Cuma, 15 Ocak 2021 09:46

Müddessir Süresi

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

 

-ahmed kalkan-
Müddessir Sûresi
Tefsiri
“İlk Sûreler ve İslamî Hareket”
CİLT - 4 -
Ocak 2016 / İstanbul
Mar’ ruf Yayınları:
Editör:
Tashih:
Kapak & Mizanpaj:
Baskı:
4
Mehmed Bilir
Ma’ ruf Yayınları
Ehl-i Dizayn
STEP AJANS Matbaa Ltd. Şti.
Göztepe Mh. Bosna Cd. No:11
Bağcılar/İStanbul
Tel: 0212 446 8846
Sertifika No:12266
MA’ RUF YAYINLARI İLETİŞİM
Adres:
Tel:
E-Posta:
Web:
İstiklal Mh. Dolmabahçe Cd. Işık Sk.
No:2/2 Ümraniye/İSTANBUL
(0216) 344 0 342
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
www.marufyayinlari.com
AHMED KALKAN
“İlk Sûreler ve İslamî Hareket” CİLT -4-
Müddessir Sûresi Tefsiri
İçindekiler
Önsöz 09
Müddessir Sûresi 21
İnzâr / Uyarı 36
Kur’an’da İnzâr Kavramı 37
Mü’minlerin Uyarılması 39
Uyarının Fayda Etmediği Kâfirler 41
Çağdaş Dâvetçi/Uyarıcının, İnzârın Fayda Edip Etmediğiyle İlgili Konum Tespiti 43
Bütün Toplumlar Peygamber Aracılığıyla Uyarılmıştır 44
Elçi Gönderilmeyen, Uyarı Yapılmayan Toplumlar Helâk Edilmezler 46
Toplumun Önderleri Toplumdan Sorumludur 48
Kâinat Ekber Değil! 56
Allahu Ekber; En Büyüklük İlânı! 57
Bu Âyet Hakkında Âlimlerin Görüşleri: 64
Bu Âyet Hakkında Âlimlerin Görüşleri: 72
Bu Âyet Hakkında Âimlerin Görüşleri: 75
Rasûlullah’ın Nehy Edildiği Darbe; Minnet 81
İmanını Minnet Edenler 83
Bu Âyet Hakkında Âlimlerin Görüşleri: 86
Rabbinin Emirlerini Tutmada Sabır 86
İslâmî Hareket Mücadeleyi; Mücadele De Sabrı Gerektirir 92
Pek Zorlu Bir Gün 95
Sûr; Kıyâmetin ve Haşrin Başlangıcı 100
İsrâfil (a.s.); Allah’ın Emriyle Sûr’a Üfürüp
Kıyâmeti Başlatacak Melek 105
Siz De Mi Hâlâ Kıyâmetin Kopmadığını Sanıyorsunuz? 106
Kur’ân-ı Kerîm’de Kıyâmet 114
Kıyâmet ve Âhiret Anlayışı Bizi Dirilişe
Ulaştırır/Ulaştırmalıdır 125
Bu Âyetlerin Nüzul Sebebi 127
Kâfir/İnkârcı Kişiyle Beni Başbaşa Bırak! 128
Velid Bin Muğîre 129
İslâm; Basitlik Değildir Ama Kolaylıktır! 155
Müslümanca Yaşayış Güzel ve Kolay; Gayri İslâmî
Hayat Çirkin ve Zor Bir Yaşamdır 155
Kolaylığın Sınırı; İlâhî Ölçü Mü, Hevâ Mı? 158
Bu Âyetlerin Nüzul Sebebi 164
Âyetlerin Muhtevâsı 166
Hüküm ve Hikmetler 168
11-30. Âyetler 168
Planlı Küfür ve Saptırma 170
Korkunç Azap 184
“Sekar” Bilgisayar Mı Demek? 187
Kur’an-Bilim İlişkisi ve Bilimsel Tefsir 190
Bilimsel Tefsir Ekolü 192
Nüzul Sebebi 204
On Dokuz; Eski Bir Hurûfîlik ve Hurâfe 207
On Dokuzculuk; Hem Çağdaş, Hem Hurâfe 211
Mealci Hurûfîlik’ten Rasullük İddiası’na Edip Yüksel ve On Dokuzculuk 212
Kur’an’daki İlginç Rakamlar ve Uyumlu Oranlar 214
On Dokuzculuk Zihniyeti Bâtıldır 216
Hıristiyanlar ve 13 Rakamının Uğursuzluğu 216
Bahâîler ve 19 216
Bâbîlik ve 19 216
Meleklerin Özellikleri 226
Meleklerin Görevleri 226
Meleklerin Sayıları 227
Dört Grup İnsan 228
Allah’ın Saptırması ve Yol Göstermesi 230
On Dokuzculuk Nedir? Kendi Açıklamalarıyla On Dokuz ve Kur’an 237
Kur’an’da 19 Nasıl Geçiyor? 237
Kur’an’a Göre 19’Un Fonksiyonları 238
Müddessir Sûresi ve 19’Un Bulunma Tarihi 239
Büyüklerden Biri 242
Kur’an’daki ‘19’ Mûcizesi 243
Bu Konudaki Diğer Tespitler İse Şöyledir: 247
Müddessir Sûresindeki Diğer Mûcizeler 248
Atatürk ve 19 250
İşte Atatürk ve 19 251
Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın Yeminleri 257
Kur’an’da Leyl/Gece ve Subh/Sabah Kelimeleri 259
Allah’ın Geceye ve Sabaha Yeminini İfade Eden Diğer Âyetler 260
İnsanın Sorumluluğu 266
Allah’ın Lütfuna Mazhar Olanlar 272
Hüküm ve Hikmetler 287
31-39. Âyetler: 287
Şefaatin Mâhiyeti 303
Şefaat Kavramının Yozlaştırılması 304
İnkârcıların Gülünç ve Garip Halleri 314
Kâfirlerin Peygamber’den Mucize İstemeleri ve Kur’an’ın Verdiği Cevaplar 318
Allah’ın Dilemesi 326
Genel Tespitler 329
Müddessir Sûresine Toplu Bakış ve Günümüze Çıkarımlar 331
Müddessir Sûresinin Getirdiği Başlıca Prensipler 336
İmanını Minnet Edenler 355
Rabbinin Emirlerini Tutmada Sabır 357
İslâmî Hareket Mücadeleyi; Mücadele De Sabrı Gerektirir 360
Müddessir Sûresi 1-10. Âyetlerle İlgili Hüküm ve Hikmetler 364
19, Bir Mucize Olabilir Mi? 401
Kıyâmetin Vakti 402
Kur’an Eksik Mi? 402
İnsanın Sorumluluğu 409
Müddessir Sûresi İle İlgili Sınav Soruları 444
Müddessir Sûresi İle İlgili Sınavın Cevap Anahtarı 460
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz
değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü
veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas
edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopya
edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı söz konusu
değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak
malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
!

ithaf
Canlı Kur’an olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret
eden, tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran ve kâfirlere karşı
Kur’an’la en büyük cihadı gerçekleştiren her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyasının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu
kavrayıp nebevî usulle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması
yapan tâvizsiz davetçilere…

• 9 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Önsöz
Önsöz de sonsöz de, sözün önü de sonu da Allah’a, O’nun sözü olan
Kur’an’a ait. İnsan haddini aştı, çok konuştu, çok söyledi. Bu yanlıştan dönülmeli;
Kur’an’a kulak verilmeli. O, sözlerin en güzeli, onu okumak, okumaların
en güzelidir. Onu dinlemek, dinlemelerin en güzelidir. Onunla
düşünmek, tefekkürün en güzelidir. Ona göre yaşanan bir hayat, hayatların
en güzelidir. Tüm bunlarla birlikte, unutulmaması gereken husus, eşsiz
bir hidâyet rehberi olan Kur’an’ı tane tane, özümseyerek, doğru bir niyetle,
istiâze ve besmele ile okumamız gerekir. Kur’an’a kulak verip susmamız,
âyetler okunur veya âyetlerle emir ve yasaklar sunulurken bahaneler üretip
başka bir söz söylemememiz, “semi’nâ ve eta’nâ (duyduk ve itaat ettik)” deyip
hayatımıza geçirmemiz istenmektedir.
Yaşadığımız coğrafya da dâhil, dünya üzerinde en çok okunan kitap
Kur’an olmasına rağmen, nedense şuurlu fert ve toplumlar bir türlü oluşamamaktadır.
Her geçen gün daha da yoğun bir ilgi odağı haline gelen Kitabımız’ın
önemi daha da açığa çıkmasına rağmen, bilinç yoksunluğu devam
etmektedir. Aynı zamanda, üzerinde en çok araştırmaların yapıldığı, uzun
uzun makalelerin yazıldığı, tezlerin sunulduğu, inceleme kitaplarının yayınlandığı
bir konu olmasına rağmen Kur’an ruhu oluşturulamadı, Kur’an
nesli yetiştirilemedi, Kur’an toplumuna giden yol açılamadı, Kur’an devleti
ufukta görülemedi.
Kur’an’ın en çok ve en hızlı ezberlenen bir kitap oluşu da onun anlaşılmasına
yetmemiş, toplumsal hoşnutsuzluğu huzura dönüştürecek Kur’ânî
bir inkılâp oluşmamıştır. Kur’an kıraatiyle belki bireysel anlamda gözyaşları
dökülmüş, bu duygu seliyle yapay bir tatminkârlık oluşturulmaya çalışılmıştır.
Ama anlam örgüsü ve tüm hükümlerini tatbik gayreti içinde O
Kitab’a yönelmek yerine, sadece Arapça metin üzerinden bireysel bazda
haz alınmaya çalışılmış, bununla yetinilmiştir. Kur’an’ın anlatmaya çalıştığı,
hedeflediği bireysel ve toplumsal huzura, Allah’ın razı olacağı izzetli bir
yaşayışa ulaşılamamıştır.
Kur’an’la doğru konuşan O’nu doğru konuşturan sahih temsilciler oluşturamadığımız
için İslâm’ın hedeflediği sonuca ulaşılamamıştır. Kur’an’ın
susturulması; onun gündemden uzaklaştırılıp hayattan koparılması ile ger•
10 •
Ahmed Kalkan
çekleştirilmiştir. Suskun bir Kur’an ne sadra şifâ olur, ne de toplumlara müdâhale
etme yetkisine sahip bulunur.
Bütün bu olumsuzlukların sonucunda, Kur’an’ı rehber edinmeyen toplumlar
bilinçsiz, ruhsuz, mutsuz, rotasız, suskun kalmışlar, onları bu hale
getiren tâğûtî zihniyetler toplumlarını sürüleştirerek kendilerine kul yapmaya
çalışmışlardır.
Güzîde, erdemli, sâlih, âlim, mücâhid, muvahhid, muttaki, şâhid-şehid…
şahsiyetlerin yetişmesi Kur’an’dan gereği gibi faydalanıp hayata doğru
bir şekilde geçirilmesiyle mümkün olacaktır. “Allah o kitapla; kendi
rızâsını arayanlara kurtuluşa götüren yolları gösterir, izniyle onları (küfür)
karanlıklarından (iman) nûruna/aydınlığına çıkarır ve onları dosdoğru bir
yola iletir.” (5/Mâide, 16)
Kur’an çağ kapatıp çağ açmıştır. Hemen her konuda olduğu gibi, câhiliyyenin
çağ anlayışı da cahilcedir. İnsanlığın hattındaki en büyük fay
kırılmasını da hakkı görmek istemediği için görmezden gelir, farklı çağ anlayışını
zanna ve uydurmalara dayanarak değerlendirir. İslâm’ın çağ anlayışı,
tevhid mücâdelesini yansıtan olaylarda, vahyin verdiği doğru haberler
ışığındadır. İlk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir. Ülü’l-azm denilen
büyük peygamberler de çağ kapatıp çağ açmış devrimci liderlerdir. Nuh
tufanı, o tarihte ve sonraki etkileriyle yeni bir çağı belirler. İbrahim (a.s.)
putperest çağa destansı meydan okumaları ve mücâdeleleriyle tevhid çağını
yeniden oluşturan inkılâbın köşe taşıdır. Mûsâ (a.s.) ve İsa (a.s.) da öyle. Ve
en büyük inkılâb, Kur’an’ın yaptığı inkılâb; en büyük inkılâbçı da Hz. Muhammed
(s.a.s.)’dir. Kur’an’la câhiliyye çağı kapanmış; mutluluk çağı başlamıştır.
Kur’an’la birlikte Kur’an’ın oluşturduğu yeni çağın adı asr-ı saâdet;
inkılâbçı insanın adı da müslüman’dır artık. Diğer devrimler, adına inkılâb
denilemeyecek basit, sınırlı, sahte, avutucu değişimlerdir. Daha doğrusu
zindanları değiştirmenin adına devrim adı verilip insanlar kandırılmıştır.
Karanlıklar, zulümler, hapisler, kölelikler arasındaki değişikliğin adına devrim;
küçük değişikliklerin veya tahmine ya da uydurmaya dayanan zaman
dilimlerinin adı çağ olamaz.
Peki, Kur’an, aynı Kur’an olduğuna göre, Mekke câhiliyyesini değiştirdiği
gibi bugünkü câhiliyyeyi niye değiştiremiyor? Medine İslâm İnkılâbı
gibi niye inkılâb yapamıyor? Kur’an değişmemiştir, ama Kur’an okuyanlar
• 11 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
başkalaşmıştır. Kur’an anlayışı, Kur’an’a bakış, Kur’an’a yaklaşım değişmiştir.
Kur’an, aynı Kur’an’dır, ama Kur’an’a yönelmesi gereken insan, Kur’an’a
sahabe gibi yönelmiyor. Çeşme, bin dört yüz yıldır akmaktadır. Bu güne
kadar onun hayat veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği
gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya devam etmektedir.
Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden yararlanmayı
bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir. Karanlıklarda yaşayan insan
çeşmenin yolunu unutmuş olabilir, ama çeşmenin suyundan az da olsa
tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri olmalıdır. Hele o çeşmenin
yanı başındaki yangınları fark eden itfaiyeci (dâvet ve tebliğci) görevini
yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik araçlarıyla
yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini ve
toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur’an yardıma hazırdır; referansları,
örnekleri ortadadır. Değişim ve dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere
sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemektedir.
Bir ilâcın şifaya vesile olması için, o ilacın kullanılması gerekir. Sadece
reçetenin veya prospektüsün okunmasıyla şifa beklenemez. “Kur’an şifadır.”
Hem ferdî hastalık, problem, stres ve buhranlarımıza; hem de sosyal
kargaşamıza. Aynı zamanda devlet yönetiminin ölümcül hastalıklarına şifadır.
Bunun böyle olduğu sayısız deney ve tecrübelerle kanıtlanmış tarihî
ve güncel bir vâkıadır. Aynı ilaç, bayatlamadan bozulmadan duruyor. Raflarda,
kabından açılmadan tutuluyor. Uygulayacak hastaları bekliyor.
“Fitnelerden kurtuluşun yolu, Allah’ın Kitabı(na uymak)dır. O’nda sizden
önceki (milletlerin ahvâliyle ilgili) haber, sizden sonra (kıyamete kadar)
gelecek fitneler ve kıyâmet ahvâli ile ilgili haberler mevcut. Ayrıca sizin aranızda
(iman-küfür, tâat-isyân, haram-helâl vs. nevinden) cereyân edecek ahvâlin
de hükmü var. O, hak ile batılı ayırt eden ölçüdür. O’nda her şey ciddîdir,
gâyesiz bir kelâm yoktur. Kim akılsızlık edip, O’na inanmaz ve O’nunla
amel etmezse, Allah onu helâk eder. Kim O’nun dışında hidâyet ararsa Allah
onu saptırır. O Allah’ın sağlam ipidir. O, hikmetli olan zikirdir, O dosdoğru
yoldur. O, kendine uyan hevâları koymaktan, kendisini (kıraat eden) delilleri
iltibastan korur. Âlimler ona doyamazlar. Onun çokça tekrarı usanç vermez,
tadını eksiltmez. İnsanı hayretlere düşüren mümtaz yönleri son bulmaz, tükenmez,
O öyle bir kitaptır ki, cinler işittikleri zaman şöyle demekten kendilerini
alamadılar: “Biz, hiç duyulmadık bir tilâvet dinledik. Bu doğruya
• 12 •
Ahmed Kalkan
götürmektedir, biz onun (Allah kelâmı olduğuna) inandık.” (72/Cin, 1) Kim
ondan haber getirirse doğru söyler. Kim onunla amel ederse ücrete mazhar
olur. Kim onunla hüküm verirse adaletle hükmeder. Kim ona çağrılırsa, doğru
yola çağrılmış olur. Ey A’ver, bu güzel kelimeleri öğren.” (Tirmizi, Sevâbu’l-
Kur’ân 14, hadis no: 2908)
Mü’min, Kur’an insanıdır. O’nu okumak, anlamak ve yaşamakla emrolunmuştur.
İnandığı ve hayat nizamı edindiği Kur’an’a karşı mü’minin ilk
vazifesi, O’nu sık sık okumaktır. Kur’an’ın ilk emri “oku” iken O’nu okuyamamanın
mâzereti olamaz. Kur’an’ı okumaktan asıl maksat, onu anlamaktır.
Kur’an mesajı ana hatlarıyla herkes tarafından anlaşılacak kadar açıktır.
“Andolsun ki biz, Kur’an’ı anlaşılması; üzerinde düşünülmesi için kolaylaştırmışızdır.
O halde bir düşünen (ibret alan) var mı?” Kur’an’ı biraz olsun
anlayarak okumuş olmak için, Kur’an’ın orijinal harfleriyle yazılmış metnini
ihtivâ eden meal ve tefsirlerden sıra ile günlük dersler takip etmeliyiz.
Bir sayfa metin, akabinde de okunan sayfanın meal ve gerektiğinde tefsirini
okumalıyız. Kur’an’ımızı okumak, anlamak için olacağı gibi; anlamak da
şüphesiz tatbik etmek için olacaktır. “Allah, şu Kur’an’la amel eden toplumları
yükseltir. Onun izinden gitmeyenleri de alçaltır.” (Müslim, Salâtu’l-Müsafirin
47, hadis no: 269)
Kur’an’la bağı kopmuş insan, aydın değil; olsa olsa kara karanlıkların
kapkara adamıdır. Kur’an’sız hayat, karanlıkların nuru boğduğu vahşi
bir hayattır, zindan hayatıdır, körlerin hayatıdır. “Kim benim zikrimden
(Kur’an’dan) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz
onu, Kıyâmet günü kör olarak haşredeceğiz. O: ‘Rabbim! Beni niçin kör
olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim!’ der. (Allah) buyurur ki:
İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de
aynı şekilde sen unutuluyorsun. Doğru yoldan sapanı ve Rabbinin âyetlerine
inanmayanı işte böyle cezalandırırız. Âhiret azâbı, elbette daha şiddetli
ve daha süreklidir.” (20/Tâhâ, 124-127)
“Peygamber der ki: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’an’ı büsbütün terk etti.”
(25/Furkan, 30). Bugün fert ve toplumları Kitap yönlendirmiyor. Vatandaşa
“Kitapsız!” denildiğinde hemen herkes bu sözü büyük bir hakaret kabul
eder, ama yaşayışıyla bu sözü hak edip etmediğini düşünmez. Kitapsız toplumdur
câhiliyye toplumu. Devlet, Kitapsız devlettir. Öldükten sonra sorulacak
sorulardan birinin “Kitabın ne?” sorusu olacağı hadis-i şeriflerde
• 13 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
bildirilmiştir. “O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri
anlatır, ayakları da şâhitlik eder.” “Kitabın ne?” sorusuna o gün ellerimiz
“falan gazete”, “filânın nutku”, “falan anayasası”, ya da “şu kanal”, “bu televizyon”...
diyebilir. Yani, Kitabımız diye iddia ettiğimiz Allah’ın Kitabı yerine,
bize yön veren, bizim O Kitap’tan fazla okuyup baktığımız, etkilendiğimiz,
uyduğumuz ne ise vücudumuz yalan da söyleyemeden onları itiraf edecektir.
“Kitabım Kur’an” sözü bir tekerleme ve bir iddiadan mı ibârettir, yoksa
tümüyle yaşayışımıza yön veren gerçeği mi yansıtmaktadır? İnanmak,
inandığını yaşamaktır. Ateşin yakıcı olduğuna inanan, kolay kolay elini
ateşe uzatmaz.
İşte böylesine bir hazineden yararlanmak için, Kur’an’ı nüzul sırasına
göre okumak, ashabın nasıl yetiştiğini öğrenmek olduğu gibi, bizim de benzer
aşamalardan geçerek câhiliyyeden arınıp tevhide ulaşmaya, bireyden
cemaate, cemaatten devlete geçişin nasıl mümkün olacağını öğretmesi açısından
da en faydalı okuyuş biçimidir.
Kur’an’ı anlamak ve yaşamak için okuyalım da, ister Mushaf tertibiyle
okuyalım, ister nüzul sırasına göre. Nüzul sırasına göre okursak, vahyin
iniş dönemini ve nebevî mücadele merhalelerini takip etmiş oluruz. Kur’an
nereden başladı, önceliği nerelere verdi; bunu öğrenmiş olur ve bizim de
insanları ve hayatı yeniden inşaya nereden başlamamız gerektiği konusunda
tereddütlerimiz kalmaz.
Bu tür tefsirleri, cemaat halinde okursak daha bereketli olur. Anlaşılmayan
veya yanlış anlaşılan hususlarda cemaat birbirini düzeltir. Ayetlerde
vurgulanan hususların güncelleşmesi konusunda daha doğru çıkarımlar
için istişareden yararlanılır.
“Bir grup, Kitâbullah’ı okuyup ondan ders almak üzere Allah’ın evlerinden
birinde bir araya gelecek olsalar, mutlaka üzerlerine sekînet (huzur) iner
ve onları Allah’ın rahmeti kuşatır. Melekler de kanatlarıyla sarar. Allah, onları,
yanında bulunan yüce cemaatte anar.” (Ebû Dâvud, Salât 349, h. No:
1455; Tirmizî, Kırâ’at: 3, h. No: 2946; Müslim, Zikir 38, h. No: 2699)
• 14 •
Ahmed Kalkan
Ne mutlu Kur’an gölgesinde hayatını sürdüren canlı Kur’an’lara! Allah’ın
emirlerini öğrenir öğrenmez “dinledik ve itaat ettik” deyip hemen
eyleme geçen; Allah’ın itaati yasakladığı ilke, görüş, kural ve kişilere karşı
da “ne dinliyoruz, ne de itaat ediyoruz!” deyip sözünün eri olan cihad erlerine
selâm olsun!
* * *
• 15 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
 لله من الشيطان الرجي  اعوذ ب
 بسم الله الرحمن الرحي
وَِثيَاَبكَ فَطَهِّرْ ۞ وَالرُّجْزَ فَا جْ هُرْ ۞ وَلاَ ‚ فَأَنذِرْ ۞ وَرَبَّكَ فَكَبِّ ْ Š ۞ قُ ْ Œ ا اْلُدَّثِّ ُ ’ أَيُّ َ يَ
عَلَ ‚ النَّاقُورِ فَذَِلكَ يوْمَئِذٍ يوْمٌ عَسِي ٌ ¡ فَِإذَا نقِرَ فِ ي ‚ ۞ وَِلرَبِّكَ فَاصْبِ ‚ تسْتَكْثِ ُ §نُ نْ ¨تَ ْ
§ وَمَنْ خَلَقْتُ وَحِيدًا وَجَعَلْتُ لَُ مَالا مَْدُودًا وََبنِ ي نَ ² ذَرْ نِ ي ‚ يسِي ٍ ‚ غَيْ ُ µ اْلكَفِرِي نَ
ِتنَا عَنِيدًا  يطْمَعُ أَنْ أَزِيدَ ۞ كََّ إَِّنهُ كَنَ لاَي ¿ هِيدًا ۞ ثُ َّ ¨ ودًا ۞ وَمََّدْتُ لَُ تَ ْ Âشُ ُ
قُتِلَ كَيْفَ قَدَّرَ ¿ ۞ سَأُرْهِقُهُ صَعُودًا ۞ إَِّنهُ فَكَّرَ وَقَدَّرَ ۞ فَقُتِلَ كَيْفَ قَدَّرَ ۞ ثُ َّ
۞ إِنْ Œ ۞ فَقَالَ إِنْ هَذَا إِلاَّ سِْرٌ يؤْثَ ُ ‚ وَاسْتَكْبَ َ Œ أَدْبَ َ ¿ عَبَسَ وََبسََ ثُ َّ ¿ نظَرَ ثُ َّ ¿ ۞ ثُ َّ
وَلا تذَرُ ۞ لوَّاحَةٌ Ð سَأُصْلِيهِ سَقَر وَمَا أَدْرَاكَ مَا سَقَرُ لا تبْقِ ي
لاَّ قَوْلُ اْلبَ ش�َ هَذَا إِ
مْ إِلاَّ ’ ا تسْعَةَ عَ ش�َ وَمَا جَعَلْنَا أَصَْابَ النَّارِ إِلاَّ مَلَِئكَةً وَمَا جَعَلْنَا عِدَّتَ ُ Ø لِلْبَ ش�َ عَلَيْ َ
۞ وَلا  انً ¨ آمَنُوا إِي َ µ دَادَ اَّلذِي نَ Œ أُوُتوا اْلكِتَابَ وَيَ زْ µ كَفَرُوا ليَسْتَيْقِنَ اَّلذِي نَ µ فِتْنَةً للَّذِي نَ
مْ مَرَضٌ وَاْلكَفِرُونَ ’ قُلُوبِ ِ ¡ فِ ي µ أُوُتوا اْلكِتَابَ وَاْلُؤْمِنُونَ وَِليَقُولَ اَّلذِي نَ µ بَ اَّلذِي نَ تَŒيَ ْ
دِي مَنْ يشَاءُ وَمَا يعْلَُ ’ ذَا مَثلا كَذَِلكَ يضِلُّ الَّلُ مَنْ يشَاءُ وَيَ ْ ’ مَاذَا أَرَادَ الَّلُ بِ َ
ا لاِحْدَى ’ جُنُودَ رَبِّكَ إِلاَّ هُوَ وَمَا يِ هَ إِلاَّ ذِكْرَى لِلْبَ ش� ۞ وَالصُّبْحِ إِذَا أَسْفَرَ ۞ إِن ََّ
۞ لَنْ شَاءَ مِنْكُْ أَنْ يتَقَدَّمَ
ا للْبَ ش�َ Œ نذِي ً Œ ذْ أَدْبَ َ يْلِ إِ ۞ وَاللَّ مَرِ ۞ كََّ وَاْلقَ ‚بَ ِ اْلكُ
جَنَّاتٍ ¡ ۞ فِ ي § ا كَسَبَتْ رَهِينَةٌ ۞ إِلاَّ أَصَْابَ اْليَمِ ي نِ ¨ أَوْ يتَأَخَّرَ كُُّ نفْسٍ بِ َ
۞ § سَقَرَ قَاُلوا لْ نكُ مِنَ اْلُصَلِّ ي نَ ¡ ۞ مَا سَلَكَكُْ فِ ي § رِمِ ي نَ í يَتَسَاءَُلونَ ۞ عَنْ اْلُ جْ
۞ وَكُنَّا نكَذِّبُ بيَوْمِ § وضُ مَعَ ا خْ لَاِئضِي نَ ï ۞ وَكُنَّا نَ خُ § وََلْ نكُ نطْعِمُ الِْسْكِ ي نَ
ا لُمْ عَنْ ò ۞ فَ َ § ا تنْفَعُُمْ شَفَاعَةُ الشَّافِعِ ي نَ ò ۞ فَ َ § اْليَقِ ي نُ نَتَ أَ ô ۞ حَ تَّ µ الدِّي نِ
يدُ كُُّ Œ مْ حُُرٌ مُسْتَنْفِرَةٌ ۞ فَرَّتْ مِنْ قَسْوَرَةٍ ۞ بلْ يُ ِ ’نَّ ُ
أََ ۞ ك § التَّذْكِرَةِ مُعْرِضِي نَ
افُونَ الاخِرَةَ ۞ كََّ إَِّنهُ تذْكِرَةٌ ï صُُفًا مُنَ ش�َّ ةًَ ۞ كََّ بلْ لا يَ خَ ² مْ أَنْ يؤْتَ Ø امْرِئٍ مِنْ ُ
نْ شَاءَ ذَكَرَهُ ۞ وَمَا يذْكُرُونَ إِلاَّ أَنْ يشَاءَ الَّلُ هُوَ أَهْلُ التَّقْوَى وَأَهْلُ ò ۞ فَ َ
اْلَغْفِرَةِ
• 16 •
Ahmed Kalkan
وَِثيَاَبكَ : ve elbiseni فَطَهِّرْ : temizle وَالرُّجْزَ : pislikten فَا جْ هُرْ : uzak dur §ن نُْ ¨ وَلا ت َْ
: başa kakma ‚ تسْتَكْثِ ُ : çok görerek وَِلرَبِّكَ : ve Rabbin için ‚ فَاصْبِ ْ : sabret فَِإذَا
نقِرَ : çünkü üfürüldüğü zaman النَّاقُورِ ¡فِ ي : boruya فَذَِلكَ : işte يوْمَئِذٍ : o gün
يوْمٌ : bir gündür ‚ عَسِي ٌ : oldukça zor µ عَلَ اْلكَفِرِي نَ : kâfirlere ‚ غَيْ ُ : hiç değildir
‚ يسِي ٍ : kolay ² رْ نِ ي ذَ : Bana bırak وَمَنْ خَلَقْتُ : kendisini yarattığımı وَحِيدًا : tek
olarak وَجَعَلْتُ : ki Ben verdim لَُ : ona مَالا : mal مَدُْودًا : alabildiğine § وََبنِ ي نَ
: ve çocuklar ودًا Âش ُُ : göz önünde وَمََّدْتُ : döşedim ve serdim, : لَُ
kendisine هِيدًا ¨ت َْ : bir döşeyiş ¿ثُ َّ : sonra يطْمَعُ : tamah eder أَنْ أَزِيدَ : daha
arttırayım كََّ : !hayır إَِّنهُ : çünkü o كَنَ : kesildi ,oldu تنِاَ  لا يَ : âyetlerimize
karşı عَنِيدًا : inatçı سَأُرْهِقُهُ Ben onu sardıracağım صَعُودًا : o sarp yokuşa : إَِّنهُ
çünkü o فَكَّرَ : düşündü وَقَدَّرَ : ve ölçtü biçti (karar verdi) فَقُتِلَ : kahrolası
كَيْفَ : ne biçim قَدَّرَ : karar verdi ¿ثُ َّ : yine قُتِلَ : kahrolası كَيْفَ : ne biçim
قَدَّرَ : verdi arark ¿ثُ َّ : sonra نظَرَ : baktı ¿ثُ ّ : sonra عَبَسَ : surat astı وََبسََ : ve
yüَzünü ekşitti ¿ثُ َّ : sonra da Œ أَدْبَ َ : sırt döndü ‚ وَاسْتَكْبَ َ : ve büyüklük tasladı فَقَال : böylece dedi إِنْ هَذَا : bu إِلاَّ :başka değil (ancak) سِْرٌ : bir sihirden
Œ يؤْثَ ُ : nakledile gelen إِنْ هَذَا : bu إِلاَّ : başka değil قَوْلُ : sözünden : اْلبَ ش�َ
insan سَأُصْلِيهِ : Ben onu sokacağım سَقَرَ : Sekar’a : وَلا تذَرُ bırakmaz Ð : لا تبْقِ ي
Sekَar’ın سَقَرُ : ne olduğunu مَا : bilir misin لوَّاحَةٌ : وَمَا أَدْرَاكَ : kavurandır للْبَ ش� :ِ insan derisini اØ عَلَيْ َ : üzerinde vardır تسْعَةَ عَ ش�َ :ِ terk de etmez on
dokuz وَمَا جَعَلْنَا : yapmadık أَصَْابَ النَّارِ : bekçilerini cehennem : إِلاَّ
(yapَّtık) ancak مَلَِئكَةً : meleklerden وَمَا جَعَلْنَا : yapmadık مُْ’ عِدَّ تَ : sayılarını إِلا : (yaptık) ancak : فِتْنَةً µ اَّلذِي نَ kesin bir bilgiyle inansın diye : ليَسْتَيْقِنَ
küfürde ısrar edenler için كَفَرُوا µ للِذَِّ ي نَ : bir fitne iman edenlerin آمَنُوا µ : اَّلذِي نَ
artsın diye دَادَ Œ وَيَ زْ : kendilerine Kitap verilenler أُوُتوا اْلكِتَابَ : kendilerine
أُوُتوا اْلكِتَابَ µ اَّلذِي نَ : kuşkuya kapılmasın diye بَتَ Œ وَلا يَ ْ : imanları  انً ¨ : إِي َ µ اَّلذِي نَ
مْ مَرَضٌ ’ قُلُوبِ ِ ¡فِ ي şöyle desin diye وَليَِقُولَ : ve iman edenler وَالُْؤْمِنُونَ : Kitap
verilenler Allah ne anlatmak istedi مَاذَا أَرَادَ الَّلُ : ve kâfirler : وَالكَْفِرُونَ
kalplerinde hastalık olanlar مَنْ يشَاءُ : Allah الَّلُ : saptırır يضِلُّ : işte böyle
• 17 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
كَذَِلكَ : bu misalle ذََا مَثلا ’بِ : (dileyeni) dilediğini دِي ’ وَيَ ْ : hidâyete erdirir
مَنْ يشَاءُ : (dileyeni) dilediğini وَمَا يعْلَُ : وَمَا يِ هَ : O (Allah) هُوَ : ancak (bilir) لاَّإِ : Rabbinin ordularını جُنُودَ رَبِّكَ : kimse bilmez hayır, hayır! : كََّ
insanlar için للْبَ ش�َ : bir öğüttür ذِكْرَى : ancak لاَّإِ : ve o değildir sabaha
وَالصُّبْحِ : dönüp gittiğindeŒبَ َ إِذْ أَدْ : geceye وَاللَّيْلِ : andolsun Ay’a وَاْلقَمَرِ : bir
uyarıcıdır اŒ نذِي ً : büyüklerden ‚ اْلكُبَ ِ : biridir لِاحْدَى : gerçekten o ا’ : إِنَّ َ
ağardığında ذَا أَسْفَرَ : للْبَ ش�َ إِ : insanlar için اءَ لَنْ شَ : isteyenler için : مِنْكُْ
sizden أَنْ يتَقَدَّمَ : öne geçmek أَوْ يتَأَخَّرَ : rehin alınmıştır رَهِينَةٌ : kazandıkları
karşısında ا كَسَبَتْ ¨بِ َ : her nefis كُُّ نفْسٍ : geride kalmak جَنَّاتٍ ¡ : فِ ي
cennetlerde يَتَسَاءَلوُنَ : yemîn ashâbı (iyiler) § أَصَْابَ اْليَمِ ي نِ : hâriç, ancak : إِلاَّ
sizi sürükleyen ne? مَا سَلَكَكُْ : suçlular, günahkârlar hakkında § رِمِ ي نَ í عَنْ اْلُ جْ
: soruştururlar namaz kılanlardan § مِنَ اْلُصَلِّ ي نَ : değildik : لْ نكُ dediler قاَلوُا
: sekara/Cehenneme سَقَر ¡ وضُ : فِ ي ï وَكُنَّا ن خَُ : dalıp giderdik § مَعَ ا خْ لَاِئضِي ن :َ dalıp
gidenlerle beraber وَكُنَّا نكَذِّبُ : ve yalanlardık µ بيَوْمِ الدِّي نِ : üdin günün ô حَ تَّ
نَ  أ تََ : gelinceye kadar § اْليَقِ ي نُ : kesin olan onlara ne oluyor ki ا لُمْ ò : فَ َ
şefaatçilerin şefaati§ شَفَاعَةُ الشَّافِعِ ي نَ : fayda vermez ا تنْفَعُُمْ ò : عَنْ التَّذْكِرَةِ : فَ َ
öğütten § مُعْرِضِي نَ : yüzçeviriyorlar مْ’نَّ ُ
أََك : onlar gibidir حُُرٌ : yaban eşekleri
كُُّ امْرِئٍ : isterler يدُ Œ بلْ يُ ِ : aslandan سْوَرَةٍ مِنْ قَ : kaçtı (kaçan) فَرَّتْ : ürkmüş مُسْتَنْفِرَةٌ : كََّ : açılmış مُنَ ش�َّ ةًَ : sayfalar صُُفًا : verilmesini ² أنَْ يؤُْ تَ : onlardan
مْØ مِنْ ُ : her biri gerçekten إَِّنهُ : hayır! كََّ : âhiretten الاخِرَة : korkmuyorlar بلْ افُونَ ï لا يَ خَ : hayır, hayır! öğüt aldı (alır) ذَكَرَهُ : diledi (dileyen) شَاءَ : kim ki
نْòفَ َ : bir öğüttür تذْكِرَةٌ : o Kur’an وَمَا يَذْكُرُونَ : öğüt almazlar إِلاَّ : (alırlar)
ancak أَنْ يشَاءَ الَّلُ : (Allah’ın dilediğini) diledi Allah bağışlamak O’na
yaraşır وَأَهْلُ اْلَغْفِرَةِ : sakınılmaya lâyık أَهْلُ التَّقْوَى : O’dur
• 18 •
Ahmed Kalkan
Rahmân Rahîm Allah’ın adıyla
“Ey bürünen, (1)
Kalk; artık uyar! (2)
Ve Rabbini tekbir et, yücelt!” (3)
Ve elbiseni temizle (Öz-benliğini temiz tut). (4)
Pislikten uzak dur. (5)
Çok görerek başa kakma (Allah için yaptığın iyiliği çok görme. İyilik yapmayı
kendine kazanç aracı kılma). (6)
Ve Rabbin için sabret! (Sabırla Rabbine yönel). (7)
Sûra (boruya) üfürüldüğü zaman, (8)
İşte o gün, oldukça zor bir gündür. (9)
Kâfirlere hiç kolay değildir. (10)
Kendisini tek olarak yarattığımı Bana bırak! (11)
Ki Ben ona alabildiğine mal verdim. (12)
Ve göz önünde çocuklar. (13)
Ve sayısız fırsatlar serdim önüne. (14)
Sonra da arttırmamı umar. (15)
Hayır, hayır! Çünkü o, âyetlerimize karşı çok inatçıdır. (16)
Onu sarp bir yokuşa sürükleyeceğim. (17)
Çünkü o düşündü ve karar verdi. (18)
Kahrolası! Ne biçim karar verdi. (19)
• 19 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Yine kahrolası! Ne biçim karar verdi. (20)
Sonra baktı. (21)
Sonra surat astı ve yüzünü ekşitti. (22)
Sonra da sırt döndü ve büyüklük tasladı. (23)
Böylece: ‘Bu, nakledile gelen bir sihirden başka değil’ dedi. (24)
‘Bu, insan sözünden başka değil.’ (25)
Ben onu Sekar’a sokacağım. (26)
Sekar’ın ne olduğunu bilir misin? (27)
Bırakmaz da terk etmez de. (28)
İnsan derisini kavurandır. (29)
Üzerinde on dokuz vardır. (30)
Cehennem bekçilerini yalnız meleklerden yaptık. Sayılarını da küfürde
ısrar edenler için sadece bir fitne kıldık ki, kendilerine kitap verilenler kesin
bir bilgiyle inansın; iman edenlerin de imanları artsın; kendilerine kitap verilenler
ve iman edenler kuşkuya kapılmasın. Kalplerinde bir hastalık olanlar
ile kâfirler de şöyle desin: ‘Allah bu misalle ne anlatmak istedi?’ İşte Allah,
dilediğini böyle saptırır, dilediğini böyle hidâyete erdirir. Rabbinin ordularını
O’ndan başka kimse bilmez. Ve o, insanlar için sadece bir öğüttür. (31)
Hayır; andolsun Ay’a, (32)
Dönüp gittiği zaman geceye, (33)
Ağardığı zaman sabaha (34)
Gerçekten o, büyüklerden biridir. (35)
İnsanlar için bir uyarıcıdır. (36)
• 20 •
Ahmed Kalkan
Sizlerden öne geçmek veya geride kalmak isteyenler için. (37)
Her bir nefis kazandıkları karşılığında rehin alınmıştır. (38)
Ancak ashâb-ı yemîn hâriç. (39)
Cennetlerde soruştururlar. (40)
Suçlular hakkında. (41)
Sizi Sekar’a sürükleyip iten nedir? (42. Âyet)
Derler ki: ‘Namaz kılanlardan değildik. (43. Âyet)
Ve yoksula yedirmezdik. (44. Âyet)
Dalıp gidenlerle biz de dalıp giderdik. (45. Âyet)
Din gününü de yalanlardık. (46. Âyet)
Kesin olan bize gelip çatıncaya değin. (47. Âyet)
Artık, şefaatçilerin şefaati onlara bir fayda vermez. (48. Âyet)
Buna rağmen, onlara ne oluyor ki öğütten yüz çeviriyorlar? (49. Âyet)
Ürkmüş yaban eşekleri gibi. (50. Âyet)
Aslandan kaçan. (51. Âyet)
O kadar ki her biri, kendisine açılmış sahifeler verilmesini isterler. (52.
Âyet)
Hayır, hayır; doğrusu âhiretten korkmuyorlar. (53. Âyet)
Hayır, hayır; gerçekten o bir öğüttür. (54. Âyet)
Artık kim dilerse ondan öğüt alır. (55. Âyet)
Allah dilemedikçe de öğüt almazlar. İşte kendisinden sakınılmaya lâyık
O’dur; bağışlamak da O’na yaraşır.” (56. Âyet) (74/Müddessir, 1-56)
• 21 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Müddessir Sûresi ve Mesajı
Müddessir Sûresi
İndiği Yer: Mekke
Mushaf tertibine göre sırası: 74. sûre
Nüzul Sırası: 4; Müzzemmil sûresinden sonra nâzil olmuştur (Alâk sûresinden
sonra nâzil olmuştur. Kur’an’ın sûre olarak ilk nâzil olan sûresi
olduğu rivâyet edildiği gibi, Müzzemmil sûresinden sonra nâzil olduğu da
rivâyet edilmektedir. Ancak, ilk nâzil olan âyetlerin, Alak sûresinin birinci
bölümünü oluşturan âyetler olduğu ittifakla kabul edilmiştir).1 Bu surenin
ilk yedi âyeti Mekke döneminin henüz başlarında nâzil olmuştur. Buhârî,
Tirmizî ve Müsned-i Ahmed’de Hz. Cabir bin Abdullah’tan bu âyetlerin
Allah Rasûlü’ne nâzil olan ilk âyetler olduğu bile rivâyet edilmektedir.
Âyet sayısı: 56
Kelime sayısı: İki yüz elli beş
Harf sayısı: bin on. Fâsılası elif, he, nûn, dal ve ra harfleridir. Sûre adını,
birinci âyette geçen ve “bürünüp sarınan” anlamına gelen “müddessir”
kelimesinden almıştır.2
Bu sûreye Peygamber’e (s.a.s.) nitelik olarak zikredilen bu vasıf ile başladığından
ötürü Müddessir sûresi adı verilmiştir. Müddessir, uyumak ya
da ısınmak amacıyla elbisesine sarınıp bürünen kimse demektir.3 Adını ilk
âyetinde geçen, örtüye bürünen anlamındaki “müddessir” kelimesinden
almıştır.
‘Alak sûresi peygamberliği, Müddessir sûresi de risâletin misyonunu
başlatan ilk sûre olmuştur.
1 İbn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'ani'l-Azim, İstanbul 1985, VIII, 277-278
2 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Y., V/417
3 Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yay., 15/205.
• 22 •
Ahmed Kalkan
Müddessir sûresinde genel olarak risâlet, kıyamet, meleklere değini,
müşriklerin asılsız iddialarına reddiye ve onları azapla uyarma gibi konular
yer alır. Dine dâvette, izlenmesi gereken yöntem belirtilir.
Peygamber’den (s.a.s.), tebliğ görevini açıkça yapması, vazifesi gereği
yaşantısını her bakımdan temiz tutması, bütün dünyacı çıkarları bir tarafa
bırakması, insanların ıslahı için ihlâsla çalışması, güçlük ve zorluklara karşı
da sabırlı olması istenir.
Hakikati inkâr edenler, özellikle de inkârcı liderler şiddetli bir azapla
uyarılır.
Allah’a karşı nankörlük tavrı sergileyen inkârcı insanın, zihinsel yapısı
ve eksik şahsiyeti yansıtılır.
Cehennemin korkunçluğu ve ona müstehak olanların genel karakteri
ortaya konulur. İnsanı felakete sürükleyen boş gururun tasviri yapılır.
İnkâr ve sapmanın asıl sebebinin, dünyevîleşme (sekülerlik) olduğuna
dikkat çekilir.
Kuran’ın öğüt ve uyarı içeren bir duyuru olduğu, dileyenin ondan öğüt
alabileceği dile getirilerek insanın sorumluluğu vurgulanır.
Sûre, zihnini ve kalbini Kuran’a açık tutan insanın, onun kesin bilgisinden
ve sürekli bereketinden yararlanabileceğini; Yüce Allah’ın da mağfiretin
tek kaynağı olduğunu belirten âyetlerle son bulur.4
Bu sûrede açık ve âşikâr olarak dâvet ve uyarı görevini yerine getirmesi
Peygamber’e emredilmiş, izlemesi gerekli metod ortaya konulmuş, kâfirler
kıyamet günü ile ikaz edilmiş;
Peygamberle ve Kur’an’la alay, inkâr, ardını
dönme ve tehdit gibi tavırlar içinde olanlar ayıplanıp kınanmış, her insanın
kendi yaptığından sorumlu olduğu vurgulanmıştır. Bundan başka ilk kez
bu sûrede “melâike” ve “Ehlu’l-Kitâb” lafızları zikredilmiştir. İlk âyetlerinin
yalnız başına nâzil olması ve bunların nüzûlünün erken dönemle bağlantısından
ötürü, Müddessir sûresinin dördüncü sûre olarak tertip edilmiş
olma ihtimali büyüktür. Zira bu sûredeki âyetler, Peygamberin risâletinden
4 Fahrettin yıldız, Tefsir Notları
• 23 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
epeyce bir zamanın geçmesinden sonra meydana gelmiş olabilecek
bazı
sahne ve tavırları ihtiva etmektedir.
Âyetlerin üslûp ve içeriği, (sûrede) İslâm’a dâvette Allah’ın Peygamber’e
gösterdiği metod, insanlarla ilişkiye geçme ve onları çağırma, kuvvetli
delillerle
ikaz etme gibi hususlar şeklinde Allah’ın bildirdiği bu metod, eşsiz
ve yüce bir özelliğe sahiptir.
Allah bütün her şeyden, kendi dışındaki bütün
değersiz ve küçük şeylerden yücedir.
O’ndan başka unsurları rab edinerek
yüceltmek yakışıksız bir iştir. Sadece O’nu tazim etmek gerekir. Görevde
sabır ve sebat etmek, onu başarmayı sağlayan iki faktördür. Allah’a ve güzel
ahlâka dâvet eden kimsenin, başa kakma, bir bedel ve karşılık bekleme gibi
olumsuz vasıflar olmaksızın, kendilerini Allah’a adamaya, güzel ahlâka ve
hayır işlemeye çağırdığı kimseler için çok iyi bir örnek ve temiz, her tür
fuhşiyât, günah ve çirkinliklerden, hoş olmayan görüntüden uzak olması
gerekmektedir.
Peygamber’in hayatını (siyerini) ve O’nun (hayatına dair) en doğru tabloları
ihtiva eden Kur’an âyetlerini inceleyen kimse Peygamber’in (s.a.s.)
bu metodu takip ettiğini görecektir. Bu metod; O’nun çağrısında başarılı
olması, ilk iman eden arkadaşlarının
kendisini destekleme ve çevresinde
toplanmada son derece samimi olmaları, iman etmeyenlerin kendisine saygı
duymaları ve O’nu takdir etmeleri; bunun yanında O’nun ahlâkî meziyetlerini
inkâr edememelerini sağlayan en güçlü etken olmuştur.
Görüldüğü gibi, bu metod Peygamber için çizilmiş ise (de); onun ihtiva
ettiği (mesaj), ümmet içerisinde önderlik, yönlendirme, irşad ve ıslah
fonksiyonlarını üstlenen her ıslah, dâvet ve mevki sahibi için de geçerlidir.
Müzzemmil ve Müddessir sûrelerinin giriş kısımlarındaki benzerlik ve
uyum dikkat çekicidir. İlk bölümde Peygamber’in büyük görev için hazırlanması,
ikinci bölümde de insanları dâvet edip uyarması emredildiği zaman
(uyması gerekli) metod anlatılmıştır.5
Bu sûrenin ilk âyetlerinde Allah’ın peygamberinden hoşlandığı
sîretin
ilkeleri vardır. Sûrede Hz. Peygamberin hayatından bir kesit ele alınmış,
ona dini tebliğ görevini
yerine getirmesi, inkârcı kâfirleri uyarması ve bu
konuda karşılaşacağı sıkıntılara
katlanması emredilmiştir.
5 İzzet Derveze, et-Tefsiru’l-Hadis, Ekin Y., 1/86-88
• 24 •
Ahmed Kalkan
Kıyamet günün sıkıntılarından söz edilmiş, Kur’an’a sihir ve beşer sözü
diyerek onu reddeden müşriklerin yakıcı cehenneme sürüklenecekleri
haber
verilmiştir. Meleklerden ve kitap ehlinden, cehennemin görevlilerinden
söz edilmiştir. Sûrede ayrıca kâfirlerin cehenneme girmelerinin sebebi hakkında
müminlerle aralarında geçen bir konuşmaya yer verilmiş ve inkârcı
kâfirlerin haktan yüz çevirmelerinin sebepleri anlatılarak sûre sona ermiştir.
Sûre Peygamber’e (s.a.s.) dâvetinin başlangıç dönemlerindeki birtakım
irşadları, şirkin önderlerinden birisine birtakım tehditleri ve cehennemin
niteliklerini ihtivâ etmektedir.
Sûre Peygamber’i (s.a.s.) Rabbine dâvet etmek, kâfirleri uyarıp korkutmak,
günahkârların eziyetlerine karşı da sabretmek yükümlülüğünü belirterek
başlamaktadır: “Ey örtünüp bürünen...” (1-7. âyetler). Daha sonra
dehşetli halleri dolayısıyla oldukça çetin ve korkunç bir gün olan kıyamet
gününün niteliklerini ele almaktadır: “Çünkü o boruya üfürüldüğü zaman...”
(8-10. âyetler).
“Ey elbisesine bürünen. Kalk, uyar.” (1. ve 2. âyetler). Yani müşrikleri,
putpereslikleri üzerine kalmalarının sonucuyla korkut.
“Rabb’ini tekbir et (Onun büyüklüğünü an).” (3. âyet). Her övgü, sena ve
ululuğu Allah’ın zâtına nisbet et. Allah’ı tekbir etmek, ezanda, namazlarda
ve cihad alanlarında “Allahu ekber” demektir ve bu İslâm’ın şiarıdır.
“Elbiseni temizle.” (4. âyet). Buradaki temizlikten maksat, cisim ve elbise
temizliğinin birlikte yapılmasıdır. Temizlik İslâm ahlâkıdır. “Pislikten kaçın
(maddî ve manevî kirlerden arın).” (5. âyet). “Bütün iğrenç olan şeylerden sakın.
Verdiğini çok bularak başa kalkma.” (6. âyet). “Ver ama karşılık bekleme.
Rabbinin rızasını kasdet. Rabbin için sabret.” (7. âyet). Sana erişen musibetlere
Allah için katlan!
Müşrikler hesap günü ile korkutulduktan sonra, vahyi sihir olarak niteleyen
ve dâvete karşı gelen müşriklerin önde gelenleri zikredilmiştir. Zengin
ve makam sahibi bir adam, maddî ve edebî konumundan ötürü vahîd
olarak isimlendirilmiştir. “Benimle şu adamı yalnız bırak ki ben onu vahid
(tek) olarak yarattım. Kendisine geniş bir servet ve gözü önünde duran oğul•
25 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
lar (verdim).” (11-13. âyetler). Bu liderin horlanması, bunun gibi olan herkesi
içermektedir.
Daha sonra bir kişiyi en güçlü ve en ağır bir şekilde tehdit etmeye koyulmaktadır.
Söz konusu kişi Kur’ân-ı Kerim’in Yüce Allah’ın sözü olduğunu
kabul etmekle birlikte daha sonra önderlik ve başkanlık için onun bir
sihir olduğunu iddia edip bu sebeple cehennem ateşine atılmayı hak eden
Velid b. Muğire’dir: “Baş başa bırak Beni tek başına yarattığım ...” (11-26.
âyetler).
Buna uygun olarak cehennem ateşinin nitelikleri sayılmakta, cehennem
bekçilerinin sayılan ve bunun hikmeti ile cehennemin insanlara görünmesi
söz konusu edilmektedir: “Sekar’ın ne olduğunu sana ne bildirdi?...”
(27-31. âyetler)
Yüce Allah’ın aya, geceye ve sabaha, cehennemin en büyük musibetlerden
birisi olduğuna dair yemin etmesi ise durumun dehşetini, vehametini
daha da arttırmaktadır: “Ama öyle yapmıyorlar. Andolsun Aya...” (32-37.
âyetler)
Sûre her kişinin kazandıklarından sorumlu tutulacağını ve kendi günahlarından
kurtulamayacağını açıklayarak müminlerin kurtulacağını
müjdeleyip kâfirleri de azap ile korkutarak her iki kesim arasında gerçekleşecek
karşılıklı konuşmayı tasvir etmektedir: “Her nefis kazandıkları karşılığında
rehin alınmıştır...” (38-48. âyetler)
Sûre müşriklerin öğütten, hatırlatmaktan ve imandan yüz çevirme sebeplerini
açıklayarak sona ermektedir: “Ne oluyor onlara ki öğütten yüz çeviricidirler...”
(49-56. âyetler)
“Onu Sekar’a (cehenneme) sokacağım. Sekar’ın ne olduğunu nerden
bileceksin?
(Geride bir şey) koymaz, bırakmaz (her şeyi yakıp yok eder). Durmadan
deriler
kavurur. Üzerinde on dokuz vardır.” (26-30. âyetler). Bu sayı,
azgın, sapkın ve fir’avnlari yola getirmekle yükümlü olan azab meleklerinin
sayısıdır.
• 26 •
Ahmed Kalkan
Ardından Kur’an nazmı, dünya yaşamında en bâriz olan şeyi; geceyi ve
onun gitmesini,
sabahı ve onun aydınlanmasını ve iyiyi kötüden ayırması
için insanı çeşitli yükümlülüklerle sınamasını hatırlatmaya devam etti.
“Hayır, andolsun Aya. Dönüp gitmekte olan geceye. Ağaran sabaha ki. O
(cehennem)
büyük (belâ)lardan biridir. İnsanlar için uyarıcıdır. Sizden hayırda
ileri gitmek
veya geri kalmak dileyen kimseler için (uyarıcıdır).” (32-37.
âyetler). İleri gitmek ve geri kalmak, güçsüzlük ve kalkınma ile ilintilidir.
Kör bir rastlantı
değildir. Bu yüzden bunun ardından şöyle buyrulmaktadır:
“Her can kazandığı ile (Allah katında) rehin alınmıştır. Yalnız sağın
adamları (kitapları sağdan verilenler) hâriç. Onlar cennetler içinde, suçlulardan
sorarlar: Sizi şu yakıcı ateşe ne sürükledi? (Onlar da) derler ki: Biz
namaz kılanlardan olmadık. Yoksula da yedirmezdik.” (38-44). Yani siz ektiğinizi
biçtiniz. Yamuk adımlar, doğru sonuca ulaştırmaz.
“Artık onlara
şefaatçilerin şefaati fayda vermez.” (48. âyet). Fakat müşrikler,
bu inatçı direnişe neden başvuruyorlar? Neden İslâm’dan bu kadar
nefret ediyorlar? Bu bir büyüklenmedir! Onlardan her biri, inanması ve
yaratanını tanıması için kendisini, ben filan oğlu filana gönderilen Allah’ın
elçisiyim, diyen bir melek konumuna
koymak istiyor! Vahyin Muhammedi
risâleti tahsis ederek seçişi ise bu kabul edilemez. “Böyle iken onlara ne
oluyor ki Öğütten yüz çeviriyorlar? Yaban eşekleri gibi. Aslandan ürkmüş.
Hayır, onlardan her kişi, kendisine, açılan sayfalar verilmesini
istiyor.” (49-
52. âyetler)
İnsanların kendilerinde var olan sezgileri, hakkı gizleme ve hakkı savunanları
küçümseme
konusunda neden olmaya devam ediyor. Peygamberler
bu durumda ne yapıyorlar?
Onlar sadece Allah’ı, O’nun âyetlerini, nimetlerini
ve haklarını hatırlatıyorlar. Bu durumda hidâyeti bulanlar kurtuluyor
ve ihanet edenler helâk oluyorlar. “Hayır! (İyi bilsinler ki) o (Kur’ân) bir
ikazdır. Dileyen onu düşünür, öğüt alır.” (54-55. âyetler). Kim Allah’ı seçerse
ancak kendini kurtarmış olur.
Alak Sûresinin ilk âyetleri nâzil olduktan sonra vahiy kesilmişti (fetretü’l-
vahy). Rasûlüllah (s.a.s.), buna çok üzülmüş ve âdeta ne yapacağını şaşırmıştı.
Cabir İbn Abdullah (r.a.), vahyin gelmediği o dönemden söz ederken
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) şöyle söylediğini rivâyet eder: “Bir gün yolda
yürüyordum. Âniden gökten bir ses işittim. Başımı kaldırdığımda, daha önce
• 27 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Hira mağarasında gördüğüm o meleği, yerle gök arasını dolduran bir kürsüde
oturur vaziyette gördüm. Dehşete kapılarak, hemen eve döndüm. ‘Beni
örtün, beni örtün’ diye bağırıyordum. Evdekiler beni örttüler. Bunun üzerine
Allah tarafından bu; ‘Yâ eyyuhâ’l-müddessir / Ey örtüsüne bürünen’ âyetiyle
başlayan sûre nâzil oldu.” 6
Mekke müşriklerinin Peygamber’e (s.a.s.) karşı tavır koyarken içinde
bulundukları açmazı ilginç bir şekilde ortaya koyan diğer bir rivâyet de
şöyledir:
Hac günleri gelmiş, tüm Arap yarımadasından topluluklar Mekke’ye
gelmeye başlamıştı. Mekkeli müşrikler telaş içerisinde, insanları Hz. Peygamber’den
(s.a.s.) nasıl uzak tutacaklarının yollarını arıyorlardı. Kendileri,
Kur’ân-ı Kerim’in etkileyici İlâhî üslûbu karşısında çaresiz kaldıkları için, bu
İlâhî mesajı duyan insanların etkilenip Peygamber’e uyacaklarından endişe
ediyorlardı. Bunun üzerine Mekkeli müşriklerin ileri gelenlerinden olan
Ebû Leheb, Ebû Süfyan, Velid İbn Muğire, Nadr İbn Haris gibi şahsiyetler
Dâru’n Nedvede toplandılar. Aralarında şu konuşma geçti. “Hac günleri
geldi. Arap kabilelerinin elçileri gelmeye başladı. Üstelik onlar, hakkında
bir şeyler duydukları Muhammed’in söylediklerini soruşturup duruyorlar.
Siz ise, onun hakkında farklı farklı şeyler söylüyorsunuz. Kimi deli, kimi
kâhin, kimi de şairdir diyor. Ancak her Arab bilir ki, bunların hepsinin bir
tek kimsede bulunması mümkün değildir. Onun için, herkesin kullanacağı
tek bir kelime üzerinde karara varalım. Onlardan birisi kalkıp; “şairdir diyelim”
dedi. Velid buna itiraz ederek şöyle dedi: “Ben birçok şâir dinledim.
Muhammed’in hiç bir sözü onlara benzemiyor” “Öyleyse kâhindir diyelim”
dediler. Velid; “kâhin bazen doğru söyler, bazen de yalan söyler. Muhammed
asla yalan konuşmaz” diyerek yine itiraz etti. Bu defa “akıl hastasıdır”
diyelim dediler. Velid tekrar itiraz ederek şöyle dedi: “Akıl hastaları insanlara
saldırır. Muhammed asla böyle bir şey yapmadı”.
Velid ayrılarak evine gitti. Oradakiler Velid’in şirkten döndüğünü zannettiler.
Bunun üzerine Ebû Cehil, doğruca Velid’in evine giderek ona;
“Abdu’ş-Şems! Sana neler oluyor! Kureyş bir şeyde ittifak ediyor, sen karşı
çıkıyorsun. Onlar da senin, delil getirerek dininden döndüğünü zannettiler”
dedi. Velid; “Benim bu iş için de ihtiyacım yoktur” dedi ve ekledi: “Ben
6 Buhârî, Bed’u’l-Vahy 4, Bed’u’l-Halk 3238; Tefsir 4922-4926, 4954, Edeb 6214; Müslim, İman 257/161;
Tirmizi, Tefsir 3325
• 28 •
Ahmed Kalkan
iyice düşündüm, o neden bir sihirbaz olmasın? Çünkü onun, babayla oğulun,
kardeşle kardeşin, karıyla kocanın arasını açtığını, onları birbirinden
ayırdığını duydum ve onun mutlaka bir sihirbaz olduğuna karar verdim”.
Bu sözü Mekke’de yaydılar. Bunu duyan halk; “Muhammed sihirbazdır”
diye bağırmaya başladı. Rasûlullah (s.a.s.), bu söylenenleri duyunca üzüntü
içerisinde eve döndü ve elbisesinin içine büzülerek yattı. Bunun üzerine;
‘Yâ eyyuhâ’l-müddessir / Ey örtüsüne bürünen’ âyeti nâzil oldu.7
Bu olay, Mekke müşriklerinin ve sonraki çağlarda hayatlarını İslâm
düşmanlığına adamış inkârcıların içinde bulundukları çelişkili ruh yapılarını
ortaya koyması açısından ilginçtir. Görüldüğü gibi Velid bin Muğire;
“Muhammed asla yalan konuşmaz” dediğinde bunu, oradaki herkes susarak
onaylamıştı. Bu, aynı zamanda Peygamber’in (s.a.s.) getirdiği İlâhî
mesajın da tasdik edilmesi anlamını taşır. Bir kimsenin yalan söylemesinin
imkânsızlığını kabul etmek, söylediklerine inanmayı zorunlu kılar. O halde,
müşriklerin inkârlarında ısrar etmelerinin sebebi nedir? Bir kimse, zâhiren
ne kadar katı bir şekilde inkârda bulunursa bulunsun; Allah’ın takdir
ettiği dünyevî ve uhrevî gerçeklerin somut olarak kuşatması altında olduğu
hissinden kendini asla kurtaramaz. Öyleyse o, Allah’a karşı, bir ölçüde bilinçli
bir başkaldırı içindedir. Kâfirlerin birtakım dünyevî çıkarlardan dolayı
inkâr edip isyanda bulunmaları, onların birer bilinçli kâfir ve zâlim olmalarına
sebep olmuş; bu da İslâm’la aralarına onu anlamalarını engelleyen
bir perde oluşturmuştur.
Onların, küfürlerinde ısrar edişlerinin sebebi, İslâm’ın gerçekliği hakkındaki
şüphelerinden kaynaklanmıyordu. Riyâset ve zenginlikleri, böbürlenmelerine,
kendilerini diğer insanlardan üstün görmelerine sebep oluyordu.
Toplumun akıllarınca en şereflileri kendileri olduğuna göre, Allah
Teâlâ’nın peygamberlik gibi yüce bir görevi kendilerinden birine vermesi
gerekirdi.
