nefsine karşı yapılır ki, nefis elindeki imkânlarla büyüklük duygusuna kapılmasın. Sonra da başkalarına duyurulur. Bayramlarda ve hac zamanı söylenilen ‘teşrik tekbirleri’ de biraz daha uzun cümlelerle aynı şeyi ifade etmektedir.
Allah’ın dışında herhangi bir varlığa ‘en büyük’ diye hitap etmek şüphesiz İslâm'ın ölçüleriyle bağdaşmaz. Bu niteleme, ister sevgiden isterse korkudan kaynaklansın, farketmez. En büyük olma sıfatı, nitelik, nicelik, makam, güç ve kudret kaynağı olarak Allah’a aittir. Mecazen de olsa bir başkasına, ‘falanca kişi veya şey en büyük, başka büyük yok’ demek İslâm inancına terstir. Hiç bir makam, hiç bir güç, hiç bir sevgi ve korku Allah’a ait olanla benzer ölçüde veya yanyana düşünülemez. Bir şeyi Allah gibi görenler, ya da Allah’a ait bir sıfatı yaratılmışlara verenler, -iman iddialarına rağmen- şirke düşerler.632
Secde edip Allah'ın en büyük olduğunu kendine ve her şeye ilân eden kimsenin gözünde ve kalbinde başka bir büyük olamaz. Bazıları parayı, otomobili, kadını, dünyevî makamı/koltuğu, apartmanları, kendini, çocuklarını... büyük görür, giderek bunları veya bunlardan birini tutku halinde fanatik şekilde sever. Mü'minin gözünde ve gönlünde ise büyütülmeye, büyüklüğünü kabul etmeye değer tek varlık vardır; Allah. “İnsanlardan bazısı, Allah'tan başkasını Allah'a endâd (eşler ve benzerler) edinir de onları, Allah'ı sever gibi severler. İman edenler ise en çok Allah'ı severler (onların Allah'ı sevmesi her şeyden, her sevgiden daha fazladır).“ 633
Secde, meleklerin severek yaptıkları bir ibâdet; secdeden kaçınmak, şeytanların lânetlenmesine sebep bir isyandır. Yükselip meleklerle beraber olmak isteyenler secde merdivenine tırmanmalı; secdeden kaçanlar, bunun “hubût“, yani iniş, düşüş ve alçalma olduğunu bilmelidir. Secde, Rabb'e yaklaşmak; secdeden kaçınmak ise, sonunda lânet olan çıkmaz yola girmektir. Secdeden kaçanlar şeytanlaşıp en aşağılara alçalıp yuvarlanırken; mü'min, secde füzesiyle fezâları aşıp yükselir.
Ne mutlu sadece Allah’ın önünde eğilip secde eden ve bu davranışıyla insan ve cin şeytanlarını kahredenlere... Yazıklar olsun tâğutlar önünde basit çıkar için yaltaklanıp iki büklüm olanlara!
Selâm olsun secdelerini artıranlara; gündüz işlerini, gece uykularını Allah için bölüp secde izlerini alınlarına nurla nakşedenlere! Secde üssünden kalkan füzeyle göklerin en yükseğine, “mirac“a doğru kanatlananlara selâm olsun!..
632] A.g.e. s. 693-694.
633] Bakara, 165
SECDE
- 187 -
Secde Konusunda Âyet-i Kerimelerden Bazıları
A- Secde Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 92 Yerde): 2/Bakara, 34, 34, 58, 114, 125, 144, 149, 150, 187, 191, 196, 217; 3/Âl-i İmrân, 43, 113; 4/Nisâ, 102, 154; 5/Mâide, 2; 7/A’râf, 11, 11, 11, 12, 29, 31, 120, 161, 206; 8/Enfâl, 34; 9/Tevbe, 7, 17, 18, 19, 28, 107, 108, 112; 12/Yûsuf, 4, 100; 13/Ra’d, 15; 15/Hıcr, 29, 30, 31, 32, 33, 98; 16/Nahl, 48, 49; 17/İsrâ, 1, 1, 7, 61, 61, 61, 107; 18/Kehf, 21, 50, 50; 19/Meryem, 58; 20/Tâhâ, 70, 116, 116; 22/Hacc, 18, 25, 26, 40, 77; 25/Furkan, 60, 60, 64; 26/Şuarâ, 46, 219; 27/Neml, 24, 25; 32/Secde, 15; 38/Sâd, 72, 73, 75; 39/Zümer, 9; 41/Fussılet, 37, 37; 48/Fetih, 25, 27, 29, 29; 50/Kaf, 40; 53/Necm, 62; 55/Rahmân, 6; 68/Kalem, 42, 43; 72/Cinn, 18; 76/İnsan, 26; 84/İnşikak, 21; 96/Alak, 19.
B- Secde Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
a- Secde Nedir? Necm, 62.
b- Her Şey Allah'a Secde Eder: Ra’d, 15; Nahl, 49; Hacc, 18; Rahman, 6.
c- Secde Edenlerden Olmak: Hıcr, 98; Alak, 19.
d- Secdeden Kaçınmak: Furkan, 60.
e- Mü’minlerin Allah'a Secdesi: Secde, 15.
f-f- Kur’an’daki Secde Âyetleri: A'raf, 206; Ra'd, 15; Nahl, (49-)50; İsrâ, (107-)109; Meryem, 58; Hacc, 18; Furkan, 60; Neml, 25; Secde, 15; Sâd, 24; Fussılet, (37-)38; Necm, 62; İnşikak, 21; Alak 19.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 117-118
2. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 272-273
3. Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 64
4. Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 123-124
5. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 284-290
6. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 97-98
7. Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 234-237
8. El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 174-178
9. Furkan Tefsiri, M. Mahmut Hicazi, Vahdet Y. c. 1, s. 40-41
10. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 5, s. 358-360
11. İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 582-585; 693-695; 697-700
12. Psikolojik ve Sıhhî Açıdan İbadet, Abdullah Aymaz, Çağlayan A.Ş.
13. Psikoloji Açısından Hz. Peygamber'in İbadet Hayatı, Habil Şentürk, Bahar Y. s. 96-100
14. Hadislerle Peygamberimiz'in Namaz Kılma Şekli, Muh. Nâsıruddin el-Bânî, Aksâ Y. s. 103-116
15. Namaz, Abdullah Yıldız, Pınar Y. s. 118-126
16. Namaz Duaları ve Sureleri, Ali Akpınar, Suffe Y. s. 67
17. Kur'an'da İbadet Kavramı, İsmail Karagöz, Şûle Y. s. 36-40
18. Kıble Şuuru, Mustafa Çelik, Fütüvvet Y.
19. Hz. Adem, Hüseyin K. Ece, Denge Y. s. 105-111
20. Hz. Adem (İlk İnsan) Mustafa Erdem, T. Diyanet Vakfı Y. s. 136-140
21. İslâm ve Sosyal Değişim, İhsan Eliaçık, Bengisu Y. s. 24, 33, 39, 47
22. İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 413-414
23. Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat, Heyet, Türdav, c. 2, s. 1338
24. 23. Bakara Suresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. s.
KITÂL / SAVAŞ
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
KITÂL / SAVAŞ
- 75 -
Kavram Kavram no 157
Görevlerimiz 33
Bk. Cihad; Velî/Dost; Düşmanlık
KITÂL / SAVAŞ
• Kıtâl/Savaş; Anlam ve Mâhiyeti
• Barış ve Savaş
• Kur'ân-ı Kerim'de Savaş Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Savaş
• İslâm’da Savaşın Sebebi ve Amacı
• Bir Savaşçı, Bir Komutan Olarak Rasûlullah
• Düşmanlık ve Dostluk; Tevhidin Gereğidir, İmanın Dışa Yansımasıdır
• Cihad ve Mücâhede
• Gazve ve Seriyye
• Kıyâm/Ayaklanma
• Nefr/Seferberlik
• Ribat ve Murâbıt
• Mü’min Toplumlar Arası Savaş
• Savaş ve Barış Dünyası (Dâru’l-Harb ve Dâru’l-İslâm)
• Allah’a Karşı Savaşan Rejimler
• Terör ile Cihad Arasındaki Fark
• İfsâd: Huzuru Bozma ve Terör
• Konuyla İlgili Lügatçe
“Size karşı savaş açanlara, Allah yolunda olarak savaşın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları (haddi aşanları) sevmez. Onları (size karşı savaşanları) yakaladığınız yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha kötüdür. Onlar sizinle savaşmadıkça, Mescid-i Haram’da siz de onlarla savaşmayın. Eğer onlar (orada) size karşı savaş açarlarsa, derhal onları öldürün. Böyledir kâfirlerin cezâsı. Eğer onlar (savaştan) vazgeçerlerse (şunu iyi bilin ki) Allah Ğafûr ve Rahîmdir. Fitne tamâmen yok oluncaya ve din de Allah için tatbik edilinceye kadar onlarla savaşın. Fitne çıkarmaktan vazgeçerlerse zâlimler (ve aşırılar hâriç hiç kimseye) düşmanlık ve saldırı yoktur. Haram aya karşılık, haram aydır. İşlenen suçlara karşılık da kısas vardır. Kim size saldırırsa siz de ona mukabele bilmisil olacak kadar saldırın (ileri gitmeyin). Allah’tan korkun. Bilin ki Allah muttakîlerle (takvâ sahipleriyle) beraberdir. Allah yolunda infak edin/harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareket ve davranışınızda dürüst olun (güzel davranın), çünkü Allah muhsinleri/dürüstleri sever.“ 188
Kıtâl/Savaş; Anlam ve Mâhiyeti
“Kıtâl“ ve “katl“in kelime anlamı, rûhun bedenden giderilmesidir, aynen
188] 2/Bakara, 190-195
- 76 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ölüm gibi. Ancak, rûhun bedeni terk etmesi, dıştan bir etkinin sonucu sayılınca buna katl veya kıtâl, kendiliğinden olmuş sayılınca buna mevt/ölüm diyoruz.189 Kur'an, hayatın önemli olaylarından biri olan kıtâl keyfiyetini inkâr ve ihmâl etmemiş, onunla ilgili ayrıntılı hükümler ve düzenlemeler indirmiştir. Kıtâl kaçınılmazdır.
İnsan, bir başkasını öldürebilir mi? Öldürebilirse, bunun çerçevesi ve şartları nedir? Kur'an'ın bu soruya verdiği cevap, şu şekilde ifâde edilebilir: Hayatına ve din gibi temel bir hürriyetine kastedilen kişi, müdâfaa için öldürebilir. Kur'an, bu şartlarda bir öldürmeye “Allah yolunda mukaatele“ (Allah yolunda savaş) der ve onu insanın onuru ve görevi sayar. Eğer biri veya birileri ölecekse, bunlar hayata, mukaddes değerlere ve insan onuruna ilk saldıranlar olmalıdır. Bunun aksini düşünmek, hayata ve insana saygı değil; beceriksizlik veya ikiyüzlülük sebebiyle, hayatın pusuya düşürülmesine ve zulme göz yummaktır. Zulme göz yumuş da zulme ortak olmaktır. İnsana düşen, hayata ve insanın din, fikir, haysiyet gibi fıtrî haklarına saldıranı korumak için bahane aramak değil; hayatı ve hürriyeti saldırıya uğrayanın yanında yer almaktır. Kur'an'ın bu noktaya dikkat çeken beyanları çok dokunaklı ve etkileyicidir. 190
Kıtâl, hayata kastedenlere karşı, hayatı elinde tutan Kudretin bir emri olarak uygulanır. Hayata kast etmenin ölçüsü, Kur'an'a göre, ilk öldüren olmaktır. Ve bu anlamda “bir tek kişiyi öldüren, bütün insanlığı öldürmüş gibidir.“191 İlk öldürene karşı çıkarken öldürmek (meşrû savunma) ve ilk öldüreni cezâlandırmak için öldürmek (kısas), hayata kast etmek değil; hayata hizmettir: “Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki suç işlemekten sakınırsınız.“ 192
İnsanlığın ilk kıtâl olayı, iki kardeş arasında meydana gelmiş ve bu ilk kıtâl kıskançlık, çekememe yüzünden vücut bulmuştur. Mâide sûresi 27-31. âyetler Hz. Âdem'in iki çocuğu arasındaki kıtâl olayını özetle şöyle vermektedir: Kardeşlerin ikisi Allah'a birer kurban sunmuşlar; birininki kabul edilmiş, ötekisi reddedilmiştir. Bunun üzerine kıskançlık krizine giren kardeş, kurbanı kabul edileni öldürerek toprağa gömmüştür. Kur'an bu öldürme olayını bir hüsrân (büyük kayıp, sapma) olarak anar ve katil kardeşi nefsinin tahrik ettiğine dikkat çeker. Kur'an'ın burada dikkat çektiği bir husus da öldüren kardeşin sonradan pişman olduğudur.
İnsanlığın bu ilk cinâyetine bakışta ortaya konan noktalarda cana kastın değişmez sebepleriyle şaşmaz sonucunu açıkça görebilmekteyiz: Kıskançlık, hırs, nefsin dürtmesi ve sonuçta hüsran ve pişmanlık...
Cana kastın yasaklığı, kişinin kendi canına kastı için de geçerlidir. Hayat hakkını ortadan kaldırma hakkını, kendi nefsiniz için de kullanamazsınız. Hayatı veren de, alan da Yaratıcı Allah'tır. İnsan, hayatı devam ettirmek için her şeyi yapmaya mezun ve memurdur; fakat Allah'ın meşrû gördüğü yollar hâriç; hayatı tehlikeye atmaya ve ortadan kaldırmaya asla müsaade edilmemiştir.193 İntihar, bir başkasını öldürmek kadar büyük bir günahtır.
189] Râgıb, Müfredât
190] bkz. 4/Nisâ, 75
191] 5/Mâide, 32
192] 2/Bakara, 179
193] bkz. 2/Bakara, 195; 4/Nisâ, 29
KITÂL / SAVAŞ
- 77 -
Kıtâl konusunun en önemli sorularından biri şudur: Kur'an'da savunma dışında kıtâl (İslâm'ın, taarruz/hücum/saldırı şeklindeki savaşa izin verip bunu emretmesi) var mıdır? Bu soruya “evet“ veya “hayır“ diye tek kelimeyle cevap vermek mümkün değildir kanısındayız. Çünkü “saldırı“ ve “savunma“ izâfî/göreceli kavramlardır. Hangi anlayışı esas alarak saldırı veya savunmanın tanımını ve boyutlarını yakalayacağız? Bunun yerine Kur'an'ın şu iki ölçüsünü kullanmak daha sağlıklı sonuçlara götürecektir. Fiilen hayata kastetmiş zâlimlere karşı kıtâle/savaşa başvurulur ve tebliğe mâni olanlara, Allah'ın dininin hâkim olup yayılmasının önündeki engellere karşı çıkılır. Bu karşı çıkmanın götüreceği sonuç bir mukatele, yani savaş oluyorsa, o da göğüslenir. Zâlim olmayanlara, başkalarının canına ve temel haklarına saldırmayanlara ve İslâmî tebliğin önünde engel olmayanlara karşı savaş meşrû değildir. İnsanları savaş korkusunda bırakarak, silâh zoruyla, ya da değişik baskı ve zorlamayla İslâm'a sokma yönüne gidilemez.194 Tebliğin boyutları ve şartları bellidir. Tebliğ kendisine ulaşan bunu kabul eder veya etmez. Ancak, tebliğin yapılmasını ve kitlelere ulaştırılmasını engelleyenlere, engellemedeki tavırları cinsinden karşılık verilir. Bu, kıtâl/savaş da olabilir. Bu yüzden biz kıtâli, hayata ve hürriyete, insanın temel haklarına kastedenlere karşı çıkmak esasına oturtmayı, Kur'an'ın temel tavrı diye anlıyoruz. Şu âyetler, bu tesbitin Kur'anî dayanağını vermektedir: “Kendileriyle savaşılanlara (mü’minlere) zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak sûrette kadirdir. Onlar, başka değil; sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, birkısım insanları diğer bir kısmı ile defetmeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, gâliptir.“ 195
Tesbit edilen bu ölçüler içinde bir kıtâlin, çok yönlü bir hareketler serisine vücut vereceği açıktır. Başlangıcı meşrû bir kıtâl devresine girildiğinde bunun içinde saldırılar ve savunmalar ardarda gelir. Bunları birbirinden ayrı düşünemeyiz. Kur'an'ın “müşrikleri yakaladığınız yerde öldürün, küfrün önderlerini öldürün, şeytanın dostlarını öldürün“196 âyetleri, işte böyle bir süreç içindeki hareketlerden bazılarıdır. Konuya başlangıcı itibarıyla ışık tutan âyetler: “Eğer sizi öldürürlerse siz de onları öldürün, onların sizi toptan öldürdükleri gibi siz de onları topyekün öldürün.“197 şeklinde müslümanın kıtâl tavrını bir cevap-hareket olarak belirlemiştir.
Şurası kesindir ki; Kur'an, bağlılarının silâhsızlanmasına gidecek bir yola onay vermez. Böyle bir şey, Kur'an'ın insanını, korumak ve yüceltmek zorunda olduğu değerleri savunmada yetersiz bırakır. Kur'an'ın insanı Allah yolunda savaşacak, ezilip itilen, yurtlarından edilen çocuklar, kadınlar, ihtiyarlar için didinecektir. Böyle bir mukatelede/savaşta yer almak Allah'ın sevgisini kazandırır.198 Böyle olunca, Kur'an bağlısı, her an kıtâle girebilecek halde olmak zorundadır. Çünkü onun görevi evrensel bir görevdir. O, kendi nefsinin keyfini yerine getirmekle işini bitirmiş olmuyor. Sırtında bir büyük emânet vardır.
Anılan değerler uğruna kıtâl sergilerken can verenler, yani karşı-kıtâl ile
194] 2/Bakara, 256
195] 22/Hacc 39-40
196] 9/Tevbe, 36, 12; 4/Nisâ, 76, 82; 2/Bakara, 191
197] 2/Bakara, 191; 9/Tevbe, 36
198] 4/Nisâ, 75-76; 61/Saff, 4
- 78 -
KUR’AN KAVRAMLARI
öldürülenler, Kur'an diliyle, “ölümsüz“ ilân edilmişlerdir. Bu şehîdlere “ölü“ demek bile yanlış ve yasaktır. 199
İman, bir anlamda Allah uğrunda hayır ve güzellikler için sürekli savaş halinde olmaktır.200 Çünkü hayat, Allah yolunda hayır savaşçılarıyla, karanlık kuvvet olan şeytanî güçler (tâğut) uğruna savaşanların bir çarpışma alanıdır.201 Şeytanî güçler/zâlim ve fesatçılar sürekli tetikte ve hazır beklerken, Allah'ın askerleri aydınlık kuvvetin pasifliği seçmesi hayata hizmet değil; ihânet olur. Bu hak savaşçıları, yaradılış dininin egemen olduğunu, tüm dünyada İslâm'ın hâkim olduğunu görünceye kadar hazır ve faal olmak zorundadır.202 Çünkü ona kıtâl iznini veren kudret bunu, zulme bir karşı çıkış için vermiştir.203 O halde bu hayırlı kuvvetin pasifliğe mahkûm olması veya bahane bulmaya çalışması, zulme destek vermek olur. Emâneti omuzlayan ve yeryüzünün halîfesi unvanını almış bulunan204 bir varlığın böyle bir yola gitmesi beklenemez. O, emâneti taşıma uğruna savaşmak zorundadır. Bu ona, çok gelecektir,205 ama mutlu bir gelecek ve ölümsüz bir hâtıra bırakmak için başka yol yoktur. Bu yüzden, Kur'an'ın insanına kıtâl, nefsi onu sevmese de bir güzel kader olarak yazılmıştır.206 Ve Peygamberin görevlerinden biri de büyük emanetin sahibi olan iman adamını kıtâli göğüsleyecek bir coşku içine çekmek ve onu kıtâl ruhuyla diri tutmaktır.207 Allah yolunda seferber olun dendiğinde, iğreti hayatın zebûnu olarak olduğu yere çakılıp kalmak iman adamına yakışmaz. Bu yolu seçenler, rezil ve zelil olurlar ve nihâyet Allah onları siler süpürür ve yerlerine, emâneti yüklenebilecek cihad eri başka topluluklar getirir. 208
Kıtâli sevmeyen ve onu çirkin görenler bilmelidirler ki kıtâlden kaçış fitneyi kökleştirir, yani insanlığın dirlik ve düzenini bozar. İşte bu, kıtâlden çok daha beter bir sonuçtur. Yani, fitne, kıtâlden daha kötü ve yıkıcıdır. 209
İslâm’da savaş, zorla insanları dine sokmak için değil; savunma ya da düşmana misliyle mukabele için yapılır. Kur’an’ın genel içeriğinden anlaşılan budur. “...Onlarla çarpışırsanız yahut onlar İslâm olurlar (müslüman olur veya teslim olurlar)“210 âyeti, bu anlayışa aykırı değildir. Burada savaşılması emredilen kavim, düşman olan kâfirlerdir. Onları öyle bırakmak müslümanlar için tehlikelidir. Tehlikeyi bertaraf etmek için onlarla savaşmak gerekir. Düşmanın, savaşa neden olan tutumlarına son vermesiyle savaş da sona erer. Bu da düşmanın, müslüman yahut teslim olması veya barış yapılmasıyla olur. Hudeybiye barışı bunun en güzel örneğidir. Peygamber (s.a.s.) müslüman olmayan müşriklerle barış yapmıştır. ‘Barış, Araplardan başkası hakkındadır, Araplarla barış olmaz, mutlaka onların müslüman
199] 2/Bakara, 154; 3/Âl-i İmrân, 169
200] 9/Tevbe, 111
201] 4/Nisâ, 76
202] 2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39
203] 22/Hacc, 39
204] 2/Bakara, 30; 33/Ahzâb, 72
205] 4/Nisâ, 77
206] 2/Bakara, 216
207] 8/Enfâl, 65
208] 9/Tevbe, 38-39
209] 2/Bakara, 119, 217; Ali Ünal, Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 296-302
210] 48/Fetih, 16
KITÂL / SAVAŞ
- 79 -
olmaları gerekir’ diye Kur’an’da bir hüküm yoktur. 211
Ağırlık ve meşakkatiyle doğru orantılı olarak Kur'an, mü'minler arası hiyerarşide cihada büyük önem vermişti.212 Zira cihad; fiilî bir iman olmanın ötesinde, kişinin makam, mevkî, mal, can gibi en değerli varlıklarını ortaya koyduğu bir olgudur. Cihadın “amellerin zirvesi“213 ve “Allah katında en değerlisi“214 olarak tavsif edilmesi, ayrıca işin (dinin) teslimiyetle başlayıp namazla ayakta durması ve cihadla kemâle ermesi de215 buna dayanmaktadır. Nitekim birtakım iman sahipleri, bu ağırlık ve meşakkatten dolayı nifaka düşmüştür.216 Canla cihad, yani kıtâl, müstekbirlerin müstaz'aflar üzerindeki tahakkümüne son verme teşebbüsüdür. 217
Muhârebe; Allah ve Rasûlüyle fiilî mücâdeleyi ifâde etmekle birlikte,218 bir âyette, nebevî otorite tarafından sağlanan asayişin -yol kesmek sûretiyle- bozulması bağlamında kullanılmıştır.219 Kur'an ayrıca, fâiz yasağından sonra hâlâ fâiz alıp verenlerin Allah ve Rasûlüyle savaşmakta olduklarını belirterek fâiz alışverişini, -bir amel zaafı olduğu düşünülse de- imansızlık olarak görmüştür.220 Bu âyet, “Şâyet mü'minseniz, geri kalan fâizi bırakın!“ hitâbıyla son bulmakta ve 279. âyet de “Bunu yapmayacak olursanız Allah ve Rasûlü ile savaşa girdiğinizi bilmiş olun!“ diyerek bu emre uymamanın imansızlıkla eş değer olduğunu ifâde etmektedir. 221
Cihad, bir amaca varmak için tüm gayretini seferber etmek demektir. Cehd, olabilecek tüm gayretini harcayarak çalışabileceği kadar çalışmak demektir. Cehdin Kur'an peceresinde üç görünümü vardır: Mücâhede, ictihad ve cihad. Tüm diğer gayretlerin (cehdlerin) hareket noktası ve belirleyici ölçüsü bireyin iç dünyasındaki cehdin yani mücâhedenin başarısına bağlı bulunmaktadır. Mücâhedede başarıyı elde edememiş gayretler, insana, aldanış ve hüsrandan başka bir şey kazandıramaz. İctihad da, cehdin ilmî, fikrî, düşünsel alandaki görünümüdür. Tüm gayretini seferber ederek bilim ve düşünce üretmek demektir. Bu üretimi yapan bilim ve düşünce adamına müctehid denir. Bu üretim, iç dünyası arınmış Allah'tan hakkıyla korkan bireyin faâl olduğu değerler alanında vücut bulur. Bunun içindir ki, mücâhede gerçekleşmemişse ictihad da gerçekleşemez.
Cihad; cehdin üçüncü belirişi, insanı insan yapan değerlerin çiğnenmesi durumunda başvurulan her türlü kavga ve savaşın adıdır. Şartları doğmuş bir savaş, insanın yolunu tıkayan engelleri aşmanın olmazsa olmaz şartıdır. Bütün mesele, savaşın şartlarının doğup doğmadığının iyi belirlenmesi ve seyrinin Kur'anî ruha uygun biçimde ayarlanmasıdır. 222
211] İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-Hadis, 10/20
212] 4/Nisâ, 95
213] Buhârî, Hacc 4, Cihad 1; Tirmizî, Fezâilü'l-Cihad 22
214] Buhârî, Edeb 1
215] Tirmizî, İman 8, Fezâilü'l-Cihad 22
216] 4/Nisâ, 154; 9/Tevbe, 45 vd.
217] 4/Nisâ, 75
218] 9/Tevbe, 107
219] 5/Mâide, 33
220] 2/Bakara, 278-279
221] Murat Sülün, K.K.Açısından İman-Amel İlişkisi, s. 330, 334
222] İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, s. 134-135
- 80 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Cihad, cidâl ve kıtâl. Birbirine yakın gibi görünürler ama aralarında belirgin farklar var. Kıtâlde savaşmak, katledip öldürmek esas. Cidâl, bir üstünlük kavgası, menfaat çekişmesi, gâlibiyet mücâdelesi. Cihad ise gayret etmek, olanca gücünü ve kuvvetini sarf etmek mânâsına geliyor. Fakat cihadda bir şart var ki onu diğerlerinden net biçimde ayırır; “fî sebîlillâh“ yani Allah yolunda, Kur'an nâmına ve İslâm uğrunda olma şartı. “Savaş ve cidâl“ ancak bu şartın gerçekleşmesi halinde “cihad“ olurlar.
“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlüne iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız. Eğer bilirseniz ki bu sizin için daha hayırlıdır.“223 Demek ki cihad ve savaşta birinci gâye, âhiretimiz için bir ticâret yapmak. Cihadın ve savaşın bazı külfet ve meşakkatleri olsa da bunlar insanın o acıklı azaptan kurtulması yanında hafif kalırlar. Yolumuzu aydınlatmak için malımızı yakmak, cehennemde yanmamak için canımızı incitmek, birtakım zorluklara, sıkıntılara katlanmak gerek. Demek canla cihad başkalarını öldürüp cehenneme göndermek için değil; nefsimizi ve diğer nefisleri cehennemden kurtarmak için yapılır. Yanmaktan kurtulan hamiyetli insanların yapacağı ilk iş, başkalarının imdâdına koşmak değil midir? Cihad, bu yönüyle, insan kurtarma savaşının adıdır. Eğer birtakım insanların hak ve hakikate ermesine bir başka grup engel oluyorsa bunlarla savaş etmek de cihaddır.
Savaşta maksat ne olmalıdır? Bu sorunun cevabını iki maddede özetleyebiliriz: “Bize saldıran yahut saldırıya hazırlanan düşmana karşı kendimizi müdâfaa etmek“ ve “zâlim devletlerle savaşarak, insanlığa hürriyet ve hidâyet yolunu açmak.“ “Dinde zorlama yoktur.“224 Ancak, cennet yolunu zorla kapamak isteyenlerle de savaştan başka çare yoktur. Bu savaşta başarı sağlandıktan sonra kişi inancında serbest bırakılır. Dilerse İslâm'ı kabul eder, dilerse kendi dininde yaşamaya devam eder. İkinci yolu tercih ederse cizye verir. Bu vergi, savaşlara katılmamanın ve İslâm ülkesinde her türlü can ve mal güvenliği içinde yaşamanın bedelidir.
Canla cihadda, kıtâlde hedef, öldürmek değil; diriltmek olmalı. Ölü kalpleri diriltmek, sönük fikirleri aydınlatmak, donuk hissiyatlara can vermek. İnsanları yurtlarından etmek değil; onlara ebediyet yurdunu kazandırmak olmalı. Bu diriliş hareketinin önüne çıkanlar ölümü hak etmiş olurlar. Çokların hayat bulması için, belli bir azınlığın ölmesi gerekiyorsa buna da “evet“ dememiz gerek. Aksi halde çoğunluğa zulmetmiş oluruz. Elmalılı Hamdi Yazır, savaşı, ıslah harbi ve ifsâd harbi diye ikiye ayırır ve mü'minlere emredilen harbin ıslah harbi olduğunu beyan eder. Cihada çıkan mü'minleri de “azaba hak kazanmış bir kavme Hakk'ın azâbını tatbik etmeye memur bir el“ olarak görür. O halde, savaşı bir ibâdet anlayışıyla yapmak ve bu ibâdetin kurallarına en ince ayrıntılarına kadar uymak gerekir.
“Antlaşma yaptığınızda Allah'ın ahdini yerine getirin.“225 emrine uyulacaktır. “Size savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. (Allah'ın koyduğu) Sınırları aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.“226 fermânına kulak verilecek, his ve hevese kapılmaktan,
223] 61/Saff, 10-11
224] 2/Bakara, 256
225] 16/Nahl, 91
226] 2/Bakara, 190
KITÂL / SAVAŞ
- 81 -
aşırı gitmekten sakınılacaktır. Kadın, çocuk, ihtiyar gibi savaşa iştirak etmeyenlere ilişilmeyecektir. Ve böyle nice kurallara aynen uyulacaktır. Aksine hareket edenler sorumlu olurlar; tıpkı diğer ibâdetlerde olduğu gibi. 227
Barış ve Savaş
Barış; İslâm’ın Temel Hedefi ve İnsanlararası İlişkilerin Temeli: Barış, müslümanlarla diğer milletler arasındaki ilişkilerin temelidir. Müslümanlar ancak bir saldırıyla karşılaşırlarsa, o zaman savaş kaçınılmaz olur. Bilindiği gibi, İslâm’da savaşın sebebi, saldırıyı önlemektir. Yoksa özel bir inancı empoze edip dayatmak değildir. Saldırı durumlarında kötülüğü ya misliyle ezmek veya erdemi savunmak gerekir. Bu prensip, Kur’an âyetleri esas alınarak hükme bağlanmış ve Peygamber devrinde cereyan etmiş olan tarihî olaylarla da desteklenmiştir. Kur’an’da şöyle buyrulur: “Ey iman edenler! Hep birden barışa girin (barışçı olun). Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır.“228; “Eğer onlar (düşmanlar) barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a tevekkül et, çünkü O işitendir, bilendir.“229; “Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek 'sen mü'min değilsin' demeyin.“230; “... Sulh (dâima) hayırlıdır...“ 231
Bütün bu âyetler tanıklık etmektedir ki, bir saldırı ortaya çıkıncaya kadar barış, insanî ilişkilerin esasını oluşturur. İlk âyete göre, hakka inananlar, her şekliyle barıştan yararlanmaya dâvet edilmişlerdir. Eğer ilişkilerin temeli düşmanlık ve savaş olsaydı, onlar hiçbir zaman barışa çağrılmazlardı. İkinci âyet, yine barışa çağırmaktadır. Düşmanlar bu barış çağrısına olumlu şekilde cevap verebilirler. Eğer savaşın sebebi inançsızlık olsaydı, İslâm’a girmedikçe kâfirlerle barış yapılamayacaktı. Fakat âyet sadece barışa çağırmaktadır. Düşmanların bu çağrıya sempati duymaları yeterlidir. Kendilerinden mutlak sûrette imana yönelmeleri istenmemektedir. Üçüncü âyet ise, müslümanlara teslim olan düşmanlarla savaşmayı yasaklamaktadır. Son âyette de, hem günlük beşerî hayatta, hem de genel olarak insanlar arası ilişkilerde sulhun/barışın daha hayırlı olduğu net bir şekilde ifâde edilmektedir.
İslâm’ın temel hedefi barıştır. Çünkü Yüce Allah insanlığın huzurunu istemektedir. Bunun sağlanması, İslâm’ın bütün insanlara tanıdığı temel hakların verilmesiyle mümkündür. Zira bu haklar, bütün insanlara yaratılışta Allah tarafından verilmektedir. Allah Teâlâ, İlâhî temele dayalı tahrif edilmemiş bütün dinlerde (ki bütün ilâhî dinlerin aslı ve temel adı İslâm’dır) bu hakları insanlara eşit olarak vermiş, üstünlüğü de iman ve takvâya bağlamıştır.232 İslâm dışındaki tüm dinler, haktan uzak olduğu veya tahrif edilip hakla bâtıl karıştırıldığı için, günümüzde bu temel hakları gereği gibi insana veren sadece İslâm’dır. Başka dinler, ideolojiler ve dünya görüşleri, dün olduğu gibi bugün de insanı doğru bir şekilde tanımadıkları için insan hakları konusunda da aşırılıklardan, istismar ve zulümlerden, oyalama ve kandırmacalardan kurtulamamışlardır. İslâm’a göre,
227] Alâaddin Başar, Nurdan Kelimeler, c. 2, s. 161-162
228] 2/Bakara, 208
229] 8/Enfâl, 60-61
230] 4/Nisâ, 94-96
231] 4/Nisâ, 128
232] 49/Hucurât, 13
- 82 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bütün insanlığın temeli birdir.233 Allah’ın bildirdiği esasları tümüyle kapsamayan Ehl-i Kitab’ın içinde bulunduğu muharref dinin, istenilen huzuru ve dostluğu sağlaması da mümkün görülemez. Çünkü İlâhîlik vasfını kaybeden inançlar, insanlığın fıtratına uymamaktadır.
Kur’an’ın hedefi sulh ve barıştır. “...Sulh daha hayırlıdır.“234 Düşmanlık ve kötülük, aslında ve temel olarak Allah’ın istemediği, şeytanın arzu ve isteklerinden ibarettir. Dolayısıyla insanlar arasında fesadın, fitnenin, kötülüğün olması, insanların Allah’ın emirlerinin dışına çıkmalarından kaynaklanır. “Ey iman edenler! Hep birden silm’e/barışa girin. Şeytana ayak uydurmayın. O sizin apaçık düşmanınızdır.“235 Âyette geçen “silm“ kelimesi, hem İslâm, hem de barış anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber’in yaptığı savaşları incelediğimizde, savaşların hakkın önüne konulan engellerin kaldırılması amacını güttüğünü, saldırılara karşı müdâfaa özelliği taşıdığını, savaşa mecbur kalındığı için böyle bir yola başvurulduğunu görürüz. Bu savaşların birtakım haklı gerekçeleri vardır. Geçerli meşrû sebep olmadan savaşa izin verilmez. Bu sebepler şunlardır:
a- Haksızlığa Uğramak: Konuyla ilgili olarak Yüce Allah şöyle buyurur: “Zulme/haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmasına izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir.“236 Dikkat edilirse, izin verilen savaş değil; savunmadır. İslâm’a göre savaş, sadece Allah için (fî sebîlillâh) ve Allah’ın kendileriyle savaşılmasına izin verdiği kimselere karşı yapılır. İslâm devletinin varlık hikmeti ve ana görevi olarak koruması gereken insanların temel hakları beş madde ile değerlendirilir. Bunlar; din (özgürce dinini yaşayıp uygulama ve tebliğ hakkı), can (yaşama hakkı), akıl, nesil (ırz, şeref ve namusun korunması, nesilleri her yönüyle sağlıklı yetiştirme hakkı) ve mal emniyetidir. Bunları ve bu gibi hakları korumak için savaş, mazlum duruma düşene yardım ederek zulme karşı koymak, bir insanlık görevidir. Savaş; hak ve hukuku korumak, adâleti tesis etmek, kötülükleri önlemek, insanların temel görevlerini rahatça yerine getirebilme ve temel haklarını koruyabilmelerini sağlamak için yapılır. Yoksa başkasının hak ve hukukunu elinden almak için savaş yapılmasını İslâm doğru görmez.
b- Fitneyi Önlemek, Tevhîdi/Allah’ın Birliğini Ortaya Koymak: “Onlarla savaşın ki, fitne ortadan kalksın; din yalnız Allah’ın olsun. Eğer onlar (fitneden ve savaştan) vazgeçerlerse, artık zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur.“237 İmtihan gereği insanların başlarına belâlar gelebilmektedir. Çünkü kalbinde Allah korkusu olmayan insanın yapamayacağı kötülük yoktur. Allah’tan korkmayan insan fitne de çıkarır, iftira da edebilir, başka insanların haklarını da çiğneyebilir. İşte Yüce Allah, insanların huzurunu temin için gerekirse savaş yapılmasını, yerine göre farz veya mubah kılmaktadır. Burada fitne kavramı, başta “Allah'a şirk koşmak, başkalarına kulluk, fesat/anarşi, öldürme, zulüm, müslümanlar arasında çıkarılan tefrika, İslâm’ın dışındaki Allah’ın râzı olmadığı dinlerin ve hayat görüşlerinin yayılması“ olarak anlaşılır. Fitne, başta münâfıklar olmak üzere, müşrikler ve ehl-i kitap olanlar ve hatta bazı müslümanlar veya müslüman zannedilenler
233] 4/Nisâ, 1
234] 4/Nisâ, 128
235] 2/Bakara, 208
236] 22/Hacc, 39
237] 2/Bakara, 193
KITÂL / SAVAŞ
- 83 -
tarafından çıkarılabilir, ya da körüklenebilir. Kur’an, bütün insanları, insanlar arasında fitne/huzursuzluk çıkaranları haber vermekle kalmayıp bunun neticesinin herkesi etkilediğini belirtir: “Öyle bir fitneden sakının ki, aranızda yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz (hepinize zararı erişir). Bilin ki Allah’ın azabı çetindir.“ 238
Hangi Kâfirlerle Savaşmadan İyi Geçinilebilir? Allah Teâlâ, dostlarımızı ve düşmanlarımızı sayar. Mü’minleri bırakıp kâfirleri dost kabul etmemize izin vermez. Ancak bu durum, onlarla her durumda ilişkileri kesmemizi veya savaşmamızı gerektirmez. Aksine, tüm insanlara iyilik esastır. Savaş da, muhâtaplarımızı yok etmeyi değil; onları İslâm’laştırarak kurtarmayı veya kurtulmak istemeyen o zâlimlerden diğer insanları kurtarmayı hedeflemek şartıyla meşrû görülür. İslâm, hangi inanç ve anlayıştan olursa olsun, birtakım özellikleri taşıyan insanlarla müşterek hareket etmeye engel olmaz; aksine teşvik eder. Zira insanlar arasında barışın temini, öncelikle müslümanlarla, daha sonra diğer insanlarla karşılıklı ilişki içinde bulunmakla sağlanır.
Dünyada her insanın müslüman olması beklenilemez; bu, Allah’ın sünnetine ve sınavına aykırıdır. “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, mü’min olmaları için insanları zorluyor musun? Allah’ın izni olmadan hiç kimse iman edemez. O, murdarlık (azabını), akıllarını kullanmayanlara verir.“239 İnanmayanlarla, iman eden insanlar, devamlı beraber yaşamak mecbûriyetinde kalabilir. Hz. Peygamber, Medine vesikasında farklı din mensuplarıyla, müşrik ve ehl-i kitap bütün insanlarla savunma anlaşması yapmıştır. 240
Bunun için, kendileriyle bazı ilişkiler kurulabilecek, anlaşma yapılabilecek gayr-ı müslimlerde bulunması gereken, temel özellik; İslâm’a ve müslümanlara düşman olmamalarıdır. Kendi inanç, düşünce ve yaşantıları doğrultusunda hareket edip mü’minlere düşman olmayan ve müslümanların düşmanlarına yardım etmeyenlerle dünyevî bazı anlaşmalar yapabilir, onlarla bazı ilişkilere girebilir, onlarla iyi geçinebiliriz. “Allah sizinle din uğrunda savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil davranmanızı yasak etmez. Allah adâletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa, işte zâlimler onlardır.“ 241
Alım ve satımda, hediyeleşmede kâfirlerle muâmelede bulunmak gibi şeyler, onları velî ve dost kabul etme kapsamına girmez. Ancak, haram işlerde bunlara yardım ve gayr-ı meşrû konularda kâfirlere yararı dokunacak şeylerin alınıp satılması, meselâ, savaşta yararlanılacak silâh gibi araç gereçlerin onlara satışı câiz değildir. “İyilik ve takvâda (Allah’ın yasaklarından sakınma üzerinde) yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.“242 Peygamberimiz (s.a.s.) de zaman zaman müşriklerle alım satımda bulunmuştur.243 Ancak, kâfirlerden alınan şeyler hakkında ve onlarla her türlü ilişkiler konusunda çok titiz ve ihtiyatlı davranılmalı, onların İslâm’a ve müslü238]
8/Enfâl, 25
239] 10/Yûnus, 99-100
240] Remzi Kaya, Kur’an’da Dostluk İlişkileri, s. 226-228
241] 60/Mümtehine, 8-9
242] 5/Mâide, 2
243] Buhârî, 4/410, hadis no: 2216; Ahmed bin Hanbel, 5/137, hadis no: 3409
- 84 -
KUR’AN KAVRAMLARI
manlara düşmanlıklarından dolayı verebilecek zararlar düşünülmelidir. Her türlü kültürel faâliyetler, özellikle İslâmî ilimler ve yorumlar, sanat etkinlikleri, eğlence araç ve yöntemleri gibi itikadı, toplumun ifsâdı ve salâhını, fıkhı (haram-helâlı) ilgilendiren konularda kılı kırk yaran bir tavır takınılmalıdır. Unutmayalım ki zehir, billûr kâseler içinde ve leziz gıdalar içine gizlenerek sunulur.
Bugün insanlar eliyle üretilen fikir ve düşünce sistemleri, düzenler, eğitim ve çevre şartları gibi insanları derinden etkileyen araçlar, Allah ve Rasûlüne savaş açmış durumdadır. Eğitim ve öğretim, düşünce sistemleri, fikir akımları, ırkçılık, beşerî ideolojiler, misyoner faâliyetleri, dinsizlik propagandaları, Darwinizm, materyalizm, sosyalizm, siyonizm, hümanizm, laiklik, özgürlük anlayışı, sanat faâliyetleri, sinema, tiyatro, medya, ilân ve reklâm araçları, dünya görüşleri, futbol ve müzik tutsaklığı, kapitalizm ve tüketim alışkanlıkları, insanları fıtratlarından ve Allah’ın dostu olma özelliklerinden sıyırmak için en dehşetli silâhlar ve şeytanî araçlar olarak kullanılıyor. Bu kadar çok yönlü ateş altında kalan savunmasız, câhil ve her şeyden önemlisi kâmil imandan mahrum bırakılan halk, elbette Allah'a dostluğa giden yolu bulamıyor, bilinçsiz de olsa şeytanın dostluğuna meylediyor.
Lâ ilâhe illâllah diyen bir müslümanın, İslâm akîdesi ile çelişen her türlü fikir ve akımdan uzaklaşması, Allah’ın indirdiğine aykırı her kanun, yasa, nizam, tüzük, düzenleme ve düzenden uzak olduğunu açıkça bildirmesi ve yaşayışıyla göstermesi gerekir ki, gerçekten tüm ilâhları reddetmiş olsun. Peygamber’in amcası Hz. Abbas’ın dediği gibi, lâ ilâhe illâllah diyen kimse, bu sözüyle bütün (kâfir) dünyaya savaş açmış olduğunu bilmelidir. Kâfirler bütün güçleriyle İslâm’a ve gerçek müslümanlara saldırırken, müslümanın sadece gündelik işlerle uğraşıp savaşçı olmaması düşünülebilir mi? “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.“244 Çağdaş müslümanın öyle bir derdi yok. O işiyle, aşıyla ve keyfiyle meşgul. Bahâneler de çok: “İmkânlarımız yok, taşlar da bağlı...“ Filistin’li çocuklardan öğrenin bağlı taşları koparıp fırlatmanın yolunu, imanın en büyük imkân olduğunu, Allah’ın tarafını seçenin direnişini...
Gayri müslimlerin ziyâret edilmeleri de, onlara dinin tebliğini amaçlıyorsa meşrûdur. Dinî bir maslahat, ya da önemli mâzeret yoksa ziyaret uygun görülmemiştir. Gayri müslimlere ait küfür şiarları ve alâmetleri ile ilgili olarak kendilerini tebrik etmek, onları kutlamak, bayramlarını tebrik ittifakla haram kabul edilmiştir. Kim bir kulu, bir isyanından, haram fiilinden, bid’atından ve küfründen ötürü tebrik eder veya kutlarsa, bu kimse Allah’ın sınırını aşmış, Allah’ın gazabını üzerine çekmiş olur. Müslüman da kabul edilseler, zâlimlerin belli bir makama gelmelerini kutlamak da böyledir. İslâm’a aykırı davranışlarda bulunan fâsık kimselere tâzimde bulunmak, onlara “efendim, beyim, paşam!“ demek de haramdır. “Münâfık olan kimseyi ‘efendim’ (sayın, saygıdeğer, paşam, beyefendi!) diye çağırmayın. Şâyet o kimse efendi, bey yapılacak olursa, siz bu durumda aziz ve celil olan Rabbinizin gazabını çekmiş olursunuz.“245 İbn Kayyım’ın belirttiği gibi, bu tür insanlara; “devlet büyüğü, ulu devlet başkanı veya ey yüce falan“ diye de lakap verilip bu tür ünvanlar kullanılamaz. Bugün müslümanların kâfirler arasında bir selin
244] 4/Nisâ, 76
245] Ebû Dâvud, Sünen, Edeb, hadis no: 4977; Mişkâtu’l-Mesâbih, 3/1349, hadis no: 4780
KITÂL / SAVAŞ
- 85 -
içindeki köpük ve çer-çöp gibi olmasının temel sebeplerinin başında, düşman edinmeleri gereken kâfirleri dost kabul etmeleri yatmaktadır. Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli, Allah’ı ve Allah taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini düşman kabul etmek ve dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak davranışlarda bulunmaktır.
Peygamberimizin çağında cereyan etmiş olan tarihî olaylar, İslâmî savaşın tek sebebinin meşrû müdâfaa olduğunu ve müslümanlarla kâfirler arasındaki ilişkilerin barış esasına dayandığını açıkça doğrulamaktadır. Rasûlullah’ın, düşmanlarına karşı, onlar bir saldırıya kalkışmadıkça veya böyle bir hazırlığa girişmedikçe, kılıç çekmemiş olması bu fikri destekler. Peygamberimizin müslüman olmayanlarla ilişkilerini ayrı ayrı ele alalım:
1- Müşriklerle, Allah’a ortak koşanlarla olan ilişkiler: Peygamberimiz (s.a.s.), insanları, durmadan İlâhî mesajla Allah’ın birliğine inanmaya özendirerek, bilgisizlikten ileri gelen suçlardan ve fanatiklikten doğan zulümlerden onları temizlenmeye çağırmış, on üç sene Kureyş’in Allah’a eş koşan insanları arasında yaşamıştır. Allah’ın yüce emirlerine uyarak her fırsatta iman ve ahlâk nizamını, iyi ve hoş geçinmeyi öğütleyip durmuştu. Kur’an da bunu emrediyordu: “İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et. Onlarla mücâdeleni en güzel (yol) hangisi ise onunla yap.“ 246
Fakat bilindiği gibi; kâfirler, Peygamberimize ve arkadaşlarına karşı hiç de iyi davranmadılar. Ona kötülük etmek için her fırsattan yararlandılar. Rasûlullah ise sabrı ve ferâgatı ile onları eziyor, perişan ediyordu. Hayatına kıymayı planladıkları Mekke’deki son gününe kadar bu durum böyle devam edip gitti. Allah’a eş koşanlar her kabileden bir adam seçerek Peygamberimize uğursuz bir darbe indirmek amacıyla bir araya geldiler. Darbelerini rahatlıkla ve sessizce indirebilmek için gece vakti evini kuşattılar. Ama her şeye gücü yeten Allah, Peygamberini bu zor durumdan kurtardı. Peygambere gönül verenler ise daha önce şehirden hicret edip gitmişlerdi. Seçmiş oldukları dinden dolayı, bu insanlar, yurtlarını terk etmek zorunda kalmışlardı. İşte bütün bu olaylardan sonra Allah (c.c.), müslümanlara savaş için izin vermişti: “Kendileriyle savaşılanlara (mü’minlere) zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak sûrette kadirdir. Onlar, başka değil; sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, birkısım insanları diğer bir kısmı ile defetmeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, gâliptir.“ 247
Savaş, sadece Kureyş’e karşı yapılıyordu. Çünkü ilk defa saldırıya geçenler onlardı. Ayrca Mekke’de kalmış olan müslüman azınlığa baskı ve işkence yapmak sûretiyle bu saldırılarını devam ettiriyorlardı. Bedir ve Uhud savaşları onlara karşı yapılmıştı. Fakat Ahzâb, yani Hendek savaşında iş değişti. Çünkü bu savaşta Kureyş’in liderleri Arap halkını müslümanlara karşı kışkırtmış ve hepsi birlik olup ansızın, amansız bir saldırıya girişmişlerdi. Arabistan’ın kutsal sitesi Medine’yi yerle bir etmek için tüm kuvvetlerini toplamışlardı. Bu durumda bütün Araplara karşı harekete geçmek kaçınılmaz olmuştu. Çünkü bu saldırıya onların hepsi de
246] 16/Nahl, 125
247] 22/Hacc 39-40
- 86 -
KUR’AN KAVRAMLARI
katılmıştı. Allah (c.c.) şöyle buyurur: “...Müşrikler nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekün savaşın.“248 İlk defa saldırıya geçenler, Allah’a şirk koşanlardı. Müslümanların bu toplu saldırıyı püskürtmeye hakları vardı elbette. Sadece hakları değil; aynı zamanda göreviydi de. “... Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, gâliptir.“ 249
2- Yahûdilerle olan ilişkiler: peygamberimiz Medine’ye göç ettiği zaman yahûdilere sataşmayı resmen yasaklamıştı. Onlara işkence veya baskı yapmak şöyle dursun; tam aksine, yahûdilerle barış içinde yaşamıştı. Karşılıklı hak ve görevleri kapsayan “iyi komşuluk paktı“ imzalamış; ayrıca kendisi de aynı hak ve görevleri yüklenmişti. Rasûlullah sâdık bir müttefik olarak kalmış ve antlaşmayı bozmayı bir an bile aklından geçirmemişti. Mü’minler ve onların başında Peygamberimiz, imzaladıkları bir antlaşmadan asla dönmezlerdi. Üç sene bu antlaşma sürdü. Hatta Allah’ın yardımıyla müşriklerin ezildiği ve Kureyş’in gururunun kırıldığı Bedir savaşından sonra bile bu pakt devam etmekteydi. Ne var ki, üçüncü sene Uhud savaşı esnâsında yahûdiler antlaşmayı bozdular. Dördüncü sene ise, İslâmîyeti vatanından söküp atmak ve yok etmek için bütün Arap müşriklerinin bir araya geldiği Ahzâb/Hendek savaşında, bir kere daha antlaşma hükümlerine aykırı davranıp müslümanlara ihânet etmişlerdi. Yahûdilerin ihânet plânları öyle zincirlemesine devam edip gitmişti ki, eğer bunda başarılı olabilselerdi müslümanların ve İslâmîyetin sonu bir anda gelmiş olurdu. Yahûdiler gizliden gizliye komplolar hazırlıyor ve İslâm nûrunu söndürmek ve içten yıkmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Nitekim Kur’an’da da ilân edildiği üzere, artık bu antlaşmayı yürürlükten kaldırmak zorunlu olmuştu: “(Antlaşma yaptığın) Bir kavmin hâinlik yapmasından (ahdini bozmasından) korkarsan, sen de hak ve adâletle (onlarla yaptığın ahdi) onların üzerine at. Çünkü Allah hâinleri sevmez.“ 250
3- Hristiyanlarla olan ilişkiler: Yüce Peygamberimiz onlarla ancak Suriye’de, müslümanlara baskı ve zulüm yaptıkları zaman savaşmıştı. Bununla beraber Rasûlullah, bütün hristiyanlara değil; sadece Bizanslılara karşı saldırıya geçmiş ve diğer taraftan hristiyan Araplarla iyi ve barışa dayalı ilişkilerini ve komşuluk bağlarını devam ettirmişti. O, Bizanslılarla hristiyan oldukları için değil; saldırgan tutumlarından dolayı savaşıyordu. Kur’ân-ı Kerim, hristiyanları müslümanlara en yakın topluluk olarak gösteriyordu: “İnsanların, mü’minlere düşmanlık bakımından en şiddetlisini andolsun ki, yahûdilerle müşrikleri bulacaksın. Onların, iman edenlere sevgi bakımından daha yakınını da, andolsun ‘biz hristiyanlarız’ diyenleri bulacaksın. Bunun sebebi şudur: Çünkü onların içinde keşişler, râhipler vardır. Şüphe yok ki onlar büyüklenmek istemezler. Peygamber’e indirileni (Kur’an’ı) dinledikleri vakit de hakkı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün.“ 251
Bu tarihî olaylar açıkça göstermektedir ki, Peygamberimiz (s.a.s.), yalnız ve yalnız kendisine veya İslâm’a saldıran, kendisine karşı komplo düzenleyen veya İslâm düşmanlarıyla gizli anlaşmalar yaparak onlarla suç ortaklığı eden, el altından onlara yardımda bulunan kimselere karşı savaşmıştır. Çünkü O, İslâm’ın gerçeklerini evrensel bir şekilde çizip belirleyen, müslümanların kendileriyle barış içinde yaşayan kimselerle savaşamayacaklarını açıklayan eşsiz bir şahsiyettir, o
248] 9/Tevbe, 36
249] 22/Hacc, 40
250] 8/Enfâl, 58
251] 5/Mâide, 82
KITÂL / SAVAŞ
- 87 -
âlemlere rahmet olarak gönderilen merhamet peygamberidir. İslâm da bir anlamı barış olan dinin adıdır. 252
“İslâm“ kelimesi, anlamı barış demek olan “silm“ kökünden türemiştir. Barış kökeninden ismi türetilmiş olan bir dinin kitabında savaştan söz edilmesi derinlemesine akletmeyen kimseler tarafından yadırganabilir. Ancak Kur'ân-ı Kerim, hayaller ve ütopyalar üzere kurulu bir kitap değildir. Bir şeyin olmamasını istemek başka, onun varlığını kabul etmek başka bir şeydir. Savaş, insanlık tarihiyle birlikte var olmuş ve var olmaya devam edecektir. Henüz insan yaratılmazdan önce melekler, insanın yeryüzünde kan döken ve fesat çıkaran bir varlık olacağını söylemiş, Yüce Allah da, bu iddialarının gerçekleşmeyeceğini belirtmemiştir. Tarih de bunu ispat etmektedir.
Din karşıtı tavır takınanların ileri sürdükleri hususlardan biri de, dinlerin savaşlara sebep olduğudur. Ama hiç kimse, dinlerin yönetimler üzerinde etkisinin bulunmadığı günümüzde ortaya çıkan savaşların, hem yoğunluk, hem de tahribatları bakımından dinlerin yönetimler üzerinde etkili oldukları dönemlerden daha az olduğunu söyleyemez. Aslında dinler, insanların mutluluğunu ve barış içerisinde yaşamalarını hedef edinirler. Özellikle İslâm dini açısından meseleye baktığımızda sırf inançtan kaynaklanan savaşların varlığını iddia edebilmek için, bunun, Kur'an'a dayandırılması gerekir. Din inancı ve dinî ilimler sâfiyetlerini korudukları müddetçe dinin savaşlara sebep olduğu söylenemez.
İslâm düşmanları, İslâm'ın silâh zoruyla yayıldığı iddiasını ortaya atmaktadır. Bu, ya gaflet ve cehâletle veya kasıt ve ihânetle yapılan bir değerlendirmedir ve tümüyle yanlıştır. Kur'an'da saldırı savaşına işaret edebilecek bir husus bulunmamaktadır. Bilakis, müslümanlara savaş açmış yahut müslümanları yurtlarından çıkarmış kimselerle savaşılması ve onların bu yaptıklarından vazgeçmeleri durumunda da savaşa son verilmesi istenmekte, hatta müslümanlara savaş açmamış kimselere iyilik yapılmasında bir sakınca bulunmadığı belirtilmektedir. 253
Savaşın sebebi, bütünüyle müslümanlara yapılan haksızlıklardan kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte, İslâm toplumuna düşmanlık ve haklarına tecâvüz olmaksızın, sırf İslâm dinini inkâr etmesi nedeniyle bir ülkeye savaş açılabileceğini ileri süren İslâm hukukçuları olmuştur. Bu hukukçulara göre, o ülkenin sınırına gidilir ve savaşmadan önce onlara üç şey teklif edilir. Önce müslüman olmaları istenir ve İslâm'ı kabul ettikleri takdirde mal ve canlarını kurtaracakları; bundan böyle müslümanlarla aynı statüye kavuşacakları söylenir. Bunu kabul etmedikleri takdirde, kendi dinlerinde kalabilecekleri, fakat müslümanların hâkimiyetine girip cizye vermeleri teklif edilir. Bu iki şıkkı da kabul etmedikleri takdirde, kendileriyle savaşılacağı bildirilir. Bu barış seçeneklerini kabul etmedikleri takdirde de kendilerine savaş açılır.
Diğer bazı hukukçular ise, İslâm dininin, vatandaşlarına tebliğ edilmesine engel olanlarla savaşılabileceğini söylemişlerdir. Bu görüşü ileri sürenler, İslâm'ın evrensel bir din oluşunu ve Peygamber'in, İslâm dinini bütün insanlara tebliğ etmekle görevlendirilmiş olmasını görüşlerine temel alırlar. Şunu belirtelim ki, ne
252] Muhammed Ebu Zehre, İslâm’da Savaş Kavramı, s. 47-53
253] 2/Bakara, 190-194; 60/Mümtehıni, 8-9
- 88 -
KUR’AN KAVRAMLARI
öncekiler ve ne de bu görüşte olanlar, İslâm dininin zorla dayatılacağını savunmuyorlar. İnsanların bu dinle karşı karşıya gelmelerini; isterlerse inanacaklarını ve istemezlerse inanmayacaklarını belirtiyorlar.
Birinci grup, müslüman olmayan yönetimlerin, vatandaşlarının, İslâm'la karşılaşmalarına ve müslüman olmalarına engel olacaklarını ileri sürerken; ikinci grup, bunun pratikte ispatlanmış olmasını şart koşarlar. O halde ikinci gruba göre, inançların ifade edilmesine ve insanların inandıkları gibi yaşamalarına engel olmak, savaş sebebidir. Ancak bunun fiilen ispatlanmış olması gerekir. Birinci gruba mensup olanlar: Küfür bizâtihî büyük bir cinâyettir. Bu cinâyetin devamına göz yumulamaz. Bu sebeple fırsat bulunduğunda, müslüman olmayanlarla savaşmak gerekir, derler. Hâlbuki küfrün savaş sebebi olamayacağı ortadadır. Zâten o ülke toprakları, İslâm ülkesine katılacak olsa bile, isteyen kendi dinini devam ettirir. Çünkü Kur'an, inanç konusunda bir dayatmanın olamayacağını açıkça ifâde etmektedir.
Düşman ülkenin sınırına varıldığında, onlara üç şeyin teklif edilmesi meselesine gelince; bunlar, savaş sebebi oluştuktan sonra yapılacak tekliflerdir. Buna göre onlara önce müslüman olmaları teklif edilir. Bunu kabul etmedikleri takdirde, cizye vermek kaydıyla müslüman ülkenin vatandaşı olmaları istenir; bu iki teklifi kabul etmedikleri takdirde kendileriyle savaşılacağı haber verilir. Savaş sebebi oluştuktan sonra yapılan bu tekliler de, İslâm'ın savaşa başvurmak istemediğini gösterir. Ama savaşın sebepleri oluştuktan sonra, ilk iki teklifi de kabul etmezlerse, savaştan başka yol kalmadığından dolayı savaşa başvurmak câiz görülmüştür.
Tebliğ için savaşın câiz olacağı meselesine gelince; dinin ulaştırılmasında tâkip edilecek metod şu âyette açık bir şekilde ifade edilmektedir: “Hikmetle, güzel öğütle, Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin, yolundan sapanları en iyi bilen O'dur ve O, hidâyete tâbi olanları/yola gelenleri de en iyi bilendir.“254 Savaş, bu âyette zikredilen hikmetle, güzel öğütle ve güzel mücâdele ile de bağdaşmaz. Kaldı ki, âyetlerde savaşın nedenleri zikredilmektedir ve bunların hiçbirinde İslâm'ın, savaşılan ülkenin vatandaşlarına ulaştırılması savaşa sebep olan bir unsur şeklinde zikredilmemektedir. Dini tebliğ etmenin diğer yollarına başvurmak yeterlidir. Ulusların birbirleriyle ilişkileri, herhalde savaştan ibâret değildir. Din dâvetçisi göndermek, ticaret ve daha başka ilişkiler, dinin tebliğ edilmesi için uygun vâsıtalardır. Bu araçlar mümkün değilse, mümkün olanlarıyla yetinilir. Örneğin Malezya'ya, Endonezya'ya, Hindistan'a, Çin ortalarındaki bölgelere ve daha başka bölgelere, müslüman tüccarlar kanalıyla İslâm yayılmıştır. Ayrıca tarih boyunca müslümanların hiç savaşmadıkları bölgelerde yaşayan müslümanların nüfus miktarının, savaş yapılan bölgelerde yaşayanların nüfus miktarından çok daha fazla olduğunu burada belirtmeliyiz. Gerçi müslümanların savaştıkları bölgelerde de, sözkonusu savaşların, durup dururken yapılmadığı, bilakis karşı tarafın savaşa sebep olacak davranışlarda bulunduğu bir vâkıadır. Elbette tarih boyunca müslümanların bu konuda hiçbir hata işlemediklerini söylemek istemiyoruz. Yapılan savaşların genelde savunma savaşı olduklarını anlatmak istiyoruz. Herhalde hiçbir dinin veya düşüncenin tarihi, bu konuda İslâm'ın tarihi kadar temiz değildir.
254] 16/Nahl, 125
KITÂL / SAVAŞ
- 89 -
İslâm'da cihad ve kıtâl, bir savunma savaşı olduğundan dolayı, Kur'ân-ı Kerim'de savaşa katılmayanlar şiddetle kınanmıştır. Çünkü cihada katılmayanlar, kendi toplumlarını ve vatanlarını savunma görevini yerine getirmemekte, esâret içerisinde bir hayatı, özgür bir hayata tercih etmektedirler.
Dinin tebliği için gerektiğinde savaşılacağını; çünkü Peygamberimizin peygamberliğinin evrensel olduğunu ve bu peygamberliğe insanların muhâtap olmaları için gerekirse savaşa gidilebileceğini ileri süren hukukçuların, bu gerekçeleri de, artık günümüzde geçerli değildir. Çünkü günümüz açısından mesele değerlendirildiğinde, dinin tebliğ edilmesi için başka ülkelere gitmeye gerek yoktur. Zaten günümüzde müslümanlar, dünyanın her tarafında bulunmaktadır. Ayrıca günümüz teknolojisiyle ulaşılmayan bölge yoktur. Yeter ki dini doğru anlatan ve yaşayanlar bulunsun. 255
İslâm savaşları, suçsuz halka saldıran, malları yok eden, atom bombalarıyla her şeyi harap eden, binaları yıkan, tabiatı bile kemiren yirminci yüzyılın savaşlarına, toplu kıyımlarına bütünüyle zıttır. Müslümanlar, ne orman kanunlarından, ne de güçsüzü ezen güçlünün zorbalığından ilham almışlardır. İslâm savaşçılarının uymak zorunda olduğu kanunlar, İlâhî bir kaynaktan gelmektedir. Bu kanunlar, ezilenlerin zorbalara karşı savunmasının hiçbir yerde rastlanmayan muhteşem örneğini vermek ve müstaz’afların zâlim müstekbirlerden hakkını en güzel bir yolla alma mücâdelesini gerçekleştirmek ve hakkı hâkim kılmak için gönderilmişlerdir. “Biz ise diliyoruz ki, o yerde za’fa uğratılanlara (müstaz’aflara) lutfedelim, onları (hayırda) önderler yapalım, onları (kâfirlere) vârisler kılalım.“256 İslâmî savaş; sebebi, başlayışı, cereyanı, bitişi ve yenilenlere yapılacak işlemler açısından tamâmen âdil ve bâtıla karşı hakkı savunan, gerçekten İlâhî bir savaştır.
Savaştan korkanların her şeye rağmen bir barış sağlanması dileği, bir bakıma emperyalizme boyun eğmek anlamına gelir.
İslâm barış dinidir. Ve biz onu cihadla koruyacağız. “Cihad“ ve “barış“, birbirine karşıt değil; özdeş kavramlardır. Çünkü bu, barışı yok eden saldırılara karşı bir barış savunusu, barışı hâkim kılma mücâdelesinin adıdır.
Barış güzeldir, ancak barış için savaşılabilir. İslâm, lügat ve terim anlamı olarak gerçek barıştır. Barışı tüm dünyada gerçekleştirmek için İslâm'ı tüm dünyaya hâkim kılma gayreti gerekmektedir.
Evet, biz barış savaşçılarıyız. Ne zulmederiz ve ne de zulme boyun eğeriz. İnsanlar inandıkları gibi yaşasınlar ve düşündüklerini özgürce ifade etsinler istiyoruz. Biz Hakk'a tâbiyiz ve hak sahiplerinin hakkını savunuruz.
Barış kula, ya da devlete, ya da servete boyun eğme; onun rabliğini ve hükümranlığını kabul etme olayı değildir. Nefsinin esiri olanlar da aslında kaybedilmiş bir savaşı ifade eder. Barış, bir esâret stratejisi değildir.
İslâm'da barışın teminatı, insanların birbirlerinin hak ve hukukuna riâyet etmesidir. Dinde zorlama olmaması ve herkesin dininin kendine âit olması ve müslümanların tek yanlı bir deklerasyonla, başkaları kendilerinin bu haklarını korumasalar bile meşrû zeminde bütün insanların mallarını, canlarını, namuslarını,
255] M. Sait Şimşek, Kur'an'ın Ana Konuları, s. 282-286
256] 28/Kasas, 5
- 90 -
KUR’AN KAVRAMLARI
akıl ve inançlarını, bütün canlıların nesil emniyetlerini koruması yönünde bir taahhüde sahip bulunması ile aktif bir barış politikası üretmektedir. İslâm âdil ve kalıcı bir barışın teminadır ve barışa yönelik tecâvüzlere karşı da insanları kışkırtır. Onun içindir ki, İslâm peygamberi hem savaş, hem de barış peygamberidir.
Fuhşun, alkolün, uyuşturucuların, işretin, kumar ve öteki ahlâksızlıkların zebunu olmuş boş vermiş insanların gerçek anlamda inanç ve ideolojileri yoktur. Bu yozlaşmaya karşı ise inanca dayalı çözüm yolları üretmek zorundayız. Belki insanları uyuşturarak barışçı edilgen topluluklar üretilebilir, ama böyle bir yaklaşımla barış toplumuna ulaşılamaz. Bu, gizli ve sessiz bir terör yöntemi olarak değerlendirilebilir.
İnsanların kendi ideolojilerini dayatmaları ve başkalarını bu dine ya da ideolojiye boyun eğmeye zorlamaları bir başka savaş türü olacaktır ki, bu tür dayatmalara karşı biz savaşa hazır olmalıyız.
Müslümanlar kendi içinde ve kendi inanç kardeşleri arasında barışı sağlamak zorundadırlar. Çünkü Allah ve Rasûlü bizi barışa çağırır. Dinde tartışmaya girenler ve birbirlerinin ayıbını araştıran ve birbirlerine karşı kötü söz ve kötü fiil sahipleri korkutucu bir günle uyarılır.
Kur'ân-ı Kerim'de Savaş Kavramı
Savaş anlamına gelen “kıtâl“ kelimesi Kur’an’da 13 yerde geçer. Aynı anlamda karşılıklı savaş anlamındaki “mukatele“ kelimesi ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam 57 yerde kullanılır. Bu kavramların kökü olan “katl“ kelimesi ve türevleri ise toplam 170 yerde ifâde edilir. “Harb“ kelimesi ve türevlerinin geçtiği âyetlerin sayısı ise 11’dir. Barış anlamındaki “silm“ kelimesi -farklı anlamlarda kullanılanlar hâriç- 6 yerde geçer. “Cihad“ kelimesi ve türevleri ise 41 yerde kullanılır. Bunlardan da anlaşılıyor ki, insanlığın çok uzun süre onsuz yapamadığı savaşın hukuku, sebep ve amacı, kuralları ve ahlâkı konularında yer yer ayrıntılara da yer verilerek Kur’an’da çok geniş bir şekilde ele alınmıştır.
Kur’an’da, Allah yolunda cihada çağrıldıkları zaman ağır, gönülsüz davranan mü’minler kınanmakta; Allah yolunda savaşa çıkmadıkları takdirde acı bir azâba uğrayacakları; kendilerinin götürülüp yerlerine başka bir toplumun getirileceği ihtar edilmektedir. 257
İki mü'min grup savaşa tutuştuklarında bunlar barışa çağrılır. Bu çağrıya uymayan taraf bağî/azgın diye adlandırılır ve hayata kast ettikleri kesinleştiğinden onlara karşı, Allah'ın emrine teslim oluncaya kadar savaşılır. 258
Kıtâlin, büyük zulüm olanı peygamberlere karşı uygulananıdır. Yahûdîler, bu tür bir kıtâlin öncüsü ve bildiğimiz tek uygulayıcısı olarak gösteriliyor ve onların bu yüzden lânet ve zillete müstahak hale geldikleri belirtiliyor. 259
Cihad ve kıtâl; Allah’ın adını yüceltmek, insanların müslüman olmalarının önündeki engelleri kaldırmak ve yeryüzünden fitne ve zulmü yok etmek üzere yapılır. Allah yolunda her çeşit gayretin ve bu arada O’nun düşmanları ve
257] 9/Tevbe, 38-39
258] 49/Hucurât, 9
259] bkz. 2/Bakara, 91; 3/Âl-i İmrân, 21, 112, 155, 181, 183; 5/Mâide, 70
KITÂL / SAVAŞ
- 91 -
kendi düşmanlarımızla savaş ve her çeşit mücâdelenin adı olan cihad, Allah’ın mü’minlere kesin emridir.260 Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin dereceleri çok yüksektir, mükâfatları boldur.261 Mü’minler, dünyayı, içindekileri, meskenleri cihaddan çok severlerse, Allah onlara cezâ verir.262 Allah (c.c.) cihad emri ile mü’minleri imtihan etmektedir.263 Onlardan kimin Allah yolunda mücâhede ettiği, kimin çeşitli bahânelerle bu önemli farzdan kaçtığı ortaya çıkmalıdır: “Allah, içinizden cihad edenleri (mücâhidleri) ve sabredenleri açığa çıkarmadan Cennete gireceğinizi mi zannettiniz?“ 264
Bilindiği gibi cihadın eylemli ve silâhlı olanına kıtâl denilmekle birlikte, Kur’an’da kıtâl ve mukatele kavramlarıyla birlikte, cihad kelimesi de bazen bu anlamda kullanılır. “Ey Peygamber! Kâfirler ve münâfıklarla cihad et, onlara karşı sert davran.“265; “Kâfirlere itaat etme, onlara karşı olanca gücünle cihad et.“266 Kur’an’a göre düşmanla savaş anlamındaki silâhlı cihad, kesin bazı taleplere karşılık vermelidir: İyi tanımlanmış bir sebep ve düşman, kesin sınırlar ve bir savaş ahlâkı.
Savaşa giriş amaçları ve düşman, şöylece belirtilebilir:
1) Düşman saldırısına karşı koymak: Haksızlığa uğratılarak ve “Rabbimiz Allah’tır“ dedikleri için yurtlarından çıkarılan mü’minlere savaş izni verilmiştir. Bu anlamda savaş, mâbed dokunulmazlığını da sağlayıcı özelliktedir.267 Savaş hazırlığı yapmak da, düşmanları korkutup müslümanlara saldırmaları düşüncesinden caydırılmaları anlamına gelir. Ama barışa yanaşırlarsa, bu isteğe karşılık verilir.268 Düşmanca tutum içine girmeyenlere karşı böyle bir cihad/kıtâl yükümlülüğü yoktur, böylelerine iyilikle ve adâletle davranılır. 269
2) Hıyâneti önlemek: Medine’li Benî Kurayza yahûdileri, Medine’yi kuşattıkları sırada Mekke’lilerle işbirliği içine girmişti. İşte bu davranışları üzerine, cizye vermelerini sağlayıncaya kadar savaşma izni verildi. 270
3) Zulüm ve fesâdı önlemek: Mekke’nin fethinden sonra, müşriklerin zulüm ve fesatlarının önlenmesi için, fitnenin ortadan kaldırılmasının ve yalnız Allah’ın dininin geçerli olmasının sağlanması istenmiştir.271 Bu savaşın amacı, gönüllü veya gönülsüz olarak ihtidâlarını sağlamaktı.
4) Yardım amaçlı savaş: “Size ne oldu da Allah yolunda ve ‘Rabbimiz! Bizi, halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla’ diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? (Buna hakkınız yok!) İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni
260] 5/Mâide, 35; 9/Tevbe, 41; 22/Hacc, 78; 2/Bakara, 190; 4/Nisâ, 76 vd
261] 61/Saff, 10-12; 5/Mâide, 5
262] 9/Tevbe, 24
263] 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16
264] 2/Bakara, 218
265] 9/Tevbe, 73; 66/Tahrîm, 9
266] 25/Furkan, 52
267] 22/Hacc, 39-41; 2/Bakara, 190-193
268] 8/Enfâl, 60-61
269] 60/Mümtehıne, 8
270] 9/Tevbe, 29
271] 2/Bakara, 191-193; 9/Tevbe, 36
- 92 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve tuzağı zayıftır.“ 272
Savaş ahlâkına gelince, özellikle şu hususlar belirtilebilir: Düşmanca tutum içine girmeyenlere karşı savaşılmaz, iyilikle ve adâletli davranılır.273 Zulmedenlerden başkasına düşmanlık yoktur. Savaştan vazgeçip barışa yanaşanların taleplerine uyulur.274 Amacına ulaşmış savaşa son verilir.275 Savaşta saldıranlara karşı aynı ölçüde karşılık verilir, aşırı gitmek yasaktır.276 Cihadda temel şart, amacının çağrı, savunma ve uygulama açısından, din ve onun yüksek değerleri olmasıdır. 277
Kur’an’da; mü’minlere savaşta kâfirlerle karşılaştıkları zaman onların boyunlarını vurmaları (öldürmeleri), onları sindirip savaşta gâlip gelince bağlayıp esir etmeleri, savaştan sonra esirleri ya bir iyilik ve ikram olarak veya fidye karşılığında serbest bırakmaları emredilmektedir.278 Allah dilese müslümanların çarpışmasına gerek kalmadan kâfirleri yener, tepeler. Fakat Allah böyle yapmayı dilememiş, insanları birbirleriyle denemek, imtihan etmek istemiştir. Mü’minlerin, kâfirler karşısında dayanıp dayanamayacaklarını, Allah yolunda savaşıp savaşmayacaklarını sınamak istediği için iki zümrenin çarpışmasını takdir buyurmuştur. Eşyanın tabiatına uygun olan da budur. Yüce Allah bu sûretle, mü’minlerin başarıya ulaşacaklarını ortaya çıkarır. “Savaşta kâfirlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun! (öldürün)“279 âyeti mü’minleri, kâfirlerle savaşmaya teşvik etmektedir. Fakat savaşılması, boyunlarının vurulması emredilen kâfirler, kendi halinde bulunan, kendi inancına göre yaşayan zararsız kâfirler değil; hem inkâr eden, hem de müslümanlara saldıran, Allah yoluna engel olan kâfirlerdir. Bu âyetten iki âyet önceki, sûrenin ilk âyeti olan “İnkâr edip Allah yoluna engel olanlar“280 mealindeki âyet bunu ortaya koymaktadır. Âyetlerin, Mekke müşrikleri hakkında nâzil olduğunu düşünürsek, savaşılması emredilen kâfirlerin, müslümanlara saldıran ve İslâm’ın yayılmasına engel olan kâfirler olduğunu anlarız. Kur’an’ın temel cihad emri, yalnız saldırganlara karşı savaşmaktır. Savaş, saldırı ve haksızlığın kalkması içindir: “Fitne (yani saldırı, işkence, baskı ve haksızlık) kalmayıncaya kadar onlarla savaşın!“281 buyrulmaktadır. Her kâfir ile savaşmak, Kur’an’ın emri değildir. Saldırmayan insanlara saldırmak, Kur’an’ın prensiplerine aykırıdır. Kendi vicdânî kanaatine göre yaşayan, İslâm dâvetine engel olmayan kimselere saldırmak haramdır. “Çünkü Allah, saldırganları sevmez.“ 282
Kur’an, Allah ve Rasûlüyle (İslâm dâvâsıyla) savaşa girenlerin şiddetli azâba uğratılacağını beyan etmektedir.283 Bu âyetin ışığında, Allah ve Rasûlüne karşı savaşmak, Allah’ın emirleri doğrultusunda kurulmuş sosyal ve hukukî nizama
272] 4/Nisâ, 75-76
273] 60/Mümtehıne, 8
274] 2/Bakara, 192-193; 8/Enfâl, 60-61
275] 9/Tevbe, 29
276] 2/Bakara, 190, 194; 16/Nahl, 126; 42/Şûrâ, 40-41
277] Vecdi Akyüz, Kur’an’da Siyasî Kavramlar, s. 490-491
278] 47/Muhammed, 4-6
279] 47/Muhammed, 4
280] 47/Muhammed, 1
281] 2/Bakara, 190
282] 2/Bakara, 190
283] 5/Mâide, 33
KITÂL / SAVAŞ
- 93 -
karşı savaş ilân etmek demektir. Bu açıdan İslâm devletinde eşkıyalık, kundakçılık, cinâyet ve tahripçilik toplumda hukuk ve düzen noktasında problem meydana getirdiğinde, yetkililer suçlulara, el ve ayak kesme de dâhil, örnek teşkil edecek caydırıcı cezâlar verebilir.
İç savaşla ilgili olarak, mü’min gruplar arasında çıkabilecek böyle bir problem konusunda Kur’an şöyle demektedir: “Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle savaşır/vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şâyet biri ötekine saldırırsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adâletle düzeltin ve (her işte) adâletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever.“284 Bu âyet, müslümanlar arasında çıkacak silâhlı çatışmanın çözümü kurallar getirmektedir.
Allah, kendi yolunda cihad etmeyi emretmekte; bu yolda canlarıyla ve mallarıyla çalışanları övmektedir.285 Allah yolunda mücâdele eden mücâhidlerin dereceleri, evlerinde oturanlardan daha yücedir.286 Peygamberlerle beraber Allah yolunda yılmadan, gevşemeden mücâdele eden sabırlı Rabbânîleri Allah sever.287 Allah yolunda cihad edenler ‘şehid’ olurlar ve onlar ölmezler, Allah katında diridirler. 288
“Size karşı savaş açanlara, Allah yolunda olarak savaşın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları (haddi aşanları) sevmez. Onları (size karşı savaşanları) yakaladığınız yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha kötüdür. Onlar sizinle savaşmadıkça, Mescid-i Haram’da siz de onlarla savaşmayın. Eğer onlar (orada) size karşı savaş açarlarsa, derhal onları öldürün. Böyledir kâfirlerin cezâsı. Eğer onlar (savaştan) vazgeçerlerse (şunu iyi bilin ki) Allah Ğafûr ve Rahîmdir. Fitne tamâmen yok oluncaya ve din de Allah için tatbik edilinceye kadar onlarla savaşın. Fitne çıkarmaktan vazgeçerlerse zâlimler (ve aşırılar hâriç hiç kimseye) düşmanlık ve saldırı yoktur. Haram aya karşılık, haram aydır. İşlenen suçlara karşılık da kısas vardır. Kim size saldırırsa siz de ona mukabele bilmisil olacak kadar saldırın (ileri gitmeyin). Allah’tan korkun. Bilin ki Allah muttakîlerle (takvâ sahipleriyle) beraberdir. Allah yolunda infak edin/harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareket ve davranışınızda dürüst olun (güzel davranın), çünkü Allah muhsinleri/dürüstleri sever.“ 289
“Ey iman edenler! Hep birden barışa girin (barışçı olun). Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır.“ 290
“Hoşunuza gitmediği halde savaş size yazıldı (farz kılındı). Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyden hoşlanmamanız mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyden hoşlanmanız da mümkündür. Allah bilir, hâlbuki siz bilmezsiniz. Sana haram aydan ve onda savaşmanın doğru olup olmadığından soruyorlar. De ki: Haram ayda savaşmak büyük bir günahtır. Ancak (insanları) Allah yolundan çevirmek, Allah’ı inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyâretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak; bunlar Allah katında daha büyük günahlardır. Fitne de adama öldürmekten daha büyük bir günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam
284] 49/Hucurât, 9
285] 8/Enfâl, 72; 9/Tevbe, 41
286] 4/Nisâ, 95
287] 3/Âl-i İmrân, 146
288] 2/Bakara,154; 3/Âl-i İmrân, 169
289] 2/Bakara, 190-195
290] 2/Bakara, 208
- 94 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ederler. Sizden kim, dininden döner de kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da âhirette de geçersiz sayılmıştır. Onlar cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar. İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler; şüphesiz bunlar, Allah’ın rahmetini umarlar. Allah Ğafûr ve Rahîmdir.“ 291
“Allah yolunda savaşın ve bilin ki Allah, her şeyi işitir ve bilir.“ 292
“Mûsâ’dan sonra, Benî İsrâil’den ileri gelen kimseleri görmedin mi, ne yaptılar? Kendileri için gönderilmiş bir peygambere: ‘Bize bir hükümdar gönder ki başımıza geçsin de Allah yolunda savaşalım’ dediler. ‘Size savaş yazılır/farz kılınır da ya savaşmazsanız!?’ dedi. ‘Yurtlarımızdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde neden savaşmayalım?’ dediler. Üzerlerine savaş yazılınca, içlerinden pek azı hâriç geri dönüp kaçtılar. Allah zâlimleri iyi bilir.“ 293
“... Eğer Allah insanlardan bir kısmı ile diğerlerini defetmeseydi (savıp hizaya getirmeseydi), elbette yeryüzünde nizam bozulurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa lütuf ve keremi ile muâmele etmiştir.“ 294
“Şâyet (fâiz hakkında emredilenleri) yapmazsanız, Allah ve Rasûlü tarafından ilân edilmiş bir harp ile karşı karşıya olduğunuzu iyi bilin. Eğer tevbe edip fâizcilikten vazgeçerseniz, sermâyeniz sizindir. Böylece haksızlık etmezsiniz ve haksızlığa da uğramazsınız.“ 295
“Kâfirlere de ki: ‘Yakında mağlûp olacaksınız ve cehenneme sürüleceksiniz. Orası ne kötü bir kalma yeridir! (Bedir’de) Karşı karşıya gelen şu iki grubun halinde sizin için önemli bir ibret vardır: Bir grup Allah yolunda çarpışıyor; diğeri ise kâfirdi. Bunların gözüne ötekiler iki misli görünüyordu. Allah dilediğini yardımı ile destekler. Elbette bunda basîret sahipleri için büyük bir ibret vardır.“ 296
“Onlar size, incitmekten başka bir zarar veremezler. Sizinle savaşa girecek olsalar, size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez.“ 297
“Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?“ 298
“Nice peygamberler vardı ki, beraberinde Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler; boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever.“ 299
“İki ordunun karşılaştığı gün sizin başınıza gelenler, Allah’ın dilemesiyle olmuştur ki, bu da, mü’minleri ayırt etmesi ve münâfıkları ortaya çıkarması için idi. Bunlara: ‘Gelin, Allah yolunda çarpışın yahut karartınızla düşmana gözdağı olun’ denildiği zaman, ‘Harbetmeyi bilseydik, elbette sizin peşinizden gelirdik’ dediler. Onlar o gün, imandan çok kâfirliğe yakın idiler. Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Hâlbuki Allah, onların gizledikleri niyeti çok iyi bilir. (Evlerinde) Oturup da kardeşleri hakkında, ‘bize uysalardı
291] 2/Bakara, 216-218
292] 2/Bakara, 244
293] 2/Bakara, 246
294] 2/Bakara, 251
295] 2/Bakara, 279
296] 3/Âl-i İmrân, 12-13
297] 3/Âl-i İmrân, 111
298] 3/Âl-i İmrân, 142
299] 3/Âl-i İmrân, 146
KITÂL / SAVAŞ
- 95 -
öldürülmezlerdi’ diyenlere, ‘eğer doğru sözlü insanlar iseniz, canlarınızı ölümden kurtarın bakalım!’ de. Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın! Bilakis onlar diridirler; Allah’ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehid kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar.“ 300
“Birkısım insanlar mü’minlere, ‘düşmanlarınız size karşı toplandılar; aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırmış ve ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir’ demişlerdir.“ 301
“Rableri, onların duâlarını kabul etti. (Dedi ki:) Ben, erkek olsun kadın olsun -ki hep birbirinizdensiniz- içinizden, çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, Benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler; andolsun, Ben de onların kötülüklerini örteceğim ve onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükâfat, Allah tarafındandır. Allah, mükâfatın en güzeli kendi nezdinde olandır.“ 302
“Ey iman edenler! İhtiyatlı davranın; bölük bölük savaşa çıkın yahut (gerektiğinde) topyekün savaşın.“ 303
“O halde, dünya hayatını âhiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya gâlip gelirse Biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.“ 304
“Size ne oldu da Allah yolunda ve ‘Rabbimiz! Bizi, halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla’ diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? (Buna hakkınız yok!)“ 305
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.“ 306
“Kendilerine ‘ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın ve zekâtı verin’ denilen kimseleri görmedin mi? Üzerlerine savaş yazılınca içlerinden bir grup insanlardan, Allah’tan korkar gibi, yahut daha fazla bir korku ile korkmaya başladılar da; ‘Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın! Bizi, yakın bir süreye kadar ertelesen (daha bir müddet savaşı farz kılmasan) olmaz mıydı?’ dediler. Onlara de ki: ‘Dünya menfaati önemsizdir, Allah’tan korkanlar için âhiret daha hayırlıdır, size kıl kadar haksızlık edilmez. Nerede olursanız olun, ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!..“ 307
“Artık Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın. Mü’minleri de teşvik et. Umulur ki Allah kâfirlerin gücünü kırar (güçleriyle size zarar vermelerini önler). Allah’ın gücü daha çetin ve cezâsı daha şiddetlidir.“ 308
300] 3/Âl-i İmrân, 166-170
301] 3/Âl-i İmrân, 173
302] 3/Âl-i İmrân, 195
303] 4/Nisâ, 71
304] 4/Nisâ, 74
305] 4/Nisâ, 75
306] 4/Nisâ, 76
307] 4/Nisâ, 77-78
308] 4/Nisâ, 84
- 96 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Ancak, kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir topluma sığınanlar, ne sizinle ne de kendi toplumlarıyla savaşmak (istemediklerin)den yürekleri sıkılarak size gelenler müstesnâ. Allah dileseydi onları başınıza belâ ederdi de sizinle savaşırlardı. Artık onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilir de sizinle savaşmazlar ve barışı size bırakırlarsa bu durumda Allah size, onların aleyhinde bir yol(a girme hakkı) vermemiştir. Hem sizden hem de kendi toplumlarından emin olmak isteyen başkalarını da bulacaksınız. Bunlar her ne zaman fitneye götürülseler ona baş aşağı dalarlar (daldırılırlar). Eğer sizden uzak durmaz, sulh işini size bırakıp ellerini çekmezlerse onları yakalayın, rastladığınız yerde öldürün. İşte onlar üzerine sizin için apaçık yetki verdik.“ 309
“Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek 'sen mü'min değilsin' demeyin. Çünkü Allah'ın nezdinde sayısız ganimetler vardır. Önceden siz de böyle iken Allah size lutfetti; o halde iyi anlayıp dinleyin. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Mü'minlerden -özür sahibi olanlar dışında- oturanlarla malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vaad etmiştir; ama mücâhidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır. Kendinden dereceler, bağışlama ve rahmet vermiştir. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir.“ 310
“... Sulh (dâima) hayırlıdır...“ 311
“Ey Mûsâ! Onlar orada bulundukları müddetçe biz oraya asla girmeyiz; şu halde sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız’ dediler. Mûsâ: ‘Rabbim, ben kendimden ve kardeşimden başkasına hâkim olamıyorum; bizimle bu fâsık/yoldan çıkmış toplumun arasını ayır’ dedi. Allah: ‘Öyleyse orası onlara kırk yıl yasaklanmıştır; (bu müddet içinde) yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Sen de fâsık/yoldan çıkmış toplum için üzülme’ dedi.“ 312
“Allah ve Rasûlüne karşı savaşanların ve yeryüzünde (hak) düzeni bozmaya çalışanların cezâsı, ancak ya acımadan öldürülmeleri ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için âhirette de büyük azap vardır.“ 313
“Ey iman edenler! Allah'tan ittika edin/korkun. O'na vesile/yaklaşmaya yol arayın ve O'nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.“ 314
“Ey iman edenler! Sizden kim mürted olur/dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve Kendisini seven, mü'minlere alçakgönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lutfudur. Allah'ın lutfu ve ilmi geniştir.“ 315
“Yahûdiler: ‘Allah’ın eli bağlıdır (sıkıdır) dediler. Hay dediği yüzünden eli bağlanası ve lânet olası! Bilakis, Allah’ın elleri açıktır, dilediği gibi verir. Andolsun ki sana Rabbinden
309] 4/Nisâ, 90-91
310] 4/Nisâ, 94-96
311] 4/Nisâ, 128
312] 5/Mâide, 24-26
313] 5/Mâide, 33
314] 5/Mâide, 35
315] 5/Mâide, 54
KITÂL / SAVAŞ
- 97 -
indirilen, onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü arttırır. Aralarına, kıyâmete kadar (sürecek) düşmanlık ve kin soktuk. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa (fitneyi uyandırmışlarsa) Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar; Allah da bozguncuları sevmez.“ 316
“... Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücâdele etmeleri için telkin ederler. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah’a şirk/ortak koşanlardan olursunuz.“ 317
“Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, 'Ben peşpeşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim' diyerek duânızı kabul buyurdu. Allah bunu (meleklerle yardımı) sadece müjde olsun ve onunla kalbiniz yatışsın diye yapmıştı. Zaten yardım yalnız Allah tarafındandır. Çünkü Allah mutlak gâliptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir. O zaman katından bir güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırıyordu; sizi temizlemek, şeytanın pisliğini (verdiği vesveseyi) sizden gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak ve savaşta sebat ettirmek için üzerinize gökten bir su (yağmur) indiriyordu. Hani Rabbin meleklere: 'Muhakkak Ben sizinle beraberim; haydi iman edenlere destek olun; Ben kâfirlerin yüreğine korku salacağım; vurun boyunlarına! Vurun onların bütün parmaklarına!' diye vahyediyordu. Bu söylenenler, onların Allah'a ve Rasûlüne karşı gelmelerinden ötürüdür. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, bilsin ki Allah, azâbı şiddetli olandır. İşte bu yenilgi size Allah'ın azâbı! Şimdilik onu tadın! Kâfirlere bir de cehennem ateşinin azâbı vardır. Ey mü'minler! Toplu halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönmeyin (Korkup kaçmayın). Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya diğer bölüğe ulaşıp mevzî tutma durumu dışında, kim öyle bir günde onlara arka çevirirse muhakkak ki o, Allah'ın gazabını hak etmiş olarak döner. Onun yeri de cehennemdir. Orası, varılacak ne kötü yerdir! (Savaşta) Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı (onu). Ve bunu, mü'minleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. Bu böyledir. Şüphesiz Allah, kâfirlerin tuzağını bozar.“ 318
“Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamâmen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (İnkâra) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür.“ 319
“Ey iman edenler! Herhangi bir topluluk ile (savaş için) karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı çok zikredin ki başarıya erişesiniz.“ 320
“Allah katında, yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır. Çünkü onlar iman etmezler. Onlar, kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra her defasında hiç çekinmeden ahitlerini bozan kimselerdir. Eğer savaşta onları yakalarsan, ibret almaları için onlar ile (onlara vereceğin cezâ ile) arkalarında bulunan kimseleri de dağıt.“ 321
“Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız. Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a tevekkül et, çünkü O işitendir, bilendir.“ 322
316] 5/Mâide, 64
317] 6/En’âm, 121
318] 8/Enfâl, 9-18
319] 8/Enfâl, 39
320] 8/Enfâl, 45
321] 8/Enfâl, 55-57
322] 8/Enfâl, 60-61
- 98 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Ey Peygamber! Mü'minleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüze (kâfire) gâlip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye gâlip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. O halde sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, (onlardan) iki yüz kişiye gâlip gelir. Ve eğer sizden bin kişi olursa, Allah'ın izniyle (onlardan) iki bin kişiye gâlip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir.“ 323
“İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhâcirleri) barındırıp yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının velîleridirler. İman edip de hicret etmeyenler ise, onlar hicret edinceye kadar size onların mirasından hiçbir şey yoktur. Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavim aleyhine olmaksızın (o müslümanlara) yardım etmek üzerinize borçtur. Allah yapacaklarınızı hakkıyla görmektedir.“ 324
“İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler; (muhâcirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek mü’minler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır.“ 325
“Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa, küfrün önderlerine karşı savaşın. Çünkü onların yemin (diye bir şey)leri yoktur. (Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler. (Ey mü’minler!) Verdikleri sözü bozan, Peygamber’i (yurdundan) çıkarmaya kalkışan ve ilk önce size karşı savaşa başlamış olan bir kavme karşı savaşmayacak mısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer (gerçek) mü’minler iseniz, korkmanız gereken yalnızca Allah’tır. Onlarla savaşın ki Allah, sizin ellerinizle onlara azap etsin, onları rezil etsin, sizi onlara gâlip kılsın ve mü’min toplumun gönüllerine şifâ versin, kalplerini ferahlatsın. Ve onların (mü’minlerin) kalplerinden öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Çünkü Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Yoksa siz, Allah sizden cihad edenlerle Allah, Peygamber ve mü’minlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri bilmeden (siz böyle bir imtihan geçirip iyiler ve kötüler müstehakını almadan başıboş) bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır.“ 326
“(Ey müşrikler!) Siz hacılara su veren ve Mescid-i Haram’ı onaran kimseyi, Allah ve âhiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerle bir mi tutuyorsunuz? Hâlbuki onlar Allah katında eşit değillerdir. Allah zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez. İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır.“ 327
“De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabânız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticâret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar, köşkler) size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin.’ Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.“ 328
“Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyen, Allah ve
323] 8/Enfâl, 65-66
324] 8/Enfâl, 72
325] 8/Enfâl, 74
326] 9/Tevbe, 12-16
327] 9/Tevbe, 19-20
328] 9/Tevbe, 24
KITÂL / SAVAŞ
- 99 -
Rasûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini (kendine) din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.“ 329
“...Müşrikler nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekün savaşın ve bilin ki Allah takvâ sahipleriyle, (din düşmanlarına karşı korkaklık göstermekten) sakınanlarla beraberdir.“ 330
“Ey iman edenler! Size ne oldu ki, ‘Allah yolunda savaşa çıkın!’ denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Âhiret (hayatına) dünya hayatını tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası âhiretin yanında pek azdır. Eğer (size emrolunan bu savaşa) çıkmazsanız, (Allah) sizi pek acıklı bir azap ile cezâlandıracak ve yerinize sizden başka (emirlerine itaat edecek) bir kavim getirecek; siz (savaşa çıkmamakla) O’na hiçbir zarar veremeyeceksiniz. Çünkü Allah her şeye kadirdir.“ 331
“(Ey mü’minler!) Gerek hafif, gerek ağır (kolay-zor, binekli-yaya, kuvvetli-zayıf, zengin-fakir, ihtiyar-genç) olarak hep birlikte savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer anlıyorsanız, bu sizin için daha hayırlıdır.“ 332
“Allah’a ve âhiret gününe iman edenler, mallarıyla canlarıyla savaşmaktan (geri kalmak için) senden izin istemezler. Allah takvâ sahiplerini çok iyi bilir. Ancak Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyen, kalpleri şüpheye düşüp kuşkular içinde bocalayanlar (savaştan geri kalmak için) senden izin isterler. Eğer onlar (savaşa) çıkmak isteselerdi, elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların davranışlarını çirkin gördü ve onları (böyle cihad gibi güzel bir amelden) geri koydu; onlara, ‘oturanlarla (kadın ve çocuklarla) beraber oturun!’ denildi. Eğer içinizde (onlar da savaşa) çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı ve mutlaka fitne çıkarmak isteyerek aranızda koşarlardı. Hâlbuki içinizde de onlara iyice kulak verecekler vardır (bunları kuşkulandırıp büyük bir fitne çıkarabilirlerdi). Allah zâlimleri gâyet iyi bilir.“ 333
“De ki: Siz bize iki güzelliğin (şehidlik veya gâziliğin) birinden başkasını mı bekliyorsunuz? Hâlbuki biz size Allah’ın ya kendi katından veya bizim elimizle bir azap eriştirmesini bekliyoruz. Haydi, bekleyin durun; biz de sizinle beraber bekleyenleriz.“ 334
“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!“ 335
“Allah’ın Rasûlüne muhâlefet etmek için (savaştan) geri kalanlar (münâfıklar, sefere çıkmayıp) oturmaları ile sevindiler; mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmeyi çirkin gördüler ve (savaşa çıkmak isteyenlere de); ‘bu sıcakta sefere çıkmayın’ dediler. De ki: ‘Cehennem ateşi daha sıcaktır (ona nasıl dayanacaksınız?)’ Keşke anlasalardı!“ 336
“Allah’a iman edin, Rasûlü ile beraber cihad edin’ diye bir sûre indirildiği zaman, onlardan servet sahibi olanlar, senden izin istediler ve ‘bizi bırak, oturanlarla beraber olalım’ dediler. Geride kalan kadınlarla beraber olmağa râzı oldular, çünkü onların kalplerine
329] 9/Tevbe, 29
330] 9/Tevbe, 36
331] 9/Tevbe, 38-39
332] 9/Tevbe, 41
333] 9/Tevbe, 44-47
334] 9/Tevbe, 52
335] 9/Tevbe, 73
336] 9/Tevbe, 81
- 100 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mühür vuruldu (dolayısıyla cihadda olan hikmet ve gâyeyi) onlar anlayamazlar. Fakat Peygamber ve onunla beraber iman edenler, mallarıyla canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar (dünyada zafer, âhirette cennet) onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.“ 337
“Allah ve Rasûü için (insanlara) öğüt verdikleri takdirde; zayıflara, hastalara ve (savaşta) harcayacak bir şey bulamayanlara (savaşa katılmamalarından ötürü) bir günah yoktur. Zira iyilik edenlerin aleyhine (kınanmasına) bir yol yoktur. Çünkü Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Kendilerini bindirip sevk etmen için sana geldiklerinde, ‘sizi bindirecek bir binek bulamıyorum’ deyince, harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş dökerek dönen kimselere de (sorumluluk yoktur). Sorumluluk ancak, zengin oldukları halde, senden izin isteyenleredir. Çünkü onlar geri kalan kadınlarla beraber olmaya râzı oldular. Allah da onların kalplerini mühürledi, artık onlar (savaştan geri kalmanın sonucunun ne olacağını) bilemezler. (Seferden) Onlara döndüğünüz zaman size özür beyan edecekler. De ki: ‘(Boşuna) özür dilemeyin, size asla inanmayız. Çünkü Allah, sizin haberlerinizden (aleyhimizde çevirdiğiniz dolaplardan çoğunu) bize bildirmiştir. (Bundan sonraki) amelinizi Allah da görecektir, Rasûlü de. Sonra görüleni ve görülmeyeni Bilen’e döndürüleceksiniz de yapmakta olduklarınızı size haber verecektir. Onların yanına döndüğünüz zaman size, kendilerinden (onları cezâlandırmaktan) vazgeçmeniz için Allah adına yemin edecekler. İşte o zaman onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır. Kazanmakta olduklarına (kötü işlerine) karşılık cezâ olarak varacakları yer cehennemdir. Onlardan râzı olmanız için size yemin edecekler. Şâyet onlardan râzı olsanız bile Allah fâsıklar topluluğundan asla râzı olmaz.“ 338
“Allah mün’minlerden mallarını ve canlarını onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. (Bu,) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde O’nunla yapmış olduğunuz bu alış verişten dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kurtuluştur.“ 339
“Mü’minlerin hepsinin toptan (savaş için) sefere çıkmaları doğru değildir. Onlardan her topluluktan bir grup dinde (dinî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde (onları Allah’ın azâbı ile) korkutmak için geride kalmalıdır. Umulur ki, dikkatli olurlar. Ey iman edenler! Kâfirlerden size yakın olanlara karşı savaşın ve onlar (savaş ânında) sizde bir sertlik bulsunlar, (onlara karşı şiddetli ve çetin olun, sakın gevşeklik ve korkaklık göstermeyin). Biliniz ki Allah takvâ sahipleriyle, (korkaklıktan) sakınanlarla beraberdir.“ 340
“Biz râsûlleri, sadece müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kâfir olanlar ise, hakkı bâtıl ile ortadan kaldırmak için mücâdele verirler. Onlar, âyetlerimizi ve uyarıldıkları şeyleri alaya almışlardır.“ 341
“Kendileriyle savaşılanlara (mü’minlere) zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak sûrette kadirdir. Onlar, başka değil; sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, birkısım insanları diğer bir kısmı ile defetmeseydi, mutlak sûrette,
337] 9/Tevbe, 86-88
338] 9/Tevbe, 91-96
339] 9/Tevbe, 111
340] 9/Tevbe, 122-123
341] 18/Kehf, 56
KITÂL / SAVAŞ
- 101 -
içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, gâliptir.“ 342
“Allah uğrunda, O’na yaraşacak şekilde hakkıyla cihad edin. Sizi O seçti; din husûsunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi...“ 343
“Kâfirlere boyun eğme ve bununla (Kur’an ile) onlara karşı olanca gücünle büyük cihad ile cihad et, büyük bir savaş ver!“ 344
“Cihad eden, ancak kendisi için cihad etmiş olur. Şüphesiz Allah, âlemlerden müstağnîdir, hiçbir şeye muhtaç değildir.“ 345
“Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah, muhsinlerle/iyi ve güzel davrananlarla beraberdir.“ 346
“De ki: ‘Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz!’ (Eceliniz gelmemiş ise,) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir. De ki: Allah size bir kötülük dilerse, O’na karşı sizi kim korur, ya da size rahmet dilerse (size kim zarar verebilir)? Onlar, kendilerine Allah’tan başka ne bir dost bulurlar ne de bir yardımcı. Allah, içinizden (savaştan) alıkoyanları ve dostlarına, ‘bize katılın’ diyenleri gerçekten biliyor. Zaten bunların sadece pek azı savaşa gelir.“ 347
“Mü’minler, düşman birliklerini gördüklerinde, ‘işte Allah ve Rasûlünün bize vaad ettiği! Allah ve Rasûlü doğru söylemiştir’ dediler. Bu (orduların gelişi), onların ancak imanlarını ve Allah’a bağlılıklarını arttırmıştır. Mü’minler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler/yiğitler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehidliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.“ 348
“Allah, o inkâr eden kâfirleri hiçbir şey elde etmeden öfkeleriyle geri çevirdi. Allah (’ın yardımı) savaşta mü’minlere yetti. Allah güçlüdür, mutlak gâliptir.“ 349
“(Savaşta) İnkâr eden kâfirlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihâyet onlara iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (esir alın). Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin. Durum şu ki, Allah dileseydi, onlardan intikam alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek ister. Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmaz.“ 350
“İman etmiş olanlar ‘Keşke cihad hakkında bir sûre indirilmiş olsaydı!’ derler. Ama hükmü açık bir sûre indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık olanların, ölüm baygınlığı geçiren kimsenin bakışı gibi sana baktıklarını görürsün. Korktukları başlarına gelsin! (Onların vazifesi) İtaat ve güzel sözdür. İş ciddiye bindiği zaman Allah’a sadâkat gösterselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu.“ 351
342] 22/Hacc 39-40
343] 22/Hacc, 78
344] 25/Furkan, 52
345] 29/Ankebût, 6
346] 29/Ankebût, 69
347] 33/Ahzâb, 16-18
348] 33/Ahzâb, 22-23
349] 33/Ahzâb, 25
350] 47/Muhammed, 4
351] 47/Muhammed, 20-21
- 102 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye kadar ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz.“ 352
“Sakın gevşemeyin. Üstün olduğunuz halde barışa dâvet etmeyin. Allah sizinle beraberdir. O amellerinizi asla eksiltmez.“ 353
“Köre vebâl yoktur, topala da vebâl yoktur, hastaya da vebâl yoktur (Bunlar savaşa katılmak zorunda değildir). Kim Allah’a ve peygamberine itaat ederse, Allah onu altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de geri kalırsa, onu acı bir azâba uğratır.“ 354
“Eğer kâfirler sizinle savaşsalardı, arkalarına dönüp kaçarlardı. Sonra bir dost ve yardımcı da bulamazlardı. Allah’ın, öteden beri süregelen kanunu budur. Allah’ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın.“ 355
“Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle savaşır/vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şâyet biri ötekine saldırırsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adâletle düzeltin ve (her işte) adâletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever. Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki merhamet olunasınız.“ 356
“(Gerçek) Mü’minler, ancak Allah’a ve Rasûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler/savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.“ 357
“Ne oluyor size ki, Allah yolunda infak edip harcamıyorsunuz? Hâlbuki göklerin ve yerin mîrâsı Allah’ındır. Elbette içinizden fetihten önce infak eden ve savaşanlarla, daha sonra infak edip savaşanlarla bir değildir. Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine de en güzel olanı vaad etmiştir. Allah’ın yaptıklarınızdan haberi vardır.“ 358
“Onların (Münâfıkların) kalplerinde sizin korkunuz, Allah’ın korkusundan fazladır. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. Onlar müstahkem şehirlerde veya duvarlar arkasında bulunmaksızın sizinle toplu halde savaşamazlar. Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir. Sen onları derli toplu sanırsın, hâlbuki kalpleri darmadağınıktır. Böyledir, çünkü onlar aklını kullanmayan bir topluluktur.“ 359
“Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adâletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa, işte zâlimler onlardır.“ 360
“Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever.“ 361
“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi? Allah’a
352] 47/Muhammed, 31
353] 47/Muhammed, 35
354] 48/Fetih, 17
355] 48/Fetih, 22-23
356] 49/Hucurât, 9-10
357] 49/Hucurât, 15
358] 57/Hadîd, 10
359] 59/Haşr, 13-14
360] 60/Mümtehıne, 8-9
361] 61/Saff, 4
KITÂL / SAVAŞ
- 103 -
ve Rasûlüne iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız. Eğer bilirseniz ki bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım/zafer ve yakın bir fetih. Mü’minleri bunlarla müjdele.“ 362
“Ey Peygamber! Kâfirler ve münâfıklarla savaş, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne de kötüdür!“ 363
Tefsirlerden İktibaslar
“Hoşunuza gitmediği halde savaş size yazıldı (farz kılındı). Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyden hoşlanmamanız mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyden hoşlanmanız da mümkündür. Allah bilir, hâlbuki siz bilmezsiniz.“364 Savaş aslında sevilen, hoşa giden bir şey değildir. Fakat bazen insan, savaşmak zorunda kalır. Bu türlü savaşa nefis müdâfaası denir. İslâm’ın emrettiği cihad’a gelince, onda iki güzelden biri vardır: Şehid olup cennete gitmek veya ganîmet alıp zengin olmak. Cihad, hiçbir zaman bir saldırı değildir. Çünkü önce İslâm’a dâvet yapılır, kabul eden müslüman olur; İslâm’ı kabul etmeyenden vergi (cizye) istenir. Bunu da kabul etmezse, ancak o zaman onlarla savaşılır. Savaştaki sırrı, tüm kapsamıyla biz bilemeyiz, onu Allah bilir. Bazı toplumlar cezâya müstahak olunca, Allah onları çeşitli belâlarla cezâlandırır. İşte onlardan biri de savaştır. Nitekim bir âyette: “Allah insanları birbiriyle def etmeseydi yeryüzünde nizam bozulurdu.“365 denilmiştir.
Şimdi, buna karşı, iyi ama Allah savaşa hiç meydan vermese ve hükümetin baskısına müsaade etmese daha iyi olmaz mıydı, dememeli. Çünkü Allah insanların bazısını, bazısıyla savmasa veya müdâfaa etmese, bozguncu ve saldırganları, ıslah ediciler ve mücâhidlerle savıp barış ve düzen taraftarlarını, çocukları ve kadınları korumasaydı, yeryüzü bozulurdu, dünyanın menfaat ve düzeni dağılır, çoluk çocuktan, ilim ve sanattan, din ve imandan eser kalmazdı. Çünkü uzaklaştırıp karşı koyma kanunu olmasaydı, insanların çoğu, uyum içinde, itaatkâr ve boyun eğmiş bile olsa, saldırganların devamlı olarak hücumuna uğrarlar, çiğnenir, mahvolurlardı. Sosyal eşitlik bulunmaz, nihâyet herkes saldırgan olur; herkes saldırgan olur da, direnme de varsayılmazsa hepsi mahvolur. Cenab-ı Allah, insanları irade sahibi olarak yaratmıştır ve böyle yaratması, sırf rahmet ve kudrettir. Fakat bu iradeler mutlak bırakılır da birbirleriyle ölçülü hâle getirilmez ve hiçbir direnişle karşılaşmazlarsa, çalışma zahmetine katlanmaz, önüne geleni çiğnemeye çalışır. Savunma ve karşı koyma olmayınca da saldırı, yolların en kısası ve doğru yol olmuş olur; o zaman da insan adına bir şey kalmaz, yeryüzünün düzeni bozulur. Fakat Allah, bütün âlemlere ve bu arada özellikle akıl sahipleri âlemine bütün bir lütuf ve rahmet sahibidir. Bu fesada râzı olmaz, o yeryüzünü imar edecek, üzerinde insanları lütuf ve ikramıyla yaşatacak, ebedî mutluluklara, yüksek mertebelere erdirecektir. Şu halde sonradan gelen fesat bâtıldır. Allah'ın istediği, düzendir. Bu bakımdan düzenin, fesadı ortadan kaldırması için; düzen ve hayır sahiplerinin, bozgunculuk ve kötülük çıkaranları defetmesi lazımdır ve zaten karşı koyma ve savunma, bütün dünyada hak olan bir kanundur. İradeden,
362] 61/Saff, 10-13
363] 66/Tahrîm, 9
364] 2/Bakara, 216
365] 2/Bakara, 251
- 104 -
KUR’AN KAVRAMLARI
akıl ve şuurdan nasibini almayan yaratıklar, bu direnişlerini, Hakk'ın zorlamasıyla mecburen ortaya koyarlar. İstediğini, dilediğini yapanlarda bunun tatbikinin de akıl, irade ve imanlarıyla yapılması gerekir. İşte Allah, savaşı ve hükümeti bu hikmetle meşru kılmış ve insanların bozguncu ve saldırgan kısmını, ıslahatçı kısmıyla defetmek ve güzel bir şekilde çalışacakları korumak için emretmiştir. Düzen ve fazilet sahipleri, bu noktayı gözönünde tutmayıp ve savunma kaydıyla meşgul olmayıp da saldırganları serbest bırakacak olurlarsa, bütün güç onların eline geçer ve onlar da dünyayı ele geçirmek sevdâsıyla yeryüzüne bozgunculuk verecekler ve buna meydan verenler, sorumlu olacaklardır ki yukarda buna bir, “Ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.“366 hatırlatması geçmişti.
Şu halde iki savaş vardır: Birisi ıslah savaşı, diğeri ifsad (fesat ve bozgunculuk) savaşıdır. İman ehline emredilen de Allah yolunda ıslah savaşıdır ki, bu da zulüm ve bozgunculuğun ve zulmün kaynağı olan küfür ve şirkin yok edilmesi ve genel barışı sağlamaktır. Düzene ve İslâma sahip çıkanlar, bunu yapmazsa, küfür ve bozgunculuk ortalığı kaplayacak; o zaman da insanlar, kökünden kazınıp kıyâmet kopacaktır. 367
İslâmın bazı kötü maksatlı düşmanları onun “Dinde zorlama yoktur“ ilkesini ortaya koymasına rağmen kendini kılıç yolu ile kabul ettirdiğini ileri sürerek bu dini çelişkili olmakla suçlarlar. Diğer bazı düşmanları da İslâmı bu töhmet karşısında savunur görünerek müslümanların ruhunda yanan cihad ateşini söndürmeye, tarihte İslâmın ortaya çıkmasında ve yayılmasında bu aracın oynadığı hayatî rolün önemini küçümsemeye yeltenmekte, -kaypakça, uyutma ve aldatma yolu ile- günümüzde ya da yarın bu araca başvurmanın gerekli olmadığı ve olmayacağı mesajını vermek istemektedirler. Bütün bu zehirleri, güya İslâm'ı rencide eden bir töhmet karşısında onu savunuyormuş gibi yaparak kusmaktadırlar.