Câhiliyye yaşamının pisliklerinin körelttiği akılları, Muhammed (s.a.s.)
gibi zenginliği ve riyâset iddiası olmayan mütevâzi birine risâletin verilmesini
idrâk edemiyordu. Ona karşı olan haset ve kıskançlıkları, sapıklıklarında
inat etmelerine sebep oluyordu. Bu, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle ifade edilir:
7 Bu rivâyetler için bk. el-Kurtubi, el-Câmi Li Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut 1967, XIX, 59-61
• 29 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
“Hayır! (Onların inanmamaları, anlamadıklarından değil) her biri kendilerine
ayrı ayrı sahifeler (İlâhî vahy) verilmesini istiyor.” (52. âyet)
Sûre daha başlangıçta, insanları şirkin ve zulmün karanlığından, zorbaların
tahakkümünden kurtarıp hidâyete ulaştırmak için Cenâb-ı Allah’ın
peygamber olarak seçtiği o nezih kulun şahsında bütün mü’minlere sesleniyor:
“Kalk ve insanları uyar” (2. âyet). Bu hitap kıyâmete kadar mü’minlerin
kulağında çınlayacaktır. Allah Teâlâ, müslümana daldığı derin uykudan,
büründüğü örtüden sıyrılıp, cehenneme doğru sürüklenen insanları
Allah’ın dinine döndürmek için cihada ve mücadeleye girişmeyi, bu yolda
karşılaşılacak meşakkatlere hazır olmayı emrediyor.
Bu işe başlamadan önce, bedenî ve ruhî bir ön hazırlığın olması gereklidir.
Allah Teâlâ, bu terbiyeyi ihtiva eden emirleri verirken vurguladığı
noktalar, bir müslümanın cihad yolculuğunda yaşaması gereken hayatın
üzerine bina edileceği temel unsurları da bize sunmaktadır: “Rabbini yücelt!
Elbiseni temizle! Azaba götürecek şeylerden sakın! Yaptığın iyiliği çok
görerek başa kakma! Rabbin(in rızası) için (müşriklerin eziyet ve sıkıntılarına
şimdilik) sabret!” (3-8. âyetler).
Daha sonra, inkârcıların Allah Teâlâ’nın verdiği nimetlere karşılık nankörlük
göstererek, açık delillere inadla direnmeleri zikredilip kâfirler için
çok çetin bir gün olan diriliş gününde yaptıkları herşeyin hesabının kendilerinden
sorulacağı haber veriliyor: “Ben onu sarp yokuşa (cehennemdeki
saûd azabına) sardıracağım” (17. âyet).
Bundan sonra gelen âyetlerde, kâfirler, Peygamber’i (s.a.s.) yalanlarken
yapmış oldukları akıl dışı hesaplar kınanarak, İlâhi lânetle lânetlenmektedirler.
Onlar, Peygamber’e (s.a.s.) akıllarınca bir sıfat yakıştırıp Kur’ân-ı Kerim’i
de insan sözü olarak nitelediler. Bu tipler için öteki kâfirlerden farklı
olarak özel bir cehennem hazırlanmıştır: “Ben onu Sekar’a sokacağım” (26.
âyet). Allah Teâlâ, kasem ederek O’nun azâbını kimsenin yalanlayamayacağını
cehennemin, yaşayışında geri kalan veya ileri gidip azgınlaşan kimseler
için bir uyarı aracı olduğu vurgulanarak, Âhirette cennetle ödüllendirilenlerin,
cehennemliklere, bu duruma düşmelerine neyin sebep olduğu
yolundaki sorusuna verilen cevaplar gözler önüne serilmek sûretiyle gaflet
içerisinde olanlar uyarılmak isteniyor. Onlar bu soruya şöyle cevap verirler:
“Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksullara bir şey yedirmezdik” (Mu•
30 •
Ahmed Kalkan
hammed hakkında kötü sözler söylemeye) dalanlarla birlikte dalardık. Ta ki
ölüm bize gelinceye kadar (bu halde kaldık)” (43-47. âyetler). İnkârcıların
İslâm’a karşı cinneti andıran davranış biçimlerinin tutarsızlığı anlatılır ve
onlar için hiçbir kurtuluş ümidinin olmadığı belirtilerek, Kur’an’ın, aklını
kullanabilenler için bir öğüt olduğu ve insanların ondan öğüt alıp almamakta
serbest davranabilecekleri bildirilir: “Kim dilerse ondan öğüt alsın”
(55. âyet). Sûreyi, Allah Teâlâ, İslâm’a karşı büyük cürümler işleyenlerin
hidâyete eremeyecekleri; doğru yola iletilenlerin ise buna lâyık oldukları
için, İslâm’la nimetlendirildikleri gerçeğini bütün çıplaklığı ile ortaya koyan
şu âyet-i kerime ile bitiriyor: “Allah dilemedikçe de öğüt al(a)mazlar.
İşte o (öğüt alan, Allah tarafından) korunmaya da lâyık olandır” (56. âyet).8
- 1. Âyet -
Œ ا اْلُدَّثِّ ُ ’ أَيُّ َ يَ
ا’ أَيُّ َ يَ : ey Œ اْلُدَّثِّ ُ : bürünen
“Ey bürünen, içine kapanan!” (1. âyet)
Ey, içine kapanıp yatan, uzlete çekilen kişi. Ey peygamberlik elbisesi
giyen!
Müddessir kelimesinin türetildiği tedessera fiili, “alta alınan şey” ile
ilgilidir. Hatırlanacağı gibi Müzzemmil’in türetildiği tezemmele de “üste
alınan şey” ile ilgiliydi. “Erkek devenin dişi deveyi altına alması”na tedessera’l
fahlu’n-nâkate” denilir. Tedessera’r-raculu ferasehû, “adam atına bindi”
demektir. Mecâzen sahibi sırtına bindiği için, ed-desr “çok mal” demektir.
Yine hadiste geçen “zehebe ashâbu’d-dusûri bi’l-ucû (Mal sahipleri ecrin tamamını
alıp götürdü)” hadisi de bu anlamı teyit eder.9
Müddessir sözcüğü bu âyette, “herhangi bir örtüyle örtünmüş olan peygamber”
anlamına gelir. Ancak “dsr” kökü hem hakiki hem de mecazî an-
8 Ömer Tellioğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 324-326
9 Mekayıs; Müfredât, M. İslamoğlu
• 31 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
lamlar taşıdığı için müddessir sözcüğü lafzi ve hakiki anlamıyla, “Peygamber’in
(s.a.s.), kendisini yorgan ve benzeri bir örtüyle örtmesini”; mecazî
anlamıyla da, “onun peygamberlikten önceki yalnızlık halini” ifade eder.
Şu halde bu âyet, Peygamber’e (s.a.s.), inzivâ zamanının geçtiğini bildirip;
artık insanları uyarma ve hakikati onlara açıkça duyurma vaktinin geldiği
mesajını verir.
Müddessir: Elbisesine bürünen. “Tedsera: Disâr giydi” demektir. Disâr
ise, bedenle teması olan elbisenin üstüne giyilen kıyafettir.10 Rasûlullah
(s.a.s.) şöyle buyurdu: “Ensar, iç elbise, diğer insanlar ise onun üstüne giyilen
elbisedir.” 11 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Müddessir
kelimesinin aslı mütedessir olup “disâr” denilen örtüye bürünen demektir.
Disâr; entari, cübbe, kaftan, ihram gibi “şiâr”ın üstüne giyilen veya örtülen
dış giysi veya bürgü demektir. Şiâr ise gömlek, don, peştemal gibi vücuda
değen iç çamaşırıdır.
İkrime’nin açıklamasına göre, “Peygamberlik ve nefsî olgunluklara
bürünüp giyinmiş olan” demektir. Bu mânâlarla bu hitap Müzzemmil gibi
Peygamberliğin ilk duyurulmasında şöyle bir kinaye ile uyanık olmaya dâveti
hissettirir: Ey o bürünen, ey o kendisine verilmiş olan hakikati halkın
bakış ve görüşüne sunmayan Muhammed! O bürünmek, uyumak, rahat
etmek zamanı geçti. Uyanmak, görünmek, o hakikatı açıklamak, zahmetler
çekmek, sıkıntılara katlanmak, halka doğruyu göstermek, etrafı temizlemek
için yükümlülükler ve ağır yükler yüklenerek büyük bir kararlılıkla
kalkıp hareket etmek zamanı geldi.”12
Bu âyet hakkında âlimlerin görüşleri olarak; Abdullah b. Abbas ve Katade’ye
göre “Ey elbisesine bürünüp uyuyan nebi” şeklindedir. İkrime’ye
göre “Ey nübüvvet yükünü üstlenip ona bürünen nebi” şeklindedir.13
Müzemmil’in başında söylenenler burada da geçerlidir. Allah’ın Rasûlü
eve döndüğünde ya “Zemmilûnî” demiş, üstü örtülmüş veya “Dessirûnî”
demiş ve üstü örtülmüştü. “Ey örtüsüne bürünen! Ey başını yorganının altına
çeken! Gizlenen, saklanan, rahata meyleden” gibi kinaye mânâlara da
10 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/118.
11 Buhari, Megazi: 56; Müslim, Zekât: 139.
12 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 8/415-416.
13 İbn Cerir et-Taberi-Tefsir, Hisar Yayınları: 8/475.
• 32 •
Ahmed Kalkan
muhtemel olan bir kelime olarak Rasûlullah anlatılıyor. Bu, “ey elbisesini
giyip namaz için doğrulmaya çalışan, namaza davranan! Ey Risâlet elbisesini
giyinen! Risâlet yükünü yüklenen!” mânâlarına da gelmektedir.
Ey vahyin sorumluluğunun ağırlığından korkup titreyerek, dinlenmek
ve uyumak isteyerek örtüsüne ve elbisesine bürünen ey o kendisine verilmiş
olan hakikati halkın bakış ve görüşünden gizlemeye çalışan Muhammed! O
bürünmek, uyumak, rahat etmek zamanı geçti. Uyanmak, görünmek, o hakikatı
açıklamak, zahmetler çekmek, sıkıntılara katlanmak, halka doğruyu
göstermek, etrafı temizlemek için yükümlülükler ve ağır yükler yüklenerek
büyük bir kararlılıkla kalkıp hareket etmek zamanı geldi.
Âlimlerin çoğuna göre vahyin kesilmesinden (fetretu’l-vahiy’den) sonra
ilk inen âyetler, bu surenin ilk 7 âyetidir.
Ey Muhammed! Yatağından azimli ve kararlı bir şekilde kalk, işe başla.
Artık senin için uyku vakti geçmiştir. Tüm insanlara İslâm’ı tebliğ et. İman
etmedikleri takdirde daha önceki azgın kavimlerin helâk oldukları gibi
Allah’ın azabına uğrayacaklarını hatırlat. İman edenleri cennetle müjdele,
inkâr edenleri ise cehennem azâbıyla korkut.
Ey örtünen, bürünen peygamber! Kim örtmüştü Rasûlullah’ın üstünü?
Hatice annemiz örtmüştü belki, çevresi örtmüştü veya arkadaşları, şehri
örtmüştü. Hâlbuki mesaj alandı Rasûlullah. Kur’an’la tanışan, onun getirdiği
hayatı kendisine din kabul eden birisi olarak ortaya çıkmıştı Rasûlullah,
ama bunu sadece kendi hayatında uygulamış, ya da sadece kendi şahsında,
kendi hayatında sergilemişti bunu. İşte bu sûre bunun topluma yansımasını
emredecek, Rasûlullah’ın kendi şahsında uyguladığını dışa taşımasını,
taşırmasını isteyecekti.
Öyleyse “Ey gece kıyam eden! Ey gece Allah’tan mesaj alıp gündüz ne
yapacağını bilemeyen Peygamber! Ey Müzemmille Nebî olup, nübüvvet elbisesini
giyip, şimdi de Müddessir’le de onu dışa taşıması gereken Peygamber!
Gece kıraat etmesi gerektiğini anlayan, bunu kendisine din kabul eden,
ama bunu sadece kendi dünyasında, kendi hayatında yapan kişi!” “Kalk da
uyar.”
• 33 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Şöyle de anlaşılabilir bunun mânâsı: “Ey bürünüp yatan! Ey bunun korkusunu
çeken! Ey kendisine güvenemeyen! Ey ne yapacağı konusunda atak
davranamayan kişi! Ey köşesine çekilen kişi! Kalk ve uyar! Kalk ve inzar et!”
Rasûlullah, ilk vahye muhâtap olduğunda bu durumdaydı; bilemiyordu,
kıvranıyordu, korkuyordu. “Ben bu işin üstesinden nasıl gelirim? Bunu
insanlara nasıl ulaştırırım? İnsanlar beni dinlemez!” diye korkuyordu. Hiç
kimsesi yoktu, yalnızdı, kimsesizdi, güçsüzdü, parasızdı, malsızdı. Ya da
bilge değildi, filozofluğu yoktu. Eski dilleri bilmezdi, okur-yazarlığı yoktu.
Ne yapacağını, nereden başlayacağını bilmiyor, köşesine çekilmiş üzerini
örttürmüş bekliyordu. Cenâb-ı Hakk diyor ki: “Ey örtünüp bürünen! Kalk
ve uyar! Veya ey İslâm’ın görüntüsü, örnek şahıs olarak, insanlara İslâm’ın
görüntüsü olarak peygamberlik elbisesini giyen! Bu örnekliği üzerine kisve
edinen peygamber! Kalk, bu örneklik kisvenle görün! Onunla kıyam et!
Azimle işine başla!”
“Kalk ve uyar.” “Kalk!” Bir kıyam emridir bu. Kalk borusunun çalmasıdır.
Ama bazen ayağa kalkarak, bazen sürünerek, bazen yedirerek, bazen
gizlenerek İslâm’ın emirlerini icrâ etme, ayağa kaldırma emridir.
Kalk ve azmet! Kalk ve işe başla! Kalk ve inzar et! Kalk ki uyarabilesin!
Anlıyoruz ki uyarının yolu, kalkmaktan geçmektedir. Uyarabilmenin yolu,
kıyamdan geçmektedir. Eğer biz kalkmamışsak, kalkamamışsak, yani kıyamı
gerçekleştirememişsek, uyarının anlamı yoktur. Kalkamamışsak uyarmamız
da mümkün olmayacaktır. Kalkınca uyarılır. “Kalk!” ve arkasından
“uyar!” deniliyor.
Kıyam neydi? Kıyam gece kalkıp vahiyle bütünleşmekti. Gece vahiyle
beraber olmaktı, Allah’la diyalog içinde olmak, Allah’ın dediklerini anlamaya
çalışmaktı. Müzzemmil’de anlatıldığı gibi gece kalkıp tertîlle (yavaş
yavaş, hazmedip içselleştirerek Kur’an okumayı gerçekleştirmekti. İşte eğer
bizler bu kıyamı gerçekleştirebilirsek, gece kalkıp Allah’ın âyetleriyle birlikte
olmayı gerçekleştirebilirsek, enerjimizi vahiyden alırsak işte o zaman
insanları uyarabileceğiz demektir.
Eğer Rasûlullah, peygamberlik yükünü yüklendiği için insanları uyarmak
zorundaysa, biz de eğer peygamberin ümmeti olma yükünü, şerefini,
izzetini, teklifini yüklenmişsek, işte bunu omzumuzda hissederek biz de
• 34 •
Ahmed Kalkan
kıyam edecek ve arkasından insanları uyaracağız. Nerede? Nişanda, düğünde,
dernekte, dükkânda, okulda, çarşıda, pazarda, panayırda, yani dış
dünyamızda insanları uyaracağız. Bir de kendi iç dünyamızda yapacağız
bunu; kendimizi uyaracağız, ehlimizi uyaracağız.
Sanki Müzzemmil ile ferdî planda kulluk anlatılırken, Müddessir ile de
sosyal kulluk anlatılıyor. “Ey Müslüman kişi, sen kendin kıyam edip, kendi
kendini inzar ettiğin gibi, başka insanların kıyamı için de zemin hazırlamalısın!
Onlara da hakkı, hakikati duyurmalısın! Sen kendin cehennemden
korunduğun gibi onların da cehennemden korunmalarını sağlamalısın!”
diyor Rabbimiz.14
- 2. Âyet -
فَأَنذِرْ Šقُ ْ
Šق ُْ : klak فَأَنذِرْ : uyar (artık)
“Kalk; artık inzâr et/uyar!” (2. âyet)
Kalk ve uyar ki, iyilik ayağa kalksın! Kalk, meydanlara çık, insanları
uyar. Bu âyette Peygamber’den (s.a.s.) kalkıp insanları uyarması istenir.
Çünkü artık örtünme ve gizlenme zamanı geçmiştir. Şimdi çıkıp insanları
uyarma ve İslâm gerçeğini onlara duyurma vaktidir.
Şimdi biz bu âyeti okuduğumuzda şu mesajı anlarız: Yatağına uzanmış,
uyuyan uyuşuk insanlar, kalkın ve insanları uyarın. Uyuyan başkasını
uyaramaz. Önce siz uyanın ki, başkasını uyarabilesiniz. Arapların dilinde
“nezîru’l-uryan” (çıplak uyarıcı), eskiden beri bilinen bir tabirdir. Bir topluluğa
çok önemli bir tehlikenin geldiğini haber vermek için koşarak gelen
biri, uzaktan sesini duyuramadığında, elbisesini soyunur ve böylece tehlikenin
geldiğini duyururmuş.
14 Ali Küçük, Besairu’l Kur’an
• 35 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
İşte Peygamber efendimiz de (s.a.s.), bir nezîru’l-uryan gibi feryad u figan
ediyor, ev ev dolaşıyor, canların ve tenlerin cehenneme gitmemesi için
her insanın ayağına kadar gidiyor, onları İslâm’a çağırıyor.
Bazen de toplu
halde insanları İslâm’a çağırıyor. “Kalk, uyar” emri Muhammed aleyhisselâmın,
peygamber olarak tevhid dinini
ve Allah’ın mesajlarını insanlığa tebliğ
etmekle görevlendirilişinin ilânıdır. Rasûlullah Efendimiz bu emri aldıktan
sonra insanları tevhid dinine çağırmaya başlamış, son nefesine kadar da bu
görevini sürdürmüştür. Biz de aynı şekilde
insanlarla teker teker ilgileneceğiz.
Her yerde ve her zaman diliminde insanlara İslâm’ı anlatacağız.
Sûre daha başlangıçta, insanları şirkin ve zulmün karanlığından, zorbaların
tahakkümünden kurtarıp hidâyete ulaştırmak için Cenâb-ı Allah’ın
peygamber olarak seçtiği o nezih kulun şahsında bütün mü’minlere sesleniyor:
“Kalk ve insanları uyar” (2. âyet). Bu hitap kıyamete kadar mü’minlerin
kulağında çınlayacaktır. Allah Teâlâ, müslümana daldığı derin uykudan,
büründüğü örtüden sıyrılıp, cehenneme doğru sürüklenen insanları
Allah’ın dinine döndürmek için cihada ve mücadeleye girişmeyi, bu yolda
karşılaşılacak meşakkatlere hazır olmayı emrediyor.
Mevdûdi, bu âyetin açıklamısında der ki: Bu, Nuh’a (a.s) nübüvvetin
verildiği zaman verilen emir ile aynı yapıdadır. Nasıl ki ona “Kendilerine
dayanılmaz bir azap gelmeden evvel kavmini korkutup uyar.” 15 denilmişti.
Burada da “Ey üstüne örtü çekerek yatan, kalk! Çevrende gaflet içerisinde
bulunan insanları uyar, onları o muhakkak karşılaşacakları korkunç
son hakkında korkut. Eğer aynı yol üzerinde devam ederlerse bu korkunç
âkıbetle karşılaşacaklar. Onlara de ki: “Siz sağır ve kör bir sultanın saltanatında
yaşamıyorsunuz ki ne yaparsanız yapın, size hiçbir hesap sorulmasın.”
16
Seyyid Kutub da şöyle açıklar: Sûre, Peygamberimizi ağır ve son derece
önemli bir görevi üstlenmeye çağıran yüce bir sesleniş ile söze giriyor. Bu
görev insanlığı uyarma, onu dünyada kötülükten, ahirette cehennemden
kurtarma, henüz fırsat elde iken onu doğru yola iletme görevidir. Bu görev
o günlerde bir insana -bu insan bir peygamber de olsa- yüklenebilecek son
derece ağır ve zor bir görevdi. Çünkü o günlerin insanlığı öylesine sapık,
öylesine günahkâr, öylesine inatçı, öylesine söz dinlemez, öylesine azgın,
15 71/Nuh, 1
16 Mevdûdi, tefhimu’l Kur’an
• 36 •
Ahmed Kalkan
öylesine gözü kara, öylesine kaypak ve öylesine haktan, hakikatten uzaklaşmış
idi ki, onu hakkın sesini dinlemeye çağırmak dünyadaki yükümlülüklerin
en ağırı, en sıkıntılısı niteliğinde idi.
Evet, “Ey örtüye bürünerek saklanan Muhammed, kalk da uyar.” Peygamberlik
misyonunun en belirgin görevi olarak “uyarmak” farkında olmadan
sapıklık akıntısına kapılıp giden gafillere “kendilerini bekleyen yakın
bir tehlikeyi haber vermektir. Bu uygulama, Yüce Allah’ın kullarına yönelik
rahmetinin açık bir göstergesidir. Sebebine gelince; kullar yoldan sapmakla
Yüce Allah’ın görkemli egemenliğinde bir eksilme meydana getiremeyecekleri
gibi, doğru yola girmekle de O’nun sınırsız mülküne herhangi bir
katkıda bulunamazlar. Buna rağmen Yüce Allah’ın onları âhiretin acıklı
azabından, dünyanın mahvedici kötülüklerinden kurtarmak için gösterdiği
yoğun ilgi, Peygamberleri aracılığı ile onları af dilemeye çağırması ve
onları keremi ile affederek cennetine koyması O’nun engin merhametinin
gereğinden başka bir şey değildir. 17
İnzâr / Uyarı
İnzâr; adakta bulunma anlamına gelen “ne-ze-ra” kökünden türemiş bir
kavramdır. “İnzâr”ın kelime anlamı, bir şeyin sonucundaki tehlikeyi haber
verip sakındırmak, uyarmak, tenbih, ikaz, ihtar, dikkatini çekmek, korku
verip uyanık kılmak demektir. İnzâr, korkulu bir şeyden sakındırmak için
uyarmak, yani, “ileride şu fenalık var, sakın!” diye doğru yolu göstermektir.
Sevinç haberi vererek müjdelemek demek olan “tebşir” in zıddıdır. İnzâr
kelimesinin “korkutmak”la ilgisi varsa da, Türkçe’de bir kelime ile ifade etmek
gerektiğinde “uyarı” diye tercüme edilmesinin daha uygun olduğunu
görüyoruz.
İnzâr işini yapan, yani bir tehlikeyi haber vererek başkasını uyaran
kimse ya da nesneye “nezîr” veya “münzir” denir. Nitekim kabile çatışmalarının
yoğun olduğu cahiliyye döneminde, baskına gelen düşmanları
görerek kabilesini bundan haberdar eden kimseye “nezîr” denmiştir. Avı
uyardığı için, yayın tınlama sesine ve ölümün uzak olmadığını hatırlatan
uyarıyı yaptığı için, ağarmış olan saça da “nezîr” tabiri kullanılmıştır.
17 Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an
• 37 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Kur’an’da İnzâr Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de inzâr kelimesi, türevleriyle birlikte 130 yerde geçer.18
Kur’anî bir kavram olarak “inzâr”, Cenâb-ı Allah’ın, peygamberleri aracılığıyla
kullarını uyarması, onları kötü âkıbetten sakındırmasıdır. “İnzâr”
görevini ifa etmeleri sebebiyle peygamberlere de “nezîr” ve “münzir” denir.
Âlemlerin Rabbi olması hasebiyle kullarını en iyi tanıyan ve onlara nasıl
hitab edilmesi gerektiğini en iyi bilen Allah Teâlâ, insanlık tarihi boyunca,
hak yoldan saparak şirk ve inkâr bataklığına saplanan kavimleri “inzâr”
etmeleri için, zaman zaman “nezîr”ler göndermiş ve bunların uyarılarına
kulak asmayanları, kendilerinden sonrakilere ibret olacak şekilde cezalandırmıştır.
“Âd kavminin kardeşini an ki, o, Ahkaf ’da kavmini uyarmıştı. Kendinden
önce ve sonra uyarıcılar gelmiş olan kavmine; ‘Allah’tan başkasına
kulluk etmeyin. Ben, sizin, büyük bir günün azabına uğramanızdan korkuyorum’
demişti.” 19 Kur’an’da çoğunlukla inzâr kelimesi ile ifade edilen uyarı,
bazan cehennem azabı ve bazan da eski kavimlerin başlarına gelen helâk
hatırlatılarak yapılır. “Görmedin mi, Rabbın ne yaptı Âd kavmine; ülkelerde
benzeri yaratılmamış olan İrem’e; vadilerde kayaları yontan Semûd’a; kazıklar
sahibi Fir’avn’a! Ki, hepsi ülkelerinde azgınlık ederek fesadı yaymışlardı.
Bunun için Rabbin onların üstüne azap kamçısı yağdırdı.” 20
İnzâr/uyarma görevi, yalnız Allah’ın ülûhiyetine inanan bir eylemin
toplumsal anlamda başlamasıdır. İnzâr (uyarma), hayatî önemi olan bir
haberin dost-yabancı demeden herkese açıkça duyurulmasıdır. Kavramda,
gizlilik yerine açıklık ana ögedir. Dolayısıyla muhataplar sınırlı değildir;
uyarı görevinin iletilmesi tüm insanlara yöneliktir. Uyarıda önemli olan
tevhiddir, Allah’ın ülûhiyetidir. “(İnsanları) uyarın ki, Ben’den başka ilâh
18 Uyarma anlamındaki “inzâr” kelimesinin kökü “n-z-r” ve türevlerinin geçtiği âyet-i kerimeler (toplam
130 yerde): 2/Bakara, 6, 6, 119, 213; 4/Nisâ, 165; 5/Mâide, 19, 19; 6/En’âm, 19, 48, 51, 92, 130; 7/A’râf, 2, 63,
69, 184, 188; 9/Tevbe, 122; 10/Yûnus, 2, 73, 101; 11/Hûd, 2, 12, 25; 13/Ra’d, 7; 14/İbrâhim, 44, 52; 15/Hıcr,
89; 16/Nahl, 2; 17/İsrâ, 105; 18/Kehf, 2, 4, 56, 56; 19/Meryem, 39, 97; 21/Enbiyâ, 45, 45; 22/Hacc, 49; 25/
Furkan, 1, 7, 51, 56; 26/Şuarâ, 115, 173, 194, 208, 214; 27/Neml, 58, 92; 28/Kasas, 46, 46; 29/Ankebût, 50;
32/Secde, 3, 3; 33/Ahzâb, 45; 34/Sebe’, 28, 34, 44, 46; 35/Fâtır, 18, 23, 24, 24, 37, 42, 42; 36/Yâsin, 6, 6, 10,
10, 11, 70; 37/Sâffât, 72, 73, 177; 38/Sâd, 4, 65, 70; 39/Zümer, 71; 40/Mü’min, 15, 18; 41/Fussılet, 4, 13; 42/
Şûrâ, 7, 7; 43/Zuhruf, 23; 44/Duhân, 3; 46/Ahkaf, 3, 9, 12, 21, 21, 29; 48/Fetih, 8; 50/Kaf, 2; 51/Zâriyât, 50,
51; 53/Necm, 56, 56; 54/Kamer, 5, 16, 18, 21, 23, 30, 33, 36, 37, 36, 39, 41; 67/Mülk, 8, 9, 17, 26; 71/Nûh,
1, 2; 74/Müddessir, 2, 36; 77/Mürselât, 6; 78/Nebe’, 40; 79/Nâziât, 45; 92/Leyl, 14. (Ayrıca; n-z-r kökünü
paylaşan, fakat “nezretmek, adamak anlamındaki âyetler -toplam 5 yerde-: 2/Bakara, 270; 3/Âl-i İmrân,
35; 19/Meryem, 26; 22/Hacc, 29; 76/İnsan, 7.)
19 46/Ahkaf, 21
20 89/Fecr, 6-14
• 38 •
Ahmed Kalkan
yoktur.” 21; “Bu, insanlar için bir tebliğdir, bununla uyarılsınlar ve bilsinler ki
‘O, tek bir ilahtır ve akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar” 22; “Bu Kur’an
bana, sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için vahyedildi.” 23; “İnsanları, onlara
azabın geldiği gün ile uyar.” 24
Rasûlullah (s.a.s.)’in İslâm’ı tebliğ için risalet görevine ilk defa “inzâr”la
başlamış olduğunu da Kur’an’dan öğreniyoruz: “Ey örtüye bürünen! Kalk,
inzâr et.” 25 Bu emirden sonra, Peygamberimiz (s.a.s.) “inzâr” görevine başlamış
ve “Sen ilk olarak en yakın hısımlarını/akrabalarını inzâr et” 26 emri
uyarınca, önce yakın hısımlarını uyarmıştır. Rivâyete göre “En yakın hısımlarını
uyar” âyeti nâzil olunca, Hz. Peygamber, Safâ tepesine çıkıp çevresindeki
insanları çağırmıştı. Halkın toplandığını gören Allah elçisi; “Ey
Abdülmuttalib oğulları! Ey Fihr oğulları! Ey Lüeyy oğulları! ‘Şu dağın arkasında
size saldırmak isteyen bir süvari birliği var’ desem, beni tasdik eder misiniz?”
diye sorar. Onlar da “evet” derler. Bunun üzerine; “Ben sizi önünüzdeki
azapla uyaran bir nezîrim.” der. Ebû Leheb: “Bundan böyle hüsranda
olasın!” diye beddua eder. 27
Bundan sonra Rasûlullah (s.a.s.), hayatının sonuna kadar inzâr görevini
eksiksiz bir şekilde yapmıştır. Bir yandan müşrikleri hak yola dâvet
ederek inanmayanları ahiret azabıyla inzâr etmiş, diğer yandan kendisine
inananları, her türlü günaha karşı uyarmıştır. Bu tür inzârlar, Kur’an’da büyük
bir yer tutar:
“Ey ehl-i kitab! Peygamberlerin arası kesildiğinde, size açıklayıp duran
elçimiz gelmiştir. Tâ ki; ‘bize ne müjdeci, ne de uyarıcı gelmedi’, demeyesiniz.
İşte size hem müjdeci hem de uyarıcı gelmiştir. Allah her şeye kaadirdir.” 28
“Eğer yüz çevirirlerse de ki; ‘İşte sizi Âd ve Semûd’u çarpan yıldırım gibi
bir azabla inzâr ettim.” 29
21 16/Nahl, 2
22 14/İbrahim, 52
23 6/En'âm, 19
24 14/İbrahim, 44
25 74/Müddessir, 1-2
26 26/Şuarâ, 214
27 Buhâri, Tefsir Sure 111/1-2
28 5/Mâide, 19
29 41/Fussılet, 13
• 39 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
“Sizi, yakın gelecekteki azabla uyardık. O gün kişi, elleriyle sunduğuna
bakar. Kâfir de; ‘keşke toprak olsaydım’ der.” 30
Tüm bunlara rağmen, inkârcılar ve inanmak istemeyenler yine de
inanmaz, karanlığı aydınlığa tercih ederler. “Kâfirleri inzâr etsen de etmesen
de birdir, inanmazlar.” 31; “Göklerde ve yerde bulunanlara bir bakın!’ de.
Ama inanmayacak bir millete âyetler ve inzârlar fayda vermez.” 32; “Onları
uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar. Sen, ancak zikre
(Kur’an’a) uyan ve görmeden Rahman’dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte
böylesini, bir mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele.” 33
Mü’minlerin Uyarılması
“Sen, ancak görmeden Rab’lerinden korkanları ve namaz kılanları uyarırsın.”
34; “Sen ancak zikre (Kur’an’a) uyan ve görmeden Rahmân’dan korkan
kimseleri uyarabilirsin. İşte böylesini mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele.”
35; “Kulları içinden ancak bilginler, Allah’tan korkar” 36; “Sen ancak, huşu
sahibi, Allah’tan korkanları uyarırsın.” 37 Kur’an-ı Kerim, huşu sahibi, Allah’tan
korkan kimseler için bir öğüttür. 38
Allah’a iman edenler, kâfirlerin uyarılmasından farklı inzâr ediliyor:
“Rablerine toplanacaklarından korkanları Kur’an’la uyar. Ondan başka ne
bir dost ne de bir şefaatçileri vardır. Umulur ki sakınırlar.” 39
“Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan
ateşten koruyun. Onun başında iri gövdeli, sert tabiatlı, Allah’ın kendilerine
emrettiği şeylere karşı gelmeyen ve emredileni yapan melekler vardır.” 40
30 78/Nebe', 40
31 2/Bakara, 6
32 10/Yûnus, 101
33 36/Yâsin, 10-11
34 35/Fâtır, 18
35 36/Yâsin, 11
36 35/Fâtır, 28
37 79/Nâziât, 45
38 20/Tâhâ, 3
39 6/En'âm, 51
40 66/Tahrim, 6
• 40 •
Ahmed Kalkan
“Bir de öyle bir fitneden sakınınız ki, içinizden yalnızca zulmedenlere isabet
etmez. Biliniz ki, Allah’ın azabı şiddetlidir.” 41
“Öyle bir günden sakınınız ki, o günde kimse, kimse için bir şey ödeyemez,
şefaatı kabul edilmez, fidye alınmaz ve onlara yardım da edilmez.” 42
Gerçekten iman edenler için, ayrıca herhangi bir dünyevî cezaya gerek
kalmaksızın, her türlü kötülüğe karşı caydırıcı olarak bu “inzâr”/uyarılar
yeterlidir.
“Hiç şüphesiz kâfirleri ha korkutmuşsun, ha korkutmamışsın; onlara göre
birdir. Onlar iman etmezler.” 43 Bu âyette geçen inzârın kalpleri mühürlü
kâfirlerin inzâr edilmesinin faydasızlığı o kâfirler içindir. Âyette “Senin
korkutmanla korkutmaman birdir” denmiyor. Eğer tebliğin tesirsiz kalırsa
tereddüt etme, şüpheye düşme! Hata, senin tebliğ ettiğin nur gibi âyetlerde
değil; o âyetlere gözlerini yumanlardadır. Güneşli havada gözlerini yumarak
giderken kanala veya çukura düşen kişi kabahati güneşe bulamaz. Gözlerini
kapayan kişi için güneşin doğmasıyla batması aynıdır, fark etmez.
Sen, insanların yollarının cehennem çukuruna doğru gittiğini, düşerlerse
çıkamayacaklarını onlara söyle, o yoldan onları çevirmeye çalış, cennete
giden yola gitsinler. Bu küfür yolunda yürürlerse ailelerde iffet, insanlarda
merhamet, mahkemelerde adalet, toplumda huzur kalmaz.
Senin bu korkutmalarına rağmen ateş çukuruna doğru koşuyorlarsa bu
onların yaptıkları kötülükler nedeniyle Allah’ın onların akıllarını, kulaklarını,
gözlerini kapatmasındandır. Allah, Yâsin suresinin 10. âyetinde bu
âyetin bir kısmını tekrarladıktan sonra 11. âyette Kur’an’a uyan Rahman’a
iman eden kişilerin uyarıya kulak vereceklerini haber verir.
Günümüzde “ben Allah’tan korkmam, Allah varsa beni çarpsın” diyen
kâfirler, ormanlar kralı aslan’ın yelesine konup sonra da “hani aslan, neredeyse
karşıma çıksın, ben aslandan korkmam” diyen sinek gibidirler. Aslandan
korkmak için ceylan olmak lazım. Aslan hakkında bilgisi olmayan
ondan korkmaz. İki yaşındaki çocuk korkmadan elektrik cereyanına elini
41 8/Enfâl, 25
42 2/Bakara, 48
43 2/Bakara, 6
• 41 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
uzatırsa bu onun cesaretine işaret etmez, cehaletine işaret eder. “Allah’dan
ancak âlim kulları korkar.” 44
Uyarıların, sert ve katı olması gerekmez. Bilakis yumuşak uyarılar ve
tavırlar, daha etkili ve güçlü olabilir. Cenâb-ı Hak, “Fir’avn’a gidin, çünkü o
azdı. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır veya korkar.” 45 buyurarak,
dikkatimizi bu noktaya çekmektedir. Korkulacak tek varlık ise, ancak Allah’tır.
Mü’minler, uyarı görevlerini yerine getirirlerken, kendilerini kınayacak
kişilerden korkmayacaklardır.46 “Onlar ki, Allah’ın gönderdiği emirleri
tebliğ ederler/duyurlar; Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden
korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah (herkese) yeter.” 47 Uyarı, öncelikle
akrabaya 48, sonra yakın çevreden yayılarak bütün insanlara olacaktır. 49
Uyarının Fayda Etmediği Kâfirler
Âyette geçen kâfirlerden maksat, küfrün kalplerinde kök saldığı için
iman yeteneğini yitirecek noktaya gelmiş inatçı inkârcılardır; yoksa genel
kapsamıyla herhangi bir küfür içinde olan tüm kâfirler değildir. İnanmak
istemeyen, tüm alıcılarını kapatanlar, hidâyet için gerekli yolları ve arayışları
terk edenleri uyarıp uyarmamak, onlar için aynıdır, fark etmez. Yoksa,
âyette, bütün kâfirler için uyarı fayda vermez denilmiyor. Kâfirlerden,
İslâm dâvetini başından beri karşısına alan, kalplerini hakka, düşünmeye,
yani İslâm’a kapatanlar; reddetmek bile olsa, bilinçli olarak reddetmeye
yanaşmayanlar kimselerdir. Bunlar, tutumunda ısrar eden, inatçı bir tavır
takınanlardır. Ne kendisinin, ne de başkasının takınılan tavrın doğruluğu
veya yanlışlığı konusunda herhangi bir düşünce deneyimine veya pratik bir
diyaloga girmesine müsaade etmeyen kesimdir. Hemen bundan sonra gelen
âyette açıklandığı üzere, kendi tavır ve davranışları yüzünden kalpleri
mühürlenen, gözlerinde perde olan insanlardır. İşte teşvik ve ikazın, korkutmanın
fayda vermediği grup budur. Bunlar, Allah’ın âyetlerini dinlemeye,
çağrıldıkları şeyi düşünmeye hazır değillerdir. Basiretlerini kullanmaya,
Allah’ın yüceliğini takdir etmelerini isteyen etrafını kuşatmış koca kâinat
kitabının âyetlerini okumaya, evreni ibretle incelemeye hazır değillerdir.
44 35/Fâtır, 28; Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, Cantaş Y., c. 1, s. 90-91
45 20/Tâhâ, 44
46 bk. 5/Mâide, 54
47 33/Ahzâb, 39
48 26/Şuarâ, 214
49 14/İbrahim, 44; 10/Yûnus, 2
• 42 •
Ahmed Kalkan
Biz, peygamber’in bu grubun hidâyete gelmesi için birçok defa, değişik
vasıtalar ve yöntemler kullanarak insanüstü bir gayretle çabaladığını,
karşılaştığı nankörlük, inkâr, psikolojik ve manevî komplekslere rağmen
bu çabasından geri durmadığını biliyoruz. Peygamber, İslâm’ın ana ilkelerinden
hareketle dâvet eylemini gerçekleştiriyor, bu yolda her çeşit meşrû
vasıtaya başvuruyordu. Hz. Peygamber, bütün insanların, bu arada yukarıda
özellikleri belirtilen inatçı inkârcıların da imana gelmesi ve hidâyete
tabi olmasını hırsla istiyordu. Allah, rasûlünü teskin etmek için, onun tebliğ
görevini yaptıktan sonra, hidâyetin peygamberin elinde olmadığını hatırlatarak
neticenin olumsuz olduğuna üzülmemesi gerektiğini bildirmek
için bu âyetleri indiriyordu. İbn Kesir, bu âyetin bunun üzerine indiğini
Abdullah İbn Abbas’tan rivâyet eder.50 ‘Öyleyse Ey Peygamber, sen kendini
mahvedecek şekilde onların uğrunda hebâ etme. Kendilerine hakkı tebliğ
et; yüz çevirirlerse onlar için üzülme. Yüz çevirmeleri seni mahvetmesin,
ümitsizliğe de düşürmesin. Senin için ancak tebliğ vardır. Hesap bize âittir.
Ve sen ancak bir uyarıcısın’ anlamında söyleniyordu: “O kâfirleri uyarsan
da uyarmasan da (azap ile) onları korkutsan da korkutmasan da müsavidir;
çünkü onlar iman etmezler.” 51
Peygamberimiz, risâlet görevini yapmak için, kalkması ve uyarması/
korkutması52 gerekiyordu. Uyarıya, yakınlarından, yakın akrabalarından
başlaması53 gerekiyordu. “Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ
et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun.”54 emrini
tüm içtenliği ve tüm kapsamıyla yerine getiriyordu. Ama Peygamber’in
tüm insanları ateşten kurtarmak için, kendini harap edecek şekilde çabası,
dünyevî açıdan somut bir sonuç getirmemiş, başarılı netice sağlamamıştır.
Çünkü karşısındaki toplum, tavır ve tutumlarıyla, kalp ve duyularıyla düşünmeye
ve inanmaya karşı kendilerini kilitliyor; kendilerini büyüklük taslama
çıkmazına atıyorlardı. Bu yüzden, uyarının kendilerine fayda etmeyeceğini
bildiren âyetler, peygamber’in onlara karşı konumunu belirliyordu.
Artık Peygamber, sonuçsuz kalacağını kesin bildiği bir çağrıyla zamanını
harcamamalı, bu alandaki enerji ve çabasını başka bir tarafa aktarmalıdır.
Davasını, gönlünü bu mesaja kapatmayan başka insanlara yönelmelidir.
50 İbn Kesir, Çağrı Y. 2/180
51 2/Bakara, 6
52 74/Müddessir, 2
53 26/Şuarâ, 214
54 5/Mâide, 67
• 43 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Kalplerini imana açan, gözlerini sırat-ı müstakime diken ve faydalı sözlere
kulak veren başka topluluklara çağrıda bulunmalıdır.
Çağdaş Dâvetçi/Uyarıcının, İnzârın Fayda
Edip Etmediğiyle İlgili Konum Tespiti
Bu günkü insanın, dünkü insandan farkı olmadığı gibi, çağdaş küfrün
durumu ve sapıklığı da, dünkü küfrün durumuyla aynıdır. Küfrün genel
karakteri, kâfir toplulukların ana özellikleri değişmemiştir. Buna göre müslümanın,
içinde yaşadığı toplumları bilinçli bir şekilde incelemesi gerekir.
Orada yaşayan insan tiplerinden hangisine girdiklerini belirlemesi gerekmektedir.
Ortam ve tebliğ tavrını vahyin ışığı altında belirleyerek, Peygamber
dönemindeki muhataplarla kendi muhataplarını kıyaslayarak durum
tespiti yapmalıdır. Bu tespitten sonra artık o insanlara karşı Kur’anî bir tavır
koymalıdır. Eğer, karşı karşıya bulunduğu topluluklar, düşünce ve eylem
olarak inatçı bir tutum takınıyor, akletmek ve görmek istemiyorlarsa onlarla
diyaloga geçmek, boşuna harcanan bir enerji olabilir. Petrol çıkmayacağı
belli olan yere sondaj zahmet ve israfına defalarca girmemeli; petrol çıkma
ihtimali yüksek olan yerlere sondaj salmalı, çıkan petrolleri rafine ederek
arındırma görevini ihmal etmemelidir.
Tabii, insanların dâvete duyarsız olup olmadıklarını, kalp ve diğer alıcılarını
kapatıp kapatmadıklarını tespit etmek için; yeterli, verimli, kapsamlı
bir şekilde, usul ve metodlara riâyet edilerek gerçek dinin gerçek şekilde
tebliğinin ulaştırılmasının şart olduğu unutulmamalıdır. Yani, doğru bir
şekilde uyarı yapılmadan muhatapları damgalandırmak yanlış olur; bunun
bilincinde ve bu aşamalardan sonra muhatapları tasnif etme gereğini
dâvetçi müslüman aklından çıkarmamalıdır. Eğer muhatap kitle, düşünce
yoluyla akide meselelerine, hatta hayatla ilgili konulara yatkın değillerse,
akıllarını kullanmak istemiyorlarsa, doğrudan bir diyaloga hazır değillerse,
müslüman, onlarla iman arasındaki engeli, var olan psikolojik duvarı yıkmak
için başka yollar aramalıdır. Ondan sonra, insan ve düşünce önündeki,
iman ve müslümanca anlayış ve hayat önündeki engelleri yok ettikten sonra
onlarla yeniden bir diyaloga girmeyi denemelidir.
Kâfirlerin hakka karşı tutumları, onlara tebliğ yapmamıza engel değildir.
Âyette “kâfirleri uyarsan da uyarmasan da onlar için eşittir” denilir;
“senin için birdir” denilmez. Yani, hem peygamber, hem peygamberin vâ•
44 •
Ahmed Kalkan
risi olan tebliğciler, kâfirlere uyarı görevini yapmak zorundadır; kâfirleri
uyarıp uyarmamaları kendileri açısından aynı değildir. Zâten biz, onların
kalplerinin mühürlü olup olmadığını da bilemeyiz. Fir’avn’a, Ebû Cehil’e
bile hem de defalarca tebliğ edilmesi peygamberlerin görevleri arasındaydı.
Tabii ki, onlar kadar küfürde azgın bile olsalar, günümüzdeki keferelere de
İslâm tebliğ edilmelidir. Fakat bu tebliğler insanların hidâyetine sebep olmayabilir.
Bu sonuca üzülmememiz, yılgınlığa, ümitsizliğe kapılmamamız
gerekir. Çünkü bunlar hakkı ve kurtuluşu istemeyen gruptan olabilir.
Bütün Toplumlar Peygamber Aracılığıyla Uyarılmıştır
Yaptıkları hangi davranışın gelecekte kendileri için fayda, hangisinin
zarar getireceği, toplumlar tarafından kesin bir şekilde bilinemez. Toplumun
nelere muhtaç olduğu, ihtiyaçlarının hayvanlara ilham edildiği gibi
edilseydi, o zaman insan türü olmazdı. Ya arı ve karınca gibi bir başka hayvan
türü, veya melekler gibi olurlardı. Oysa insanlar imtihan olunmaktadır
ve Allah, dikkat edeceği şeyleri onlara bildirmektedir. “Kısa ve doğru yolu
Allah gösterir.”55; “Bize yollarımızı göstermişken neden Allah’a dayanmayalım?”
56; “Biz ona yolu gösterdik.” 57
Toplumların, tercih ve seçimlerinde dikkat edecekleri fayda ve zararın
ölçüsü, ilahî yasalardır. Bu yasalara bakarak; hangi şeylerin kendileri için
iyi, hangilerinin kötü olduğunu öğrenip hareket edeceklerdir. Bu nedenle
Allah, her topluma yasalarını açıklayan elçiler göndermiştir. “Her toplumun
bir yol göstericisi vardır.” 58; “Her toplum içinde mutlaka bir uyarıcı geçmiştir.”
59; “Andolsun Biz her toplum içinde Allah’a kulluk edin, tâğuta kulluktan kaçının
diye bir peygamber gönderdik.” 60; “Andolsun senden önce, evvelki (toplum)
ların kolları içine de elçiler gönderdik” 61 Bu elçiler, Allah’ın yasalarına
uyulmasını isteyerek emredilen davranışlardaki güzellikleri ve yasaklanan
çirkinlikleri açıklarlar. Yaptıkları davranışların sonunda nasıl bir karşılık
göreceklerini toplumlarına bildirirler.
55 16/Nahl, 9
56 14/İbrahim, 12
57 76/İnsan, 3
58 13/Ra’d, 7
59 35/Fâtır, 24
60 16/Nahl, 36
61 15/Hıcr, 10
• 45 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Eğer, elçiler gönderilmeseydi helâk edilenler Allah’a: “Bize önce bir elçi
gönderseydin inanırdık, senin âyetlerine uyardık. Neden bizi hiç uyarmadan
cezalandırdın?” deyebilirlerdi. İşte, kimsenin Allah’a karşı bahanesi
kalmasın diye Allah elçiler göndermiştir. “Kendi elleriyle yaptıkları (günahları)
yüzünden başlarına bir felaket geldiği zaman: ‘Ey Rabbimiz, bize bir elçi
gönderseydin de âyetlerine uyup mü’minlerden olsaydık’, diyecek olmasalardı
(seni göndermezdik. Bu bahanelerine fırsat vermemek için seni gönderdik.)”
62; “Bunları müjdeleyici ve uyarıcı elçiler olarak (gönderdik) ki, elçiler geldikten
sonra insanların Allah’a karşı bahaneleri kalmasın.” 63; “Ey kitap ehli, elçilerin
arasının kesildiği, bir boşluk meydana geldiği sırada size elçimiz geldi,
size gerçekleri açıklıyor ki, (yarın kıyamette:) ‘bize bir müjdeleyici ve uyarıcı
gelmedi’ demeyesiniz. İşte size müjdeleyici ve uyarıcı geldi.” 64
Nitekim Allah’a ortak koşanlar böyle söylediklerinde Allah, elçiler gönderdiğini
belirterek, bu iddialarını reddetmiştir: “Şirk koşanlar: ‘Allah dileseydi
ne biz, ne de atalarımız O’ndan başka bir şeye tapmazdık ve O’nsuz
hiçbir şeyi haram kılmazdık’ dediler. Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı.
Elçilere düşen, yalnız açıkça tebliğ etmek değil midir? And olsun biz, her toplum
içinde, Allah’a kulluk edin, tağut(a kulluk etmek)ten kaçının diye bir elçi
gönderdik.” 65
Kur’an yirmi beş elçiden bahseder: Âdem, İdris, Nuh, Hud, Salih, İbrahim,
Lut, İshak, İsmail, Yakub, Yusuf, Eyyub, Şuayb, Musa, Harun, Yunus,
Davud, Süleyman, İlyas, Elyasa, Yahya, Zekeriyya, Zülkifl, İsa ve Muhammed
(s.a.s.). Bütün elçiler bunlardan ibaret değildir. “Andolsun Biz, senden
önce de elçiler gönderdik. Onlardan kimini sana anlattık, kimini de anlatmadık.”
66 âyeti, Kur’an’da adı zikredilmeyen elçilerin de olduğunu söyler.
En son gönderilen elçi, Hz. Muhammed’dir (s.a.s.). Kur’an bize ondan
sonra elçi gönderilmeyeceğini söyler: “Allah’ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur.”
67 İslâm’dan sonra etkili ve kapsamlı bir dinî hareketin olmaması
bu sözü kuvvetlendirir. Öte yandan yeni bir elçiye gerek de yoktur.
62 28/Kasas, 47; Taha, 134
63 4/Nisâ, 165
64 5/Mâide, 19
65 16/Nahl, 35-36
66 40/Mü’min, 78
67 33/Ahzab, 40
• 46 •
Ahmed Kalkan
Kur’an’a baktığımızda bir peygamberin dört şey için gönderildiği görülür:
Daha önce kendilerine herhangi bir peygamberin gönderilmediği topluma
gönderilir. Bir önceki elçinin talimatı unutulmuş, tahrif edilmiş, gösterdiği
yolun takip edilmesi mümkün değilse yeni elçi gönderilir.
Önceki elçilerin vaaz, telkin ve talimatı eksik kaldığı, toplumları yeteri
kadar hidâyet bulamadığından, dinin tamamlanması için yeni elçi gönderilir.
Bir elçiye yardımcı olmak için, yeni elçi gönderilir.
Bu durumlar gözden geçirildiğinde, Hz. Muhammed’den (s.a.s.) sonra,
yeni bir peygamber gönderilmesine ihtiyaç olmadığı görülür. Zira o, yeryüzündeki
bütün toplumlara gönderilmiştir. Getirdiği mesaj (Kur’an) korunmuştur.
Getirdiği mesajda tamamlanacak herhangi bir şey yoktur. Yardımcıya
da ihtiyacı yoktur. Olsaydı, yaşadığı zamanda gönderilirdi.68
Diğer taraftan, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) son peygamber olması ve
Kur’an’ın en son vahiy olması, müslüman olduğunu ileri sürenlere, açıkça
çok ciddi bir sorumluluk yüklemektedir. Mesajın, onu duymayanlara iletilmesi,
peygamberden sonra müslümanların görevidir.
Elçi Gönderilmeyen, Uyarı Yapılmayan
Toplumlar Helâk Edilmezler
Evren, harika güzelliği ve âhengi ile bir yaratıcıya işaret ederek, insanların
fıtratlarında mevcut olan yaratıcıyı kabul etme duygusunu harekete
geçirir. İnsanların akılları da iyilik ve kötülük arasında bir ayırım yapabilir.
Ancak, bunlar (fıtrat ve akıl), çeşitli nedenlerle fonksiyonlarını yerine getirmeyebilirler.
Evrene serpiştirilmiş âyetlere (iman delillerine) dikkat edilmeyebilir.
İnsanların sağlam fıtratları, saptırıcı faktörlere maruz kalabilir.
Cinlerden ve insanlardan olan şeytanlar, insanların bünyelerinde yer alan
zaaf noktalarına dayanarak, onları saptırır. Akıl, insanı, arzu ve isteklerin,
zaafların ve şehevî ihtirasların baskısı altında bırakabilir.
İnsanların fıtratlarının ve akıllarının evrende yer alan âyetleri, yani hidâyet
delillerini ve iman belirtilerini araştırıp hayatlarını dayandıracakları
68 Mevdûdi, Tefhimü’l Kur’an, İnsan Y., c. 4, s. 480-481
• 47 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
bir sistemi belirlemesi, sonuçta hak ve doğruluk üzere bulunmayı gerçekleştirmesi
mümkün görülmediğinden, sorumlu kabul edilmesi ona yapılmış
bir haksızlık olarak değerlendirilebilir. Fıtratlar ve akıllar sapabildiğinden,
onlara fonksiyonlarını hatırlatan bir uyarıcı gerekir. Uyarıcı olmadan
fıtratların ve akılların insanları doğruya götürememesi nedeniyle, onları
cezalandırmanın zulüm olduğu söylenebilir.
Allah insanların fıtratlarını dıştan gelen sis tabakasının etkisinden,
yozlaşmadan, sapıklıktan kurtarmak, aklını arzu ve isteklerin, zaafların ve
şehevî ihtirasların baskısından kurtarmak amacıyla onlara peygamber göndermeden,
âyetlerini açıklamadan sorumlu tutmayı dilememiştir.69 “Biz
hiçbir kenti helâk etmedik ki, onun uyarıcıları olmasın (helâk etmeden önce
mutlaka uyarıcı gönderdik.)(Uyarıcılar) uyarırlardı. Biz zulmedici değildik.”
70; “Bu böyledir. Çünkü Rabbin, halkı habersiz iken ülkeleri zulüm ile helâk
edici değildir.” 71; “Biz elçi göndermedikçe azap edecek değiliz.” 72
Âyetlerden Allah’ın elçi göndermediği bir takım toplumlar bulunabileceği
anlaşılmamalıdır. Aksine, âyetler şunu vurgulamaktadır: Eğer Allah
elçi gönderip uyarmadan kentleri helâk etseydi, o kentlerin halkına zulmettiği
değerlendirmesi yapılabilirdi. Allah ise zulümden münezzehtir.
Bundan dolayı elçiler gönderir, insanları uyarır, onlara hak yola gelmeleri
için fırsat verir, süre tanır, yola gelip gelmeyeceklerine bakar. Bütün bunlara
rağmen yola gelmezlerse, o zaman cezayı hak ederler. “Ey cin ve insan topluluğu,
içinizden size âyetlerimi anlatan ve bu gününüzle karşılaşacağınıza
dair sizi uyaran elçiler gelmedi mi? ‘Kendi aleyhimize şahidiz’ dediler. Dünya
hayatı onları aldattı ve kendilerinin kâfir olduklarına şahitlik ettiler” 73 Âyet,
insan ve cin topluluklarına elçi gönderildiği vurguluyor. Aksi takdirde insanların
cezalandırılması âdil kabul edilmeyebilir. Çünkü bu durumda insanlar,
doğru yola uymalarını gerektiren bilginin kendilerine ulaşmadığı,
bu nedenle de cezalandırılmamaları gerektiği özrünü (veya bahanesini) ileri
sürebilirler. “Dediler ki: ‘Rabbinden bize bir âyet (mucize) getirmeli değil
mi?’ Onlara önceki kitaplarda bulunan delil gelmedi mi? Şâyet onları ondan
önce bir azap ile helâk etseydik: ‘Rabbimiz, bize bir elçi gönderseydin de, böyle
alçak ve rezil olmadan önce senin âyetlerine uysaydık’ derlerdi.” 74
69 Seyyid Kutub, Fi Zılâl, c. 3, s. 67
70 26/Şuarâ, 208-209
71 6/En’âm, 131
72 17/İsrâ, 15
73 6/En’âm, 130
74 20/Tâhâ, 133, 134
• 48 •
Ahmed Kalkan
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) de, kendilerinin ve atalarının
uyarılmadığı bir topluma gönderilmiştir. “Babaları uyarılmamış, bu yüzden
kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için (seni gönderdik).”
75 Ancak, peygamberimiz’in uyarısı, bütün insanlığı da içine alır. O’ndan
sonra uyarıcı gelmeyeceği için, bütün toplumlar O’nun mesajını kendilerine
hidâyet kaynağı kabul edip, rehber edinmelidirler. Şu da bir gerçek ki,
O’nun mesajının bütün insanlara eksiksiz bir şekilde açıklanması, O’ndan
sonraki müslümanların görevidir. Bu yapılmadan, O’nun dâvetini hiç işitmemiş,
işitse bile, kasıtlı bir tarzda saptırılmış olarak işiten toplumların
helâk olmalarını beklemek, sünnetullahın anlaşılmaması demektir. Zira
toplumların helâki ile ilgili sünnetullahın hükmü çerçevesine, dâvetle karşılaşan
ve uyarılan toplumlar girer: “Çünkü Rabbin, halkı habersiz iken ülkeleri
zulüm ile helâk edici değildir.” 76
Toplumun Önderleri Toplumdan Sorumludur
Toplumların inanıp inanmamasında, başlarında bulunan liderlerinin
büyük etkisi vardır. Toplumda yüksek makam sahibi insanlar lider olurlar
ve insanların çoğu; iyi de olsa, kötü de olsa bu liderlere uyarlar. Bu nedenle
onların kötü amelleri kendileriyle sınırlı kalmaz, bilakis bir topluluğun
bozulmasına sebep olur. İyi amelleri de kendileriyle sınırlı kalmaz ve birçok
insanın da kurtuluşuna vesile olur. İşte bu nedenle, yani hem kendi
günahları, hem de başkalarını doğru yoldan saptırmaları yüzünden cezalandırılırlar.
İyi amel işlediklerinde de, sadece kendi işledikleri iyi amelleri
nedeniyle değil; iyiye yönelttikleri diğer insanlar nedeniyle de mükâfatlandırılırlar.
77
“Rabbimiz bunlar bizi saptırdılar. Bunlara bir kat daha ateşten azap
ver!” 78 “Rabbimiz, bunu bizim önümüze kim getirdiyse, onun ateşteki azabını
bir kat daha artır!’ dediler.” 79; “Ey peygamber kadınları! Sizden kim açık
bir edepsizlik yaparsa, onun azabı iki kat yapılır. Bu Allah’a göre kolaydır.
Fakat sizden kim Allah ve elçisine itaata devam eder ve iyi işler yaparsa, ona
da ödülünü iki kat veririz ve onun için bol bir rızık hazırlarız. Ey peygamber
75 36/Yâsin, 6
76 6/En’âm, 131; Nuri Tok, Kur'an'da Sünnetullah ve Helâk Edilen Toplumlar, Etüt Y., s. 47
77 Mevdûdi, Tefhimü’l Kur’an, İnsan Y., c. 4, s.410
78 7/A’raf, 38
79 38/Sâd, 61
• 49 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
kadınları! Siz herhangi bir kadın gibi değilsiniz.” 80 Çünkü peygamber hanımları,
diğer kadınlara örnektir. Onların ufak hatası, başkalarının tamamen
yolu şaşırmalarına neden olur.
Kur’an, kıyamet günü olacakları tasvir ederken, toplumları saptıran liderler
ve onlara uyanlar arasında geçen tartışmaları da anlatır: “Kıyamet
koptuğu günde ‘Firavun ve ailesini azabın en çetinine sokun!’ (denilir). Ateşin
içinde birbirleriyle tartışırlarken, müstaz’aflar (zayıf olanlar, ezilenler), müstekbirlere
(büyüklük taslayanlara, sömürenlere) dediler ki: ‘Biz size uymuştuk.
Şimdi siz şu ateşin ufak bir parçasını bizden savabilir misiniz?”81; “Zayıf
düşürülenler, büyüklük taslayanları: ‘Siz olmasaydınız elbette biz iman eden
insanlardan olurduk’ diyorlardı. Büyüklük taslayanlar da zayıf düşürülenlere
dediler ki: ‘Bize hidâyet geldiği zaman sizi ondan biz mi çevirdik? Hayır, zaten
siz kendiniz suç işliyordunuz. Zayıf düşürülenler, büyüklük taslayanlara:
‘Hayır, gece gündüz dolap (kurar, kötülük aşılardınız). Allah’a nankörlük etmemizi,
O’na eşler koşmamızı emrederdiniz’ dediler.”82; “Rabbimiz, azdırdıklarımız
şunlar. Kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık.” 83
Toplumun önde gelenleri, insanların ilahî mesajı kabul etmemeleri için,
her türlü yola başvururlar. Güçlü olduklarından, insanların çoğu onlardan
korkar ve elçiye ilgi göstermezler. Böylece gerçekler gizlenmiş olur: “Ve her
yolun başında oturup da tehdit ederek (insanları) Allah yolundan çevirmeye
ve o (Allah yolu)nu eğriltmeye çalışmayın.” 84; “Kavmin inkâr eden ileri gelenleri
dediler ki; ‘Eğer Şuayb’a uyarsanız, muhakkak siz ziyana uğrarsınız.”;
“Fir’avun ve adamlarının, kendilerine kötülük yapmasından korktukları için
kavminin içinde Musa’ya yalnız (genç) bir kuşaktan başkası inanmadı. Çünkü
Firavun, yeryüzünde çok büyüklenen ve çok aşırı gidenlerdendi.” 85; “Hahamlardan
ve rahiplerden birçoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve
(insanları) Allah yolundan çevirirler.” 86
80 33/Ahzab, 30-32
81 40/Mü’min, 46-47
82 34/Sebe’, 31-33
83 28/Kasas, 63
84 7/A’râf, 86
85 10/Yûnus, 83
86 9/Tevbe, 34
• 50 •
Ahmed Kalkan
Oysa bu liderlerin, toplumun ıslahı için çalışmaları gerekirdi. Ayrıca
toplumda bulunan ve gerçekleri görebilen insanların da toplumu gittiği
kötü yoldan çevirmeleri için çalışmaları gerekirdi: “Sizden önceki nesillerde
akıllı kimselerin, (insanları) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan men etmeleri
gerekmez miydi?” 87; “Baksana şunlara, Allah’ın nimetini nankörlüğe
çevirdiler, kavimlerini de helâk yurduna kondurdular.” 88; “Rabbaniler (âlimler)
ve hahamların, onları günah söz söylemekten ve haram yemekten men
etmeleri gerekmez miydi? Yaptıkları şey ne kötüdür.” 89
Bu son âyet, toplumların manevî önderleri olan âlimlernın da toplumun
geleceğinden sorumlu olduğunu göstermektedir. İbn Kesir’e göre,
Rabbanilerden maksat, onların aralarında yetki sahibi olan bilginlerdir.
Bunlar, toplumda kötülüklerin yayılması karşısında suskun durmamalı, insanları
yaptıkları şeylerin kötülükleri hakkında ikaz etmelidirler. Allah’ın
âyetlerini insanlara en açık bir şekilde anlatmalı, bunu yaparken de hiçbir
şeyden çekinmemelidirler. Hidâyetin ve manevî gücün kaynağı olması
beklenen âlimlerin bozulması, bir toplumun bozulmasındaki son adımdır.
Bunların bozulmasının takip ettiği tabii yol, hakikati ya egemen güçlerin
ve zenginlerin isteklerine taviz vererek değiştirmeleri şeklinde olur; ya da
genel olarak toplumun inatçı arzuları (hevâları) ile uzlaşmaya götüren hafif
anlayışla olur. Her iki durumda da âlimler önce baskı altında kalır ve taviz
verirler, (işte her şey, bu tavizle başlayarak) sonunda anlayışları hafifleşir,
şuurları kararmaya başlar; ya para veya yaranmak, ya da her ikisini de elde
edebilmek için, uzlaşmaya giderler.90
Kur’an, dini iyi bilenlerin çeşitli nedenlerle gerçeklerin üzerini örtmelerini
ve âyetleri tahrif etmelerini ağır bir dille kınamaktadır. “Allah’ın indirdiği
kitaptan bir şeyi göz ardı edip saklayanlar ve onun değerini az bir şeye
satanlar; onların yedikleri karınlarında ateşten başka bir şey değildir. Allah
kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Ve onlar için acıklı bir
azap vardır.” 91; “İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti, biz kitapta insanlara
açıkça belirttikten sonra gizleyenler (var ya), işte onlara hem Allah lanet eder,
87 11/Hûd, 116
88 14/İbrahim, 28
89 5/Mâide, 63
90 Nuri Tok, Kur'an'da Sünnetullah ve Helâk Edilen Toplumlar, Etüt Y., s. 58-60
91 2/Bakara, 174
• 51 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
hem de tüm lanet edebilenler lanet ederler.” 92; “Allah, kendilerine kitap verilenlerden:
‘Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz’ diye
söz almıştı. Fakat onlar, verdikleri sözü sırtlarının ardına attılar ve ona karşılık
birkaç para aldılar. Ne kötü şey satın alıyorlar.” 93; “Onlardan bir grup var
ki, Kitap’ta olmayan bir şeyi siz, Kitap’ta sanasınız diye, dillerini Kitap’la eğip
büker (sözlerini kitabın sözü imiş gibi göstermek için dillerini bükerek okur,
onları kitabın sözlerine benzetmeğe çalışır)lar ve ‘Allah’ın katındandır’ derler.
Oysa o, Allah katından değildir. Bile bile Allah’a karşı yalan söylerler.” 94
- 3. Âyet -
‚ وَرَبَّكَ فَكَبِّ ْ
yücelt ‚ فَكَبِّ ْ : ve Rabbini : وَرَبَّكَ
3’üncü âyette, Peygamber’e (s.a.s.), “Rabb’ini yücelt”mesi emredilir. İslâm,
yeryüzündeki her insan için yeni bir yaşantıdır. İslâmî yaşantının merkezinde
de “tevhid inancı” yer alır. Bunun için insan, öncelikle Allah’ın her
şeyden büyük ve yüce olduğunu bilmeli, O’nun büyüklüğünü her fırsatta
dile getirmelidir. Bu da, büyüklüğün sadece Allah’ın şanı olduğuna kalben
inanmak, bu gerçeği açıkça dile getirmek ve ona uygun davranmakla gerçekleşir.
Bu âyet, hem tevhid eksenli inanç sisteminin insan hayatında ne kadar
önemli ve gerekli olduğuna, hem de insanın öncelikle ulûhiyyet gerçeğini
çok iyi kavraması gerektiğine işaret eder. Burada asıl amaç, kalpte diri bir
“ulûhiyyet” inancı, zihinde de “ubûdiyyet” bilinci oluşturmaktır.95
Ey Muhammed! Sana karşı çıkan o korkunç ve büyük güçlere hiç aldırış
etmeden açık açık “Benim Rabbim hepsinden daha büyüktür.” de. Rabb’ine
kulluk ederek ve ihtiyaçlarını sadece O’ndan isteyerek yücelt.
92 2/Bakara, 159
93 3/Âl-i İmran, 187
94 3/Âl-i İmran, 78
95 Fahrettin Yıldız, Tefsir Notları
• 52 •
Ahmed Kalkan
Sadece O’nu büyük tanı ve noksan sıfatlardan uzak tut. O Yüce mabudunu
tekbir ve tesbihte bulun, O’nun birliğini, ortak ve benzerden uzak
olduğunu zikrederek ibadet ve itatte bulun. Sadece O’nun ulu ve büyük olduğunu
söyle. Her ne olay olursa olsun hiçbir nedenle artık onu tekbir ile
büyükleme görevini bırakma. Büyüklüğün ancak O’nun şanı olduğunu ve
O’na karşı her şeyin küçük ve değersiz bulunduğunu kalben tanıdığın gibi,
söz ve fiilinle de anlat, ilan et. Zira Allah’tan daha büyük hiç kimse yoktur.
Âlûsi şöyle der: “Sadece Rabbini tekbir et. Tekbir, inanarak ve dille söyleyerek,
Yüce Allah’ı büyüklük ve ululukla nitelemektir.”96
Muhammed Ali es-Sabuni diyor ki: “Rasûlullah’ın (s.a.s.) kâfirlere aldırış
etmemesi için onu uyarmak maksadıyla, bu cümle “enzir/korkut” emrinden
sonra zikredildi. Çünkü mahlûkatın perçemleri Allah’ın elindedir.
Dolayısıyla Rasûlullah’ın mahlûkattan birine aldırış etmesi ve Allah’tan
başkasından korkması yakışmaz. Çünkü her büyük, Yüce Allah’ın azameti
ve büyüklüğü altında ezilmiştir.”97
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Rivâyet olunur ki, bu âyet
inince Rasûlullah (s.a.s.) “Allahu ekber” demiş;98 Hz. Hatice de tekbir almış,
sevinmiş ve bunun vahy olduğunu iyice anlamıştı. Burada “Rabbeke”nin
önce söylenmesi “sadece Rabbini” mânâsını ifade etmek içindir. “Fekebbir”
kelimesinin başındaki “fâ” harfi, bir şarta karşılık olma mânâsını ifade ederek
önce gelen kısmın sonra gelen kısma bağlı olduğunu anlatır. Buna göre
mânâ şöyle demek olur: Ve Rabbini, ancak Rabbini büyükle. Her ne olay
olursa olsun hiçbir nedenle artık onu tekbir ile büyükleme görevini bırakma.”
99
Tekbir, bir peygamberin bu dünyada yerine getireceği ilk ve en baş vazifesidir.
Bu vazife gereğince Allah’ın dışında bütün büyüklük taslayanları
bir kenara iterek, cahil insanlara bu kâinatın yüceliğinin ancak ve ancak
Allah için olduğunu, O’nun dışında kimsenin buna lâyık olmadığını bildirirler.
Onun içindir ki İslâm’da Allahu Ekber (Allah en büyüktür) en önemli
kelimedir. Ezana başlarken bunu ilân ederiz. Namaza da bununla başlarız.
96 Alusi, Ruhu’l-Meani: 29/116.
97 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/120.
98 Alusi, Ruhu’l-Meani: 15/143.
99 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 8/416.
• 53 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Otururken kalkarken “Allah en büyüktür” deriz. Bir hayvanı keseceğimiz
zaman “Allah’ın adıyla, Allah en büyüktür” deriz. Tekbir nârası bütün müslümanlar
için en bâriz bir nişan ve slogandır. Çünkü bu ümmetin peygamberi
de ilk vazifesine Allahu Ekber diyerek başlamıştı.
Burada lâtif bir tenkid vardır ki onu anlamak gerek. Bu âyetin nüzul
zamanı anlatılırken de denildiği gibi bu, Allah Rasulü’ne peygamberlik vazifesini
yerine getirmesi için verilen ilk emirdi. Şurası açıktır ki, böyle bir
vazifeyle emir öyle bir toplum ve öyle bir şehirde verilmişti ki o sadece
şirkin merkezi değil, oradaki herkes müşrikti. Daha önemlisi Mekke, bütün
Arap yarımadasının müşriklerinin en büyük tapınağı idi. Kureyşliler de
bu mabedin bekçileri idiler. İşte böyle bir yerde yapayalnız tek başına Tevhid’in
bayrağını yükseltmek çok tehlikeli bir işti. Onun için “Kalk ve uyar!”
emrinden hemen sonra “Rabbinin yüceliğini ilân et” buyrulmuştur. Yani şu
anlam çıkıyor: “Sana karşı çıkan o korkunç ve büyük güçlere hiç aldırış
etmeden açık açık “benim Rabbim hepsinden daha büyüktür!” de. Bu çağrıya
karşı koyanların Allah’a karşı hiçbir ehemmiyeti yoktur. Allah yoluna
girenler için en büyük cesaret verici şey, Allah’ın büyüklüğü bir kimsenin
kalbine girdikten sonra o kimsenin Allah’ın rızası için bütün bir dünyayı
karşısına almaktan çekinmeyeceği gerçeğidir.100
Şimdi de Peygamberimizin kendine dönülerek başkalarını uyarma görevinin
arkasından Rabbinin büyüklüğünü dile getirmeye çağrılıyor: “Rabbinin
büyüklüğünü dile getir.” Sadece Rabbini büyük bil. Yüceltmeye lâyık
olan tek büyük O’dur. Bu direktif, tevhide dayalı imanî düşüncenin anlamını
belirler.
Herkes, her şey, her değer ve her gerçek küçüktür. Büyük olan sadece
Allah’tır. Tek ve eşsiz olan Allah’ın büyüklüğünü ve yüceliği karşısında bütün
kütleler, bütün hacimler, bütün güçler, bütün değerler, bütün olaylar,
bütün gelişmeler, bütün anlamlar, bütün şekiller küçülür, sönük ve belirsiz
kalır.
Peygamberimizin insanlığı uyarma görevini omuzlarken, bu görevin
sıkıntılarını, baskılarını ve zorluklarını bu bilinçle, bu düşünce ile göğüslemeye
yönlendiriliyor.
100 Mevdûdi, Tefhimu’l Kur’an
• 54 •
Ahmed Kalkan
Çünkü kendisini uyarma görevine atayan Rabbinin tek “büyük” olduğu
gerçeğine bağlanınca bütün komplolar, bütün kaba güçler, bütün engeller
gözünde küçülecektir. İslâm’a dâvet görevinin sıkıntıları ve zorlukları bu
düşünceyi, bu bilinci sürekli biçimde taze tutmayı gerektirecek kadar ağırdır.
101
“Rabbini büyükle! Rabbini yücelt! Büyüklüğün, yüceliğin ancak Rabbinin
şanından olduğunu, küçüklüğün, horluğun, hakirliğin Allah’tan başkalarına
ait olduğunu ilân edip tüm dünyaya haykır! Ama önce kendin kabul
et bunu! Sadece buna iman değil, bunu amel, söz, fiil, tavır olarak ortaya
koy!” denilmektedir.
İşte İslâm’ın ortaya konulmasının bel kemiği budur. Kıyamın şartı ve
hedefi budur. Dikkat ederseniz namazın kıyamına kalkınca da: “Allahu Ekber”
diye başlıyoruz. Büyüklük ancak Allah’a aittir. Kibriyâ sadece Rabbimize
aittir, O’nun dışında herkes küçüktür. Allah Ekberdir, Kebirdir, Kibriyâ
sıfatı sadece O’nundur. Bunu anladıkça, küçücük olmalı insan. Allah’ın karşısında
küçüldükçe küçülüp âciz olduğunun, kul olduğunun farkına varmalı
her an. İşte Allah karşısında kişinin mutlak takınması gereken tavır
budur.
Diliyle “Allahu Ekber” deyip hayatıyla bunu yalanlamak hiçbir değer
ifade etmeyecektir. Diliyle her gün, her namazında “Allahu Ekber” dediği
halde “Filan spor en büyük, başka büyük yok!” diye bağıran kişi, Allah’ı büyükleme
konusunda çok gâfil demektir. Çünkü ilâhlaştırılanlar büyüktür,
büyük kabul edilir. Kişi neyi İlâh kabul etmişse onu kendinden büyük kabul
ettiği için sözünü dinler.
Öyleyse Allah büyüktür, başka büyük yok! Hangi konuda? Her konuda.
Ekonomik sorunların çözümünde mi? En büyük Allah! Allah’a sorulacak,
Allah’a baş vurulacak. Siyasal bakış açısı geliştirmede Allah en büyük. Sosyal
ilişkilerde, kılık-kıyafet konusunda, hukukla ilgili hususlarda Allah en
büyük. Aklınıza ne geldiyse Allah en büyük… Hayatın tüm problemlerinin
çözümünde Allah en büyük, başka büyük yok! Kur’an’da şöyle buyuruyor
Rabbimiz: “Göklerde ve yerde azamet (büyüklük, yücelik) O’nundur, O, güçlüdür,
Hakîmdir.” 102
101 Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an
102 45/Câsiye, 37
• 55 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Göklerde ve yerlerde kibriyâ, göklerde ve yerlerde büyüklük sadece
O’na aittir. Allah en büyüktür. Allah tek büyüktür, başka büyük yok. Hangi
konuda? Her konuda. Her hususta, her konuda ve her konumda en büyük
Allah’tır. Ekonomik sorunların çözümünde, eğitim problemlerinin
halledilmesinde, hukuk belirleme konusunda, özetle her konuda Allah en
büyük. İnsanla alâkalı, varlıklarla alâkalı aklınıza ne geldiyse her konuda
Allah en büyüktür. Çünkü Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır, Allah
tek İlâhtır.
İnsanların hayatında ilâhlaştırılanlar yüceltenlere göre en büyüktür.
Kişi neyi ilâh kabul etmişse onu kendisinden daha büyük kabul ettiği için,
sözü dinlenecek varlık, yasaları uygulanacak varlık bildiği için onu ilâh kabul
eder ve onun sözünü dinler. Meselâ aşırı yücelttiği şeyhini, büyük ve
küçük tâğutları, kendisinden büyük ve sözü dinlenecek varlık bildiği için
ilâhlaştırır gâfil insan.
Allah en büyüktür, Allah tek büyüktür, kibriyâ sadece O’na aittir. Çünkü
kâinattaki tüm varlıkları yoktan yaratan O’dur. Her şeyi meydana getiren
O’dur. Hayatı yaratan O’dur.
Eğer yeryüzünde Allah’tan başka büyükler kabul eder ve onlara itaat
etmeye kalkarsanız, onları ilâh makamına koyarak onların kanunlarını uygulamaya
çalışır, “Efendim bunlar sanat büyükleri, bunlar ilim büyükleri,
bunlar hukuk, bunlar siyaset büyüklerimiz, bunlar devlet ve yönetim büyüklerimiz,
bunlar hikmet, bunlar tevbe, bunlar sığınma ve şefaat büyüklerimiz”
diyerek Allah dışında kendinize birtakım büyükler bulur da Allah’a
yapılması gerekenleri onlara yapmaya kalkışırsanız, o zaman Allahu ekber
dememiş olursunuz. Bilesiniz ki o zaman Allah Azîz ve Hakîmdir, sizden
intikam almasını, sizi yerin dibine batırmasını da bilir.
En büyük Allah, tek büyük Allah’tır. Şöyle biraz yükseğe çıkın. Meselâ
şöyle bir uçağa binip 1000-2000 metre gökyüzüne yükselin, içinde yaşadığınız
şu şehrin ne kadar küçüldüğünü göreceksiniz. Biraz daha yükselin,
değil insanların, şehrin bile karınca kadar küçüldüğünü göreceksiniz. Aya
gidin, yıldızlara gidin, daha ötelere, gidebildiğiniz kadar gidin. Dünyanın
bir nokta bile kalmadığını hissedeceksiniz.
• 56 •
Ahmed Kalkan
Şimdi böyle minnacık bir dünyanın içinde, minnacık bir şehrin içinde,
minnacık bir evin içinde kendi yerinizi, kendi varlığınızı bulmaya çalışın.
Böyle küçüldükçe küçülen bir dünyanın içinde, bir şehrin içinde, minnacık
bir evin içinde kendinizi bir şey zannedip nasıl kibirlenebiliyor, bazı şeyleri
gözünde nasıl büyütüyorsun?
Unutmayın ki daha ötelerin de sahibi, kürsînin de, arşın da sahibidir
Allah. Ne kadar küçüldük değil mi? Bir noktanın trilyonda biri bile kalmadı
değil mi dünya? Öyleyse Allah büyük, başka büyük yok! Allah büyük,
âlemler küçüktür. Allah büyük, dünya küçüktür. Allah büyük, biz küçüğüz.
Peki biz ne zaman büyürüz? O “Büyük”le diyalog kurunca, O büyüğün büyüklüğü
ile irtibata geçince, büyükler büyüğüne kulluğa yönelince, büyükler
büyüğünün desteğini kazanınca, büyükler büyüğünün safında olunca.
Öyleyse Allah’ı büyükleyelim ve Allah’la beraber olmaya çalışalım.
Hayatın her alanında Allah’ı söz sahibi kabul ederek Allah’ı büyükleyelim.
Hayata Allah’ı karıştırmamaya çalışan tüm şeytanları ve şeytan sistemlerini
reddederek Allah’ı tekbir edelim. Malda ve canda Allah’ı söz sahibi
kabul ederek, Allah için maldan ve candan geçerek Allah’ı tekbir edelim.
Hayatımızın tümünü O’nun emrine vererek Allah’ı büyükleyelim. Kazanma,
harcama, çocuklarımızın eğitimi, hukuk konusunda ve tüm konularda
yeryüzünde büyüklenen tüm müstekbirleri, tüm sahte tanrıları ve tanrıçaları
küçülterek Allah’ı büyükleyelim. 103
Kâinat Ekber Değil!
Maddî âlemlerin büyüklüğü, manevî büyüklük yanında cılız kalır.
Buhârî’nin rivâyet ettiği bir hadis-i şerifteki cennet büyüklüğü de şükrümüzü
daha arttıracak cinstendir: “Cehennemden en son çıkacak ve cennete en
son girecek olan (günahkâr mü’mine) verilecek ona özel cennetin büyüklüğü,
dünya büyüklüğünün iki (veya diğer rivâyette, on) misli kadar yer olacaktır.”
104 Diğer mü’minlere verilecek cennetlerin büyüklüklerini ve tüm cennetin
(tabii -Allah muhâfaza- cehennemin) büyüklüğünü tahmin etmek, bizim
sınırlı hayalimiz için kolay olmuyor.
103 Ali Küçük, Besairu’l Kur’an
104 Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi, c. 2, s. 844-846
• 57 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Büyüklük kavramı, özellikle maddî cisimler için izafîdir / görecelidir.
Köyünden dışarı hiç çıkmamış bir çobanın büyüklük anlayışı ile, gök cisimlerinin
ve fezanın büyüklüğünü yaklaşık olarak da olsa rakamlarla söyleyebilecek
bir bilgin’in değerlendirmesi aynı olmayacaktır. Bir çocuğun
gözünde babası, dev gibi büyük birisidir. Bir karınca gözünde, bir sinek
veya böcek çok büyük bir devdir. Bizim anlayışlarımız da buna kıyaslanmalı.
Kim bilir meleklerin büyüklükleri ne kadardır? Ama şurası unutulmamalı
ki, çok önem atfettiğimiz arabamız, evimiz, arsamız, fabrikamız... hiç
de büyük değil; hele ekber hiç mi hiç değildir. Evrenin muhteşem büyüklüğü,
bizi hayrete düşürebilir, ama bu konuda takılıp kalmak da çok yanlıştır.
Uzay, kimilerinin zannettiği veya yanlış ifadelendirdiği gibi sonsuz, sınırsız,
uçsuz-bucaksız değildir. Tüm yaratıklar gibi sınırlıdır, sonludur; bazı
şeylerden büyük sayılsa bile en büyük değildir.
Gök cisimlerinin, evrenin büyüklüğü, bize onları yaratanın büyüklüğünü,
kudretini, ilmini... anlatmalı, yaratıklardan Yaratan’a uruc edip bağlanabilmeyi
hatırlatmalıdır. “Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine
yatarken (her vakit) Allah’ı zikredip anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı
hakkında tefekkür ederler, derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) ‘Rabbimiz!
Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından
koru.!” 105; “İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle
türlü renkte olanlar var. Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince)
korkar. Şüphesiz Allah, daima üstündür, çok bağışlayandır.” 106 İnsan, yaratılandan
Yaratan’a nüfuz edemeyince, gözlemi tefekküre ulaşamayınca, ilmi
imanla bütünleşemeyince; ibadet etme ihtiyacını Allah’tan başka hayranlık
duyduğu varlıklara yöneltip bazı cisim ve canlıları putlaştırma ahmaklığına
düşmüştür. Bu putlaştırmalar içinde gök ve gök cisimleri büyük yer tutar.
Allahu Ekber; En Büyüklük İlânı!
“Kelimelerin en güzeli dört tanedir: ‘Sübhânallah, ve el-hamdü lillâh ve
lâ ilâhe illâllah ve Allahu ekber” 107 Bu şiarlara, hadisteki sırasıyla; tesbih,
tahmîd, tehlîl ve tekbir denilir. Tekbir, namaz kılan bir mü’minin günlük
hayatında en fazla tekrar ettiği “mesânî”dir (şiar/slogan).
105 3/Âl-i İmran, 191
106 35/Fâtır, 28
107 Buhârî, Eymân 19
• 58 •
Ahmed Kalkan
Bütünüyle dinin özü, bu kısa ifâdede toplanmıştır. En fazla tekrar ettirilen
bu şiar olduğuna göre İslâm’ın dünya görüşü, bu ifâdenin zâviyesinden
olmalı değil midir?
Tekbir’in Anlamı: ‘Tekbir’ sözlükte, yüceltmek, büyük tanımak, ululamak
demektir. “Ve de ki: ‘Hamd (övgü), çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan
ve düşkünlükten dolayı yardımcıya da (ihtiyacı) bulunmayan Allah’a
aittir.’ Ve O’nu tekbir edebildikçe tekbir et (büyük tanı)” 108
Allah’ın “ekber” oluşu, “a’lâ” ve “a’zam” oluşunu da içine almaktadır.
Son ikisi, âdeta ilkinin açıklaması gibidir. İslâm’ın insanlık tarihi boyunca
söylediği kadîm şiarı, ne kadar özlü, ne kadar mânâlıdır. Kısaca “en büyüklük”
ilânı olan özlü mesaj iliklerimize kadar işlemeli iken başka gündemler,
başka mesajlar bizleri oyalayıp duruyor. Bu dinin Şâri’ tarafından tâyin ve
tesbit edilmiş tekrarlanan âyetler, bizim gündemimizin birinci maddesini
teşkil etmeli iken, biz bu vurguları görmezlikten gelebiliyoruz.
K-b-r kökünden büyüklük ifade eden kelimeler geliyor. “Ekber”, en
büyük olan, “ekâbir” onun çoğulu, “mütekebbir” büyüklenen, “müstekbir”
kendini büyük gören, büyüklük taslayan, “tekebbür” kibirlenmek, “kebâir”,
büyük günahlar. Namazlarda söylenen diğer büyüklük ifâde edici tekrarlar
da bu ifâde ile söylenmiş olmaktadır. Şimdi Kur’an’ın büyüklük ve büyüklenme
ile ilgili âyetlerine bakalım:
1- Allah’ın Büyüklüğü: “Muhakkak ki Allah Aliyyu’l Kebîrdir.” 109; “Gayb
ve şuhûd âlemini bilen Kebîru’l Müteâldir.”110; “Hukm (hüküm), Aliyyu’l Kebîr
olan Allah’ındır.”111; “Allah, her mütekebbir cebbarın kalbini mühürler.” 112;
“Rabbini büyükle!” 113; “Rabbinin ismini an.” 114
2- Şeytanın Büyüklenmesi: “İblis secdeye yanaşmadı, büyüklendi ve kâfir
oldu.” 115
108 17/İsrâ, 111
109 22/Hacc, 62
110 13/Ra’d, 19
111 40/Mü’min, 12
112 40/Mü’min, 15
113 74/Müddessir, 3
114 96/Alak, 3
115 2/Bakara, 34
• 59 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
3- Yeryüzünde Kâfirlerin Büyüklenmesi: “Âyetlerimizi yalanlayarak
büyüklük taslayanlar ateşe atılacaklardır.” 116; “Firavun ve melei (ileri gelenleri),
âyetlerimize karşı büyüklendiler.” 117; “Firavun yeryüzünde büyüklendi ve
halkını gruplara ayırdı.” 118; “Ben sizin en yüce rabbinizim dedi.” 119
4- Rasûl’e Karşı Büyüklenme: “Bu Kur’an iki şehirden birindeki bir büyük
adama indirilmeli değil miydi dediler.” 120; “Kabul ettikleri halde haksızlık
ve büyüklenmelerinden ötürü inkâr ettiler.” 121; “O’dur ümmî bir rasûlü içlerinden
gönderen.” 122
5- İnsanların Birbirine Karşı Büyüklenmesi: “(İblis:) ‘Ben onlardan
hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu topraktan’ dedi.” 123
Tüm hastalıkların kaynağı “büyüklenme”dir. Büyüklenenlerin ilki şeytandır,
ilk günah, büyüklenme günahıdır. Şeytanın yolundan gidenler de
onun işini meslek edinerek büyüklenirler. Bu nedenledir ki, her namazda
Allah’ın “en büyük” olduğunu tekrarlarız. Demek ki gün boyunca büyüklenme
eğilimleri ve tavırları ile yüz yüzeyiz. Namaz kılan bir müslüman da
yüzlerce defa Allah’ın en büyüklüğünü ikrar ettiği halde, bu sözleri söylerken
bel büküp (rükû), yere burnunu sürttüğü (secde) halde, hâlâ büyüklenme
eğilimleri varsa, ne söylediğini ve ne yaptığını bilmiyor demektir.
Yeryüzündeki fesâdın kökünde büyüklenme vardır. Fesadı çıkaran
kâfirlerdir. Müslümanlar arasında anlaşmazlık sebebi de çoğunlukla büyüklenme
(benlik/egoizm)dir. Tüm istenmeyen durumların kaynağında
“benlik” vardır. Benlik, büyüklenmeyle oluşur. Kâfir benliğini ortaya kor,
büyüklenir, küfrüne sebep olur. Müslüman da din kardeşine karşı benlik
yapar, büyüklenir, ayrılığa neden olur. Her ikisinin kaynağı da büyüklenmedir.
Mü’min bu hastalıkları “Allahu ekber” kılıcı ile keser atar. En büyüğün
Allah olduğunu ilân eder. Alnını her gün 80 defa yerlere eğip secde
ederek bunu gösterir.
116 4/Nisâ, 5
117 23/Mü’minûn, 46
118 28/Kasas, 4
119 79/Nâziât, 24
120 43/Zuhruf, 31
121 27/Neml, 14
122 62/Cum’a, 2
123 38/Sâd, 56
• 60 •
Ahmed Kalkan
Bununla şunları ilân etmiş olur: 1- “Ene rabbukümu’l-a’lâ” diyen Firavunlara
meydan okur. 2- “Sellimû teslîmâ” (tam bir teslimiyetle) rûhuyla
Allah’a kendini adar. 3- Gününün her ânında “lâ”yı yaşamış, şimdi “illâ”nın
en yakınına ulaşmıştır. 4- Kibirliliğin göstergesi olan “burnu havada olma”-
yı, “burnunu yere sürterek” kırmış olur.
Yahûdiler de Rasûlullah’a karşı büyüklendiler. Aslında rasûl olduğunu
bildikleri halde “senden de peygamber mi olurmuş?!” diyerek bunu kibirlerine
yediremediler. Oysa Allah onların “ümmî” diye hor gördükleri insanlar
içinden bir rasûl göndermişti. O ümmî idi; ancak, ona itaat edilmeliydi.
Çünkü Allah böyle istemişti. Kalbinde hastalık bulunanlar hemen kendini
gösteriverdi. Büyüklük hastalıklarını açığa vuruverdiler.
İmam Gazzâli, kibirliliğin sebepleri olarak kendini beğenme (ucup),
kin (hıkd), çekememezlik (haset) ve gösterişi (riyâ) sayar. Kibrin sebeplerinin
ilim, amel, ibâdet, asâlet, güzellik, servet, kuvvet, çevre edinme gibi nedenler
olduğunu anlatır. Bunlardan kurtulmak ve tedâvi olmak için “Allahu
Ekber” sözü ne güzel bir ilâç, rukû ve secde ne güzel bir tedâvidir.
Görüldüğü gibi, her şey Allah’ın “en büyüklüğü” etrafında dönmektedir.
Bu nedenle İslâmî bir devrimin dünyaya ilân edeceği temel çağrı bu
büyüklüğün tanınması ve O’na teslim olunmasıdır. 124 Biz müslümanlar, sevindiğimizde,
üzüldüğümüzde, şaşırdığımızda, şok olduğumuzda, hayran
olduğumuzda hep tekbir getiririz: Allahu ekber! Çünkü “Allah en büyüktür”
mânâsına gelen tekbirin işlevi de, anlamı kadar büyüktür. Seviniyorsak
sevincimizi Allah’ın büyüklüğüne bağlarız. Üzülüyorsak, kendimizi Allah’ın
en büyük oluşuyla teselli ederiz. O’ndan bağımsız bir saâdet ve felâket
tasavvur etmediğimiz için safâ halinde de, cefâ halinde de “Allahu ekber”
deriz. Şaşırdığımızda, Allah’ın en büyük oluşunu hatırlar ve bizi şaşırtan
şeyin Allah için çok basit, sıradan bir şey olduğunu bir kez daha hatırlarız.
Şok olduğumuzda, bizi şok eden olayın Allah katında daha büyüklerinin
olduğunu dile getirmek için tekbir getiririz. Hayran olduğumuzda, hayretimizi
esere değil; o eserin sahici müessirine, sanata değil; asıl sanatkâra
yönelttiğimizi tekbirle ifâde ederiz.
Namaza “Allahu ekber”le başlar ve her rekâtta beş kez bunu tekrarlarız.
Namaz ki; o, Allah karşısında kulun esas duruşunu temsil eden ibâdetler
124 İ. Eliaçık, İslâm ve Sosyal Değişim, s. 13-27
• 61 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
mecmuasıdır. Allah’ın en büyük olduğunu itiraf ederek başlamayan bir
ibâdet, insanı kula kulluktan nasıl kurtarabilir? “Allahu ekber!” demekle,
kula ve eşyaya kulluğu reddettiğimizi ifâde etmiş olur ve O’na kulluğumuzu
secdeyle zirvesine taşırız. İşte tekbirin insanı getirdiği son nokta bir aşk
hareketi olan secdedir. 125
Şüphesiz âlemlerin Rabbi Allah (c.c.) her şeyden yücedir ve büyüktür.
‘Kibriyâ’ yani her türlü yücelik ve büyüklük O’nun Rabliğinin gereğidir.
Mü’minler, iman ederek bu büyüklüğü tasdik ederler. Onlar Allah’ın
büyüklüğü (kibriyâsı) karşısında istikbar edip büyüklük taslamazlar, kibir
göstermezler. Mü’minler, Allah Teâlâ’nın kendilerine hidâyet lutfetmesinden
dolayı Allah’ı ‘tekbir’ ederler, ‘Sen en büyüksün’ derler. Büyüklük (kibriyâ)
kelimesi neyi ifade ediyorsa, büyüklükten ne kast ediliyorsa hepsinin
Allah’a ait olduğunu ilân ederler. İşte ‘tekbir’, Allah’ın her şeyden üstün, ulu,
azamet sahibi ve büyük olduğunu söylemenin adıdır.
‘Tekbir’le ifâde edilen Allah’ın en büyük oluşu, sıradan bir cümle değildir.
Farklı ilâhlara inanan kimseler, tapındıkları tanrıları büyük bilirler.
Birtakım zorbaların, diktatörlerin, tâğutların önünde secde edenler, ya da
onlara itaat edenler; onları çok büyük, en büyük tanırlar. Kimileri kendilerine
hükmeden güç odaklarını, iktidar seçkinlerini, devlet erkini en güçlü
ve büyük zanneder. Kimileri de süper güç olarak adlandırdıkları A.B.D. gibi
zâlim ve emperyalist devletleri, her şeyi gören, her şeye gücü yeten kaadir-i
mutlak kabul eder. Rabbimiz mü’minlere ‘Allahu ekber’i öğreterek, bütün
bu hatalı “büyük” anlayışından, “büyüklük” ve “büyüklenmek” yanlışlığından
onları kurtarmıştır. En yüce olan; eşi ve benzeri olmayan, her şeyi yoktan
var eden, sonsuz güç sahibi, her an diri ve canlı olan, ezelî ve ebedî olan
Allah’tır.
‘Allahu ekber’ bir iman ifadesidir. Bir din seçiminin sözle dile getirilmesi,
bir kulluk bildirimidir. İman eden insan, bu cümleyi söyleyerek kimi
büyük tanıdığını, kime ibâdet edeceğini ilân eder. Mekke’de ilk inen bu sûrenin
âyetlerinde şöyle denildiğini görüyoruz: “Ey bürünüp örtünen; Kalk
(ve) bundan böyle uyarıp korkut; Rabbini ‘tekbir’ et (yücelt); Elbiseni de temizle…”
126
125 D. Ârif Çevikel, Allahu Ekber
126 74/Müddessir, 1-4
• 62 •
Ahmed Kalkan
İslâm bu ilk mesajla, insanlara kimin ‘büyük’ tanınması gerektiğini haber
veriyordu. Ya çıkarları olduğu için, ya korktukları, ya da baba mirası
olduğu için yalancı ilâhları ‘ekber’ tanıyan insanlara bundan daha güzel bir
mesaj olamazdı. Bu ilân/duyuru karşısında, ‘büyüklüğü’ başka şeye veren
insanların sarsılmaması mümkün değildi. ‘Allahu ekber’ yüce bir gerçeği
haykırıyordu ve işitenleri ürpertiyordu.
Bilindiği gibi, müslümanların şiarı (özel sembolü) sayılan ‘ezan’ın ilk
sözleri ‘Allahu ekber’dir. Mü’minler, her ezan okuyuşta, bu gerçeği işiten
kulaklara, hisseden yüreklere, bütün canlılara ve ufka kadar bütün yeryüzüne
ulaştırırlar, haber verirler. İnsan dışındaki bütün yaratıklar Allah’ın
büyüklüğünü zaten bilirler, O’na itaat ederler, teslimiyet gösterir ve O’nu
devamlı tesbih edip zikrederler. Ancak, hevâsını ve başka yalancı güçleri
tanrı edinen bazı insan taslakları, bu gerçeğe yüreklerini kapatırlar. Okunan
ezanlar bu kapalı yürekleri ölümsüz gerçeğe açma çağrısıdır, çabasıdır.
Mü’minler namaza da ‘tekbir’ ile, ‘Allahu ekber’ diyerek başlarlar. Böylece,
insanın gönlüne girebilecek bütün sevgileri, bütün yücelikleri, bütün
değerli sanılan şeyleri bir tarafa atar, hepsini elinin tersiyle arkaya fırlatır
ve öylece, büyük olan, en büyük olan Rabbinin huzuruna kul olmanın bilinciyle
ve teslimiyetiyle dururlar. ‘Allahu ekber’ sözü, kulun Allah’ı tasdik
etmesinin, O’na teslim olmasının, O’na karşı kul olduğunun bilincine varmasının
açıkça gösterilmesidir. Başkalarının inandığı bütün büyüklük (istikbar/
kibriyâ) anlayışlarının reddedilmesidir.
Namazın rükünlerinin her birinin arasında da Allahu ekber denilir.
Böylece bu muazzam gerçek, sık sık vurgulanır. Bu vurgu, mü’min tarafından
öncelikli olarak kendi nefsine karşı yapılır ki, nefis elindeki imkânlarla
büyüklük duygusuna kapılmasın. Sonra da başkalarına duyurulur. Bayramlarda
ve hac zamanı söylenilen ‘teşrik tekbirleri’ de biraz daha uzun
cümlelerle aynı şeyi ifade etmektedir.
Allah’ın dışında herhangi bir varlığa ‘en büyük’ diye hitap etmek şüphesiz
İslâm’ın ölçüleriyle bağdaşmaz. Bu niteleme, ister sevgiden isterse
korkudan kaynaklansın, farketmez. En büyük olma sıfatı, nitelik, nicelik,
makam, güç ve kudret kaynağı olarak Allah’a aittir. Mecâzen de olsa bir
başkasına, ‘falanca kişi veya şey en büyük, başka büyük yok’ demek Islâm
inancına terstir. Hiç bir makam, hiç bir güç, hiç bir sevgi ve korku Allah’a
• 63 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
ait olanla benzer ölçüde veya yanyana düşünülemez. Bir şeyi Allah gibi görenler,
bir şeyi Allah’ı sever gibi sevenler, ya da Allah’a ait bir sıfatı yaratılmışlara
verenler, -iman iddialarına rağmen- şirke düşerler. 127
Allah’ın en büyük olduğunu kendine ve her şeye ilân eden kimsenin
gözünde ve kalbinde başka bir büyük olamaz. Bazıları parayı, otomobili,
kadını, dünyevî makamı/koltuğu, apartmanları, kendini, çocuklarını... büyük
görür, giderek bunları veya bunlardan birini tutku halinde fanatik şekilde
sever. Mü’minin gözünde ve gönlünde ise büyütülmeye, büyüklüğünü
kabul etmeye değer tek varlık vardır; Allah. “İnsanlardan bazısı, Allah’tan
başkasını Allah’a endâd (eşler ve benzerler) edinir de onları, Allah’ı sever gibi
severler. İman edenler ise en çok Allah’ı severler (onların Allah’ı sevmesi her
şeyden, her sevgiden daha fazladır).” 128
- 4. Âyet -
وَِثيَاَبكَ فَطَهِّرْ
temizle فَطَهِّرْ : ve elbiseni : وَِثيَاَبكَ
“Ve elbiseni temizle.” (4. Âyet)
Elbiseni, kendini, seni üzerindeki giysiler gibi yakından sarmış olan cemaat
ve topluluğu maddî mânevî her türlü pislikten temizle. Irzını koru.
Kalbini ve çevreni şirk ve isyandan iman ve itaat ile arındır. Namaz gibi
ibadetlere en temiz elbiselerle devam et. Kılık kıyafetine dikkat et. Çünkü
mü’min temizdir, paktır. Pis şey taşımak ona yakışmaz. Ayrıca, Allah’a karşı
saygı göstermekten de geri durma.
Dikkat edersek, “Alâk, Kalem, Müzzemmil ve Müddessir” sureleri
ile
bizler dâvetçi ve tebliğci olarak yetiştiriliyoruz. Kim tarafından? Rabbimiz,
yani bütün âlemleri olduğu gibi biz insanları da terbiye edip yetiştiren, eğiten
Allah (c.c.) tarafından yetiştiriliyoruz.
127 Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 693-694
128 2/Bakara, 165
• 64 •
Ahmed Kalkan
Rabbimiz, Efendimizin şahsında bizlere de “elbiseni
temiz tut” diyor.
Yani tebliğci; iç dünyasını şirkten, küfürden, inkârdan temizleyecektir.
Dış
dünyasını da pisliklerden yani görünen pisliklerden temizleyecektir.
Çünkü
içimiz gibi dışımızın da, görüntümüzün de temiz olması önemlidir, insanlar
dış görüntüye de dikkat ederler.
Bu âyet hakkında âlimlerin görüşleri:
1) Abdullah b. Abbas, İkrime, Katâde, Dahhâk ve İbrahim en-Nehâî’ye
göre elbiselerini, günah işleme ve ihanette bulunma manevi kirlerinden temizle,
demektir. Katâde diyor ki: Araplar ahdi bozan adama “elbisesi kirli”,
verdiği sözü yerine getirene ise “elbisesi temiz” derler.
2) Abdullah b. Abbas’a göre güzel ameller işle, davranışlarını düzelt, demektir.
3) Muhammed b. Sirin ve İbn Zeyd’e göre ise elbiselerini su ile yıka ve
onları necasetten arındır, demektir.
Taberî bu son görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiş, ancak mânevî
kirlerden arın, şeklindeki görüşün, selefin çoğunluğunun görüşü olduğunu
bildirmiştir.129
İbn Zeyd diyor ki: “Müşrikler temizlenmezlerdi. Onun için Yüce Allah,
Rasûlüne temizlenmesini ve elbisesini temizlemesini emretti.”130
İbn Abbas diyor ki: “Yüce Allah, elbiseyi kalpten kinaye olarak zikretti.
Yani “kalbini günah ve isyanlardan temizle” buyurdu. İbn Abbas, Gıylan’ın
şu sözünü şahit getirdi: “Allah’a hamdolsun, ben hiç günahkâr elbisesi giymedim.
Hainliğe de bürünmem.”131
Muhammed Ali es-Sâbunî diyor ki: “Araplar, herhangi bir kimsenin
ayıplardan ve kötü sıfatlardan temiz olduğunu anlatmak istediklerinde “Filanın
elbisesi temizdir.” derler. Bir kimse kötü ahlâk taşıyorsa ona da “Filanın
elbisesi pistir.” derler.”132
129 İbn Cerir et-Taberi, Tefsir, Hisar Yayınları: 8/475-476.
130 Muhtasar-ı İbn Kesir, 3/568; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/120.
131 Taberi, Tefsir: 29/91; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/120.
132 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/120.
• 65 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Fahreddin Râzi şöyle der: “Bu kinayenin güzel oluşunun sebebi şudur:
Elbise insandan ayrılmayan bir şey gibidir. Dolayısıyla, Araplar elbiseyi,
insandan kinaye yaptılar ve: Şeref elbisesinin; iffet de eteğinin içindedir.”
dediler.”133
Kurtubî de şunları söyler: Yüce Allah’ın: “Elbiseni temizle!” buyruğu ile
ilgili sekiz türlü açıklama yapılmıştır.
1- Elbiseden maksat, ameldir.
2- Kalptir,
3- Nefistir,
4- Cisim (beden)dir,
5- Aile halkıdır,
6- İnsanlardır,
7- Dindir,
8- İnsanın üzerine giydiği elbiselerdir.134
Mevdûdi diyor ki: “Bunlar çok kapsamlı kelimelerdir ve anlamları çok
geniştir.
Birinci anlamı şudur: “Elbiselerini pislikten temiz tut.” Çünkü beden ve
elbisenin temizliği ile ruhun temizliği birbirlerinin gerekleridir. Temiz bir
ruh, pis bir beden ve pis bir elbise içerisinde kalamaz. Allah Rasûlü insanoğluna,
beden ve giysi temizliği talimlerini tafsilatlı olarak vermiştir. Öyle
ki değil sadece o zamanki cahiliyye Arapları, bugünkü en uygar toplumlar
bile bu seviyede sayılamaz. Hatta dünyadaki bazı dillerde taharet kelimesi
bile bulunmamaktadır. Hâlbuki İslâm’da hadis ve fıkıh kitapları “Tahâret
Bahsi” ile başlarlar. Bu kitaplarda temizlik ve necislik arasındaki farklar anlatılır
ve nasıl temiz olunur, nasıl taharet alınır, detaylarıyla izah edilir.
133 Fahreddin er-Razi, Mefatihu’l-Ğayb: 30/192; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat,
7/120.
134 Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yay., c. 18, s. 163-164
• 66 •
Ahmed Kalkan
Bu ifadenin ikinci anlamı da şöyledir: “Kendi giysilerinizi temiz tutun.”
Ruhbâniyette dinî kutsallığın ölçütü bir kimsenin temizlenmeden kirli olarak
kalmasıdır. Eğer birisi temiz ve düzgün giyinirse onu dünyaperest olarak
nitelerler. Oysaki insan fıtratı pislikten nefret eder. Az buçuk bir duygu
sahibi insan temiz ve intizamlı insanları sever. Aynı şekilde Allah yolunda
davet eyleminde bulunan bir kimse görünüşte de nazif ve pâk olmalıdır ki
insanlar ondan iğrenmesin. Böyle insanlarda hiç bir kirlilik olmamalıdır ki
diğer insanlara ağır gelmesin, onları nefret ettirmesin.
Üçüncü anlam da şudur: Yani, “Giysilerinizi ahlâkî ayıplardan da temiz
tutunuz.” Bu demektir ki giysileriniz temiz ve düzgün olmalıdır, ama
bir kibirlenme, bir gösteriş ve bir şan-şöhret vesilesi olmamalıdır. Elbise;
bir insana diğer bir insanı tanıtan ilk şeydir. Karşıdaki insan bir kimsenin
elbisesini görerek bu kişinin nasıl birisi olduğunu tahmin edebilir. Reislerin
elbiseleri, ağaların elbiseleri, dinî liderlerin elbiseleri, kibirli insanların
elbiseleri, berduşların ve hafif meşreplilerin elbiseleri vs. bütün bu elbiseler
sahiplerinin mizaçlarını ortaya koyar. Allah’a davet eden kimseler bu yukarıda
saydıklarımız gibilerinden fıtraten farklıdırlar. Bu yüzden de giysileri
de farklı olmalıdır. Bu kişiler öyle bir giysiye bürünmelidir ki onu gören
herkes bu kişinin şerefli bir insan olduğunu ve bu kişinin kalbinde hiç bir
kötülük bulunmadığını fark etsin.
Dördüncü anlam da şöyledir: Yani “uçkurunu temiz tut, ona sahip ol.”
Bu deyim, Urduca da aynen Arapça’da olduğu gibi kendini ahlâki kötülüklerden
uzak tutmak ve en güzel ahlâkla donatmak için kullanılır. İbn
Abbas, İbrahim Nehâî, Şa’bi, Atâ, Mücahid, Katâde, Said bin Cübeyr, Hasanü’l-
Basri ve diğer büyük müfessirler bu âyetin anlamında aynı yorumu
yapmışlar yani “Ahlâkınızı temiz tutun ve her türlü kötülükten ve çirkin
işlerden kendinizi arındırın” manasını vermişlerdir. Arapça deyimlerde, bir
kişi diğer birisi için “elbisesi temizdir” ve “görünüşü temizdir” dediğinde
bundan güzel ahlâk sahibi bir insan kastedilir. Bunun tersine “elbisesi kirlidir”
denildiğinde de o kimsenin ilişkilerde iyi bir insan olmadığı ve sözüne
itibar edilmeyen biri olduğu kastedilir.”135
“Elbiselerini temizle.” “Elbise temizliği” Arap dilinde dolaylı olarak kalp,
ahlâk ve davranış temizliği anlamını taşır. Amaç elbiselerin örtülüğü öz
135 Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/469.
• 67 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
kişiliğin, bu kişiliği oluşturan tüm özelliklerin ve niteliklerin temizliğidir.
Temizlik, peygamberliğin doğasının en ayrılmaz sıfatı olduğu gibi yüceler
âlemi ile ilişki kurabilmenin de vazgeçilmez şartıdır. Bunların yanı sıra
uyarmanın ve duyurmanın şartları ile baş edebilmek için, çeşitli akımlar,
çeşitli arzular, çeşitli kanallar ve dehlizler arasında çağrı görevini yürütebilmek
için de temizlik gereklidir. Dava adamı görevini yaparken kendisini
çeşitli kirlerle, pisliklerle, tortularla ve lekelerle sarılmış, kuşatılmış bulacaktır.
Bu olumsuz şartlar ortasında kirlenmeden kirlileri kurtarabilmek
için, lekeliler ile ilişki kurarken lekelenmemek, üzerine çamur sıçratmamak
için her bakımdan tam anlamda temiz olmaya ihtiyacı vardır. Bu direktif
peygamberliğin, çağrı işlevinin, çeşitli ortamlarda, çeşitli toplumlarda, çeşitli
şartlarda ve kalplerde bu görevi yürütmenin şartlarına yönelik ince ve
derin anlamlı bir vurgulamadır.136
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Ve giysilerini, elbiseni artık
temizle. Giysi ve elbise, bazen bunları giyen kişinin kendisinden, bunların
temizliği de giyenin temizliğinden kinaye olur. Nitekim, “Filân kişinin
eteği temizdir.” denildiği zaman onun iffetli ve ahlâkının temiz olduğu anlatılmak
istenir.
Bu âyetteki “siyab” (giysi) kelimesi nefisten veya kalpten kinaye olmak
üzere birçok tefsirci “Elbiseni temizle” âyetini “kendini veya kalbini günahtan,
haksızlıktan temiz tut, yaptığın uyarıları kabule engel olacak kirli huylardan
sakın, öğütlerinin kabul edilmesini sağlayacak olan güzel ahlâk ile
ahlâklan” diye manevî ve ahlâkî temizlik ile tefsir etmişlerdir. Fakat kinaye,
hakikî mânânın da kastedilmesine engel olmadığı için, bu şekilde bir tefsir
aynı zamanda gerek bedenin gerek elbisenin maddi temizliğinin emredilmiş
olmasına aykırı olmaz. Çünkü “tahâret” ve “nezâfet” kelimeleri dilimizde
temizlik mânâsına gelmekle birlikte taharet, nezafetten daha genel
olarak maddî ve manevî temizliği kapsar. Bununla beraber burada bundan
başka bir mânâ daha vardır ki o da “siyâb” kelimesinin bir şeyi yakından
bürüyen, kuşatan şeyden ve zarftan kinaye ve mecaz olmasıdır. Yani “seni
üzerindeki giysiler gibi yakından sarmış olan cemaat ve topluluğunu, ilk
önce etrafındaki kimseleri temizle” demek olur ki bu mânâ “Önce en yakın
akrabalarını uyar.”137 âyetinin mânâsına da uygun düşer.
136 Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an
137 26/Şuarâ, 214
• 68 •
Ahmed Kalkan
Hem bunda Hz. Peygamber (s.a.s.)’in maddî ve manevî nefis temizliği
öncelikle anlatılmış olacağından onun nefsindeki temizliğini hatırlatmaya
gerek kalmaz.”138
“Siyab” lafzan “elbise”, mecâzen elbisenin örttüğü “beden”dir. Bu âyet,
maddî temizliği, bir sonraki âyet de mânevî temizliği emreder. Namaz abdesti,
bu emrin neticesi olsa gerektir. Bu âyetler hem misyon hem vizyon
inşâ etmektedir.139
Vücudumuzu dış âlemden koruyan, saklayan giysidir. Elbise, kişinin
vücut hatlarını örtecek, kişiyi örtücü olan şeydir. Allah diyor ki, “Elbiseni
de temizle.”
İşte bu âyetten dolayı diyorlar ki, İslâm öncesi ne müşriklerde, ne ehl-i
kitap arasında elbise temizliği diye bir şey söz konusu değildi. İlk defa elbise
temizliğini gündeme getiren İslâm’dır.
Elbise, iffet ve namus mânâsına da gelir. Meselâ Türkçe’de kullanılan,
“Eteği kirli”, “Eteği temiz” veya “Uçkuruna düşkün” gibi sözler, elbiseyle
ilişkin ama namus ve iffeti çağrıştıran ifadelerdir. “Öyleyse ey peygamberim
ve ey peygamber yolunun yolcusu Müslümanlar! Elbiselerinizi temizleyin!
Yani eteklerinizi temiz tutun! Uçkurlarınıza sahip çıkın! Namuslarınıza,
iffetlerinize sahip olun! Namussuz ve iffetsizler olmayın!” anlamına
gelecektir bu emir.
Elbise, kişinin ahlâk ve faziletini anlatır. Elbiseyle ahlâk ve fazilet kastedilir.
Hani “Üzerime bu güne kadar fısk ve fücur elbisesi giymedim!” veya
“Dalkavukluk, dangalaklık, kisvesine bürünme!” diye bir laf kullanılır. İşte
bu da elbise mânâsına gelmektedir ve bu konuda da Rabbimiz bizden temizlik
istemektedir. Ahlâk temizliği ve fazilet örnekliliğinize dikkat edin
denilmektedir.
Elbiseni helâl olan bir kazançtan yapmaya çalış. Helâl ve temiz olmayan
bir kazançtan olmasın elbisen. Çünkü sen o elbisenin içinde Rabbine
kulluk yapacaksın. Haramdan kazanılmış bir elbiseyle yapılan ibâdeti Allah
138 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 8/416-417.
139 M. İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an
• 69 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
kabul etmez. Anlıyoruz ki elbisenin temiz olması demek, paranın, kazancın
temiz olması demektir.
Elbise, siyab, bizzat kişinin kendisi anlamına gelir. Yani kişinin dışı
söylenir de, içi kast edilir. Elbiseni temizle emri, kendini temizle anlamına
gelir. Her türlü maddî ve manevî, görünür ve görünmez pisliklerden kendimizi
temizlememiz, arındırmamız isteniyor bizlerden.
Kişinin karısı, kızı için de elbise, libas sözü kullanılır. Öyleyse elbiseni
temizle, elbiseni temiz tut demek, karının, kızının namusunu, iffetini koru,
onları namuslu, iffetli hale getir anlamına gelecektir. Çünkü bakıyoruz Bakara
sûresinde kadınlarımız için Rabbimiz “libas” kelimesini kullanıyor:
“Hanımlarınız sizin için örtüdür, siz de onlar için elbisesiniz.”140
a. Elbise kişiyi örter ve onu dış etkenlerden korur. Kadınlarınız da sizi
örtüp haramdan korumaktadırlar. Sizler de kadınlarınızı örtüp onları haramlara
düşmekten korursunuz.
b. Kadınların kocaları, kocaların da kadınları için elbise olmaları, temiz
olmaları ve sahibine has olmaları anlamını da ihtiva etmektedir. Elbise,
temiz olmalıdır. Kadın temiz olmalıdır, kadın afife, erkek de iffet sahibi
olmalıdır. Kadın sadece kocasına, kocası da sadece karısına ait olmalıdır.
Kadının başkalarına gitmesi de, erkeğin başkalarına uzanması da mümkün
değildir.
c. Elbisenin insan vücuduna yakınlığı neyse, karı-kocanın da birbirlerine
yakınlığı da odur. Kadın kocasına, koca da karısına tıpkı elbisenin
vücuda yakınlığı gibidir. Libas, esasen onların bizi haramdan korumaları,
bizim de onları haramdan korumamız demektir. Onların bizi Allah’a kulluğa
yönlendirmeleri, bizim de onları kulluğa yönlendirmemiz demektir.
Müslümanlar dinlerini hanımlarıyla tamamlarlar. Hanımlar da kocalarıyla
tamamlarlar. Onlar onlara örtü, onlar da onlara örtüdür. Hayatı birlikte yaşarlar
ve birlikte Allah’a kulluğa harcarlar.
Eğer kadınlarımız bizim için örtü olacaklarsa o zaman onları çok iyi
eğitmek zorundayız. Bizi örtecek, bizi koruyacak biçimde onları eğitmek
zorundayız. Hem kendimizi eğitmeli, hem de kadınlarımızı eğitmeliyiz.
140 2/Bakara, 187
• 70 •
Ahmed Kalkan
Yani verdiğimiz kararlarda, uygulamalarımızda, cennet yolunda ne onlar
bize ayak bağı olmalılar, ne de biz onlara ayak bağı olmalıyız. Demek ki
kadınlarımızı, kızlarımızı da temizlemek zorundayız. Bu Müslüman olarak
bizim yapmamız gereken en temel görevlerimizden biridir. Bir hadisin
beyanına göre yarın cennetin kapısında şöyle bir yazı yazılacak: “Buradan
deyyûslar giremez!” “Deyyusa Allah kıyâmet günü nazar etmez141; deyyus
cennete girmez.142 Ne demektir deyyûs? Namusunu kıskanmayanların,
karısına, kızına birinin yan gözle bakmasına göz yumanların, karısına birisinin
farklı bakmasına tahammül edenlerin, Cennete giremeyeceklerini
anlıyoruz. Öyleyse Allah için evlenmek üzere kızlarımızı verdiklerimize,
eğitmek üzere onları kendilerine teslim ettiklerimize biraz dikkat etmeliyiz.
Aslında kendimiz eğitmemiz gerekirken mademki bunu yapmıyor, götürüp
birilerine teslim ediyoruz, bu teslim ettiklerimizin dinine, imanına, namusuna
iffetine dikkat etmek zorundayız.
İslâm’ın elbiseye de karıştığını anlıyoruz buradan. Zaten İslâm’ın karışmadığı
bir konu yoktur. Bizimle ilgili her konuya karışır İslâm.
Elbise bir de kişinin onunla büründüğü çevresi demektir. “Öyleyse ey
peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları, çevrenizi temizleyin,
etrafınızı temiz tutun,” diyor Rabbimiz. “Ortamı temiz tutun, çevrenizde
pisler, pislikler varsa, ahlâksızlar, hayâsızlar varsa, hıyânet ve cinâyet şebekeleri,
cehalet içinde olanlar varsa, işte onlardan da kendinizi çekip çevirin
şöyle, bulaşmayın onlara,” diyor Rabbimiz.
“Elbiseni temiz tut.” Yani, amelini ıslah et! Ahlâkını güzelleştir. Veya bir
başka mânâsıyla, o ortamı düşünürsek elbiseni kısalt, elbiseni sığa ve topla,
mânâsınadır. Yani, “kolları sıvayıp etekleri toplayarak işe giriş! İşe başla!”
anlamına gelecektir. “Peygamberim! Eteklerin sağa-sola dolaşıp durmasın.
Çamur mu karacaksın? Defter mi düreceksin? Para mı kazanacaksın? Din
mi duyuracaksın? Tebliğ mi yapacaksın? Cihada mı gideceksin? Hadi durma
ne yapacaksan eteklerini topla! Kolları sıva ve işe başla! İşe koyul” diyor
Rabbimiz.143
141 Nesâî, Zekât 69, h. no: 5, 80
142 Taberânî
143 Ali Küçük, Besâiru’l Kur’an
• 71 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
- 5. Âyet -
وَالرُّجْزَ فَا جْ هُرْ
uzak dur فَا جْ هُرْ : pislikten : وَالرُّجْزَ
“Pislikten uzak dur.” (5. Âyet)
Yani, mânevî tüm pisliklerden uzak dur. Ricz “azap ve necâset”, rucz
“put ve şirk” mânasına gelir. “Fehcur” hecera’nın emridir. Hecera’nın emri
ile hâcera’nın emri arasındaki fark şudur: Birincisinin amacı bir şeyden tamamen
alâkayı kesip uzaklaşmak için yola çıkmak, ikincisinin amacı bir
şeye kavuşmak için yola çıkmaktır.144
Putlara ibadetten, kabalıktan, her türlü ahlâksızlıktan, azaba, maddî
ve mânevî hastalıklara, musibetlere sebep olacak günahtan, temiz olmayan
hallerden uzak durmaya devam et, müşriklerin ahlâkından uzak dur,
temizlikten, taharetten, ibadet ve itaatten ayrılma. Sakın bu pis şeylere yaklaşma.
O müşriklerin ahlâkı ile ahlâklanma. Aksi takdirde harama, şirke ve
küfre girersin. Yaşantınla İslâm’a örnek ol. İnsanlar senin şahsında İslâm
ahlâkını görsünler.
Rucz’un anlamları hakkında Fahreddin Râzi şöyle der: Âlimler, “rucz”
kelimesi hakkında şu izahları yapmışlardır:
1) El-Utbî şöyle der: “er-ruczu” azab anlamına gelir. Nitekim Cenâb-ı
Hak, “Eğer bizden o azabı (ricz’i) kaldırırsan...”145 âyetinde ricz kelimesini
azab anlamında kullanmıştır. Cenâb-ı Hak, şeytanın hile ve tuzaklarını,
İlâhî azaba sebep olduğu için “er-ruczu, er-riczu” diye adlandırmıştır,
yine aynı mânâdan dolayı, putlarda “er-riczu, er-ruczu” adını almışlardır.
Binâenaleyh, bu görüşe göre bu âyet, her türlü masiyyetten sakınmanın farz
olduğuna delâlet etmiş olur. Bu görüşe göre burada şu iki ihtimali mânâ
verilebilir:
144 M. İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an
145 7/A’râf, 134
• 72 •
Ahmed Kalkan
a) Cenâb-ı Hakk’ın, “Ve’r-rucze fehcur” cümlesinin anlamı, “Seni, azaba
ve isyana götürecek olan her şeyi terk et” şeklinde olur ki, kelâmın takdiri,
yani, “neticesi azab olan şeyleri terk et.” şeklindedir.
b) “Bir şeyi, yakınındaki ve kendisine bitişik olan şeyin adıyla adlandırmak”
üzere, azaba götüren şeye, “rucz”, yani “azab” adı verilmiştir.
2) Rucz, çirkin ve kazurat olan şeyleri ifade eden bir kelime olup, bu
kelime, buna göre rics (pislik, murdar) anlamını taşımış olur. O halde, ifâdesi,
“Mekârim-i ahlâk, iyi huylar” hususunda efrâdını câmi, küllî, genel
bir ifade olmuş olur. Buna göre, Hz. Peygamber (şahsında bütün mü’minler)
e sanki, “kabalığı, sefihliği ve bütün çirkin şeyleri bırak, bu tür şeylere
başvuran o müşriklerin huylarıyla huylanma...” denilmek istenmiştir ki, bu
mânâ, Cenâb-ı Hakk’ın, Mûddesir, 4. âyetini, “Elbiseni temiz tut” ifâdesini
“huyunu güzelleştir, nefsini günah ve çirkin şeylerden arındır” şeklinde tefsir
edenlerin yorumuna uygun düşer.146
Bu âyet hakkında âlimlerin görüşleri:
1) Abdullah b. Abbas, Mücahid, İkrime, Katade ve İbn Zeyd bu âyetin
ilk kelimesindeki ra harfini ötreli olarak yani “Rucz” şeklinde okumuşlar
ve bundan kastın putlar olduğunu söyleyerek âyeti şöyle izah etmişlerdir:
“Sen, putlara ibadet etmekten ve onlara hizmette bulunmaktan kaçın.”
2) İbrahim en-Nehâî ve Dahhâk bu âyetin ilk kelimesindeki ra harfini
esreli olarak yani “Ricz” şeklinde okumuşlar ve bundan kastın çok günah
işleme olduğunu söyleyerek âyeti şöyle izah etmişlerdir: “Sen, seni azaba
götürecek günahları işlemekten kaçın.”147
İbn Zeyd şöyle der: “Rücz, putperestlerin tapmış oldukları sahte ilâhlardır.
Yüce Allah Rasûlullah’a, onlardan uzak durmasını, onlara gelmemesini
ve yaklaşmamasını emretti.”148
Fahreddin Râzi de şöyle der: “Rücz, recs gibi kötü pisliğin adıdır. Nitekim
Yüce Allah mealen: “Pislikten, putlardan sakın.”149 buyurmuştur. Yüce
146 Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 22/244.
147 İbn Cerir et-Taberi-Tefsir, Hisar Yayınları: 8/476.
148 Taberi, Tefsir: 29/93; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/120.
149 22/Hacc, 30
• 73 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Allah’ın “Ve’r-rucze fehcur.” Âyeti, bütün güzel ahlâkı kapsayan bir sözdür.
Sanki Rasûlullah’a (s.a.s.) şöyle denilmiştir: Kabalıktan, beyinsizlikten ve
çirkin olan her şeyden uzak dur. O müşriklerin ahlâkı ile ahlâklanma. Burada
“uzak dur” emrinden maksat, “uzak durmaya devam et” demektir.
Nitekim müslüman “Bizi doğru yola ilet.”150 der. Bu, müslümanın, doğru
yolda olmadığı manasına gelmez. Aksine bu, “Bizi doğru yolda sabit kıl.”
demektir.”151
Mevdudi diyor ki: “Pislikten kasıt, her türlü pisliktir. Akidedeki pislik,
düşüncedeki pislik, ahlâkî pislik, ameldeki pislik, beden ve elbisedeki pislik
ve yaşantıdaki pislik vs. Yani çevrende, toplumda her türlü pislik yaygın
haldedir, işte bundan kendini temiz tut. Kimse; “Bu, başkalarına bir şeyler
anlatıyor ama kendisi bile yaşantısında bu pisliklerden arınmış değil”
dememelidir. Bu yüzden senin yaşantında bütün bunlardan hiç bir iz bile
olmamalıdır.”152
Seyyid Kutub da şöyle diyor: “Çirkin davranışlardan uzak dur.” Peygamberimiz,
peygamber olmadan önce bile müşriklikten ve azaba çarpılmayı
gerektirecek iğrençliklerden uzak durmuştu. Sağlıklı fıtratı bu tür bir sapıklığı,
böylesine lekeli bir inanca kapılmayı, bu çeşit ahlâk bozukluklarını ve
kirli gelenekleri reddetmişti. Onun hiçbir cahiliye uygulamasına katıldığı
görülmemiştir. Buna rağmen kendisine niçin bu direktif veriliyor? Amaç
barış ve uzlaşma kabul etmez bir farklılığı, bir saf ayrımını açık açık duyurmaktır.
Çünkü İslâm yolu ile müşriklik akımı, hiçbir noktada buluşmayan
iki ayrı yoldur. Bunun yanı sıra bu direktifle söz konusu iğrençliğin kirinden
uzak durma yönünde duyarlı bir bilinç oluşturma amacı da güdülmüştür.
Ayetin orjinalinde geçen “rics” sözcüğü aslında “azab” anlamındayken
zamanla azaba uğramayı gerektiren davranışlar anlamını kazanmıştır.153
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Ve o pislikleri artık savıp
uzaklaştır. “Rücz” ve “ricz” kelimeleri pislik ve azap mânâsına geldiği gibi
burada put ve heykel demek olduğunu da açıklamışlardır.”154
150 1/Fâtiha, 6
151 Fahreddin er-Razi, Mefatihu’l-Ğayb: 30/193; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
7/120-121.