Birinciler de ikinciler de İslâm'ın sistemini yozlaştırmak, onun uyarıcı mesajlarını müslümanların zihninde dumûra uğratmak, öldürmek amacı ile aynı cephede İslâm'a karşı savaşan Batılı şarkiyat uzmanları (oryantalistler) arasından çıkıyor. (Bu kişilerin basında Sir T.W. Arnold adlı oryantalist gelir. Onun Dr. İbrahim Hasan ve kardeşi tarafından “Ed-Da’vetül İslâmîyye“ adı altında Arapça'ya çevrilmiş bir eseri vardır.) Bunlar bu sinsi oyunları cihad ruhu bir daha uyanmasın diye oynuyorlar. O cihad ruhu ki, savaş alanında onun karşısında bir kere bile tutunamamışlardır! Yine o cihad ruhu ki, ancak onu zehirledikten, türlü türlü hileler ile zincire vurduktan, aralarında birleşerek dünyanın her yanında başına öldürücü ve vahşice darbeler indirdikten sonra pençesinden kurtularak rahat nefes alabilmişlerdir. Bunların yanısıra emperyalizm ile müslüman ülkeler arasındaki savaşların cihadı gerektirecek birer inanç savaşı olmadıkları, bunların sadece pazar, hammadde ve stratejik üsler uğruna yapılan savaşlar oldukları, buna göre cihadı gündeme getirmek için ortada hiçbir sebep bulunmadığı aldatmacasını müslümanların beyinlerine işledikten sonradır ki güven ve rahatlarını daha da perçinlemişlerdir.
Evet, İslâm'ın uzun tarihi boyunca kılıcını çekerek vuruştuğu, cihad ettiği dönemler olmuştur. Fakat bu kılıçlar hiç kimseyi zorla müslüman yapmak için değil, cihadı gerektiren birtakım amaçları gerçekleştirmek, hedeflere ulaşmak
366] Bakara, 2/195
367] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 2, s. 145-146
KITÂL / SAVAŞ
- 105 -
için çekilmiştir. Bu hedeflerin başlıcaları şunlardır:
1- İslâm, her şeyden önce, müslümanlara yönelik işkenceleri, zulümleri ve fitneleri savmak, bunlara karşı koymak, bağlılarının can, mal ve inanç güvenliklerini sağlamak için cihada girişmiştir. Bu amaç doğrultusunda bu surenin daha önceki âyetlerinden birinde incelediğimiz “Fitne, adam öldürmekten daha ağır bir suçtur“ prensibini ortaya koydu.368 Böylece inanca yönelik saldırıyı, mü’minlere inançları yüzünden eziyet etmeyi, onları dinlerinden ayırmaya çalışmayı insan hayatına yönelik saldırıdan daha büyük bir insanlık suçu saydı. O halde bu kutsal ilkeye göre inanç, hayattan daha önemli, daha değerlidir. Eğer mü’min canını ve malını savunmak için savaşmaya izinli ise inancını ve dinini savunmak için savaşmaya hâydi haydi izinlidir.
Müslümanlar tarih boyunca, dünyanın çeşitli yerlerinde inançları yüzünden baskılara, vazgeçirme girişimlerine, eziyetlere, işkencelere uğramışlardır. Bu yüzden en önemli varlıklarına yönelen bu zulümlere karşı koymaları kaçınılmazdı. Çünkü bu baskılara ve eziyetlere inançları yüzünden uğratılıyorlardı.
Meselâ bir zamanların İslâm diyarı olan Endülüs (yani bugünkü ispanya) müslümanları dinlerinden koparılma amacına yönelik iğrenç ve vahşi işkenceler ile toplu kıyımlara sahne olmuştu. Bu zulümlerin benzerleri, katolikliğe karşı direnen diğer hristiyan mezheplerinin bağlılarına karşı da uygulanmıştı. Öyle ki, bugünün İspanya'sında İslâm'ın gölgesine, hatta öbür hristiyan mezheplerin gölgelerine bile rastlayamazsınız. Yine bir zamanlar Beytülmukaddes (Kudüs) ile çevresi de aynı iğrenç haçlı saldırılarına hedef olmuştu. Bu saldırıların tek amacı İslâm inancının kökünü kazımaktı. Fakat bu bölgede de müslümanlar inanç sancağı altında silâha sarılarak düşmanlarına karşı göğüslerini siper etmişler ve son aşamada zafere ulaşarak bu kutsal İslâm beldesini Endülüs'ün acı akıbetine uğramaktan kurtarmışlardı.
Komünistlerin, putperestlerin, siyonistlerin ve hristiyanların pençesi altında bulunan dünyanın çeşitli yörelerinde bugün de müslümanlar dinlerinden koparılmak istenmekte ve inançları uğruna baskı görmektedirler. Bu yüzden müslümanlar, eğer gerçek müslümanlar iseler, bu fitnelere karşı koymak için, bugün de cihad etme yükümlülüğü ile karşı karşıyadırlar!
2- İkinci olarak İslâm, inanç özgürlülüğünü gerçekleştirdikten sonra inanç sistemini tanıtma ve duyurma özgürlüğünü de sağlamak amacı ile cihad etmiş, savaş vermiştir. Sebebine gelince İslâm, evrene ve hayata ilişkin en mükemmel düşünce sistemini, sosyal hayatı geliştirecek en ileri düzeni getirdi. Bu nimeti, insanlığın tümüne iletmek, gene bu nimeti onların kulaklarına ve kalplerine duyurmak için getirdi. Bu açıklama anlatma ve ilandan sonra isteyen mü’min, isteyen de kâfir olsun, “Dinde zorlama yoktur.“ Evet, ama önce bu nimeti, yüce Allah'ın katından tüm insanlar için gelmiş olan bu nimeti, insanlığın bütününe ulaştırmanın yolu üzerindeki engeller kaldırılmalıdır, insanların bu İlâhî mesajı işitmelerini ve doğruluğuna inandıktan sonra, eğer isterlerse, hidâyet kervanına katılmalarını önleyen engeller yok edilmelidir.
Bu engellerden biri, toplumların ve ulusların başında insanların bu İlâhî mesajı işitmelerine izin vermeyen, bunun yanında İslâm'a girenlere baskı uygulayan
368] 2/Bakara, 217
- 106 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zorba rejimlerin bulunmasıdır. İslâm, bu tâğutî, bu zorba rejimleri yıkarak yerlerine adâlete bağlı rejimler kurmayı ve bu rejimler aracılığı ile her yerde hakkı tanıtma özgürlüğünü, hakkı tanıtmak için didinenlerin güvenliğini sağlamayı amaçlamıştır. Bu amaç bugün için de geçerlidir. Buna göre müslümanlar, eğer gerçekten müslüman iseler, bu amaca ulaşmak için bugün de cihad etme yükümlülüğü ile karşı karşıyadırlar!
3- Üçüncü bir amaç olarak İslâm yeryüzünde kendi düzenini kurmak, yerleştirmek ve korumak için cihad etti. İslâm, insanın, insan kardeşi karşısında özgürlüğünü gerçekleştiren tek sosyal düzendir. Çünkü İslâm, yüce ve büyük olan Allah'a yöneltilmesi gereken tek kulluğun, tek bir tapınma sürecinin sözkonusu olduğunu belirleyerek bütün biçim ve türleri ile insanın insana kulluğunu ortadan kaldırır, yasaklar. Buna göre ortada insanlar için hükümler koyan, hukuk normları koyma yolu ile insanları boyunduruk altına alan, köleleştiren hiçbir ferde, hiçbir sosyal sınıfa, hiçbir millete yer yoktur. Sadece herkesin Rabbi olan tek bir Allah vardır, bütün insanların, önlerinde eşit oldukları, hükümler koyma yetkisi sadece O'nundur; insanlar itaati ve boyun eğmeyi de sırf O'na yöneltirler. Tıpkı imanı ve ibâdeti de sırf O'na yöneltmeleri gerektiği gibi.
Buna göre bu düzende sırf Allah'ın şeriatının yürütücüsü olmayan, bu yürütme yetkisi için toplumdan vekillik almayan hiçbir kimseye itaat edilmez. Çünkü yürütme mevkiindeki görevlinin, temelde kanun koyma yetkisi yoktur. Çünkü hukuk normları koyma yetkisi sadece Allah'a aittir, bu yetki ilâhlık olgusunun insan hayatına yansıyan bir göstergesidir. O halde hiçbir insan, öbür kullar gibi bir kul olduğu, başka hiçbir ayrıcalığa sahip olmadığı halde bu yetkiyi kullanarak kendisi için ilâhlık iddiasına kalkışamaz, insanlara karşı ilâhlık makamı işgal etmeye yeltenemez!
Bu ilke, İslâm'ın getirdiği İlâhi düzenin temel kuralıdır. Bu temel kuralın üzerine tertemiz bir ahlâk düzeni oturur. Bu düzende her insanın özgürlüğü teminat alımdadır, hatta İslâm inancını benimsememiş olanların özgürlüğü bile. Bu düzende herkesin dokunulmazlıkları titizlikle gözetilir, hatta Müslümanlığı kabul etmemiş olanların dokunulmazlıkları bile. Bu düzende İslâm vatanında yaşayan her yurttaşın hakları korunur, varsın inançları ne olursa olsun. Bu düzende hiç kimse zorla müslüman yapılmaz, hiç kimseye dini inançları yüzünden baskı uygulanmaz, sadece İslâm'ın tanıtımı ve duyurusu yapılır.
İşte İslâm, yeryüzünde bu yüce düzeni kurmak, yerleştirmek ve korumak için cihad etti. İnsanın insana kulluğu esasına dayanan, kulların hiçbir hakları olmadığı halde Allah'a âit yetkiyi kullanmaya yeltendikleri, kendilerini ilâh yerine koymaya kalkıştıkları zorba düzenleri devirmek İslâmın görevi idi. Bunun yanısıra bu azgın rejimlerin dünyanın her yerinde İslâm'a karşı direnmeleri, onu düşman bilmeleri kaçınılmazdı. Böyle olunca İslâm'ın onları tepelemesi de kaçınılmaz oluyordu. Böylece yeryüzünde o yüce düzenini ilân edebilecek, arkasından bu rejimin egemenliği altında herkesi kendi özel inancında özgür bırakabilecekti. Onlardan sadece sosyal, ahlâkî, ekonomik ve devletlerarası hukuk normlarına uymalarını isteyecekti. Bunlar dışında vicdanlarındaki inançlarında, özel yaşantılarında özgür olacaklar, bu alanlarda inandıkları gibi davranacaklardı. Bu arada İslâm, bu düzenin sınırları içinde onları gözetecek, hayatlarını ve inançlarını koruyacak, haklarını teminat altında bulunduracak, dokunulmazlıklarına el
KITÂL / SAVAŞ
- 107 -
değdirmeyecekti.
Yeryüzünde bu yüce düzeni kurmayı amaçlayan sözkonusu cihad görevi, “Fitnenin kökü kazınarak Allah'ın dini kesinlikle egemen oluncaya kadar“ yeryüzünde kulların, ilâhlık taslamalarına ve Allah'ın dini dışındaki bütün sahte dinlerin egemenliklerine son verinceye kadar, sürekli biçimde müslümanların boynuna borçtur.
Demek ki, İslâm, insanlara kendi inanç sistemini zorla benimsetmek için kılıç kullanmadı, o bazı düşmanlarının suçlamalarında ileri sürüldüğü anlamda kılıçla yayılmış bir din de değildir. O sadece her inançtan insanların himâyesi altında güven duyabilecekleri, sınırları içinde inancını paylaşmasalar bile egemenliğini kabul ederek yaşayabilecekleri emniyetli bir düzen, bir rejim kurmak için cihad etmiştir.
İslâm'ın yaşaması, yayılması, bağlılarının inanç sistemlerine güven duyması, yeni müslüman olmak isteyenlerin güven içinde bu dine katılabilmeleri, bu yapıcı düzenin kurulması ve düşmanlarına karşı korunması için bu dinin güçlü olması şarttı. Demek ki, cihad, tarihteki önemi küçümsenebilecek bir araç olmadığı gibi, İslâm düşmanlarının sinsi mesajlarında en iğrenç metodlarla söylemek istedikleri gibi, İslâmın bugününde ve geleceğinde zorunlu fonksiyonu olmayan bir silâh da değildir!
İslâm'ın mutlaka bir sosyal düzeni, bir rejimi olması; bunun için onun mutlaka güçlü olması ve güçlü olabilmesi için de mutlaka uğrunda cihad edilmesi, savaşılması gerekir. Bu onun ayrılmaz özelliği, karakteristik vasfıdır, bu olmadan İslâm ne yaşayabilir ve ne de başkalarına önderlik edebilir.
“Dinde zorlama yoktur'', evet ama “Onlara karşı elinizden geldiği kadar gerek Allah'ın gerekse özünüzün düşmanlarını ve bunlar dışında Allah'ın bildiği, fakat sizin bilmediğiniz gizli düşmanlarınızı yıldırıp caydıracak savunma gücü ve atlı savaş birlikleri hazırlayınız.“ 369 âyeti de yüce Allah'ın buyruğudur.
İşte İslâm açısından işin aslı budur. Müslümanlar, dinlerinin özünü, tarihlerinin içyüzünü böyle bilmeli ve dinleri konusunda sürekli savunma çabası içinde bulunan bir sanık gibi davranmamalı, böylesine pasif ve yılgın bir rolü benimsememelidir. Tersine her zaman kendine güvenen, rahat, yeryüzü kaynaklı düşünceleri, yeryüzü kaynaklı rejim ve düzenlere ve tüm yeryüzü kaynaklı ideolojilere tepeden bakan insanların alnı açık tutumunu sergilemelidirler. Buna bağlı olarak dinlerini, bağlılarının güvenliğini sağlama, saldırgan bâtılın burnunu kırma ve getirmiş olduğu nimetten bütün insanları yararlandırma amacını taşıyan cihaddan soyutlamak isteyen, kendilerine bu zehiri şırınga ederken sözde İslâm'ı savunuyormuş gibi davranan sinsi düşmanlarının aldatmacalarına kanmamalıdırlar. O cihad ki, insanlığı ondan yoksun bırakanlar, insanlık ile onun arasına girenler, insanlığa karşı hiç kimsenin işleyemeyeceği cinâyeti işlemiş olurlar. Böyleleri insanlığın en koyu düşmanlarıdır, eğer insanlık olgunluğa ermiş olsa, aklını kullansa bunları kovalaması, yakalarını bırakmaması gerekir. İnsanlık bu olgunluğa ereceği ve aklını harekete geçireceği güne kadar sözkonusu bu insanlık düşmanlarını, yüce Allah'ın seçtiği ve iman nimeti ile onurlandırdığı mü’minlerin kovalaması gerekir. Bu, onların hem kendilerine ve hem de tüm insanlığa karşı görevleridir. Yüce Allah'ın önünde bu görevi yerine getirmekle
369] 8/Enfâl, 60
- 108 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yükümlüdürler. 370
Hadis-i Şeriflerde Savaş
“Bir kimse gazâ (Allah için savaş) yapmadan ve gönlünde gazâ etme arzusu taşımadan ölürse, nifaktan bir şûbe üzere (bir tür nifak üzere) ölür.“ 371
“Kim gazâya çıkmaz veya gazâya çıkan bir mücâhidi techiz etmez ya da cihada çıkan gâzinin âile fertlerine hayırla muâmele etmezse, Allah Teâlâ o kimseyi kıyâmet gününden önce büyük bir belâya uğratır.“ 372
“Harp hiledir (hud’adan/hileden ibârettir).“ 373
“Ben rahmet peygamberiyim, (aynı zamanda da) savaş peygamberiyim.“
“Allah'ın adıyla gazâ edin, Allah yolunda gazâ edin, (savaşta) Allah'a küfredeni (Allah'ı inkâr edeni) öldürün; savaşın, ahdinizi bozmayın, ganimet malına hıyânet etmeyin; kulak, burun ve baş kesmeyin; çocukları öldürmeyin.“
“Allah yolunda cihad ediniz. Çünkü Allah yolundaki cihad, Cennet kapılarından bir kapıdır ki, Allah onun sebebiyle (mücâhidi) hüzün ve kederden korur.“ 374
“Müşriklere karşı mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad edin.“ 375
“Rasûlullah (s.a.s.) kadınları ve çocukları öldürmekten nehyetti.“ 376
Rasûlullah (s.a.s.) düşmanla karşılaştığı günlerden birinde güneş batıya meyledinceye kadar bekledi. Sonra ashâbın arasında ayağa kalktı ve şöyle buyurdu: “Ey müslümanlar! Düşmanla karşılaşmayı temennî etmeyin; Allah’tan âfiyet dileyin. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabredin. Bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.“ Sonra, Allah’a şöyle duâ etti: “Ey Kur’an’ı indiren, bulutları gökyüzünde gezdiren ve düşman saflarını darmadağın eden Allah’ım! Şu düşmanları perişan et ve bizi onlara karşı muzaffer kıl.“ 377
Rasûlullah (s.a.s.) gündüzün evvelinde harbe başlamadığı zaman, savaşı güneşin öğleden sonra batı tarafa yöneldiği, rüzgârların esip İlâhî yardımın ineceği vakte kadar ertelerdi. 378
“Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Karşılaştığınız zaman da sabır ve sebat gösterin.“ 379
Peygamber (s.a.s.)'e bir kimse geldi de: “Bir kısım insanlar, ganîmet malı için savaşır, bazı kimseler de insanlar arasında adının söylenip övülmesi için savaşır,
370] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, 2/Bakara, 256. Âyetin Tefsiri
371] Müslim, İmâre 158; Ebû Dâvud, Cihad 1; Nesâî, Cihad 2; Dârimî, Cihad 25; Ahmed bin Hanbel, II/374
372] Ebû Dâvud, Cihad 17; İbn Mâce, Cihad 5
373] Buhârî, Cihad 157, menâkıb 25, İstitâbe 6; Müslim, Cihad 17-19; Ebû Dâvud, Cihad 92, Sünnet 28; Tirmizî, Cihad 5; İbn Mâce, Cihad 28
374] Ahmed bin Hanbel, 5/214
375] Ebû Dâvud, Cihad 18; Nesâî, Cihad 1, 2, 48
376] Buhârî, Cihad 147; Müslim, Cihad, 25-26; Tirmizî, Siyer 19; İbn Mâce, Cihad 30
377] Buhârî, Cihad 112; Müslim, Cihad 20; Ebû Dâvud, Cihad 89
378] Ebû Dâvud, Cihad 111; Tirmizî, Siyer 46; Buhârî, Cizye 1
379] Buhârî, Cihad 112; Müslim, Cihad 20; Ebû Dâvud, Cihad 89
KITÂL / SAVAŞ
- 109 -
bazıları da (yiğitlikteki) mevkii, derecesi görülsün diye cihad eder. Kimileri de ırkının üstünlüğünü göstermek için veya gazabından dolayı savaşır. Şimdi, Allah yolunda cihad eden kimdir?“ diye sordu. Peygamber (s.a.s.) de: “Kim, Allah'ın kelimesi (dini, dâvâsı) daha yüce olsun diye savaşırsa, işte o, Allah yolundadır“ buyurdu. 380
“El-bâdî azlemu -Kötülüğe ilk başlayan daha zâlimdir (esas zâlim odur)-.“ 381
“Düşmanlarınız için elinizden geldiği, gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın. Dikkat edin! Kuvvet atmaktır; kuvvet atmaktır; kuvvet atmaktır.“ 382
“Kim atıcılık öğrenir de sonra onu terkederse Bizden değildir (veya muhakkak isyan etmiştir).“ 383
“Allah Teâlâ bir ok sebebiyle üç kimseyi cennete koyar: Hayır ve sevap umarak o oku yapan sanatkârı, bu oku Allah yolunda atanı, oku atana yardımcı olanı. Atıcılık ve binicilik öğrenin. Atıcılık öğrenmeniz binicilik öğrenmenizden bana göre daha sevimlidir. Kim kendisine atıcılık öğretildikten sonra ondan yüzçevirirse, Allah’ın kendisine ihsan ettiği nimete karşı şükrünü terketmiş veya küfrân-ı nimet etmiş olur.“ 384
“Kim Allah yolunda bir ok atarsa, onun bu hareketi bir köleyi âzâd etme sevabına denktir.“ 385
“Allah'ın ismiyle, Allah ('ın yardımıy)la, Rasûlullah'ın sünneti üzerine gidin. İhtiyarları, çocukları, küçükleri ve kadınları öldürmeyin. Ganîmet malına hıyânet etmeyin, ganîmeti bir araya toplayın, ıslah edin (ifsâd etmeyin; işlerinizi düzeltin) ve iyilik yapın. 'İhsân (iyilik ve güzellik) edin. Şüphesiz Allah iyilik yapanları sever.“ 386
“Bir kavim, zayıf ve yoksuldular, kuvvette ve sayıda güçlü olanlar onlarla savaştı. Allah Teâlâ, o zayıfları onlara gâlip kıldı. Onlar da düşmanlarına (kötülük) kastederek onları (büyük zorluklarda) kullandılar ve onlara mûsâllat oldular. Böyle Allah Teâlâ'ya kavuşacakları güne kadar Allah'ı kendilerine gazap ettirdiler/kızdırdılar.“ 387
“Allah Teâlâ, kendi yolunda cihada çıkan kimseye, ‘Onu sadece Benim yolumda cihad, Bana iman, Benim Rasûllerimi tasdik yola çıkarmıştır’ buyurarak kefil olur. Allah, o kimseyi şehid olursa cennete koymaya, gâzi olursa mânevî ecre ve dünyalık ganimete kavuşmuş olarak evine döndürmeye kefil olmuştur. Muhammed’in canını kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda açılan bir yara, kıyâmet gününde açıldığı gündeki şekliyle gelir: Rengi kan rengi, kokusu misk kokusudur. Muhammed’in canını kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, eğer müslümanlara zor gelmeseydi, Allah yolunda cihada çıkan hiçbir seriyyenin arkasında asla oturup kalmazdım. Fakat maddî güç bulamıyorum ki onları sevkedeyim; onlar kendileri de bu gücü bulamıyorlar. Benden ayrılıp geride kalmak ise onlara zor geliyor. Muhammed’in canını elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda cihad edip öldürülmeyi, sonra cihad edip yine öldürülmeyi, sonra tekrar
380] Buhârî, Cihad 15, İlim 45, Humus 10, Tevhid, 28; Müslim, İmâre 149-151; Ebû Dâvud, Cihad 24; Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 16; Nesâî, Cihad 21; İbn Mâce, Cihad 13
381] Buhârî, İman 17, 28, Salât 28; Müslim, İman 32, 36; Ebû Dâvud, Zekât 1; Nesâî, Zekât 3
382] Müslim, İmâre 167; Ebû Dâvud, Cihad 23; Tirmizî Tefsîru Sûre (8) 5; İbn Mâce, Cihad 19
383] Müslim, İmâre 169; Ebû Dâvud, Cihad 23; Nesâî, Hayl 8; İbn Mâce, Cihad 19
384] Ebû Dâvud, Cihad 23; Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 11; Nesâî, Hayl 8
385] Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 11; Ebû Dâvud, Itk 14; Nesâî, Cihad 26; İbn Mâce, Cihad 19
386] Ebû Dâvud, Cihad 82, hadis no: 2614
387] Ahmed bin Hanbel, V/407
- 110 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cihad edip tekrar öldürülmeyi çok arzu ederdim.“ 388
“Allah yolunda yaralanan bir kimse, kıyâmet gününde yarasından kan akarak Allah’ın huzuruna gelir. Renk, kan rengi; koku ise misk kokusudur.“ 389
“Müslümanlardan bir şahıs, deve sağılacak kadar bir süre Allah yolunda cihad ederse, cennet onun hakkı olur. Allah yolunda yaralanan veya bir sıkıntıya düşen kimse, kıyâmet gününde yaralandığı gün gibi kanlar içinde Allah’ın huzuruna gelir. Kanının rengi zâferân gibi kıpkırmızı, kokusu da misk kokusu gibidir.“ 390
“Cennet kapıları, şüphesiz kılıçların gölgeleri altındadır.“ Rasûlullah’ın bu sözünü duyan bir mücâhid, kılıcının kınını kırıp attı. Sonra elinde kılıcıyla düşmanın üzerine yürüdü ve ölünceye kadar düşmanla savaştı.
“Kim Allah’ın adını, hükmünü yüceltmek, her şeyin üstüne çıkarmak için savaşırsa, o Allah yolundadır.“ 391
“İçinden samimi şekilde Allah yolunda cihad etmeyi temenni eden kimse, sonra ölse de, öldürülse de şehid sevabı kazanır.“ 392
“Gerçek mücâhid, nefsiyle cihad edendir.“ 393
“Allah Teâlâ’dan bütün kalbiyle şehidlik dileyen bir kimse, yatağında ölse bile Allah onu şehidlik mertebesine ulaştırır.“ 394
“Şehidliği gönülden arzu eden bir kimse, şehid olmasa bile sevabına nâil olur.“ 395
Tepeden tırnağa silâhlı bir adam Nebî’ye (s.a.s.) geldi ve: “Yâ Rasûlallah! Sizinle birlikte önce savaşa mı katılayım, yoksa müslüman mı olayım?“ dedi. Rasûl-i Ekrem: “Önce müslüman ol, sonra savaş“ buyurdu. Bunun üzerine adam müslüman oldu, sonra savaştı ve neticede şehid oldu. Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: “Az çalıştı, çok kazandı.“ 396
“Cihada çıkan bir birlik veya seriyye savaşır, ganimet alır ve ölümden kurtulursa, ecirlerinin üçte ikisini önceden peşinen almış olurlar. Bir birlik veya seriyye cihada çıkar, ganîmet elde edemez, şehid olur veya yaralı dönerlerse onların ecirleri âhirette tam olarak verilir.“ 397
Sahâbeden bir adam: “Yâ Rasûlallah! Seyahate çıkmam için bana izin ver“ dedi. Bunun üzerine Nebî (s.a.s.): “Şüphesiz ki ümmetimin seyahati Aziz ve Celil olan Allah yolunda cihada çıkmaktır“ buyurdu. 398
İmran'ın babası Eslem’den (r.a.) rivâyet edilmiştir: O dedi ki: “Biz (orayı feth
388] Müslim, İmâre 103; Buhârî, Cihad 7 (Hadisin bir bölümü); Nesâî, İman 24
389] Buhârî, Cihad 10, Zebâih 31; Müslim, İmâre 105; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 21; Nesâî, Cihad 27
390] Ebû Dâvud, Cihad 40; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 21; Nesâî, Cihad 25
391] Buhârî, İlim 45, Cihad 15; Müslim, İmâre 149-150, hadis no: 1904; İbn Mâce, Cihad 13, hadis no: 2783; Ahmed bin Hanbel, 4/392, 397, 402, 405, 417
392] Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 21; Ebû Dâvud, Cihad 42; Nesâî, Cihad 25
393] Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 2, hadis no: 1621
394] Müslim, İmâre 157; Nesâî, Cihad 36; İbn Mâce, Cihad 15
395] Müslim, İmâre 156
396] Buhârî, Cihad 13; Müslim, İmâre 144
397] Müslim, İmâre 154; Ebû Dâvud, Cihad 12; Nesâî, Cihad 15; İbn Mâce, Cihad 13
398] Müslim, İmâre 154; Ebû Dâvud, Cihad 12; Nesâî, Cihad 15; İbn Mâce, Cihad 13
KITÂL / SAVAŞ
- 111 -
etme kastıyla, savaş için) Kostantîniyye'de (İstanbul'da) bulunuyorduk. Mısır ehlinin başında, Ukbe İbn Âmir, Şam ehlinin başında da Fudâle İbn Ubeyd bulunuyordu. Rumlardan büyük bir saf, karşımıza çıkınca, biz de onlara karşı saf tuttuk. O anda müslümanlardan bir kişi, onlara açıkça hamlede bulunarak aralarına daldı, o zaman insanlar, bu zat hakkında: “Sübhânallah! Kendini tehlikeye atıyor“ diye bağırdılar. Bunun üzerine Ebû Eyyub el-Ensârî kalkarak: “Ey insanlar! Siz bu âyeti, yani “Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın“ 399 âyetini böyle te'vil ediyorsunuz ama aslında bu âyet, biz Ensâr cemaati hakkında nâzil olmuştur. Şöyle ki: Allah Teâlâ, dinini aziz edip İslâm'ın yardımcıları çoğalınca; Rasûlullah (s.a.s.)'ın haberi olmadan biz kendi aramızda: “Aile fertlerimizi ve mallarımızı terk ederek bu İslâm dininin yücelmesi için bu zamana kadar çalıştık; tâ ki İslâm yayıldı, Allah Teâlâ, Peygamberine yardım etti, şimdi ailemize ve mallarımıza dönüp onların arasında bulunarak zâyi olan şeylerimizi düzeltsek!“ dedik. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Peygamberine bu âyeti inzâl buyurarak bizim sözlerimizi reddetti. O halde, âyette geçen “tehlike“den maksadın, “cihadı bırakıp mallarımızla uğraşmamız“ olduğu meydana çıktı.“ 400
“Kim Allah yolunda (cihad için) bir şey infak edip harcarsa, ona (verdiğinin) yedi yüz misli (ecir/sevap) verilir.“ 401
“Bir kul Allah yolunda (cihadda iken) bir gün oruç tutarsa, bu oruç sebebiyle Cenâb-ı Hak onun yüzünü yetmiş senelik mesâfeden cehennem ateşinden uzaklaştırır.“ 402
“Bir kimse Allah yolunda (cihadda iken) bir gün oruç tutarsa, Cenâb-ı Hak onunla cehennem arasında yerle gök genişliğinde bir hendek açar.“ 403
Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.s.)’ın ashâbından bir kişi, içinde tatlı su gözesi bulunan bir dağ yolundan geçmişti. Burası çok hoşuna gitti ve: ‘Keşke insanlardan ayrılıp şu dağ kısığında otursam. Ama Rasûlullah (s.a.s.)’dan izin almadan bunu asla yapmam’ dedi. Sonra arzusunu Rasûlullah’a anlattı. Peygamberimiz: “Böyle bir şey yapma. Çünkü sizden birinizin Allah yolunda çalışıp gayret sarfetmesi, evinde oturup yetmiş sene namaz kılmasından daha fazîletlidir. Allah’ın sizi bağışlamasını ve cennete koymasını istemez misiniz? O halde Allah yolunda cihada çıkınız. Kim devenin sağılacağı kadar bir süre Allah yolunda cihad ederse, mutlaka cennete girer.“ buyurdu.“ 404
Rasûlullah (s.a.s.)’a: “Yâ Rasûlallah! Allah yolunda cihada denk hangi iş vardır?“ denildi. “Ona denk bir iş bulamazsınız“ buyurdu. İki veya üç defa aynı soruyu tekrarladılar; Rasûlullah (s.a.s.) her defasında “Ona denk bir iş bulamazsınız“ cevabını tekrarladı. Daha sonra şöyle buyurdu: “Allah yolunda cihad eden kimsenin benzeri, gündüzleri oruç tutan, geceleri namaz kılan, Allah’ın âyetlerine hakkıyla itaat eden ve Allah yolunda cihad eden kimse, cepheden dönünceye kadar, namaza ve oruca hiçbir şekilde ara vermeyen kimsenin benzeridir.“405 Buhârî’nin rivâyeti şöyledir: Bu soru
399] 2/Bakara, 195
400] Tirmizî, Tefsîr-i Sûre 2/19; Ebû Dâvud, Cihad 22
401] Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 4, hadis no: 1625; Nesâî, Cihad 45
402] Buhârî, Cihad 36; Müslim, Sıyâm 167-168; Ebû Dâvud, Cenâiz 3; Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 3; Nesâî, Sıyâm 44; İbn Mâce, Sıyâm 34
403] Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 3
404] Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 17
405] Buhârî, Cihad 1; Müslim, İmâre 110; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 1; Nesâî, Cihad 17
- 112 -
KUR’AN KAVRAMLARI
üzerine Rasûl-i Ekrem: “Cihada denk olacak bir iş bulamıyorum ki! Allah yolunda cihad eden kimse yola çıktığında, sen de mescidine girip hiç ara vermeden namaz kılmaya, hiç iftar etmeden oruç tutmaya güç yetirebilir misin?“ Soruyu soran kişi: ‘Buna kim güç yetirebilir ki?!“ dedi. 406
“Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisinin olsa bile dünyaya geri dönmeyi arzu etmez. Sadece şehid, gördüğü aşırı itibar ve ikram sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehid olmayı ister.“ 407
“Şehidin kul borcu dışındaki bütün günahlarını Allah bağışlar.“ 408
“Bu gece rüyamda iki adam gördüm. Yanıma gelip beni bir ağaca çıkardılar; sonra da bir eve götürdüler. O ev, şimdiye kadar benzerini görmediğim güzellik ve değerde idi. Sonra o iki kişi bana: ‘Bu eşsiz ev, şehidler sarayıdır’ dedi.“ 409
“Sizden biriniz karıncanın ısırmasından ne kadar acı duyarsa, şehid olan kimse de ölümden ancak o kadar acı duyar.“ 410
Abdullah bin Amr ibn Harâm el-Ensârî, Uhud şehidlerindendir. Oğlu Câbir şöyle diyor: Babam öldürüldüğü zaman ağlamaya başladım, yüzündeki örtüyü açıp açıp ağlıyordum. Rasûlullah'ın ashâbı beni bırakmak istemiyorlar, fakat Rasûlullah bana engel olmuyordu. Sonra buyurdu ki: “Ağlasan da, ağlamasan da fark etmezdi. O (baban) kaldırılıp defn olununcaya kadar melekler kanatlarıyla ona gölge yapıyorlardı.“ 411
Câbir İbn Abdullah (r.a.) şöyle dedi: “Babamın müsle yapılmış cesedi getirilip Nebî (s.a.s.)’nin önüne konuldu. Yüzünü açmak üzere gittim, fakat oradaki topluluk bana engel oldu. Bunun üzerine Nebî (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Melekler ara vermeksizin onu kanatlarıyla gölgeliyorlar.“ 412
“Kardeşleriniz Uhud'da vurulunca Allah, onların ruhlarını yeşil kuşların içine (şekline) koydu. Cennetin ırmaklarına gelir, meyvelerinden yer, Arşın gölgesindeki altın kandillere gelip konarlar. Yediklerinin ve içtiklerinin güzelliğini görünce; 'Keşke kardeşlerimiz, Allah'ın bize ne yaptığını (ne ikramlarda bulunduğunu) bilseler de savaştan geri kalmasalar!' dediler. Yüce Allah: 'Ben sizin bu arzunuzu onlara duyururum' buyurdu ve bu âyetleri 413 indirdi.“ 414
Enes’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre, Ümmü Hârise İbn Sürâka diye bilinen Ümmü Rübeyyi’ binti Berâ, Nebî’ye (s.a.s.) geldi ve: “Yâ Rasûlallah! Bana Hârise’den haber verir misiniz? Eğer cennette ise sabredeceğim; böyle değilse ona ağlamaya çalışacağım“ dedi. Hârise, Bedir savaşında şehid olmuştu. Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: “Ey Ümmü Hârise! Şüphesiz cennetin içinde cennetler
406] -Buhârî, Cihad 1-
407] Buhârî, Cihad 21; Müslim, İmâre 109; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 13, 25
408] Müslim, İmâre 119
409] Buhârî, Cihad 4, Cenâiz 93
410] Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 26; Nesâî, Cihad 35; İbn Mâce, Cihad 16
411] Buhârî, Cenâiz 34, Cihad 2; Müslim, Fezâil 26, hadis 129, 130
412] Buhârî, Cenâiz 3, 35, Cihad 20, Meğâzi, 26; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 129-130; Nesâî, Cenâiz 12, 13
413] 3/Âl-i İmrân, 169-171
414] Ebû Dâvud, Cihad, bâb fî Fadli'ş-şehâdeh
KITÂL / SAVAŞ
- 113 -
vardır; senin oğlun bunların en yücesi olan Firdevs cennetindedir.“ 415
“İki duâ reddolunmaz veya pek nâdir reddolunur. Bunlar; ezan okunurken yapılan duâ ile savaş ânında düşmanla boğaz boğaza gelindiği sırada yapılan duâdır.“ 416
Ebû Katâde (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) ashâb arasında ayağa kalktı ve “Allah yolunda cihad ve Allah’a iman etmek, amellerin en fazîletlisidir“ diye hatırlattı. Bunun üzerine bir adam ayağa kalkıp: “Yâ Rasûlallah! Şâyet Allah yolunda öldürülürsem, bu benim günahlarıma keffâret olur mu?“ diye sordu. Rasûlallah (s.a.s.) ona: “Evet, şâyet sen sabrederek ecrini de sadece Allah’tan bekleyerek cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına keffâret olur“ buyurdu. Sonra Rasûlullah (s.a.s.): “Nasıl demiştin?“ diye sordu. Adam: “Şâyet ben Allah yolunda öldürülürsem günahlarıma keffâret olur mu?“ diye sözünü tekrarladı. Rasûlullah (s.a.s.) ona: “Evet, şâyet sen sabrederek ecrini sadece Allah’tan bekleyerek cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına keffâret olur. Ancak, borçların bunun dışındadır. Bunu bana Cibrîl söyledi“ buyurdu. 417
Câbir’den (r.a.): Bir adam: “Yâ Rasûlallah! Eğer Allah yolunda öldürülürsem ben nerede olacağım?“ dedi. Rasûl-i Ekrem: “Cennette!“ diye cevap verdi. Bunun üzerine adam elinde bulunan hurmaları attı, sonra düşmanla savaştı ve neticede şehid düştü. 418
Enes (r.a.) şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.s.) ile ashâbı yola çıktı ve müşriklerden önce Bedir’e vardılar. Müşrikler de geldiler. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Sizden hiçbiriniz, ben başında olmadıkça herhangi bir şey yapmasın!“ Sonra müşrikler yaklaştı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): “Genişliği göklerle yer arası kadar olan cennete girmek üzere ayağa kalkınız!“ buyurdu. Enes der ki: Ensar’dan Umeyr İbn Hümâm (r.a.): “Yâ Rasûlallah! Genişliği göklerle yer arası kadar olan cennet mi?“ diye sordu. Peygamberimiz: “Evet“ dedi. Umeyr: “Ne iyi, ne âlâ!“ dedi. Rasûlullah (s.a.s.): “Niye öyle söyledin?“ diye sordu. Umeyr: “Allah’a yemin ederim ki yâ Rasûlallah, cennet ehlinden olmayı istediğim için öyle söyledim, başka maksadım yok“ dedi. Rasûl-i Ekrem: “Şüphesiz sen cennetliksin!“ buyurdu. Umeyr, bu söz üzerine torbasından birkaç hurma çıkartıp onları yemeye başladı. Sonra: “Eğer şu hurmalarımı yiyinceye kadar yaşarsam, bu gerçekten uzun bir hayattır“ diyerek elindeki hurmaları attı; sonra şehid oluncaya kadar müşriklerle savaştı. 419
Enes (r.a.) dedi ki: Birtakım kimseler Peygamber’e (s.a.s.) gelerek, “Bize Kur’an’ı ve Sünneti öğretecek insanlar gönderseniz“ dediler. Rasûl-i Ekrem, içlerinde dayım Harâm’ın da bulunduğu, ensârdan kendilerine kurrâ denilen yetmiş kişiyi onlara gönderdi. Bunlar Kur’an okuyor, geceleri onu aralarında müzâkere edip öğreniyorlardı. Gündüzleri ise su getirip mescide koyuyorlar, odun toplayıp onu satıyor, bedeliyle de Suffe ehline ve fakirlere yiyecek satın alıyorlardı. İşte Nebî (s.a.s.) onlara bu kişileri göndermişti. Fakat gidecekleri yere varmadan önlerine çıktılar ve onları öldürdüler. Onlar (öldürülmeden önce): “Allah’ım! Bizim haberimizi Peygamberimiz’e ulaştır. Bizler Sana kavuştuk ve Senden râzı olduk;
415] Buhârî, Cihad 14, Meğâzi 9, Rikak 51; Tirmizî, Tefsiru sûre 23
416] Ebû Dâvud, Cihad 39
417] Müslim, İmâre 117; Tirmizî, Cihad 32
418] Müslim, İmâre, 143; Buhârî, Meğâzî, 17; nesâî, Cihad 31
419] Müslim, İmâre 145; Ahmed bin Hanbel, Müsned 3/137
- 114 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sen de bizden râzı oldun“ dediler. Bir adam, yaklaşıp Enes’in dayısı Harâm’a mızrağını sapladı, hatta vücudunun bir tarafından öbür tarafına geçirdi. Bunun üzerine Harâm: “Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki, cenneti kazandım gitti“ dedi. Bu olay üzerine Rasûlullah (s.a.s.): “Şüphesiz ki din kardeşleriniz öldürüldüler. Onlar hem de şöyle dediler: ‘Allah’ım! Bizim haberimizi Peygamberimiz’e ulaştır. Bizler Sana kavuştuk ve Senden râzı olduk; Sen de bizden râzı oldun!“ buyurdu. 420
Enes (r.a.) şöyle dedi: Amcam Enes İbn Nadr (r.a.) Bedir savaşına katılmamıştı. Bu ona çok ağır geldi. Bu sebeple: “Yâ Rasûlallah! Müşriklerle yaptığın ilk savaşta bulunamadım. Eğer Allah Teâlâ müşriklerle yapılacak bir savaşta beni bulundurursa, neler yapacağımı muhakkak Allah görür“ dedi. Uhud savaşında müslüman safları dağılınca, Enes İbn Nadr arkadaşlarını kastederek, “Rabbim, bunların yaptıklarından dolayı özür beyan ederim“ dedi. Müşrikleri kastederek de, “bunların yaptıklarından da uzak olduğumu arzederim“ deyip ilerledi. Derken Sa’d İbn Muâz ile karşılaştı ve “Ey Sa’d İbn Muâz! İşte cennet. Nadr’ın Rabine yemin ederim ki, Uhud’un yakınlarından ben onun kokusunu alıyorum“ dedi. Sa’d (bu olayı anlatırken): “Ben onun yaptığını yapmaya güç yetiremedim, yâ Rasûlallah!“ dedi. Hadisin râvîsi Enes, amcasıyla ilgili olayı şöyle anlatır: Amcamı şehid edilmiş olarak bulduk. Vücudunda seksenden fazla kılıç darbesi, mızrak yarası ve ok izi vardı. Müşrikler ona müsle yapmış, uzuvlarını kesmişlerdi. Bu sebeple onu hiç kimse tanıyamadı. Sadece kız kardeşi parmak uçlarından tanıyabildi. Enes, “Biz şu âyetin amcam ve onun gibiler hakkında inmiş olduğu görüşündeyiz“ dedi: “Mü’minler içinde öyle yiğit erkekler vardır ki, Allah’a verdikleri sözlerinde durdular. Onlardan kimi ahdini yerine getirdi (çarpışıp şehid oldu), kimi de sırasını bekliyor. Bunlar, sözlerini asla değiştirmemişlerdir.“ 421
Rasûlullah’a (s.a.s.) bir adam geldi ve: “Yâ Rasûlallah! Bir kişi gelip malımı almak isterse ne yapayım?“ diye sordu. Rasûl-i Ekrem: “Ona malını verme!“ buyurdu. “Benimle savaşmaya kalkarsa ne dersin?“ diye sordu. “Sen de onunla savaş!“ cevabını verdi. “Adam beni öldürürse?“ dedi. Peygamberimiz (s.a.s.): “Sen şehid olursun“ buyurdu. “Peki, ben adamı öldürürsem?“ deyince, Efendimiz: “O cehennemdedir“ buyurdu. 422
“Cennette yüz derece vardır ki, Allah onları, kendi yolunda cihad edenlere hazırlamıştır. Her derece arasında gökle yer arası kadar mesâfe bulunmaktadır.“ 423
“Allah yolunda (cihad için) ayakları tozlanan kula cehennem ateşi dokunmaz.“ 424
“Allah korkusundan ağlayan bir kimse, sağılan süt tekrar memeye girmedikçe cehenneme girmez. Allah yolundaki cihadın tozu ile cehennem dumanı bir kulun üzerinde birleşmez.“ 425
“İki göze cehennem ateşi dokunmaz: Allah korkusundan ağlayan göz ve Allah yolunda nöbet bekleyerek geceleyen göz.“ 426
420] Buhârî, Cihad 9, Meğâzî 28; Müslim, İmâre 147
421] 33/Ahzâb, 23
422] Müslim, İman 225
423] Buhârî, Cihad 4, Tevhid 22; Nesâî, Cihad 18
424] Buhârî, Cihad 16; Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 7; Nesâî, Cihad 9
425] Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 8, Zühd 8; Nesâî, Cihad 8
426] Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 12
KITÂL / SAVAŞ
- 115 -
“Kim Allah yolunda cihada gidecek bir gâziyi donatır, cihad için gerekli olan ihtiyaçlarını karşılarsa, bizzat cihada gitmiş gibi sevap kazanır. Cihada giden gâzinin arkada bıraktığı âilesine güzelce bakıp onların ihtiyaçlarını karşılayan da bizzat cihad yapmış gibi sevap kazanır.“ 427
“Kim Allah’a gerçekten iman ederek ve vaadine gönülden bağlanarak O’nun yolunda cihad etmek için at beslerse, o atın yediği, içtiği, gübresi ve bevli kıyâmet gününde o kimsenin sevapları arasında olacaktır.“ 428
Ebû Zer (r.a.) şöyle dedi: “Yâ Rasûlallah! Hangi amel daha fazîletlidir?’ diye sordum. “Allah’a iman ve Allah yolunda cihaddır“ buyurdular.“ 429
Rasûlullah’a (s.a.s.) “Hangi amel daha fazîletlidir?“ diye soruldu. “Allah’a ve Rasûlüne iman etmek“ buyurdu. “Sonra hangisi?“ denildi. “Allah yolunda cihad etmek“ karşılığını verdi. “Bundan sonra hangisi?“ denilince: “Allah katında makbul olan hactır“ buyurdular. 430
Bir adam Rasûlullah (s.a.s.)’e gelerek: “İnsanların hangisi daha üstündür?“ diye sordu. Peygamberimiz: “Allah yolunda canıyla ve malıyla cihad eden kimse“ buyurdu. Adam: “Sonra kimdir?“ diye sordu. Efendimiz: “Bir vâdiye çekilip Allah’a ibâdet eden ve insanları şerrinden uzak tutan kimse“ buyurdu. 431
“Allah yolunda bir gün hudut nöbeti tutmak (ribât) dünyadan ve dünya üzerindeki şeylerden daha hayırlıdır. Sizden birinizin kamçısının cennetteki yeri, dünyadan ve dünya üzerindeki şeylerden daha hayırlıdır. Kulun Allah Teâlâ’nın yolunda akşamleyin veya sabah erken vakitteki yürüyüşü de dünyadan ve dünya üzerindeki şeylerden daha hayırlıdır.“ 432
“Bir gün ve bir gece ribât (düşman karşısında cihad halinde durma; hudut nöbeti tutmak), gündüzü oruçlu gecesi ibâdetli geçirilen bir aydan daha hayırlıdır. Şâyet kişi bu nöbet esnâsında vazife başında ölürse, yapmakta olduğu işin ecri ve sevâbı kıyâmete kadar devam eder, şehid olarak rızkı da devam eder ve kabirdeki sorgu meleklerinden güven içinde olur.“ 433
“Hudutta Allah yolunda nöbet tutanlar (murâbıtlar) dışında ölenin ameli sona erdirilir. Hudutta nöbet tutarken ölenin yaptığı işlerin sevâbı kıyâmet gününe kadar artarak devam eder, kabirdeki imtihanda da güvenlik içinde olur.“ 434
“Allah yolunda ribât (düşman karşısında cihad halinde durmak; hudutta bir gün nöbet tutmak) başka yerlerde bin gün nöbet tutmaktan daha hayırlıdır.“ 435
“Allah yolunda (cihad için) yapılan bir sabah ve akşam yürüyüşü, hiç şüphesiz dünyadan
427] Buhârî, Cihad 38; Müslim, İmâre 135-136; Ebû Dâvud, Cihad 20; Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 6; Nesâî, Cihad 44
428] Buhârî, Cihad 45; Nesâî, Hayl 11
429] Buhârî, Itk 2; Keffârât 6; Müslim, İman 136; İbn Mâce, Itk 4
430] Buhârî, İman 18, Hac 4, Tevhid 47; Müslim, İman 135; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 22; Nesâî, Hac 4, Cihad 17
431] Buhârî, Cihad 2, Rikak 34; Müslim, İmâre 122-123, 127; Ebû Dâvud, Cihad 5; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 24; Nesâî, Cihad 7, Zekât 74; İbn Mâce, Fiten 13
432] Buhârî, Cihad 6, Bed’ü’l-Halk 8, Rikak 2; Müslim, İmâre 113-114; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 17, 25, Tefsîru Sûre (3) 22; İbn Mâce, Zühd 39
433] Müslim, İmâre 163; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 2; Nesâî, Cihad 39; İbn Mâce, Cihad 7
434] Ebû Dâvud, Cihad 15; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 2
435] Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 26; Nesâî, Cihad 39
- 116 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve dünya varlıklarından daha hayırlıdır.“ 436
İslâm’da Savaşın Sebebi ve Amacı
İslâm’da Kıtâlin Sebebi; Kurtarıcı Merhamet: Allah'ın temel sıfatları merhamet ağırlıklıdır. O, kendisini Kur'an'da öncelikle Rahmân ve Rahîm isimleriyle tanıtmaktadır. O “Kendi üzerine rahmeti yazdı.“437; “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır.“438; Hz. Muhammed (s.a.s.) de her şeyden önce rahmet peygamberidir. “O, ancak âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.“439; “İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez.“440 buyurmuştur.
İslâm’ın sözünü ettiği merhamet, bir yaralı veya bir zavallı karşısında duyulan acıma duygusu, basit bir duygulanma veya şefkat şeklinde basite indirgenemez. İslâm’ın sözünü ettiği merhamet, ilk olarak toplum, ikinci olarak da haklı ve âdil kimselere karşı gösterilmesi gereken merhamettir. Bir gün sahâbeler, Peygamber Efendimize: “Ey Allah’ın Elçisi! Sen bize uzun uzun merhametten söz ettin. Biz de şimdi, eşlerimize ve çocuklarımıza karşı insaflı davranıyoruz“ derler. Yüce Peygamber’in bu söz karşısında tutumu şöyle olmuştur: “Benim kasdettiğim sadece bu değil! Asıl demek istediğim: Topluma karşı insaflı davranmaktır.“ İslâm’daki merhamet duygusu özelden ziyade, geneldir. Bunun için İslâmî merhamet iki şekilde görünür:
1- Mü’minler arasında karşılıklı bir sevgi, acıma ve uyum içinde birlik; acıma duygusunu kalplerine yerleştirmek; bu konuda başarıya ulaşmak için onları İlâhî bir yarışa çağırmak ve ruhlarını kamçılamak,
2- Haksızlığı önlemek, zâlimlerin zulmüne engel olarak onları hak yola döndürmeye çalışmak ve nihâyet saldırılardan vazgeçmeleri için saldırganlara karşı çıkmak ve onları geri püskürtmek.
Müslümanlar bu İlâhî acıma duygusunun her iki kısmını da ruhlarında ve davranışlarında birleştirerek Yüce Rabbimizin şu âyetlerini ciddiyetle uyguluyor ve gerçekleştiriyorlardı: “Onlar kâfirlere karşı şiddetli (çetin ve metin), kendi aralarında merhametlidirler.“ 441; Mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı azîz (onurlu ve zorlu)“442 Birinci âyette, şiddet ve şefkat, merhamet potasından fışkırırken; ikinci âyette alçak gönüllülük ve onur/şeref aynı özden ve temelden, yani izzetin özünden ve temelinden alınmaktadır. Çünkü mü’minin onur ve şerefi, âdil insanlara karşı besleyeceği güven duygusu ile kâfirlere karşı göstereceği izzet sâyesinde kıvamını bulacak ve gerçek değerini kazanacaktır.
Şu halde İslâm’ın merhamet anlayışı, hiçbir zaman olumsuz/pasif değil; aksine, tamamen olumlu/aktiftir. Ezilip büzülmeyen, uyuşup kapaklanmayan, bunun yanında daima kendi şuuruna, müslümanlık onuruna hâkim bir karakter... Pasif merhamet çeşitleri arasında öyleleri vardır ki, topluma karşı göğüslerinde
436] Buhârî, Cihad 5, Rikak 2; Müslim, İmâre 112-115; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 17, 26; Nesâî, Cihad 11, 12
437] 6/En'âm, 12
438] 7/A'râf, 156
439] 21/Enbiyâ, 107
440] Müslim, Fezâil 66
441] 48/Fetih, 29
442] 5/Mâide, 54
KITÂL / SAVAŞ
- 117 -
tam bir merhametsizlik ve zulüm taşırlar. Suçlulara, cânîlere karşı gereğinden fazla yumuşak davranmak ve acımak gibi. Hâlbuki bu tür bir merhamet, öyle bir sevgi düzeni doğurur ki, topluma ve dürüst kimselere karşı yapılabilecek en büyük haksızlık ve en amansız zulüm ortaya çıkar. Çünkü halkın güven ve huzuru tamamen tehlikeye atılmış olmaktadır. Bunun için Yüce Peygamberimiz (s.a.s.): “İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez“443 buyurmuştur. Kur’an, bu hakikati şu vecîz ifâdeyle dillendirir: “Kısasta sizin için hayat vardır.“ 444
İslâm’da savaş hukuku, kaynağını merhamet hukukundan almaktadır. Kıtâli doğuran ve zorunlu kılan, o kurtarıcı merhamettir. Çünkü İslâm’da kıtâl/savaş, saldırıyı püskürtmek, gerçeği yerleştirmek, hakkın ışığını yükseltmek, zulmü ve ahlâkî çöküntüyü söküp atmaktan ibârettir. İnsanlığa karşı duyulan gerçek merhamet, saldırıyı durdurmayı, zâlimi zulüm yapmaktan alıkoymayı, böylelikle ahlâkî çöküntünün yeryüzünü sarmasına engel olup gerçeğin direklerini sağlamlaştırmayı gerektirir. O halde bu durum, bu gerçek merhamet, ancak, saldırgana ve zâlime karşı “Dur! Ateş etme!“, mazluma ise “Sen yalnız değilsin! Yanında seni koruyan, zorbanın eziyetini önleyen, senden biri var!“ denildiği zaman gerçekleştirilmiş olur.
Savaş, elbette öldürmeden olmaz. Ama onu başlatanlar dürüst kimselerse, bu savaş, kan akıtmadan veya çok az kan dökerek de yapılabilir. İyilikle kötülük, her kişinin ve her toplumun rûhunda devamlı bir savaşa ve bitmez bir kavgaya girmiştir. Kötülük, saldırıyla yoluna devam ederken; iyilik, ona direniş ordusuyla karşı koymaya çalışır. Kötülük saldırıya geçerse, iyilik buna direnişle cevap vermek zorundadır. Dünyanın huzurunu isteyenlerin; fesat denilen itikadî ve ahlâkî bozukluklarla savaşmaları başlıca görevleridir. Erdemler çiğnenmiş, yüce değerler ayaklar altına alınmışsa eğer, erdemli kimselerin yapacakları ve yapmak zorunda oldukları tek şey, kötülük ve mânevî çöküntünün büyüyüp yayılmasına engel olmaktır. İşte bu nedenledir ki, cihad ve kıtâl, kıyâmete kadar sürüp gidecektir. Peygamberimiz (s.a.s.) bunu açıkça ilân etmiştir: “Cihad, kıyâmete kadar devam edecektir.“ Çünkü iyilik ile kötülük arasındaki savaş, o zamana kadar hiçbir an durmayacaktır. O halde kötülüğün egemen olmasına meydan vermemek ve iyiliğin başarı kazanmasını sağlamak için cihad, kesintisiz bir şekilde devam etmelidir. Aksi takdirde iyilik her yerde ezilip çiğnenirken zulüm yaygınlaşacak ve psikolojik çöküntü, iyilikle dengelenmeyen bu koca evrende, karşı durulmaz bir hâkimiyet kurmaya başlayacaktır. “Eğer Allah, insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile önleyip savmasaydı yeryüzü muhakkak fesâda uğrardı. Fakat Allah, âlemlere/bütün insanlığa lütuf ve keremi ile muâmele etmiştir.“ 445
Yeryüzündeki Savaşların Sebebi: Âdem’in (a.s.) yeryüzüne inmesinden ve çocuklarının gitgide çoğalmaya başlamasından bu yana, insanlar arasındaki savaş kesintisiz sürüp gelmiştir. Öyle görünüyor ki, savaş, hayatın kaçınılmaz bir kanunudur. Kabul edilmesi ve ister istemez boyun eğilmesi gereken bir yasa... Kur’an bu değişmez gerçeği, çok önce ilân etmiş ve şeytanla Âdem’in (a.s.) yeryüzüne inişlerini şöyle anlatmıştır: “Bir kısmınız diğerine düşman olarak inin, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana kadar yaşamak vardır.“446 İblis yeryüzünü
443] Müslim, Fezâil 66
444] 2/Bakara, 179
445] 2/Bakara, 251
446] 2/Bakara, 36
- 118 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iğfâl ve ifsâd etme silâhıyla silâhlanmış ve bunu kullanacağını, insanı tahrik edici bir tavırla şöyle demişti: “Onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini, mutlaka azdıracağım. Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların müstesnâ.“447 İşte iyi ile kötü arasında devam edegelen savaşın nedeni...
Yeryüzüne inen insan, bu kandırma sonucu, kan dökme isteğini içinde duymuş oldu. Artık bu, onda bir içgüdüydü. Bu durumun ortaya çıkacağını tahmin eden melekler, Allah’ın dünya egemenliğini (yeryüzünde halifeliğini) insanoğluna vermeye karar verdiği zaman, boyunlarını bükerek şöyle demişlerdi: “Biz Seni hamdinle tesbih ve Seni takdis edip dururken orada fesat çıkaracak, bozgunculuk edecek, kan dökecek kimse mi yaratacaksın?’ demişlerdi. Allah (da): ‘Sizin bilemeyeceğinizi Ben bilirim’ demişti.“448 Allah, sonsuz hikmeti ve ilmiyle bilmekteydi ki, egemenlik, iktidar hırsına kapılanların eline geçtiğinde, bu, ister istemez kan dökülmesine yol açacaktı. Ayrıca bu hırs dizginlenmezse, insanları gerek din gerekse diğer idealler adına savaşa ve öldürmeye sürükleyebilirdi. Elbette bütün bunlar Allah tarafından bilinmekteydi.
İyi ile kötü arasındaki savaş, hiç şüphesiz kişiler, gruplar ve hatta milletler arasındaki savaşları ve mücâdeleleri zorunlu bir duruma sokmuştur. Bu hal, insanoğlunun tabiatında bizzat mevcuttur ve koparılıp atılması imkânsızdır. Her ne zaman, kötü saldırıya geçerse; iyi ona karşı koyacak; zulüm hâkim olmaya doğru giderse, adâlet onu ezip hükümranlığı elde etmeye çalışacaktır. İnsanoğlunun karakteri ve ruh yapısı bu şekildedir. Zaten Allah kullarına değişmez bir hürriyet vermiş ve kâinatta kurallar koymuştur: “Allah’ın sünnetinde (evrendeki yasalarında) asla değişiklik bulamazsın.“449 Ve: “Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile önleyip savmasaydı yeryüzü muhakkak fesâda uğrardı. Fakat Allah, âlemlere/bütün insanlığa lütuf ve keremi ile muâmele etmiştir.“ 450
Kötülüğün diktatoryasına karşı savaşabilmek için, erdemin gerekli araçları elinde bulundurması zorunludur. Eli kolu bağlı bir erdem neye yarar?! Evet, işte bunu gözönüne alan Hak din, erdemi, imanı ve İlâhî mesajı savunabilmek ve koruyabilmek için, savaşa, meşrû savunma aracı olarak izin vermiştir. “Kendileriyle savaşılanlara (mü’minlere) zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak sûrette kadirdir. Onlar, başka değil; sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, birkısım insanları diğer bir kısmı ile defetmeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, gâliptir.“ 451
Allah tarafından gönderilen hak din, dâvâlarını savunmak ve korumak ihtiyacında iseler -ki buna kimse itiraz edemez- Hak habercisi peygamberlerin de, insanların doğrulukla yargılanabilmeleri ve âdil hükümler çerçevesi içinde yollarına devam edebilmeleri için, bazen savaş yapmaları kaçınılmaz olur. Çünkü peygamberler, erdem idealini alçaklığa karşı başarılı kılmak için gönderilmişlerdir.
447] 15/Hıcr, 39-40
448] 2/Bakara, 30
449] 48/Fetih, 23
450] 2/Bakara, 251
451] 22/Hacc 39-40
KITÂL / SAVAŞ
- 119 -
Peygamberlerin giriştikleri bütün savaşlarda, iyiliği üstün kılmak ve kötülüğü yere sermek için insanların nasıl hareket etmeleri gerektiğini aydınlatan örnekler vardır. Peygamberler, her şeyde olduğu gibi, savaşlarda da insanlığa örnek olmuş ve savaşın hangi amaçla ve ne şekilde yapılması gerektiğini öğretmişlerdir.
Barış zamanlarında gerçeğe ulaşmak daha kolaydır. Çünkü ruhlar sâkin, akıl hâkim, hırs ve istekler az-çok dizginlenmiştir. Fakat savaş esnâsında insanın hak üzere kalması ve hak duygusuyla yoluna devam etmesi oldukça güçtür. Savaşın sebepleri her ne kadar meşrû olsa da, erdemin sınırlarını aşmamak gerekir. Böyle anlarda bile erdemden uzaklaşmamak, düşmandan gelebilecek kötülüklere aynı şekilde karşılık verdiren şeylerden uzak durmak gerekir. Doğrusu, kan dökmenin, servetleri yağma etmenin meşrû görüldüğü ve insan öldürme sanatı olan savaş esnâsında erdemin gerçek ölçülerine uymak oldukça zordur. İnsanlar, savaş ile aynı zamanda erdeme saygı göstermenin imkânsız olduğunu ve bunların iki zıt ucu oluşturduklarını zanneder. “Bu, ya savaştır, ya erdem; ikisi birden yürümez“ derler.
Savaş alanlarında, savaş ile erdemin kol kola yürüyebilmesi için, işin başında bir “rehber“in bulunması zorunlu oluyordu. Ayrıca, bu rehberin, direktiflerini hata yapmaz bir zâttan (Allah’tan) alması gerekiyordu; Dünyaya âit hırslar, din dışı isteklerle de dolu bulunan kendi hevâsından değil. Çünkü bu bencil duygular ağır bastığı zaman, adâlet yerini derhal zulme ve baskıya bırakacak, işin sonunda erdemden hiçbir eser kalmayacaktır. İlâhî kaynaklardan yoksun kalan insanoğlu, her kumandanın şu sloganı prensip edinmesi gerektiğini sanır: “Başkasını ezmeyen, ezilecektir!“ Peygamberlerin bizzat savaşa katılmış olmaları, ölüm ve mücâdelenin hüküm sürdüğü savaş alanlarında bile erdem ve adâletin görevlerine devam etmelerinin mümkün olduğunu ispat etmiştir. Zaten savaş prensiplerinin Allah tarafından vahyedilmiş kitaplarda ayrıntılarıyla anlatılmış olması da insanlığa bu yolu öğretmek içindir.
Savaş, merhamet ve şefkat kavramlarına zıt düşebilir. Fakat hangi hal ve şartlar altında çıkmış bulunursa bulunsun, bir savaşta, erdem ve adâlete sırt dönmek, ne peygamberliğin şânına ve de İlâhî mesajın rûhuna uygundur. Dünya tarihinde görebileceğimiz en güzel ve en insanî savaş örnekleri, Peygamberimiz ile onun yetiştirdiği halifelerin yapmış olduklarıdır. Bu savaşlarda erdem, adâlet ve insanî değerlere saygı, savaş meydanlarında bile hep kol kola yürümüş ve âdetâ birbirleriyle kaynaşmışlardır. Silâhların konuştuğu, kılıçların tokuştuğu, ölüm saatinin tik taklarının duyulduğu o amansız çarpışmalarda bile ne adâlete leke sürülmüş, ne erdem bir kenara itilmiş ve ne de insana insan olduğu için duyulması gereken saygı ayaklar altına alınmıştır.
“Size karşı savaş açanlara, Allah yolunda olarak savaşın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları (haddi aşanları) sevmez.“452 Kur’ân-ı Kerim’den ve Peygamber’in sünnetinden çıkarılan savaşla ilgili hükümler yakından izlenir ve incelenirse, savaşa götüren sebebin ve savaş amacının hiçbir şekilde istemeyenlere İslâmîyeti zorla kabul ettirmek isteği olmadığı ve savaşın zorunlu bir sosyal sistem olarak ortaya çıkmadığı görülür. Hz. Peygamber’in, daha çok, saldırıyı önlemek için savaşa girdiği açıkça ortaya çıkar.
452] 2/Bakara, 190
- 120 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm’da savaş, asla dini zorla kabul ettirmek için yapılmaz. Bu konuda Allah’ın hükmü açıktır: “Dinde zorlama yoktur. Hakikat, iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır.“453 Kur’an, dinî itaatsizliği yasaklar. İnanca sataşmak, bir şahsa sataşmaktan daha kötüdür. “Fitne, katilden beterdir.“ 454
Savaş, saldırıyı püskürtmek için yapılır. “Kim size saldırırsa siz de ona mukabele bilmisil olacak kadar saldırın (ileri gitmeyin). Allah’tan korkun. Bilin ki Allah muttakîlerle/takvâ sahipleriyle beraberdir.“455 Kur’an, mü’minlere saldırmayanları “kendileriyle iyi geçinilmesi gereken kimseler“ olarak görür. Ama müslümanlara saldırdıkları anda düşman saflarında yer alırlar: “Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adâletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa, işte zâlimler onlardır.“ 456
Saldırıyı önlemek söz konusu olduğu zaman, savaşın meşrû görülmüş olmasına rağmen, Kur’an, saldırının ilk işareti görülür görülmez, hemen savaşa girilmesine izin vermez. Hatta saldırı bilfiil başladıktan sonra bile savaşa meydan vermeden, mümkünse onu durdurmaya çalışmayı tavsiye eder: “Eğer herhangi bir cezâ ile mukabele edecek olursanız ancak size revâ görülen cezânın misillemesiyle yapın. Sabrederseniz, andolsun ki bu, tahammül edenler için elbet daha hayırlıdır.“457 İşte oldukça açık yargılar taşıyan bu âyetler ispat etmektedir ki, Peygamber (s.a.s.) ve ondan sonra gelen erdem sahibi yüce sahâbeler tarafından açılan savaşların sebebi, bir dâvâyı, bir düzeni veya bir dini, başkalarına zorla kabul ettirmek değil; aksine, bir saldırının önünü almaktı.
Bir de, karşımıza, önemi hiçbir zaman küçümsenemeyecek bir mesele çıkmaktadır: İmanı ve kişisel hürriyeti savunan ulu bir dâvânın adamı için, insanların bu dâvânın varlığından haberdar olmaları çok önemlidir. Evet! Her insan, çeşitli doktrinler arasında kendisine en uygun geleni, aklına en çok yatanı, delilleri en kuvvetli olanı seçmekte tam bir hürriyete sahip olmalıdır. Eğer bir kral veya despot yönetici, halkına baskı yapar, hakkın/gerçeğin onlara ulaşmasına engel olursa, ulu bir dâvâyı ortaya atan kimse -şâyet yeterli bir kuvveti varsa- inansınlar veya inanmasınlar bu yeni mesajı benimseme ve kabul imkânına sahip olabilmeleri için, mesaj ile baskı altında tutulan insanlar arasında dikilen engelleri kaldırmak yetkisini taşır.
Peygamberimiz, dost ve düşmanların, ileride “insanlara dinini empoze etmek veya onları bu dinde birleşmeye zorlamak için savaştı“ gibi suçlamalarda bulunmasına fırsat vermemek için, başlangıçta şiddete başvurmak istememişti. Meseleyi çözümlemek için iki yol izlemişti:
1- O devirde yaşayan kral ve yöneticilere mesajlar göndermiş ve onları İslâm’a çağırmıştı. Bu dâvete olumlu cevap vermezlerse kendi suçlarıyla birlikte emirleri altında bulunan insanların suçlarını da yüklenmiş olacaklarını ve ileride bundan dolayı sorumlu tutulacaklarını hatırlatıyordu. İşte bütün bunları aydınlatmak
453] 2/Bakara, 256
454] 2/Bakara, 191
455] 2/Bakara, 194
456] 60/Mümtehıne, 8-9
457] 16/Nahl, 126
KITÂL / SAVAŞ
- 121 -
üzere Bizans İmparatoru Herakliyus’a şöyle mektup göndermişti: “Müslüman ol, selâmet bulursun. Eğer yüz çevirirsen yönetimin altında bulunan halkın sorumluluğu sana âittir. Ey Kitap ehli! Hepiniz bizimle sizin aranızda eşit bir sözde birleşin; (şöyle) diyerek: Allah’tan başkasına tapmayalım. O’na hiçbir şeyi şirk/eş tutmayalım, Allah’ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim.“
2- Resmî dâvetten sonra, Peygamberimiz (s.a.s.), bu toplumların yeni mesajdan haberdar olmaları ve isteyenlerin doğru yolu seçip hakkın ışığı altında yürüyebilmeleri için İslâmî prensipleri açık bir şekilde onlara anlatıyor ve iletiyordu. Gerçekten de, bu prensipler, İslâm’ın getirdiği bu mesaj, o sıralarda Bizans’ın egemenliği altında yaşayan Suriye’de, pek çok insan tarafından kabul edilmiş ve benimsenmişti. Öteki milletler gibi Mısırlılar da bu gerçekleri öğrenmiş bulunuyordu. Çünkü yeni ve kurtarıcı gerçekler, onu bilmek isteyenlere sunulmuştu. Ve Araplara komşu milletler hep bundan söz etmeye başlamışlardı.
Peygamberimiz, ancak iki olaydan sonra İran ve Bizans’a karşı savaş açmak zorunda kaldı:
a) Bizanslılar, Suriye’de, İslâm’ı seçmiş olan yeni mü’minlere eziyet etmeye ve onları dinlerinden döndürmek için zorlamaya başlamışlardı. İmana karşı yapılan bu saldırıyı ve dini topluca redde yönelen bu baskıyı gördükten sonra Rasûlullah, kayıtsız ve ilgisiz kalamazdı. Mâdem ki O, İslâm’ı zorla empoze etmeye çalışmıyordu; O halde gerçekleri görerek, anlayarak, kendisine bağlanmış olan kimselerin zor ve şiddete başvurularak inançlarından döndürülmelerine rızâ gösteremezdi. Kışkırtıcılığa, meydan okumaya karşıydı. Bu sebeple Bizans’ın tutumunu, dinine ve kendisine karşı apaçık bir saldırı olarak gördü. Çünkü İslâm’ın kurtuluş haberinden sorumlu olan O idi ve bunun için de isyanı bastırmak, şer kuvvetlerini dize getirmek zorundaydı.
b) İran şâhı Kisrâ, Peygamber’in (s.a.s.) mesajını getiren elçiyi öldürtmüş; bununla da yetinmeyerek bizzat Peygamberimizi öldürtmek için hazırlıklara girişmişti. İranlı savaşçılar arasından Hz. Muhammed’in (s.a.s.) başını getirmekle görevli kimseler seçmişti. Ama Kisrâ ve onun karakterindekiler, Allah’ın koruyuculuğu altında bulunan büyük insana darbe indirebilirler miydi? Neticede Hz. Peygamber, çok kısa bir zamanda komployu öğrendi. Bu âdî zorbanın böyle bir cinâyet işlemesini bekleyecek değildi elbet. Rasûlullah, Kisrâ’yı ve ordusunu, hayatına dokunmadan önce, saf dışı etmek zorundaydı.
İşte sözünü ettiğimiz bu iki olaydan ötürü, yani Bizans ve İran ordularının İslâm’a yönelik komplo ve bozgunculuğunu önlemek amacıyla, Rasûlullah, Bizans ve İran İmparatorluklarına karşı meşrû savaş ilân etmişti. Ayrıca müşriklere/puta tapanlara karşı da aynı sebeplerden ve aynı zorunluluklardan ötürü savaş açmıştır. Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır: “Fitne tamâmen yok oluncaya ve din de Allah için tatbik edilinceye kadar onlarla savaşın. Fitne çıkarmaktan vazgeçerlerse zâlimler (ve aşırılar hâriç hiç kimseye) düşmanlık ve saldırı yoktur.“458 İbn Teymiye, Peygamberimizin Bizanslılarla yaptığı savaşları ve bunların nedenlerini şu şekilde açıklamaktadır:
“Hz. Muhammed (s.a.s.), Herakliyus’a, Kisrâ’ya, Mukavkıs’a, Necâşî’ye, Suriye ve Doğu krallarına ayrı ayrı elçiler gönderdikten sonra savaş açmak zorunda
458] 2/Bakara, 193
- 122 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kalmıştır. Elçilerin getirdiği gerçekleri görerek hristiyanlardan ve diğer dinlerden bazı insanlar İslâm’a katıldılar. Bu durumdan endişelenen hristiyanlar, Suriye’de müslümanları öldürmeye başladılar. Aralarında İslâm’a gönül verenleri kılıçtan geçirmeye başlamakla müslümanlara karşı ilk defa savaş ilân edenler hristiyanlar olmuştu. O zaman, Peygamberimiz, hristiyanların müslümanlara açıkça baskı yaparak işi zulme kadar vardırdıklarını görmüştü. Bu haksız davranışları durdurmak için, Bizans’a karşı büyük bir ordu hazırladı. Kumandanlığa Zeyd İbn Hârise’yi getirmişti. Zeyd şehid olursa kumandayı Câfer alacak, ona da bir şey olursa görevi İbn Ravâha yürütecekti. Bu, müslümanlarla hristiyanlar arasında açıkan ilk savaştı. Suriye’de, Mûte denilen yerde oldu. Büyük bir hristiyan ordusu Peygamberimizin sahâbelerine karşı çıkmış ve kumandanlar dâhil, birçok müslüman şehid olmuştu. İslâm ordusunun kumandanları birbiri ardınca şehid düşünce ordunun yönetimini Hâlid bin Velid üzerine almıştı.“
Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere Peygamber’in (s.a.s.) savaşları, saldırıları geri püskürtmekten ileri gitmiyordu. Hz. Peygamber zamanında bu saldırılar iki şekilde olmaktaydı: 1- Düşmanlar, saldırılarını doğrudan doğruya Peygamber’e yöneltiyordu. O da bunları geri püskürtüyordu. 2- Müslümanları inançlarından döndürmeye zorluyorlardı. Bu durum karşısında, Peygamberimiz, düşünce ve inanç hürriyetine dokunulmasına her ne pahasına olursa olsun engel olmaya çalışıyordu. Her iki şekilde de Rasûlullah’ın İslâm’ı empoze edip dayatmadığını, bunun için kimseyi zorlamadığını, tam aksine, yeni mesajın prensiplerinden en önemlisini, yani “inanç hüriyyeti“ prensibini korumaya çalıştığını görmekteyiz. İnanç hürriyeti ilkesini Kur’an şöyle belirtir: “Dinde zorlama yoktur. Hakikat, iman ile küfür, apaçık meydana çıkmıştır.“459 Gerçekten de, Peygamberimizin girdiği savaşların tümü, düşünce hürriyetini kurtarmak ve mü’minleri inançlarından döndürmeye çalışan kimselere karşı savunmak içindi.
Peygamberimizin dünya hayatına vedâ ettiği zaman, komşu devlet ve halkların birçoğu, müslümanları imanlarından döndürmek için harekete geçmişlerdi. İlk ayaklananlar Bizanslılar oldu. Bunlara sert bir cevap vermek için seferber olmak gerekiyordu. Nitekim Rasûlullah da, sağlığında kendisini öldürmeye yeltenen Kisrâ’ya karşı bir ordu hazırlamamış mıydı? Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekir (r.a.) gibi büyük insanların da içinde bulunduğu İslâm kahramanlarını Hz. Üsâme İbn Zeyd kumandasında İran’a göndermemiş miydi? Hz. Ebû Bekir ve ardından Hz. Ömer devlet başkanı oldukları zaman, önce zayıf bir imana sahip olmaları nedeniyle dinden dönen halkları yola getirdiler. Sonra da Kisrâ ve Herakliyus’a karşı ordu gönderdiler. Artık Arap memleketlerinde söz, Allah’ın, O’nun Peygamberinin ve mü’minlerin olmalıydı. Dört halife devri boyunca verilen bütün savaşlar işte bu ilkelere bağlı olarak yürütülmüştü.
İranlılara ve onların doğudaki imparatorluklarına, Herakliyus’a ve Suriye’ye karşı yönelen savaşlar, artan bir şiddetle, uzayıp gitmiştir. Aralıksız devam eden ve daima zaferle biten bu savaşlar, müslümanlara tam bir güven ve huzur getirmiştir. Bu güven ve huzurdan yararlananlar yalnız müslümanlar değildi. Onların yanında, meselâ, Romalıların zorla katolik yapmak için eziyet edip durdukları Ya’kubîler de büyük bir rahata kavuşmuştu. Memleketlerine ordu ordu gelen müslümanları, Ya’kubîler, sonsuz bir sevinçle, kurtuluş çığlıklarıyla karşılamış ve
459] 2/Bakara, 256
KITÂL / SAVAŞ
- 123 -
bağırlarına basmışlardı. Müslümanlar, mâsum halka dokunmaksızın sadece Romalılara karşı savaşıyor ve her defasında da onları yenik düşürüyorlardı. Müslümanlarla Mısırlılar arasında çıkan savaş ise kısa süren birkaç çarpışmayla kalmış ve İslâm adâleti gönülleri fethettiğinden zaferle sonuçlanmıştı. Çünkü İslâm, dâima hürriyetleri ve özellikle inanç ve fikir hürriyetini savunuyordu.
İslâm hukukçularının büyük bir çoğunluğu, savaş sebebinin “saldırıyı püskürtmek“ olduğu fikrinde birleşmişlerdir. Bu çoğunluk, Kur’an’ın bazı âyetlerinde açıkça belirtildiği üzere “savaş“ın, “saldırı“ya bir cevap olduğu konusunda görüş birliğine vardılar. “Müslüman değildir“ diye hiç kimse öldürülemez. İnançsızlığı, kâfirliği yüzünden kimsenin hayatına kıyılamaz. Bir insan, yalnız ve yalnız İslâm’a ve müslümanlara saldırıda bulunması sebebiyle öldürülebilir. Bu prensip kesindir.
Bazı Şâfiî hukukçular, “savaş sebebi“nin “inançsızlık“ olduğunu iddia etmişlerdir. Fakat elimizde bu fikri çürütecek çok kesin ve oldukça açık deliller bulunmaktadır. Meselâ Kur’an’ın çok kesin yargılar taşıyan şu âyetlerine bir göz atalım: “Size karşı savaş açanlara, Allah yolunda olarak savaşın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları (haddi aşanları) sevmez. Onları (size karşı savaşanları) yakaladığınız yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden (Mekke’den) siz de onları çıkarın. Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha kötüdür. Onlar sizinle savaşmadıkça, Mescid-i Haram’da siz de onlarla savaşmayın. Eğer onlar (orada)size karşı savaş açarlarsa, derhal onları öldürün. Böyledir kâfirlerin cezâsı. Eğer onlar (savaştan) vazgeçerlerse (şunu iyi bilin ki) Allah ğafûr ve rahîmdir. Fitne tamâmen yok oluncaya ve din de Allah için tatbik edilinceye kadar onlarla savaşın. Fitne çıkarmaktan vazgeçerlerse zâlimler (ve aşırılar hâriç hiç kimseye) düşmanlık ve saldırı yoktur.“460 Bu âyetler “İslâm’ın savaş tüzüğü“ olarak kabul edilmektedir. İbn Teymiye, bunlardan, savaşın ancak ve ancak “saldırıyı püskürtmek“ için yapılabileceği sonucunu çıkarmış ve bu yargıyı aşağıdaki mantıkî zincire bağlamıştır:
1- Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: “Size karşı savaş açanlara, Allah yolunda olarak savaşın.“ Şu halde, müslümanlara savaş izninin verilişi, “düşmanların saldırısı“ şartına dayanmaktadır.
2- Bunun ardından, Rabbimiz “Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları (haddi aşanları) sevmez“ demektedir. Âyete göre, savaşamayan kimselere ve savaş meydanında hiçbir fonksiyonu bulunmayan ve asla savaşa katılmayan insanlara saldırmak yasaktır. Çünkü böyle bir davranış, açık bir saldırı olacağından haram kılınmıştır.
3- Savaşın gerçek amacı; zulmü, haksızlığı, adâletsizliği, fitneyi ortadan kaldırmaktır. Çünkü âyette şöyle denilmektedir: Fitne tamâmen yok oluncaya ve din de Allah için tatbik edilinceye kadar onlarla savaşın. Fitne çıkarmaktan vazgeçerlerse zâlimler (ve aşırılar hâriç hiç kimseye) düşmanlık ve saldırı yoktur.“ İşte, savaşın hem sebebine, hem de amacına işaret eden âyet. Sebebi, azgınlık ve sapıklığı (fitneyi) ortadan kaldırmaktır. Amacına gelince; amaç, azgınlık ve sapıklığı resmen yok etmek... Bu mantıkî sonuçlardan başka, bu âyetler, bir de İslâm’daki “savaş kanunu“nu belirlemektedir. Bu, “Karşılıklı Davranış Kanunu“dur:
Düşmana, davranışının aynıyla karşılık vermek gerekir. Fakat saldırganlar ahlâk kurallarından uzaklaşmışlarsa, meselâ erdemi ayaklar altına alıyorlarsa,
460] 2/Bakara, 190-193
- 124 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm savaşçısı bu yolda düşmanı izleyemez. Ahlâk dışı konularda “karşılıklı davranış kanunu“ uygulanamaz. Onlar kadınlarımızı lekelemeye kalkışırlarsa biz de aynı şekilde davranamayız. Ölülerimizin cesetlerini parçalamaya, bazı organlarını kesmeye (müsle) kalkışırlarsa, biz hiçbir zaman onları yolda taklit edemeyiz. Bir din tarafından yönetilen ve İlâhî kanunlara boyun eğenlerle böyle olmayanlar arasındaki fark işte buradadır.
4- Peygamber Efendimizin savaşlarda düşmandan esir aldığı bir gerçektir. Bu esirlerden (daha önce İslâm’a ve müslümanlara büyük zararları dokunmuş) bazıları öldürülmüş, bir kısmından fidye/kurtuluş parası alınmış, bazıları ise serbest bırakılmıştır. Eğer harpler, inançsızlık ve müşrikliğe karşı açılmış veya sırf bu amaçla başlatılmış olsalardı, bu müşrik esirlerin tümünün öldürülmesi gerekirdi. Düşmanlar saldırılarından vazgeçerlerse Kur’an, ordu kumandanının iki şıktan birini seçmesini ister: Esirlerden kurtuluş parası (fidye) almak veya onları, hiçbir şey almaksızın salıvermek: “(Savaşta) İnkâr eden kâfirlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihâyet onlara iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (esir alın). Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin. Durum şu ki, Allah dileseydi, onlardan intikam alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek ister. Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmaz.“ 461
Rasûlullah ve O’nu izleyenler tarafından yapılmış olan savaşlar tarihlerde en ince ayrıntılarına, en küçük özelliklerine kadar anlatılmış ve bu savaşlarda izlenilen yollar net bir şekilde gösterilmiştir. Peygamberimizden önce gelip geçmiş peygamberlerin nasıl savaştıkları ayrıntılı ve açık bir şekilde bilinmiyorsa, bu onların, insanlığın karanlık çağlarında ve tarihin çözülmez kıvrımları arasında kalmış oldukları içindir. Buna karşılık, Son Peygamberin savaşları, insanlığa rehberlik etmek ve onlara gerçek ve yaşanmış örnekler vermek üzere sonsuzluk kitabının sayfalarına kaydedilmiştir. Bu savaşlar, en değerli, en erdemli ve en âdil mücâdele örnekleridir.
Efendimiz Muhammed (s.a.s.) gelmeden önceki yüzyıllarda, yani câhiliyye dönemlerinde cereyan etmiş savaşları incelemek ve daha yakından görmek için birazcık olsun gerilere göz atmazsak, Peygamberimizin gerek savaş, gerekse barış zamanlarında kendisiyle diğer toplumlar arasında kurmuş olduğu insanî ilişkilerin gerçek değerini tam anlamıyla anlayamaz ve bunlar hakkında doğru bir hükme varamayız. Onun gelişinden önceki savaşlar, sadece savaşanlara değil; kalabalıklara, halklara karşı yapılıyordu. Savaşan toplumlar, düşmanlık devam ettiği sürece, sadece savaş meydanında değil, her yerde ve savaş başlamadan önce ve bittikten sonra da hiçbir kanuna, hiçbir insanî prensibe hürmet göstermemekteydi. Bir antlaşma, aksine bir hüküm getirmedikçe aralarında savaş cereyan eden taraftan tüm halk, birbirine düşman olarak görülürdü, bu genel bir kuraldı. Birbirine düşman olmak da, her türlü zorbalığı hoş göstermeye yeterdi. İnsanî ilişkilerin temeli barış değil; sadece savaştı. Savaş, yalnız krallara, şeflere, kumandanlara ve böyle bir savaşa katılanlara karşı yapılacağı yerde; bütün bir topluma, suçsuz insanlara karşı da yürütülüyordu. Bir insan dikkatsizlik veya yanlışlıkla yabancı bir milletin topraklarına ayak basacak olursa ve eğer bu iki memleket arasında önceden yapılmış bir barış antlaşması da bulunmuyorsa, o devrin kanunlarına göre, bu adam, yakalandığında köle olarak kabul edilir
461] 47/Muhammed, 4
KITÂL / SAVAŞ
- 125 -
ve çarşılarda satılığa çıkarılırdı. Filozofların prensi Eflâtun da o çağların zâlim kanunlarının eline işte bu şekilde düşmüş ve tâlihin kendisini kurtaracağı günü, köle ve hizmetçi olarak bekleyip durmuştu. Aynı olay, İslâm öncesi devirde Ömer İbn Hattâb’ın da başına gelmişti. Suriye’de, bir Romalı onu köle edinmişti. Ömer, sahibine güven vermek için tam bir köle gibi uysal davrandı. Fakat bir süre sonra, onunla baş başa kaldığında sahibini öldürerek bu belâdan yakasını kurtarabilmişti. Hz. Ömer dev bir fiziğe sahipti. Karşı konulmaz, yenilmez bir güreşçiydi. Neticede bu güçlülük ona hürriyetini yeniden kazandırmıştı.
İşte olaylar, Muhammed (s.a.s.) gelinceye kadar, dünyanın hemen her yerinde bu şekilde cereyan edip gitmekteydi. Peygamberimiz sadece sözlerle değil, bizzat davranışlarıyla ilân etti ki, savaş, ancak harp meydanlarından yapılır. Dışarıda kalanlar öldürülmez. Savaş, yalnız bu savaşı yönetenlere ve buna katılanlara karşı olur. Hiçbir şekilde suçsuz halk kitlesi öldürülmez. Bir kral veya bir toplumun şefi veya bir ordu kumandanı saldırıya geçerse, halkın da saldırıya geçmiş olduğu kabul edilemez. Saldırıya geçen ve saldırıyı yürüten, ancak kendine yardım edecek kuvvetlere dayanarak ve bunlara emir vererek sınırı aşan ve bu işi düzenleyen kimsedir.
Peygamberimizin savaşları çok açık ve net bir özellik taşır. O, halk kitlelerine karşı saldırıya geçmezdi. Sadece saldırıyı yöneten kumandanlara ve onlara uyan askerlere karşılık verirdi. Bunun için de Rasûlullah harbe girmeyenleri, savaşa katılmayanları öldürmeyi kesinlikle yasaklıyordu. Savaşta hiçbir rol ve fonksiyonları bulunmayan kadınların, çocukların, işçilerin, çiftçilerin ve ihtiyarların öldürülmesini kesin olarak men ediyordu. Rahmet Peygamberinin sünnetine/tatbikatına göre, müslüman savaşçı, iyiliği ve kötülüğü, bir ayırım yapmaksızın, vurup kırmak için değil; fakat sadece kötülüğü ortadan kaldırmak için kılıç kuşanabilir. Yüce Peygamber, bir gün savaşta öldürülen bir kadını görünce âniden öfkelenir ve ordu kumandanı Hâlid bin Velid’e şöyle der: “Bu kadın savaşmak için gelmemişti buraya!“ 462
Bir Savaşçı, Bir Komutan Olarak Rasûlullah
Barış kelimesiyle aynı kökü paylaşan ve anlamlarından biri de barış olan “İslâm“da asıl ve doğal olan sulh, selâmet ve barıştır. Gel gör ki İslâm'ın düşmanları, barış çağrılarının önünde engel oldukları, yeryüzünde fitne çıkarttıkları, insanlara ve insanî değerlere zulmettikleri için, yeryüzünü ıslah etmekle görevli bulunan Peygamber ve O'nun izinden giden müslümanlar, fıtrat/insanlık düşmanlarının zararlarına engel olmak maksadıyla kaçınılmaz olarak savaşa kapılarını açmıştır.
Bütün insanlığa ve tüm âlemlere rahmet olarak gönderilen peygamberimiz,463 Allah'a dâvetin önünde engel olan zâlimlere karşı; kendisinin, aynı zamanda “savaş peygamberi.“ 464 olduğunu belirtmiştir. Dost-düşman, kabul etmek zorundadır ki, O'nun savaşları da baştan sona bir rahmet ve merhamet kuşağı idi. O ve O'na bağlı insanlar, mecbûriyet dışında savaşmazlarken, savaştıklarında da insanları öldürmemek; tam tersine, onları ihyâ etmek için tüm yolları tek tek
462] Muhammed Ebu Zehre, a.g.e. s. 10 vd.
463] 21/Enbiyâ, 107
464] Câmiu's-Sağîr, 1/108
- 126 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kullanıyorlardı. Hz. Peygamber, sulh zamanında olduğu kadar, savaşırken de rahmet peygamberi olduğunu gösteriyordu.
Hz. Muhammed’in (s.a.s.) saldırgan olmaktan sakınmasına rağmen; savaş tekniğini, kendisine saldıranlardan çok daha iyi bildiğini, uyguladığı savaş taktiklerinden ve savaştığı düşmandan sayı olarak çok az askeri ve silâhı olmasına rağmen savaşlarının neticelerinden görüyoruz. O'nun saldırıdan ve savaşı başlatmış olmaktan sakınması, kesinlikle savaşı bilmediğinden ya da korkudan değildi. Bu konuda en küçük âcizlik ve korkaklık kırıntısı O'nda yoktu. O'nun savaştan sakınması, savaşı, sakınılması mümkün olmayan ve sevilmeyen bir zarûret olarak değerlendirmesindendi. Allah'ın dâvâ ve dâvetinin başarısı, insanlara ulaşması için savaş dışında başka çıkar yol bulduğu zaman savaştan sakınırdı. İslâm'ın kılıç zoruyla yayıldığı gibi bir değerlendirme, özellikle Hz. Peygamber dönemi ve O'na bağlı yönetimler açısında kesin ve büyük bir iftirâdan başka şeyle tanımlanamaz. Şâyet İslâm, kendisine karşı iknâ ve delil ile savaşılabilen bir düşünceye karşı kılıçla savaş açmış olsa, bu, belki barışseverlik açısından kınanabilirdi. Ancak, ona kulak vereceklerin önüne geçip İslâm'ın önünde bir engel olarak duran güce güçle/kılıçla savaş açmasını ayıplamak, ayıplanacak bir suçtur. Çünkü kuvvet, ancak kuvvetle engellenir. İnsanları zulüm, fitne ve fesattan kurtarmak için, başka türlü yola gelmeyen saldırgan fesatçı tâğutlara karşı savaştan başka çıkar yol yoktur.
İslâm düşmanları, çoğunlukla düşünceye karşı savaş açarlarken; İslâm, savaşı bile düşünce ile önlemenin yollarını aramıştır. İslâm dâvetini, hidâyeti kabullenmeleri, cizye vermeyi kabul etmeleri veya barış antlaşmasına rızâ göstermeleri gibi barışçı çözümleri savaşı durduracak ve ona alternatif olacak şekilde, insanlara, hatta saldırgan savaşçılara şans tanıyarak sunmuştur. Bütün bunlara rağmen, “kâfirler tâğut ve bâtıl dâvâlar yolunda savaştıkları“ 465 için, “iman edenler de Allah yolunda savaşmak“ 466 zorundadır; çünkü “onlar, eğer güçleri yeterse, müslümanları dininden döndürünceye kadar onlara karşı savaşa devam ederler.“ 467. Saldırganlara karşı teslimiyet değil; onlara hadlerini bildirmek ve hiç kimseye zulmetmelerine fırsat vermemek gerekir: “Dininize saldırırlarsa, küfrün önderleriyle savaşın.“ 468. “Fitnenin tamâmen yok edilinceye ve din (kulluk) yalnız Allah için oluncaya kadar savaşmakla“ 469 emrolunan mü'min, iyi bilmelidir ki; “şâyet savaştan vazgeçerlerse zâlimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.“ 470. Bu konuda ölçü bellidir, aşırılığa gitmek, Allah için yapılması gereken savaşa dünyevî ve nefsî istekler karıştırmak yasaklanmıştır: “Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin; çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.“ 471.
Bu girişten sonra, Rasûlullah'ın savaş meydanlarındaki konumundan, bir mücâhid ve komutan olarak Rahmet Peygamberinden bahsedebiliriz. İslâm'ın savaş dini olmadığı, Hz. Peygamber'in de savaşı isteyen ve başka yol bulunduğu halde onu seçen bir savaşçı kişilik arzetmediği halde, savaşın gerekli olduğu
465] 4/Nisâ, 76
466] 4/Nisâ, 76
467] 2/Bakara, 217
468] 9/Tevbe, 12
469] 2/Bakara, 193
470] 2/Bakara, 193
471] 2/Bakara, 190
KITÂL / SAVAŞ
- 127 -
zaman Hz. Muhammed (s.a.s.), üstün yetenekli bir komutan, çok basîretli bir mücâhid, dâhi bir stratejist idi. Başkalarının savaş ve eğitimle öğrenemediği savaş tekniğini O, vahyin kılavuzluğu ile bilirdi. O'nun tüm güzel vasıflarının olduğu gibi, savaş dehâsı da peygamberliğinin isbâtıdır.
O'nun savaşçı konumunun belli başlı özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: Cesâret, meşverete başvurma, eldeki imkânları en üst seviyede kullanma, savaşta rûhî özelliklere, duâ ve ibâdete yer veren bir yaklaşım, düşmanın sayı ve silâh üstünlüğüne rağmen, iman ve ona dayalı cesâret, sabır, irâde, cihad, şehâdet gibi mânevî kuvvete, psikolojik imkânlara önem vermek, bunun yanında asker sayısı ve silâh gücünü tâviz vermeden artıracak imkânları ihmal etmemek...
Ganimet veya intikam almak için değil; sadece Allah için ve sadece O'nun yolunda, yani îlâ-yı kelimetullah uğruna savaşması, düşmanlarının birbiriyle yardımlaşması ve ortak güç hazırlamalarını engellemek için savaş öncesi tedbirler alması, diğer düşmanlarını savaş için etkisiz hale getirip savaşacak düşmanını daima teke indirmeye çalışması, savaş yerini seçmeyi düşmana bırakmayıp kendi belirlediği alanda savaşı tercihi, ordu komutanı ve devlet başkanı olduğu halde savaş cephesinin gerisinde değil; cephenin ortasında, hatta zaman zaman en başında savaşması, ordusunun moralini en üst düzeye çıkaracak her güzel yolu kullanması, istihbârata ve gizliliğe büyük önem vermesi, ordudan önce keşif ve istihbârat güçlerini kullanması, gerektiği durumlarda savaşla ilgili hazırlıkları, kimlere ve nereye karşı sefere çıkılacağını son âna kadar gizlemesi...
O, savaş öncesinde Kureyş'in savaş kaynağı için düzenlediği ticaret kervanlarından haber alıyor ve hemen peşlerine seriyyeler takıyordu. Yani, düşmanın silâh dışında başka yollarla da savaştığını veya savaşa zemin hazırladığını biliyor, pis suyu kaynağından kurutmaya çalışıyordu. Komutan tâyininde ve onlara nasihatlerde de örnek bir seçici ve görevlendiriciydi. Bazen müfreze komutanının dışında, askerler bile nereye gideceğinden, bir savaş için mi, yoksa keşif göreviyle mi gönderildiklerinden haberleri olmazdı. Durumu, ancak asıl istenen görevin harekâtına başlanmadan birkaç saat önce, artık mutlaka açıklanması gereken saatte öğrenirlerdi. Herkes ona göre son hazırlığını yapacak ve düşman, görevi açıklanmasından sonra durumu haber alsa bile buna karşılık hazırlık yapabilmesi için yeterli zaman bulamazdı. Bazı durumlarda, komutan bile nereye ve niçin gittiğini bilmez, kendisine emredildiği gibi, belirlenen stratejik yere geldiğinde, yazılı olarak verilen mühürlü/kapalı tâlimâtı açar ve ona göre emirleri uygulardı. Bunlardan biri, Hz. Peygamber'in, Cahş oğlu Abdullah'ı kapalı bir mektupla, yanına verdiği mücâhidlerin başında göndermesi ve iki gün yol aldıktan sonra mektubu açmasını istemesidir. Mektupta şunlar yazıyordu: “Batn-ı Nahle denen yere ulaşıncaya kadar, Allah'ın isim ve bereketiyle durumu gizli tut. Arkadaşlarından hiçbirini seninle beraber yola devam etmeye zorlama. Seninle beraber gelenlerle birlikte oraya ulaşıncaya kadar yola devam et. Orada Kureyş kervanını gözetle ve bize onun hakkında mâlûmat topla!“
Kureyş'in, kendisini ve sahâbelerini gözetlemek için câsus ve istihbârâtçı gönderme ihtimalini hesaba katar, stratejik haberleri etrafındaki güvenilir insanlardan bile bazen gizlerdi. Allah Rasûlü, “savaşın hile olduğunu“ belirtir, gizlenme ve düşmanı aldatma yöntemlerini en güzel şekilde kullanırdı. Bunların dışında daha onlarca Peygamber taktiği vardır ki, yukarıda anlatılanlarla birlikte
- 128 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çağımızdaki savaşlarda ve istihbârâtlarda, keşif ve gözlemlerde örnek alınmakta, daha iyisi bulunamadığı için O'nun düşmanlarınca bile bu taktiklerin ihmal edilmemesi istenmektedir.
Şâyet modern asrın savaş tekniklerini çok iyi bilen bir eleştirmen, o yüce insanın savaşlarını inceleyip tenkide tâbi tutacak olsa, savaş tekniği açısından hatalı hiçbir yön bulamayacak, O'nun bu imkânlarla uyguladığı taktik ve davranışlardan daha doğru başka bir yöntem gösteremeyecektir. Bu durum, günümüze kadar hiçbir İslâm ve Peygamber düşmanı veya müsteşrik tarafından, (itiraf edilmese bile) çok istedikleri halde eleştirilememesiyle zımnen kabul edilmektedir.
İyi bir komutan, salt kendi bilgi ve tecrübelerine güvenmez; uygun (ehil ve emin) kişilerle istişâreyi ihmal etmez. İyi bir komutan, savaş ve taktik uzmanlarının bilgisinden, cesurların cesâretinden istifade eden, yönettiği insanların akıl, kalp ve bedenî kuvvetlerinden de en az elindeki silâhlar kadar yararlanmasını bilen kimsedir. Bütün bunlar, en yüksek oranda o büyük komutanda mevcuttur.
Meşvere (şûrâ ve istişâre de denilen teknik danışma), tüm savaşlarda, savaş planları ve savunma yöntemleriyle ilgili olarak, Ekrem Rasûl'ün ihmal etmediği bir esastır. Bedir'de Habbâb bin Münzir'in, mevzîlenen yerden başka bir yere, Bedir kuyularının yanına taşınma teklifine kulak vermiş ve onu uygulamıştır. Bedir'e katılamamış genç ve cesur müslümanların teklifiyle Medine dışında Uhud çevresinde ordusunu konuşlandırmıştır. Selmân-ı Fârisî'nin teklif ettiği “hendek kazmak“ gibi o dönemin Arap toplumlarında hiç bilinmeyen savunma sistemini uygulamıştır. Denilebilir ki, Medine'ye baskın yapılacağı sırada İranlı Selman Medine'de bulunmasa ve bu yöntem teklif edilmeseydi, Hz. Peygamber, hendek kazılmasını kendisi icat edip emredebilirdi. Çünkü O, gedikleri kapatmaya ve arkadan gelecek saldırılara karşı tedbirli olmaya âzamî önemi verirdi. Uhud savaşında dağı arkasına almış ve düşmanın sızma ihtimali bulunan geçide de elli okçu yerleştirerek onlara şöyle emir vermişti: “Bizi arkadan koruyun. Bizi arkadan sarmalarına engel olun. Onları yendiğimizi görseniz bile ordugâhlarını ele geçirinceye kadar yerlerinizden ayrılmayın. Öldürüldüğümüzü görseniz bile bize yardıma gelmek için yerlerinizi terketmeyin. Sizin yapacağınız, düşman atlılarına ok atmaktır. Çünkü atlar okların atıldığı tarafa yanaşmaz.“ Bir dağın geçidinde düşmanın fırsatlardan yararlanabileceği her duruma tedbir alan komutan, Medine'ye düşmanın sızma ihtimali bulunan yerine de hendek kazar veya benzer bir alternatif bulurdu.
Bu, insanların en merhametlisi ve aynı zamanda dünyanın en büyük komutanı olan örnek insanın savaştaki uzak görüşlülüğü darb-ı mesel haline gelmişti. Sahâbelerin savaş öncesinde Bedir kuyusundan su içen iki köleyi dövdüklerini gördü. Sebep, Kureyş ordusunun sayısını söylememeleriydi. Peygamber (s.a.s.) üstün zekâsıyla, onları sınava tâbi tutarak onların doğru söylediklerini, müslümanları aldatmayı kasdetmediklerini anladı. Düşman ordusunun sayısını gerçekten bilmediklerini anlayınca, kestikleri develerin sayısını sordu. Böylece yenen yemek miktarını değerlendirerek asker sayısını tahmin etti. Bunun gibi, düşman hakkında bilgi toplarken, kendi istihbârâtçıları ve gözcülerine ilâve olarak, düşmanın geçtiği yollarda ve o yörede yaşayan halktan da yararlanırdı.
Düşmanlarının kendilerine karşı savaşacaklarını haber alınca, onların ânî baskında bulunmalarına fırsat vermezdi. Aksine, Tebük gazvesinde olduğu gibi,
KITÂL / SAVAŞ
- 129 -
kuraklık ve şiddetli sıcaklığın kavuruculuğuna rağmen stratejisinden ve düşmanı takipten vazgeçmezdi. Düşmanın nasıl davranacağını beklemekle vakit ve fırsat kaybetmezdi. Düşmanın mühimmâtını tamamlayarak baskın yapma avantajına veya savaşta toparlanma fırsatına meydan vermezdi. Ancak Hendek gazvesinde olduğu gibi baskının, baskında bulunanın aleyhinde olduğu durumlarda isteyerek düşmanı beklemesi ayrı bir taktik zaferidir.
Napolyon, Hitler, Mussolini ve ... gibi askerî dehâ olduğu söylenen nice kahramanlar(!), hayatları boyunca askerî dersler aldıkları, meslekleri savaş olduğu halde, nice hatâlara düşmüşler, zâlimlere has mel'un gâlibiyetler yanında, nice rezil mağlûbiyetler de almışlardır. Bunların ve benzerlerinin hiçbirini Rasûlullah'ın askerî dehâsıyla mukayese etmek mümkün değildir. Rasûlullah bu sayılan veya sayıl(a)mayan komutanların düştükleri hatalara hiç düşmemiştir. Peygamber'in büyük askerî özelliğinin esası, en az savaşla ve savaşta (mecbûriyet varsa) en az insan öldürmesi, savaşırken hiçbir düşmana işkence yaptırmaması, savaşmayan sivillere, mâsum insanlara olduğu kadar, çevreye bile zarar vermeyi yasaklaması, esirlere her yönüyle misafir muâmelesi yapması... gibi insanî esaslardadır. O, kılıcından devamlı kan damlayan, her gittiği yeri yakıp yıkan ceberut, müstekbir bir zorba değildir. Ulu Önderimiz'in on senelik Medine hayatı boyunca bizzat katıldığı 27 gazvede ve çeşitli yerlere ashâbından birinin komutasında gönderdiği 60 kadar seriyyede, (yani Peygamberimiz zamanındaki 90 civarındaki savaşlarda) toplam 150 kişinin öldürüldüğünü görmemiz, gerçekten şaşırtıcıdır. 472. En abartılı olarak bu sayıyı âzamî 1000'e çıkaranlar vardır. Rasûlullah döneminde “Rusya hâriç, Avrupa büyüklüğünde ve üzerinde milyonlarca halkın yaşadığı, bir buçuk milyon kilometrekareden fazla bir alanda cereyan eden tüm seriyye ve gazvelerde, savaş başına düşen ölü sayısını düşündüğümüzde “büyük komutan“a hayrân olmamak mümkün değildir. Bu durum, O'nun, savaşırken de “rahmet peygamberi“ olduğunun hemen göze çarpan özelliklerindendir. (Küçük bir karşılaştırma olarak, her iki taraftan 500 000 civarında ölü ve yaralıya mal olan Çanakkale savaşının askerî açıdan nelere mal olduğu, savaş kazanmak için 190 000 Türk askerinin yitirildiğini ve zaferi büyük oranda gölgelediğini hatırlayıverelim. Dünya savaşlarındaki yamyamlığı ve hâlâ devam eden vahşî saldırıları, barbarlıkları, mâsum insanların üzerine yağan bombaları gözönüne getiriverelim!)
Rasûlullah'ın savaş esnâsında çatışmaya katılmayan yaşlıların, kadınların ve çocukların öldürülmesini yasaklayan, aşırı gidilmemesi, zulüm ve işkencede bulunulmaması, gözleri oyarak, kulak ve burun gibi uzuvları keserek müsle yapılmaması konusundaki emirleri de 473 hayranlık vericidir.
Bütün bunların yanında Rasûlullah (s.a.s.), bu askerî dehâsını, zarûret bulunmadığı müddetçe kullanmamıştı. İnsanı, savaştan, sadece korkaklık ve acziyet geri bırakmaz. Rasûlullah'ın temsil ettiği dâvâ, kuşandığı risâlet ve sahip olduğu merhamet gibi değerler zarûret olmadıkça O'nu ve bağlılarını savaştan alıkoymuştur. Bununla birlikte, mecbur olduğu savaşlarda O'nun kahramanlık ve cesâretini anlatabilecek diller, yazabilecek eller var mıdır? O, savaş ateşinin kızıştığı, vahşet ve dehşetten en yiğitlerin korktuğu zamanlarda bile savaş
472] Bkz. Hamidullah, Hz. Peygamber'in Savaşları, s. 11; A. Önkal, Rasûlullah'ın İslâm'a Dâvet Metodu, s. 125
473] Buhârî, Cihad 147, 148; Müslim, Cihad 3
- 130 -
KUR’AN KAVRAMLARI
safında askerleri arasındaydı. Kahramanlar kahramanı Hz. Ali şöyle der: “Biz, savaş kızıştığı zaman Rasûlullah’la (s.a.s.) korunurduk. Kendisinden düşmana daha yakın kimse olmazdı.“ Huneyn savaşında ordunun çoğunluğu kaçtığı ve neredeyse yalnız kendisi ok ve mızraklara hedef olduğu halde sebât etmeseydi, müslümanlar yenilgiye uğrayabilirdi. Uhud savaşında dişi kırılmış, yanağı yarılmıştı. Peygamber'in şehid edildiği haberlerine karşı Rasûlullah (s.a.s.), savaşın en can alıcı safhasında kendisinin hayatta olduğunu, dostlarına olduğu kadar düşmanlarına da yiğitçe haykırıyor; bir taraftan ordusuna moral veriyor, diğer taraftan büyük risk alıyordu. Bunlar, Rasûlullah'ın onlarca destansı kahramanlık ve cesaretinden bir-ikisi...
Mekke döneminin son günlerini düşünün. Gemisini en son terkeden kaptandı O. Önce Habeşistan'a, sonra Medine'ye müslümanları emin bir şekilde ulaştırmış, kendisine yardım edecek ve destekçi olacak insan bile bırakmadan en son hicret eden O olmuştur. Medine'de de, devlet başkanı olduğu halde bundan farklı davranmamıştı. Düşmanın baskın tehditleri etrafa yayıldığı bir zamanda, gece karanlığında etrafı kontrol maksadıyla Medine'yi dolaşması, üstün cesâretinden değilse neden ileri geliyordu? Oysa o gün Medine'de bu işleri yürütecek kimseler de vardı ve o evinde rahat uyuyabilirdi. Fakat durumu kendi gözleriyle görmek istiyor, korku O'nu bundan alıkoyamıyordu. O, askerini savaşa sokup kendisi uzaktan seyreden komutanlardan/devlet başkanlarından değildi.
Yukarıda özetlenen bütün bu özellikleri O'nun peygamberliğinin ispatıdır ve bütün bu ve benzeri güzel sıfatları, Peygamberlik ve kulluk sıfatından sonra gelir. Salât ve selâm O'na ve O'nun izinden gidenlere olsun!
Hz. Peygamber'in savaş dehâsından dolayı, İslâm devletindeki askerliğe “Peygamber ocağı“ denilir(di). O ocakta Peygamber'in imanı, ahlâkı, cihadı, kahramanlığı, Allah'ın düşmanlarına düşmanlığı, müslümanlara/insanlara merhameti... öğretilirdi. Ve İslâm askerleri, ceyş-i Muhammed (Peygamberin askeri), “Asâkir-i mansûre-i Muhammediyye“ (Muzaffer Muhammed (s.a.s.)'in askerleri), küçük birer “Muhammed“, yani “Mehmetçik“ olarak yetişirdi... Evet, İslâm devletinde böyleydi; Şimdiki durum mu?!..
Seni tanıyan Sana hayran olur. Ama Seni tanıyamadık; dostlarını unuttuk. Senin düşmanlarını teşhis edemeyen, daha da kötüsü, düşmanlarınla işbirliği yapan bir toplum içindeyiz ey Nebî! Senin savaşını/mücâdeleni bilmiyor İnsanımız. Senin mücâdelenden önemli geliyor Mustafa'lara; falan takımla filan takımın maçı! Senden başka önder ve kahraman arayışında gencimiz. Senin askerin olamadık yâ Muhammed (s.a.s.)! Senin bayrağını, senin gösterdiğin burçlara dikemedik ey Rasûl! Sığınacak bir kalemiz, hicret edecek bir yurdumuz bile yok; Medine'ler oluşturamadık, Mekke'lerimizi fethedemedik. Senin adınla birlikte yazılan tevhid sancağını yükseltmesi gereken (Muhammed'ler demeye dilim varmıyor) Mehmed'ler Coni'lerin bayrağını taşıyor. Senin adını istismar edenlere, sana ve yoluna hakaret yağdıranlara anlayacakları dilden cevap bile veremedik. Senin getirdiğin Kitap raflarımızı süslerken, senin düşmanlarının kitap(sızlık)ları beyinlerimizi, gönüllerimizi, evlerimizi, sokaklarımızı... kirletiyor. Senin özgürlüğe kavuşturduğun ruhlarımız kimlerin işgalinde bir görsen ey Rasûl, dillendiremiyoruz. Sana şikâyet için düşmanının adını zikretmekten bile çekinir olduk, korkar olduk ey korkusuz insan! Senin komutanlığına giremedi dünyamız, o
KITÂL / SAVAŞ
- 131 -
yüzden kurtulamadı insanımız. 474
Düşmanlık ve Dostluk; Tevhidin Gereğidir, İmanın Dışa Yansımasıdır
Düşmanlık ve dostluk, “Lâ ilâhe illâllah“ın ayrılmaz bir özelliğidir. Dinin temeli ve özü olan bu kelime, aynı zamanda dost ve düşmanlığı da belirler. Dostluğun temeli sevgi, düşmanlığın temeli buğz ve kindir. Din de sevgi ve buğzdur; kabul ve reddir. Bundan dolayı, kâfirlerle dostluk; Allah’ın dostluğunu kaybettiren, O’nunla ilişiğinin kesilmesini gerektiren475 büyük bir suç olduğu gibi, dalâlettir/doğru yoldan sapmaktır,476, zâlimlerden olmaktır477 ve kâfirler safına geçmek, “onlardan sayılmak“tır.478 Allah'a düşmanlık yapanları, Allah’ın düşmanlarını dost kabul etmek; Allah’ın düşmanlığını kazanmak ve imanı küfre değişmektir. Kâfirleri düşman kabul edip onlardan uzak durmak, İslâm akîdesinin bir parçasıdır. “Tâğutu reddetmek, onu inkâr etmek“ olmadan Allah'a iman, yeterli değildir, eksiktir, insanı kurtarmaz. “Kim tâğutu reddedip Allah'a iman ederse, o kesinlikle kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa sarılmıştır.“479 Tâğuta küfretmeyen, yani onu inkâr edip reddetmeyen kimse, asla mü’min olamaz. Tâğut ise, Allah’tan başka, O’na alternatif olarak ortaya konan düşünce, hayat görüşü, sistem, kişi veya şeytanlardır. Allah’ın dışında ve O’na rağmen uyulan, kendisine tâbi olunan, arzulanan, ya da kendisinden çekinilip korkulan her şeydir.