152 Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/470.
153 Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an
154 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 8/417.
• 74 •
Ahmed Kalkan
“Kötülüklerden de uzak dur.” Yani kötülük yapma, kötülük yapanlarla
beraber olma, kötülük çarşılarında gezme, kötü arkadaşlarla birlikte
olma.
Peygamber efendimizin bir hadisi atasözü haline gelmiştir. “İslinin yanında
oturanda is, misklinin yanında oturanda misk kokar.”155 Kötülerin yanına
ancak, onları kurtarmak için gidilecektir.156
- 6. Âyet -
‚ تسْتَكْثِ ُ §نُ نْ ¨ وَلاَ تَ ْ
§ن نُْ ¨ وَلا ت َْ : başa kakma ‚ تسْتَكْثِ ُ : görerek çok
“Çok görerek başa kakma (Allah için yaptığın iyiliği çok görme. İyilik
yapmayı kazanç kapısı haline getirme).” (6. Âyet)
Allah için yaptığın iyiliği çok görme. “el-memnun”, yardım edenin yardım
alana iyiliğini hatırlatması, bir tür baş kakıncı yapması. Zemahşeri’ye
göre; “çok görerek verme, verdiğini çok sanarak verme” veya “daha çoğunu
umarak vermemezlik etme” anlamına gelir. Bu âyet istiksârı yasaklar. İstiksâr:
Bir kimsenin daha fazlasını alma beklentisiyle vermesidir. Bu mantığı
“kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” sözü iyi özetler.157
Ey Muhammed! İnsanlara yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma. Bir
iyilik yaptığın, bir lütuf ve ihsanda bulunduğun zaman, verdiğin kimseden
karşılığında daha çoğunu almak maksadıyla yapma. Dünya ticareti ve maksadını
gözeterek veya gösteriş ve iki yüzlülük yaparak iyilik etme; sırf Allah
için iyilik et, başkasından bir karşılık bekleme. Çünkü cömert kişi, verdiği
çok da olsa onu az görür. Fakir olmaktan korkmayan kimse nasıl verirse,
sen de öyle ver. Yapmış olduğun amelinden dolayı Rabbine karşı sitemde
bulunma ve amelini gözünde büyütme. Zira, amelin, Rabbinin sana verdiği
nimetler karşısında çok büyük bir şeydir. Ey Muhammed, sen nübüvvetini
insanların başına kakarak ondan dolayı insanlardan ücret alıp malını ço-
155 Buhâri, Büyû’ 38; Müslim Hicr 146; Ebû Dâvud, Edeb 16
156 Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yay., 8/101
157 M. İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an
• 75 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
ğaltmaya kakma, çokça hayır işlemekten gevşeme, sıkı dur. Allah rızası için
Allah’ın istediği şekilde karşılık beklemeden iyilik et. İnsanların kabalıklarına,
nankörlüklerine, kalleşliklerine sabret. Mükâfatı yalnızca Allah’tan
bekle. Şüphesiz Allah senin ecrini eksiltmeyecek, bilakis artıracaktır.
Bu âyet hakkında âimlerin görüşleri:
1) Abdullah b. Abbas, Damre b. Habib, Ebu el-Ahves, İkrime, İbrahim
en-Nehâî, Dahhâk, Katâde, Tâvus ve Mücahid âyeti şu şekilde izah etmiştir:
“Ey Muhammed, sen daha fazlasını sana versinler diye hediye verme.”
Yani, verdiğin şeyden daha büyük bir karşılık bekleme. Dahhâk diyor ki:
“Verdiğin hediye karşılığında daha fazla bir şey almak faiz gibi gözükse de
helaldir. Ancak bu, özellikle Rasûlullah’a yasaklanmıştır.”
2) Hasan-ı Basri ve Rebi’ b. Enes âyeti şu şekilde izah etmiştir: “Yapmış
olduğun amelinden dolayı Rabbine karşı sitemde bulunma ve amelini gözünde
büyütme. Zira, amelin, Rabbinin sana verdiği nimetler karşısında
çok büyük bir şeydir.”
Taberi bu görüşü tercih etmiş ve bundan önceki âyetlerin, Rasûlullah’a,
Allah’a ciddi bir şekilde yalvarmasını ve gördüğü eziyetlere karşı sabretmesini
emrettiklerini, bu âyetin de o âyetlerle uyumlu bir şekilde yorumlanmasının
doğru olacağını söylemiştir.
3) Mücahid âyeti şu şekilde izah etmiştir: “Ey Muhammed, sen çokça
hayır işlemekten gevşeme, sıkı dur.”
4) İbn Zeyd âyeti şu şekilde izah etmiştir: “Ey Muhammed, sen nübüvvetini
insanların başına kakarak ondan dolayı insanlardan ücret alıp malını
çoğaltmaya kakma.”158
Kurtubî diyor ki: “Çok görerek minnet etme” buyruğunun anlamı ile ilgili
on bir açıklama vardır:
1- Başkasından ötürü taşıdığı yükümlülükleri çok gören kimse gibi sen
de yüklenmiş olduğun peygamberliğin ağırlıkları dolayısıyla Rabbine karşı
minnet
etme!
158 İbn Cerir et-Taberi-Tefsir, Hisar Yayınları: 8/477.
• 76 •
Ahmed Kalkan
2- Daha iyisini elde etmek ümidiyle sakın herhangi bjr bağışta bulunma!
Bu açıklamayı İbn Abbas, İkrime ve Katâde yapmıştır. ed-Dahhâk dedi
ki: Allah
bunu Rasûlüne haram kıldı. Çünkü o edeplerin en değerlisi, ahlâkın
en üstünü ile emr olunmuştu. Ancak bunu ümmetine mubah kılmıştır.
Mücahid de böyle demiştir.
3- Yine Mücahid’den şöyle dediği nakledilmiştir: Sakın hayırdan daha
çok şeyler istemek noktasında zaafa düşme! Bu anlamın delili de İbn
Mes’ud’un: Hayırdan daha fazlasını istemek hususunda zaafa
düşme!” şeklindeki
kıraatidir.
4- Yine Mücahid ve er-Rabî’den şöyle dedikleri nakledilmiştir: Daha çok
hayır işlemek hususunda zaafa düşecek şekilde yaptığın iş gözünde büyümesin.
Çünkü esasen bu da Allah’ın sana ihsan etmiş olduğu nimetlerdendir.
İbn Keysân dedi ki: Sen amelini çok görerek, onu kendinden görecek
hale
gelme! Çünkü senin amelin Allah’ın sana bir minneti (lütfu)dur. Çünkü
kendisine
ibadet edesin diye bunu senin önünde yol olarak açan O’dur.
5- el-Hasenu’l-Basrî dedi ki: Sen amelinle Allah’a karşı minnet ederek
onu çok görme!
6- Peygamberliğinle ve Kur’an ile insanlara minnet ederek, onlardan bir
ecir alıp böylelikle çok mal sahibi olma yoluna gitmeye kalkışma!
7- el-Kurazî dedi ki: Sen başkasına şirin gözükmek maksadıyla malını
verme!
8- Zeyd b. Eşlem dedi ki: Bir kimseye bir bağışta bulunacak olursan,
Rabbin için onu ver.
9- Dua ettim de duam kabul olmadı, deme!
10- Bir itaatte bulunarak, onun sevabını isteme! Bunun yerine bunun
mükâfatını
bizzat Allah verinceye kadar sabret.
11- İnsanlara karşı riyakârlık olsun diye hayır işleme! 159
159 İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yay., 18/170-171
• 77 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Muhammed Ali es-Sâbunî diyor ki: “Karşılık bekleyerek vermenin yasaklanmasındaki
hikmet, bağışın, iffet ve kemalden dolayı, karşılık beklemeden
olmasıdır. Zira Rasûlullah (s.a.s.) en üstün edeb ve en yüce ahlâk ile
memurdur.”160
Mevdudi diyor ki: “Metinde “Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma”
diye geçen cümlenin anlamı çok geniştir. Bir kelime ile tam olarak tercüme
edemeyiz.
1) Bir anlamı şudur: “İhsanda bulun, bağış yap, cömert ol, iyi muamelede
bulun. Bunların hepsini sadece ve sadece Allah rızası için yap. Bunları
yaparken hiçbir dünyevî menfaat bekleme. Diğer bir söyleyişle: “Allah için
ihsan et, kendi menfaatini sağlamak için ihsanda bulunma” demektir.
2) İkinci anlamı şudur: “Senin Rasüllüğün aslında büyük bir ihsandır
ve senin aracılığın ile insanlara hidâyet ulaşmaktadır. Bu yüzden başka insanlara
ihsanda bulunuyoruz diyerek bir gösterişe kapılma ve bundan kişisel
bir çıkar gütme” demektir.
3) Üçüncü anlamı da şu olabilir: “Senin yaptığın bu hizmet çok büyüktür.
Ama sakın ben büyük bir iş yapıyorum gibi düşüncelere kapılma. Bu
Rasüllük vazifesini yerine getirmek için canını ortaya koyarak Allah’a bir
iyilikte bulunmakta olduğunu zannetme.”161
Seyyid Kutub da şöyle diyor: “Yaptığın iyiliği çok görüp başa kakma.”
Peygamberimiz yeni görevi sırasında çok özverilerde bulunacak, çok şeyini
feda edecek, hesaba gelmez emek, çaba ve enerji harcayacaktır. Fakat Allah
Ondan özverilerini çok görmemesini, büyütmemesini ve başa kakmamasını
istiyor. Fedakârlıklarının hesabını tutan insanlar bu dâvâyı yürütemezler.
Bu dâvâ bağlılarından o kadar çok fedakârlıklar ister ki insan ancak yaptıklarını
hemen unutursa bu istekleri göğüsleyebilir. Hatta gerçek dâvâ adamı
bu yoldaki özverilerini hiç aklına bile getirmemelidir. O kadar kendini
Allah’a adamış olmalıdır ki, bütün emeklerini ve gayretlerini Yüce Allah’ın
kendine yönelik lütfu ve bağışı olarak algılamalıdır. Gerçekten bu yoldaki
çabalar Allah’ın kullarına sunduğu bir ayrıcalıktır. Yüce Allah tarafından
seçilmiş olmanın ve bu yolda çalışma başarısına erdirilmenin göstergesidir.
160 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/121.
161 Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/470
• 78 •
Ahmed Kalkan
Buna göre bu uğurda çalışma fırsatına kavuşmak; Yüce Allah’a şükretmeyi
gerektiren bir seçilme, bir ayıklanma, bir onurlandırılmadır; yoksa
başa kakılacak ve gözde büyütülecek bir angarya değildir. 162
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Burada da iki mânâ açıklanmıştır.
Birisi, menn, başa kakmak mânâsına olarak, “yaptığın işi, hizmeti,
iyiliği çok sayarak başa kakma, yaptığın işle nazlanma” demek olur. Birisi
de menn, iyilik ve lütuf mânâsına olarak, “bir iyilik yaptığın, bir lütuf ve
ihsanda bulunduğun zaman, verdiğin kimseden karşılığında daha çoğunu
almak maksadıyla yapma” demek olur. Yani on para sadaka verip de yirmi
paralık hizmet ve saygı bekleyenler gibi dünya ticareti ve maksadını gözeterek
veya gösteriş ve iki yüzlülük yaparak iyilik etme; sırf Allah için iyilik et,
başkasından bir karşılık bekleme. Bu mânâ İbnü Abbas’tan nakledilmiştir.
Bu iki mânâda “Testeksir” cümlesi, hâl ve durum bildirir, “Müsteksiran”
demektir. Sonundaki “râ” harfi merfu olmayıp “başa kakma” olumsuz
emrine cevap olarak cezimli olsaydı, “yaptığın iyiliği başa kakma ki çoğaltasın,
çok hayır ve mükâfata eresin” demek olurdu. Fakat kırâet-i aşere’de
bu okunuş şekli yoktur. Bununla beraber bir sıralanma ve bir önceki cümleye
bağlılık kast edilmeden şu mânâ da olabilir: Yaptığın hizmeti başa kakma,
daha çok hayırlara ereceksin.”163
Bu 6. âyette, insandan, yaptığı iyiliği çok görmemesi ve onu kendine kazanç
aracı kılmaması istenir. Bu âyetin, iki mânâya gelebileceği belirtilmiştir.
Birinci ihtimale göre âyet: “Yaptığın iyi işleri çok görme”; ikinci ihtimale
göre de: “Bir kazanç elde etmek için iyilik yapma ve iyiliği kendine kazanç
aracı kılma” anlamına gelir. Âyetin beyanına göre insan, yaptığı iyiliği çok
görüp başa kakmamalı, gösteriş veya çıkar için değil, sırf Allah rızâsını gözeterek
iyilik yapmalıdır.
Asırlar önce vahyedilmiş olan bu âyet, güncelliğinden hiçbir şey kaybetmeden
evrensel boyutlu bir tespitte bulunmaktadır. Bu, iyiliği kazanç
aracı kılan ve Allah’a kulluk duyarlılığını sömüren insanların ortaya çıkmasına
fırsat vermemektir. İnsanlık, bütün çağlarda tamahı tanımıştır. Fakat
açgözlülük ve dünyevîleşme, hiçbir çağda bugün olduğu kadar ciğer sökücü
bir hırs haline gelmemiştir. Dünya menfaatini çoğaltmaktan başka amaç-
162 Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an
163 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 8/417-418.
• 79 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
ları ve inançları olmayan kişiler, her gün daha da artan bir hırsla, hiçleşen
hedeflere doğru koşuyorlar. Onlar, bir iyilik yapsalar bile bunu çok görüp
yaptıkları iyilik karşılığında ömür boyu hizmet ve hürmet bekliyorlar. Ama
kendileri, amaçsız bir koşuda olduklarının farkında bile değiller. Dileriz
insanlık, en kısa zamanda Kuran’ın bu çağrısını duyar da Allah için iyilik
yapma ve iyilikte yarışma başarısını yakalar.164
Az verip çok şey bekleme! Yaptığın iyiliği çok görüp iyilik yaptığın kimsenin
başına kakma! Veya daha iyisini beklediğinden dolayı sen insanlara
iyilikte bulunayım deme! Yani “kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez”
mantığıyla hareket etme! Ben bunu bir kere arabama bindirirsem, bu bana
araba hediye edecek, diye bir beklenti içine girme! Hareketlerini bunun
üzerine kurma!
Yaptığın işi çok görerek başa kakma! Veya sen çok iyiliğe lâyıksın zannederek
hareketini öylece düzenleme! Yaptığın iyiliklerden ötürü karşındakini
minnet duygusu altında tutma! Az verip çok şey bekleme! Hem
toplumsal planda, hem de Allah’a karşı görevlerinde öyle davranma! Meselâ
namazımızı kılıyoruz, abdestimizi alıyoruz, elbette Allah bizi cennete
koyacaktır değil mi, diyerek az yaptığın kulluğun karşılığında tam kulluğun
gereği olan cenneti garanti görme!
Bir böyle, bir de sosyal ilişkiler içinde karşındakine iki âyet anlattın diye
iki çay içirmesini bekleme! Ya da aferin demesini bekleme! Tebliğ ettim,
duyurdum diye hemen karşındakilerin hayatlarını değiştirmelerini bekleme!
Çünkü o insanlar senden başkalarını dinliyorlar, senin okuduğun
kitabı değil, başkalarının kitaplarını okuyorlar, başkalarının hitaplarından
bilgileniyorlar. Bir anda senin anlattıklarını kabule yanaşmalarını bekleme,
sabırla anlat onlara, diyor Rabbimiz.
“Öyleyse amelinle nazlanma! Ya Rabbi, senin için şöyle yaptım, böyle
uğraştım diyerek yaptıkların konusunda öğünmeye kalkışma. Bir de Allah’ın
emirlerini, tekliflerini çoğumsayarak hayırda zaaf gösterme!” mânâsına
geliyor. Hayırda yarışacağız, hayır konusunda zaaf göstermeyeceğiz.
Malda hayır, eylemde hayır, amelde hayır peşinde olacağız. Allah’ın bizden
istediği bütün bu hayırları çok zannederek bu kadarını da nasıl yapabilirim?
diye zaafa düşmeyeceğiz.
164 Fahrettin Yıldız, Tefsir Notları
• 80 •
Ahmed Kalkan
Rasûlullah’tan ve onun şahsında bizlerden bunu istiyor Rabbimiz. Allah
senden hayır istemişse, bilesin ki onlar senin yapabileceğin cinsten hayırlardır.
Senin gücünün yetmediği hayırları istemez Allah. Senin gücünü,
kuvvetini, tâkatini bilir Allah. Öyleyse içki içmemedeki hayrın, zinaya yaklaşmamadaki
hayrın, gayret etmedeki veya sakınmadaki hayrın, hep gücün
nispetinde emredilen hayırlar olacaktır.
Bir de bu ifadenin Rasûlullah’a özgü bir mânâsı var: “Sakın nübüvvet
konusunda insanlardan ecir/ücret bekleme! Bu konuda bir beklentin olmasın
ha sakın!” demektir. Yani, “ben bu insanlara İslâm’ı duyuruyorum,
nübüvvetin gereğini yapıyorum, bana bunun karşılığında ücret vermeliler”
beklentisine girme! “Ben bu insanlara din anlatıyor, dâvâyı ulaştırıyorum;
öyleyse bunlar bana bal yedirsinler, baklava ikram etsinler!” demeyeceğiz.
Bir şey yapıyorsak, karşılığını insanlardan değil, sadece Rabbimizden beklemeliyiz.
165
Minnet büyük günahlardandır. Minnet kendisine yardımda bulunanı
incitecek şekilde ona hatırlatmaktır. Şöyle ki, “sana iyilikte bulundum. Seni
güçlendirdim” gibi başa kalkıcı sözler söylemek. Bazıları minneti şöyle tarif
etmişler. Minnet: Kişinin, kendisine infak ettiği kişiyi incitecek ve ona
eziyet verecek sözlerde bulunmaktır. Minnetin kebâirden oluşunun delilleri
Sahih-i Müslim’de sâbit olan rivâyetlerdendir: “Muhakkak o -minnet
eden- Allah’ın kendisine bakmadığı, temizlemediği ve kendisine elim azap
verdiği üç kişiden biridir.” 166 Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki, “Üç kişi var ki
Allah (c.c.) kıyâmet günü onların yüzüne bakmaz; anne babasına isyan eden
ve onları aşağılayan, erkeğe benzeyen kadın, ırzını kayırmayan deyyus. Üç
kişi cennete girmez, anne babaya karşı gelip onları küçük gören, sürekli içki
kullanan ve verdiğini başa kalkan kişi.”167 Minnet, yaptığımız hayırları yiyip
bitiren bir darbedir. Dün de bugün de ağzımızda sakız gibi çiğnediğimiz
bir bombadır.‘Ben yaptım, ben olmasaydım olmazdı, hep ben yapıyorum’.
Ve daha nice minnet edici, kendi kendimizi öne çıkaracak sözler. Yaptıklarımızı
sadece Rabbimiz için yapan bir ağ kurmalıyız. Ve dâvet ettiklerimizi,
yetiştirdiklerimizi de sadece Allah rızasını hesap ederek faaliyet yapan
kimse haline getirmeye çalışmalıyız. Yaptığında veya yapacağında etrafına
bakmadan heyecanla Rabbinin rızası için yapan bir nesil oluşturmak.
165 Ali Küçük, Besâiru’l Kur’an
166 Nesai rivayet etmiştir.
167 Zuheyli, Et-Tefsir El-Munir Fil-Akıdeti veş-Şeriati vel-Minheci
• 81 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
N. Fazıl’ın İfadesi ile; ‘Kim var, dendiğinde, sağa sola bakmadan, ben
varım diyen bir gençlik.’ 168 Yaptığımız hayırları anlatmaktan iki büklüm olduğumuz
bir dünya ve bir hizmet anlayışı yaşıyoruz. Gelin bunu bırakalım.
İhlâsı merkeze alalım. Merkezde Allah rızası olsun. Hayırlarımıza ABD ve
Emperyalistlerin, İblisin ve hevâmızın şerrine fırsat verecek darbeler vurmayalım.
İçimizi kemiren minnet hastalığı düşmanımızın bizi kalbimizden
vurmasına benzer. Fert dünyamızı, aile dünyamızı, sosyal hayatımızı ve İslâmî
yapımızı yıktık. Gelin tevbe edelim. Bu darbe öyle büyük olmasaydı,
daha risâletin başında sevgili elçi Hz. Muhammed (s.a.s.) bundan nehy edilir
miydi? Ona bu ilk ders verilir miydi?
Rasûlullah’ın Nehy Edildiği Darbe; Minnet
“Minnet edip çokça başa kakma”169 âyetini tam anlamaya çalışalım. İki
fiil var âyette. Biri nehiy diğeri ona cevap olarak geniş zamanlı. Kur’an’ı baştan
sona gramer yönüyle tahlil yapan M. Dervişî şöyle diyor: Birinci kelime
nehiy, ikincisi ise onun halini belirtir. Buna göre âyetin anlamı şudur.
‘Çokça başa kakarak minnet etme’ 170 Yazar ikinci kelimeyi, nehye cevap kabul
etmiş: ‘Yaptığını çokça söyleyip minnet etme.’171Türkçe mealler genelde
aynı mânâyı verirler: ‘Verdiğini çok bularak başa kakma.’172 ‘Verdiğinden
daha fazlasını almak için kimseyi minnet altında bırakma. Yaptığın iyiliği
çok sanarak, başa kakma, karşılık bekleme, nazlanma.’173 Elmalılı’nın yorumu;
‘Çok sanarak menetme. Burada da iki mânâ açıklanmıştır. Birincisi;
başa kakmanın mânâsı olarak: Yaptığın işi, hizmeti, iyiliği, çok sayarak başa
kakma, ameline nazlanma, demek olur. Diğeri de: menn, in’am ve ita mânâsına
olarak: Bir iyilik, bir yardım ve herhangi bir şeyi verdiğinde, başkasından
bunun karşılığı olarak fazlasını bekleme. Yani on para sadaka verip
de yirmi paralık hizmet veya hürmet bekleyenler gibi dünya ticareti veya
maksadı gözeterek ya da gösteriş, riyaiçin iyilik etme; aksine, Allah için iyilik
et, başkasından bir ecir bekleme...’174Muhammed Esed, ‘İyilik yapmayı
kendine kazanç aracı kılma.’175 şeklinde yorum yapıyor.
168 N. F. Kısakürek Gençliğe Hitabem Çile Yayınları Çile Şiir kitabı
169 74/Müddessir, 6
170 Muhyiddin Dervişî, İ’rab El-Kur’an El-Kerim 8.cild 74/6 ayetin i’rabı
171 M. Dervişî, a.g.e.
172 Prof. Ziya Kazıcı ve Prof. Dr. Necip Taylan
173 Ahmet Tekin, Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru
174 Elmalı Hamdi Yazır, Hakk Dini Kur’an Dili, c. 8, s. 5451
175 Muhammed Esed, Kur’an Mesajı İşaret Yayınları 3. cild Müddessir Suresi tefsiri
• 82 •
Ahmed Kalkan
Allah, yeni bir görevin başında olan ve dünyayı değiştirecek bir hareketin
önderine ders veriyor. Fakir, kimsesiz, yetim Muhammed (s.a.s.) önder
olacak. “Seni yetim görüp korumaya almadı mı? Seni şaşkın görüp doğru yola
iletmedi mi? Seni fakir bulup zengin kılmadı mı?” 176 Kur’an’ı okuduğumuzda
görürüz; Rasûlullah’a, Rabbimizin kendisine yaptığı iyilikler hep hatırlatılmaktadır.
Niçin acaba? Bu hatırlatmalarda temel kasıt ve hedef, minnet
hakkının sadece ve sadece Allah’a ait olduğunu belirtmekti. Sakın ola ki sen
seçildiğin için, insanlara önder olduğun için ve daha nice nimetlere ulaştığın
için iç dünyanda kendine ait bir şeyler biçme. Tüm bunlar Rabbine
aittir. Böyle bir şey yaptığın takdirde tüm bu nimetlerin sahibine vefasızlık
yapmış olursun. Sana vefasızlık yakışmaz. Onun için Rasûlullah ısrarla kul
olduğunu belirtiyor. Allah (c.c.) onun kulluğunu hatırlatıyor. “De ki ben
de ancak sizin gibi bir beşerim; bana vahy olunuyor ki sizin Rabbiniz olan
Allah tek ilâhtır...” 177Âyette ‘innemâ’ edatı kullanılır. Bu edat hasr ifade eder.
Kendisinin dışında olan her şeyi o cinsten nefy eder. Sadece kendisini isbat
eder. Bu anlamda âyet, “Ben sadece bir insanım/beşerim, başka değilim...”
178 Âyet, Rasûlullah’ı bize anlatırken kendisine de anlatılıyor. Sakın insanların
başında başka iddialarda bulunma. Böylece minnet etme. Allah’a ait
sınırlara ulaşacak yakıştırmalardan uzak dur. Sana inanan da böyle inansın.
Rasûlullah’ın ilk dersi Rabbini tanımaktı. Ve Rabbinin kulu olmakla şereflenmiş
olmaktı. Onun için daha ilk sûre ona, onu embriyodan, yapışkan bir
hücreden yaratan Rabbi tanıtılıyor. O da sıradan bir kul olarak tanıtılıyor.179
O hep kul olarak yaşadı ve kul olarak öldü. Rasûl, bir kul. Onun için de hiç
minnet etmedi, başa kakmadı. Huneyn savaşından sonra ganimetler dağıtılırken,
Mekkeli akrabalarına, kalplerini İslâm’a ısıtmak için fazlaca ganimet
verdi. Münâfıklar ortalığı karıştırdılar. Bunun üzerine Rasûlullah onlara bir
hutbe verdi.
“Ey Ensar topluluğu! Ben size geldiğimde siz dalâlette iken Allah sizi
doğru yola iletmedi mi? Siz fakir iken sizi zenginleştirmedi mi? Birbirinize
düşman idiniz, Allah sizin kalplerinizi birbirinize ısındırıp birleştirmedi mi?”
buyurdu. Onlar da: ‘Evet öyle’ dediler. Rasûlullah: “Cevap vermeyecek misiniz
ey Ensar topluluğu?” diye sordu. Onlar: ‘Ne diyelim ey Allah’ın Rasûlu?
176 93/Duhâ, 6-8
177 18/Kehf, 110. âyet
178 18/Kehf, 10
179 96/Alâk, 1-11
• 83 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Ne ile cevap verelim? Minnet Allah’a (c.c.) aittir. Buyurdu ki: “Vallahi dileseydiniz:
‘Bize kovulmuş olarak geldin seni himaye ettik. Fakir olarak geldin
seni sevdik, sana destek olduk. Korkuyordun seni güvence altına aldık. Kimsesizdin
sana yardım ettik’ deseydiniz doğru söylemiş olurdunuz. Ve tasdik
edilirdiniz.” Onlar: yine: ‘Minnet Allah’a ve Rasûlüne aittir.’ dediler. O (s.a.s.
dedi ki; “Nefislerinizde bana karşı -ey Ensâr- dünya malı için kırgınlık mı
buldunuz? Ben o mallarla (yeni) müslüman olmuş bir kavmi ısındırdım, sizi
ise Allah’ın taksim ettiği İslâm’a terk ettim! Râzı olmaz mısınız? Ey Ensar
topluluğu, insanlar evlerine koyun ve deve ile dönüp sizler ey ensar topluluğu,
evlerinize Allah’ın peygamberiyle dönmeye râzı olmaz mısınız? Nefsim elinde
olana yemin ederim ki bütün insanlar bir vadide, ensar bir başka vadide yürüse,
ben ensarın vadisini takip ederim. Hicret olmasaydı ben ensardan biri
olurdum. Allah’ım ensara, oğullarına, ensarın oğullarının oğullarına merhamet
et!” dedi. Ensar ağlamaya başladı. Öyle ki ağlamaktan sakalları ıslandı.
Ve: ‘Rab olarak Allah’a teslim olarak Peygamberinden râzı olduk’ dediler...”
180 İşte, kendi kendisine darbe vurmak istemeyen bir önder ve O’na tâbi
olanlar. İki taraf da imtihan oldular. Ve imtihanlarını başarılı olarak verdiler.
İmtihanı bulundukları ortamda kavradılar. İki taraf da minnet edip
birbirinin başına kakmadı. Minnetle yaptıklarını boşa çıkarmadılar. Onlar
hedeflerine Allah’ı yerleştirmişlerdi. O hedefi hiç kimse bozamayacaktı. Bu
samiyete ne kadar muhtacız.
Ashâb bu şuuru yakalamıştı. Çünkü onların imanı imtihan oldu hep.
Ve onlar bu imtihanı kazandılar. Ancak bazıları vardı ki müslümanlıklarını
minnet ettiler. Kur’an onları bize haber veriyor.
İmanını Minnet Edenler
“Müslüman oldular diye sana minnet ederler. De ki Müslüman oluşunuzu
başıma kakmayın. Bilakis Allah size İslâm’ı nasip etmekle size iyilikte bulundu
ve minnet hakkı O’na aittir. Şayet sâdıklardansanız bilin ki Allah size
imanı hidâyet etmekle size iyilikte bulundu.”181 Kimdir bu insanlar? Şimdi o
sıcak sahneyi takip edelim:
180 Muhammed Gazali, Fıkh es-Sünne, Risale Yay., Çeviri, Resul Tosun, Kaynak Eserler Yay.
181 49/Hucurat, 17
• 84 •
Ahmed Kalkan
1- “A’râbîler dedi ki biz iman ettik. De ki siz iman etmediniz. Lâkin ‘müslüman
olduk (teslim olduk)’ deyin. Henüz iman kalbinize girmedi. Şayet
Allah’a ve Rasûlüne itaat ederseniz amelleriniz boşa çıkmaz. Şüphesiz Allah
çok bağışlayan ve çok af edendir.” 182 Bunlar ‘A’râbîlerdir.’ Örnek somuttur. O
günün canlı bir örneği. Ancak vasıfları geneldir. İmanın kalbe girmesi ve
bunun tezahürü Allah (c.c.) ve Rasûlüne itaat. Evet itaat. Allah ve Rasûlüne
teslimiyetin adı. İslâm’ın baş döndürücü ilerlemesi karşısında imtihanını
verememiş iman anlatılıyor. Bunun somut örneği bedeviler. Birçok ayette
geçer bu topluluklar. Özellikle Tevbe suresinde çok geçer. 183 Buradaki anlamıyla
beraber ele alırsak sadece bedeviler değil kast edilen, daha geniş
bir anlam var. Ancak müfessirler genelde bedeviler olduğunu söylemişler.
Mevdudi, bedeviler için -Medine yakınındaki çölde yaşayan Araplar- diyor.
184 Derveze biraz farklı alarak kabile isimlerini vermiş. İki gurup bedevilerdir
bunlar. Tebuk savaşına katılmak istemeyen iki gurup. Bunların Gatafan,
Esed ve Gıfar kabileleri olduğu söylenir. 185
2- Onların minnetine karşılık onlara minnet etmeyen müminler örnek
gösterilmiş. “Mü’minler o kişilerdir ki Allah’a ve Rasûlüne iman ederler ve
sonra hiç bir şüphe duymazlar. Mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihad
ederler. İşte sâdık olanlar onlardır.” 186 Minnet edenlerin sâdık olmadığını
anlatıyor. Dolaysıyla minnet olayının imanla irtibatını yokluyor. İkide bir
yaptıklarını başa kakanlar ve yapmamak için sebepler arayanlar imanlarını
sorgulamalılar. Sadâkatlerini gözden geçirmeliler. Allah (c.c.) âdeta onlara
kızarak şöyle buyuruyor. “De ki siz mi Allah’a dininizi öğretmeye kalkışıyorsunuz?
Allah göklerde ve yerde olan her şeyi bilir. O her şeyi bilendir.” 187 Sakın
bir şeyler saklamaya kalkışmayın. Belki Rasûlullah’ı da kandırabilirsiniz.
Başınızdakileri kandırabilirsiniz, ama Allah’ı asla kandıramazsınız. O halde
kalbinize dönün ve imanınızı sorgulayın. Samimiyetinizi gözden geçirin.
Bizim gücümüz kişiliğimize bağlıdır. Rabbimize olan samimiyetimize
bağlıdır. Onun için, dinin ihlâsla Allah’a has kılınması istenmiş. “Onlar
ancak muhlisler olarak samimiyetle hanif tevhid ehli) olarak Allah’a kulluk
182 49/Hucurat, 14
183 9/Tevbe, 90, 97, 98, 99, 101, 120
184 Mevdudi, Tefhim El-Kur’an, c. 2, s. 242
185 İzzet Derveze, et-Tefsir El-Hadis c. 7, Tevbe Sûresi Tefsiri; Ayrıca M. Esed; Kurtubi, a.g.e.
186 49/Hucurat, 15
187 49/Hucurat, 16
• 85 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
yapmakla emrolundular. Başkasıyla değil. Namazı kılmak ve zekâtı vermekle,
işte güçlü din budur.” 188 Bunun da ilk yolu tüm nimetleri Allah’a has
kılmakla olur. Sadece bizi yarattığı için değil. Sadece bizi yaşattığı için değil.
Sadece bize nimetler, mal mülk verdiği için değil. Bilakis bize iman ve İslâm
nimetini öğreten Rasûlü (s.a.s.) gönderdiği için dahi O’nun minnetini ödeyemeyeceğiz.
O halde onun dinine hizmet ederken kendimizi çok önemli
bir şeyler yapmış olmakla vasıflayıp yaptıklarımızı heder etmeyelim. Kendimize
gece darbeleri düzenlemeyelim. “Şüphesiz Allah mü’minlere, onların
kendilerinden bir elçi göndermesiyle onlara büyük iyilikte bulundu. Onlara
kitabı ve hikmeti öğretir ve onları temizler...” 189
- 7. Âyet -
‚ وَِلرَبِّكَ فَاصْبِ ْ
وَِلرَبِّكَ : ve Rabbin için ‚ اصْبِ فَ : sabret
Ve Rabbin için sabret! (Sabırla Rabbine yönel)” (74/Müddessir, 7)
Verdiğin şeylerden dolayı karşılık bekleme. Allah’ın emirlerini yerine
getir, yasaklarından kaçın ve Allah yolunda başına gelen her türlü işkence
ve eziyetlere Rabbin olan Allah’ın rızası için sabret, fedakârlıkta bulun. Sana
verilen bu görev çok zor bir iştir. Bu yüzden birçok musibet ve eziyetlerle
karşı karşıya kalacaksın. Senin halkın bile sana düşman olacak. Bütün Arap
Yarımadası sana karşı cephe alacak. Ama ne olursa olsun Rabbinin hatırı
için bunlara sabret, üzülme ve bu vazifeyi sebat ve karar ile yerine getir.
Hiçbir korku, hırs, dostluk, düşmanlık ve sevgi seni bu davadan vazgeçirmek
için araya girmesin. Bunlara rağmen kendi yolunda ısrarla devamını
sürdür. Mükâfatı, muvaffakiyeti Hak Teâlâ’dan bekle.
188 98/Beyine, 5
189 3/Âl-i İmran, 164; Yalçın İçyer
• 86 •
Ahmed Kalkan
Bu âyet hakkında âlimlerin görüşleri:
1) Mücahid ve İbn Zeyd âyeti şu şekilde izah etmiştir: “Ey Muhammed,
sen, davetin karşılığında çekeceğin sıkıntılara, Rabbinin rızası için sabret.”
2) İbrahim en-Nehâî, âyeti şu şekilde izah etmiştir: “Verdiğin şeylerden
dolayı karşılık bekleme. Onların karşılığında Rabbine sabret, fedakârlıkta
bulun.”190
Rabbinin Emirlerini Tutmada Sabır
“Rabbin için sabret” Fahreddin Râzi şöyle der: Bu âyetle ilgili olarak şu
izahlar yapılabilir:
1) “Bağışta bulunup, iyilik yaptığında, başa kakmayı ve yaptığın işi büyütmeyi
bıraktığın için sabret” yani, “Rabbinin rızasını gözettiğin için, böylesi
davranışları bırak.”
2) “Malını verip tasadduk ettiğinde, karşılık bekleme. Bu beklememe,
Rabbinin rızası için olsun.”
3) “Bu sûrenin başında sana bazı şeyler emrettik, bazı şeyleri yasakladık.
Binâen aleyh Rabbinin emrinden ötürü, o emredilenleri yap, nehyedilenleri
terk et.” Buna göre, sanki şöyle denilmek istenmiştir: Bu âyetten
önce, bir takım şeylerin yapılması, bir takım şeylerin de yapılmaması mükellefiyeti
yer almış; bu âyette ise, o şeylerin yapılıp yapılmamasının gerekçesi
açıklanmıştır ki bu da, Allah Teâlâ’nın rızasını elde etmedir.
4) Daha önce, Mekke müşriklerinin bir araya gelerek, Hz. Muhammed
(s.a.s)’in durumunu görüştüklerini, içlerinden Velid b. Muğire’nin kalkıp
evine gittiğini, bunun üzerine oradakilerin, “Velid herhalde dinini terk etti
(müslüman) oldu” dediklerini. Bunun üzerine Ebû Cehil’in onun yanına
giderek, “Atalarının dinini terk etmesin diye, sana verilmek üzere Kureyş
aralarında mal topladı” dediğini anlatmıştık. Bu demektir ki Velid, elde
edeceği bu maldan ötürü küfrünü sürdürmüştür. Bu sebeple, Hz. Muhammed
(s.a.s)’e, “O, işte o maldan ötürü bâtıl din ve inancını sürdürdü. Sen
190 İbn Cerir et-Taberi-Tefsir, Hisar Yayınları: 8/477.
• 87 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
ise, başka bir şey için değil, sırf Hak rızası için hak dinde sabr u sebat et”
denilmiştir.
5) Bu âyet, müşrikler için bir ta’rîzdir. Buna göre Hz. Muhammed
(s.a.s)’e, “Puttan değil, Rabbinin yüceliğini ilan et; elbiseni temizle ve müşrikler
gibi, bedeni ve elbisesi pis olma. Kötülük yapmayı ve eziyet vermeyi
terk et. Kâfirlerin yaptığı gibi, sakın bunlara yaklaşma. Kâfirlerin, Velide
bir miktar mat verip de, o azıcık malı gözlerinde büyütmeleri gibi, sen de
verip, verdiğin şeyleri gözünde büyütme. Mal ve makam gibi, dünyevi gaye
ve maksatlardan ötürü değil de, sırf Rabbine tâat olan niyetlerle, Rabbin
için bunlara sabret” denilmek istenmiştir.191
“Rabbin İçin sabret!” Yani Rabbin, efendin, mutlak mâlikin için farzları
edâ ve O’na ibâdet etmek üzere sabret, diren! Mücahid: ‘Sana yapılan
eziyetlere
katlan’ diye açıklamıştır. İbn Zeyd; ‘Sana büyük bir iş yükletilmiştir.
Bu da Araplarla ve acemlerle (Arap olmayanlarla) savaşmaktır. O halde
Allah için buna sabret!’ Şöyle de açıklanmıştır: ‘Sen, Yüce Allah için kaza ve
kaderin emri altında sabret, katlan!’
‘Belâlara sabret’ diye de açıklanmıştır. Çünkü O, dostlarını ve seçtiklerini
sınar. Emir ve yasaklarına sabret’ diye açıklandığı gibi, ‘ailenden ve
vatanından
ayrılmaya sabret’ diye de açıklanmıştır. 192
Mevdûdi diyor ki: “Sana verilen bu görev çok zor bir iştir. Bu yüzden
birçok musibet ve eziyetlerle karşı karşıya kalacaksın. Senin halkın bile
sana düşman olacak. Bütün Arap Yarımadası sana karşı cephe alacak. Ama
ne olursa olsun Rabbinin hatırı için bunlara sabret ve bu vazifeyi sebat ve
karar ile yerine getir. Hiçbir korku, hırs, dostluk, düşmanlık ve sevgi seni bu
davadan vazgeçirmek için araya girmesin. Bunlara rağmen kendi yolunda
ısrarla devamını sürdür.
Bir kimse eğer Allah’ın, Rasûlüne nübüvvet davasına başlar iken verdiği
ilk emirleri, bu kısa cümleleri ve onun manalarını düşünecek olsa bir Rasûle
risaletine başlarken bundan daha iyi bir tavsiyede bulunulamayacağına
kalbi şahit olacaktır. Burada Nebi’nin misyonunun ne olduğu, kendi hayatında
izleyeceği tavır, ahlâk ve muamelatın nasıl olduğu, ayrıca bu vazifeyi
191 Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 22/249.
192 İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 18/173-174
• 88 •
Ahmed Kalkan
ifa ederken hangi niyet ve fikirle bunu yapacağı talimatı verilerek, bu vazifeyi
yerine getirirken hangi sorunlarla karşılaşacağı ve bunlara karşı nasıl
bir tavır takınacağından haber verilmiştir. Bugün taassupları yüzünden
gözleri körleşmiş olanlar, bu sözleri onun sara nöbeti esnasında söylediğini
ileri sürüyorlar. Biraz bu âyetler üzerinde, bunlar bir saralının sözleri mi,
yoksa Allah kulunu risâlet ile görevlendirerek bu emirleri vermiş mi, bir
düşünsünler.193
“Rabbin için sabret.” Sabır, bu dâvâ ile ilgili her yükümlülük sırasında,
ya da her direnme gerektiren zorluk karşısında tekrarlanan bir direktiftir.
Sabır bu çetin savaşın, insanları Allah’a çağırma savaşının en vazgeçilmez
azığı ve cephanesidir. Bu savaş aynı anda iki ayrı cephede verilecektir. Cephelerden
birinde nefsin ihtiraslarına ve gönüllerin arzularına karşı savaş
verilirken öbür cephede ihtiraslarının şeytanları tarafından güdülen, kişisel
arzularının dürtüleri tarafından itilen davanın düşmanları ile savaşılacaktır.
Bu savaş sürekli, kesintisiz ve çetin bir savaştır. Tek azığı, tek cephanesi.
Yalnız Allah’ın rızasını amaçlayan, O’nun vereceği ödülden başka hiçbir
şeyde gözü olmayan sabırdır.194
Bu âyette, mü’min benlikten, “sabırla Rabb’ine yönelmesi” istenir. Hayat,
sıkıntılarla doludur. Mü’minin hayatında da mutlaka sıkıntılı anlar
olacaktır. Bunun için Rabb’imiz, sabrımızı ve samimiyetimizi ölçmek için,
bizi çeşitli sıkıntılarla imtihan edeceğini haber vermiştir. Demek ki insanın
hayatında sıkıntı, vazgeçilmez bir gerçektir ve onu tabii karşılamak gerekir.
Burada önemli olan, beklenmedik zamanda kapımızı çalacak olan sıkıntıları,
sabırla karşılamak; gülerken de ağlarken de taşkınlık etmeden tam bir
mü’min tavrı sergileyebilmektir.
Hz. Muhammed, peygamber olmadan önce mütevazi ve güvenilir bir
insan olarak yaşantısını sürdürüyor, sosyal hayatta belirli bir görevde bulunmuyordu.
Fakat o, peygamber olduktan sonra toplumu her bakımdan
değiştirecek potansiyele sahip önemli bir şahsiyet haline geldi. İşte bu aşamada
ondan, “kalkıp insanlığı uyarması, vazifesi ve konumu gereği yaşantısını
her bakımdan temiz tutması, dünya çıkarlarını bir tarafa bırakması,
insanları ıslah etmek için ihlâsla çalışması, güçlük ve zorluklara karşı da
sabırlı olması” istenmiştir.
193 Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/471.
194 Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an
• 89 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
İnsan, Kuran’ı şuurla okumalı ve onu sabırla uygulamalıdır. İnsanın Kuran’a
alışması ve İslâm’la buluşması buna bağlıdır. İnsan ömrü, hızla akan
bir nehir gibidir. O, sonsuzdan gelir ve yine sonsuza gider. Eğer insan kalbini
Rabbine açarsa kafasını karıştıran, yolunu dolaştıran, şeytanı konuşturan,
ruhunu öldüren ve nefsini güldüren tüm olumsuzluklardan kurtulur.
Kur’an’ın çağrısına dikkatle kulak veren insan, kendini toplar, dişini
sıkar ve işini Rabbinin beğeneceği şekilde yapar. Yarınsız bugünün ve ekmeksiz
öğünün bir kıymeti olmadığı gibi, İslâm’sız hayatın da hiçbir anlamı
yoktur. Öyleyse insan, sayılı nefesleri tükenmeden önce haddini bilmeli,
Rabbini tanımalı ve görevlerini en iyi biçimde yapmaya çalışmalıdır. “Mal
mülk ve çocuklar, dünya hayatının süsleridir. Ürünü kalıcı olan dürüst ve
erdemli davranışlar ise, karşılığı bakımından Rabbinin katında daha değerli
ve daha verimlidir.” 195
İş karşıya intikal etti mi, durum karşıya ulaştı mı o zaman da Rabbin
için sabret peygamberim! Rabbin için dayan! Rabbin için diren, sabret!
Bıkma! Usanma peygamberim! Ama bunu da Rabbin için yap! Sabretmen
de Rabbin için olsun! Yani çaresizliğinden dolayı değil, insanlar hoş görsünler
diye değil, “ne sabırlı adam!” desinler diye değil, Rabbin öyle istediği
için yap. Bir başka âyette Rasûlullah’a şöyle deniyordu:
“Senden önce nice peygamberler yalanlandı ve kendilerine yardımımız
gelene kadar yalanlanmalarına ve sıkıştırılmalara katlandılar. Allah’ın sözlerini
değiştirecek yoktur, andolsun ki peygamberlerin haberi sana da geldi.”196
Peygamberim, yalanlanan sadece sen değilsin! Senden önce de pek çok
peygamberler yalanlanmıştır. Pek çok peygamberler de işkencelere maruz
kalmışlardır. Hal böyleyken sana ne oluyor ey peygamberim, sen niye kendi
kendini kahrediyorsun? Niye yalanladılar, dinlemediler, alaya alıyorlar
diye mahvoluyorsun? Ne oluyor sana? Düşün ki senden önceki peygamberleri
de yalanladılar, dalga geçtiler, ama onlar tüm yalanlamalara, tüm inkâr
edişlere karşı göğüs gerdiler, sabrettiler, direndiler, dayandılar. Yani onlar
hep öyle sabrettiler de bu sabırlarının sonunda onlara bizim yardımımız
geldi. Yardımımız gelene kadar onlar sabrettiler.
195 Fahrettin Yıldız, Tefsir Notları
196 6/En’âm, 34
• 90 •
Ahmed Kalkan
Bu peygamberler kendilerine yardımımız gelene kadar sabretmişler,
dayanmışlar, direnmişler, yılmamışlar, durmamışlar, dönmemişler, yollarına
devam etmişlerdir.
Öyleyse Allah’ın sözlerini değiştirecek yoktur. Yeryüzünde Allah’ın
koyduğu yasalarını değiştirecek yoktur. Allah’ın kelimelerinde değişme olmaz.
Burada Allah’ın kelimelerinden ve bu kelimelerin değişmeyeceğinden
maksat, doğruyla yanlış, hakla bâtıl, imanla küfür, Allah yolu taraftarlarıyla
şeytan yolu taraftarları arasında süregelen savaşın kanunudur. Hakla bâtıl
arasındaki çatışma yasasıdır. Allah’ın yeryüzünde koyduğu bu yasa hiç değişmeden
devam etmektedir.
Bir de bu yasaya göre hak sahibi, iman sahibi, takva sahibi kimselerin
bu konudaki sabırları, sadâkatleri, dirençleri ve Allah’a olan tevekkülleri
ve güvenlerini ispat etmeleri için uzun bir süre imtihana tabi tutulmaları,
çeşitli eleklerden geçirilmeleri gerekmektedir. Böylece bu denemelerden,
bu potalardan geçirilirken hem istenmeyen cürufları atılacak, hem yüce
hasletleri geliştirilecek, hem de en sonunda kazandıkları bu silâhlarla küfür
cephesi karşısında dayanabilme ve zaferi elde edebilme noktasına geleceklerdir.
İşte bu değişmeyen bir yasadır. Her dönemde Müslümanlar bu
yasadan geçirileceklerdir. İşte bu yasa gereği yardıma ehil hale gelen Müslümanlara
Allah’ın yardımı gelecektir. Yine bu yasaya göre Müslümanlar
hiçbir zaman kendilerine düşeni yapmadıkları sürece kendilerine Allah’ın
yardımı gelmeyecektir. Mü’minler kendilerini değiştirmedikleri sürece Allah
onları asla değiştirmeyecektir. İşte Allah’ın kelimelerinde değişme olmaz
ifadesinin mânâsı, anlayabildiğimiz kadarıyla budur.
Kâfirler iman cephesine karşı hep savaş açacaklar, kâfirler Müslümanlardan
asla razı olmayacaklardır; bu bir yasadır. Allah yolunun yolcuları bu
kâfirlerin tutumlarına karşı, yalanlamalarına karşı sabredecekler, yani her
şeye rağmen Allah’ın dediğini yapmaya çalışacaklar, kulluktan vazgeçmeyecekler,
yollarında, dâvâlarında şüpheye düşmeyecekler, yılgınlık göstermeyeceklerdir;
bu da bir yasadır. Nihâyet onlara Allah’ın yardımı gelecektir, bu
da bir yasadır. Tarih boyunca bu hep böyle olagelmiştir. Allah’ın yasalarını
asla değiştirecek yoktur. Bu yasalara uygun hareket eden kullarına Allah’ın
vaad ettiği yardımı değiştirecek yoktur.
• 91 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Ey Rasûlüm, “Peki, acaba bugün ben de Allah’ın istediği gibi sabretsem
bana da gelir mi Allah’ın yardımı?” deme sakın. Veya “bugün bizler
de sabretsek acaba Allah bize de yardım eder mi?” demeyin ey mü’minler!
Elbette Allah’ın yardımı gelecektir. Çünkü Allah’ın kelimelerini, kanununu,
düzenini bozacak, değiştirecek kimse yoktur. Değişme olmaz bu konuda.
Dünküler sabredince nasıl Allah’ın yardımı gelmişse, sizler de sabrettiğiniz
takdirde size de gelecektir.
Burada deniliyor ki: “Li Rabbike”: Bunu şöyle anlamaya çalışıyoruz:
1. “Li ecli Rabbik” anlamınadır bu. Yani Rabbinden dolayı, Rabbin dedi,
Rabbin istedi diye sabret peygamberim!
2. “Li emri Rabbik” anlamınadır. Yani Rabbinin emri olarak, Rabbinin
fermanı olarak sabret!
3. “Li sevâbi Rabbik” demektir. Rabbinden sevap beklemekten kaynaklanarak,
mükâfatını, sonucunu sadece Rabbinden umarak sabret peygamberim!
4. “Li va’d-i Rabbik” Veya “Rabbinin vaadinden dolayı sabret!” mânâlarına
gelecektir.
Peki, nedir Allah’ın vaadi ki onun için sabredeceğiz? Allah’ın vaadi, bu
dinin dünyada kemale erdirileceği, Müslümanların yeryüzüne hâkim olacağı
ve Allah’ın nûrunu tamamlayacağı konusundaki vaadidir. İşte bunun
için sabredeceğiz. İşte bunun için her şart altında Allah’a kulluğa devam
edeceğiz. İşte bunun için Rabbimizin istediğini icra konusunda direnecek,
dayanacak ve döneklik yapmayacağız.
5. “Alâ tâatihî ve ferâizihî fasbir.” Öyleyse ey peygamberim! Kesinlikle
her şart altında Allah’ın senden istediği itaate ve senden istediği farzlara,
vaciplere sabret. Onları yerine getirme konusunda asla yılgınlık gösterme.
6. Bir de “Ale’l ezâ ve’t-tekzib fasbir.” Bu ifade, eziyetlere ve yalanlamalara
karşı sabret, dayan, diren mânâlarına gelmektedir.
• 92 •
Ahmed Kalkan
Zaten sabır, tüm dünya alkışlasa da, tüm insanlar boyun büküp, emre
âmâde olsalar da, ya da insanlar hep karşı gelip taş yağdırsalar da, tüm dünya
düşman kesilse de kişinin durumunda değişiklik yapmamasıdır. Allah’a
yaptığı kulluğun değişmemesidir. Her şeye rağmen kişinin sabredip Allah’a
kulluğuna devam etmesidir sabır. Çünkü biz insanlar için değil, Allah için
Müslümanız. Öyleyse insanlar için değil, Allah için kulluğumuza sabredecek
ve devam edeceğiz. İşte burada bize de öğütlenen budur. İnsanlar toplansalar,
onu tehdit etseler veya ona kadın-kız verseler, onu paraya-pula,
ikrama boğsalar da sabreden, direnen, dayanandır peygamber. Biz de öyle
olmaya çalışacağız inşallah. Hiçbir tehdit, hiçbir satın alma taktiği bizi Rabbimizin
istediği gibi yaşamaktan vazgeçirmemelidir.
Sen Rabbin için sabret! Kâfirler bazen çok olacaklar, sabret! Müslümanlar
meskenet içinde olabilirler, sabret! Gardiyanların işkencesi altında
olacaksın, sabret! Ekmekleriniz ellerinizden alınacak, evlâtlarınız öldürülecek,
kızlarınız hayâsızlaştırılacak, inkârcılar, kâfirler galip gelebilecekler,
sabret! Kurulu düzene başkaları hâkim olabilecek, sabret! Bunların tamamı
geçicidir unutma! Yani her şartta, her konumda, en uygunsuz konumda
bile, kişi Allah’ın dediği kulluğu yapmaya devam ederek sabredecektir.
İşte sabır budur. Değilse boyun bükmek değildir sabır. “Ne yapalım,
başka çaremiz yokmuş, kaderimiz böyleymiş” demek sabır değildir. Her
şarta uyum sağlamak sabır değildir. Baskı karşısında yolundan dönüvermek
sabır değil, zillettir. 197
İslâmî Hareket Mücadeleyi;
Mücadele de Sabrı Gerektirir
Allah’a iman ve O’nun yolunda mücadele etmek, insanı sabredenler
arasına dahil eder. Sabır, dinimize ve kendimize karşı gelişen tüm olaylara
karşı direnmek, böylece rûhen ve bedenen huzur bulmaktır. Dünyada en
çok sabra ihtiyacı olan ise, mücadele içerisinde olan İslâmî hareketin neferleridir.
Allah, kendi yolunda mücadele edip sabredenleri ödüllendirir, toplumda
önder ve rehber kılar. “Sabrettikleri ve âyetlerimize kesinlikle iman
ettikleri zaman, onların içinden, emrimizle doğru yola ileten imamlar/ön-
197 Ali Küçük, Besâiru’l Kur’an
• 93 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
derler kıldık.” 198 Toplumsal değişimin gerçekleşmesi için mücadele etmek,
her müslümanın görevidir. Bunun içinse sabır ve azim gereklidir. Allah,
sabretmeleri ve mücadeleyi sürdürmelerinin neticesi olarak mücadeleci insanların
içinden topluma önder ve örneklik yapabilecek İslâmî mücadeleyi
sürdürecek imamlar çıkarır. Mücadele etmek, aynı zamanda sabretmektir;
mücadelesizlik ise sabırsızlığa teslim olmaktır. Mücadele etmek, peygamberlerin
yolunu devam ettirmek ve onların başına gelen belâ ve musibetlere
tâlip olmaktır. Evinde rahat içerisinde çocuklarıyla ve ferdî ibadetleriyle
meşgul olup, ibadetlerin toplumsal yanını bir kenara bırakıp belâ ve musibetlerden
kaçmak ise, bu yolun dışına çıkmaktır.
Mücadele yolu; sabrı, direnmeyi, zorluklara katlanmayı ve acıyı yüklenmeyi
gerektirirken, diğer yol ise rahatı ve refahı seçmektir. Birinci yol,
örnek olmaları için gönderilen peygamberlerin yolu iken, ikinci yol peygamberlerin
yasakladığı ruhbanların, râhiplerin yoludur. Belli bir gayeyi
gerçekleştirmek isteyenlerin sürekli hareket içerisinde olmaları gerekir.
Hareket, sabretmeyi, belâ ve musibetlere katlanmayı, onlara karşı direnmeyi,
hedefini gerçekleştirebilmek için kararlı olmayı gerektirir. Bu sebeple,
hareket içerisinde olmak, yola koyulmak sabırsız olmaz.
Sabrın en güzel belirti ve etkisi, insanı darbelere karşı yenilgi ve teslimiyet
psikozuna itmemesi ve sürekli mücadele azmi vermesidir. Bir dâvâ
erinin, gereğince inanmış olarak, azimle ve başarmak için girişmediği bir
mücadele, yolun ortasında zorluklardan kurtuluş için kaçma fikrini zihinlerde
üretebilir. Yaşadığı her olay karşısında bir silâh kazanmış gibi sabrı
kuşanan, doğruluğu meslek edinen, hayatın problemleriyle mücadele ederek
bu sayede güç kazanan, sabrı sayesinde yenilmeyen bir ruha sahip olan
dâvâ erlerinden oluşan İslâmî bir hareket, önündeki engelleri kaldırarak
hedefe doğru ilerleyecek ve nihayetinde başarılı olacaktır. Sabır, ayakları
sağlamlaştırırken; sabırsızlık ise kaydırır. Sabır, sayısı az bir toplumu zafere
ulaştırırken; sabırsızlık ise sayısı çok olan bir toplumu hezimete uğratır.
Bedir, Huneyn ve Uhud savaşları bunun açık örnekleridir.
Şu halde sabır, insanın kendi kapasitesini tanıması, yapısında var olan
olumlu ve olumsuz yönlerinin farkına daha iyi varmasıdır. Sabır, insanın
içinde var olan, fakat fark edemediği gizli güçlerini açığa çıkarmasının adıdır.
Bir başka deyişle sabır, insanın kendi benliğini bulması, özünü keşfedip
anlamasıdır. Sabır insanı Allah’a yaklaştıran en güzel eylemdir.199
198 32/Secde, 24
199 C. T. Soykök, a.g.y., s. 49
• 94 •
Ahmed Kalkan
- 8. Âyet -
ورِ النَّاقُ ¡ ا نقِرَ فِ ي ذَ إِفَ
boruya النَّاقُورِ ¡فِ ي : (çünkü) üfürüldüğü zaman : فَِإذَا نقِرَ
“Sûr’a (boruya) üfürüldüğü zaman” (8. Âyet)
Ey Muhammed! Sen sabret, çünkü önlerinde, yaptıkları eziyetin akibetini
görecekleri, senin de sabrının karşılığını alacağın korkunç bir gün
vardır. Öldükten sonra dirilme, haşr ve hesap için Allah’ın emriyle İsrafil
tarafından boru şeklindeki Sûr’a ikinci kez üfürüldüğü zaman... Sana eziyet
eden o inkârcılar o gün azaplara, felaketlere tutulacaktır.
Nâkûr: İçine üfürülecek olan Sûr’dur. Arap dilinde nekara ses mânâsınadır.
Sûr’dan, insanların korkudan öleceği korkunç bir ses çıktığı için ona
nâkûr denilmiştir. Yüce Allah, işin korkunçluğunu ve şiddetini açıklamak
için, üfürmeyi nakr, Sûr’u da nâkûr ile ifade etti. Çünkü Arap dilinde nakr,
ses manasına gelir. Ses şiddetlendiğinde korkutucu olur.200
Zuhrî, âyette zikredilen “Nâkûr” kelimesinin borazan şeklinde bir şey
olduğunu söylemiştir.201
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Nâkûr”: Sûr gibi ağızla
üflenerek çalınan boruya denir. Nakr, vurmak ve didiklemek mânâlarına
geldiği gibi boru çalmak mânâsına da gelir. Zira boru çalındığı zaman içinden
hava sıkıştırma ile didiklenmiş olacağı gibi, dışından da o ses, çarptığı
kulakları didikleyeceği için boruya “minkâr” gaga, didikleme âleti mânâsıyla
ilgili olarak nakur denilmiştir. “Boru çalınmak” örf ve âdette kervanın
veya askerin yola çıkması için hareket kumandası demek olduğu gibi,
“borusu ötmek” de, emir ve kumandasının dinlenmesinden kinaye olması
nedeniyle, boruyu çalmak, ahiret yolculuğuna çıkmak için “Çünkü o Sûra
üfürülüş zorlu bir kumandadır.” 202 İlâhî emrinin ortaya çıkması demektir.
“Fe izâ nukıra fi’n-nâkûri”: O sûra üflendiği zaman” âyetinin başındaki “fâ”
200 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/118, 121.
201 İbn Cerir et-Taberi-Tefsir, Hisar Yayınları: 8/478.
202 37/Sâffat, 19
• 95 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
harfi sebep bildiren bir harf olarak âyetin mânâsı, “çünkü sûra üfürülünce,
o boru çalınınca” demek olur. Burada üfürmeden maksadın ilk üfürme olduğu
açıklanıyor.”203
Ebu Said el-Hudri’den Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Ben nasıl rahat
edebilirim ki Sûr sahibi Sûr’u ağzına almış, alnını yere eğmiş ve kulağını
dinlemeye vermiş Sûr’a üfleme emrini beklemektedir.” Bunun üzerine sahabiler:
“Ey Allah’ın Rasûlü, bize neyi emredersin?” dediler. Rasûlullah da
onlara: “Allah ize yeter. O ne güzel vekildir. Biz Allah’a tevekkül ettik.” deyin.”
buyurmuştur.204
Ömer Nasuhi Bilmen diyor ki: “Bu mübârek âyetler, Rasûl-i Ekrem’in
sabrına vesile olacak gelecekteki olayları bildiriyor. Sûr’a üfürülünce inkârcılar
için ne müthiş, müşkül bir günün meydana gelmiş olacağını ihtar ediyor.
Bir nice nimetlere kavuşmuş olan bir nankör şahsın daha fazla nimetlere
erişmek tama’ında bulunduğunu kınamak için beyan buyurmaktadır.”205
Muhammed Ali es-Sâbunû diyor ki: “Yüce Allah sanki şöyle der: Onların
eziyetlerine sabret. Önlerinde, yaptıkları eziyetin âkıbetini görecekleri,
senin de sabrının karşılığını alacağın korkunç bir gün vardır. Bunun içindir
ki Yüce Allah daha sonra şöyle buyurdu:”206
Pek Zorlu Bir Gün
8’inci âyet, Allah’ın bu dünya için belirlediği süre sona erince, kâinat
nizamının bozulacağına dikkat çekiyor. Bu âyette yer alan nâkûr, ağızla üflenerek
çalınan boru “sûr” demektir.
Buradaki “nâkûr” sözcüğü, diğer âyetlerdeki “sûr”a tekabül ettiğinden
boruya üflemek, sûr’a üflemek anlamına gelmektedir.
Kuran’ın beyanına göre sûr’a iki kez üflenir. Birinci üfleyişi duyan yaratıklar,
korkudan bayılıp düşerler; sadece Allah’ın diledikleri bu durumdan
etkilenmezler. İkinci üfleyişte ise, herkesin aklı başına gelir, insanlar kalkarlar
ve hesaplarının görülmesini beklerler.
203 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 8/418.
204 Tirmizi, Tefsir: 39; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 3/73.
205 Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim Meali Alisi ve Tefsiri, İpek Yayınları: 8/261-262.
206 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat, 7/121
• 96 •
Ahmed Kalkan
Âyette yer alan nakûru (sûru), insanların kullandıkları bir âlet gibi algılamak
doğru değildir. Bu sözcük, ahiret seferi ve hesap vakti için verilen
ilahi emrin gerçekleşmesini ifade etmektedir. Onun gerçek mahiyetini Allah
bilir.207
- 9. Âyet -
‚ فَذَِلكَ يوْمَئِذٍ يوْمٌ عَسِي ٌ
فَذَِلكَ : işte يوْمَئِذٍ : o gün يوْمٌ : bir gündür ‚ عَسِي ٌ : oldukça zor
“İşte o gün, oldukça zor bir gündür.” (9. âyet)
İşte o Sûr’a üfürüleceği gün şiddetli ve korkunç bir gündür, kolay değildir.
O gün korku artar ve bu iş kâfirlere zor olur. Ey müşrikler! Ne yaparsanız
yapın, belki bu dünyadaki maksadınıza erebilirsiniz, ama o Kıyâmet
günü Sûr’a üflendiğinde o kötü sonunuzdan nasıl kurtulabileceksiniz bakalım?