Kişi, tevhid kelimesini gönülden benimseyip diliyle ikrar etmekle, câhiliyye ve şirk inançlarının tümünü reddettiğini, şuurlu bir şekilde onlardan uzaklaştığını göstermektedir. Aynı şekilde, tevhidi benimsediği için, artık câhiliyye insanından, her çeşit müşrikten de sevgi, bağlılık, itaat ilişkilerini koparma, yani onlara dostluk sayılabilecek davranışlardan kaçınma sözü vermiş olmaktadır. O, kendi safını ve cephesini belirlemiş olmaktadır. Allah’ın ve O’nun sevdiklerinin tarafını tuttuğu için; kâfirlerden yüz çevirmek ve onlarla ilişkiyi kesmek zorunluluğu hissedecektir. “Onun için sen zikrimize (Kur’an’a) iltifat etmeyip sırt çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden yüz çevir.“ 480
Mü’min, bazı dünyevî ilişkiler kurmak, alış-veriş yapmak mecbûriyetinde de olsa, yardımlarını da görse, hâkimiyetleri altında da bulunsa, kâfirleri sevilen dostlar edinmeyecektir. Kâfirleri düşman kabul etmek, bazı görevleri yerine getirmeyi zorunlu kılar. Onları düşman kabul eden kimse, kâfir ve münâfıkları taklit edemez, onlara benzeyemez. Onlara benzeyen, onları yüceltmiş, onlardan olmuş olur.481 Mü’min, zelîl olduğuna inandığı kâfirleri, onlara karşı davranışlarıyla bilfiil aşağılarda tutmağa çalışacaktır. Bu sebeple onların ticarî kurumlarını boykot edecek, siyasî kadrolarını onaylamayacak, onları yönetici olarak kabul etmeyecek, onların câhilî kültür veren kurumlarına karşı çıkacaktır. Mü’minin düşmanlığını ispat edebilmesi için, onlardan korkmaması gerekir. “...Eğer iman
474] Ahmed Kalkan, Vuslat, sayı 5 (Kasım 2001), s. 52-55
475] 3/Âl-i İmrân, 28
476] 60/Mümtehine, 1
477] 9/Tevbe, 23; 60/Mümtehine, 9
478] 5/Mâide, 51
479] 2/Bakara, 256
480] 53/Necm, 29
481] Tirmizî, hadis no: 2696
- 132 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ediyorsanız onlardan korkmayın; Benden korkun.“482 Onlardan korkuldukça onları fiilen zelîl/aşağılık görmek mümkün değildir. Mü’min bilir ki, Allah istemedikçe bütün kâfirler bir araya gelse kendisine en küçük bir zarar veremezler. O yüzden korkulmaya lâyık zat, tüm güç ve kuvveti elinde bulunduran Yüce Allah’tır. Düşman olmak, zarûretin dışındaki beraberliğe engeldir. Bir mü’min, onların emrine girip onların hizmetinde çalışmayı çok çirkin görüp reddedeceği gibi; kendi kurumlarında da onları çalıştırmayacaktır. Diğer kuruluşlarda görev alarak yüceltilmelerine kalben rızâ göstermeyecektir.
Günümüz müslümanlarının önemli bir kesimi, dostluk ve düşmanlıktaki ölçüyü unutup farklı görüşteki müslümanlara düşman gibi davranıp onları itiyor; kendilerine şimdilik dokunmayan ılımlı kabul ettikleri kâfirlere sempati besleyerek dost gibi yaklaşabiliyor. İctihadî yorumlar ve göreceli doğrular, grup taassubundan dolayı mutlak doğru kabul edilip farklı müslümanlara düşmanca tavırlar, şiddetli eleştiriler, hatta haksız tekfirler ve onlarla dostluğa tenezzül etmemeye varan bağnazlıklar sergilenebiliyor. Bütün müslümanlarla samimi olmayabiliriz; ama samimi olduklarımız, mutlaka samimi müslümanlardan olmalı. Bütün kâfirlerle ilişkimizi koparmayabiliriz, ama onlarla gönül dostu olmamız onlardan olmak, onların dinine girmek kabul edilmeli. Dost, imandaştır, gönüldaştır, fikirdaştır çünkü. “Kişi, dostunun dini üzeredir.“483 Ve dostluk, sevgi kuru bir iddia olamaz. Allah'a dost olmak, Allah’ı sevmek, davranışla ispatlanmadıkça, kuru bir iddiadan, insanı kurtarmayan bir avuntudan ibârettir. Allah’la ve müslümanlarla dost olduğumuzu, dillendirmekten öte davranışımızla göstermeliyiz. “Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.“484 Düşmanlık da dostluk da; bedeli olan, ispatlanması gereken bir bağlılık ya da red; ilişki; veya bağları koparmaktır.
Kur’an, dostlukları ve dostları ikiye ayırır: Allah’ın dostları ve şeytanın dostları. Her insan, bu iki sınıftan birine mensuptur. Allah’ın velîsi/dostu, yani “evliyâullah“ ol(a)mayan, mutlaka şeytanın velîsi/dostu, yani “evliyâu’ş-şeytan“ dır; üçüncü bir grup yoktur. “Allah iman edenlerin velîsi (dostu ve yardımcısı)dır. Onları küfrün karanlıklarından (kurtarıp iman) nûr(un)a çıkarır. Küfredenlerin dostları ise tâğuttur. O da onları (insanî fıtratları olan İslâm’ın) nûrundan (ayırıp) karanlıklara çıkarır. İşte onlar ateş ashâbıdır (cehennemliktir). Onlar orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcıdırlar.“ 485; “İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfir olanlar da tâğut yolunda savaşırlar. (Ey mü’minler!) siz şeytanın evliyâsı (velîleri, dost ve yandaşları, ordusu olan kâfirlerle) savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.“ 486
Ashâb-ı kirâmdan Cerîr bin Abdullah Peygamberimiz’e bey’at ederken, kendisinden şu şartla bey’at yapması istenmiştir: “Herbir müslümana öğütte bulunmak ve herbir kâfirden uzak durmak.“ 487
“Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilene iman etmiş olsalardı, onları (müşrik, kâfir, hristiyan, yahûdi ve münâfıkları) dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu fâsıktır,
482] 3/Âl-i İmrân, 175
483] Tirmizî, Zühd 45; Ahmed bin Hanbel, 16/178
484] 3/Âl-i İmrân, 31
485] 2/Bakara, 257
486] 4/Nisâ, 76
487] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 6/357-358
KITÂL / SAVAŞ
- 133 -
yoldan çıkmışlardır.“488; “...İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır!“489 Kâfirleri dost kabul etmek, iman ile çelişmektedir. Hem iman, hem de onları dost edinme olayı, ikisi beraber bir kalpte toplanamazlar. İman, onları dost edinmemeyi gerektirmektedir. Düşmanlık ve dostluğun imanla ilgisi değerlendirilmediğinden, bugün müslümanların çoğunluğu açısından dost-düşman karışmış, düşmanlarının oyununa gelen müslüman yığınlar, bunca zararlarına rağmen hâlâ Allah’ın düşmanlarının ve kendisinin düşman olması gerekenlerin yardımcısı, destekleyicisi, emrindeki memuru, hizmetçisi, kulu-kölesi, askeri... olabilmektedir. “Müslümanım!“ diyen nice insan, kâfirlerin koyduğu küfür kanunlarına, onların ortaya attığı felsefî düşünce ve dünya görüşlerine, ideolojilerine sevgi besleyebilmekte, onlara gönül rızâsıyla uyup teslim olabilmekteler. Hanımlarını, kâfirlerin hanımlarına benzetebilmekte, onlar gibi giyinmelerini (soyunmalarını) ilericilik ve çağdaşlık kabul edebilmekteler. Allah ve Rasûlü’yle savaş demek olan fâiz490 olmaksızın ticarî hayatı düşünememekteler...
Kâfirlerle dostluk kurmanın tehlikesi bütün müslümanlaradır. Böyle bütün müslümanlara zarar getiren bir olay, bir kimsenin sadece kendisinin kâfir olmasından da büyük bir tehlike ortaya koyar. Birinin zararı, topyekün müslümanlara iken, diğerinin sadece kendisinedir. Kâfirlere karşı olan dostluğun özellikleri şunlardır: Kâfirlerin küfrüne rızâ göstermek, onları tekfir etmemek, onların bâtıl dünya görüşlerini tasdik etmek, onları velî, yani dost ve yönetici olarak kabul etmek, onları işbaşına geçirmek, onları sevmek, onlara uyup itaat etmek. İşte bütün bunlar, kişinin kâfirleri dost kabul ettiğini, yetkisini onlara verdiğini göstermektedir. Kişi, dostluk, sevgi ve rızâyı kâfirlere gösterirse, bu küfrü gerektirir. Şâyet sevgi ve rızâ, mü’minlere karşı ise, bu da imanın gereğidir.
İnsan, dostunu ve düşmanını tanımak zorundadır. Hz. Âdem ve Havvâ’ya, yaratıldıkları ilk zamanlarda Allah düşmanlarını tanıttı, onları uyardı. “Muhakkak bu (İblis) sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra zahmet çekersin. Çünkü senin acıkmaman ve çıplak kalmaman ancak burada mümkündür ve sen burada susamazsın ve sıcaktan bunalmazsın.“491 İnsanın ilk yanlışı, düşmanını dost zannetmesiyle oldu; insanın cenneti kaybetmesinin sebebi, düşmanına karşı tedbir almayışı, onun hile ve tuzaklarına kanmasıdır. Bırakın insanı, hayvanlar bile düşmanlarını bilir; kendisini ve neslini düşmanından korumaya çalışır. Bir tavuk, özellikle yavrusunu düşmanından sakınmak için, nasıl fedâkârlık ve kahramanlık yapar, gözleyenler bilir.
Dostluk-düşmanlık konusunda hatırımızdan çıkarmamamız gereken özelliklerden biri de, “gâvurun atına binen, onun kılıcını kuşanır“ atasözünün ve “bugün yardım alan, yarın emir alır“ vecîzesinin gerekleridir. Hırsızı yakaladığımızı zannederken, hırsız tarafından yakalanan konumuna düşmemeli, ava giderken kendimiz avlanmamak için tedbirler almalıyız.
Düşmanın Silâhıyla Silâhlanmak: “Düşmanınızın silâhıyla silâhlanın“ sözü, bazılarınca hadis olarak ifade edilmekte ve İslâm dışı çalışmaların, metod ve yöntemlerin delili olarak sunulmaktadır. Kütüb-i Sitte’de ve benzeri hadis
488] 5/Mâide, 81
489] 5/Mâide, 51
490] 2/Bakara, 279
491] 20/Tâhâ, 117-119
- 134 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mecmualarında bulunmayan bu söz, kesinlikle hadis-i şerif değildir; Kur’an’a da, selim akla da aykırı, yanlış ve gayr-i meşrû bir tavsiye ve yönlendirmedir. Düşmanlar, İslâm’ın cevaz vermediği araçları silâh olarak kullanırsa müslüman ne yapacaktır? Sözgelimi, bazı düşmanlar, dâvâları için kendi karılarını ve kızlarını bile fesat öğesi şeklinde silâh olarak kullanabilmektedir. Ayrıca Kur’an, düşmanları korkutacak silâhlar hazırlamayı emrediyor. “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'’n bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcasanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.“492 Düşmanının silâhıyla silâhlanan bir mü’minden, kendisinde de aynı ve belki daha gelişmişi olan düşman nasıl korksun? İsrâil, kendisinin sahip olduğu cinsten benzer silâhlara sahip olduğu halde yönetimi yahûdiyle dost olan ülkelerdeki müslüman askerlerden mi, yoksa ölümden korkmayan, iman eri ve şehâdet adayı olan taştan başka silâhı olmayan çocuk yaşlardaki fedâilerden mi korkmaktadır?
Hiç düşmanı olmamak da bir kusurdur. Meziyetleri olanın, sosyal faâliyetlerde bulunan, kişiliği olan ve izzet sahibi kişilerin mutlaka düşmanları da vardır. Düşmanı bulunmayan kimse, ot gibi yaşayan kimsedir. Düşmanı olmamak fazilet olsaydı, peygamberlerin düşmanı olmazdı. Hâlbuki onların, diğer insanlardan daha azılı ve daha çok düşmanı vardı. “Böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık.“493; “(Rasûlüm!) İşte Biz böylece her peygamber için günahkârlardan düşman(lar) kılarız.“494 İyilik ve erdem, düşmanı olmamak değil; düşmanlarına haksızlık etmemek, haddi aşmamaktır. Onlara sövme ve çirkin hakaret düşmana bile yapmamak, bu kötü tavırları silâh olarak kullanmamaktır.
Düşmanların bazı faydaları da vardır. Mikropların alyuvarların savaşçılığını, canlılığını arttırdığı gibi. Düşmanlar, kişilere görevlerini hatırlatır, hızlarını ve derecelerini arttırır. Düşman, kişiye boyunun ölçüsünün ne kadar olduğunu gösteren iyi bir ölçüttür. Düşmanı, insanın kendi hatalarını görmesini sağlar. Cihad gibi, gazilik ve şehitlik gibi, yiğitlik ve kahramanlık gibi faziletler, düşman sâyesinde elde edilir.
Cihad ve Mücâhede
Cihâd: ‘Cehd’ veya ‘cühd’ kökünden türeyen ‘cihâd’, Kur’an’ın anahtar kavramlarından biridir. Cihad kelimesi Kur’an’da farklı formlarda kırk bir yerde geçmektedir. Cehd veya cühd, kararlı ve şuurlu bir şekilde gayret etmek, zorluklara karşı çaba göstermek, çalışmak gibi anlamlara gelir. Aynı kökten türeyen ‘cihad veya mücâhede’ sözlükte, düşmanın saldırısına karşı koymak üzere elinden geleni yapmak, bütün gayreti harcamak demektir.
Bu düşmanın insanın içinde veya dışında olması farketmez. Mü’min, kendine zarar vermek üzere saldıran düşmanlarına karşı koymaya çalışır, onların zararlarını uzaklaştırmada gayretli olur. Mü’minlerin kararlı ve şuurlu çabalarının bedenle yapılanına ‘cihad’, ruhsal olanına ‘mücâhede’, fikir ve İslâmî ilimlerde yapılanına da ‘ictihad’ denilir. “Allah yolunda gayret göstermek, çaba sarfetmek“
492] 8/Enfâl, 60
493] 6/En’âm, 112
494] 25/Furkan, 31
KITÂL / SAVAŞ
- 135 -
anlamlarına gelen ‘cihad’, her üç mânâyı da içerisine almaktadır. Allah yolunda yapılan bütün çalışmalar, Allah’ın adı yükselsin diye gösterilen gayretler, O’nun dini İslâm’ı savunmak için ortaya konan çabalar tümüyle ‘cihad’ diye nitelendirilir. Bununla birlikte; bedeniyle, organlarıyla, malıyla cihad edene veya mânevî yönünü olgunlaştırmak için çaba sarfedene ‘câhid ve mücâhid’, İslâmî hükümleri ortaya koymak için gayret edene de ‘müctehid’ denilmektedir.
Mü’minin, Allah tarafından kendisine emânet olarak verilen bedeni, malı ve zihinsel imkânları Allah yolunda harcaması, İslâm yolunda kullanması cihaddır. Kelimenin sözlük anlamından da anlaşıldığı gibi ‘cihad’ bir saldırı değil, olabilecek bir saldırıya karşı yapılan bir savunmadır. Bu saldırıyı savabilmek üzere çaba göstermek, çalışmaktır. O bir anlamda insanın mutluluğuna giden yoldaki engelleri kaldırmaktır. Kur’an, “cihad“ kavramı ile fiilî savaş olan “kıtal“ kavramını ayrı ayrı kullanmaktadır.
Cihad Saldırı mıdır? İslâm’ın yanlış anlaşılan emirlerinden biri de cihaddır. Özellikle Batılı araştırmacılar cihadın bir saldırı olduğunu, İslâm’ın bu saldırı yoluyla yayıldığını, müslümanların saldırı anlamındaki cihad emrine uyarak başka ülkeleri işgal ettiklerini ısrarlı bir şekilde iddia ederler. Müslümanlar sözkonusu olunca, yerli-yersiz ve doğru-yanlış tezler ileri süren Batılılar “cihad“ın müslümanlar tarafından saldırı amacıyla kullanıldığını ve bunu da “kutsal savaş“ şeklinde anladıklarını ileri sürerler.
Cihadın anlamı ve işleyiş şekli yakından incelense, cihada izin verilen şartlara yeniden bakılsa, durumun iddiâ edildiği gibi olmadığı görülecektir. Cihad kavramının karşılığı ‘savaş’ kelimesi değildir. Çünkü ‘cihad’la savaş sözcüğü arasında hem nitelik hem de nicelik farkı vardır. Kıtâl/savaş, salt askerî harekât olup güce dayanır. ‘Cihad’ ise askerî operasyon da dâhil İlâhî hedefler uğruna gösterilen bütün çabaları içerisine alır. Bu demektir ki cihad; kutsal bir gâye uğruna ortaya konulan her türlü fikrî, fiilî ve kalbî çalışmanın ortak adıdır.
İslâm’a göre; “dinde zorlama yoktur“495 Yani insanlar diledikleri dini seçebilirler. İnandıkları din ne kadar yanlış ve saçma olsa bile bu konuda zorlama söz konusu olamaz. Çünkü inanma bir gönül işidir. Bir şeyin doğruluğu ve hak oluşu ancak akıl ve kalp ile kabul edilir; silâh zoruyla kimseye bir şey sevdirilemez. Üstelik, Allah (c.c.) insanlara irâde hürriyeti vermiştir. Onlar, hak ile bâtıl arasında seçim yapma hakkına sahiptirler. Bu seçimlerinin sonucu tamamen kendilerini ilgilendirir. Herkes neticesine katlanmak şartıyla bâtılı da seçebilir; kişilerin cehenneme gitme tercih ve özgürlüğü de vardır.
Ancak, bazı insanlar kendi halinde bir din seçmekle kalmayıp başkalarına zorla kendi dinlerini benimsetmeye çalışırlar. Kimileri, insanlar üzerinde hâkimiyet kurmak ister. Kimileri İslâm’ın dâvetinin önünü kesmeye, insanların İslâm’a ulaşmasını engellemeye çalışırlar. Kurdukları tuzak ve düzenlerle insanları kandırmaya, hak yoldan saptırmaya, Allah’ın indirdiklerini bırakıp zulümle yönetmeye, halkın gönüllerini işgal etmeye çaba gösterirler. Bazıları da, müslümanlara ve onların yaşadıkları yerlere saldırıp topraklarını işgal etmek, insanlarını yönetimleri altına almak isterler. İşte bu gibi durumlarda “cihad“ gündeme gelmektedir.
Müslümanlara veya onların yaşadıkları topraklara düşmanları saldırdığı
495] 2/Bakara 256
- 136 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zaman, müslümanlar sessiz mi kalsın? Allah’ın dinine hakaret edilirken, insanlar zorla veya hile ile İslâm’dan uzaklaştırılırken; müslümanlar hiç bir şey yapmasın mı? Birtakım zâlimler, halka, zayıf bırakılmışlara zulmederken, müslümanlar başlarını kuma mı gömsünler? Güçlüler ve zenginler yeryüzüne istedikleri gibi yön versinler, fitneyi artırsınlar, insanları sömürsünler, onların zenginliklerini yağmalasınlar ama müslümanlar aldırmasınlar mı? Allah’a kul olmak isteyen nice iyi niyetli insanın önüne şeytanî tuzaklar kurulsun da, müslümanlar kıllarını kıpırdatmasınlar, bu doğru olur mu?
Kaldı ki cihad yalnızca mü’minlerin dış düşmana karşı yaptıkları bir savunma değildir. Cihad, aynı zamanda kişinin kendi nefsinin kötü isteklerine karşı direnmesi, İblisin kandırmalarına karşı koymasıdır. Bu ise mü’minin hayatı boyunca yapması gereken bir ‘mücahâde’dir. Çünkü gerçek müslümanlık, ancak şeytana uymamakla, nefsin kötü emirlerine karşı çıkmakla yerine getirilir. Müslümanların kendilerini, dinlerini ve vatanlarını korumak için onlara farz kılınan cihad emrini yanlış anlayanlar, cihadsız bir İslâm istiyorlar. Onlar, yeryüzünde diledikleri gibi at koşturacaklar, istediklerini yapacaklar, hatta müslümanlara yön vermeye kalkışacaklar, ama müslümanların bir tepkisi olmayacak. Böylesine sessiz, tepkisiz, pısırık bir din istiyorlar.
Şeytan ve onun yardımcıları olduğu, bazı insanların yeryüzünü ifsat etmeleri, azıp sapmışların çıkardıkları fitne (bozukluk, isyan, kâfirlik) devam ettiği müddetçe; cihad da var olacak; cihada ihtiyaç duyulacaktır. Kıyâmete kadar kıyâm ve cihad ateşi yanmaya devam edecektir.
Cihadın Amacı ve Kapsamı: Cihadın gâyesi, toplumdaki fitneyi kaldırmak, zulümleri önlemek, insanlara Allah’ın adını ulaştırabilmektir. Hak bayrağını yüceltmektir. İnsanları baskılardan ve zulümlerden kurtarmaktır. İslâm ile insanların arasındaki engelleri ortadan kaldırmaktır. Onların rahat bir şekilde İslâm’ı tanımalarına fırsat vermektir.
İslâm savaş realitesini göz ardı etmez. Çünkü savaşın tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Savaş bazen arzu edilmese de kaçınılmaz olur. Müslümanlar asla mal toplamak, toprak ele geçirmek, insanlara hükmetmek, onlara karşı büyüklük taslamak, onları öldürmek, zenginliklerini yağmalamak, insanlardan intikam almak için cihad etmezler. Bunların hiç biri İslâm’da yoktur. İslâm, savaşı, ekonomik, sosyal ve siyasal hegemonya aracı olmaktan kurtararak insanî hedeflerin gerçekleşmesinde, gerektiği zaman başvurulacak bir metod olarak kabul eder. Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta da şudur: Başkalarının savaşları özünde profandır ve dünyalık amaçlar uğrunda yapılırken, İslâm’ın cihadı Allah rızâsı için yapılır ve özünde âhirete âit bir boyutu vardır.
Bu anlamda cihad, bir ibâdettir. Çünkü cihad İslâm’ı, yani Allah’ın insanlar için seçtiği iki dünya saadetini insanlara taşıma çalışmasıdır. İnsanların zulmün ve tuğyânın karanlıklarından, İslâm’ın aydınlığına bir davettir. İnsanlara o aydınlığı onlara ulaştırma faaliyetidir. Bu nedenle cihada bir ‘yürek fethi’ gayreti de denilir. Yani karanlıkta kalan insanların gönüllerini İslâm’a ve onun güzelliklerine açma çabası.
İslâm dâvetinin amacı insanlardan bazılarının diğerleri üzerinde rableşmesini önlemek, hakların sahiplerine ulaşmasını sağlamak ve onları mutluluğa
KITÂL / SAVAŞ
- 137 -
ulaştırmaktır. Ancak bazen insanla bu mutluluk arasına maddî veya mânevî engeller girebilir. Bu engeller kimi zaman fiziksel, kimi zaman düşünsel; bazen bireysel, bazen toplumsal, bazen de kurumsal olabilir. Bu engeller kimi zaman resmî odaklar tarafından tezgâhlanabilir.
Günümüzde insanlık, mesafelerin ve yerleşim alanlarının yakınlığına, iletişimin son derece artmasına rağmen, bir iletişimsizliği, bir yalnızlığı yaşıyor. Aynı mahalleyi, aynı apartmanı, hatta aynı mekânı paylaşan kişiler arasında bile bir yabancılık söz konusu. Yürekler arasındaki bağlar ve ünsiyet azaldı. Onun yerine kalın duvarlar örüldü.
Cihad faâliyeti, saâdetin ta kendisi olan İslâm’la insanlar arasına, giderek yürekler arasına konulan engelleri, yapılan duvarları ortadan kaldırma çalışmasıdır. İnsanları kendi gerçekleriyle, Rablerinden gelen gerçekle ve bunun sonucu iki dünya mutluluğu ile buluşturma, insanların yüreklerini ilâhí güzelliklere açma gayretidir. Müslümanlar cihad faâliyeti ile insanlığın eskimez değerleri olan İslâm’ın güzelliklerini insanlara, yine onun dilini kullanarak taşırlar. Onlar İslâm’ın getirdiği mutluluğu fiilen tadarak, başka yüreklere de bu aşkı götürmek isterler. Bu çalışmayı yapanlar insanı ‘Allah’ın indirdiği bir âyet-kitap’ olarak değerlendirirler. Onların da ‘vahy-i metluv -okunan vahiy’ olan Kur’an’la buluşmaları için çalışırlar. 496
Görüldüğü gibi cihadın kapsamı ve hedefi bazılarının sandığı gibi ne saldırı ne de savaştır. Ancak yeri gelince dış düşmana karşı fiilî cihad dediğimiz ‘kıtal-savaş’ gündeme gelir. Müslümanlara yapılan saldırılara cevap vermek, onların zararlarını önlemek İslâm’a inananların hem hakkı hem de görevidir. Cihad faâliyeti aynı zamanda insanların kendi istekleriyle müslüman olmalarını sağlayacak bir ortamı da hazırlar.
Kur’an-ı Kerim, cihad ve savaş kavramların tamamen “Allah yolunda cihad“ (fî sebîlillâh) şeklinde kullanmaktadır. Öyleyse Allah rızâsının dışına çıkan bir savaş İslâm’ın emrettiği cihad değildir. Hz. Muhammed (s.a.s.) bütün bir peygamberlik hayatı bir cihad faâliyetidir. Çünkü onun görevi bir peygamber olarak insanlara Allah’ın dinini tebliğ etmek, insanların İslâm ile iki dünya saadetine kavuşmalarını sağlamaktı. Onun bu uğurdaki çabası, gayreti, çektiği sıkıntılar, hedefi ve beklentileri; cihad ibâdetinin boyutlarını gösterir.
Ancak fiilî cihad -kıtal-“, İslâm tarihinde ilk defa Peygamberimizin ve müslümanların Medine’ye hicret edip bir toplum ve devlet kurmalarından sonra farz oldu. Bilindiği gibi Mekkeliler, müslümanları İslâm’dan döndürmek için her yolu denediler, başaramayınca onları Mekke’den sürüp çıkardılar. Bununla da kalmayıp onları Medine’de de öldürmek, yok etmek için ordular hazırladılar. Böyle bir ortamda müslümanlara kendilerini savunmak için ‘kıtâl-savaş’ izni verildi. Fiilî cihadın müslümanlara farz kılınış şekli, cihad anlayışını ortaya koymaktadır. Bu konuyu yanlış anlamak isteyenlere de net bir cevap vermektedir 497.
Müslümanlar savaş istemezler. Ama kendilerine saldırı olursa sabırla direnirler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda çaba gösterirler.
496] M. İslamoğlu, Yürek Fethi, s. 36-43
497] 9/Tevbe, 40
- 138 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Cihadın Fazileti: Allah, kendi yolunda cihad etmeyi emrediyor. Bu yolda canlarıyla ve mallarıyla çalışanları övüyor.498 Allah yolunda mücâdele eden mücâhidelerin dereceleri, evlerinde oturanlardan daha yücedir.499 Peygamberlerle beraber Allah yolunda yılmadan, gevşemeden mücâdele eden sabırlı Rabbânîleri sever.500 Allah yolunda cihad edenler ‘şehid’ olurlar ve onlar ölmezler, Allah katında diridirler. 501
Neye Karşı Cihad? Cihad üç şeye karşı yapılır: 1- Açık bir düşman saldırısına karşı, 2- Şeytanın hilelerine karşı, 3- Nefsin, şeriata aykırı isteklerine karşı.
Açık bir düşmana karşı cihadın da iki yönü vardır:
a- Mü’minlere saldıran kâfirler ve münâfıklara karşı; Bunlarla cihadın da kolaydan zora doğru dört aşaması vardır: 1- Gönülden râzı olmama 2- Onların yaptıklarına karşı çıkma, dil ile kötülüklerini önlemeye çalışma, 3- Mal ve diğer meşrû maddî araçları kullanarak onların zararlarını savma çabası, 4- Son olarak beden, el ve diğer araçlarla onların saldırılarını ve zararlarını önlemeye çalışma, yani kıtâl -fiilî savaş-.
b- Zâlimlere karşı cihad; Zâlimin yanında hak olan şeyi söylemek, onun zulmüne engel olmaya çalışmak bir cihaddır. Nitekim Kur’an-ı Kerim, “bizi bu zâlimlerden kurtarın diye yalvaranlar uğruna cihad edin“ diye emrediyor. 502
Beden ile cihad; mü’min gerekirse bedeniyle, canıyla Allah yoluna çıkar, çalışır, çaba sarfeder, Allah adını yüceltmek için gayret eder. Canını Allah yolunda vermekten çekinmez.
Mü’minler İslâm’a aykırı olmayan bütün araçları kullanarak; bugün özelde müslümanları, genelde bütün insanlığı tehdit eden, onların mutluluğuna engel olan kötülüklerle mücâdele etmeli ve insanlara İslâm’ın güzelliklerini ulaştırmalıdırlar. İnsanlığın gerçekten bu çabaya, bu çalışmaya her zamankinden daha fazla ihtiyacı bulunmaktadır.
Mücâhede: Mücâhede kavramının türediği ‘cehd’ veya ‘cühd’, sözlükte çaba sarfetme, kararlı ve şuurlu bir şekilde gayret göstermek demektir. Cihad ve mücâhede ise, düşmanın saldırılarına karşı koymak üzere çaba göstermek demektir. İki kavram da aynı anlama gelmekle beraber, cihad daha çok bedensel çabalar için, mücâhede ise daha çok ruhsal çabalar için kullanılmaktadır. Cihad, bilindiği gibi, Allah yolunda, Allah’ın adını yüceltme uğruna çaba gösterme, savaşma ve çalışmadır. Cihad, açık bir düşmana karşı, nefse ve şeytana karşı yapılır. Bunlardan açık düşmana karşı mücâdele etmeye (cihad), nefse ve şeytana karşı mücâdele etmeye de ‘mücâhede’ diyebiliriz.
Cihad veya mücâhede, mü’minin İslâmî hayatını ve müslüman toplumu her açıdan korumak için gerekli bir çabadır. Cihad, İslâm düşmanlarına karşı savunma amacıyla yapılır. Allah’ın adını yüceltmek, insanların müslüman olmalarının önündeki engelleri kaldırmak ve yeryüzünden fitne ve zulmü yok etmek üzere
498] 8/Enfâl, 72; 9/Tevbe, 41
499] 4/Nisâ, 95
500] 3/Âl-i İmrân, 146
501] 2/Bakara,154; 3/Âl-i İmrân, 169
502] 4/Nisâ, 75
KITÂL / SAVAŞ
- 139 -
yapılır. Cihad veya mücâhede, Allah’ın mü’minlere kesin emridir.503 Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin dereceleri çok yüksektir, mükâfatları boldur.504 Mü’minler, dünyayı, içindekileri, meskenleri cihaddan çok severlerse, Allah onlara cezâ verir.505 Allah (c.c.) cihad emri ile mü’minleri imtihan etmektedir. 506
Cihad veya mücâhede Allah (c.c.) rızâsı, O’nun adı yüce olsun için ve sevap kazanma amacıyla olursa bir anlam ifade eder.507 Dünyalık bir çıkar için, şöhret, yağma ve intikam alma uğruna mücâhede edenler Allah yolunda değillerdir.508 Nefse ve şeytana karşı yapılan mücâhede, şüphesiz mü’minin takvâ derecesine ulaşmasını sağlar. Nefsinin isteklerini sınırlamayan azgınlığa ve sapıklığa düşer. Şeytanın aldatmalarına erken kanar. Mücâhede, mü’mine İslâm ahlâkı kazandırır.
Müslüman nefsinin haklı isteklerini karşılar. Çünkü hayatın devamı için buna ihtiyaç vardır. Aşırı isteklerine (şehvetine), hazlarına, hırslarına ise sınır koyar. Aslında nefsini terbiye etmek, nefsi Allah’ın huzurunda teslim olmaya, İslâmî emir ve yasakları yerine getirebilir bir olgunluğa ulaştırmaktır. Bu bir anlamda onu İslâmî ilkelere, ibâdetlere, Allah için fedâkârlık yapmaya râzı etmektir. Mücâhede; bu gayretin, bu çabanın, bu hedefin tatlı bir metodudur.
Mücâhid: Cehd kelimesinden türemiş bir kavramdır. Cihad eden demektir. ‘Cehd veya cühd’ sözlükte, güçlük ve zorluğa katlanmak, gayret etmek demektir. Aynı kökten gelen ‘cihad ve mücâhede’ sözlükte, düşmana karşı savunma yapmak için zorluğa katlanmak demektir. Mücâhid, işte bu zor çalışmayı yapan, cihad ve mücâhede eden insandır. Din işlerinde bilinmeyen birtakım meseleleri, bütün gücünü kullanarak, zorluğa katlanarak, sabırla çözmeye çalışma, sorumluluğu yüklenme nasıl ‘ictihad’ ise; iç ve dış düşmanların zararını savmak, onların saldırılarını önlemek için gücünü ortaya koymak, bu zor işi yapmak üzere gayret etmek, beşerî arzu ve isteklere karşı mücâdele vermek de cihad ve mücâhededir. Mücâhid, cihad ve mücâhede yapan insandır.
Kelimenin sözlük anlamından da anlaşıldığı gibi cihad, başkalarına saldırmak değil, aksine başkalarından gelebilecek bir saldırıya karşı koyabilmenin, insanın mutluluğuna giden yoldaki engelleri kaldırmaya çalışmanın adıdır. Mücâhid, her ne sebeple olursa olsun, başkalarına saldıran değil; insanlarla İslâm’ın getirdiği mutluluk arasında bulunan engelleri kaldırma gayretinde olan, kendine, inancına, değerlerine ve vatanına yapılan saldırılara karşı koyan, kendi değerlerini korumak için çalışan insan demektir.
Cihad, aynı zamanda bir ibâdettir. Çünkü o, bir mü’minin kendi tattığı İslâmî mutluluğu başkalarına da taşıma işidir. Müslümanlar cihad faâliyetleriyle diğer din mensuplarının gönüllerini İslâm’a açarlar. Savaşların kayıpları ‘ölü’ olarak, cihadın kaybı ise ‘şehid’ olarak unvan kazanır. İslâm’ı ve müslümanları etkisiz hale
503] 5/Mâide, 35; 9/Tevbe, 41; 22/Hacc, 78; 2/Bakara, 190; 4/Nisâ, 76 vd
504] 61/Saff, 10-12; 5/Mâide, 5
505] 9/Tevbe, 24
506] 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16
507] Buhârî, Cihad 15, 4/24; Müslim, İmâret 149-151, hadis no: 1904, 3/1512; Ebû Dâvud, Cihad 26, hadis no: 2517, 3/14; İbn Mâce, Cihad 13, hadis no: 2783, 2/931; Tirmizî, Cihad 16, hadis no: 1646, 5/179; Nesâî, Cihad 21, 6/20
508] Ebû Dâvud, Cihad 25, hadis no: 2516, 3/14; Nesâî, Cenâiz 61, 4/49
- 140 -
KUR’AN KAVRAMLARI
getirmek, müslümanları kendi yönetimleri altına almak, sahip oldukları bütün zenginlikleri yağmalamak isteyenler, cihadsız bir din/İslâm(!) istiyorlar. Böylece saldırılarına ve sömürge isteklerine karşı koyabilecek bir iman gücü kalmaz, işleri daha kolay olur.
Cihad kavramı savaş (kıtal) kavramından daha geneldir. Birçok müslümana mücâhid denilebilir. O belki de düşmana bir kurşun bile atmamıştır. Ama onu bütün davranışlarında hak ve ihlâsa uymuştur. Haksızlıklardan ve kötü niyetlerden uzak durmuştur. Allah’a kulluk yolunda gevşeklik ve tembellik göstermemiştir. Allah’ın dini uğrunda çalışmış, gayretini göstermiş, fedâkârlık yapmıştır.
Allah yolunda cehd eden mücâhidlerin derecesi çok yüksektir. Allah (c.c.) onlara yüce bir makam verdiğini, onlara çok büyük mükâfat hazırladığını haber vermektedir. Onların yaptığı iş, öyle hafif bir iş değildir. Sıradan bir ibâdet de değildir. Onlar, her türlü zorluğu, meşakkati ve tehlikeyi göze alarak Allah yolunda çalışırlar. Zevklerinden, nefislerinin isteklerinden sırf Allah rızası için vazgeçerler. Allah’ı sevdikleri için, iblisin nefisleri okşayan, insanın hoşuna giden davetine uymazlar, onun kandırmalarına karşı direnirler. Allah’ın dini uğruna mallarını harcamaktan geri kalmazlar. Bu harcamayı gönül rızası ile yaparlar. Bundan asla bıkmazlar. Nefislerin mala karşı olan aşırı sevgisine rağmen onlar, Allah rızasını kazanmak, diğer mücâhidlere destek olmak için mallarını verirler. Onlar, bir insanın kurtuluşuna sebep olmanın, onun kalbini İslâma açmanın değerini bilirler. Allah yolunda çalışmanın getirdiği zorluklara ve mahrumiyetlere (yoksunluklara) aldırmazlar. Tehlikeleri göze alırlar. Ölümden korkmazlar, gerekirse canlarını bile bu uğurda seve seve verirler. Onlar, Allah’ın vaad ettiği şeye kesinlikle inanan insanlardır.
Kur’an’ın ifâdesine göre, müşriklerin birçoğu müslümanları kendi dinlerine çevirme gayretinden asla geri kalmazlar.509 Bu gerçek, geçmişte böyle idi, zamanımızda da böyledir. Onlar, gelecekte de müslümanları kendi yollarına çevirme çabasından vazgeçmeyecekler. Müslümanlar onların dinlerine dönünceye kadar onlardan hoşlanmazlar.510 Güçleri yettiği zaman çeşitli yollarla bu isteklerine kavuşmaya çalışırlar. Gerekirse sıcak savaşla, işgalle, katliamla, kültürel yollarla, aşağı görmekle, medya ile ticaret ve iktisat ile kandırma ve siyaset ile müslümanları mağlûp etmeye çalışırlar. Tarih ve günümüzde gördüğümüz tecrübeler, yaşadığımız olaylar bunu bize açıkça ispat etmektedir.
Öyleyse bütün bu yanlışlara karşı, bütün bu kötü niyetlere karşı müslümanların sessiz kalması beklenmez. Kendilerine ve dinlerine ne yapılırsa yapılsın, ne söylenirse söylensin, onların karşılık vermemesi düşünülemez. Herkesin kendini ve kendine ait değerlerini koruma hakkı vardır. Ancak özellikle emperyalist amaç güden kimi topluluklar kendilerine saldırı hakkı tanırken, başkalarına savunma hakkı bile tanımak istememektedir. Müslümanlara ve İslâma zarar vermek isteyenler oldukça, Allah’ın dini uğruna çalışanlar da, mücâhidler de olacaktır.
Cihad, bir başka deyişle, bir anlamda gerek kişinin hayatında gerekse toplum hayatında İslâmî yaşamının önündeki engellerle uğraşmak demektir. Allah’ın hidâyeti olan İslâm’ı başkalarına ulaştırmanın, yani İslâm’ı tebliğ etmenin
509] 2/Bakara, 217
510] 2/Bakara, 120
KITÂL / SAVAŞ
- 141 -
önündeki engelleri kaldırmaktır. Bir insanın, İslâm’ı daha iyi yaşamasına ayak bağı olan İblis ve nefsinin kötü istekleriyle mücâdele etmesidir. Bazı insanlar, İslâm kendilerine ulaşırsa belki müslüman olacaklar ve kurtulacaklar. Bazı insanlar da İslâm’ı daha iyi yaşamak ister, ama içinde bulunduğu şartlar ve topluma yön veren kişiler ve kurumlar onu günâha, isyana, kötü ahlâka götürebilir. Cihad işte bu kötü şartlarla, kötü kişiler ve kurumlarla, insanları isyana götüren şeylerle mücâhede etmenin yoludur.
Mücâhidlerin Özellikleri: Adına cihad ve sâlih amel denilen güzel çalışmaları mücâhid yapar. O, bir taraftan kendi hayatındaki kötülüklerle ve iblisle mücâhede ederken, bir taraftan da insanları isyana ve tuğyana (azgınlığa) götüren şartlar ve kişilerle mücâdele eder. İnsanların hidâyete ulaşmasının önündeki engelleri kaldırmayı çalışır. Bu iş zor, riskli, yorucu ve biraz tehlikelidir. O yüzden mücâhidlerin yaptıkları çalışmalar son derece değerli ve yücedir.
Allah yolunda ilk mücâhid olan ‘Muhâcir’ ve ‘Ensâr’ Allah tarafından övülmektedir: “Doğrusu iman edip hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler ve hicret edenleri (Muhacirleri) barındıranlar ve canlara yardım edenler (var ya) işte onlar birbirlerinin velisidirler (dostudurlar).“ 511. Böyle olanlar Allah’ın affına ve büyük bir rızka kavuşurlar.512 Mücâhid, dünya çıkarı uğruna, şöhrete kavuşmak için, adını (namını) yüceltmek için veya soyunun adı duyulsun diye cihad etmez. O yalnızca Allah yolunda mücahâde eder. 513
Mücâhid, kendi hayatında ve toplum hayatında İslâm’ı yaşamanın önündeki engellerle, İslâm’ın ve İslâmî hayatın düşmanlarıyla, onları gerçek mutluluğa kazandırma amacıyla mücâdele eden (çalışan) mü’mindir. 514
Gazve ve Seriyye
Gazve, lügat anlamı olarak “akın, saldırı, din uğruna yapılan savaş“ demektir. Hadis ve siyer âlimlerinin kabul ettiklerine göre, asker sayısı az veya çok olsun, savaş için yahut başka bir maksatla, çarpışma yapılmasa bile Hz. Peygamber’in bütün askerî seferlerine gazve denilir. Peygamberimizin katılmadığı, bir sahâbînin kumandası altında gönderdiği askerî birliklere de seriyye denilir.
Vâkıdî ve İbn Sa’d’a göre Hz. Peygamber’in emir ve kumandasında yirmi yedi gazve gerçekleştirilmiştir. İbn Sa’d, Hz. Peygamberin gazvelerini şöyle sıralar: Ebvâ (H. 2/M.623), Buvât (2/623), Bedru’l-Ûlâ-Sefevâ (2/623), Zü’l-Uşeyre (2/623), Bedir (2/624), Benî Kaynuka (2/624), Sevik (2/624), Karkaratülküdr (3/624), Gatafân (3/624), Benî Süleym (3/625), Uhud (3/625), Hamrâü’l-Esed (3/625), Benî Nâdir (4/626), Bedrü’l-Mev’id (4/626), Zâtü’r-Rika (5/626), Dûmetü’l-Cendel (5/626), Müreysî (Benî Müstalik) (5/627), Hendek (Ahzâb) (5/627), Benî Kurayza (5/627), Benî Lihyân (6/627), Hudeybiye (6/628), Hayber (7/628), (Vâdi’l-Kurâ (7/628), Mekke’nin Fethi (8/630), Huneyn (Hevâzin) (8/630), Tâif (8/630), Tebük (9/630). 515
511] 8/Enfâl, 72
512] 8/Enfâl, 74
513] Ebû Dâvud, Cihad 26, hadis no: 2516-2517, 3/14
514] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 110-116; 430-434
515] İbn Sa’d, Tabakat, 2/5-165
- 142 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Gerek strateji ve harp taktikleri, gerekse dinî ve siyasî sonuçları bakımından büyük önem taşıyan Hz. Peygamber’in gazvelerinin amacı, küfür ve bâtılın zulmünü ortadan kaldırmak, İslâmîyet’in yayılmasına engel teşkil eden unsurların tahakkümüne son vermek, yeryüzünde Hakk’ı yüceltmek, fitne ateşini söndürmek, insanları maddî ve mânevî baskılardan kurtarmak ve İslâmî gerçekleri onlara duyurmaktır. Rasûl-i Ekrem müslümanlara düşmanla gereksiz yere vuruşmayı değil; şartlar oluşup da savaş kaçınılmaz hale gelince sabredip direnmelerini tavsiye etmiştir. 516
Araplar İslâm’dan önce çöl hayatının ağır şartlarını yağma ve baskınlar için bir sebep gibi görürler. Bundan dolayı kabileler arasında sık sık savaşlar meydana gelir. Kan döküldükten sonra da intikam duygularıyla kan dâvâları başlardı. Câhiliyye devrinde yapılan savaşlarda Araplar çocuk, kadın, yaşlı, hasta demeden hasımlarına acımasızca saldırır, esirleri çok defa işkence ederek öldürür, çocukları ok atmak için hedef tahtası gibi kullanır, esirlerin organlarını kesip gerdanlık yaparak kadınlarının boyunlarına iftiharla takarlardı. Bunların hepsini kaldıran Hz. Peygamber, gazvelerin hedefini “Allah’ın adını yüceltmek için cihad“ olarak belirtti. Hayber savaşına çıkarken ashâbına ganîmet için değil; Allah için savaşacak olanların ordusuna katılabileceğini söyledi. Düşmanların çocuk ve kadınlarının, savaşa katılmayan yaşlı, hasta ve din adamlarının öldürülmesini, hayvanların ve ürünlerin yağmalanmasını, ağaçların kesilmesini, öldürülen düşman askerlerinin organlarının kesilmesini yasakladı. Esirlere temiz elbiseler giydirilmesi, karınlarının doyurulup istirahatlerinin sağlanması prensiplerini getirdi. Anlaşmalara sadâkat esasını koydu. Mûte savaşında olduğu gibi, İslâm devleti temsilcisinin milletlerarası haklardan mahrum kılınarak haksız yere öldürülmesini ve Mekke’nin fethinden önce olduğu gibi barış şartlarının ihlâlini ve ihlâlde ısrar edilmesini savaş sebebi telâkki etti. Kendisi başkalarının haklarına nasıl saygı gösteriyorsa onların da müslümanlara saygı göstermelerini istedi. Rasûl-i Ekrem’in emriyle gerçekleştirilen gazve ve seriyyeler dünya harp tarihinin bilinen en az kan dökülen savaşlarıdır.
Hz. Peygamber’den sonra genel olarak kâfirlere karşı yapılan seferlere ve bu maksatla gerçekleştirilen askerî faâliyetlere gazâ, İslâm’ın ışığından mahrum kalmış ülkelere iman nurunu götürmek gâyesiyle kâfirlerle savaşanlara da gâzi denilmiştir. İ’lâ-yı kelimetullah için gazâ edenler, “De ki: Bize iki iyilikten -gâzilik ve şehidlikten- başka bir şeyin gelmesini mi bekliyorsunuz?“517 âyetini, “ölürsem şehid, kalırsam gâzi“ şeklinde algılamışlardır.
Hulefâ-yı râşidîn döneminde özellikle İran ve Bizans’la yapılan savaşlarda mücâhidleri teşvik için Hz. Peygamber’in gazvelerini anlatma geleneği başlamış, giderek kurumlaşan bu gelenek, Abbâsiler ve diğer müslüman devletlerde de devam etmiştir. Zamanla sadece Hz. Peygamber’in gazvelerini konu edinin eserler kaleme alınmış ve bunlara “megâzî“ adı verilmiştir.
Seriyye: İçinde Hz. Peygamber’in bulunmadığı askerî birliklere seriyye denilir. Seriyyeler, asr-ı saâdette düşman üzerine gönderilen ve beş yüz askeri aşmayan süvâri bölükleridir. Mü’minlerin bu süvâri birlikleri, daha çok keşif yapmak üzere geceleri sefere çıkardı. Muhtemel saldırılara karşı tedbirler alan müslümanlar
516] Buhârî, Cihad 112, 156; Müslim, Cihad 19, 20
517] 9/Tevbe, 52
KITÂL / SAVAŞ
- 143 -
için özellikle ilk seriyyeler büyük önem arzetmekteydi.
Hicretten hemen sonra peşpeşe seriyyeler ve gazveler başladı ve Medine dönemi boyunca devam etti. Bu bakımdan, Rasûlullah, islâm dâvetini silâh gücüyle tehdit eden bâtıl güçlere karşı mücâdele verebilmek için askerî kuvvetleri eğitme ihtiyacı hissediyordu. Hz. Peygamber, bir seriyye gönderince, dönüşlerinde askerlere kendi durumları, komutanın kendilerine davranışı ve aralarında mevcut olan yardımlaşmanın boyutları hakkında sorular sorardı. Hz. Peygamber, seriyyelerin başına harp bilgisi, sabrı ve cesâreti ile temâyüz etmiş kahraman müslümanlardan komutan seçiyordu. Hz. Hamza, Ubeyde bin Hâris, Sa’d bin Ebî Vakkas, Abdullah bin Revâha, Zeyd bin Sâbit, Ebû Ubeyde bin Cerrah bunlardandır. Daha sonra da Hâlid bin Velid ve Amr bin el-Âs, Hz. Peygamber’in en seçkin komutanlarının başında yer aldı.
Rasûlullah (s.a.s.) herhangi bir seriyye için sancağı ashâbdan birine vereceği zaman, onu mescidin avlusuna diker ve yiğitlerden bir seçim yapar; harekât ânı gelmeden seriyye komutanına gidecekleri yeri söylemezdi. Bazen de seriyye komutanına üzeri kapalı bir mektup verir; meselâ kuzeye veya güneye gitmelerini emreder, onlara bir yer târif edip o yere gelmeden mektubu açmamalarını tenbih ederdi. Bütün bunlardan amaç, düşmana haber sızmasını önlemekti.
İlk seriyyelerde gözetilen gâye, Mekke-Şam ticaret yolu gibi stratejik önem taşıyan bölgeleri kontrol altında tutmak; gerektiğinde orada sağladığı hâkimiyeti ve inisiyatifi Mekke’li müşrikleri susturmak amacıyla değerlendirmek, özellikle müşriklerin gözünü korkutmak, ummadıkları yerlerde karşılarına çıkabilecekleri izlenimini uyandırmak ve neler düşündükleri hakkında haber toplamaktı. Bu gâye ile hazırlanan seriyyelerden biri Hz. Hamza seriyyesi, bir diğeri de H. 2/M. 624 yılında Mekke ile Tâif arasındaki Batn-ı Nahle denilen yere gönderilmiş olan seriyye idi. Bu seriyyeye Abdullah bin Cahş komutan tâyin edilmişti. Hz. Peygamber’in katıldığı gazvelerin sayısı 27 iken; seriyyelerin sayısı 38’e ulaşır.
Kıyâm
‘Kıyâm’, birçok anlamı olan bir kavramdır. Sözlükte, ayağa kalkmak, ayakta durmak, sâbit olmak, bir şeyi gözetlemek gibi anlamlara gelir. Kavram olarak ‘kıyâm’, namazda ayakta durmaya denildiği gibi, haklı veya haksız bütün başkaldırılara (isyanlara), gece namazına, Allah’ın varlığının kendinden olmasına da denilmektedir.
Kur’an-ı Kerim’de bu kelimenin çeşitli türevleri de yakın anlamlarda kullanılmıştır. Kıyâmet kelimesi de ‘kıyâm’ kelimesinden türemiştir. Namazda kıyâm denildiği zaman şu anlaşılır: Namaz için ayağa kalkmak, Allah’a saygı ve O’nu büyük tanımak için namazı ayakta kılmak. Peygamberimize hitap eden şu âyette kasdedilen ‘kıyâm’, namaz kılmaktır: “Az bir kısmı hariç olmak üzere gece kıyam et (namaz kıl).“518 Allah (c.c.), gece ibâdetine kalkan mü’minleri övmektedir.519 ‘Kavvâm’ kavramı da yine aynı kökten gelir. Koruyan, gözeten, bakımını ve gözetimini üzerine alan demektir. Ev yönetiminden ve evi korumaktan sorumlu
518] 73/Müzemmil, 2
519] 25/Furkan, 64
- 144 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kişiler hakkında kullanılır.520 Allah (cc), Kur’an-ı Kerim’de namazın hakkıyla ‘ikame’ edilmesini, en güzel şekilde yerine getirilmesini emrediyor.521 Burada da aynı kelime kullanılıyor. Kur’an’da ‘namaz kılın’ şeklinde bir emir verilmeyip, “namazı ikame edin“ denmesi anlamlıdır.
Kıyâmın konumuzla ilgili diğer kullanımı, isyan ve ayaklanma anlamıdır. İslâm tarihinde yönetimlere baş kaldırışlara ‘kıyâm’ denmiştir. Meşrû İslâmî bir yönetime itaat etmemeye, karşı gelmeye ‘bağy’, isyan edene de ‘bağî’ denilir. Kıyâm ise, bağy’den farklı bir kavramdır. Bağîlerin giriştikleri baş kaldırılara da ‘kıyâm’ denmiştir. Ancak ‘kıyâm’ her zaman olumsuz bir anlam taşımamaktadır. Nitekim namazdaki kıyâm’ın farklı anlamlarında geçtiği gibi, kıyâm, aynı zamanda dünyalıklara, insandan kaynaklanan otoritelere, insanların kurduğu düzenlere karşı olmak, onlardan yana olmamak anlamlarına gelmektedir. Yine kıyâm, aynı zamanda Allah’a karşı bir saygıdır.
Müslüman, İslâm’a inanarak Allah’a teslim olmuştur. O’nun dışındaki bütün ilâhları ve tâğutları, onların dinlerini ve sistemlerini reddetmiştir. Öyleyse bu sahte ilâhlar veya tâğutlar, müslümana kendilerine itaat etmesini, kendi düzenlerini benimsemesini isterlerse, müslüman onlara teslim olmayacak, onların dinlerini ve sistemlerini benimsemeyecektir. İslâm’ın ilkelerini bırakıp onları tercih etmeyecek, onlara sürekli karşı gelecek; ‘kıyâm’ edecektir. Yine müslümanların içinden çıktığı halde, yönetimi eline geçirdikten sonra azan (müteğallibe olan) kimselere, çeşitli hilelerle müslümanların yönetimini eline geçiren azgın ve sapıklara karşı müslüman boyun eğmeyecek, onların yanlış dinlerini ve sistemlerini tanımayacaktır, karşı çıkacaktır.
Bu karşı çıkış her zaman silâhlı mücâdele şeklinde olmaz. Yerine göre, sözle, yerine göre işle yani yaşantıyla, yerine göre kültürle, yerine göre kendi öz benliğiyle, yerine göre medya aracılığıyla ve yerine göre başka mücâdele yollarıyla ortaya konabilir. Müslüman zayıf da olsa, sayı olarak çok olmasa da, yönetilen konumunda da olsa; en azından fikir ve ahlâk planında zâlimlerin, sapıkların, azgınların yollarını benimsemeyecek, kabul etmeyecek; ama hep ‘kıyâm’ anlayışı üzerine olacaktır.
‘Kıyâm’ bir anlamda gayri İslâmî ideolojiler ve sistemlerle uzlaşmamak, onların Hakka aykırı görüşlerini ve eylemlerini reddetmektir. Peygamberlerin sapık topluluklar ile yaptıkları mücâdelelerini bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Onlar, içerisinde yaşadıkları toplumların inançlarını, âdetlerini ve sistemlerini asla benimsemediler, karşı geldiler. Onlarla ve onların yanlış inançlarıyla hiçbir zaman uzlaşmadılar.
Kıyâm anlayışı; hareketliliği, canlılığı, çalışmayı, çabayı ve uyanık olmayı ifâde eder. Bir yerde oturup beklemenin, çöküp kalmanın, uyuşukluğun ve tembelliğin karşıtıdır. Kıyâm; aktifliktir, çabadır, çözüm üretmektir, canlılık, umut ve iyi niyettir. Bu anlayışta pısırıklık, umutsuzluk, teslimiyet ve elleri koynunda şartların akışında sürüklenmek yoktur. Buna karşın diriliş, direniş ve çalışma aşkı vardır. 522
520] 4/Nisâ, 24
521] 2/Bakara, 43, 110, 277; 4/Nisâ, 77; 10/Yûnus, 78 vd
522] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 357-359
KITÂL / SAVAŞ
- 145 -
Nefr (Seferberlik)
‘Nefr’ sözlükte, heyecan verici bir emirden dolayı fırlayıp çıkmak demektir. Aynı kökten gelen ‘nüfûr’, ürküp kaçmak anlamındadır. Bu kelime daha çok olumsuz anlamda kullanıldığı halde ‘nefr’ kelimesi, cihad için düşmana karşı harekete geçmek, ileri atılmak anlamında olumlu olarak kullanılmaktadır. Düşmana karşı koymak için evinden çıkan ve bu amaçla bir araya gelen topluluğa ‘nefîr’ adı verilmektedir. Bu topluluğa katılan herbir kişiye de ‘nefer’ denir. Türkçe’de askerlere, düşmana karşı koymak üzere hazırlanan erlere ‘nefer’ denildiğini hatırlayalım.
Müslümanların başkanının onları cihad için toplanmaya, ileri atılmaya çağırmasına da ‘istinfâr’ adı verilir. Bunun Türkçe’deki karşılığı ‘genel seferberliktir’. Bu seferberlik (istinfâr) ya genel olabilir, ya da özel olabilir. Genel olanına eskiden ‘nefîr-i âmm’ (genel seferberlik) denirdi.
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor: “Ey iman edenler! (düşmanlarınıza karşı) tedbirinizi alın da cihada bölük bölük çıkın (infirû) ya da (gerektiğinde) topluca seferber olun (infirû).“523 Mü’minler gerektiği zaman Allah yolunda ya bölük bölük, ya da ihtiyaç halinde toptan seferber olmalılar. İslâm’ı ve onun değerlerini saldırgan düşmana karşı korumanın yolu bundan geçmektedir. Bir başka âyette şöyle buyruluyor: “Gerek hafif, gerek ağır olarak hep birlikte savaşa kuşanıp çıkın (infirû -nefr olun-) ve Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizler için daha hayırlıdır.“ 524
İhtiyaç olduğu zaman fakir zengin, gönüllü gönülsüz, genç yaşlı, yaya veya binekli olarak Allah yolunda cihada çıkmak Allah’ın emridir. İslâm toplumunun, kendisini savunma açısından bu, çok mühimdir. Bu öneminden dolayı Rabbimiz, bu işi hafife alanları, cihada katılmayı ağırdan alanları kınamaktadır.525 Müslüman toplum içerisinde bu işi ağırdan alanlar, cemaatin genel durumunu bozar, iştahını kaçırır.
‘Nefr’ (seferberlik) olayına, Tebük seferi güzel bir örnektir. Peygamberimiz (s.a.s.) Hicretin 8. yılında Tebük seferi için genel seferberlik çağrısı yaptığı zaman, kimileri seferden kaçmak için Peygamberimizden izin istedi. Münâfıklar ise, ‘bu sıcakta nefr olmayın (sefere çıkmayın) diye aleyhte propaganda yaptılar. Allah (c.c.), onlara Cehennem ateşinin daha sıcak olduğunu hatırlatarak şöyle cevap verdi: “...De ki: Cehennem ateşi daha sıcaktır (ona nasıl dayanacaksınız?) Keşke anlasalardı!“ 526
Bu seferberlik müslümanların başkanının, gerektiği zaman uygulayacağı olağanüstü bir durumdur. Bazen de bu seferberlik özel ve yerel olabilir. Fıkıh dilinde ‘Nefr günü’, hacıların Mina’dan Mekke’ye indikleri gündür. Peygamberimiz bu günü ve kurban kesme gününü övmektedir. 527
523] 4/Nisâ, 71
524] 9/Tevbe, 41
525] 9/Tevbe, 38
526] 9/Tevbe, 81
527] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 491-492
- 146 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ribat ve Murâbıt
Ribat: Bu kelimenin kökü ‘rabeta’ fiilidir. Bu kökten türeyen ‘râbıta’, ‘ribât’, ‘murâbıt’, ‘irtibât’, ‘rabt’ gibi kelimeler farklı anlamlarda kullanılmaktadır. ‘Râbıta’; bağ, bağlantı, bağlamak, düşmanla karşılaşmaya hazır olmak gibi mânâlara gelir. Râbıtanın türediği fiil sözlükte, bir şeyi bağlamak, birinin kalbine sabır vererek kuvvetlendirmek, kalbi cesur olmak, korku anında cesaretli olmak demektir. Ribat kelimesinin türediği ra-be-ta ve türevleri Kur’an’da beş yerde geçmektedir. 528
‘Ribat’ bir işe sarılıp devam etmek, düşmana karşı savaş atları (veya malzemeleri) hazırlamak ve sınırı düşmana korumak için beklemek demektir. “Onlara karşı gücünüzün yettiği kuvvet ve ribat atları (cihad malzemeleri) hazırlayın…“529 Buradaki ‘ribat’, hem savaş için hazırlıklı olmayı, hem de savaş için gerekli malzemeyi hazırlamayı ifâde etmektedir. Eğer mü’minler, düşmanlarına karşı hazırlıksız olurlarsa, düşmanların saldıracakları gediklerde, sınır boylarında nöbet tutmazlarsa, yani her an saldırı olacakmış gibi hazırlıklı olmazlarsa; düşmanları onları gâfil avlarlar ve onlara zarar verebilirler.
‘Ribat’ aynı zamanda ibâdete sarılmak, ibâdete devam etmek, gönlü ve duyguları en samimi bir şekilde ibâdet şuuruna bağlamak demektir. Mü’min her an ibâdete hazırdır, ibâdetinde süreklidir. O böyle yapmakla, imanın düşmanlarına karşı kendini korumuş olur, imanını koruma altına almış olur. İslâm ülkesinin sınır boylarında müslümanların vatanlarını, ırzlarını ve dinlerini korumak için düşmanlara karşı hazırlıklı olan İslâm askeri gibi, her müslüman da, imanın yeri olan kalbinin kapısında imanı tehlikeye düşüren tehlikelere karşı ‘ribat’ yapar, nöbet tutar, hazır olur, ibâdetine sürekli dikkat eder.
Türkçe’de bağ anlamında kullanılan ‘irtibat’ aslında saldırgan düşmana karşı hazır olmak demektir. Bu kelime elbette bir şeyle bağ ve bağlantı kurmak anlamına da gelmektedir.
Murâbıt: ‘Murâbıt’ bu bağlamda bir şeyle, -İslâmî mânâda söylersek- imanın gerekleriyle irtibat kuran, iç ve dış düşmanlara karşı hazırlıklı olan kimse demektir. Murâbıt, sürekli uyanıktır. O sınır boylarında, müslümanları zayıflatmak ve mağlup etmek için fırsat kollayan insandan düşmanlara karşı hazırlıklıdır. Müslümanlar ve İslâm için nöbet beklemektedir, cihad için hazırdır. O aynı zamanda imanını her türlü isyan, günah ve harama düşmek, şeytana aldanmak gibi iç düşmanlara karşı koruma konusunda dikkatlidir. İbâdetine devam ederek, Rabbi ile olan ‘irtibatını’ (bağını) sürekli diri tutarak imanını ve takvâ hayatını korumaya çalışır. O, imanını devamlı diri tutmanın gayretini gösterir. Nefsine ve onun aşırı isteklerine karşı dikkatlidir. Bir ibâdeti yapınca diğerini yapmak üzere bekler, imanının başında olgun bir nöbetçidir.
Murâbıt iki anlamda değerlendirilir: Birincisi; Müslümanların sınırlarında nöbet veya benzeri bir iş için bekleyen kimse. Bu, tıpkı kendi canını koruyan kimse gibi uyanıktır. Böyle bir kimse zorlukta, sürekli ayaktadır, tehlike ânında çobanın sürüyü koruduğu gibi nefsini ve korunması gereken değerleri düşmanlarından korur. Bu murâbıt, Allah yolundaki mücâhid/savaşçı gibidir. İkincisi; Yüreğini
528] 3/Âl-i İmrân, 200; 8/Enfâl, 11, 60, 18/Kehf, 14; 28/Kasas, 10
529] 8/Enfâl, 60
KITÂL / SAVAŞ
- 147 -
kuvvetlendiren, kalbine cesâret veren anlamında; bazı âyetlerde530 bu anlamda kullanılmıştır.
Râbıta: Ribat veya râbıta bir âyette şöyle geçmektedir: “Ey iman edenler! Sabredin, sabretmekte direnin (veya yarışın), ribat yapın (cihada hazırlıklı olun) ve Allahtan hakkıyla sakının. Umulur ki kurtuluşa erersiniz.“531 Tasavvuf ehli bu âyette geçen ‘râbitû-ribat yapın’ emrini, ‘râbıta yapın’ şeklinde yorumlarlar. Onlara göre râbıta, mürîdin (tasavvuf yoluna girenin) şeyhini (hocasını) düşünerek, ondan feyiz alması, şeyhi aracılığıyla kalbini Allah’a ve Peygamber’e bağlamaya çalışması demektir.
Onlara göre mürid sürekli Allah’ı düşünmelidir, O’nunla bağ kurmalıdır. Bunu tek başına başaramaz; şeyhiyle bu bağı (râbıtayı) kurarak sağlayabilir. Râbıta ânında diz üstü çöker, gözlerini yumar ve şeyhini hayal ederek, Hz. Muhammed (s.a.s.)’le ve Allah’la mânevî bağ kurmaya çalışır. Ancak, yukarıdaki âyete ve bu âyetin tefsirlerine baktığımız zaman böylesine bir ‘râbıta’nın kasdedilmediği kolaylıkla anlaşılır. Âyette geçen “sabretmek ve müsabere yapmak (sabretmekte direnmek), ribat yapmak“; bir yönüyle cihadla, bir yönüyle de imanı korumakla, ibâdette sabretmek ve Allah’tan hakkıyla çekinmekle ilgilidir. “Râbıta, ribat ve murâbıt“ kelimeleri, birer cihad terimidir. Bu, hem dış düşmanlara karşı hem de imanın iç düşmanlarına karşı bir cihad anlayışını kapsar.
Âyette geçen sabır; nefsi kendisinde bulunan zorluklara katlandırmaktır. Musâbere ise, nefsi hem kendisindeki hem de kendi dışındaki zorluklara katlandırmaktır. Meselâ hastalık nefsin kendindendir. Hastalığa dayanmak sabırdır. Allah yolunda çalışmak ise nefsin dışındaki bir zorluktur. Nefsin o zorluğa katlanması ise ‘musâbere’dir. Âyette hem sabredin, hem de sabretmekte direnin, yani ‘musâbere’ edin, ifadesi bu anlamdadır. (Allahu a’lem). ‘Ribat’, bir anlamda nefsi güzel şeylere yöneltmektir. Allah yolunda mücâdele için hazırlık yapmak, Allah yolunda cihad etmek ve nöbet beklemek, nefsi namaza ve diğer ibâdetlere bağlamak da güzel işlerin başında gelir.
Hadis-i Şeriflerde Murâbıtların Fazileti: Ribat yapmanın faziletini Peygamberimiz bildirmektedir. Câbir b. Abdullah (r.a.) diyor ki: Peygamberimiz (s.a.s.) bize şöyle dedi: “Size, yaptığınız zaman hatalarınızı giderecek, günahlarınızı örtecek bir şeyi (ameli) haber vereyim mi?“ “Evet“ dedik. Buyurdu ki: “Zorluğuna rağmen abdestinizi imkân ölçüsünde alınız, mescidlere doğru adımlarınızı artırınız, bir namazdan sonra da diğer namazı bekleyiniz. İşte böyle yapmak sizin için ribat’tır.“ Bunu üç defa söyledi.“ 532
“Bir gündüz ve gece ribat yapmak (Allah yolunda nöbet beklemek) bir aylık nâfile oruç ve namazdan daha hayırlıdır. Ölse bile bu işlediği amelin sevabı kesilmez. Bununla rızıklanır, kabir azâbından da emin olur.“ 533
“Kim Allah (c.c.) yolunda bir murâbıt olarak ölürse, kendisine, işlemekte olduğu sâlih amelinin sevâbı (sanki ölmemiş gibi verilmeye) devam edilir. Rızkı da sürekli olarak verilir. Kabirdeki hesaba çekicilerden emin olur. Allah (c.c.) onu kıyâmet günü en büyük
530] 28/Kasas, 10; 18/Kehf, 14 ve 8/Enfâl, 60
531] 3/Âl-i İmrân, 200
532] Müslim, Tahâre 40, hadis no: 250
533] Buhârî, Cihad 73; Müslim, İmâre 163, hadis no: 1913; Nesâî, Cihad 39
- 148 -
KUR’AN KAVRAMLARI
korkudan (Cehennem’den) güvene kavuşturur.“ 534
“Allah (c.c.) yolunda bir gün murâbıt olmak (nöbet beklemek) dünyadan ve içindekilerden daha hayırlıdır.“ 535
“Allah yolunda düşmana karşı nöbet tutan kimselerin dışında bütün ölülerin amel defterleri kapanır. Murâbıtların ise, iyi amelleri kıyâmet gününe kadar yazılmaya devam eder ve bu kimseler kabir azabı konusunda emindirler.“ 536
“İki göz vardır ki, onlara ateş değmez: Allah korkusundan ağlayan göz ile Allah yolunda nöbet bekleyen göz.“ 537
Âl-i İmrân sûresi 200. âyette; gerektiği zaman düşmana karşı saf bağlamak, müslümanların sınırlarında onları korumak üzere nöbet beklemek, İslâm düşmanlarına karşı devamlı hazırlıklı olmak, bir namazdan sonra diğerini beklemek ve Allah yolunda gerektiği gibi sabırlı olmak tavsiye edilmiş olmalıdır. 538
Görüldüğü gibi ribat veya râbıta cihadla, sabırla, ibâdetlere bağlanmakla ilgili kavramlardır. Tasavvufçuların anladığı gibi bir anlam taşımamaktadırlar. Ne peygamberimiz, ne sahâbeler, ne de sonradan gelen büyük âlimler böylesine bir râbıtaya başvurmadılar. Bu, sonradan uydurulmuş bir şeydir.
Bu âyet aynı zamanda mü’minlere, birbirlerine bağlanmalarını, birbirlerine destek olmalarını, toplu bir şekilde İslâm ümmeti bağını güçlendirmelerini de emrediyor. Nitekim Kur’an’ın birçok âyetinde mü’minlerin birlik olmaları emrediliyor, onların kardeş oldukları vurgulanıyor. Müslümanların cemaat olmalarının, Kur’an’a topyekûn sarılmalarının din ve dünya açısından sayısız faydaları vardır. İslâm, kişiyi Allah’a bağlayan ve kurtuluşa götüren bir dindir. Herkes kendi sorumluluğunu kendisi taşır. Ancak İslâm, iyi bir müslüman cemaat arasında, onlarla beraber yaşanabilir.
Şeytan ve onun yardımcıları müslümanları zayıflatmaktan ve İslâm’ın varlığını ortadan kaldırmaktan hiçbir zaman geri kalmadılar ve kalmayacaklar. Müslümanlar cemaat halinde kuvvetli olurlar ve düşmanlarının zararını rahatlıkla savarlar. Rabbimiz, mü’minlerin her konuda, özellikle Allah’ın dinini koruma hususunda birbirlerine kuvvetli bağlarla bağlanmalarını, birbirlerine ‘rabt’ olmalarını istiyor. Bu bağ; sabır, tahammül, birbirlerinin ayıbını ve eksiğini örterek, birbirlerinin farklı görüşlerini hoş görerek, birbirlerinin zayıf taraflarını kapatarak olacaktır. Tarihî olaylar ve bugün içerisinde yaşadığımız gerçekler, İslâm ümmetinin çektiği acılar karşısında bu “râbitû -birbirinize bağlanın, kenetlenin, irtibatlı olun!“ emri ne kadar yerindedir. Mü’minler inandıkları Kitabın hükümlerini yerine getirirlerse düzlüğe çıkacaklardır.
Ribat kavramı Kur’an’da ‘savaş için bağlanıp beslenen atlar ve düşmana karşı nöbet bekleme’ anlamında kullanıldığını tekrar hatırlayalım. Hadis-i şeriflerde de Allah yolunda savaşmak için atların hazır tutulması anlamında kullanılmakla
534] İbn Mâce, Cihad 7, hadis no: 2767
535] Buhârî, Cihad 73
536] Ebû Dâvud, Cihad 15; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 2
537] Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 12
538] Muh. İbn Kesir, 1/351
KITÂL / SAVAŞ
- 149 -
beraber,539 daha çok nöbet tutmayı ifâde etmektedir. Ancak zaman içerisinde ‘ribat’ daha geniş bir mânâ kazanmıştır. İslâm hukukçuları ribâtı; “müslümanları saldırgan düşmana karşı korumak için sınırlarda beklemek“ diye tanımlamışlardır. Bu da süvarilerin (ata binenlerin) atlarını bağlamalarından (ribâtü’l hayl) gelen bir anlamdır. Ribat, başlangıçta yalnızca nöbet beklemeyi ifâde ederken, zamanla sınır boylarında nöbet hakkında kullanılmış ve mücâhidlerin barınmaları ve düşmanı gözetlemek için yapılan yerlere ad olmuştur. Bu ribatlar ayrıca mücâhidlerin yetişme ve nefis eğitim yerleri, müslümanların tehlike anında sığınma mekânları da olmuşlardır. Bir kısmı da zamanla kervansaray gibi kullanılmışlardır.
Mü’minler, Kur’an’ın emrine uyarak imanlarını ve İslâmî hayatlarını sabrederek, sabırda yarışarak korumalıdırlar. Bunun için kalplerinin, ailelerinin ve İslâm vatanının kapılarında gereği gibi ve bir nöbetçi gibi beklemeliler. Gönülleri de imanlarıyla ve Kur’an’la irtibatlı olmalıdır. 540
Mü’min Toplumlar Arası Savaş
“Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriye savaşır vuruşurlarsa aralarını düzeltin, Şâyet biri ötekine saldırırsa, Allah’ın emrine dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adâletle düzeltin ve adâletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever.“ 541 Bu âyet, müslümanlar arasında çıkacak silâhlı bir çatışmanın çözümü için çeşitli kurallar getirmektedir.
1- İki müslüman grup birbiriyle vuruşuyorsa, diğer müslümanlar bir kenarda oturamazlar; çatışmayı durdurmak için müdâhale etmeleri gerekir.
2- Bu müdâhale ricâlardan veya çözümler sunmadan ibâret olmayıp, askerî harekâtı da ihtivâ etmektedir.
3- Bu askerî harekâta, müzâkereler sonuçsuz kaldığında başvurulacak ve harekâtın hedefi saldıran taraf olacaktır.
4- Savaşan iki müslüman grup arasında uzlaşma sağlarken diğer müslümanların taraflardan birisinin lehinde ya da aleyhinde önyargı taşımaması, tam bir adâletle hareket etmesi gerekir.
Savaş ve Barış Dünyası (Dâru’l-Harb ve Dâru’l-İslâm)
Müslümanlara göre, insanî ilişkiler, yukarıdan beri izah ve ispat edildiği gibi, savaş değil; barış esasına dayanmaktadır. Burada aklımıza şöyle bir soru gelebilir: “Mâdem İslâmîyet’e göre barış esastır; o halde niçin ‘kâfirler dünyası’, ‘dâru’l-harb/savaş dünyası’ gibi ayrımlar ortaya çıkmıştır? Neden böyle bir ayrıma gerek görülmüştür?“
Evet! İslâm hukuk kitaplarında karşılaştığımız bu terimler, ister istemez, bizde insan ilişkilerinin barış değil de savaş esâsına dayanmakta olduğu şeklinde bir kanaat uyandırmaktadır. Evet, ama böyle bir yargı, gerçeklere inememekten ve meselenin esasını bilmemekten doğmaktadır. Çünkü:
539] İbn Mâce, Cihad 14, Edeb 10; Ahmed bin Hanbel, I/12, 395, VI/458
540] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 513-517
541] 49/Hucurât, 9
- 150 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm hukukçuları, milletleri/toplumları üç kategori altında toplamışlardır:
1) İslâm dünyası: İçinde İslâm kanunlarının uygulandığı ülkeler,
2) Müttefikler dünyası: Vatandaşlarının aşağı yukarı hepsi gayri müslimlerden oluşan, fakat müslümanlarla antlaşma yapmış bulunan memleketler,
3) Savaş dünyası: Halkı müslüman olmayan ve müslümanlarla da hiçbir antlaşması bulunmayan yerler. Bu ayrımı, onlara tarihî olaylar empoze etmiştir. Yoksa şeriat onları bu hususta zorlamış değildir.
İslâm ortaya çıktığı zaman, ilk müslümanlar, kendilerine saldıranlarla savaşmış ve toplumları, onlara baskı yapan zorbaların elinden kurtarmaya çalışmıştır. Bu zorbalar ve diktatör krallar, yönetimin ellerinden çıkmakta olduğunu görerek müslümanları yenmek için her yönden saldırıya geçmişlerdi. Onlar, büyük bir telâş ve korku içinde, bu dinin yayıldığını görüyorlardı. Hem de üstelik bu din, insanlara hürriyetten, kurtuluştan söz ediyor; hak ve hukuklarını savunuyor ve insanlar arasında eşitlik kurmaya çalışıyordu. Ama bu değer ve prensipler, tümüyle o devrin mutlak anarşi ve amansız dikta rejimlerine zıt düşüyordu. İşte bütün bu sebeplerden ötürü, o çağların diktatör kral ve imparatorları, müslümanlara karşı toplu saldırılara girişmek için birleşiyorlardı. O halde Kur'ân-ı Kerim'in de şu âyeti gereğince, müslümanların hiç beklemeden karşı saldırıya geçmesi gerekiyordu: “Kim size saldırırsa siz de ona mukabele bilmisil olacak kadar saldırın.“542 Bu, meşrû savunma şekliydi. Müslümanlar, düşmanlarının ânî baskınlarına meydan vermemek ve saldırılarına hedef olmamak için taarruza geçmeliydi. Bu yeni savunma şekli, İslâm'da meşrûdur. Çünkü Kur'an, mü'minleri daima hazır olmaya ve tetikte bulunmaya özendirir: “Ey iman edenler, (düşmanlarınıza karşı) korunma tedbirinizi alın da küçük kıtalar halinde harbe çıkın yahut toptan seferber olun.“ 543
Eğer bütün dünya, “hep beraber barış içinde yaşamak“ demek olan İslâm mantığını izleseydi ve müslümanlar, kendilerine saldırmayanlara karşı kılıç kullansaydı, işte o zaman, hiç tereddüt etmeden, müslümanları “saldırganlık“la suçlayabilirdi. Hâlbuki tam aksine, dünyanın çoğu dinî yasalarla değil; zorbalık ve orman kanunlarıyla yönetiliyordu. Evet, bütün bunlardan sonra, düşman saldırılarına meydan vermedikleri için müslümanları, kim “saldırgan“lıkla niteleyebilir? İslâm'ın kanunları; tarih içinde Kur'an ve Sünnete ters düşmeyen yaşanan esaslardan, daima realitelerden alınmıştır. İslâm devlet başkanları, İslâmî konulardaki teslimiyetleri, derin duygu ve anlayışları oranında bu kanunları uygulamaya çalışıyordu. İslâmî kuralları tam olarak uygulamayan yöneticilerin bazı tavırları İslâm'ı bağlamaz ve İslâm'ın itham edilmesine sebep teşkil edemez. Burada söylemek istediğimiz; böyle bir terimin (dâru'l-harp) kullanılması, müslümanlara, savaşın dışındayken, düşmanın malına, servetine el koyma veya onları yok etme yahut da kişisel hürriyetlerine ilişme gibi bir bahane hiçbir zaman vermemektedir. Bazı câhillerin zannettiğinin aksine, bir yer dâru'l-harp olsa, orada barış içinde yaşayış sürdürülürken, kâfirlerin mal ve canlarına dokunulamaz; savaş şartlarındaki hususlar geçerli olmaz. Bütün bu sebeplerden dolayıdır ki, bu terimin kullanılması, yani insanların çeşitli kategorilere ayrılması, ortadaki gerçeklerden hiçbir şey değiştirmiyordu.
542] 2/Bakara, 194
543] 4/Nisâ, 71
KITÂL / SAVAŞ
- 151 -
(Tarihî olaylardan ve o zamanki gereklerden yola çıkarak müctehidlerin tasnif edip tanımladıkları şekilde; bugünkü dünyayı dâru'l-harb ve dâru'l-İslâm kavramlarıyla izah etmenin doğru olmayacağı kanaatini taşıyorum. Sözgelimi Türkiye'nin durumu, dâru'l-harb tanımına girdiği zaman, bu değerlendirme ile ancak savaş şartlarında câiz olabilecek nice uygulamaların, sulh ve salâh ortamını bozacak ve bazı haramları helâl ilân edecek nice yanlışların ortaya çıkması sözkonusu olacaktır. Safların net olmadığı, müslümanlarla İslâm düşmanlarının cephelere ayrılmadığı, savaş şartlarının tümüyle ortaya çıkmadığı yerlere dâru'l-harp denilmesi, bugünkü dünya için ve İslâm'ın genel tavrı açısından yanlış tavırlara sebep olabilecektir diye düşünüyorum. Unutmayalım ki, dâru’l-harp ve dâru’l-İslâm kavramları Kur’ânî kavramlar olmayıp, tarihî şartlardan dolayı müctehidlerin tasnifinden ibârettir ve bu konudaki fıkhî hükümler, o günkü dünya açısından doğru olsa bile bugün için aynen uygulanmasında büyük sakıncalar vardır). 544
İslâm'ın Savaş Prensipleri
İslâm'ın savaş konusundaki prensiplerini özetleyelim:
a- Savaştan önce: Savaşın başlangıcından sonuna kadar egemen olan tek sebep, saldırıyı önleme zorunluluğudur. İslâmî prensiplere göre savaş ancak karşı tarafa şu üç şıktan birini seçmesi teklif edildikten sonra başlatılmalıdır: İslâm'ı kabul etme, bir antlaşma yapma, savaş.
b- Savaş alanında: İslâmî savaş, düşmanların bile kalplerini birleştirmek ve mümkün olduğu kadar onları korumak istek ve idealini taşıyan bir “merhamet savaşı“dır. Savaş, ancak savaş alanında çarpışmakta olanlara ve bir de savaşa katılmadıkları halde, dışarıdan savaşı organize eden ve halkı bu konuda kışkırtanlara karşı yapılır. İslâm'da savaşın tek amacı, saldırıyı önlemek ve düşmanların gururunu kırmaktır. Bu savaş, daima zulmü ve haksızlığı yok etmek için yapılır ve asla intikam amacı gütmez. Savaşın amacı, toplumlara zarar vermek değil; aksine, onları, iktidarda bulunan diktatörlerin kendilerine zulüm ve haksızlık yapmasına engel olmaktır. Bu yüzden: 1- Din adamlarını öldürmek yasaktır. 2- Çocukları, ihtiyarları ve kadınları öldürmek yasaktır. 3- İşçilerin, çiftçilerin ve esnafın öldürülmesi yasaktır. 4- Yıkım (ağaçların kesilmesi, yakılması, binaların tahrip edilmesi vs.) 4- Savaşanlara, yaralılara, ölülere, esirlere işkence yapılamaz, organlarına zarar verilemez, aç ve susuz bırakılamaz. Düşman, namusa saldırmak gibi âdî bir yola başvursa bile müslüman askerler hiçbir zaman intikam hissiyle de olsa böyle davranışlarda bulunamazlar.
İnsanlığa saygı: “Andolsun ki Biz, Âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır. Onlara karada, denizde taşıyacak (vâsıtalar) verdik, onlara güzel güzel rızıklar verdik; onları yarattığımızın birçoğundan cidden üstün kıldık.“545 Kan dökmenin ve insan öldürmenin helâl kılındığı savaşlarda bile insanoğlunun şerefli yaratık özelliğinin devam ettiğini söylemek, ilk bakışta paradok/aykırı bir düşünce biçiminde görülebilir. Faka bu savaşların, Peygamber (s.a.s.) tarafından, sadece saldırıyı önlemek, mutlak bir şekilde ve daima fazilete bağlı kalarak amacından kıl payı bile sapmaksızın düşmanla karşılıklı olarak vuruşmak için yapılmış bulunduğu ispat
544] Geniş bilgi için bk. Ahmed Kalkan, Dâru’l Harp mi Dâru’l Harap mı, Beka Y.
545] 17/İsrâ, 70
- 152 -
KUR’AN KAVRAMLARI
edildiği zaman bu aykırı düşünce kendiliğinden kaybolur. Zaten Yüce Peygamberimiz, insanî değerlere saygı konusunda her zaman çok büyük bir titizlik göstermiştir. Savaşta ölenlerin cesetlerini paralamayı yasaklamış, düşman ölülerinin tanınmayacak bir şekle sokulmasını ve kafalarının kesilerek kral sayalarında bir zafer sembolü olarak saklaması şeklindeki barbarlığı tamamen haram kılmıştır. Hz. Peygamber’in ashâbı, onun buyruklarına uyarak düşman cesetlerine hiç el sürmemiştir. Düşmanlar, kendi vahşiyâne alışkanlıkları yüzünden, böyle bir şey yapmaya kalkışmış olsalar bile onlar bu konuda onlara uymaya asla yönelmemişlerdir. Çünkü faziletli insanlar, kötülükleri örnek edinirse, fazilete ihanet etmiş olurlar.
Peygamber Efendimiz, düşmanları aç veya susuz bırakarak ölüme terketmeyi kesinlikle yasaklamıştır. Çünkü böyle bir tutum, insan onuruna hiçbir şekilde yakışmaz. Düşmanlar bu tür davranışa girişmiş olsalar bile mü’minler onların izinden gitmemelidir. Bu iğrenç davranışlar, hiçbir zaman taklit edilemez. Yine Peygamberimiz, yaralılara eziyet edilmesini kesin bir şekilde yasaklamıştır. “Öldürürken bile bunu güzel bir şekilde yapın!“ İnsan şerefine ve erdeme saygıdan dolayı Rasûlullah savaşa girmiş olanların mallarını yağma etmeyi yasak etmiştir. Asillik ve yiğitlik, barış zamanında olduğu kadar, savaşta da savaşçının ayırıcı niteliğidir. Yağma ve soygun, genel olarak insan onuruna yaraşmayan şeylerdir. Özel olarak da savaşta yağmacılığı dinimiz uygun görmez. Rasûl-i Ekrem şöyle buyurur: “Yağma yapan veya zorla başkasının malını alan yahut da yağmaya özendiren bizden değildir.“ Savaşın iyiden iyiye kızışıp artık her şeye öfkenin egemen olduğu anlarda bile Rasûlullah, askerlerine, doğrudan doğruya düşmanların suratlarına darbe indirilmesini, böylece yüzlerinin bozulmasını yasaklamıştı. Çünkü bu tutum, hiçbir zaman psikolojik büyüklüğün işareti değil; aksine, insan onuruna leke sürmektir. Çünkü yüz, insanî güzelliklerin toplanmış olduğu yerdir. Ayrıca Peygamberimiz, düşman cesetlerinin hayvanlara yem olarak verilmesini de kesinlikle yasaklamıştır. Kurtlara ve yırtıcı kuşlara yem olmamaları için tedbir almıştır.
Sadece insanî değerlere saygıdan dolayı, Yüce Peygamber, yaralıya işkencede bulunulmasını yasaklıyordu. Yaralı bir insanı, çok zor duruma düşmüş olsa bile öldürmek yine normal kabul edilmiştir. O, bir esir olması sıfatıyla, daima korunmalıdır. Böyle bir yaralı, ya bir miktar fidye alınarak veya doğrudan doğruya karşılıksız serbest bırakılacak, kendisine hürriyet verilecektir. İnsanın şeref ve onuruna saygı prensibi bunu gerektirir. Zaten vuruşmanın tek amacı, yeni bir saldırıya girişilmemesi için düşmanın gücünü kırmak; kuvvetini yıpratıp onu moral olarak böyle bir işe girişemeyecek duruma sokmaktır. İnsanlığa saygı, tutsaklara karşı takınılan tavırda kendisini açıkça göstermiş olur.
Esirler: “Onlar Allah sevgisinden dolayı yoksulu, yetimi, esiri doyururlar.“546 Savaşta bile insan onuruna saygıyı gösteren İslâm, müslümanları esirlere karşı da merhametli olmaya çağırır. Çünkü İslâm’ın savaştan anladığı şey, saldırıyı geri püskürtmektir. Tarih, tutsaklara en merhametli davranan savaşçılar olarak, dinlerinin hükümlerine göre kendilerini ayarlamış olan ilk dönem müslümanlarını görmüş ve tanımıştır.
Esirlere karşı merhametli davranma konusundaki direktiflere, dinî metinlerde çok sık rastlanır. Çünkü çarpışmanın iyice hızlandığı, savaşçıların kalplerini
546] 76/İnsan, 8
KITÂL / SAVAŞ
- 153 -
savaş alevlerinin tutuşturduğu ve başlarının döndüğü zamanlarda düşmandan esir alınır. Savaş ânında, savaşanlara kızgınlık ve şiddet hâkim olduğu için ellerine düşen kimselerden intikam almaya girişebilirler. Bunun için, Yüce Rasûl, mü’minleri, esirlere karşı merhametli davranmaya çağırmış ve şöyle buyurmuştur: “Esirlerinize iyilikle davranmanız tavsiye edilmiştir.“
Bedir savaşında, ayrıca, sahâbîlerine aldıkları esirlere saygılı davranmalarını emretmişti. Onlar da, bu emre uyarak, yiyecek konusunda tutsaklarına öncelik tanımışlardı. Böyle bir davranış gözönüne getirilirse, ancak müslümanların yiğitliği sâyesinde esir düşen ve biraz önce ellerindeki silâhları terketmiş bulunan bu esirlerin düşman askerleri olduklarını kimse söyleyemezdi. Evet! Müsâmahanın ve insan onuruna saygının gerçek delili işte böyle gösterilir. Bu yüce duygu, insana zarar vermek ve kan dökmek zorunluluğunu ancak saldırıyı püskürtmek için hoşgörür. Ulvî dinimiz İslâm savaşçılarına bu yönlendirmelerle iki çeşit cihadı öğretmiş oluyordu: Birincisi; savaş alanında Allah için kendilerini fedâ etmeyi göze alıp harp etmek. İkincisi; insanın öfkesini dizginleyen ve düşmanlarıyla orman kanunlarına göre değil; merhametle savaş imkânını veren ruh/nefis cihâdıdır.
Savaş esirleri konusunda Kur’an’ın direktifi: “(Savaşta) Kâfirlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihâyet onlara iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (esir alın). Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin. Durum şu ki, Allah dileseydi, onlardan intikam alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek ister. Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmaz.“547 Kur’an’ın bu âyeti, iki şıktan birinin seçilmesi gerektiğini göstermektedir. Müslümanların kumandanı veya yöneticisi, iki yoldan birini tercih eder: Ya esirlerden fidye alır, ya da onları tutsak düşmüş müslümanlarla değiştirir. Eğer fidye ödemeye güçleri yoksa ve değiştirme de söz konusu değilse, o zaman esirler serbest bırakılır. Günümüzde de tutsakları değiştirme işlemi yapılmaktadır. Böyle bir değiş tokuşun devam ettirilmesi gereklidir. Çünkü hem müslüman esirler, hem de düşman esirler bu yolla kurtarılmış olmaktadır. Hürriyet dini olan İslâm, bağlılarının olduğu kadar, kendisine ters düşen kimselerin de hürriyetlerini düşünür. Onların hürriyetine de saygı gösterir. Eğer özgürlüğü savunan kimse, kendisi bizzat özgürse, böyle biri hiçbir zaman bölgecilik, ırkçılık ve dincilik gibi bir ayrıma girişmez. O bilir ki, hürriyet, her insanın en doğal hakkıdır.
Yukarıdaki548 âyet, bize bir üçüncü tez daha sunmamaktadır. Eğer böyle bir üçüncü tez söz konusu olsaydı, bu, elbette bazı esirlerin köle olarak kullanılması şeklinde olacaktı. Evet, biz, farklı fıkhî metinlerde, her ne kadar köleliği kesinlikle yasaklayan ifadeler bulamıyorsak da, yukarıda verdiğimiz âyetin, bunu işaret yoluyla ve köleliğin tüm kaynaklarını kurutarak yasakladığını görmekteyiz. Çünkü bu âyet, bu iki seçenekten başka yola müsaade etmemiş, “ya iyilikle (karşılıksız hürriyetlerini verin), yahut fidye alarak“ demiş, fakat “veya köle yapın“ dememiş; esirlere davranışı sınırlandırmıştır. Kölelik meselesi, tercih şıklarından biri olma niteliğini tamamen kaybetmiş olmakta ve diğer kölelik kaynaklarını kesin bir şekilde yasaklayan din, köleliğin bu son kaynağını da kurutmaktadır.
Düşman Uyruğu Altında Bulunanlar ve Bunların Malları: “Eğer (kendilerine saldırılması emrolunan) müşriklerden biri senden emân (aman) dilerse ona emân ver. Tâ
547] 47/Muhammmed, 4
548] 47/Muhammed, 4
- 154 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ki Allah’ın kelâmını dinlesin. Sonra onu güven içinde bulanacağı yere kadar (selâmetle) ulaştır.“549 Savaşın tek sebebinin saldırıyı önlemek olduğunu ve savaşın savaş alanı dışına taşmaması gerektiğini, bu prensibin islâm’ın savaş prensiplerinin başında geldiğini ısrarla vurguladık. İslâm savaşları, hiçbir zaman, halklara karşı değildir. Onları ezenlere; silâhlı kuvvetleri hakkı ortadan kaldırmak ve uyruğu altında bulunanları ezmek için bir araç olarak kullananlara karşı yapılmıştır. Bunun sonucu olarak da müslümanlarla bu diktatör yöneticilerin vatandaşları arasında kurulmuş bulunan ilişkiler, kendileriyle temas imkânı olduğu takdirde, hiçbir kesintiye uğramamış ve devam etmiştir.
İslâm, ülkeler arasındaki gerçek ticarî ilişkilerin, savaş yüzünden kesilmemesi gerektiğini savunur. İslâm ülkelerine gelen tüccarların güvenliğini mutlak bir garanti altına alır. Hatta onlar, düşman bir memleketin uyruğunda iseler veya müslümanlarla savaş halinde bulunan bir ülke halkından olsalar bile İslâm, tüccarların güvenliğini teminat altında bulundurur. Ticarî işlemlerini serbestçe ve korkusuzca yürütmelerine izin verir. Ticaret malları, bugünün deyimiyle sigorta edilmiştir. Kendilerine verilmiş bulunan güvenceden ve bağlı bulundukları antlaşmalardan yararlandıkları sürece, kimse onların mallarına, hiçbir şekilde el süremez. Önceden belirlenmiş ve bildirilmiş olan şartlara bağlı kalmaları, kendilerinin ve mallarının korunması için en büyük teminattır.
Savaşın patlak vermiş olması, müslümanlar ile düşman memleketler arasındaki ticarete hiçbir zaman engel olmaz. İslâm ülkelerinden toplanan ticaret mallarını düşman ülkelerine satmak isteyen tüccarlara izin verilir. Fakat burada karşımıza bazı önemli konular çıkmaktadır. Meselâ prensip olarak, tüccarlar, müslümanların zararına düşmanları kuvvetlendirecek olan ticaret mallarını dış ülkelere satmaya yetkili değildir. Hanefî ekolüne bağlı hukukçular, kılıç, ok, köle, savaş araç ve gereçleri, savaşta kullanılan mallar, silâh yapımına yarayan ve her türlü silâh yapımında ham madde olarak kullanılan demir gibi askerî ihtiyaç maddelerinden başka, her şeyin düşman memleketlerine ihraç edilebileceğini söylemişlerdir.
İslâm kan dökmeye ve düşman askerlerinin mallarına el koymaya, ancak ve ancak savaş alanlarında izin verir. Çünkü savaş, hiçbir zaman savaş alanının dışına taşmamalıdır. Savaş alanı dışında, insan haklarına en büyük saygı gösterilir. Haklar asla çiğnenmez ve savaşta alınmış olmadıkça, servete, mal ve mülke hiçbir zaman dokunulmaz. Savaş yapmayanların güvenliği garanti edilmiştir. Onlar, ne kendi canlarından ve ne de mallarından dolayı herhangi bir endişeye kapılmazlar. Tüccar iseler, gönül hoşluğu ile yollarına devam ederler. Halk yığınları, savaşa katılmadıkları sürece ne açlık tehlikesi ve ne de mallarının ellerinden alınması gibi bir korku duymazlar. Şâfiî müstesnâ, öteki İslâm hukukçularının cumhûru bu fikirdedir. (ABD’nin ve onun güdümündeki B.M.’in Irak halkına on yıldan fazla zamandan beri uyguladığı ambargo ile nice çocukların ölümüne ve halkın büyük sıkıntılarına sebep olduğunu hatırlayalım.) İslâm, diğer devletlerin uyruklarına hiçbir zaman saldırmamıştır. İslâm, vatandaşlarına zulmeden, ağır vergiler altında onları ezen, asker ve polis gücüne dayanarak zorbalık ve dikta rejimlerini halklarına zorla kabul ettiren ve böylece asker ve polisi milletin can düşmanı yapan kanlı krallara ve acımasız yöneticilere karşı savaşmıştır.
549] 9/Tevbe, 6
KITÂL / SAVAŞ
- 155 -
İslâm’ın savaş halindeki düşmanın savaşta bilfiil rol almayan halkının bile mal ve canına kast etmeyi câiz görmediği kesin bir durum olduğu halde; günümüzde bazı câhil gençlerin, “dâru’l-harp“ kavramına girdiği için, sadece kâfir olduklarından dolayı bazı özel ve tüzel kişilerin mallarını gasb etmeyi veya canlarına saldırmayı câiz görmeleri kesinlikle yanlıştır.
Savaşın Sona Erişi: “Eğer (düşmanlar) barışa meylederlerse, sen de ona yanaş ve Allah’a güvenip dayan. Çünkü her şeyi hakkıyla işiten, kemâliyle bilen bizzat O’dur.“550 Savaş, iki karşıt grubun, ateş kesmeye karar vererek yapacakları bir antlaşma ile sona ermiş olur. Çünkü savaşın amacı gerçekleştirilmiştir. Müslümanlara göre o, saldırıyı püskürtmektir. Güvenlik paktının imzalanmasıyla çarpışma tamamen son bulmuştur. Çünkü müslümanlar, verdikleri sözü tutmakla emrolunmuşlardır.551 “Karşılıklı muâhede yaptığınız zaman Allah’ın ahdini yerine getirin. Sapasağlam ettiğiniz yeminleri bozmayın.“552 Bir antlaşma imzalanırken adâlet ve doğruluğa son derece önem verilmeli ve anlaşma maddelerine tam anlamıyla uyulmalıdır. Çünkü İslâm, yaptığı antlaşmayla iki noktayı kendisi için amaç edinir: 1- Kan dökülmesine, insan kasaplığına bir son vermek. İslâm’ın temel hedeflerinden biri budur. 2- Anarşi, ahlâksızlık ve düşkünlük doğuran, insanlığı çöküntüye götürmek isteyen şer kuvvetlerinin önünü almak. Savaş bu zorunluklardan dolayı meydana çıkmış olduğu için bunların ortadan kaldırılmasıyla da savaş, tamamen sona ermiş olur. Artık geçerli olan ve yürürlükte bulunan, yalnız hakka dayanan antlaşmadır. İslâm, antlaşma yapmak sûretiyle barış içinde bulunulan toplumlara karşı âdil davranmayı emreder. “Bir kavme olan kininiz, sizi adâlet yapmamaya sevketmesin. Adâlet yapın ki o, takvâya çok yakın olandır.“ 553
Günümüzde ise, gâlip gelen ve yenilen devletler arasında yapılan antlaşmalarda, halkların canına okumak için en ağır askerî tazminat maddeleri bulunmakta, yaşama ve geçinme imkânları kısıtlanmakta ve halkı alçaltıcı şartlar zorla kabul ettirilmektedir. Bu biçim barış antlaşmalarına her zaman rastlanmaktadır. Hâlbuki söz konusu antlaşmaları düzenleyen ve yürüten duygunun yalnız adâlet ve doğrulu ruhu olması gerekmez miydi? Üstelik başkalarını alçaltıcı ve küçük düşürücü antlaşmalar imzalamak da bir çeşit saldırı niteliği taşımaz mı? Böyle bir tutum ise İslâm’da kesin şekilde haram edilmiştir. “Aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki Allah, aşırı gidenleri sevmez.“554 Antlaşma, bir tür sözleşmedir ve İslâm’a göre her sözleşme hak ve görevler arasındaki doğruluk ve adâlet ölçüsüne dayanmış olmalıdır. Bir sözleşmeyle belirtilmiş olan her hak, bu haktan yararlanacak olan karşılıklı kişiler tarafından yerine getirilmesi gereken bir zorunluluk taşır. Bu durum, öteki çeşit her sözleşmede olduğu kadar, antlaşmalarda da aynen yürürlüktedir.
Mekke fethi için hazırlanan İslâm ordusu, Mekke’ye girmek üzereydi. Tam bu sırada, bir müslüman general şöyle bağırmıştı: “Bu gün savaş günüdür!“ Peygamberimiz (s.a.s.) buna şu karşılığı verdi: “Bugün merhamet ve rahmet günüdür!“ Ayrıca sözü geçen generalin bütün vazife ve yetkilerini geri almış, işine son vermişti. İşin sonunda Mekke’nin tamamen kuşatıldığı halkın, kendilerini, güçlü bir ordu tarafından sarılmış gördüğü ve artık Peygamber (s.a.s.)’in duruma tam
550] 8/Enfâl, 61
551] 17/İsrâ, 34
552] 16/Nahl, 91
553] 5/Enfâl, 8
554] 2/Bakara, 190
- 156 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlamıyla egemen olduğu anlaşıldığı zaman, puta tapanların şefleri boyunları bükük şekilde derhal Peygamber Efendimiz’e kendilerini affetmesi için başvurdular. O zaman Peygamberimiz onlara, kendisine hep kötülük etmiş, arkadaşlarından birçoklarını öldürmüş ve O’na iman edenleri inançlarından döndürmek için aklın alamayacağı korkunç işkenceler yapmış olan o insanlara, şunu sormuştu: “Şimdi size ne yapacağımı düşünüyorsunuz?“ Onlar, bu soruya, yenilmiş olmanın verdiği aşağılık duygusuyla şöyle cevap vermişlerdi: “Sen asîl bir kardeşsin. Asîl bir kardeşimizin de oğlusun!“ Bunun üzerine, zâten merhamet ve rahmet pınarlarını akıtmak üzere gelmiş olan o Yüce insan, kararını şöyle açıklamıştı: “Ben, sizlere kardeşim Yusuf’un (a.s.) dediği gibi diyeceğim: ‘Bugün, hiç başa kakma ve ayıplama yok! Sizi Allah affetsin’ 555, serbestsiniz!“
Güvenlik (Savaşta Eman Verme): Eğer bir düşman askeri bir müslümandan güvenlik (eman) isteyecek olursa, kendisine derhal böyle bir güvenlik verilmesi gerekir. Böyle bir güvenliği aldığı zaman, artık dokunulmazlık kazanmıştır ve hiçbir müslüman, ona silâh çekme hakkına sahip olamaz. Yalnız müslümanlara has olan bu mesele, Peygamberimiz’in şu hükmünden ileri gelmektedir: “Müslümanlar eşit kan taşılar. Bu sebeple, içlerinden en önemsizi bile eman/güvenlik sözü verme hakkına sahiptir.“ Savaşın ancak kısmî olarak yürütülmesi ve ayrıca İslâm’ın savaştan kesinlikle kaçınmaya çılışmış olmasından dolayı, böyle bir antlaşmanın yapılmasına izin verilmiştir. Böyle bir güvenlik sözü, yalnız bir askere verilebileceği gibi, çok sayıdaki düşman askerlerine de verilebilir. Hatta onlar, bir kaleye sığınmış olsalar bile. Müslümanlara saldırmadıkları sürece bu güvenlikten yararlanmaya devam ederler. Fakat bu paktın şartlarına aykırı davranışlarda bulunacak olurlarsa, kendilerine verilmiş olan bu güvenlik garantisini yitirirler.
Bu tutum, her an patlak vermesi mümkün görülen savaşın önlenmesi konusunda islâm’ın katıksız isteğini su götürmez bir şekilde ortaya koymaktadır. İslâm, ancak saldırgan bir amaçla kendisine silâh çeken kimselere kaşı ve artık savaşın kaçınılmaz olduğu anlarda saldırıya geçer. Böyleyken, eğer düşman askeri, silâhını bırakır ve güvenlik isterse, bu istek de taşıdığı için o, hiçbir zaman, bir savaş esiri olarak düşünülemez. Eğer İslâm ülkesinde kalacak olursa, müslümanların koruyuculuğundan yararlanmakta olan kişilerin arasına girer. Ve müslümanlar gibi görev yapması gerekir. Onların sahip olduğu her türlü ayrıcalıklardan da yararlanır. Öte yandan, güvenlik paktı, çok basit bir el kol işaretiyle de imzalanabilir. “Hiçbir şeyden korkma“ şeklindeki bir söz bile güvenlik paktı için yeterli görülmüştür.
Güvenlik halkasının geniş tutulmuş olması, İslâm’ın savaşı mümkün olan en dar alana indirmekteki isteğini gösterir. Müslümanlar, bu güvenlik çemberini, çeşitli yollarla açmış ve genişletmişlerdir:
1- Müslümanlar, “güvenlik verme“ hakkını, yalnız bir ordu veya bir alay, yahut da bir birlik kumandanına tanıyıp diğerlerini bu haktan yoksun bırakmak sûretiyle meseleyi hiçbir şekilde sınırlandırma yoluna gitmemiştir. Her müslüman, güvenlik vermekte hürdür ve bu yapıldığı zaman da, bütün müslümanlar, bu paktın sorumluluğunu yüklenmiş olurlar. Kendisiyle pakt yapılmış olan, antlaşmayı bizzat bozmadıkça, hiç kimsenin onu çiğnemeye ve kaldırmaya hakkı yoktur. Hadis-i şerife göre, bütün müslümanlar eşittir; o halde, en önemsiz gibi
555] 12/Yûsuf, 92
KITÂL / SAVAŞ
- 157 -
görüneni, belli başlı hiçbir görevde bulunmayanı bile rahatça bir güvenlik paktı imzalayabilir.
2- Bu hakkı daha da yaygınlaştırmak amacıyla, müslüman bir kölenin bile koca bir düşman ordusuna güvenlik sözü verebileceği ve bu antlaşmadan düşman ordusunun artık esir edilemeyeceği hususu, İslâm hukukçuları tarafından resmen kabul edilmiştir. Bir zamanlar, müslüman bir köle, kaleye sığınan düşman askerlerine güvenlik sözü (emân) vermişti. Ordu kumandanı, derhal Hz. Ömer’e (r.a.) bir mesaj göndererek görüşünü istedi. Ömer (r.a.) şöyle cevap verdi: “Ne de olsa, müslüman bir köle, müslümanlar arasında bulunan bir kişidir. Bu yüzden de, onun koruyuculuğu, öbürlerininkine eşittir.“ Böylece âdil ve merhametli Ömer (r.a.), bir kölenin yaptığı antlaşmayı geçerli saymıştır.
3- Müslümanlar, bir vaadin, bir sözün verilmiş olduğunu göstermek için çeşitli deyim ve işaretler kullanırlardı. Meselâ şehâdet parmağını göğe doğru kaldırmak, korkan bir kimseye verilen bir güvenlik işareti ve bir güvenlik sözü olarak kabul edilirdi. Çünkü Hz. Ömer şöyle demişti: “Herhangi biriniz, bir müşriği çağırır ve parmağını göğe doğru kaldırırsa, ona güvenlik sözü (emân) vermiş demektir. Bundan böyle, bu müşrik, İlâhî koruyuculuk ve müslüman sözünün güvencesi altında tutulmalıdır.“
Güvenlik anlaşmasının bu şekilde genişletilmiş olması, savaşın yaygınlaşmasını ve genişlemesini önlemeyi amaçlamaktadır. Bu güvenlik paktı, kendisiyle böyle bir antlaşma yapılmış olan kimsenin mutlaka “savaş esiri olması gerekir“ şeklinde yorumlanamaz; tam aksine, bu kimsenin dokunulmazlık kazandığını ve esirlik, kölelik tehlikesinden kurtulduğunu gösterir. Böylelikle sözkonusu saldırganlar, İslâm’a silâh çekenlerden ayrılıp, İslâm ülkelerinde, hak ve görevlerini müslümanlarla paylaşan barışçı insanların arasına girmiş olur.
Evet! Baştan beri açıkladığımız bütün bu davranışlar ve ortaya konmuş bulunan prensipler, hiç şüphesiz İslâm’ın, savaşa, ancak yapılan saldırıyı püskürtmek amacıyla başvurduğu gerçeğini kesin bir şekilde ispatlar. Evet, ara sıra öldürmek zorunda kalınabilir. Ama bunun da “en az“a indirilmesi için her çareye başvurulur. Bu, İslâm’ın temel prensiplerindendir. İslâm, insan hayatına, mümkün olan en büyük değeri verir ve onu korumak için inanılmaz bir güç ve çaba gösterir. Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir; onların tek koruyucusudur. 556
İslâm, bir anlamı barış olan dinin adıdır. Dinimiz, rahmet ve erdemi, yeryüzünün ıslahını, insanların huzurunu esas alır. İslâm’da asıl olan barıştır. Dinimizde savaş, başkalarının haklarını ellerinden almak için değil; müslümanların ve tüm mazlumların gasbedilmiş haklarını geri almak için ve fitneyi ortadan kaldırmak, saldırganlığı püskürtmek için yapılır. Savaş, başka türlü çözüm şansının kalmadığı durumda en son çaredir. Ve savaşta her şey meşrû görülmemiş, niçin ve kimlere karşı yapılacağı belirtildiği gibi, nasıl yapılacağı ve hangi esaslara riâyet edileceği de hükme bağlanmıştır.
Allah’a Karşı Savaşan Rejimler
Mâhiyeti ne olursa olsun, İslâm’ın dışında ortaya çıkmış olan insanların hayatına hükmetmeye çalışan rejim, Allah’a karşı savaşan rejimdir. Bir memlekette
556] M. Ebu Zehre, a.g.e. s. 55 vd.
- 158 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hayat kanunları Allah’ın kitabına dayanmıyorsa; o memlekette Allah’a ve O’nun şeriatına karşı savaşan sosyal ve siyasal bir otorite var demektir. Allah (c.c.), ebedî hayat rehberimiz Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun. İman etmişseniz, fâizden arta kalandan vazgeçin. Böyle yapmazsanız, bunun (fâizin) Allah’a ve peygamberine karşı açılmış bir savaş olduğunu bilin.“ 557
Âyet-i kerimelerin gölgesinde rahatlıkla diyebiliriz ki; iktisadî hayatı fâize dayanan tüm rejimler, Allah’a karşı savaşan rejimlerdir. Esâsen Allah’a karşı savaşan rejimleri tanımada yanılmamak için Allah Teâlâ Kur’an’da kendisine karşı savaşn rejimler için fâizin bir alâmet olduğunu beyan etmiştir. Bu münâsebetle müslüman, herhangi bir rejimi tanımak istediği zaman, hemen onun iktisadî hayatının fâize dayanıp dayanmadığına bakar. Şâyet rejimin iktisadî hayatı fâize dayanıyorsa o rejim, Allah’a karşı savaşanların rejimidir. Çünkü iktisadî hayatı fâize dayanan, fâizin reklâmını yapan ve fâizi geliştirmeye çalışan rejimin adı ne olursa olsun, böyle bir rejim şeksiz Allah’a karşı savaşan rejimdir. Böyle bir rejimi ortadan kaldırmaya çalışmak, çalışanlara yardımcı olmak, hem Hakkın hâkimiyet gücüne hizmet ve hem de mü’minin ödemek mecbûriyetinde olduğu bir zimmettir.
Şehid Seyyid Kutub şöyle diyor: “İslâm toplumu mevcut olduğu zaman; müslümanların imamı, fâiz üzerinde ısrar edenlerle savaşmakla mükelleftir. Fâizcilikte ısrar edenler her ne kadar müslüman olduklarını da iddiâ etseler, onlar Allah’ın emrinden dışarı çıkmışlardır. Hz. Ebû Bekir’in kelime-i şehâdet getirdikleri ve namaz kıldıkları halde zekât vermeyenlerle savaştığı gibi İslâm devlet reisi de fâiz yiyenlerle savaşacaktır. Allah’ın şeriatına itaat etmekten kaçanlar ve Allah’ın şeriatını hayatlarında uygulamayanlar müslüman değillerdir!“558 Bugün İslâm coğrafyasında Allah’ın hâkimiyetini reddederek fâiz üzerinde ısrar eden bir sürü sosyal ve siyasal otorite zuhur etmiştir. Bu sosyal ve siyasal otoritelerin ortak hedefi; Allah’a ve peygamberine karşı savaşmaktır. Biz desek de, demesek de bugün İslâm coğrafyası, Allah’a karşı savaşan otoritelerin istilâsı altındadır.
İslâm coğrafyasında fâize dayanan ve fâizi geliştirmeye çalışan tüm rejimlerin katli vâcibtir. Bakınız İmam Taberî şunu kaydediyor: “Fâizden vazgeçmeyen ve fâiz üzerinde mukim olan bir kimseyi tevbeye dâvet etmek imamu’l-müslimînin ödevidir. Şâyet fâizden vazgeçmez ve çekişmeye kalkışırsa o zaman derhal boynu vurulur.“559 Dikkat edilirse İslâm, fâiz üzerinde ısrar edenlere hayat hakkı tanımamaktadır. Bugün İslâm coğrafyasında Allah yolunda yürümek maksadıyla ortaya çıktığını iddiâ eden bir sürü lider ve grup türemiştir. Bu lider ve grupların Allah’ın yolunda olduklarını gösteren alâmetlerin başında, iktisadî hayatı fâize dayanan rejimlere karşı savaşmaları gelir. İktisadî hayatı fâize dayanan rejimlere karşı savaşmayan ve etrafında toplanan müslümanlara fâize dayanak şirk rejimini ortadan kaldırmanın yolunu göstermek yerine, başka yolları gösteren liderler, Allah’ın yolunda değil; şeytanın yolundadırlar. Ve Allah’a karşı savaşanlarla beraberdirler.
Allah’a karşı savaşmakla, Allah’a karşı savaşanı tasdik etmek arasında herhangi bir fark yoktur. Allah’ın diniyle ve Allah’ın hak dinine iman edenlerle savaşan
557] 2/Bakara, 278-279
558] Fî Zılâli’l Kur’an, c. 1, s. 331
559] Taberî, Câmiu’l Beyan Fî Tefsîri’l Kur’an, c. 2, s. 71
KITÂL / SAVAŞ
- 159 -
rejimler, Allah’a karşı savaşmış olurlar. Bu noktadan bakıldığında Osmanlı Devletinin tarihe karışmasından sonra Türkiye’de ortaya çıkan beşer mahsûlü rejimin Allah’a ve Peygamberine karşı savaştığı hemen görülür. 560
Sonuç olarak diyebiliriz ki; yeryüzünde en büyük cinâyet, Allah’a karşı savaşmak ve Allah’a karşı savaşan rejimlerden emin olmaktır. Allah’ı inkâr etmektir. Müslümanın görevi; dinini yıkmaya çalışan ve Rabbiyle savaşan rejimlerin ortadan kalkması için çalışmak, çalışanlara gücü nisbetinde yardım etmek ve bu uğurda şehid olan müslümanları rahmetle anmaktır. Şunu unutmayalım ki; nerede Allah’a karşı savaşan bir rejim varsa, mutlaka orada İslâmî bir kıyam hareketi de vardır. Çünkü Şeriat-ı Garrâ, Allah’a karşı savaşan rejimlere karşı eliyle, diliyle ve kalbiyle savaşmayan müslümanı, müslüman kabul etmez. 561
Terör ile Cihad Arasındaki Fark
Terör: Silâh Olarak Kullanılan Kaypak Bir Kavram: Filmlerde işlenen cinâyetler, öldürme işine göre değil de; bu cinâyetleri kimin işlediğine göre değerlendirilir; birçok insan öldüren kişi, eğer filmin jönü, başrol oyuncusu ise, bu kahramanlıktır; yok, kötü adam ise, bu vahşettir, terördür. Film de zaten bu şekilde kurgulanmış, izleyenlere de bazı cinâyetleri alkışlarken, bazılarını lânetlemek rolü düşmüştür. Seyirci buna hem alıştırılmış, hem de şartlandırılmıştır. Artık, sinema dışında oynanan oyunda da izleyici aynı tavrını kuşanacaktır.
Kediyi köşeye sıkıştıran, ona veya yavrusuna can güvenliğini çok gören kimseye bir şey demeyeceksiniz; kedinin kendisini ya da yavrusunu korumak için tek alternatifi olan aslanlaşıp kurtulma mücâdelesine terör diyecek ve onu terörist bir tavırla cezâlandırmadan yana olacaksınız. Bu ne kadar adâlet ölçüleriyle bağdaşır? Olayı empatiyle değerlendirip bir de kedi gözüyle bakmayı düşünemeseniz bile objektif olmak, kendi hakkın kadar muhâtaplarının da hakkını yüce bilmek erdemi olmadan insanlığın ne oranda korunabileceğini de mi düşünmezsiniz?
Her farklı inanç mensubu, kendisine göre bir “terör“ tanımı yapar; her görüşün farklı bir “terörist“i, daha doğrusu bu damgayla yaftalandırdığı farklı kimseler vardır. “Öteki“ kavramı, bazı saldırgan düşüncelere sahip müstekbirlerde “terörist“ demektir. Yani, ya dostları ve kendi çıkarlarına ters düşmeyen yardakçıları vardır; ya da teröristler. Her çeşit terör eylemleri yapan bir kimse, kendi çıkarlarına ters düşmüyor, hele hele kendi düşmanlarına karşı bu eylemleri sürdürüyorsa, o terörist değildir; o bir “özgürlük savaşçısı“dır. Ama terör saldırılarına karşı kendini savunan “öteki“ hemen damgayı yer: Terörist! 562
Hevâ ve heveslerini ilâh edinen zümreler, yeryüzünde fesadın iktidarını sağlamış ve bunun devamı için kurumlar kurmuş, kurallar oluşturmuştur. Müslümanlara düşen görev, fitne ve fesat yeryüzünden kaldırılıncaya, din sadece Allah'ın oluncaya kadar bütün gücüyle mücâhede, mücadele ve mukâtele etmektir.
560] Mustafa Çelik, Lâ, s. 98-100
561] M. Çelik, a.g.e., s. 101
562] Geniş bilgi için bk. Ahmed Kalkan, Kur’an Kavramları, Fesad-İfsad Kavramı, 48. Kavram, Terör ile Cihad Arasındaki Fark
- 160 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Konuyla İlgili Lügatçe
Anarşi: Kargaşalık; hükümetsiz ve hükümeti gücünü kaybetmiş, otoritesiz topluluğun hali; otoritesizlik, kargaşalık, başıboşluk, düzensizlik. Anarşizm: Hürriyetleri ve insan mutluluğunu devlet otoritesinin kısıtladığını, bu yüzden devletlerin tamamen ortadan kalkması gerektiğini öne süren doktrin. Kurallara ve otoriteye karşı çıkma. Anarşist: Otorite tanımayan, anarşi tarafdarı, karışıklıktan fayda uman; yıkıcı, tahrip edici.
Cenk: (Farsça isim): Harp, savaş, muhârebe, kavga. Cengâver: Cenkçi, savaşkan, muhârip.
Cihad: (Arapça isim) İslâm uğruna çalışma, Allah yolunda mücâdele, çokça gayret etme, iyiliği hâkim kılmak ve kötülüğü yok etmek için faâliyet gösterme; Allah’ın rızâsını kazanmak için din düşmanları ile yapılan harp, mukaddes savaş; Dâru’l-harbi, yani müslümanların hâkimiyeti dışındaki toprakları dâru’l-İslâm’a, yani İslâm hâkimiyetine çevirmek için yapılan savaş; insanın kendi nefsiyle mücâdele etmesi.
Cihad Emîri: Cihadı başlatmak veya yönetmekle görevli kimse. Devlet reisinin bizzat savaşa katılmayıp, onun görevlendirdiği kimse.
Dârulharb: Harb sahası, savaş yurdu, savaş meydanı; İslâm hukukunun yürürlükte olmadığı bölgeler.
Dâruulİslâm: İslâm yurdu, İslâm ülkesi, İslâm hukukunun uygulandığı ve başında halîfenin, yani müslüman bir ülülemrin/devlet reisinin bulunduğu ülke.
Dârussulh: Sulh/barış halinde bulunulan ülkeler.
Fanatik: Bir şeye aşırı bağlı, aşırı tutkun, aşırı taraftar, mutaassıp. Fanatizm: Fanatiklik, körü körüne bağlılık, taassup.
Fesat: (Arapça isim) Karışıklık, nifak; Bozukluk, çürüklük, yolsuzluk.
Fetih: Arapça isim; Açma, açış, açılma; bir ülkeyi, bir şihri veya kaleyi ele geçirme, zapt etme; zafer, galebe.
Fitne: (Arapça isim) İmtihan, deneme; Karışıklık, kargaşa; Ara bozma, bozgunculuk, fesat; Küfür, azgınlık, sapıklık; Ayartma, azdırma, baştan çıkarma.
Fundamentalizm: 20. y.y.da ABD’de ortaya çıkan protestan menşeli mutaassıp akıma denir. Sonraları hristiyanlık dışındaki radikal dinî akımlar böyle adlandırılmaya başlandı; köktencilik, kökten dincilik diye Türkçeye çevrilen anlayış için itici, dışlayıcı bir kavram olarak daha çok İslâm düşmanlarının bazı müslümanlara taktıkları sıfat olarak gündemde tutuldu.
Harb: (Arapça isim) Devletler arasında meydana gelen silâhlı kavga, muhârebe, savaş, cenk.
Harb Emîri: Devlet başkanının tâyin ettiği savaş işlerine bakan komutan. Ordu politikasını, harp sevk ve idâresini, barış yapma ve ganimetleri bölüştürme gibi görev ve yetkileri vardır.
Harbî: Harple ilgili, dârulharbe âit; Düşman, sulh hâlinde olunmayan; Kâfir, müslüman olmayan; Müslümanlarla aralarında antlaşma bulunmayan gayri
KITÂL / SAVAŞ
- 161 -
müslimlerin ülkesinde yaşayan kimse.
Harb-i Umûmî: Dünya Savaşı.
Katliâm: Toptan öldürme, toplu öldürme, kılıçtan geçirme, kırım, soykırım. Bosma’da hristiyanların; Filistin’de yahûdilerin, Almanya’da Nazilerin katliâmı bunlara örnektir.
Kıtâl: Savaş, cenk, vuruşma, birbirini öldürme.
Köktencilik veya köktendincilik: Köklü, temelli değişiklik ve yenilik yapma eğilimi, radikalizm; radikal dincilik.
Muhârebe: (Arapça isim) Muhâlif iki gücün çarpışması, harbetme, savaşma, harp, savaş, cenk.
Muhârip: (Arapça isim) Muhârebe eden, savaşan, savaşçı; Savaşabilecek, savaş gücünden istifade edilebilecek olan kişi veya birlik; birbiriyle savaşanlardan herbiri.
Mutaassıp: (Arapça isim) Taassup sahibi, bir meseleyi müdâfaada ifrâta varan; dinine ve geleneklererine bağlı dindar.
Mücâhid: (Arapça isim) Gayret eden, çok çalışan; Cihad eden, İslâm uğruna savaşan, Allah yolunda harb eden.
Müdâfaa: Bir hücum veya tecâvüze karşı kendisini veya bir topluluğu koruma, saldırıya karşı durma, savunma; Bir dâvâyı redde çalışma, söz veya yazıyla savunma. Müdâfaa-yı meşrûa: Meşrû müdâfaa.
Radikalizm: Her sahada köklü değişiklik ve yenilik eğilimi, köktencilik. Radikal: Kökten, kesin, kat’î; köktenci.
Savaş: (Savmak fiilinden türemiş isim) İki taraf (teşkilât, ülke veya ülkeler topluluğu) arasında meydana gelen silâhlı vuruşma, cenk, muhârebe, harp; dövüş, kavga, mücâdele, uğraş.
Savaş Hali: Savaşın ilânından itibaren geçerli olan hukukî durumdur. Bu durum, taraflar arasında çarpışmaların başlamasıyla birlikte ortaya çıkmaktadır. Savaş hali durumunda diplomatik ilişkiler otomatik olarak kesilmekte, devletler arasındaki andlaşmalar geçersiz sayılmakta veya uygulama imkânı kalmamaktadır.
Savaş İlânı: Savaş halinin başlaması için taraflarca yapılan bildiridir. Bu andan itibaren savaşanlar için savaş hukuku ve savaşanlar ile tarafsızlar arasında tarafsızlık hukuku geçerli olmaya başlar. Bazen savaş ilânı yapılmadan da savaş başlayabilmektedir. Türkiye’de savaş ilân etme yetkisi, T.B.M.M.’ye aittir.
Savaş Suçları: Savaş sırasında savaş kurallarına uyulmaması ile ortaya çıkan suçlular. Uluslararası hukuka göre, savaş hukuku kurallarına uymayanlar ya kendi ülkelerince, ya da haksızlığa uğrayan devlet tarafından cezalandırılır.
Savaş Tazminatı: Birleşmiş Milletler Andlaşmasında bir silâhlı çatışmaya yol açan devlet, savaş sonunda sebep olduğu zararı gidermekle, yani savaş tazminatı ödemekle yükümlüdür. Savaş tazminatı, uluslararası hukuka göre, savaş sonunda yapılacak barış andlaşmalarıyla belirlenir.
- 162 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Savaş Tipleri
Sınırlı Savaşlar (Limited War): Kullanılan silâhların türü, savaş alanı, katılan devletlerin sayısı ve güdülen siyasî amaç bakımından sınırlı tutulan savaşlardır. Bunlar, düşmanın tamamen yok edilmesinden veya şartsız tesliminden çok, sınırlı bir amaca yönelik olarak yürütülen silâhlı mücâdelelerdir.
Topyekün Savaşlar (Total War): Düşmanı şartsız teslim olmaya zorlayan ve devletlerin bütün kaynaklarıyla katıldıkları savaşlardır. Tüm nüfusun katıldığı ve karşı taraftaki tüm nüfusa yönelik bu savaşlarda devletler, bütün maddî ve mânevî kuvvetleriyle karşı karşıya gelmektedir.
İç Savaş (İnternal Warfare): Aynı memleketin vatandaşları arasındaki savaşlar. Bunlar, ya belirli isyancı gruplarla hükümet güçleri arasında, ya da siyasal grupların kendi aralarındaki savaşlardır.
Gerilla Savaşı (Guerilla Warfare): Çeşitli nedenlerle ve bu arada düzenli ordularla yürütülemeyecek zamanlarda başvurulan bir savaş türüdür. Kendisini daha büyük bir devletin tehdidi altında gören ve sınırlı ekonomik ve askerî kapasiteye sahip devletlerin başvurdukları bir yoldur: Vietnam’ın ABD’ye ve Afganistan’ın Sovyetler Birliği'ne karşı karşı başarıyla uygulanmıştır. İç savaşlarda ve özellikle bağımsızlık hareketleri sırasında sık sık bu savaş türüne rastlanır.
Psikolojik Savaş (Psychological Warfare): Düşmana karşı askerî, ekonomik ve siyasal yollarla propagandanın etkin şekilde kullanılmasıdır. Halkın ve ordunun düşünce ve hareket tarzına tesir ederek onların savaşma irâdelerini azaltmayı, felce uğratmayı veya kırmayı hedef tutar.
Soğuk Savaş (Cold War): Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasının bir kavramı olup, savaştan sonra ABD ve Sovyetler Birliği'nin temsil ettiği, Doğu ve Batı bloku arasındaki silâhlı çatışmaya varmayan mücâdeledir. Bu kavram, iki blok arasındaki çetin siyasal ve ideolojik çekişmeyi anlatmak için kullanılmaktadır.
Nükleer Savaş (Nucleer War): Geleneksel klasik (konvensiyel) silâhların yerine; atomik, biyolojik veya kimyasal silâhlarla yürütülen savaşlardır. Uluslararası sistemin yapısından ve savaş teknolojisindeki gelişmelerden dolayı süper güçler arasındaki doğrudan çıkacak bir savaşın kısa bir zamanda nükleer bir savaşa dönüşme ihtimali büyüktür. Nükleer savaşların en büyük özelliği, tahrip gücünün yüksek oluşundan dolayı, caydırıcılığının fazla oluşudur.
Yıkıcı Savaş: Gizli kuruluşlar tarafından bir memleketin otoritelerine karşı girişilen halkın bir kısmının desteğini sağlamış olarak veya olmayarak kararlaştırılıp hazırlanan, sevk ve idare edilen bir harekettir. Tuzağa düşürücü ve sürekli bir savaş şeklidir ve etkinliği sağlamak için her usûle başvurulur. Düşmanın siyasî, idarî ve askerî teşkilâtına ait şu veya bu kesimin kontrolünden, siyâsî ve sosyal düzenin yıkılmasına varıncaya kadar, çok değişik maksatlarla yapılabilir. Son yıllarda hızlanan ABD’nin Irak yönetimine ve özellikle Saddam Hüseyin’in devrilmesine yönelik tavırları buna örnektir.
Sefer: (Arapça isim) Bir yerden bir yere gitme, yolculuk, sefer; Savaş hazırlığı; Savaşa gitme; Harb, savaş.
Seferber: Sefere, savaşa hazır; Sefer veya savaş halinde.
KITÂL / SAVAŞ
- 163 -
Seferberlik: Seferber olma hali, savaş için yapılan hazırlıkların bütünü; Seferberlik durumunun ilân edildiği dönem; Bütün güçlerin bir sonuca vermek için harekete geçirilmesi hali; Birinci Dünya Harbi.
Taassup: (Arapça isim) Aşırı bağlılık, aşırı taraftarlık, sebatkârlık; körü körüne bağlılık, bâtılda ısrar etme, bağnazlık. 20. y.y.dan beri, (aşağılayıcı mâhiyette ve aslında yanlış olarak) dinine bağlılık mânâsına kullanılmıştır.
Terörizm: Tedhişi siyasî fikrini yayma ve kabul ettirmede bir usûl olarak kullanma görüşü, tedhişçilik. Terör: Tedhiş; Daha çok sivil halka yönelik silâhlı saldırı ve bombalama eylemleri, insan kaçırma, rehin alma, siyasal amaçlı yaralama ve öldürme olayları.
Zimmî: (Ehl-i zimmet) İslâm devletinin hâkimiyeti altında bulunan ve cizye denilen özel vergiyi ödeyen hristiyan veya yahûdi tebaa; İslâm ülkesinde oturan gayri müslim vatandaşlar.
“Harp hiledir“ (Hadis-i Şerif)
“Nefsinle yapacağın savaş, en büyük savaştır.“
“Müslümanca yaşamak istiyorsak, zâlimlere karşı Allah yolunda savaşı sürdürmeye hazır olmalıyız.“
“Savaşta dövüşenlerden çok kaçanlar ölür.“
“Cepheden kaçanlar, savaşa girenlerden daha çok yara alırlar.“
“Savaşta başarı kazanmak için mânevî gücün rolü dörtte üç, maddî gücün ise dörtte birdir.“
“Savaşta en akıllıca davranış, en cesûrâne kararı vermekle olur.“
“Savaşta zaferin ilk anahtarı düşmanın niyetini anlamaktır.“
“Dünya hayatı; zorluklar, zulüm, fitne, fesat, yoksulluk kendine göre kahramanları olan savaş alanlarıdır.“
“Bir tek düşmanla sık sık dövüşmemelisin; çünkü ona tüm savaş sanatını öğretirsin.“
“Ancak nûra, hakka, güzele, cennete kavuşmak için yapılan savaş güzeldir.“
“Savaş korkusu, savaşın kendisinden daha kötüdür.“
“İlk vuruş, savaşı yarı yarıya kazanmak demektir.“
“Savaşsız, sabırsız yenme olur mu hiç?“
“Hazır ol cenge, ister isen sulh u salâh.“
“Bu mesel ile bulur cümle düvel fevz ü felâh,
Hazır ol cenge eğer ister isen sulh u salâh.“
“İslâm barışı hedefler, müslümanların savaşmak zorunda kalışı, barışı insanlara ulaştırmak içindir.“
“Barışı korumanın en iyi yolu savaşa hazır olmaktır.“
- 164 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Barış bile büyük ücretlerle satın alınır.“
“Barışta oğullar babalarını, savaşta babalar oğullarını gömer.“
“Fazla uzun bir barışın dertlerini çekiyoruz. Lüks, kılıçtan beter eziyor bizi.“
“Düşmanlarımla ben baş ederim; Allah’ım sen beni dost bildiklerimin şerlerinden koru!“
“Düşmanına acıyan, çoğu defa, kendine acımamış olur.“
“Dostu severim ama düşman da işe yarar. Dost gücümü gösterir, düşman da ödevimi.“
“Aç canavara karşı sevgi, merhametini değil, iştihasını açar. Hem de diş ve tırnağının kirasını da ister.“
“Zâlime merhamet, mazluma zulümdür.“
“Düşmanlarımıza teşekkür borçluyuz. Çünkü onları yenmek çabası olmasaydı, şimdi bulunduğumuz derecenin yarısını bile kazanamazdık.“
Bir anlamı barış olan İslâm'ı tüm dünyaya hâkim kılma gayreti ile dünya barışı sağlanabilir. İşte cihad (her çeşit İslâmî mücâdele ve savaş) bunun için emredilmiştir. Biz barış için, sulh ve selâmet için mücâdele ederiz. Fitnenin, dayatma, fesat, saldırı ve savaşların sona ermesi için gerçek barışın, yani İslâm'ın hâkim kılınmasından başka kesin çözüm yoktur. Müslüman, başkalarının haklarını ellerinden almak için değil; gasbedilmiş haklarını geri almak ve zulme/fitneye karşı çıkmak için, başka barış çabaları sonuç vermiyorsa, zâlimin anlayacağı dilden konuşur, savaşmaktan kaçınmaz.
Kendi içinde ve çevresinde barışı/İslâm'ı hâkim kılan ve tüm yeryüzüne bunu yayma gayretinde bulunan barış elçisi İslâm erlerine, mücâhidlere selâm olsun!
KITÂL / SAVAŞ
- 165 -
Kıtâl Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Kıtâl Kelimesinin Geçtiği Âyetler (13 Yerde): 2/Bakara, 216, 217, 217, 246, 246,; 3/Âl-i İmrân, 121, 167; 4/Nisâ, 77, 77; 8/Enfâl, 16, 65; 33/Ahzâb, 25; 47/Muhammed, 20
B- Mukatele (Savaş) Kelimesi ve Türevleri (57 Yerde): 2/Bakara, 190, 190, 191, 191, 191, 193, 217, 244, 246, 246, 246, 253, 253; 3/Âl-i İmrân, 13, 111, 146, 167, 195; 4/Nisâ, 74, 74, 75, 76, 76, 76, 84, 90, 90, 90, 90; 5/Mâide, 24; 8/Enfâl, 39; 9/Tevbe, 12, 13, 14, 29, 30, 36, 36, 83, 111, 123; 22/Hacc 39; 33/Ahzâb, 20; 48/Fetih, 16, 22; 49/Hucurât, 9, 9; 57/Hadîd, 10, 10; 59/Haşr, 11, 12, 14; 60/Mümtehıne, 8, 9; 61/Saff, 4; 63/Münâfıkun, 4; 73/Müzzemmil, 20.
C- Katl Kelimesinin Geçtiği Âyetler (170 Yerde): 2/Bakara, 54, 61, 72, 85, 87, 91, 154, 178, 190, 190, 191, 191, 191, 191, 191, 191, 193, 216, 217, 217, 217, 217, 244, 246, 246, 246, 246, 246, 251, 253, 253; 3/Âl-i İmrân, 13, 21, 21, 111, 112, 121, 144, 146, 154, 154, 156, 157, 158, 167, 167, 168, 169, 181, 183, 195, 195; 4/Nisâ, 29, 66, 74, 74, 74, 75, 76, 76, 76, 77, 77, 84, 89, 90, 90, 90, 90, 91, 92, 92, 93, 155, 157, 157, 157; 5/Mâide, 24, 27, 28, 28, 30, 30, 32, 32, 33, 70, 95, 95, 95; 6/En'âm, 137, 140, 151, 151; 7/A'râf, 127, 141, 150; 8/Enfâl, 16, 17, 17, 30, 39, 65; 9/Tevbe, 5, 12, 13, 14, 29, 30, 36, 36, 83, 111, 111, 111, 123; 12/Yusuf, 9, 10; 17/İsrâ, 31, 31, 33, 33, 33; 18/Kehf, 74, 74; 20/Tâhâ, 40; 22/Hacc, 39, 58; 25/Furkan, 68; 26/Şuarâ, 14; 28/Kasas, 9, 15, 19, 19, 20, 33, 33; 29/Ankebût, 24; 33/Ahzâb, 16, 20, 25, 26, 61, 61; 40/Mü'min, 25, 26, 28; 47/Muhammed, 4, 20; 48/Fetih, 16, 22; 49/Hucurât, 9, 9; 51/Zâriyât, 10; 57/Hadîd, 10, 10; 59/Haşr, 11, 12, 14; 60/Mümtehıne, 8, 9, 12; 61/Saff, 4; 63/Münâfukun, 4; 73/Müzzemmil, 20; 74/Müddessir, 19, 20; 80/Abese, 17; 81/Tekvîr, 9; 85/Bürûc, 4.
Harb Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (11 Yerde): 2/Bakara, 279; 3/Âl-i İmrân, 37, 39; 5/Mâide, 33, 64; 8/Enfâl, 57; 9/Tevbe, 107; 19/Meryem, 11; 38/Sâd, 21; 34/Sebe’, 12; 47/Muhammed, 4.
Cihad Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (41 Yerde): 2/Bakara, 218; 3/Âl-i İmrân, 142; 4/Nisâ, 95, 95, 95; 5/Mâide, 35, 53, 54; 6/En'âm, 109; 8/Enfâl, 72, 74, 75; 9/Tevbe, 16, 19, 20, 24, 41, 44, 73, 79, 81, 86, 88; 16/Nahl, 38, 110; 22/Hacc, 78, 78; 24/Nûr, 53; 25/Furkan, 52, 52; 29/Ankebût, 6, 6, 8, 69; 31/Lokman, 15; 35/Fâtır, 42; 47/Muhammed, 31; 49/Hucurât, 15; 60/Mümtehıne, 1; 61/Saff, 11; 66/Tahrîm, 9.
Mücâdele Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (29 Yerde): 2/Bakara, 197; 4/Nisâ, 107, 109, 109; 6/En’âm, 25, 121; 7/A’râf, 71; 8/Enfâl, 6; 11/Hûd, 32, 32, 74; 13/Ra’d, 13; 16/Nahl, 111, 125; 18/Kehf, 54, 56; 22/Hacc, 3, 8, 68; 29/Ankebût, 46; 31/Lokman, 20; 40/Mü’min, 4, 5, 35, 56, 69; 42/Şûrâ, 35; 43/Zuhruf, 58; 58/Mücâdele, 1.
Barış Anlamındaki Silm Kelimesi (6 Yerde): 4/Nisâ, 90, 91; 8/Enfâl, 61; 16/Nahl, 28, 87; 47/Muhammed, 35.
Barış, Anlaşma, Arabulucuk, Aralarını Düzeltme Anlamlarındaki “Sulh“ ve “Islâh“ Kelimeleri ve Türevleri (12 Yerde): 2/Bakara, 182, 224, 228; 4/Nisâ, 35, 114, 128, 128, 128; 8/Enfâl, 1; 49/Hucurât, 9, 9, 10.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Savaş, Barış, İktidar, Abdurrahman Dilipak, Ferşat Y.
2. Savaş Esintileri, Mâlik bin Nebi, çev. Salih Özer, Ankara Okulu Y.
3. Savaş Hileleri -Strategemler- 1, Harro Von Senger, Çev. Mekin Özbalta, Anahtar Kit. Y.
4. Savaş Aldatmaları, Mesut Günsev, Kastaş Y.
5. Savaş ve Hile Hidâyet Arkun, Işık Y. Çağdaş Pazarlama
6. Savaş Sanatı Tarihi, John Keegan, çev. Fusun Doruker, Sabah Kitapları
7. Savaş ve İlk Yardım, metin Erkaya, Seha Neşriyat
8. Savaş ve İnsan, Human Rights Watch, çev. Ertuğrul Kürkçü, Belge Y.
9. Savaş ve Uygarlık, Arnold Topnbee, çev. Mehmet Dündar, Ürün Y.
10. Savaşan Afganistan, Ferhad Bağcı, Rahmet Y.
11. Savaşan Dünya ve Türkiye, Kâmuran Gürün, Bilgi Y.
12. İslâm’da Savaş Kavramı, Muhammed Ebu Zehre, Fikir Y.
13. İslâm Savaşçısına Notlar, Zübeyir Yetik, Çığır Y.
14. İslâm Savaşçıları, Abdurrahman Dilipak, İşaret/Ferşat Y.
15. Savaşımızı Türküleştirdik Biz, Alişan Satılmış, Hamle Y.
16. Savaşta ve Barışta Büyük Stratejiler, Paul Kennedy, çev. Ahmet Fethi, Eti Y.
- 166 -
KUR’AN KAVRAMLARI
17. Âyetlerle Savaş ve Cihad, Said Köşk, Anahtar Y.
18. Harp mi Sulh mü? Ali Rıza Temel, Seha Neşriyat
19. Dinsel Şiddet, Şinasi Gündüz, Etüd Y.
20. Peygamberimiz’in Seriyyeleri, Muhammed Ali Kutup, Hisar Y.
21. Peygamberimiz’in Savaşları, Muhammed Kutup, Hisar Y.
22. Hz. Peygamber’in Savaşları, Muhammed Hamidullah, Yağmur Y.
23. Peygamberimiz’in Savaşları, Abdülkadir Dedeoğlu, Osmanlı Y.
24. Peygamberimiz’in Savaşları, Kasım Göçmenoğlu, Erdem
25. Kim Savaşım Verebilir, Abdülkerim Süruş, Seçkin Y.
26. Kılıcın Hakkı, H. Hicran Göze, Boğaziçi Y.
27. Neden Öldürüyorlar, Vural Okur, Özel Y.
28. Dinsel Şiddet, Şinasi Gündüz, Etüt Y.
29. İslâm’da Cihad, Seyyid Kutub, Özgün Y.
30. İslâm’da Cihadın Önemi, Mustafa Kapçı, Bayrak Y.
31. İslâm'da ve Günümüzde Cihad, Abdulkerim Abdülkadiroğlu, Sönmez Neşriyat
32. Cihad, Mevdûdi, Seyyid Kutub, Dünya Y.
33. Cihad, İbn Nehhas, Tevhid Y.
34. Cihad, Abdullah bin Mübârek, Tevhid Y.
35. Cihad, Bir Temel Tasarım, Abdülkadir es-Sûfi, Yeryüzü Y.
36. Cihad, Mehmed Zahid Kotku, Seha Neşriyat
37. Cihad Dersleri I-II, Abdullah Azzam, , Buruc Y.
38. Cihad Dünya Gündeminde, Abdullah Azzam, İslâmoğlu, Y.
39. Cihad, Âdâb ve Ahkâmı, Abdullah Azzam, Ravza Y.
40. Cihad Kervanı, Abdullah Azzam, Ravza Y.
41. Cihad Günlüğü, Abdülhamid Muhacir, Özgün Y.
42. Cihad Müdafaası, Ömer Abdurrahman, İstişare Y.
43. Cihad Müdafaası, Kelimetü’l-Hak, Ömer Abdurrahman, Servet Y.
44. Cihad Önderleri, Heyet, Seha Neşriyat
45. Cihad Ruhu, Azmi Yahya, Risale Y.
46. Cihad Sahasında Bediüzzaman, Mehmed Kırkıncı, Zafer Y.
47. Cihad Üzerine Konuşmalar, Heyet, Seha Neşriyat
48. Cihad Yolunda Bir Adım Daha İleri, Said Havva, Uysal Kitabevi
49. Cihad Zikir Ayrılmazlığı, Mehmed Göktaş, İstişare Y.
50. Cihad ile İlgili Âyet-i Kerime ve Hadis-i Şerifler, İSİLAY Y.
51. Cihadı Kuşanan Topraklar, Bekir Tank, Şûra Y.
52. Cihad ve Mücâhid, Bekir Başarıcı, Uysal Kitabevi Y.
53. Cihada Dâvet, Hasan el-Benna, Terc. Ali Arslan, Sinan Y.
54. Bütün Cepheleriyle Cihad I-II, Enver Baytan, Mevsim Y.
55. Gönüllerin Fethinde Cihad, Abdülaziz Hatip, Gençlik Y.
56. Tek Yol Cihad, Mustafa Meşhur, Vahdet Y.
57. Kitab ve Sünnette Cihad, Abdullah bin Muhammed bin Hümey, Tevhid Y.
58. Cihad Âyetlerinin Nüzul Sebepleri ve Muhtemel Kronolojisi, Nazmi Söğüt, Yük. İst. Enst.Y.
59. Kur'an-ı Kerim'e Göre Cihad, Mehmed Kemal Pilavoğlu, Güven Matbaası
60. Filistin’de Cihad Sürüyor, M. Ahmed Varol, Madve Y.
61. İslâm’a Yönelik Fikrî Savaşlar, Ali Muhammed Çerişe, Muhammed Şerif el-Zıbk, Araştırma Y.
62. Sömürge ülkelerde Fikir Savaşı, Malik Binnebi, çev. İlhan Kutluer, İnsan Y.
63. Beklenen Zafer Nesli, Yusuf Kardavi, çev. Hasan Fehmi Ulus, İklim Y.
64. Gelin Bu Dünyayı Değigştirelim, Mevdudi, Rahmet Y./Özgün Y.
65. İslâm İnkılâbının Yolu, Mevdudi, Bengisu Y.
66. Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücâhitler, Kadir Mısıroğlu, Sebil Y.
KITÂL / SAVAŞ
- 167 -
67. Hak-Bâtıl Mücâdelesi ve İhtilaflar, Beşir İslâmoğlu, Bengisu Y.
68. İslâmî Mücadele Hizbullahî Yol, Ali Korani, Bengisu Y.
69. İslâm’ın Hareket Metodu, Yüksel Kılıçaslan, Hak Y.
70. İslâmî Hareket Metodu, Seyyid Kutub, İslâmoğlu Y.
71. Râsûlüllah’ın Hayatı ile İslâmî Hareket Metodu, I-II, Abdurrahman Muhacir, Hak Y.
72. Nebevî Hareket Metodu, I-II, Münir Muhammed Gadban, Nehir Y./Merve Y. Paz.
73. Ölümsüz Müdafaa, Mevlâna Ebul Kelâm, Marifet Y.
74. İslâmî Mücadelede Şiddet Sorunu, Cevdet Said, Pınar Y.
75. İslâmî Direniş, M. Hüseyin Fadlullah, Bengisu Y.
76. Hak Yolunda Mücadele, Hüseyin Âşık, Demir Kitabevi
77. Yüzyıllık Kuşatma, İbrahim Karagül, Fide Y.
78. Hükmüllah, Heyet, Hilâl Y.
79. Bosna: Mağlûp Edilemeyenler, Ahmet Şanverdi, Kiyap Y.
80. Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim, Mevdudi, Özgün Y.
81. İslâmîyet ve Milletler Hukuku, Ahmet Reşid Turnagil, Sebil Y.
82. İslâm Devletler Hukukunda Savaş Esirleri, Ahmet Özel, T. Diyanet Vakfı Y.
83. Şer İttifakı ve Sözcüsünü Arayan Bir Milyar Müslüman, M. Han Kayani, İnkılâb Y.
84. Hz. Muhammed ve Karşıt Güçler, M. Ahmet Halefullah, Birleşik Y.
85. İslâmî Tebliğin Medine Dönemi ve Cihad, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
86. Medine Devletine Giden Yol, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
87. Sulh Peygamberi, H. Hicran Göze, Boğaziçi Y.
88. Özgürlük Peygamberi Hz. Muhammed, Abdurrahman Şarkavi, Birleşik Y.
89. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 2, s. 28-41
90. Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 132-135
91. Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 383-398
92. Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 396-407
93. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, s. 755-770
94. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neş. c. 1, s. 326-336
95. Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 4, s. 426-446
96. El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 89-114
97. El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 3, s. 7-31
98. Et-Tefsîru'l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 191-201
99. Muht. Taberî Tefsiri, İmam Taberi, Ümit Y. c. 1, s. 142-145
100. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 54-56
101. Furkan Tefsiri, Hicazi, Vahdet Y. c. 143-146
102. Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 4, s. 47-59
103. Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 229-234
104. El-Esâs fi't-Tefsîr, Said Havva, Şamil Y. c. 1, s. 490-504
105. Ruhu'l-Furkan Tefsiri, Mahmud Ustaosmanoğlu, Siraç Kitabevi Y. c. 2, s. 348-373
106. Bakara Sûresi Tefsiri, Ramazanoğlu, Mahmud Sami, Erkam Y. s. 239-243
107. Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sabuni, Şamil Y. c. 1, s. 182-193, 213-219; c. 2, s. 371-381
108. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. (Cihad) c. 7, s. 527-534
109. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. Cihad, Harp Emiri
110. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 7, s. 368-460
111. Sosyal Bilgiler Ansiklopedisi, Savaş md. (Tayyar Arı), c. 3, s. 356-360
112. İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 110-116; 430-431; 431-434
113. Kur'an'da Siyasi Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 475-504; 295-297
114. Fikrî Tevhide Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat, s. 146-156
115. Yürek Devleti, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 34-35
116. Kur'an'ın Ana Konuları, M. Sait Şimşek, Beyan Y. s. 277-286
- 168 -
KUR’AN KAVRAMLARI
117. Nur'dan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 2, s.158-175
118. Bu Böyledir, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 365-396
119. İslâm Dâvetinin Esasları, Abdülkerim Zeydan, Risale Y. c. 1, s. 285-292
120. İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 1, s. 104-109; c. 3, s. 41-70
121. İslâmî Hareket Fıkhı, Mustafa Çelik, Yenda Y. c. 4, s. 315-323
122. Lâ, Mustafa Çelik, Ölçü Y. c. 2, s. 97-110
123. Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 297-303, 73-74
124. İslâm Nasıl Yozlaştırıldı? 133-138
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 1 -
Kavram no 156
Görevlerimiz 32
Nimetler 21
Bk. Güzellik/Hüsn; İhsân; Felâh
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
• Sanat; Anlam ve Mâhiyeti (İnanca Göre Sanat)
• Câhiliyyenin Sanat Anlayışı
• Sanata Müslümanca Bakabilmek
• Kur’ân-ı Kerim’de Sanat ve Güzellik Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Sanat ve Güzellik Kavramı
• Estetik; Güzelliğin Felsefesi
• Günümüzde Sanat Denince
• Emperyalizmin Hizmetinde Sanat
• Sanat ve Toplum
• Sanat ve Rejim
• Sanat İçin Sanat (Put Sanat)
• Sanatın Putlaştırılması
• Sanat ve Güzellik (Güzel Sanat)
• “Güzele Bakmak Sevap mı?“ -Elbette…
• Müzik Rûhun Gıdası mı?
• Allah İçin Sanat
• Müslümanların Sanata Yaklaşımı
• Kur'an ve Sünnet'te Sanat
• Hakiki Sanatkâr: ALLAH
• Allah'ın Sanatına Örnekler: Kâinat, İnsan, Cennet ve Kur'an
• Fıtrat ve Sanat
• Sanat ve Güzellik Merkezi: Câmi
• İslâm Sanatı mı, Müslümanların Sanatı mı?
• Müslüman Sanatçı ile Diğer Sanatçıların Farkı
• Sanat ve Cihad
• Sanat ve Tebliğ
• Sanat ve Fayda
• Sanat ve Gerçek
• Sanat Dallarına Bakış Açımız
• Sanat Konusunda Neler Yapılabilir?
“Sen dağları görürsün de, onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. (Bu,) Her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır.“ 1
“Ona (Dâvud’a), savaş sıkıntılarınızdan sizi koruması için zırh sanatını öğrettik. Artık şükredecek misiniz?“ 2
1] 27/Neml, 88
2] 21/Enbiyâ, 80
- 2 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sanat; Anlam ve Mâhiyeti (İnanca Göre Sanat)
Sanat, insanların inanç, düşünce ve duygularını söz, ses, renk, çizgi, biçim gibi araçlarla güzel bir biçimde ve kişisel bir ifâde ile anlatma çabasından doğan rûhî bir faâliyettir.
“Sanat“ Arapça'dan dilimize geçmiş bir kelimedir. Sözlük anlamı işlemek, yapmak anlamına gelen sun' (s-n-a) kökünden türemiştir. Sanat; ustalık, hüner, mârifet anlamlarında kullanılır. Batı dillerinde “art“ kelimesiyle karşılanır.
Sanat kelimesi dilimizde zanaat anlamında da kullanılır (Aslı: Arapça sınâat). Yani, insanlar için gerekli olan maddî şeylerden birinin yapımına dayanan ve el yatkınlığı isteyen işe de sanat denir. “Onun sanatı terziliktir“ örneğinde ve “sanat altın bileziktir“ atasözünde kullanıldığı gibi.
Bir şeyi güzel yapmak için uygulanan kuralların tümüne de sanat denir: “Konuşma sanatı“, “öğretmenlik sanatı“ örneklerinde olduğu gibi.
Bir şey yapmada gösterilen ustalık ve kabiliyete de sanat denir: “Hoşa gitme sanatı“ gibi.
Sanatı zanaattan ayırmak için bazı sanatlar “güzel sanatlar“ terimiyle ifâde edilir. Bu anlayışa göre edebiyat, mimarî, heykeltıraşlık, resim ve gravür güzel sanat kabul edilir. Sonra bunlara müzik ve dans da eklendi.
Güzel sanatlar ikiye ayrılır:
Göze hitap eden plastik sanatlar,
Kulağa hitap eden fonetik sanatlar.
Resim, heykel ve mimarlık birinci bölümü; edebiyat ve müzik de ikinci bölümü teşkil eder. Bugün bunlara hem göze hem kulağa hitap eden tiyatro ve sinema da ilâve edilir. Dans da güzel sanatlar içinde daha çok göze hitap eder, müziksiz düşünülemediği halde. İş o noktaya geldi ki, bugün operadan baleye, modelistlikten mankenliğe kadar yeni sanat(!) türleri güzel sanat kabul edilmeye, hatta spor gösterilerine katılan figürlere (buz dansı, su balesi...) güzel sanat anlayışıyla bakılmaya başlandı.
Çok eski dönemlerden beri zanaatlar ve el sanatları da sanatın içinde değerlendirilirdi. Bu hem İslâm âlemi, hem batı dünyası için geçerlidir. Batıda sanat kelimesi, bugün ona verilen anlamı ancak 19. yüzyılda almış ve sanat kavramı çağlara göre çok değişik anlamlar kazanmıştır. Geçmişte sanat kelimesine basit ve sınırlı bir mânâ verilirdi. Bir el işini kusursuz yapabilmek; ustalık ve hüner göstermek bir “sanat“tı. Sanatçı üstün bir işçiydi sadece. Bugün arandığı gibi orijinal bir eser “yaratıcı“sı olma şartı aranmazdı. Zamanla sanat ve sanatçı kelimelerine daha seçkin bir anlam verilmeye başlandı. Değer ölçüleri artık değişmişti. Sanatçı ile usta veya işçi arasında bir fark olduğu belirlendi. İşçi olağan işler yapardı. Sanatçının ise “olağanüstü“ bir bilgi veya bir yetenek gerektiren eserler “yaratma“sı gerekiyordu.
Bir nesnenin sanat ürünü sayılabilmesi için belirli özellikleri olması gerekir. Bu özelliklerden en önemlisi onun özgün ve tek oluşudur. Yani daha önce başkası tarafından yapılmış bir ürünü taklit ederek ortaya çıkarılan bir nesne güzel
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 3 -
olsa da, kişinin kendi duygu ve düşüncelerini yansıtmadığı, yoğun “düşünsel yaratıcılık“ sürecinden geçmediği için sanat eseri sayılmaz. Fabrikada seri olarak çok sayıda birbirinin eşi ürünler de sanat eseri değildir. Onun için sanat; düş gücü, yaratıcılık ve yetenek gerektiren bir insan etkinliği olarak tanımlanır.
Bu tanımlama ve değerlendirmelerin bir kısmının câhiliyye anlayışının ürünü olduğunu belirtmeye gerek var mı bilmiyorum. “Allah'tan başka tüm ilâhları reddetme“nin pratik hayatta uzantısı olan, câhiliyyeyi tüm alanlarda kurum ve kavramlarıyla dışlamamamız için, sanat anlayışını da yakından incelememiz gerekecek.
Câhiliyyenin Sanat Anlayışı
İnancın etkisinde olmayan hiçbir kavram yoktur denilse yeridir. Kavramlara herkes inancı doğrultusunda yorum getirerek yaklaşır. (İnançla ilgisi olmadığı zannedilen kişiler de, kendi toplum görüşleri, şahsî bakış açıları, içinde bulunduğu toplum veya düzenin kabulleri doğrultusunda değerlendirmeler yapar ki, tüm bunlar bir din ve inançtan başka bir şey değildir.) Sanat kavramı için de aynı şey sözkonusu olacaktır kaçınılmaz olarak.
Kâfirlerin egemen olduğu toplumlarda, sanatın tanımından yorumuna, kapsamından güzellik anlayışına kadar sanatla ilgili kavram ve özelliklerin müslümanca değerlendirilmesini beklemek, cehennemde ırmaklar, köşkler aramaya benzer.
Câhiliyyeye göre sanat, yaratmak demektir. Yaratmak, yani ilâhlık taslamak. İddiâsı budur sanatçının. Sanatçı üstün yaratılışta bir insandır; daha doğrusu yarı tanrı yarı insandır. O, başkalarının göremediğini gören, duyamadığını duyandır. Sanatın sihirli diliyle kutsal eserini, kendisi gibi hissedemeyene duyurur. Ve başkalarının yapamadığını yapandır sanatçı: Yaratan! Nedir yaratmak?
Yaratmak: Yoktan var etmek demektir. Malzeme, zaman, yardımcı, âlet vb. hiçbir şeyin katkısı olmadan bir şey ortaya koyabiliyorsa insan, gerçek anlamda yaratıcı olabilir. Oysa ancak Allah'tır örneğe, maddeye, müddete, yardımcıya, âlet ve edevâta muhtaç olmadan, sadece “Ol!“ demesiyle bir şeyi yoktan var eden, yani yaratan.
Bunca âcizlerine rağmen küstahça kendilerine yaratıcı vasfı verenler, yaratıcı(!) sanatçılar, sahte ilâhlar, bırakın güzel sanat eserleri yaratmayı, hakir ve basit görülen bir sineği bile yaratamazlar.3 İnsanoğlunun yaptığı ise, onca uğraş ve yardımdan, yorgunluktan sonra sadece sentez ve basit taklitten ibârettir. İnsana gerçek anlamda yaratıcı denemez; ancak sembolik ve mecâzî anlamda söylenebilir. O zaman da şekil veren, yapan ve yaratanların en güzeli olan Allah'ın yüceliğini kabulden başka yol kalmaz.4 Ve bütün varlıklar, yani Allah'ın yarattıkları “Allah'ın boyasıyla boyanmıştır. Allah'tan daha güzel kim boyayabilir?“ 5
Câhiliyye insanı ise, bunları düşünemeyecek kadar câhil ve alçaktır. İnsanlık ve kulluk derecesini kaybedip en aşağılara doğru alçaldıkça, ölçüsü ters olduğundan her şeyi tersten görüp değerlendirerek, kendini Firavunvârî ilâh ilân
3] Bk. 22/Hacc, 73
4] Bk. Mü'minûn, 14
5] 2/Bakara, 138
- 4 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etmeye gider. İşte o yüzden heykeltıraşlık en büyük sanattır câhiliyye anlayışında. Allah'ın yarattığına benzer bir insan yaratılmış(!) olacaktır güya bu gülünç taklitten ibâret taş veya tunç yığınıyla. Câhiliyyeye göre, isterse sanatın zirvesi kabul edilsin, müslümanlar indinde putların ve putçuluğun sanat olma özelliği olmadığından, putlaştırılan heykel veya heykelden putlar; fânîleri putlaştırmak ve taş halinde dondurmaktan, ruhsuz, cansız, basit ve gülünç bir taklitten ibârettir. Küfür ve haramlarda güzellik aranmaz. Put heykelin, Allah'ın yarattığı “ahsen-i takvîm“le karşılaştırıldığında, kaba ve çirkin bir oyuncak olduğu görülecektir. Putlaştırılan veya putların hizmetine verilen resimler ve heykeller, yaratma istek ve iddiâsının ahmakça ürünüdür. Bir yönüyle, yaratıcılık iddiâsıyla sanatçının ilâhlığı, diğer yönüyle yaratık heykelin put olmasıyla ilâhlığı. Bir tarafta taş veya tunç parçası, diğer yanda kendisi de yaratık ve âciz sanatçı. Ve... bunlara ilâhlık pâyesi veren zavallılar...
Bilindiği gibi, tarihin çok eski dönemlerinden itibaren, önemli kabul edilen insanların öldükten sonra hatırlanıp yüceltilmesi, saygı duyulup tapınılması, putlaştırılmasının aracı olmuştur heykel. Tevhide toz kondurmak istemeyen müslümanlar, tarih boyunca heykelde hiç güzellik görememişler, onu sanattan saymadıkları gibi, ona tavır almışlardır. Yaratma konusuna gelince; müslümanın yaratma diye bir meselesi yoktur. Çünkü yaratmak, ancak Allah'a mahsustur.
Delinin biri, bir kuyuya taş atsa... Delidir, atabilir. Peki, akıllıların ne yapması gerekir? Akıllı geçinenler de o deliye uyarsa, seyredin siz gümbürtüyü. Delilere uyarsanız, sadece kuyuyu taşla doldurup su kaynağını kurutmakla kalmaz, daha ne delilikler yaparsınız. “Onların kalpleri vardı ama onunla düşünmez, anlamazlar... İşte bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağıdırlar.“6 Haklarında böyle denilen delilere uyulursa, tımarhâne kaçkınlarının tamtamlarına, castık-custuk seslerine, yani müzik diye sunulan cızıklara sanat demekle kalınmayacak, şehevî duyguları azdırmaktan başka özelliği olmayan sahnelere, rollere veya eserlere de sanat ismi verilecektir. Hayvanların tepinmesine benzeyen eşek dansının bin bir çeşidi, sanat maskesi dışında bir takı ve giysiyi kabullenmeyecektir. Evet, bunlar halîfelikle taçlandırılmış olan insanlık onurundan ve tefekkür zevkinden uzaklaşanların sanat anlayışı olabilir. Tamam da, körü körüne taklit edip bunlara benzeyenlere, müslüman mahallesinde (gerçekten, müslüman mahallesi mi?) Salyangoz satanlara, bunlara göz yumanlara ne demeli? Ne demeli, kim demeli, nasıl demeli?
İnsanî duygu ve düşüncelerin, estetik biçimde ve ruhu besleyecek tarzda dışa vurulması demek olan sanat, bugün daha çok hayvanî duyguların, hayvanî çıplaklığın, hayvanî böğürtülerin ve hayvanî tepinmelerin en bayağı şekliyle icrâ edilmesi olarak görülmekte. İlkel câhiliyye çıplaklık ve fuhşunu modernize ederek taklit edebildiği oranda kişi, büyük sanatçı olabilmekte. Herhangi bir yeteneğinin olmasına gerek yok; eğer fiziği yerinde ise genç kızın(!) orasını burasını cömertçe göstermesi, cıvıkça kahkahalar atması, dilimizin varmadığı buna benzer bir-iki şey yapması yetiyor yıldız, güneş, kraliçe vb. olmasına. Medyanın desteğini de mâlum yollarla aldımı, tamam!
Allah biraz ses, biraz fizik vermişse yeter. Kültür, eğitim, nota vb. müzik ve sanat için gerekli tüm şeyleri ne oranda bilmiyorsa o kadar kolay ses sanatçısı olur aday. Çünkü o oranda kullanılabilecek, eğlence dünyasının sömürü çarklarının
6] A'râf, 179
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 5 -
önemli dişlisi haline gelecektir.
Ahlâk mı? Güldürmeyin beni (doğrusu, “ağlatacaksınız beni“ olmalı). “Ahlâk“, demokrasi darağacında özgürlük denilen cellât tarafından modern yaşam kanunlarına muhâlefet suçundan idam edileli hayli zaman oluyor batıda ve onun kör taklitçisi toplumlarda.
Bale ve dans gibi gösterilen ne kadar bayağı, erotik özellikler taşıyorsa o kadar makbul. Çılgınlıklar, özgürlük maskesi takmış, sınır ve ayıp tanımıyor.
Diğer sanat dalları bu kokuşmuşluktan elbette nasibini alıyor. Öyle ya, hangi asırda yaşıyoruz? Modern dünya, çağdaşlık, özgürlük, tabuları yıkma bu modern câhiliyyenin nassları.
Günümüzdeki mimarlık artık haklı olarak sanattan bile sayılmıyor, mimara sanatçı diyen çıkmıyor. Şiir, edebiyat gibi gerçek sanatlara bunca önemli(!) iş arasında ayıracak vakit mi kalıyor? Hem, onların modası çok oldu geçeli. Artık gençler romantik takılmıyor. Şimdi yeni moda sanatlar var. Neler mi? Neler değil ki?! O sanat, bu sanat; tuvale fırçayı karşıdan fırlat! Bu da mı sanat? Ooo, hem de modern sanat! Gel fırçanı sen de at!
Peki, öyleyse nedir sanat?
Sanata Müslümanca Bakabilmek
Sanat: Allah’ı Aramak ve Güzeli Keşfetmek
“İnancın etkisinde olmayan hiçbir kavram yoktur“ demiştik. Sanat da, seçilen bir hayat görüşü ve buna bağlı yaşantının, yani dinin değişik araçlarla güzel bir biçimde başkalarına ulaştırma yolundan başka bir şey değildir gerçekte. Ortada mutlaka bir din vardır ve sanatçı, bu dinin misyoneridir. Bu din ve dinin tanrısı, bazen bağlı bulunulan sanat anlayışı (akım-ekol), bazen sanatın kendisi (kutsal sanat dini), bazen de özgürce yaratmaya kalkışan sanatçının kendisi olmakta. Müslüman için sanat ise, dininin estetik tebliğinden ibârettir. Dininin; yani inancının, hayata bakışının, yaşayışının, yani her şeyinin.
Bazı sanatkâr müslümanlar sanatı Allah'ı aramak olarak tanımlamaya çalışmışlar. Meselâ bir şâirimiz şöyle der:
“Anladım işi, sanat Allah'ı aramakmış,
Mârifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış.“
Evet, sanat Allah'ı aramak ve güzeli keşfetmektir. Aramak; aramak ama akıllıca. Leyla'yı arayan “Mecnun“ gibi değil. Bulmak, keşfetmek güzeli, ama olgunca; Arshimet'in “evraka (buldum!)“ diye hamamdan çılgınca fırlaması gibi değil. “Arayan belâsını da Mevlâsını da bulur.“ Ama nasıl ve nerede aranacağını bilmek lâzım. İşte bunu bilmek, sanatçı olmak demektir. Yalnız, unutmamak gerekir ki, mutlak güzellik, ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, ele geçirilmesi mümkün olmayan, ele geçirildiği zaman da sanatın konusu olmaktan çıkan aşkınlıktır.
İslâm, doğruların ve güzelliğin kişisel olarak benimsenip yaşanmasını yeterli görmez. Onların başkalarına sunulması gerekir. Sadece sunmak da yetmez; güzellikler güzel bir şekilde takdim edilmelidir. Çok güzel, leziz yemeklerin pis mi pis bir aşçı ya da garson tarafından, suratımıza çarpılır gibi kaba davranışlarla
- 6 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sunulması ne ise, doğru ve güzelliğin sanatsız bir şekilde kaba ve yobazca sunulması da öyledir. Gerçek sanat ve güzellik unsurunu, gerçek dinden koparamayacağınız gibi, dini de sanat ve güzelliksiz düşünemezsiniz. Bu anlayış -hâşâ- dinin sanatla sentezi değil; hakiki sanat ve güzelliğin dinin içinde, ondan kopmaz bir özellik olduğu bilincidir.
Müslüman, aklını ve duygularını teslim olduğu dininin, kendisine çizdiği oldukça geniş alanda ve Allah'ın dışındaki tüm kullukları reddeden bir özgürlükle kullanır. Rûhî gıda ile nefsin arzularını, meşrû irâde ile hevâ ve hevesi birbirine karıştırmaz. Müslüman, her şeye tevhid penceresinden bakar. Her şeyi Hakk'ın terazisiyle tartar. O, bir tevhid eri olduğundan, değer ölçüsü, her konuda ve her şeyde Allah'ın dışında tüm ilâhların reddiyle ilgilidir. Bütün dünya bir şeye “doğru“ ve “güzel“ dese bile o, “uydum kalabalığa“ diyemez. “Uydum Kur'an'a“ diyerek gerektiğinde tek başına tüm dünyaya ve çağa meydan okumaya hazırdır. Herkesin sanat ve güzellik dediklerini düşünmeden, inancına danışmadan kabullenemez.
Asıl anlamı, ilâh olarak Allah'ı birleme olan tevhid, aynı zamanda dış dünyamızda (büyük evren) ve iç dünyamızda (küçük evren) âhenk ve uyumu, nizam ve güzelliği görebilme işidir. Uyum, çoklukta birliktir. “Yaratılanı Yaratan'dan ötürü sevmek“ için, cemâlullah'ın (Allah'ın güzellik sıfatının) yaratıklarda tecellîsini görebilmek gerekir. Bu, insanı imanın zirve noktalarından olan “Allah için sevme“ye ulaştıracaktır. Allah için seven, Allah tarafından sevilecektir. Bu kâmil insanın imanı ile beraber tefekkür, duygu, anlayış ve heyecanı da yükseliş gösterecektir. Allah'ın sanatına hayranlık, insanı şükretmeye iter. Şükredilen zât, bu güzelliklere şükredene verdiği nimetlerini artırır. Artık o, Allah'ın nûruyla bakmaya başlar. Herkesin kolaylıkla göremediğini basîret ve ferâsetle görebilir, duyabilir, anlayabilir. İşte müslüman için ilham denilen şey budur. Müslüman sanatçı olabilmek için kapılar açılmıştır artık. Benzersiz İlâhî sanatın tecellîlerini seyreden müslüman, hayretin son aşaması olan vecd içinde yüzer. Kalbi haz ve zevkle dolar. Müslüman sanatçı, her şeyi Allah'ın yarattığını bildiğinden ve her şeyde Allah'ın hükmünün geçerli olduğunu görebildiğinden eşyalar arasındaki uyumu, nizamı anlar. Rûhu mutmain olur. Bu tatmin ve doygunluk içinde güzellikleri araştırır, keşfeder, yakalar. Aynı Yaratıcının aynı kanunlarına uyan çeşitli varlıkların “bir“de birleşip birlik oluşunu, yani uyumu görür, anlar. Yaratıklar arasındaki irtibatı, nizam ve âhengi keşfeder. İşte bu birliği yakalama tevhidin sanata yansımasıdır.
Batılı sanatçılarda tevhîdî anlayış olamayacağından, hep isyan, kargaşa, bunalım, nefret, aşırılık, anarşi, tatminsizlik, ifrat ve tefritler arasında gidip gelmeler vardır. Sözgelimi, klasik batı müziğindeki ânî iniş ve çıkışları, zikzakları hatırlayıverin. Bunalımın ve çırpınarak, başını oradan oraya çarparcasına bulamamanın getirdiği ızdıraplı bir arayış ve isyan vardır. Müslümanların sanatındaki benzer ritmi, olgunluk ve tatmini, huzuru bulamazsınız. Bu özelliği, batı müziğinin her şeklinde ve diğer sanat çeşitlerinin hemen hepsinde görebilirsiniz.
Evrende hiçbir varlık, kendi dışındakilerle, özellikle Rabbiyle bağlantısını koparmamaktadır. Varlıklar arasındaki bu uyum, tümünün tek yaratıcısının ve tek kanun koyucusunun olmasından ve varlıkların buna itaat (kulluk/ibâdet) etmesindendir. Varlık ve evren, tamamen düzen ve sistemden ibârettir. Evrenin en
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 7 -
önemli ve en güzel parçası olan insan, İlâhî düzen ve sistemin dışına çıktığında, hem evrenle, hem fıtratıyla, tabiî hem de Rabbiyle bağlarını koparmış, tevhidi bırakıp şirk bataklığına düşmüş olacaktır. Kendi istek ve kaprisine uyan insan, İlâhî kanunlara harfiyyen itaat eden kâinatla bütünleşemeyecek, evrendeki İlâhî yasaya uymadığı için düzensiz, uyumsuz ve anarşist olacaktır. Anarşi ve düzensizlikte güzellik olamaz. Evrendeki vahdet ve tevhide eremeyen insan da güzellik vasfını kaybeder. Şirkin ve müşriğin çirkinliği ve pisliği bu yüzdendir. 7
İslâm, başka sistemlerden, başka dinlerden ödünç kavramlar, esaslar ve kanunlar almaz. İslâm'ın her şeyi kendine hastır; eksiği, aksağı yoktur. Bugünse her şeyimiz yabancı. Ödünç kavramlarla konuşuyoruz. Bize âit olmayan aygıtlarla yaşıyor, hatta bunlarla İslâm'a hizmet(!) ediyoruz. Ödünç olmayan, bize âit olan mefhumlarımızın da içini câhiliyyenin doldurmasına fırsat veriyoruz. Bilelim ki, dine âit kelime ve kavramların tahrifi, cüz-küll ilişkisiyle dinin tahrifine sebep olur. Yahûdiler (ve yahûdileşenler) “kelimeleri, yerli yerinde söylenen kelimeleri sonradan tahrif ederler, başka anlamlarda kullanırlar.“8 Kur'an'da geçen sanat tâbirini9 Kur'an'da ifâde edildiği şekilde kullanmayıp, batılıların “art“a verdiği anlamı bu kelimeye aynısıyla yüklemek, tahriften başka bir şey değildir. Câhiliyye neye sanat diyorsa Kur'an'a rağmen sen de ona sanat diyeceksin, öyle mi? Öyle ise safını seçmiş olmuyor musun? Sanat denilen şeylerde tümüyle câhiliyyenin ölçüleri hükmedecek, müslüman da bunu kabullenecek, olmaz böyle şey!
Erotik şovlar, seksî danslar, nice çirkinlikleri yansıtan müzikler, kaba birer puttan ibâret heykeller, küfrün ve fuhşun hizmetinde filmler, tiyatro oyunları, baleler, daha bilmem neler... Hepsi hem de bugünkü halleriyle sanat, öyle mi? Bakın bu rezâlet taklit ve tâkipçilerine Rasûlullah (s.a.s.) ne diyor: “Siz, sizden öncekilerin yolunu adım adım, karış karış izleyeceksiniz. Eğer onlar bir keler/sürüngen deliğine girse, siz de gireceksiniz.“ Sahâbîler: “Ey Allah'ın Rasûlü, yahûdilerin ve hristiyanların yolunu mu?“ diye sordu. “Başka kim olacak?“ buyurdu.10 “Onlardan biri kadınıyla/sevgilisiyle yolda zinâ edecek olsa, siz de onları taklit edeceksiniz!“11 Ve neticeyi de hüküm olarak veriyor: “Bizden başkasına benzeyenler, bizden değildir!“ 12
Müslümanca sanat için, öncelikle İslâm'ın çok iyi bilinmesi gerekir. Sadece helâl-haram ahkâmını bilmek de yeterli değil. Bütüncül bir anlayışla, dinin prensiplerini, bakış açısını, hayat görüşünü, hikmetlerini... bilmek, tefekkür ve tefakkuh kabiliyetini kazanmak, olay ve eserlere tevhîdî yorum getirebilmek de lâzımdır. Müslümanca sanat için, ikinci olarak sanatın teorisinin, bugünkü gelişmeler gözönüne alınarak tekrar yapılması gerekiyor. Hangi şeylerin, nasıl ve ne şekilde, hangi araçlarla, hangi düşünce ve niyetlerle, nerelere yansıtılması gerekir? Bunları dosdoğru bilip pratikte uygulayamayan kişi, nasıl müslümanca sanat ortaya koyabilir? Soyut heykel, resim, fotoğraf, müzik, film, tiyatro gibi sanat şûbeleri hakkında ictihâdî hükümler, tartışmaya ve şüpheye yer bırakmayacak nitelikte, sanatçı-âlimler veya âlim-sanatçılarca ortaya konabilmelidir. İlm-i hal bilgileri farzdır. Yani, kişi hangi işle uğraşacak ve hangi hal üzere olacaksa o
7] bk. 9/Tevbe, 28
8] 5/Mâide, 41
9] Bk. 21/Enbiyâ, 86; 27/Neml, 88
10] Buhârî, İ'tisâm 14; Müslim, İlim 6; İbn Mâce, Fiten 17
11] Câmiu's-Sağîr
12] Tirmizî, hadis no: 2696
- 8 -
KUR’AN KAVRAMLARI
konudaki haramları, helâlleri, hükümleri... bilmek zorundadır. Ya sanatla uğraşmayacaksın, ya da ahkâmını tümüyle bilecek, kaynaklardan ortaya çıkaracaksın. “Bunlar ictihâdı gerektirir, bense müctehid değilim“ deyip görev ve sorumluluktan kaçmak, aynı zamanda yaşanılan hayatla din arasında kopan bağa seyirci kalmaktır. “Ben fetvâsını aldım“ demek de kendini kandırmaktır. Fetvâ makamı mı var ki, geçerli fetvâsını almış olasın, fetvâsı geçerli olsun? Sonra, hangi konuda nasıl fetvâ istiyorsan, istediğin fetvâyı verecek modern molla bolluğunda, fetvâyı merciinden bile alsan, kalbine, inancına danışman gerekmez mi?
“Üzümünü ye, bağını sorma!“ anlayışı, materyalist felsefenin sonucudur. Haramdan kaçınmak için bağını sorup öğrenmediğin üzümü yememek, haramlığına dâir bir şüphe varsa sakınmak, müslümana yakışan takvâdır. Sanatçı gönül eri olduğundan, Allah'ın sanatına hayran bir rûha sahip bulunduğundan, takvâ herkesten önce ona yakışacaktır, güzel bir elbise gibi. “Ey âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise, o, hepsinden daha hayırlıdır.“ 13
Kur'ân-ı Kerim'de Sanat ve Güzellik Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de san’at kelimesi, 21/Enbiyâ sûresi, 80. âyetinde geçer. San’at kelimesinin kökü olan s-n-a’ (sun’) kelimesi ve türevleri ise toplam 20 yerde zikredilir.
San’at kelimesi Arapçadır ve bir Kur’an kavramıdır. San’at kelimesi, Arapça sun' kelimesinden türemiştir. Sun’: Bir işi güzel bir şekilde yapmak anlamına gelir. İslâmî literatürde sun' ve san’a’t, Allah'ın eserleri anlamında kullanılmış, sâni' (sanatkâr) sıfatı da Allah'a atfedilmiştir. Özellikle yirminci asırdaki devlet düzeyinde ve giderek halkın yaşayış ve anlayışındaki Batılılaşma ve sekülerleşme sonucu sanat kavramı da Batılıların kullandığı ve içini doldurduğu şekilde kullanılmaya başlandı. Öyle ki, artık sanat ve sanatkâr (sanatçı) denilince Allah hiç akla gelmemekte, hatta daha çok Allah’a isyan özelliği taşıyan unsurlara sanat denilmekte, sanatçı da çoğunlukla Allah’a isyan eden kişilere unvan olarak verilebilmektedir. Müslümanın bunu kabullenmesi mümkün değildir. Çünkü “güzel“in ve güzelliğin tanımı Kur’an’a göre yapıldığında Allah’la, O’nun rızâsıyla ilişkisi olmayan bir şeyin güzel olması, sanat kabul edilmesi mümkün değildir.
Sun’ eylem bildiren bir kelimedir. Sun’ yani sanat; yaptığını güzel yapmak anlamındadır. Kur’an, sun’ kökünden türeyen kelimeleri Allah’ın fiilleri için kullandığı gibi, en güzel sûrette yaratıp Kendinden bir ruh üflediği insanın bazı davranışları için de kullanır. Allah’ın her sözü, her yaptığı, her yarattığı güzeldir. Onun fiilleri gibi isimleri de güzeldir; “El-Esmâü’l-hüsnâ, en güzel isimler Allah’ındır.“14 Gerçek anlamda sanatkâr sadece Allah’tır. İnsana mecâzî ve sınırlı ölçüde sanatkâr denir. Hiçbir âyette hayvanlar tarafından ortaya konulan şeyler için sun’ (sanat) kelimesi kullanılmaz. Cemâdât, bitkiler ve hayvanlar Allah’ın kendi fıtratlarına yazdığı güzellikleri mekanik olarak bilinçsizce ortaya koyarlar; insanlar için ibret sahneleri sergilemiş olurlar. İnsanı hayran bırakan hayvanların güzel eserlerinin tümü birer âyettir ve sanatkârı Allah’tır. Hayvanlar bu güzel fiillerin fâili olsalar bile sâni’i sayılamazlar. Çünkü sanat işinin irâde ile kesin bir alâka ve akrabalığı
13] 7/A'râf, 26
14] 7/A’râf, 180
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 9 -
vardır. Oysa hayvanlar yalnızca sevk-i tabiî denilen fıtratlarına yüklenen İlâhî programla öyle davranır, yaptıkları işin künhünü bilemez ve bozamazlar. İnsanda sanat denen güzel iş üretme yeteneği, Allah’ın kendisinden üflediği ruhla ilgili kabul edilmelidir. İnsan, kendisine verilmiş güzel faâliyet yeteneğine göre güzellikler ortaya koyar. İnsandaki gerçek güzelliklerin ortaya çıkması için, iman, sâlih amel, tebliğ, ihsan, takvâ ve cihad gibi teşvik unsurlarına ihtiyaç vardır. Çünkü gerçek sanatın bu saydığımız kavramlarla çok yakın ilişkisi vardır. Mü’min, her yaptığını güzel yapmaya çalışan kimsedir. O yüzden gerçek mü’minler sanatkâr ruhlu kimselerdir. Muvahhid mü’minler, gerçek güzeli ve güzellikleri tanır, bilir ve güzellik üretir, daha da güzelleşirler.
Kur’ân-ı Kerim’de sanat kelimesi bir yerde Allah’ın yaptığı faâliyet olarak belirtilmiş,15 Allah’ın sanatının çok muhkem, sapasağlam olduğu ifâde edilmiştir. Allah’ın sanatı her yönüyle mükemmel, eksiksiz, kusursuzdur. İnsanların sanatı ise tam bir mükemmellikten uzaktır, beşerî zaaflarla doludur, genel değil, sübjektiftir, fânîdir. Allah’ın sanatı evrensel olduğu halde, insanın sanatı asla evrensel olamaz, kendine özgüdür, belki en çok kavimsel ya da millî bir anlam taşır; Allah’ın eseriyle asla boy ölçüşemez. Allah’ın sanatında fabrikasyon yoktur. O’nun her yarattığı orijinaldir. Allah’ın sanatında zulüm ve şer de yoktur. Zulüm ve şer, değişken özelliğe sahip insanın eseri ve sanatı için sözkonusudur. Allah’ın sanatı tabiî iken, insanın sanatı sun’îdir, kesbîdir, sonradandır.
Yeryüzü halifesi olarak yaratılan insanın en önemli vasıflarından birisinin Allah’ın kendisine bahşettiği sanat yapma özelliği olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, insanın sanatı belirli güzelliklere kadar ulaşmakta, insanın gücüyle sınırlı kalmaktadır. Allah’ın sanatı ise kendisiyle mütenâsip olarak sınırsız güzellikler taşımaktadır. Bu nedenle insanın sanatla ortaya çıkardıkları sadece bir eser olarak kalmaktayken, Allah’ın sanatından sâdır olanlar âyet olma özelliği kazanırlar. İnsan sanat yaparken kendisi için bir âyet olan Allah’ın sanatını esas almak durumundadır. Bu nedenle Kur’an mesajının ilkel, kaba ve kuru bir üslûpla başkalarına aktarılmaya çalışılması ona yapılacak büyük bir hakarettir.
Sun’ kelimesinin geçtiği diğer 19 âyette bu kelime insanların yaptıkları şeyler için kullanılır. Sun’ kelimesi, Hz. Dâvud16 ve Hz. Nûh aleyhimesselâm17 ile ilgili olarak kullanıldığı gibi,18 âyetlerde görüldüğü üzere bazı âyetlerde mü’minlerin davranışları için, bazı âyetlerde de kâfirlerin işleri için bu kelime kullanılır. Kâfirlerden Mûsâ (a.s.) dönemindeki sihirbazların gösterdikleri sihir19 ile Firavun ve kavminin yaptıkları binâlar ve yetiştirdikleri bahçeler20 için de sun’ kelimesi kullanılır. Diğer bazı âyetlerde de kâfirlerin davranışları için aynı kelime kullanılır.
Bu kullanımlardan yola çıkarak Kur’an’a göre sanatı, önce İlâhî sanat ve beşerî sanat diye ikiye ayırmak, beşerî/insânî sanatı da, mü’minlerin sanatı, sıradan kâfirlerin sanatı ve kâfir tâğutların sanatı diye üçe ayırmak mümkündür.
15] 27/Neml, 88
16] 21/Enbiyâ, 80
17] 11/Hûd, 37, 38; 23/Mü’minûn, 27
18] 24/Nûr, 30 ve 29/Ankebût, 45.
19] 20/Tâhâ, 69
20] 7/A’râf, 137
- 10 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an’da bir âyette de21 güzel sanat diye tercüme edebileceğimiz “yuhsinûne sun’â“ ifâdesi kullanılır. Bu âyette dikkatimizi çeken husus, en çok ziyana uğrayacak olan kâfirlerin, güzel sanat icrâ ettiklerini sandıkları halde, amelleri boşa giderek dünyâ hayatında ve âhiret hayatında çabaları boşa giden kimseler olduklarının bildirilmesidir. Demek oluyor ki, kâfirlerin güzel sanat zannettiği şeyler sadece bir aldanmadır. Bu sanatlar, onların kurtulmasına yetmeyecek, sanatlarının karşılığını alamayacaklar, boşuna gayret göstermiş olup ziyana uğrayacaklardır. Kur’an müşrikleri pis, hatta pislik olarak22 takdim eder. Allah’tan uzaklaştıracak fiillerin, haramların ve Allah’ın rızâsı dışında başka gâyeler uğruna ortaya konan şeylerin güzel olmasının da beklenemeyeceği için, kendileri güzel olmayan kâfirlerin güzel sanat icrâ edemeyeceği, ancak yaptıklarının öyle zannedilebileceği ifâde edilmiş olmaktadır. Bu durumda “sanat“ kavramını, hem hayırlı ve hem de şerli işler için kullanmak mümkündür, ama “güzel sanat“ kavramını sadece gerçek güzel olan Allah için yapılan meşrû işler için kullanmak en doğrusudur.
Hz. Nûh’un inşâ etmesi emredilen geminin sanatlı bir şekilde yapılması sun’ kelimesi kullanılarak belirtilmiş, Nûh (a.s.) da geminin inşâsını sun’ etmiş, sanatlı bir şekilde yapmıştır.23 Dâvud’a (a.s.) da zırh yaparak savaş sanatı, silâhlardan korunma sanatı öğretilmiştir.24 Bu âyette zırh sanatını Allah’ın öğrettiği vurgulanmış, Nûh (a.s.) ile ilgili âyette de Allah’ın gemi sanatını emrettiği belirtilmiştir.25 23/Mü’minûn, 27. âyette de “Allah’ın gözetimi/muhâfazası altında bildirdiği şekilde o gemiyi yapmasını vahyettiği“ belirtilmiştir. Zırh ve gemi sanatında olduğu gibi, müslümanlar, her mesleğin pîrinin vahiyle yetişmiş bir peygamber olduğunu kabul ve iddiâ ederler. Demek ki, sanat da tüm diğer ilimler gibi26 Allah tarafından öğretilmiş, bilkuvve veya bilfiil O’ndan gelmiştir. İnsana üflediği ruh, ona verdiği güzellikleri anlatır. Ne yarattıysa her yarattığını güzel yaratan27 Allah, insanı ise en güzel biçimde yaratmıştır.28 İnsanın güzel taraflarından biri, güzelliği anlayıp keşfetmek, onu üretebilmek, yani sanat ortaya koyabilmektir. İnsan, Allah’ın verdiği akıl, ruh, fıtrat, güç ve imkân sâyesinde, Allah’ın yarattığı güzellikleri taklid ederek sanat icrâ edebilir. İnsanın bu sanatı, elbette Allah’ın sanatıyla mukayese edilemez.
Bazı sanatların helâk edilmeye aday olduğu, helâkı hak ettikleri Firavun ve kavminin sanatlı binâları ve sanatkârâne yapılmış bahçelerinin helâk edilmesiyle29 değerlendirilebilir. 20/Tâhâ, 69’da belirtildiği üzere, sihirbazların ortaya koydukları göz boyama (illizyon) cinsinden etkileyici ve büyüleyici gösteriler için de sanat (sun’) kavramı kullanılır. Demek ki, büyü de, insanları büyülemek de bir sanattır, şeytânî sanat. Böylece, büyülemenin şeytânî de olsa bir sanat olduğu gibi, sanatın da büyüleyici, etkileyici özelliği de (Allahu a’lem) işaret edilmiş olmaktadır.
21] 18/Kehf, 103-104
22] 9/Tevbe, 28
23] 11/Hûd, 37, 38
24] 21/Enbiyâ, 80
25] 11/Hûd, 37
26] 96/Alâk, 5
27] 32/Secde, 7
28] 95/Tîn, 4
29] 7/A’râf, 137
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 11 -
“Sen dağları görürsün de, onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. (Bu,) Her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır.“ 30
“Ona (Dâvud’a), savaş sıkıntılarınızdan sizi koruması için zırh sanatını öğrettik. Artık şükredecek misiniz?“ 31
“Andolsun, Dâvud'a tarafımızdan bir üstünlük verdik: 'Ey dağlar, onunla beraber tesbîh edin. Ve ey kuşlar (siz de onun tesbihine katılın)!’ (dedik) ve ona demiri yumuşattık. ‘Geniş zırhlar yap, dokumasını ölçülü yap ve (hepiniz) iyi işler yapın. Çünkü ben yaptıklarınızı görmekteyim’ diye (vahyettik).“ 32
“Biz dağları onunla beraber (tesbih etmeleri için) boyun erdirmiştik; akşam sabah onunla tesbih ederler (onun yaptığı tesbihle çınlarlar)di. Toplanıp gelen kuşları da (ona râm etmiştik). Hepsi onun nağmesine katılır (beraber tesbih ederler)di. Onun mülkünü güçlendirmiştik, kendisine hikmet (peygamberlik, yüksek bilgi, hakkı bâtıldan ayırma, dâvaları çözme) ve açık, güzel konuşma (yeteneği) vermiştik.“ 33
“De ki: Size (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayanları bildireyim mi? İyi işler yaptıklarını (güzel sanat icrâ ettiklerini -yuhsinûne sun’â-) sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir.“ 34
“(Âd kavmine, peygamberleri Hûd:) Siz her yüksek yere, bir alâmet (anıtlar, yüksek binâlar) binâ edip eğlenip durur musunuz? Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı (sanat eseri muazzam köşkler, müstahkem kaleler, su mahzenleri -mesâni’- mi) edinirsiniz?“ 35
“Kötü işi kendisine güzel gösterilip de onu güzel gören kimse (kötülüğü hiç istemeyen kimseye benzer) mi? Allah, dilediğini sapıklığa dalâlete/yöneltir, dilediğini doğru yola iletir. O halde rûhun, onlar hakkında birtakım üzüntülere dalarak yıpranmasın. Allah, onların ne yaptıklarını (sun’larını/sanatlarını) biliyor.“ 36
“…Allah size imanı sevdirmiş ve onu kalplerinize ziynet/süs yapmıştır. Küfrü, fıskı ve isyânı da size çirkin göstermiştir. İşte rüşde erenler, doğru yolda olanlar bunlardır.“ 37
Kur'an ve Sanat
Kur'ân-ı Kerim, hakiki sanatkâr Yüce Allah'ın kelâmı olması hasebiyle en büyük sanat eseridir. Kur'an'ın mûcize olmasının (îcâz) en önemli göstergesi, onun fesâhat ve belâğatı, yani edebî üstünlüğüdür. Bu söz sanatlarındaki tartışılmaz üstünlük, Kur'an muârızlarını onun küçük bir benzerini meydana getirmekten âciz bırakır. Onun gerçekten Allah'a âit bir kitap olduğu, ulaşılamaz bir sanat eseri olmasıyla da ispatlanmış olur. Kur'an bu konuyu meydan okuyarak gündeme getirir. 38
30] 27/Neml, 88
31] 21/Enbiyâ, 80
32] 34/Sebe', 10-11
33] 38/Sâd, 18-20
34] 18/Kehf, 103-104
35] 26/Şuarâ, 128-129
36] 35/Fâtır, 8
37] 49/Hucurât, 7
38] Bkz. Bakara, 23
- 12 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Böyle bir kitabın gerçek sanata karşı olumsuz tavır takınması beklenemez elbette. Yeter ki yapılan gerçekten sanat olsun; câhiliyyenin sanat zannettiklerinden olmasın.
“Ey “Adem oğulları! Her mescide gidişinizde ziynetli elbiselerinizi giyin. Yiyin, için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez. De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti/süsü ve güzel rızıkları kim haram kıldı? De ki: Bunlar dünya hayatında hak olarak iman edenler içindir. Kıyâmet gününde ise yalnız mü'minlere mahsustur. İşte bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz. De ki: Rabbim ancak açık ve gizli fuhşiyâtı, her türlü günahı, haksız isyanı, hakkında hiçbir delil indirilmeyen bir şeyi Allah'a şirk/ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.“ 39
Kur'ân-ı Kerim'de sanatla ilgili birçok âyet vardır. Bunların önemli bir kısmı Allah'ın sanatı ile ilgilidir. “Sanat“ kelimesinin kullanıldığı yer de vardır, yani “sanat“ Kur'ânî bir kavramdır: “Ona (Dâvud'a) savaş sıkıntılarından sizi koruması için zırh sanatını (san'ate lebûs) öğrettik.“40 buyrulur. Yine Dâvud’a (a.s.) bir mûcize ve nimet olarak verilen güzel sesten sitayişle bahsedilmektedir. Hz. Dâvud, bu güzel sesi ile mezmurları okur ve herkesi mest ederdi. Hayvanlar ve kuşlar bile o güzel sesin tesiri altında kalırlardı: “Andolsun Dâvud'a tarafımızdan bir üstünlük verdik. 'Ey dağlar ve kuşlar! Onunla beraber tesbih edin' dedik. Ona demiri de yumuşattık. Geniş zırhlar imal et. Biçimleme ve dokumasını ölçülü yap (diye emrettik). Siz de iyi işler yapın, sâlih ameller işleyin. Çünkü Ben, bütün yaptıklarınızı görmekteyim. Süleyman'ın emrine de rüzgârı verdik. Sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü bir aylık yol idi ve erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık. Rabbinin izniyle elinin altında cinlerden de çalışan vardı. Onlardan kim emrimizden dışarı çıkarsa, ona ateş azâbından tattırırdık. Onlar Süleyman'a kalelerden, heykellerden, havuz gibi büyük çanaklardan ve sâbit kazanlardan her ne isterse yaparlardı. Çalış ey Dâvud hânedânı. Şükür için çalışın. Kullarım içinde şükreden azdır.“ 41
38/Sâd sûresinin 18-19 ncu âyetlerinde dağların ve kuşların akşam sabah Dâvûd'la beraber tesbîh ettikleri anlatılıyor ki iniş sırasına göre ilk defa burada anılan bu olay daha sonra inen Sebe' Sûresinin onuncu âyetinde de anılmıştır. Dağların tesbîhi şöyle açıklanıyor:
1) Allah dağlara hayat, akıl, kudret ve konuşma vermiş, dağlar da Dâvûd'la beraber Allah'ı tesbîh etmişlerdir.
2) Dâvud'un çok güzel olan sesi dağlarda yankılanmış, kuşlar onun sesine gelmişler ve o tesbîh ederken, ötüşerek Allah'ı tesbîh etmişlerdir.
Sâd, 19'uncu âyette haşrolunmuş kuşların da Dâvud'un emrine verildiği, hepsinin ona gittiği, itaat ettiği bildirilmektedir. Toplanmış olarak kuşlar da onun emrine verildi demektir. Bu, kuşların, Dâvud'un sesine toplanarak ötüşleriyle Allah'ı tesbîh ettikleri anlamına gelir. ' Hepsi ona gider, ona itaat ederdi, demektir.
Bu âyet, Hz. Dâvud'un güzel sesi yanında güzel sanatların bir çeşidi olan musîkî'ye âşinâ olduğunu gösterir. Tevrat'ın Mezmurlar bölümü de, Hz. Dâvud'un büyük bir edebiyatçı ve müzisyen olduğunu kanıtlar. Dâvûd “Musikacıbaşı için“
39] A'râf, 31-33
40] Enbiyâ, 80
41] 34/Sebe', 10-13
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 13 -
hikmetli şiirler yazdığına göre demek ki o, edebiyatı yanında musikîde de bir üstâddı. 42
Şu hadîsten de Hz. Dâvud'un sesinin güzelliği ve mûsikîşinâslığı anlaşılmaktadır. “Allah, güzel sesli olmayan peygamber göndermemiştir.“43 buyrulmuştur. Hz. Dâvûd övülürken onun güzel sesli olduğu, o kadar ki o tesbîh ederken güzel sesinin etkisiyle kuşların da onun tesbihine katıldıkları bildirilmiştir. Yüce Allah buyurmuştur: “Dâvud'a dağları ve kuşları boyun eğdirdik, onunla beraber tesbîh ediyorlardı.“44 Âyetin tefsirinde Vehb şöyle demiş:“ Dâvûd dağların yanından tesbîh ederek geçerken dağlar ve kuşlar da onun tesbihini yankılarlardı.“ 45
“İman edip sâlih/iyi işler yapanlar, onlar (çiçekli, ırmaklı) bir bahçe içinde neşelendirilirler.“46 Zemahşerî'nin kaydına göre bu âyetin, cennet nîmetlerini tavsif ettiğini söyleyen Peygamber Aleyhisselâm'a bir a'râbî: “Yâ Rasûlallah, cennette semâ' (şarkı dinleme) var mı? diye sordu. Peygamber (selâm ona): 'Ey a'râbî, cennette bir ırmak var ki kıyısında beyaz tenli, derin bakışlı kızlar, yaratıkların hiç işitmediği güzel seslerle şarkı söylerler ki bu, cennet nimetlerinin en üstünüdür' demiştir.“47 Bu hadîsi kaydettikten sonra Zemahşerî devamla diyor ki: “Rivâyete göre cennette öyle ağaçlar var ki üzerlerinde gümüş ziller vardır. Cennet ehli, şarkı dinlemek istediklerinde Allah Arş'ın altından bir rüzgâr gönderir, o ağaçlara vuran rüzgâr, zilleri sallar, bu zillerin hareketinden öyle güzel sesler çıkar ki, dünyâ ehli onları duysa zevkten ölürler.“ 48
Evzâ'î ise cennetteki müziğin çekiciliğini şöyle anlatmaktadır: “Cennet ehli müzik dinlemeye başlayınca cennetteki her ağaç melodi ile Allah'ı tesbîh etmeğe başlar. İsrâfil'den daha güzel sesli olan bir yaratık yoktur. İsrâfîl şarkı söylemeğe başlayınca yedi gök halkı duâ ve tesbîhlerini kesip onu dinlemeğe koyulurlar.“
Kurtubî, Hakîm-i Tirmizî'den naklen, birinin şu sözünü aktarmıştır: “Cennette bulunan her ağaç duyduğu müziği terennüm eder. Kapalı kapılar, örtüler açılır. Halkalar müziğin sesine katılır, üstüne müzik sesi düşen örülmüş mücevherat çeşitli melodiler çıkarır. Cennet hûrîleri şarkılar söyler, kuşlar da ötüşleriyle müziğe eşlik eder. Yüce Allah, meleklere: “Kulaklarını şeytân düdüklerinden koruyup ruhani müzik dinleyen kullarıma katılın!“ diye emreder. Melek sesleri de hurilerin ve doğanın müziğine katılır. Sonra Cenabı Hak, Dâvûd 'a, “Ey Dâvûd, kalk Arşımın ayağı yanında dur da beni temcîd eyle (şerefimi, şânımı an!)“ der. Allah'ı temcîd etmeğe başlayan Dâvud'un gür sesi, diğer sesleri bastırır. Lezzet üstüne lezzet olur. İşte Onlar bir bahçede sevindirilir(eğlendirilir)ler.“ in mânâsı budur. 49
Yüce Allah: “O, yaratmada dilediğini artırır.“50 buyurmuştur. Bazı müfessirler, bu artırılan şeyin “güzel yüz, güzel ses, güzel saç“ olduğunu söylemişlerdir.51 Âyet,
42] Bk. Kitâb-ı Mukaddes, Mezmurlar kısmı, s. 540-563
43] Tirmizî, Şemâil'de Katâde'den rivâyet etmiştir.
44] 21/Enbiyâ, 79
45] Kurtubî, el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân, 11/319
46] 30/Rûm, 15
47] el-Keşşâf an Hakaiki't-Tenzîl, 3/200
48] el-Keşşâf an Hakaiki't-Tenzîl, 3/200
49] Kurtubî, el-Câmi', 14/12-13
50] 35/Fâtır, l
51] el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân, 14/320
- 14 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah'ın kullarına verdiği nimetleri beyân konusunda olduğuna göre bazı insanlara verdiği güzel ses de Allah'ın nîmetlerindendir.
Peygamber (s.a.s.): “Kur'ân'ı seslerinizle güzelleştiriniz, çünkü güzel ses, Kur'ân'ın güzelliğini artırır.“52 demiş; Ebû Mûsâ'l-Eş'arî'yi: “Ona Dâvûd soyu mizmarlarından bir mizmâr verilmiş“ diyerek övmüştür. 53
20'nci âyette Dâvud'a hikmet ve fasle'l-hitâb verildiği bildiriliyor. Hikmetin, gerçeğe uygun bilgi olduğunu, Hikmet maddesinde izah etmiştik. Oraya bakılabilir. Fasla'l-hitâb'a gelince: Hatıra gelen düşünceleri açıklama yeteneğidir. Hitabet sanatı, güzel sanatların ana dalı olan edebiyattır. Güzel konuşma, işlerin içyüzünü anlama dâvâları adâletle, iknâ edici bir üslûpla çözüme kavuşturma anlamları da vardır. Dâvud'un özelliklerinden biri de güzel konuşma yeteneğinin olması, insanların arasında çıkan olayları, anlaşmazlıkları güzel çözüme bağlamasıdır.
“Andolsun, Dâvud'a tarafımızdan bir üstünlük verdik: 'Ey dağlar, onunla beraber tesbîh edin. Ve ey kuşlar (siz de onun tesbihine katılın)!’ (dedik) ve ona demiri yumuşattık. ‘Geniş zırhlar yap, dokumasını ölçülü yap ve (hepiniz) iyi işler yapın. Çünkü ben yaptıklarınızı görmekteyim’ diye (vahyettik).“ 54
Sebe', 10-11'nci âyetlerde Allah taâlâ'nın, Dâvud'a ve Süleyman'a lütfettiği nimetler sayılıyor: Dâvud'a Öyle güzel bir ses vermişti ki o, tesbîh ettiği, İlâhî okuduğu zaman sesi dağlarda yankılanır; kuşlar onun sesine katılırdı. Allah, dağlara ve kuşlara: “ Onunla beraber tesbîh edin, onun sesini yankılayın!“ diye emrederdi. Burada Allah'ın dağlara emrinin, bir doğa yasasını, Dâvûd 'un yanık sesinin dağlardaki ve kuşlardaki etkisini gösterdiği kanısındayız. Yani dağlar onun sesiyle yankılanır, kuşlar onun sesiyle coşup ötmeğe başlar, kendi dilleriyle Allah'ı tesbîh ederlerdi. Nitekim yanık seslere seher vakti bülbüllerin katıldığını çok duymuşuzdur.
Allah Dâvud'a demiri yumuşatmış, demiri işleme sanatını bahşetmiş; demiri işleyip ondan bedenini örtüp koruyan zırhlar yapma yeteneğini vermişti. Sâbiğanın çoğulu olan sâbiğât, elbise gibi giyilen ve bedeni tamamen örten zırhlar demektir. Rivâyete göre daha önce zırh, demir levhalar halinde yapılırdı. İlk defa Dâvûd, küçük demir halkaları birbirine ekleyip giyilebilen zırhı yapmıştır. 55
Hz. Dâvud’un (a.s.) Zırh Sanatı
Kur’an’da, Dâvud’a (a.s.) Allah tarafından zırh sanatı öğretildiği ifâde edilmektedir. “Ona (Dâvud’a), savaş sıkıntılarınızdan sizi koruması için zırh sanatını öğrettik. Artık şükredecek misiniz?“56 Sadece Hz. Dâvud’a ve sadece zırh sanatı öğretilmesi için değil; her türlü sanatın, yetenek ve imkân vermek yönüyle Allah tarafından öğretildiği ve tüm sanatların Allah tarafından insana verildiği değerlendirilebilir. “Sen dağları görürsün de, onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. (Bu,) Her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz ki O,
52] Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân, 34
53] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân 31; Müslim, Müsâfirîn 235, 236; Tirmizî, Menâkıb 55; Nesâî, İftitâh 83
54] 34/Sebe', 10-11
55] İbn Kesîr, Tefsîr 3/528
56] 21/Enbiyâ, 80
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 15 -
yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır.“57 âyetinde de Allah’ın sanatından bahsedilmekte ve O’nun sanatının her konuda sapasağlam olduğu vurgulanmaktadır.
“Ona (Dâvud’a) demiri yumuşattık. ‘Geniş zırhlar yap, dokumasını ölçülü yap ve (hepiniz) iyi işler yapın. Çünkü ben yaptıklarınızı görmekteyim’ diye (vahyettik).“58 Âyetin metninde geçen “serd“ zırhın birbirine eklenen halkalarıdır. “Kaddir“: Halkaları birbirine geçirip zırh dokumayı ince ince hesab et, halkaları birbirine güzelce ekle, halkalar arasında boşluk bırakma, demektir. Rivâyete göre Hz. Dâvûd, Allah'a niyaz edip kendisini devlet malına muhtaç etmemesini istemiş, Allah da ona, kendisi için yumuşattığı demirden zırh yapmasını öğretmiş. Dâvûd, elinde mum gibi yumuşayan demirden zırh yapıp satar, geçimini sağlarmış.59 Bu rivâyetin asıl amacı, Dâvud'un, demiri işlemeyi bilen bir san'atkâr olduğunu ve elinin emeğiyle ekmeğini kazandığını anlatmaktır. Hz. Peygamber de: “Dâvûd (selâm ona), yalnız elinin emeğiyle kazandığını yerdi.“60 buyurmuştur.
Yüce Allah, Dâvûd ailesine güzel işler yapmalarını emretmiş, yaptıkları işleri gözetlediğini vurgulamıştır. Bunun anlamı şudur: Yanlış işler yapmayın, yaptığınız her şey, sâlih (güzel, yararlı, düzgün) olsun. 61
Yine Allah, bir lütuf olarak Süleyman'ın emrine verdiği cinler, ona mihrablar yani ma'bedler, yahut saraylar, heykeller, havuz kadar kocaman leğenler, yerinden kalkamayacak derecede büyük kazanlar yapar, ona çeşitli hizmetler sunarlardı.
Râzî diyor ki: “Bazı insanlara göre, dağların Dâvud'a müsahhar kılınması ve onunla beraber tesbîh etmesi, her şeyin Allah'ı tesbîh ettiğini bildiren âyetin62 anlamı gibidir. Her şey Allah'ı tesbîh eder. Fakat Dâvûd onların tesbîhini anlayıp kendisi de tesbîh ederdi. Rüzgârın Süleyman'a boyun eğdirilmesi de rüzgâr gibi koşan atlar yetiştirdiği anlamına gelir.
Sabah gidişi bir ay(lık mesafe), akşam dönüşü bir ay(lık mesafe) olan rüzgârı boyun eğdirdik' ise atların kat'ettiği otuz fersahlık mesafeyi gösterir. Çünkü gezmeğe çıkan kişi, çoğu kez bir fersahtan fazla gitmez. Gidiş dönüşü iki fersah eder. Ama Süleyman'ın atları, onu bir sabah yürüyüşünde otuz fersahlık, öğleden sonra dönüşünde de yine otuz fersahlık yola götürürlerdi. Ona demiri yumuşattık', Onun için katran kaynağını da akıttık' cümleleri de Dâvûd ile Süleyman'ın, demir ve bakırı ateşte eritip ondan âletler yapmayı bulduklarını anlatır. Süleyman'ın emrinde çalışan cinler de güçlü insanlar demektir.“ 63
Şimdi burada bizim asıl üzerinde durmak istediğimiz husus, âyetlerde teknolojinin ve güzel sanatların özendirilmiş olmasıdır. Kur'ân'ın peygamberler arasında saydığı Hz. Süleyman 'in emrinde çalışanlar, ona mihrâblar ve timsaller yapmışlardır. Mihrâb, büyük, anıt eser türünden ma'beddir. Timsâl de heykel demektir. Birincisi mi'mârînin, ikincisi heykeltraşlığın konusudur. Emrinde
57] 27/Neml, 88
58] 34/Sebe', 10-11
59] İbn Kesîr, Tefsîr 3/528
60] Buhârî, Buyû' 15, Enbiyâ 37; Ahmed bin Hanbel, Müsned 2/314
61] Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları, 18/416-417
62] 17/İsrâ, 44
63] Mefâtîhu'1-ğayb, 25/247
- 16 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çalıştırdıklarına mi'mârî eserler ve heykeller yaptırdığına göre, demek ki hem peygamber, hem de cihangir bir padişah olarak nitelenen Hz. Süleyman, güzel sanatlara önem vermiş, mi'mârî eserler ve eserlerin görkemini artıracak heykeller yaptırmıştır. Kur'ân, Hz. Süleyman'ın bu tutumunu özendirici bir üslûb içerisinde anlattığına göre demek ki san'at olmak kaydıyla heykeltraşlık ve heykel yapmak yasak değil, tersine güzel bir şeydir. 64
Yasak olan heykeller, Hz. İbrâhim’in mücâdele ettiği put heykellerdir. “O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğun heykeller de nedir böyle?!’ demişti.“65 Her iki âyette de heykel anlamındaki timsâl kelimesinin çoğulu olan temâsîl kelimesinin geçmesi düşündürücüdür. Demek ki, salt sanat eseri olup put gibi çirkinliğe -ve çıplaklık gibi diğer haramlara- âlet edilmeyen heykel meşrû iken; put gibi çirkinliklere âlet edilen heykeller ise gayrı meşrû ve haramdır.
Kur’an’da Güzellik Kavramı
Kur'ân-ı Kerim'de hüsün kavramı, yani “h-s-n“ kelimesi, türevleriyle birlikte toplam 194 yerde geçer. “Güzel olmak, güzel karşılık görmek, güzel davranmak, iyilik yapmak, Allah'a kulluk etmek, bolluk, genişlik, nimet, infak“ gibi anlamlarda kullanılır. Kubuh ise sadece bir âyette yer almış, burada Firavun ile taraftarlarının kıyâmette kötülenmiş kimseler olacakları belirtilmiştir.66 Kur'an'da kubuh karşılığında daha çok “sû'“ ve “seyyie“ kelimelerinin kullanıldığı görülür. Kur'an'da hüsün kökünden türeyen “ihsân“ ve “hasene“ ile anlam yakınlığı içinde bulunan adl, ma'rûf, tayyibât vb. kavramların insanda objektif bir hüsün telakkisinin mevcûdiyetine işaret ettiğini söylemek mümkündür. Kur'an'da adâletli davranmanın, iyilik yapmanın ve yardımlaşmanın emredilmesi; buna karşılık kötülüğün, hayâsızlık ve ahlâksızlığın yasaklanması, dinin koyduğu bu hükümlere konu teşkil eden fiillere ait vasıfların, hükmün verilmesinden önce o fiillerde mevcut olduğuna ve bunların insanlarca aklen bilinebildiğine işaret etmektedir. Zira akıl bunları genel çerçevede bilmekten âciz olsaydı, insanların bu tür buyruklara muhâtap kılınmaları anlamsız kalır ve onların bu emirlere uymaları imkânsız hale gelirdi.
Bununla birlikte Kur'an'da insanların kötü zannettiği (hoşlanmadığı, kerih gördüğü) bazı şeylerin iyi olabileceğinin açıklanması,67 kişinin yaptığı kötü işlerin -kendisine güzel gösterilmesi sebebiyle- güzel bulunacağının belirtilmesi68 ve peygamber gönderilmedikçe azap edilmeyeceğinin bildirilmesi,69 insanın iyilik ve kötülüğe ilişkin bilgisinin mutlak bir kesinlik değeri taşımadığına işaret etmektedir. Kur'an'da hüsün vasfı ilâhî fiillere de nisbet edilmiştir. Buna göre Allah fiilleri en güzel yapmış, insanı en güzel şekilde yaratmış, kullarına ihsanda bulunmuş, iyilik yapanların sevabını (hüsn) arttırmıştır.70 Bazı insanların İlâhî irâde ve kudreti hiçe sayarcasına iyiliği kendilerinden bildikleri de Kur'an'da tenkidî bir üslûpla açıklanmıştır. Nitekim Firavun ve ashâbı iyiliği kendilerine
64] Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları, 18/417-419
65] 21/Enbiyâ, 52
66] 28/Kasas, 42
67] 2/Bakara, 216
68] 35/Fâtır, 8
69] 17/İsrâ, 15
70] 12/Yusuf, 100; 23/Mü'minûn, 14; 32/Secde, 7; 40/Mü'min, 64; 42/Şûrâ, 23
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 17 -
isnat etmişler, başlarına gelen kötülükleri ise Hz. Mûsâ ve ashâbının uğursuzluğuna bağlamışlardır;71 aynı şekilde münâfıklar da iyilikleri Allah'a, kötülükleri Hz. Peygamber'e atfetmişlerdir.72 Allah ise bir yandan iyilik ve kötülükleri kendisinin yarattığını bildirirken öte yandan insanın yaptığı iyiliklerin kendi lehine, kötülüklerin de kendi aleyhlerine olduğunu beyan etmiştir. 73
Kadın güzelliği,74 içeceğin lezzeti,75 kişinin mükemmel bir tarzda yetişmesi,76 sonunda kâr sağlayacak bir borç veriş,77 ideal bir örneklik,78 sosyal ilişkilerdeki nezâket79 vb. somut ya da soyut birtakım güzellikler “hüsn“ ve türevleri ile anlatıldığı gibi, dinin öngördüğü güzel ameller de bu kavramla anlatılır. Güzel ve güzellik konusunda Kur'an'ın esas aldığı ilke şudur: Güzel ve güzelliği tasdikleyip hayatına sokana hayat kolaylaştırılır. Bunun aksine, güzele sırt dönen, onu tasdikleyip hayatına sokmayanlara hayat zorlaştırılır. 80
Allah ile sürekli beraberlik bilincine erme halinin adı, “ihsân“ (güzelleştirme, güzelleşme, güzelle kucaklaşma) olarak belirlenmiştir. Meşhur Cibrîl hadisinde ihsân, “Allah'ı her an görüyormuşsun gibi davranmak“ şeklinde tanımlanmıştır. Bu da gösterir ki, Kur'an'ın dünyasında ahlâk gerçeği de güzelle iç içe bir gerçektir. Güzellikten nasipsiz ruhlarda ahlâk barınamaz. Hz. Peygamberimiz, ahlâkla ilgili tüm sözlerinde ahlâkı, “güzel“ kelimesiyle nitelemiştir.
Allah Güzeldir; Her Yaptığı ve Yarattığı da Güzeldir: Allah'ın isim-sıfatlarından biri “muhsin“ (güzel yapıp eden)dir. Allah muhsin olduğu için her yarattığını güzel yaratmıştır. O, insanı da güzel, hatta en güzel biçimde yaratmıştır.81 insanın ürettiği tüm güzelliklerin gerçek sahibi ve yapıp edicisi Allah olup bu üretimde, insanın beynini, gönlünü, elini, dilini kullanmaktadır.
Allah'tan daima güzellik zuhur eder. Kötü ve çirkin (seyyie), insan nefsinin ürünüdür.82 Allah, yaratıcıların en güzelidir.83 Var ettiklerine en güzel boyayı vuran da Allah'tır.84 Allah, aynı zamanda hüküm verme bakımından da en güzel olandır.85 Rızkın en güzeli de Allah'tan gelir. O, rızık verme yönüyle de en güzeldir.86 Sözün de en güzelini bir kitap halinde indiren O'dur, O'nun kelâmı da tüm güzellikleri içerir.87 Bu yüzden insana, indirilen sözün en güzeline uyması emredilir. İnsana inen sözlerin en güzeli Allah'ın sözüdür.88 Bu yüzden, güzel
71] 7/A'râf, 131
72] 4/Nisâ, 78
73] 4/Nisâ, 79; 17/İsrâ, 7
74] 33/Ahzâb, 52
75] 16/Nahl, 67
76] 3/Âl-i İmrân, 37
77] 2/Bakara, 245; 5/Mâide, 12; 57/Hadîd, 11
78] 33/Ahzâb, 21; 60/Mümtehine, 4, 6
79] 16/Nahl, 125, 17/İsrâ, 53; 2/Bakara, 83
80] 92/Leyl, 6-9
81] bk. 32/Secde, 7; 40/Mü'min, 64; 64/Teğâbün, 3; 59/Haşr, 24; 95/Tîn, 4
82] 4/Nisâ, 79
83] 40/Mü'min, 14; 37/Sâffât, 125
84] 2/Bakara, 138
85] 5/Mâide, 50
86] 65/Talâk, 1; 11/Hûd, 88; 22/Hacc, 58; 16/Nahl, 75
87] 39/Zümer, 23
88] 39/Zümer, 55
- 18 -
KUR’AN KAVRAMLARI
insanların bir niteliği, sözü dinleyip onun en güzeline uymaktır.89 En güzel din, güzellikler sergileyerek Allah'a teslim olanların dinidir.90 Allah, fiil, söz ve hükmüyle en güzelin kaynağı olduğundan, en güzel isimler (el-esmâu'l-hüsnâ) da O'nundur.91
Kur'an'ın ideal insanı “muhsin“ diye anılmaktadır. Kur'an'da 39 kez tekrarlanan “muhsin“, güzel düşünüp güzel eylemler yapan kişi demektir. Muhsin, tamamına yakın yerde çoğul şekliyle kullanılmıştır. Bu da gösterir ki, güzellik üretimi, toplumsal bir idrâk ve uğraş olmadan fazla gelişemez. Kur'an'ın kılavuzluğu, rahmeti ve öğüdü, muhsinler (güzel düşünüp güzel şeyler üretenler) içindir; Kur'an onlara hayır ve bereket getirir.92 Güzelle ilgisi kopuk, güzelliği hayatından silmiş kişiler ve toplumlar Kur'an'ın hidâyetini anlayamazlar ki ondan hayır ve bereket görsünler. Güzele düşmanlık sergileyenler ise Kur'an'ın rahmetinden nasipsizlikle kalmazlar, onun lânetine de uğrarlar. Leyl sûresi 6-9. âyetler, bu lânetlenmenin kanıtı olarak hayatın zorlaştırılmasını, kaosa itilmeyi göstermektedir.
Kur'an, kendi bağlılarını “sözleri dinleyip onların en güzeline uyan insanlar“ olarak tanıtmaktadır.93 Bu demektir ki, güzellikten uzak bir çağrı, adına ne denirse densin, hangi iddia ile ortaya sürülürse sürülsün, Allah'ın değer vereceği bir dâvet değildir.
Kur'an, tüm iddiaları, inatları, ikiyüzlülükleri, sloganları aşan ölümsüz bir ilke getirmekte ve insanın dikkatini bu ilkeye çekmektedir: “Güzel düşünmenin, güzellik üretmenin karşılığı güzellikten başkası olmayacaktır.“94 Güzellik üretenlerin karşılıkları, diğer üretimlerden farklı olarak iltimaslı, fazla olarak verilecektir.95 Güzelliğin hayatı kolaylaştırması, belki de o “fazlalar“ yüzündendir.
Çirkinliği güzelle değiştirme veya çirkinin ardından güzel sergileme, çirkinin sonuçlarını silip süpürür ki, bu da Allah'ın af ve bağışının bir uzantısıdır. Bu yüzden Kur'an, insanı sürekli olarak çirkini güzelle değiştirmeye çağırır.96 Çirkine güzelle karşılık verme yeteneği, en azılı düşmanı en samimi dost haline getirebilir. 97
Kehf sûresi, 104. âyeti, sınaat yönüyle üretilen güzelliğin gerçek bir güzellik olmadığını, sadece bunu üretenlere bir güzellik sanısı verdiğini belirtiyor. Âyeti iyi değerlendirmek için, kendinden önceki âyetle bağlantısını dikkate almak gerekiyor. Şöyle deniyor: “De ki; size, yaptıkları işler bakımından en çok hüsrâna uğrayanları bildireyim mi? Bunlar o kimselerdir ki, dünya hayatındaki gayretleri boşa gitmiştir de buna rağmen onlar sınaat yoluyla güzellikler sergilediklerini sanırlar.“98 Bu âyetten yola çıkarak diyebiliriz ki, teknolojinin elinden beklenen bir güzellik, güzellik adına aldanıştan ibârettir. Esasen Kur'an insanın süslenip püslenen bazı çirkinlikleri
89] 39/Zümer, 18
90] 4/Nisâ, 125.
91] 7/A'râf, 180; 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr, 24
92] 31/Lokman, 3
93] 39/Zümer, 18
94] 55/Rahmân, 60
95] 10/Yûnus, 26
96] 13/Ra'd, 22; 28/Kasas, 54; 11/Hûd, 113; 25/Furkan, 70; 27/Neml, 11
97] 41/Fussılet, 34
98] 18/Kehf, 104
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 19 -
güzellik gibi görebilen bir yapıya sahip olduğuna dikkat çeker. Ve bu, insanın sapma noktalarından biridir. 99
Allah güzeldir, muhsindir. En büyük ihsan sahibi Allah olduğu için Kur’an’da “Allah her şeyi güzel bir şekilde yarattı.“100 denilmektedir. Eğer insanlar hep güzel işler yaparlarsa, davranışlarını ‘ihsân’ üzere gösterirlerse, bunun karşılığı olarak ‘ihsân’ görürler, güzellikle muâmele edilirler. 101
Allah, ihsân sahibi olan, güzel davranışlarda bulunanları övmektedir: “Kim, din yönünden iyilik edici (ihsân sahibi) olarak yüzünü Allah’a teslim edip dosdoğru İbrahim dinine tâbi olan kimseden daha güzel olabilir? Allah, İbrahim’i dost edinmişti.“102 Allah, güzel işler sergileyen ihsân sahipleriyle beraberdir, onları sever, onları korur, onlara dünya ve âhirette iyilikler verir. 103
“...Biz, muhsinlere (güzellik sergileyen ve iyilik yapanlara) ziyâde vereceğiz (mükâfatı arttıracağız)' dedik.“ 104
“...İhsân edin (her türlü hareket ve davranışınızı güzel ve dürüst yapın); Allah muhsinleri (güzel iş yapanları) sever.“ 105
“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için infak ederler (harcarlar); öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da ihsân sahiplerini (güzel davranışta bulunanları) sever.“ 106
“Allah'a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara ihsân edin/iyi davranın. Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez.“ 107
“Öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara ihsânla/güzellikle tâbi olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah'tan râzı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.“ 108
“İhsân edenlere/güzel amel işleyenlere daha güzel mükâfat (cennet), bir de fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke) bulaşır, ne de bir horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.“ 109
“Sabırlı ol, çünkü Allah, ihsân sahibi muhsinlerin (güzel iş yapanların) mükâfatını zâyi etmez.“ 110
99] 35/Fâtır, 8; ayrıca bkz. 3/Âl-i İmrân, 120; 9/Tevbe, 50
100] 32/Secde, 7; ayrıca bkz. 40/Mü'min, 64; 64/Teğâbün, 3; 59/Haşr, 24
101] 55/Rahmân, 60
102] 4/Nisâ, 125
103] 2/Bakara, 195; 3/Âl-i İmrân, 134, 147; 5/Mâide, 13, 85, 93; 7/A’râf, 57; 9/Tevbe, 120; 29/Ankebût, 69 vd.
104] 2/Bakara, 58
105] 2/Bakara, 195
106] 3/Âl-i İmrân, 134
107] 4/Nisâ, 36
108] 9/Tevbe, 100
109] 10/Yûnus, 26
110] 11/Hûd, 115
- 20 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Muhakkak ki Allah, adâleti, ihsânı (güzel iş yapmayı, iyiliği), akrabaya yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri, fenâlık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.“ 111
“Eğer ihsân ederseniz (güzel davranışlarda bulunursanız), kendinize ihsân etmiş olur; kötülük ederseniz yine kendinize kötülük etmiş olursunuz...“ 112
“İman edip sâlih amel işleyenler (bilmelidirler ki) Biz, güzel işler yapanların (ahsene amelâ) ecrini zâyi etmeyiz. İşte onlara, içinden ırmaklar akan Adn cennetleri vardır...“ 113
“...Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân (güzellikler) sergile...“ 114
“(İnsanları) Allah’a çağıran, sâlih/iyi ve güzel iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? Hasene/güzellik, iyilik ile seyyie/çirkinlik, kötülük bir olmaz. (Sen, çirkinliği/kötülüğü) en güzel olan şeyle uzaklaştır; o zaman (bakarsın ki) seninle arasında düşmanlık olan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.“ 115
“Biz insana, ana babasına ihsânıla/güzel davranıp iyilik etmesini tavsiye ettik...“ 116
Hadis-i Şeriflerde Sanat ve Güzellik Kavramı
Müslim, İbn-i Mâce, Ahmed bin Hanbel gibi meşhur hadis kitaplarında rivâyet edilen şu hadis-i şerif, dinin güzelliğe ve sanatlara bakışını en güzel şekilde ifâde eder: “Şüphesiz Allah güzeldir, güzeli sever.“ Allah'ın güzelliği sevmesi, kullarının güzel olmasını ve güzeli sevmelerini istemesi demektir. Başka bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Allah, her şeyin üzerine iyilik ve güzellik yazmıştır. Bir kimseyi katl (idam) ederken bile onu güzel bir tarzda öldürün. Bir hayvanı boğazlarken de güzel bir şekilde boğazlayın.“117 Öldüreceğimiz düşmanı dahi güzel bir şekilde öldürmeyi emreden dinimiz, inancın, ibâdetin, eylemin, düşüncenin, sözün, sesin, kısaca her şeyin güzelini istemektedir.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.), bir gün üstü iyi düzeltilmemiş bir kabir gördü. Bozuk yerlerin düzeltilmesini emir buyurdu ve ilâve etti: “Bu işin ölüye ne faydası, ne zararı olur; fakat yaşayanların gözlerine düzgün kabir daha güzel görünür. Kim bir şey yaparsa Cenâb-ı Hak, onun mükemmel ve güzel bir şekilde yapılmasını sever.“ Bu tavrın sanat ve estetik açısından öğretici mâhiyeti büyüktür. Göze hoş gelmeyen şeylere karşı ilgisiz kalınmaması ve her şeyde güzellik aranması sanata giden yolların açılması demektir. Yine bir hadis-i şerif rivâyetinde şöyle buyrulur: “Cenâb-ı Hak, mâhir (işinde ehil) sanat sahibini sever.“
Mescid-i Nebevî'de Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) insanlara hitap ederken, cemaat tarafından daha net duyulup görülebilmesi için minber yapılıyordu. Minber nar büyüklüğünde iki top şeklinde ağaçla süslendi. Yine Efendimiz, nikâhlarda def çalınmasını, güzelce şarkı söylenip eğlenilmesini teşvik ediyordu. 118
Yine bir gün Habeşliler, Mescid-i Nebevî'de kılıç-kalkan oyunu oynuyorlardı.
111] 16/Nahl, 90
112] 17/İsrâ, 7
113] 18/Kehf, 30-31
114] 28/Kasas, 77
115] 41/Fussılet, 33-34
116] 46/Ahkaf, 15
117] Müslim
118] Buhârî, Tirmizî, İbn-i Mâce; Kitâbu'n-Nikâh bölümleri
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 21 -
Hz. Âişe'nin bunları rahatça seyredebilmesi için Peygamberimiz yardım ediyordu. 119
Kur'ân-ı Kerim'de bâtıl yolda dilini ve kalemini kullanan şâirlere dikkat çekilir ve küfre hizmet eden şiir kınanırken, Peygamberimiz (s.a.s.) de bu âyetlerin izahı olacak tarzda hak yoldaki şiir ve şâirleri övüyordu: “Şiirin bazı nevîleri hikmettir.“ Efendimiz, şâir-i Rasûlullah diye meşhur olan Hassan bin Sâbit'i şiir söylemeye teşvik eder ve o şiir söylerken: “Rûhu'l-Kudüs Hassan'la beraberdir“ derdi.120 Hatta Rasûlullah (s.a.s.) Hassan için Mescidde bir kürsü yaptırmıştı. O da kürsüye çıkar, şiir okurdu. Yine Hayber'in fethi için Rasûlullah (s.a.s.)'ın da aralarında bulunduğu topluluk içinde nağme ile şiir (ilâhî, ezgi) okuyan şair Amr bin Ekvâ için duâ etmişti. 121
Yine Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinde şöyle buyurmuşlardır: “Kur'an'ı seslerinizle süsleyiniz, Cenâb-ı Hak, güzel sesiyle cehren ve teğannî (makam) ile Kur'an okuyan bir peygambere kulak verdiği gibi hiçbir şeye kulak vermemiştir.“
Bütün bunlar okyanustan bazı damlalardır. Kur'an ve Sünnet'te güzel sanatları ve zanaatları öven birçok nass vardır. Kur'an âyetleri ve hadis-i şeriflerin tümü, ifâde tarzı bakımından çok sanatkârânedir. Âyetlerin edebî bakımdan îcâzı gibi; sahih hadislerin de, başkalarının sözlerinden hemen ayrılacak sanat ve edebî üstünlükleri ehlince hemen bilinir ve bu yönden de tefrik edilir. Kur'an ve Sünneti ölçü kabul eden müslümanların da söz ve davranışları sanatlı, güzel olmalıdır. Bilinmelidir ki, sanatkârâne yaratılmış kâinat içinde, sanat eseri cennete lâyık kul olmak için indirilen en sanatlı eser Kur'an, Yaratıcının en büyük sanatkâr olduğunun açık delilleridir. En büyük sanatkâr, hakiki sanatkâr Allah'tır.