Allah Teâlâ bu âyetlerde Kıyâmet gününün çetin bir gün olduğunu beyan
etmiştir.208
Ebussuud diyor ki: “O günün korkunçluğu ve kötülüğünün şiddetinin
aşırı olduğunu bildirmek için Fezalike ismi işareti kullanılmıştır.”209
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Yevmeizin: O gün.” Yani “o
öyle olduğu gün” demektir. Biz bunun mânâsını açıklarken “o gün” demekle
yetiniyoruz.”210
Mevdûdi diyor ki: “Bu sûrenin ilk âyetleri, Allah Rasûlü’nün risâletini
açıkça ilan etmeye başlamasından sonra nâzil olmuştur. Bu, İslâm’ın açıkça
tebliğinden sonraki ilk hacc zamanıydı. Kureyş’in ileri gelenleri bir araya
207 Fahrettin Yıldız, Tefsir Notları
208 İbn Cerir et-Taberi-Tefsir, Hisar Yayınları, 8/478
209 Ebussuud Tefsiri: 5/205; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat, 7/121
210 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları, 8/418
• 97 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
gelerek gelen hacılara, onları Kur’an-ı Kerim ve Muhammed (s.a) hakkında
yanlış düşüncelere sevkedecek propaganda yapılmasını kararlaştırmışlardı.
İşte bu âyetlerde kâfirlerin bu planlarının yorumu yapılmaktadır. En önce
buyrulmaktadır ki, “Ne yaparsanız yapın, belki bu dünyadaki maksadınıza
erebilirsiniz, ama o Kıyâmet günü Sûr’a üflendiğinde o kötü sonunuzdan
nasıl kurtulabileceksiniz bakalım?”
Sûr’un üfürülmesinin gerçek mâhiyeti bizim anlayış kapasitemizin
dışındadır. Kur’an’dan öğrendiğimiz kadarıyla, Sûr’un Allah’ın emriyle ilk
üfürülüşünde herkes ve her şey yok olacaktır. Sonra (bu sonranın ne kadar
olduğunu ancak Allah bilir) Sûr ikinci kez üfürülecek ve yaratılışın başından
sonuna gelip geçmiş herkes hayata döndürülerek Haşr Meydanı’nda
toplanacaktır. Kısaca, Sûr’un ilk üfürülüşünde tüm kâinat yıkılacak ve ikinci
üfürülüşünde değişik şekilde ve farklı kanunları olan yeni sistem yaratılacaktır.
211
- 10. Âyet -
‚ يسِي ٍ ‚يْ ُ نَ غَ µ كَفِرِي عَلَ اْل
kolay ‚ يسِي ٍ : hiç değildir : ‚ غَيْ ُ kâfirlere µ : عَلَ اْلكَفِرِي نَ
“Kâfirlere hiç de kolay değildir.” (10. âyet)
O gün kâfirler için zor bir gündür, kolay değildir. Çünkü onlar zorlu bir
hesaba çekilecekler, yüzleri kararacak, gözleri korkudan gömgök oldukları
halde haşredilecekler ve herkesin önünde rezil olacaklardır. Bu şiddet kâfirler
için sürekli olacak ve bundan biraz hafifleme bile ümid edemeyecekler.
Mü’minler ise kolaylığa nail olacaklardır. Allah’ın yardımı ile cennetlere,
nimetlere kavuşacaklardır.
211 Mevdûdi, Tefhimu’l Kur’an, İnsan Yay., c. 6, s. 471; 6/En’âm, an. 47
• 98 •
Ahmed Kalkan
Sâvî der ki: “Bu âyet gösteriyor ki, o gün, mü’minler için kolaydır. Çünkü
Yüce Allah, onun zorluğunun kâfirlere ait olduğu kaydını koydu. Bu
âyette kâfirler için daha fazla tehdit ve gazap; mü’minler için de müjde ve
teselli vardır.”212
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Bir önceki âyette “pek zor”
denildikten sonra “kolay değil” demek ilk bakışta gereksiz gibi görünür. Fakat
zorluk iki türlüdür: Birisi, önce çok zor olmakla beraber, gittikçe kolaylaşır,
yenilebilir. Birisi de, gittikçe zorlaşır, hiç kolaylaşmaz. O günün herkes
için zor olacak olduğu bildirilmek üzere “Asîr” denildikten sonra “Ğayru
yesîr” buyrulmuştur.”213 “O gün” kâfirler için zorlu bir gündür. Bir sonraki
ayette kolaylığın en zayıf gölgesi bile dışlanarak “zorluk” imajı pekiştiriliyor.
“Kâfirler için hiç de kolay değildir.” O gün, kâfirler için katıksız zorluktan
ibarettir. Bu zorluğun arasına kolaylığın kırıntısı bile karışmaz. Sözkonusu
zorluğun ayrıntısına girilmiyor. Tersine kavram belirsiz ve bilinmez bırakılıyor.
Bu da bunalım, sıkıntı ve ızdırap imajlarını güçlendiriyor. Aslında
kâfirler Sûr’a üflenmeden, o son derece çetin günle yüz yüze gelmeden önce
uyarılmaya ne kadar muhtaçtırlar! 214
Mevdûdi diyor ki: “Bu sözden, o günün iman edenler için çok kolay bir
gün olacağı anlaşılmaktadır. O günün şiddeti ise inkâr edenler için olacaktır.
Ayrıca şu anlam da gizlidir ki bu şiddet kâfirler için sürekli olacak ve
bundan biraz hafifleme bile ümid edemeyecekler.”215
“Kâfirlere…” Bu, kâfir teriminin Kur’an’da geçtiği ilk yer olduğundan
(yukarıdaki sûreden önce yalnızca 96. surenin ilk beş âyeti nâzil olmuştu),
buradaki -ve dolayısıyla Kur’an’ın tümündeki- kullanılışı, doğal olarak,
Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğinden önce Arapların konuşmalarında
kullanıldığı anlama dayanmaktadır.
Yani kâfir terimi, klasik dönem sonrası birçok Müslüman âlimin ve
Kur’an’ın bütün Batılı mütercimlerinin yaptığı gibi, basitçe, Kur’an’da ortaya
konulan ve Hz. Peygamber’in öğretilerince geliştirilen temel ilkeleri
ve hukuk sistemini reddeden şeklinde özel ve sınırlı bir anlama sahip olan
212 Sâvî: 4/265.
213 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları, 8/418
214 Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, Hikmet Yay., c. 15, s. 362
215 Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları, 6/471
• 99 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
“inançsız” veya “inkârcı” terimleri ile özdeşleştirilemez; tersine, kâfir terimi
daha geniş ve daha genel bir anlam taşımalıdır. Kâfir isim-fiilinin (ve küfr
masdar isminin) kök-fiilinin kefera, “(herhangi bir şeyi) örttü” olduğunu
gözönüne alırsak kâfir’in anlamını daha kolay kavrarız. Hadîd sûresi, 20.
âyette toprağı işleyen kimseden, kâfir (olumsuz bir anlam yüklenmeden),
“örten kimse”, yani ekilen tohumu toprak ile örten kimse olarak söz edilmiştir.
Aynı şekilde gecenin yeryüzünü karanlık ile “kapladığı”ndan (kefera)
bahsedilmiştir.
Soyut anlamıyla hem bu fiil, hem de ondan türetilen isimler, mevcut
olan bir şeyi “gizleme” veya doğru olan bir şeyi “inkâr etme” anlamındadır.
Bu nedenle, Kur’an’daki kullanımında -“toprağı işleyen” anlamında kullanıldığı
bir yer216 dışında- kâfir, kelimenin en geniş ve derunî anlamıyla “hakikati
inkâr eden (veya “kabul etmeye yanaşmayan”) kimse”yi anlatır: Bu
inkârın, yüce hakikatin -yani Allah’ın varlığının- bilinmesiyle yahut İlâhî
kelâmda telaffuz edilen bir doktrin veya sistemle yahut gerçekliği âşikâr
olan ahlâkî bir önermeyle, ya da gördüğü yardımları itiraf ve dolayısıyla
teşekkür etme ile ilgili olup olmadığı önemli değildir.217
Çok sık karşılaşılan el-kâfirûn (“hakikati inkâr edenler”) terimine karşılık,
ellezîne keferû ifadesinde geçmiş zaman kipinin kullanılması, bilinçli
bir niyetin varlığını gösterir. Bu sebeple, en uygun karşılık olarak, “hakikati
inkâra şartlanmış olanlar” şeklinde çevrildi. Bu çeviri, birçok müfessir,
özellikle de Zemahşerî tarafından (ki bu âyeti yorumlarken, “küfürlerinde
bilinçli olarak ısrar edenler” ifadesini kullanır) desteklenmektedir. Kur’an’ın
başka bir yerinde218 bu insanlar, “kalpleri olup da gerçeği kavrayamayan,
gözleri olup da göremeyen, kulakları olup da işitemeyenler” olarak anılırlar.
Küfr (“hakikatin inkârı”) ve kâfir (“hakikati inkâr eden kimse”) gibi terimlerin
bir açıklaması için bk. 74/Müddessir sûresi, âyet 10.219
9 ve 10’uncu âyetlerde, Kıyâmet gününün, hakikati kabul etmeyenler
için pek zor bir gün olacağı bildirilir. Kuran’da, Kıyâmete ait pek çok isim
zikredilir. Bunlardan biri de, bu âyette geçen yevmün asîr dir. Yevmün asîr,
“zor ve ıstıraplı bir gün” demektir. Bu zor günün dehşeti, Kuran’da şöyle
216 57/Hadîd, 20
217 Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, s. 1205
218 7/A’râf, 179
219 Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, s. 5
• 100 •
Ahmed Kalkan
dile getirilir: “Çağrı sesinin, insanı, aklın tasavvur edemeyeceği bir şeye çağıracağı
gün, onlar kederli gözlerle rüzgârın dağıtıp savurduğu çekirgeler gibi
mezarlarından kalkacaklar. Çağrı sesine doğru şaşkınlıkla koşacaklar; (işte o
vakit) hakikati inkâr edenler: ‘Bu ne felâket bir Gün’dür !’ diye haykıracaklar.”
220
Bu âyetlerde, Kıyâmet gününün, inkârcılar açısından pek zor bir gün
olacağı özlü biçimde ve insanların alışageldikleri kavramlarla ifade edilmiştir.
Bundan maksat, inkârcı ve inatçı kimseleri uyarıp onları içine düştükleri
kötü durumdan kurtarmaktır.221
Ayetlerde, insanların kıyamet gününde diğer hayat için haşrolunacakları
zaman kâfirlerin karşılaşacakları zor ve çetin tavra işaret vardır. Görüldüğü
gibi, bu âyetler uyarma ve tehdit tarzındadır.
Sanki bu âyetler, destekleme ve tatmin amacıyla Allah’ın, Peygamber’e
sabrı emretmesini takip etmekte onu pekiştirmektedir. Peygamber’e düşen;
asaletini inkâr edenlerin
tavırlarına sabretmesidir.
Öyle ki âhiret gününde bunların hesapları çok çetin olacaktır. Bu (durum),
sûrenin âyetlerinin birbiriyle nazım, konu ve nüzul yönünden bağlantılı
olduğu yönünde bizim ortaya attığımız görüşün doğruluğunu ortaya
koymaktadır. 222
Sûr; Kıyâmetin ve Haşrin Başlangıcı
Sûr; Kıyâmet sâati geldiği an dört büyük melekten biri olan İsrâfil’in
(a.s.) üfleyeceği bir araçtır. Kur’ân-ı Kerîm’de Sûr’un nasıl bir şey olduğu
açıklanmaz. Yalnız, “Sûr’a üfürüldüğü gün, Allah’ın diledikleri bir yana göklerde
olanlar da korku içinde kalırlar. Hepsi Allah’a boyun eğmiş olarak gelirler”
223 âyeti Sûr’un varlığına bir delildir. Bunun dışında Hz. Peygamber’den
nakledilen bazı hadisler onun mahiyetini ayrıntılı bir şekilde açıklar.
Ebû Ya’lâ el-Mavsılî’nin Müsned adlı hadis kitabında Ebû Hüreyre
(r.a.)’den nakledilen bir hadis-i şerif Sûr’u açıklar: Ebû Hüreyre der ki: Bir
220 54/Kamer, 6-8
221 Fahrettin Yıldız, Tefsir Notları
222 İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları, 1/88
223 27/Neml, 87
• 101 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
gün Peygamber (s.a.s.) bizimle oturuyor sohbet ediyordu. Etrafında sahabelerden
büyük bir topluluk vardı. Bize şöyle dedi: “Yüce Allah gökleri yarattıktan
sonra, Sûr’u yarattı. Ve onu İsrâfil (a.s.)’a verdi. İsrâfil ağzını Sûr’a
dayamış ve gözlerini de Arş’a dikmiştir. Sûr’a üfürmesi için verilen emri beklemektedir.”
Ebû Hüreyre diyor ki; ben, “Ey Allah’ın Rasûlü, Sûr nedir?” diye
sordum. O da, “Boynuza benzeyen bir âlettir” diye cevap verdi. Ben yine,
“O nasıl bir şeydir” diye sordum. O da, “O, çok büyük bir şeydir. Beni hakkı
tebliğ etmek üzere gönderen Yüce Allah’a yemin olsun ki, yerler ve gökler
onun yanında küçük kalır. Hepsi onun içine sığabilir” diye cevap verdi... Bu
hadis-i şerif uzayıp gidiyor. Ayrıntısıyla her şeyi açıklıyor. Bu hadise göre:
Sûr’a üfürülüş üç kez olacak. Birinci üfürüşte korku ve dehşetten bütün yaratıklar
sarsılacak. İkinci üfürülüşte bütün kâinat alt üst olup, bütün canlılar
ölecek. Allah yeni bir düzen (âhiret yurdu) kurup hesap günü gelince,
üçüncü bir üfürülüşle bütün ölülerin ruhlan bedenlerine girerek yeniden
dirilecekler. Ve ardından hesap, kitap, mizan, şefaat, sırat, Cennet, Cehennem...
Kıyâmet olayları olacak.
Kur’ân-ı Kerîm Sûr’un üfürülüşü ânında yaşanacak dehşeti, Tekvîr, İnfitar,
İnşikak ve daha başka sürelerde genişçe haber vermektedir:
“O gün güneş dürülür, yıldızlar kararıp dökülür, dağlar yürütülür, en değer
verilen on aylık develer terk edilir, denizler kaynatılır.” 224
“Gök yarılır, yıldızlar etrafa saçılır, denizler akıtılır.” 225
“Gök yarılıp Rabbinin emrine boyun eğer, yer uzatılır, içinde olanları atıp
tamamen boşalır ve Rabbine boyun eğer.” 226
“Büyük bir gürültü koparır, o gün insanlar ateş etrafında çırpınıp dökülen
pervaneler gibi olur, dağlar atılmış renkli yüne benzer.” 227
“Yer dehşetle sarsılır, ağırlıklarını dışarıya, çıkarır ve insan, “ne oluyor”
diye korkusunu dile getirir.” 228
224 81/Tekvîr, 1-4, 6
225 82/İnfitar, 1-3
226 83/İnşikak, 1-4
227 101/Karia, 1-5
228 99/Zilzâl, 1-3
• 102 •
Ahmed Kalkan
“O gün bir sarsıntı sarsar, peşinden bir diğeri gelir kalpler titrer, insanların
gözleri yere döner ve ‘biz ufalmış kemik olduğumuz zaman eski halimize
mi döneceğiz (yoksa)? O takdirde bu zararına bir dönüştür’ diye düşünecekler.
Tek bir çığlıkla hepsi bir düzlüğe dökülecekler.” 229
“Sûr’a üfürüldüğü gün herkes bölük bölük gelecek, gökler kapı kapı açılacak,
dağlar yürütülüp serap olacak.” 230
“Yıldızların ışığı giderilecek, gök yarılacak, dağlar pamuk gibi atılacak.”
231
“Gözün kamaştığı, ayın tutulduğu, güneş ve ayın bir araya getirildiği zaman
insan “kaçacak yer neresi” diyecek, ama sığınak yoktur o gün.” 232
“Aslandan ürkerek kaçan yabani merkeplere benzerler.” 233
“Yeryüzü ve dağlar sarsılır, dağlar yumuşak kum yığını hâline gelir.” 234
“Gökyüzü erimiş maden gibi olur, dağlar da atılmış pamuğa döner; hiçbir
dost dostunu soramaz.” 235
“Sarsıntıyı gören her emzikli kadın emzirdiğini unutur, her hâmile kadın
çocuğunu düşürür, insanlar adeta sarhoş gibidir. Onlar sarhoş değildir ama
Allah’ın azabının şiddeti onları o hâle koyar.” 236
Ölü bedenlere ruhların verileceği üçüncü üfürülüş ânında ise, “Gözleri
dalgın dalgın, çekirgeler gibi yayılmış olarak, o çağırana koçarak kabirlerinden
çıkarlar. Kâfirler ‘bu ne zorlu bir gün’ derler.” 237
229 79/Nâziât, 6-14
230 78/Nebe', 18-20
231 77/Mürselât, 8-10
232 75/Kıyâmet, 7-11
233 74/Müddessir, 50-51
234 73/Müzzemmil, 14
235 70/Meâric, 8-10
236 22/Hacc, 1-2
237 51/Kamer, 8-9
• 103 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
“Kabirlerinden çabuk çabuk çıkacakları gün, gözleri dönmüş, yüzlerini
zillet bürümüş olarak sanki dikili taşlara doğru koşarlar. İşte bu, söz verilmiş
olan gündür.” 238
Yukarıda bahsedilen uzun hadis-i şerifte Hz. Peygamberimiz’e; “Sûr’a
üfürüldüğü gün, Allah’ın diledikleri müstesnâ, göklerde olanlar da yerde olanlar
da korku içinde kalırlar. Hepsi boyunları bükülmüş olarak O’na gelirler”
239 âyetindeki “Allah’ın diledikleri müstesnâ” kelâmı ile kastedilen kişilerin
kimler olduğu Ebû Hüreyre tarafından soruldu. Rasûlüllah cevaben, “Onlar
şehidlerdir. Çünkü şehidler Yüce Allah’ın katında diridirler. Allah onları,
Kıyâmet gününün dehşetinden, korku ve endişesinden korumuştur. O günün
korku ve endişesi, sadece iman etmeyen âsi ve günâhkâr kullar içindir” karşılığını
verdi. Peygamberimiz daha sonra Kıyâmet ve sûr konusunda özetle
şu bilgileri verdi: “Bütün canlılar öldükten sonra ölüm meleği Azrâil Allah’ın
huzuruna çıkar ve ‘Ey Allah’ım, yaşamasını dilediğin kimselerden başka, yerde
ve gökte canlı olarak yarayan bütün varlıklar öldü’ der. Allah ise, geride
kalanları herkesten daha iyi bildiği halde, ölüm meleğine: ‘Geride canlı kalan
kimse var mıdır?’ diye sorar. Azrâil, ‘Ey Allah’ım, ölmeyen ve daima diri olan
Zât-ı Celâlin kaldı. Sen bâkisin ve dirisin. Bir de kalmasını dilediğin Arş’ı
ayakta tutan melekler, Cebrâil, Mikâil ve ben kaldım’ cevabını verir. Daha
sonra Allah’ın emriyle geride kalan melekler de ölür, Azrâil’e dönen Yüce Allah:
‘Ey meleğim, sen de diğer yaratıklarım gibisin. Bütün yaratıklarım öldü,
sana ihtiyaç kalmadı. Yaratan ve öldüren benim. Artık sen de öl’ buyurur ve
Azrâil de ölür. Sonra Yüce Allah: ‘Bugün mülk kimindir?’ diye seslenecek ama
cevap verecek hiç bir canlı olmayacak; cevabı Allah kendisi verecektir. ‘Bugün
mülk, tek ve her şeye gücü yeten Allah’ındır?” 240
(Sûr’un üfürülüşü ve İsrâfil (a.s.)’ın sûr’a üfürmesini anlatan uzun bir
hadis Tefsîr kitaplarında konu ile ilgili âyetlerin açıklanmasında zikredilmiştir.
Bu hadisin bazı cümleleri sahih hadis kitaplarında konu ile ilgili
anlatılan bahislerde geçmekle beraber, bazı cümleleri ifade ve mânâ bakımından
peygamber sözü olmayacak derecede münker kabul edilmiştir. Bu
hadisin tek râvisi olan İsmail b. Râfi’ Medine’nin kıssacılarındandır.
238 70/Meâric, 43-44
239 27/Neml, 87
240 Ebû Ya'lâ el-Mavsılî, Müsned
• 104 •
Ahmed Kalkan
Ahmed bin Hanbel ve Ebû Hâtim er-Râzî gibi hadis tenkidçileri hadislerinin
münker olduğunu, hatta metrûk bir râvi tarafından rivâyet edildiğini
söylemişlerdir.) 241 Yüce Allah, yerleri ve gökleri değiştirecek, yeni bir
âlem yaratacak, her yer dümdüz olacak. Allah’ın seslenmesiyle bütün varlıklar
tekrar eski haline gelecek; yerin altındakiler altta, üstündekiler üstte
olmak üzere dirilme anını bekleyecekler. Allah’ın emriyle gökler kırk gün
yağmur yağdıracak, her taraf sularla kaplanacak. Ardından Allah cesetlere
yeniden dirilmelerini emredecek. Cesetler bitkilerin yeşermesi gibi yerden
çıkacak. Bu arada Cebrâil ve Mikâil de yeniden diriltilecek. Ardından Allah
bütün ruhları çağıracak. O gün mü’min ruhlar ışık hâlinde, kâfirlerinki ise
karanlık halde gelir. Allah bu ruhları Sûr’a doldurup İsrafil’e emreder. İsrafil
emri yerine getirir ve Sûr’u üfler. Sûr’dan çıkan ruhlar yerle gök arasını
doldurur; ardından Allah, her ruhun kendi cesedine girmesini emreder.
Ruhların cesetlere girmesinden sonra yer yarılır ve herkes kabrinden çıkıp
İlâhî huzura doğru yürümeye başlar. “Gözleri dalgın dalgın, çekirgeler gibi
yayılmış olarak o çağırana kabirlerinden koşarak çıkarlar.” 242
Buna göre Sûr, İsrâfil (a.s.)’ın Kıyâmet anında canların toptan öldürülmesi,
kainatın düzeninin bozulması, ardından yeni bir âlemin kurulması ve
nihâyet canlıların tekrar dirilmeleri için toplam üç kez üfleyeceği, mahiyetini
bilmediğimiz, dünyadaki âletlere benzemeyen, ancak hadislerde boru
diye tanımlanan bir âlettir. 243
“Sûrun sahibi (İsrâfil aleyhisselâm), sûr denen borusunu ağzına dayamış,
yüzünü çevirmiş, kulağını dikmiş, üfleme emrini beklerken (yani kıyamet bu
kadar yaklaşmış iken) ben nasıl tereffühle (refah ve ferah bir yaşayışla) (dünya
nimetlerinden) istifade edebilirim?” buyurmuşlardı. Bu, sanki ashabına
çok ağır gelmişti. “Peki, biz ne yapalım -veya ne diyelim- ey Allah’ın Rasûlü?”
diye sordular. Onlara: “Hasbünallah ve ni’me’l-vekîl (Allah bize yeter, o
ne güzel vekildir!), Allah’a tevekkül ettik. -belki de “tevekkülümüz Allah’adır!”
demişti- deyin!” diye emir buyurdular.” 244
241 İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, 3/274-282
242 54/Kamer, 8
243 Fedâkâr Kırmızı, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 450-451
244 Tirmizî, Kıyamet 9, hadis no: 2433
• 105 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Rasûlullah’a (s.a.s.) sûr’dan sorulmuştu: “Bu, içine üflenen bir boynuzdur!”
diye cevap verdi.” 245
Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.): “İki sûr arasında kırk
vardır!” buyurmuştur. Bunun üzerine oradakiler: “Ey Ebu Hureyre! Kırk
gün mü?” diye sordular. Fakat o: “Bir şey diyemem!” cevabını verdi. Tekrar:
“Kırk ay mı?” dediler. O yine: “Bir şey diyemem!” cevabını verdi. “Kırk yıl
mı?” dediler. O yine: “Bir şey diyemem!” cevabını verdi ve (Rasûlullah’ın
hadisine devam etti:) “Sonra Allah semâdan su indirecek ve insanlar yerden
sebze biter gibi bitecekler. İnsanda bir kemik hâriç hepsi çürür. Bu çürümeyen,
acbu’zzeneb denen kuyruk sokumu kemiğidir. Kıyâmet günü yeniden
yaratılış bundan terkib edilecektir.” 246
İbn Abbas (r.a.) “O boru öttürülünce” 247 âyeti ile ilgili olarak dedi ki:
“Bu, sûrdur. (Kur’an’da bir başka) Sûrede geçen “râcife”, birinci nefha (üfleme),
“râdife” de ikinci nefhadır.” 248
İsrâfil (a.s.); Allah’ın Emriyle Sûr’a
Üfürüp Kıyâmeti Başlatacak Melek
Sûr’a üfleyecek olan melek; dört büyük melekten birisi olan İsrâfil Kıyâmet
günü Sûr’a üflemekle vazifeli melektir. Kıyâmet günü Allah’ın emri ile
iki defa Sûr’a üfleyecektir. “Sûr’a üflenince, Allah’ın dilediği bir yana, göklerde
olanlar, yerde olanlar hepsi düşüp ölür. Sonra Sûr’a bir defa daha üflenince
hemen ayağa kalkıp bakışıp dururlar.” 249
İsrâfil’in birinci üflemesi ile yer ve gökteki bütün canlılar ölecek ve dünya
hayatı sona erecektir. İkinci defa üflemesiyle de bütün canlılar dirilecek
ve âhiret hayatı başlayacaktır. Sûr’un ilk üflenişine “nefha-i ûlâ”; ikinci üflenişine
“nefha-i sâniye” denilir. İsrâfil (a.s.)’a Sûr’a üfüreceği için Sûr Meleği
de denilmiştir.
245 Ebu Davud, Sünnet 24, hadis no: 4742; Tirmizî, Kıyamet 9, hadis no: 2432
246 Buhârî, Tefsir, Zümer 3, Amme 1; Müslim, Fiten 141, hadis no: 2955; Muvatta, Cenaiz 48, hadis no: 1, 239;
Ebû Dâvud, Sünnet 24, hadis no: 4743; Nesâî, Cenaiz 117, hadis no: 4, 111
247 74/Müddessir, 8
248 Buhârî, Rikak 43 (muallak olarak)
249 39/Zümer, 68
• 106 •
Ahmed Kalkan
Peygamber (s.a.s.)’e Sûr’un mâhiyeti sorulunca şöyle demiştir: “Üfürülen
bir boynuzdur.” 250 Peygamber (s.a.s.); “İsrâfil Sûr’u tutmuş hazır bir
şekilde kendisine ne zaman üfürmek için emredileceğini bekliyor” 251 buyurmuştur.
Levh-i Mahfuz’da Allah’ın yazılı irâdelerini okumak ve bu irâdelerin
yerine getirilmesiyle görevli olan mukarreb meleğe bildirmek de İsrâfil
(a.s.)’ın görevlerindendir. İsrâfil (a.s.)’in ve diğer meleklerin kadrinin yüceliğinden
dolayı Hz. Peygamber (s.a.s.) bazen onların ismi ile duâ etmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) gece namazına kalktığında şöyle duâ ederdi; “Ey Allah’ım,
Cebrâil, Mikâîl ve İsrâfil’in Rabbi, göklerin ve yerin yaratıcısı, gaybı ve
şehâdet âlemini bilen. Sen kullarının arasındaki ihtilaflar hakkında hüküm
sahibisin. Beni izninle ihtilaf edilen şeylerde hakka kavuştur. Sen dilediğini
sırât-ı müstakim’e kavuşturursun.” 252
Siz de mi Hâlâ Kıyâmetin
Kopmadığını Sanıyorsunuz?
Nedir Kıyâmet? Kalkmak, dikilmek, ayaklanmak, kıyâm etmek, doğrulmak
ve dirilmek anlamında olan Kıyâmet; İslâmî literatürde, evrenin
düzeninin bozulması, her şeyin altüst olarak yok olması ile, ölen tüm insanların
yeniden dirilerek ayağa kalkması olayına verilen addır. Kıyâmet,
cisimlerin ister kendi parçaları arasında, ister diğer cisimler arasında var
olan uyumun, nizam ve birliğin kalkmasıdır. Bir kaostur, yıkımdır Kıyâmet.
Mânevî yönü ihmal edilip tek kanatlı kuş gibi, tek yönlü maddî ihtiyaçlarının
hizmetinde bir insan, Kıyâmeti yaşıyor demektir. İnsanın Kıyâmeti,
inancın Kıyâmeti, hakikatin Kıyâmeti... Hem namazda kıyâmı, hem
de namaz gibi görev olan küfre ve şirke karşı kıyâmı gerektiği gibi yerine
getirmeyenlerin âkıbetidir Kıyâmet. “Kıyâm et” emrini uygulamayanların
dünyevî cezâsıdır “Kıyâmet”.
Hadis rivâyeti olarak değerlendirildiği halde, hadis olmadığını tesbit ettiğimiz,
ama anlamına katılarak bu konuya uygun yorumladığımız bir söz
vardır: “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanacaklar.” Sanal bir hayatta, yaşadı-
250 Ahmed bin Hanbel, II/196
251 Taberî, Câmiu'l-Beyân, 7/211; İbn Kesir, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, 3/276
252 Müslim, Müsafîrûn 200; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 207
• 107 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
ğını sananların rüyalarıdır bugünün dünyası. İnsan, içinde yaşadığı çevreyi
katletti, mahvetti; kendisi de o çevrenin, o doğanın bir parçası olduğunu
düşünmedi; kendisi de mahvoldu. İçinde yaşadığı toplumu ve kendini (fıtratını,
mânevî hayatı) insanın kendi eliyle imhâ etmesi Kıyâmet değil de
nedir?
Kur’an’ın Kıyâmetin dehşetinden sık sık bahsetmesinin temel hikmeti,
yaşadığımız hayatı sorgulamak, Allah’ın var ettiği dünya ve içindekilerin
âniden elimizden çıkabileceğini, her nimetin bir sonu olduğunu, ölümün
yakın olduğunu hatırlayıp Allah’a karşı sorumluluklarımızı kuşanmaktır.
Kur’an’a göre, Kıyâmetin ne zaman kopacağını, Allah’tan başka hiç
kimse bilemez. Bu bilemeyenlere Peygamberimiz de dâhildir. Kıyâmet, ansızın
kopacaktır. “Sana Kıyâmetten sorarlar: ‘Gelip çatması ne zamandır?’
derler. Onu zikretmek, ne zaman geleceğini bilmek nerede, sen nerede?”253;
“Sana Kıyâmet sâatinden, onun ne zaman gelip çatacağından soruyorlar.
De ki: ‘Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini O’ndan başkası
açıklayamaz. O göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir.’
Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: ‘Onun bilgisi ancak
Allah’ın katındadır’ ama insanların çoğu (bunu) bilmezler.” 254
Kıyâmetin alâmetleri, değişik biçimde ortaya çıkmıştır, ama farkında
olmadan Kıyâmeti yaşayan kimsenin bunları anlaması kolay olmayacaktır.
Kıyâmetin hâlâ alâmetlerini bekleyenler, onun ansızın kopacağını bilmeyenler
veya bilmek istemeyenlerdir. Kur’an’ı okuyanlar bilirler ki, onun
alâmetleri çoktan gelmiştir. “Onlar, Kıyâmet zamanının ansızın gelip çatmasından
başka bir şey mi bekliyorlar? Şüphesiz onun alâmetleri gelmiştir/
belirmiştir. Kendilerine gelip çatınca ibret almaları neye yarar?”255 Ansızın
kopacak Kıyâmetin Kur’an’da belirtilen tek alâmeti olarak değerlendirilen
ayın yarılması da gerçekleşmiştir. Kur’an, Kıyâmetin yaklaştığını ve alâmet
olarak ayın yarıldığını çok net biçimde ve mâzî sîgasıyla açıklar: “Kıyâmet
yaklaştı ve ay yarıldı.” 256
253 79/Nâziât, 42-43
254 7/A'râf, 187
255 47/Muhammed, 18
256 54/Kamer, 1
• 108 •
Ahmed Kalkan
Kıyâmetin kopmasına bir göz açıp kapama kadar bir zaman kalmıştır,
hatta belki bundan daha da yakındır: “Göklerin ve yerin gaybı Allah’a âittir.
(Kıyâmet) sâatinin durumu ise, göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamandan
başkası değildir.” 257
Bütün bu Kur’ânî hakikatlere rağmen, Hz. Peygamber (s.a.s.)’den Kıyâmetin
alâmetleri hakkında çok sayıda rivâyet, hadis kitaplarını doldurmuştur.
Bunların tümünü, sahih olmadıkları iddiâsıyla reddetmek doğru
olmasa gerektir. Ama bu hadislerin Kur’an’a arzedilmesi gerekir. Kur’an’ın
bazı âyetlerinin müteşâbih olduğunu biliyoruz.258 Müteşâbih, anlam yönüyle
birbirine benzeyen, mânâsı kapalı, birçok anlama gelebilen, yorumunda
güçlük çekilen demektir. Âlimlerin çoğu, Kur’an’da bahsedilen Kıyâmet ve
ahvâlini müteşâbih olarak değerlendirirler. Kıyâmet alâmetleri olarak hadis
rivâyetlerinde belirtilen hususlar da müteşâbihtir. Müteşâbihlerin tek
bir tefsiri olmaz, farklı te’villeri/yorumları olabilir, esas anlamını da ancak
Allah bilir.259
Hadis rivâyetlerinin zâhirine takılıp kalan ve Kur’an’ın Kıyâmet konusundaki
mesajını göz ardı eden Osmanlı’nın son devir mollaları, olanca
zulüm ve tuğyânı, sadece “Kıyâmet alâmeti” olarak değerlendirmiş, son
alâmetlerden olduğu yaklaşımıyla “başımıza taş yağması yakındır” diyerek
eli-kolu (ve dili) bağlı gibi beklemeye başlamıştır. Halbuki Kıyâmetin çok
yakın olduğunu ve alâmetlerinin geldiğini zâten Kur’an çok önceden belirtmişti.
Küçük-büyük alâmetlerin ortaya çıkıp çıkmadığını tartışmak yerine,
Kıyâmet kopmadan -ki bugün bile kopabilir, kopmayacağını hiçbir Kur’an
talebesi/bağlısı iddiâ edemez- Kur’an’ın yüklediği bireysel ve toplumsal görevimizi
yerine getirmek gerekir. Hadis rivâyetlerinde Kıyâmet alâmetleri
olarak belirtilen müteşâbihlere dalıp onları zâhirlerine göre değerlendirerek,
büyük alâmetlerinin çıkmadığı anlayışıyla Kıyâmeti çok uzaklara ertelemek,
“kalplerinde eğriliğin bulunması” ve “fitne çıkarma”260 riski ile karşı
karşıya gelmek demektir.
Kimilerinin hadis zannettiği meşhur bir söz vardır: “İzâ mâte’l-insânu
fekad kamet Kıyâmetuhû; İnsan öldüğü zaman, onun Kıyâmeti kopmuş-
257 16/Nahl, 77
258 3/Âl-i İmrân, 7
259 3/Âl-i İmrân, 7
260 3/Âl-i İmrân, 7
• 109 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
tur.” Diğer insanların Kıyâmeti artık onu ilgilendirmeyecektir. Ölüm de her
an gelebileceğine göre, Kıyâmetin zâhirî alâmetlerinin tümünün çıkmadığını
sanıp Kıyâmetin daha kopmayacağını düşünmek, şeytanın vesvesesine
kapılmaktır. Zâten ölüm, küçük bir Kıyâmet olduğu gibi, uyku da küçük
bir ölümdür: Kur’an’da uyku, ölümle eş anlamlı gibi kullanılır. Bir âyet-i
kerimede, “Allah ölümleri ânında nefisleri vefat ettirir; ölmeyenleri de uykularında;
üzerlerine ölüm hükmünü verdiğini tutar ve diğerini belli bir ecele
kadar salar. Düşünen bir kavim için bunda âyetler vardır.” 261 buyurulmaktadır.
Demek ki ölümle uyku bir bakıma aynıdır; çünkü uykuda, nefis/rûh,
bedenden kısmen ayrılır; en azından, şuur olarak bedenin farkında değildir.
Ölümde ise bu kopuş, bütün bütündür. Bu yüzden, “uyku, ölümün yarısıdır.”
Ölüm de, insan rûhu için yeryüzündeki sürenin dolması ve rûhun
bedenden sıyrılmasıdır.
Hayatın aslı, rûhun hayatıdır; mânevî hayattır. Bitkisel ve hayvansal hayat,
dünya hayatıdır; ama bu hayat içinde rûhun/gönlün hayatı da yaşanabilir.
Bu ise, kalbi günahlardan uzak tutma, tefekkür ve ibâdetlerle mümkün
olur. Rûhî/mânevî hayattan uzak olup yalnızca dünya hayatını yaşayanlar
aslında birer ölüdürler. Eşyanın dış yüzüne ve hayatın zâhirine takılıp kaldıkları
için, olayların ve eşyanın gerisindeki hakikati göremedikleri için,
kâinatta her bir şeyde açık seçik olan İlâhî tecellîleri göremedikleri, İlâhî
mesajı alamadıkları için ölüdürler. Peygamberler, bunlara diriltici nefeslerle
gelirler. Bu yüzden, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Ey iman edenler! (Rasûlullah,)
sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah’a ve Rasûlü’nün çağrısına
koşun...” 262 buyurulur. Âyette, iman edenlere seslenilmesi, imanın bir
hayat emâresi olmakla birlikte, asıl hayatın “rûhun ve kalbin hayat derecesi”
olduğunu, buna ulaşmanın ise iman içre iman gerektirdiğini hatırlatmak
için olsa gerektir.
Hayat, asıl itibarıyla kalbin hayatıdır, rûhun hayatı olduğu gibi; insanın
asıl ölümü ve dirimi dünyadadır. Ölüm, hiçbir zaman, anladığımız şekilde
“ölmek” değil; gerçekte “dirilme”dir, hayat bulmadır. Hayatın kaynağını örten
maddî perdelerden sıyrıldıktan sonra, insanın gerçeği en çıplak şekliyle
tanıması nasıl ölmek olabilir? Ölmek, geçici ve gölge bir hayat olan dünyadan
göçmekten ibârettir.
261 39/Zümer, 42
262 8/Enfâl, 24
• 110 •
Ahmed Kalkan
Dünya hayatında diri olabilenler, ölümle daha bir diriliğe kavuşur ve
“sıla”sına kavuşmuş, gurbetten kurtulmuş insanların sevincini yaşar, özlemlerini
giderirken, dünyada ölü olanlar ise, ölmekle acı bir dirilmeği tatmakta
ve gerçek hayatın ne olduğunu görmektedirler. Bu gerçek hayatta
artık yeni bir değişme, yani ölüp yeniden dirilme gibi şeyler söz konusu
değildir. Dünyada ölü kaldıktan sonra ölümle dirilme, azâba, ateşe dirilmedir;
dünyada diri olanlar ise, daha bir diriliğe, daha güzel, sürekli, kalıcı bir
canlılığa adım atarlar.
Kur’an bunu, “Muhakkak ki âhiret yurdu, gerçekten baştanbaşa hayattır,
eğer bilselerdi.” 263 şeklinde ifade etmektedir. Peygamberlerin getirdiği hayat
verici nefeslerle dirilemeyenler, Kur’an’ın deyişiyle, ölüdürler, kabirdedirler
(Kıyâmetleri çoktan kopmuştur onların). Kur’an’da: “Sen ölülere duyuramazsın!”
264; “Sen kabirdekilere duyuracak değilsin!”265 buyrulur. Böylelerinin
ruhları silinmiş, kalpleri kararmış, dolayısıyla kalplerinin duyma (sem’a) ve
görme (basar) güçleri yok olmuştur. Peygamber (s.a.s.)’in çağrılarını duymadıkları
gibi, çevrelerinde mutlak gerçeğin işaretleri ve görüntüleri olarak
cilvelenen sayısız âyetleri de görmezler; olanlardan ders almazlar, dünya
hayatına nasıl gelinip bu hayattan nasıl göçüldüğüne dikkat etmezler; yeryüzünde
gezip öncekilerin bıraktıkları konusunda düşünmezler, kâinatın
muhteşem âhenk ve düzeni onlar için hiçbir şey ifade etmez. Böylesi diriltici
unSûrlar karşısında kaskatı ölü kesilenler için son dirilme çaresi, artık
ölümdür.266
Hayat; iman, hicret, cihad ve şehâdettir. Kâfirler gibi canlı cenâze olmak,
hayat süren leş konumunda bulunmak değildir. Esas hayat, rûhun
hayatıdır, imanın can kafesinde ölü gibi kalması değil, sahibini ve toplumu
diriltmesidir. Hayat, Allah’ın ve Rasûlünün bizi çağırdığı esaslara uymaktır.
Bugün yaşananlar, bu ölçüler içinde hayat sürmek değil; ölü olduğunu bile
hissetmeyecek kaosu, Kıyâmeti yaşamaktır. Maddî hayat yönüyle ölenler,
öldüklerinin, yani kendi Kıyâmetlerinin koptuğunun farkındadırlar. Ama
mânen ölmüş, kendi Kıyâmeti kopmuş kimseler, öyle dehşetli bir Kıyâmet
içindedirler ki, kendilerini canlı sanmaktalar. Toplumun mânevî Kıyâmeti,
o toplumdaki bireyleri de kuşatır: “Bir de öyle bir fitneden sakının ki o,
263 29/Ankebût, 94
264 30/Rûm, 52
265 35/Fâtır, 20
266 Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Kırkambar Y. s. 237
• 111 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirâyet ve hepsini
perişan eder). Biliniz ki, Allah’ın azâbı şiddetlidir.” 267
İnsan, bazı ölüleri yaşıyor zanneder, bazı yaşayanları ölü zannettiği
gibi. “Allah yolunda öldürülenlere (şehitlere) ‘ölüler’ demeyin. Bilâkis onlar
diridirler, lâkin siz onu hissedemez, anlayamazsınız..” 268; “Bil ki sen, ölülere
işittiremezsin, arkasını dönüp kaçmakta olana, sağırlara da dâveti duyuramazsın.”
269
Hadis külliyâtları, Kıyâmet’ten önce ortaya çıkacak alâmetlerden söz
eden çok sayıda hadis rivâyeti ihtivâ eder. Âhir zaman olarak tanımlanan
Kıyâmet öncesi donemde dinî duygu, düşünce ve davranışların zayıflaması,
İslâmî kurallara gereken önemin verilmemesi, ibâdetlerin terk edilmesi,
ahlâksızlığın çoğalması biçiminde kendini gösteren Kıyâmet alâmetlerinin
tümünün ortada olduğunu, çoktan insanı kasıp kavurduğunu görüyoruz.
Hadis rivâyetlerinde Kıyâmet alâmetleri olarak sayılan, yukarıdaki ifadelerin
dışında şunları görüyoruz: İnsanların bina yapmakta birbiriyle yarışmaları,
insanların ölümü temenni etmeleri (ve intihar arzusu), İkisi de hak
iddiasında bulunan iki büyük İslâm ordusunun birbiriyle savaşması, İslâmî
ilimlerin ortadan kalkması, cehâletin artması, depremlerin çoğalması, zamanın
yaklaşması, gece ile gündüzün eşit olması (zamanın bereketinin gittiği
bir koşturmaca ve elektrik aydınlığı ile gecenin gündüz gibi olması),
cinâyetlerin çoğalması, fitnelerin zuhur etmesi, yahûdilerle müslümanların
savaşmaları (Filistin’de fiilen ve dünyanın her tarafında fikren), zinânın
açıkça işlenmesi, içki tüketiminin artması, kadınların çoğalıp erkeklerin
azalması (özellikle çarşı pazarda)... Bütün bunların yaşanılan vak’a olduğundan
yola çıkarak Kıyâmetin de koptuğunu söyleyebiliriz. Çünkü bunlar,
toplumsal âfetlerdir. Bu problemler, toplumların Kıyâmetidir. Bu özellikler,
huzursuzluğun, fitnenin, kaosun, kokuşmuşluğun belirtileridir. Bunları
yaşayan toplum, Kıyâmet dehşeti yaşıyordur. Kıyâmet dehşetiyle bin kere
ölmüştür de cenâzesini kıldıran yoktur. Kıyâmetin ne zaman kopacağını
bilmeyen, hatta kendi yaşadığı zamanda bile Kıyâmetin kopmayacağından
emin olmayan bir peygamber, toplumun Kıyâmetini çok belîğ bir şekilde
anlatmış olur bu alâmetlerle. Osmanlı, son demlerinde, ölüm döşeğindeki
“hasta adam”a benzetilirdi; şimdi onun devamını adam yerine koyan olma-
267 8/Enfâl, 25
268 2/Bakara, 154
269 27/Neml, 80
• 112 •
Ahmed Kalkan
dığına göre çoktan öldü o. Osmanlı, “Kıyâmet alâmeti” olarak dillendirilen
bu toplumsal mikropları, tedbirsizlikten dolayı bünyesine bulaştırdığı için
hastalandı. Onun çocuğu bu belâlara ilâç diye sarıldığı için Kıyâmeti her an
yaşamakta. Gerçek Kıyâmetin dehşeti bir anlık iken; toplumsal Kıyâmet,
her an dehşet saçmaktadır.
Kıyâmetin büyük alâmeti olarak kabul edilenler de, Kur’an’a arzedilerek,
müteşâbih olduğu unutulmadan te’vil edilebilir. Bu, Kur’an mesajına
daha uygun olur. Âl-i İmrân 55. ve Mâide, 117. âyetine göre Hz. İsa’nın
bedeninin öldüğü açıkça belirtilmiştir. Ama Hz. İsa’yı başkaları öldürmemiş,
Allah onu eceliyle vefat ettirmiştir. Yükseltilen onun mânevî derecesi,
Allah’ın katına çıkan, onun rûhudur.
Zâten bütün peygamberlerin ruhları Allah’ın huzuruna çıkar, O’ndan
ikram görür. Hz. İsa’nın vefatını haber veren âyetleri, âhad haberlere dayanarak
te’vil etmek yerine, bu hadisleri te’vil etmek daha doğrudur. Bu
hadisler şöyle te’vil edilebilir: İsa’nın rûhu, yani ümmeti mahvolmadı, daha
yaşayacaktır. Fakat Kıyâmetten önce bu rûh, yani İsa ümmeti, İslâm’a dönecektir.
Bu hadislerden, hıristiyanların bir gün müslüman olacakları değerlendirilebilir.
Said Nursi bu kanaattedir.270 Meşhur müfessirimiz Elmalılı
Hamdi Yazır da yaklaşık bunu söylemektedir.271 Yalnız, Kıyâmet alâmetleri
konusunda ihtiyâtı elden bırakmamalı, bu ve benzeri her çeşit yorumların
da beşerî çıkarımlar olduğu, yanlış olma ihtimalinin bulunduğunu hatırdan
çıkarmamalıdır. Her şeyin en doğrusunu bilenin Allah olduğu ve gayb
bilgisinin ve özellikle Kıyâmet ilminin sadece O’na âit olduğu unutulmamalıdır.
Bir peygamberin dini (O’nun tebliğ ettiği esaslar) yaşadıkça, kendisi
mânen yaşamaktadır. İsa (a.s.)’nın fikriyâtını yahûdiler öldürememişlerdir.
Bilâkis onun tebliğleri yayılmış, yahûdiliğe egemen olmuştur. Onun
rûhunu temsil eden ümmeti, bir gün ismen olmasa bile, mânen Hz. Muhammed
(s.a.s.)’in fikriyâtını benimseyecek, onları uygulayacaktır. Bunlar,
görünürde hıristiyan olsalar bile, uygulamada İslâm’ın özüne mensup olacaklar
veya bunlar, tamamen hıristiyanlığı bırakıp İslâm’a döneceklerdir.
Bu, “güneşin batıdan doğması”dır. Nitekim, giderek ivme kazanan bir hızla
Avrupa ve Amerika’da İslâm’ın sesi soluğu duyulmaya başlamıştır, Afrika
270 Bkz. Şualar, 5. Şua, s. 459-471; Lem'alar, s. 112
271 Bk. Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 2, s. 1112-1114
• 113 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
ve Amerika’da İslâm süratle yayılmaktadır. Bush adındaki deccalın Sharon
deccalına yardım için Ortadoğuda müslüman avına çıkmasının asıl sebebi
budur. İslâm, olduğu gibi anlatıldığı, hele örnek olacak şekilde yaşandığı
takdirde, dünyanın her yerinde ve Batıda tek Hak dinin hâkim duruma geçeceği
şüphesizdir. Bu gün değilse yarın; işte bu, Hz. İsa’nın rûhunun dirilmesi,
onun mesajının hâkim olması, onun Muhammed ümmetine tabi olması
(hizmet etmesi), haçın kırılıp domuzun öldürülmesi demektir. İslâm,
Kıyâmete kadar bâkî olacak hak dindir. Onun güçlenmesine yardım eden,
bu uğurda canını fedâ etmeğe hazır olan her müslüman, İsa’dır, Mesih’tir,
Mehdîdir, İmamdır. İslâm düşmanları ve onların hakkı bâtıl, bâtılı da hak
gösteren araçları (özellikle televizyonun bu amaçla kullanılışı) da Deccâl ve
onun silâhlarıdır.
Bırakalım artık yarınların hayaliyle oyalanmayı. “Kıyâmet ne zaman
kopacak? Onun alâmetleri nelerdir?” diye sormak yerine; “ölüme, Kıyâmete,
ondan sonrasına hazır olup olmadığımızı” kendi kendimize sormamız
gerekmez mi? Dünyaya bir daha gelip de eksik ve hatalarımızı telâfi etme
şansımız olmadığına göre, yaşadığımız günün her ânını değerlendirmeli ve
“gün bu gündür!” diyerek, ebedî saâdeti kazanmaya çalışmalıyız.
İsa veya Mehdi bekleyerek kendi üzerine farz olan görevleri, kurtarıcılara
havâle edip ertelemek, Allah erine yakışmaz. Biz, İslâm’ı yaşayıp çevremize
hâkim kılmaya çalışalım. Gerisi bizi fazla ilgilendirmemelidir. Allah
da zâten bizi bazılarını beklemeye çağırmıyor. Her şuurlu müslümanın hidâyete
götüren, hidâyet veren anlamında en büyük “mehdî” olan Kur’an’a
uyması kurtuluş için yeterlidir. Her tebliğcinin de, mânen ölmüş canlı cenaze
durumundakilere İsa nefesiyle hayat vermeye gayret etmesi gerekmektedir.
Kurtarıcı beklemeyi bırakıp kendimiz kurtarıcı olmaya çalışmalı,
böylelikle hiç değilse kendimizi kurtarmanın yolunu bulmalıyız. O zaman
“deccal”lar da bize zarar veremeyecektir: “Ey iman edenler! Siz kendinize
bakın. Siz hidâyette/doğru yolda olduğunuz müddetçe dalâlette olanlar (sapıklar)
size zarar veremez.” 272
Kıyâmetin ikinci aşaması; ölen tüm insanların yeniden dirilerek ayağa
kalkması, kıyâm etmesidir. “Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker”
adındaki kalk borusunu, “kıyâm et” emrini veren dâvetçi İsrâfiller, inşâAllah
272 5/Mâide, 105
• 114 •
Ahmed Kalkan
toplumu İsa nefesleriyle yeniden diriltecek ve Allah’ın izni ve yardımıyla
topluma ba’su ba’de’l-mevti yaşatacaklardır. Hz. İsa, rûha önem verilmeyen
yahûdileşmiş bir topluma rûhî özellikleri yeniden ihyâ etme yönüyle çeşitli
mûcizelerle geldi: Bazı ölüleri Allah’ın izniyle diriltme, hastaları iyileştirme,
körlerin gözlerini açma, dilsizi konuşturma gibi.
İşte günümüz toplumunda da bu rûhî özellikleri ihyâ eden İsa nefesli
müslümanlara ihtiyaç var. Böylece emperyalistlerin katı kapitalist etkileriyle
ruhları, rûhî/mânevî özellikleri bombardıman edilen insanların ölümcül
kalpleri ve ruhları dirilsin; ruh maddenin önüne çıksın, böylece tatmin olsun.
Hasta kalpler ve mânevi/rûhî hastalıklar iyileşsin. Hakkı göremeyen
gözler açılsın, basîret ve ferâset sahibi olan insanlar eşyaya Allah’ın nûruyla
bakabilsin. Sadece görünenleri değil, perdenin arkasındakileri de görebilsin.
Hakka kilitli dilleri açılsın, bülbül gibi şakısın. Bunların yerine gelmesi
için Hz. İsa’nın gökten inmesini beklemeye lüzum yok. Hz. İsa’nın nefesine,
Hz. Mûsâ’nın asasına, Hz. Muhammed’in Kur’an’ına mirasçı sensin. Kurtuluş
istiyorsan, kurtarıcı beklemekten vazgeç; vazifeni yap. Hem sen kurtul,
hem toplum kurtulsun ey İsa nefesli müslüman!
Son söz: Her şeyin en doğrusunu bilen yalnız Allah’tır. 273
Kur’ân-ı Kerîm’de Kıyâmet
Kur’ân-ı Kerim’de Kıyâmet kavramına çok yer verilir. Değişik kelimelerle
Kıyâmetten bin civarında âyette konu edinilir. Kıyâmetle ilgili temel
kavram mâhiyetindeki kelimelerin kısa bir dökümünü vermek, bu konuda
ufuk açıcıdır: “Kıyâmet” kelimesi, toplam 70 yerde zikredilir. Aynı anlamdaki
“sâat” sözcüğü ise toplam 48 yerde geçer. “Âhir (yevmu’l-âhır)” kelimesi
28 yerde, “âhiret” kelimesi ise 115 yerde kullanılır. Âhirette hesaba
çekilmek ve Kıyâmet günü ve hesap günü anlamındaki “hesap (hısâb) ve
“yevmu’l-hısâb” kelimeleri toplam 39 yerde ifâde edilir. Yeniden diriliş anlamında
kullanılan “ba’s” kelimesi ve türevleri toplam 67 yerde kullanılır.
Kıyâmetin kopması ve her yaratığın ölümünden sonra, yeniden dirilişle
birlikte mahşerde toplanmak anlamındaki “haşr” kavramı ve türevlerinin
toplam 43 yerde zikredildiği görülür.
273 Ahmed Kalkan, Vuslat, Sayı 25, Temmuz 2003
• 115 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
İslâm inancının üç temel esasından birini oluşturan Kıyâmet veya âhiret
konusu yüzleri aşan, çok değişik ve müstakil sûrelerde ele alınmıştır.
Burada, toplum hayatında büyük önem taşıyan mes’ûliyet duygusunun telkin
edilmesinin bir hedef teşkil ettiği şüphesizdir. Ayrıca, “Herkes yarın için
ne hazırladığının bilincini taşımalıdır.” 274 âyetinde ifâdesini bulan geleceği
düşünme ve ebedî hayatın mutluluğunu sağlama uğruna faâliyet gösterme
ilkesinin hâkim rol oynadığını da söylemek gerekir.
Kur’ân-ı Kerîm’de zaman zarfı olan “yevme”, “yevmeizin” kelimeleriyle
oluşup Kıyâmeti tasvir eden âyetlerin sayısı 400’e yakındır. Bunların yetmişi
“yevmu’l-kıyâmeh” şeklindedir. Ayrıca, Kur’an’ın altmış yedinci sûresi olan
Mülk sûresinden itibâren yer alan 48 sûrenin büyük ekseriyetinin en belirgin
muhtevâsı “Kıyâmet” konusudur. Bunlardan başka “Kıyâmetin kopma
zamanı” demek olan “sâat”, “dünyanın sonu” anlamına gelen “ukbâ”275,
“mutlaka gerçekleşecek olan realite” mânâsındaki “vâkıa”, “kimini alçaltan,
kimini yükselten olay” anlamındaki “hâfida-râfia,276 “yeniden diriltmek,
dirilterek hesap meydanında toplamak” mânâsındaki “ba’s” ve “haşr”277 kelimeleriyle
bunlara benzer kavramlar Kıyâmet için kullanılmıştır. “Dönüş,
dönüş yeri, çıkarıldığı yer” anlamına gelen ve bir âyette yer alıp bir yoruma
göre Kıyâmet mânâsında olan “meâd” kelimesi de,278 özellikle kelâm ve felsefe
kitaplarında Kıyâmet yerine kullanılmıştır.
“Onlar ki, namazlarına devam ederler. Mallarında belli bir hisse vardır.
İsteyene ve mahruma. Cezâ gününü tasdik ederler.”279 Bu âyetler, Allah’a ve
âhiret gününe iman etmenin, insan hayatındaki önemini belirtiyor. Şu âyet
de Kıyâmeti, âhireti yalanlayanların bazı temel özelliklerini açıklıyor: “(Onlar
da) dediler ki: ‘Biz namaz kılanlardan olmadık. Yoksula da yedirmezdik.
Boş şeylere dalanlarla birlikte dalardık. Cezâ gününü yalanlardık.” 280
“(Allah), Din gününün mâliki (cezâ gününün, âhiret hayatının gerçek
sahibi)dir.” 281
274 59/Haşr, 18
275 Ukbe'd-dâr; 13/Ra'd, 22, 24, 35, 42
276 56/Vâkıa, 1-3
277 22/Hacc, 5; 50/Kaf, 44
278 28/Kasas, 85
279 70/Meâric, 22-26
280 74/Müddessir, 43-46
281 1/Fâtiha, 3
• 116 •
Ahmed Kalkan
“Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz ki:
‘Nerede (o bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?’ (Bundan) Sonra onların:
‘Rabbimiz olan Allah’a and olsun ki, biz müşriklerden değildik’ demelerinden
başka bir fitneleri olmadı (kalmadı.) Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler
ve düzmekte oldukları da kendilerinden kaybolup-uzaklaştı.” 282
“Rablerinin karşısında durdurulduklarında onları bir görsen: (Allah:)
‘Bu, gerçek değil mi?’ dedi. Onlar: ‘Evet, Rabbimiz hakkı için’ dediler. (Allah:)
‘Öyleyse inkâr edegeldikleriniz nedeniyle azâbı tadın!’ dedi.” 283
“Allah’a kavuşmayı yalan sayanlar, doğrusu hüsrana uğramışlardır. Öyle
ki, sâat (Kıyâmet günü) apansız onlara geliverince, günahlarını sırtlarına
yüklenerek: ‘Onda (dünyada) sorumsuzca yaptıklarımızdan dolayı yazıklar
olsun bize…’ derler. Dikkat edin, o işleyip yüklendikleri ne kötüdür!” 284
“Üzerinde Allah’ın isminin anılmadığı şeyi yemeyin; çünkü bu fısk’tır
(yoldan çıkıştır). Gerçekten şeytanlar, sizinle mücâdele etmeleri için kendi
dostlarına gizli çağrılarda bulunurlar. Onlarla itaat ederseniz şüphesiz siz de
müşriklersiniz.” 285
“Ey Âdemoğulları, şeytan, anne ve babanızın çirkin yerlerini kendilerine
göstermek için, elbiselerini sıyırtarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın
sizi de bir belaya uğratmasın. Çünkü o ve taraftarları, (kendilerini göremeyeceğiniz
yerden) sizleri görmektedir. Biz gerçekten şeytanları, inanmayacakların
dostları kıldık.” 286
“Kimine hidâyet verdi, kimi de sapıklığı hak etti. Çünkü bunlar, Allah’ı
bırakıp şeytanları veli edinmişlerdi. Ve gerçekten onları doğru yolda saymaktadırlar.”
287
“Sâatin (Kıyâmetin) ne zaman demir atacağını (gerçekleşeceğini) sorarlar.
De ki: ‘Onun ilmi yalnızca Rabbimin katındadır. Onun süresini O’ndan
başkası açıklayamaz. O, göklerde ve yerde ağırlaştı. O, size apansız bir geliş-
282 6/En’âm, 22-24
283 6/En’âm, 30
284 6/En’âm, 31
285 6/En’âm, 121
286 7/A’râf, 27
287 7/A’râf, 30
• 117 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
ten başkası değildir.’ Sanki sen, ondan tümüyle haberdarmışsın gibi sana sorarlar.
De ki: ‘Onun ilmi yalnızca Allah’ın katındadır. Ancak insanların çoğu
bilmezler.” 288
“O gün, onların tümünü bir arada toplayacağız, sonra şirk katanlara:
‘Yerinizden ayrılmayınız; siz de, şirk koştuklarınız da’ diyeceğiz. Artık onların
arasını açmışızdır. Şirk koştukları derler ki: ‘Siz bize ibâdet ediyor değildiniz.
Bizim ile sizin aranızda şâhid olarak Allah yeter. Gerçekten biz, sizin ibâdetinizden
habersizdik.’ İşte orada, her nefis önceden yaptıklarıyla imtihana
çekilmiş olacak ve onlar asıl-gerçek mevlâları olan Allah’a döndürülecekler.
Yalan yere uydurdukları da, kendilerinden kaybolup uzaklaşacaklar.” 289
“(Kıyâmetin) Geleceği günde, O’nun izni olmaksızın, hiç kimse söz söyleyemez.
Artık onlardan kimi ‘bedbaht ve mutsuz’, (kimi de) mutlu ve bahtiyardır.”
290
“(Ey Muhammed,) Allah’ı sakın zulmedenlerin yapmakta olduklarından
habersiz sanma, onları yalnızca gözlerin dehşetle belireceği bir güne ertelemektedir.
Başlarını dikerek koşarlar, gözleri kendilerine dönüp çevrilmez.
Kalpleri (sanki) bomboştur.” 291
“Göklerin ve yerin gaybı Allah’a âittir. (Kıyâmet) Sâatin(in) emri de yalnızca
(süratli) göz açıp kapama gibidir veya daha yakındır. Şüphesiz, Allah
her şeye güç yetirendir.” 292
“O şirk koşanlar, şirk koştuklarını gördükleri zaman: ‘Rabbimiz, seni bırakıp
bizim taptığımız ortaklarımız bunlardır’ diyecekler. (Onlar da bunlara:)
‘Siz gerçekten yalan söyleyenlersiniz’ diye sözü (geri çevirip) fırlatacaklar.
O gün (artık) Allah’a teslim olmuşlardır ve uydurdukları (yalancı ilahlar) da
onlardan çekilip uzaklaşmıştır.” 293
“Dağları yürüteceğimiz gün, yeri çırılçıplak (dümdüz olmuş) görürsün;
onları bir arada toplamışız da, içlerinden hiç birini dışarıda bırakmamışızdır.
288 7/A’râf, 187
289 10/Yûnus, 28-30
290 11/Hûd, 105
291 14/İbrâhim, 42-43
292 16/Nahl, 77
293 16/Nahl, 86-87
• 118 •
Ahmed Kalkan
Onlar senin Rabbine sıra sıra sunulmuşlardır. Andolsun, siz ilk defa
yarattığımız gibi bize gelmiş oldunuz. Hayır, bizim size bir kavuşma zamanı
tesbit etmediğimizi sanmıştınız değil mi?” 294
“(Kâfirlere:) ‘Benim ortaklarım sandığınız şeyleri çağırın’ diyeceği gün;
işte onları çağırmışlardır, ama onlar, kendilerine cevap vermemişlerdir. Biz
onların aralarında bir uçurum koyduk.” 295
“Biz o gün, bir kısmını bir kısmı içinde dalgalanırcasına bırakıvermişiz.
Sûr’a da üfürülmüştür, artık onların tümünü bir arada toparlamışız.” 296
“Andolsun Rabbine, biz onları da, şeytanları da mutlaka haşredeceğiz,
sonra onları cehennemin çevresinde diz üstü çökmüş olarak hazır bulunduracağız.”
297
“Ve onların hepsi, Kıyâmet günü O’na, ‘yapayalnız, tek başlarına’ geleceklerdir.