Hadis-i Şeriflerde Güzellik Kavramı
Hadislerde hüsün/güzellik kavramı, oldukça çok geçer. Hüsün, bazı hadislerde “güzel yaratılış sahibi olmak“ şeklinde maddî güzellik anlamında zikredilmiş,122 bazılarında varlıkların güzellik ve çirkinliklerini Allah'ın takdir ettiği açıklanmış,123 çoğunda ise insana ait amellerin güzelliğini ifâde etmiştir. Hadislerde hüsnün karşıtı olarak çoğunlukla seyyie kelimesinin kullanıldığı görülür. Bazı kaynaklarda müslümanların güzel gördüğü şeylerin Allah katında da güzel olduğunu ifâde eden rivâyetler, Hz. Peygamber'e atfedilmişse de,124 bunun İbn Mes'ud'a ait bir söz olduğu kabul edilir.
“Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzeli sever.“ 125
“İhsân; Allah’a O’nu görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Çünkü her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni muhakkak görür.“ 126
119] Buhârî; Müslim
120] Buhârî, Müslim
121] Buhârî, Müslim
122] Ahmed bin Hanbel, 1/403; 5/9; 6/68
123] Buhârî, Rikak 31; Müslim, İman 207
124] Ahmed bin Hanbel, 1/379
125] Müslim, İman, 1/93; İbn Mâce, Duâ, bâb 10
126] Buhâri, İman 37, 1/20; Müslim, İman 1, hadis no: 8, 1/36; Tirmizî, İman 14, hadis no: 2738, 4/119; Ebû Dâvud, Sünnet 16, hadis no: 4695, 4/223; İbn Mâce, Mukaddime 9, hadis no: 63, 64, 1/24; Nesâi, İman 6, 8/88
- 22 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Şüphesiz Allah her şeyde ihsânı/iyilik ve güzelliği yazmıştır (farz kılmıştır). O halde siz öldürdüğünüz vakit bile öldürmeyi güzel yapın. Kestiğiniz zaman da kesmeyi güzelce gerçekleştirin. Herbiriniz bıçağını bilesin. Ve kestiği hayvana eziyet vermesin.“ 127
“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.“ 128
“İnsana lutfedilen en değerli nimet, güzel ahlâktır.“ 129
“Kendinize göre makbul bir iş yapınız. Sırf başkalarına rekabet olsun diye yapmayınız. (Şöyle demeyin:) ‘İnsanlar ihsân ederse biz de ederiz; zulmederlerse biz de zulmederiz.’ Fakat kendinizi şuna iknâ ediniz: İnsanlar ihsân ederse ihsân edersiniz; (fakat) fenâlık ederlerse, siz yine de zulmetmeyiniz.“ 130
“Sizden biriniz ölümü temennî etmesin. Muhsin ise belki ihsânı (güzel amelleri) artar. Günahkâr ise, belki tevbe eder.“ 131
“Mü’minlerin iman bakımından en kâmil olanları, ahlâkı en güzel olanlarıdır.“ 132
“Kur’an’ı seslerinizle güzelleştirin.“ 133
“Kovandaki suyu, isteyenin kabına boşaltmak ve mü'min kardeşine güler yüzle konuşmak gibi de olsa, iyi, güzel ve doğru olan hiç bir sözü, işi ve davranışı küçümseme (yapabilirsen hiç durma, yap).“ 134
Estetik; Güzelliğin Felsefesi
Sanatı ve aynı zamanda -ona bir sanat eseri gözüyle bakarsak- tabiatı felsefî olarak inceleyen felsefe dalına estetik adı verilir. Estetik bir tutum, fikri estetik için son derece önem taşır. Sanat eserleri insan ürünleridir. Fakat aynı zamanda doğal nesnelere de uygulanabilir. Estetik, temel konusu olan sanat eseri ve estetik tutum kavramını tanımlamayı amaçlar. Estetik, sanat eserlerinin ne derece temsilî olacağını ve ne derecede onları ortaya çıkaran sanatçıların duygularını ifâde edeceği sorularına cevap arar. Estetik olarak tatmin edici konuların kendine has değerini tesbit etmeyi amaçlar. Estetik, bir sanat eserinin varlığının tabiatı sorununu (o bir sözcükler ya da sesler bütünü müdür, yoksa bir renk yığını ya da fiziksel bir nesne midir?) ele alır. Ayrıca estetik ile ahlâkî değer arasındaki ilişki sorunuyla da ilgilenir.
Güzelliğin yaratılması ve değerlendirilmesiyle uğraşan estetiğin, sosyoloji, biyoloji ve antropolojiyle yer yer dirsek teması olmakla birlikte, aslında felsefe ve psikolojinin bir parçasını oluşturur.
İslâm Sanatları ve Estetik
Genellikle “güzelliğin bilimi“ diye tarif edilmekle beraber, bu tarifin sınırlarını
127] Müslim, Sayd ve'z-Zebh 57; Ebû Dâvud, Edâhî 12; Tirmizî, Diyet 14; İbn Mâce, Zebâih 4; Nesâî, Dahâyâ, 22
128] Ahmed bin Hanbel, 2/381; Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk 8
129] Ahmed bin Hanbel, 4/278
130] Tirmizî, Birr 63
131] Nesâî, Cenâiz Bâbu Temennâ’l-Mevt
132] Buhârî, Edeb 39; Ebû Dâvud, Sünnet 14
133] Dârimî, Fedâilu’l-Kur’an 34
134] Ebû Dâvud, Libas
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 23 -
çoktan aşmış bir disiplin olan estetik; sanat tarihi, sosyoloji, antropoloji ve hatta biyoloji ile dirsek teması bulunan felsefi ve psikolojik teoriler toplamı olarak ele alınabilir. Sanat eserinin ortaya konulması, bir varlık alanı olarak sanat eseri, sanat eseriyle ilişkileri açısından tabiat, sanat eserinin değerlendirilmesi (sanat eleştirisi) zevk ve bunlarla ilgili yan konuları içine alan bir bilgi dalıdır.
Bu çerçevede oluşturulmuş estetik teorileri, kökleri Greko-Latin kültürüne uzanan bir dünya görüşü (yahut gerçeklik kavrayışı) temeline dayandığı için, Batı dışındaki kültürlerin sanatlarını açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Özellikle İslâm sanatlarını açıklarken, bütünüyle Batı sanatları ve felsefesi etrafında oluşmuş bir kavram çerçevesine atıfta bulunmak, kaçınılmaz olarak yanlış değerlendirmelere yol açacaktır.
İslâm medeniyet dairesinde yer alan kültürlerin hemen tamamı, bu medeniyet dairesine girdikten sonra İslâmî dünya görüşü yönünde büyük bir dönüşüme uğramış, sanat gelenekleri de aynı şekilde, yeniden biçimlenmiştir. Bölgeler arası farklılıklar bulunmakla beraber, müslümanların sanatı olan bütün ürünlerde, İslâmî temel prensiplerin değişen ölçülerde uygulandığı görülmektedir.
Sözünü ettiğimiz prensipler doğrultusunda, İslâm düşünce tarihinde estetik teorilerinin geliştirilmemiş olmasını da, müslüman sanatçı ve düşünürlerin sanatla ilgili yaklaşımlarının bir sonucu olarak değerlendirebiliriz. Her şeyden önce “sanat“ (art) kavramının “güzel sanatlar“ diye belirlenen çerçevesinin İslâm kültürü açısından çok yeni olduğunu, çeşitli sanat dallarının ayrı ayrı bilimler (İlm-i musiki, ilm-i şi'r vb.) olarak düşünüldüğünü ve “sanat“la “zanaat“ın birbirinden kesin çizgilerle ayrılmadığını gözönünde bulundurmak gerekmektedir.
Bu bakımdan, “İslâm sanatı“ (daha doğrusu; müslümanların sanatı) denildiği zaman, musikiden mimariye, kapı tokmaklarından kitap ciltlerine, mutfak eşyasından koşum takımlarına kadar, son derece geniş bir alan sözkonusudur. Bu geniş alanda karşımıza çıkan inanılmaz zenginlikteki verileri estetik açısından değerlendirmeye çalışırken izlenebilecek tek metod, eski metinlerde yer yer karşımıza çıkan dağınık bilgi ve yorumları da gözönüne almak kaydıyla, mevcut sanat eserlerinden yola çıkmaktır.
Bu farklı estetiğin diğer prensiplerini de belirleyen ilk prensibi, İslâm'ın putperestliğe karşı verdiği büyük mücadelede asıl ifâdesini bulan, sınırları hadislerle çizilmiş tasvir yasağı, yahut sûrete (heykel ve resimlere) tapınmayı yasaklayan hadislerin tasvir yasağı olarak anlaşılmış olmasıdır. Kur'ân-ı Kerim'de bu konuda herhangi bir hüküm bulunmadığını da ayrıca belirtelim (İbrâhim aleyhisselâm’ın, heykellere tapan kavmini uyaran âyetleri değerlendirme dışı tutulmamalı ve benzer durumlarda heykellerin haram olacağı hükmü göz ardı edilmemelidir: “O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunu heykeller de nedir böyle?!’ demişti.“135 Kur’an’dan yola çıkılarak denilebilir ki; salt sanat eseri olup put gibi çirkinliğe -ve çıplaklık gibi diğer haramlara- âlet edilmeyen heykel meşrû iken; put gibi çirkinliklere âlet edilen heykeller ise gayrı meşrû ve haramdır.)
Tasvir yasağı, müslüman sanatçıların figürden kaçma ve figürü cansızlaştırma şeklinde ifâde edebileceğimiz iki yaklaşımı benimsemelerine yol açmıştır. Figürden kaçış, müslüman sanatçıları doğrudan doğruya soyut formlara yöneltir.
135] 21/Enbiyâ, 52
- 24 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sözgelişi, Arap alfabesindeki şekil repertuarının, başlangıçta plastik açıdan son derece elverişsiz olduğu halde, harf köşelerinin yuvarlaklaştırılarak (Ma'kılî yazının Kûfi'ye dönüşmesi, oradan çeşitli yazı karakterlerinin ortaya çıkması) son derece zengin imkânlara sahip bir ifâde vasıtasının elde edilmesi, bu eğilim sonuçlarından biridir. Figürü cansızlaştırma eğilimi ise, bir yandan tabiattan alınan şekilleri stilize ede ede asıl kaynağından büsbütün uzaklaştırarak soyut formlara dönüştürülmesini sağlamış, bir yandan da diğer geleneklerden devralınan resmi, ışık ve gölgeden arındırarak bir çeşit nakış haline getirmenin prensibi olmuştur.
Estetiğin başlıca konularından biri olan “güzellik“ ise, temel prensibini kısaca açıklamaya çalıştığımız estetiğin asıl hedeflerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat İslâm sanatlarında “güzellik“ meselesi, Batı kaynaklı objektivist ve sübjektivist estetikçilerin anladığı mânâda güzellik değil, “mutlak güzellik“tir ve mutlak güzelliğin görünen âlemdeki içkinliğidir (immanent oluşudur). İslâm sanatçısı için, sözgelimi gül, kendiliğinden güzel olmadığı gibi, bizim onda kendimizi yaşamamız (einfuhlung) da değildir. Gülün güzelliği, Allah’ın “cemal“ sıfatının ondaki tezâhürüdür. Batı kaynaklı bazı estetik teorilerinin kavram çerçevesinde yer alan “çirkinlik“, bu estetiğin konularının tamamen dışında kalır. Çünkü çirkinlik itibarîdir; başka bir deyişle, güzellik mutlak olduğuna göre, çirkinlik yoktur.
Sanatçının görevi, güzelliği kaynağında yakalamak, yani görünenlerin temelinde bulunanı araştırmaktır. Bu bakımdan dış dünyanın yerine benzerini geçirmek (mimesis) gibi bir kaygının tamamen dışında, sanatçının kendi ferdiyetinden de bağımsız bir arayıştır sanat. İslâm sanatları çerçevesinde değerlendirilebilecek bütün sanat ürünlerinde, sanatçının ferdiyetini olabildiğince paranteze aldığı, bunun da sanatı bir çeşit metafizik oyun haline getirdiği açıkça görülür. Sanatçılar, eserlerini bazen imzalarını bile atmayacak kadar kendi ferdiyetlerinin dışında düşünmüşlerdir. Psikolojiye en fazla bağımlı görünen şiir bile zaman içinde ferdî ârızalardan büsbütün arındırılarak, arabesk gibi, sadece dilin kendi imkânlarına dayanan bir ifâde vasıtası haline getirilmiştir. Mecazlaştırma yoluyla semantik alanları son derece genişletilen kelimeler, tıpkı Arap alfabesindeki harfler gibi, âdeta plastik bir kullanışlılık kazanırlar.
Sanatçı, bu çerçevede güzelliği yaratan değil, keşfeden adamdır. Çünkü sanat zaten var olan bir niteliği, güzelliği araştırmaktır. Güzellik objektif bir nitelik olmadığına göre, sözgelişi güzel bir ağacın resmini yaparak yahut kelimelerle tasvir ederek güzele ulaşılamaz. Ağaç sadece bir işarettir (âyet). Güzelliğe bu işaretten hareketle ulaşmak gerekmektedir. Duyularımızla kavradığımız güzel ağaç, biz farkında olmasak da sürekli değişme halindedir (“ol“ emriyle sürekli yeniden yaratılmaktadır). Gerçek güzellik, ağacın değişen niteliklerinde değil, değişmeyen özündedir. Bu öze ancak soyutlama (tecrid) yoluyla ulaşmak mümkün olabilir. Soyutlamanın ilk aşaması stilizasyondur. Stilizasyon (üsluplaştırma), objeyi şematize etmektir.
Bütün varlık, aynı mutlak hakikatin tezâhürü olduğuna göre, sayısız objede dağılmak yerine, belirli objelerden hareket etmek ve onlar üzerinde derinleşmek daha doğrudur. Bu yaklaşım, müslüman sanatçıyı kaçınılmaz olarak şematizme götürür. Bunun doğurduğu tekdüzelikten de çeşitleme (tenevvü) yoluyla kurtulmaya çalışılmıştır. Gerçek bir sanatçı, yaptığını asla tekrarlamaz.
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 25 -
Sanat eserleriyle sanat eserine bakan arasındaki ilişki de, sanatçıyla sanat eseri arasındaki ilişkiye benzemektedir. Bakan, sanat eserini tamamen kendi dışında bir şeymiş gibi görmez. Yani eleştirel bir tavırla bakmaz. Aradaki mesafeyi kaldırır ve sanat eserini yaşamaya çalışır. 136
Günümüzde Sanat Denince...
Allah'a kul olabilme ve her an ibâdet/kulluk yapabilme bilincinden uzaklaştırılan günümüz insanı, çok tanrılı dinlerin kucağına düşmüş, bir sürü sahte ilâhların yanında nefsini de tanrı kabul ederek hevâî isteklerin dışına çıkamaz bir duruma gelmiştir. Müstekbir güçler, tâğûtî düzenler insanları kolay sömürebilmek ve rahat güdebilmek için afyon-sanattan yararlanıyorlar. Daha açıkçası, sanatı uyuşturucu fonksiyona indirgiyorlar. Her tarafı kuşatan dejenerasyon sanatta da kendini gösteriyor.
Özellikle yaşadığımız topraklarda spor denilince akla hemen futbol gelir. Spor sadece futbol demektir. Hem de kumara, israfa, kavgalara, ilâhlaştırılan futbolculara, “en büyük“, yani “ekber“ kabul edilen takımlara, yani tüm çirkinliklere batmış şekliyle futbol. Aynen bunun gibi, sanatçı denilince, iki tip akla gelir: Şarkıcı veya artist. Sanat denilince de bunların cıvıklıkları.
Beş-on sahâbînin adını sayamayan gençler, Michael Jackson'ın ayakkabı numarasını biliyor, Madonna'nın video kliplerini ezbere sayabiliyor. Bir-iki TV. dizisinde veya filmde rol alan aşifteleri ise göklere çıkartıp “yıldız“laştırıyor. Bu yıldızlara aktrist de değil, artist deniyor. “Art“ batı dillerinde “sanat“ demektir; artist de sanatçı. Türkçe'de başka hiçbir sanat dalıyla uğraşana artist denmez, sadece filmlerde boy gösterenlere denir. Filmde rol yapmanın dışında başka sanat kabul edilmediğinin çok kesin göstergesidir bu.
Şâire, edebiyatçıya, mimara, hattata, tezhipçiye, çini işleyen ressama... sanatçı diyen yoktur artık. Sadece şarkıcı ve artist bu unvânı alır. Yalnız, burada biraz durmak gerekiyor. “Sanatçı“ damgası bunlar için güzel bir yanlış sıfat olmalı. “Sanatçı“ ile “sanatkâr“ arasında büyük fark var gibi geliyor bana. Sanatkâr, sözlüğe bakılırsa sanatçı demektir ama kullanılışta hiç de aynı değil. “Sanatkâr“ın kitle nazarında bir ağırlığı, bir saygınlığı vardır. Ciddî bir sanat dalında veya ustalık isteyen bir meslekte (zanaatta) mâhir birine “sanatkâr“ denilir de “sanatçı“ denmez. Ama fâhişe rollerini çok iyi beceren, iki şarkı ezberleyip hoplayıp zıplayan veya orasını burasını gösterme sanatını(!) icrâ eden, bunların dışında hiçbir mârifeti olmayan orta mallarına “sanatkâr“ dendiğini duydunuz, gördünüz mü? Onlara olsa olsa “sanatçı“ denilmekte. Sanatçı! Domatesçi, patatesçi dediğimizde, nasıl onları satan zerzevatçı aklımıza geliyorsa, aynen onun gibi, sanat adına köşeyi dönen, yani sanat alıp satan veya sanat adına alınıp satılan tüccar veya kölelere sanatçı deniyor.
Günümüzde halk yığınlarına mal olmuş şekliyle sanatçı diye, ya şarkıcıya denir, ya artiste. Sanat da ya sinemadır, ya müzik. Bunların her ikisinin sanat olabilmesi için sadece tek şart vardır. O da cinselliğin, seksin alabildiğine serpilmiş olması. Yoksa ağzıyla kuş tutsa kişi sanatçı olamaz. Sanat, mânâ ve hakikat âleminin penceresi değildir artık, kasap vitrinidir. İnsan, sadece maddedir, tendir.
136] Beşir Ayvazoğlu, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Y., Estetik maddesi
- 26 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mânevî kimlik çoktan unutulduğundan, sanat, teşhir ve şov demektir. Müzik sadece sesle söylenen, çalgı âletleriyle çalınan ezgiler değildir; eşek dansı ve hayvansal çıplaklık olmadan müzik düşünülemez hale gelmiştir. Yedinci sanat kabul edilen sinema da beyaz değil, kara perdedir; ahlâksızlığın, çirkefliğin aksettiği perde. Televizyon da gazino ve sinemanın evin içine girmesi.
“Bekri Mustafa imam olmuş deyin, onlar anlar memleketin halini!“ cinsinden yukarıdaki manzarayı düşünün. Sanatın(!) ne olduğunu ârifler anlar; daha doğrusu, ne hale geldiğini sanatın ve memleketin. Bu ortam, bu anlayış içinde sanat, emperyalizmin kötü emellerinin âletinden başka bir şey değildir artık. Emperyalizm sanatı istismar, insanı da istihmar etmek için devreye girmiştir.
Emperyalizmin Hizmetinde Sanat
Koyunları gütmek için çoban, kavaldan yararlanır. Kaval çalmasını iyi bilen bir çoban, müzikle sarhoş ettiği koyunlara istediğini kolayca yaptırır. Biraz da kavalların yardımıyla her çobana boyun eğen koyun haline getirdiler halk yığınlarını. Çobanların rejimin en tepesine çıkmasını yadırgamayabiliriz, ama yönettiklerini sürü haline getirip istedikleri gibi güttüklerini görmezden gelemeyiz. Zulüm, isterse kendilerine karşı olsun, hiçbir haksızlığa sesini çıkarmayan uysal koyunlar haline getirildi toplum. Bu neticede müziğin payını unutmamak gerekir. Yorgun-argın işinden eve dönen adamı düşünün. Çobanların teyip, tv. gibi aygıtlarla evin içine kadar soktukları kaval seslerinden başını kaldırıp da namaza, düşünmeye, okumaya, çoluk-çocuğuyla ilgilenmeye fırsat bulamıyor. İşini, sokağını, çevreyle ilişkisini yönlendiren emperyalist rejim, onu evinde bile bırakmıyor. Gündüz evde kalanlar yine müzikle uyutulacak, tv. filmleriyle avutulacaktır. Evden işe giderken dolmuşların motor gürültüleri, kasetlerdeki modern gürültülerle işbirliği yapacak.
Hasan Sabbah'ın cennet fedâilerini herhalde bilirsiniz. Esrar yutturularak liderlerinin her emrini yerine getiren fedâilerdir bunlar. Bugün de Hasan Sabbah'lar gönüllü fedâilerine (kurbanlarına) afyon-sanat yutturmaktadırlar, onları kullanabilmek için. Esrarkeşler gibi yalancı cennet içinde, gerçeklerden kaçmaktadır halk uyuşturucu ses ve görüntülerle. Tembel tembel uyumak, uyuşmak, eğlenmek, vur patlasın çal oynasın anlayışı; boşvermişlerin yaşam felsefesi. Bunların boş vermeyenlere oranı ise, Avrupa'da bile rahatlıkla birincilik kürsüsüne çıkacak boyutta.
Bazı dört ayaklılara su verirken, sahipleri ıslık çalmak zorunluluğu hisseder. Hayvan, su içerken bile ıslıksız, müziksiz yapamaz. Bazı sulular da yemek yerken, su içerken bile müziksiz yapamazlar. Sözgelimi, çoğu dolmuş şoförü direksiyonun başına müziksiz geçemez. Hem de müzik ve sanat demeye bin şâhit olsa kabullenemeyeceğiniz tarzda bayağılıklar.
Çocukları uyutmak için ninniler söylenir. Çocuk akıllı gençleri uyutmak için de düzen ninniler söylemektedir hep. Yeter ki sesleri çıkmasın, mışıl mışıl uyusun çocuklaştırılanlar. Çocukları oyalamak için ağızlarına emzik tıkadıkları gibi, çocuklaştırılanların kulaklarına volkmenler tıkamakta, hakkı dinleyecek kulak bırakmamaktadırlar.
Gerçek sanat, ne koyun gibi güdülme aracı, ne uyuşturucu bir afyondur, ne de ninni. Gerçek sanat uyanıklıktır aslında. Tüm âzâların uyanıklığı, hassâsiyeti
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 27 -
gerekir sanat için. Her şeyden önce de rûhun uyanıklığı, dikkati şarttır. Sanat düşüncedir, tefekkürdür aslında. Hem göz, hem gönül açıklığıdır. Piyasada görülense sanatın istismarı, hislerin sûistimâlinden başkası değildir.
İnsanlar nelerle meşgul edilmektedir? İbâdet için yaratılan kul, dünyaya oyun ve eğlenmeye geldiğini zannetmektedir. Oyun ve eğlence, çocukların hayatında önemli yer tutar. Çocuk ruhlu, çocuk akıllılar da oyun ve eğlencelerle hayatlarını tüketiyorlar. Eğlenip felekten bir gün çaldığını zanneden delikanlı, şeytana gününü ve daha neyini çaldırmaktadır, bir düşünse...
Bu topraklarda afyon-sanatın, özellikle de müziğin fecî şekilde, bulaşıcı hastalık gibi yaygınlaşması ve desteklenmesi, çeşitli sosyal ve siyasal hesaplardan kaynaklanmaktadır. Kitlelerin sömürülmesini kolaylaştırmak için egemen güçler ve emperyalizm çeşitli planlar uygulamaktadır. Bunların başında kalabalıkların dikkatini oyun ve eğlence gibi şeylere çekmek ve onları boş şeylerle oyalamak gelir. Futbol ve müzik, milyonlarca müstaz'afın en önemli meselesi haline gelerek bir deşarj (boşalma) sebebi olmaktadır.
Çağdaş Firavunlar, propaganda ve eğitim kurumlarıyla insanları gerçek dinden uzaklaştırarak âhiretlerini mahvettikleri gibi, oyun ve eğlence kurumlarından oluşan emniyet sübapları aracılığıyla dünyalarını da mahvetmektedirler. Koyun sürüsü haline getirilen milyonlarca insan, kendilerine en büyük zulümleri revâ gören müstekbirleri bu şekilde alkışlayabilmektedirler. İspanya'nın meşhur diktatörü General Franco şöyle diyordu: “Futbol, seks ve piyango olmasaydı, ben kırk yıl bu halkı nasıl istediğim gibi yönetebilirdim?“ Bu taktik, sadece Franco'nun değil; her asırdaki ve her ülkedeki tâğutların ortak prensibidir. Halkın ayaklanmasına giden yolu tıkamak için milât öncesi Yunan idareleri zamanında bile halkı lüzumsuz oyunlar, spor yarışları ve çılgın eğlencelerle uyutma ve uyuşturma politikaları güdülmüştür. Futbolla birlikte günümüzdeki sanat da çağdaş tâğutların can simidi. Sanat emperyalist güçlerin elinde bir atom bombası, bir kitle imhâ silâhıdır. Artık savaşlar, sanat denilen silâhlarla dolaylı olarak psikolojik alanda yapılmaktadır. İnsanlar dünyada dönen zulüm çarklarının farkına varmasın diye müzik ve sinema ile iğdiş edilmekte, uyutulmakta ve uyuşturulmaktadır. Halk yığınlarını afyon yutmuş Hint Horozuna çeviren bir sihirbaz değneği olan sanat, aynı zamanda büyük bir propaganda aracıdır.
“Coca Cola“sını 137 bütün dünyada reklam kandırmacasıyla ihtiyaç kabul ettiren ülke, Madonna'sını, Michael'ını tüm memleketlerde kendi üstünlük ve egemenliğinin sembolü olarak kullanmaktadır. Sık sık dünya turneleriyle ABD başkalarından önce sanatçı-ajan Mıchael'lar ülkeleri ele geçirmektedir öncü kuvvetler olarak. Bu, eli bilmem neresinde, yarı erkek yarı kadın kılıklı, yarı hayvan yarı insan ihtiyar delikanlı, sömürülen kurban kullar gözünde yarı insan yarı tanrı gibi görülmektedir. Eylül 1993'teki İstanbul turnesinde tekrar görüldü ki, uğruna her şeylerini fedâ edebilecek çılgın hayranlarına stadyum denilen tapınaklar bile dar gelmekte, kahraman Türk gençliği sömürgelik andı içmekte, T.C. çoktan ABD mandalığını benimsemekte. Gençliğin onun şahsına karşı gösterdiği batı ve Amerika hayranlığı, onların dilinden anlamasa bile âyin gibi dinlediği müzik ve sanatına tutkunluğuyla bütünleşmiş olmaktadır. Yeni dünya düzeni bu olsa gerek.
137] Kaka Kola diye okunmalıdır
- 28 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Türkiye'de kolay şöhret olmuş, daha doğrusu şöhret yapılmış sanatçı kabul edilenlere bir bakın; Tatlıses'ler, Emrah'lar, Ferdi'ler... artist veya şarkıcı kızlar, hepsi kültürsüz, eğitimsiz insanlar. Böyle olması gerekiyor kolay kullanılmaları için. Sömürü çarklarının başındakiler için en kestirme, en kolay yol bu. Medya, fuhuş sektörü, düzen ve egemen güçlerden oluşan emperyalist koalisyon, sanatçı(!)yı kullanıyor. Sanatçı da birazcık onları. Ya da, kullanılan sanatçı, kullandığını sanıyor. Sanatçı, emperyalist sektörün kuklasından başka bir şey değildir; yığınlar da kukladan zevk alan, ipleri fark edemeyen çocuk akıllılar.
İçki ve esrar cinsinden uyuşturucuların haram kılınmasının hikmetleri; aklı gidermesi, insanı uyuşturması, düşünceden ve iyi şeylerden alıkoyması ve bağımlılık yapmasıdır. Bu sayılan özelliklerin tümü, günümüzdeki sanatta ve en çok da müzikte bulunmaktadır.
Müzik kafalı müzikomaniler, daha da ileride müzikomanyaklar, yeni türeyen varlıklardır. Yarınlarımız da bu türedilere emânet. İzinden gittikleri Ata'larının emirlerini daha çağdaş hale getirip uygulama içindedirler: Ey Türk gençliği! Birinci vazifen müzik dinlemek, maça gitmek, TV. seyretmek, chat yapmak ve atari oynamak; böylece boşvermiş gençlik olmaktır. Her türlü rezâlet için muhtaç olunan araç Yeni Dünya Düzeni ve T.C. düzeni tarafından ortaklaşa karşılanacaktır. Her aradığın, medyada mevcuttur...
Uluslararası emperyalizm, Türkiye'ye sık sık övgüler, birincilikler, madalyalar dağıtır. Hangi konuda mı? Sanat konusunda. Durun, hemen sevinmeyin, sanatımız Avrupa'da bile takdir ediliyor diye. Daha çok cinselliği, dini karalamayı, ahlâksızlığı ön plana çıkaran o biçim sanatlardadır bu ödüllendirilenler. Festivallerde başarılı olan filmlerin hemen hepsi o biçimdir ya da insanımızı karalayan, inancına düşmanlık edilen cinstendir. Güzellik(!) yarışmalarında ön sıralarda yarışmalı Türk kızları ki, batı uygarlığına yaklaşılsın! Folklorda (halk danslarında) birincilikler verilir, halk bunlara daha fazla önem versin. El sanatlarını överler; Türk halkı bunlarla meşgul olup ciddî şeylere vakit ayıramasın. Ne güzel halıları vardır Türklerin, dantelleri, oyaları, oynamaları, oyalanmaları, avlanmaları...
Emperyalistler sadece rûhu sömürmezler; onların dini-imanı para olduğuna göre, sanat ayaklarıyla insanın parasına da sülük gibi yapışacaklardır. İlmî bir kitap 70 milyonluk ülkede üç bin basıp satamazken, bir arabesk müzik kaseti iki milyon, üç milyon satabiliyorsa, gerisini siz düşünün; hem maddî yönünü, hem mânevî yönünü. Bir kaset kaç liradır; yüzlerce sanatçı(!)nın binlerce kasetinin tüketimini hesaplayın. Milyonlarca lira vererek aldığı biletle bir gece önce stadyum kapılarında sıraya giren on binlerce gençliğin rock starını dinlemek için mânevî fedâkârlıklar yanında, maddî kayıplarını toplamaya çalışın. Bunun hemen göze çarpmayan yönleri de var. Uydurma ses yarışmalarıyla kandırılıp dolandırılanlar, hayranı olduğu şahıs gibi sanatçı, artist olmak için evden kaçıp kötü yola düşenler, hayranı olduğu sanatçının giydiğini giymek için varını yoğunu verenler, hem parasından, hem başka şeylerinden olanlar...
Kapitalist düzenlerde her şey menfaat ve kâr amacına yöneliktir. Çok lüzumsuz şeyler bile ihtiyaç zannettirilerek tüketimini sağlamak için insanlar zayıf yanlarından yakalanacaktır. Göz ve kulak, hakkı görüp işitmeyeli, iyice zayıflamış; kalp ibâdetlerle gıdâlanmadığından kendine tuzak kuran avcıları hissedemez olmuştur. Emperyalistlere kolay yem olmak için, insanların, gerçek dinden
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 29 -
uzaklaşmaları gerekir. Bu iş, sanat ve düzen işbirliğiyle sağlanarak altyapı oluşturulmuştur çoktan. Cinsel duygular sömürülerek, sanat ve güzellik anlayışı daha da bayağılaştırılarak bir sektör geliştirilir: Fuhuş sektörü. Fuhuş sektörü deyince sadece genelev patronunun kaç yıldır vergi rekortmeni olması aklınıza gelmesin. O aysbergin sadece görünen küçük parçasıdır. Müziğin, eğlencenin, sinemanın, gece hayatının, TV. Programlarının, makyaj ve her türlü güzellik malzemelerinin, modanın, daha sayılabilecek buna benzer şeylerin oluşturduğu büyük bir sektördür bu.
Büyük şehirlerin caddelerinde küçük bir gezinti yaparsanız, dükkânların en az yarısının cinsellik ve fuhuş sektörüne (pardon, sanata) hizmet ettiklerini görecek, gariban halkın paralarının hangi yollarla nereye aktığını anlayacaksınız.
Modayı düşünün. Özgür olduğunu zanneden insanlar, neyi giyeceğine bile kendileri karar veremiyor. Onları kimler kukla gibi kullanıyor?! Paris'teki modacının isteği dışına çık bakalım kolaysa. Tabii, moda sık sık değişecek, birkaç defa giyilen tuvalet, artık tuvalete giderken bile giyilemez olacak, yerine bir başka giysi gelecek. Paralar da sektöre akacak. Mankenler ve sanatçılar bu sektörün başrol oyuncuları; modacılar, kumaş satıcıları, dokuma sanayicileri ve terziler de figüran kadrosu.
Sanat maskesi takan fuhuş sektörü (fuhuş, Kur'ânî kavram olarak her türlü aşırılığı, özellikle günah yoluyla aşırılıkları ifâde eder), sadece inançsızlığın, ahlâksızlığın değil; aynı zamanda enflasyonun da en önemli sebebidir.
Sanat da arz-talep işidir. Sanat ticârî bir metâdır. Halkı çağdaş uygarlığa çıkarmak hedefiyle fuhuş sektörünün kurbanı yapan düzenin kendisi de, bu sektör için ne bütçeler ayırmaktadır...
Düzen ve toplum değişmeden sanatın kurtulmasını beklemek safdillik olur. Sanat, toplumun aynası olduğundan, toplumdaki yanlışların sanata yansımaması mümkün değildir.
Sanat ve Toplum
Sanat, sanatçının iç dünyasını dışa yansıtan ayna olduğu gibi, toplumun da aynasıdır. Toplum ile sanat arasında öyle yakın bir münâsebet vardır ki, bir toplumun bütün özelliklerini sanatından çıkarmak mümkün olur. Sanatçı, içinde bulunduğu toplumu etkilediği gibi, toplumdan da büyük ölçüde etkilenir.
Toplumun değerlerini ve estetik anlayışını dikkate almak zorunda olan sanatçının, içinden çıktığı topluma karşı birtakım sorumlulukları vardır. Evrensel değerlere ulaşabilmek, genelin kapılarını yoklayabilmek için, sanatçının kendi toplumunun çağdaş problemleriyle hesaplaşması gerekir. Sanatçı, istese de istemese de kendi toplumundan başlayarak insanlığa yönelmiş bir mesajın sahibidir. Ya toplumunu veya toplum düzenini kutsar ya da bu toplum ve düzeni değiştirme çabasında olur sanatçı. Sanatı sanat için bile kabul etse, uğraşısı bu iki seçenekten biriyle sonuçlanır. Kendini anlatan bir sanatçı, kendisi belli bir düzen ve toplum içinde şekillendiğinden, bir ölçüde çevresini yansıtmış olur. Tekil olma özelliğini fildişi kulesine çekilse bile sürdüremez. En çok “ben“ olduğu yerde bile “biz“den kurtulamaz. Toplumun onunla ilgilenmesi için, o toplumla ilgilenmek zorundadır. Bu noktada toplumun anlayışı, beğenisi, yargısı tek ölçü kabul
- 30 -
KUR’AN KAVRAMLARI
edilirse toplum putlaştırılmış olur. Muhâfazakârlık ve milliyetçiliğin uç noktasıdır bu. Yok, toplum önemsenmezse -ki bu, aslında mümkün değildir- sanatçı, boşlukta yaşıyor veya hiç yaşamıyor demektir. Toplumun önemsenmesi, dikkate alınması, topluma karşı sorumluluğun yüklenilmesi anlamına gelir.
Sanatçı, ancak kendisini anlayabilecek dereceye gelmiş bir toplum üzerinde etkili olabilir. Sanatçı, gerektiğinde toplumun değişmesine öncülük etmelidir elbette. Ama bu, toplumla bağlarını koparmak değil; güzel bağlar oluşturma çabasıdır aslında. Her peygamber, kendi toplumunun içinden çıkmıştır. Toplumun içinden biridir o. Kendi kavminin kardeşlerinden birisidir peygamber. İthal malı kurtarıcı olmaz; bu nedenle toplumunu iyi tanımalıdır lider ve sanatçı. Toplum da onları.
Tanzimat'tan beri iki tür sanatın mücâdelesini daha çok görürüz Anadolu topraklarında. Bir tarafta doğulu olduğunun farkında olan ve bundan utanç duymayan, geleneksel kalıplarda bile olsa müslüman sanatçı; diğer tarafta da batılı olamayışına üzülen ve müslümanlıktan başka her şeye sempati duyan yabancılaşmış sanatçı vardır. Bu ikisi arasındaki savaş, egemen güçlerin ve rejimin desteğiyle, bâtılı savunan ve batılı olmaya çalışanın lehine ivme kazanarak gelişmiştir. İslâm'dan olduğu kadar, halktan, toplumdan da bağlarını koparabilme riskini göze alabilmiştir yabancılaşmış sanatçı.
Bu yarı batılılaşmış ve İslâm'la ilgisi var diye, içinden çıktığı toplumun temel değerlerine uzak kalıp “tıpkı Avrupalılar gibi olacağız ve olmalıyız“ diyen sanatçının, niçin orijinal bir eser meydana getiremediğini anlamak kolaylaşacaktır. Taklitçilikle sanat oluşmaz. Sanat rûhun ifâdesidir, şahsiyetin tezâhürüdür. Kendi kendisini kabul etmeyen, fıtratını, değerlerini inkâr eden bir insan veya toplum, nasıl güzel veya yeni bir sanat ortaya koyabilir? Kendini aşağı görme hissiyle, aşağılık duygusuyla orijinal eser ortaya konamayacağını çocuk bile bilir. Batılı da, doğulu da olamayan ucûbe bir tip çıktı. “Onlar gibi olacağız“ diyenler, kendilerini de unuttu. Kendine âit ne varsa, yakıp yıkmaya çalıştı. Bu, mânevî intihardı. Bu intiharı, çağdaş medeniyet seviyesine yükselmeyi en büyük hedef kabul eden rejim arzulamıştı. Sanata ve sanatçıya çok yönlü baskı ve yönlendirmeler yapmıştı T.C. rejimi. Bugünkü sanat ve sanatçı, çok yönleriyle onun eseridir. Eseriyle övünebilir rejim.
Sanat ve Rejim
Şöyle düşünebilir miyiz? Şu anda cehâlet asrını değil; asr-ı saâdeti yaşıyoruz. Önderimiz hayatta. Sanata, daha doğrusu bugün sanat denilenlere karşı tavrı ne olurdu peygamberimizin?
Hz. Ebûbekir veya Hz. Ömer devrindeyiz. Bu halîfelerin televizyon karşısında film seyrettiklerini veya bir sanatçı(!) şarkı söylerken onu dinleyip izlediklerini düşünebilir misiniz? Bu soruları, benzer şekilde çoğaltabilirsiniz. Eğer onları tanıyorsanız ve yalancı şâhit değilseniz cevabınız çok nettir. Peki niçin? Onlar mı hidâyet üzere, bugünkü toplum ve sanat mı? Biz kimi örnek alır, kimin yolundan gidersek kurtulabiliriz? Peki, onların hükmettiği devlet olsaydı ve biz de câhiliyye hükmüyle değil; onların uyguladığı şeriatla idare edilseydik, sanat anlayışımız bugünkü gibi mi olurdu? Toplumda nelere sanat, kimlere sanatçı denirdi?
Tarihi değiştirmek mümkün değil; olan oldu, geçen geçti. Fakat biraz daha
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 31 -
yakınlara gelip düşünelim: Osmanlı, batının kucağına oturmasaydı, Tanzimat olmasa, Cumhuriyet ilân edilmeseydi, meselâ klasik Osmanlı idaresi Fatih dönemindeki gibi devam edip bugünlere gelinseydi; bale, opera gibi sanat(!)lar bir tarafa, klasik batı müziğini, her şeyiyle hafif olan hafif müziği, eşek dansını, bugünkü çirkef sinemayı... sanat kabul eder miydik? Rejimin bu sanatları, gümrüklerden ambargo koymadan geçirmesini bekler miydik? Bu sanatların(!) etkisinde kalır mıydık? Demek istiyorum ki, sanat anlayışı, düzenle direkt ilgilidir.
Meselâ Kanuni'nin, o dönem Fransa'sında ilk defa yaygınlaşmaya başlayan, kadınlı-erkekli, adına modern dans denilen sanata(!) karşı tavrını bilirsiniz. Kendi ülkesindeki insanlara, müslümanlara bu hastalığın bulaşmaması için Fransa'ya ültimatom veriyor, bu sanatı yasaklamazsa Fransa'ya savaş açacağını sert bir dille söylüyordu. O zaman dünyayı Osmanlı yönlendirdiğinden, hemen yasak işliyordu. Şimdi batı ve Amerika'nın yön verdiği dünyada, bu ülkelerin “bizi taklit edin!“ ültimatomuna gerek kalmadan bu tür hastalıklar yayılabiliyor, tarih tersine tekerrür ediyor.
Her düzenin kendine uygun bir sanat anlayışı vardır. Düzen, her şeyiyle gelir. T.C. kurulduğunda halkın sanat anlayışını da değiştirmek için imkânlarını seferber etti. Savaştan çıkmış halkın yiyecek ekmeği olmadığı 1920'li yıllarda yeni rejim, yurdun dört bir yanına heykeller dikmeyi, sık sık balolar tertip edip oralarda çeşitli sanatları sergilemeyi, kilise müziğine benzer müziği yaygınlaştırmayı, opera ve baleyi batıdan ithal edip emrine genel müdürlük vererek devletin himâyesine almayı öncelikli görev bildi. Çünkü “cumhurbaşkanı olmak kolaydı, ama sanatçı olmak, sanatçı yetişmek zordu.“ Devlet de, bu zor(!) görevleri başardı. Kurtarıcılar, halkı İslâm'dan kurtarabilmek için batının heykelinden müziğine her sanatını ithal etme kahramanlığını şanla yerine getirdiler. Devrimler önce sanatta ve sanat anlayışında gerçekleştirildi. Bu da tabiîdir. Her inkılâp, kalıcı olmak için sanatı kendi yanına ve hizmetine alır. Fetihler (veya işgaller), önce sanatla ve sanatta yapılırsa başarı oranı büyük olur.
T.C. Rejimi, meselâ devlet edebiyatı, devlet şiiri diye bir kurum değil; Devlet Opera ve Balesi, Devlet Tiyatroları, Devlet Konservatuarları, sadece resim ve heykelle uğraşan Devlet Güzel Sanatlar Akademisi gibi kurumlar oluşturmuştur, hem de 1920'li yıllarda. Rejimin anlayışına hizmet eden sanatçılar “devlet sanatçısı“ unvanını alır, devletin himâyesine girer. Devlet, kendi seçtiği branşlardaki kendi sanatçılarına maddî yardımlarda bulunur. Sanatla uğraşanların bazıları zindanları boylarken, bazıları da düzenin sağladığı tüm imkânlardan sonuna kadar yararlanır. Önce şunu belirtelim: Sanatın devletçe korunması sanat açısından da son derece olumsuz bir durumdur. Devletin sanatı destekleyeyim derken, kısırlaştırdığı, en iyisi şöyle dursun, sanatçının en kötüsünü tuttuğu hemen her ülkede çok görülmüştür. Sanat açısından olaya baktığımızda, bazılarının desteklenmesi, diğer sanatçıların aleyhine yarışın neticelenmesini sağladığı gibi, dalkavuk sanatçıların artmasına, sanatçının duraklamasına sebep olur. Sanat, rejimin emrine girdikçe kaybolur. Bir borazandan farkı olmaz. Sonra hangi hükümet, sanatçının gerçeğini sahtesinden ayırt edebilecek yetenektedir?
Ama kasıt bellidir. Söylemezler söyler, yazmazlar yazar, çizmezler çizer, bilmezler bilir kabul edilmeli, rejime payandalar oluşmalıdır. Gerçek sanata giden yol tıkanmalı, hakiki sanatçının yetişeceği ortam oluşmamalı, bal vermez arılara
- 32 -
KUR’AN KAVRAMLARI
fakir fukarânın parası bol keseden dağıtılmalıdır. Tâ ki, rejim güçlensin. Yoksa sanat-manat düzenin nesine?
Müslüman sanatçı için hiçbir altyapı yoktur bu rejimin gölgesinde. Müslümanlar adına sanat diye ortaya konulanlar, ya birer çocuk oyuncağı cinsinden şeyler, ya da yabancı malzemeyle, yabancı öğelerle iğreti bir İslâm kılıfı giydirilmiş aslı bize âit olmayan şeylerdir.
Sanat İçin Sanat (Put-Sanat)
Hedefini yitirmiş, boşvermiş insanların toplumudur câhiliyye. Yaratılış sebebini bilmeyen insan, niçin yaşadığını da bilmeyecektir. Ot gibi yaşayacak, amaçsız, idealsiz bir hiç olarak yaşadıktan sonra, anlayışına göre yine bir hiç olacak, toprağa karışacaktır. Bazıları daha idealisttir. Kendilerine göre bir ülküleri vardır. Bu ülkünün başında kendisi, egosu olduğundan savunur idealini. Kendi menfaati, kendi vatanı, kendi ırkı, kendi tarihi, kendi coğrafyası, kendi rejimi, kendi prensipleri, kendi takımı, kendi şarkıcısı, kendi sanatı... Bunların ne kadarı tümüyle kendine âittir; orası ayrı bir konu. Ama o aslında ben merkeziyetçilikle kendini putlaştırmaktadır.138 Rabbini de kendini de tanımamıştır. Bazıları ise ezilmiş, sömürülmüş, kandırılmıştır. Kendinde ilâhlık göremeyecek darbeler yemiştir. O da piyasadaki ilâhların bir veya birkaçına kul olacaktır. Câhilî insan için kaçınılmaz bir durumdur bu. İnsan, Allah'a hakiki anlamda iman etmiyorsa, ya kendini güçlü görüp ilâhlık taslayacak, ya da kendi üzerinde ilâhlık taslayanları kabul edip onların kulluğuna girecektir.
Câhilî toplumlarda sanatkâr ilâh taslağıdır; sanat da. Sanatçının ilâhlık iddiâsına câhiliyyenin sanat anlayışında, yaratma konusunda temas ettik. Sanat nasıl ilâh olmaktadır?
Laiklik ayrı bir din (daha doğrusu, çok dinlilik) olduğundan, müslümanın laik olması düşünülemez. “Onun her şeyi, namazı, ibâdetleri, hayatı, ölümü, hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir. O'nun ortağı yoktur. Böyle emrolunmuştur.“139 Elbette müslümanın sanatı da Allah içindir. Sanatta yasakları ve tavsiyeleri Allah belirler. Mü'min her konuda O'na kulluk eder, itaat eder.
Batıdaki tüm yanlışlıklar aynen ithal edilecektir ya, 1804’de Benjan ve 1828 yılında V. Cousin'in ilk defa kullandıkları “sanat, sanat içindir“ ifâdesi, çoğu sanatla uğraşanlarca bir nass gibi benimsenmiştir. Sanatçının sosyal görevine inanan romantizme tepki olarak doğan bu anlayışa göre “ahlâk ve yararlılıkla uğraşmayan ve saf güzelliğin peşinde koşan sanatın, kendine has bir amacı olmalıdır. Sanat ve estetik kuralların dışında başka bir şey sanata gâye olamaz. Sanatın kurallarını ve amacını yine sanat belirler.“ Görüldüğü gibi bu anlayış, sanatı putlaştırmaktan başka bir şey olmadığı halde, gâyesini yitirmiş son dönem Osmanlı ve T.C. sanatçılarının önemli bir çoğunluğunun, uğruna mücâdeleleri göze aldıkları inancı oldu. 19. Yüzyılda bir delinin kuyuya attığı taşı çıkarmak veya o taşı orada tutmak için ne fikrî savaşlar verildi, ne kan gibi mürekkepler döküldü bir bilseniz... “Sanat sanat içindir“, “yok, değildir“...
Amaçlarla araçları günümüz insanının çok defa karıştırdığına önemli bir
138] Bkz. Furkan, 43
139] En'âm, 162-163
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 33 -
örnektir bu, aynı zamanda. Bir şey, kendisi için nasıl olur? Sanat gâye olabilir mi? Tefekkürü yitiren, Allah'ı unutan insan, inanacağı bir gâye, bir ilâh bulacak elbet. En güzel araç bile amaç olduğunda tüm değerini kaybeder, bir felâket sebebi olmuş olur amaçlaştıran için.
Sanat sanat içindir ifâdesi artık değerini büyük oranda kaybetti. Artık her amacın sanatı soysuzlaştıracağı tezini işleyen pek kimse kalmadı. Dâvâsız, idealsiz bir sanatın sanat olmaktan çok hevâ denen nefsin arzularının dışa vuruşu olduğunu söyleyebiliriz. Müslüman olarak, sanatı daha çok, hakkın ortaya konulması ve haksızlığa karşı çıkılmasının estetik tarzda, güzel şekilde icrâ edilmesi olarak düşünmemiz gerekir.
Yukarıda câhiliyye insanı için söylediklerimizin bir benzerini sanat için de söyleyebiliriz: Allah için sanat anlayışı olmayınca, ya sanatın kendisi ilâh yerine geçecek, ya da sanat, piyasadaki ilâhların(!) birine hizmet edip onun kulu olacaktır. Bugün sanat, kendisi putlaştırılmıyorsa; emperyalizm, düzen, fuhuş, moda, sanatçı... gibi ilâh taslaklarının hizmetinde bir kuldur.
Sanatın Putlaştırılması
Sanatın genel olarak putlaştırılması gibi, sanat dallarının çoğu, hem de birkaç yönden put görevi üstlenmiştir.
Heykellerin ve bazı resim, hatta fotoğrafların put olduğunu bilmeyen yoktur. Tâğutların resim ve heykelleri böyle olduğu gibi, sâlih insanların heykel veya resmi bile olsa, saygı duyulur, tâzim edilirse put olmaktan kurtulamaz. Hz. İsa'nın, Hz. Meryem'in heykel ve resimlerinin bu konumda olduğunu hepimiz biliyoruz.
Müzikten başlayalım isterseniz. Müzik, yani mûsiki “Mûsa'ların sanatı“ anlamındaki Yunanca “musike“den. “Mûsa“, bildiğimiz peygamber Hz. Mûsâ değil. Mûsa, Yunan mitolojisinde yüce sanatların perisi olan dokuz tanrıdan herbiri. Okunuş şekli müz. Müz, tanrı adı. Yunanlılar mûsiki sanatını insanlara hediye eden ve onu koruyan bu tanrının varlığına inanırlardı. Müzik kelimesi de “müz tanrıçasına âit olan“ demek. Kelime oradan türemiş.
Müzik seslerini gözönünde canlandırmak için nota denen kararlaştırılmış işaretler kullanılır. Müslümanlarda ve eski Türklerde çok değişik notalar kullanılmakla birlikte, bugün bunlar unutulmuş, sadece batı notaları kullanılır olmuştur. Do, re, mi... Bu batı notalarının Yunan tanrılarının adlarının ilk heceleri olduğu ileri sürülür. Genel kabule göre ise Guid Arenzo, bu adları Aziz Johannes Batista ilâhisindeki mısraların birinci hecelerinden alarak notalara isim takmıştır. Görüldüğü gibi bu notalar, ya putları çağrıştıran heceler, ya da hristiyan dinî müziğinden alınan parçalardır.
Sanatçıların bir topluluk önünde müzik parçalarını çalması ya da söylemesi demek olan konserler 17. yüzyılın sonlarına kadar, tek-tük saraylarda icrâ edilenleri saymazsanız, sadece kiliselerde verilirdi. Konserler, kilise ile ortaya çıkmış, onunla bütünleşmişti.
Bugünkü Klasik Batı Müziği, büyük ölçüde kilise müziğidir. Oratoryo müziği de denilen bu dinsel müzik, batı müziğinin diğer şûbelerinde de açık etkisi olan yaygınlıktadır. Mozart ve Bethoven'in en meşhur eserleri kilise müziği tarzındadır. Klasik Türk Müziğini, Batıda müzikle uğraşanlar bile bilmez, ama Klasik Batı
- 34 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Müziğini evinde veya televizyonu olan bir köylü bile bilmekte, şurada burada insanlar kulak vermek zorunda kalmaktadır.
Belirli bir konusu olan ve orkestra eşliğinde oynanan müzikli sahne oyunlarını, bunca devlet teşvikine rağmen putlu azınlığın dışında kim seyreder, kim dinler bilemiyor, zevkin de böylesine şaşıyorum. Operadan bahsettiğimi anlamışsınızdır herhalde. Operanın kökeni Ortaçağda oynanan dinsel oyunlara dayanır.
Bir hikâyeyi müzik eşliğinde, dans ve hareketlerle, ama ille de çırılçıplak denilecek bir şekilde anlatan sahne sanatına da bale deniliyor. Böyle bir sanatın(!) müslümanlar tarafından icad edilmesini tabii ki bekleyemezsiniz. Balenin eski Yunan, Roma ve Mısır'da dinsel nitelikli danslardan doğacağını tahmin ederseniz, bu tahmininiz doğrudur. Bale, dinî âyinlerdeki danslardan gelişerek bugüne gelmiştir.
Dans: Bir ya da birçok kimsenin müzik eşliğinde, ya da müziksiz olarak yaptığı vals, tango, rock gibi türleri olan az-çok kurallara bağlı hareket ve adımlar dizisi. İlkel kabilelerde büyü ve dinsel gösteri için danstan yararlanılırdı. Dinî âyin ve törenler dansla yapılırdı. Giderek çok tanrılı dinlerde tapınmanın önemli biçimlerinden biri oldu.
Eski çağ uygarlıklarında dans, hemen her zaman dinsel ve kutsal amaçlıdır. Bir tanrının (özellikle Bocchus adlı tanrının) onuruna düzenlenen şenliklerde yapılan dans, yeni burçları karşılamak için yapılan dans, Mısırlılar, Babilliler, Asurlular ve Perslerin yıldızlar dansı, dansın dinî kökenli oluşunun örneklerindendir. Bu ve daha birçok toplumlarda danslı âyinlerin varlığını gösteren birçok delil vardır. Savaş dansı, hasat dansı gibi dans çeşitlerinde de dinsel dansın etkisi vardır. İbrânîler, yalnızca dinsel törenlerde yer alan bir dans geliştirdiler. Rivâyete göre Mûsâ (a.s.) kendilerini Kızıldeniz'den geçirdikten sonra Yehova'ya dans ederek şükrettiler. Câhiliyye Araplarının da dinî töreni, ibâdeti, yani namazı dansa benzemektedir: “Müşriklerin namazı, Kâbe civarında ıslık çalmak ve el çırpmaktan ibârettir.“ 140
İlk dönemlerdeki hristiyanlar da dansı tapınma amacıyla kullandılar. Ne var ki, yedinci yüzyılda hristiyanlar Roma döneminde saygınlığını yitiren dans biçimlerinden dolayı, dansı kilise etkinliklerinden uzak tutmaya çalıştılar. Fakat bazı katedrallerde dans kutsal günlerde âyinlerin bir parçası olmayı sürdürdü. Paskalya sırasında delikanlılar mihrabın önünde dans ederek tanrıya olan bağlılıklarını dile getirirler.
Doğuda da eski zamanlardan beri dans yaygın olarak dinsel amaçlar için kullanıldı. Doğuda dansın en eski ve en gelişmiş biçimine Hindistan'da rastlanır. Bazı tapınaklarda hâlâ “tanrının hizmetçileri“ anlamına gelen “devadasi“ler bulunur. Yıllarca tanrılara hizmet etmek için eğitilen bu kadınlar hayatlarını dinsel törenlerde şarkı söyleyerek ve dans ederek sürdürürler.
Anadolu'da yaşayan Türklerde dans, esas olarak Şamanlığın etkisiyle ortaya çıkmıştır. Şamanizm dininde ruhlarla (tanrılarla) ilişki kurabilmek için düzenlenen dinî törenlerde şaman denilen din adamı hem oyuncu, hem dansçı, hem de şarkıcıdır.
140] Enfâl, 35
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 35 -
Şamanın yaptığı dinî tören dansı ile Anadolu halk oyunları (folklor) arasında önemli benzerlikler bulunmaktadır.
İslâm dininde, kendinden önceki dinlerle bağlantılı olduğu kabul edildiğinden dans meşrû görülmedi. Buna rağmen mevlevîlik gibi bazı tasavvufî tarikatların dans ve müzik anlayışından doğan semalar ortaya çıktı. Semalarda ilâhîler söylenir, özel elbiseli dervişler (semazenler) sol avuçları göğe, sağ avuçları yere dönük bir şekilde dönerek dans ederler. Aynı zamanda bu dansı ibâdet kabul ederler, sevap umarlar. Semalarda kullanılan birçok dans öğesinde daha önceki uygarlık ve dinlerin etkisi olduğu söylenmektedir.
Sinemaya gelince... Dünya Washington'dan daha çok Los Angeles yakınlarındaki bir kasabadan yönetilmektedir desek abartmış mı oluruz acaba? Hollywood'dan bahsediyorum. Holywood (l'yi şeddesiz kabul edin); anlamı: “Kutsal orman“. Film şirketlerinin ve aktör-aktristlerin yaşadığı orman. Yani hayvanat (pardon, insanat) bahçesi. Orman, ama kutsal (holy). Çünkü sinema herkesi etkileyen, kuşatan kutsal bir görevde. Artık insanların çoğu Kâbe'ye çevirmiyor yüzlerini, Beyaz Cama Beyaz Perdeye, Beyaz Saraya çeviriyor.
Edebiyatın, şiirin putların hizmetindeki durumu, Kur'ân-ı Kerim'de Şuarâ (şâirler) sûresinde beyan edilmiş: “... Şâirlere gelince, onlara da sapıklar uyarlar. Onların her vâdide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi? Ancak iman edip sâlih/iyi ameller işleyenler, Allah'ı çok zikredenler ve zulme uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başkadır. Zulmedenler, hangi inkılâba döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.“ 141
Mimarî: Tapınağa dönüşen türbe ve kümbetlerin durumunun İslâm'ın yasak kapsamı içine girdiğini, mimarinin de putlaşabileceğini ifâde edelim.
Bazı sanatların ilk çıkışlarında veya sonradan mitolojik tanrılarla, putlarla veya bâtıl dinlerle ilişkisi müslüman açısından şu yönüyle önemlidir: İslâm, bâtıl dinlere, o dinlerin ibâdet ve âyinlerine benzeyen şeyleri haram ve küfür kabul etmiş, yasaklamıştır. Hele insanı şirke yaklaştıran, putlaştırılan konularda çok hassastır dinimiz.
Bazı sanat dallarının tarihte putlarla, bâtıl dinlerle ilgisi olabilir; ama günümüzde bu durum sözkonusu olmadığından bunun ne önemi var, denilebilir. O zaman biz de günümüzde âyin yerleri haline gelmiş, müzikholleri, müzik ilâhlarının(!) önünde huşû ile eğilen kulları, bir el hareketiyle alkış veya dans şeklinde cemaat halinde yapılan tapınmaları, ibâdet coşkusuyla kendinden geçen, ayılıp bayılanları, yani sanat dininin günümüzdeki durumunu gösteririz. Renkli basında veya TV.lerin eğlence programlarında meşhur sanatçılardan bahsedilirken, onlara yeryüzünde benzeyen eş varlıklar bulunamaz. Onlar göklere çıkartılır. “Yıldız“dır, “star“dır onlar; “sanat güneşi“dir. (Belki bu sıfatlar da gök cisimlerine tapan topluluklardan miras kalan isimlendirmelerdir.) Bunlar da yetmez. Açıkça gençliğin seks ilâhesi, müzik tanrısı gibi tanrılık unvanları resmen verilir. Öyle ya, Türkiye gibi müslümanların, nüfusun % 99'unu teşkil ettiği iddiâ edilen bir yerde, meselâ Sultan Ahmet Câmiinde yatsı namazında yüz kişiyi bulamazken, otuz-kırk bin kişi bir stadyumu, dilinden de anlamadığı bir batılı zibidi veya fâhişeyi dinleyip seyretmek için gecenin geç saatinde doldurabiliyorsa,
141] 26/Şuarâ, 224-227
- 36 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nüfusun müslümanlara oranı da, ibâdet konusu da düşünülmeye değer değil midir? “Müslümanım“ diyenlerin yarısından çoğu namazsız-niyazsız yaşayabiliyorken; müziksiz, kasetsiz, televizyonsuz yapamıyorsa, “en büyük filân, başka büyük yok!“ diye sanatçının büyüklüğünün ilanı, ezan seslerindeki “Allahu Ekber“ ifâdesini çoktan bastırıyorsa, kitlelerin dini ve bu dinde sanatın rolü tekrar sorgulanmalı değil midir?
Sanatın putlaştırılması durumunda İslâm'ın ve müslümanların tavrı çok kesindir:
Hz. Süleyman döneminde, put görevi üstlenmediği ve sadece sanat eseri olduğu anlaşılan heykele (timsâl) hoş gözle bakan, eleştirmeyen Kur'an'ın,142 İbrâhim (a.s.) döneminde put görevi üstlendiği için ateşe atılma pahasına devrilmesini, put-heykellerle mücâdeleyi emrettiğini hatırlayalım. Aynı timsâl (heykel) kelimesini Kur'an bu sebepten tavır alarak ifâde eder: “İbrâhim babasına ve kavmine: 'Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller nedir böyle?' demişti.“143 Yine aynı heykelin Peygamberimiz döneminde put haline dönüştüğü, saygı duyulduğu için onları devirmek, yeryüzünden onları kaldırmak için savaşların göze alındığı bilinir. (Din aynı din, heykel aynı put; ama müslümanlar...)
Hz. Ömer devrinde fethedilen İran'da dünyaca şöhreti olan, paha biçilmez kıymette, dillere destan sanat şaheseri bir halı vardır. Hz. Ömer'e götürülen ganimetlerin arasında o halı da mevcuttur. Herkes Hz. Ömer'in o halıyı kime vereceğini, nerede kullanacağını büyük bir merakla beklemektedir. O, gözlerde çok büyütülen, çok fazla sevilen böyle bir halının putlaştırıldığını, dolayısıyla sanat eseri ve güzel olma vasfını kaybettiğini iyi bildiğinden bu eşsiz halıyı et doğrar gibi bir-iki santimetrekarelik küçük parçalara böler. Onu ele geçiren ashâba taksim eder, dağıtır. Bu büyük bir sanat eserine hakarettir, alay etmedir, doğru. Bir doğru daha var ki, din putlaştırmaya giden yolları böyle keskin kılıçla kesmeyi emreder. Yine aynı zâtın, altında birçok meşhur ashâbın bey'at ettiği Kur'an'da anlatılan144 ağacın, sonradan saygı duyulup onun arkasında namaz kılınmaya başlandığını, ziyâret edildiğini, kutsandığını görünce hemen ağacı kökünden söktürüp yaktığını ve buna hiçbir sahâbînin itiraz etmediğini hatırlayalım.
Bugünkü bazı mezarlar (yatırlar) ve türbelerin tapınak halini görseydi o Fâruk, kılıcını sadece bu mimarî yapıları yıkmaya değil, “müslümanım“ dediği halde buralardan kurtuluş bekleyen, adaklar adayıp duâlar eden, türbeleri mescid (tapınak) yapan, ölü ve mezar kullarının kellelerini devirmeye de kullanırdı.
İlâhlaştırılan, tapınılan sanatçılara karşı, putlaştırılan sanat dallarına karşı müslüman; fârûkî tavrını, tevhîdî bilincini göstermek zorundadır.
Günümüzde sanat deyince akan sular durur. Bazı açıkgözler çirkefliğe sanat damgasını vurunca, artık ayıp, günah, yasak hiçbir uyarının önemi ve yaptırım gücü kalmadı. Sanat denilince her şey mubahtır. Sanat dininde haram diye bir hükme rastlanmaz. Çağdaş insan, sanatın kutsallığına inanmalıdır; sanatçıların da ulûhiyetine. Eskiden olduğu gibi, “dinin sanatçısı“ yoktur artık; “sanatçının dini“ vardır; özel bir din, sanat dini.
142] bkz. Sebe', 13
143] Enbiyâ, 52
144] Fetih, 18
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 37 -
Bir de elfâz-ı küfür meselesi var. Sinema filmleri ve tiyatro sahnelerinde müslümanların gözü önünde pervâsızca en galiz küfürler, dinle alay etmeler ve söyleneni, tepkisizce dinleyeni küfre sokan sözler. Hele müzik parçalarının önemli bir kısmında feleğe, kadere çatılan, Allah'a şirk koşulan sözler...
Yer yer “Allah“ lafzı, sarhoş ağız ve kulaklara meze. Allah adını haram eğlencelere katmak, haram söz ve işlerin arasında, içinde Allah adı geçen, meselâ “Allah Allah“ şarkısı söylemek... Allah'la alayın bu derecesini Ebû Cehil'lerde bile göremezsiniz. Terbiyesizliğin, cür'etin, küfrün bu kadarını, İsa heykelinin önünde şuh danslarla şarkı söyleyip soyunarak İsa heykelini dirilten(!) kliplerle şöhret olan Madonna bile gösteremez. Peki, bunları zevk alarak dinleyen, içinde küfür lafızlarının geçtiği arabesk veya diğer müzik parçalarını, bir müslümanın Kur'an'dan aldığı hazza benzer bir coşkuyla dinleyip seyredenler kimler? Bunların durumu, hükmü? Ya bu cinâyetlere katılmamakla övünen, imanları elinden alınan zavallı kalabalıklara kurtarıcı mesaj veremeyen müslümanlar!
Peki, sanat hep emperyalizmin emrinde bir uyuşturucu, fuhşun hizmetinde haram bir oyuncak ve şirk vesilesi çirkin bir put mudur? Elbette hayır! Bunlar, gerçek sanat değil, sanatın düzmecesidir, sanatın istismarıdır. Sanat sanat ise eğer, ne putlara, ne haramların herhangi birine âlet olacak, ancak “güzel“ hükmünü alacaktır.
Sanat ve Güzellik (Güzel Sanat)
Güzellik fıtrî bir özelliktir. Güzel Zât’ın güzel olarak yarattığı insanın, güzeli gören, güzelden zevk alan rûhu, etrafta güzeli arar, bulur. Güzel, herkes için ihtiyaç duyulan bir hoşnutluk, bir haz duyma ve kesin hüküm verme işidir. Güzelliği açıklamak, onu yaşamak, onun heyecanını içinde duymaktır. Her insanda güzellik duygusu bulunmakla beraber, onun uyanması güzel bir esere ihtiyaç gösterir. Duygular, meydana çıkmak ve gelişmek için kendilerini uyandıracak vâsıtalara muhtaçtırlar. Güzel eserler içimizde bir âhenk duygusu uyandırdıkları için huzur, sükûn ve saâdet hissi doğururlar. Çünkü “güzele bakmak, güzeli düşündürür; güzeli düşünmek de insana huzur verir.“
İnsan, hele duygulu ve uyanık gözlerle bakarsa ilk anda “güzel“i fark eder. Bu idrâk, düşünmeden, kendiliğinden oluşan bir duygudur. Güzelliğin kendisini ispâta, bir sebebin yardımına ihtiyacı yoktur.
“Güzel ve güzellik nedir, ne değildir“le ilgili, felsefe, “estetik“ başlığıyla incelemeler yapmış, neticelenmeyen nice tartışmalara öncülük etmiş; elbette bir sonuca da ulaşamamıştır. Güzel kavramı, zihinle beraber, ondan daha çok psikolojik sistemlere dayalı olduğundan matematik gerçekler gibi kesin yargılarda bulunmakta zorlanılıyor. Matematikte iki kere iki dört eder, ama sanat ve güzellik kavramı sözkonusu olduğunda iki kere iki dört mü eder, on dört mü, haydi ayıklayın pirincin taşını. Kimine göre öyle, kimine göre böyle. Güzellik, psikolojik sistemlere dayalı olduğundan herkese göre değişen, ne olduğu belirsiz, sınırları insandan insana değişen bir değer yargısı mıdır?
Güzelin ölçüsü müslümana göre bellidir: Cemîl/Güzel olan Allah’ın hükmü. Güzel, Allah’ın güzel dediğidir. Bütün fıkıh usûlü ile ilgili kitaplarda “husün-kubuh“ (güzellik-çirkinlik) konusu işlenir. Bu konuda görüşler şöyle özetlenebilir: “Güzel olan Allah, sadece güzel olan şeylerin yapılmasını emreder“ veya “güzel
- 38 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olan Allah’ın emrettiği her şey güzeldir.“; “Allah sadece çirkin şeyleri yasaklar“ veya “Allah’ın yasakladığı her şey çirkindir.“
“Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzeli sever.“145 hadis-i şerifi de, bu konuda müslümanlar açısından çıkış noktası kabul edilmiştir. Allah’ın emrettiği “ihsân“ın bir anlamı da güzelliktir. İslâm, düşüncenin, hareketin, duyguların, sözün, sesin, davranışın, kısacası her çeşit ibâdetin, yani her şeyin en güzelini ister.
Haramlar güzel olamaz. Duyular, duygular yanılabilir. “Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, hâlbuki siz bilemezsiniz.“146 Nefisle, arzu ile hevâ ile câhiliyyenin çirkeflikleriyle kirlenmiş ve fıtratı bozulmuş, selîm olmayan akılla güzelin tanımı ve ölçüsü tesbit edilmeye kalkılırsa, insan putlaştırılmış olur. Haram olduğu halde güzel zannedilenler, gerçek güzelden insanı alıkoyan yapay/sanal güzellerdir; daha doğrusu halüsinasyonlardır. “Şeytan onlara yaptıkları işleri zînetlendirip güzel gösterdi ve onları yoldan saptırdı.“ 147
Haram olan bir şey, müslümana göre güzel değildir. Çünkü müslümanın ölçüsü, duyuları ve duyguları değildir. O, duygularının, hevâsının kulu değil; Allah’ın kuludur. “Hoşlandığı ve hoşlanmadığı“ her konuda Rabbine itaat edecektir. İmanı nispetinde duyu ve duygularını da selîm/sağlam kılacak, onları da Rabbine teslim edecek, o zaman nefis de mutmain olacak, Rabbinin emirlerinden râzı ve hoşnut olma seviyesine çıkacaktır. Bu, benliğini kaybetme değil; aksine, bulmadır. Bu, yok olma değil; Allah’ta var olmadır, kâmil insan olmadır.
Güzelleştiren Allah, güzeldir ve güzellikler O'nun cemâlinin vasfıdır. O'nun güzelliği de yaratıklara benzemez. İnsanları etkileyen sanat eserleri, mûcizelerin gücü, hârika ve fevkalâde olayları yaratan da Allah'tır. Evrendeki her şeyde güzellikler açık veya kapalı bir şekilde görülmektedir. Güzel olan Allah'ın yarattığı varlıklar, ya bizzat güzeldir veya sonuçları yönüyle güzeldir. Allah'tan daima güzellik zuhur eder.
Kötü ve çirkin, şeytanın ve insan nefsinin ürünüdür.148 Allah, yaratıcıların en güzelidir.149 Allah, hüküm verme bakımından da en güzel olandır. Rızkın en güzeli de Allah'tan gelir. O, rızık verme bakımından da en güzeldir.150 Var ettiklerine en güzel boyayı vuran da Allah'tır.151 Güzelin kaynağı ve tüm güzelliklerin sergileyicisi olan Allah, insandan da güzellik sergilemesini, yani ihsanı emreder: “...Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân (iyilik) et...“ 152
Câhiliyye insanı, bakmasını bilemediğinden, Allah’ın nuruyla bakamadığından, gözlerinde perde bulunduğundan evrendeki güzellikleri göremez. O, kendine göre, yapay bir güzel peşindedir. Müslüman ise, güzelliği yaratanı bildiğinden, güzeli keşfetmeye tâliptir. Eşyanın güzelliğinde hakiki güzelliğin
145] Müslim, İman, 1/93; İbn Mâce, Duâ, bâb 10
146] Bakara, 216
147] Ankebût, 38
148] Nisâ, 79
149] /Mü'minûn, 14; Saffât, 125
150] Talâk, 11; Hûd, 88; Hacc, 58; Nahl, 75
151] Bakara, 138
152] Kasas,77
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 39 -
tecellilerini anlar müslüman. O, mutlak güzellik peşindedir. Allah’ın cemâl sıfatının tecellilerini görerek hayran olur. Güzellik mutlak olduğu için, yaratılışta, Allah’ın yarattıklarında çirkinlik yoktur.
Çirkinlik, itibârîdir, görecelidir. Birinin çirkin dediğine bir başkası sevgi gözüyle bakıp sevebildiği zaman güzellikler bulabilir. Allah, kötü ve çirkin bir şey yaratmamıştır. Bir şeyin çirkinliği ve kötülüğü kullanıldığı yere göredir. Meselâ, hayvan gübresi genellikle pis bir şey diye görülür. Fakat gübreyle meyveler, sebzeler büyür, gelişir. Bu açıdan ele alınınca gübrenin bir lütuf ve nimet olduğu ortaya çıkar. Ama birisi gübreyi alıp üstüne başına sürmüşse, o zaman, ona pis demek yerinde olur. Tarlasına, bahçesine gübre çeken bir çiftçi bu haliyle hiçbir zaman pis değildir.
Güzellik de, bakılandan ziyâde bakana, görene, duyana ait bir özelliktir. Güzelliği gören göz, güzelden zevk alan ruh olmasaydı güzellik neye yarardı? Öyleyse, güzele bakmak güzeldir.
“Güzele Bakmak Sevap mı?“ -Elbette...
Boşvermiş gençlerin haramları basite, hatta alaya alan Bektaşî mantığıyla söylediği bu sözü duymuşsunuzdur: “Güzele bakmak sevap!“ Tabii, onların güzelden neyi anladığını irdelemek gerekir. Aklı, fikri, anlayışı yukarılarda (hayır, kafasından yaklaşık bir metre aşağılarda) olanların güzel denince anladıkları bir hanımın fizikî güzelliğinden başka şey olmayabilir. İnsanın fizikî güzelliği ise güzellikten sadece bir parçadır. Hem de geçici, göreceli, aldatıcı, yalancı bir parça. Şâirin biri, sadece dış güzellikten hoşlananlara, hoşlanılanın ağzından şöyle der:
“Eloğlu benim etimi-budumu beğenmiş, neylersin?
Ulan sen et değil, kemik istersin!“
Hayvanî bir beğenmedir bu. Güzelliğin o kadarını hayvanlar bile fark eder. İnsanî güzellik daha derin, daha rûhî, daha kalıcıdır.
“Güzele bakmak sevaptır“ sözünün kullanılış amacı yanlıştır. Ama bu söz, anlam bakımından tümüyle doğrudur. Güzele, güzel bir niyetle ve güzel bir şekilde bakmak ibâdettir, sevaptır. Yalnız unutmamak gerekir ki, güzelin tanımında güzel yoldan sapmamak, sınırı (hudûdullah) aşmamak esastır. Yine bilmeli ki, daha güzeli elde etmek için az güzeli terk etmek153 veya onu tehdit etmek, sınırlandırmak gerekir. Zevk aldığımız, güzel gördüğümüz şeylerden sınırsız bir şekilde yararlanılmasının çok çeşitli dünyevî ve uhrevî zararlara sebep olacağını, bunların imtihan vesilesi olduğunu herkes bilir veya bilmelidir.
Ölüm olmasaydı, ölümden sonraki hesaba çekilmekle başlayan hayat olmasaydı... O zaman her şey anlamsız ve boş olurdu; güzeller ve güzellikler bile. Evet, ölüm olmasaydı o zaman nefse hoş gelen, sınırlarını hevânın veya çevrenin çizdiği güzellerin(!) ve güzelliklerin(!) belki bir değeri olurdu. O zaman dünya sadece eğlenmek ve zevk almaktan ibaret olabilirdi. Ama ölüm var, hem de evet, güzel olan ölüm ve ölüm ötesi güzellikler. O halde tüm yapay ve sanal güzellikleri, bütün sahte ve fâni güzellikleri o gerçek güzellik uğrunda fedâ etmeye değmez mi?
153] 3/Âl-i İmran, 92; 2/Bakara, 155
- 40 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yine, konumuzla ilgili halk arasında yaygın, atasözü halini almış ate sözlerinden bir-iki örnek verelim: “Zevkler ve renkler tartışılmaz!“ İnsanın arzusu ilâh kabul edilirse, tabii ki tartışılmaz. Hangi şeyden zevk alıyorsa saygı duyarsın, karışamazsın. “Ben zevkime karıştırmam. Özgürlük var. Zevk değil mi, herkesinki farklı olabilir, kimse kimsenin zevkine karışamaz.“ Bütün bu anlayışlar, hümanizm denilen insana tapma dininin iman esaslarından. Bu hümanizm dinine göre, zevklere sınır da konulamaz, güzel yönler de gösterilemez. Zevkleri kim tehdit edecek, onlara kim hedef gösterecek? -Hâşâ- insandan büyük başka ilâh mı var?
Bu tür vecize(!)lerle insanların zevkleri de yozlaştırılıp emperyalist oyunlara âlet edilmekte. Müslümanlar için insanın zevki de, renkleri seçmesi de, her şeyi İlâhî ölçülere uymak zorundadır.
“Su sesi, kadın sesi, para sesi.“ En güzel ses ve sanat örnekleri için halkın kesin yargılarıdır bunlar. Tabiat güzelliği ile cinsellik ve kapitalizmin sentezidir bunlar. Ve bunların içine Kur'an sesi girmez, Hakka dâvet girmez.
Kâinattaki varlıkların rengi, şekli, tadı ne güzel... Hele sesleri ne güzel bir armoni, ne güzel bir mûsikî, ne güzel uyumlu orkestradır. Bülbülün şakıması, horozun ötüşü, kuşların cıvıltısı, suyun şırıltısı... anlayana sivrisineğin vızıltısı bile saz gibi âhenkli bir müziktir. Kâinat hep tesbih etmektedir, zikretmektedir. Bitkilerin ve hayvanların şekilleri, yapıları, renkleri, tatları hep farklı, hep ayrı güzel. Ve seslerindeki farklılıklar, güzellikler... Bir de çağdaş aygıtlara bakın: Fabrikalardaki sese, makine gürültülerine, araba motorlarına, evlerdeki küçüklü-büyüklü âlet ve gereçlerden uçakların seslerine kadar... Ne çirkin bir gürültü; tabiatla ne uyumsuz şeyler yâ Rabbi!
Yine, eyyamcı fâsıkların kulak ve göz gibi nimetleri verene nankörlük yaparak onu haramlarda kullanırken ifâde ettikleri bir deyim vardır: “Kulakların pasını gidermek, göze bayram ettirmek!“ Neyle? Haramlarla mı?
Bakmak, ibâdettir, göze bayram ettirmedir; Doğru. Güzele bakmak da sevaptır. Kâbe'ye bakmak, aynen nâfile namaz kılmak gibi ibâdettir. Kur'an'a bakmak göze nur ve cilâdır; bayramdır göz için. Büyük kitaba (kâinata) bakmak; emr-i İlâhîye uymak ve sevaba girmektir. Hiçbir şey boşuna yaratılmamıştır. Gözler bakmak içindir. Ama “göz odur ki Hakkı göre, kulak odur ki Hakkı duya!“ Görmek, görebilmek bir ibâdet olduğu gibi; duymak, dinlemek de ibâdettir. Emîri dinlemek, ezanı dinlemek, Kur'an'ı dinlemek, kendini dinlemek, Hakka çağıranı dinlemek... kulakların pasını gideren birer kulluktur. Allah için ortaya konan her güzel şey (ihsân), yani sanat, baştan sona ibâdet ve tâat!...
Allah için yapılan her şey, atılan her adım, hikmet ve ibretle bakılan, dolayısıyla O’nun adıyla okunan her şey ibâdet; her ibâdet de güzel, güzeller güzeli.
Halk arasında yaygın, konumuzla ilgili sözlerden biri de; “müzik rûhun gıdâsıdır“ cevizesidir (vecizedir mi demem gerekiyordu?) Bu konuya biraz genişçe değinelim isterseniz...
Müzik Rûhun Gıdâsı mı?
Sabah-akşam müzikle iç içe yaşayanların kendilerini savunmak için dört elle sarıldıkları bir söz vardır: “Müzik rûhun gıdasıdır.“ Konfüçyüs'e âit olan bu söz bir nass gibi; tartışılmaz, kesin doğru kabul edilir. Rejimler okullarda müzik dersi
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 41 -
verir. Her yıl Eurovizyon müzik yarışmalarına iddiâlarla, devlet bütçesinden yardımla aylarca süren telaş sonrası katılınır. Televizyonlar günde yirmi beş saat müzik yayını sunar. Kaset-çalarlar, olmadı volkmenler, o da yetmedi müzik setleri, plaklar demode olduysa gelsin CD.ler, daha neler neler. Dolmuşlar, konserler, FM radyolar... Hepsinin tek amacı vardır: Ruhlara gıdâ vermek! Evler bile meyhaneye, sinemaya, gazinoya dönüştü; mescide hiç benzemiyor.
Bunca uğraşa rağmen, ruhların tatmin olmadığını görüyoruz. Rûhî özellikler yok olmuş, sevgiler tükenmiş, gönüller harâbeye dönmüş, mânevî özellikler gıdâsızlıktan ölümcülleşmiş.
Öyleyse bir yanlışlık var. Rûha bu kadar gıdâ verilecek, ama rûhî özellikler gittikçe kaybolacak. Kur'an'ın ve sahih hadisin dışında her söz eleştirilir. Doğru da olabilir, yanlış da. Konfüçyüs'ün sözünü incelerken ruh ve nefsi tanımak gerekir.
İnsanın iç dünyası çok zengin. Böyle olduğu halde, bir elini okyanusların dibine, diğerini de uzayın esrârengizliğine uzatan insanoğlu, kendini tanımaya uğraşmıyor. Onun için de mutluluğu yakalayamıyor. Zaten kendini tanısa, yeri ve göğü daha iyi bilecek, aralarındaki irtibatı görecek. Kendini tanısa Rabbini de tanımış olacak...
İnsanın iç benliğinde yerleştirilmiş iyi vasıfların, iyi ahlâkın ve güzelliklerin merkezi ruh; kötü vasıfların yeri de nefis olarak bilinir.
Sanat rûha hitap ettiği, gönlü coşturabildiği oranda sanat olur. Nefse hitap ettiği müddetçe de şeytanî vesvese ve oltanın ucundaki yem.
Rûhî yönümüzle yükseklere kanatlanabilir, melekleri geçebiliriz. Nefsi ön plana aldığımızda ise dört ayaklıların tabanlarını seyrederiz. İnsan irâdesi (nefsi), istekte sınır tanımamaktadır. İnsan sonsuz oranda istekten ibârettir. İnsan; nefisle, hoşuna giden her şeyi kendine mal etmek, zevklenmek ister. İçimizde devamlı fışkırıp duran bu istek kaynağının arzuları mutlak sûrette verildikçe, o sırnaşık insan gibi daha da arsızlaşır. Verdikçe azar, daha da ister. Nefsin midesi yoktur, doymak bilmez, Doysa bile az sonra yine acıkır. Sahibini de yemeye ve yenmeye başlar. Nefsi taşkınlıktan (tuğyân) korumak için hudûdullah'a riâyet şarttır. Nefsi, aklın ve rûhun, daha doğrusu imanın emrine vermeden insanın mutlu, başkalarının ondan memnun ve Rabbinin râzı olması mümkün değildir.
Kur'ân-ı Kerim rûhun gıdâsının müziğin dışında başka şeyler olduğunu söylüyor, ama müziksever, Konfüçyüs'ün sözü kadar itibar etmiyor, doğruluğunu kabul etmiyorsa din tercihini yapmış demektir. Artık müziksever değil; müzikperesttir. Kur'an'a kulak verelim: “Onlar, iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle huzura kavuşanlardır. Biliniz ki kalpler ancak Allah'ı zikir (Kur'an okumak, ibâdet etmek, Allah'ı hatırlamak, O'nu anmak) ile mutmain olur, sükûnet ve huzur bulur.“ 154
Rûha, gönle “zikir“ gıdâsı verilmediği, gıdâ yerine “zehir“ verildiği için şikâyet, sıkıntı, bunalım, stres, intihar gibi problemler gittikçe artıyor. Tatmin olmayan ruh sıkılıyor. Nefsin de doyacağı yok. Yedikçe azıyor, azdıkça gıdâlanıyor. Daha değişik zevk ve gıdâlar arıyor, sahibini felâkete ve helâke sürüklüyor.
154] 13/Ra'd, 28
- 42 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İnsanlar zevk almak için eğlenceye, müziğe çokça yer ayırırlar. Hâlbuki maddî zevk hiçbir zaman hakiki zevkin yerini tutamaz. Hakiki zevk, ruhla ilgili; maddî zevk ise nefis ve duygularla ilgilidir. Hakiki zevk kısa süreli değildir, maddî zevk ise saman alevi gibi bir varmış bir yokmuş şeklindedir. Aynı zamanda zevkten kısa bir müddet sonra hazzın yerini yorgunluk, acı, maddî-mânevî kayıp, rahatsızlık gibi problemler alır. Meşrû olmayan maddî zevklerin peşinden gelecek gam ve kederler bir yana, yine vicdanın rahatsız etmesi ve Allah katındaki sorumluluk. Bütün bunlara değecek bir getirisinin olmadığından zevk bile sayılmaz maddî zevkler.
Rûhî zevklerin sonunda ise böyle problemler yoktur. Rûhî zevklerle ruh, sağlığını korur, gıdâsını almış olur. Stres gibi çağdaş problemler, çağdaş insanın çağdaş zevkleri ve tercihleriyle ilgilidir.
Gerçek zevk (rûhî zevk) en çok üç şeyde bulunur:
Her çeşit ibâdette, özellikle namaz ve Kur'an okumada, yani zikirde,
İlim tahsil etmede, öğrendiklerini yaymada, yani tebliğ ve cihadda,
Âciz ve zayıflara yardımda, yani ihsânda.
Bunların dışındaki zevkler geçicidir. Devamı olmayan bir kuruntu ve aldanmadan ibârettir. Altın kadeh içindeki zehirdir.
Bugün tûbâ ile zakkum farkedilmez olmuş, sanatla sahtesi birbirine karıştırılmış. Nefis rûhun yerini almış. Rûhî özellikler yok gibi, yaşayan ölüler, yani ruhsuzlar topluluğu halinde câhilî toplumlar. Müzik ilâhları ve tanrıçaları, kullarının müzikhollerde, gazinolarda âyin ve ibâdetleriyle yetinmiyor; stadyumlar, açık alanlar gibi daha büyük mâbedlere toplanmalarını istiyor artık. Nefis bu tapınma ve kendinden geçerek mest olmayla da tatmin olmuyor. Günlük ve saatlik âyinler de emrediyor: Radyolar, müzik setleri, TV.ler kalabalıkların neredeyse her dakikasını ibâdet vecdi içinde kaplıyor. İşyerinde müzik, arabada müzik, evde müzik, okuldaki derste müzik, filmde müzik...
Hz. İsa, rûha önem verilmeyen bir topluma rûhî özellikleri yeniden ihyâ etme yönüyle çeşitli mûcizelerle geldi: Ölüleri diriltme, hastaları iyileştirme, körlerin gözlerini açma, dilsizi konuşturma gibi. İşte günümüz toplumunda da bu rûhî özellikleri ihyâ eden İsa nefesli insanlara ihtiyaç var. Böylece yahûdilerin katı kapitalist etkileriyle ruhları, rûhî özellikleri bombardıman edilen insanların ölümcül kalpleri ve ruhları dirilsin, ruh maddenin önüne çıksın, böylece tatmin olsun. Hasta kalpler ve ruh hastalıkları iyileşsin. Hakkı göremeyen gözler açılsın, basîret ve ferâset sahibi olan insanlar eşyaya Allah'ın nûruyla bakabilsin. Sadece görünenleri değil, perdenin arkasındakileri de görebilsin. Hakka kilitli dilleri açılsın, bülbül gibi şakısın. Bunların yerine gelmesi için Hz. İsa'nın gökten inmesini beklemeye lüzum yok. Hz. İsa'nın nefesine, Hz. Mûsâ'nın asasına, Hz. Muhammed'in Kur'an'ına mirasçı sensin. Kurtuluş istiyorsan kurtarıcı beklemekten vazgeç; vazifeni yap. Hem sen kurtul, hem toplum kurtulsun ey İsa nefesli müslüman!
Allah İçin Sanat
Günümüzde Müslümanların Sanata Yaklaşımı
İnsanlık her şeyiyle yozlaşmayı yaşıyor. İnsanî değerlerin tümünde büyük bir
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 43 -
çöküntü var. İnançla, ahlâkla, düşünceyle, zevkle, mânevî özelliklerle... ilgili her alanda büyük bir kaos yaşanıyor. Tabii, sanatın bu buhran ve bunalımdan nasibini almaması beklenemez. Hatta tek başına sanata baksanız, dejenerasyonun büyüklüğünü anlayabilirsiniz. Çünkü sanat, toplumların aynasıdır. İnançtan ahlâka, tefekkürden zevke, şahsiyetten hayata bakışa kadar her şeyi olduğu gibi yansıtır sanat denilen ayna. Ne biçim bir uygarlık yaşandığı sanat eserlerinden kolaylıkla çıkarılabileceği gibi, sanata karşı olumlu ve olumsuz tavır da insanı her şeyiyle ele verir, içyüzünü ortaya kor.
Sanat, günümüzdeki insanların çoğu için olduğu gibi, müslümanların çoğu açısından da “en fazla bir fanteziden, bir lüksten, gereksiz bir uğraştan başka bir şey değildir; o olmasa da olabilir. Zaten hayatın bunca keşmekeşi, uğraşısı yanında sanata yer ve zaman da kalmamaktadır.“ Dahası da var: Müslümanı cezbeden, duygularını coşturan, tutarlı, kaynak ve ilhâmını Kur'an ve Sünnet'ten alan sanatı karşısında göremediği için müslüman, sanatın kendisine de ters bakmaktadır. Bunun da ötesinde müslümanın karşısında sanat diye sunulan şeyler tümüyle küfür kokmaktadır, fuhuş ve fesat kokmaktadır.
İnsanımızın önemli bir kesimi, sanatın günümüzdeki yozlaşmasına tepsini, sanatın kendisine karşı da gösterdi. Böylece kendisi de yozlaştı. Bıçağın zararlı bir şekilde kullanıldığını görenin bıçak kullanmayı kendine yasak görmesi ve o aracın tüm faydalarından uzak kalması gibi. Asr-ı Saâdet'te, yeni yeni nâzil olan Kur'an'ın îcâzı, fesâhat ve belâgatı, yani sanatı birçok şâir sahâbîyi şiirle uğraşmaktan vazgeçiriyordu. O zevat Kur'an için “bu kadar güzel sanat eseri varken, benimkinin sanat adına lâfı mı olur?“ diyordu. Günümüzdeki câhilî sanat anlayışı ise, güzelim müslümanı sanattan tiksindirmiş. Birinci örnek ne kadar takdir edilecek hakşinas bir davranış ise; ikinci olay da o kadar meydanı sapıklara ve isyankârlara terk etmektir. Birinci örnek insanın haddini ve Rabbini bilmesi demektir. İkinci örnekse, teslim bayrağı olduğu kadar, güzel yaratılışa, fıtrata ters bir durumdur. Yığınlar, düzen ve medya vâsıtasıyla çirkinleri güzel kabul ediyor diye, güzelliğe düşman olmak değil; tanıdığımız ve hayran olduğumuz gerçek güzelliği tekrar topluma yaymak gerekmez mi?
İnsan en güzel sûrette yaratılmıştır. Müslüman bu güzelliğin farkına varan kimsedir. Müslüman güzel insan demektir. O, insanca yaşamanın güzellikleriyle huzurlu ve mutlu, Rabbinin sanatına hayran, hayatı sanat haline getiren, ince ruhlu, zevk sahibi insandır. Dini güzel, ahlâkı güzel, bakışı güzeldir. Güzellikleri görebilmek için güzel gözle bakabilmek gerekir. Müslümanda ise basar yanında basîret vardır. O, Allah'ın nûruyla bakabildiği için, kafa gözünün göremediği güzellikleri kalp gözüyle görecektir. Ufku geniş, hisleri derin, hazzı büyük olacaktır. Tefekkürle içli-dışlı olduğundan duygulu, düşünceli, hassas, yani sanatkâr ruhlu olacaktır.
Peki, bakıyoruz günümüzdeki realiteye: Bırakın Sinan gibi mimarları, herhangi bir sanat dalında evrensel bir sanatçı çıkartamamışız müslümanlar olarak. Haydi, heykeltıraşımızın, bir ölçüde ressamımızın çıkmaması doğal karşılanabilir, ama meşhur şâir ve ediplerimizin yokluğu, karikatür ve her türlü hiciv sanatlarıyla uğraşanlarımızın bulunmayışı, özellikle soyut resim, afiş, grafik gibi sanatlarla uğraşan sanatçılarımızın parmakla bile gösterilemeyişi, usta fotoğrafçı, kameraman ve büyük yönetmenimizin olmayışı, ebruyla, tezhiple, hatla
- 44 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uğraşanlarımızın kalmayışı... neyle izah edilebilir?
Müslüman sanatçının yetişmesi için uygun ortamın olmadığı bir gerçek, ama insanımızın sanatı önemsememesi, boş vermesi de gerçek. Makineye ve insanı makineleştirmeye dayanan kapitalist düzen ve naylon medeniyet, insanımızda incelik diye bir şey bırakmadı, yozlaştırdı. Ekonomik sıkıntılar bir yanda, rûhî özelliklerin tümüne darbe vuran şartlar bir yanda hakiki güzelliğe ve sanata, derûnî his ve tavırlara giden yolları tıkadı. Aşkın yerini birkaç dakikalık gönül eğlendirmeler aldı. Bırakın Mevlâ aşkına yer bulmaya, Leylâ aşkı bile kalmadı. Sevginin yerini çıkar duyguları kapladı. Bosna'yı, Filistin'i hiç olmazsa gözyaşlarıyla dinleyip seyreden, bir şey yapamamanın ızdırabıyla kahrolan insanımız bile yok artık. Güzel sesli hâfızların okudukları Kur'an nağmeleri artık kalplerimizi titretmiyor, sabah ezanlarının yanık makamları uyuyan gönül ve gözlerimizi açmaya yetmiyor. Bunca zulüm, bizde hâlâ kıyam kıvılcımlarını tutuşturacak bir etki yapmıyor. Hâlâ kahkahalarla gülebiliyor, ağlamayı unutan, ağlatmayı tercih edenimiz. Duygu özürlü sakat nesiller, atari ve makinelerin yalancı memelerini saf sanat sütüne tercih ediyor. Gül ve bülbüle şiirlerde bile yer yok artık. Duygusal ve romantik olmanın modası çoktan geçtiği için, İslâmî duyarlılığın altyapısını oluşturan geçitler bile yok.
Sanatın intihar alanıdır elbet bu ortam. Tamam, ama müslüman, ortamı aşamayan, ortama kul olan sıradan insan mıdır?
Çoğu müslümanın rûhunda güzellik ve sanata giden yollar, düzen ve ortam putlarının egemenliğinden dolayı kapanmış durumda. Çirkinin, haramın sanat diye takdimi, sanata tavır alan müslümanları ortaya çıkaran bir tefrit ise; bunun yanında entel takılan müslümanları etkisine alan bir tehlike de, sanat konusundaki ifrat. Güzellik ve sanat oltasına takılarak emperyalizmin, düzenin yemi olmak. Sanat diye yutturulan çeşit çeşit rezâlete ayak uydurmak. Kalbini imanla, beynini ilim ve fikirle, rûhunu ibâdet ve zikirle yeterli miktarda dolduramayan aç gençlerimiz ve entellerimiz, her çeşit müziğe kulaklarını açabiliyor, her çeşit filmi sanat putu adına kaçırmamaya çalışıyorsa oltaya takılmış demektir. Nice gencimiz dindeki hükümlerini bilmediğinden değil, nefsine hoş geldiği için sanat adına ruhuna mikropları depo ediyor. Kur'an okumadan yapabilen gençler, müziksiz gün geçiremiyorsa, İslâm kahramanları yerine zibidi ve fâhişe sanatçıların(!) hayranı olabilmişse, bu, önce Akaid'le ilgili bir problemdir.
Bazılarına göre günümüzde sanat, batı egemenliğinin kuşatmasında olduğundan, reddedilmesi gereken bir anlayıştır. Çıkış yolu ancak millî sanatı, tarihteki sanat anlayışını ihyâ etmekle bulunacaktır. Milliyetçi veya muhâfazakâr yığınlarda bu kabullenmenin göze çarpması doğal. Ama müslüman isminden başka isim almayı reddeden bazı kimseler de çözümü millî-tarihî sanatta görmektedirler. Tarih ve tarihteki sanat tekrar sorgulanmalıdır tevhidî duyarlılıkla. Millî sanatta, eski gelenekte güzel unsurlar yanında câhilî sanat örnekleri o kadar çoktur ki...
Meselâ Ramazan ayı bir tevbe, arınma ve ibâdete daha fazla yer verme ayından çok, oburca tıkınma ve eğlence ayıdır bazılarınca. Direklerarası tiyatroları, kantolar, Karagöz (kukla), ortaoyunu, halkı “tiyatro“ dediği danslı müzikaller, meddah, soytarı (palyaço), çadır tiyatroları Ramazan aylarında daha çok hatırlanır ve piyasaya sürülür. Hiç değilse radyolar, televizyonlar unutmaz bu
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 45 -
eğlenceleri. (Aslında bu eğlencelerin çoğu, Osmanlı'nın yıkılışı ve Cumhuriyet'in kuruluşu dönemlerindeki dinî boşluğun ve Rum-Ermeni hegomanyasının kendi varlığını ve gücünü hissettirme anlayışının ortaya çıkardığı, hemen hepsinin sanat değeri de tahtessıfır olan, ibâdetlere darbe vurma niyetiyle özellikle Ramazan'larda züppelerin ve azınlıkların ilgi gösterdiği eğlencelerdir. Halka da hiçbir zaman yayılmamıştır.) Halkın millî anlayışına uygun bunun gibi sanatlar, unutulmuş örf ve âdetlerdeki halk sanatları canlandırılmak istenmektedir bazılarınca. Bunlar batı taklidi dejenere sanatlara alternatif gösterilebilir mi bilmiyorum, ama İslâm adına bunlara sarılmak herhalde cinâyet üstü cinâyettir. Özellikle TRT ve özel kanallar, her Ramazan ayında Din ve Ramazan Özel Programlarında bu cinâyetleri müslümanlarla alay edercesine en vahşîce işlemektedir.
Çoğu müslümanın sanata bakışında bir netlik göremezsiniz. Bazen dinin kabullerini, hatta güzel gördüklerini din adına reddettiklerine; bazen de tersine şâhit olursunuz. Fotoğrafa din adına karşı çıkanların, bazı televizyon veya sinema filmlerini ibâdet havasıyla seyrederken düştükleri çelişkiye şaşarsınız. Denge sağlanamamıştır sanat konusunda da. Kişiliksiz ucuz damgalandırmalar veya sınırı belli olmayan kabuller, hem farklı cemaatler arasında, hem de fert olarak farklı sanat dalları karşısında çelişkili şekilde kendini gösterir.
Gücü yettiği oranda ve kabiliyeti olduğu dallarda müslümanca güzellik sergilemek için yanıp tutuşan, çırpınan güzel müslümanlara selâm olsun!
Hakiki Sanatkâr: ALLAH
Tıpla ilgilenenler ve her branştan doktorlar, ya Ebû Cehilvârî çok inatçı birer kâfir veya olgun birer mü'min olma ile karşı karşıyadırlar. Eğer bile bile küfrü seçen inatçılardan değillerse, insan vücudunu tanıdıkça, onu yaratan zâtın büyüklüğünü daha iyi görecekler, kendi bilgileri ve yaptıklarının çok küçük şeyler olduğunu anlayacaklardır. Acziyetlerini itiraf ve Yaratıcının büyüklüğünü kabul, onları iman basamaklarının zirvesine doğru tırmandıracaktır. Aynen böyle, güzelliğe ve sanata düşkün insanlar da kâinatta ve insandaki sanata bakıp hayran olacaklar ve bu güzellikler karşısında şükür secdelerini arttıracaklardır. Kendilerinin ortaya koydukları sanat eserleri ile Allah'ın yarattıkları arasındaki mesâfenin büyüklüğünü kavramaları oranında iman ve teslimiyetleri artacaktır. Öyle ya, sanatçı insan, hiçbir şeyi yoktan var edememektedir. Allah'ın yarattıklarındaki âhenk ve nizamı görebildiği kadarıyla, tâbir câizse taklitten başka bir şey olmayan eserine uyum ve intizamı ancak küçük çapta yansıtabilmektedir. Öyleyse insana ancak mecâzî anlamda sembolik olarak sanatçı denmekte, gerçek sanatkâr, en büyük sanatkâr Allah olmaktadır.
İnsanın sanatı; Bedî', Mu'ciz, Hâlik, Bârî ve Mûsâvvir olan zâtın sanatını anlamak içindir. Aslında sanat tefekkürdür. Allah'ın sanatına hayran olmaktır. Sanatı bu şekilde anlayan Efendimiz (s.a.s.) tefekkür içinde şöyle duâ ederlerdi: “Allah'ım, hayretimi, hayranlığımı artır!“ Sanat, Allah'ın her alandaki büyüklüğünü takdir edebilmek; bu takdir ve hayranlık içinde sübhânallah diyebilmek, Allahu Ekber diye coşkusunu dile getirebilmektir.
Varlıklara ve onlardaki güzelliklere bakarak Yaratanı hatırlama maddeye mânevî bir yönden kazandırır. Her varlık taşıdığı sanatlarla “Ben, Allah'ın sanat eseriyim“ der. Bu sesi kalp kulağı açık sanatçı ruhlu insanlar iyi duyar.
- 46 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah'ın Sanatına Örnek: Kâinat
Kâinata, tabiata, göklere, mevsimlere, mahlûkata ibret nazarlarıyla ve sık sık bakmamızı ister Kur'ân-ı Kerim. Bu şekilde nizamı daha iyi görece, dolayısıyla Sâni-i Hakiki'yi (Gerçek Sanatkâr'ı) O'nun sanat eserleri aracılığıyla daha iyi tanımış olacağız. Kâinat, akılları yerinden oynatan, Allah'ın eşsiz kudret sergisidir. Tabiat galerisindeki sanat eserlerine bakan insan eğer devamlı gördüğü şeyleri alışkanlık ve âdet haline getirmese, basite indirgememiş olsa idi, hayranlık ve şaşkınlıktan, bırakın kendisi sanat eserleri meydana getirmeyi, hiçbir şeyle uğraşamaz hale gelirdi.
Allah'ın büyük âyetleri olan kânat kitabına kısaca bir bakalım: “Yeryüzünde peş peşe akıp giden, mevsimlerin değişmesiyle uzunluk ve kısalığı değişen gece ve gündüz...
Her gün doğup batan, bir gün bile bu hareketinden sapma göstermeyen güneş...
Sanki karanlıkta etrafı gözetleyen, aralarındaki uzaklığa rağmen birbirlerine seslenen, gecenin karanlığında salındıkça parıldayan yıldızlar...
Nerede ise görülemeyecek derecede küçük bir kavis olarak görünmeye başlayan, yüzü aydınlıkla doluncaya kadar devamlı bir şekilde büyüyen, güzel, sâkin, akıcı, rüyamsı aydınlığını yeryüzüne salan, sonra başladığı gibi geri dönüp görülmeyecek derecede küçücük bir çizgicik halinde küçülen ve boşlukta gizlenen ay...
Küçücük çekirdekte biten, sonra büyük bir kuvvetle yeri delen, ufacık yeşil yapraklar çıkaran bitkideki canlanma olayı...
Doğar doğmaz annesini emerek yaşayan, yahut annenin getirdiği besinleri yiyen, gagasıyla beslenmeyi öğrenen, annesinin peşinde yavaş yavaş büyüyen çelimsiz hayvanda, küçücük yavruda gelişen hayat...
Hakikatinde canlı ve hareket halinde bulunan, görünürde ölü sanılan kâinatın katları arasında serpilmiş hayat nizamı...“
Bahar; arzın öldükten sonra tekrar dirilişi. Yeşeren yapraklar, rengârenk açan çiçekler, ötüşen bülbüller, uçuşan kelebekler...
Kış; bembeyaz kar... Ve kar kristalleri, hiçbiri diğerine benzememekte. Hiç kar tanelerini mikroskop altında incelediniz veya fotoğraflarını gördünüz mü? Herbiri tek tek süslenmiş bir tablo gibi sanat eseri... Hem de milyarlarca. Kim bilir ne kadar yüksekten indiği halde yere düşerken birbirine değmiyor, şekilleri bozulmuyor. Kocaman kütleler halinde başımıza düşmüyor, dolu halinde yağınca buzdan kayalar halinde tepemize inmiyor. Her şey hesaplı. Ölçü içinde ve büyük bir sanat. Güzellik içinde güzellik. Sanatkârı takdir etmemek mümkün değil.
“Milyonlarca sene takdir edilen uzun zamanlar boyunca yolundan kıl kadar şaşmayan, bir tek gezegeninde veya yıldızında dahi bir bozukluk meydana gelmeyen, tüm kâinatın intizam içinde yürümesini temin eden, inceliğinde akılları şaşırtan, parlaklığında ruhlara dehşet veren evrenin düzeni...
İşte bunların hepsi kâinatta Allah'ın âyetleridir. Onlardan herbiri başlı başına
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 47 -
birer mûcizedir; yani insanı bir benzerini yapmaktan âciz bırakır. Hepsinde bir azamet, bir heybet, bir büyüleyici tesir vardır. Lâkin uzayıp giden âdet ve alışkanlıkların etkisiyle insan, bu âyetlerin yanından duygusuz ve düşüncesiz olarak geçip gider, bu üstün sanat eserlerinden ibret almaz, bu mahlûkat gibi, varlıklar gibi Allah'a teslim olup kulluk yapması gerekirken, tereddütler eder.
İnsanın, kâinattaki âyetlere karşı basîret gözünü açması, bunlardaki mübdî kudret elini idrâk etmesi için Kur'an, rûhun bütün sistemlerini yakalar; onu alışkanlık ve âdetlerinden uyandırır. Sanki yeni bir olayla karşılaşmışçasına bu âyetleri gönül alıcı bir üslûp içinde insana yöneltir.“155; “(Bunlar) Her şeyi sapa sağlam yapan Allah'ın sanatıdır.“ 156
Allah'ın Sanatına İkinci Örnek: İnsan
İnsan: Allah'ın muhteşem sanat örneği olarak, kendisi için yaratılan dünyaya efendi olarak gönderilmiş. Küçük kâinat olan insan, Allah'ın canlı bir âyeti, canlı bir sanatıdır. Yapısındaki bedenî, fikrî ve rûhî faâliyetler, varlığına yerleştirilmiş çok ince sistemler... İnsan, muazzam bir makine olduğu kadar, muazzam bir sanat. Rûhî fonksiyonları birbirine benzemediği gibi; şekilleri, yüzleri, gözleri, kokuları, sesleri bile birbirine tümüyle benzeyen iki insan yoktur. Zevkleri, karakterleri, kabiliyetleri farklı olduğu gibi, fizikî yönde de benzer yön kadar benzemeyen yönler... Allah, fabrikadan çıkan arabalar gibi birbirinin aynısı ve kopyası olan iki şeyi yaratmayı sanatının büyüklüğüne münâsip görmez. Her yarattığı orijinaldir.
Hz. Ömer'in de bulunduğu bir mecliste sohbet edilirken, orada bulunanlardan biri: “Şu satranca şaşıyorum. Satranç tahtasının eni de boyu da birer arşından fazla değilken, insan onun üzerinde binlerce oyun oynasa, bir oynadığı oyun diğerine hiçbir zaman benzemez. Küçücük bir tahtada binlerce değişik kombinezon oluşur“ demişti. Hz. Ömer bu söze cevap olarak şöyle dedi: “Bundan daha fazla hayret edilecek şeyler var. Meselâ insanın eni bir karış, boyu bir karıştan ibâret olan yüzünde kaşlar, gözler, burun ve ağız gibi âzânın yerleri kesinlikle değişmediği halde, bütün dünyada yüzleri tamamen birbirine benzeyen iki insan bulamazsın. Şu ufacık deri parçası üzerinde bu sayısız değişiklikleri, bu sınırsız sanatı gösteren Allah ne büyük kudret ve hikmet sahibidir!“
İnsanın hiç taklit olunamayacak imzası parmak basmasıdır. Parmak uçlarındaki çizgiler insan sayısı kadar değişiklik arzeder. Gözler ve kokular da öyle. Bu kadar küçük yerde görünen benzerlikler yanında benzemeyen özellikleri sığdırmak, ancak acının içine tat ve lezzet koyan, zıtlarda bile âhengi sağlayan Allah'a mahsustur. 157
Allah'ın Sanatına Diğer Örnekler: Cennet ve Kur’an
Cennet
Güzel yaratılışlarına uygun güzellikte yaşayanlara hazırlanmış güzel mekân. Hiçbir gözün benzerini görmediği, kulakların işitmediği, hiçbir beşer aklının ve
155] Muhammed Kutub, İslâm Düşüncesinde Sanat, s. 39-41
156] 27/Neml, 88
157] İnsanla ilgili olarak geniş bilgi için bak. A. Kalkan, Nâs-İnsan, Kur’an Kavramı no: 29
- 48 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rûhunun hayal edemediği güzellikler... 158
Kur’an
Lafzı: Edebî sanat şaheseri. Mânâsı: Sanatların mayası. Yazısı: Orijinal bir sanat, hat. Kırâatı: Çeşitli makamlarda çeşit çeşit sanat. Tezhibi sanat; cildi, kapağı sanat. Okumak, anlamak ve yaşamak: İnsan için esas sanat. 159
Fıtrat ve Sanat
İnsan, yaratılışı gereği bir takım estetik duygular, estetik özellikler taşır. Bazı olay ve eserlerin etkisiyle özel estetik tatlara, yüksek haz ve zevke ulaşır. Sanat, insanın işte bu yaratılış özelliğine dayanan estetik bir uğraştır.
İnsan, maddî ve mânevî yapısıyla Allah'ın muhteşem bir sanat eseridir. Bu güzel yaratığı diğer varlıklardan ayıran birçok özellik vardır. Düşünme, konuşma, gülme, irâde, Allah'ın emânetini yüklenme, yeryüzünde halifelik, tefekkür ve hepsinden önemlisi din duygusu; yani irâdesiyle, serbest seçimiyle Allah'a inanıp kulluk etmesi, cihada koşması bunlardan bazıları. Güzeli sevmesi, estetik duygular gibi yüksek hisler de insanın yaratılışında, yani fıtratında mevcuttur. İnsan bu hislere doğuştan sahip bulunmaktadır.
Din fıtrattır. Yaratılışımıza ters bir şey emredilmez. İslâm hayat dinidir, fıtrata yani insanın rûhî ve bedenî özelliklerine tümüyle uygun dindir. Yaratılış özelliklerimiz, her konuda önem taşır ve din, hiçbir zaman bunları gözardı etmez, inkâr etmez. Ama başıboş da bırakmaz. Din fıtrî özelliklerimize, özellikle zevklerimize sınır koyar; alabildiğine azmasına, haddi aşmasına, insanın efendisi, Rabbi olmasına müsâade etmez. Aynı zamanda onlara istikamet verir. Eğer kabiliyet ve zevklerimiz doğru istikamet üzere gitmezse araba yoldan çıkıp devrilir veya başka arabalara çarpar. Verilen emânet ve hilâfet ehliyeti kötüye kullanılmış, istismar edilmeye başlanmış olur. O zaman helâkı, cehennemi dünyadayken yaşamaya başlar insan. İşte din, sınır koyma ve istikamet gösterme hidâyetiyle insanın fıtratına uygun davranmasını ibâdet sayar. Kabiliyetlerin geliştirilmesini ve olgunlaştırılmasını ister. Sanat ve estetik duygularımızı bu açıdan değerlendirmek gerekir. Allah tarafından insan rûhuna yerleştirilen güzellik duygusu ve sanattan zevk alma, ölçü ve âhengin rûha tat vermesi gibi özellikleri insandan söküp atmak mümkün değildir. Bunlara sahip olmaktan daha önemlisi, bunları yerli yerince ve kararınca kullanmaktır. Bu konuda kullanma kılavuzuna (Kur'an'a) uymuş olsa insanın huzurlu olmaması imkânsızdır.
Varlık âleminde bulunan her şey, Allah'ın çizdiği yolda yürümekte, O'nun buyruğu doğrultusunda hareket etmektedir.160 Tüm varlıklar Allah'a ibâdet ve itaat içindedirler: “O'nu ham ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.“161 Şu varlıklar âleminde Allah'ın kanunlarına riâyet etmeyen bir tek yaratık gösterilebilir mi? Varlıklardan hangisi fıtratının dışına çıkmış, fıtratını bozmuştur? Sadece insan. İnsanın dışında hiçbir varlık gösterilemez. Zâlim ve câhil insan, istek ve
158] Cennetle ilgili olarak bak. A. Kalkan, Cennet, Kur’an Kavramı no: 36
159] Kur’an’la ilgili olarak bak. A. Kalkan, Kur’an ve Kur’an’ın Îcâzı Kavramları, kavram no: 120 ve 121
160] Bkz. Tâhâ, 50
161] İsrâ, 44
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 49 -
kaprislerine uyduğunda tabiattaki İlâhî kanunların dışına çıkmaktadır. Bu, fıtratı bozmadır. Evrende hiçbir bölüm kendi isteği yönünde seyretmemektedir. Arzu ve hevâsına tâbi olmamaktadır. Rabbiyle ve kendi dışındaki diğer varlıklarla bağlantısını koparmamaktadır. Aksine varlıklar arasında çok sağlam ve etkili bir ilişki sözkonusudur.