298
“Sûr’a üfürüleceği gün, biz suçluları/günahkârları o gün, (yüzleri kara,
gözleri) gömgök (kaskatı ve kör) olarak toplayacağız.” 299
“Sana dağlar hakkında soruyorlar. De ki: ‘Benim Rabbim, onları darmadağın
edip savuracak. Yerlerini bomboş, çırçıplak bırakacaktır. Orada ne bir
eğrilik göreceksin, ne de bir tümsek.” 300
“O gün, kendisinden sapma imkânı olamayan çağırıcıya uyacaklar. Rahman
(olan Allah)a karşı sesler kısılmıştır; artık bir hırıltıdan başka bir şey
işitemezsin.” 301
“O gün, Rahman (olan Allah)’ın kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnut
olduğu kimseden başkasının şefaati bir yarar sağlamaz.” 302
294 18/Kehf, 47-48
295 18/Kehf, 52
296 18/Kehf, 99
297 19/Meryem, 68
298 19/Meryem, 95
299 20/Tahâ, 102
300 20/Tahâ, 105-107
301 20/Tahâ, 108
302 20/Tahâ, 109
• 119 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
“İnsanları sorgulama (zamanı) yaklaştı, kendileri ise gaflet içinde yüz
çeviriyorlar.” 303
“Hayır, onlara apansız gelecek de, böylece onları şaşkına çevirecek; artık
ne onu geri çevirmeye güçleri yetecek ve ne onlara süre tanınacak.” 304
“Biz, Kıyâmet gününe âit duyarlı teraziler koyarız da artık, hiç bir nefis
hiç bir şeyle haksızlığa uğramaz. Bir hardal tanesi bile olsa ona (teraziye)
getiririz. Hesap görücüler olarak Biz yeteriz.” 305
“Bizim, göğü kitabın sayfalarını katlar gibi katlayacağımız gün, ilk yaratmaya
başladığımız gibi, yine onu (eski durumuna) iâde edeceğiz. Bu, bizim
üzerimizde bir vaiddir. Elbette, Biz yapıcılarız.” 306
“Hayır, onlar Kıyâmet sâatini yalanladılar; biz Kıyâmet sâatini yalan
sayanlara çılgınca yanan bir ateş hazırladık. (Ateş,) Onları uzak bir yerden
gördüğünde, onlar bunun gazablı öfkesini ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına
bağlı olarak, sıkışık bir yerine atıldıkları zaman, orada yok oluşu
isteyip çağırırlar.” 307
“Sûr’a üfürüleceği gün, Allah’ın dilediği kimseler dışında, göklerde ve yerde
olan herkes artık korkuya kapılmıştır ve her biri ‘boyun bükmüş’ olarak
O’na gelmişlerdir.” 308
“O gün (Allah) onlara seslenerek: ‘Bana ortak olarak öne sürdükleriniz
nerede?’ der. Üzerlerine (azab) sözü hak olanlar derler ki: ‘Rabbimiz, işte bizim
azdırıp-saptırdıklarımız bunlar; kendimiz azıp saptığımız gibi, onları da
azdırıp saptırdık. (Şimdiyse) Sana (gelip onlardan) uzaklaşmış bulunmaktayız.
Onlar bize tapıyor da değillerdi. Denir ki: “Ortaklarınızı çağırın.’ Böylelikle
çağırırlar, ama kendilerine cevap vermezler ve azabı görürler. Hidâyet
bulmuş olsalardı ne olurdu. O gün (Allah) onlara seslenerek: ‘Gönderilen (elçilere)
ne cevap verdiniz?’ der.” 309
303 21/Enbiyâ, 1
304 21/Enbiyâ, 40
305 21/Enbiyâ, 47
306 21/Enbiyâ, 104
307 25/Furkan, 11-13
308 27/Neml, 87
309 28/Kasas, 62-65
• 120 •
Ahmed Kalkan
“Kıyâmet sâatinin kopacağı gün, suçlu günahkârlar umutsuzca yıkılırlar.
(Allah’a eş koştukları) Ortaklarından kendilerine şefaatçi olan yoktur; onlar,
ortaklarını inkâr ediyorlar.” 310
“Kıyâmet sâatinin bilgisi, şüphesiz Allah’ın katındadır. Yağmuru yağdırır;
rahimlerde olanı bilir. Hiç kimse, yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç kimse
de, hangi yerde öleceğini bilmez. Hiç şüphesiz Allah bilendir, haberdârdır.” 311
“İnsanlar, sana Kıyâmet sâatini sorarlar; de ki: ‘Onun bilgisi yalnızca Allah’ın
katındadır.’ Ne bilirsin; belki Kıyâmet sâati pek yakın da olabilir.” 312
“Onlar: ‘Eğer doğru sözlü iseniz, bu vaad (ettiğiniz azap) ne zamanmış?’
derler. De ki: ‘Sizin için belirlenmiş bir gün vardır ki, ondan ne bir an ertelenebilirsiniz,
ne de (bir an) öne alınabilirsiniz.” 313
“Demişlerdir ki: ‘Eyvahlar bize, uykuya-bırakıldığımız yerden bizi kim
diriltip kaldırdı? Bu, Rahmân (olan Allah)’ın vaad ettiğidir, (demek ki) gönderilen
(elçi)ler doğru söylemiş.” 314
“Onlar, yalnızca tek bir çığlıktan başkasını gözetmezler, onlar birbirleriyle
çekişip dururken o kendilerini yakalayıverir. Artık ne bir tavsiyede bulunmağa
güç yetirebilirler, ne âilelerine dönebilirler.” 315
“Sûr’a üfürülmüştür; böylece onlar kabirlerinden (diriltilip) Rablerine
doğru (dalgalar halinde) süzülüp giderler.” 316
“İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibârettir; artık kendileri (diriltilmiş olarak)
bakıp duruyorlar.” 317
“Derler ki: ‘Eyvahlar bize; bu, din günüdür.’ ‘Bu, sizin yalanladığınız
(mü’mini kâfirden, haklıyı haksızdan) ayırma günüdür.” 318
310 30/Rûm, 12-13
311 31/Lokman, 34
312 33/Ahzâb, 63
313 34/Sebe', 29-30
314 36/Yâsin, 52
315 36/Yâsin, 49-50
316 36/Yâsin, 51
317 37/Sâffât, 19
318 37/Sâffât, 20-21
• 121 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
“Ve onları durdurup tutuklayın, çünkü sorguya çekileceklerdir.” 319
“Siz, O’nun dışında dilediklerinize ibâdet edin.” De ki: “Gerçekten hüsrana
uğrayanlar, Kıyâmet günü hem kendilerini, hem yakınlarını hüsrana
uğratanlardır. Haberiniz olsun; bu apaçık olan hüsranın kendisidir.” 320
“Kıyâmet günü, Allah’a karşı yalan söyleyenlerin yüzlerinin kapkara olduğunu
görürsün. Büyüklenenler için cehennemde bir konaklama yeri mi
yok?” 321
“Kıyâmet sâatinin ilmi O’na döndürülür. O’nun ilmi olmaksızın, hiç bir
meyve tomurcuğundan çıkmaz, hiç bir dişi, gebe kalmaz ve doğurmaz da.
Onlara: ‘Benim ortaklarım nerede?’ diye sesleneceği gün, dediler ki: ‘Sana
arzettik ki, bizden hiç bir şâhit yok.” 322
“Ki Allah, hak olmak üzere Kitabı ve mizanı indirdi. Ne bilirsin; belki
Kıyâmet sâati pek yakındır.” 323
“Onlar, hiç şuurunda değilken kendilerine apansız geliverecek olan Kıyâmet
sâatinden başkasını mı gözlüyorlar?” 324
“Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların mülkü kendisinin olan
(Allah) ne yücedir. Kıyâmet sâatinin ilmi O’nun katındadır ve O’na döndürüleceksiniz.”
325
“De ki: ‘Allah sizi diriltiyor, sonra sizi öldürüyor, sonra kendisinde hiç bir
kuşku olmayan Kıyâmet günü O sizi bir araya getirip toplayacaktır. Ancak
insanların çoğu bilmezler.” 326
319 37/Sâffât, 24
320 39/Zümer, 15
321 39/Zümer, 60
322 41/Fussılet, 47
323 42/Şûrâ, 17
324 43/Zuhruf, 66
325 43/Zuhruf, 85
326 45/Câsiye, 26
• 122 •
Ahmed Kalkan
“Artık onlar, Kıyâmet sâatinin kendilerine apansız gelmesinden başkasını
mı gözlüyorlar? İşte onun işaretleri gelmiştir. Fakat kendilerine geldikten sonra
öğüt alıp-düşünmeleri onlara neyi sağlar? 327
“O gün, o çığlığı bir gerçek (hak) olarak işitirler. İşte bu, (dirilip kabirlerden)
çıkış günüdür.” 328
“O yaklaşmakta olan yaklaştı.” 329
“Gözleri zillet ve dehşetten düşmüş olarak, sanki yayılan çekirgeler gibi
kabirlerinden çıkarlar. Boyunlarını çağırana doğru uzatmış olarak koşarlarken,
kâfirler derler ki: ‘Bu, zorlu bir gün.” 330
“(Çünkü o gün) Suçlu günahkârlar, simalarından tanınır da alınlarından
ve ayaklarından yakalanırlar.” 331
“Yer şiddetle sarsıldığı, dağlar darmadağın olup ufalandığı, toz duman
halinde dağılıp savrulduğu Ve sizler de üç sınıf olduğunuz zaman...” 332
“Ve diyorlardı ki: ‘Biz öldükten, toprak ve kemik yığını olduktan sonra,
biz mi bir daha diriltileceğiz? Önceki atalarımız da mı?’ De ki, öncekiler ve
sonrakiler. Belli bir günün buluşma vakti için mutlaka toplanacaklardır. Sonra
siz ey sapık yalancılar, elbette bir ağaçtan, bir zakkum ağacından yiyeceksiniz.
Onunla karınlarınızı dolduracaksınız. Üzerine de kaynar su içeceksiniz.
Susuzluk hastalığına tutulmuş develerin içişi gibi içeceksiniz. İşte cezâ
gününde onların ağırlanışı bu şekilde olacaktır.” 333
“Vâkıa (kesin bir gerçek olan Kıyâmet) vuku bulduğu zaman, Onun vukuuna
(gerçekleşmesine artık) yalan diyecek yoktur.” 334
327 47/Muhammed, 18
328 50/Kaf, 42
329 53/Necm, 57
330 54/Kamer, 7-8
331 55/Rahmân, 41
332 56/Vâkıa, 4-7
333 56/Vâkıa, 47-56
334 56/Vâkıa, 1-2
• 123 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
“O yaklaşmakta olan yaklaştı. Onu Allah’ın dışında ortaya çıkaracak
başka (hiç bir güç yoktur).” 335
“Derler ki: ‘Eğer doğru söylüyorsanız, şu tehdit (ettiğiniz azap) ne zamanmış?’
De ki: ‘(Bununla ilgili) Bilgi ancak Allah’ın katındadır. Ben ancak
apaçık bir uyarıcıyım.” 336
“O gün, mü’min erkekler ile mü’min kadınları, nurları önlerinde ve sağlarında
koşarken görürsün. “Bugün sizin müjdeniz, içinde ebedi kalıcılar
(olduğunuz), altından ırmaklar akan cennetlerdir.” İşte ‘büyük kurtuluş ve
mutluluk’ budur. O gün, münafık erkekler ile münafık kadınlar, iman edenlere
derler ki: “(Ne olur) Bize bir bakın, sizin nurunuzdan birazcık alıp-yararlanalım.”
Onlara: “Arkanıza (dünyaya) dönün de bir nur arayıp-bulmaya
çalışın” denilir. Derken aralarında kapısı olan bir sûr çekilmiştir; onun iç yanında
rahmet, dış yanında o yönden azab vardır.” 337
“Ey iman edenler, Allah’a kesin (nasûh) bir tevbe ile tevbe edin. Olabilir
ki, Allah sizin kötülüklerinizi örter ve altından ırmaklar akan cennetlere
sokar. O gün Allah, Peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri küçük
düşürmeyecektir. Nurları, önlerinde ve sağ yanlarında koşar-parıldar. Derler
ki: “Rabbimiz nurumuzu tamamla, bizi bağışla. Şüphesiz Sen, her şeye güç
yetirensin.” 338
“Gözleri ‘korkudan ve dehşetten düşük’, kendilerini de zillet sarıp kuşatmış.
Oysa onlar, (daha önce) sapasağlam iken secdeye dâvet edilirlerdi.” 339
“Artık sûr’a tek bir üfürülüşle üfürüleceği. Yeryüzü ve dağlar yerlerinden
oynatılıp kaldırılacağı, ardından tek bir çarpma ile birbirlerine çarpılıp parça
parça olacağı zaman. İşte o gün, vakıa (bir gerçek olan Kıyâmet) artık vuku
bulmuş (gerçekleşmiş)tur. Gök yarılıp-çatlamıştır; artık o gün, ‘sarkmış za’fa
uğramıştır.” 340
335 53/Necm, 57-58
336 67/Mülk, 25-26
337 57/Hadîd, 12-13
338 66/Tahrîm, 8
339 68/Kalem, 43
340 69/Haakka, 13-16
• 124 •
Ahmed Kalkan
“Artık kitabı sağ-eline verilen kişi, der ki: ‘Alın, kitabımı okuyun. Çünkü
ben, gerçekten hesabıma kavuşacağımı sanmış (anlamış)tım.’ Artık o, hoşnut
bir yaşama içindedir. Yüksek bir cennette.” 341
“Kitabı sol eline verilen ise; o da, der ki: “Bana keşke kitabım verilmeseydi.
Hesabımı hiç bilmeseydim. Keşke o (ölüm her şeyi) kesip bitirseydi.” 342
“Gökyüzünün erimiş maden gibi olacağı gün; Dağlar da (etrafa uçuşmuş)
rengârenk yün gibi olacak.” 343
“(Böyle bir günde) Hiç bir yakın dost bir yakın dostu sormaz.” 344
“Şüphesiz, size vaad edilen gerçekleşecektir.” 345
“Yıldızlar ‘örtülüp (ışıkları) silindiği’ zaman, Gök yarıldığı zaman, Dağlar
kökünden sökülüp savurulduğu zaman, Ve Rasûller de (şâhitlik için) belli
bir vakitte getirildiği zaman...” 346
“Bu ayırma gününü sana ne bildirdi? O gün, yalanlayanların vay haline.
Biz, öncekileri helak etmedik mi? Sonra arkadan gelenleri onların izinde yürüteceğiz.
İşte Biz, suçlu günahkârlara böyle yapıyoruz. O gün, yalanlayanların
vay haline!” 347
“Sûr’a üfürüleceği gün, artık siz dalga dalga geleceksiniz. O sırada gök
açılmış ve kapı kapı olmuştur. Dağlar yürütülmüş, artık bir serap oluvermiştir.”
348
“Şüphesiz o hüküm (fasl) günü, belirlenmiş bir vakittir.” 349
“Şüphesiz, size vaad edilen gerçekleşecektir.” 350
341 69/Haakka, 19-22
342 69/Haakka, 25-27
343 70/Meâric, 8-9
344 70/Meâric, 10
345 77/Mürselât, 7
346 77/Mürselât, 8-11
347 77/Mürselât, 14-19
348 78/Nebe', 18-20
349 78/Nebe', 17
350 77/Mürselât, 7
• 125 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
“O ne zaman demir atacak?’ diye, sana Kıyâmet sâatini soruyorlar.
Onunla ilgili bilgi vermekten yana, sende ne var ki… En sonunda o (ve onunla
ilgili bilgi), Rabbine âittir.” 351
“Kişi o gün, kendi kardeşinden kaçar; Annesinden ve babasından.” 352
“O gün, onlardan her birisinin kendine yetecek bir işi vardır.” 353
“O gün, öyle yüzler vardır ki apaydınlıktır; Güler ve sevinç içindedir.” 354
“Artık o gün hiç kimse (Allah’ın) vereceği azap gibi azaplandıramaz.
Onun vuracağı bağı hiç kimse vuramaz.” 355
“Yer, o şiddetli sarsıntısıyla sarsıldığı, Yer, ağırlıklarını dışa atıp çıkardığı
Ve insan: ‘Buna ne oluyor?’ dediği zaman; O gün (yer), haberlerini anlatacaktır.
Çünkü senin Rabbin, ona vahyetmiştir.” 356
Kıyâmet ve Âhiret Anlayışı Bizi
Dirilişe Ulaştırır/Ulaştırmalıdır
Bugün yaşadığımız toplumda Kıyâmet ve âhiret inancı, bir mit ve hurâfeler
yığını olarak yaşamaktadır. İnsanlar bu inancın getirdiği her tür dinamizm,
coşkunluk ve aşktan fersah fersah uzaktadırlar. Avamdan, ya da ehl-i
dünyadan birisi yaşadığı hayat ve sahip olduğu hayat felsefesince Kıyâmete
ve âhirete inanmaktadır ve büyük bir ihtimalle de kendini cennette görmektedir.
Gerçek müslümanlar için durum çok farklıdır. Çünkü müslümanlar
‘dünyadadırlar’ ama, ‘dünyadan ve dünyevî’ değildirler. Dünyada, bütün
ömürleri boyunca bir yolcu ya da garip gibidirler. Yani onlar, niçin yaratıldıklarını,
nasıl yaşayacaklarını ve buna bağlı olarak sonlarının nereye ulaşacağını
bilen insanlardır. İnsan, şu anda yaşadığına göre, öncelikle bilmesi
351 79/Nâziât, 42-44
352 80/Abese, 34-35
353 80/Abese, 37
354 80/Abese, 38-39
355 89/Fecr, 25-26
356 99/Zelzele (Zilzâl), 1-5
• 126 •
Ahmed Kalkan
gereken; nasıl yaşayacağı ve sonunun ne olacağıdır. Aslında son dediğimiz
şeye, fazla uzak gözüyle bakılmamalıdır. Çünkü “Dünya” kelimesi, denâ’dan
gelir ve ‘yakınlaştırılmış şey’ demektir. Demek ki dünya, insanın akıl ve idrâk
tecrübesine ve bilincine yakınlaştırılmış bir şeydir. Yakına getirilen şeyin
(dünyanın) tabir caizse bizi kuşatması ve etkilemesi gerçeği, bilincimizi,
son varış yerimizden (âhiretten) başka yöne çevirir. Bu son gidilecek yer,
‘daha sonra’ geldiğinden; bize ‘uzak’ gibi gelir. Hâlbuki bu, ‘yakın’ olanın
(dünyanın) sebep olduğu yanılsama ve şaşırtmacadan dolayı böyledir. Yani,
son, âhiret bize o kadar uzak değildir. Uzak sanmamız, duyularımızın bizi
yanıltması nedeniyledir. Öyleyse yaşadığımız ile ulaşacağımız sonu düşünmek
ve her ânımıza bir muhâsebe yapmak durumundayız.
Müslüman birey, kendi bilinç ve dimağını devamlı diri tutmak zorundadır.
Bir taraftan cahilî yaşamın, diğer taraftan nefsin/şeytanın öne sürdüğü
zaaf ve oyalanmalar arasında kalan birey, cihadın her şeyden önce
bunlara karşı verilmesi gereken bir mücadele olduğunu bilmelidir. Bunun
sağlanabilmesi ise ancak yaşanılan dünyadan ve hayattan daha yüksek,
yüce ilkelere, hedeflere bağlanmakla mümkündür. Bu ilke ya da hedef, günlük
yaşamadan ve denîlikten uzak ve yüce olduğu ölçüde bu hayatı anlamlı
kılabilecektir. Hangi düzeyde olursa olsun, müslüman birey için mücadele
zorunlu olduğundan, mücadeleye liyakat için fertlerin dimağlarını her zaman
diri tutacak donanımlara, eskimeyen kaynaklara ihtiyacı vardır. İşte
bu kaynakların başında âhiret inancı gelir. Kişi, dünyanın geçici zevklerinden,
korku ve umutsuzluktan, hedef sapmalarından ve hilâfet görevini
unutmaktan, ancak bu inanç ile uzaklaşabilir. İnsanoğlu nisyâna (unutmaya)
meyillidir ve nisyan arttıkça isyan ve sapma da artar. Dahası, insanın
gönlünde iki ayrı (üstelik zıt) ilkenin, idealin ya da duygunun bulunması
mümkün değildir. Bir yandan hilafet görevini yerine getirmeye çalışmak,
özgürlük ve adalet için mücadele etmek, bir yandan da dünyanın ve şeytanın
geçici oyunları, hileleri karşısında aldanmak, korkmak ve zavallı yaşam
biçimlerine istek duymak, bir müslümanın şahsında birleşemez. “Dünya
hayatını âhiret hayatı karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim
Allah yolunda savaşır da öldürülür ya da galip gelirse, biz ona yakında büyük
bir mükâfat vereceğiz.”357 Allah’ın yolunda mücadele, -alanı ve biçimi
ne olursa olsun- ancak dünya hayatının satılmasından sonradır. Sağlam bir
irade ve direnme duygusuna sahip olmayan insanların, düşmanın güç ve
357 4/Nisâ, 74
• 127 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
oyunları karşısında kısa zamanda umutsuzluk ve korkuya düşmesi mümkündür.
Hâlbuki sorgulama, tahkir edilme, işkence görme ve nihâyet şehidlik
ile kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını; aksine cennetlere ve bunun
ötesinde temiz ve özgür bir ruha sahip olacağını ve Rabbinin huzuruna bu
tertemiz haliyle çıkacağını bilen bir insan için, korku son derece ârızî bir
şeydir.
- 11. Âyet -
وَمَنْ خَلَقْتُ وَحِيدًا ² ذَرْ نِ ي
² رْ نِ ي ذَ : Bana bırak وَمَنْ خَلَقْتُ : kendisini yarattığımı وَحِيدًا : tek olarak
“Kendisini tek olarak yarattığımı Bana bırak!” (Bir tek Benim yarattığımı
/ tek başıma yarattığımı / kendisini yarattığımda yapayalnız olan
kimseyi; Malsız ve evlâtsız olarak yarattığımı) Bana bırak, Beni onunla
baş başa bırak; Bırak Beni ve yarattıklarımı tek başına. Bana bırak yalnız
yarattığım o kişi(yle uğraşma)yı.” (11. âyet)
Bu âyetlerin Nüzul Sebebi
Ebu’l-Kasım el-Hızâmî kanalıyla İbn Abbâs’tan rivayete göre el-Velîd
İbnu’l-Muğîra el-Mahzûmî bir gün Hz. Peygamber’e (s.a.s.) geldi; Efendimiz
(s.a.s.) ona Kur’ân okudu ve sanki biraz (kalbi İslâm’a) yumuşadı. Onun
bu durumu Ebû Cehil’e ulaşınca yanına geliyor ve: “Ey amca, kavmin sana
vermek üzere mal topluyorlar. Muhammed’e gitmişsin ve onun tarafındaki
mala talip olmuş, ondan bir şeyler istemişsin.” dedi. el-Velîd: “Kureyş beni
iyi bilir ki malı en çok olanlarındanım” diye cevap verdi. Ebû Cehil: “O
halde Muhammed hakkında öyle bir şey söyle ki senin onu inkâr ettiğini ve
ondan hoşlanmadığını kavmin bilsinler.” el-Velîd: “Ne söyleyeyim? Vallahi,
içinizde şiiri benden iyi bilen kimse yoktur, recezi, kasideyi benden daha
iyi bilen bulunmaz. Vallahi onun söyledikleri bunlardan hiçbirine benzemiyor.
Vallahi, onun söylediğinde bir tatlılık var, onun apayrı bir lezzeti
var, altındaki her sözü yıkıyor ve hepsinin üstüne çıkıyor, hiçbir söz onun
üstüne çıkamıyor.” Diye düşüncelerini anlattı. Ebu Cehil ısrar etti: “Kav•
128 •
Ahmed Kalkan
min, sen onun aleyhinde bir şey söylemeden senden râzı olmayacak.” O da:
“Bırak beni biraz düşüneyim” dedi, sonra da: “Bu nakledilen bir büyüdür,
başkalarından
(Müseylime’den ve Bâbillilerden) naklediyor” dedi ve bunun
üzerine “Bırak Beni ve yarattıklarımı tek başına.”358 âyet-i kerimesi nâzil oldu.
359 Bu el-Velîd ibnu’l-Muğîra kendisinin de babasının da “el-Vahîd” (biricik)
olduğunu, kendisinin de babasının da Araplar içinde bir benzerinin
olmadığını söylermiş.360
Bu rivayet bu sûrenin bir defada toptan nâzil olmadığını gösterir. 361
Kâfir/İnkârcı Kişiyle Beni Başbaşa Bırak!
Bu âyetler, servetle şımarıp Allah’ın emirlerine ve Kur’an’ın delillerine
inatla karşı çıkan zengin insan tipine ait bir tabloyu gözler önüne sermektedir.
Rivâyete göre bu zengin adam, “Eğer Muhammed’in anlattıkları doğru
ise cennet ancak benim ve benim gibiler için yaratıldı.” diyen Velid bin
Muğîre’dir. Bu yüzden âyetler, onun sözlerini yalanlayacak ve emelini boşa
çıkaracak şekilde nâzil olmuştur. Hemen hatırlatalım ki, sebebin hususi olması,
âyetlerin hüküm ve mesajının umumi olmasına engel değildir. Bunun
için âyetler, servetine ve gücüne güvenip inkâr yolunu seçen her insanı kuşatıcı
ve uyarıcı niteliktedir.
“Beni tek başıma yarattığımla baş başa bırak.” Veya; “Yalnız yarattığımı
Benimle baş başa bırak.” Her iki şekilde de anlaşılabilir. Vahîden tümleci
zernî’yi de halaktu’yu da nitelediği için hem “tek başına, yalnız yarattığım”,
hem de “tek başıma yarattığım” anlamlarını verir.
Ey Muhammed! Kâfirlerin o toplantısında senin aleyhine bir propaganda
ile seni hacılara büyücü olarak tanıtacak o adamı, annesinin karnında
hiçbir şey olmadığı halde tek başına, yardımcıya ihtiyaç duymadan
yarattığım o bedbaht Velid b. Muğire’yi Bana bırak, Bana havale et. Onun
işi Bana aittir. Senin üzülmene gerek yok. O doğduğu zaman onun ne malı
vardı, ne çocuğu; ne gücü vardı, ne de kuvveti. Onun yaratılması hususunda
Allah’a ortak koştuğu ilahlar da ortalıkta yoktu. Velid sonra beni inkâr
358 74/Müddessir, 11
359 Vâhidî, Esbâbu’n-Nüzûl, s. 319-320
360 Râzî, Mefâtihu’l Gayb, c. 30, s. 198; Âlûsi, Rûhu’l Meânî, c. 29, s. 123
361 Âlûsî, age. c. 29, s. 121
• 129 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
ederek âyetlerimi yalanladı. Ben onun hakkından gelirim, intikamımı alırım,
onun işi bana aittir, lâyık olduğu cezayı ona Ben veririm. Yaptıklarından
dolayı senin üzülmene gerek yok.
Velid bin Muğîre
O, Kureyş’in ileri “gelenlerindendi. Bunun içindir ki Velid, “Biricik”
ve “Kureyş’in gülü” diye lakaplanmıştı. Allah ona, dünya nimeti olarak
bol mal ve çocuk verdi. Onu rızka boğdu. Malı, fışkıran nehir gibi oldu.
Velîd’in Tâif ’te bir bahçesi vardı ki, yaz-kış meyvesi hiç kesilmezdi. Buna
rağmen o, Allah’ın nimetine karşı nankörlük etti ve inkârla karşılık verdi.
O nimetlere, Allah’ın âyetlerini inkâr ve iftira ile mukabele etti. İşte onun
hakkında Kalem sûresinde ve Müddessir sûresinde âyetler indi.
Bu âyetler Velid bin Muğîre hakkında inzâl oldu. Bu âyetlerde Allah
onu şiddetle kınadı ve “Onu Bana bırak” diyerek “Sekar”la (Cehennemle)
tehdit etti. Bu tehdit çok tesirli bir üsluptur. Nitekim Kalem suresinde geçen,
“Alabildiğine yemin eden, aşağılık... kimseye itaat etme... Biz yakında
onun burnuna damga vuracağız.”362 mealindeki âyetler de onun hakkında
inmişti. Velid, Rasulullah’a (s.a.s.) eziyet edip tuzak Kur’an kişi idi. Çünkü
Kureyş’in ileri gelenleri Rasûlullah’ı susturamayıp onu susturacak ve dâvetinin
nurunu söndürecek çareleri bulmakta zorluk çekince Velid’e başvurdular.
O da Rasûl’e sihirbaz lakabını takmalarını ve kölelerine ve çocuklarına
Mekke’de ona bu şekilde seslenmeleri için emretmelerini tavsiye etti.
Onlar da, “Muhammed sihirbazdır” demeye başladılar. Rasûlullah (s.a.s.)
buna çok üzüldü. Bunun üzerine Velid’i korkutma ve tehdit ihtiva eden
âyetler indi ki bu, onun kibrini kırmada daha tesirli olsun.”363
“Kendisini tek olarak (vahîden) yarattığımı…” Bu cümlenin iki anlamı
olabilir. İki şekilde de doğrudur:
1) “O doğduğu zaman mal, evlât, makam, liderlik vs. ile doğmuş değildi.”
362 68/Kalem, 10-16
363 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat, c. 7, s. 122
• 130 •
Ahmed Kalkan
2) “Onu yaratan, yalnızca Benim.” Ben onu yarattığım anda, onun ilâhlık
vermeye çalıştığı ve de onların hatırları için Tevhid’e karşı çıktığı sahte
ilâhların hiçbiri Benim ortağım ya da yardımcım değildiler. Bana şirk
koşulan varlıkların, olmayan tanrılığının yaratmada hiçbir katkısı olmuş
değildir.”364
Sen onu yalnız Bana bırak. Benim ondan alacağım intikam, kim olursa
olsun başkasının intikamına ihtiyaç bırakmayacak şekilde olacaktır. İkinci
anlamı da şöyle
olur: Onu tek başına yaratan Benim. Bu hususta kimse
Bana ortak olmamıştır.
Bundan dolayı onu helâk edecek olan da Benim,
onu helâk etmek için başka birisinin yardımına ihtiyacım yoktur. Ben onu
annesinin karnında yapayalnız, tek başına, malsız ve evlâtsız olarak yarattım.
Sonra ona nimetler ihsan ettim, o nankörlük edip kâfir oldu. Bununla
şânı yüce Allah, tek başına yarattığı gibi,
yine tek başına dirilteceğini kendisine
delil olarak göstermeyi murad etmiştir.
Bir diğer açıklama da şöyledir: “Vahîd: Biricik, tek başına” babası bilinmeyen
kimsedir, el-Velid, kavminin nesebinden olmamakla bilinen birisi
idi. Daha önce Yüce Allah’ın: “Câhil ve kaba, üstelik soysuzlukla damgalanmış
olan”365 âyetinde belirtildiği gibi. O da el-Velid’in niteliği hakkındadır.
366
O, kavmi arasında; “el-Vahîd: biricik” diye de adlandırılırdı. İbn Abbas
dedi ki: el-Velîd şöyle derdi: “Ben el-Vahîd oğlu el-Vahîdim (eşsiz
ve benzersizim).
Araplar arasında benim bir benzerim yoktur. Babam el-Muğîre’nin
de bir benzeri yoktu. Ona da “el-Vahîd” deniliyordu.” Bunun üzerine
yüce Allah şöyle buyurdu: “Başbaşa bırak Beni kendi kanaatine göre
vahîd
olanla; “tek başına yarattığım kimse ile.” Yoksa Yüce Allah, onun biricik ve
eşsiz
olduğu hususunda onun bu iddiasını tasdik etmek anlamında bunu
söylemiş
değildir.
Âyette şu iki vurgu yapılmaktadır: a) Anasının karnında âciz ve tek başına
bir durumda yarattığım o şahsı Bana bırak, senin onunla uğraşmana
gerek yok, Ben onun cezasını
veririm, b) Beni tek başıma onunla baş başa
bırak; Ben onun hakkından gelir ve gereken cezayı veririm. 367
364 Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları, c. 6, s. 471
365 68/Kalem, 13
366 Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l Kur’an, Buruc Yay., c. 18, s. 175
367 Bk. Şevkânî, c. 5, s. 376
• 131 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Ayrıca, “vahîden” kelimesi şu anlamları da düşündürür:
Kıyâmet gününde o insanlar tek başına kalacaklar. Nasıl ki dünyaya
tek başına geliyorlar. Mahşer gününde de tek başına kalacaklardır.
Malı ve
evlâdı ona fayda vermeyecektir. Bu dünyaya teker teker gelen insanlar yine
teker teker gidecekler.
Her insan yaratılış yönüyle eşi ve benzeri olmayan bir tek (özel, orijinal)
yaratıktır. Parmak çizgisinden karakter yapısına kadar herkesi ayrı
yaratan Allah’ın gücünü, ilmini, sanatını insanda görüp
secdeye kapanmalı.
“Ey insan! Üstün kerem sahibi olan Rabbine karşı seni aldatıp yanıltan ne? Ki
O, seni yarattı, sana düzen içinde bir biçim verdi ve seni i’tidâl (denge, ölçü)
üzeere kıldı. Dilediği bir sûrette seni tertip etti (düzene koydu).” 368
İnsan muazzam bir makine olduğu kadar, muazzam bir sanat. Rûhî
fonksiyonları birbirine benzemediği gibi; şekilleri, yüzleri, gözleri, kokuları,
sesleri bile birbirine tümüyle benzeyen iki insan yoktur. Zevkleri, karakterleri,
kabiliyetleri farklı olduğu gibi, fizikî yönde de benzer yön kadar
benzemeyen yönler... Allah, fabrikadan çıkan arabalar gibi birbirinin aynısı
ve kopyası olan iki şeyi yaratmayı sanatının büyüklüğüne münâsip görmez.
Her yarattığı orijinaldir.
Hz. Ömer’in de bulunduğu bir mecliste sohbet edilirken, orada bulunanlardan
biri: “Şu satranca şaşıyorum. Satranç tahtasının eni de boyu da
birer arşından fazla değilken, insan onun üzerinde binlerce oyun oynasa,
bir oynadığı oyun diğerine hiçbir zaman benzemez. Küçücük bir tahtada
binlerce değişik kombinezon oluşur” demişti. Hz. Ömer bu söze cevap olarak
şöyle dedi: “Bundan daha fazla hayret edilecek şeyler var. Meselâ insanın
eni bir karış, boyu bir karıştan ibâret olan yüzünde kaşlar, gözler, burun
ve ağız gibi âzânın yerleri kesinlikle değişmediği halde, bütün dünyada
yüzleri tamamen birbirine benzeyen iki insan bulamazsın. Şu ufacık deri
parçası üzerinde bu sayısız değişiklikleri, bu sınırsız sanatı gösteren Allah
ne büyük kudret ve hikmet sahibidir!”
368 82/İnfitâr, 6-8
• 132 •
Ahmed Kalkan
İnsanın hiç taklit olunamayacak imzası parmak basmasıdır. Parmak
uçlarındaki çizgiler insan sayısı kadar değişiklik arzeder. Gözler ve kokular
da öyle. Her insanın gözü, kokusu farklıdır. Bu kadar küçük yerde görünen
benzerlikler yanında benzemeyen özellikleri sığdırmak, ancak acının içine
tat ve lezzet koyan, zıtlarda bile âhengi sağlayan Allah’a mahsustur. Burada
“tek olarak” mânâsına gelen “vahîden” kelimesi, hem yaratanın hem de yaratılanın
durumunu gösterebilir. Yani “Allah’a” veya “insana” yönelik olmasına
göre iki anlama gelebilir. Eğer vahid sözcüğü Allah’a yönelik ise âyet,
“Bir tek Benim yarattığım o kişiyi bana bırak” mânâsına gelir ve Allah’ın
yaratıcı olarak tek ve eşsiz olduğu gerçeğini dile getirir. Şâyet vahid, insana
yönelik bir sözcük olarak kabul edilirse o takdirde âyet, “Tek başına yapayalnız
yarattığım o kişiyi bana bırak” anlamına gelir. Bu mânâyı, insanın
hayata yalnızlık içinde başlayıp onu aynı şekilde bitireceğini dile getiren
âyetler de desteklemektedir.
Şu âyet gibi: “Andolsun sizi ilk defa nasıl yaratmışsak, onun gibi yapayalnız
ve teker teker huzurumuza gelirsiniz.”369 Bununla kıyâmetin de yaratılış
gibi özellikle her fert için ayrı bir safhasının olduğuna işaret edilmiş demektir.
Allah, her şeyin mutlak ve tek yaratıcısıdır. Âyetin özel bir olay ve
şahısla ilgili olarak inmesi hüküm ve uyarmanın vasıflara göre genel olmasına
engel de değildir. Bu âyetin iniş sebebinin Velid b. Muğire el-Mahzumi
olduğu rivayet ediliyor. Burada onun Kalem sûresinde geçtiği gibi soysuz,
piç olduğuna îmâ ve “vahîd = tek başına” nâmıyla anıldığına işaret olduğu
söylenmiştir.
Her iki durumda da insanın Allah’a kaçınılmaz bağımlılığı gerçeğine
dikkatimiz çekilmektedir. “Benim kendisinin Yaratıcısı ve Rabbi olduğumu
unutan insana ne yapılacağına karar vermeyi yalnız Bana bırak” anlamı da
âyetten anlaşılır. Âyet, bir taraftan insanın, kendi varlığını Allah’a borçlu
ve O’na bağımlı olduğuna; diğer taraftan da hakikati inkâr edenlere karşı
beşerî bir cezalandırma yapılamayacağına işaret eder. Kâfir/inkârcı insana,
inançsızlığı nedeniyle ne yapılacağına Allah karar verir.370
369 6/En'âm, 94
370 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları, c. 8, s. 418-419; Fahrettin Yıldız,
Tefsir Dersi Notları 1, s. 96
• 133 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Rasûlullah bu noktada zorlanıyordu. Çünkü insanlar müstekbirlik yaparak
Allah’ın Resûlü’nü dinlemiyorlardı. Kabullenmiyorlardı İslâm’ı. Yola
gelmiyorlardı… Onlara yaklaşılmıyordu bile, yanlarına varılamıyordu.
Hatta bu dönemde Rasulullah yakınlarını eve çağırmıştı da, Ebû Leheb
konuşmasına bile izin vermemişti. Derdini anlatmasına bile fırsat tanımamıştı.
Allah diyor ki: “Sen, o ve benzerlerini Bana bırak! Takma sen onları
kafana!”
“Şu yapayalnız, hiçbir şeye mâlik olmayarak yarattığım kimseyi sen
Bana bırak! Yani ana karnındayken, malı, mülkü, çevresi, kredisi, evi, barkı,
hanımı, akrabası, çoluk-çocuğu, bilgisi, ilmi, irfanı, gücü, kuvveti olmadan
yapayalnız, kendi başına yarattığım kimseyi sen Bana bırak!”
Allah’a karşı küstahlık taslayıp kibirlenen, O’na O’nun istediği gibi iman
edip sâlih amellerle bunu ispatlamayanlar başta olmak üzere hepimiz düşünelim:
Ana rahmindeki durumumuzu göz önüne getirelim. Basit bir damla
su. Eli yok, ayağı yok, aklı yok, fikri yok, gücü yok, kuvveti yok… Varlığından
bile haberdar olmayan, kendisini bile korumaktan âciz bir varlık değil
miydik? Veya dünyaya geldiğimiz günü bir tahmin edelim. Neyimiz vardı?
Aklımız yoktu, bilgimiz yoktu, malımız, gücümüz, çevremiz, itibarımız,
makamımız yoktu. Hiçbir şeysiz, yapayalnız, güçsüz, görüşü olmayan, konuşamayan
âciz bir varlıktık. Bu yaratılışı hatırlatarak “İşte öyle yarattığımı
sen Bana bırak!” diyor Allah.
Bu hepimizi ilgilendiren bir tehdit unsurudur. Ne oluyor! Yapayalnızdık,
kimsesizdik, hiçtik, bir şeyimiz yoktu. Allah da bizi var etmek için
kimseye sormamış, danışmamış, kimseden yardım da almamış. Öyleyse
ne bu gurur ve Allah’tan uzaklaşma? Kim tarafından yaratıldık? Kimlere
minnet duygusu içindeyiz? Kimin ekmeğini yediğimiz halde kimlerin kılıcını
sallamaya çalışıyoruz? Kim var etti bizi? Kime kulluk ediyoruz? Ne bu
hâlimiz? Şair şöyle diyor: “Hatırından çıkmasın uryan cihana geldiğin, /
Nice kim geldin yine anın gibi gitmen gerek.” Yani dünyaya çıplak geldiğini
unutma! Ama nasıl geldiysen öyle git. Günâhsız geldin, âciz olduğunu bile
bile geldin, malın-mülkün yoktu geldin, yine aynen öyle gitmeye çalış. 371
371 Ali Küçük, Besâiru’l Kur’an, c. 18, s. 148-149
• 134 •
Ahmed Kalkan
- 12. Âyet -
وَجَعَلْتُ لَُ مَالا مَْدُودًا
وَجَعَلْتُ : ki Ben verdim لَُ : ona مَالا : mal مَدُْودًا : çok, bol (alabildiğine)
“Ki Ben ona alabildiğine mal verdim. / Ona bol bol mal verdim. / Ardı
arkası gelmeyen servetler vermiştim. / Ki, geniş maddî imkânlar vermiştim
ona. / Ve hayatına geniş bir ufuk açtığım” (12. âyet)
O bir şeye mâlik olmayan nankör Velid b. Muğire’ye Mekke’den Taif ’e
kadar alabildiğine uzanan çok ve bol araziler, yaz-kış meyvesi eksilmeyen
bağlar, bahçeler, develer, atlar, koyunlar, dinarlar verdim.
“Ve hayatına geniş bir ufuk açtığım”: Lafzen, “(Her şeyi) kendisi için
(genişçe) yaydığım” yani, “öteki canlılara verilenden çok daha fazla güç ve
yetenek verdiğim.”
Memdûd: Beydavi diyor ki: “Memdûd, çok ve bol demektir. Velid ziraatçılık,
hayvancılık ve ticaretle uğraşırdı.”372 İbn Abbas diyor ki: “Velid’in
malı Mekke’den Tâif ’e kadar uzanırdı.” Mukatil diyor ki: “Velid’in, yaz kış
ürünü kesilmeyen bir bağı vardı.”373
Velid b. Muğire’nin serveti; Mücahid ve Said b. Cübeyr’e göre bin dinar,
Süfyan-ı Sevri’ye göre dört bin dinar parası vardı. Numan b. Salim’e göre
“memdûd” kelimesiyle sahip olduğu araziler kast edilmektedir. Ömer’e (r.a.)
göre her ay devam eden geliridir.374
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Hem ona uzun uzadıya
uzatılmış mal verdim yani çok mal, servet, arazi ve çiftlik gibi geniş yahut
gelişip boy atarak ya da ticaretle arttırılmış, uzatılmış mal verdim. Velid’in
Mekke ile Tâif arasında çeşitli türde malları ve Tâif ’te yaz-kış meyveleri eksik
olmayan bostanı ve milyoner denilecek kadar parası bulunduğuna dair
rivayetler gelmiştir.”375
372 Beydavi Tefsiri, c. 2, s. 492; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat, c. 7, s. 122
373 Tefsir-i Kebir, c. 30, s. 198; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat, c. 7, s. 122
374 İbn Cerir et-Taberi, Tefsir, Hisar Yayınları, c. 8, s. 479
375 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları, c. 8, s. 419
• 135 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Velîd, Kureyş’in ileri gelenlerinden olup çok sayıda oğulları vardı ve oldukça
zengindi; buna rağmen Allah’ın kendisine lütfettiği nimetlere şükredecek
yerde hem Allah’a hem de Peygamber’e karşı nankörlük etmiş, İslâm’ı
boğmak isteyenlere öncülük edenlerden olmuştu.
Âyet, Velîd bin Mugîre hakkında inmiş olsa da amacı genel olup şu
mesajı vermektedir: Nimete karşı şükretmek, nimet
sahibine minnettar
olmak en yalın ahlâkî ödevlerden biri, akıl ve adâlet gereğidir.
Sıradan birinin
alelâde yardım ve iyiliğine bile minnettar olup teşekkür ederken
varlığımızı,
hayatımızı, sahip olduğumuz, yararlandığımız her türlü maddî ve
mânevî nimet ve imkânları lutfeden Allah’a minnettar olmamak, şükretmemek,
ibâdet ve İtaat etmemek büyük bir nankörlüktür. Özellikle Allah’ın
varlığını ve birliğini
tanımamaktan da öte giderek inkâr, şirk ve zulüm hareketlerine
öncülük etmek;
bütün nankörlüklerin ve haksızlıkların en ağırı,
en vahimidir. 376
- 13. Âyet -
ودًا Â ش ُُ § وَبَنِ ي نَ
§ وََبنِ ي نَ : ve çocuklar ودًا Âش ُُ : göz önünde
“Ve göz önünde çocuklar. / Yanından ayrılmayan oğullar vermiştim.
/ Bir de (cömertliğimin) şahitleri olan çocuklar. / Ve (sevginin) şâhitleri
olarak çocuklar.” (13. âyet)
Velid b. Muğire’ye kendisiyle birlikte Mekke’de yaşayan, toplantı yerlerinde
onunla birlikte bulunan, çalışmak için şuraya buraya gitme ihtiyacı
duymayan, hiç bir zaman yanından ayrılmayan, önemli işlerde şahitliklerine,
görüşlerine ve bilgilerine başvurulan, yalnızlığını gidereceği, kendisine
destek olacağı, güçlü, kuvvetli on erkek evlâdı verdim.
376 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu, c. 5, s. 420
• 136 •
Ahmed Kalkan
Mevdûdi diyor ki: “Velid bin Muğire’nin on-on iki oğlu vardı. Onlardan
biri olan Halid bin Velid tarihte en meşhur olanıdır.
Bunlar için “şuhûd” kelimesi kullanılmaktadır. Bunun birkaç değişik
mânâsı olabilir.
1) “Onların kendi geçimlerini temin için çalışmaya ya da sefer etmeye
ihtiyaçları yoktur. Çünkü onların varlıkları yüzünden evlerinde her şey
vardı. Bu yüzden bunlar her zaman babalarının yanında yardım için dururlardı.”
2) “Oğullarının hepsi şöhretli ve nüfuzlu kişilerdi ve babalarıyla beraber
toplantılara iştirak ediyorlardı.”
3) “Bunların her konuda şehâdetleri kabul görür, itimat edilirdi” şeklinde
olabilir.”377
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Şûhûd: Şâhid kelimesinin
çoğuludur. Yani hepsi yanında hazır, göz önünde, çalışmak için şuraya
buraya gitme ihtiyacı duymayan, meclis ve lokallerde babalarının yanında
hazır bulunan oğullar verdim. Yahut, önemli işlerde şahitliklerine, görüşlerine
ve bilgilerine başvurulan oğullar verdim demektir. Rivayete göre Velid
b. Muğire’nin hepsi mevki sahibi kişilerden olmak üzere on veya on üç
oğlu vardı. Fakat bilinenleri yedidir. Velid b. Velid, Halid b. Velid, Umâre
b. Velid, Hişam b.Velid, As b. Velid, Kabis b. Velid, Abdişems b. Velid. Denildiğine
göre bunlardan Halid, Hişam ve Velid müslüman olma şerefi ile
şereflenmişlerdir. Zemahşerî, “Bunlardan üçü müslüman oldu: Halid, Hişam
ve Umâre” diye zikretmiştir.378 Âlûsî de şöyle der: Umâre’nin Bedir’de
veya Habeş’te Necaşî tarafından öldürüldüğü ihtilâflıdır. İki rivâyet de kâfir
olarak öldürüldüğü hususunda birleşmiştir.379 Müslüman olduğuna dair
Sa’lebî’nin Mukatil’den yaptığı rivayet sahih değildir. İbn Hacer bunun hata
olduğunu yazmıştır. Bu hatayı Zemahşerî de yapmış ve onun peşinden gidenler
de bu hususta ona uymuşlardır. Bunların Velid b. Velid’i ise İslâm’la
şereflenenler arasında zikretmemeleri şaşılacak bir iştir. Oysa bütün hadisçiler
onun müslüman olduğunda görüş birliğine varmışlardır.” Evet, Velid
377 Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları, c. 6, s. 471
378 Zemahşeri, Keşşaf, c. 4, s. 182
379 Alusi, Ruhu’l-Meani, c. 29, s. 153
• 137 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
b. Velid’in de sonradan müslüman olduğunda ihtilâf görülmüyor. Fakat
Umâre’nin durumu ihtilâflıdır. Bu dört oğulun dışında kalanlar hakkında
ise bir bilgimiz yok.”380
Mücahid’e göre Velid bin Muğire’nin on oğlu vardı.381 Müfessirler diyor
ki: “Velid’in on oğlu vardı. Ne seferde ne hazarda ondan ayrılmazlardı. Onlarla
yalnızlığını giderir ve sayelerinde güçlü ve kuvvetli olurdu. Onlardan
üçü yani Halid, Hişam ve Velid müslüman oldular.”382
Yüce Allah nimet alâmetlerinden olan mal ve çocukları zikrettikten
sonra tekrar dönerek ona lutfettiği dünya nimetlerini genel olarak zikretti:
- 14. Âyet -
هِيدًا ¨ وَمََّدْتُ لَُ تَ ْ
وَمََّدْتُ : döşedim ve serdim, لَُ : kendisine هِيدًا ¨ت َْ : bir döşeyiş
“Ve sayısız fırsatlar serdim önüne. / Ve onu bir (bebek gibi) eleyip belemiştim.
/ Ona ne büyük imkânlar sağlamıştım / Yaydıkça yaydığım -iyi
imkânlar sağladım- / Her işini yoluna koydum. Ki, geniş maddî imkânlar
vermiştim ona. / Kendisi için (nimetleri) yaydıkça yaydığım (halde) / Ve
hayatına geniş bir ufuk açtığım.” (14. âyet)
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Ona büyük imkânlar verdim,
mal ve oğullardan başka, birçok sebep ortaya çıkararak mevki, saygınlık
ve şans açıklığı verdim. Velid, Kureyş içinde ileri gelen saygın kişilerden
sayılırdı. “Vahîd: Biricik” ve “Reyhânetü’l-Kureyş: Kureyş’in gülü, rızkı”
takma adlarıyle anılırdı.”383
380 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları, c. 8, s. 419-420
381 İbn Cerir et-Taberi-Tefsir, Hisar Yayınları, c. 8, s. 479
382 Bazı tefsirciler Zemahşeri’ye uyarak, müslüman olanların Halid, Umâre ve Hişam olduğunu söylerler.
Doğru olan Velid’dir. Umâre kâfir olarak ölmüştür. Bk. Şihab Haşiyesi, c. 8, s. 274
383 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları, c. 8, s. 420
• 138 •
Ahmed Kalkan
12-14’üncü âyetlerde, Allah’ın inkârcı insana verdiği nimetlerden söz
edilir. Yüce Allah ona bol miktarda mal vermiş, gözü önünde bulunan ve
çevresinde dolaşan oğullar bahşetmiş, bütün imkânları onun önüne sermiştir.
Fakat o kimse, 15-16’ncı âyetlerde de belirtildiği gibi kendisine bunca
nimet verilmiş olmasına rağmen daha fazlasını ister; Allah’ın âyetlerine
karşı da inatçı kesilir. Oysa, nimetin şükrünü edâ etmeden Allah’tan onu
arttırmasını beklemek boşunadır. Çünkü Yüce Allah’ın bu konudaki hükmü
şöyledir: “Bana şükrederseniz, muhakkak ki size kat kat fazla veririm;
yok eğer nankörlük ederseniz, bilin ki Benim azâbım gerçekten çok çetindir.”
384
Allah, Peygamber ve Peygamber yolunun yolcularına burada diyor ki:
“Sen onu Bana bırak!” Ne özellikleri varmış bu kişinin? Neler vermiş Allah
ona? Mal-ı memdûdu varmış o kişinin. Böyle uzun uzadıya malı, mülkü,
arazisi, çiftliği ve daha neleri, neleri vardı onun. Tüm bu sahip olduklarını
Ben verdim ona, diyor Rabbimiz.
Peki, kim bu adam? Kimi anlatıyor Rabbimiz burada? Aslında seni,
beni, bizi... Tüm piyasadaki zenginleri… Malları, mülkleri, paraları, pulları,
arazileri, çiftlikleri, yazlıkları, kışlıkları bulunanlar. Uzun uzadıya
mal-mülk sahipleri anlatılıyor. Bir düşünün; meselâ on yaşımızda neyimiz
vardı? Çocukken, bebekken neye sahiptik? Neydik? Gücümüz neydi? Fırsatımız,
imkânımız neydi? Paramız, pulumuz neydi? Diplomamız, statümüz
neydi? Şimdi kendimizde ne görüyoruz? Yokluğu ne çabuk unutuyoruz?
Eğer şu anda nice imkânlara sahipsen, unutma ki bütün bunları sana
Allah verdi ve sahip olduğun her şey aslında sana Allah’ın emanetidir. Şu
anda aklım var diyorsan, onu sana veren Allah’tır. Şu anda malım var, evim,
arabam var diyorsan onları sana veren O’dur. Ekonomik gücüm, siyasal gücüm,
diplomam, doktoram var diyorsan bunları da sana veren O’dur. Sahip
olduğun, benim dediğin neyin varsa hepsini sana veren O’dur. Bağın, bahçenin,
evin, barkın, dükkânın, tezgâhın, paranın, pulun, çoluk-çocuğun
gerçek sahibinin kendimiz olduğunu zannetmeyelim. Hocalığımızın, bilgimizin,
tecrübemizin, çevremizin, kredimizin sahibi biziz zannetmeyelim.
Bunların tümünü bize veren Allah olduğunu hiçbir zaman hatırımızdan
çıkarmamalıyız.
384 14/İbrâhim, 7
• 139 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
“Memdûdâ” kelimesi, yaklaşık olarak “kesîra” demektir. Yani daima, sürekli,
kesintisiz, ay be ay geliri gelen demektir. Yapayalnız yarattım, tuttum
ona mal verdim, ben verdim onu! Ay be ay gelen o gelirini takdir eden
benim. Niye unutuyor bunu bu nankör insan?
Sonra ortada gezip dolaşan evlâtlar, çocuklar verdim ona. Üç tane, beş
tane, on üç tane çocuk verdim ona. Bunlar söylenince bu kim? denecektir
o zaman. Bu kimsenin bu âyetlerin nüzûl sebebi olarak Halid Bin Velid’in
babası Velid bin Muğire veya başka birisi olduğunu söylemişler. Ama bizler
de öyle değil miyiz? Allah bize de çoluk-çocuk vermedi mi? Bizim malımızı,
mülkümüzü de Allah vermedi mi? Burada anlatılan o dönemde onlar
olabilir, ama bu dönemde de biziz. Başka ne vermiş Allah ona? “Bir de ona
döşedim de döşedim” diyor Rabbimiz. Yani ona fırsat, güç, kuvvet, akıl, şan,
şeref, makam, mevki, riyâset, saltanat verdim. Bize de sahip olduğumuz
tüm imkânlarımızı, tüm fırsatlarımızı veren Allah’tır. 385
İslâm’a göre insanın var oluşunun asıl gâyesi, Allah’a kul olmanın şuuruna
ermesi ve bunun gereğini yerine getirmesidir, ibâdettir. Kur’an’da
çocuklar çok defa, ebeveynine aslî gâyelerini unutturan ve onları Allah’tan
uzaklaştıran engeller arasında gösterilmiştir. Buna göre birçok insan, fazla
mal ve evlât sahibi olmayı hayatın tek gâyesi saymak sûretiyle Allah ile
olan münâsebetini tehlikeye düşürmektedir. Bu sebeple çeşitli âyetler insanı
uyarmakta ve asıl gözetilmesi gereken hedefi göstermektedir.386 Her ne
kadar insanlar fazla mala ve çocuğa sahip bulunmakla kendi kendilerine
yeterli, dolayısıyla güçlü ve üstün olacakları zannına kapılıyor ve bunu başkalarına
karşı bir üstünlük sebebi olarak görüyorlarsa da,387 Kur’an’a göre
bu yanılgıya düşenler için mal ve çocuk da bir “fitne”dir388 ve “apaçık bir
düşman”dır. 389 Bundan dolayı İslâm’da, kişinin çocuk sahibi olması büyük
sorumluluk gerektiren bir durum olarak değerlendirilmiştir. Nitekim
ana-baba ile çocuk arasındaki ilişkiler hem ahlâkî hem de hukukî yönden
belli esaslara bağlanmıştır. Buna göre çocuğun varlığı ciddiye alınmalı, iyi
bir insan ve ihlâslı/samimi bir Müslüman olarak yetişmesi için her türlü
gayret ve fedâkârlık gösterilmelidir.
385 Ali Küçük, Besâiru’l Kur’an, c. 18, s. 150-151
386 Meselâ bk. 18/Kehf, 46; 34/Sebe’, 37; 63/Münâfıkun, 9
387 57/Hadîd, 20
388 8/Enfâl, 27-28; 34/Sebe’34-35
389 23/Mü’minûn, 55-56; 64/Teğâbün, 14
• 140 •
Ahmed Kalkan
Çocuğun dünya ve âhiret mutluluğunu gözetmek, onu dünyaya getiren
insanların önemle üzerinde durmaları gereken bir konudur. İslâm, bu
hususta birinci derecede babayı sorumlu tutar. “Ey iman edenler! Kendinizi
ve çoluk çocuğunuzu, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyun”
390 meâlindeki âyeti yorumlayan müfessirler, çocukların ve diğer âile
fertlerinin gözetiminden ve terbiyesinden âile reisi olan babanın sorumlu
olduğu konusunda ortak görüş belirtirler.391 Hz. Peygamberimiz de, “Hepiniz
çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz”392 meâlindeki
hadisinde aynı şekilde babanın büyük sorumluluğuna dikkat çeker. Anne
de sorumluluğa ortaktır; âilenin iç düzeniyle birlikte çocukların bakımı ve
yetiştirilmesi onun sorumluluk alanına girmektedir.393 Çocuğun, kendisine
söylenenleri tam olarak anladığı ve kendi düşüncelerini az-çok ifâde edebildiği
yaşlardan itibaren dinî esasların öğretimi yapılmalıdır. Bu konuda
ilk öğretilecek şey; tevhid inancıdır. Hz. Peygamberimiz’in “Çocuklarınıza
önce ‘lâ ilâhe illâllah’ cümlesini öğretin” şeklinde tavsiyede bulunduğu nakledilir.
394
Onların anlayacağı bir dil ve üslûpla Allah inancı anlatılması gerektiği
gibi, temyiz yaşına doğru Allah sevgisiyle birlikte dozu ayarlanmış bir tarzda
Allah korkusunu da aşılamak, böylece değer yargılarına ters düşen davranışlar
karşısında iyiliklerini ödüllendirecek, kötülüklerini cezâlandıracak
olan İlâhî otoritenin varlığını vicdanında hissetmesini sağlamak gerekir.
Çocuklarda küçük yaşlardan itibaren imanla birlikte ibâdet şuurunun da
geliştirilmesi gerekir. Onlara namazın öğretilmesi ve âile reisinin de bunda
devamlı olması Kur’ân-ı Kerim’de açıkça zikredilmiştir.395 Hz. Peygamber’in
de çocuklara yedi yaşında namazın öğretilmesi, kıldırılmaya başlanmasını,
on yaşına geldikleri halde kılmıyorlarsa hafifçe cezalandırılmalarını tavsiye
eden hadisleri396 bu konuda Müslüman ebeveyne ve eğitimcilere ışık tutmaktadır.
Bunlarla birlikte, çocuğun sevgiye, iyi örneklere, açıklayıcı doğru
bilgilere ihtiyacı unutulmamalıdır.
390 66/Tahrîm, 6
391 Bk. Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, c. 30, s. 46; İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’an, c. 4, s. 390-393
392 Buhârî, Cum’a 11; Müslim, İmâre 20
393 Buhârî, Rikak 17; Müslim, İmâre 5
394 İbn Mahled, Ahbâru’s-Sığar, s. 142; İbn Kayyim el-Cevziyye, Tuhfetu’l-Mevrûd bi Ahkâmi’l-Mevlûd,
Beyrut, 1403/1983, s. 158
395 20/Tâhâ, 132
396 Ebû Dâvud, Salât 25; Tirmizî, Mevâkît 182
• 141 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Mal-Mülk Allah’ındır: “Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır.” 397; “Göklerin
ve yerin mülkü O’nundur.” 398; “Mülk O’nundur.” 399
Bu âyetler ve benzerleri mülkün, hükümranlığın Allah’a âit olduğunu,
gerçek mülk sahibinin O olduğunu vurgulamaktadır. Allah, mülkünü yönetme
hakkını, yeryüzünde halîfe tâyin ettiği insana vermiştir. “Allah’a ve
Rasûlüne iman edin ve (O’nun) sizi hâkim kıldığı, sizin yönetiminize verdiği
şeylerden (Allah için) infak edip harcayın. Sizden, iman eden ve (Allah
rızâsına) infak edip harcayanlar için büyük mükâfat vardır.” 400 Bu âyetten
anlaşıldığı üzere mal, gerçekte Allah’ındır. İnsan, yeryüzünde halîfe olarak
mala sahip olur; mal, aslında ona emânettir. Göklerin ve yerin mülkü Allah’a
âittir. Mülkün gerçek sahibi Allah’tır. İnsanın mala halîfe kılınması, iki
anlama gelebilir: Ya Allah adına malın üzerinde vekil kılınması, malın yönetiminin
kendisine bırakılmasıdır. Yahut başkasından kendisine geçmesi,
kendisi başkasının yerine geçip mala sahip olmasıdır. Mal denilen şey, böyle
insandan insana geçen, insanların mülkiyetini birbirinden devraldıkları
bir şey olduğu için âyette “cealeküm müstahlefîne fîh; başkasının yerine
geçirildiğiniz, başkasının ardından size verilen şey” diye nitelendirilmiştir.
Şimdi insan, mülkiyeti geçici olarak elinde bulunan malı Allah yolunda
harcarsa, aslında kendi malını değil; Allah’ın malını harcamakta; O’nun
adına, O’nun yoluna vermektedir. Mülkün gerçek sahibi Allah olduğuna
göre, neden Allah’ın malını, Allah’ın emrettiği yere harcamaktan çekinir,
niçin kendisini mutlu edecek şeyden geri kalır? Hz. Peygamber (s.a.s.)’in
şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: “Sizi çokluk mahvetti. İnsanoğlu ‘malım,
malım’ der. Yiyip tükettiğinden, ya da giyip eskittiğinden, ya da sadaka
verdiğinden başka senin malın mı var? (Çünkü bundan ötesi başkasının eline
geçecektir).” 401
“Kadınlardan, oğullardan, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşten,
salma atlardan, sağmal hayvanlardan ve ekinlerden gelen zevklere düşkünlük
ve bağlılık insanlar için bezenip süslendi. Bunlar, dünya hayatının metâı-
397 3/Âl-i İmrân, 189; 5/Mâide, 17, 18, 40, 120; 9/Tevbe, 116; 24/Nûr, 42; 45/Câsiye, 27; 48/Fetih, 14
398 2/Bakara, 107; 3/Âl-i İmrân, 189; 5/Mâide, 40; 7/A'râf, 158; 25/Furkan, 2; 39/Zümer, 44; 42/Şûrâ, 49; 43/
Zuhruf, 85; 57/Hadîd, 2, 5; 85/Bürûc, 9
399 6/En'âm, 73; 35/Fâtır, 13; 39/Zümer, 6. Ve yine bk. 3/Âl-i İmrân, 26; 17/İsrâ, 111; 22/Hacc, 56; 25/Furkan,
26; 40/Mü'min, 16; 64/Teğâbün, 1
400 57/Hadîd, 7
401 Müslim, Zühd 3; Tirmizî, Zühd 31, Tefsir, sûre 102; Nesâî, Vesâyâ 1; Ahmed bin Hanbel, 4/24, 26
• 142 •
Ahmed Kalkan
dır. Nihâyet varılacak güzel yer, Allah’ın huzurudur.”. (Rasûlüm!) De ki: ‘Size
bunlardan daha iyisini bildireyim mi? Takvâ sahipleri için rableri yanında,
içinden ırmaklar akan ebediyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin
üstünde) Allah’ın rızâsı/hoşnutluğu vardır. Allah kullarını çok iyi görür.”