Kabiliyet ve zevklere doğru istikamet verilmemesi ve sınır çizilmemesi halinde hudûdullaha riâyetsizlik olacak, insan tuğyâna başlayacaktır. Bu, rûhun tüm dengelerini alt-üst eden bir sapma ve sapıklıktır. Fesat ve kargaşadır. Ahsen-i takvimlikten vazgeçip esfel-i sâfilîni tercihtir. İnsan hayvanlaşmaya başlamıştır. Bu fıtrata da isyandır. Fıtrat bozulmaya başlamıştır artık. Bu kötü değişiklik başka bozulmalarla neticelenecektir: “Şüphesiz ki bir toplum, kendilerindeki iyi hali değiştirmedikçe, Allah da onlara verdiği nimeti değiştirmez.“162 Rûhun, rûhî zevklerin sapması insanın bozulmasına sebep olacak, insanlar bozulunca içinde yaşanılan toplum da, idaresi ve tüm değerleriyle bozulmadan nasibini alacak, insanlar nasılsa, lâyık oldukları şekilde öyle yönetileceklerdir.
Allah her şeyi yerli yerince yaratmış. Güzellikleri yaratmış görmemiz için. Göz vermiş güzellikleri görmek için. Biri yaratılıp diğeri yaratılmasaydı, rûhun güzeli arama ve sevme ihtiyacı nasıl giderilecekti? Ne güzel fıtrat, ne güzel uyum! Sen ne güzelsin Allah'ım!
Kalp, insanın merkezi; Kâbe, arzın merkezi, yeryüzü mescidinin temsilcisi sayılır. Sanatın ve güzelliğin de etrafa halka halka yayıldığı bir merkez vardır müslümanların medeniyetlerinde. Bu güzellik merkezleri câmilerdir...
Sanat ve Güzellik Merkezi: Câmi
Laik düzenlerde topluma yön veren tüm kurumlar, beşerî diktaların tekelindedir. Sokakları, meydanları, okulları, mahkemeleri, meclisleri... dinin düzenlemesine müsâade etmeyen demokratik, laik ve dine saygılı(!) rejimler, câmilerde bile dinin hâkim olmasını istemezler. Tümüyle Allah'a ait ve O’nun için olması gereken mescidler, tâğûtî düzenlerde “Allah’ın evi“nden ziyade “devlet dairesi“ne benzerler.
İslâm’da câmiler sadece namaz kılınıp “dağılınan“ yerler değil; kendisinde devamlı “toplanılan“ mekânlardı. “Câmi“, kelimesi, bilindiği gibi “toplayan“ demektir; insanları açtığı bağrında toplayıp cemaat haline getiren yerdir cami. Câmi, aynı zamanda bir kıyam merkezi, savaş yeri, istişâre meclisi, devletin idare edildiği mekân, yönetenlerle yönetilenlerin yüz yüze görüşüp dertleştikleri, hesaplaştıkları mahal, bir okul, kimsesizler yurdu, bir huzur evi...dir. Bu kadar işlevi olan bir merkezin üstünkörü bir yapısının olması beklenemez elbette. Bunca ihtiyaçlara çözüm getirecek büyüklük ve sağlamlıkta olması gerekir. Binanın muhkem olması da yeterli değildir. Aynı zamanda güzel de olması lâzımdır. “Mescidler, Allah için“163 yapılan binâlardır. Bu ifâde, esas olarak câminin işlevi, yani içinde yapılacak eylemlerin ihlâslı ibâdet cinsinden olması, câminin inşâsı ve kullanılmasında Allah rızâsından başka bir amaç güdülmemesi anlamına gelir. Bununla birlikte “câmilerin Allah için olması“ dış yapıyı da kapsar. Binanın maddî güzellikte ve sanatlı olması gerektiği anlamına da gelebilir.
162] Ra'd, 11
163] Cinn, 18
- 50 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah için, O’nun adına yapılan bina, O’na arz ve takdim edileceği için güzel ve îtinâlı, her şeyiyle sanat eseri olmalıydı; nice müslümanların görüş ve anlayışı buydu. O yüzden câmilerin merkezlik ettiği bir medeniyet ve sanat anlayışı İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren kendini göstermeye başladı. Câmilerin sanat ve güzelliğe nasıl merkezlik ettiğini inceleyelim:
a) Mimarî Yönden Câmi:
Kur’ân-ı Kerim, câmilerin inşâsında azameti tavsiye eder: “Allah’ın, yükseltilmesine izin verdiği (emrettiği) evler“164 ifâdesi, câmilerin mimarisinde sanatı ortaya çıkartan en büyük etkendir denilebilir. İnsanın içine huzur veren, kişiye sonsuzluk ufku açan, mü’mini birlik ve yücelik duyguları içinde huşûa götürmeyi amaç edinen bir mimarî tarzı... Yüksek kubbesiyle hâfızların güzel seslerine mikrofonun veremediği ekoyu/yankıyı oluşturduğu gibi, gökkubbe gibi sonsuzluğa açılan pencere görevi yaparak yüce duyguları galeyana getiren mimari. Kulu mânen yükselmeye hazırlayan füzeye benzer minâreleri, ezan sesindeki Allah'a dâvet ve ilâh taslağı tâğutları reddedip onlara meydan okumayı yüksek şerefesinden çok uzaklara kadar ulaştırma görevi yanında, zarifliği ve ilme irşâdı çağrıştıran kalem gibi incecik yapısıyla âdetâ şehâdet parmağı vazifesi görmekte ve göklere yükselmekte.
Müslümanların ortaya koyduğu güzel sanat eserleri içinde câmiler her dönemde ilk sırayı almıştır. Meselâ İstanbul’u câmisiz düşünebiliyor musunuz? O güzelim şehrin güzelliğinde câmilerin katkısını inkâr edebilir misiniz? Selimiye’siz Edirne ve Süleymaniye’siz İstanbul, mâbedsiz şehir Ankara gibi en kara olmaz mı? Turistik amaçlı İstanbul tanıtımlarında bile câmisiz bir afiş veya tanıtımın olmadığını görüyoruz. Câmiler, müslümanların sanat anlayışlarını, tarihî medeniyet birikimlerini gösteren sanat şaheserleri olduğu gibi, müslümanların tapu senedi hükmündedir. Şimdi değilse bile tarihin belirli dönemlerinde müslümanların o topraklardaki hâkimiyetini simgeler. O beldenin “dâru’l-harb“e dönüşmesine isyan bayrağıdır minâreler.
b) Tezyînî Sanatlar Yönünden Câmi:
Mescid-i Nebevî’de Peygamberimiz (s.a.s.) için hazırlanan minber, nar büyüklüğünde iki topla süslenmişti ve Efendimiz’in torunları Hz. Hasan’la Hz. Hüseyin onlarla oynarlardı. Minber süsü olarak bu iki yuvarlak ağaç, ahşap yontma sanatının başlangıcı olduğu gibi, ondan sonraki minber ve câmi süslerinin ilk örneğini teşkil ediyordu.
Minber: Câminin en göz alıcı yerlerinden biridir. Güzel amaca hizmet ettiğinden yapısının, tezyînâtının sanatı da âdetâ konuşmakta, üzerindeki hatibin sesi gibi ses vermekte, ruhun derinliklerine hitap etmektedir sanat lisanıyla. Dantel gibi işlenmiş mermerleriyle, abanoz, fildişi veya sedef gömme işleri içinde geometrik desenler, arabesk ve motiflerle süslenmiş esrârengiz ve muhteşem sanat armonisi. Çeşitli desenleriyle şahane tahta işleri, oymacılık, hemen her büyük câminin klasikleşmiş görüntüsünü oluşturur.
Mihrab: Mermer işlemeciliğinin ve özellikle çini sanatının şaheserlerinin galerisi gibidir. Çini panolar renk ve desenleriyle baştan sona sanattır. En ince
164] Nûr, 36
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 51 -
kıvrımlar nakşedilebilmiş, mozaikleştirilmiş, hamur gibi yoğrulmuş mermerler... Rengârenk ama gizemli ve derûnî his uyandıran camlar. Bu vitraylardan süzülen nûranî ışıkların akisleri ruhu tümüyle sarar. Gözü fazla meşgul etmemesine de özen gösterildiği anlaşılan canlı desenler... Bunlarla bütünlük arzeden halı, kilim ve seccâde gibi el emeği ve göz nurunun iplik iplik dökülerek sanatlaştığı dokuma ürünleri... Bütün bunlar birbirleriyle uyumlu ve irtibatlıdır. Birbirini çok güzel şekilde tamamlar. Öyle ki, bakan göze bir sanat birliği tesiri uyandırır. Câmiye giren insan, bu güzellikler ve etrafını saran hârikalar karşısında heyecanlanır, ruhunun tüm noktalarında huzur, zevk, coşku... hisleri kıpırdanır.
Mahyâ ayrı bir sanattır. Zannederim günümüzdeki neonlar ve ışık gösterilerinin ilk kaynağıdır. Ezanla birleşince ışık-ses gösterisine dönüşür mahyâ. İçindeki tebliğ yazıları iç-dış güzelliğini, bütünlüğünü ve ezanın mesajını yansıtır.
c) Hat ve Câmi:
Hat; Câmi tezyînatında vazgeçilmeyen bir unsurdur. Hem cemaate tebliğ, hem de güzellik duygusuna hitap eden, müslümanlara ait orijinal bir sanat. Kur’an metninin muhâfazasından doğmuştur hat. Devamlı gelişme göstererek soyut resimle birleşen bir âhenge dönüşmüştür.
d) Mûsikî ve Câmi:
Kur’an’ın tilâveti, ezanın makamla okunması müslümanlar için meşrû mûsikîye kaynaklık etmiştir denilebilir. Güzel sesin, okunan Kur’an ve ezanın tesirini artırdığı ve Kur’an’ı güzel bir şekilde ve güzel sesle okumanın Sünnette tavsiye ve teşvik edilmesi, kıraatin aynı zamanda bir sanata dönüşmesine yol açmıştır. Gerçek ses sanatkârı olan güzel sesli hâfızlar, câmi kubbelerini olduğu kadar, ruhları da doldurup çınlatmışlar, dinleyenleri coşturup onların ibâdete meyillerini arttırma görevi üstlenmişlerdir.
e) Güzel Elbise (Giyimde Sanat) ve Câmi:
Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde ziynetli elbisenizi giyin.“165 Dış ve iç mimarî güzelliği, ses ve söz güzelliği, câmi içindeki insanların maddî ve mânevî güzellikleriyle de bütünlük kazanmalıdır. Mekânın büyüklüğüne ve güzelliğine yakışan elbise giyinmeli ki, Allah’ın evinde bulunduğumuz, O’nun huzuruna çıktığımız, yüce makama ayrıcalık verdiğimiz belli olsun. Bedenini tertemiz yapan, temizliğin güzellik için ön şart olduğunu bilerek abdest alan Mûsâllî, elbisesini de necâsetlerden arındırmakla yetinmeyecek, aynı zamanda süslenerek bayrama gelir gibi gelecek câmiye. Çünkü Rabbiyle beraber olduğu zaman bayramdır onun için; câmi de bayram yeri. Her şeyden çok sevdiği zat, huzuruna kabul için onu çağırmıştır. Çağıran güzel, çağrı güzel, çağrılan yer güzel olunca çağrıya koşan da güzel olmalı, hem de her şeyiyle.
f) Edebiyat Sanatı ve Câmi:
Hutbe, vaaz, sohbet, eğitim çalışmaları ve her çeşit emr-i bi’l-ma’rûf merkezi olan câmilerin edebiyat sanatına katkısı çok büyüktür. “İnsanlara güzel söyleyin.“166 emrine uygun, sanatlı, güzel sözler söyleyecektir câmide konuşan. Câmidekiler
165] A'râf, 31
166] 2/Bakara, 83
- 52 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yumuşak, tatlı ifâdelerle, hikmet ve güzel mev’ızalarla müjdelenerek Allah’ın yoluna dâvet edilecekler. Konuşulanların güzelliği gibi, konuşmanın şekli de güzel ve sanatlı olacaktır.
g) Namaz ve Sanat:
Beden ve kalbin beraberce kulluğu, uyum, âhenk, intizam, rûhî coşkunluk, Allah sevgisi, ezanla zamana tam riâyet, askerî disiplin içinde saf tanzimi, komutana (imam) tam ve hemen itaat, tüm cemaatin aynı anda uyumlu hareketleri, tekbirler ve kıraatlerdeki güzellik, kalbe huzur veren zikir... Evet, bütün bunlar her şeyiyle sanat değil midir? İşte buna sanat içinde sanat denir.
Tüm ibâdetler sanattır. Yani, müslümanın bütün hayatı kulluk ve ibâdet şuuru içinde geçtiği nisbette ve o oranda sanattır. Müslüman da ne kadar güzel kulluk yapıyorsa o kadar sanatkâr.
Bir yer, câmiye (takvâ mescidine) benzediği oranda sanatlı ve güzel olur. Bir insan da câmide ve namazda olunması gereken hale benzediği oranda kendi canlı sanat eseri olur.
Tüm ibâdetlerin prototipi olarak namaz, bir sanat olduğu gibi, yeryüzü mescidinin prototipi olan câmilerimiz de sanatın ve güzelliklerin icrâ yeridir. Câmi ruhunu tüm arza taşımalı, güzellikleri yeryüzünün her yanına yaymalıdır sanatkâr âbid. Çünkü tüm arz mescid kılınmıştır onun için.
Namazsız mescidin maddî güzelliği, mimarî özelliği bir anlam taşımayacaktır. İslâm, her şeyi dengelemiştir. Dışla iç bütünlüğünü, dünya ile âhiret dengesini esas alan din, güzelliğin sadece maddî süslerle olmayacağını bildirir. Mânevî unsurlar olmadan maddî güzelliğin değeri çok azdır. Maddî güzelliğe mânâ yön vermiyorsa denge de sağlanamaz. Demek istiyorum ki, câmideki maddî güzellikler, câmi içindeki mü’minin dış güzelliği hiçbir değer ifâde etmez; ibâdet şuuru tüm zerrelere kadar hissedilmez, takvâ, huşû ve huzur olmazsa. “Allah sizin dışınıza, sûretlerinize bakmaz; Sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.“ Hele câmide Allah’ın hükmü gizleniyor, anlatılmıyor, sansüre tâbi tutuluyorsa... Ve bir de zâlimler, tâğutlar ve onların düzenleri, kanunları övülüyor veya onların koydukları sınırlar hudûdullah’tan önemli görülüyorsa... Câminin süsü, ziyneti neye yarar?
Allah’ı hissettirmeyen, O’nu hatırlatmayan câmi, ne kadar muhteşem olsa da güzel değildir.
Önce rûhî, mânevî güzelliği, sonra bununla uyumlu olarak buna ters düşmeyen maddî güzelliği önemlidir güzel diyeceğimiz her şeyin, tüm ibâdetlerin. İçindeki ruh, mânevî yön ihmal edilir veya bozuk olursa mescid, takvâ mescidi olmaktan çıkar, güzelliğini kaybeder, zararlı bir mescid, dırar mescidi oluverir. Tabii, tüm süsü, maddî güzelliği böyle bir câminin ayakta kalmasını, ibâdet edilmeye lâyık yer olmasını sağlayamaz. Yıkılıp yeri çöplük yapılmayı hak eder bu anıt. 167
Câmileri takvâ ruhuna mâlik, hâlis niyetli, gerçek mü’minler inşâ etme hakkına sahiptir.168 Allah'a hakkıyla iman etmeyen, nefislerini veya tâğutları Allah'a ortak koşan, hâkimiyet hakkını Allah’ta görmeyen, O’nun kanunlarıyla
167] Bkz. Tevbe, 107-110
168] 9/Tevbe, 18
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 53 -
hükmetmeyen, başta namaz olmak üzere ibâdetlerini yerine getirmeyenlerin Allah’ın câmilerini yapmaya ve tamir etmeye hakları, yetkileri yoktur.169 Çünkü bu tipteki insanlar, câmilerin ruhunu maddesine kurban edecek, süslü-püslü inşâ ettikleri câmilerde esas ziynet olan kulluk yapılmasını istemeyeceklerdir. Niyetleri hâlis değildir. Bunlar, Allah’ın mescidlerinde Allah’ın zikredilmesine, insanlara Allah’ın hükmünün ve nizamının anlatılmasına engel olmak isteyen en büyük zâlimlerdir. 170
Takvâ, mânevî özellikler, câmi mimarisine ve süslerine kurban edilince, güzel elbise giydirilmiş odunların hali gibi, câmi de içiyle dışı (ruhuyla maddesi) bir ve uyumlu olmayan münâfık bir yapı oluşturur. O zaman şeklen dırar (zarar) mescidi ortaya çıkmış olur. Zaten câmiye bu şekli veren, câmiyi aslen ve tümüyle dırar yapmak için vâsıta ve imkânlarını tamamlamış olmaktadır. Gerisi kolaydır artık.
Tarihten günümüze İslâm âleminde nice sultanlar, krallar, başkanlar ve yöneticiler, câhil halkın gözünü boyama, dikkatleri zulüm, sömürü, fakirlik gibi önemli meselelerden uzaklaştırma, halkı kandırma ve oyalama kasdıyla, içinde yaşadıkları saraylar kadar büyük ve yüksek değilse bile onlara benzeterek câmiler inşâ ettirdiler. Kendilerinin namazla ve namazın temsil ettiği dâvâ ile ne kadar ilgilerinin olduğu bilinen bu yöneticilerin bu görkemli câmileri inşâ ettirme sebepleri bellidir. Halka ancak bu şekilde müslümanlıklarını ispat edip, kendi rejim ve saltanatlarına destek sağlamak. Yani kazın geleceği yerden tavuğu esirgememek.
Müslümanların, hatta onlardan daha önce İslâm dâvâsının bunca zarûrî ihtiyaçları varken Ağustos 1993’de Fas’ın Kazablanka kentinde tam beş yüz milyon dolar harcanarak inşâ edilen bir câminin açılışı yapıldı. Câminin inşâsı, müslümanlara akla gelmedik zulümler yapan, Allah’ın dini olan İslâm’ı devlet dini haline getirip kuşa çeviren Kral II. Hasan tarafından yaptırıldı. Bu, Mescid-i Harâm ve Mescid-i Nebevî’den sonra dünyanın en büyük üçüncü câmisi. Ne ki, kalabalık yerleşim yerlerinden hayli uzakta, bir deniz kenarında. İslâm, sanat denilen gösteriş adına bu kadar israfa müsaade eder mi dersiniz? Bir de câminin kullanımını değerlendirin: Câmilerinde “Halîfe-i Müslimîn Kral Hasen-i Sânî“ ifâdesiyle her hutbede ve her duâda bütün namaz kıldırma görevlilerinin krala duâlar ve övgüler yağdırma zorunluluğunu düşünün. Fas’ta da câmilerin devlet dairesi şeklinde kullanıldığını hesap edin.
Tarihte ve günümüzde Allah’ın rızâsı dışında, meselâ gösteriş ve dünyevî yarış için “bizim köyün minaresi, sizinkinden daha büyük“, “bizim câminin kubbesi, sizinkinin iki katı!“ cinsinden tavırlar... İhtiyaç olan yerlerden ziyade, gösterişli yerlere dikilen binalar... Altından kubbesi olan câmiler, türbeler, minâreler... Bugünkü basit mahalle câmilerinin birisinin parasıyla Mescid-i Nebevî prensiplerine sahip sadelikte en az on câmi yapılır.
Esas ziynet olan cemaat bulma, onları şuurlandırma eylemi tümüyle terkedilip, ilim yayma yerine kilim yayma öne çıkartılarak, sadece şekil olarak câmilerin süslere boğulması sanat filan değil; eğer sahihse hadis-i şerif
169] Tevbe, 17-18
170] Bakara, 114
- 54 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rivâyetine göre kıyâmet alâmeti olarak kabul edilir. Hadis sahih değilse bile anlam olarak bu ifâde sahihtir, doğrudur. Kıyâmet, cisimlerin ister kendi parçaları arasında, ister diğer cisimler arasında var olan uyumun, nizam ve birliğin kalkmasıdır. Mânevî yönü ihmal edilip tek kanatlı kuş gibi tek yönlü maddî süs ve güzellik, hele câmi gibi bir mekânda olursa bu elbette bir kıyâmettir, dehşettir, sanat filân değil; sanatın kıyâmetidir bu. Ve bu kıyâmeti câmiler başta olmak üzere çok şeyde yaşıyor günümüz insanı.
Ruh mânevî varlıktır. Onun yok olması, insanın ölümü demektir. Rûhî özelliklerle irtibatı kopmuş bir eşya, sanat eseri kabul edilse bile ölü bir yapıdan başka bir şey değildir. Ve bize göre ruhsuz sanat, diğer olumsuzlukları yanında taş yığını, çocuk oyuncağı cinsinden süslü oyalamaca, fantezi ve israftan ibarettir. Allah’ı düşündürmeyen, rûhî hislerimizi öne çıkarmayan süslerin, hele aşırı biçimde, hem de câmilerimizde boy göstermesi, câmi ve sanat anlayışımızın dengeyi bozan şekilde dünyevîleştiğini gösteren bir doğu zevkidir.
Öyleyse bütün bu câmi sanatına, yanlışsız din olan “İslâm sanatı“ mı, yoksa yanlışlar da yapabilen, eksikleri ve zaafları da olan “müslümanların sanatı“ mı demek daha uygundur?
İslâm Sanatı mı, Müslümanların Sanatı mı?
İslâm, hak dinin adı. Müslüman da bu dinin mensûbuna Allah'ın verdiği isim. Biri her şeyiyle kutsal, eksiksiz, yanlışsız bir nizam; diğeri ise bazı üstün vasıfları yanında, beşer oluşundan dolayı eksiklik ve yanlışlıklarla mâlûl.
Müslümanların tarihten bu yana iyi-kötü yapageldikleri şeyleri İslâm'a mâletmek büyük yanlış. Günümüzde bu yanlışlık o kadar geniş bir alanda ve o kadar büyük ki... Müslümanlara kan kusturan zâlim tâğutların yönettiği ülkelere hiç tereddüt etmeden İslâm ülkeleri denilebilmekte. Bu ülkelerin aralarında oluşturacakları kapitalist ve pragmatist ticarî birlikteliğe İslâm Ortak Pazarı gibi adlar kolaylıkla verilebilmekte. Örtülü fâiz dâhil, diğer bankalarda olan tüm şeylerin aynısının mevcut olduğu kapital işleriyle uğraşılan yerlere hiç çekinmeden İslâm Bankası tesmiye edilebilmekte. Örnekleri çoğaltmak mümkün, fincancı katırları ürkütmek de...
Meşhur hadis-i şerifte buyrulduğu gibi “İslâm yücedir. Ondan daha üstün hiçbir şey olamaz.“ O, Allah katında makbul tek dindir. Allah'a âittir. Müslümanların bütün beşerî zaaflarıyla ortaya koydukları bir şey zayıfsa, güçsüzse, yanlışsa... İslâm mı güçsüz olacak?
Osmanlı saray çevrelerinde oluşturulan Divan Edebiyatı, aşk şiirleri olan gazellerle, ucuz meddahlık (övgü) şiiri kasideleriyle, hamamnâmeleriyle ne kadar İslâmîdir? İslâmî Edebiyat adını vermemiz ne kadar doğru olur? İslâm gerçekten böyle bir sanatı mı hedefler? Böyle bir edebiyatın ve sanatın eleştirilecek yönleri varsa, nasıl İslâmî olabilir? Eleştirilince İslâm eleştirilmiş olmaz mı?
Demek istiyorum ki, tarihten günümüze müslümanların ortaya koydukları tüm sanat eserleri şu veya bu sebeplerle “İslâmî“ denecek ideal ölçülere uygun değildir. Bu sanat eserlerine müslümanların sanatı denebilir. Eksiklik ve yanlışlıklar İslâm'a değil, müslümanlara âittir. Bu değerlendirme, câmi mimarisini de kapsayacak şekilde tüm sanat eserleri için istisnâsız şekilde geçerlidir.
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 55 -
Ayasofya'yı bilirsiniz. Doğu Roma İmparatorluğunun önemli kiliselerinden biri olarak 537 yılında yapılan bu eser, Fatih'in yaptırdığı minâreleri saymazsanız mimarî şeklini aynen korumuştur. Osmanlı câmileri bu kilise mimarisine ne kadar benzer, bilmem karşılaştırma yaptınız mı? Hele Tanzimat dönemi câmileriyle kiliseler aynı mimarî özelliktedir. Daha eski olan Babil gözetleme kuleleri ise kiliselerin çan kuleleri ve onlarla minâreler arasında büyük benzerlikler vardır. Bizans, eski Mısır, Suriye gibi eski uygarlıklardan câmi mimarisinde de büyük çapta etkilenmeler olmuştur. Bunlar birer vâkıadır. Olması gerekiyor veya gerekmiyordu, ama bunları şunun için söylüyorum: İslâm sanatı diyebilmemiz için hristiyanların veya diğer dinlerin eserlerinden çok farklı, orijinal bir tarz gerekmez mi? Veya şöyle de sorulabilir: Peygamberimiz aynen bu tarz bir mimariyi mi isterdi? Meselâ, ilk minâre ne zaman, hangi ihtiyaçtan dolayı, neye benzetilerek, nelerden etkilenerek yaptırıldı? Bugün hangi ihtiyacı görüyor? Sorular daha derinleştirilerek arttırılabilir.
Mimarlık sanatı yönüyle câmilere yakın önem taşıyan kümbet ve yatırların mimarisinden önce, böyle anıtkabirlerin inşâsının İslâmî olup olmadığı sorgulanmalıdır. Bunlara İslâm sanatı demeden evvel, hangi dinlerin ürünü olduğu ortaya konmalıdır.
İslâm sanatı, ilhamını Kur'an'dan, Rasûlullah'ın sünnetinden alan sanattır. Bir müslüman kültürü ve hassâsiyetiyle bu kaynaklara inilmedikçe, yapılmak istenenler takvâ ürpertisi, ihsan ve ibâdet bilinciyle değerlendirilmedikçe İslâm sanatı oluşamaz. Tabii, böyle bir sanatın oluşması için İslâmî bir ortama da ihtiyaç duyulacak, bu sanatın altyapıları mevcut olacaktır. Bize göre bugün de, tarih dilimlerinde de böyle bir sanat oluşmamıştır. Oluşan şey, batının veya bâtılın sanatına basit adapte ve küçük değişimlerle İslâm kılıfı giydirmekten ibârettir. Mankenlere başörtüsü taktırılarak onları podyuma sürmek cinsindendir yapılanların çoğu.
Asr-ı Saâdet, dört halîfe döneminin sonuna kadar yeni İslâm devletinin oluşum dönemidir. Bundan kısa bir süre sonra ise oluşan düzen ve ortamın da etkisiyle eski Arap câhiliyyesine veya yeni fethedilen topraklarda izleri görülen eski câhilî medeniyetlere yöneldiği kadar Kur'an'a yönelmemiştir sanatçı. Türkler İranlılar gibi İslâm'a yeni giren kavimlerse, İslâm öncesi sanat anlayışlarını da beraberlerinde getirmişler, saf İslâm sanatı oluşturma imkânlarını baştan kurutmuşlardı. Müslüman sanatçıya zor geliyordu Kur'an'ı sanatkâr ruhla okuyup yorumlamak, ona dayalı bir sanat anlayışını sıfırdan oluşturma çabasına girmek... O kolay yolu seçti. Eski sanatı İslâm kılıfıyla devam ettirmek veya yeni fethedilen yerlerdeki sanattan esinlenmek ve adaptasyon. Bu kolaycılık, İslâm sanatına doğru giden yolun ilk adımında sanatçının Kur'an sanatının dışında yollar aramasına sebep oldu.
Unvanları halife veya zıllullahi fi'l-arz da olsa, yöneticilerin hemen hepsinde Kur'an kaynaklı sanat ruhuna destek olacak bir anlayış ve yaşama biçimini, tevhid penceresinden bakınca görememekteyiz. Tam tersine, sanatçıyı oyalayacak oyuncakları ellerine tutuşturma işlevi görmüşler, sanata Kur'an'ın değil, sarayın yön vermesi için çabalamışlardır.
Kur'an her şeyden önce kâinat, hayat ve insan için çok geniş bir düşünce sistemi ortaya koyar. Sanata en güzel hedefler çizer. Sanat için gerekli metodun
- 56 -
KUR’AN KAVRAMLARI
örneklerini bolca ihtivâ eder. Hem konu, hem üslûp bakımından sanat için de en mükemmel kaynak Kur'an'dır... Hayatı İslâm düşüncesine uygun ve evrensel çapta yorumlamak isteyen bir sanat için başvurulabilecek en geniş, en sağlam kaynak Kur'an'dır... Sanat alanında Kur'an'dan faydalanmak için Kur'an kavramlarına ve Kur'an'ın üslûbuna yönelme zorunluluğu vardır...
Kur'an'ın hayata geçirilmesi gibi, Kur'an'ın sanata geçirilmesi de ütopik bir rüya değildir. Elbette mümkündür. Bunun için her şeyden önce canlı Kur'an haline gelecek hamele-i Kur'an olan sanatçı rûhuna ihtiyaç vardır.
Müslümanların oluşturduğu sanatın, ideal İslâm sanatı ile karşılaştırıldığında olumsuzlukları yanında, kâfirlerin sanatı ile mukayese yapıldığında elbette nice güzellikler ve üstün özellikler bulunacaktır. Tarihe övgü yaklaşımı da sövgü yaklaşımı da yanlıştır. Her şeye âdil olarak bakmak gerekir. Müslüman sanatçının ya da müslümanların oluşturduğu sanatın alâmet-i fârikalarının (ayırıcı özelliklerinin) bilinmesi bu sanatın müsbet yönünü ortaya çıkaracaktır.
Müslüman Sanatçı ile Diğer Sanatçıların Farkı
Müslümanın inancı, hayat görüşü ve yaşayışı farklı olduğundan, sanat konusunda da tabii ki müşrik veya münkirden farklı yönleri olacaktır.
İdeal tipten ne kadar uzak olursa olsun, kendisine müslüman denilebilecek asgarî şartlara sahip olan insan, ister sanatçı ister başka biri olsun, Allah'ın koyduğu kurallara uymak zorunluluğu hissedecektir. Normal olarak da bunları imanı nisbetinde hayatına geçirecektir. Başka türlü olması beklenemez. Müslümansa belli edecektir müslümanlığını.
Kur'an'dan ilhamını alarak ideal ölçüler içinde İslâmî bir sanat ortaya koyamamakla itham ettiğimiz müslüman sanatçı, tarihten bu yana kâfirlerden nice yönleriyle farklı müslümanca bir sanat oluşturmaya çalışmıştır. Eksiğine aksağına rağmen müslümanların sanatında müslümanca güzellikler bulmak zor olmasa gerek.
Câmi başta olmak üzere her çeşit mimarlık, hat sanatı, dinî mûsikî denilen müzik, stilizasyon, arabesk, ebru, tezhip gibi tezyînî sanatlar, çeşitli el sanatları, halk sanatları ilk akla gelen türler. Ama bizim üzerinde durmak istediğimiz esas farklılık, sanata bakış açısında ve haramlığında ittifak edilen tür ve tarzlara karşı oluştur. Maddeler halinde, çok kısa olarak bu farklılıkları sıralayabiliriz:
a. Batı sanatçısı Allah'la mücâdele içindedir. Sanat da onun “yarattığı“dır. Buna karşılık müslüman sanatçıda en küçük çapta bile olsa Allah ile bir çatışma yoktur. Hatta o, sanatı ibâdet olarak görmek zorundadır. Batılılar Allah'ın yarattığını taklit için insan vücutlarını kaslarıyla birlikte çizmiş veya heykellerini yapmışlarken; müslümanın sanatında insan vücuduna hemen hiç rastlanmaz.
b. Müslüman sanatçı, güzelliği yaratma iddiâ ve cür'etinde değil; güzeli keşfetme görevindedir.
c. O kural, disiplin, ölçü tanımayan değil; haram-helâl hudutlarına ve kendi fıtratına uyan, ritme, âhenge, ölçüye, birliğe, sonsuzluğa ulaşmak isteyen bir anlayış içindedir.
d. O, nefsinin hevâ ve fantezilerinden ziyâde, mutlak güzelliğin peşinde
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 57 -
koşar.
e. Ne sanatı, ne kendini putlaştırır. Sanatı amaç olarak görüp ona Allah'ı karıştırmayarak putlaştırmaktan sakındığı gibi, sanatçı olarak kendini de putlaştırmaya götüren her şeyden kaçıp “ben“ini gizler.
f. Sadece duyularıyla ve hisleriyle değil; kalbî ve rûhî tüm özellikleriyle de güzele yaklaşır, gözünün yanında basîreti ile Allah'ın nûruyla bakar.
g. Değişen şeylerin ardındaki değişmeyeni arayıp yakalamaya çalışır.
h. Gayri müslim sanatçı Allah'ı, tabiatı, yaratıkları taklit etmeye, -hâşâ- Allah gibi yaratmaya kalkışma cür'etini gösterir, bunun için benzetme metoduyla eserini ortaya koyarken; müslüman sanatçı taklitçi değildir. Allah'ın yarattığına benzetmeye kalkmaz eserini. O, eşya ve hâdiseleri yansıtma metoduyla idrâk eder. Onun için batıdaki heykel ve figüratif resme karşılık, müslüman sanatçı minyatüre sığınır.
i. Müslüman sanatçı için tabiat, batıdaki gibi bir dış görünüşten ibâret değildir. Dış görünüşten ziyâde iç görünüştür, derinliktir tabiat. Rûhî hâletin yansımasıdır. O, gözünü dış dünyadan fazla içe doğru açmıştır. Hâdise ve eşyaları aynen değil; insanda bıraktığı intibâlara göre ele alır.
j. O her şeyi daha parlak, daha şen görür. Tabiat devamlı bahar mevsimini yaşar. Gül ve bülbül de bahçededir hep. Her şey güzel görünür sanatçıya. Çünkü onun bakışı mutluluk ve huzur doludur. Örneklerinde çirkinlere ve çirkinliklere yer yoktur.
k. Batıdaki arayıp bulamamanın getirdiği çırpınış ve isyanların yerine; huzur, sükûnet, olgunluk ve ritm vardır.
l. O, sanatı, batılılar gibi faydadan uzak düşünmez. Onun için sanat bir lüks ve fantezi değildir; bir oyuncak da. Sanat daha çok hayatta lâzım olacak bir güzelliktir. Kullanılan güzel bir eşya veya onun tezyînatıdır sanat.
m. O taklitçi olmadığından yaptığının aynısını tekrar etmez. Birbirinin aynı olan iki çiçeği bile resmetmez. Aynı iki kompozisyon ortaya koymaktan sanat adına hayâ eder.
n. Özellikle son asırda tatbiki güzel sanatlarda ve dekoratif sanatlarda batı makineyi ele tercih etmeye başlamıştır. Makineleşen insan, sanatı da makineye ezdirmeye başlamıştır. Müslüman sanatçı ise göz nurunu el emeğiyle birleştirmeyi tercih eder. Ucuzluğa ve tekdüzeliğe prim vermez. Makineye teslim olmaz, sanatını da teslim etmek istemez.
o. O tabiatla iç içedir. Kendisini küçük tabiat bildiğinden onunla uyum içindedir. Topraktan yaratıldığına inanır. Tabiata hükmedenle kendine hükmedenin aynı zât olduğunu, aralarındaki kanunların ayniyet arzettiğini görür. Onunla bütünleşmek ister, tabiattan kopmaya rızâ göstermez.
p. Batılı sanatçı, dinini bile trajedi haline getirdiğinden, hayatı trajik biçimde algılar. Karamsarlık ve tedirginlik içindedir. Yeni çözümler peşinde koşar; daha doğrusu çılgınlıklar peşinde. Müslüman sanatçı ise sanatta yeni yollar aramaktansa daha çok bulduğuyla yetinmeyi tercih etmiş, fakat bu sınırlı yolda
- 58 -
KUR’AN KAVRAMLARI
derinleşmeye ve çeşitlemeye yönelmiştir.
18. Yüzyıldan sonra, özellikle de Tanzimat'ın ilânıyla birlikte doğulu sanatçı ile batılı sanatçı arasında fark-mark kalmadı. Batı taklitçiliği müslümanca sanatın tüm değerlerini kemirmeye başladı. Taklit hastalığı şekilden ibâret olmadığından, öncelikle kalbi, rûhu mahvetti. “Müslüman sanatçı“ değildi artık doğulu sanatçı. O sadece sanatçıydı. Sanatçının müslümanı gâvuru mu olurdu? Sanat da sanattı işte. Onun da kurallarını din belirleyemezdi!
Artık Tanzimat'tan sonra sadece saraylar değil, câmiler bile batılılaşmıştı. Batıdaki kiliselerin mimarî özellikleri aynen câmilere taşınıyor, câmileri bile halkın gâvur dediği hristiyan mimarlar inşâ ediyordu. Ne yapalım büyükler(!) böyle istiyordu. Her konuda batı tek örnekti. Sanat da batılılaşacaktı. Câmiler de buna ayak uydursundu efendim. Batıdaki sanat ve sanatçı, her konuda taklit edilmeye başlandı. Artık bunun dışında sanat-manat yoktu. Ve derken Amerika'nın Michael'ı, Madonna'sı bile sanat adına okul defterlerinin kapaklarına, oradan gençlerin kalplerine yerleşmişti.
Anlayacağınız artık fark kalmadı, sanat da kalmadı.
Buyrun sanatın cenâze namazına. Sonra da gömmek için hristiyan mezarlığına!
Sanat ve Cihad
Sıcak savaşta silâhların önemi neyse, soğuk savaşta sanatın yeri odur. Hak-bâtıl savaşının kıyâmete kadar süreceğini de bilmeyen yok. Cephe her dönemde ve her yerde isteyene açık. Arada kalmak mümkün değil; ya o cephe seçilecek, ya bu cephe. İslâm savaşçısı olmayan herkes, sadece savaş kaçkını bir korkak olmakla kalmayacak, bâtıl savaşçısı konumuna girmiş olacaktır: “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut yolunda savaşır. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın. Şüphe yok ki, şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.“171 Bu ikisinin dışında üçüncü bir savaşçı yok. Aradakiler, üçüncü bir yol arayanlar mı? İşte: “Bunlar (İslâm savaşçılarıyla kâfir savaşçıların) arasında bocalayıp durmaktalar (o münâfıklar). Ne onlara, ne bunlara (dâhil değildirler). Allah'ın şaşırttığı kimseye asla bir çıkar yol bulamazsın.“ 172
Kâfirler memleketleri önce sanat denilen araçlarla işgal ediyorlar. Silâhlı işgallerin zaten modası geçti ve çok pahalıya mal olduğu görüldü. Bununla birlikte kalıcı egemenlikler silâha değil, sanata dayanmak zorundadır. Silâhla insanı zorla ve geçici bir süre etkisiz hale getirebilirsiniz, ama sanatla insanı fetheder, kendi cephenize alabilirsiniz.
Hz. Ömer'in yalın kılıç Hz. Peygamber'e karşı öldürme kastıyla giderken Kur'an'ın sanatı karşısında kılıcının işe yaramadığını hatırlayıverelim. Ama bu sanattan anlamayana anlayacakları dilden anlatmak için Hz. Ömer kılıcını da elinden atmamıştı.
İslâm, insanı rûhundan yakalar; onu iknâ eder, inandırır. İşte bu, sanatla cihadın kaynaşmasıdır. Müslümanın cihadı da en güzel şekilde olmak zorundadır:
171] Nisâ, 76
172] Nisâ, 143
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 59 -
“Onlarla en güzel şekilde mücâdele et.“173 O yüzden cihat sanattır, sanatın cihad olduğu gibi.
Buhârî ve Müslim'in rivâyetine göre İslâm düşmanlarını şiirle hicveden Hassan bin Sâbit, Hz. Peygamber'in “onları hicvet, Cebrâil de seninle beraber olsun!“ şeklindeki duâ ve iltifâtına nâil oldu. Bilindiği gibi hiciv, birini şiirle kötülemek ve küçük düşürüp alay etmek, ona saldırmak demektir. Dolayısıyla sanatın hiciv gibi cihad için kullanılmasını Peygamberimiz emretmişti.
Sanat, rûhî özelliklerin dışa yansıması olduğundan, rûhî mücâdelesiyle sanatın büyük yakınlığı vardır. İnsan kendi rûhunun derinliklerinde, aynı anda hepsine karşılık verilmesi ve tatmin edilmesi mümkün olmayan gelip geçici ve iç içe duygu ve arzularla mücâdele eder. İçteki mücâdele sanatın cephesini, yönünü, şeklini, keyfiyetini, kalitesini belirler.
Müslüman için hayat, iman ve cihaddan ibâret olduğu gibi, diğer insanlar için de bu böyledir. Herkes hayatı boyunca bir şeylere inanır ve o uğurda mücâdele eder. Yani herkes savaşçıdır, dininin savaşçısı. İnsan hayatının bir ânı bile mücâdelesiz geçmez. Ya hak yolda, ya da bâtıl. Kime karşıdır bu mücâdele? Diğer insanlara, varlıklara, eşyaya. Düzenlere, değerlere, güçlere, akımlara; sosyal veya siyasal zulümlere. Arzular ve eğilimlerle; tâğutlarla mücâdele. Sanat, bu mücâdeleyi güzel bir şekilde, hikmetle yansıtabildiği oranda sanat olacaktır.
Hayat cihaddan ibârettir de, sanat cihaddan ibâret değil midir? Artık insanlar fırçalarla, kalemlerle, filmlerle, kasetlerle savaşıyorlar. Savaş âletlerinin mermileri, bombaları bedenleri değil; rûhu, kalbi hedef alıyor. Kalpler, evler, sokaklar, memleketler ve dünya sanatla ve sanatçıyla işgal ediliyor.
Sanata karşı sanatla mücâdele edilmelidir; orduya karşı orduyla mücâdelenin şart olduğu gibi. Hem de sahte sanata karşı gerçek sanatla. O takdirde mücâdele daha kolay kazanılacaktır. Hz. Mûsâ'nın sihirbazlara, yani sahte sanatçılara, göz boyayıcılara galebesi gibi.
Sanat ve Tebliğ
Sanat, dâvânın en sihirli tebliğ ve telkin vâsıtasıdır. İnsanlara güzeli sunmak için güzel bir görünüm içinde güzel unsurları kullanmak gerekir ki, bu usûllere sanat diyoruz. Sanat rûhundan yoksun kaba ve çirkin bir tebliğ (ki buna tebliğ denmez, propaganda denir) çağırmak değil, kaçırmaktır. Bu ince telkin edâsından yoksun, yani sanatsız tebliğcilik, ham softalık ve kaba yobazlık olur.
Sanatın bir gâyesi de gönülle duyduklarımızı başkalarına güzel bir şekilde ifâde etmektir. Rûhumuzu gönlümüzü açmak, oradaki huzuru, hazzı, zevki, güzelliği, derdi, çileyi başkalarıyla paylaşmaktır. “Ballar balını buldum. Kovanım yağma olsun!“ demektir. Yani tebliğdir.
Doğruluk ve güzellik tebliğle, telkinle yayılır. Gerçek sanatın tüm dalları tebliğ vâsıtalarıdır. “Gerçek sanat“ diyoruz, çünkü meşrû olmayan sanat dallarını ve sanatın gayr-ı meşrû kullanılışını tebliğ kabul etmiyoruz. Meşrû dâvâ, meşrû vâsıtalarla gelir. Neticeye tesir eden her şey meşrû olamaz. Müslümanlarca bu sanat dalları içinde tebliğe en müsâit olanlar, en önemli sanat kabul edilir. Hitâbet,
173] Nahl, 125
- 60 -
KUR’AN KAVRAMLARI
edebiyat: Kur'an'ın ve peygamberlerin sanat yönünün dışa vuruşu. İnsanlar arasında en güzel tebliği yapan peygamberler en büyük sanatkârlardır. Edebiyattan sonra da hat, mimarî ve mûsikî, dâvâyı tebliğ edebildiği oranda makbul sanatlar. Ve diğerleri...
Tebliğ demek, müslümanca sanat demektir; ille Kur'an âyetlerinin veya hadislerin anlamlarını vermek, vaaz ve nasihat demek değildir. Hayatla ilgili herhangi bir konu İslâmî ölçülere uygun şekilde müslümanca ele alınır; sözle, sesle, çizgiyle veya başka bir yolla meşrû ve güzel bir tarzda sunulursa bu sanat olduğu kadar tebliğ de olur. İkisini birbirinden ayıramazsınız. Sanat bir inancın tebliğidir, ama kuru ve soğuk bir sunma, hiçbir zaman, yapılana sanat vasfı verdirmez. Sanatkâr yönü herkesçe kabul edilen Mehmed Âkif'in şekilden ziyâde sunulanın önemli olduğunu belirten bir sözü vardır: “Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.“ Sözümüz odun gibi olacaksa, Yunus Emre'nin dergâha taşıdığı odunlar gibi olsun; yontulmamış olmasın ki, kalem misâli sanat vesîlesi olsun. Yontulmamış odun yanmağa yararken, kalem gibi yontulan odun insanı yanmaktan kurtarabilir.
Büyü/sihir, insanları uyutur, hipnotize eder, manyetik alana sokarak sarhoş yapar. Bizim sanatımızın farkı ise uyarıcı olmasındadır. Müslüman sanatçı, teshir eden, uyutan, hipnotize eden değil; insanları şerre karşı sürekli uyaran, hakka dâvet eden, gerçek güzelliği insanlara gösteren tebliğcidir.
“Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et.“174 Hikmet ve güzel öğüt sanattır. Sanat da Rabbin yoluna dâvet için kullanılmalıdır. Kuru kuru tebliğ değildir istenilen. Rûha nüfuz edici, gönle hitap edici, kalbi fethedici özelliklere sahip olacak; yani sanatlı olacaktır tebliğ. Tebliğin sanatlı olması gibi, büyük sanat eserleri de güzel bir tebliğdir. Gayri müslim sanatçıların meşhur eserleri de propaganda. Mozart, Bethoven, Pascal gibi batılı sanatçılar, sadece hristiyanlığın etkisinde kalmamışlar, aynı zamanda sanatlarıyla hristiyanlık propagandası yapmışlardır. Günümüzde hemen hemen her eve giren medyanın yaptığı, batılıların hristiyanlık, kapitalizm, materyalizm, hümanizm, sosyalizm, demokrasi, laiklik gibi dinlerinin sanat kılıfı içinde propagandasından ibârettir denilse hiç abartılmış olmaz. Televizyondaki en mâsum çocuk programlarından eğlence programlarına, çizgi filmlerden dizilere kadar bir dünya görüşünün propagandası, karşı dünya görüşünün de tenkididir. Gazeteler zaten birer ideoloji çığırtkanı. Dergilerse ya dâvâ adamlarının ya da dâvâsızlık dâvâsının organları.
Kâfirler her türlü sanat araçlarıyla çekinmeden açıkça kendi inançlarının en kesin şekilde propagandasını yaparken, bir insan hem “müslümanım“ diyecek, hem de sanatına inancını aksettirmeyecek. Olmaz böyle şey. Ne böyle sanat, ne de böyle müslümanlık!
Müslümana ve müslümandan önce İslâm'a faydası dokunmayan sanat, bir oyuncaktan, fantezi ve lüksten başka bir şey değildir. Dâvâ açısından faydasız sanat, çok yönden zararlı bir uğraştır.
174] Nahl, 125
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 61 -
Sanat ve Fayda
Bazıları sanatın fayda ile ilgisi olduğu oranda sanat olmaktan uzaklaşacağını söyleyerek, sanatın sadece sanat için olması gerektiğini savunurlar. Bunlara göre sanat, ahlâk ve faydayla kesinlikle uğraşmaz. Günümüz sanat anlayışında da toplum açısından maddî-mânevî hiç yararı olmayan yapıtlar, sanat eseri olarak takdim edilir. Başta heykel olmak üzere, modern resimden müzik anlayışına kadar günümüzde sanat diye takdim edilenlere yararlılık açısından bakıp tekrar değerlendirmek gerekmektedir. Câhilî sanat anlayışı, sanat putuna toz kondurmak istemeyebilir: “Sanat, hiçbir şeyin aracı olmamalı, sanatta sadece estetik özellikler aranmalıdır. İnsana direkt faydalı olan şey, zanaat olur. Güzellik anlayışı, faydaya kurban edilemez...“
İslâm, hayra vesîle olmayan, faydası dokunmayan herhangi bir şeyi kesinlikle meşrû görmez. Efendimiz: “Allah'ım! Öğrettiklerinle beni yararlandır. Bana faydası olanları öğret“ diye duâ ederken, ilim bile olsa faydası olmayandan sakınır: “Allah'ım! Faydasız ilimden Sana sığınırım.“
Rabbimiz Kur'ân-ı Kerim'de, kurtuluşa erecek olan gerçek mü'minleri “Onlar lağvdan (faydasız söz, iş ve davranıştan) sakınanlardır.“175şeklinde vasfederek över. Peygamberimiz (s.a.s.) de bu konuda şöyle buyurur: “Faydasız söz ve işleri bırakması, mü'minin müslümanlığının güzelleşmiş olmasındandır.“
Faydası olmayan herhangi bir şey, zararlı kabul edilmese bile kaçınılması gereken bir lağvdır. Vakit ve nakit isrâfıdır, mâlâyânidir, abesle iştigaldir. Dolayısıyla her faydasız şey zararlıdır. Allah'ın yarattığı, başta insan olmak üzere tüm yaratıklar, sadece şekil olarak güzel ve sanatlı olarak yaratılmamış, bir gâye için var edilmiştir. “Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?“176 Müslüman sanatçı, yaptığı işin meşrû ve hayırlı bir iş olduğu, kendisine ve başkalarına faydası dokunduğu oranda ibâdet olduğu bilinciyle sanata yaklaşmak zorundadır. Tabii bu fayda, bazen sadece âhirette beklenen müeccel bir hayır olabilir. Bilinmeli ki “Âhiret bâki (devamlı) ve daha hayırlıdır.“177 Cennetteki nimetler, dünyevî süs ve faydalardan çok daha hayırlı ve büyüktür. 178
Bir iş veya sanat eseri faydalı olduğu halde, inancımıza ters düşüyorsa terk edilmelidir. Çünkü müslüman, olaylara pragmatizm açısından bakamaz. Zararlı bir şey, çok kapsamlı değerlendirilemediği için faydalı zannedilebilir. Bir şey de bazı küçük faydaları olduğu halde, meşrû olmayabilir.179 Fayda ile zarar aynı şeyde, meselâ bir sanat eseri veya anlayışında ortaklaşa bulunursa, “zarardan korunmak, faydanın gelmesinden daha önemli“ olduğu için (Mecelle kuralı), hayra şerri karıştırmadan olmuyorsa o, hayır olmaktan çıkmış, içine zehir damlatılan suya benzemiştir.
“Fayda“yı, nefsimizin hoşuna giden, egomuzu tatmin eden, sömürüye benzer kazanç, basit ve küçük dünyevî çıkar kaygısı olarak anlarsak, bu kabul İslâm'ın
175] Mü'minûn, 3
176] Mü'minûn, 115
177] A'lâ, 17
178] Bkz. Âl-i İmrân, 15
179] Bkz. Bakara, 219
- 62 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hayır ve fayda anlayışına ters olduğu gibi, bu tür çıkar endişesi sanatı sanat olmaktan çıkaran bir parazit olur. Müslüman açısından fayda; Allah'ın rızâsına ulaştıran, insanlığa hizmetle alâkalı, dünya ve âhiret için gerçekten yararlı olan mâruf ve meşrû olandır, hayırdır.
Sanatın karın doyurmadığı, insanın sağlığını ve rahatını arttırmadığı doğru olabilir. Hatta insana çile çektirdiği, yorduğu, düşüncesini zorlattığı, bazen tedirgin ettiği, hâmile anne adayının katlandığı zahmet gibi güzel eser doğurabilmek için bin bir zahmetlere sebep olduğu söylenebilir. Bütün bu zahmetlerin rahmete dönüşeceği özellikler bir eseri sanat yapar. Sanat bu zahmetlerin yanında, güzel insan olmanın güzelliğini güzelce duyurabildiği için, insanî değerleri ihyâ ettiği, rûha huzur ve tatminlik hissi verdiği, onu beslediği ve bunun gibi güzelliklere hizmet ettiği için faydalı şeylerin ön sıralarında gelir.
Güzellik ile fayda, tarihin eski dönemlerinden beri çok iyi geçinen evli çift idi. Fitneci felsefe bile aralarını bozamadı. 18. Yüzyılın sonunda estetik adlı batı büyücüsü “bi-izzeti Rûm“ deyip süslü sihirbaz değneğiyle bu evli çiftin arasını açmayı başardı. Ne yaptığını, ne aradığını bilmeyen bazı Rönesans miras yedileri eski Roma'nın töre ve zevklerini yeniden hortlatmayı amaç edindikleri için arkeoloji düşkünlüğünün etkisinde bir anlayış geliştirdiler. Mimarî, bir ihtiyaca cevap verdiği ve faydalı olduğu için onu sanattan saymamaya başladılar. Mimarî ne kadar süslü ise, ancak o kadar değeri vardı bu anlayışta. Faydalı ile güzelin hiçbir zaman bağdaşamayacağı ilân edildi. Tek-tük cılız karşı çıkmalara rağmen, bu anlayış, tüm batı sanatını bugüne kadar önemli çapta etkisine aldı. Böylece sanat hayattan uzaklaşmış oluyor, bir lüks eşyadan başka şey olmayan bu sanat, bütünüyle yozlaşmış oluyordu. Tabii ki sadece fanteziden ibâret olan bir sanat, bazılarınca tümüyle önemsiz bir şey kabul edilecek, bazılarınca da hiçbir şeyin hizmetinde olmadığından, aşırı yüceltilerek putlaştırılacaktır.
Müslümanların kültüründe sanatla zanaat iç içe girmiş kavramlardır. Sanat kelimesi “yapmak, işlemek“ anlamına gelen Arapça “sun' “ kelimesinden türediği; sözlük anlamı olarak sanatın; ustalık, hüner, mârifet anlamlarına geldiği gözönüne alınırsa, sanatın bugün zanaat dediğimiz marangozluk gibi el işlerini kusursuz yapabilme anlamında kullanıldığı anlaşılır.
Bugün endüstri kelimesiyle eş anlamlı olarak kullanılan “sanayi“ kelimesi, Arapça sanat kelimesinin çoğuludur. Sanayi kelimesi günümüzde yararlı eşyaların üretimi amacıyla madde veya ürünlerin değişim işlemleri veya hammaddeleri işlenmiş hale getirip değerlendirmeye yarayan işlem ve araçların tümü anlamında kullanılmaktadır. Eskiden bu tür işler, zevk verecek tarzda güzellik unsuru öne çıkarılarak ve el emeği ile yapıldığından sanat kabul ediliyor; bugünkü anlamından farklı anlamda kullanılıyordu sanayi. Demek istiyorum ki, sanatla sanayi aynı şeylerdi. Belirli zanaatları öğretmek amacıyla açılan okullara Sanat Okulu, Sanat Enstitüsü gibi adlar verilirdi. Marangozluk, demircilik gibi el ustalığı ile ilgili zanaatlar için halk hâlâ “sanat altın bileziktir“ der, zanaatla sanatı ayrı düşünmez. Halkımızın dünkü ve bugünkü anlayışı, zanaatın sanata götüren bir köprü olduğu, sanatın estetik kaygıların daha belirgin olan zanaattan başka bir şey olmadığı istikametindedir ki, bu anlayış, sanat-fayda ilişkisi açısından önemlidir.
Batının sanat anlayışı da yüz elli, iki yüz sene öncelerine kadar aynıydı,
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 63 -
denilebilir. Sanat kelimesi bugün ona verilen anlamı batıda 19. yüzyılda almıştır. Bu yüzyıla kadar sanat, ustalık ve el işlerinde mahâret demekti. Zanaat sanat sayılıyordu. Sanatçı, üstün bir işçi demekti. Şimdi sanatçıdan beklendiği gibi, orijinal bir eser ortaya koyma şartı aranmıyordu.
Sanatı ve tüm güzellikleri, çarkları arasında ezerek yürüyen Kapitalizm, kendi eliyle yaptığı helvadan put olan “sanat, faydası olmayan güzelliktir“, “sanat, ancak sanat içindir“ lokmalarını karnını aç bıraktığı ezilmişlere çoktan yedirdi. Artık ciddî anlamda sanattan söz etmek için tarihe yolculuk etmekten başka çare kalmıyor. Ya da tımarhanelik delilerin tuvale boya fırlatmaları, bazılarının orasını burasını göstererek hoplayıp zıplamaları, dört ayakla tepinip bağırmalarını sanat kabul etmek gerekiyor. Batıda özellikle dekoratif sanatlar, süsü faydaya fedâ ederek gittikçe yalınlığa doğru yönelmektedir. Mimarî, ev eşyası yapımı, tekstil sanayii, seramikçilik vb. alanlara uygulanan güzel sanatlar demek olan tatbikî güzel sanatlar bir ihtiyaca cevap vermek gibi faydalarından ötürü artık güzel sanat kabul edilmektedir. Yani, açıkçası batı da artık fayda konusundaki görüşünün faydasızlığını anlamış, faydası oranında sanata güzel sanat demeye başlamıştır.
Sanat-fayda ilişkisini belirtirken, bir müslümana göre zararlı bir şeyin sanat olamayacağını vurgulamaya gerek var mı, bilmiyorum. Tabii, en büyük zararın da mânevî-uhrevî olduğunu. Direkt zararı gözükmese bile faydasız bir şeyi mâlâyâni, israf ve lağv özelliklerinden dolayı onaylamayan bir dinin; inanca, ahlâka, akla, düşünceye, ekonomiye... zarar veren bir şeyi güzel görmesine, meşrû kabul etmesine ihtimal verilemez.
Zarar verici özelliğinden (dırar), takvâ üzere yapılmayan mescidi/câmiyi bile onaylamaz, onu güzel görmez İslâm. Putlaştırmaya yol açtığı için, inanca zararlı olduğundan canlıların heykellerine güzellik vasfını lâyık görmez. Yine meşhur İran halısının aşırı şekilde övülüp gözde büyütülmesinden dolayı putlaştırılıp inanca zarar vermesinden ötürü Hz. Ömer tarafından kılıçla lime lime edilmesi, müslümanların onayını alır. Bu arada belirtelim ki, “zarar“ kavramının da “fayda“ gibi İslâm'ın anladığı gibi anlaşılması gerekir. Kiralık veya satılık sanatçı olmamak için çırpınan değeri takdir edilmemiş sanatçının sanatını icrâ ederken karşılaşacağı zorlukları, güzel çileleri “zarar“la karıştırmamalı.
Sanatın, halkı sömürmeye varmayan meşrû ölçüler içinde sanatkârın ekonomik durumu yönünden maddî fayda sağlaması da gâyet tabiidir. Bundan bir iki asır önce İstanbul'da boğazdan karşı tarafa kayıkla geçen bir meşhur hattatın para cüzdanını yanına almadığını fark edince, kayıkçıya yirmi paralık ücret karşılığı bir kâğıda vav harfi yazıp, “bunu çarşıda kitapçıların hangisine satsan, sana en az yirmi para verir“ deyip ücretini o şekilde ödemesini küçük bir nükte olarak belirtelim. Şimdi “vav“ın yerine geçirilen “v“lerin sanat olmayacağı ve para da kazandırmayacağı, kalemiyle geçinen kimselerin sanatçıdan çok kiralık kalemler olduğu gerçeğiyle açığa çıkıyor diye düşünüyorum.
“Sanat karın doyurur mu, doyurmaz mı?“ tartışılabilir, ama gerçek sanatın faydası, hayırlara vesîle olması, mideden daha önemli olan rûhu doyurması tartışılamaz.
Yapılanın faydalı olması için yalancı sanat olmaması gerekir. Gerçek sanat, gerçek üzere olan sanattır. Hak üzere olmayan yalan sanatın faydası da yalandır.
- 64 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sanat ve Gerçek
“Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar günaha, iftirâya düşkün olan herkesin üstüne inerler. Bunlar (şeytanlara) kulak verirler ve onların çoğu yalancıdır. Şâirler(e gelince) onlara da sapıklar uyarlar. Onların her vâdide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi? Ancak iman edip sâlih/iyi ameller yapanlar, Allah'ı çok zikredenler ve zulme uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başkadır. Zâlimler hangi inkılâba döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.“ 180
Şeytanların ilhamları ile sanat(!) yapanların önemli özelliklerini bu âyetlerde görüyoruz. Yalancı, iftirâcı, yapmadıkları şeyleri söyleyen kimselerdir bu günahkârlar.
Açıkça görüyoruz ki, İslâm, sanat için de olsa yalana asla geçit vermez. Daha doğrusu, yalanı sanattan saymaz. Yalanı güzel kabul edenler, yalancı güzellikle karşı karşıyadırlar, aldanmışlardır. Yalancının mumu yatsıya kadar yandığından, sanatın uzun ömürlü olması için gerçek sanat olması gerekir. Doğruluktan güven ve sevgi oluşur. Yalan ise, güvensizlik, nefret ve çirkinliklere götürür. Yalan, çirkinliklere bulaştırdığı için güzellik kaynağı olan imana zıttır. Müslümanın sanatı, güzel bir gerçek (hak) arasında tam bir âhengin teminini hazırlayan bir sanattır. Çünkü kâinatta “güzel“ bir “gerçek“tir. Gerçek ise, güzelin doruğu.
Batıda gerçek için tek ölçü, bilimsel araç ve gereç dedikleri bazı aygıtlar ve gözdür. Bunun dışında gerçek yoktur. Hakikatin hakikat olabilmesi için deneyci bilim adamlarının laboratuvarında onaylanması şarttır. Bazıları daha da ileriye (geriye) giderek hakikatin çerçevesini öyle daraltmışlardır ki “Tanrı'yı neşterlerimizin altında görmedikçe varlığını kabul etmeyeceğiz“ demişlerdir. Ruh denilen bir gerçeğin tamamen yok sayılması ve maddî gerçekliğin tek ölçü kabul edilmesidir bu. Hâlbuki insanın ruhunda yer etmeyen ve ruhla bir etkileşim içerisine girerek bu doğrultuda harekette bulunmayan hiçbir şey, gerçekte mevcut sayılmaz. İnanç, düşünce, fikir, dâvâ gibi maddî gerçeklerin dışındakileri ele alalım. Bunlar bizim için büyük rûhî gerçeklerdir. Bunlarla yaşar, bunlarla hareket eder ve bunların etkisinde kalırız. Davranış, iş ve bilincimizde hep bunların etkisi vardır. Onun için bir dâvâ bizden başkası tarafından görülmese ve bizden başkası ona varlık hakkı tanımasa da, bizim için var olan her şey gibi mevcut bir gerçektir.
Sanatkâr yazdığı, söylediği, yaptığı her şeyi bizzat yaşamış olmalı. Hem de bu yaşama herkesin yaşadığı gibi basit ve sıradan bir şekilde değil; rûhunda, benliğinde de yaşamalı sanatkâr. Onunla yatıp kalkmalı, onunla içli-dışlı olmalı. Yoksa samimiyet, ihlâs, sâlih amel olmaz yaptıkları. Mücerreb bir hakikattir ki, hissetmeyen hissettiremez. İnanmayan inandıramaz. Yaşamayan yaşamaya çağıramaz. Görmek, öğrenmek başka şeydir, tâ ruhta duymak, yaşamak daha başka. Bir sanat eserinin etkisi veya etkisizliği, o eserin anlattığı şeyleri sanatçının iç dünyasında yaşamış olup olmamasına bağlıdır. Bu samimiyet, eserin kalıcı, uzun ömürlü olmasını sağladığı gibi, sahibinin amel defterlerinin kapanmaması ve onun sık sık hatırlanması cihetiyle onun ölümsüzleşmesi ve ebedîleşmesi demeyelim, ama çok uzun yaşaması demektir. Dolayısıyla madde dünyasında doğanlar kısa müddet sonra ölür, ama gerçek sanat dünyasında doğanlar, sanatlarının mutlak hakikatten aldığı pay kadar yaşamaya devam eder. Hem de evrensel
180] 26/Şuarâ, 221-227
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 65 -
bir yaşamadır bu.
Sanat Dallarına Bakış Açımız
“De ki: 'Size (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayanları bildirelim mi? (Bunlar) güzel sanat yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir.“ 181
Sanatı ve sanat kabul edilenleri değişik biçimde tasnif etmek, farklı bölümlerde incelemek mümkün. Güzel sanatlar, zanaatlar, göze hitap eden sanatlar, kulağa hitap edenler, fonetik sanatlar, plastik sanatlar, el sanatları, süsleme sanatları, halk sanatları, grafik sanatlar, tatbiki güzel sanatlar gibi.
Batıda mimarlık, heykeltıraşlık, resim, müzik ve edebiyat sanatının ana dalları; diğer türler bunların birer kolu kabul edilir.
Sanatı ve sanat kabul edilenleri hiçbir genel sınıflandırmaya tâbi tutmadan saymaya çalışalım:
Edebiyat, müzik, resim, heykel, mimarî, tiyatro, dans, opera, operet, bale, sinema, minyatür, karikatür, fotoğrafçılık, seramik, çanak-çömlek yapımı, mobilyacılık, halı-kilim dokumacılığı, metal işleme, ağaç oymacılığı, iç mimarlık, mermercilik, vitray, grafik sanatlar, edebî sanatlar, el sanatları, stilistlik, modelistlik, mankenlik, moda, şehircilik, bahçe mimarisi, dekor sanatı, döşemecilik, aşçılık, kuaförlük, makyaj, parfüm gibi tuvalet sanatları... (en iyisi, sanatın iyice kokusu çıkmadan noktayı koyalım).
Müslümanlara göre güzel sanat denilince ilk sırayı edebiyat alır kanaatindeyiz. Kur'an ve Sünnet'in hem edebiyat şaheserleri olmaları, hem edebiyatı teşvik ve tavsiye etmeleri, hem de dinin tebliğine en müsâit sanat dalları olmaları hasebiyle şiir, hikâye, hiciv, edebî sanatlar ve her türlü dallarıyla edebiyat. Sonra mimarî, süsleme sanatları. Tabii ki hat, kıraat, tezhip, ebru...
Resim, müzik, tiyatro ve sinema çok sıkı kayıt ve şartlarla kabul edilebilecek dallar. (Bu sanat dallarının aslının kötü olduğundan değil; özellikle günümüzde çok çeşitli haram ve küfürlere bulaşmasından dolayı bu sanatlara biraz soğuk bakıyor, sıcak ortamları bekliyoruz.) Heykelin sadece soyut olanı, resmin daha çok minyatür ve karikatür şeklinde ya da figür halinde tezâhürü, zanaat denilen el sanatlarının hemen her çeşidi. Ölçü belli: Allah'ın hudûdu.
İnsan ve hayvan figürlerine âit heykellerin, dans, bale gibi etkinliklerin sanat kabul edilmesi bizim açımızdan mümkün değil. Herhangi bir harama veya küfre âlet ve vesîle olan şekliyle sanat kabul edilenlerin güzelliği de meşrûluğu da kaybolur. Genel ölçü, Allah'a yaklaştıran herhangi bir şey meşrû, Allah'tan uzaklaştıran; tâğutlara, şeytana, nefsin hevâsına hizmet eden herhangi bir şey çirkin ve yasak. Müslümana göre sanatın mutlaka bir hayra hizmet etmesi ve yalan değil, hakikat olması gerekir. Tabii ki dinî ölçüler, selim akıl ve fıtrat kalıpları içinde güzel olması, estetik, zevke uygun olması şarttır ki sanat olabilsin. Bütün bu sanatlar vecd, tefekkür ve tebliğe hizmetleri ölçüsünde dince makbuldür.
Sanat deyince dejenere edilip yozlaştırılmış toplumun aklına gelen iki şeyden
181] Kehf, 103-104
- 66 -
KUR’AN KAVRAMLARI
biri müzik. Müziğin helâl ve haram türleri var. Ayrıca müziğin icrâ edildiği yere ve icrâ edildiği maksada göre de hükmü değişir. Haddi aşmadığı ve herhangi bir günaha sebep olmadığı takdirde çoğu âlimlerce mubah görülen müziğin günümüzdeki durumu dikkate alınmadan değerlendirmesi yanlış olur. Günümüzde müziğin içkili gazinolarda, fısk u fücuru ihtivâ eden, haramla birleşerek icrâ olunan, hayvanî duyguları öne çıkaran, cinsiyet ve seksin ön planda olduğu, şarkı sözlerinin çoğunun İslâmî edep ve hayâyâ ters düşmesi bir yana, küfür lafızlarını da içermesi değerlendirilince mubah damgasını vurmak mümkün değildir. Vakit israfı, para israfı, sayılanların yanında daha küçük problem. Bu problemlerin hiçbiri yoksa salt olarak müzik, insanı şeytanî düşüncelere yaklaştırmıyor ve müslümanlığını unutturmuyorsa o takdirde helâl denilebilir. Günümüzde adına yanlış olarak dinî mûsikî denilen ilâhî, marş ve ezgileri buna örnek verebiliriz.
Sinema için de benzer şeyler söyleyebilir, aynı hükümleri tekrarlayabiliriz. Hep kadın ve çıplaklık, gayri meşrû ilişkiler, sevgililer, kâfirlerin câhilî hayatlarının reklamı... Türk filmleri de batı hayatının ve batı filmlerinin hem de çok kötü birer taklidi. Konular bizim insanımıza tümüyle ters olduğu halde, izleye izleye insanımızın hayatı da film oldu. Bugünkü ortamda sinemaya gitmeyene, film seyretmeyene tavsiye edilecek, onu filme alıştıracak, yani içinde hiçbir çirkin ve haram unsur bulunmayan bir film var mı, bilmiyorum. Bana sorarsanız, bugünkü şartlarla tebliğe müsâit görünmüyor sinema. Çünkü onlarca problemi var sinemanın. Meselâ bayan eleman, yani aktrist problemi var. Oyuncu kızcağızın kıyafetinden zarâfetine dişiliğinin ortaya çıkmaması nasıl mümkün olacak? “Bâtılı tasvir, saf zihinleri saptırır.“ Müşrik veya günahkârları, kötüleri tasvir etmeyen, onların çirkefliklerini gözler önüne sermeyen film biliyor musunuz? Bu rolleri müslümanın mı, bir başkasının mı oynayacağından tutun, elfâz-ı küfrü ve ef'âl-i küfrü rol icabı da olsa söyleyip yapmaları... Bunların ibret olduğu kadar bazıları açısından kötü örnek teşkil etmesi, bazılarını olumsuz yönde etkilemesi gibi birçok sakıncalar. Oyuncu, senaryo yazarı, yönetmen ve diğer teknik elemanların gerçek anlamda müslaman, hatta dâvâ adamı olup olmamaları; olaya tüccarca mı, sanatçı olarak mı, yoksa tâvizsiz dâvâ adamı olarak mı baktıkları, bunların genel olarak İslâm'ı, Kur'an'ı ve yaptıkları işle alâkalı teferruatlı hükümleri ne oranda bildikleri, yaşadıkları değerlendirilmeli. Bütün bu problemlerin aşılması için ortam, bağımsız ve helâl finansman temini, hangi televizyonda veya hangi salonlarda oynanabileceği, rejimin sansür kurumlarını nasıl geçeceği... Film seyretmeyeni sinemaya alıştırma tehlikesi, muayyen bir şahsın taklidinin hükmü, hayalde büyük yeri olan bir zâtın veya peygamberin basit bir artist tarafından canlandırılması (ne demek canlandırma?), yani rol olarak taklidi. Sözgelimi gençlere Hz. Hamza dediğinizde akıllarına Yunan asıllı Amerikalı kâfir Anthony Quinn geliyor. Züleyha denilince Fatma Girik vb.
Bütün bu problemler aşılsın, ortaya müslümanca bir şey konulsun, sonra konuşalım hükmünü.
Tiyatro için de aşağı yukarı aynı problemler sözkonusu. Hükmü de benzer.
Peki, öyleyse bunlardan İslâm adına yararlanmayalım mı? Yararlanma yollarını arayalım, ama nasıl? Din, “ille yararlanın, haram veya büyük günahlar önemli değil!“ diyorsa, tamam. Haramlarla İslâm'a hizmet ve tebliğ olmayacağını, alkolle abdest alınmayacağını bilelim. Şu anda öncelikle ilimle mi, filmle
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 67 -
mi uğraşmalıyız, din bizden ne bekliyor, bu ortam içinde tekrar değerlendirelim. Dünyaya hizmet için değil; kulluk için geldiğimizi hesap edelim. Kulluğun içine ne kadar hizmet giriyorsa, yani yaptığımızın ne kadarı ibâdet ise, ancak o kadarını yaratılış amacımız, diğerlerinin ise nefsin aldatmacası, şeytanın sağdan yaklaşarak bizi kandırması olarak düşünelim.
Edebiyata gelince... Haramlara ve küfre vâsıta olması, günahkâr yalancılar elinde şeytanî ilhamlarla küfre hizmet edilmesi Kur'an'ın dikkatleri çektiği büyük günah. İslâm için kullanılması ise Kâ'b bin Züheyr için olduğu gibi Hz. Peygamber’e (s.a.s.) cübbesini çıkartıp ikram ettirecek ölçüde teşvike şâyân.
Müslüman açısından sanatlar içinde ilk sırada sayılabilir edebiyat. Müslümanlar söz sanatlarında, hitâbet ve edebiyatta söz sahibi olmalıdır. Laf adamı olmaktan ve gevezelikten kurtulmak, sanatla bu çirkinliklerin farkını ayırabilmek için de gereklidir bu. Savunduklarının ve yaşadıklarının güzelliğinin dile yansıması, “insanlara güzel söyleyin.“182 emrine uyulmasıdır bu.
Kur'an müslümanlar için birinci ve en büyük sanat kaynağı olmasına rağmen, bundan çok az yararlanılmıştır.
Sadece müslümanlara has orijinal sanatlar daha çok Kur'an'la direkt ilgili sanatlardır. Hat sanatı bunlardan biridir. Yasaklanan canlı resimlerine karşı, yazıdan tablo gibi resim yapar müslüman sanatçı. Hem tebliğdir hüsn-i hat, hem süs.
Kur'ân-ı Kerim tilâveti, müslümanlara has orijinal sanatlardan bir diğeridir. Rasûlullah’ın (s.a.s.) “Kur'an'ı seslerinizle süsleyiniz.“183 emri ve teşviki, bu sanatın gelişmesine en büyük etken olmuştur.
Hayber'in fethi sırasında bir sahâbî, nağme ile şiir (ilâhî-marş) okumaya başlayınca Rasûlullah (s.a.s.) ona duâda bulunmuşlardı.184 Ezanı güzel sesli ashâba okuturlardı. Güzel sesli bazı sahâbîden Kur'an dinlerlerdi. Dinin bu teşviki hoş sadâ ile Kur'an tilâvetinin, makamla ezanın ve meşrû mûsikinin gelişmesi açısından büyük rol oynamıştır.
“Güzel sesin ne önemi var, okunan Kur'an'ın mesajı yeterli“ diyemezsiniz. Güzel ses, mesajın etkisini arttırır. Bir divan şâirinin “Bozulmaz mâni-i Kur'an, olursa bed sadâ hâfız“ demesine nazîre yaparak Bağdat'lı Rûhî şöyle cevap veriyordu: “Uçar te'sîr-i Kur'an olursa bed sadâ hâfız.“ (Yani, bir şâirin, “Hâfızın sesi kötü olursa, Kur'an'ın mânâsı bozulmaz“ demesi üzerine şâir Rûhî: “Hâfızın sesi kötü olursa, Kur'an'ın etkisi uçup gider.“ Yani “Kur'an'ın tefsiri değilse de tesiri bozulur“ diye cevaplamıştır.)
Resim ve heykele gelince... Canlı resim, özellikle insan figürü resimde yasak kabul edilmiş. Özellikle heykel için bu yasaklık daha net ve daha tartışmasızdır. Tevhid inancının temel esaslarını korumak, bu yasağın en büyük hikmetidir. Kendi eliyle yaptığına tapma ahmaklığını bazı insanlar, sadece eski câhiliyye döneminde değil; şu asırda ve çok yakınlarımızda bile göstermekte. Sadece imal ettiği halde “yaratma“ vehmine kapılmak, çıplak kadın heykeli, sahte tanrılar, bâtıl dinlerin sembolleri gibi şeyler yapmaya kalkmak ve bunların demirden, tunçtan
182] Bakara, 83
183] Buhârî, Müslim
184] Buhârî, Müslim
- 68 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yontusu için büyük paralar sarfetmek, faydasız bir lüks, yani israf, heykelin yasaklanması için diğer hikmetler.
İslâm'da canlı resim ve heykellerin yasaklanmasının, bazı iddiâların aksine, sanat için çok olumlu etkileri vardır. Biyolojik bir vâkıadır ki, kullanılmayan bir kabiliyet, kullanılmakta olan diğer yeteneği takviye eder. Meselâ bir âmânın hâfızası ve hassâsiyeti normal insanlarınkinden kat kat üstündür. Meyvesini çoğaltmak için ağacın budanması gibi canlı yaratıkların resim, yontma ve heykellerinin tasvirinden uzak kalan sanatkârın kabiliyeti diğer sahalarda daha büyük kuvvetle kendini gösterir. Hat sanatı, minyatür, arabesk, stilizasyon ve her çeşit süsleme sanatındaki müslüman sanatçının başarıları bunun delilidir. Resim ve heykelin soyut olanına İslâm yasak koymaz. Dolayısıyla resimle veya heykelle uğraşmak isteyen için soyut resim ve heykelin kapıları ardına kadar açıktır. Modern resim ve heykel sanatı bile soyut resim ve heykele yöneldi. Minyatür modernize edilebilir, soyut resmin sınırsız imkân ve güzelliklerinden yararlanılabilir. Hat modern resme adapte edilebilir. Heykelden tebliğ amaçlı olarak da yararlanılabilir. Allah'ı, âhireti, ölümü, kulluğu hatırlatan, canlı figürlerden uzak, soyut heykel ve anıtlar gerekirse meydanlara dikilebilir. İsrafa kaçmadan ve yararlı bir şekilde müslümanca bu sanatlarla uğraşılabilir.
Sanat konusunda çok az yasak vardır. Yeme-içme konusundaki birkaç yasak gibi. Geniş olan alan, meşrû olan alandır. Yasakların çoğu putçuluk, seks, fitne, fesat, israf gibi, sanatın aslına âit olmayan unsurlardır ki, şeytanın süsleyip güzel gösterdiği ârızî dış etkenlerle ilgilidir. Bunlar sanatla birlikte olmasa da yasak olan inanç ve ahlâk dışı çirkinliklerdir. Müslüman sanatkârın önünde, kabiliyetini gösterebileceği çok geniş saha vardır. Ancak, oynamasını bilmeyen gelin “yerim dar, yerim dar“ der.
“Müslümanım“ diyen sanatçı, Kur'an'a yönelmek zorundadır. Ancak bu şekilde evrensel çapta, güçlü ve orijinal eserler üretebilir. Sanatın da, sanatçının da kurtuluşu Kur'an'dadır...
Sanat Konusunda Neler Yapılabilir?
Bazıları, “mehteri ihyâ edelim. Düğünlerimizi, eğlencelerimizi mehter marşları şenlendirsin. Millî-tarihî sanatımız bizi, biz onu kurtaralım“ diyebilir. Bazıları, okunmaz, anlaşılmaz hale getirilmiş, tebliğ amacı unutulmuş hat sanatını bu ortam için “İslâm sanatı“nın çıkış noktası olarak teklif edebilir. Ebru, tezhip gibi bize âit, ama ölmüş sanatları diriltmek için boşuna uğraşabilir. Veya en fazla yeni Mimar Sinan'lar çıkması gerekir ki “İslâmî sanat“ oluşsun değerlendirmesi yapabilir.
Bütün bu ve buna benzer görüşlerin bugünkü müslümanlar için, müslümanca sanat için hayâtî önemi olduğunu sanmıyorum. Önce konumumuzu tespit etmeliyiz; sonra ihtiyaçlarımızı. Niçin geldik dünyaya, nasıl bir dünyada, nasıl bir çevrede yaşıyoruz? Görevlerimiz, öncelikli işimiz nelerdir? İnsanların imanları bin bir oyunla, düzenle çalınırken, İslâm'a hizmet iddiâsındakiler İslâm'ı bilmez, hoca denilenlerin bilmem kaçta kaçı gerçek İslâm'a inanmazken... Neye, nereden başlamalıyız?
Her düzen kendi sanat anlayışını ve sanatını beraberinde getirir. Her rejim kendi prensiplerine uygun ortamı ve altyapıyı oluşturur. O yüzden müslümanca
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 69 -
sanat isteyenler her alanda müslümanca bir nizam için, Şeriat için çalışmalıdır. Bu çalışmalar estetik biçimde olduğu müddetçe sınırlı da olsa sanat ortaya çıkmış olacaktır. Yani istenen ve beklenen nizamı tebliğ için her türlü faâliyetler de sanata dönüşebilir.
Her yaptığımızı en güzel şekilde yapmak İslâm'ın emri olduğu için müslümanın her yaptığı sanat haline dönüşebilir. Kur'an'da geçen “ihsân“ tüm anlamlarıyla gerçekten güzel olanı, güzel sanatı da ifâde edecek boyuttadır: “Güzellikler yapın. Şüphesiz ki Allah muhsinleri, güzel hareketlerde bulunanları sever.“185 Âyette geçen ihsân, husün ve hasenât kelimeleri, aynı kökten ve Türkçe'de de az-çok kullanılmakta. Güzellik, iyilik, infak etmek, işi doğru yapmak, dürüst olmak gibi anlamlara gelir. Allah'ın sevdiği “muhsin“ de Arapça'da işinin ehli olana denir; infak eden ve güzel harekette bulunan anlamlarıyla birlikte. “İhsan (güzel hareket) nedir?“ diye Rasûlullah’a (s.a.s.) sorulmuştu. O da: “İhsan, Allah'a O'nu görüyormuş gibi kulluk etmendir. Eğer sen O'nu görmüyorsan, mutlaka O seni görüyor.“ 186 diye cevaplamıştı. İşte ihsan, bu çeşit kulluktur; ihsan, yani sanat.
Bugün esas olarak ve öncelikle yapılması gerekenin fert, toplum ve düzen bazında tevhidle kopan bağın asr-ı saâdet örneğiyle yeniden ikamesi olmalıdır. Tevhide dayanmayan, Lâ ilâhe illâllah dâvâsıyla ilgisi bulunmayan bir çalışmanın, bütün dünyaca şöhreti olan bir sanat kabul edilse bile; müslüman açısından hiçbir önemi yoktur.
Allah'a kulluk/ibâdet için yaratılan insanın en önemli sanatı kulluktur. Kulluk yapmak demek, her şeyi imtihan vesilesi bilerek Allah'ı sevmek, Rasûlü'nü örnek almak, güzellikleri tanımak ve güzel yaşamak demektir. Bunun adına ister ibâdet/kulluk deyin, ister örnek insan olma deyin, ister insanca yaşama deyin, isterse adam olma sanatı deyin; esas sanat budur. Hayatı sanat haline getirmek, yaşamayı anlamlı ve güzel kılmak, güzele tâbi olmakla mümkün olduğundan, bu, bizim elimizde. Kur'an, en büyük sanat eseri; canlı Kur'an olmak da hem bizim, hem sanatın canlanması için tek yol. Fıtratımız güzel, en güzel sûrette yaratılmışız; fıtrata uygun yaşamaksa ana vatanımıza (cennete) dönüşümüz, sanat şaheseri güzelliklere lâyık olmamız demek. O takdirde dünyamız da cennete dönüşecek, bu gurbet bitecektir.
“Rabbimiz, bize dünyada da hasene/güzellik ver, âhirette de hasene/güzellik ver.“ 187
“Allah vergisi olan vehbî güzelliğin, çalışmayla elde edilen kesbî güzellikle izdivâcından sanat denilen çocuk doğar.“
“Bir şeyi, en güzel şekilde anlatmak, en iyi zamanda, en iyi mekânda, yani yeri ve zamanında anlatmaktır sanat.“
“Fıtrata uygun olan yöntem, sanat yöntemidir. Çünkü sanat güzellik demektir, güzellik de fıtrîdir.“
“Eserdir, sanattır, dildir rûhun güzelliğini gösteren.“
185] Bakara, 195
186] Buhâri, İman 37, 1/20; Müslim, İman 1, Hadis no: 8, 1/36; Tirmizî, İman 14, Hadis no: 2738, 4/119; Ebû Dâvud, Sünnet 16, hadis no: 4695, 4/223; İbn Mâce, Mukaddime 9, hadis no: 63,64, 1/24; Nesâi, İman 6, 8/88
187] 2/Bakara, 201
- 70 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Kişi kimi seviyorsa odur en güzel.“
“Güzel olan şeyler, ancak kendilerinden anlayan ve hoşlanan kimselere güzel gelir.“
“Rûhun güzelliği, bedenin güzelliği kadar kolaylıkla görülmez.“
“İç hayatımızın hazinesini zenginleştiren her şey güzeldir.“
“Satılan ve satın alınan güzellikler, yapay/sanal güzelliklerdir; saf/doğal değildir.“
“Güzellik, Allah'ın armağanıdır.“
“Asırlardır bu böyledir, / Bütün kötülükler geçer; / Yaşar iyi ve güzel olan.“
“Bu hayata değer verdiren tek şey, sonsuz güzelliğin görülmesidir.“
“İnsan, bu geçici dünyada güzelliği görünce gerçek güzelliği hatırlar ve ona doğru uçmak için yanar tutuşur.“
“Güzelle iyinin arasında bir fark vardır; İyinin ispatlanmaya ihtiyacı vardır, güzel ise güzeldir.“
“Güzel ve göz alıcı her şey iyi olmayabilir; ancak iyi olan her şey güzeldir.“
“Doğru olan bir şey, hep güzel ve akla yakındır.“
“Güzellik gerçektir; gerçek de güzelliktir.“
“Bana Allah'ı hissettirmeyen câmi, ne kadar muhteşem olsa bile güzel değildir.“
“Güzel gören, güzel düşünür; güzel düşünen hayatından lezzet alır.“
“Güzel ahlâklı, güzel düşünür. Güzel düşünen, güzel levhaları görür. Kötü ahlâklı kötü düşündüğünden, çirkin levhaları görür.“
“Her şey ya hakikaten güzeldir; ya bizzat güzeldir veya neticeleri itibarıyla güzeldir.“
“Birkısım olaylar vardır ki, zâhiri çirkin ve karışıktır. Fakat o zâhirî perde altında çok parlak güzellikler ve intizamlar vardır.“
“Her şeyin bir mülk, diğeri melekût; yani biri dış, diğeri iç olmak üzere iki yönü vardır. Mülk ciheti, bazı şeylerde güzeldir ve şeffaftır; Aynanın dış yüzü gibi. O yüzden, çirkin görünen şeyin yaratılışı, çirkin değildir, güzeldir. Aynı zamanda o çirkinlerin yaratılışı, güzellikleri tamamlamak içindir. O yüzden çirkinin de bir çeşit güzelliği vardır.“
“Güzellik bir nimettir. Nimete şükredilse, mânen ziyâdeleşir/artar; Şükredilmezse değişir, çirkinleşir.“
“Güzel değil batmakla kaybolan mahbûp/sevgili. Çünkü zevâle/yokluğa mahkûm, gerçek güzel olamaz; ebedî sevgi için yaratılan ve İlâhî ayna olan kalp ile sevilmez/sevilmemeli.“
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 71 -
Sanat ve Güzellik Konularıyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- San’at Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerime: (1 Yerde): 21/Enbiyâ, 80
B- San’at Kelimesinin Kökü Olan S-n-a’ Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler: (Toplam 20 Yerde): 5/Mâide, 14, 63; 7/A’râf, 137; 11/Hûd, 16, 37, 38; 13/Ra’d, 31; 16/Nahl, 112; 18/Kehf, 104; 20/Tâhâ, 39, 41, 69, 69; 21/Enbiyâ, 80; 23/Mü’minûn, 27; 24/Nûr, 30; 26/Şuarâ, 129; 27/Neml, 88; 29/Ankebût, 45; 35/Fâtır, 8.
C- Güzellik Anlamındaki Husn Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (194 Yerde): 2/Bakara, 58, 83, 83, 112, 138, 178, 195, 195, 201, 201, 229, 236, 245; 3/Âl-i İmrân, 14, 37, 37, 120, 134, 148, 148, 172, 195; 4/Nisâ, 36, 40, 59, 62, 69, 78, 79, 85, 86, 95, 125, 125, 128; 5/Mâide, 12, 13, 50, 85, 93, 93; 6/En'âm, 84, 151, 152, 154, 160; 7/A'râf, 56, 95, 145, 168, 131, 137, 156, 161, 180; 8/Enfâl, 17; 9/Tevbe, 50, 52, 91, 100, 107, 120, 121; 10/Yûnus, 26, 26; 11/Hûd, 3, 7, 88, 114, 115; 12/Yûsuf, 3, 22, 23, 36, 56, 78, 90, 100; 13/Ra'd, 6, 18, 22, 29; 16/Nahl, 30, 30, 41, 62, 67, 75, 90, 96, 97, 122, 125, 125, 128; 17/İsrâ, 7, 7, 23, 34, 35, 53, 110; 18/Kehf, 2, 7, 30, 31, 86, 88, 104; 19/Meryem, 73, 74; 20/Tâhâ, 8, 86; 21/Enbiyâ, 101; 22/Hacc, 37, 58; 23/Mü'minûn, 14, 96; 24/Nûr, 38; 25/Furkan, 24, 33, 70, 76; 27/Neml, 11, 46, 89, ; 28/Kasas, 14, 54, 61, 77, 77, 84; 29/Ankebût, 7, 8, 46, 69; 31/Lokman, 3, 22; 32/Secde, 7; 33/Ahzâb, 21, 29, 52; 35/Fâtır, 8; 37/Sâffât, 80, 113, 105, 110, 121, 125, 131; 38/Sâd, 25, 40, 49; 39/Zümer, 10, 10, 18, 23, 34, 35, 55, 58; 40/Mü'min, 64; 41/Fussılet, 33, 34, 34, 50; 42/Şûrâ, 23, 23; 46/Ahkaf, 12, 15, 16; 48/Fetih, 16; 51/Zâriyât, 16; 53/Necm, 31, 31; 55/Rahmân, 60, 60, 76; 57/Hadîd, 10, 11, 18; 59/Haşr, 24; 60/Mümtehine, 4, 6; 64/Teğâbün, 3, 17; 65/Talâk, 11; 67/Mülk, 2; 73/Müzzemmil, 20; 77/Mürselât, 44; 92/Leyl, 6, 9; 95/Tîn, 4.
D- İhsân Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 12 Yerde): 2/Bakara, 83, 178, 229; 4/Nisâ, 36, 62; 6/En’âm, 151; 9/Tevbe, 100; 16/Nahl, 90; 17/İsrâ, 23; 46/Ahkaf, 15; 55/Rahmân, 60, 60.
E- Muhsin Kelimesi ve Çoğulunun Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 39 Yerde): 2/Bakara, 58, 112, 125, 195, 236; 3/Âl-i İmrân, 134, 148; 5/Mâide, 13, 85, 93; 6/En’âm, 84; 7/A’râf, 56, 161; 9/Tevbe, 91, 120; 11/Hûd, 115; 12/Yûsuf, 22, 36, 56, 78, 90; 16/Nahl, 128; 22/Hacc, 37; 28/Kasas, 14; 29/Ankebût, 69; 31/Lokman, 3, 22; 33/Ahzâb, 29; 37/Sâffât, 80, 105, 110, 113, 121, 131; 39/Zümer, 34, 58; 46/Ahkaf, 12; 51/Zâriyât, 16; 77/Mürselât, 44.
F- Güzellik, Hayır ve İyilik Konularındaki Âyet-i Kerimeler:
a- Hayır ve Şer İmtihandır: 21/Enbiyâ, 35.
b- Allah, Bir Kişi Hakkında Hayır Dilerse Onu Geri Çevirecek Yoktur: 10/Yûnus, 107.
c- Hasenât (Güzellikler): 11/Hûd, 114.
d- İnsana İyi ve Kötü Diye İki Yol Gösterilmiştir: 90/Beled, 10; 91/Şems, 8.
e- Allah’tan Hayır İstemek: 26/Şuarâ, 84.
f- Hoşa Giden Bir Şey Hayır Olabilir: 2/Bakara, 216; 31/Lokman, 34.
g- Hayır, Allah’ın Elindedir: 3/Âl-i İmrân, 26; 4/Nisâ, 79.
h- Âhirete Önden Hayır Yollamak: 2/Bakara, 110; 22/Hacc, 77; 36/Yâsin, 12; 59/Haşr, 18; 75/Kıyâme, 13; 82/İnfitâr, 5.
i- Hayır İşlerinde Yarışmak: 2/Bakara, 148; 5/Mâide, 48; 23/Mü’minûn, 61.
j- Birr/İyilik: 2/Bakara, 177, 189.
k- İyilik Etmek: 2/Bakara, 195; 3/Âl-i İmrân, 134; 4/Nisâ, 36, 114, 125; 16/Nahl, 128.
l- İyiliklere Önder Olmak: 4/Nisâ, 85.
m- İyiliği Açıklamak ve Gizlemek: 4/Nisâ, 149.
n- İyilik Etmek ve Kötülükten Sakınmakta Yardımlaşmak: 5/Mâide, 2.
o- Kötülüğü İyilikle Savmak: 13/Ra’d, 22; 23/Mü’minûn, 96; 41/Fussılet, 34-35.
p- Allah, İhsânı (İyiliği) Emreder: 16/Nahl, 90.
r- Yapılan İyiliği Çok Görmemek: 74/Müddessir, 6.
s- Daha Çoğunu Bekleyerek, İyilik Yapmaktan Sakınmak: 74/Müddessir, 6.
ş- İyilik Yapanla Kötülük Yapanın Misâli: 45/Câsiye, 21.
t- Kötülüğe Karşı İyilik, Dost Kazandırır: 23/Mü’minûn, 96; 41/Fussılet, 34-36.
u- Hayra Engel Olmak: 2/Bakara, 217; 68/Kalem, 12.
ü- İyilikleri Başa Kakmak: 2/Bakara, 262, 263, 264, 266; 26/Şuarâ, 22; 49/Hucurât, 17; 73/Müzzemmil, 20; 74/Müddessir, 6.
v- Allah, İyiliğin Karşılığını Kat Kat Verir: 4/Nisâ, 40, 124; 6/En’âm, 160; 10/Yûnus, 26; 42/Şûrâ, 23; 73/Müzzemmil, 20.
- 72 -
KUR’AN KAVRAMLARI
y- Her İyiliğin ve Kötülüğün Karşılığı Verilecektir: 99/Zilzâl, 6-8.
z- İyiliğin Karşılığı: 4/nisâ, 124; 31/Lokman, 16; 73/Müzzemmil, 20.
G- İhsan Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
a- İhsân Nedir? 10/Yûnus, 26.
b- Allah, İhsânı Emreder: 16/Nahl, 90.
c- Gerçek Muhsinler: 31/Lokman, 3-5.
d- Amel ve İbâdette İhsan: 2/Bakara, 112.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. İslâm Düşüncesinde Sanat, Muhammed Kutup, Çev. Akif Nuri, Fikir Y. İstanbul, 1979
2. İslâm’da Sanat Sanatta İslâm, Nusret Çam, Akçağ Y., 3. Baskı, Ank, 1999
3. İslâm’da Sanat Resim ve Mimari, Nusret Çam, Özel Y., Ank. 1994
4. İslâm Sanatı ve Mâneviyatı, Seyyid Hüseyin Nasr, İnsan Y., İst. 1992
5. İslâm Düşüncesinde Tevhid ve Estetik İlişkisi, Ramazan Altıntaş, Pınar Y., İst. 2002
6. Sanat ve İnsan, Vedat Erkul, Timaş Y., İst. 1996
7. Gelenek Işığında Çağdaş Sanat, Sezer Tansuğ, İz Y., İst. 1997
8. İslâm'a Giriş, Muhammed Hamidullah, Nur Y. 2. Baskı, İstanbul, 1965
9. Sanat, Rehber Ali Hamaney, Terc. İsmail Bendiderya, Objektif Y., İst. 1993
10. Görsel Sanatlar ve İslâm, Heyet, İSAV, İlmî Neşriyat Y.
11. İslâm Açısından Musiki ve Sema, Süleyman Uludağ, İrfan Y. İstanbul, 1976
12. İslâm’a Göre Müzik ve Müzisyenler, Lois L. Farukî, Akabe Y., İst. 1985
13. Musiki’nin Hükmü, Aliyyu’l-Kari, Tevhid Y., İst. 1998
14. İslâm’da Resim ve Heykel, Osman Şekerci, Nûn Y., İst. 1996
15. İslâm'da Resim ve Heykelin Yeri, Osman Şekerci, Çanakkale Seramik F.K.A. Hizmetleri, İstanbul, 974
16. İslâm Estetiği, Beşir Ayvazoğlu, Ağaç Y. İstanbul, 1992
17. Aşk Estetiği, Beşir Ayvazoğlu, Birlik Y. Ankara, 1982
18. Vahiy, Arkeoloji ve Sanat, Y. Can, Samsun, 1996
19. İslâm’ın Kutsal Mabetleri, Y. Can, Samsun, 1995
20. Muhteşem Sanatkâr, Servet Engin, Adım Y., İst., 1996
21. Çıplaklık Kültürü ve Kültürel Çıplaklık, Gulam Ali Haddad Âdil, Seçkin Y. 2. Baskı, İstanbul, 1988
22. Edebiyat Geleneği, Mustafa Miyasoğlu, Yeni Sanat Y. İstanbul, 1975
23. İslâm'da Helâl ve Haram, Yusuf el-Kardavî, Hilâl Y. 5. Baskı, Ankara, Tarihsiz
24. Siyaset ve Sanat, Açıkoturum, Heyet, Akabe Y., Ankara, 1984
25. Kur'an'da Edebî Tasvir, Seyyid Kutup, Hilal Y. İstanbul, 1967
26. Kur’ân-ı Kerim’de Edebî Sanatlar, Cüneyt Eren, Halil Özcan, Aktif Y., Erzurum, 2003
27. Kur’an’da Edebî Mucize, Abdullah Aymaz, Özel Y.
28. İslâm Sanatının Oluşumu, Oleg Grabar, Terc. Nurhan Yavuz, Hürriyet Vakfı Y., İst. 1988
29. Doğu İslâm Memleketlerinde Minyatür, Ernst Kuhnel, çev. Suut Kemal Yetkin, M. Özgü, A. Ü. İlahiyat Fak. Y. Ank. 1952
30. Halkımız ve Sanatımız, Mehmet Çınarlı, Hisar Y., Ank, 1970
31. Anadolu Selçuklu Sanatı Sanatı Üzerine Görüşler, Semra Öğel, İst. 1986
32. Sanat Tarihi Metodu, Selçuk Mülayim, Anadolu Sanat Y., İst. 1983
33. Sanat Terimleri Sözlüğü, A. Turani, İst. 1966
34. Türklerde Dinî Resimler, Malik Aksel, Elif Kitabevi, İst. 1971
35. Sanat ve Folklor, Malik Aksel, Devlet Kitapları, İst. 1971
36. Sanat, İ. Hakkı Baltacıoğlu, Suhulet Kütüphanesi, İst. 1934
37. Türk Plastik Sanatları, İ. Hakkı Baltacıoğlu, M.E.B. Y. Ank. 1971
38. Mevlevilikte Resim ve Resimde Mevleviler, Şahabeddin Uzluk, Ank. 1957
39. Türk ve İslâm Sanatı Üzerine Denemeler, Doğan Kuban, Arkeoloji ve Sanat Y., İst. 1982
SANAT VE ALLAH’IN SANATI
- 73 -
40. Sanat Eleştirisinde Kural ve Ölçüler, Kerim Kayhan, Özel Yayın, Bursa, 1971
41. Esmâü'l-Hüsnâ Şerhi, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y. İstanbul, 1984
42. İslâm Sanatı Tarihi, Suut Kemal Yetkin, Ank. 1954
43. İslâm Mimarisi, Suut Kemal Yetkin, Ank. 1965
44. Sanat Ansiklopedisi, 1-5, Celal Esad Arseven, M.E.B. Devlet Kitapları, İst. 1975
45. Türk Sanatı Tarihi, Celal Esad Arseven, 3 cilt, M.E.B. Y., İst. 1955-1959
46. Türk Sanatı, Celal Esad Arseven, İst. 1970
47. Türk Sanatı, Ernst Diez, İst. 1946
48. Türk Sanatı, Oktay Aslanapa, M.E.B. Y. İstanbul, 1972
49. Türk Süsleme Sanatı, Hüsnü Züber, T. İŞ B. Kültür Y. Ankara, 1971
50. Türkiye'de Sanatlar ve Zeneatlar, Pretextat Lecomte, Tercüman 1001 Temel Eser, No: 59, İstanbul, T.siz
51. Sanatın Anlamı, Herbert Read, çev. Gİnal-N. Asgari, T. İş Bankası Kültür Y., İst. 1974
52. Sanat ve Toplum, Selçuk Mülayim, Umran Y. İst. 1974
53. Sanat Üzerine Denemeler ve Eleştiriler, Sabahattin Eyüboğlu, Cem Y. İst. 1981
54. İdeolocya Örgüsü, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Y. 2. Baskı, İstanbul, 1973
55. Günlük Hayatımızda Haramlar ve Helaller, Hayreddin Karaman, İz Y., İst. 1982, s. 54-58
56. İslâm’da Helal ve Haram, çev. Mustafa Varlı, Hilal Y., Ank. 1970, s. 109-126
57. Meseleler, Mustafa Sabri, sadeleştiren Osman Nuri Gürsoy, Sebil Y., İst. 1978
58. İslâm’da Resim Yasağı ve Sonuçları, M. Ş. İpşiroğlu, İst. 1973
59. İslâmî Eğitimde Güzel Sanatların Rolü, İbrahim Titus Burchardı, Terc. H. Yıldız, Ankara, 1989
60. İslâm Sanatlarının Felsefesi, Louis Massignon (Din ve Sanat İçinde), terc. Burhan Toprak, İst. 1962
61. Felsefe, Edebiyat ve Güzel Sanatlar, Seyyid Hüseyin Nasr, Terc. H. Yıldız, Ankara, 1989
62. Kur’an’da Şer Problemi, Lutfullah Cebeci, Ank. 1985
63. Eski Türk Sanatları Tarihî Sohbetler, Halûk Y. Şehsuvaroğlu, Varlık Y., İst, 1960
64. Sanatın Öyküsü, E. H. R. Gombrich, Remzi Kitabevi Y.
65. Psikopatolojik Sanat, S. Dağyolu Velioğlu, İst. Ün. Tıp Fak. Y., 1967
66. T. D.V. İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 7, s. ; c. 19, s. 59-63; c. 22, s. 146-148
67. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y, c. 3, 41-42; c. 2, s. 107, 243-246; c. 1, s. 244-245, 289, 292
68. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 7, s. 40-52, c. 2, s. 66-81, 82-84, c. 20, s. 64-73
69. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi (Beşir Ayvazoğlu), Risale Y. c. 1, s. 474-476; c. 2, s. 213-214
70. İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 293-295; 256-257
71. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Nil Y. s. 487-489
72. Kur'an'da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 7-8, 9-11
73. İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 211-212
74. Kur'ân-ı Kerim'de Salâh Meselesi, Ömer Dumlu, D.İ.B. Y. s. 34-40, 127-129
75. Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. 273-279, 291-310
76. İnanç ve Amelde Kur'anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 215-220
77. Kur'an'da İhsân ve Muhsin Kavramları, Metin Ocak, İnkılâb Y.
78. Kur’an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. s. 128-132
79. Nur'dan Cümleler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 2, s. 118-119
80. Kur'an'da İnsan Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 35-36
81. İhsan, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
82. Güzellikler Dini İslâm, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
83. Ahlâk Hadisleri, İmam Buhârî, 1-2, Sönmez Neşriyat
84. Kırk Hadisle Güzel Ahlâk, Cemal Uşşak, Nesil Basım Yayın
85. Hadislerle Güzel Ahlâk, Said Köşk, Anahtar Y.
86. İyi Müslüman, İsmail Lütfi Çakan, Büşra Y/Diyanet Vakfı Y.
- 74 -
KUR’AN KAVRAMLARI
87. Ahlâkımız, Mustafa Çağrıcı, Marifet Y.
88. Güzel Söze Uymanın Önemi, Harun Yahya, Vural Y.
89. Din ve Fıtrat, Y. Nuri Öztürk,Yeni Boyut Y. s. 141-160
90. Sanat ve İnsan, İrwin Edman, terc. Turhan Oğuzkan, M.E.B. Y., İst. 1991
91. Poetika, Aristotales, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1976
92. Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz, S. Ahmet Arvasi, İst. 1982
93. 100 Soruda Estetik, H. Mehmet Doğan, İst. 1975
94. Estetik Doktrinler, Suut Kemal Yetkin, Bilgi Y., Ank. 1972
95. Estetik ve Ana Sorunları, Suut Kemal Yetkin, İnkılap ve Aka Kitabevi, ist. 1979
96. Estetik, İsmail Tunalı, Remzi Kitabevi Y.
97. Estetik, Cemil Sena, İst. 1972; Estetik, Wilhelm Georg Hegel, terc. T. Altuğ-H. Hünler, İst. 1994
98. Estetik, Georg Lukacs, terc. Ahmet Cemal, İst. 1985; Estetik, Avner Ziss, terc. Yakup Şahan, İst. 1984
99. Sanat ve Estetik Kuramları, Nejat Bozkurt, Sarmal Y. İst. 1995
100. Güzellik Felsefesi; Estetik (Kapak Konusu), Köprü no: 71, Yaz 2000
101. Kur’ânî Mesajı İletiminde Sanatın Rolü (Kapak Konusu), Fecre Doğru Dergisi, yıl 3, sayı 31, Mayıs 998
102. Haksöz s. 107 (Şubat 2000), Uğur Arpacık
103. İslâm’ın Estetik Görüşü, S. Mehmet Aydın, Kubbealtı Dergisi, Yıl 15, sayı 4, Ekim 1986, s. 9-24
104. Mâturîdî’ye Göre Husun ve Kubuh Konusunda Aklın Rolü, Ali Bardakoğlu, Mâturîdî Sempozyumu, Kayseri 86
105. Sanat ve Ahlâk Üzerine Bir Konuşma, S. Mehmet Aydın, İzlenim Dergisi, sayı32, Nisan 1996
106. İslâm’da Tasvir ve Minyatürler, Osman Keskioğlu, Ank. İlâhiyat Fak. Dergisi, c. 9, Ank. 1961, s. 11-23
107. İslâm Sanatının Mâhiyeti, Suut Kemal Yetkin, İlahiyat Fak. Dergisi, c. 1, Ank. 1952, s. 44-47
108. İslâm Sanatında (Yazısında) Plastik ve İfade, Nurullah Berk, İlahiyat Fak. Dergisi, sayı 4, Ank. 1955
109. Türk İslâm Plastik Sanatlarının Estetiği, Sanat Dünyamız Dergisi, Mayıs 1976
110. Müslümanın Sanat Anlayışı, Ahmed Kalkan, Rağbet Y.
111. Sanat Bilinci, Ahmed Kalkan, Denge Y., İst. 1993, 2. Baskı, 1997
112. Sanat Üzerine, Ahmed Kalkan’la Röportaj, Milli Gazete
SÂLİH (A.S.) VE SEMÛD KAVMİ
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
SÂLİH (A.S.) VE SEMÛD KAVMİ
- 1085 -
Kavram no 155
Peygamberler 9
Bk. Helâk
SÂLİH (A.S.) VE SEMÛD KAVMİ
• Sâlih (a.s.); Hayatı ve Tevhid Mücâdelesi
• Semûd Kavmi
• Hicr
• Semûd Kavmi ve İbretlik Tavrı
• Kur’ân-ı Kerim’de Sâlih (a.s.) ve Semûd Kavmi
• Semûd Kavmi ve Günümüz
• Semûd Kavmi ve Almamız Gereken Dersler, Mesajlar
• Tefsirlerden İktibaslar
“Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i (peygamber olarak gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir. İşte o da, size bir mûcize olarak (gönderilmiş) Allah’ın şu devesidir. Onu (kendi haline) bırakın, Allah’ın arzında yesin (içsin). Sakın ona herhangi bir kötülükle dokunmayın; sonra sizi acıklı bir azap yakalar.
Düşünün ki, (Allah) Âd’dan (Âd kavminden) sonra (onların yurduna) sizi hükümdarlar kıldı. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi. Onun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah’ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılar olarak karışıklık çıkarmayın.
Kavminin ileri gelenlerinden müstekbirler/büyüklük taslayanlar, içlerinden müstaz’aflara/zayıf görülen iman edenlere dediler ki: ‘Siz Sâlih’in gerçekten Rabb’i tarafından gönderildiğini biliyor musunuz (Buna inanıyor musunuz)?’ Onlar da: ‘Şüphesiz biz onunla gönderilene iman eden mü’minleriz’ dediler.
Müstekbirler/kibirlenip büyüklük taslayanlar da dediler ki: ‘Biz de sizin iman ettiğinizi inkâr eden kâfirleriz’
Derken o dişi deveyi ayaklarını keserek öldürdüler ve Rab’lerinin emrinden dışarı çıktılar da: ‘Ey Sâlih! Eğer sen gerçekten peygamberlerdensen bizi tehdit ettiğin azâbı getir!’ dediler.
Bunun üzerine onları o (şiddetli) sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü dona kaldılar.
Sâlih de o zaman onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: ‘Ey kavmim! Andolsun ki ben size Rabbimin elçiliğini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, fakat siz nasihat edenleri sevmiyorsunuz.” 4048
4048] 7/A’râf, 73-79
- 1086 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sâlih (a.s.); Hayatı ve Tevhid Mücâdelesi
Sâlih (a.s.), Kur'ân-ı Kerîm'de adı geçen peygamberlerden biridir. Semûd kavmine gönderilmiştir. Sâlih’in (a.s.) şeceresi İslâm kaynaklarında Nûh oğlu, Sâm oğlu, İrem oğlu, Âmir (Âbir) oğlu, Semûd oğlu, Hâzir oğlu, Ubeyd oğlu, Mâşih (Mâsih) oğlu, Esif (Âsif) oğlu, Ubeyd oğlu Sâlih şeklinde Hz. Nûh’a bağlanır. Allah Teâlâ onu, önceki peygamberlerin getirmiş olduğu tevhid dininden sapıp kendilerine ilâhlar edinen Semûd kavmini uyarmak için bu kavme peygamber olarak göndermiştir. Ancak Semûd kavmi, öteki azgın kavimlerde olduğu gibi onu dinlememişler ve eziyet ederek, yanlarından kovmuşlardır. Semûd kavminin ileri gelenleri onunla alay ederek küçümsemeye çalışmış ve kendilerini tehdit ettiği azâbın gelmesini istemişlerdir. Bunun üzerine Allah Teâlâ, onları şiddetli bir şekilde cezalandırarak yok etmiştir. Sâlih’in (a.s.) ve Semûd kavminin kıssası sonraki nesillere ibret olsun diye Kur’ân-ı Kerim'de yer almıştır.
Hz. Hud'un vefatından sonra, Semûd'un torunları Kuzey Arabistan bölgesine yerleştiler. Kendilerine köşkler, saraylar inşâ ettiler. Taşları oydular, onlara yeni şekiller verdiler. Köşklerini ve saraylarını bu şekillerle süslediler.
Semûd kavmi, tevhid inancını unutup Allah'a ortak koştular ve yapmış oldukları putlardan kendilerine tanrılar edindiler. Bu kavmin ahlâk ve fazilet bakımından en üstünü olan Sâlih'e kırk yaşına geldiği zaman peygamberlik görevi verildi.
Hz. Sâlih, kavmine gerçeği bildirdi. Onları doğru olan yola çağırdı. Tebliğde bulundu; "Şüphesiz ben, size gönderilmiş emin bir peygamberim. Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Ben sizden tebliğim için bir ücret istemiyorum. Benim ücretim âlemlerin Rabbine âittir."4049 dedi.
Sâlih (a.s.) gerçekten saygı duyulacak bir insandı. Semûd Kavmi de Hz. Sâlih'i sever, sayardı. Sâlih, dâvetini açıkladıktan sonra durum değişti. Kavmi, Sâlih'e karşı cephe almaya başladı. Babalarının yanlış inançlarını sürdürmeyi tercih ettiler. "Babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi yasaklıyor musun?"4050 dediler.
Semûd kavmi, kendi aralarından birisinin gerçeği haber vermesini kabullenemediler, "İçimizden bir insana mı uyalım?"4051 dediler. Kavmi, Hz. Sâlih'i suçlamaya başladı. Terbiyesizlik ettiler. Hz. Sâlih için "o, şımarık bir yalancıdır."4052 dediler.
"Onlar yarın kıyâmette şımarık ve yalancının kim olduğunu bilecekler. Ama iş işten geçmiş olacak. Onların yalvarıp yakarmaları kendilerine bir yarar sağlamayacaktır."4053 Semûd kavmi, Hz. Sâlih'e engel olamayacaklarını anlayınca, onunla uğraşmaktan vazgeçtiler. Sâlih peygambere inanan mü'minleri yollarından döndürmeye çalıştılar. Allah'ın elçisini yapayalnız bırakmak istediler. Mü'minlere; "Sâlih'in, Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu gerçekten biliyor musunuz?"4054 dediler. O, gerçek iman mutluluğuna eren insanlar da "Biz, onunla gönderilen her şeye iman ederiz" dediler.
4049] 26/Şuarâ, 143-145
4050] 11/Hûd, 62
4051] 54/Kamer, 24
4052] 54/Kamer, 25
4053] 54/Kamer, 26
4054] 7/A’râf, 75
SÂLİH (A.S.) VE SEMÛD KAVMİ
- 1087 -
Hiçbir şüpheye yer vermeyen bu kayıtsız şartsız iman karşısında Semûd kavminin inkârcıları şaşkınlığa düştüler; "Sizin inandığınızı bir inkâr ederiz"4055 diyerek vicdanlarını bir kez daha sattılar. Bu inkârcılar, Hz. Sâlih'i bozgunculukla suçlarken halkı da inkâra zorladılar; "Yeryüzünü ıslah etmeyip bozgunculuk yapan beyinsizlerin emirlerine itaat etmeyin" dediler.
Hz. Sâlih sabretti. Ümitsizliğe kapılmadı. Gerçeğe yüz çeviren kavmini putlardan uzaklaştırmaya çalıştı. Onlara öğütlerde bulundu. Semûd kavminin sapıkları Hz. Sâlih'e; "Eğer doğru söyleyenlerden isen bir mûcize getir" dediler. Bu istekleri inanmaya yönelmelerinden değildi. Sapkınlıklarına yeni malzeme aramalarındandı.
İstedikleri mûcize, dişi ve hâmile bir deve idi. Allah, mûcize olarak Semûd kavmine bu dişi deveyi verdi. Bu mûcize karşısında bazıları iman ettiler, bazıları da inkârlarında direttiler ve Allah elçisi hakkında "amma da sihirbazmış!" demek alçaklığında bulundular.
Semûd kavmi, bu kez de deveden rahatsız olmaya başladılar. Devenin fazla su içmesinden yakındılar. Yüce Allah suyu, deve ile Semûd kavmi arasında paylaştırdı; "Suyu içme hakkı bir gün onun, bir gün de sizindir" buyurdu. Deveyi her gördüklerinde mü'minlerin inancı yenileniyordu. Azgınların da kini artıyordu. Hz. Sâlih bu durumu biliyordu. Kavmini uyarıyordu; "Sakın ona fenalık ile dokunmayın. Eğer dokunursanız sizi büyük bir günün azâbı yakalar" diyordu.
Bu kavmin inkârcıları Sâlih'in sözlerini dinlemediler. Kendi aralarında Sâlih'i, mü'minleri ve dişi deveyi öldürmeyi kararlaştırdılar. Önce, mûcize olarak gönderilen deveyi öldürdüler. Bu hareketleriyle Sâlih peygamberi ve mü’minleri yıldırmak, korkutmak istediler; isyanlarını ve kinlerini kustular. "Ey Sâlih!" dediler. "Eğer sen gönderilmiş peygamber isen vaad ettiğin azâbı getir!" 4056
Allah Elçisi yılmadı. Bu azgınlar topluluğuna; “Ey kavmim! Ben size Rabbımın risâletini tebliğ ettim. Size nasihat ettim. Fakat siz, nasihat edenleri sevmezsiniz"4057 dedi. Hz. Sâlih, kavmine iyi muâmelede bulundu. Yine kurtuluş yollarını gösterdi. Tevbe etmelerini öğütledi. "Ey kavmim" dedi. “Niçin tevbeden evvel çabucak kötülüğü istiyorsunuz? Allah'tan mağfiretinizi istemeli değil miydiniz? Belki merhamet olunurdunuz." 4058
Semûd Kavmi bu sözlere kulaklarını tıkadılar. Biz, senden ötürü ve seninle bulunanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık" dediler. Belâ ve musîbetlere sebep olarak Sâlih'le mü'minleri gösterdiler. "O şehirde dokuz kişi vardı ki bunlar, yeryüzünde fesat çıkarıyor, iyilikte bulunmuyorlardı." 4059
Deveyi öldürten bu adamlar, kötü arzularını devam ettirmek niyetindeydiler. Bunların hepsi bir araya geldiler. "Gece baskını yapıp Sâlih'i ve âilesini öldürelim. Sonra velîsine; ‘biz o âilenin helâkinde hazır değildik, gerçekten biz doğru söyleyenlerdeniz’ diyelim, dediler.”4060 Kendi aralarında bu karara vardılar.
4055]
4056] 7/A’râf, 77
4057] 7/A’râf, 79
4058] 27/Neml, 46
4059] 27/Neml, 48
4060] 27/Neml, 49
- 1088 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şânı Yüce Allah, bu olayı şöylece belirtiyor: "Onlar, bir hile düşündüler. Biz de onların haberleri olmadan hilelerini alt-üst ettik."4061 Sâlih peygambere münkirlerin bu hilesi haber verildi. O da âilesini ve mü'minleri yanına alarak bu şehri terk etti. Böylece hicret olayı da gerçekleşti.
Azgınlar, planlarını uygulamak için geceleyin Sâlih peygamberin evini kuşattılar. Evin içinde kimseyi bulamayınca şaşırıp kaldılar. "Allah'ın azâbı onları yakalayıverdi. Bunun üzerine şiddetli bir sarsıntı tuttu. Yurtlarında yüz üstü düşüp öyle kaldılar." 4062
Ne kadar inkârcı ve sapkın varsa hepsi de helâk oldu. Şehir bir harâbe haline dönüştü. Mü’minler bir müddet sonra bu harâbe haline dönüşen şehre geldiler. Azgınlığın ve inkârcılığın kötü sonucunu seyrettiler. Mü'min olduklarından dolayı Allah'a şükrettiler. Sâlih peygamber, mü'minlerle birlikte tekrar hicret ettikleri şehre döndü. Allah Elçisi Sâlih (a.s.), mü’minlere öğütlerde bulundu; onlara, Allah'a kul olmanın sevincini tattırdı.
Her peygamber gibi o da Rabbinin rahmetine kavuştu. Ölümsüzlük diyarına ulaştı. 4063
Kavminin helâk edilmesi üzerine Sâlih (a.s.) ve ona iman eden topluluğun Mekke’ye göç ettikleri rivâyet edilir.
Semûd Kavmi
Semûd, Kur’ân-ı Kerim'de adı geçen ve kendilerine uyarıcı olarak Sâlih’in (a.s.) gönderildiği, Hicaz ile Suriye arasında Vadil-Kura'da yaşamış eski bir Arap kabilesidir. Kur’ân-ı Kerim'de bu kabilenin ismi yirmi altı yerde geçmekte olup, ayrıca Sâlih’den (a.s.) bahseden âyetler de onun kavmi olan Semûd ile ilgilidir.
Semûd, Hz. Sâlih’in peygamber olarak gönderildiği eski bir Arap toplumunun adıdır. Nûh’un oğlu Sâm’ın soyundan gelmiştir. Dedeleri Semûd’un adıyla anılırlar. Suriye ile Hicaz arasında bulunan Hicr’de yaşamışlardır. Kur’an’da “Ashâbu’l-Hıcr”4064 diye de anılır. Arap kaynaklı olmayan bazı vesikalardan da bu isimde bir kavmin varlığından ve yaşadıkları bölgeden söz edilmektedir.4065 Bunlar, Vâdi’l-Kurâ’da kayaları oyarak evler,4066 düz arâzide de saraylar yapan bir Arap toplumu idi.
Bu kavmin Kur’ân-ı Kerim'de zikredilişinin sebebi, peygamberlerini yalanlayıp inkârlarına devam etmelerinden dolayı helâk edilişlerinin bir ibret vâsıtası kılınmış olmasıdır. Semûd kavminin başına gelenler Kur’ân-ı Kerim'de ondan önceki Âd kavminin başına gelenlerle birlikte zikredilmektedir. Semûd kavmi; Semûd b. Casır b. İrem b. Sam b. Nuh'un neslidir.4067 Arap kaynaklı olmayan tarihî belgelerde de Semûd kavminden bahsedilmektedir. M.Ö 715 tarihli Sargon kitabesinde Semûd kavmi, Asuriler'in hâkimiyet altına aldıkları, Şarkî
4061] 27/Neml, 50
4062] 7/A’râf, 78
4063] Ahmet Özgen, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 332-334
4064] 15/Hıcr, 80
4065] bk. H. H. Brau, Semûd, İslâm Ansiklopedisi, 10/474-475
4066] 89/Fecr, 9
4067] Taberî, Tarih, Beyrut -t.y-, I, 226
SÂLİH (A.S.) VE SEMÛD KAVMİ
- 1089 -
ve Merkezî Arabistan kavimleri arasında zikredilmektedir. Aristo, Batlamyus ve Plinus, Semûd kavmini (Thamudaei) belirten isimden bahsetmişlerdir. Plinus'un Semûd kavminin oturduğu yer olarak zikrettiği Domatha ve Hegra'nın, İslâmî kaynaklarda bu kavmin oturduğu yer olarak kaydedilen Hicr ile aynı yer olduğu kabul edilebilir. 4068
Hadis-i Şeriflerde, Rasûlullah’ın (s.a.s.) H. 9. yılda Tebük seferine giderken Semûd kavminin yaşadığı Hicr'e uğradığı ve bu yerin Sâlih’in (a.s.) kavminin yaşadığı yer olduğunu söylediği nakledilmektedir. 4069
Semûd kavmi, Âd kavminden sonra Allah Teâlâ'ya isyan edip küfre sapmış ve kendilerine tapındıkları putlar edinmişlerdi. Onları uyarmak ve ortağı bulunmayan tek Rab olan Allah Teâlâ'ya ibâdet etmeye yöneltmek için Sâlih’i (a.s.) görevlendirdi. Sâlih’e (a.s.) kavminin müstaz’aflarından az bir topluluk iman etmişti. Dünyevî makam ve zenginliklerinden dolayı kendilerinin diğer insanlardan üstün olduklarını zanneden Semûd kavminin ileri gelenleri (mele'), hor gördükleri (müstaz’af) kimselere: ‘Siz gerçekten Sâlih'in Rabbı tarafından gönderilmiş olduğuna inanıyor musunuz?’ dediler. Onlar da; ‘Doğrusu biz, onunla gönderilene iman ediyoruz’ dediler. Büyüklük taslayanlar, ‘Biz, doğrusu sizin iman ettiğinizi inkâr edenleriz’ dediler." 4070
Sâlih (a.s.), Semûd kavmini İslâm’a dâvet etmeye devam etti. Sâlih’in (a.s.) onları imana dâvet edip uyarma ve korkutmaya ısrarla devam etmesi üzerine, ona şöyle dediler: "Ey Sâlih; bayramımızı kutlayacağımız zaman sen de bizimle gel (Semûd kavminin putlarını alıp şehir dışına çıkarak kutladıkları bir bayramları vardı). Bize bir âyet (dâvânı ispatlayacak bir şey) göster. Sen ilâhına duâda bulun; biz de ilâhlarımıza duâda bulunalım. Eğer senin ilâhın duâna icâbet ederse sana uyarız. Yok, bizim ilâhlarımız bize icâbet ederse sen bize tâbi olursun!" Bu isteklerini kabul eden Sâlih (a.s.) bayramda onlarla birlikte gitti. Putperestler, putlarından istekte bulundular. Ancak bir karşılık bulamadılar. Bunun üzerine kavmin reisi, Sâlih’e (a.s.); "Ey Sâlih; bize şu kayadan bir deve çıkar. Eğer bunu yaparsan seni doğrulayacağız" dedi. Sâlih (a.s.), Allah Teâlâ kendileri için böyle bir deveyi bu kayadan çıkartırsa, onlardan iman edeceklerine dâir söz vermelerini ve yemin etmelerini istedi. Onlar, bu konuda yemin edip söz verdikten sonra, Sâlih (a.s.), namaza durdu ve Allah'a duâ etti. Bunun üzerine kaya yarıldı ve içinden onların istediği gibi gebe, karnı aç bir deve çıktı. Bu olay üzerine, onlar daha önce vermiş oldukları sözden cayarak iman etmediler.4071 Sâlih (a.s.) onlara şu nasihatlerde bulundu: "...Ey kavmim; Allah'a ibâdet edin. Sizin için O'ndan başka ilah yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir mûcize gelmiştir. İşte, Allah'ın şu dişi devesi size bir mûcizedir. Bırakın onu Allah'ın arzında otlasın. Ona bir kötülük yapmayın. Sonra can yakıcı bir azâba uğrarsınız. Hatırlayın; Allah sizi Âd kavminden sonra halifeler yaptı. Ve sizi yeryüzüne yerleştirdi. Orada, ovalarda köşkler yapıyor, dağları yontup evler yapıyorsunuz.
4068] H. N. Brau, İ. A., Semûd maddesi
4069] Buhârî, Enbiyâ 17; Ahmed bin Hanbel, I/66, 73
4070] 7/A'râf, 75-76
4071] İbnul-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarih, Beyrut 1979, I, 89-90). (Çok azı müstesnâ, hemen hemen tüm meal ve tefsirlerde geçen -meselâ bk. Taberî, 8/224-225; F. Râzî, 14/162- bu rivâyetin, Kur’ân-ı Kerim’e, sahih hadislere ve güvenilir vesikalara dayanmadığı için doğruluğu şüphelidir.)
- 1090 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah'ın nimetlerini hatırlayın. Yeryüzünde bozguncular olarak fesat çıkarmayın." 4072
Allah Teâlâ, hayvanların sulandığı kuyunun suyunun mûcize deve ile diğerleri arasında nöbetleşe kullanılacağını bildirmişti: “Onlara, suyun aralarında taksim olunduğunu haber ver. Her biri su nöbetinde hazır bulunsun.”4073 Sâlih (a.s.) kavmine; "İşte şu devedir. Su içme hakkı belirli bir gün onun ve belirli bir gün sizindir" dedi.4074 Deve onların arasında bir süre kaldı. Bu süre içerisinde, bir gün kuyunun suyunu deve içiyor, bir gün de onlar kuyunun suyundan istifade ediyorlardı. Semûd kavmi devenin su içtiği günlerde onun sütünü sağıyor ve kaplarını dolduruyorlardı. 4075
Semûd kavminin Sâlih’in (a.s.) dâvetine duydukları düşmanlık ve kinleri artınca, deveyi öldürmeyi planladılar. Allah Teâlâ bu durumu Sâlih’e (a.s.) bildirdi. Sâlih (a.s.), gördükleri mûcizeye rağmen iman etmekten kaçınan kavmine, eğer böyle bir iş yaparlarsa helâk edilecekleri uyarısında bulundu. Ancak onlar, onun bütün uyarılara kulak tıkayarak deveyi kestiler: “Onu yalanladılar. Ve derken deveyi kestiler. Bunun üzerine Rableri günahları yüzünden onları kırıp geçirerek yerle bir etti.” 4076
Allah Teâlâ, Semûd kavmini, görmüş oldukları mûcizeye rağmen iman etmemelerinden dolayı hemen cezalandırmamış ve onlara mühlet vermişti. Ancak Sâlih (a.s.) onlara; eğer kendi isteklerinden dolayı mûcize olarak Allah tarafından gönderilen deveye bir zarar vermeye kalkarlarsa affedilmeyecekleri ve korkunç bir şekilde helâk edileceklerini onlara bildirmişti. İnkârlarında direten ve deveyi öldürerek azıtan Semûd kavmi için kurtuluş yolu kalmamıştı. Sâlih (a.s.), yaptıklarını görünce ağlamış ve onlara; "Yurdunuzda üç gün daha kalın..."4077 diyerek gelecek azâbı haber vermişti. Deveyi kestikleri günün akşamı dokuz kişilik bir grup4078 Sâlih’i (a.s.) öldürmeye karar verdiler. Onlar şöyle diyorlardı: "Eğer söylediği doğru ise biz ondan önce davranalım. Yok, yalancılardan ise onu da devesinin yanına gönderelim." Allah Teâlâ bu olayı şu şekilde haber vermektedir: "Aralarında Allah'a yemin ederek, şöyle konuştular; ‘Sâlih'i ve âilesini bir gece baskınıyla öldürelim, sonra da akrabasına ‘yakınlarınızın öldürülmesinden haberimiz yok; şüphesiz biz, doğru kimseleriz’ diyelim." Onlar bir tuzak kurdular. Biz de onlar farkına varmadan, tuzaklarını alt üst ediverdik. Tuzaklarının âkıbeti nasıl oldu bir bak! Biz onları da kavimlerini de toptan helâk ettik. İşte zulümleri yüzünden, harap olmuş, bomboş evleri, şüphesiz ki bunda, bilen bir kavim için, büyük bir ibret vardır. İman edip Allah'tan korkanları kurtardık." 4079
Semûd kavminin Sâlih’e (a.s.) isyan edip mûcize istemeleri ve sonrasında gelişen olaylar ve helâk edilişleri hakkında birçok rivâyet vardır. 4080
İbn Kesir, konu ile ilgili olarak şöyle der: Bunlar, kendilerine ‘Semûd’ denen meşhur bir kabileydi. Dedeleri Semûd’un adını almışlardı. Semûd, Cedis’in
4072] 7/A'râf, 73-74
4073] 54/Kamer, 28
4074] 26/Şuarâ, 155
4075] İbn Kesîr, Tefsîrul-Kur'ânil-Azîm, İstanbul 1984, III, 437
4076] 91/Şems, 14
4077] 11/Hûd, 65
4078] 27/Neml, 48
4079] 27/Neml, 49-53
4080] Bu rivâyetler için bk. Taberî, Câmiul-Beyan, Mısır 1968, VIII, 224 vd.; İbn Kesir, a.g.e., III, 434 vd.; İbnu'l-Esir, a.g.e., I, 89 vd.; Ömer Tellioğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 387-3388.
SÂLİH (A.S.) VE SEMÛD KAVMİ
- 1091 -
kardeşidir. Bu ikisi de, Asir bin İrem’in oğullarıdır. İrem ise, Hz. Nûh’un (a.s.) oğlu Sam’ın oğludur. Semûd kavmi, Arab-ı Arîbe’dendir. Hicaz ile Tebük arasında Hicr denen yerde yaşarlardı. Rasûlullah (s.a.s.), Tebük Gazvesine giderken, beraberindeki Müslümanlarla Semûd kavminin yurdu Hicr’e uğramıştı. Semûd halkının (kalıntı halinde) evlerinin bulunduğu ‘Hicr’ denilen yere sahâbîlerle birlikte konakladı. Ashâb, Semûd halkının su içtikleri kuyulardan su çekip hamurlarını yoğurdular ve (kazan kurup bu hamurları) pişirdiler. Rasûlullah (s.a.s.), sahâbîlerin yemek yapmak için kazanlar kurduklarını haber alınca, onlara kazanlarını dökmelerini ve yoğurmuş oldukları hamurları develere yedirmelerini emretti. Daha sonra Rasûlullah (s.a.s.) ashâbını alıp Hz. Sâlih’in (a.s.) devesinin su içmiş olduğu kuyunun yanına götürdü. Buhârî ile Müslim’de geçtiği üzere, ashâbına: “Şu azâba uğramışların yurduna ancak ağlayarak girin. Eğer ağlamayacaksanız girmeyin. Yoksa onlara gelen musîbet, size de gelir.”4081 buyurdu.
Hicr
Hıcr, Semûd kavminin yaşadığı kabul edilen bölge ve burada yer alan şehir için kullanılır. Sözlükte "men etmek" anlamında masdar ve "akıl; engel, yasak; himâye, korunan şey" mânâlarında isim olan hicr kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'de çeşitli sözlük anlamları yanında 4082 yer adı olarak da zikredilmekte ve burada yaşayanlardan "ashâbu'l-Hicr" diye söz edilmektedir.4083 Bu bölgeye Hicr denilmesinin sebebi, muhtemelen muhâfazalı bir yer oluşudur.4084 Eski dönemlerde Hegra (Strabon’da Egra. Pliny'de Hegra) diye anılan bu yerleşim merkezi, Kur'an'da olduğu gibi ilk dönem tarih ve coğrafya eserlerinde de Hicr diye geçmektedir. Buranın bir adı da Medâinu Sâlih olup bu adlandırma Sâlih peygamberle ilgisi dolayısıyladır.4085 Zamanla Hicr adı terkedilmiş, bunun yerini Medâinu Sâlih almıştır. 4086
İslâmî kaynaklarda Medine ile Şam arasındaki Vâdi’l-Kurâ'da bulunduğu belirtilen Hicr,4087 Arap yarımadasının kuzeybatısında, Medine-Tebük yolu üzerinde Teymâ'nın yaklaşık 110 km. güneybatısında, içinden Hicaz demiryolunun geçtiği sarp kayalıklarla çevrili vâdinin ve bu vâdideki beldenin adıdır. Bugünkü yerleşim merkezi Alâ'nın 15 km. kuzeyine düşmektedir. 4088
Kur'ân-ı Kerîm'de belirtildiğine göre ashâbü'l-Hicr dağlarda oydukları güvenli evlerde yaşayan, Allah'ın âyetlerinden yüz çevirip peygamberlerini yalanlayan bir kavimdi. Bir sabah vakti korkunç bir sesle gelen felâketle cezalandırılmışlar, yaptıkları şeyler ve kazandıkları kendilerine fayda vermemiştir.4089 Ashâbü'l-Hicr'in Kur'an'da anlatılan özellikleri dikkate alınırsa bunların Semûd kavmi olduğu anlaşılır. Zira İlâhî âyetlerden yüz çevirme ve kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlama, inanmayan kavimlerin ortak özelliği olmakla
4081] Buhârî, Salât 53, Enbiyâ 17, Tefsîru Sûreti’l-Hıcr 2; Müslim, Zühd 38, 39; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/9, 58
4082] Meselâ bk. 6/En'âm, 138; 25/Furkan, 22, 53; 89/Fecr, 5
4083] 15/Hicr, 80
4084] Mustafavî, et-Tahkîk, II/184
4085] J. Healey, The Nabataeans an Madâin Sâlih, Atlal, Riyad, 1986, X/3, s. 108
4086] F. S. Vidal, Al-Hidr, El 2, -Fr.-, III/377
4087] Yâkûtî, II/320-221
4088] M. Beyyûmî Mihrân, Dirâsât fî Târîhi’l-Arabi’l-Kadîm, İskenderiye, 1480/1980, s. 490
4089] 15/Hicr, 80-84
- 1092 -
KUR’AN KAVRAMLARI
birlikte, korkunç bir sesle cezalandırılma Kur'an'da Lût,4090 Şuayb4091 ve Sâlih4092 peygamberlerin kavimleriyle ilgili olarak zikredilmekte, kayaları oyup evler yapma işi ise, sadece Hz. Sâlih'in kavmi Semûd'un özelliği olarak belirtilmektedir.4093 Bu hususu dikkate alan müfessirler, Hicr sûresinde kıssaları anlatılan ashâbü'l-Hicr'in kendilerine Sâlih'in peygamber olarak gönderildiği Semûd kavmi olduğunu kabul etmişlerdir. Bu kavim Hz. Sâlih'i dinlemediği gibi, bir mûcize ve işaret olmak üzere yaratılan dişi deveyi de, konan yasağa rağmen kesmek sûretiyle Allah'ın emrini hiçe saymış ve neticede helâk edilmiştir.
Hz. Peygamber Tebük Gazvesi sırasında Hicr'den geçerken ashâbına buradan su almamalarını söylemiş, onların, "Biz bu kuyunun suyundan alıp hamur yoğurduk, kaplarımızı doldurduk" demeleri üzerine, "Öyleyse hamuru atın, aldığınız suyu da dökün!" buyurmuştur (). Bir rivâyete göre de hamuru deveye yedirmelerini, devenin içtiği kuyudan su almalarını (içmediklerinden almamalarını) istemiştir (Buhârî, Enbiyâ 17). Başka bir rivâyete göre ise Rasûlullah Hicr'den geçerken, "Kendilerine zulmedenlerin meskenlerine, onların başına gelen felâketin sizin de başınıza gelmemesi için ağlayarak girin, aksi halde girmeyin!" demiş ve devesini hızla sürerek oradan uzaklaşmıştır (Buhârî, Tefsîrü'l-Kur'ân 15/2; Müslim, Zühd 1).
Nabatîler döneminde gelişen Hicr şehri daha sonra önemini kaybetmiştir. X. yüzyılın başlarında İstahrî Hicr'i nüfusu az bir köy olarak zikreder (İstahrî, Mesâlik -de Goeje-, s. 19). Ünlü gezgin İbn Battûta Hicr'e uğradığını, burada Semûd kavminin kızıl kayalara oyulmuş meskenlerini gördüğünü, bu yapıların cephelerindeki nakış ve tasvirlerin parlaklık ve canlılığını koruduğuna, içlerinde hâlâ Semûd kavminin iskelet kalıntılarının bulunduğuna şâhit olduğunu kaydetmektedir (Seyahatname, I/119). Hicr'i ziyaret eden ve buradaki mevcut eserler hakkında bilgi veren ilk Avrupalı seyyah Charles M. Doughty'dir. Doughty, 1876-1877'de gerçekleştirdiği bu ziyareti esnâsında buradaki Osmanlı kalesinde kalarak hem bölge üzerinde incelemeler yapmış, hem de önemli kitâbelerin kopyasını çıkarmıştır. Doughty'nin Travels in Arabia Deserta (London 1888) adlı eseri bu seyahatin ürünüdür. 1907'de Medâinu Sâlih'te A. Jaussen ve R. Savignac adlı iki Fransız papazın yaptığı ilmî araştırmanın sonuçları da Mission archeologique en Arabie adıyla kitap haline getirilmiştir (Paris 1909-1914). Bölgede 1962'de ve 1985’te de çalışmalar yapılmıştır.
Bölgede yaşayan bedevilere göre Hicr adı kuzey-güney istikametinde 3, doğu-batı istikametinde 2 kilometrelik düz bir alanı ifade etmektedir. Vâdi, çok sayıda sarp kayalıkla ve çakıl tepecikleriyle çevrilidir. Arapça, Ârâmîce, Semûd dilinde, Nabatîce, Lihyânîce, hatta İbrânîce, Grekçe ve Latince birçok kitâbenin bulunduğu bölgenin merkezinde eski ticaret şehri Hicr'in önemli harâbeleri yer alır. Çok sayıda çanak çömlek parçası, yapı kalıntıları ve bir kısım ihâta duvarı Hicr'in eski dönemdeki önemini göstermektedir. Ancak daha etkileyici olan eserler ovayı kuşatan dağ yamaçlarında, özellikle de Kasrü'1-bint denilen kayalıkta bulunan, çoğunluğunu aile mezarlarının teşkil ettiği kalıntılardır. Genellikle ölü gömüleri zemin altına yapılmış, bazen de ölüler ana odanın duvarları içine yapılan nişlere konmuştur. Medâinu Sâlih mezarlarının detayları genel olarak
4090] 15/Hicr, 73; 38/Sâd, 13-14
4091] 11/Hûd, 94; 38/Sâd, 13-14
4092] 11/Hûd, 67; ve 54/Kamer, 31
4093] 7/A'râf, 74; 26/Şuarâ, 141-159
SÂLİH (A.S.) VE SEMÛD KAVMİ
- 1093 -
Petra'dakilere benzer. Mezarların cepheleri sahte sütunlarla, silme ve kornişlerle donatılmıştır. Buralara bazen kuş, bazen de urne (ölü yakıldıktan sonra küllerinin konulduğu kap) motifleri işlenmiştir, ancak bu ikinciler genellikle kapı girişlerinin üzerine oyulmuştur.
Vâdinin doğu ağzında Cebelu İslîb denilen kayalıklarda urne ve kuş tasvirli, yontulmuş sütunlu küçük nişler ihtivâ eden kayalar vardır. Cebelu İslîb merkezî bir alan etrafında çevrelenen kaya bloklarından oluşur. Dar bir boğazdan bu alana girilir. "Divan" veya "meclisü's-sultân" denilen bu alan üçgen şeklinde olup genişliği 10, derinliği 12 ve yüksekliği 8 metredir. Bu salonda dinî âyinler yapılmış olmalıdır. Bir duvarın ayırdığı kanyonun karşı ucunda yamacın kuzey yüzüne oyulmuş uzun bir kanal vardır, bununla şehre su getirildiği tahmin edilmektedir. 4094
Semûd Kavmi ve İbretlik Tavrı
“Semûd (kavmi) de uyarıları yalanladı. Dediler ki: ‘Bizden biri olan bir beşere mi uyacağız? Bu durumda gerçekten biz bir sapıklık (dalâlet) ve çılgınlık içinde kalmış oluruz. Zikr (vahy) içimizden ona mı bırakıldı? Hayır, o çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarıktır.’ Onlar yarın, kimin çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarık olduğunu bilip öğreneceklerdir.” 4095
Kur’an'da belirtildiğine göre Semûd kavmi de, aynı Âd kavmi gibi Allah'ın uyarılarını gözardı etmiş ve bunun sonucunda helâk olmuştur. Günümüzde arkeolojik ve tarihsel çalışmalar sonunda Semûd kavminin yaşadığı yer, yaptığı evler, yaşama biçimi gibi birçok bilinmeyen, gün ışığına çıkartılmıştır. Kuran'da bahsedilen Semûd kavmi, bugün, hakkında birçok arkeolojik bulguya sahip olunan bir tarihsel gerçektir.
Semûd kavmiyle ilgili bu arkeolojik bulgulara bakmadan önce, elbette, Kuran'da anlatılan kıssayı incelemekte ve bu kavmin peygamberlerine çıkardıkları zorlukları gözden geçirmekte yarar var. Zira Kur’an her çağa hitap eden bir kitap olduğundan, Semûd kavminin kendisine gelen tebliği inkâr etmesi de her çağ için ibret alınması gereken bir olaydır.
Hz. Sâlih'in Tebliği: Kur’an’da Semûd kavmini uyarıp korkutması için Hz. Sâlih'in gönderildiğinden bahsedilir. Hz. Sâlih, Semûd halkı içinde tanınan bir kişidir. Onun hak dini tebliğ etmesini ummayan kavim ise, kendilerini içinde bulundukları sapkınlıktan uzaklaşmaya çağırması karşısında şaşkınlığa düşmüştür. İlk tepki, yadırgama ve kınamadır:
“Semûd (halkına da) kardeşleri Sâlih'i (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur. O sizi yerden (topraktan) yarattı ve onda ömür geçirenler kıldı. Öyleyse O'ndan bağışlanma dileyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz benim Rabbim, yakın olandır, (duâları) kabul edendir.’ Dediler ki: ‘Ey Sâlih, bundan önce sen içimizde kendisinden (iyilikler ve yararlılıklar) umulan biriydin. Atalarımızın taptığı şeylere tapmaktan sen bizi engelleyecek misin? Doğrusu biz, senin bizi dâvet ettiğin şeyden
4094] F. S. Vidal, Al-Hidr, El 2, -Fr.-, III/377; Ömer Faruk Harman, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 454-455
4095] 54/Kamer, 23-26
- 1094 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kuşku verici bir tereddüt içindeyiz." 4096
Sâlih Peygamber'in çağrısına halkın az bir kısmı uydu, çoğu ise anlattıklarını kabul etmedi. Özellikle de kavmin önde gelenleri Hz. Sâlih'i inkâr ettiler ve ona karşı düşmanca bir tavır takındılar. Hz. Sâlih'e inananları güçsüz duruma düşürmeye, onları baskı altına almaya çalıştılar. Hz. Sâlih'in kendilerini Allah'a ibâdet etmeye çağırmasına öfke duyuyorlardı. Bu öfke sadece Semûd halkına özgü de değildi aslında; Semûd kavmi, kendisinden önce yaşayan Nûh ve Âd Kavimleri’nin yaptığı hatayı yapıyordu. Kur’an’da bu üç toplumdan şöyle söz edilir: “Sizden öncekilerin, Nûh kavminin, Âd ve Semûd ile onlardan sonra gelenlerin haberi size gelmedi mi? Ki onları, Allah'tan başkası bilmez. Elçileri onlara apaçık delillerle gelmişlerdi de, ellerini ağızlarına götürüp (öfkelerinden ısırdılar) ve dediler ki: ‘Tartışmasız, biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeyden de gerçekten kuşku verici bir tereddüt içindeyiz.” 4097
Hz. Sâlih'in uyarılarına rağmen kavim, Allah hakkında kuşkulara kapılmaya devam etti. Ancak yine de Hz. Sâlih'in peygamberliğine inanmış bir grup vardı ki bunlar, daha sonra azap geldiğinde Hz. Sâlih ile beraber kurtarılacaklardı. Önde gelenler ise, Hz. Sâlih'e iman etmiş olan topluluğa zorluk çıkarmaya çalıştılar: “Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler), içlerinden iman edip de onlarca zayıf bırakılanlara (müstaz'aflara) dediler ki: ‘Sâlih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?’ Onlar: ‘Biz gerçekten onunla gönderilene iman edenleriz’ dediler. Büyüklük taslayanlar (müstekbirler de şöyle) dedi: ‘Biz de, gerçekten sizin inandığınızı inkâr edip tanımayanlarız.” 4098
Semûd kavmi hâlâ Allah ve Hz. Sâlih'in peygamberliği hakkında kuşkulara kapılmaktaydı. Üstelik bir kısmı, Hz. Sâlih'i açık olarak inkâr ediyordu. Hatta, inkâr edenlerden bir grup -hem de sözde Allah Adına- Hz. Sâlih'i öldürmek için planlar yapıyordu: “Dediler ki: ‘Senin ve seninle birlikte olanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık.’ (Sâlih) Dedi ki: ‘Sizin uğursuzluğunuz (başınıza gelenler) Allah katında (yazılı)dır. Hayır, siz imtihan edilmekte, denenmekte olan bir kavimsiniz.’ Şehirde dokuzlu bir çete vardı, yeryüzünde bozgun çıkarıyorlar ve dirlik düzenlik bırakmıyorlardı. Kendi aralarında Allah adına and içerek, dediler ki: ‘Gece mutlaka ona ve ailesine bir baskın düzenleyelim, sonra velîsine: ‘Âilesinin yok oluşuna biz şâhit olmadık ve gerçekten bizler doğruyu söyleyenleriz’ diyelim.’ Onlar hileli bir düzen kurdu. Biz de (onların hilesine karşı) onların farkında olmadığı bir düzen kurduk. 4099
Hz. Sâlih, Allah’ın vahyi üzerine, kavminin Allah'ın emirlerine uyup uymayacaklarını belirlemek için Allah’tan bir mûcize olmak üzere son bir deneme olarak onlara dişi bir deve gösterdi. Kendisine itaat edip etmeyeceklerini sınamak için kavmine, sahip oldukları suyu bu dişi deve ile paylaşmalarını ve ona zarar vermemelerini söyledi. Böylece kavim bir denemeden geçirildi. Kavminin Hz. Sâlih'e cevabı ise, bu deveyi öldürmek oldu. Şuarâ Sûresi'nde, bu olayların gelişimi şöyle anlatılır: “Semûd (kavmi) de, gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Sâlih: ‘Sakınmaz mısınız?’ demişti. ‘Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir
4096] 11/Hûd, 61-62
4097] 14/İbrâhim, 9
4098] 7/A’râf, 75-76
4099] 27/Neml, 47-50
SÂLİH (A.S.) VE SEMÛD KAVMİ
- 1095 -
ücret istemiyorum; Siz burada güvenlik içinde mi bırakılacaksınız? Bahçelerin, pınarların içinde, ekinler ve yumuşak tomurcuklu göz alıcı hurmalıklar arasında? Dağlardan ustalıkla zevkli evler yontuyorsunuz. Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Ve ölçüsüzce davrananların emrine itaat etmeyin. Ki onlar, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyor ve dirlik düzenlik kurmuyorlar (ıslah etmiyorlar).’ Dediler ki: ‘Sen ancak büyülenmişlerdensin. Sen yalnızca bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsin; eğer doğru sözlü isen, bu durumda bir âyet (mûcize) getir görelim.’ Dedi ki: ‘İşte, bu bir dişi devedir; su içme hakkı (bir gün) onun, belli bir günün su içme hakkı da sizindir. Ona bir kötülükle dokunmayın, sonra büyük bir günün azâbı sizi yakalar.’ Sonunda onu (yine de) kestiler, ancak pişman oldular.” 4100
Hz. Sâlih ile kavmi arasındaki mücâdele Kamer Sûresi'nde ise şöyle bildirilir: “Semûd (kavmi) de uyarıları yalanladı. Dediler ki: ‘Bizden biri olan bir beşere mi uyacağız? Bu durumda gerçekten biz bir sapıklık (dalâlet) ve çılgınlık içinde kalmış oluruz. Zikr (vahy) içimizden ona mı bırakıldı? Hayır, o çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarıktır.’ Onlar yarın, kimin çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarık olduğunu bilip öğreneceklerdir. Gerçek şu ki Biz, bir fitne (imtihan ve deneme konusu) olarak o dişi deveyi kendilerine göndereniz. Şu halde sen onları gözleyip bekle ve sabret. Ve onlara, suyun aralarında kesin olarak pay edildiğini haber ver. Su alış sırası (kiminse, o) hazır bulunsun. Derken arkadaşlarını çağırdılar, o da bıçağını kapıp hayvanı ayağından biçip yere devirdi.” 4101
Deveyi öldürdükten sonra kendilerine azâbın çabucak gelmemesi, kavmin azgınlığını daha da arttırdı. Hz. Sâlih'i rahatsız etmeye, onu eleştirmeye ve yalancılıkla suçlamaya başladılar: “Böylelikle dişi deveyi öldürdüler ve Rablerinin emrine karşı çıkıp (Sâlih'e de şöyle) dediler: ‘Ey Sâlih, eğer gerçekten gönderilenlerden (bir peygamber) isen, vaad ettiğin şeyi getir bakalım!” 4102
Allah, inkâr edenlerin kurdukları hileli düzenleri boşa çıkarttı ve Hz. Sâlih'i kötülük yapmak isteyenlerin ellerinden kurtardı. Bu olaydan sonra artık kavme her türlü tebliği yaptığını ve hiç kimsenin öğüt almadığını gören Hz. Sâlih, kavmine kendilerinin üç gün içinde helâk olacaklarını bildirdi: “...(Sâlih) Dedi ki: 'Yurdunuzda üç gün daha yararlanın. Bu, yalanlanmayacak bir vaaddir.” 4103
Nitekim üç gün sonra Hz. Sâlih'in uyarısı gerçekleşti ve Semûd kavmi helâk edildi: “O zulmedenleri dayanılmaz bir ses sarıverdi de kendi yurtlarında diz üstü çökmüş olarak sabahladılar. Sanki orada hiç refah içinde yaşamamışlar gibi. Haberiniz olsun; Semûd (halkı) gerçekten Rablerini inkâr etmişler, O’na nankörlük yapmışlardı. Haberiniz olsun; Semûd (halkına Allah'ın rahmetinden) uzaklık (verildi).” 4104
Semûd Kavmi Hakkındaki Arkeolojik Bulgular: Günümüzde Semûd kavmi, Kur’an’da bahsi geçen kavimler içinde hakkında en fazla bilgiye sahip olunanlardan bir tanesidir. Tarih kaynakları da, Semûd isimli bir kavmin yaşadığına deliller sunmaktadır.
Kuran'da bahsi geçen Hicr halkı ve Semûd kavminin aslında aynı kavim
4100] 26/Şuarâ, 141-157
4101] 54/Kamer, 23-29
4102] 7/A’râf, 77
4103] 11/Hûd, 65
4104] 11/Hûd, 67-68
- 1096 -
KUR’AN KAVRAMLARI
oldukları tahmin edilmektedir; zira Semûd Kavmi’nin bir başka ismi de Ashâb-ı Hicr'dir. Bu durumda "Semûd" kelimesi bir halkın ismi, Hicr şehri ise bu halkın kurduğu şehirlerden biri olabilir. Nitekim Yunan coğrafyacı Pliny'nin tarifleri de bu yöndedir. Pliny, Semûd kavminin oturmakta olduğu yerlerin Domatha ve Hegra olduğunu yazmıştır ki, buralar günümüzdeki Hicr kentidir. 4105
Semûd kavminden bahseden, bilinen en eski kaynak, Babil Kralı II. Sargon'un bu kavme karşı kazandığı zaferleri anlatan Babil devlet kayıtlarıdır (MÖ 8. yüzyıl). Sargon, Kuzey Arabistan'da yaptığı bir savaş sonunda onları yenmiştir. Yunanlılar da bu kavimden bahsetmekte ve Aristo, Batlamyus ve Pliny'nin yazılarında isimleri "Thamudaei", yani "Semûdlar" olarak anılmaktadır.4106 Peygamberimizden önce, yaklaşık MS 400-600 yılları arasında ise izleri tamamen silinmiştir.
Kuran'da Âd ve Semûd kavimlerinin isimleri daima birlikte anılır. Dahası Allah âyetlerde, Semûd kavmine Âd kavminin helâkinden ders almalarını öğütlemektedir. Bu ise, Semûd kavminin Âd kavmi hakkında detaylı bir bilgi sahibi olduğunu gösterir: “Semûd (toplumuna da) kardeşleri Sâlih'i (gönderdik. Sâlih:) ‘Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur... (Allah'ın) Âd (kavminden) sonra sizi halifeler kıldığını ve sizi yeryüzünde (güç ve servetle) yerleştirdiğini hatırlayın. Ki onun düzlüklerinde köşkler kuruyor, dağlardan evler yontuyordunuz. Şu halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın, yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın.” 4107
Âyetlerden anlaşıldığına göre Âd kavmi ve Semûd kavmi arasında bir ilişki vardır, hatta belki de Âd kavmi, Semûd kavminin tarihinin ve kültürünün bir parçasıdır. Hz. Sâlih, Semûd kavmine Âd kavminin örneğini hatırlamalarını ve bundan ders almalarını emretmektedir.
Âd kavmine de kendilerinden önce yaşamış olan Nûh kavminin örnekleri gösterilmiştir. Âd kavminin Semûd kavmi için tarihsel bir önemi olması gibi, Nûh kavminin de Âd kavmi için tarihsel bir önemi vardır. Bu kavimler birbirlerinden haberdardırlar ve belki de aynı soydan gelmektedirler. Oysa Âd kavmi ve Semûd kavimlerinin yaşadıkları yerler, birbirlerinden coğrafî olarak uzak bir konumdadırlar. Bu iki kavim arasında görünüşte herhangi bir bağlantı yoktur; öyleyse âyette Semûd kavmine hangi sebepten dolayı Âd kavmini hatırlamaları söylenmektedir?
Cevap, biraz araştırıldığında ortaya çıkar. Âd ve Semûd kavimleri arasındaki coğrafî uzaklık aldatıcıdır. Semûd kavmi Âd kavmini bilmekteydi, çünkü bu iki kavim, büyük bir olasılıkla aynı kökenden geliyorlardı. Ana Britannica Ansiklopedisi "Semûdlar" başlığı altında bu kavimden şöyle bahseder: Semûd, Eski Arabistan'da önem taşıdığı anlaşılan kabile ya da kabileler topluluğudur. Güney Arabistan kökenli oldukları, ancak içlerinden büyük bir grubun çok eskiden kuzeye göç ederek Aslab Dağı yamaçlarına yerleştiği sanılmaktadır. Hicaz ve Şam arasında yaşayan Semûdlar, Ashâb-ı Hicr olarak bilinir. Son arkeolojik araştırmalarda, Arabistan'ın orta kesimlerinde Semûdlar'a ait çok sayıda kaya, resim ve yazı ortaya çıkartılmıştır. 4108
4105] “Hicr” maddesi, İslâm Ansiklopedisi: İslâm Âlemi, Tarihi, Coğrafya, Etnoğrafya ve Bibliyografya Lugati, Cilt 5/1, s. 475
4106] Phillip Hitti, A History of the Arabs, London: Macmillan, I970, s. 37
4107] 7/A’râf, 73-74
4108] “Semûdlar” maddesi, Ana Britannica, Cilt 19, s. 232
SÂLİH (A.S.) VE SEMÛD KAVMİ
- 1097 -
Semûd medeniyetinin kullandığı bir çeşit alfabenin (buna "Semûdik alfabe" ismi verilir) çok benzeri bir alfabeye hem Hicaz'da, hem Güney Arabistan'da rastlanmıştır. Bu alfabe, ilk defa Orta Yemen'deki bugünkü Semûd kasabası yakınlarında bulunmuştur. Bu bölgenin kuzeyinde Rub al-Khali, güneyinde Hadramût ve batısında da Sabwah kenti vardır.
Daha önce Âd kavminin, Güney Arabistan'da yaşayan bir kavim olduğunu görmüştük. Âd kavminin yaşadığı bölgede, özellikle Âd'ın torunları olan Hadramîler'in yaşadıkları bölgenin ve başkentlerinin yakınlarında Semûd kavmine âit bulguların elde edilmesi ise son derece önemlidir. Bu durum, Kur’an’da işaret edilen Âd-Semûd kavimlerinin bağlantısını da açıklar. Bu bağlantı, Hz. Sâlih'in, Semûdların Âd kavminin yerine geldiklerini belirten sözünde şöyle açıklanmaktadır: “Semûd (toplumuna da) kardeşleri Sâlih'i (gönderdik. Sâlih:) ‘Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur... (Allah'ın) Âd (kavminden) sonra sizi halifeler kıldığını ve sizi yeryüzünde (güç ve servetle) yerleştirdiğini hatırlayın.” 4109
Kısacası Semûd kavmi, Allah'ın elçilerine uymamanın karşılığını helâk olarak ödemiştir. Yapmakta oldukları yapılar, sanat eserleri kendilerini azaptan koruyamamıştır. Semûd kavmi, daha önceki ve sonraki birçok inkârcı kavim gibi şiddetli bir azapla helâk edilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de Sâlih (a.s.) ve Semûd Kavmi
Kur’ân-ı Kerim’de “Sâlih”in (a.s.) ismi, toplam 9 yerde geçer. 4110
“Semûd” kelimesi ise toplam 26 yerde zikredilir. Semûd kavmi veya onların evleri, ya da şehirleri anlamındaki “Hıcr” kelimesi ise (bu anlamda) Kur’an’da sadece bir yerde geçer ve bu ismin geçtiği sûreye de bundan ötürü Hıcr sûresi adı verilir. 4111
“Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i (peygamber olarak gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir. İşte o da, size bir mûcize olarak (gönderilmiş) Allah’ın şu devesidir. Onu (kendi haline) bırakın, Allah’ın arzında yesin (içsin). Sakın ona herhangi bir kötülükle dokunmayın; sonra sizi acıklı bir azap yakalar.
Düşünün ki, (Allah) Âd’dan (Âd kavminden) sonra (onların yurduna) sizi hükümdarlar kıldı. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi. Onun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah’ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılar olarak karışıklık çıkarmayın.
Kavminin ileri gelenlerinden müstekbirler/büyüklük taslayanlar, içlerinden müstaz’aflara/zayıf görülen iman edenlere dediler ki: ‘Siz Sâlih’in gerçekten Rabb’i tarafından gönderildiğini biliyor musunuz (Buna inanıyor musunuz)?’ Onlar da: ‘Şüphesiz biz onunla gönderilene iman eden mü’minleriz’ dediler.
Müstekbirler/kibirlenip büyüklük taslayanlar da dediler ki: ‘Biz de sizin iman ettiğinizi inkâr eden kâfirleriz’
Derken o dişi deveyi ayaklarını keserek öldürdüler ve Rab’lerinin emrinden dışarı
4109] 7/A’râf, 73-74
4110] 7/A’râf, 72, 75, 77; 11/Hûd, 61, 62, 66, 89; 26/Şuarâ, 142; 27/Neml, 45.
4111] 15/Hıcr, 80
- 1098 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çıktılar da: ‘Ey Sâlih! Eğer sen gerçekten peygamberlerdensen bizi tehdit ettiğin azâbı getir!’ dediler.
Bunun üzerine onları o (şiddetli) sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü dona kaldılar.
Sâlih de o zaman onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: ‘Ey kavmim! Andolsun ki ben size Rabbimin elçiliğini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, fakat siz nasihat edenleri sevmiyorsunuz.” 4112
“Onlara, kendilerinden öncekilerin; Nuh, Âd, Semûd kavminin, İbrahim kavminin, Medyen ahâlisinin ve yerle bir olan şehirlerin haberi gelmedi mi? Onlara resulleri apaçık deliller getirmişlerdi. Demek ki Allah, onlara zulmediyor değildi, ama onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.” 4113
“Semûd (halkına da) kardeşleri Sâlih'i (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur. O sizi yerden (topraktan) yarattı ve onda ömür geçirenler kıldı. Öyleyse O'ndan bağışlanma dileyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz benim Rabbim, yakın olandır, (duâları) kabul edendir.’
Dediler ki: ‘Ey Sâlih, bundan önce sen içimizde kendisinden (iyilikler ve yararlılıklar) umulan biriydin. Atalarımızın taptığı şeylere tapmaktan sen bizi engelleyecek misin? Doğrusu biz, senin bizi dâvet ettiğin şeyden kuşku verici bir tereddüt içindeyiz.’
Dedi ki: ‘Ey kavmim, görüşünüz nedir söyler misiniz? Eğer ben Rabbimden apaçık bir belge üzerindeysem ve bana tarafından bir rahmet vermişse, bu durumda O'na isyan edecek olursam Allah'a karşı bana kim yardım edecektir? Şu halde kaybımı arttırmaktan başka bana (hiç bir yarar) sağlamayacaksınız.
Ey kavmim, size işte bir âyet (delil ve mûcize) olarak Allah'ın devesi; onu serbest bırakın, Allah'ın arzında yesin. Ona kötülük (vermek niyeti) ile dokunmayın. Yoksa sizi yakın bir azap sarıverir.’
Onu (deveyi) öldürdüler. (Sâlih) dedi ki: ‘Yurdunuzda üç gün daha yararlanın. Bu, yalanlanmayacak bir vaaddir.’
Emrimiz geldiği zaman, tarafımızdan bir rahmetle Sâlih'i ve O'nunla birlikte iman edenleri o günün aşağılatıcı azâbından kurtardık. Doğrusu senin Rabbin, güçlü olandır, aziz olandır.
O zulmedenleri dayanılmaz bir ses sarıverdi de kendi yurtlarında diz üstü çökmüş olarak sabahladılar.
Sanki orada hiç refah içinde yaşamamışlar gibi. Haberiniz olsun; Semûd (halkı) gerçekten Rablerini inkâr etmişlerdi. Haberiniz olsun; Semûd (halkına Allah'ın rahmetinden) uzaklık (verildi.)” 4114
"(Şuayb dedi ki:) Ey kavmim, bana karşı gelişiniz, sakın Nuh kavminin ya da Hûd kavminin veya Sâlih kavminin başlarına gelenlerin bir benzerini size de isâbet ettirmesin. Üstelik Lût kavmi size pek uzak değil.” 4115
“Sanki orada hiç refah içinde yaşamamışlar gibi. Haberiniz olsun; Semûd (halkına)
4112] 7/A’râf, 73-79
4113] 9/Tevbe, 70
4114] 11/Hûd, 61-68
4115] 11/Hûd, 89
SÂLİH (A.S.) VE SEMÛD KAVMİ
- 1099 -
nasıl bir uzaklık verildiyse Medyen (halkına da Allah'ın rahmetinden öyle) bir uzaklık (verildi).” 4116
“Sizden öncekilerin, Nuh kavminin, Âd ve Semûd ile onlardan sonra gelenlerin haberi size gelmedi mi? Ki onları, Allah'tan başkası bilmez. Elçileri onlara apaçık delillerle gelmişlerdi de, ellerini ağızlarına götürüp (öfkelerinden ısırdılar) ve dediler ki: ‘Tartışmasız, biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeyden de gerçekten kuşku verici bir tereddüt içindeyiz." 4117
“Andolsun, Hicr halkı da peygamberlerini yalanlamıştı. Biz, onlara mûcizelerimizi vermiştik, fakat onlardan yüz çevirmişlerdi. Onlar da sabaha çıkarlarken, o korkunç ses yakaladı. Kazanmakta oldukları şeyler, onlardan hiçbir zararı sav(a)madı.” 4118
“Bizi âyet (mûcize)ler göndermekten, öncekilerin onu yalanlamasından başka bir şey alıkoymadı. Semûd'a dişi deveyi görünür (bir mûcize) olarak gönderdik, fakat onlar bununla (onu boğazlamakla) zulmetmiş oldular. Oysa biz âyetleri (mûcizeleri) ancak korkutmak için göndeririz.” 4119
“Eğer seni yalanlıyorlarsa, onlardan önce Nuh, Âd, Semûd kavmi de yalanlamıştı.” 4120
“Âd'ı, Semûd'u, Ress halkını ve bunlar arasında birçok nesilleri (yok ettik).” 4121
“Semûd (kavmi) de, gönderilen (elçi)leri yalanladı.
Hani onlara kardeşleri Sâlih: ‘Sakınmaz mısınız?’ demişti.
‘Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.
Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin.
Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum;
Siz burada güvenlik içinde mi bırakılacaksınız?
Bahçelerin, pınarların içinde,
Ekinler ve yumuşak tomurcuklu göz alıcı hurmalıklar arasında?
Dağlardan ustalıkla zevkli evler yontuyorsunuz.
Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin.
Ve ölçüsüzce davrananların emrine itaat etmeyin.
Ki onlar, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyor ve dirlik-düzenlik kurmuyorlar (ıslah etmiyorlar).’
Dediler ki: ‘Sen ancak büyülenmişlerdensin.
Sen yalnızca bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsin; eğer doğru sözlü isen, bu durumda bir âyet (mûcize) getir görelim.’
4116] 11/Hûd, 95
4117] 14/İbrâhim, 9
4118] 15/Hıcr, 80-84
4119] 17/İsrâ, 59
4120] 22/Hacc, 42
4121] 25/Furkan, 38
- 1100 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Dedi ki: ‘İşte, bu bir dişi devedir; su içme hakkı (bir gün) onun, belli bir günün su içme hakkı da sizindir.
Ona bir kötülükle dokunmayın, sonra büyük bir günün azâbı sizi yakalar.’
Sonunda onu (yine de) kestiler, ancak pişman oldular.
Böylece azap onları yakaladı. Gerçekten, bunda bir âyet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler.
Ve şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, merhamet sahibidir.” 4122
“Andolsun ki, Semûd kavmine, ‘Allah’a kulluk edin!’ (demesi için) kardeşleri Sâlih’i gönderdik. Hemen birbiriyle çekişen iki zümre oluverdiler.
(Sâlih) dedi ki: ‘Ey kavmim, neden iyilik dururken kötülüğe koşuyorsunuz? Allah'tan bağışlanma dilemeniz gerekmez mi? Belki size merhamet edilirdi.’
Dediler ki: ‘Senin ve seninle birlikte olanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık.’ Dedi ki: ‘Sizin uğursuzluğunuz (başınıza gelenler) Allah katında (yazılı)dır. Hayır, siz denenmekte olan bir kavimsiniz.’
Şehirde dokuzlu bir çete vardı, yeryüzünde bozgun çıkarıyorlar ve dirlik-düzenlik bırakmıyorlardı.
Kendi aralarında Allah adına and içerek, dediler ki: ‘Gece mutlaka ona ve ailesine bir baskın düzenleyelim, sonra velîsine: Ailesinin yok oluşuna biz şâhit olmadık ve gerçekten bizler doğruyu söyleyenleriz, diyelim.’
Onlar hileli bir düzen kurdu. Biz de (onların hilesine karşı) onların farkında olmadığı bir düzen kurduk.
Artık sen, onların kurdukları hileli düzenin uğradığı sona bir bak; Biz, onları ve kavimlerini topluca yerle bir ettik.
İşte, zulmetmeleri dolayısıyla enkaza dönüşmüş ıpıssız evleri. Şüphesiz bilen bir kavim için bunda bir âyet vardır.
İman edenleri ve sakınanları da kurtardık.” 4123
“Âd'ı ve Semûd'u da (yıkıma uğrattık). Gerçek şu ki, kendi oturdukları yerlerden size (durumları) belli olmaktadır. Kendi yaptıklarını şeytan süsleyip çekici kıldı, böylece onları yoldan alıkoydu. Oysa onlar görebilen kimselerdi.” 4124
Onlardan önce Nuh kavmi, Âd kavmi, sarsılmaz bir saltanatın sahibi Fir’avn, Semûd, Lût kavmi ve Eyke halkı da peygamberleri yalanladılar. İşte bunlar da peygamberlere karşı birleşen topluluklardır. Onların her biri gönderilen peygamberleri yalanladılar da bu yüzden (kendilerine) azâbım hak oldu.” 4125
“Semûd kavmi de uyarıcıları yalanladı.
Dediler ki: ‘Bizden biri olan bir beşere mi uyacağız? Bu durumda gerçekten biz bir dalâlet/sapıklık ve çılgınlık içinde kalmış oluruz.
4122] 26/Şuarâ, 141-159
4123] 27/Neml, 45-53
4124] 29/Ankebût, 38
4125] 38/Sâd, 12-14
SÂLİH (A.S.) VE SEMÛD KAVMİ
- 1101 -
Zikr (vahy) içimizden ona mı verildi? Hayır, o çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarıktır.’
Onlar yarın, kimin çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarık olduğunu bilip öğreneceklerdir.
Gerçek şu ki Biz, bir fitne (imtihan ve deneme konusu) olarak o dişi deveyi kendilerine göndereniz. Şu halde sen onları gözleyip bekle ve sabret.
Ve onlara, suyun aralarında kesin olarak pay edildiğini haber ver. Su alış sırası (kiminse, o) hazır bulunsun.
Derken arkadaşlarını çağırdılar, o da bıçağını kapıp 'hayvanı ayağından biçip yere devirdi.'
(Bu azgınlara) Benim azâbım ve uyarmam nasıl oldu?
Biz onların üzerine korkunç bir çığlık gönderdik. Böylece onlar, ağıldaki çalı-çırpı olan kuru ot gibi oluverdiler.
Andolsun Biz Kur'an'ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp düşünen var mı?” 4126
Semûd ve Âd (kavimleri), başlarına çarpacak felâketi (kıyâmeti) yalan saymışlardı. Semûd’a gelince: Onlar, korkunç bir sesle helâk edildi.” 4127
“Orduların haberi geldi mi sana? Onlar Fir’avn ve Semûd orduları idi (Nasıl helâk oldular?!)” 4128
“Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine; ülkelerde benzeri yaratılmamış olan İrem şehrine; yontulmuş kayaları vâdiye getiren Semûd kavmine; kazıkların (kazık gibi dikilmiş piramitlerin/anıtkabirlerin) sahibi Fir’avn’a. Zira onların hepsi ülkelerinde azgınlık ettiler. Bulundukları yerlerde kötülüğü çoğalttılar. O sebepten dolayı Rabbin onların üstüne azap kamçısı yağdırdı. Çünkü Rabbin her an gözetlemededir.” 4129
“Semûd kavmi azgınlığı yüzünden Allah’ın elçisini yalanladı. Çünkü onların en azgını deveyi kesmek için ayaklandı. Allah’ın Rasûlü onlara: ‘Allah’ın devesine ve onun suyuna dikkat edin!’ dedi. Derhal onu yalanladılar ve deveyi kestiler. Bunun üzerine Rableri günahları sebebiyle o beldeyi başlarına geçirdi ve her tarafı dümdüz etti. Allah bu şekilde azap etmenin âkıbetinden korkmaz.” 4130
Semûd Kavmi ve Günümüz
Kur’ân-ı Kerim’de kıssaların anlatımı içerisinde şu ifadeler dikkati çeker:
"Ey insanlar! Sabah akşam, onların yerleri üzerinden geçersiniz. Akletmez misiniz?" 4131; "Âd ve Semûd kavimlerini de yok ettik. Bunu oturdukları yerler göstermektedir." 4132
Yüce Allah, Kur'an'ın indiği câhiliyye toplumuna, kıssaları vaz’ eder. Kıssalarda
4126] 54/Kamer, 23-32
4127] 69/Haakka, 4-5
4128] 85/Bürûc, 17-18
4129] 89/Fecr, 6-14
4130] 91-Şems, 11-15
4131] 37/Sâffât, 137-138
4132] 29/Ankebût, 38
- 1102 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlatılanlar, câhiliyye Araplarınca tanınan ve meşhur olmuş kavimlerdir. Yapmış oldukları kervan yolculukları sırasında geçtikleri yollar özerinde o kavimlerin harâbelerini görürler, rivâyetlerini işitirlerdi. Kutsal kitap sahiplerinden ve atalarından, tevâtür yoluyla işittikleri rivâyetler, bu kavimlerin hakkındaki efsânevî hikâyelerdi.
Burada şöyle bir soru sorulabilir: Madem câhiliyye Arapları bu kıssalar hakkında bilgi sahibi idiler, o halde Kur'an bunları niçin anlatıyor?
İşte bu soruya cevap ararken, Kur'ân-ı Kerim ile Tevrat ve İncil’in aralarında ve câhiliyye Araplarının tevâtür yoluyla edindikleri efsânevî bilgilerle kutsal kitaplar arasında muazzam bir yaklaşım farklılığı görüyoruz. Tevrat, İncil ve câhiliyye Araplarınm efsânevî bilgilerinde kıssalara; tarihsel, mekânsal ve biyografik bir yaklaşım tarzı sergilenir. Kur'an'da ise bunlar en son plandadır. Kur'an vaz’ ettiği kıssalarda; küfûr-hidâyet olgusunu ön plana çıkarır. Tarih, kişiler ve zaman önemli değildir. Çünkü geçmişte yaşamış ve kıyâmete kadar yaşayacak tüm toplumlarda, aynı iman-küfür olgusu yaşanacaktır. Bu bir sünnetullahtır, Allah'ın kanunudur. O halde Kur'an nokta-yı nazarında; kişiler, zaman ve mekân önemli değildir. Kıssalarda anlatılan kişiler, tarihler ve yerler değişebilir, ancak iman ve inkâr mücâdelesi aynı şekilde gerçekleşecektir.
İşte bu yüzden Cenâb-ı Allah, câhiliyye Araplarına Sâlih (a.s.) kıssasının doğrusunu vahyeder. Ve bu kıssadan câhiliyye Arapları ve tüm kıyâmete kadar yaşayacak insanların ibret almalarını ister. "Semûd kavminin başına gelenlerde ibret vardır." 4133
Câhiliyye Araplarının geçtiği işlek bir ticaret yolu üzerinde olan Semûd kavminin Arabistan yarımadasının batısında Medine ile Sina yarımadası arasında olduğu
rivâyet edilir.
Kur'ân-ı Kerim'de Semûd kavminin oturduğu bir bölgenin İsmi "Hıcr" olarak geçer. "Hıcr" aynı zamanda Kur'an'da bir sûreye ad olarak verilmiştir. Semûd halkı, çöllerle kaplı olan Arabistan yarımadası gibi bir coğrafyada, Allah'ın verdiği yeşillikler içinde cennet gibi bir beldede yaşıyorlardı. Kur'an bu husûsu; Allah'ın Semûd kavmine verdiği nimetler açısından şöyle beyan eder: "Siz burada, bahçelerin, pınarların içinde; ekinlerin, salkımları sarkmış hurmalıkların arasında güven içinde bırakılacak mısınız?" 4134
Yine Kur'an'da Semûd kavminin özellikleri arasında, dağları oymak sûretiyle yaptıkları evlerden bahsedilir. “Onlar, dağlardan emniyet içinde kalacakları evler edinirlerdi/yaparlardı.” 4135
Allah'ın bunca zenginlik verdiği Semûd halkı zenginleştikçe giderek azgınlaşmış, zâlimleşmişti. Aynı, kendilerinden önce yaşamış olan Âd kavmi gibi. Allah'ın bahşettiği nimetler şükürlerini artıracağı yerde sapıklıklarını artırmıştı. Allah bu kavme, onların içinden bir kişi olan Sâlih (a.s.)'ı rasul olarak gönderir. “Semûd kavmine kardeşleri Sâlih'i gönderdik. ‘Ey kavmim! Allah'a kulluk edin; O'ndan başka ilâh yoktur.” 4136
4133] 51/Zâriyât, 43
4134] 26/Şuarâ, 146-148
4135] 15/Hıcr, 82
4136] 11/Hûd, 61
SÂLİH (A.S.) VE SEMÛD KAVMİ
- 1103 -
Sâlih peygamberin risâletle vazifelendirilip yollanmasıyla Semûd kavminde hak-bâtıl mücâdelesi başlamış oldu. Sâlih (a.s.), kavminden, bir Allah'a inanmalarını, O'nun emirleri doğrultusunda yaşamalarını ister. Taptıkları putların onlara bir faydasının olmayacağını belirtir.
Sâlih'in bu çağrıları karşısında kavminin aldığı tavır ise ona karşı çıkmak olur. Toplum Sâlih (a.s.)'e tabi olanlar ve karşı çıkanlar olarak ikiye bölünür. "Semûd kavmine kardeşleri Sâlih'i gönderdik. Hemen birbiriyle çekişen iki zümre oluverdiler." 4137
Vahyi temsil eden Sâlih (a.s.), kavminden şunları ister: “Artık Allah’tan sakının, bana itaat edin. Yeryüzünü ıslah etmeyip, bozgunculuk yapan beyinsizlerin emrine itaat etmeyin.” 4138 Putların terkedilip, Allah'ın istediği biçimde yaşamaları, yeryüzünde bozgunculuk yapmamaları istenir Semûd kavminden...
Vahyin gelişiyle beraber çıkarları; putçuluğu teşvik eden bir yaşam tarzına dayalı olan, Kur'an'ın "ileri gelenler" diye nitelediği sermaye ve bunun emrindeki yönetici kesim ise işin ucunun kendilerine dokunacağını anlayınca, halkı Sâlih’e (a.s.) karşı örgütlerler.
Allah Kur'ân-ı Kerim'de; Semûd kavminin “ileri gelenleri”nin dokuz kişi olduğunu açıklar. "O şehirde dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, iyilik tarafına yanaşmıyorlardı." 4139
Evet! Bu dokuz kişi toplumun ahlâkî, sosyal ve ekonomik yapısını ellerinde bulunduruyorlardı. Zenginlik ve halk adına söz söyleme ve onları diledikleri gibi yönetmek yalnızca onların hakkıydı!.. Tarihin her kesitinde ve günümüzde de öyle değil midir?
Böylece "ileri gelenler" yönetimindeki inkârcı grup Sâlih peygamberi kavmin gözünden düşürmek için başlarlar saldırı ve iftiralara: “Sen şüphesiz büyülenmiş birisin; bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin. Eğer doğru sözlülerden isen bir belge getir, dediler.”4140; "Aramızda bir beşere mi uyacağız?"4141; 'Vahiy aramızda ona mı verildi? Hayır o, yalancı ve şımarığın biridir, dediler." 4142
Artık Sâlih’i (a.s.) yıpratmak için ellerinden ne gelirse yapmaya onu tâciz etmeye çalışırlar. Oysa peygamberlik gelmeden evvel onu çok iyi tanıyorlardı. Emin bir insandı. Dürüsttü. Aynı, kendinden önceki geçmiş ve kendinden sonra gelmiş diğer rasuller gibi... Hatta; peygamber olduktan sonra bile ona karşı çıkanlar bu husûsu şöyle belirtiyorlardı: "Ey Sâlih! Sen bundan önce aramızda kendisinden iyilik beklenen biriydin." 4143
Hem onun bu faziletli durumunu teslim ediyorlar, hem de söylediklerine karşı geliyorlardı. Ne olmuştu da, aralarından biri ve hem de güvenilir biri olan Sâlih'e cephe alıp; onun beyinsiz, yalancı ve şımarık olduğunu söylemeye başlamışlardı?
4137] 27/Neml, 45
4138] 26/Şuarâ, 144
4139] 27/Neml, 48
4140] 26/Şuarâ, 153-154
4141] 54/Kamer, 24
4142] 54/Kamer, 25
4143] 11/Hûd, 62
- 1104 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sebep basitti. Zulüm ve soygun düzeni olan putçuluğa karşı çıkmıştı. Dolayısıyla zenginler ve yöneticilerin rahatını kaçırmış, düzenlerini alt üst etmişti. Hal böyle olunca tabii ki Sâlih (a.s.) kötülenecek, tecrit edilecek ve tâciz edilecekti.
Sâlih’in (a.s.) tebliğ mücâdelesi hiç kesintisiz olarak devam etti. Bulduğu her fırsatta, her zaman ve her yerde Allah'ı anlattı ve O’nun emirlerini bildirdi. Yıllarca tebliğ etti durdu. Onun bu çabasına karşılık kavminin insanları ona pek meyletmiyorlardı. Zulüm ve soygun düzeni olan putçuluk içlerine öyle işlemişti ki söküp atmak çok zordu.
Semûd kavminde tebliğ mücâdelesi sürerken; Allah onlara verdiği nimetleri kısar. İşlerinin bozulması, kesat gitmesi karşısında buna bir sebep arayan inkârcılar faturayı Sâlih'e keserler. Böylece ‘ileri gelenler’ aynı zamanda Sâlih'i de halkın gözünden iyice soğutmuş, bir taşla iki kuş vurmuş oluyorlardı. Sâlih’in (a.s.) uğursuz biri olduğunu iddia etmeye başladılar.
Gerçekten bir uğursuzluk, yani kısmetsizlik gelmişti üzerlerine. Artık eskisi gibi her şey yolunda gitmiyordu. Kazançları düşmüştü. Bunun Sâlih’in (a.s.), putlarına karşı yaptığı hareketlerden olduğu kanısındaydılar. Oysa gerçek öyle değildi. Bu hususa Neml Sûresi'nde şöyle değinilir: "Şöyle dediler: ‘Senin ve beraberindekiler yüzünden uğursuzluğa uğradık.’ Sâlih: ‘Size çöken uğursuzluk Allah katındandır. Hayır, siz imtihana çekilen bir kavimsiniz." 4144
Sâlih’in (a.s.) bu sözleri Semûdluları daha da kızdırıyor, düşman ediyordu. Sâlih (a.s.) bu vesile ile onların imtihana çekildiklerini, belki iman ederler diye darlıkla denendiklerini anlatır. Fakat bu söylediklerinin yine de faydası olmaz.
Kavmi artık ondan olağanüstü şeyler, mûcizeler istemeye başlamıştı. Mûcizeler Allah'ın elinde olan şeylerdi. Peygamberlerin böyle bir yetkileri yoktu. "Doğru sözlülerden isen bir delil getir, dediler." 4145
O da; “bekleyin ben de sizin gibi bekleyenlerdenim” diyerek, onların bu isteğinin Allah'ın elinde olan bir şey olduğunu belirtti. Semûd kavminin inkârcılarının amaçları mûcize görmek değil, rasûlü âciz bırakmak, onun Allah ile ilgisinin olmadığını göstermek, tuzağa düşürmekti.
Nihâyetinde Allah onların bu tuzaklarına karşı peygamberini destekleyerek, müşriklerin istediği mûcizeyi verdi: "Sâlih: ‘İşte âyet (mûcize, delil) bu devedir. Kuyudan su içme hakkı belirli bir gün onun, belirli bir gün de sizindir; Sakın ona bir kötülük yapmayın, yoksa sizi büyük bir günün azâbı yakalar’ dedi." 4146
"Buna rağmen onu kesip devirdiler."4147 Mûcize isteklerinin yerine getirilmesine karşılık Semûd kavminin inkârcılarına bu kâfi gelmemişti. Allah'ın zarar verilmemesi isteğine karşılık yine de deveyi kestiler. Zaten amaçları iman etmek değildi, Rasûlü aciz göstermekti. Fakat “ileri gelenler”in kurdukları bu tuzak geri tepince, deveyi keserek Sâlih peygamberin, kavim nazarındaki itibarını düşürmek, gündemi değiştirmek istediler.
Deveyi kesmeye kesmişlerdi, ama kesmekten pişman olmuşlardı. Artık işleri
4144] 27/Neml, 47
4145] 26/Şuarâ, 154
4146] 26/Şuarâ, 155-156
4147] 11/Hûd, 65
SÂLİH (A.S.) VE SEMÛD KAVMİ
- 1105 -
tamamen alt-üst olmuş, azap emâreleri kavmi kuşatmıştı. Allah bunu şöyle beyan eder: "Onlar ise deveyi kestiler; ama pişman da oldular." 4148
İş işten geçmişti bir kere, peygamber üç gün daha yaşayabileceklerini ondan sonra azâbın kendilerini yakalayacağını bildirmişti. Zaten bunun alâmetlerini yaşamaya başlamışlardı bile. Son pişmanlık içerisindeki Semûd kavminin sersem halinden kurtulması için, Sâlih'in katledilmesi gerektiğine karar veren; kentin azgın dokuz kişisi olan "ileri gelenler" ona tuzak kurarlar. Bu husûsu Allah şöyle beyan eder: “O şehirde dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, iyilik tarafına hiç yanaşmıyorlardı. Allah'a and içerek birbirlerine şöyle dediler: Gece ona ve ailesine baskın yapalım, sonra da velîsine 'biz ailesinin yok edilişi sırasında orada değildik, inanın ki doğru söylüyoruz' diyelim. Onlar öyle bir tuzak kurdular. Biz de kendileri farkında olmadan, onların planlarını altüst etlik.” 4149
İnkârcıların vardığı son nokta, rasûlü ortadan kaldırma fikri olmuştu. Aynı düşünce tüm inkârcı toplumlarda görülür. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) için de Mekkeli müşriklerin aynı tuzağı kurdukları nazar-ı dikkate alınmalıdır. Kabilecilik anlayışının o dönemdeki bir yansıması olan öldürme planındaki ortak eylem ve sonucunda kimsenin eylemi üstüne almaması neticesi maktûlün velisinin karşısında birden fazla hasım çıkarılarak onun kısastan vazgeçirilmesi anlayışı görülmektedir. Müşriklerin kabilecilik anlayışının bir gereği olan bu zihniyet, Peygamberimiz zamanında da aynı eylemi gerçekleştirmeye kalkışmış ve Sâlih (a.s.)'da olduğu gibi tuzakları geri tepmişti.
Artık Sâlih’in de (a.s.) yapacak bir şeyi kalmamıştı, mü’minlerle beraber Allah onları, azap gelmezden evvel kâfirlerin tuzağından kurtardı. "Buyruğumuz gelince, Sâlih'i ve beraberindeki iman edenleri o günün rezilliğinden kurtardık." (4150); "Haksızlık yapanları bir çığlık tuttu, oldukları yerde diz üstü çöküverdiler." (11/Hûd, 67)
Böylece doğru yola gelmekte direnen Semûd kavminin inkârcıları da, diğer Nuh ve Âd kavimlerinin inkârcıları gibi azâbı tattılar. "İşte haksızlıkları yüzünden çökmüş evleri! Anlayan bir kavim için elbette bunda bir ibret vardır." 4151
Semûd Kavmi ve Almamız Gereken Dersler, Mesajlar
Âyetlerden Tesbitler
1. Mûcizeye Rağmen Red ve Taşkınlık, Helâki Getirir: "Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. Size Rabbinizden bir delil gelmiştir. İşte o da, size bir mûcize olarak Allah'ın şu devesidir. Onu bırakın, Allah'ın arzında yesin, sakın ona herhangi bir kötülükle dokunmayın, sonra sizi acıklı bir azap yakalar." 4152
Rasulleri inkâr eden kavimler azâbın hemen indirilmesi veya mûcize gösterilmesi tarzında taleplerde bulunmuşlardır. Bu talepleri sağlıklı bir psikolojiyle yapılmış ve imana götüren bir kalbin istekleri olmaktan çok uzaktır. Daha çok inkârı katmerleyen ve vahye karşı körlüğü arttıran bir yaklaşımla, bu isteklerini bildirmişlerdir. Muhâtabın vahiy karşısında kulluk ve hayranlıkla değil de istiğnâ,
4148] 26/Şuarâ, 157
4149] 27/Neml, 48-50
4150] 11/Hûd, 66
4151] 27/Neml, 52; Cengiz Duman, Sâlih (a.s.) ve Semûd Kavmi, Haksöz, sayı 3, Haziran 94
4152] 7/A’râf, 73
- 1106 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kibir ve ukelâ bir tarzda duruşu, gayret-i İlâhiyeyi doğurmaktadır. Bu yüzden, kendi açılarından olumlu bir sonuç vermeyeceği bilinen bu talepleri ertelenebildiği kadar ertelenmiştir. Ne zaman ki helâkleri hakkında İlâhî irâde netleşmiş, Rasuller "Artık kavmimizle bizim aramızda hükmünü ver" duâsıyla Yaratıcıya iltica etmişlerse, o zaman belki de helâkin başlama düğmesine basılması anlamında mûcize yaratılmaktaydı. Bu ise mûcizeyi, rasûlü küçük düşürmek ve alaylarına malzeme yapmak için talep eden kavmin ilk etapta şaşkınlığını arttırmaktaydı. Ancak kendilerine geldiklerinde küfürleri artmakta ve o taşkın ruh halleriyle mûcizeyi inkâr etmekteydiler. Bu örnekte olduğu gibi, taşkınlıkları bazen o mûcize ve rasûlün şahsını ortadan kaldırma teşebbüsüne kadar varabilmekteydi.
Ancak Allah'a iman eden kimse, haddini bilen bir gönle ve görmek isteyen bir göze ulaşılabilir. Duyularını ısrarla çalışmaz hale getiren ve kibir dağları ötesindeki gerçekler için boyları kısa kalan bir yaklaşımla Allah'a ulaşma ihtimali yoktur.
"Beni niçin âmâ olarak yarattın? Hâlbuki ben dünyadayken görüyordum."4153 Bir kâfirin, âhirette karşılaştığı bir uygulamayla ilgili ağzından dökülenler... Hayır, ey kulluğunu unutan kul, aslında sen her zaman kör ve sağırdın, İlâhî gerçeklere karşı. 4154
2. Geleceğin Parlaktı: "Dediler ki: Ey Sâlih! Sen bundan önce içimizde ümit beslenen birisiydin. Babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi engelliyor musun? Doğrusu biz, bizi kendisine çağırdığın şeyden ciddi bir şüphedeyiz." 4155
Sen aklı başında bir adamdın. Bu yeni iddiaların da neyin nesi?! Bu cümle birkaç anlamı içinde barındırmaktadır. Sen bu işten geri dön, senin hakkındaki eski kanaatimiz ve sana olan sevgimiz devam etsin. Ortak bir noktada buluşabilmemiz mümkündür. Bundan hem sen, hem de biz kârlı çıkabiliriz. Bu apaçık bir uzlaşma îmâsıdır.
Tercihlerini net yapamayan insanlar, bu tür çağrılarla zorluklar/belâlar arasında bir seçim yapmaları istendiğinde gerisin geriye câhiliyeye kayabilmektedirler. Bu yüzden arkaya ve terk edilene bakmamak, gemileri yakmış bir ruh haline ulaşabilmek, eski yaşantısına en ufak bir hasret ve özlem duymamak gerekmektedir. İslâmlaştığı halde, gözü hâlâ geçmiş yaşantısında kalanlar, asla imanın tadına varamazlar ve mü’min olarak can verme bahtiyarlığını da riske atmış olurlar.
3. Zulme Sessiz Kalmak: "Fakat, Semûd kavmi o deveyi, ayaklarını keserek
öldürdüler. Sâlih dedi ki: ‘Yurdunuzda üç gün yaşayın.’ O söz, yalanlanamayan bir tehdit
idi."4156; "O şehirde dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk
yapıyorlar, iyilik tarafına hiç yanaşmıyorlardı."4157; "Bir arkadaşlarını çağırdılar, o da cür’et gösterip kılıcını çekerek deveyi kesti." 4158
Hz. Sâlih'in kavmi bu zulmü işledi. Aslında bu büyük zulme dokuz kişi katılmıştı. Ama topluluk onlara engel olmadı. Engel olmanın ötesinde, bu suskunlukları
4153] 20/Tâhâ, 125
4154] Bk. 20/Tâhâ, 126
4155] 11/Hûd, 62
4156] 11/Hûd, 65
4157] 27/Neml, 48
4158] 54/Kamer, 29
SÂLİH (A.S.) VE SEMÛD KAVMİ
- 1107 -
zulmün işlenmesinde, zâlimler için yeterli bir toplumsal zemini oluşturmaktaydı. Zulmün icrâsı tarih boyunca pek az insanın bizzat rol aldığı bir nitelik arzetmiştir. Ancak, sessiz kalan halk, bu fiilin cezâsına da ortak olmak durumundadır. Unutmamak lâzımdır ki, aslında zâlimler marjinaldir.
4. Vahiy, Toplumda Ne Tür Bir Sonuca Yol Açar?: "Andolsun ki, Semûd kavmine, Allah'a kulluk edin (demesi için) kardeşleri Salih'i gönderdik. Hemen birbiriyle çekişen iki zümre oluverdiler." 4159
Günümüzde din, milletler için bir dayanışma ve birlik ilâcı olarak algılanmaktadır. “Toplumların iç dayanışmalarında dinin reddedilemez bir yeri olduğu” tarzındaki cümleler, kulaklarımızın alışık olduğu cümlelerdir. Gerçekten de din, birleştirici bir sıfat mı taşımaktadır?
Peygamber kıssalarında anlatılanları göz önünde bulundurduğumuzda, pek çok peygamberin, câhiliye elitleri tarafından bölücülükle suçlandıklarını görmekteyiz. Yukarıdaki âyette bu duruma işaretler vardır. "Sen geldin geleli toplumda huzur kalktı. Baba ile çocuğu, kadın ile kocası arasını, getirdiğin sözlerle ayırdın. Toplumu birbirine düşman kısımlara böldün!..." Bu ve bunun gibi ifâdeler rasullere karşı hep söylenegelmiştir. O halde toplumun yapıştırıcı gücü olarak tanımlanan din, bu ilk muhâtaplarınca niye böyle tanımlanmıştır?
Sadece, genel adı İslâm olan İlâhî dinler değil, toplumun yürürlükte bulunan değerler sistemine alternatif bir değerler bütünü öneren her yaklaşımın sosyolojik bir gerçek olarak, toplumda parçalanmaya sebep olması kaçınılmazdır. Bu parçalanma, yeni önerilen değerlere inanan insanlar ve diğerleri olarak toplumu ikiye bölmektedir. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur.
İnsanlar, inançları dışında da pek çok farklı şey sebebiyle çeşitli bölünmeler yaşarlar. Ve bunun sonucu olarak da ulaştıkları durumlarla kendilerini tanımlar; bu tanıma göre dost ve düşmanlarını belirlerler. Sonra da savaşmaya bile uzanabilecek mücâdelelere girişirler. Bazen bir coğrafyalı olmaktır belirleyici vasıf, bazen bir ırktan dünyaya gelmiş olmak. Özetleyecek olursak coğrafyaya, kan bağına, ticarî ilişkilere, ortak inançlara vb. sebeplere dayanan "biz" tanımları vardır. Din, bu tanımları sosyolojik bir gerçek olarak kabul etmiştir. Bunların münker olan bazı tanım ve hukuklarını ıslah ederek yeniden inşâ etmiştir. Ancak, bir üst tanım olarak ve diğer ilişkileri/hukukları belirleyen odak hukuk olarak, İslâm, inanca dayalı "biz" tanımını koymuştur. Birey, şu coğrafyadan, bu kabileden olabilir; ancak, o, her zaman inancın genel tanım ve çıkarlarına göre hareket edecektir. Kendi seçmediğimiz özelliklerimizin değil; bizzat irâdemizle oluşan "inanca" göre bir tanım yapılması, bizleri yüceltmektedir. Hiçbir katkıları olmadan taşıdıkları vasıflarla dostu ve düşmanı tanımlayıp belirleyen, mücâdele eden varlıklar nere, tanımlarını kendi seçtiği ilkeler ve vahye göre yapan insan nere!?
Bir toplumun yeni değerlere geçiş esnâsında yaşadığı bu iç parçalanma, geçici bir olaydır. Bu parçalanmanın aile komşu, akraba, ortak vb. birliklerde verdiği bedel de geçicidir. Yoksa din ebediyyen bu sosyal ilişkilerin reddi ve imhâsı gibi bir çağrıda bulunmaz. Ayrıca geçiş ânındaki bu parçalanmanın olabildiğince harâretinin az olması önemsenmiştir, özellikle parçalanmanın yaşandığı Mekkî yıllarda sıla-i rahim (akrabayla ilişki), birru'l-vâlideyn (ana-babaya iyilik)
4159] 27/Neml, 45
- 1108 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gibi hususlar üzerinde, akideyle ilişkilendirilerek durulması önemlidir. Ana-baba başta olmak üzere, iman etmeyen, ya da imanlarına şirk bulaştıran yakın akrabâlarla ilişki konusunda “Din”in tavsiyesini şöyle özetleyebiliriz: Onların şirke dayalı değerler sistemini kabul etme, şirk içeren tavsiyelerine uyma; ancak, üzerindeki haklarını yerine getir, onlara kaba davranma, ilişkini kesme!
Kendine inanan ve değerlerini paylaşan bir topluluk oluştuğunda ise din, artık bu aşamadan sonra en güçlü bir bütünleyici unsur halini alır. Öyle ki, yeryüzünün en uzak bölgesindeki bir kardeşine dokunan bir zarar, dünyanın öbür ucundaki mü’mine acı vermelidir. Yoksa duyarsızlık, ilgisizlik, vurdumduymazlık, ona yardım için gerekli gayret ve fedâkârlıktan uzak tavır, imânî bir zâfiyet anlamı taşıyacaktır. Özetle, “Din”, vahiy değerlerini değiştireceği toplum için bölücü, parçalayıcı; hak değerler üzere olan bir toplum için ise bütünleyici sıfata sahiptir.
5. Senin Yüzünden: "...Senin ve beraberindekiler yüzünden uğursuzluğa
uğradık..." 4160
"Bu dış ambargolar sizin tavırlarınız yüzünden. Başımıza başka ülkelerin üşüşmesi sizin bu aptalca tavırlarınızdan. Uyuyan yılanı uyandırdınız da onun için..." Bu gibi sözler tarih boyunca rasullerin ve dâvâ adamalarının kulaklarının alışık olduğu sözler olagelmiştir. Gerek düşmanları, gerekse kalplerinde hastalık izleri bulunan tâkipçileri tarafından bu suçlamalara muhâtap olmuşlardır.
Hareketler “Geçmişteki dâvâ adamı müslümanların başına gelen zorluklar bizim de başımıza gelmeden Cenneti kazanamayız!”4161 formülü ve ölçüsüyle fertlerini yetiştirmemişlerse, bu tür problem karşısında hemen büyük kayıplar vereceklerdir. Fertlerine önce felâhı (âhiret kurtuluşunu) değil de; refahı (dünya nimetlerini) vaad edenler en ufak zorlukta, taraftarlarınca yuhalanacaklardır.
Zorluklarla karşılaşan ashâba, münâfıklar: "Efendiniz size boş vaadlerde bulunuyor" dediklerinde, mü’minler: "Hayır! Bizim karşılaştıklarımız, bizim başımıza gelenler ancak, Allah'ın ve Rasûlünün bize anlattıklarıdır" diye karşılık vermişlerdi. Zira onlar, Akabe bey’atlerinde, yapacakları katkıların karşılığında neyin olduğunu Rasûlün ağzından şöyle duymuşlardı: "Cennet!"
Kitleler, bedel ödeme husûsunda önderlerin boyuna ulaşamazlar. Bu hususta âhirete çevrilen bir söylem ve bu söylemin pratiğinde ayaklan Allah'ın lütfuyla sâbit önderler sâyesinde bedel boyları yükselir. Bunlara sahip olamadıklarında ise, mevcut boylarının, sindirme operasyonlarıyla daha da cüceleştiğine şâhit olunmaktadır.
6. Allah'ın Yardımı Olmasaydı: "...Gece ona ve ailesine baskın yapalım
(hepsini öldürelim); sonra da velisine ‘Biz o ailenin yok edilişi sırasında orada değildik,
inanın ki doğru söylüyoruz’ diyelim."4162; "Onlar böyle bir tuzak kurdular. Biz
de kendileri farkında olmadan, onların planlanın altüst ettik." 4163
Mü’minlerle kâfirler arasındaki mücâdeleyi anlatan Kur'an âyetlerinde ilginç bir vurgu yine bizi beklemektedir. Mücâdelenin ana karakterlerinden biri de
4160] 27/Neml, 47
4161] 2/Bakara, 214
4162] 27/Neml, 49
4163] 27/Neml, 50
SÂLİH (A.S.) VE SEMÛD KAVMİ
- 1109 -
mü’minlerin bu zeminde sayı, araç-gereç ve şartlar açısından yaklaşık % 90 zayıf görünümde olmalarıdır. Mücâdele tarihi de bizim gayba (zâhiren görünenin aksine bir güç ve siyasal gayb anlamında) imanımızı arttırmaktadır. İmkânsızlıklar, tüm gayretlere rağmen doldurulamayan boşluklar, âdeta dâvânın gerçek Sahibi tarafından doldurulmakta ve taraftarlarının fizikî eksiklikleri giderilmektedir. Vahiy, mü’minlerden ısrarla bir yönlerini sağlam tutmalarını ister: "Allah'la olan iletişimlerini/diyaloglarını". Bu yön sağlam olduktan sonra, güçleri yettiğince hazırlık yapmaları istenir. Temel noktası sağlıklı olanların, çabalarının sonrasında kalan maddî eksiklikleri tamamlanacaktır.
7. Küfrün Temeli, İlâhî Taksime Rızâ Göstermemektir: "Vahy, aramızda ona
mı verildi. Hayır, o yalancı ve şımarığın biridir." 4164
Kendi içlerinden birine verilmesini bekledikleri nebîlik, Araplar içinden birine verildiğinde, oğullarından daha iyi tanıdıkları rasûlü inkâr eden Ehl-i Kitab'ın pratiği de buna bir örnektir.
Yaradan’ın adâlet, rahmet, ilim ve pek çok sıfatına mebnî bulunan İlâhî taksime itiraz ve çekememe, küfrün temel taşlarındandır. Bu yüzden verilen nimete, başa gelen hâdiselere isyan, küfre çıkan bir yolun başlangıcı sayılmıştır. Şeytanın ilk günahında da İlâhî takdîre ve konumlandırmaya bir itiraz vardı. 4165
“Hoştur bana Senden gelen, Ya gonca gül, yahut diken;
Ya hil’at ü yahut kefen. Lutfun da hoş, kahrın da hoş.”
8. Allah’ın Emânetine İhânet Helâk Sebebidir: “Ey kavmim, size işte bir âyet (delil ve mûcize) olarak Allah'ın devesi; onu serbest bırakın, Allah'ın arzında yesin. Ona kötülük (vermek niyeti) ile dokunmayın. Yoksa sizi yakın bir azap sarıverir.”4166 Semûd kavmine Allah’tan bir âyet olarak deve verilmişti. Onlar bu Allah’ın devesinin hakkını gözetip, onun Allah’ın arzında rahatça yiyip içmesine karışmayacaklar, ona zarar vermeyeceklerdi. Çünkü bu bir emânet idi. Böyle yapmadıklarında yakın bir azâbın kendilerini kuşatacağı bildirilmekteydi.
Bugün de Allah’ın emâneti olarak Kur’an’a sahip çıkılması, tevhid sancağının daha yüksek burçlara dikilmesi, Rasûlullah’ın yolunun sürdürülmesi bugünkü müslümanlara düşmektedir. Bu dâvâ, bugünün insanlarına ulaşan emânettir. Bu emânete ihânet, belâ ve musîbete, azap ve helâke sebep olacağından, dolayısıyla insanın kendine yapmış olduğu ihânet ve zulüm olmuş olur: “Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hâinlik etmeyin. (Sonra) bile bile kendi emânetlerinize hâinlik etmiş olursunuz.”4167 Günümüzde yaşanan kaos, fitne, güvensizlik, bireysellik, stres ve bunalımlar, helâkin avansı olarak değerlendirilmeli ve daha büyüğünden sakınılmalıdır. “Onlar (kurtuluşa eren mü’minler), emânetlerine ve ahidlerine (verdikleri sözlere) riâyet ederler.” 4168
“Kavminin ileri gelenlerinden müstekbirler/büyüklük taslayanlar, içlerinden
4164] 54/Kamer, 25
4165] Levent Uçkan, İslâm Tarihi Notları, Basılmamış Çalışma, s. 20-24; karşılaştırın: Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Y. (İlgili Âyetlerin Tefsiri)
4166] 11/Hûd, 64
4167] 8/Enfâl, 27
4168] 23/Mü’minûn, 8; 70/Meâric, 32
- 1110 -
KUR’AN KAVRAMLARI
müstaz’aflara/zayıf görülen iman edenlere dediler ki: ‘Siz Sâlih’in gerçekten Rabb’i tarafından gönderildiğini biliyor musunuz (Buna inanıyor musunuz)?’ Onlar da: ‘Şüphesiz biz onunla gönderilene iman eden mü’minleriz’ dediler.”4169 Hz. Sâlih'in getirdiği haberin kendi muhtevâsı, Hz. Sâlih'in görevi konusunda, ayrıca bâtınî ya da mûcizevî bir “delil”e ihtiyaç bırakmaksızın bu mesajın sıhhat ve değerini kabul etmeleri yönünde yeterli göründü onlara. Bu iman ikrârı, ince bir tarzda, Semûd kıssasının sadece tarihî bir olay olarak taşıdığı yüklemi aşan derin bir anlam ifâde etmektedir. Bu, dinî bir mesajın İlâhî kaynak ve niteliğine inanmakta güçlük çeken şüpheci kimseler için, onların asıl mesajın içsel anlamı ve değerini anlamaya, değerlendirmeye çalışmaları, fakat inanç ve tasdiklerini, gerçekleşmesi nesnel olarak imkânsız birtakım zâhirî ve mûcizevî ispatlara dayandırmamaları yolunda yapılmış bir dâvet niteliğindedir. Çünkü bir mesaj, sıhhat ve doğruluğunu ancak muhtevâsıyla, ifâde ettiği anlamla ortaya koyabilir. 4170
Sâlih (a.s.) Kıssasının Mesajları
Kıssanın bize vermek istediklerini de şöyle sıralamak mümkündür:
a) Sâlih’in (a.s.) kavmi Allah'ın sonsuz nimetler verdiği bir kavimdir. Buna mukabil Semûdlular geçmiş kavimlerde olduğu gibi, bu nimetlerin kendi çalışmalarının ürünü olduğunu, bu ürünleri de diledikleri gibi harcayacaklarını öne sürerek Allah'ı ve Rasûlünü inkâr ederler. Hâlbuki Allah o nimetleri zenginlerin elinde gezen bir metâ olsun diye vermemişti. O servet ve nimetlerde yoksulların da hakkı vardı. Zülüm ile o servetleri yığanlar pek tabii ki onlardan istiğnâ etmeyip diledikleri biçimde, yani zevk ve eğlencelerde harcayacaklardı.
Günümüzde bunun en çarpıcı örnekleri görülmüyor mu? Tüyü bitmedik yetim hakkı olduğu herkesçe bilinen servetler, o yetimlere değil; bir gecelik harcamalara, kumarhanelere, batakhanelere, yatakhanelere gitmiyor mu?
b) Zulüm düzenleri sâyesinde edindikleri servetleri, dayanıklı olduğunu zannettikleri dağlara oydukları evlere yığıyorlardı. Sanki oralarda ebedî yaşayacaklarmış gibi... İnkârcı biri olan Nuh'un oğlu da dağın onu Allah'ın azâbından kurtaracağını zannetmişti. Yine aynı inkâr psikolojisi ile sığınılabilecek en sağlam yer gördükleri için olsa gerek, Semûdlular da dağları oyup evler yapıyorlardı.
Günümüzde ise bu inkârcı psikolojinin aynı tavrı değişik bir şekilde ortaya koyduğunu görüyoruz: Milimetrik mühendislik ve yüksek teknoloji ürünü olarak yaptıkları gökdelenler ve binaların; depremlere, doğal âfetlere karşı testlerini de yaparak doğaya hâkim oldukları imajını veriyorlar. Böylece zulümle kazandıkları paraları bu mekânlarda tüketerek sanki ebedî kalacaklarmış gibi yaşıyorlar.
c) Kıssa içerisinde belirtilen çok önemli bir husus vardır: “O şehirde dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, iyilik tarafına hiç yanaşmıyorlardı.” Kıssa anlatımı içerisinde Allah'ın mele’ ve “ileri gelenler” olarak nitelediği zenginler ve yöneticilerden oluşan ve kavmi inkâra azmettiren, rasûle şiddetle karşı gelen, mûcize devenin kesilmesini gerçekleştiren ve öldürmek için Sâlih'e tuzak kuranlar sadece ve sadece "dokuz" kişidir.
Gerçi Kur'an'da, Semûd kavmi hakkında sayısal bir bilgi verilmiyor ama;
4169] 7/A’râf, 75
4170] Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, c. 1, s. 287-288
SÂLİH (A.S.) VE SEMÛD KAVMİ
- 1111 -
binlerce kişilik kavmi yöneten, çekip çeviren ve gelirine el koyanların adedinin "dokuz" kişi olduğu ibretle belirtiliyor.
Bunu günümüz toplumlarında çok daha iyi görmüyor muyuz? Milyonların oluşturduğu bir ülkeyi, bir elin parmakları kadar zengin ve onların direktifi altındaki çok az sayıdaki yöneticiler idare ediyor. Bu azınlık zümrenin çıkarları ile çatışanlar, hakkı da temsil etse, mahkûm edilerek ezilmiyorlar mı? Toplumlar bu azınlığın istediği şekilde yönlendirilmiyor mu?
d) Semûd'un inkârcılarının en son düşündükleri şey ise bükemedikleri -susturamadıkları- Sâlih’i (a.s.) öldürmek. Bütün dâvâ adamlarının inkârcılar karşısında bu pozisyonu unutmamaları; bükülmediklerinde ellerinin öpülmeyeceği, aksine yok edilmek istenecekleri hatırlatılmaktadır. 4171
Yüce Allah, Âd kavmini helâk ettikten sonra onların yerine Semûd kavmini getiriyor ve onlara vermiş olduğu nimetlerden bahsediyor.4172 Semûd kavmi, Yüce Allah'ın bunca nimetlerine şükran borcunu ödemeyip, şan ve şöhret peşinde koştular. Kendi güç ve kuvvetlerine güvendiler. Maddî refah, zenginlik, bolluk onları da çıldırtmıştı. Bir yandan kışlık evler, bir yandan da dağlarda ve mağaralarda yazlık evler oyup yontuyorlardı. (Bu günkü yazlık ve kışlık villalar hatırlansın...) Fakat ne yazık ki, teknikte bu kadar ilerlemelerine rağmen, dinde alçaldıkça alçalıyorlardı. Çünkü şirk, putperestlik, adâletsizlik zulüm ve baskı son raddeye varmıştı. Herifler iktidar koltuğunda oturup ahkâm kesiyorlardı. Yüksek rütbeliler, kabile ağaları, villa beyleri büyüklük ve üstünlük kompleksiyle böbürleniyorlardı. Bu sınıflar elçinin (Sâlih (a.s.) dâvetini kibirlerine yediremeyip kabullenmedikleri gibi, aşağı sınıf olarak kabul ettikleri kişileri de engellemek istiyorlardı. O kibir ve gurur sahibi herifleri Kur'an şöyle konuşturuyor: “Salih'in kavminden imana gelmeyip kibirlenenler, içlerinden iman eden zayıflfl ar için alay yollu şöyle dediler: 'Siz Sâlih'in hakikaten Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz? Onlar da: 'Biz doğrusu onunla gönderilen her şeye iman edenlerdeniz' dediler. O kibirlenerek iman etmeyenler: 'Doğrusu biz, o sizin iman ettiğiniz şeyi inkâr eden kafirlerdeniz' dediler.” 4173
Semûd sapıklarının Sâlih’i (a.s.) reddetmelerinin temel amacı iktidar sevdâsıydı. Eğer bir tek Rabbe iman edip Sâlih’e (a.s.) uysalardı, saltanatları ellerinden çıkmış olacaktı. Evet, her şey saltanat ve hâkimiyetlerini düşündükleri, bugün dünya müstekbirlerinin düşündükleri... Hepsi saltanat, egemenlik ve hükümranlık ihtirâsı...
Allâme Mevdudi, Semûd kavminin İslâm'a yanaşmamalarının temelinde şu üç ana sebebi görüyor ve şöyle diyordu: "Semûd kavmi üç sebepten dolayı Sâlih’in (a.s.) dâvetini reddediyorlardı. Birincisi, Sâlih (a.s.) bir beşerdi, insandı. Başka insanlardan üstünlüğü yoktu. Sâlih’in (a.s.) Semûd kavminin bir ferdi olması ve herhangi bir özelliğe sahip olmaması ikinci sebepti. Üçüncü ise, Sâlih alelâde ve yalnız bir insandı. Kendisi tanınmış bir hâkim veya kabile reisi değildi. Çevresinde pervane gibi dolaşan insanlar yoktu. Bir ordusu yoktu, gösterişli tavırları yoktu. Semûdlu eşrâfa göre Sâlih (a.s.) insan üstü bir varlık olmalıydı. Onlar, onun
4171] C. Duman, a.g.m.
4172] 7/A’râf, 73-74
4173] 7/A’râf, 75-76
- 1112 -
KUR’AN KAVRAMLARI
beşeriyetini de kabul etmeye hazırdılar, ancak alelâde bir kişi olması ve bizzat kendi milletinden olmasını hazmedemiyorlardı. Böyle bir insan başka bir yerden ve milletten gelmeliydi. Hatta gökten indirilmeliydi. Bunların hiç biri olmazsa, en azından nüfuzlu bir kabile reisi ve zengin bir lider olmalıydı. Sâlih gibi sade ve saf bir insanın peygamber olmasını bir türlü kabul edemiyorlardı." 4174
Doğrusu, tarihî süreç içerisinde tekzip edenlerin içindeki kin ve şüphe asla değişmemiştir. Tarihin seyrine baktığımızda inanmak ve teslim olmak istemeyenlerin söz ve davranışları hep aynı olmuştur. 'İçimizden bir insana mı uyacağız? Kitap aramızda ona mı verilmeliydi? Bir melek gelmeli değil miydi?...' Hep aynı davranış...
Hakikat şudur ki, insanı ilgilendirmesi gereken, haklı söz ve haklı dâvettir. Bir dâvetin ne kadar gerçek olduğuna bakmak gerekir. Yoksa tebliğ eden dâvetçinin içimizden herhangi biri olması hiç bir şey değiştirmemelidir. Asıl olan da dâvetçinin içimizden görevlendirilmiş olması ve bizim de gururlanmadan, kibirlenmeden ona tâbi olmamızdır. Sınavın sırrı da buradadır. Ama maalesef, insanların çoğu tâbi olacak kişiye, kendilerinden servet ve makamca üstün ve hürmete şâyan olmasından endişe ederek tâbi olmamaktadırlar.
Tarih sahnesinde böylesine inkârcılar çoğalıp kol gezmeye başlayınca ve içlerinde bulunan elçi de son noktasına kadar görevini tebliğ edip bir şey yapamaz hale gelince; işte o zaman mü’minleri kurtarmak, inkâr edenleri topyekün helâk etmek zamanı gelmiş demektir.
Yüce Allah, Semûd kavmini büyüklenip kibirlenmelerinin ve bu yüzden inkâr edip küfürde inatlaşmalarının karşılığının helâk olduğunu beyan ediyor.
“Sâlih, ümmetini şöyle uyardı: 'Yurdunuzda üç gün daha yaşayın durun!”4175 Sâlih’in (a.s.) bu uyarısını dahi alaya almışlardı. Hz. Sâlih, müslümanlarla birlikte onların arasından Sina'ya doğru ayrılıp gitti. Üçüncü gün, mühletin sona ereceği gece yarısı korkunç bir çığlık (patlama) ve bununla birlikte şiddetli bir deprem oldu ve bütün kâfirler helâk olup ahırda ezilen otlar gibi ezilip çerçöp haline geldiler. O muhteşem medeniyetleri; sarayları, yazlık ve kışlık villaları, kibir ve gururları, teknolojileri bu patlamanın önüne geçememişti. O azgınlara yaraşan bundan başka bir şey olamazdı.
Yüce Allah, böylece İslâm'ı yalanlayarak inkâr edip reddeden bir toplumu daha yok ediyor dünya sahnesinden. Kafile kafile insanlar gelip geçiyor o yüce imtihandan. Tâbir câizse bütün sorular hep bir merkezden ve değişmez bir şekilde hazırlanıyor. Hepsinin ortak bir amacı var, o da: 'Allah'a kulluk edin O'ndan başka ilahınız yoktur.' Bütün kâinatın, yerin ve göğün yaratılışındaki hikmet ancak budur. Bu kadar melekler, bu kadar peygamberler, bu kadar kitaplar, bu kadar vârisler ve nihayet bu kadar yazılar ve bu kadar konuşmaların asıl amacı budur... Ne kadar sözü uzatırsanız uzatınız, son sözünüz yine bu olacaktır: 'Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilâhınız yoktur.' Evet, bütün çabalar, bütün çalışmalar, bütün amaçlar budur, bu olmalıdır... 4176
4174] Mevdûdî, Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi, c. 1, s. 420-421
4175] 11/Hûd, 65
4176] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, s. 38-41
SÂLİH (A.S.) VE SEMÛD KAVMİ
- 1113 -
Tefsirlerden İktibaslar
Nice müfessir ve peygamber kıssası kitapları Sâlih’in (a.s.) devesi hakkında “kayadan çıktığını” sanki Kur’an ya da sahih hadislerin ifâdesiymiş gibi, kesin doğruymuşçasına anlatırlar. Muhammed Esed, bu konuda şöyle demektedir: Müfessirler, bu dişi devenin mûcizevî bir yapıda olduğunu belirten çeşitli menkıbeler anlatmaktadırlar. Bu tür menkıbeleri ne Kur’an, ne de sahih hiçbir Hadis doğrulamadığı için, bunların birtakım duyarlı müslümanları hayal ürünü düşünce ve anlayışlara sevk eden, ayetteki nâkatullâh (Allah'ın dişi devesi) tabirinden türetildiğine hükmetmemiz gerekir. Oysa Reşid Rıza'nın4177 belirttiği gibi bu tür fantastik düşüncelere yol açan eğer devenin Allah'a izâfe edilmesi ise, aslında bu, sadece sözü geçen hayvanın herhangi bir kişiye âit olmadığına ve dolayısıyla bütün bir toplumun onu korumakla yükümlü olduğuna işaret içindir; nitekim, aynı âyette “Allah'ın arzı” şeklinde benzer bir deyim daha vardır ki bu da her şeyin Allah'a âit olduğunu ifâde içindir. Hz. Sâlih'in Kur’an'da muhtelif yerlerde sözü geçen bu sahipsiz hayvana iyi davranılması yönündeki özel ısrarı, müteâkip âyetlerin de gösterdiği gibi, zayıf gördüğü herkese, her varlığa karşı kaba ve küstah davranmakta kendilerine gurur payı çıkaran ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak kötülüğü yayan bu kavmin kaba kuvvete dayanan tahakkümüne yönelmiştir. Başka bir ifâdeyle, bu savunmasız hayvana karşı seçecekleri davranış tarzı, onların kalplerinin değişmesine bir “işaret” yahut 4178 “onlar için bir imtihan” olacaktı. 4179
Elmalılı diyor ki: Sûrenin başındaki "Nice memleketler var ki Biz onları helâk ettik..." 4180 tehdidinin tarihî şâhitleriyle bir açıklamasına, Hz. Âdem'in yaratılmasından sonra bütün insan toplulukları ve çeşitli kavimler üzerindeki İlâhî hâkimiyyetin tecellisiyle peygamberlerin gönderiliş hikmet ve neticelerine, şeriat ve dinlerin seyr ve tekâmülüne ve onlardaki maksatların rûhuna yönelik pek mühim hakikatleri açıklayıp aydınlatan ve birçok sûrede çeşitli ibret ve ikaz bakış açısından genişçe anlatılacak veya işaret edilecek olan bu kıssalardan, Kur'ân'ın letâfet (güzellik), ciddiyet ve belâğatına bilhassa itina gösterilerek okunduğu zaman bunlardan alınacak olan ibret dersi ve ilham o kadar yüksek, açık ve boldur ki, kütüphaneler dolusu tarih kitapları okunup araştırılacak olsa elde edilecek ders, yükselmek için bağlanılacak ibret düsturları bunlardan başkası olmayacak ve bunların verdiği açık ilhâmı vermeyecektir. Önceki kavimlerin bütün masalları, eski eserleri, kaleme alınan kitaplar ve meydana gelen olaylar incelenmiş olsa bunların ihtivâ ettikleri bozukluklar ve hurâfeler bir araya getirilerek insanlık hayatının başlangıç ve sonucu bakımından ifade edecekleri sâbit hakikatlerin, Kur'ân'ın söz konusu bu kıssalarında özetle işaret edilen esasların hudûdunu aşamadıkları görülür. Bu kıssaların ihtivâ ettikleri gerçekler, Kur'ân'ın indirilmesinden önce dillerde ve kitaplarda o kadar bozulmuş ve hurâfelerle karıştırılmıştı ki, insanlar onları duyup dinledikçe dinî hisleri, bir çocuğun masal dinlemekten aldığı hayâlî neş'e gibi bir şey zannedecek hale gelmişlerdi. Nitekim bugün de dinler tarihini ve edebiyatı bu ruh hali ile takip etmek isteyenler pek çoktur.
4177] Menâr, VIII, 502
4178] 54/Kamer, 27'de açıklandığı gibi
4179] Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, c. 1, s. 286
4180] 7/A'râf, 4
- 1114 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Tefsircilerden bir kısmı, özellikle öncekiler bu kıssalar etrafında, Kur'ân'ın indirilmesinden önce anlatılagelen çeşitli rivâyet ve hikâyeleri nakletmişler ve bununla Kur'ân'ın onlardaki bozulmaları nasıl bertaraf ettiğine ve insanları hayalden hakikate nasıl götürdüğüne dair bir mukayese dersi vermişlerdir. Fakat tefsir mütâlaasına ehil olmayan birçok kimse de bu nakilleri, kıssaların tefsiri gibi telakki etmiş ve Kur'ân'da anlatılan hususlardan ziyâde bu rivâyetlerin arkasında koşarak Kur'ân'ın açtığı hakikat yolundan aksi yönde istifadeye kalkışmışlar ve dini, sünnetin dışında mücerred yorumlarda ve garip rivâyetlerde aramak sevdâsına düşmüşlerdir. Bunlara karşılık, sırf tabii kalmak isteyenler de, önceki insanları hiç hesaba katmayarak harika cinsinden olan ve dillerde destan şeklinde dolaşan bu nakilleri "öncekilerin masalları" deyip geçmişler veya mutlak sûrette tabiate bağlama yolunu seçmişlerdir. Kur'ân ise, hakikatin bu ikisi arasında bulunduğunu anlatmak için söz konusu kıssaları ne kadar güzel tebliğ etmiş ve ne ciddi bir şekilde tasvirini yapmıştır. Dolayısıyla bunları her kıssanın mevzû ve gâyesine, tasvir tarzı ve münâkaşasına, yani her peygamberin dâvetinin aslına ve dâvetinin tebliğ biçimi ve ispatına ve kavmiyle olan münâkaşalarının üslûbuna, soru ve cevabın kapsadığı ilmî gerçeklere ve edebî kurallara, neticede iman ve küfrün sonucuna, sonra bütün kıssalar arasındaki ortak değere, yükseliş ve gelişme âhengine ayrı ayrı ve birlikte göz atarak son derece ibretli bir tarzda okumalı ve bunlardan tarih sahnesinden silinen kavimlerin yaşantılarıyla düşüş ve helâklerine yol açan sebepleri çıkararak gelecek için ibret almanın yollarını öğrenmelidir. Görülecektir ki, bütün düşüş ve yok olma sebepleri, Hakk'ın emrini dinlememeye, Allah'ın rehber olarak gönderdiği önderlerin kıymetini bilmemeye ve sonuçta şükrün yerine nankörlüğü koymaya bağlıdır.
Hak dini, insanlığın koyduğu sosyal bir kurum değil, sağlam ve mutlu bir sosyal kurumun aslını ve hareket tarzını teşkil eden İlâhî bir müessesedir. Ve her milletin hayat ve mutluluk kabiliyeti, kalbini verdiği Yaratıcının şânıyla uyum içindedir. Onun için hepsi hiç, ancak Allah'ın dini haktır. İnsanlara gök kapılarını açacak olan kanun, Zeyd ve Amr'ın kanunları, arzu ve hırslı istekleri değil, yaratma ve emretme hakkı kendisinde olan âlemlerin Rabbi'nin kanunudur. Yoksa dünya bir tarafa toplansa, bir yaprağın tâbi olduğu düşüş ve yükseliş kanununun İlâhî konumunu değiştirmeye güç yetiremezler. 4181
Mevdûdi der ki: “Semûd (toplumuna da) kardeşleri Sâlih'i (gönderdik...”4182 Semûd, Arabistan'ın Âd'dan sonra en yaygın olarak bilenen ikinci eski kabilesidir. Kur’ân-ı Kerim gelmeden önce onlar hakkındaki hikâyeler, Araplar arasında çok yaygındı. Adları, şiirde, İslâm öncesi Arap hutbelerinde ve Asur'da bulunan levhalarda da sık sık geçmektedir. Eski Yunan, İskenderiye ve Roma tarihçi ve coğrafyacıları da bu kavmin adından bahsederler. Onların bazı kalıntıları Hz. İsa'nın (a.s.) doğumu öncesi yıllara kadar mevcut idi. Roma tarihçilerine göre bu kabileye mensup kişiler Roma ordusuna katılmış ve düşmanları Nebatîlere karşı savaşmışlardı.
Semûd kabilesi, günümüzde el-Hicr diye bilenen Arabistan'ın kuzey-batı kısmında yer alan topraklara vâris olmuş idiler. Başkenti, halen Medine-Tebük demiryolu üzerinde bir istasyon olan Medâin-i Sâlih idi. Eski ismi Hicr'dir. Bu kavmin, tepe ve yamaçlarda oydukları taş evler bugün bile büyük bir alana yayılmış
4181] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili
4182] 7/A’râf, 73
SÂLİH (A.S.) VE SEMÛD KAVMİ
- 1115 -
haldedir. Bu ölü şehre, şöyle bir üstünkörü bakıldığında, nüfusunun o zamanlar yaklaşık beş yüz bin civarında olduğu tahmin edilebilir.
Kur'an'ın nüzûlü sıralarında, Hicaz'dan gelen ticaret kervanları Semûd kavminin bu arkeolojik kalıntıları arasından geçmekte idi. Yüce Peygamber (s.a.s.) Tebük'e doğru ashâbını sevk ederken bu harâbelere doğru işaret ederek onlardan, düşünen bir gözlemciye bu gibi şeyler nasıl bir ders veriyorsa öyle bir ibret dersini akıllarında tutmalarını istedi. Arkadaşlarına, Hz. Sâlih'in dişi devesinin su içtiği kuyuyu gösterdi ve onların da o kuyudan su içmelerini söyledi. Daha sonra bir tepe geçidini gösterdi ve Sâlih Peygamberin (a.s.) devesinin su içmek için kuyuya bu geçitten geçtiğini anlattı. O geçit halen Feccu'n-Nâka: (Dişi Devenin Geçidi) diye anılır.
Daha sonra kalıntılar arasında bir gezinti yapmak isteyenleri bir araya toplayarak, şöyle söyledi: "Burası, Allah'ın cezâsını başlarına geçirdiği, helâk ettiği bir kavmin arazisidir. Bu yüzden, buradan olabildiğince nefret ederek, tiksinti duyarak geçin. Burası eğlenilecek bir yer değil, aksine hüzünlenecek, mâtem tutulacak bir yerdir."