402 3/Âl-i İmrân, 14. âyette sayılan dünya nimetleri ve dünya güzelliğinin
insana sevdirildiği ifâde edilmiştir. Bu davranış tabiîdir, dünyevîdir. Âl-i
İmrân, 15. âyette bunlardan daha güzeli gösterilmiştir, çünkü evvelkiler ne
kadar güzel olursa olsun geçicidir, ikinciler ise devamlıdır.
Bazılarına imtihan ve hatta sıkıntı olsun diye verilen mal ve çocuklar,
bazı insanları hayran bırakır, kendilerine niye onlara verilmediğini düşünürler.
Hâlbuki sadece âhirette değil, aynı zamanda dünyada da bu mallar
ve evlâtlar, onların sıkıntılarını, azaplarını arttırmaktan başka bir işe
yaramaz: “Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah,
bunlarla ancak dünyada onların azaplarını çoğaltmayı ve onların canlarının
kâfir olarak güçlükle çıkmasını istiyor.” 403
Rivâyet edildiğine göre, Mekke’den hicret arzusunda bulunan bazı Müslümanların
eş ve çocukları, kendilerinin perişan duruma düşeceklerini öne
sürerek babalarını hicretten alıkoymak istediler. Fakat hicretle kazanılan
yüksek mertebeleri öğrenen Müslümanlar, eş ve evlâtlarını cezâlandırmak
isteyince bu âyet inerek, onların affedilmesini ve kusurlarından geçilmesini
emretti. Buna rağmen, mal ve çocukların beklenmedik yer ve durumlarda
kişiyi günaha sokup âhiret hazırlığından alıkoyabileceğine işaret edilmiştir:
“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da
vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoşgörür
ve bağışlarsanız, bilin ki, Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükâfat
ise Allah’ın yanındadır.” 404
Bazı babalar, kendi inanç ve amelleriyle cennete gidemeyeceklerine
kendileri de inandıkları için, çocuklarına elif-be öğretmek ve arkalarından
Fâtiha okumalarını ve onlar yüzünden cennete gidivereceklerini umarlar.
Şu âyet, inanılması gerekenlere gerektiği gibi inanmayan ve Kur’an’ı kendisi
için okuyup amel etmeyen, çocukları yüzünden kolayca cennete gidivere-
402 3/Âl-i İmrân, 14-15
403 9/Tevbe, 85
404 64/Teğâbün, 14, 15
• 143 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
ceklerini umanlar için önemli bir cevaptır: “Ey insanlar! Rabbinize karşı
gelmekten sakının. Babanın evlâdı, evlâdın da babası için hiçbir şey ödeyemeyeceği
günden çekinin...” 405
- 15. Âyet -
يطْمَعُ أَنْ أَزِيدَ ¿ثُ َّ
¿ثُ َّ : sonra يطْمَعُ : tamah eder أَنْ أَزِيدَ : daha arttırayım
“Sonra da artırmamı umar. / Üstelik, daha, daha arttırmamı arzu
ederdi. / Şimdi de kalkmış hırsla daha fazlasını istiyor. / Böyleyken hâlâ
daha çoğunu vermemi bekliyor. O, daha da artırmamı bekler. / Buna rağmen
o, hâlâ ihtirasla verdiğimden daha fazlasını istiyor!” (15. âyet)
Velid b. Muğire bunlara rağmen hâlâ doymadı. Bütün bu bol nimetten
sonra iman etmeyip inkârda ısrar ettiği halde, utanmadan malını ve çocuklarını
artırmamı, ona cenneti vermemi aç gözlülükle istiyor! Ne kadar
büyük bir ihtiras, ne derece çirkin bir nankörlük, ne büyük bir bencillik!
Fahreddin er-Râzi diyor ki: “Buradaki “Sümme: Sonra” lafzı, inkâr ve
hayret içindir. Nitekim arkadaşına şöyle dersin: Seni evimde misafir ettim.
Sana yemek verdim. İkramda bulundum. Sonra da sen bana sövüyorsun”406
Yani bütün bu ikram ve ihsana rağmen nankörlük ve inkâr etti. Velid, bu
ihsandan dolayı Rabbine şükredeceği ve bu ihsana karşılık iman ve itaat
edeceği yerde, bunun tam tersini yaptı ve buna nakörlük ve inkâr ile karşılık
verdi.407
Mevdûdi diyor ki: “Onun hırsı hâlâ gitmemişti.” Bunun bir mânâsı şu
olabilir. Yani o kadar çok varlık sahibi iken bile hâlâ kendisine daha başka
nimetlerin de ikram edileceğini umuyordu.
405 31/Lokman, 33
406 F. Râzi, Tefsiru’l Kebir, c. 30, s. 199; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat, c. 7, s.
123
407 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat, c. 7, s. 123
• 144 •
Ahmed Kalkan
İkinci mânâsı -ki Hasan Basri ve diğer büyüklere göre böyledir- “Eğer
Muhammed’in dediği gerçekse ve ölümden sonra bir hayat olacaksa ve orada
bir cennet hayatı sözkonusu ise, o cennet de benim için olacak” diyordu.
408
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Sonra daha çok vereyim
diye açgözlülük eder. İşte o, öyle açgözlü birisi. Hatta demiş ki: “Eğer Muhammed
doğru söylüyorsa cennet benim için yaratılmış demektir.” 409
“Hâlâ daha çoğunu vermemi bekliyor.”
Gözü bir türlü doymuyor, şükretmiyor, kendisine verilenlerle yetinmiyor.
Belki de sûrenin sonuna doğru okuyacağımız “Aslında bunların her
biri, kendisine okunmaya hazır kutsal sayfalar inmesini istiyor”410 âyetinde
sözü edilenlerden biridir de kendisine vahiy indirilmesini, kutsal kitap verilmesini
istiyor. Çünkü Peygamberimize peygamberlik verildi diye O’nu
kıskananlardan biri idi.
Adam bu aşırı ihtirası yüzünden sert bir dille azarlanıyor, paylanıyor.
Çünkü ne bir iyilik ne bir ibâdet ne bir şükür yapmış ki, sahip olduğundan
fazlasını istemeye yüzü olsun.
“Sonra da bu nankör insan tamah eder ki, Allah ona daha da versin.” Bu
verdiklerine daha da ziyâde edilsin ister. Daha çok verilsin, daha fazla verilsin
ister. Yâni öyle hırslı, öyle bencil ve harîs ki, her şey kendisinin olsun ister.
Her şey kendisine verilsin ister. Hep ikrama boğulan kendisi olsun, hep
cennete gidecek olan kendisi olsun, ya da daha çok malı mülkü, imkânı,
fırsatının olmasını ister. Yani doyumsuzdur adam. Doyumsuz olduğu için
hep kendisine artırılmasından yanadır. Ama hayır, hayır! Mümkün değil:
“Hayır; hayır; çünkü o, Bizim âyetlerimize karşı son derece inatçıdır. Onu
sarp bir yokuşa sardıracağım.”
Mal, karakteri zayıf insanları çabuk bozar. Siyaset de öyledir. Ama sağlam
karakter sahibi kişileri mal bozamaz. Bunların elinde mal, hayra vesîle
olur. Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Abdurrahman ibn Avf gibi kişileri servet
408 Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları, c. 6, s. 472-473
409 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları, c. 8, s. 420
410 74/Müddessir, 52
• 145 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
bozmamış; onlar, servetlerini, dâvâlarının yayılmasına vâsıta kılmışlar, Hz.
Ebû Bekir, fakirlik sınırına varıncaya dek malını Allah yolunda harcamıştır.
İşte bu rûhu yaşatmaya çalışan nice şuurlu müslüman da, fakir düşünceye
kadar mallarını Allah yolunda infak etmeyi prensip edinmişlerdir.
Tamahkâr insanın elindeki mal ve evlât, kendisine azaptır. Çünkü öyleleri
hep malın korunmasını düşünür. Düşündükçe tamahları artar, düşmanları
da çoğalır. Vicdânen rahatsız olurlar. Çünkü Allah’ın, kişiye malı
ile azâb etmesi, malının kendisini huzursuz edip dertlere sokmasıdır. Evlâdıyla
azâb etmesi de, evlâdının kendisine karşı gelmesiyle, çeşitli dertlere ve
musîbetlere düşmesiyledir. İnsan çeşitli şekillerde evlâdından çeker.
Şimdi insan şöyle düşünmeli: Acaba sadece karnını doyurabilen orta
halli bir insan mı mutludur, yoksa çok yerde apartmanları, bahçeleri, arsaları,
otomobilleri olan zengin mi? Sanıyorum orta halli, kanaatkâr insan
daha mutludur. Çünkü onun taşıyacağı yükü yoktur. Ötekinin her apartmanı,
her arabası, kendisine ayrı ayrı derttir, yüktür. Otomobilinin bozulması,
kaza yapması, çalınması; bahçesinin sulanmaması, ürün vermemesi;
apatmanının kiracısız kalması veya kiracının kirayı ödememesi, ayrı ayrı
dertlerdir. Malı, mal olarak düşünenler için bu böyledir. Ama malı Allah’ın
rızâsını kazanmak için bir vâsıta, Allah’ın emâneti bilenler için mal dert olmaz.
Onlar ellerinde oldukça malı Allah uğrunda harcarlar. Ellerinden çıkarsa
“veren de Allah, alan da Allah” der, üzülmezler. İşte böyle “İyi insanlar
için helâl mal, ne güzeldir!” Allah’ın Rasûlü şöyle buyurmuştur: “Malın
içinde gerçekten senin malın olan şey, sadece yiyip tükettiğin; giyip eskittiğin;
ya da sadaka verip ileriye gönderdiğindir.” 411
Kâfir ve münâfıkların mallarının ve çocuklarının çokluğuna imrenilmemelidir.
Allah’ın o mal ve çocuklarla o kimselere mümkün ki, dünyada
azâb edecektir. Yani çokça parası ve çocukları olanlar, mümkün ki bunlarla
cehennem gibi azâb olmaktadırlar: “Onların malları da, evlâtları da seni
imrendirmesin. Allah bunlarla onlara dünya hayatında azâb etmeyi ve kâfir
olarak canlarının çıkmasını istiyor.” 412
411 Müslim, Zühd 3; Tirmizî, Zühd 31, Tefsir, sûre 102; Nesâî, Vesâyâ 1; Ahmed bin Hanbel, 4/24, 26; S. Ateş,
Kur’an Ansiklopedisi, KUBA Yay., c. 13, s. 34-38
412 9/Tevbe, 55
• 146 •
Ahmed Kalkan
64/Teğâbün sûresi, 14. âyette de eşlerimizin ve çoluk çocuklarımızın
bize düşman olma ihtimali olduğu, bazılarının böyle olduğunu vurgular.
Eğer mallarımız, eşlerimiz ve çocuklarımız bizi Allah’a kulluk yolundan
alıkoyuyorlarsa, kulluğumuza engel olabilecek bir noktaya gelmişlerse, onlar
yüzünden kulluğumuz engelleniyor ve cenneti kaybetmeye doğru gidiyorsak,
işte o andan itibaren anlıyoruz ki onlar bizim düşmanımız olmaya
başlamışlardır. Eğer kadınsa kocası, kocaysa karısı, babaysa evlâdı, evlâtsa
babası insanı Rabbine kulluktan, onu cennete gitmekten engelleyecek
bir noktaya gelmişlerse kesinlikle bilelim ki onlar o kişinin düşmanıdırlar.
Eğer insan, kendi kendini hayırdan şerre, kulluktan isyana, cennetten cehenneme
doğru götürmeye başladıysa, hevâsına/keyfine tâbi oluyor, hatta
hevâsını tanrılaştırmaya kalkıyorsa, insan kendi kendisinin düşmanı olmaya
başlamış demektir. Kur’an buna insanın kendine zulmetmesi, kendine
yazık etmesi der.
Kimi insanlar ana-babalarıyla, kimileri çocuklarıyla, bazıları eşleriyle,
bazıları da malın yokluğu veya çokluğuyla imtihan olmaktadır. Allah’a kulluk
yolunda yürüyen mü’min bir kocaya, aksi istikamette yürüyen karısı ve
çocukları veya Allah’a itaate yönelmiş mü’mine bir kadına, aksi istikamette
yürüyen kocası ve çocukları büyük engeller ve problemler çıkarabilmekdir.
Müslüman olduklarını iddia ettikleri halde bu toplumdaki bireylerin çoğu,
Allah’a kulluğu birinci plana almış, dünya zevk ve sefâsını ikinci plana atmış
bir erkeğe karşı hanımı ve çocukları, yakın akrabaları, büyük bir talihsizlik
olarak bakarlar. Öyle ki kocalarını, babalarını cehenneme gönderme
pahasına da olsa bu dünyada kendilerine refah ve zenginlik içinde bir dünya
sunmasını beklerler. Nice adamlar, bu beklenti ve ısrarlı talepden dolayı
Allah’ın hududunu çiğnemekte, eş veya çocuk fitnesinden dolayı haramlara
bulaşmaktadır. Yine, Allah’a kulluğu birinci plana çıkarmış pek çok mü’mine
hanımın, kocaları ve çocukları tarafından hayatları zindan edildiği görülmektedir.
Allah için cihada çıkacak, infak edecek, dâvâ için koşturacak,
tebliğ edecek nice adamın önünde en büyük engel, ilk gençliğinde babaları,
sonra da hanım ve çocuklarıdır.
Sadece imtihan olunan eşler ve çocuklar tarafından istikametten saptırılmamakla
da iş bitmemektedir. Aynı zamanda kişiye emânet olarak
verilmiş eş ve çocuklarına karşı tavırlarıyla da insan imtihan olmaktadır.
Onlarla hukukunu Allah’ın istediği tarzda yapıp yapmadığı, onları Allah’ın
• 147 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
çizgisine çekmeye çalışıp çalışmadığı, onları müslümanca eğitip kulluk
programına çekmeye çalışıp çalışmadığıyla da insanlar sınanmaktadır.
Varlığıyla yokluğuyla, azlığıyla çokluğuyla, bilelim ki mallarımız, mülklerimiz,
oğullarımız, kızlarımız bir imtihandır. Rabbimiz bu verdikleriyle
bizi sürekti denemektedir. Mallarımız, paralarımız konusunda, oğullarımız
ve kızlarımız konusunda cennete gidebilmenin hesabını doğru yapmalıyız.
Bunlarla ilişkilerimizi Allah’ın istediği şekle koyamazsak, biz mala değil,
mal bize sahip olursa, sahip olduğumuz dünya nimetleri ve âilemiz bize Allah’ı,
âhireti, Allah’ın hesabını unutturursa, Allah korusun bu imtihanı kaybettik
demektir. Bize verilen nimetlerin esas sahibini unutup, Karun gibi,
bunları sadece kendi yeteneklerimizle elde ettiğimizi düşünürsek, emânet
bilincine, sorumluluk şuuruna sahip olmazsak, sahip olduklarımızı imtihan
sebebi değil de gâye olarak görmeye başlarsak sınavı kaybettik demektir.
Ama biz onlara karşı yapabileceğimiz tüm görevlerimizi yapar da buna
rağmen onlar yola gelmezlerse, o zaman elbette bin onlardan sorumlu tutulacak
değiliz. Meselâ Nûh (a.s.) hanımı ve oğlu ile imtihana tâbi tutuldu.
Bu büyük peygamber, hanımını ve oğlunu müslümanlaştırabilmek için çok
uğraştı, tüm yapabileceklerini yaptı, ama hidâyet Allah’ın yanında olduğu
ve bazı insanlar peygamber yakını olduğu halde bile irâdelerini kötüye yönelik
kullandıkları için Rabbimiz onu hesaba çekmeyecektir. 413
İnsan, içinde bulunduğu durum itibarıyla pek çok yönden imtihan edilir.
Bu denemeler, genelde insanın zayıf yönlerine yöneliktir. Çünkü düşkünlük,
zâfiyet/zayıflık, irâdenin en çok zorlandığı husustur. İnsan, bazen
bu zayıf yönlerinden mala olan düşkünlüğüyle, onu elinde tutmanın hırsı
ile deneniyor. Bu deneme de iki yönlüdür. Bir yönü yokluk, sıkıntı ve zorluklardır.
İnsanın sabrının ölçüldüğü bu hususlarda insanların başarılı olması
ihtimali, ikinci yönü ile denenmesinden daha fazladır. Bu ikinci yönü,
zenginlik, servet veya varlıktır. Bu nimetlere sahip olan insan, diğerine
oranla daha zor durumda kalır. Meşakkat daha çoktur. Servetin ve varlığın
insanda meydana getireceği rehâvet, insan direncini ve sabrını kemirebilir.
Yoklukta yokluğa karşı göstereceği direnç ve sabrı, varlıkta varlığın gitme
endişe ve telâşı içerisinde gösteremeyebilir. İnsan düşüncesinde mal hırsı
ve evlât sevgisi şahsiyette aşınma meydana getirmişse, bu zaafı telâfi etmesi
çok zor olur.
413 Ali Küçük, Besâiru’l Kur’an, c. 7, s. 298-300
• 148 •
Ahmed Kalkan
Olayın zorluğundan dolayıdır ki, verdiği mücâdelenin karşılığında,
âyetin devamında belirtildiği gibi “ecir” değil; özellikle altı çizilerek vaad
edilmiş olarak “büyük ecir” vardır. İnsanlar, genellikle zorlukların bir sınav
olduğunu, varlığın ise sadece lütuf olduğunu zannederler. Halbuki, varlık,
sağlık, nimet bolluğu ile yapılan sınav, diğerinden çok daha zordur.
Allah’ın (c.c.) insanlara verdiği hem iyilikler, hem de kötülükler birer
deneme (fitne) aracıdır. 414 İnsan nimetlere karşı şükürle; zorluk, darlık ve
belâlara karşı sabırla denenir. Fakat insan çoğu zaman nankörlük yapar.
Üstesinden gelemeyeceği bir sıkıntıyla karşılaşınca hemen Rabbine yalvarır.
Geniş bir nimete, mala ve zenginliğe kavuşunca da kibirlenir, malını
kendi bilgisi ve kurnazlığıyla elde ettiğini zanneder. Böyle bir tavra karşı
Kur’an şu açıklamayı yapıyor: “...Hayır o bir fitnedir (imtihandır), fakat çokları
bunu bilmiyorlar.” 415
Rabbimizin dünya nimetlerini ve dünyaya ait bütün göz kamaştırıcı güzellikleri
insanların hizmetine sunması, bir imtihan sebebidir. Ancak iman
eden kişi bu geçici güzelliklere ve zenginliklere aldanmamalı. Çünkü Allah’ın
katındaki güzellikler, ya da iman edip sâlih amel işleyen kulları için
hazırladıkları daha çok, daha hayırlı ve daha kalıcıdır.416 Dünya nimetlerinin
fitne/deneme olarak nitelendirilmesi insan için eğitici bir hatırlatmadır.
O, insanın iç kuvvetlerini geliştirir, dikkatini keskinleştirir, yaşadığı realitenin
boyutlarını kavramasına yardımcı olmak üzere onu uyarır. Kur’an,
varlığı âyetler (ibret ve işaretler) olarak değerlendirir ve nimetleri bile bu
bağlamda fitne olarak nitelendirir.
Sûrenin bu bölümlerinde İlâhî mesaja karşı ortaya konulan evrensel
(geleneksel) bir tavır sergilenmektedir. Bu, Allah’ın âyetlerine karşı büyüklük
taslama ya da tepeden bakma veya küçümseme diyebileceğimiz
“istikbâr” ve bunun dayanağı olan maddî imkânlardır. Bu çerçevede oluşan
tavra şunun için evrenseldir diyoruz. Zaman, mekân ve toplumsal yapı
farklılığına rağmen Mûsâ (a.s.) – Firavun kıssasında da aynı mücadeleyi
görmekteyiz. Mûsâ’nın (a.s.) getirdiği İlâhî mesaja karşı Firavun’un tavrı öz
olarak bu bölümde tasvir edilenden farklı değildir. Kurmayları, orduları,
mâlî imkânları ve Mısır’a egemen olmakla büyüklenen, İlâhî mesajla birlik-
414 21/Enbiyâ, 35
415 39/Zümer, 49
416 20/Tâhâ, 131
• 149 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
te kavmini de küçümseyen 417 ve statükonun değişmesinden endişelenerek
418 İlâhî vahy’e “sihir” (aldatmaca) 419 damgasını vuran odur.
Müddessir Sûresindeki anlatımda şahıs isimlerinin zikredilmeyerek,
olayın tasvirinde zamirlerin kullanılması konunun evrensel boyutunu
vurgulamaktadır. Kur’an bu tavrını hemen her âyetin nüzul sebebi, tarihî
şahsiyetler ve zihniyetlerin anlatımı hakkında uygular. Bu tavır; zamana,
mekâna, toplumsal yapıya ve kişilere bağımlı olmaksızın her çağda ortaya
konulabilen bir tavırdır. Her an, herhangi bir müstekbir, İlâhî mesaj’a karşı
bu olumsuz tavrı takınabilir, nitekim takınmaktadır da. Kur’an’da tasvir
edilen bu konudaki farklılıklar, sadece anlatımda dekor olarak kullanılan
öğelerdir.
Bu bölümde, enine boyuna düşünme, planlama, kaş çatmalar ve somurtmalar
sonuç olarak “müstekbirliğe” ulaşmaktadır. “İstikbâr”, anlık
duygusal bir patlamanın sonucu değildir. Bilakis bilinçli bir süreç ve planlama
sonucu ortaya çıkan, kâfirin kalıcı bir vasfıdır. Dolayısıyla bu anlatımlar
“müstekbirlik” bilincini göstermesi açısından çok önemlidir. Ve Müddessir
Sûresinin 10’uncu âyetini hatırladığımız zaman “küfür” ile “istikbâr”, ayrılmaz
bir bütün oluşturmaktadır.
Kur’an’da “istikbâr”ın, anlık bir tavır olmadığının, aksine bilinçli ve
kalıcı bir düşünce ve davranış biçimi olduğunun tesbiti önemlidir. Çünkü
her dönemdeki câhiliyyede gücünü maddî mikânlardan, atalarından ve
kavminden alan kişilerin kendi kendini büyük görmesi, övünmesi, burnu
havada ve gururlu olması ve bu durumunu sürekli koruması son derece
doğaldı. İster kişi, ister toplum olsun, kendisinden başkası büyüklüğüne ve
yüceliğine dokunmadığı ve onu zedelemediği sürece yaşayabilir. Başkaları
ancak tâbi olmakla yükümlüdür. Nitekim kavmini küçümseyen Firavun’a
kavminin tâbi olmaktan başka çıkar yolu yoktu! 420 Tâ ki İlâhî mesaj gelinceye
kadar.
417 Hz. Mûsâ-Firavun mücadelesine değinen şu âyetlere bakınız: 28/Kasas, 36-40; 10/Yûnus, 23-50; 43/
Zuhruf, 46-54; Ayrıca bk. A. Kalkan, Kavram Tefsiri, Firavun ve Mûsâ (a.s.) maddeleri
418 40/Mü’min, 26
419 28/Kasas, 46-54
420 43/Zuhruf, 46-54
• 150 •
Ahmed Kalkan
İşte İlâhî mesaj geldiği an, statükonun köklü bir değişikliğe uğrayacağı
kaçınılmazdır. Allah’ın kutsal büyüklüğünü, yüceliğini tüm insanlara hatırlatan
Peygamber karşısında, elçinin getirdiği İlâhî mesaja karşı koymak
için kâfir, tüm bilincini zorlamakta, plan kurmakta ve sonuca ulaşmak istemektedir.
Böylece statükosunu (mevcut düzenini) koruyabilme çabası
içindedir. 421
- 16. Âyet -
ِتنَا عَنِيدًا  كََّ إَِّنهُ كَنَ لاَي
كََّ :!hayır نَّهُ إِ : çünkü o كَنَ : kesildi ,oldu تنِاَ  لا يَ : âyetlerimize karşı : عَنِيدًا
inatçı
“Hayır, hayır! Çünkü o, âyetlerimize karşı çok inatçıdır, O âyetlerimize
inatla karşı çıkıyor. / Yağma yok! Çünkü o âyetlerimizi inatla inkâra,
yalanlamaya kalkıştı. / Hayır, öyle yağma yok! Çünkü o, âyetlerimize
karşı son derece inatçıdır. / Öyle yağma yok! Mademki o âyetlerimizi
inatla (inkâra) saplanmıştır. / Evet, o, kendini âyetlerimize karşı bilerek,
inatla şartlandırmıştır.” (16. âyet)
Hayır, öyle değil, öyle şey yok, yağma yok, onun ümit ettiği şeyler gerçekleşmeyecektir.
O günahkâr, inkârcı aç gözlü kâfir Velid b. Muğire bu
arzusundan vazgeçsin! Onun mal ve çocukları arttırılmayacak, cennete
de gitmeyecektir. Çünkü o Allah’ın âyetlerine ve rasûlüne iman etmemede
inatçı bir inkârcıdır. O nimetleri veren şahsın birliğini gösteren delillere
veya Kur’ân âyetlerine karşı inada kalkıştı. Bu ise nankörlüktür. Verilen
nimeti inkâr etmek onun artmasına değil, kesilmesine sebeptir. Hal böyle
olunca, o inatçı bedbaht nasıl daha fazlasını ister?!
“Hayır, hayır! O âyetlerimize inatla karşı çıkıyor.”
421 M. Ali Baltaşı, İlk Mesajlar, Araştırma Yay., s. 115-116
• 151 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Âyetin orijinalinde geçen “kellâ” sözcüğü bir paylama, azarlama edatıdır.
O, gerçeği gösteren kanıtlara ve imana erdiren gerçeklere inatla karşı
çıkmış, İslâm çağrısının önüne dikilmiş, Peygamber’e savaş açmış, kendi
hakka karşı çıktığı gibi, başkalarını da hak yoldan alıkoymuş, Kur’an ve İslâm
hakkında asılsız iddialar ortaya atmıştır.
“Evet, o, kendini âyetlerimize karşı bilerek, inatla şartlandırmıştır”: Lafzen,
“o, inatçı kesildi (kâne)”. ‘Anede fiilinden türetilen ‘anîd ismi, “doğru
olan bir şeyi, doğruluğunu bildiği halde reddeden veya karşı çıkan kimse”-
yi gösterir (Lisânu’l-‘Arab). İnsanın muhâlifliği ve inatçılığı unsuru, kâne
yardımcı fiilinin kullanılması ile yansıtılmaktadır. Kâne fiili, geçmiş zaman
kipinde olmasına rağmen, burada sürekli olarak tekrarlanan bir olguya işaret
etmektedir. Bu nedenle, geçmiş zaman kalıbı içinde ifade edilen 18-25.
âyetlerin geniş zaman olarak çevrilmeleri gerektiği kanaatindeyim.422 Bu
durumda, evrensel boyut daha da somutlaşır ve tüm çağlara yansır. “Hayır,
hayır! Çünkü o, âyetlerimize karşı çok inatçı kesilir.”
Kellâ: Bu edat men ve vazgeçirme ifade eder.423 Elmalılı Muhammed
Hamdi Yazır diyor ki: “Kellâ: Reddetme edatıdır. Bir sözü, bir iddiayı veya
bir ümit ve isteği reddeder. Biz bunun yerinde, “hayır öyle değil, öyle şey
yok, yağma yok” gibi deyimler kullanıyoruz. “Hayır” ifadesini yerine göre,
“Lâ, belâ, bel” kelimeleri yerinde de kullandığımızdan tam karşılığı denemese
de yakınıdır. Burada onun aşırı istek ve ümidini kesme mânâsını ifade
eder. Sebebi, çünkü o, bizim âyetlerimize inatçı kesildi. O nimetleri veren
şahsın birliğini gösteren delillere veya Kur’ân âyetlerine karşı inada kalkıştı.
Bu ise nankörlüktür. Verilen nimeti inkâr etmek onun artmasına değil,
kesilmesine sebeptir.”424
Ömer Nasuhi Bilmen diyor ki: “Rasûl-i Ekrem’in doğruluğunu, peygamberliğini
kalben anlamış olduğu halde sırf inadından dolayı lisanen
inkâra cüret gösterdi. Ne büyük bir sapıklık!
Mukatil diyor ki: “Bu âyet-i kerimenin inmesinden sonra, Velid’in servetinde,
çocuklarında noksanlık görülmüştür.” 425
422 Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, İşaret Yay., s. 1205
423 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat, c. 7, s. 123
424 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları, c. 8, s. 420
425 Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim Meal-i Âlîsi ve Tefsiri, İpek Yayınları, c. 8, s. 265
• 152 •
Ahmed Kalkan
Onu sarp bir yokuşa sardıracağım, çünkü o bizim âyetlerimize karşı
pek inatkâr davranıyor. Buradaki “Âyâtinâ”dan maksat:
a. Kur’an-ı Kerîm’dir. Yâni bizim kendisine hayat programı olarak gönderdiğimiz
kitabımızın âyetlerine karşı pek inatçı davranıyor. Kitaba iman
ve teslimiyet göstermiyor, müstekbirce tavır alıyor.
b. Bir hak olan hakikat olan her şeydir. Bizden gelen her hakka karşı
vurdumduymaz davranıyor.
c. Burada anlatılan kulluk örneği Rasûlullah Efendimiz’dir. Ona karşı
da inatçı davranıyor. Peygamberin örnekliğini reddediyor. Kullukta peygamber
modeline yanaşmıyor. Peygamberi tanıma ve Peygamberin yolundan
gitme, peygamber gibi yaşama konusunda pek inatçı davranıyor. Hakka
istinat etmeyen imanın devamcısı anlamına inatçı davranıyor bu adam...
Yani öyle bir tavır içinde ki adam, Kur’an ne derse desin, o bildiğini okuyor.
Kitaba rağmen, Peygambere rağmen o kendi kendine yol bulmaya çalışıyor.
Kitabı ve peygamberi yok farz ediyor, gelmemiş sayıyor. Ama böyle kitabı
ve peygamberi tanımadan da hayatını sürdürebileceğini zanneden kişiyi
Allah sarp bir yokuşa sardıracağını, hayatı zorlaştıracağını belirtiyor. 426
- 17. Âyet -
سَأرُْهِقُهُ صَعُودًا
o sarp yokuşa صَعُودًا : Ben sardıracağım onu : سَأُرْهِقُهُ
“Ben de onu sarp yokuşa süreceğim. / Onu sarp bir yokuşa sürükleyeceğim.
(Dikine azâba sardıracağım) / (Bu yüzden) Ben onu sarp bir
yokuşa sardıracağım. / (Bu nedenle) onu acı veren çetin bir yokuşa süreceğim!”
(17. âyet)
O inkârcı Velid b. Muğire’yi, Cehennemde sarp bir yokuşa, ‘Saûd’ adlı
ateşten bir dağa tırmanmaya, güç yetirilemeyen zor bir azâba mecbur edip
426 Ali Küçük, Besâiru’l Kur’an, c. 18, s. 152
• 153 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
süreceğim, onu tâkati kesen dikine bir azâba sardıracağım. Dağa doğru çıkan
kimsenin kuvveti zayıf düştüğü gibi, bu azaptan dolayı da onun gücü
zayıflayacaktır.
İrhak: Zorluk yükseltilmek, çetin bir şey ile mükellef tutmak demektir.
Saûd: İnişli ve yokuşlu yer ve Akabe’ yani: Yokuş ve dağ içindeki yol
mânâsınadır. “Saûd” zor bir yokuş, çetin bir geçit demektir veya cehennemde
bir dağ demektir. Böyle bir musibete, bir nevi meşakkate uğratmak, çıkılması
pek zor olan bir dağa çıkmakla mükellef olmaya benzetilmiştir. 427
Kurtubî şöyle der: “Saûd, üzerinde yükselmek, güç olan düz kaya demektir,
Bunun üzerine doğru yükselen şahıs, en üstüne çıktığı zaman cehenneme
yuvarlanır. Duracağı yere varıncaya kadar bin sene aşağı iner.” 428
“(Bu nedenle) onu acı veren çetin bir yokuşa süreceğim!”: Sa‘ûd (lafzen,
“yukarı çıkmak” veya “yokuş tırmanmak”) terimi urhikuhû (“onu dayanması
için zorlayacağım, süreceğim”) fiili ile birlikte kullanıldığında aşırı
derecede zor, acı veren veya sıkıntılı bir işi anlatır. Yukarıdaki bağlamda,
insanın bu dünyada mânevî/ahlâkî ve rûhî hakikatleri “Allah’ın mesajlarını”
bilinçli olarak ihmal etmesinin kaçınılmaz sonucu olan ve onun öteki
dünyadaki rûhî gelişmesini engelleyecek olan fıtrî safvetin kaybına -ve dolayısıyla,
bireysel ve sosyal bunalımlara- bir işarettir. 429
Ebû Said el-Hudri’den Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Saûd, ateşten
bir dağdır. Kâfir yetmiş yıl ona tırmanır, sonra onunla beraber uçar. Ve o
kâfir devamlı olarak böyle yapar.” 430; “Cehennemde bir yokuşa çıkması teklif
olunur ki, ona elini koydukça erir, kaldırınca yerine gelir. Ayağını koyunca
erir, kaldırınca yerine gelir.” 431
Rabbimiz diyor ki; onları zor bir yokuşa süreceğim, yollarını zorlaştıracağım
onların. Cennet yolunda, kulluk yolunda yürümek zorlaştıracak,
küfür yolunu ona kolaylaştıracaktır.
427 Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim Meal-i Âlîsi ve Tefsiri, İpek Yayınları, c. 8, s. 265
428 Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Burûc Yay., c. 19, s. 82
429 Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, İşaret Yay., s. 1205
430 Tirmizi, Cehennem 2; Tefsir 74/2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 3, s. 75
431 Âlûsi, Ruhu’l-Meâni, c. 15, s. 153-154
• 154 •
Ahmed Kalkan
Nitekim başka bir âyette bu konu şöyle anlatılıyor: “Allah kimi doğru
yola koymak isterse onun kalbini İslâmiyet’e açar, kimi de saptırmak isterse,
göğe yükseliyormuş gibi, kalbini dar ve sıkıntılı kılar. Allah böylece, iman etmeyenleri
küfür bataklığında bırakır.” 432
Kalpleri İslâm’a açılan, İslâm yolu kolaylaştırılan mü’minlere karşılık
kimilerinin kalbi de İslâm’a kapatılmaktadır. Allah kimi de saptırmak, dalâlette
bırakmak isterse, adam kendisi dalâleti tercih eder, Allah da onu dalâlette
bırakmak isterse birinci insanın zıddına onu göğsünü o kadar daraltır
ki, o kadar sıkıntılara sokar ki sanki gökyüzüne yükseliyormuş gibi içinde
büyük darlık hisseder.
Sapıtmak isteyen, saptırmak isteyen kimselerin kalplerinde de öyle bir
darlık, öyle bir huzursuzluk yaratır ki Allah, gökyüzüne tırmanıyormuşçasına
atmosfer tabakasını geçiyormuşçasına sıkıntı ve isteksizlik hisseder.
Gönlünü İslâm’dan ve kulluktan soğutuverir Allah onun. Hoşlanmaz dinden,
nefret eder Kitab’dan, sevmez namazı, beğenmez tesettürü, memnun
değildir İslâm’dan, idama gidiş bilir mescide gidişi. Ve bunlar zorlaştırılırken
tüm günahlar, tüm kötülükler de kolay hale getirilecektir onun için.
Demek ki yolun zorluğu o yolun fıtrata ters olmasındandır. Allah, fıtratına
uygun olmayan zor bir yola giren kimseye bu yolu kolaylaştırarak
onun cehenneme yuvarlanmasına imkân sağlıyor.
Yine burada zorlaştırılacak olan önceki mü’minlerin zıddına hayatlarının,
rızıklarının hayat programlarının zorlaştırılmasıdır. Kur’an’da bu
husus şöyle anlatılır: “Benim zikrimden (Kitabımdan) yüz çeviren bilsin ki
onun dar bir geçimi, sıkıntılı bir hayatı olur ve kıyamet günü de onu kör olarak
haşr ederiz.” 433
432 6/En’âm, 125
433 20/Tâhâ, 124; Ali Küçük, Besairu’l Kur’an, c. 18, s. 153-154
• 155 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
İslâm; Basitlik Değildir Ama Kolaylıktır!
İslâm, hayata/fıtrata rağmen gelmiş bir din değildir. Onun amacı insana
dünyayı dar etmek de değildir. Bilakis, hayata hayat vermek için gelmiştir.
Dinin gâyesi, insanın fıtratını zorlamaksızın dünya ve âhiret saâdetini
te’mine mâtuftur. Din, insanı yeniden inşâ eden, ahlâkî tekâmülünü gerçekleştirmesine
zemin hazırlayan bir hakikattir. İnsanı gerilimlerden uzak
tutarak ihtiyaçlarının giderilmesini öngörür. Fıtrat dini İslâm, bu yapısı ile
“kolaylık” üzere inşâ edilmiştir; kolaylık/yaşanılabilirlik bu dinin tabiatında
vardır.
İslâm, kolaylık üzere binâ edilmiştir; yaşanılabilirlik bu dinin tabiatında
vardır. Ancak bu, bir başıboşluğu, her şeyin câiz ve serbest olabileceğini
ifâde etmez. Elbette ki bu kolaylığın da bir sınırı vardır. Kur’ân-ı Kerim’de
yer yer şu ifâdelere rastlamaktayız: “İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’a
ve Rasûlüne itaat ederse, onu orada ebediyyen kalmak üzere zemîninden
ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte en büyük kurtuluş budur. Kim de
Allah’a ve Rasûlüne isyan eder, sınırlarını aşarsa, onu da orada ebedî kalmak
üzere ateşe sokar.” 434; “İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını
aşarsa, şüphe yok ki kendine zulmetmiş olur.” 435
Müslümanca Yaşayış Güzel ve Kolay; Gayri
İslâmî Hayat Çirkin ve Zor Bir Yaşamdır
İnsanı en iyi tanıyan, onun gücünün neye yeteceğini bilen merhametli
Allah, ona kolay dini vermiş, kaldırabileceği yükü yüklemiştir. Allah’a teslim
olmuş müslüman bir kula da Allah’a itimat, güven ve tevekkül yakışır.
“Sen bunları yapabilirsin, gücün yeter, bunlar kolaydır, senden zorluk istemiyorum”
deniyorsa, “hayır, yapamamam, zor!” demek, her şeyden önce
bir isyan ve yalanlamadır. Sırât-ı müstakîm, dosdoğru yol demektir; Peygamberlerin,
sıddıkların, şehid ve sâlihlerin 436 yoludur. Bu dosdoğru İslâmî
yolda yolculuk kolaydır, ayağı kaymadan nice insan bu yoldan yürümüştür.
Ayrıca bu yolda tehlikelere karşı uyarılar, işaretler, yardımlaşmalar, İlâhî
ikram ve ihsanlar vardır.
434 4/Nisâ, 13-14
435 65/Talâk, 1
436 4/Nisâ, 69
• 156 •
Ahmed Kalkan
Diğer yollar sapıklıktır, dolambaçlı, zigzaglarla dolu ve kaygandır, zordur.
Yaşadığımız ülke dâhil, hemen bütün dünyada yürürlükteki kapitalizm,
insanların hayatını zorlaştırmaktan başka bir şey getirmemiştir. Tüketim
ve israf toplumu, bunalım toplumuna dönüşmüştür. Herkes daha çok
tüketmek için, daha çok kazanmaya, dolayısıyla daha zor bir hayata kendini
mahkûm ediyor. Bu, kırılması mümkün olmayan bir kısır döngüdür.
İslâm’ın dışındaki tüm düzenler, dünya görüşleri ve ideolojiler birer
şirk düzenidir. Şirk ise, büyük bir zulümdür. “Gerçekten şirk, büyük bir zulümdür.”
437 İslâm dışı düzenler ve uygulamalar zorbalık ve zulümdür, ağır
yüktür. Haksız vergiler, hortumlar, adâletsiz hukukî düzenlemeler, halkın
sırtındaki ağır yükler. Toplumdaki bütün bireylerin şikâyet ve huzursuzluğu,
zorlukların isbatıdır. İnsanların hayatını kolaylaştırma vaadiyle ortaya
çıkan materyalizm ve kapitalizm hayatın düzenini bozmuş, insanların
fıtratını dejenere etmiş ve ihtiyaç kavramını alabildiğine genişletip bitmek
tükenmek bilmeyen yarış içinde insanları tüketim araçlarının, teknolojik
aygıtların kölesi yapmış, maddî-mânevî zorluk üstüne zorluklar üretmiştir.
İman cesârettir, takvâ sahibi olmak güçlü olmaktır. Mü’min inanır ki,
Allah zoru kolaylaştırır, kolayı zorlaştırır; bütün bunlar İlâhî hikmet ve sünnetullah
dâhilinde ortaya çıkar. Hayattaki zorlukların kolaylaştırılmasının
adı İslâm’dır. Şeytan olumlu bir şeyi terkettirmek için onu zor gösterir. İnsan
zordan kaçmaya meyillidir. Ama bu şeytanî/nefsî oyuna gelmeyen nice
insan sebat ve ısrar ederek başarılı olmuş, bir zamanlar kendisinin veya
başkalarının zor dediğinin hiç de zor olmadığını anlamış ve isbat etmiştir.
Sevgi dağları deldirir, olmazları oldurur. Esas sevgi, Allah sevgisi ve Allah
için olan sevgidir. Dini, imanı sevdiren de Allah’tır. “Allah, size imanı
sevdirdi, onu kalplerinizde süsleyip çekici kıldı ve size küfrü, fıskı ve isyânı
çirkin gösterdi. İşte onlar, doğru yolu bulmuş/irşâd olmuş olanlardır.” 438 İman
sevgisi, dünyadaki her zorluğu kolay ve güzel kılan esrârengiz bir güçtür.
Zorlukların en büyüğü, fedâkârlığın en yücesi, candan geçmektir. Ama Allah
sevgisiyle dolu bir mü’min şehâdeti kolaylıkla arzular ve bu arzusuna
ulaşmak için gözüne güzel gelen ölüm de ona kolaylaştırılır: “Sizden biriniz
437 31/Lokman, 13
438 49/Hucurât, 7
• 157 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
karıncanın ısırmasından ne kadar acı duyarsa, şehid olan kimse de ölümden
ancak o kadar acı duyar.” 439
Günümüzde İslâm’ı yaşamak ve hayata geçirmekle ilgili zorluk, dinin
ve dinî kuralların zorluğundan ileri gelmiyor; İslâm düşmanı egemen güçlerin
ve tâğûtî düzenlerin, müslümanların dinlerini yaşaması önüne sayısız
engeller koymasından, baskı ve zulümlerinden kaynaklanıyor. Dinin
yaşanması zorlaştırılıp haramlar, mecbûrî istikamet işaretleriyle topluma
dayatılınca kısır döngü şeklinde hayatın her alanı da zorlaştırılmış oluyor.
Kolaylık, gerçek din için geçerlidir. Dini parçalara ayırmak veya infak,
sâlih amel ve takvâ gibi esasları ihmal etmek, sünnetullah gereği kolaylık
yolunu terketmektir. Din, bir bütün olarak kolaydır. İlâve veya eksiltmelerle
değiştirilen, atma ve katmalarla dejenere ve tahrîf edilen bu din Allah’ın
râzı olduğu, tamamlanmış İslâm dini olmaktan çıktığı için kolaylık da kaybolur.
Namaz kılmayan kimsenin, fahşâ ve münkerden uzaklaşması zordur.
Oruç tutmayanın sabırlı olması ve cihada hazırlanması kolay değildir; aynen
zekât vermeyenin, infak etmesi ve fedâkârlık göstermesinin zor olduğu
gibi. İbâdetlerle güçlenmeyen ve fıtratındaki güzelliği korumayan bir insana
İslâm’ın bazı emir ve yasakları zor gelebilecektir. Temel gıdalarla yeterli
şekilde beslenmeyen, vücut için zarûrî yiyecekleri yemeyen kimse gerekli
enerjiye sahip olamadığı için za’fiyetten dolayı nasıl basit işleri yapmakta
zorlanırsa, mânevî/rûhî gıdalarını almayan kimse de mânevî ve psikolojik
za’fiyetinden ötürü, aslında hiç de zor olmayan görevleri yerine getirmekte
zorlanacaktır.
Allah’a kulluğun zor olduğunu zannedenler, nasıl zorluklar içinde kıvranıyorlar,
farkında değiller. Hakkı görmek istemedikleri için, bâtıl kendilerine
şirin, din de zor geliyor. Kula kulluk ve kendi gibi ya da daha aşağılarına
boyun eğmek, insan fıtratına ve onuruna ters nice zorlukları bu
insanımsılar nasıl değerlendiriyorlar? Stres ve bunalımlar, psikolojik rahatsızlıklar,
ahlâkî problemler, maddî kayıplar, hastalıklar, bitmeyen şikâyetler...
hep gayri İslâmî yönelişlerin bu dünyadaki zorluklarıdır. Şeytan, güzel
amelleri zor göstermeye çalıştığı gibi, fâsıkların da amellerini süsler, zorları
kolay zannettirir.
439 Tirmizî, Fezâilu'l-Cihâd 26; Nesâî, Cihad 35; İbn Mâce, Cihad 16
• 158 •
Ahmed Kalkan
İçki içmek ve sonrasına katlanmak hiç de kolay olmadığı halde, şeytan
içkiyi güzel ve kolaylık gibi sunabilir. Fâhişelik ve onlarla zinâ etmek, AIDS
gibi riskleriyle, maddî-mânevî pislik ve sıkıntılarıyla hiç de kolay bir şey
olmasa gerektir.
“Lâ râhate fi’ddünya.” İnsan, zaten dünyada tam ve mutlak bir kolaylık
içinde yaşayamaz; Bu kural, zengin-fakir, her dönem ve her yerdeki tüm
insanlar için geçerlidir. Yoksa, cennetin kıymeti olmazdı. İnsan, hayatın
zorluklarını ya Allah için çekecek ve bu zorlukları kolaylık ve güzelliklere
çevirecek ve âhiret sermayesi yapacak, ya da gayri meşrû bir amaç uğruna
zorluklara katlanacak, zorluklar katlanarak büyüyecek ve öteki dünyada
zor bir hayat onu bekleyecektir.
Kolaylığın Sınırı; İlâhî Ölçü mü, Hevâ mı?
Allah Teâlâ, zor gibi görünen ibâdetleri farz kılmakla, esasen mü’min
kullarını hayat mücâdelesine, zorluktan kurtarıp kolaylığa ve rahatlığa kavuşturmayı
dilemiştir. Namazla hevâsına direnecek, kötülük ve fahşâdan
uzaklaşacak, oruçla kolay kolay cihad etmeye alışacak, lüzumunda sabır
yolları öğrenilecek, zekâtla nefsinin paraya kul olmasından kurtulacak, hayatın
zorlukları yenilecek, âhiret saâdetindeki güzellik, kolaylık ve saâdetlere
erişecektir. İbâdetler insanı olgunlaştırır, insanı maddî ve özellikle mânevî
yönden güçlendirir. İbâdet ve Allah’a tâat, O’nun hükümlerine riâyet,
hevâsının/nefsinin kulluğundan kurtulmuş mü’min için hiç de zor değildir.
Allah’a iman edip O’na teslim olan insan, zorlukları aşacak, daha doğrusu
şeytanın zor gösterdiği kolaylıkları seçecektir. Şeytan, insana kötülüğü emreder,
insanın kendini küçültüp basitleştirmesine, ibâdetleri zor zannedip
onlarla yücelip güçlenmesine engel olmak ister.
Mü’min şeytana ve hevâsına kanmayacak, imtihanını kazanma gayreti
içinde Allah’a kul olmanın, başka tüm kulluklardan daha kolay ve daha
güzel olduğunu unutmayacaktır. İslâm’ın hükümleri ne zordur, ne de çok
basit. Müslüman da en küçük görevi zor kabul edip kaçan basitlikte ve
tembellikte bir insan değildir. “Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!” Devin
yükü ağırdır, ama kaldıramayacağı kadar değildir. Dev için o yük kolay bir
yüktür, ama seviyesi küçük olanlar için o yük, kaldırılamayacak kadar zor
kabul edilebilir; bu konudaki problem, eşyanın içyüzüne vâkıf olamayan,
kandırılıp yönlendirilebilen âciz alıcılarla bakmakta, yani serabı su, suyu
• 159 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
da serap zannetmektedir. Mü’min, Allah’ın nûruyla bakar, kalp ve iman
gözünü devreden çıkartmaz. Bilir ki, kâfirler, bakmasını bilmeyen bakar
körlerdir. “...Onların gözleri vardır, fakat onlarla görmezler, onlar gâfillerin
tâ kendileridir.”440; “Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüslerdeki kalpler
kör olur.” 441
Sahip olduklarından veren, takvâya sarılan, güzelliği benimseyen kişi
ve toplumlar için hayat kolaylaştırılır; onların yüsre ulaşmaları rahatlıkla
sağlanır. Kur’an, bu konuyu ifâde ederken “yüsrün teysîri” deyimini kullanıyor
ki bu yüsrü yüsr ile elde etmeyi sağlamak demektir. Kolayı sevip
aramak yetmez, kolayı elde etme kolaylığını da yakalamak lâzımdır. İşte,
Kur’an bu sırra dikkat çekiyor.442 Cimrilik yolunu seçen, insanlarla hiçbir
madde ve gönül alışverişinde bulunmayan, güzelliği yalanlayıp gerçek güzele
sırt çeviren kişi ve toplumlar ise zora, zorluğa sürülür. Kur’an burada
“usrün teysîri” deyimini kullanıyor ki, zorluğu kolay zannettirmek demek
olur. İnsanoğlu, kuruntu, gaflet ve yanlış bilgilerin tutsağı haline gelince,
zoru kolay sanabilir ve hiç farkında olmadan başına binlerce sıkıntı ve
problem sarabilir. 443
İnsanın hevâsı/nefsi, arzu ve hevesleri, doğrunun ölçüsü olmadığı gibi,
kolaylığın ölçüsü de olamaz. “Hoşunuza gitmediği halde savaş size yazıldı/
farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür.
Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür.
Allah bilir, hâlbuki siz bilmezsiniz.” 444 Dünyada insan nefsinin hoşuna giden
çok şey vardır. Nefis onlara sahip olmak ister. Hatta onlara sahip olmak
uğruna yanlış yollara sapabilir, meşrû olmayan işlere meyledebilir. Nefis
çoğu zaman Din’in tekliflerini ağır bulur, onları yerine getirme noktasında
tembellik yapar. Nefsin, dünyalıklar peşine düşüp daha da azgınlaşması,
Din’in tekliflerinden uzaklaşıp kendi hoşuna gideceği şeyleri yapması için
şeytan sürekli kışkırtıcı bir rol üstlenir.
440 7/A’râf, 179
441 22/Hacc, 46
442 92/Leyl, 5-7; 87/A'lâ, 8
443 Bk. 92/Leyl, 8-10
444 2/Bakara, 216
• 160 •
Ahmed Kalkan
İmtihanın gereği bazı zorlukların, daha doğrusu nefsin ağır bulduğu
birtakım güçlüklerin, ya da zor zannedilen bazı görevlerin olması normaldir.
Aslında Din’in teklifleri insanın yapısına, tabiatına uygundur. Rabbimiz
insana taşıyamayacağı hiçbir yük yüklemez. 445 Ancak, yeryüzünde bulunuşunun,
var olmasının sebebini anlamayıp, kendi hevâsına göre yaşamayı
seçmiş kimseler; Din’in tekliflerini ağır bulurlar. Nitekim müşrikler, kendilerinin
Kur’an’a dâvet edilmelerini çok ağır bir teklif olarak kabul etmektedirler.
446
Eski ümmetler, başlarında peygamberler olduğu halde, çok büyük zorluklarla
imtihan olmuşlardı. Habbâb İbnu’l-Eret (r.a.) anlatıyor: “Rasulullah
(s.a.s.) Kâbe’nin gölgesinde bir bürdeye yaslanmış otururken, gelip
(müşriklerin yaptıklarından) şikâyette bulunduk: “Bize yardım etmiyor
musun, bize duâ etmiyor musun?” dedik. Şu cevabı verdi: “Sizden önce öyleleri
vardı ki, kişi yakalanıyor, onun için hazırlanan çukura konuyor, sonra
getirilen bir testere ile başının ortasından ikiye bölünüyordu. Bazısı vardı,
demir taraklarla taranıyor, vücudunda sadece et ve kemik kalıyordu. Bu yapılanlar
onları dininden çeviremiyordu. Allah’a kasem olsun Allah bu dini
tamamlayacaktır. Öyle ki, bir yolcu devesine bindimi San’a’dan kalkıp Hadramût’e
kadar gidecek, Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmayacak, koyunu
için de sadece kurttan korkacak. Ancak siz acele ediyorsunuz.” 447
Allah, eski ümmetlerin bu zor imtihanları gibi imtihana tâbi tutulmamamız
ve ağır yüklerden muaf olmamız için Kendisine duâ etmemizi bize
öğretir: “Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme.
Rabbimiz, bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme. Bizi affet, bizi bağışla,
bize acı!” 448 Hz. Mûsâ şeriatının İsrâiloğullarına yüklediği ibâdetlerin
ağırlığı, Hz. İsa’nın kendi tâkipçilerine tavsiye ettiği dünyayı terk etmeye ve
ondan sonra hıristiyanların icat ettiği ruhbanlık özellikleri gibi durumları,
kaldıramayacağımız veya çok zorlanacağımız imtihanlardan Allah’ın bizi
muaf tutmasını istiyoruz. “Rabbimiz, bizden önce Senin yolundan gidenlerin
sınandığı zor engel ve sınavlarla bizi sınama!” diye duâ etmemiz gerekiyor.
Hak yola tâbi olanların zor sınav ve denemelerden geçirilmelerinin Allah’ın
kanunu olmasına rağmen, bir mü’min bu yolda kendisine kolaylıklar
445 2/Bakara, 286
446 42/Şûrâ, 13
447 Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 29, İkrâh 1; Ebû Dâvud, Cihad 107, hadis no: 2649; Nesâî, Zînet 98
448 2/Bakara, 286
• 161 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
göstermesi ve zorluklarla karşılaştığında cesâret ve sabır vermesi, zorlukları
kolaylıklara çevirmesi için Allah’a duâ etmelidir.
Allah, hiç kimseyi, yapması mümkün olmayan bir şeyden sorumlu tutmaz.
449 Bununla birlikte, kişinin neyi yapıp neyi yapamayacağına kendisi
karar veremeyeceği de açıkça anlaşılmalıdır. Belirli bir kimsenin, neyi yapabilip
neyi yapamayacağına karar verecek olan Allah’tır. Aynı şekilde, bir
şeyin kolay veya zor olduğuna hükmetmek; şeytanın ve insan hevâsının/
nefsinin kararına bırakılmamalıdır. Allah bizim için zorluk dilemediği, kolaylık
istediği için,450 Allah’ın bize emrettiği tüm hükümler kolaydır. Ama,
nasıl birçok zorluğu ve çirkinliği bulunan haramları şeytan süslediği,451 kolay
ve güzel gösterdiği gibi; Allah’a ibâdet ve itaati de zor göstermeye çalışır.
Müslümanca yaşamak, ibâdet ve tâatla Allah’a teslim olup O’na yönelmek,
aslında hayatı kolaylaştırmaktır. Fakat insan şeytanla ve günahlarla
imtihan edildiğinden nefsi/hevâsı ona ibâdetleri ve İslâmî hayatı zor gibi
gösterir. Bu konuda Rabbimiz şöyle buyurur: “Dünya hayatında onlara sadece
bir azap vardır. Âhiret azâbı ise daha meşakkatlidir/şiddetli ve zordur.
Onları Allah’tan (O’nun azâbından) koruyacak kimse de yoktur.” 452
Zorluklar, başarının değerini arttıran süslerdir. İnsanın en büyük dostu
zorluklardır. Çünkü insanı karşılaştığı zorluklar güçlendirir. Unutmayalım;
bir dolu kova taşımak, iki dolu kova taşımaktan zordur. Yani sadece dünya
kovasını suyla doldurup taşımaya çalışan kimse, âhiret kovasını denge
unsuru olarak yüklenmeyen kimseden çok daha fazla zorlanacaktır. Tek
kanatla uçmaya çalışan kuş gibi istenilen yere doğru uçamayacak, selâmete
ulaşamadan düşüp kalacaktır.
“Rabbi yessir ve lâ tuassir, Rabbi temmim bi’l-hayr (Rabbim! Zorlaştırma,
kolaylaştır. İşimi hayırla tamamlamayı nasib et!)”
17’nci âyette, Allah’ın mesajlarını bilinçli olarak inkâr ve ihmal edenlerin
sarp bir yokuşa sardırılıp kişisel ve sosyal bunalımlara sürüklenecekleri
belirtilir. Âyet, çekilmez hayatı ve dayanılmaz azâbı dile getiren temsilî
bir ibâre niteliğindedir. İslâm’ın ölçülerine uymayan insanlar, dünyada gü-
449 2/Bakara, 286
450 2/Bakara, 185
451 6/En’âm, 43
452 13/Ra'd, 34
• 162 •
Ahmed Kalkan
ven içinde yaşayamaz, âhirette de azaptan kurtulamazlar. Bu âyetler, insan
hayatında inkâr ve isyana yol açan nedenlerden birinin de, dünyaya aşırı
düşkünlük (sekülerlik) olduğuna işaret etmektedir. Dünyevîleşme, insanı
Allah’tan uzaklaştıran en büyük günah ve bütün felâketlerin kaynağını
oluşturan en temel sapmadır. Sekülerleşme, modern dünyada önce Batı’da
ortaya çıkmış, daha sonra da bütün dünyaya yayılmıştır. Dünyacı değerlere
aşırı düşkünlük, geçmişte nasıl acılara sebebiyet verdiyse, bugün de inkârcılık,
sömürücülük, saldırganlık, savurganlık, haksızlık ve ahlâksızlık gibi bir
yığın felâketlere sebep olmaktadır. İşte bu yüzden Kur’an, dünyevîleşmeyi
tercih edenin, hak ve adâlet sınırlarını da ihlâl edeceğine dikkat çekmiştir.
Maskaralık Örneği: Bu pasajı oluşturan âyetlerde, inkârcı kişinin
Kur’an mesajında kusur bulmak için sarfettiği çaba ve sözler dile getirilir.
Rivâyetlere göre bu kişi, Kureyş’in ileri gelenlerinden Velid b. Muğire
el-Mahzumi’dir. Fakat, Kur’an’a “büyü” veya “beşer sözü” diyen sadece bir
kişi değil, Kureyş’in bütün lider takımıdır. Müşrik liderler, çok sayıda insanın
Kur’an’ın etkisinde kaldığını görünce, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) gerçekte
Allah’tan herhangi bir vahiy almadığını, sadece büyüleyici ve etkileyici
bir belâgatla (sihirle) yandaşlarını peşinden sürüklediğini iddia ediyorlardı.
İşte yukarıdaki âyetlerde, inkârcıların Kur’an mesajına yönelik çaba
ve sözlerinden bir kesit sunulmaktadır.
Âyetlerin beyanına göre, inkârcı ve inatçı kişi, Kur’an hakkında ne diyeceğini,
onu nasıl çürüteceğini düşünür, zihninde ölçer biçer ve hesaplar
yapar. Görüşüne yeni dayanaklar bulmak için çevresine bakar. Sonra çatık
kaşlarla ve asık bir suratla küstahça böbürlenip Allah’ın âyetlerine sırt çevirir.
Sonunda, Kur’an’la ilgili şu kararı verir: “Bu Kur’an, sadece öğretile
gelen bir sihirdir; insan sözünden başka bir şey değildir.” 453
453 Fahrettin Yıldız, Tefsir Dersi Notları 1, s. 97
• 163 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Œ أَدْبَ َ ¿ عَبَسَ وََبسََ ثُ َّ ¿ نظَرَ ثُ َّ ¿ قُتِلَ كَيْفَ قَدَّرَ ثُ َّ ¿ إَِّنهُ فَكَّرَ وَقَدَّرَ فَقُتِلَ كَيْفَ قَدَّرَ ثُ َّ
سَأُصْلِيهِ سَقَر وَمَا
لاَّ قَوْلُ اْلبَ ش�َ هَذَا إِ نْ إِ Œ سِْرٌ يؤْثَ ُ لاَّ هَذَا إِ نْقَالَ إِ فَ ‚ وَاسْتَكْبَ َ وَلا تذَرُ لوَّاحَةٌ للْبَ ش�َ Ð بْقِ ي أَدْرَاكَ مَا سَقَرُ لا ت
إَِّنهُ : çünkü o فَكَّرَ : düşündü وَقَدَّرَ : ve ölçtü biçti (karar verdi) : فَقُتِلَ
kahrolası كَيْفَ : ne biçim قَدَّرَ : karar verdi yine ¿ثُ َّ : yine قُتِلَ : kahrolası
كَيْفَ : ne biçim قَدَّرَ : arark verdi ¿ثُ َّ : sonra نظَرَ : baktı ¿ثُ ّ : sonra : عَبَسَ
surat astı وََبسََ : ve yüzünü ekşitti ¿ثُ َّ : sonra da Œ أَدْبَ َ : sırt döndü ‚ وَاسْتَكْبَ َ : ve
büyüklük tasladı فَقَالَ : böylece dedi إِنْ هَذَا : bu إِلاَّ :başka değil (ancak)
سِْرٌ : bir sihirden Œ يؤْثَ ُ : nakledile gelen إِنْ هَذَا : bu إِلاَّ : başka değil : قَوْلُ
sözünden اْلبَ ش�َ : insan سَأُصْلِيهِ : Ben onu sokacağım سَقَرَ : Sekar’a وَمَا أَدْرَاكَ
: misin bilir مَا : ne olduğunu سَقَرُ : ın›Sekar Ð لا تبْقِ ي : bırakmaz لوَّاحَةٌ : وَلا تذَرُ
: kavurandır للْبَ ش�َ :ِ insan derisini terk de
Rahmân Rahîm Allah’ın adıyla...
“Çünkü o düşündü ve karar verdi. (18)
Kahrolası! Ne biçim karar verdi. (19)
Yine kahrolası! Ne biçim karar verdi. (20)
Sonra baktı. (21)
Sonra surat astı ve yüzünü ekşitti. (22)
Sonra da sırt döndü ve büyüklük tasladı. (23)
Böylece: ‘Bu, nakledile gelen bir sihirden başka değil’ dedi. (24)
‘Bu, insan sözünden başka değil.’ (25)
Ben onu Sekar’a sokacağım.” (26) (74/Müddessir, 18-26)
Sekar’ın ne olduğunu bilir misin? (27)
• 164 •
Ahmed Kalkan
Bırakmaz da terk etmez de. (28)
İnsan derisini kavurandır. (29)(74/Müddessir, 18-29)
Bu âyetlerin Nüzul Sebebi
18-25. Âyetler de el-Velîd ibnu’l-Muğîra hakkında inen âyetler cümlesindendir.
Mücâhid der ki: el-Velîd ibnu’l-Muğîra bazan Hz. Peygamber (s.a.s.)’e,
bazan da Hz. Ebû Bekr’e gelir ve onların sözlerini dinlerdi. Onun böyle yaptığını
gören
Kureyşliler de onun müslüman olduğunu zannettiler de Ebû
Cehil ona: “Kureyş senin Muhammed’e ve Ebû Kuhafe’nin oğluna onların
yemeklerinden yemek için gittiğini zannediyor” demiş. el-Velîd de Kureyş’e:
“Siz soylu ve akıllı insanlarsınız. Siz onun deli olduğunu iddia ediyorsunuz.
Siz onun hiç kehanette
bulunduğunu gördünüz mü?” diye sormuş, onların
“hayır” cevabından sonra: “Siz onun yalancı olduğunu söylüyorsunuz, siz
onun hiç yalanını gördünüz
mü?” diye sormuş, onlar yine “hayır” deyip
“Peki o nedir?” diye sormuşlar. el-Velîd: “O olsa olsa bir büyücüdür, sözleri
de başkalarından öğrenip naklettiği bir büyüdür” diye cevap vermişti. İşte
“Bu, sadece öğretile gelen bir büyüdür.”e454 kadar olmak üzere “Doğrusu o,
düşündü ve ölçüp biçti.”455 diye başlayan âyetler bunun üzerine nâzil oldu. 456
İbnu’l-Cevzî de Mücâhid’den naklen hâdiseyi şöyle anlatır: el-Velîd,
Kureyş’e: Sizinle konuşacaklarım var, Dâru’n-Nedve’de toplanın.” demiş.