“Allah'ın bu dişi devesi size bir mûcizedir/belgedir…”4183 Âyetin üslûbu açıkça gösteriyor ki, "Allah'ın bu dişi devesi" bir "açık delil"dir. Bir sonraki âyette ise "bir âyettir" denilmekte. 26/Şuarâ sûresi 154-158 arası âyetlerden öğreniyoruz ki, bu kabile insanları, Sâlih peygamberden, eğer Allah'ın gönderdiği bir elçi ise, kendilerine açık bir delil getirmesini talep etmişler ve bunun üzerine Sâlih peygamber dişi deveyi bir delil olarak onlara sunmuştur. Bu, o dişi devenin doğumunun mûcizevî bir şekilde meydana geldiğini ve tıpkı diğer peygamberlerin gösterdikleri mûcizeler nev'inden bir mûcize gibi zuhur ettiği gerçeğinin ispatıdır. Mûcizevi doğuşunun diğer bir kanıtı ise Sâlih peygamberin (a.s.) onu, bir mûcize hususunda dikkat çekerek inanmayanlara sunuşudur. "Sizin hayatınız doğrudan bu dişi devenin hayatı ile bağlantılıdır. Salıverin, özgürce bayırlarınızdan otlasın, sırayla bir gün yalnızca o içsin kuyularınızdan su, ertesi gün de sığırlarınız içer. Eğer ona bir kötülük ederseniz, Allah'ın azâbı âniden size çarpacaktır" demişti. Aşikârdır ki, dişi deve örneğinin böyle canlı bir biçimde sunuluşu, insanların onun olağanüstü bir hayvan olduğunu görmeleri içindir. Bu yüzden de, kendi bayırlarında serbestçe otlamasına, kuyularından bir gün de onun su içmesine müsaade ettiler. Fakat gönülleri bir türlü râzı değildi buna. Sonuçta o kadar korkmuşlardı ki, onu öldürebilmek için, günlerce müşâvere edip sonunda da gizli bir plân kurmuşlardı. Bunu yaparken de Sâlih peygamberin, kendilerine mâni olacak dünyevî bir güce sahip olmadığını biliyorlardı. Dişi devenin öyle istediği gibi, bir başına, her yerde dolaşabilme cesaretini göstermesi onun arkasında bazı gizli güçlerin olduğunu göstermekteydi.
Kur'an, bu devenin fiziksel yapısı ve nasıl vücuda geldiği hususunda bir şey söylemiyor. Ayrıca onun mûcizeleri hakkında da mevcut hiçbir sahih hadiste de bir işaret yok. Bu yüzden, müfessirlerin devenin doğuşu vs. hakkında anlattıklarına inanma zorunluluğu yoktur, kabul etmeyen de olabilir. Her ne olursa olsun Kur'an'ın kesin delilidir ki, o dişi deve mûcizelerden bir çeşit mûcize idi.
“(Allah'ın) Âd (kavminden) sonra sizi halifeler kıldığını ve sizi yeryüzünde (güç ve
4183] 7/A’râf, 73
- 1116 -
KUR’AN KAVRAMLARI
servetle) yerleştirdiğini hatırlayın; ki, onun düzlüklerinde köşkler kuruyor, dağlardan evler yontuyordunuz…”4184 Semûd halkı, yukarıda zikredildiği gibi tepe yamaçlarında büyük evler oyarlardı. Onların bir kısmı hâlâ olduğu gibi Medain-i Sâlih'de bulunmakta olup, o insanların mühendislikte ulaştıkları üstün dereceleri göstermektedir.
“…Şu halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın da, yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın.”4185 Yani "Siz Âd kavminin âkıbetinden bir ibret almalısınız. O sapıtmış kavmi yok edip sizi onlara halef kılan aynı Allah, Âd kavmi gibi sapkınlığa düşerseniz aynı şekilde sizi de yok edip yerinize başkalarını geçirecek güce sahiptir."
“Böylelikle dişi deveyi öldürdüler…”4186 Hz. Sâlih'in (a.s.) dişi devesini yalnızca bir kişi öldürdüğü halde4187 bütün kabile bu suçun ortağı sayılmıştır. Çünkü bütün kabile o kişiye arka çıkmış, desteklemişti. Bir birey tarafından işlenmiş olsa bile bir toplum tarafından tasvip görülen veya bir toplumun irâdesini yansıtan her suç, toplumun suçudur. Onu yapan kişi ise burada sadece bir maşadır. Kur'an'a göre, bir birey tarafından işlenen ve ilgili toplum tarafından da kabul gören bu suç bir millî suç sayılmaktadır.
“Bunun üzerine onları dayanılmaz bir sarsıntı…”4188 Semûd kavminin başına gelen musîbete "recfe" (şiddetli sarsıntı) ismi verilmiş, fakat başka yerlerde “sayha” (korkunç ses), “sâika” (yıldırım) ve (kulakları patlatan ses) diye de geçmektedir. 4189
Seyyid Kutub der ki:
Bu, tarih boyunca süren, insanlık kitabının bir başka sayfası. İşte, câhiliyyeye tekrar dönülüyor, hak ile bâtılın ayrılış sahnesi sergileniyor, yalanlayanların sonu, yeniden gerçekleşiyor.
"Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih'i peygamber olarak gönderdik. Sâlih onlara dedi ki, ‘Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur."4190 Bunlar, mahlûkatın yola kendisiyle başladıkları ve onunla bitirecekleri sözlerdir. İnanç, yöneliş, tavır alış ve tebliğ noktasında tek bir yöntem vardır. Burada ek olarak bir de, Sâlih'in kavminden doğrulamasını istediği bir mûcize yer almaktadır.
“Rabbinizden size bir belge geldi. Şu Allah'ın dişi devesi size bir delildir.”4191 Burada âyetlerin amacı, ortak çağrıyı ortaya koymak ve O'na inananlar ile O'nu yalanlayanların âkıbeti gerçeğini belirlemek olduğu için, mûcize istekleri ayrıntıyla incelenmemiş, sadece bu mûcizenin varlığını ilân etmiştir. Yanı sıra, deve hakkında da onun Rablerinden gelen bir kanıt olduğu, Allah'ın devesi ve mûcizesi olduğundan başka bir ayrıntıdan söz edilmemiştir. Allah'ın devesi olduğunun belirtilmesinden, Rablerinin kanıtı olmasından, bizzat Allah'a nisbet edilmesinden ve peygamberliğini doğrulayan bir delil olmasından, onun sıradan bir deve
4184] 7/A’râf, 74
4185] 7/A’râf, 74
4186] 7/A’râf, 77
4187] Bk. 4/Nisâ, 27-29, 91/Şems: 12-14
4188] 7/A’râf, 78
4189] Tefhîmu’l Kur’an
4190] 7/A’râf, 73
4191] 7/A’râf, 73
SÂLİH (A.S.) VE SEMÛD KAVMİ
- 1117 -
olmadığını ve sıradan yollarla meydana çıkmadığını anlıyoruz... Devenin durumu hakkında, bu güvenilir kaynakta söz edilenlere başka hiçbir şey eklemiyoruz. -Kur'an'da ona dair bu işaret, başka bütün ayrıntılardan daha yeterlidir- Biz âyetleri izlemeyi ve gölgelerinde yaşamayı sürdürüyoruz:
“Bırakın onu, Allah'ın çayırında otlasın, sakın ona bir kötülük etmeyin, yoksa acı bir azâba çarptırılırsınız.”4192 Çünkü o Allah'ın devesidir. Bırakın onu, Allah'ın çayırında otlasın, yoksa o kötü sonuç ile uyarıcıdır.
Âyet, kötü son ile uyardıktan sonra Sâlih kavmini, düşünmeye, ders almaya, azgınların sonlarına bakmaya, bu azgınların ardından onlara verilen nimetlere şükre çağırmaya başlıyor: “Allah'ın sizi Âd kavminin yerine geçirdiğini ve ovalarında köşkler edinip dağlarında yontma evler yaptığınız bir bölgeye yerleştirdiğini hatırlayınız. Allah'ın nimetlerini hatırlayınız da yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan kesinlikle kaçınınız.” 4193
Burada âyetler, Semûd yurdunun nerede olduğundan söz etmiyor. Fakat başka sûrede onların -Hicaz ile Şam arasında yer alan- Hicr'de yaşadıkları belirtilmiştir. Sâlih'in onlara yaptığı hatırlatmalardan, Semûdluların yaşadıkları yerin doğası hakkında kimi bilgiler edindiğimiz gibi, yerleşim şekilleri, onlara verilen nimetlerin etkileri hakkında da bilgi ediniyoruz. Burası hem ovalık, hem de dağlık bir arazidir. Ovalık arazide köşkler (villalar, yalılar) yapmışlar, dağda evler oymuşlardı. Bu kısa âyetlerdeki işaretlerden açıkça anlaşıldığına göre, bu bir uygarlık idi... Sâlih Allah'ın onları Âd kavmine halef kıldığını hatırlatıyor. Yerleşim yerleri onların yerleşim yerleri ile aynı olmasa bile tarihî süreç içerisinde, Âd medeniyetini izleyen medeniyetin sahibi idiler. Otoriteleri Hicr dışına da taşmıştı. Bu nedenle, yeryüzünde yerleşenlerin halifeleri ve hâkimleri oldular. Sâlih onları, önlerindeki Âd kavminin azgınlarının durumunu ibret alarak, güç ve medeniyetlerinden gurura kapılıp yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan kesin olarak sakındırdı.
Yine buradaki veciz ve özet ifadeli âyetlerden, şunları da anlıyoruz: Sâlih’in (selâm üzerine olsun) kavminden bir grup insan iman etmiş, bir grup ise büyüklenmiştir. İnanmayanların ileri gelenleri, yeryüzündeki otoritelerinden soyutlanmaları ve âlemlerin Rabbi olan tek İlâha dönmeleri çağrısına iman edenleri, tek Allah'a kulluk ederek bu sâyede kullara kulluktan kurtulan ve boyunlarından tâğutun boyunduruğunu söküp atan mü’minlere işkence etmeye kalkışmaları gerekmektedir!
İşte tam böyle, Sâlih'in kendini beğenmiş ileri gelen soydaşlarının güçsüz, ezilen mü’minlere işkenceye ve tehditler savurmaya koyulduklarını görmekteyiz: "Sâlih'in kendini beğenmiş soydaşları, içlerinden iman etmiş horlanmışlara, ezilenlere ‘Sâlih'in Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?’ derler.” 4194
Açıktır ki bu soru, Sâlih'in Rabbinden getirdiğini iddia ettiği mesajı doğrulamalarından kaçınmaları ve imanlarından hoşlanmamaları nedeniyle tehdit ve küçümseme yüklüdür. Fakat ezilenler artık bir daha ezilmeyeceklerdi. Allah'a iman, gönüllerine kuvvet, ruhlarına güven ve huzur doldurmuştu... Onlar, dinlerinden
4192] 7/A’râf, 73
4193] 7/A’râf, 74
4194] 7/A’râf, 75
- 1118 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kesinlikle emin idiler. Kendini beğenmiş ileri gelenlerin tehdit ve korkutmalarının ne yararı var? Alaya almalar ve zorlamalarının ne faydası olur?
“Evet, biz onun aracılığı ile gönderilen mesaja inanıyoruz’ dediler.”4195 Bundan dolayı ileri gelenler, tehdide yorulacak şekilde açıkça konumlarını ilân ettiler: “Biz sizin inandığınızı inkâr ediyor, reddediyoruz’ dediler.” 4196
Sâlih'in getirdiği hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekildeki delile rağmen... İleri gelenlerin Sâlih'i doğrulamaktan alıkoyan delil yetersizliği değildir... Çünkü tek İlâha kulluk, onların otoritelerini yıkmakla tehdit ediyordu... Çünkü insanda, hükümdar olma arzusu ve hâkimiyet ve otorite kompleksi vardır. Şeytan sapkınları bu yulardan tutup güdüyordu.
Sözlerini pratiğe geçirdiler. Kendilerine Allah katından, peygamberini çağrısında doğrulayan bir delil olarak gönderilen ve peygamberlerinin onları, saldırıdan sakındırdığı Allah'ın devesine saldırdılar ve acı bir azâba çarptırıldılar.
“Ardından Rablerinin emrine başkaldırarak dişi deveyi boğazladılar ve ‘Ey Sâlih, eğer gerçekten peygambersen, ileride çarpılacağımızı söylediğin azâbı şimdi başımıza getir bakalım!' dediler.”4197 Bu, isyanın yanı sıra bulunan bir küstahlıktır. Allah onların isyanlarını, bundaki küstahlıklarını ortaya koymak ve buna eşlik eden kişisel duygularını tasvir etmek, yanı sıra azâbı çabuk isteme ve uyarı ile alay ettiklerini de ifade etmek amacıyla, “başkaldırı” olarak isimlendiriyor.
Gelen âyetler, sonucu ilânda gecikmediği gibi, ayrıntıya da girmiyor: "Bu arada ânî bir yer sarsıntısına tutuldular da oldukları yerde yığılıp kalıverdiler."4198 Ânî sarsıntı ve yığılıp kalma, isyan ve arsızlığın cezâsıdır. Ânî sarsıntıya bir dehşet de eşlik ediyor. Yere yığılıp kalma, hareket etmekten âcizliği sahnelemektedir. İsyankâra ânî sarsıntı ne de uygun! Saldırgana âcizlik ne yakışır! Kötü sona uygun bir ceza. Ve bu kötü sonu uygun bir tasvir ile ifade.
Âyetler onları ‘yığılıp kaldıkları’ şekilde bırakıyor ve yalanlayıp karşı çıktıkları Sâlih'in durumunu sahneliyor: “Bunun üzerine Sâlih onlara sırt çevirdi ve ‘Ey soydaşlarım, size Rabbimin mesajını ilettim, size öğüt verdim, fakat siz öğüt verenlerden hoşlanmıyorsunuz' dedi.” 4199
O, tebliğ ve öğüt verme emânetini yerine getirdiğine dair şâhidlik ediyor ve isyan ve yalanlama ile kendi başlarına getirdikleri kötü sondan uzak olduğunu belirtiyor... Böylece, yalanlayanların kitabından başka bir sayfa daha kapanıyor. Alay edenler, hatırlatmadan sonra, kendilerine yapılan tehdide çarpılıyorlar. 4200
4195] 7/A’râf, 75
4196] 7/A’râf, 76
4197] 7/A’râf, 77
4198] 7/A’râf, 78
4199] 7/A’râf, 79
4200] Fî Zılâli’l Kur’an
SÂLİH (A.S.) VE SEMÛD KAVMİ
- 1119 -
Sâlih (a.s.) ve Semûd Kavmi Hakkında Âyet-i Kerimeler
A- Sâlih’in (a.s.) İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 9 Yerde): 7/A’râf, 72, 75, 77; 11/Hûd, 61, 62, 66, 89; 26/Şuarâ, 142; 27/Neml, 45.
B- Semûd Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 26 Yerde): 9/Tevbe, 70; 11/Hûd, 61, 68, 68, 95; 14/İbrâhim, 9; 17/İsrâ, 59; 22/Hacc, 42; 25/Furkan, 38; 26/Şuarâ, 141; 27/Neaml, 45; 29/Ankebût, 38; 38/Sâd, 13; 40/Mü’min, 31; 41/Fussılet, 13, 17; 50/Kaf, 12; 51/Zâriyât, 43; 53/Necm, 51; 54/Kamer, 23; 69/Hakka, 4, 5; 85/Burûc, 18; 89/Fecr 9; 91/Şems, 11.
C- Semûd Kavmi veya Onların Evleri Anlamındaki “Hıcr” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerime (1 Yerde): 15/Hıcr, 80.
D- Sâlih (a.s.) ve Kavmi Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
a- Sâlih (a.s.)’ın Kavmiyle Tevhid Mücâdelesini Anlatan Âyetler: 7/A’râf, 73-79; 11/Hûd, 61-68; 15/Hıcr, 80-84; 26/Şuarâ, 141-159; 27/Neml, 45-53; 54/Kamer, 23-31.
b- Sâlih (a.s.), Semûd Kavmine Gönderilmiştir: 7/A’râf, 73; 11/Hûd, 61; 26/Şuarâ, 143; 27/Neml, 45.
c- Semûd Kavminin Kötülüğü: 7/A’râf, 74; 15/Hıcr, 82; 26/Şuarâ, 146-149; 41/Fussılet, 17; 69/Haaka, 4, 9; 89/Fecr, 9; 91/Şems, 11-12.
d- Sâlih (a.s.)’in Kavmine Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 7/A’râf, 73-79; 11/Hûd, 61-65; 15/Hıcr, 80-81; 26/Şuarâ, 141-157; 27/Neml, 45-53.
e- Sâlih (a.s.)’in Mûcizesi: 7/A’râf, 73; 11/Hûd, 64.
f- Semûd Kavmi, Sâlih (a.s.)’in Mûcizesi Deveyi Öldürdü: 7/A’râf, 77; 11/Hûd, 64-65; 26/Şuarâ, 154-157; 54/Kamer, 27-29; 91/Şems, 13-14.
g- Semûd Kavminin Helâk Edilip Yok Oluşu: 7/A’râf, 73-78; 11/Hûd, 66-68; 15/Hıcr, 80-84; 25/Furkan, 38; 26/Şuarâ, 155-159; 27/Neml, 49-53; 29/Ankebût, 38, 40; 41/Fussılet, 17-18; 50/Kaf, 12, 14; 51/Zâriyât, 43-45; 53/Necm, 51; 54/Kamer, 23-31; 69/Hakka, 5; 89/Fecr, 9, 11-13; 91/Şems, 14-15.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur’ân-ı Kerim’de Kavimler ve Toplumlar Âd Semûd Medyen, S. Süleyman Nedvî, Terc. Abdullah Davudoğlu, İnkılâb Y.
2. Kur’an Coğrafyası, Ali Akpınar, Fecr Y. 147-149
3. Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y. s. 101-105
4. Kavimlerin Helâkı, Hârun Yahya, Vural Y. s. 71-78
5. Allah’ın Yok Etmesi ve Yok Olan Toplumlar, Veysel Özcan, Mirfak Y.
6. Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y.
7. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. Sâlih (a.s.) md. Ahmet Özgen, c. 5, s. 332-334; Semûd Kavmi md., Ömer Tellioğlu c. 5, s. 387-388
8. TDV İslâm Ansiklopedisi, Hicr md. Ömer Faruk Harman, c. 17, s. 454-455
9. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. Sâlih a.s. ve Semûd md. c. 18, s. 330-348 Hicrliler md. c. 8, s. 345-346
10. Kur’an’da Toplumsal Çöküş, Ejder Okumuş, insan Y.
11. Lânetlenmiş Kişiler ve İşler, Mehmet Emre, Erhan Y.
12. Rabbanî Yol ve Sünnetullah, Said Hakim, insan Dergisi Y.
13. Kur’an Kıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y.
14. Kur’an Kıssaları Üzerine, İdris Şengül, Işık Y.
15. İlmî ve Edebî Yönleriyle Kur’an Kıssaları, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y.
16. Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, Cevdet Said, çev. İlhan Kutluer, insan Y.
17. Toplumsal ve Kültürel Değişme, Mahmut Tezcan, Ank. Üniv. Eğitim Bilimleri Fak. Y.
18. Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Emre Kongar, Bilgi Y.
19. Peygamberler, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y.
20. Peygamberler Aydınların Önderleri, Abdülkerim Süruş, Kıyam Y.
21. Peygamberler Tarihi, M. Âsım Köksal, T. Diyanet Vakfı Y.
22. Peygamberler Tarihi, İlhami Ulaş, Osmanlı Y.
23. Peygamberler Tarihi, Bünyamin Ateş, Nesil Basım Yayıyn
- 1120 -
KUR’AN KAVRAMLARI
24. Peygamberler Tarihi, Mustafa Necati Bursalı, Ölçü Y.
25. Peygamberler Tarihi, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
26. Peygamberler Tarihi, 1, 2, 3, Ahmet Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
27. Peygamberler Tarihi, Ahmet Behçet, Uysal Kitabevi Y.
28. Peygamberlerden Kıssalar, Muhammed el-Habeş, İklim Y.
29. Peygamberlerin Hayatı, Seyyid Kutub, Ravza Y.
30. Peygamberlerin Hayatı, S. Kutub-Abdülkadir Cûde es-Sahhar, İslâmoğlu Y.
31. Peygamberlerin Hayatı, Ebu'l Hasan en-Nedvî, Risale Y.
32. Peygamberlerin Kıssaları, Ebu'l Hasan en-Nedvî, Arslan Y.
33. Peygamberlerin Mûcizeleri, H. İbrâhim Acıpayamlı, Tuğra Y.
34. Peygamberlik ve Peygamberler, Muhammed Ali Sâbûni, Kültür Basın Yayın Birliği Y.
35. Kur’ân-ı Kerim'e Göre Peygam. ve Tevhid Mücâdelesi, 1, 2, 3, M. Solmaz, İ. L. Çakan, Ensar Y.
36. Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi ve Hz. Peygamberin Hayatı, Mevdudi, Pınar Y.
37. Peygamberler Tarihi, Ferhat Koç, Çekirdek Y.
38. Kur'an'da Peygamberler ve Peygamberimiz, Afif Abdülfettah Tabbara, Gonca Y.
39. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber, Muhittin Akgül, Işık Y.
40. Kur'an'ın Tanıttığı Peygamberler, A. Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
41. Kur'ân-ı Kerim Işığında Nebîler Silsilesi, Osman Nuri Topbaş, Erkam Y.
42. Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, Ahmed Cevdet Paşa, Akit Y.
43. Âyetler Işığında Peygamberler Tarihi, Muhammed Ali Sâbûnî, Ahsen Y. s. 546-556
44. İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Beşir İslâmoğlu, Denge Y. s. 38-41
45. Sâlih (a.s.) ve Semûd Kavmi, Cengiz Duman, Haksöz, sayı 39, Haziran 94
SÂLİH AMEL
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
SÂLİH AMEL
- 1061 -
Kavram no 154
Görevlerimiz 31
Ahlâkî Kavramlar 30
Bk. İman; Felâh; Güzellik/Hüsn
SÂLİH AMEL
• Amel ve Amel-i Sâlih (Sâlih Amel) Ne Demektir?
• Amellerde Niyet
• Amellerin Önemi
• Sâlih Amelin Tanımı
• Kur'an-ı Kerim'de Sâlih Amel İfadesi
• İman – Sâlih Amel İlişkisi
• İhlâs – Sâlih Amel İlişkisi
• Sâlih Amel - Hasenât
• Sâlih Amellerin Tamamını Gerçekleştirmek Mümkün mü?
• Fert Açısından Sâlih Amelin Önemi
• Kişinin Durumunu Islah Etmesi / Düzeltmesi
• Sâlih insan Kimdir?
• Sâlih Amelin Sonuçları:
a- Güzel Bir Gelecek ve Mutluluk
b- Güzel Bir Hayat
c-Bol Rızık ve Mağfiret
d- Tevbelerinin Kabul Görmesi
e-Kötülüklerinin Örtülmesi ve İyiliklere Tebdili
f- Sevginin Oluşması
g- İnsanların En Hayırlıları Olmak
h- Dinamizm Kazanmaları
i- Yeryüzüne Vâris Olmaları
k- Cenneti Kazandırması
"İman edip sâlih amel işleyenler için, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildiği vakit, 'bu, bundan önce dünyada bize verilenlerdendir' derler. Ve bu rızık onlara bazı yönlerden dünyadakine benzer olarak verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz eşler vardır. Ve onlar orada ebedî kalacaklar." 3904
Amel ve Amel-i Sâlih (Sâlih Amel) Ne Demektir?
Amel-i Sâlih: İyi, güzel, faydalı, sevaba ve Allah'ın rızasına sebep olacak, haram sınırına girmeksizin kişinin iman, iyi bir niyet ve ihlâs ile yapmış olduğu davranışlar. Amel, iş manasına gelir. Sâlih ise, elverişli, yararlı, yarayışlı, kendisi doğru olan, kendini düzelten demektir. Dolayısıyla amel-i sâlih; kişiye âhiret saadetini sağlamaya, Allah'ın rızasını kazanmaya elverişli olan, Allah katında bir
3904] 2/Bakara, 25
- 1062 -
KUR’AN KAVRAMLARI
değer ifade eden davranışlardır.
Amel: İş, vazife, hareket, idare, işlemek, yapmak, davranış, etki, ibâdet, hayırlı iş anlamlarına gelir. Daha ziyade canlıların bir maksatla, bilinçli bir şekilde yaptıkları işe amel denir. Yapılan işte bir gaye ve maksat yoksa buna fiil denir, amel denmez. Amel, niyete, iradeye bağlı olarak yapılan iştir; amel, bilinçli bir aksiyondur. Fakat fiilde bilinç her zaman söz konusu olmayabilir. Kur’ân-ı Kerim'de amel kelimesi çeşitli kalıplarda 350 defa geçmektedir. Amel, iyi (sâlih) ve kötü (seyyi') amel olmak üzere ikiye ayrılır. İnsan yeryüzüne, nasıl davranışlar göstereceği, iyi ve kötü amellerden neler yapacağı belli olsun diye çıkarılmıştır. "Hanginizin daha iyi amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratan O'dur." 3905; "Şüphesiz ki sizi biraz korku, açlık, mal, can ve ürün eksikliğiyle imtihan edeceğiz. (Ey Muhammed) sabredenleri müjdele!"3906 İslâm'da bir iyiliğin ve sâlih amelin dünya ve âhirette ecir ve sevap kaynağı olması için bu ameli işleyen kimsenin imanlı olması şarttır. Bu konuda iman ön şarttır.
İmanı kuvvetlendiren, sağlamlaştıran, onu çepeçevre sararak koruyan sâlih amellerdir. Kur’ân-ı Kerim’de sâlih amel anlamında “sâlih” kelimesi ve çoğulu, toplam 132 yerde geçer. Amel-i sâlih, Kur’ân-ı Kerim'de doksan küsur yerde doğrudan doğruya veya dolaylı olarak emredilmiştir. Sâlih amelden söz eden âyetler genellikle önce imana değinerek başlarlar. Bunların hep "iman edip sâlih amel işleyenler..." şeklinde oldukları görülmektedir. Bu da iman ile amelin, bir bütünün ayrılmaz parçaları olduğunu ortaya koyar. İman olmadan güzel davranışların hiçbir önemi olmadığı gibi, sâlih amel olmadan da kuru bir imanın tadı yoktur. 3907
Allah ve Rasûl'üne iman etmenin, çok geniş anlamda, sâlih amelden sayıldığını görmekteyiz. Nitekim bir hadiste Hz. Peygamber'e “hangi amel efdaldir?” diye sorulmuş, o da: "Allah ve Rasûl'üne iman etmektir" buyurmuştur.3908 İman kavramında olduğu gibi, takva, şükür, sabır gibi diğer kalbî fiilleri de sâlih amel içerisinde mütalaa etmek mümkündür. Meselâ şükür, kalp amellerindendir ve kalp amelleri de, âzâların amellerinden daha şereflidir. Bundan dolayı Allah'ı zikretmek, en faziletli amellerden sayılmıştır. Fiilleri, kalbî ve bedenî, yani organlara ait olmak üzere iki kısma ayırmak mümkündür. Buradan hareketle, müfessirler, sâlih ameli çeşitli kısımlara ayırmaktadırlar. Fahreddin Râzi, kulun amelini üç kısma ayırmakta ve bunları da:
Kalbin ameli, kulun fikri, inancı ve tasdiki,
Dilin ameli, kulun zikri ve şehadeti,
Âzâların ameli, kulun tâaati ve ibâdeti şeklinde sıralamaktadır.
Elmalılı da, bir yerde sâlih ameli, kalbî, bedenî ve mâlî olmak üzere üçe ayırırken, başka bir yerde ise, sâlih amelin iki kısım olduğunu, bunlardan birinin bedenî ibâdetler gibi, mükellefin öncelikle kendi salahına yarayan ameller; diğerinin de, zekât ve sadaka gibi başkalarına faydalı olan ameller olduğunu kaydeder. Sâlih amelleri, kalbî ve bedenî olmak üzere ikiye ayırabiliriz. Bedenî olan
3905] 67/Mülk, 2
3906] 2/Bakara, 155
3907] Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 1, s. 128
3908] Buhâri, İman 18
SÂLİH AMEL
- 1063 -
da, namaz gibi sadece bedeni ve kişiyi ilgilendiren; zekât gibi hem ferdi ve hem de toplumu ilgilendiren mâlî olmak üzere ikiye ayrılır.
Amellerde Niyet
Niyet, kasdetmek, azmetmek anlamlarına gelmekte olup, kalbin, şimdiki halde veya gelecekte, bir faydayı celb veya bir zararı def için, maksada uygun gördüğü şeye yönelmesinden ibarettir şeklinde formüle edildiği gibi, çok geniş anlamda, gerçekleştirilmesi ve sakındırılması eşit olan muayyen bir şeye doğru, iradenin meydana geldiği bir harekettir şeklinde de tanımı yapılmaktadır. Ayrıca, Allah'ın rızasını kazanmak veya bir hikmete imtisal için, iradeyi bir fiile yönlendirme, tahsis etme diye de tarif edilmektedir. Gazali ise, niyeti: "şu anda veya gelecekte faydalı olduğunu anladığı şeye gönlün meyli ve yönelmesidir" şeklinde tarif ederek, "gönlün temayülü olmadan kuru bir irade ile bir şey meydana getirmek mümkün değildir" şeklindeki açıklaması da, niyette kalbin önemine dikkat çekmekte ve ayrıca, irade ile niyet arasındaki bağı vurgulamaktadır. Çünkü mesuliyet, niyet ve buna bağlı olarak da işi irâdî olarak yapmaktır. "Ameller ancak niyetlere göredir."3909; "Ameller, ancak niyete göre değerlendirilir. Kimin hicreti, Allah ve Rasûl'üne ise, onun hicreti Allah ve Rasûlünedir. Kimin de hicreti, nail olacağı bir dünya veya nikâh edeceği bir kadın ise, onun hicreti de onadır." 3910
Ameller, niyetlerle değer kazanmakta ve şekillenmektedir. Çünkü amellerin direği niyettir ve bir amel, hayırlı olması için niyete muhtaçtır. Aynı şekilde, amellerin bâki kalması, sâlih olması, Allah rızasına bağlanırken; sâlih amellerde niyetin şart olduğu da açıktır. Muaz bin Cebel'in, sâlih amelde, ilim, niyet, sabır ve ihlâsın bulunması gerektiği kanaatinde olduğu rivâyet edilmektedir. Bu rivâyette zikredilen hususlar, birbirine bağlı kavramlardır. İlim, dünya ve âhiret ile ilgili şeyleri, akıl ile alakalı gerçekleri bilmektir. İlim, yapılacak olan işleri bilerek yapmayı sağlayacaktır. Sonra da niyet gelir. Niyeti ilim ve amel desteklemektedir. Ancak ilim önce gelir. Zira ilim asıldır. Amel ise, ilme tâbidir ve ilmin dalı ve meyvesidir. Daha sonra da sabır gelmektedir ki, bu da meşakkat, güçlük ve belalara karşı tahammül etmektir. İşte bunların neticesinde ihlâs ortaya çıkmaktadır.
Niyetin önemi, şu misalde daha belirgin bir şekilde görülmektedir: Bir kimse öğle vaktinde, güneşin karşısında, alnını secdeye koysa ve yaptığı bu secde ile Allah'a ibâdeti kasdetse, bu hareket İslâm'ın tasvip ettiği bir davranış olur. Fakat bu secdesi ile güneşe tapmayı kasdetse, bu da küfür olur.3911 Bu misal bize, "ameller niyetlere göredir" prensibinden hareketle, niyet gerçeğini en güzel bir şekilde anlatır. Nitekim Hz. Peygamber'in: "Allah, sizin ceset ve sûretlerinize değil; kalplerinize ve amellerinize bakar" 3912 hadisi de ayrıca niyet gerçeğini beyan etmektedir.
Amellere kıymet kazandıran niyettir. Bir amelin sâlih olup olmaması niyete bağlıdır. Hz. Ömer'in: "Amellerin efdal olanı, Allah'ın farzlarını eda, haramlardan kaçınmak ve Allah katında sadık niyettir."3913 şeklindeki ifadesinde de görüldüğü gibi niyet esastır. Bununla birlikte, ilim ve amel de niyette gözetilen unsurlardır.
3909] Buhâri, Bed'ü'l-Vahy 1; Müslim, İmâre 155
3910] Müslim, İmâre 155; Buhâri, İman 41
3911] Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, 9/25
3912] Müslim, Birr ve Sıla 10; İbn Mâce, Zühd 9
3913] Gazâli, İhyâ-i Ulûmi’d-Din, 4/362
- 1064 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ayrıca saadete de, ilim ve amelle erişilebileceği bir gerçektir. Çünkü hayır, saadet, kemal ve salah, faydalı ilim ve sâlih amelle mümkündür ki, bunlar da niyeti destekleyen unsurlardır.
Amellerin Önemi
Ameller, iyi (sâlih) ve kötü olmak üzere ikiye ayrılmakta olup, sâlih amelin zıddı olarak kötü amel zikredilmektedir. Mü'minlerin kurtuluşlarının iman ve sâlih amel sayesinde olacağı Kur'an'da ısrarla ifade edilmektedir.3914 Bununla birlikte, namaz kılıp, kendilerine rızık olarak verilenden infak ettikleri, hem kendi peygamberlerine ve hem de diğer peygamberlere ve getirdiklerine inandıkları,3915 oruç tuttukları,3916 Allah anıldığı zaman yüreklerinin ürperip Allah'ın âyetleri okunduğunda da imanlarının arttığı,3917 kısaca namazlarında huşu içerisinde olmaktan, boş şeylerden yüz çevirmekten tutun da, ırzlarını korumaya, sözlerinde durmaya varıncaya kadar3918 bütün ahlakî özelliklere sahip oldukları belirtilmektedir. Bu özelliklere sahip mü'minlerin Firdevs cennetlerine varis olacakları zikredilir.3919 Buna mukabil, kötü amel işleyenlerin cehennemlik oldukları da vurgulanır. 3920
Böylece inanç açısından iki zıt kutupta olan insanlardan hangisinin daha rahat olacağı, ruh enginliği kazanacağı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Zira sâlih amel, kişiyi Mevlâ'sına yaklaştırır. Bununla birlikte insan, sâlih amellerle, önce kendisini düzeltir, sonra da başkalarının salâhına çalışır. Kişinin kendini düzeltmesi asıldır, başkasının düzelmesine çalışması ise ikinci derecededir. Başkasını ıslah, salâh nisabının zekâtıdır. Kendisi sâlih olmayan, başkasını nasıl ıslah edebilir, ağaç doğrulmadan gölge nasıl doğrulabilir, doğru olabilir?
Dengeli bir hayat sürdürebilmek için, insan ruhu, sadece nazarî hakikatlerle beslenemez. Bilmeye ve inanmaya olan ihtiyacından başka, ister şahsî davranışlarında, isterse Allah veya insanlarla olan münasebetlerinde olsun, insan, hareketlerini devamlı bir şekilde tanzim edecek amelî kurallara muhtaçtır. Bu amelî kurallar, çeşitli şekilleriyle Kur’ân-ı Kerim'de gösterilmektedir. Meselâ, sıkıntı anında Allah'a yapılacak bir yalvarış, bir duâ ve bu duânın da Allah tarafından kabul edileceğini bilmek,3921 insanı son derecek rahatlatabilir ki, bu da sâlih ameldir. Aslında insanda iki kuvve bulunmaktadır. Bunlar, nazarî ve amelî kuvvetler olup, nazarî kuvvenin kemali, insanın Hakk'ı tanımasıyla; amelî kuvvenin kemali ise, onun sadece hayırları işlemekle gerçekleşebileceği kaydedilmektedir. 3922
İnsanda bulunan bu kuvveler, onun, hem maddî ve hem de manevî yönünü işaret etmektedir. Böylece insandan sudur eden fiillerin bilinçli olduğu ve dolayısıyla âyetlerde geçen "iman edenler" kaydı ile insanın Allah'ı bilmesindeki nazarî kuvvesine; "sâlih ameller" kaydı ile de, onun Allah'a kulluk/ ibâdet etme
3914] 28/Kasas, 67
3915] 2/Bakara, 3-4
3916] 2/Bakara, 183
3917] 8/Enfâl, 2
3918] 40/Mü'min, 2-8
3919] 23/Mü'minûn, 9-10
3920] 2/Bakara, 81
3921] 2/Bakara, 47
3922] Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, 12/53
SÂLİH AMEL
- 1065 -
konusundaki amelî gücünün kemaline delâlet etmektedir. Şu halde biz, insanın dinen olumlu sayılabilecek davranışlarının sâlih amel olduğu genel hükmüne varabiliriz.
"İslâmiyet’in çok önemli olan amelî yönü, Kur’ân-ı Kerim'de esaslı ve açık bir şekilde kurtuluş ve ebedî saadete ermenin kaçınılmaz bir şartı olarak zikredilir. Hatta bu amelî yönün Kur'an'da açıkça geçmediği hallerde imanla ilgili olarak daha önce belirtilen esaslar uyarınca sade mü'min tabiriyle bile zımnen ifade edilmiş olduğunu görmek hiç de zor değildir."3923 Çünkü "sâlih amel, Allah'ın bir lütfudur ve nimetine şükreden kullarını buna muvaffak kılar." 3924
Sâlih amelin önemini, İmam Şafii'nin dünyayı büyük bir denize, sâlih amelleri de, bu denizde seyreden gemiye benzetmesinden anlamak mümkündür. Aynı şekilde Gazali'nin: "Ameller, kalp hastalığının ilacıdır. Kalp hastalığı çoğu zaman hissedilmez. Aynası olmayan bir adamın yüzündeki alaca hastalığı gibidir. Zira o, bu hastalığı hissetmez. Ona söylense, bunu doğrulamaz"3925 şeklindeki açıklaması ve benzetmesi de, sâlih amelin önemini ifade etmektedir.
Sâlih amelin önemi, insanı mutluluğa kavuşturmasıyla da anlaşılabilir. İnsanın mutluluğu, Râzi'nin ifadesine göre3926 ya ruhî veya bedenî veyahut da hâricî şeylerle olmaktadır. Rûhî olanı, en mükemmeli, bedenî olanı ortası, harici olanı ise en düşüğüdür. Ruhî mutluluk, kalbin taat ve hizmetle meşgul olmasıyla, harici mutluluk ise aile efradının mutluluğuyla olmaktadır. Aslında Kur’ân-ı Kerim'de ahlakî terimler genellikle tasvîrîdir.
İyinin ne olduğunu mü'minlerin; kötünün ne olduğunu ise kâfirlerin, münafıkların ve şeytanın tasvirlerinden çıkarabiliriz. Kur'an'daki felâh, necât ve hidâyet gibi saadetle ilgili terimler çok kere mü'minlerin vasıflarından sonra zikredilmiştir. Amellerin önemi, insanları mutlu veya mutsuz etmesi, başka bir ifadeyle saadete ve şekavete, bedbahtlığa götürmesiyle bilinebilir. Burada da sâlih amelin, kişiyi mutlu ettiği; kötü amelin de bedbaht ettiği, onu karamsarlığa sürüklediği açıktır.
Sâlih Amelin Tanımı
Sâlih amelin çok çeşitli tarifleri yapılmıştır. Bu tariflerden bazıları genel tarifler olmakla beraber, tahsisli diyebileceğimiz tarifler üzerinde de durulmuştur. İbn Abbas, sâlih ameli genel anlamda farzlardır, namaz kılmak, oruç tutmaktır şeklinde tarif ederken, Hz. Ali, vaktinde tâdil-i erkân ve heyetine riâyet ederek kılınan namazdır şeklinde tanımlamıştır. Bunlar, tahsisli tanımlardır. Katâde, sâlih ameli imana dâhil olan şeyler ve hayır işlemektir diye tanımlar.
Müfessirler, daha ziyade umumi tarifler üzerinde durmaktadırlar. Sâlih amelin, Allah ve Rasûl'ünü tasdik etmek, emrettiklerini yapıp nehyettiklerinden kaçmak, Allah'a itaat etmek ve yasakladıklarından kaçmak şeklinde tanımlar yapıldığı gibi, üzerine sevap terettüp eden tüm doğru ameller; Allah'ın rızası istenilen şey; akıl, kitap ve sünnetteki delillerle yapılan her doğru iş; Allah'ın
3923] Abdullah Draz, Kur'an'ın Anlaşılmasına Doğru, s. 91
3924] Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an, Hikmet Y., c. 11, s. 137
3925] Gazali, İhyâ-i Ulûmi’d Din, c. 4, s. 138
3926] Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, 28/20
- 1066 -
KUR’AN KAVRAMLARI
emrettiği tâatleri işlemek şeklinde de tanımlar yapılmaktadır. Ahmed Hamdi Akseki: "Sâlih amele gelince, o da, akl-ı selimin (sağduyu), insan fıtratı ve tabiatının reddetmediği birtakım hayırlı amellerdir ki, insanın kendisine, ailesine, toplumuna ve bütün insanlara, faydalı ve onların menfaatine olan şeylerle bağdaşan iyi ve güzel işlerlerle davranışlardır"3927 şeklinde tarif etmektedir.
Elmalılı, sâlihât, sâliha'nın çoğuludur. Sâlih, aslında iyi, faydalı, aklen ve naklen müstakim/dosdoğru, hayırlı manasına vasıftır; kalbî, bedenî ve mâlî olmak üzere üç kısmı vardır diye sâlihâtı tarif ettikten sonra, sâlih ameli de şöyle tanımlamaktadır: "Amel-i sâlihe gelince, bu da, Allah'a ve âhirete imanın muktezasına göre ve Allah'ın inzal ve irsal buyurduğu deliller, hükümler ve haberlere ihlâsla ve hüsn-i niyyetle Allah'ın razı olacağı güzel ameller yapmaktır."3928 Sâlih ameli, şöyle de tanımlayabiliriz: "İmanın gereklerini gerektiği şekilde yapmak"; güzel bir ameli güzel bir niyetle ve güzel bir şekilde yapmaktır (tabii, "güzel"in tanımının da güzel olması kaydıyla)."
Görüldüğü gibi, sâlih amelin dar manada tarifleri yapılmasına karşılık; oldukça geniş tanımları da yapılmıştır. Yapılan bütün tariflerde zahiren veya zımnen imanın şart koşulduğu görülmektedir. Zira ister sâlih amelin, sadece farzlardır diye, isterse namaz, oruç gibi tahsisli tarifi yapılsın; iman etmek şarttır ve zaten bu amellerin de iman olmadan yapılması düşünülemez. Yapılan bu tarifler içinde Elmalılı'nın yaptığı tarifin efradını câmi, ağyarını mâni bir tanım olduğunu söyleyebiliriz. Zira bu tarifte, Allah'a ve âhirete iman şart koşulduğu gibi, bu imanın gerektirdiği şekilde hareket edilmesi de vurgulanmaktadır. Bununla birlikte, sâlih amelde bulunması gereken ihlâs ve niyet de belirtilmektedir. Bütün bunların yanında, Allah'ın razı olacağı kaydı da ayrıca dikkat çekmektedir. Şu halde, bir amelin sâlih olabilmesi için iman ve bunun gerektirdiği şekilde hareket etmenin esas olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü iman, sâlih amelin düşünce planında olmasını sağlayacaktır ki, sâlih amelde de bu esastır.
Kur’ân-ı Kerim'de Sâlih Amel İfadesi
“İman eden ve sâlih amelleri işleyenleri altlarından ırmaklar akan cennetle müjdele!” 3929
“İman eden ve sâlih amelleri işleyenlere gelince, imanlarından dolayı Rableri onları altlarından ırmaklar akan nimet cennetlerine iletir.” 3930
Kur'an'da "iman eden ve sâlih amel işleyenler" ifadesi 58 defa geçmektedir. Kur’an’da sâlih amel kavramı çeşitli kalıplarda geçmektedir. 3 yerde emir sigası ile geçer:
“Kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse, sâlih amel işlesin ve Rabbine ibâdette hiç kimseyi ortak etmesin.”3931; “Sâlih ameller işleyin.” 3932
Kur’an’da daha ziyade “iman eden ve sâlih amel işleyen(ler)” şeklindeki ifadelerde geçen “sâlih” veya “sâlihât” lafızları mutlak olarak zikredilmektedir. Bundan
3927] Ahmed Hamdi Akseki, Ahlak İlmi ve İslâm Ahlâkı, s. 18
3928] Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Y., c. 1, s.274; c.3, s. 1740
3929] 2/Bakara, 25
3930] 10/Yûnus, 9
3931] 18/Kehf, 110
3932] 23/Mü’minûn, 51; 34/Sebe’, 11
SÂLİH AMEL
- 1067 -
dolayı, sıla-i rahim, Allah yolunda infak etmek, fert ve topluma faydalı olacak her türlü hayır, adalet, takva gibi, ister bedenî ve isterse kalbî davranış olsun, aklımıza gelebilecek bütün iyi ve güzel davranışlar sâlih amel olarak sıralanmaktadır. Bununla birlikte “sâlih amel işleyenler” ifadesi, sadece namaz ve zekât gibi dinin erkânından olan amellere ait olmayıp; usûl, füru, farz, nâfile ibâdet, muamelat, Allah rızasına muvafık ve salâha hizmet eden, hayra yarayan bütün faydalı amelleri içerisine almaktadır.
Mukayyed olarak geçmesi: Kur’an’da sâlih amelden bahseden âyetlerden bazıları da takyid edilmiştir. Nitekim Bakara sûresinin 82-83. âyetlerinde böyle bir durumun olduğuna işaret eden İzutsu, şöyle demektedir: “Allah’ın İsrailliler ile ahdi olarak verilen bu âyet, sâlihâtın özlü bir tanımı gibi ele alınabilir. Söz konusu âyet, şu beş unsuru sıralamaktadır: Allah’tan başkasına kulluk etmemek, ana-baba, yakın akraba, yetim ve miskinler ile ihtiyaç sahiplerine karşı iyilik (yani sıcak kanlı ve lütufkâr olmak, ihsan etmek), herkese güzel konuşmak, namazı kılmak, zekâtı ödemek.” 3933
Kur’ân-ı Kerim’de sâlih ve sâlihât kelimelerinin geçtiği âyetlerin bazılarında, sâlih amel ifadesinden hemen sonra, sâlih ameller açıklanmaktadır. Böylece, mutlak olarak zikredilen sâlih veya sâlihât lafzı, takyid edilmektedir. Nitekim; “İman edip sâlih amelleri işleyenler, namazı kılan, zekâtı verenlere gelince, onlara Rableri katında mükâfat vardır.”3934 âyetinde durum böyledir. Zira bu âyette zikredilen namaz, zekât birer sâlih amel olup, bunların sâlih amellere dâhil olduklarında hiçbir ihtilaf yoktur. Âyette özellikle namaz ve zekâtın zikredilmesi ise, bu iki ibâdetin fazilet ve önemine dikkat çekmek içindir. Bu duruma işaret eden müfessirler, bu ibâdetlerden namazın bedenle yapılanların en büyüğü; zekâtın ise, mal ile yapılanların en üstünü olduğunu beyan etmektedirler. Sâlih lafzının takyid edildiğini şu âyette de görmekteyiz: “Allah yolunda susuzluğa, açlığa uğramaları, kâfirleri kızdıracak bir yeri işgal etmeleri ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları yoktur ki, mutlaka bunlarla kendilerine sâlih bir amel yazılmış olmasın. Allah, muhsinlerin ecrini zayi etmez." 3935
Sâlih amel kavramının âyetlerde, bazen emir sigası, bazen mutlak ve bazen de mukayyed olarak gelmesinin şüphesiz pek çok sebepleri vardır. Emir sigası ile gelmesi, mükelleflerin mutlaka sâlih ameller yapması gerektiğine işaret etmektedir. Nitekim mükelleflerin yerine getirmek mecburiyetinde oldukları sâlih amelleri bunlara örnek gösterebiliriz. Sâlih amelin mukayyed olarak zikredilmesi, âyetlerde zikredilen sâlih amellerin belli başlılarına işaret ettiği gibi, bunların da önemli olduklarını vurgulamaktadır. Nihâyet mutlak olarak gelmesi ise, mükelleflerin sâlih amellerin sadece âyetlerde zikredilenlerden ibaret olduğu fikrine kapılmamalarına işaret etmekte ve İslâm inancına bağlı olarak, insanlığın hayrına yapılacak her türlü güzel, iyi davranışların da sâlih amellerden sayılacağına delâlet etmektedir. Çünkü sâlih ameller, sadece âyetlerde zikredilen namaz, oruç, hac, anne ve babaya güzel davranma vs. gibi hareketlerden ibaret olmayıp, bunların dışındaki iyi davranışlar da sâlih amellerdendir. Âyetlerin emir sigası, mutlak ve mukayyed şeklinde gelişleri, mükelleflerin bir an bile olsa, güzel
3933] Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Pınar Y., s. 270
3934] 2/Bakara, 277
3935] 9/Tevbe, 120
- 1068 -
KUR’AN KAVRAMLARI
davranışlardan uzak kalmamalarını temin içindir.
“Mal ve oğullar, dünya hayatının süsüdür. Ama bâki kalacak sâlih ameller, sevap olarak da, amel olarak da, Rabbinin katında daha hayırlıdır.”3936; “Ne mallarınız, ne de evlatlarınız size huzurumuzda bir yakınlık sağlamaz. Ancak iman eden ve sâlih ameller işleyenler müstesna. Onlara yaptıklarının fazlasıyla kat kat mükâfat vardır. Ve onlar oralarda güven içindedirler.”3937 Bu âyetlerden anlaşıldığına göre, iman ve buna bağlı olarak yapılacak sâlih ameller, bâki kalacak olan amellerdir. Bu ameller de akla gelebilecek her türlü hayır, birr, ma’ruf, ihsan gibi hususlardır. Kur’ân-ı Kerim’de, gerek takva, sabır gibi kalbî, gerek namaz gibi bedenî ve gerekse zekât gibi mâlî her türlü davranış birer sâlih ameldir.
İman – Sâlih Amel İlişkisi
Âyetlerde, iman ile sâlih amel genellikle beraberce zikredilmekte olup, bu şekildeki âyetler oldukça fazladır. Hatta İzutsu’nun tesbitine göre, iman ve sâlih kelimeleri birbirlerine var olacak en kuvvetli semantik bağ ile bağlı olup, neredeyse ayrılması imkânsız bir şekilde birbirleriyle girift haldedirler.3938 İman ve sâlih amel ifadesi, Kur’ân-ı Kerim’de 52 defa beraberce zikredilmektedir.
Genellikle âyetlerde “İman eden ve sâlih amel işleyenler” şeklinde geçen “iman” ve “sâlih amel” lafızları, bazı âyetlerde “Kim iman ederek sâlih amellerden işlerse...”3939 veya “Erkek ve kadından her kim iman ederek sâlih amellerden işlerse...”3940 şeklinde şartlı geçmektedir. Şartlı ifade biraz farklı olarak şu âyetlerde de geçmektedir: “Kim de O’na sâlih amelleri işlemiş bir mü’min olarak gelirse, işte onlar için de yüksek dereceler vardır.”3941 “Rabbine kavuşmayı uman kimse, sâlih amel işlesin ve Rabbine kullukta hiç ortak koşmasın.” 3942
“...Kim Allah'a ve âhiret gününe iman eder, sâlih amel işlerse, elbette onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” 3943
İman olmadan, sâlih amelin kişiyi kurtaracağını söylemek son derece yanlıştır. Zira, amelin, imansız kabul edilemeyeceği açıktır. Bunun yanında sâlih amelin mutlaka dayanması gereken köklü bir dayanağı olması gerekir ki, bu da, imandır. Âyette “iman etmiş olarak” ifadesinin yer alması gösteriyor ki, iman olmadan, sâlih amelin bir faydası olmamaktadır. Hatta bir amelin, sâlih olabilmesi için, imana bağlı olarak yapılması gerekmektedir. İmanın, hem dünyevî, hem de uhrevî boyutta olduğu düşünülünce, bir fiilin sâlih amel olabilmesi için her şeyden önce imana dayanması gerektiği daha iyi kavranır. İmandan kaynaklanmayan bir amelin kabul edilmemesi kadar tabii ve mantıkî bir şey olmaz. Malum bir gaye ve muayyen bir düşünceden doğan sâlih bir amel, ancak, Allah'a iman sayesinde zuhur imkânı bulabilir. Başka bir ifade ile amel, imandan akan bir nurdur. Zaten âyetlerde, imanın, sâlih amelden önce gelmesinde, sâlih amelin,
3936] 18/Kehf, 46
3937] 34/Sebe’, 37
3938] T. İzutsu, a.g.e. s. 269
3939] 20/Tâhâ, 112; 21/Enbiyâ, 94
3940] 4/Nisâ, 124
3941] 20/Tâhâ, 75
3942] 18/Kehf, 110
3943] 2/Bakara, 62; 5/Mâide, 69
SÂLİH AMEL
- 1069 -
imandan doğup neşv ü nemâ bulduğuna işaret vardır. Zira iman, sahibini hayra ulaştırır, şerden korur ve sâlih amel, imanla itibar kazanır.
Kur’ân-ı Kerim’de yetmiş âyette iman ile sâlih amel beraberce zikredilmektedir. İman ile sâlih amel arasında kuvvetli bir semantik bağ olup, birbirlerinden ayrılması imkânsızdır. Gölge, nasıl bedeni takip ederse, aynı şekilde sâlih amel de imanı takip etmektedir. Nerede iman varsa, orada sâlih amel de olmalıdır. Öyle ki, birinci ikinci ile veya ikinci birinci ile tarif edilse, doğru kabul edilebilir. Çünkü iman, ıslahın en faziletlisidir. Amellerin en üstünü ise sâlih olanıdır. İman ve sâlih amel ifadelerinin beraberce zikredildiği âyetlerde, insanın ebedî kurtuluşa ermesi genelde iman ve sâlih ameli beraberce yapmasına bağlanmaktadır. Sâlih amel olmadan, yalnız kuru bir imanın kişiyi ebedî saadete kavuşturacağı pek mümkün görülmemektedir. Amel, imanı ayakta tutacak bir rükûn olarak imana dâhil değildir. Dolayısıyla amelin yokluğu ile kişinin, dünyada kâfir oluşuna ve imandan çıkışına; âhirette ise devamlı azap olunacağına ve cehennemde ebedî kalacağına hükmedilebilsin. Yine amel, imanın ayrılmaz bir parçası olarak imanın dışında da değildir. Dolayısıyla amelin yokluğu ile kişi, bu dünyada kınanmayı hak etmeyeceğine; âhirette ise ıkap ve azabı gerektirmeyeceğine hükmedilebilsin.
O halde sâlih amel ile iman arasında önemli bir bağ vardır. Çünkü Allah, kendisine kavuşmanın sâlih amel işlemede ve yapılacak ibâdette hiç kimseyi kendisine ortak koşmamada olduğunu bildirmektedir.3944 Yine kötülüklerin keffâreti ve kişinin en güzel şekilde mükâfatlandırılması, iman ve sâlih amelleri işlemeye bağlanmaktadır.3945 Sâlih amel, imanın semeresidir. Sâlih amel işleyenin ne zulümden, ne de hakkının çiğnenmesinden korkmayacağı,3946 yaptıklarına karşılık kat kat fazlasıyla mükâfat verileceği,3947 cennetlerin vaad edilmesi3948 gibi daha pek çok hususlar âyetlerde belirtilmektedir.
Bütün bu ve benzeri âyetler, iman ile sâlih amel arasında kuvvetli bir ilişkinin varlığını göstermektedir. Aslında iman lafzı müşterek bir lafızdır. Gazali bu konuda şunları söyler: İman lafzı, üç mânâ arasında müşterektir. Zira iman kelimesinden, bazen yakınî delillere dayanan tasdik, bazen herhangi bir şüphe bulunmamak şartıyla taklid elde edilen inanç kastedildiği gibi, bazen de bu isim, tasdikin bir gereği olarak, kendisiyle beraber amelin de bulunduğu bir inanca verilir.3949 Görüldüğü gibi aslında iman lafzının içerisinde amel de bulunmaktadır. Bu da gösteriyor ki, iman denilince akla amel de gelmelidir. İnsan, amele devam etmesi sebebiyle, kendi inancına karşı bir yakınlık duyar ve bununla da huzur ve güveni artar. Bundan dolayı, kendi inancına uygun olarak uzun zaman amel işlemeyen bir kimsenin, bu inancını değiştirmek veya bu konuda kendisini şüpheye düşürmek isteyen bir kimsenin, amele devamı uzun olmayanınkinden daha zor olur.3950 insan inandığı gibi yaşamıyorsa, yaşadığı gibi inanmaya başlar.
3944] 18/Kehf, 110
3945] 29/Ankebut, 7
3946] 20/Tâhâ, 212
3947] 34/Sebe’, 37
3948] 2/Bakara, 82
3949] Gazâli, İtikadda Orta Yol, s. 167-168
3950] Gazâli, a.g.e. s. 169-170
- 1070 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İman ile sâlih amel arasındaki ilişkiyi İbn Teymiye daha net bir şekilde ortaya koymaktadır. Ona göre, sâlih amelin imanla ilişkisi, ya dudakla dilin ilişkisi gibi veya kalbin bedenle olan irtibatı veyahut da bir buğday danesinin bütünlüğü gibidir. Zira konuşmak, dudak ve dil ile olur. Kalpsiz bir beden düşünülemez. Aynı şekilde danenin içi ve dışı vardır, özellikleri ayrı olduğu halde iki dane denilmez. 3951
Sâlih amel, imanı olgunlaştırma ve tamamlama özelliğine sahip olmasının yanında, imanın semeresi ve sıhhatidir de. Zaten amelsiz imanı olan kişinin, zâhir ve bâtın bütün uzuvlarını kaybedip yaşamaya çalışan bir insana benzetilmesi de iman ile sâlih amel arasındaki ilişkiyi daha belirgin bir hale getirmektedir. Mücerret bir iman, ebedî bir cehennemden kurtuluş ifade etse bile derecelerin yükselmesini ifade etmez. Mü’minin yüksek derecelere ulaşması, ancak iman ve sâlih amelle olur.
“Kim de O’na sâlih ameller işlemiş bir mü’min olarak gelirse, işte onlar için yüksek dereceler vardır.”3952 Âyette zikredilen yüksek derecelere nail olmak, sadece imanla olmayıp, bunun yanında sâlih amellere de bağlanmıştır. Yine aynı şekilde “İman eden ve sâlih amelleri işleyenleri, altlarından ırmaklar akan cennetlerle müjdele!”3953 anlamındaki âyette de müjde, sadece imana olmayıp, aynı zamanda sâlih amele bağlıdır. Allah, cennetlere girmeyi, iman edip sâlih amelleri işlemeye bağlayarak şöyle buyurmaktadır: “İman eden ve sâlih amelleri işleyenleri, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız.”3954 Amelsiz iman, nefsi tezkiye etmeye yetmeyeceği gibi, vaad edilen mükâfatları da elde etmeye kâfi gelmeyecektir. Kur’ân-ı Kerim, Sâlih amel konusunu çeşitli yönleriyle ele alır.
İhlâs – Sâlih Amel İlişkisi
İhlâs, riyayı terketmek, kalbi karışık şaibelerden saflığa ulaştırmak, ameline Allah’tan başkasını şâhit olarak istememektir. İhlâs, Allah ile kul arasında bulunan bir sırdır; Şeytan onu bilemez ki ifsad etsin. Hevâ ve hevesin rolü yoktur ki ona meyletsin. Bedene göre ruh ne ise, amele göre ihlâs odur. Ruhu olmayan bir beden, cansız bir maddeden ibarettir. İhlâssız amel de hebâ olmuş bir iş gibidir.
İhlâslı davranmak, samimi olmak, gösteriş ve riyadan uzak bir şekilde hareket etmek oldukça zor bir iştir. Kişinin bütün tutum ve davranışlarında ihlâslı olması, hele sâlih amel işlerken ihlâslı davranması daha da zor gibidir. Ancak kişi, bu durumlarda samimi bir şekilde hareket ederse, ameli değer kazanır ve herhalde ameli makbul olur. İhlâs kavramı, Kur’ân-ı Kerim’de 31 defa tekrar edilmektedir.3955 “Ancak tevbe edenler, ıslah olanlar, Allah'a sarılanlar ve dinlerinde Allah için ihlâslı olanlar müstesnadır. Onlar iman edenlerle beraberdir. Allah mü’minlere büyük
3951] İbn Teymiye, Kitabu’l-İman, s. 286
3952] 20/Tâhâ, 75
3953] 2/Bakara, 25
3954] 4/Nisâ, 57
3955] “İhlâs” Kelimesinin Kökü “H-l-s” ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (31 Yerde): 2/Bakara, 94, 139; 4/Nisâ, 146; 6/En’âm, 139; 7/A’râf, 29, 32; 10/Yûnus, 22; 12/Yûsuf, 24, 54, 80; 15/Hicr, 40; 16/Nahl, 66; 19/Meryem, 51; 29/Ankebût, 65; 31/Lokman, 32; 33/Ahzâb, 50; 37/Sâffât, 40, 74, 128, 160, 169; 38/Sâd, 46, 46, 83; 39/Zümer, 2, 3, 11, 14; 40/Mü’min, 14, 65; 98/Beyyine, 5.
SÂLİH AMEL
- 1071 -
ecir verecektir.”3956 Bu âyette Allah, münafıkların, içinde bulundukları durumdan kurtulmalarını, tevbe, ıslah, Allah'a yönelme, O’na sığınma ve dinde ihlâslı bir şekilde hareket etmeye bağlamaktadır.
İhlâs aynı zamanda dinin esasındandır. “Oysa, kendilerine, dini yalnız Allah'a hâlis kılarak, Allah’ı birleyenler olarak O’na kulluk etmeleri, namaz kılmaları, zekât vermeleri emredilmişti. İşte doğru din budur.”3957 anlamındaki âyette zikredilen üç esas, yani dinde ihlâs ile Allah'a ibâdet etmek, namazı kılmak ve zekâtı vermek doğru dinin esaslarıdır. İhlâslı bir şekilde Allah'a ibâdet etmek, sâlih amel cümlesindendir. Bu özellikleri kendisinde bulunduran mü’minin kalbine hile girmez. Böyle mü’minler, Allah için amelde ihlâslı olmak, devlet adamlarına ve yöneticilere nasihatte bulunmak ve müslümanlarla bir arada olmak3958 isterler. Şu halde kişinin faaliyeti ve samimiyeti, ihlâslı olmasıyla değer kazanır ve böylece amelinin ecrini arttırır. Neticede de derecesi yükselir ve toplumda örnek bir şahıs durumuna gelir. Çünkü ihlâslı bir kişi riyadan arınmış bir şekilde dine hizmet etmeyi kendisine vazife bilen bir insandır. Böylece mü’min kişi “...Ben dinimi yalnız Allah'a hâlis kılarak, O’na kulluk ediyorum.”3959 âyetinin ifade ettiği anlam bütünlüğüne erer.
Sâlih Amel - Hasenât
Farklı formlarda birçok yerde gelen (“amilû’s-sâlihât”, “amelen sâlihan”) “sâlih amel”, Kur’an’ın 23 yıllık iniş sürecinde farklı vurgular kazanır. Vahyin ilk yıllarındaki vurgusu “sorumlu davranış”tır. Bu davranış, Bakara 2’den yola çıkarak “hidâyetten önceki takvâ” diyebileceğimiz sorumluluk bilincine ve ahlâkına dayanır. Erdemlilik ve dürüstlüğü ifade eder. İlerleyen yıllarda vahiy; Allah’ın râzı olup olmadığı, imana yaraşan ve yaraşmayan eylemleri beyan ettikten sonra “sâlih amel” terkibi “Allah’ın râzı olduğu imana uygun davranış” vurgusunu kazanmıştır. İslâm cemaatinin iktidar yıllarını teşkil eden Medine’de ise aynı terkip “sahibini ve başkalarını ıslah edici iyilikler” vurgusuna ulaşmıştır. Aslında bu son vurgu, “sâlihât” kelimesinin aslî vurgusudur ve imkânla orantılı olarak her dönemde sâlih amelin mükemmel bir örneğidir.
Başta iman olmak üzere Allah’a itaat, namaz kılmak ve zekât vermek gibi hukukullah ile ilgili ibâdetler bu yüzden Kur’an tarafından “sâlihât”tan değil; “hasenât”tan sayılmıştır.3960 Fakat hasenât, sosyal amaçları gerçekleşince “sâlihât” vasfını da kazanır. Mâûn sûresi, namaz ibâdeti özelinde, hasenât’ı sâlihât’a tebdil etmenin formülünü sunar.3961 Hasenâtâ bir’e on vaad edilirken (“Kim bir hasene ile (iyilikle) gelirse, ona getirdiğinin on misli/katı vardır.”), 3962 sâlihâta kesintisiz nimet ve cennet vaad edilmektedir. “Men câe bi’l-haseneti felehû aşru emsâlihâ; ve men câe bi’s-seyyieti felâ yüczâ illâ mislehâ vehum lâ yuzlemûn (Kim bir hasene ile (iyilikle) gelirse, ona getirdiğinin on misli/katı vardır. Kim de bir seyyie ile (kötülükle) gelirse o, sadece onun misliyle cezalandırılır. Onlar haksızlığa uğratılmazlar.)”3963; “İllâllezzîne
3956] 4/Nisâ, 46
3957] 98/Beyyine, 5
3958] Bak. İbn Mâce, Mukaddime 18
3959] 39/Zümer, 14
3960] 11/Hûd, 23 ve 2/Bakara, 277
3961] Krş. 107/Mâûn, 5
3962] 6/En’âm, 160
3963] 6/En’âm, 160
- 1072 -
KUR’AN KAVRAMLARI
âmenû ve amilû’s-sâlihâti felehum ecrun ğayru memnûn (“İman edip sâlih amel amel işleyenler için eksilmeyen devamlı bir ecir vardır.)””3964; “İnnellezîne âmenû ve amilû’s-sâlihâti lehum cennâtin tecrî min tahtihâ’l-enhâr, zâlike’l-fevzu’l-kebîr. (“İman edip sâlih ameller işleyenlere ise, içinden ırmaklar akan cennetler vardır. İşte en büyük kurtuluş odur.)” 3965
Hasenât sahipleri seyyiâtı örtülmekle müjdelenirken, sâlihât sahipleri canlıların en hayırlısı/iyisi olmakla müjdelenir. “İnne’l-hasenâte yuzhibne’s-seyyiât (“…Haseneler (sevaplar, iyilikler) seyyiâtı (günahları, kötülükleri) giderir...)”3966; “İllâ men tâbe ve âmene ve amile sâlihan feulâike yubeddilullahu seyyiâtihim hasenât [Ancak, tevbe ve iman edip sâlh amel işleyenler başka; Allah onların seyyiâtını (günahlarını, kötülüklerini) hasenâta (sevaplara, iyiliklere) çevirir.]”3967; “İnnellezîne âmenû ve amilû’s-sâlihâti ulâike hum hayru’l-beriyyeh (İman edip sâlih amel işleyenlere gelince, onlar halkın en hayırlısıdır.)”3968 Hz. Peygamber’e nispet edilen “Bir saatlik âdil yönetim, altmış yıllık nâfile ibâdetten hayırlıdır.”3969 hadisi, sâlihât ile hasenât arasındaki büyük farka dair nebevî bir okumadır. 3970 Hasenât sahiplerinin haseneleri, onların günahlarını giderirken; sâlih amel seyyiâtı hasenâta, günahları sevaplara tebdil edip değiştirir. “İnne’l-hasenâte yuzhibne’s-seyyiât (“…Haseneler (sevaplar, iyilikler) seyyiâtı (günahları, kötülükleri) giderir...)”3971; “İllâ men tâbe ve âmene ve amile sâlihan feulâike yubeddilullahu seyyiâtihim hasenât [Ancak, tevbe ve iman edip sâlih amel işleyenler başka; Allah onların seyyiâtını (günahlarını, kötülüklerini) hasenâta (sevaplara, iyiliklere) çevirir.]” 3972
Sâlih Amellerin Tamamını Gerçekleştirmek Mümkün mü?
Kur’ân-ı Kerim’de sâlih amellerden bahseden âyetlerin bir kısmının mutlak, bir kısmının da mukayyed olduğunu daha önce kaydetmiştik. Bu âyetlerden bazılarında sâlih amel sayılan davranışlar zikredilmektedir. Yine bu âyetlerden bazılarında da “sâlihât” lafzının başında, kısım, parça, bölüm anlamına gelen “min” harf-i cerinin bulunduğu görülmektedir. “Erkek veya kadın, mü’min olarak sâlih amellerden işlerse, işte böyle kimseler cennete girerler ve zerre kadar onlara zulmedilmez."3973; “Kim iman ederek sâlih amellerden işlerse o, zulümden ve hakkının çiğnenmesinden korkmaz.”3974; “Mü’min olarak sâlih amellerden işlerse, çalışması inkâr edilmeyecektir ve biz onu yazmaktayız.” 3975
Bu âyetlerden hareketle diyebiliriz ki, bir mü’minin bütün sâlih amelleri yerine getiremeyeceği açıktır. Nitekim: “İman edip sâlih amelleri işleyenler -ki, hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmeyiz- işte onlar cennet halkıdır. Onlar orada ebedî kalacaklardır.”3976 âyetinden de anlaşılacağı gibi, gücümüzün yettiği oranda sâlih amelleri yerine getirmemiz istenmektedir.
3964] 95/Tîn, 6
3965] 85/Burûc, 11
3966] 11/Hûd, 114
3967] 25/Furkan, 70
3968] 98/Beyyine, 7
3969] Taberânî, el-Kebîr
3970] M. İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, Asr Sûresi, 3, s. 1300
3971] 11/Hûd, 114
3972] 25/Furkan, 70
3973] 4/Nisâ, 124
3974] 20/Tâhâ, 112
3975] 21/Enbiyâ, 94
3976] 7/A’râf, 42
SÂLİH AMEL
- 1073 -
Hz. Peygamber, ashâbına güç yetirebilecekleri amelleri işlemelerini emrederdi. Hz. Âişe (r.a.)’nin rivâyet ettiği hadiste bu görülmektedir: “Rasûlullah, ashâbına emrettiği zaman, güçlerinin yeteceği amelleri işlemelerini emrederdi. Ashâb: ‘Yâ Rasûlallah, biz senin gibi değiliz; Allah senin olmuş ve olacak günahlarını bağışlamıştır (biz, senden daha çok ibâdet etmek zorundayız)’ derlerdi de, Rasûlullah kızar ve hatta kızdığı yüzünden belli olurdu. Sonra şöyle derdi: “Sizin en müttakîniz ve Allah’ı en çok bileniniz benim.” 3977
Netice olarak diyebiliriz ki, mükellefin sâlih amellerin hiç birini bırakmaksızın tümünü yerine getirmesi imkânsız ve gücünün dışındadır. Ancak, mü’minin, mümkün mertebe bu konuya ihtimam göstermesi gerekmektedir. Zira âyetlerde sâlih amellerin bir hayli tekrar edilmeleri buna işaret etmektedir. Bu konuda şöyle bir ayrım yapmak gerekmektedir: Sâlih amellerin bir kısmı tüm mükelleflerin yapmak zorunda olduğu farz amellerdir; bir kısmı ise nafilelerdir. Kur’an, farz ve nafile tüm sâlih amelleri eksiksiz istemese de, bu konuda gevşek davranmaları hoş görmemektedir. Aslında ibâdetler/sâlih ameller, ne insanoğlunun kaçınacağı kadar ağır ve çok; ne de onu tembellik ve rehavete sevk edecek kadar basittir.
Fert Açısından Sâlih Amelin Önemi
Kişinin İtikadını Islah Etmesi/Düzeltmesi: Kur’an- ı Kerim’de “sâlih” kavramı ile yine aynı kökten gelen “ıslah” kelimesi, ferdi ilgilendiren yönleri ile ele alındığında görülür ki, bu kavramlarla öncelikle toplumun bireylerinin düzelmesi ve düzeltilmesi hedeflenmektedir. Nitekim: “Biz peygamberleri sadece müjdeleyici olarak gönderiyoruz. Kim iman eder ve kendini düzeltirse (ıslah ederse), onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”3978 anlamındaki âyet buna işaret etmektedir. Bu düzelme ise, âyetten de anlaşılacağı gibi “iman” sayesinde olacaktır. Âyette belirtilen imanın da, Kur’an’ın istediği tevhid fikrine dayanması, kısaca “Allah’tan başka ilah yoktur” prensibi çerçevesinde olması gerekir.
Bu prensibin içerisinde Allah’ın ölümsüzlüğünü, yaratıcılığını, yüceliğini, ebedîliğini, mutlak birliğini, âdil oluşunu ve merhametini mütalaa etmek mümkündür. Çünkü bütün iyiliklerin ve güzelliklerin aslı, esası ve temeli tevhiddir. Tevhid ise, Allah’ı bir bilmektir. Böylece insan Allah’ın karşısında güçsüzlüğünü kavrar. Böylece insan, İslâm’ın özünün tevhid, tevhidin özünün de Allah’ın birliği, O’nu tek, mutlak, yüce yaratıcı ve her şeyin sahibi ve yöneticisi olarak kabul etmek olduğunda şüphe olmadığını anlar ve O’na yönelerek sadece O’ndan yardım ister ve yine sadece O’na kulluk eder. Çünkü Allah’la fert arasında sağlıklı bir ilişkinin olması gerekmektedir. Bu noktada fert düşünür ki, Allah’tan başka her şey Allah'a bağımlıdır. Allah, bütün kudreti ve yüceliği ile beraber, temelde sonsuz rahmet sahibidir.
Kur’ân-ı Kerim’de “iman eden ve sâlih amel işleyenler” ifadesinin çok geçmesiyle birlikte, sâlih amel olmadan, sadece iman kavramının da çeşitli şekillerde vurgulandığını söyleyebiliriz. Bu âyetlerde ifade edilen tüm iman esasları doğrultusunda fert, inancını düzeltmeli ve bilmeli ki, iman, kokusunu asla içerisinde tutmayan ve kokusu kendiliğinden çevreye yayılan, yayılmadığı zaman yok
3977] Buhâri, İman 13
3978] 6/En’âm, 48
- 1074 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olabilen bir çiçeğe benzetilmektedir. Böylece şekillenen saf ve berrak inanca, ferdin itikadının, inancının ıslahı diyebiliriz.
Kişinin Durumunu Islah Etmesi/Düzeltmesi
Islah, bir şeyi iyi ve sâlih kılmak, başlangıçta veya sonradan olabilecek fesadı gidermek, onarmak anlamlarına gelmektedir. Islah kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de toplam 7 yerde zikredilir.3979 Islah, kişinin hem kendisini ve hem de başkalarını düzeltmesi anlamını taşımaktadır. Nitekim “Sizden kim, bilmeyerek bir kötülük yapar da sonra ardından tevbe eder, kendini ıslah eder, düzeltirse, muhakkak O, bağışlayan ve merhamet edendir.”3980 anlamındaki âyette kişinin kendisini düzeltmesi istenmektedir.
Âyetlerde ferdin hırsızlık yaptıktan sonra hemen tevbe etmesi ve bundan vazgeçip, durumunu düzeltmesi istenmekte, sonra da: “Kim yaptığı haksızlıktan sonra tevbe eder, durumunu ıslah eder/düzeltirse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Çünkü Allah, bağışlayan ve merhamet edendir.”3981 buyrulmaktadır. Bunun yanında, fertlerin kendi durumlarını düzeltmelerini belirten âyetlerin3982 yorumlarında, onların kendi durumlarını kontrol etmeleri, hallerini ifsad etmemeleri ve kendilerinde aşırı olan hususların telafisi, amellerinin ıslahı, ahlâklarının düzeltilmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Yine âyetlerde ifade edilen ıslah, sâlih amel işlemek, kötülüklerden el çekmek sûretiyle durumunu düzeltmek, kendi aralarında durumlarını düzeltmek ve Allah’ın kendisinden razı olacağı şekilde sâlih amel işlemek sûretiyle O’na yaklaşmaya çalışmak ve böylece nefsini düzeltmek şeklinde yorumlanmaktadır ki, bütün bunlar aynı zamanda kişinin kendi durumunu nasıl kontrol edebileceğini göstermektedir.
Kişinin hem davranışlarını, hem de içini düzeltmesi, ıslah etmesi gerekir. Bu da ferdin Allah’ı tanıması ve O’nun emir ve yasaklarına uyması ile gerçekleşir. Böylece biz, öncelikle toplumda ferdin kendi durumunu düzeltmesinin asıl olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü kişinin kendini düzeltmesi asıl, başkasını düzeltmesi ise fer’îdir. Başkasını ıslah, sâlih insan olma nisabının zekâtıdır. Kendisi sâlih olmayan, başkasını nasıl ıslah edebilir? Ağaç doğrulmadan gölge nasıl doğrulabilir? Yüzme bilmeyen insan, denizde boğulan başka birini nasıl kurtarabilir? Bununla birlikte, ferdin gerek inancını ve gerekse tutum ve davranışlarını düzeltmesi, onun dünya ve âhirette mutlu olacağının bir göstergesi demektir. Bu şekilde kendilerini düzeltenleri Allah’ın bağışlayacağı ve onlara merhamet edeceği de âyetlerde belirtilmektedir.3983 Islah eden, düzelten anlamındaki muslih kelimesi ve çoğulu Kur’an’da 7 yerde zikredilir. 3984
3979] Islâh Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 2/Bakara, 220, 228; 4/Nisâ, 35, 114; 7/A’râf, 56, 85; 11/Hûd, 88.Sulh ve Islah Kelimesinin Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 32 Yerde): 2/Bakara, 160, 182, 224; 3/Âl-i İmrân, 89; 4/Nisâ, 16, 128, 128, 128, 129, 146; 5/Mâide, 39; 6/En’âm, 48, 54; 7/A’râf, 35, 142; 8/Enfâl, 1; 10/Yûnus, 81; 13/Ra’d, 23; 16/Nahl, 119; 21/Enbiyâ, 90; 24/Nûr, 5; 26/Şuarâ, 152; 27/Nenml, 48; 33/Ahzâb, 71; 40/Mü’min, 8; 42/Şûrâ, 40; 46/Ahkaf, 15; 47/Muhammed, 2, 5; 49/Huucurât, 9, 9, 10.
3980] 6/En’âm, 54
3981] 5/Mâide, 38-39
3982] 2/Bakara, 160; 3/Âl-i İmran, 89; 4/Nisâ, 46; 16/Nahl, 119)
3983] 3/Âl-i İmran,89; 6/En’âm, 54
3984] Muslih Kelimesi ve Çoğulunun Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 5 Yerde): 2/Bakara, 11, 220; 7/A’râf, 170; 11/Hûd, 117; 28/Kasas, 19.
SÂLİH AMEL
- 1075 -
Sâlih insan Kimdir?
Sâlih, aslında fâsid’in zıddıdır. Fâsid ve müfsid: Yükümlülüğün gerektirdiği hususları yerine getirmeyen; sâlih de: Yükümlülüğün gerektirdiği hususları yerine getiren diye tanımlanmaktadır. Sâlih, inancında ve amelinde doğru olandır şeklinde de tanımlanır. Ayrıca sâlih, Allah’ın kendisi üzerindeki haklarını yerine getiren, Allah'a karşı farzları, kullara karşı da haklarını ödeyen, itikad ve amelinde doğru olan, Allah'a itaat eden ve haramlardan kaçınan, ömrünü Allah'a itaatte, malını da O’nun rızası yolunda sarfeden, dünya ve âhiretini düzeltip kâmil bir insan olan şeklinde de tarif edilmektedir. Fakat yapılan bu tariflerden her biri, sâlih insanın bir yönüne işaret etmektedir. Mevdûdi ise, sâlih insanı, inancında, niyetinde, sözlerinde ve hareketlerinde doğru olan ve hayatının her yönünde doğruluğu benimseyen kimsedir3985 şeklinde tanımlayarak, onun derli toplu bir tarifini vermektedir. Sâlih insanın tarifi, Kur’an’da ehl-i kitap’tan bahseden âyetlerde şöyle tarif edilmektedir: “... Onlardan geceleri secdeye kapanarak Allah’ın âyetlerini okuyanlar vardır. Bunlar Allah'a ve âhiret gününe inanır, iyiliği emreder, kötülükten yasaklar ve hayır işlerine koşarlar. İşte onlar sâlih insanlardır.”3986 Bu âyete göre sâlih insanın özelliklerinden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
1 Allah'a ve âhiret gününe inanmak,
2 Allah’ın âyetlerini okumak,
3 Allah'a secde etmek,
4 İyiliği emredip kötülükten sakındırmak,
5 Hayır işlerine koşmak,
Sâlih amel işlemek.
Kur’ân-ı Kerim'de sâlih insan olmak, mü'minlere ait çok üstün bir özelliktir. Peygamberler bile bu özelliğe sahip olmak için duâ ve temennilerde bulunmuşlar, sâlih insanlardan olmayı arzu etmişlerdir. Hz. İbrahim,3987 Hz. Yusuf3988 ve Hz. Süleyman’ın3989 sâlih insanlardan olmak için Allah'a duâ ettiklerini Kur'an'dan öğreniyoruz. Yine Hz. İbrahim'in "Rabbim, bana sâlihlerden bir çocuk lutfet"3990 diye temenni ve duâda bulunduğu görülmektedir. Peygamberlerin sâlih kullar olduğu zikredilmektedir. 3991
Peygamberlerin sâlih insanlardan olmayı arzu etmelerinin sebebi şudur: Sâlih, Kur'an'da her bakımdan mükemmel bir insan tipi olarak çizilmektedir. Peygamberler ise, insanlar içinde Allah'ın seçtiği insanlar olmaları sebebiyle en mükemmel insanlardır. Dolayısıyla onlar sâlih insanlardan olmaya daha layıktırlar. Kâmil bir sâlih insan, Allah'a isyan etmeyen ve mâsiyeti/günah ve isyanları hatırına getirmeyendir. Hadis-i şeriflerde sâlih amelle ilgili çeşitli açıklamalar yapılır.
3985] Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, insan Y., c. 1, s. 307
3986] 3/Âl-i İmran, 114
3987] 26/Şuarâ, 83
3988] 12/Yusuf, 101
3989] 27/Neml, 19
3990] 37/Saffat, 100
3991] 2/Bakara, 130; 21/Enbiyâ, 72; 6/En'âm, 85...
- 1076 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Gerçek anlamda sâlih insan olmak, derecelerin en yükseği, mertebelerin en büyüğü ve makamların en şereflisi demektir. Peygamberlerin hedefleri, yeryüzünü ıslah etmek, fesadı kaldırmaktır. Böylece iyiliğin emredildiği, kötülüğün yasaklandığı ahlâk temellerine dayanan ve Allah'ın hâkimiyetini esas kılan bir toplum düzeni kurmak için başarılı bir tebliğ yapan insanlar, sâlih insan vasfına layık olurlar ki, bunların başında peygamberler ve onların izini takip eden mü'minler gelir.
Peygamberlerin sâlih insan vasıfları yanında, mü'minlerin de sâlih insanlardan olmaları gerektiği Kur'an'da vurgulanmaktadır. "Rabbim, beni yakın bir süreye kadar ertelesen de, sadaka versem, sâlih insanlardan olsam' diyeceği zaman gelmeden önce size verdiğimiz rızıklardan infak edin."3992 Sâlih insanlardan olma arzusu sadece peygamberler ve mü'minlerde olmayıp, diğer insanların da istedikleri bir vasıf olduğu anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber'e kâfir ve münafıklarla mücadele etmesi gerektiğini bildiren âyetlerden sonra şöyle buyrulmaktadır: "Onlardan kimi de: 'Eğer Allah, lütuf ve kereminden bize verirse, elbette sadaka vereceğiz ve sâlih insanlardan olacağız' diye Allah'a and içtiler." 3993
Sâlih insanlardan olmanın en önemli özelliği, Allah tarafından dost edinilmiş olmak3994 ve peygamberler, sıddıklar ve şehidlerle beraber olma gerçeğidir.3995 Sâlih insanlardan olmanın temel şartı ise, iman ve sâlih amel işlemektir. "İman eden ve sâlih amel işleyenleri, sâlih insanlar arasına sokarız."3996 Bunun yanında Allah'a ve Rasûl'üne itaat etmek gerekmektedir.3997 Sâlih insanların derecelerine ulaşmak için, sarp ve dik yokuşları aşmak, canlı bir Kur'an olmaya gayret etmek lazımdır.
Sâlih Amelin Sonuçları
a- Güzel Bir Gelecek ve Mutluluk
Kur’ân-ı Kerim’de, iman edip sâlih amel işleyenleri güzel bir gelecek ve mutluluğun beklediği ifade edilerek şöyle buyrulmaktadır: “İman eden ve sâlih amel işleyenler için güzel bir gelecek ve mutluluk (tûbâ) vardır.”3998 Âyette ifade edilen güzel bir gelecek ve mutluluğun, iman edip sâlih amel işleyenlerin olacağı belirtilmektedir. Çünkü iman etmek ve bu imanın gerektirdiği şekilde güzel davranışlarda bulunmak, helâl ve haram kavramlarını en ince noktasına kadar düşünüp, bu doğrultuda hareket etmek, mü’min için umulan, ama oldukça da zor başarılan davranışlardandır. İşte kim bunları yerine getirirse, Allah böylelerine mutluluk ve güzel gelecek vaad etmektedir ki, Allah’ın verdiği sözden dönmeyeceği açık bir şekilde beyan edilerek şöyle buyrulmaktadır: “Bu, Allah’ın vadidir. Allah, vadinden caymaz.”3999 Ra’d sûresi 29. âyette geçen “tûbâ” kelimesinin, nimet, gıpta etmek, sevinç ve göz aydınlığı, güzellik, hayır, keramet, cennet, cennette bir ağaç anlamlarına geldiği rivâyet edilmektedir.
3992] 63/Münafıkun, 10
3993] 9/Tevbe, 75
3994] 7/A'râf, 196
3995] 4/Nisâ, 69
3996] 29/Ankebut, 9
3997] 4/Nisâ, 69
3998] 13/Ra’d, 29
3999] 39/Zümer, 20
SÂLİH AMEL
- 1077 -
b- Güzel Bir Hayat
Kur’ân-ı Kerim’de ister kadın, isterse erkek olsun, mü’min olarak sâlih amel işleyene güzel bir hayat vaad edilmekte ve şöyle buyrulmaktadır: “İman etmiş olarak, kadın – erkek kim sâlih amel işlerse ona güzel bir hayat yaşatacağız ve onların mükâfatlarını, yapmakta olduklarının en güzeli ile vereceğiz.”4000 Âyette ifade edilen güzel bir hayatın bu dünyada mı, yoksa âhirette mi olacağı konusunda görüş ayrılıkları bulunmaktadır. İbn Abbas ve Dahhâk’e göre vaad edilen bu hayat, bu dünyada; Katâde, Mücahid ve İbn Zeyd’e göre âhirette ve Süddî’ye göre de kabirde olacaktır.4001 “Güzel bir hayat”la ne kast edildiği konusunda da çeşitli görüşler vardır. Kurtubi, bunları helal rızık, kanaat, Allah’ın rızasını kazandıran tâatleri yapmak, saâdet, cennetteki hayat şeklinde sıralar.
Âhiret hayatı, ebedî saadet ve mutluluğu ifade etmekle beraber, sâlih bir mü’min, sâlih ameliyle ve şahsiyetli bir kişiliği ile bu dünyada da mutlu bir hayat sürebilir. Çünkü davranışlarında samimi, doğru, âdil ve temiz olanlar, diğer insanlara oranla bu dünyada da çok daha iyi bir hayat yaşarlar. Çünkü onlar, kusursuz kişilikleriyle, bu özelliklere sahip olmayanların görmediği saygı, şeref ve güven içinde yaşarlar. Başarı kazanmak için kötü yollar deneyenlerin elde edemediği temiz ve göze çarpan bir başarı kazanırlar. Dünya hayatındaki güzel yaşayış, âhiretteki mükâfatı eksiltmez, onların zevaline yol açmaz. Bahşedilecek güzel bir hayatın, sadece âhirete tahsis edilmeyeceği kanaatindeyiz. Çünkü mü’min, sâlih amelle, kendisi ve çevresiyle hoş bir atmosfer içinde yaşama imkânını bulabilir. Fakat önemli olan bu yaşantıyı kendisine sağlayacak iman ve bu imanın gerektirdiği sâlih ameli işlemektir. Kadın olsun, erkek olsun bu güzel hayata ulaşabilmek için insanların Allah'a iman etmekle beraber, Allah’ın kitabına ve rasulünün sünnetine tâbi olarak sâlih ameller işlemeleri gerekmektedir.
c- Bol Rızık ve Mağfiret
Kur’ân-ı Kerim’de, iman eden ve sâlih amel işleyenlerin bağışlanıp bol ve güzel bir rızıkla rızıklandırılacağı belirtilmekte ve şöyle buyrulmaktadır: “(Allah,) iman eden ve sâlih amel işleyenleri mükâfatlandıracaktır. Onlar için mağfiret ve güzel bir rızık vardır.”4002 Âyette geçen mağfiret, imanın mükâfatı; rızk-ı kerîm ise, sâlih amelin ödülüdür. Başka bir âyette ise: “İman eden ve sâlih amel işleyenlere mağfiret ve bol rızık vardır.”4003 buyrularak, bunlara nail olmak için iman ve amel-i sâlihin gerekli olduğu vurgulanmaktadır. Bazı âyetlerde ise, iman eden ve sâlih amel işleyenlerin, büyük mükâfatla birlikte mağfiret edilecekleri belirtilmektedir. 4004
Bütün bu âyetler, iman eden ve bu inancına bağlı olarak sâlih amel işleyenlerin affedileceğini, bunlarla da kalmayıp gerek bu dünyada ve gerekse âhirette yaptıklarının karşılıklarını göreceklerini göstermektedir. Çünkü Allah, ğafur ve rahimdir. Nitekim Allah, tevbe eden, durumunu ıslah eden/düzelten, ıslah işinde çalışanı bağışlayacağını ve ona aynı zamanda merhamet edeceğini de beyan etmektedir. 4005
4000] 16/Nahl, 97
4001] Fahreddin Râzi, Tefsiru’l-Kebir, 20/113
4002] 34/Sebe’, 4
4003] 22/Hacc, 50
4004] 5/Mâide, 9; 35/Fâtır, 7; 48/Fetih, 29
4005] 3/Âl-i İmran, 89; 5/Mâide, 39; 6/En’âm, 54...
- 1078 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an, tevbe eden, iman eden ve sâlih amel işlemek sûretiyle hidâyete ulaşan insanı bağışlayacağını zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Ve Ben, tevbe eden, iman eden ve sâlih amel işleyen, sonra da hidâyete ulaşan kimseye karşı elbette çok bağışlayıcıyımdır.”4006 Bu âyete göre bağışlanma için dört husus gerekmektedir. Bunlar:
Tevbe: İsyan, itaatsizlik ve küfürden sakınmak ve vazgeçmek,
İman: Allah'a, Rasûl’üne, Kitab’a ve âhiret gününe samimiyetle inanmak,
Sâlih amel: Allah ve Rasul'ünün emirlerine uygun işler yapmak,
Hidâyet: Sebatla doğru yolu takip etmek ve yanlış yola sapmaktan sakınmak.
Sayılan bu hususlara, doğrudan ve dolaylı olarak Kur'an'ın hemen her yerinde rastlamak mümkündür. "Ancak sabredenler ve sâlih amel işleyenlere gelince, işte onlar için mağfiret ve büyük ecir vardır."4007 Bu âyette de, bağışlanma ve büyük mükâfata nail olma, sabretmeye ve sâlih amel işlemeye bağlanmaktadır. Başka bir âyette ise, amellerin ıslah edilip günahların bağışlanması, Allah'tan korkmaya ve doğru söz söylemeye bağlanmakta ve: "Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin ki (Allah) amellerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın." 4008 buyrulmaktadır.
d- Tevbelerinin Kabul Görmesi
Kur’ân-ı Kerim'de sâlih ve muslih insanların tevbelerinin kabul edileceği beyan edilerek şöyle buyrulur: "Rabbiniz içlerinizdekini daha iyi bilir. Eğer siz, sâlih insanlar olursanız, şüphesiz ki O, tevbe edenleri bağışlar."4009 Bu âyette Allah, mağfiretini sâlih bir insan olma ve tevbe edip O'na itaat etme şartına bağlamaktadır ki, böyle bir insanın da Allah'a iman eden ve sâlih amel işleyen birisi olduğu da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Başka bir âyette ise, bir kötülük yapıp, sonra durumlarını düzeltenlerin de tevbelerinin kabul göreceği beyan edilmektedir.4010 Kısaca geçmişi tamamen tasfiye etme, günahlardan vazgeçip pişmanlık duyma anlamını ifade eden tevbe, iman da dâhil olmak üzere, her şeyden önce gelmektedir. Nitekim âyetlerde bunu görmekteyiz.4011 Çünkü tevbe, gerçek iman etmenin bir teminatı durumundadır. Çünkü tevbe, bu durumda olan bir şahsın, ayrılmaz vasfıdır. Hatta diyebiliriz ki, tevbe, mü'minlerin en önde gelen vasıflarından biridir. 4012
Bir âyette ise, tevbe ve sâlih amel, Allah'a gereği gibi yönelmenin şartı durumundadır. "Kim tevbe eder ve sâlih amel işlerse, o, gereği gibi Allah'a yönelmiş olur."4013 Bu âyet, aynı zamanda tevbe edip kendilerini düzeltenler için bir müjdedir. Zira bu âyette, tabir câizse "genel af" ilan edilmektedir.
e- Kötülüklerinin Örtülmesi ve İyiliklere Tebdili
4006] 20/Tâhâ, 82
4007] 11/Hûd, 11
4008] 33/Ahzâb, 72
4009] 17/İsrâ, 25
4010] 4/Nisâ, 16
4011] 19/Meryem, 60; 20/Tâhâ, 82; 25/Furkan, 70; 28/Kasas, 67
4012] Bak. 9/Tevbe, 112
4013] 25/Furkan, 71
SÂLİH AMEL
- 1079 -
İçerisinde sâlih amel ifadesinin geçtiği âyetlerden bazılarında, iman eden ve sâlih amel işleyenlerin kötülüklerinin örtüleceği ve iyiliklere tebdil edileceği vurgulanmaktadır. Bunlardan birinde şöyle buyrulmaktadır: "Ancak kim tevbe eder, iman edip sâlih amel işlerse, işte onların kötülükleri iyiliklerle değiştirilir."4014 İlgili âyetlerden anlaşıldığına göre, kötülüklerin örtülüp iyiliklere tebdil edilmesinde bazı şartlar söz konusudur. Bunlar da, genel anlamda tevbe, iman ve sâlih amel olarak ifade edilmektedir.
f- Sevginin Oluşması
Kur’ân-ı Kerim'de iman edip sâlih amel işleyenlere, Rahman'ın bir sevgi yaratacağı belirtilerek şöyle buyrulur: "İman eden ve sâlih amel işleyenler (var ya), Rahman onlara bir sevgi yaratacak."4015 Âyette ifade edilen sevginin yaratılmasını Hz. Peygamberimiz'in şöyle izah ettiği rivâyet edilmektedir: "Allah bir kulunu sevdiği zaman Cebrâil'e der ki: 'Ben falanı sevdim, sen de sev.' Cebrâil de göktekilere aynı şekilde nida eder. Sonra onun için yeryüzünde bir sevgi yerleşmiş olur. İşte Allah'ın "iman eden ve sâlih ameller işleyenler (var ya), Rahman onlara bir sevgi yaratacak" âyeti bunu ifade eder." 4016
Allah'ın muhsinleri/iyilik yapanları,4017 Allah'tan tam anlamı ile sakınanları / müttakîleri,4018 sabredenleri,4019 adâletli davrananları,4020 Allah'a tevekkül edenleri,4021 çok tevbe edenleri,4022 temizlenenleri4023 seveceği zikredilirken; zâlimleri,4024 haddi aşanları,4025 fesâdı ve fesad çıkaranları,4026 kâfirleri,4027 kibirlenenleri,4028 günahkârları,4029 israf edenleri,4030 hâinleri,4031 nankörleri4032 de sevmeyeceği belirtilir.
Allah'ın kulunu sevmesi demek, ona nimetlerini sunması demektir. Kulun Allah'ı sevmesi ise, O'na yakın olmayı arzu etmesi, istemesi demektir. Böylece kul, daima kendini kontrol etmeyi hissedecek demektir. Çünkü Allah'ın sevgisini kaybetmek istemeyecektir. Bundan dolayı da kulun Allah'a sevgisi kuvvetlenecek ve âyette işaret edilen boyuta ulaşacak demektir ki, âyette şöyle buyrulur: "... Mü'minlerin Allah'ı sevmesi ise daha kuvvetlidir."4033 Allah sevgisini kazanmak için
4014] 25/Furkan, 70 ve yine bak. 47/Muhammed, 2; 29/Ankebut, 7; 64/Teğâbün, 9
4015] 19/Meryem, 96
4016] Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an 20
4017] 2/Bakara, 195; 3/Âl-i İmran, 134; 5/Mâide, 93
4018] 3/Âl-i İmran, 76; 9/Tevbe, 4, 7
4019] 3/Âl-i İmran, 146
4020] 5/Mâide, 42; 49/Hucurât, 9; 60/Mümtehine, 8
4021] 3/Âl-i İmran, 159
4022] 2/Bakara, 222
4023] 2/Bakara, 222; 9/Tevbe, 108
4024] 3/Âl-i İmran, 57; 42/Şûrâ, 40
4025] 2/Bakara, 190; 5/Mâide, 87; 7/A'râf, 55
4026] 2/Bakara, 205; 5/Mâide, 64; 28/Kasas, 77
4027] 3/Âl-i İmran, 32; 30/Rûm, 45
4028] 4/Nisâ, 36; 16/Nahl, 23; 28/Kasas, 76
4029] 4/Nisâ, 107
4030] 6/En'âm, 141; 7/A'râf, 31
4031] 8/Enfâl, 58; 2/Bakara, 276
4032] 22/Hacc, 38
4033] 2/Bakara, 165
- 1080 -
KUR’AN KAVRAMLARI
O'na iman ve bu imanın gerektiği şekilde sâlih amel gerekmektedir.
g- İnsanların En Hayırlıları Olmak
Kur’ân-ı Kerim'de iman eden ve sâlih amel işleyenlerin mahlûkatın en hayırlıları olacağı ifade edilerek şöyle buyrulur: "İman eden ve sâlih amel işleyenler mahlûkatın en hayırlılarıdır."4034 Bu âyette geçen "beriyye" kelimesinin genel bir mânâ arzedeceği gibi, kendi asırlarında yaşayan mahlûkatın en hayırlısı anlamını ifade edeceği beyan edilmektedir. Gerçekten insan, "en güzel bir şekilde yaratılmış" olup, şeklen mahlûkatın en mükemmeli olduğu gibi, akıl sayesinde de onların en üstünüdür. Fakat insan, bu mükemmelliğin nereden kaynaklandığını unuttuğundan dolayı, kendisini yaratan, öldüren ve sonra yine diriltecek olan Allah'ı unutmuş ve böylece "nankör" durumuna düşmüştür.4035 Dolayısıyla mahlûkatın en şerlisi olmuştur. Ancak, onu bu durumdan kurtaracak yol da yine Allah tarafından gösterilmiştir ki, bu da genel anlamda iman ve sâlih amel olup, insan bu sayede yaratıkların en hayırlısı konumuna gelmiştir.
h- Dinamizm Kazanmaları
İman edip sâlih amel işlemek, insanı dinamizme sevkeder. Çünkü iman ve sâlih amel, bir noktada, mü'minin boş işlerle meşgul olmasını engeller. Çünkü mü'minler âyetlerde de ifade edildiği gibi "... Faydasız bir şeye rastladıkları zaman, yüz çevirip vakarla geçerler. Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman onlara karşı kör ve sağır davranmazlar." 4036
İnsanın sabahın erken saatlerinden, gecenin belirli bir vaktine kadar Rabbi ile baş başa kalması, bir sâlih ameldir ve bunu insana ancak inancı yaptırabilir. Yani kılacağı beş vakit namaz, mü'minin Rabbi ile başbaşa kalmasını sağlayacaktır ki, namazın sâlih amellerin en üstünü olduğu belirgindir. Namaz, özellikle cemaatle kılındığında mü'minin hem kendisine ve hem de çevresine karşı sorumlu ve uyanık olmasını sağlayacaktır. Böylece mü'min sâlih ve muslih (aktif bir insan) olma yolunda gayret gösterecek demektir. Ramazan'da oruç tutan bir mü'min, toplumdaki yoksulları düşünür. Bu durum, mü'mini dinamik tutarak onun devamlı çalışmasını sağlayacak ve yine çevresinde fakir ve yoksul olanlara sadaka ve zekât yoluyla yardıma koşacaktır ki, bunlar da sâlih amelin birer göstergeleridir. Psikolojik açıdan ibâdetlerin insan ruhu üzerinde etkisinin olduğu ve insanı huzur ve sükûna kavuşturduğu bilinmektedir. Günlük ibâdetlerini yerine getiren bir mü'min, Allah'a karşı görevini yapmanın rahatlığı yanında, kendini de yenilemiş ve dinamik bir hayata kavuşmuş olacaktır. Böylece mü'minler, Allah'ın bütün insanları sadece kendisine kulluk etmeleri için yarattığının4037 şuuru içinde hareket etmeleri gerektiğini idrâk etmiş olacaklardır.
i- Yeryüzüne Vâris Olmaları
Kur’ân-ı Kerim'de iman edip sâlih amel işleyenlere, yeryüzüne halef kılınacakları vadedilerek şöyle buyrulur: "Allah, sizden iman edip sâlih amel işleyenlere, onlardan öncekileri halef kıldığı, sahip ve hâkim kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halef
4034] 98/Beyyine, 7
4035] 22/Hacc, 66
4036] 25/Furkan, 72-73
4037] 51/Zâriyât, 56
SÂLİH AMEL
- 1081 -
kılacağına, sahip ve hâkim yapacağına onlar için râzı olduğu dinî temelli yerleştireceğine ve korkularını güvene çevireceğine dâir söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk eder, hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar. Ama kimler bundan sonra da inkâr ederse, işte onlar artık yoldan çıkmışlardır."4038 Bu âyette Allah, iman edip bu imanlarının gerektirdiği şekilde sâlih amel işleyenlere üç şey vadetmektedir. Bunlar:
Yeryüzüne halef kılınmaları,
Kendileri için seçilen ve beğenilen/râzı olunan dinin kendilerine sağlamlaştırılacağı,
Korkularından sonra güvene erecekleridir.
Âyette vaad edilen "yeryüzünde halef kılma" şeklinde ifade edilen hususla ne kast edilmektedir? Müfessirler, bu konuda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Allah'ın hangi ırktan olursa olsun müşriklerin topraklarına varis kılması ve orada her türlü tasarruf yapmaya yetkili halifeler yapması, kâinatı imar etme, adaleti yerine getirme ve kullar arasında ihsan, iyilik yapmak için Allah'ın onları halife yapmasının söz konusu olduğu beyan edilmektedir. Başka bir âyette de bu vaade açıklık getirilir: "Andolsun, Tevrat'tan sonra Zebur'da da arza mutlaka sâlih kullarım vâris olacaklardır, diye yazdık."4039 Ancak bu verâseti, iman etmeye ve bu inancın gerektirdiği şekilde sâlih amel işleme şartına bağlamaktadır. Yeryüzüne, tevhid inancına sahip olup sâlih amel işleyenler, dün olduğu gibi bu gün de vâris olabilirler. Yeter ki onlar sâlih olsunlar.
k- Cenneti Kazandırması
Kur'an'da iman eden ve sâlih amel işleyenlere vadedilen hususların başında cennet ve içindekilerin geldiğini söyleyebiliriz. Cennete girmenin temel şartı iman ve sâlih ameldir. Bazı âyetlerde bu durum, "şart edatı" ile ifade edilmektedir. "Erkek ve kadından her kim iman ederek sâlih amel işlerse işte onlar, cennete girecekler, orada onlara hesapsız rızık verilecektir."4040; "Allah, muhakkak ki iman eden ve sâlih amel işleyenleri, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyar." 4041
Bütün bunların yanında, iman edip sâlih amel işleyenlere Allah, yüksek dereceler verecek;4042 korku ve hüzünden emin kılacak;4043 çalışmalarını zâyi etmeyecek;4044 iyi insanlar arasına dâhil edecek4045 ve İlâhî rahmete kavuşturacaktır. 4046
"Ey Rabbim! Beni verdiğin nimete şükretmeye ve râzı olacağın sâlih ameller işlemeye muvaffak kıl. Rahmetinle, beni sâlih kulların arasına kat." 4047 *
4038] 24/Nur, 55
4039] 21/Enbiyâ, 105
4040] 40/Mü'min, 40 ve bak. 19/Meryem, 60; 4/Nisâ, 124; 64/Teğâbün, 9; 65/Talak, 11
4041] 22/Hacc, 14 ve bak. 47/Muhammed, 12; 14/İbrahim, 23; 2/Bakara, 25; 29/Ankebut, 58
4042] 20/Tâhâ, 125; 46/Ahkaf, 19; 8/Enfâl, 84
4043] 2/Bakara, 277; 2/Bakara, 62; 5/Mâide, 69; 6/En'âm, 48; 7/A'râf, 35
4044] 7/A'râf, 170; 18/Kehf, 30; 3/Âl-i İmran, 57; 4/Nisâ, 173; 21/Enbiyâ, 94
4045] 29/Ankebut, 9; 28/Kasas, 67
4046] 45/Câsiye30; 6/En'âm, 12
4047] 27/Neml, 19* Bu konu, çoğunlukla Ömer Dumlu'nun Kur’ân-ı Kerim'de Salâh Meselesi adlı kitabından yararlanılıp yer yer özetlenerek hazırlanmıştır.
- 1082 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sâlih Amelle İlgili Ayet-i Kerimeler
A- Sâlih Amel Anlamında “Sâlih” Kelimesi ve Çoğulunun Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 132 Yerde): 2/Bakara, 25, 62, 82, 130, 277; 3/Âl-i İmrân, 39, 46, 57, 114; 4/Nisâ, 34, 57, 69, 122, 124, 173; 5/Mâide, 9, 69, 84, 93, 93; 6/En’âm, 85; 7/A’râf, 42, 73, 75, 168, 189, 190, 196; 9/Tevbe, 75, 102, 120; 10/Yûnus, 4, 9; 11/Hûd, 11, 23, 46, 61, 62, 66, 89; 12/Yûsuf, 9, 101; 13/Ra’d, 29; 14/İbrâhim, 23; 16/Nahl, 97, 122; 17/İsrâ, 9, 25; 18/Kehf, 2, 30, 46, 82, 88, 107, 110; 19/Meryem, 60, 76, 96; 20/Tâhâ, 75, 82, 112; 21/Enbiyâ, 72, 75, 86, 94, 105; 22/Hacc, 14, 23, 50, 56; 23/Mü’minûn, 51, 100; 24/Nûr, 32, 55; 25/Furkan, 70, 71; 26/Şuarâ, 83, 142, 227; 27/Neml, 19, 19, 45; 28/Kasas, 27, 67, 80; 29/Ankebût, 5, 7, 9, 27, 58; 30/Rûm, 15, 44, 45; 31/Lokman, 8; 32/Secde, 12, 19; 33/Ahzâb, 31; 34/Sebe’, 4, 11, 37; 35/Fâtır, 7, 10, 37; 37/Sâffât, 100, 112; 38/Sâd, 24, 28; 40/Mü’min, 40, 58; 41/Fussılet, 8, 33, 46; 42/Şûrâ, 22, 23, 26; 45/Câsiye, 15, 21, 30; 46/Ahkaf, 15; 47/Muhammed, 2, 12; 48/Fetih, 29; 63/Münâfıkun, 10; 64/Teğâbün, 9; 65/Talâk, 11, 11; 66/Tahrîm, 4, 10; 68/Kalem, 50; 72/Cinn, 11; 84/İnşikak, 25; 85/Bürûc, 11; 95/Tîn, 6; 98/Beyyine, 7; 103/Asr, 3.
B- Islâh Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 2/Bakara, 220, 228; 4/Nisâ, 35, 114; 7/A’râf, 56, 85; 11/Hûd, 88;
C- Sulh ve Islah Kelimesinin Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 32 Yerde): 2/Bakara, 160, 182, 224; 3/Âl-i İmrân, 89; 4/Nisâ, 16, 128, 128, 128, 129, 146; 5/Mâide, 39; 6/En’âm, 48, 54; 7/A’râf, 35, 142; 8/Enfâl, 1; 10/Yûnus, 81; 13/Ra’d, 23; 16/Nahl, 119; 21/Enbiyâ, 90; 24/Nûr, 5; 26/Şuarâ, 152; 27/Nenml, 48; 33/Ahzâb, 71; 40/Mü’min, 8; 42/Şûrâ, 40; 46/Ahkaf, 15; 47/Muhammed, 2, 5; 49/Huucurât, 9, 9, 10.
D- Muslih Kelimesi ve Çoğulunun Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 5 Yerde): 2/Bakara, 11, 220; 7/A’râf, 170; 11/Hûd, 117; 28/Kasas, 19.
E- Sâlih Amel Konusundaki Âyetler
a- Sâlih Amel İşlemek: Kehf, 110; Fatır, 10; Yasin, 12; Haşr, 18; Müzzemmil, 20.
b- Sâlih Amel İşleyenlerin Mükâfatı: Bakara, 25, 82, 277; Al-i İmran, 57; Nisa, 57, 122-123, 173; Maide, 9; A'raf, 42; Yunus, 9, 26; Hud, 11, 23; Ra'd, 29; Kehf, 30-31, 107-108; Meryem, 60-63; Enbiya, 94; Kasas, 84; Ankebut, 7, 9, 58-59; Lokman, 8-9; Secde, 19; Fatır, 7; Fussılet, 8; Şura, 22-23; Muhammed, 12; Talak, 11; İnşikak, 25; Büruc, 11; Tin, 6; Beyyine, 7-8.
c- Sâlih Amel İşleyenlerin Üstünlüğü: Asr, 1-3.
d- Sâlih Amel, Dünyalık Şeylerden Hayırlıdır: Kehf, 46; Meryem, 76.
e- Sâlih Amel İşleyenlerin Kusurlarını Allah Bağışlar: Ankebut, 7; Necm, 32.
f- Allah'ın, Sâlih Amel Nasib Etmesi İçin Süleyman a.s.'ın Duası: Neml, 19; Ahkaf, 15.
g- Sâlih Amel İşleyenlerin Yaptıkları, Kendi İyilikleri İçindir: Rum, 44-45; Fussılet, 46; Casiye, 15.
h- Amelsiz İman: En'am, 158.
i- Amelde İhsan: Bakara, 112.
j- Kötü Amel İşleyenler: Fatır, 8, 10; Yasin, 12; Fussılet, 46; Casiye, 15.
k- Bütün Amelleri Allah Bilir ve Görür: Fecr, 14; Adiyat, 11.
l- Bütün Amellere Karşılık Verilecektir: Zariyat, 6; Necm, 31; Zilzal, 6-8.
m- Amellere Göre Dereceler Vardır: En'am, 132; Ahkaf, 19; insan, 1-2; Leyl, 4.
n- Amellerin Boşa Gitmesi: Muhammed, 33.
Konuyla İlgili Kütüb-i Sitte Hadis Kaynakları
a- Amel ve İbadette Mutedil Olmak: 17/ 150; 2/ 344.
b- Amelde Devam: 9/ 481; 17/ 594.
c- Amelde İhlâsın Önemi: 14/ 244-245.
d- Amelin en Efdali: 8/ 298.
e- Ameli Azaltıp Yakınlarından Faziletli Olanlarına Güvenme: 10/ 150.
f- Ameli Olmayan, Lütufla mı Cennete Girer? 2/ 358, 359.
g- Amelin Yok Olması İki Çeşittir: 8/ 254.
h- Ameller Cennete ve Cehenneme Girmeye Sebeptir: 14/ 15.
i- Amellerin En Hayırlısının Hangisi Olduğu Sorularına Cevaplar: 10/ 173.
j- Ameller Kapta Bulunan Madde Gibidir: 17/ 585.
k- Amellerin En Faziletlisi Allah İçin Sevmek, Allah İçin Buğzetmek: 10/ 140-141.
SÂLİH AMEL
- 1083 -
l- Amellerin En Hayırlısı Orta Yollu Olanıdır: 7/ 436.
m- Amellerin Hayırlısı Az da Olsa Devamlı Olanıdır: 17/ 594; 8/ 389; 9/ 481.
n- Amellerimizde Allah'tan Başkasını Ortak Etmemek: 7/ 312-313.
o- Allah Nezdinde En Hayırlı Amel: 8/ 225.
p- Allah Rızası İçin Yapılmayan Amelin Allah Nazarında Değeri Yoktur: 13/ 130.
q- Cehennemden Uzaklaştırıp Cennete Sokacak Ameldir: 13/ 243.
r- Cenab-ı Hak, Her Bir Hayır Ameli En Az On Misliyle Kabul Eder: 9/ 419-420.
s- Kişi Takat Getireceği Kadar Amel Etmeli: 9/ 306-307.
t- Kişi Ameline Göre Semavat ve Arz Ehlince Kabul Görür, Sevilir: 10/ 142-143.
u- Kişi Amelinin Sevabını Bir Başkasına Bağışlayabilir: 15/ 239.
v- Kişi En Son Ameline Göre Hüküm Görür: 14/ 13.
w- Kişi Öldüğü Amel Üzerine Diriltilecektir: 15/ 265.
x- Kişinin Uzuvları, Kıyamet Günü Amelini Haber Verirler: 14/ 389.
y- Yapılan Amellerin Cenab-ı Hakk'a Sunulması: 10/ 286.
z- Yedi Şeyden Önce Amelde Acele Etmek: 15/ 181.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 239
2. Mefatihu'l-Ğayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 164-166
3. Kur'an-ı Kerim'de Salah Meselesi, Ömer Dumlu, D.İ.B. Y.
4. İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 3, s. 13-20
5. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 1, s. 126-129
6. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 276-281
7. Kur'an'da Dini ve Ahlaki Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. 269-273
8. İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. 195-234
9. Kur'an Cevap Veriyor, İzzet Derveze, Yöneliş Y. s. 336-340
10. İslâmi Terimler sözlüğü, Hasan Akay, işaret Y. s. 32-33, 408-409
11. Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 183-187
12. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 277-280
13. İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 309-315; 342-348
14. Kur'an'da insan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 251-262