Orada
toplanılınca da onlara: “Siz soylu ve akıllı insanlarsınız. Araplar size
gelecekler
ve sizin yanınızdan ayrılırken de farklı farklı şeyler duymuş olarak
ayrılacaklar.
Bir sözde toplanın; bu adam (Muhammed) hakkında ne
diyeceksiniz?” demiş. Onlar: “Şairdir, deriz.” deyince yüzünü ekşitmiş ve:
“Biz şiir işittik; onun sözleri şiire benzemiyor.” demiş. “O kâhindir, deriz.”
demişler. “O zaman onun yanına gelirler ve onun, kâhinlerin konuştuklarını
konuşmadığını görürler.”
demiş. “O delidir, deriz.” demişler. “O zaman
yanına gelirler ve onun deli olmadığını görürler.” demiş. “O büyücüdür, deriz.”
demişler. “Peki, büyücü nedir?”
diye sormuş; “Birbirine buğzeden iki
kişiyi birbirlerine sevdiren ve birbirini
seven iki kişiyi de birbirine buğzetti-
454 74/Müddessir, 24-25
455 74/Müddessir, 18
456 Vahidî, Esbâbu’n-Nüzûl, s. 320
• 165 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
ren kişidir.” demişler. Bunun üzerine el-Velîd de: “O bir büyücüdür.” demiş.
Böylece oradan çıkıp dağılmışlar. Onlardan
hangisi Hz. Peygamber’e (s.a.s.)
rastlasa “Ey büyücü!” demiş de bu Hz. Peygamber
(s.a.s.)’e ağır gelmiş ve
bunun üzerine Allah Teâlâ: “Bu, sadece öğretilegelen bir büyüdür”e kadar
olmak üzere “Ey örtüye bürünen.” diye başlayan âyetleri457 indirmiş
458
Bu hâdiseyi Muhyi’s-Sünne (el-Beğavî) biraz daha farklı ve 40/Mü’min,
1-2 âyetlerinin nüzûlü ile ilişkilendirerek şöyle anlatır:
Allah Teâlâ “Hâ Mîm. Bu kitab, Azîz Alîm olan Allah’tan indirilmedir...”
459 âyetleri nâzil olduğunda Hz. Peygamber (s.a.s.) Mescid-i Harâm’a gelerek
orada kalkmış, bu âyetleri okumuş. el-Velîd ibnu’l-Muğîra da orada ve
Hz. Peygamber (s.a.s.)’in kıraatini duyacak yakınlıkta imiş. Hz. Peygamber
(s.a.s.), Velîd’in kendi kıraatini dinlediğini anlayınca âyetleri tekrar okumuş.
Velîd oradan
ayrılıp kendi kabilesi olan Mahzûm oğullarının toplu
olduğu bir yere gelmiş ve onlara: “Vallahi ben biraz önce Muhammed’den
öyle bir söz işittim ki o ne insan sözüdür, ne de cin. Onun söylediğinde bir
tatlılık var. Üstü semereli, altı bol, her sözün üstüne çıkıyor, hiçbir söz onun
üstüne çıkamıyor.” demiş ve onlardan
da ayrılıp evine gitmiş. Onun böyle
konuştuğunu duyan Kureyşliler: “Vallahi Velîd Sâbiî oldu (Muhammed’in
dinine girdi). Velîd onun dinine girdikten
sonra bütün Kureyş onun dinine
girecek demektir.” demişler. Velîd’e “Kureyş’in reyhânesi” derlermiş. Ebû
Cehil onlara: “Ben, sizin yerinize Velîd’e yeterim, onu bu fikrinden caydırırım.”
demiş, Velîd’e gelmiş, üzgün bir şekilde yanına oturmuş. Velîd ona:
“Ey kardeşim oğlu seni neden böyle üzgün görüyorum?”
diye sormuş. Ebû
Cehil: “Nasıl üzgün olmıyayım; baksana Kureyş sen yaşlı olduğun için sana
yardım etmek üzere aralarında mal topluyorlar. Senin, Muhammed’in sözünü
güzel bulduğunu, yanlarındaki fazla maldan nasiplenmek için İbn Ebî
Kebşe (Hz. Muhammed) ve İbn Ebî Kuhâfe (Hz. Ebû Bekr)’in yanına
gittiğini
iddia ediyorlar.” demiş. Buna çok öfkelenen Velîd: “Kureyş benim,
onların
mal ve evlâdca en zenginleri olduğumu bilmiyor mu? Muhammed ve
ashâbı kendi karınlarını doyurmuşlar mı ki (onların artan yiyeceklerinden
ben nasibleneyim)?” demiş, sonra kalkıp kabilesinin oturduğu yere gelmiş
ve onlara: “Muhammed’in deli olduğunu iddia ediyorsunuz.
457 74/Müddessir, 1-24
458 İbnu'l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, c. 8, s. 403-404
459 40/Ğâfir (Mü’min), 1-3
• 166 •
Ahmed Kalkan
Peki, onu boğulurken hiç gördünüz mü? “ demiş; “Allah hakkı için hayır,
görmedik.” demişler. “Onun kâhin olduğunu iddia ediyorsunuz? Hiç
onu kehanette bulunurken gördünüz mü?” diye sormuş; “Allah hakkı için
hayır.” demişler. “Onun şair olduğunu ileri sürüyorsunuz. Onu hiç şiir
okurken gördünüz mü?” diye sormuş; “Allah hakkı için hayır.” demişler.
“Onun yalancı olduğunu ileri sürüyorsunuz, hiç onun yalanını
tecrübe ettiniz
mi?” diye sormuş; “Allah hakkı için hayır. O halde o nedir?”
demişler.
Kendi kendine şöyle bir düşünmüş, kaşlarını çatmış, yüzünü ekşitmiş ve:
“O, olsa olsa bir büyücüdür. Görmüyor musunuz; kişi ile ailesinin, çocuklarının
ve kölelerinin arasını açıyor. O bir büyücüdür, söylediği de başkalarından
öğrenip naklettiği bir büyüdür.” demiş işte bunun üzerine bu âyet-i
kerimeler
nâzil olmuş. 460
Âyetlerin Muhtevâsı
11-26. Âyetler: Bu bölümde Muğire oğlu Velid’in ismi anılmadan Allah’ın
nimetlerle donattığı ama bunlara karşılık onun Hakk’a karşı gelerek
düşman olduğu kişinin zihni yapısı yansıtılmaktadır. Çünkü o bir yandan
Hz. Muhammed’in (s.a.s.) ve Kur’an’ın doğru olduğuna inanıyorken, öte
taraftan kendi kavminin arasındaki makam ve mevkiini tehlikeye sokmak
istemiyordu. Bu yüzden iman etmemişti. Ve bir süre kendi içinde bocalamadan
sonra sadece iman etmemekle yetinmeyerek kavmini de iman etmekten
caydırmak için bunun bir büyü olduğunu ilan etmişti. İşte burada
onun bu âşikâr çirkin yüzü ortaya serilerek bu şahsın bütün bunlara rağmen
hala daha nimetler beklediği anlatılmaktadır. Oysaki nimetlere değil
cehenneme müstahaktır artık.
Bu İlâhî fermana göre Allah Rasûlü tebliğ vazifesine ve Kur’an’ın peş
peşe nazil olan sûrelerini anlatmaya başladığı zaman öyle bir telaş başladı
ki muhâlifler bu panikte şiddetle karşı koymaya başladılar. Bir kaç ay böyle
geçtikten sonra hac mevsimi gelmişti. Mekke’dekiler bu sefer: “Hac için
bütün Arabistan’dan kafileler gelecek ve eğer Muhammed (s.a.s.) bunları
ziyaret ederek bu hacılara Kur’an okursa, bu emsalsiz ve etkili kelamı duyan
hacılar tarafından Arabistan’ın en ücra köşelerine kadar İslâm’ın çağrısı yayılır
ve sonra da kim bilir neler olur” diyerek telaşa düştüler. Bunun üzerine
Kureyşin ileri gelenleri bir toplantı yaparak gelen hacılara Hz. Muhammed’e
460 Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yay., c. 2, s. 920-922
• 167 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
(s.a.s.) karşı propaganda yapılması kararını aldılar. Görüş birliğinden sonra
toplantıda bulunanlara Velid bin Muğire şöyle dedi: “Muhammed hakkında
bir fikir etrafında toplanalım, ihtilafa düşmeyelim. Yoksa birbirimizi yalancı
çıkarmış ve sözlerimizin bir kısmı öbür kısmını yalanlamış olur. O zaman
itibarımız kaybolur. Bir şey üzerinde birleşelim ki herkes Muhammed
için hacılara aynı şeyi söylesin.” Bunun üzerine bazıları: “Onun bir kâhin
olduğunu söyleyelim” dediler. Velid, “Hayır, Tanrıya andolsun ki o bir kâhin
değildir. Kâhinleri gördük. Muhammed’in okuduğu şeyler öyle kâhin
mırıldanışı ve tekerlemeleri cinsinden değil” dedi. Bazıları, “Öyleyse deli
olduğunu söyleriz” dediler. Velid, “Hayır, o bir deli değil ki. Deliliği gördük,
biliyoruz. Hâlbuki Muhammed’in durumu deliliğin insanda meydana getirdiği
baygınlık, titreyiş ve vesveseye benzemiyor” dedi. Kureyşliler “Peki
öyleyse şair olduğunu söyleyelim” dediler. Velid, “Hayır, o bir şair de olamaz.
Biz şiirin her çeşidini biliriz. Bu sözler ise şiir değildir” dedi. Kureyşliler
“Öyleyse büyücü olduğunu söyleyelim” dediler. Velid, “Hayır, o büyücü
değil. Biz büyücüleri ve yaptıkları büyüleri gördük. Muhammed’in sözleri
büyücülerin okuyup üfürmelerine ve düğüm düğümlemelerine benzemiyor”
dedi. O zaman Kureyşliler Velid’e, “Ey Abduşşems! Peki ama ne söyleyelim?”
deyince Ebu Cehil, Velid’e, “Sen kendi görüşünü söylemezsen bu
insanlar senden razı olmayacaklar” dedi. Velid onlara, “Tanrıya and olsun
ki onun sözlerinde bambaşka bir tatlılık var. Sözlerinin başlangıcı sağlam
bir hurma ağacına, sonları da o ağacın meyvelerine benzer. Muhammed
hakkında bu dediklerinizin herhangi birini söylerseniz bunun doğru olmadığı
anlaşılır” dedi. Kureyşliler Velid’in bu söylediklerini kabul ederek
dağıldılar. Sonra bu karar gereğince hacca gelen halkı bekleyip önlerine
çıkarak rast geldikleri herkese Muhammed’den sakınmasını söylemeye ve
onun bir sihirbaz olduğunu ve sihrinin bütün aileleri parçaladığını anlatmaya
başladılar. Ama bütün bunların sonucu sadece onların yapabildikleri
şey onun ismini baştanbaşa bütün Arap yarımadasına duyurmak oldu.461
27-48. Âyetler: Cehennemin korkunçluğu beyan edilerek cehennem
bekçilerinin sayısı, bu sayının bir imtihan olduğu, hangi karaktere sahip
olanların cehenneme müstehak olacakları açıklanmaktadır. Cehennem ehline
şefaatin fayda vermeyeceği de bildirilmektedir.
461 Siret-i İbn Hişam, c. 1, s. 288-289; Ebû Cehil'in Velid'e kendi görüşünü söylemesinde ısrar etmesi olayını
İkrime'nin rivayetinden İbn Cerir kendi tefsirinde nakletmiştir.
• 168 •
Ahmed Kalkan
Hüküm ve Hikmetler
11-30. Âyetler
Yüce Allah’a davetin başarısının insana ait olumlu birtakım unsurlara
ve ilâhi korumaya ihtiyacı vardır. İnsanın sahip olması gereken olumlu
unsurları
sûrenin baş tarafında söz konusu edilen nefsin ve aklın şirkten,
putçuluktan arındırılması, en üstün ahlâkî niteliklere sahip olup cömertlik
ve sabrın da bu hususta desteğinin alınmasıdır.
Burada ise ilâhi koruma ve kollamanın söz konusu edilmesine sıra
gelmiştir. Şanı Yüce Allah rasûlünü müşriklerin eziyetine karşı koruyup,
himaye etti, onu teselli etti. Şirkin en büyük engeli olan Velid b. Muğire’yi
-başkasına ibret olsun diye- tehdit etti.
Velid kalbinden Peygamber’in (s.a.s.) doğru söylediğine inanıyor ve buna
kanaat getiriyordu; fakat liderlik, başkanlık ve mevki sevgisinde nefsinin
arzusunu tatmin etmesi ve Mekke’de bulunan müşriklere katılmayı tercih
etmesi sebebiyle dili ile yalanladı.
Şanı Yüce Allah’ın ona mal ve evlât vermesine, onu türlü refah ve nimetlere
sahip kılmasına rağmen, o yine de mal ve evlâtlarının daha da
artmasını
arzuluyordu. O nimete nankörlük ederek karşılık vermiş, şükür
edecek yerde inkâr etmiş, Kur’an’ı yalanlamış, onun Yüce Allah’ın kelâmı
olduğuna iman etmemiş, onu insanların birbirlerinden aktara geldikleri rivayet
olunan bir söz ve bir sihir olarak nitelendirip, Peygamber’e (s.a.s.) ve
getirdiklerine karşı inat etmişti.
Yüce Allah ona olan nimeti arttırmayı kabul etmedi. Çünkü nimetlere
sahip olanın inkâr etmesiyle birlikte bu durum söz konusu olamaz. Onu
cehennem
ateşine girmekle tehdit etti. Bu arada bunun sebeplerini de söz
konusu
etti. Bu sebepler de onun inat şeklidir. Çünkü o, Peygamber (s.a.s.)
ile Kur’an hakkında düşündü, taşındı. Ne söyleyeceğini zihninde tasarladı
ve hakkı ne ile reddedip çürüteceğine baktı. Müminlere karşı kaşlarını
çattı, yüzünü ekşitti, rengi değişti. Haktan ve imandan yüz çevirerek çekip
gitti. İman etmeyi kibirine/gururuna yedirmeyerek dedi ki: Muhammed’in
(s.a.s.) getirdiği, başkasından nakledip anlattığı bir sihirden başka bir şey
• 169 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
değildir.
Bu ancak yaratılmışların bir sözüdür. Bununla sihir ile aldatıldığı
gibi kalpleri aldatmaya çalışmaktadır.
Fakat o nasıl böyle düşünebildi? Bu sebeple ona lanet edildi. Ölçüp
biçmesi dolayısıyla azaba uğratıldı. Daha sonra ardı arkasına lanetler yağdırıldı
ona. Yüce Allah onun ne olduğunu sana ne bildirdi, diyerek cehennemin
niteliklerini söz konusu etti. Orası yakmadık kemik, et ve kan bırakmaz.
Arkasından ebediyyen bu yakışını tekrarlayıp duracaktır. Cehennem
insanlara açık açık görünecektir. Onların yüzlerini öyle bir yakacak
ki, geceden de simsiyah kesilecektir. Kimse ondan kaçamayacaktır. Çünkü
üzerinde on dokuz bekçi melek vardır. Onlar oraya cehennemlikleri atacaklardır.
Bu on dokuz melek Malik’in dışında on sekiz melektir. Salebi dedi ki:
Bu hiçbir şekilde inkâr olunamaz. Bir tek melek bütün mahlûkatın canlarını
alabildiğine göre; on dokuz meleğin mahlûkatın belli bir kısmını azaplandırabilmesi
daha kolay anlaşılır. Çoğunluk kastedilenin meleklerden on
dokuz kişi olduğu kanaatindedir. On dokuz tür olduğu da söylenmiştir.
Kurtubi dedi ki: Sahih olan -Yüce Allah’ın izniyle- şudur: Sözü edilen
on dokuz melek bunların ileri gelenleri ve âmirleridir. Hepsinin sayısını
ise anlatmaya ifadeler yetmez. Nitekim Yüce Allah: “Rabbinin ordularını
O’ndan
başka kimse bilmez.” (31. âyet) diye buyurmaktadır. Sahih’te de Abdullah
b. Mesud’dan şöyle dediği sabit olmuştur: Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu
ki: “O gün cehennem yetmiş bin dizgini ile getirilir. Her bir dizginden yetmiş
bin melek onu çekecektir.462
18-30. Âyetler: Rivayete göre müşrikler Hz. Peygamber’e ve tebliğ ettiği
Kur’an’a karşı nasıl bir tavır takınmaları gerektiğini Velîd b. Muğîre’ye
sormuşlar, o da düşünüp
taşındıktan sonra Hz. Peygamber’in bir sihirbaz,
Kur’an’ın da önceki sihirbazlardan
intikal eden bir sihir, bir beşer sözü olduğunu
insanlar arasında yaymalarını
tavsiye etmiştir. İşte 18-25. âyetlerde
Velîd b. Mugîre örneğinde Kur’an’a karşı benzer şekilde inkârcı tutum sergileyenler
kınanmıştır.
462 Kurtubi, XIX/80. Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/219-220.
• 170 •
Ahmed Kalkan
Planlı Küfür ve Saptırma
- 18. Âyet -
إَِّنهُ فَكَّرَ وَقَدَّرَ
إَِّنهُ : çünkü o فَكَّرَ : düşündü وَقَدَّرَ : ve ölçtü biçti (karar verdi)
“Çünkü o düşündü ve karar verdi. / O düşündü ve değerlendirme yaptı.
/ Çünkü o, (Kur’an vahyini nasıl çürütebileceğini) düşündü, (zihninde)
ölçtü biçti. / Çünkü o (vahiy hakkında) sığ ve yanlış düşündü, ölçüp biçti.
/ Bakınız, (mesajlarımız hakikati inkâra şartlanmış olan birine aktarıldığında,
onları nasıl çürüteceğini) düşünür ve (onu) hesaplar” (18. âyet)
Bu pasaj, tümüyle vahiy hakkındadır ve üzerinde fikir yürütülen de vahiydir.
Bu âyetler vahye yamuk ve sığ bakan herkesi kapsar. Fakat bu tipin
vahyin nüzul ortamındaki prototipi Velid bin Muğîre’dir. Bu Arap dil ve
belâğat dâhîsi, Kur’an karşısında yaşadığı derin iç çatışma ve tereddütle sabahlara
kadar kıskançlıktan kıvranıyordu.
“…sığ ve yanlış düşündü (fekkera).” Tefkîr, kesinlikle tefekkür’den farklıdır.
Zira tefekkür kullanıldığı 15 yerin tamamında olumluyken, sadece burada
kullanılan tefkîr olumsuzdur. Tefekkür’ü tefkir’den ayıran, birincisinin
ait olduğu kalıp gereği özdeşleşmeyi ve derinleşmeyi gerektirmesindendir.
Zira tefa’ul bâbı “tekellüf ” bâbıdır. Bu yüzden tefkîr’i “sığ ve yanlış düşünce”
olarak çevirmek daha uygundur. 463
Bu âyette söz konusu edilen zihinsel eylem tefekkür değil, gelişi güzel
fikirdir. Tefekkür fikirden farklıdır. Eğer inkârcı tefekkür edebilseydi böyle
yapmazdı. Geleceği ile ilgili inançlar ve prensipler belirledi.
İleride Necm sûresi işlenirken de açıklanacağı gibi, bu gelişi güzel düşünceler
âhiretin yokluğu, eğer varsa bile malı-mülkü ve oğulları sayesinde
ondan yakasını kurtarabileceği, hatta en kötü şartlarda nasıl olsa âhirette
463 Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, s. 1191
• 171 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
günahlarının cezasını çektireceği bir kimse satın alabileceği şeklindeki temelsiz
planlarıydı.464
Şüphesiz Velid b. Muğire, Rasûlullah ve Kur’an hakkında bir şeyler uydurmak
için düşündü, taşındı, tefekkür etti, kafasında ölçtü biçti, bir tahmin
yaptı, keskin zekasını işletti ve fikir yürüttü. Sonra kendine göre bir
şeyler hazırladı. Kur’an hakkında ne söyleyecekti? Onu nasıl tenkit edecekti?
Yüce Allah ona beddua ederek şöyle buyurdu:
- 19. Âyet -
فَقُتِلَ كَيْفَ قَدَّرَ
فَقُتِلَ : kahrolası كَيْفَ : ne biçim قَدَّرَ : karar verdi yine
“Kahrolası! Ne biçim karar verdi. / Canı çıkası, nasıl da içinde yaşadığı
toplumun tasvibini alacak bir plan yaptı! / Kahrolası, nasıl da ölçtü
biçti! Canı çıkası, nasıl da ölçüp biçti! / Kendini de mahveder, böyle hesaplar
yaparak” (19. âyet)
Allah onun canını alsın, onu kahretsin, ona lânet etsin ve kendi kendine
hazırladığı o ahmakça sözden dolayı onu rezil etsin! Zira o, takdir edilmesi
doğru olmayan şeyi takdir etti. Akıllı kimsenin söylemesi doğru olmayan
şeyi söyledi. Nasıl fena bir takdir ve tayinde bulundu. Nasıl da insafsızca
Kur’an’ın sihir, Rasûlullah’ın ise sihirbaz olduğunu uydurdu?
Muhammed Ali es-Sabuni diyor ki: “Bu ayette Velid ile bir nevi alay
vardır. Zira o, takdir edilmesi doğru olmayan şeyi takdir etti. Akıllı kimsenin
söylemesi doğru olmayan şeyi söyledi.”465
464 Hakkı Yılmaz, Tebyînu’l Kur’an, İşte Kur’an, c. 1
465 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/123.
• 172 •
Ahmed Kalkan
Ebu Hayyan şöyle der: “Araplar bir işi büyük görüp hayret ettiklerinde
“Kaatelehu’llahu: Allah onun canını alsın” derler. Onların bundan maksadı
şudur: O şey, kendisine hased edilecek ve hased edenlerin, onun yok olması
için beddua edeceği bir seviyeye ulaşmıştır. “Keyfe kaddera” ayetindeki
soru, takdiri ne acayip ne gariptir manasına gelir. Bu, Arapların şu sözüne
benzer: Bu ne adamdır! Yani ne büyük adamdır!”466
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Kahrolası, nasıl da ölçtü
biçti.” Arapça’da bu “Kutile” yahut “Kaatelehu’llahu” tabirleri, “kahrolası,
Allah canını alası” gibi asıl itibarıyla beddua olmakla beraber, nazardan
esirgemek şeklinde “yahu ne yaman şey, anası ağlayası” gibi bir değere işaret
olarak övgü yerinde ve bazan da bu mânâda alay etmek ve dalga geçmek
için kullanılır ki, burada, onun düşüncesini beğenenlerin bu yoldaki
övgülerini anlatarak hakaret ve küçümseme mânâsında kullanılmıştır. Yani
dedikleri gibi “kahrolası nasıl da takdir etti ya!...”467
Kutile: Kendini de mahveder: Kutile ifadesi, lafzen, “öldürüldü” yahut
bir beddua olarak “öldürülse” anlamına gelir. Bu ifadenin lafzî çevirisi -ister
bir durum tasviri, isterse temennî olarak alınsın- burada anlamsız olurdu.
Bu nedenle birçok müfessir (ki Taberî de onlardan biridir) onu, “Allah’ın
rahmetinden kovulmuş” olmak, (lu‘ine) yani, kendi fiili veya davranışı yüzünden
ruhsal olarak “öldürülmüş” olmak şeklinde anlarlar. Benim, “kendini
mahveder” şeklindeki çevirimin nedeni budur.468
Bu âyetlerde yer alan ve lafzen “öldürüldü” yahut beddua olarak “canı
çıkası, kahrolası” anlamına gelen kutile sözcüğü, lu’ine yani “Allah’ın rahmetinden
uzaklaştırıldı” şeklinde de mânâlandırılmıştır. Bu yaklaşıma göre
âyet, inkârcı insanın, yanlış kararı ve kötü davranışları yüzünden Allah’ın
rahmetinden kovulmuş, ruhsal olarak öldürülmüş ve kendi kendini mahvetmiş
olduğuna işaret eder. Şu halde inkârcı kişi, Kur’an karşısındaki inatçı
tavrı ve yanlış kararıyla, kendi sonunu kendi hazırlar.
466 Ebu Hayyan, Bahru’l-Muhit: 8/374; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/124.
467 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 8/420.
468 Muhammed Esed, Kur’an Mesajı,
• 173 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
- 20. Âyet -
قُتِلَ كَيْفَ قَدَّرَ ¿ثُ َّ
¿ثُ َّ : yine قُتِلَ : kahrolası كَيْفَ : ne biçim قَدَّرَ : karar verdi
“Yine kahrolası! Ne biçim karar verdi. / Bir daha canı çıkası, nasıl
da ölçüp biçti! Bir daha kahrolası, nasıl bir değerlendirme yaptı? / Canı
çıkası, sonra yine ne biçim ölçtü biçti! / Evet, o kendini mahveder böyle
hesaplarla!” (20. âyet)
Sonra kahrolası, nasıl da takdir etti ya!.. Allah onun canını alsın, onu
kahretsin, ona lanet etsin ve kendi kendine hazırladığı o ahmakça sözden
dolayı onu rezil etsin! Nasıl da insafsızca Kur’an’ın sihir, Rasûlullah’ın ise
sihirbaz olduğunu uydurdu? Ne parlak düşüncesi var! Sağlam görüşü ne
de güzel!
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Sonra kahrolası, nasıl da
takdir etti ya!.. Bu tekrar, hem hakareti vurgulamaya, hem de her iki âyette
geçen takdirin farklı olduğuna işarettir.”469
- 21. Âyet -
نظَرَ ¿ثُ َّ
baktı : نظَرَ sonra : ¿ثُ َّ
“Sonra baktı. / Sonra (etrafına) baktı. / Sonra (etrafı) süzdü / Ve sonra
(yeni dayanaklar bulmak için çevresine) bakar” (21. âyet)
Velid b. Muğire sonra bu meseleye baktı, etrafındakilere bir bakındı.
Kur’an’ın ve Muhammed’in durumunu düşünerek tekrar fikir yürüttü.
469 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 8/421.
• 174 •
Ahmed Kalkan
- 22. Âyet -
عَبَسَ وََبسََ ¿ثُ َّ
¿ثُ ّ : sonra عَبَسَ : surat astı وََبسََ : ve yüzünü ekşitti
“Sonra surat astı ve yüzünü ekşitti. / Sonra suratını astı ve kaşlarını
çattı. / Kaşını çattı ve surat astı. / Ardından surat astı ve rengi attı. / Sonra
kaşlarını çatarak dik dik süzer.” (22. âyet)
Sonra, yaptığı bir iş hususunda iyice düşünen ve önem veren bir kimse
gibi söylediklerinden sıkılarak yüzünü ekşitti, rengi değişti, kaşlarını çattı,
surat astı.
“Sonra kaşlarını çatarak dik dik süzer”: Yani, duygusal olarak etkilenir,
çünkü delillerinin zayıf olduğuna dair kalbinde bir şüphe vardır. 470
Abese: Kaşlarını çattı. Besera: Yüzü ekşidi ve rengi değişti. Leys şöyle
der: “Bir kimse kaşlarını çattığında abese denir. Kaşlarını çatarken dişlerini
de gösterirse Keleha denir. İşe önem verip o konuda derin düşünürse Besera
denir. Bu düşünce ile birlikte kızarsa Besele denir.”471
İbn Cüzeyy şöyle der: “Büsûr, yüzü ekşitmektir. Bu, ubus’tan daha fazla
yüz ekşitme manası ifade eder.”472 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor
ki: “Besr: Vaktinden evvel acele olmasını istemek, hamlık yapmaktır. Nitekim
meyvenin hamına, hurmanın koruğuna “büsür” denilir. Rağıb, burada
bu mânâdan olduğunu söyler.473 Yani, vakti gelmeden kopmuş ham koruk
gibi ekşidi, surat astı.”474
470 Fahredden Râzi; naklen Muhammed Esed, Kur’an Mesajı
471 Fahreddin er-Razi, Mefatihu’l-Ğayb: 30/201; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neş.,
7/118
472 İbn Cüzeyy, Teshil: 4/161; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/125.
473 Ragıb el-İsfehani, Müfredat: 46.
474 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 8/421.
• 175 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
- 23. Âyet -
‚ وَاسْتَكْبَ َ Œ أَدْبَ َ ¿ثُ َّ
¿ثُ َّ : sonra da Œ أَدْبَ َ : sırt döndü ‚ وَاسْتَكْبَ َ : ve büyüklük tasladı
“Sonra da sırt döndü ve büyüklük tasladı. / En sonunda (hakikate)
sırtını döndü ve kibir âbidesi kesildi. / Sonra (imandan ve Peygamber’e
tâbi olmaktan, ikbâlinden ve istikbâlinden) yüzçevirdi ve büyüklük taslayıp
zorbalık etti. / Sonunda (mesajlarımıza) sırtını döner ve küstahça
böbürlenir.” (23. âyet)
“Sırtını döndü (edbera)”: İdbâr, istikbâr’ın sebebi ve tevellî’nin sonucudur.
Bu üç hal (tevellî, idbâr, istikbâr), kâfirin küfründe inadının üç aşamasıdır.
Tevellî’ye karşı mü’minin tavrıi’râd’dır. Nisâ 63’ün de gösterdiği gibi
i’râd ilişki kesmeyi değil, kontrollü ilişkiyi ifade eder. Fakat idbâr’a karşı
ilişki kesme (zerhum) önerilmektedir (70/Meâric17, 42).Müstekbirin yeri
ise cehennemdir.475
“Sonra da sırt döndü ve büyüklük tasladı.”: Sonra Allah’a iman etmekten
ve O’nun indirdiğini tasdik etmekten yüz çevirdi. Rasûlullah’a ve getirdiği
emirlere karşı büyüklendi, kibirlendi, hak ve hidayete uymadı.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Sonra ardını döndü ve büyüklendi.
Anlamış olduğu haktan yüz çevirdi, imana arkasını, küfre yüzünü
döndürdü ve Allah’tan korkmayıp gururlanarak büyüklük tasladı, hakkı
kabul etmeyi kibrine yediremedi de her şeyi bilen bir kişi edasıyla”476
Sonra, yaptığı bir iş hususunda iyice düşünen ve önem veren bir kimse
gibi söylediklerinden sıkılarak yüzünü ekşitti, rengi değişti, kaşlarını çattı,
surat astı.
475 M. İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, s. 1192
476 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 8/421.
• 176 •
Ahmed Kalkan
- 24. Âyet -
Œ فَقَالَ إِنْ هَذَا إِلاَّ سِْرٌ يؤْثَ ُ
فَقَالَ : böylece dedi نْ هَذَا إِ : bu إِلاَّ :başka değil (ancak) سِْرٌ : bir sihirden
Œ يؤْثَ ُ : nakledile gelen
“Böylece: ‘Bu, nakledilegelen bir sihirden başka değil’ dedi. / Böylece:
‘Bu, nakledilegelen bir sihirden başka değil’ dedi. (‘Bu ne ki, öteden beri
anlatılan, öğretilen büyüleyici bir sözden ibaret’ dedi.) / Nihayet şöyle
dedi: ‘Bu sadece geçmişten miras kalan bir büyüdür. / Ve: ‘Bu, (eski zamanlardan)
intikal eden büyüleyici bir sözdür!’ der. Ve dedi ki: ‘Bu, ancak
(geçmiş zamanlardan) söyne gelen (etkili) bir kandırmacadır.” (24. âyet)
Veya “göz kamaştırıcı bir büyüdür.” Sihr, nüzul sürecinde ilk kez burada
geçer. Dilde “gizli bir sebeple insanın gözünü ya da gönlünü yanıltan
şey” demektir. Görenin görüleni olduğundan farklı algılamasıdır. Görülen,
aslında görüldüğü gibi değildir. Eğer dişi keçinin memesi dolu dolu görüldüğü
halde sütü az çıkarsa Araplar “anzun meshûrun” derler. Sabahın
alaca karanlığına sehar (seher), seherde yenen Ramazan yemeğine de aynı
kökten gelen “sahur” ismi verilmiştir. Seher, karanlıkla aydınlığın birbirine
karışmış olması halidir ki, hakikatle hayalin, hakla bâtılın, gerçekle gerçekle
yalanın birbirine karıştığı hali çağrıştırır. Sihir, sebebi bilinmeyen herhangi
bir şey olarak da tanımlanmıştır. Yukarıdaki birinci tanım özneyi
(gören), bu ikinci tanım da nesneyi (görülen) esas alan tanımlardır ve ikisi
de birbirini tamamlar. İster özne açısından ister nesne açısından tanımlansın,
sihir her hâlükârda hakikatin zıddı olan zannı ve itmînânın zıddı olan
vehmi ifade eder. Bunlar bazen görenden, bazen görülenden bazen de her
ikisinden kaynaklanır. Meselâ “Eğer onlara gökten bir kapı aralasak da onlar
oraya çıkacak olsalar da ‘herhalde gözlerimiz döndürüldü, biz sihirlenmiş bir
topluluğuz’ derlerdi.” 477 âyetinde geçen “sihir” gören açısındandır. Çünkü
kaynağı hakikat olduğu halde gören farklı algılamıştır. “Kimi (zaman) söz,
bir büyüdür.”478 Hadisinde de dinleyen açısındandır. Bu anlamda Türkçe’de
“İki söz, bir büyü” atasözün vardır ve tabii ki mecazdır. Şu âyette ise hem
477 15/Hicr, 14-15
478 Buhârî, Nikâh 47; Müslim, Cum’a 47
• 177 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
gören hem de görülen açısındandır: “Mûsâ bir de ne görsün: Onların ipleri
ve değnekleri, yaptıkları sihir marifetiyle, ona hızla akıyormuş gibi göründü
(yuhayyelu ileyhi)”. 479 Velid, Allah rasûlünün ömründe sihre örnek gösterecek
bir olağan dışılık bulamayınca “ebeveynle evlâdın arasını ayırıyor”
dedi. Hiç şüphesiz müşrikler bu vahye sözlü bir sihir olarak bakıyorlardı.480
Sonunda Velid b. Muğire dedi ki: “Muhammed’in söylediği Kur’an, sihirbazlardan
öğrenilen ve nakledilen açık, parlak bir sihirden başka bir şey
değildir.”
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Bu âyette geçen ”Sihrun
yu’ser” tabirinde iki mânâ vardır:
1) “Yü’ser” sözcüğü de, “rivâyet etmek, izinden gitmek, iz bırakmak ve
bir şeyin etkisinde kalmak” gibi anlamlara gelen “e s r” kökünün türemiş
şeklidir. Me’sûr, yani öteden beri öğretilip rivayet olunagelen; sihirbazdan
sihirbaza öğrenile geldiği söylenen bir sihir demektir.
2) Yü’ser, yani diğer sihirlere tercih edilecek, beğenilecek bir sihir demek
olur. Bu, “parlak sihir” mânâsına “sihr-i mübin” demelerine benzer.”481
Bu âyette yer alan “sihir” sözcüğü, “aldatmak, hile yapmak, aklı çelmek
ve ifsat etmek” gibi anlamlar taşıyan “s h r” kökünün türemiş şeklidir. “Aldatıcı
câzibe, bilerek saptırma ve büyü” anlamlarına da gelen sihir, “bir şeyi
tabii durumundan çıkarıp başka bir duruma dönüştürmek” demektir.
Sihir, inkârcıların Kur’an’ı kötülemek için kullandıkları sözcüklerden
biridir. Onlara göre büyücü de, kâhin ve şair gibi başkalarının görmediği
yaratıklara temas kurup insanları tesir altına alan bir kimsedir. İşte, Kur’an
vahyinin insan üzerindeki olağanüstü etkisini gören müşrikler, onun büyülü
sözlerden oluştuğunu sanmışlardır. Ancak onlar da sihrin bir hakikat
değil, bir göz boyama, hayali hakikat gösterme türünden aldatıcı bir câzibe
olduğu kanısında idiler.
479 7/A’râf, 116; 20/Tâhâ, 66
480 M. İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, s. 1192
481 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 8/421.
• 178 •
Ahmed Kalkan
Bu âyetlerde, hakikati inkâra şartlanmış olan kimselerin karakteristik
özelliği ortaya konulmaktadır. Onların en bâriz vasfı, vahiyle bildirilen hakikatleri
“büyü” veya “insan sözü” olarak niteleyip Kur’an’ın Allah kelamı
olduğunu inkâr etmeleridir. Kur’an, bu sözlerin sahibini canlı bir maskaralık
örneği olarak sunmakta ve bu katı şahsiyeti bütün nesillere ibret olsun
diye anlatmaktadır.
Hangi asırda olursa olsun, Kur’an’ı karalamaya yönelik çabaların asıl
hedefi, Müslümanları Kur’an’dan koparıp onları cehâletin ve uyuşukluğun
içine atmaktır. Oysa her asırda, insanlığa muhtaç olduğu hayat soluğunu
bahşedecek olan eşsiz kaynak Kur’an’dır. O, Allah’ın rahmetidir; ancak
Kur’an’ın insana ve hayata yön vermesi için kulun gayretli olması da gerekir.
Rahmetle gayret birleşince gerçek kurtuluşa erilir.482
“Sihir” kelimesinin çevirisinde “büyü” yerine “kandırmaca” (aldatmaca,
düzmece) kelimesi daha uygundur. Çünkü bu kelime ve türevleri hem
mesajın içeriği hakkında, hem de mesajı getiren rasûlün şahsiyeti hakkında
müstekbirlerce sık sık kullanılır. Bu, bir bakıma haberci ile getirdiği haberin
ayrılmaz ve parçalanamaz bütünlüğünden kaynaklanıyor. Birer örnek
verirsek: Saf Sûresinin 6. âyetinde “kendilerine gelen beyyinelere” açık bir
“sihir” diyorlar. Sâd Sûresinin ilk bölümlerinde ise, kendilerine, içlerinden
bir uyarıcının gelmesine şaşıp kalan kâfirlerin uyarıcı için yalancı bir
“sâhir” vasfını yakıştıran ve ardından, ancak Allah’ın ulûhiyetini tanımaya
çağıran dâvete karşı aldanmamalarını sağlamak için halka yapmaları gerekenin
daha doğrusu murat edilenin, ilâhları üzerinde direnmek olduğu
konusunda baskı yapan ileri gelenlerin tasviri vardır.
Diğer yandan “sihir” kelimesinin türetildiği “sehara” fiili şu anlamlarda
kullanılmaktadır: “Sehara fulânen bi’ş-şey’i” onu aldattı, hile yaptı (hade’ahû);
“sehara bi’ş-şerâbi” peşi peşine (dizerek) içti (allelehû); sehara eşşey’e
an vechihî”, çevirdi, döndürdü (sarafehû); sehara eş-şey’e” bozdu, ifsad
etti (efsedehû). 483 Bunlarla birlikte “bâtılı hak sûretinde gösterdi” anlamı
da verilmektedir. Bu kullanımlar toplumda bilinen “büyü” kavramından
daha farklı ve çok boyutlu kapsama delâlet etmektedir. Diğer yandan, bu
geniş kapsamlı “sihr” kavramının geçmişteki izlere dayandırılmak istenmesi
olaya farklı bir boyut kazandırmaktadır.
482 Fahrettin Yıldız, Tefsir Dersi Notları 1, s. 96-97
483 Bk. Lisânu’l Arab, Mu’cemu’l Vasît
• 179 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
“Sihr” kelimesinin “kandırmaca” olarak içeriğinin bu şekilde tanımlanması,
günümüzde statükocular tarafından kullanılan “gerici” kavramını
çağrıştıracak niteliktedir. Müstekbirlerce mevcut düzenlerini korumanın
en etkin yollarından biridir elçiyi ve elçiye tâbi olanları “aldatıcı, kandırıcı”
(sâhir), “aldanmış” (meshûr) ve “aldatılmışlar, kandırılmışlar” (meshûrûn)
şeklinde tanımlamaları. GerçektenTürkçe kullanımda da “kandırma” eylemi,
“bir iknâ etme” ya da “etkileme”yi içerir. Doğal olarak İlâhî vahyin
insanları hidâyete erdirme, yol gösterme, düşündürme ve etkileme gücü ve
hâkimiyeti açıktır. Bunun için müstekbir, bu “İlâhî içeriği” göz ardı edebilmek
için kurnazca ve bilerek tanımlamasını sürdürüyor ve karara varıyor:
“Ve dedi ki: ‘Bu ancak (geçmiş zamanlardan) söylenegelen (etkili) bir aldatmacadır.
Bu ancak beşer sözüdür.” 484
- 25. Âyet -
ِ
لاَّ قَوْلُ اْلبَ ش�َ هَذَا إِ نْإِ
إِنْ هَذَا : bu إِلاَّ : başka değil قَوْلُ : sözünden اْلبَ ش�َ : insan
“Bu, insan sözünden başka değil.’ (dedi). / (Bu ne ki, olsa olsa beşer
sözü’ dedi.) / ‘Bu, ölümlü beşer sözünden başka bir şey değildir!’ der. Bu
ancak beşer sözüdür (dedi).” (25. âyet)
“O, Allah kelâmı değildir. O insan sözünden başkası değildir. Muhammed
onunla kalpleri aldatıyor. Sihir nasıl büyülenen kimseyi etkilerse, o da
kalpleri etkiliyor’ (der).”
Âlûsi diyor ki: “Bu, birinci cümlenin te’kidi gibidir. Çünkü her ikisinden
de maksat, onun Kur’an veya Allah kelâmı olmadığını söylemektir.
Bunun içindir ki, ilk cümleye vav atıf edatı ile atfedilmedi. Velid’in davranışlarını
ve bu adi sözü çıkarmasının anlatılmasında onunla alay ve onun
haktan uzak olduğuna bir işaret vardır. Velid’in davranışlarının araştırılmasından
anlaşılıyor ki o, bu sözleri, meselenin gerçeğini bilmediği için değil,
484 74/Müddessir, 24, 25; M. Ali Baltaşı, İlk Mesajlar, Araştırma Yay., s. 117-118
• 180 •
Ahmed Kalkan
inat olsun diye ve cahiliyye gururu ile söylemiştir.”485 Kur’an’ı övdüğünü
ve Arapların Rasûlullah’a nisbet ettiği şairlik, kâhinlik ve deliliğin hepsini
(önce) reddettiğini görmüyor musun?!486
Mevdûdi diyor ki: “Bu, kâfirlerin yukarıda değinilen toplantısındaki
hadisenin zikridir. Bunun tafsilatını giriş bölümünde aktarmıştık. Orada
açıkça belliydi ki Velid bin Muğire, Kur’an’ın ilahi bir kelam olduğuna kalben
kani idi. Fakat toplum içerisindeki itibarını kaybetmemek için iman
etmemiştir. O, toplantıda kâfirlerin Allah Rasûlü’ne yakıştırmak istediği
iddiaları reddetmişti. Ne zaman ondan, kendisinin Muhammed’in (s.a.s.)
onunla tanınacağı bir yakıştırmada bulunması istenildiğinde kendi içinde
çelişkiye düşmüş ve bir anlık kafa karışıklığından sonra bu ithamı ileri sürmüştü.
İşte burada bu mantalitenin yapısı gözler önüne serilmektedir.”487
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Bundan aldatıcı bir albeni
var” demiş oluyor ve nihayet kararını şöyle veriyordu: Bu, insan sözünden
başka bir şey değil. Böyle deyip kararı bastı. Peygamberliği ve Kur’ân’ın
Allah sözü olmasını inkâr ediverdi ki, işte inatçı kâfirlerin Kur’ân ve Peygamber
hakkında söyledikleri nihayet budur. Bu, Allah’ın indirdiği kelâmı
değil, Muhammed’in kendi söylediği kitabıdır derler. Olay tefsirlerde şöyle
anlatılır:
İlâhî vahyin “beşer sözü” olarak tanımlanması, onu “beşerî bir kaynak”
olarak görmektir. Kâfirler açısından mesaj veya vahiy, “İlâhî” olmadıktan
sonra herhangi bir beşerin olması pek önemli değildir. Çünkü sonuçta
“mesaj” beşerî olacaktır. Bu konu, ilk sûrelerin olduğu kadar daha sonraki
dönem ve çağların bu olaya “mecnun” kavramı çerçevesinde değinilmişti.
Haakka Sûresinin 39 ve 48. âyetleri Kur’an’ın bir şair veya bir kâhin sözü olmadığını,
bilakis Allah’tan geldiğini ve mesajı getiren elçinin bu “söz” üzerinde
herhangi bir müdâhalesininolamayacağını te’yid eder. Tekvîr Sûresi
24. âyette ise Kur’an’ın (gayb), “elçinin kendi kanaatleri olmadığı vurgulanmaktadır.
O âyetteki “danîn” kelimesi, bazı kıraat imamlarınca “zanîn” olarak
okunmaktadır. 488 Konu daha sonraki dönemlerde daha farklı bağlam-
485 Alusi, Ruhu’l-Meani: 29/124; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/125.
486 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/125.
487 Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/473.
488 Bk. Ebû Zer’a, Huccetu’l Kıraat
• 181 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
larda değerlendirilmesine rağmen “beşerî kaynak” olma özünü yitirmez.
“Biz onların ‘ona bir beşer öğretiyor’ dediklerini biliyoruz.” 489
Gün geçtikçe verilen mücadelede Kur’an’ın etkinlik ve hâkimiyeti artınca
kâfirler ilginç bir talepte bulunacaklardır. İstekleri Hz. Rasûl’ün başka
bir Kur’an getirmesi veya Onu değiştirmesidir. Ancak bu, kesinlikle Hz.
Rasûl’ün elinde değildir ve o sadece kendisine vahyedilene uymaktadır. 490
Konuya “İlmin kaynağı” açısından bakıldığı zaman, örneklemelerin
belli bir tarih, coğrafya ve toplumla sınırlandırılamayacağı açıktır. Tüm çağlar
için geçerli olan örnekler verilmektedir. Böylece İlâhî mesajın evrensel
boyutu gözler önüne serilmektedir. İnsanlara “yol gösterecek” ilim “İlâhî”
mi olacak, yoksa beşerî mi? Şâir, kâhin, seçkin kişiler ve bizim bilemediğimiz
daha niceleri? Müstekbirlerin bu soruya verdikleri cevap, ilk peygamberden
günümüze kadar değişmiyor. “Bu ancak beşer sözüdür’ (dedi).”
Peygamberlerin sabırlı mücadelelerinin ardından Allah’ın yardımlarıyla
başarıya ulaştıktan sonra “hak” tüm açıklığı ile ortaya çıkmaktadır. Bu
durumda bile “İlâhî vahy”e beşerî bir özellik kazandırma çabaları kendisini
farklı renklerde gösteregelmiştir. Kitap Ehli’nin kendilerine indirilen Tevrat
ve İncil’i tahrif etmeleri, değiştirmeleri, saklamaları bunun en çarpıcı
örneğidir. Hatta Kur’an’da İsa’nın (a.s.) risâleti ve mümtaz şahsiyeti istismar
edilerek Allah’ın ulûhiyeti ve yalnız O’na kulluk konusunda İsa’ya (a.s.) söylemediği
sözlerin söylettirilmesi ve bunun İlâhî bir atmosferde) yapılmasına
Mâide Sûresinin 109-120. âyetlerinde değinilmektedir. 491
Günümüzde de İslâm’ı diğer ideolojilerle bir tutan, beşerî görüşlerle
karşılaştırıp tartışan, Allah’ın râzı olduğu yegâne dini uluorta eleştiren
zihniyet, Kur’an’ı bir beşer sözü görme eğilimindedir. Müslüman olmakla
övünen nice insan da Allah’ın hükmü, emri ve yasakları anlatıldığında,
“evet doğru, inanıyoruz; ama…” demekte, günümüz şartlarının zorluklarından,
durumun çok farklı olduğundan bahsederek o hüküm, emir veya
yasakların uygulanmasının beklenemeyeceği hükmünü çıkarmaktadır. Bu
yaklaşım İlâhî kitabı geçersiz kılan ve onu beşer sözüne indirgeyen bir yaklaşımdır.
489 16/Nahl, 103
490 Bk. 10/Yûnus, 15-16
491 M. Ali Baltaşı, İlk Mesajlar, Araştırma Yay., s. 119-120
• 182 •
Ahmed Kalkan
Şu âyetlere dikkatle göz atalım: “Bu Kur’an, Allah’ındır. O’ndan başkasına
nispet edilemez. Ancak o daha önceki inen Kitapları tasdik edici ve
hükümleri açıklayıcı, âlemlerin Rabbinden indirilmiştir. Bunda hiç şüphe
yoktur.” 492; “Onlar hâlâ Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu ve mânâsını düşünmeyecekler
mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından olsaydı muhakkak
ki içinde birbirini tutmayan çok söz ve ifâdeler bulurlardı.” 493; “Bu Kur’an,
sana, hükmünde hikmet sahibi olup her şeyi bilen Allah katından veriliyor.”
494; “Bu Kur’an, Rahman, Rahim tarafından indirilmedir.” 495; O, bir şair sözü
değildir, bir kâhin sözü de değildir. Siz pek az düşünüyorsunuz. O âlemlerin
Rabbinden indirilmedir.” 496; “Eğer o peygamber bazı sözler uydurup bize isnat
etmeye kalkışsaydı, biz onu kuvvetle yakalar ve ondan intikam alırdık.
Sonra da onun kalp damarlarını keserdik. O vakit, sizden hiç biriniz ona
siper de olamazdınız.” 497; “Kur’an’ı şeytanlar getirmedi; Kur’an’ı indirmek onlara
uygun düşmez; hem de buna güçleri yetmez.” 498
Bu Kitab’ın Allah’tan geldiğinde şüphesi olanlara Bakara Sûresinin başındaki
“lâ raybe fih” 499 ifâdesini teyid için yukarıdaki âyetlerle tafsilatlı
açıklamalar yapılmaktadır. Kur’an’ın Allah kelâmı olmadığı, olamayacağı
yolundaki itirazlar şu noktalarda toplanıyordu: Onun bir şair sözü olabileceği,
Onun bir kâhin sözü olabileceği, Onun bir şeytan ilhamı ve vesvesesi
olabileceği, Peygamberin uydurması olduğu. Yukarıdaki âyetlerde bu iddialara
bir bir cevap verilerek reddedilir. Ve doğru olan ortaya konur. İnanan
inanır; inanmayan inanmaz. “Bu Kur’an, bir Peygamberin (Allah’tan) getirdiği
sözdür.” 500
Kur’an’ın bir beşer sözü değil de; her şeyimizi borçlu olduğumuz O’na
O’nun istediği gibi iman etmemiz gereken Allah’ın kitabı olduğunu şüphesiz
şekilde kabul ettiğimiz zaman, ona uyup onun hükümlerini yayabildiğimiz
tüm alanlara yaymak gerekiyor. Bu görev terk edilince, insanın
pişmanlıkları ve Peygamber’in şikâyetine muhâtap olmak sözkonusu ola-
492 10/Yûnus, 37
493 4/Nisî, 82
494 27/Neml, 6
495 41/Fussılet, 2
496 69/Haakka, 41-43
497 69/Haakka, 44-47
498 26/Şuarâ, 210- 211
499 2/Bakara, 2
500 69/Haakka, 40
• 183 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
caktır: “O gün zâlim kişi ellerini ısırıp ‘keşke Peygamber’le beraber bir yol
tutsaydım, vay başıma gelene, keşke falancayı dost edinmeseydim, and olsun
ki beni, bana gelen Kur’an’dan o saptırdı. Şeytan insanı yalnız ve yardımcısız
bırakıyor.’ der. Peygamber: ‘Ey Rabbim, doğrusu kavmim/toplumum bu
Kur’an’ı terk etmişti.’ der.” 501
Alak, Kalem ve Müzzemmil sûrelerinde mal, mülk ve evlâtlarına güvenerek
tâğûtlaştıkları/azıp sapkınlaştıkları anlatılan sembol kişilikler, benzer
nitelikleriyle bu âyetlerde de anlatılmaktadır.
İlk vahiy döneminde bu sembol kişiler muhtemelen Velid bin Muğîre,
Ebûcehil, Abdü’l-Uzza gibi insanlardı. Kur’ân bunların isimlerini açık açık
vermez, isimleri yerine karakterlerini, sıfatlarını zikrederek uğrayacakları
fena akıbeti açıklamakla yetinir. Bu yaklaşım ve konuyu ele alış biçimi, verilen
örneğin her zaman, her çağda ve her yerde geçerli olduğunu gösterir.
Kısacası, Velid b. Muğîreler, Ebûcehiller, Abdü’l-Uzzalar ve bunların
grupları, yandaşları, arkadaşları, ortakları ve işbirlikçileri her zaman vardır
ve kıyâmete kadar da var olacaktır. Uğrayacakları kötü akıbet de hep aynı
olacaktır.
Mesajı genel olmakla beraber, yukarıda nitelikleri sayılan kişinin Velid
b. Muğîre olduğu kabul edilir. Biyografisine bakıldığında gerçekten de
doğduğunda kimsesiz olduğu, hiçbir varlığı olmadığı, sonradan mal-mülk
sahibi olduğu, Mekke ile Taif arasında deve ve koyun cinsinden sürülerce
hayvanı olduğu, Taif ’te yaz-kış meyve veren bahçeleri bulunduğu, ayrıca
yedisi Mekke ve beşi Taif doğumlu olmak üzere on iki evlât sahibi olduğu
görülür ki, bu özellikleri sûredeki anlatıma oldukça uygundur. 502
501 25/Furkan, 27-30
502 Hakkı Yılmaz, Tebyînu’l Kur’an, İşte Kur’an, c. 1
• 184 •
Ahmed Kalkan
- 26. Âyet -
سَأُصْلِيهِ سَقَر
سَأُصْلِيهِ : Ben onu sokacağım سَقَرَ : Sekar’a
“Onu Sekar’a yaslayacağım. / Ben onu Sekar’a sokacağım, Cehenneme
yaslayacağım. / (Cehennemle ilgili Bizden başka seni bilgilendiren mi
var?!) / (Bu nedenle,) onu (öteki dünyada) cehennem ateşine sokacağım!”
(26. âyet)
Kur’an hakkındaki sözlerinden dolayı Velid b. Muğire’yi, ateşinde yanacağı
ve azabını tadacağı ‘Sekar ‘adlı Cehenneme sokacağım, atacağım,
yaslayacağım. Vücudunu cehennem ateşi kaplayacaktır.
26-30. âyetlerde, hak ettikleri uhrevî ceza özetlenmiştir. 26. âyette geçen
«sekar» kelimesi ateşin isimlerinden olup cehennemin ağır cezalık kısımlarından
birini ifade ettiği belirtilir. 503 27-28. âyetler ise sekar hakkında
“hiçbir şeye acımayan, içine atılanları yakan ve insanın derisini kavuran
korkunç bir yer” şeklinde detaylar
vermektedir. “İnsanları kavurur” diye
çevirdiğimiz 29. âyete “İnsanlara görünür”
şeklinde de mâna verilmiştir. 504
Aynı âyet, “Cehennem, orayı hak eden insana kendini gösteren bir tablo,
bir aynadır” şeklinde de anlaşılabilir.
Korkunç Azap
Sûrenin bu bölümünü oluşturan âyetlerde, inatçı kâfirlerin Sekar’a sokulacakları;
sekar’ın, derilerini kavuran, insana doymayan, geriye hiçbir şey
bırakmayan ve ondokuz muhafızı bulunan bir cehennem olduğu haber verilir.
Cehennem bekçilerinin melek olduğu; bunların sayısının, kitap ehli
için doğru bilgi, mü’minler için kesin bir inanç, inkârcılar ve hasta kalpliler
için de bir imtihan vesilesi kılındığı; Allah’ın iman etmek ve bu yolda ileri
gitmek isteyeni doğru yola ileteceği, yoldan çıkmak isteyeni de saptıracağı
belirtilir. Gerçekleri dile getiren bu âyetlerin, inananlara bir öğüt, inkârcılara
da bir uyarı olduğu vurgulanır.
503 bk. Şevkânî, V, 377
504 Zemahşerî, IV, 183
• 185 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
İnsanın, bu dünyada işlediği günahlardan ötürü öteki dünyada göreceği
azabı belirtmek için Kur’an’da kullanılan anahtar kavram, cehennem’dir.
Cehennemin yedi kapısı ve pek çok ismi vardır. Bunlardan birisi de sekardır.
Sekar, “ateşin veya güneş sıcaklığının yüzü yakıp kavurması” anlamına
gelen “skr” kökünün türemiş şeklidir. Bunun için, insanı yakıp kavuran cehennem
ateşine de sekar denir. Peki, sekar nedir?
Âyetlerde belirtildiğine göre sekar, “insana doymayan, önüne gelen her
şeyi yakıp derileri kavuran, geriye hiçbir şey bırakmayan ve ondokuz muhafızı
bulunan bir cehennemdir.” Oraya giren günahkârlar, kendi sorumluluklarının
farkına varıp hakikati gecikmiş olarak kabul ederler, geçmişte
yaptıkları hatalardan ötürü de pişmanlık duyarlar. Ne var ki bu pişmanlık
fayda etmez ve onları korkunç azaptan kurtaramaz. Onlar, büyük ateşe
atılırlar; orada ne ölürler ne de diri kalırlar. Çünkü azap gören inkârcılar,
orada yeni bir hılkate tebdil olunup tekrar edilen yaratma ile yeni boyutlar
kazanırlar.
Cehennem azâbının gerçek mâhiyeti meçhuldür. Onun mâhiyetinin
meçhul olması, hem insan ruhunda büyük bir korku uyandırmakta hem de
azabın korkunç manzarasına dikkat çekmektedir. Burada hedeflenen şey,
insanda potansiyel olarak var olan hakkı kabullenme gücünü, iyiye ve doğruya
yönelmektir.505
İslâ: Ateşte kızdırmak, ateşte yakmak mânâsınadır.506
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Bu âyet “Ben onu sarp bir
yokuşa sardıracağım.” âyetinden bedel-i iştimâldir ve onun kapsadığı mânâyı
açıklamaktadır.
Sekar: Cehennemin isimlerindendir. Bazıları bunun Arapça bir kelime
olmadığı görüşünü savunmuşlar ise de güneşin, yüzü çalıp kavurması
mânâsına gelen “sakr” kelimesinden türetilerek “yakıcı” mânâsından alındığını
söylemişlerdir.”507
505 Fahrettin Yıldız, Tefsir Dersi Notları 1,
506 Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim Meali Alisi ve Tefsiri, İpek Yayınları: 8/266.
507 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 8/422.
• 186 •
Ahmed Kalkan
Sekar: “Şiddetli bir ısı ile yakıp kavurmak” anlamındaki sakr kökünden
isimdir. Dört âyette cehennem kelimesi yerine kullanılmış, 74/Müddessir
28-29. âyetlerde “yaktığı şeyi tüketircesine tahrip etmekle birlikte sönmeyip
yakmaya devam eden ve insanın derisini kavuran” şeklinde nitelendirilmiştir.
“Ben, onu Sekar’a sokacağım.” Yani oranın sıcağı ile kavrulsun diye onvı
Sekar’a girdireceğim. (Cehennem’in) Sekar adı: Güneş onu kavurdu,
eritti,
yüzünün derisini yaktı” ifadesinden alınmıştır. “Sekar” kelimesi
marife ve
müenneslik dolayısıyla munsarıf değildir.
İbn Abbas dedi ki: Sekar cehennemin altıncı katıdır Ebu Hureyre’ninrivayetine
göre de Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: !’Musa Rabbine
sordu Ey Rabbim dedi. En fakir kulun hangisidir? O: Sekar’a giren kimsedir,
diye buyurdu.”508 Bunu es-Sa’lebî zikretmiştir.509
- 27. Âyet -
وَمَا أَدْرَاكَ مَا سَقَرُ
Sekar’ın سَقَرُ : Ne olduğunu مَا : bilir misin? : وَمَا أَدْرَاكَ
“Sekar’ın ne olduğunu bilir misin?” (27. Âyet)
Ey Muhammed! Sekar’ın ne olduğunu sana bildiren, ayrıntısıyla anlatan
nedir? O ne kadar büyük, müthiş bir azap yurdudur. Sen aklınla onun
bütün vasıflarını hakkıyla bilir misin? Mâhiyetini ve özünü kavrayabilir misin?
Elbette ki Allah bildirmedikçe sen onun mâhiyetini bilemezsin.
Muhammed Ali es-Sabuni diyor ki: “Bu soru korkutma ve tehdit ifade
eder.”510
508 Deylemî, el-Firdevs, 11, 314
509 Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l Kur’an, Buruc Yay., c. 18, s. 187
510 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat, c. 7, s. 125
• 187 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
“Sekar” Bilgisayar mı Demek?
Kur’an’ı bilimsel ve teknik tefsir etmenin kendine has örneklerinden biri
de “Sekar” kelimesini “bilgisayar olarak tercüme etmek ve 19 mucizesiyle
bilgisayar arasında bir bağ oluşsun diye kavramların anlamlarını zorlamak,
Allah rasûlünün ve ashâbının hiç anlamadığı bir anlamı Kur’an kelimesine
yüklemektir. “Sekar” kelimesini “bilgisayar” olarak yorumlayan Edip Yüksel,
Hakkı Yılmaz, Harun Yahya (Adnan Oktar) ve Yaşar Nuri Öztürk’ün
ismini sayabiliriz. Konuyla ilgili Hakkı Yılmaz’ın tefsirinden alıntı yapalım:
“Sekar sözcüğüne Rabbimiz 28–30. âyetlerde yeni bir anlam yüklemiştir:
“Sekar, üzerine on dokuz konulmuş, beşer için fevkalâde levhalar yapan,
sürekli tutmayan, yok da etmeyen bir şeydir.” Bu tanıma göre biz bu
nesneye bu gün için “Bilgisayar” diyebiliriz.
“Sekar”ın bu anlama da gelebileceği o gün için Araplarca da Peygamberimizce
de bilinmemekteydi. Sözcüğün bu anlamını bizzat Rabbimiz belirlemiştir.
Bu anlam 27–30. âyetler iyi düşünüldüğünde anlaşılmaktadır. Bu,
bugüne kadar gözden kaçırılmış bir husustur.
“Levvahatün” sözcüğünün kök sözcüğü olan “levh”, tahta demektir. Gemiyi
oluşturan tahtaların her birisi bu sözcükle ifade edilir. Nitekim Kamer
sûresi 13. âyettinde Nuh’un gemisindeki tahtalar için çoğul olarak kullanılmıştır.
Sözcük ayrıca “ister ağaç cinsinden isterse başka bir nesneden olsun,
üzerine yazı yazılan her şey için de kullanılmıştır. Buruc sûresi 22.âyetteki
“fî levhın mahfuz (korunmuş bir levhadadır)” ifadesinde bu anlamıyla yer
almıştır.
Öyleyse “levha” sözcüğü, bu günkü ortama göre, yazı yazılan, bilgi saklanan
her şey, levha, tablet, parşömen, tablo; çağdaş araçlardan ise ekran,
plâk, teyp bandı, CD, disket veya hard disk gibi üzerine kayıt yapılabilen
her türlü araç-gereci ifade edebilir. Sözcüğün “levvâha” şeklindeki kullanılışı
ise isimden türetilerek elde edilen ve mübalağa anlamı kazandırılan
etken isim kalıbında bir kelimedir ve “fevkalâde levhalar yapan” anlamına
gelir.
• 188 •
Ahmed Kalkan
b.) “ Levh” sözcüğü ayrıca “şimşek çakması, parlamak, uzaktan görünme,
yakıp kavurma, deriyi siyahlaştırma, susamışlık” anlamlarına da gelmektedir.
Bu açıklamalar doğrultusunda pasajın 26–30. âyetlerin meali şöyle olmaktadır:
A) Onu (Kur’ân beşer sözüdür diyeni) yakında Sekar’a (cehenneme) yaslayacağım.
Bilir misin, nedir? Sekar (cehennem). O (Sekar/cehennem) , bırakmaz
(baki kılmaz) ve de terk etmez (yok etmez). O (sekar/cehennem), deriler
için yakıp kavurandır. Onun (Sekar’ın/cehennemin) üzerinedir on dokuz.”
Bu ifadeler cehennemi ve cehennemdeki azabı anlatmaktadır. Buna
benzer cehennem tasvirleri aşağıdaki âyetlerde de görülmektedir: “En bedbaht
olan da ondan kaçınacaktır. O ki, en büyük ateşe yaslanacaktır. Sonra o
en büyük ateşin içinde ne ölecek, ne de hayat bulacaktır.” 511
“Evet, âyetlerimizi inkâr edenleri, kesin, ateşe atacağız. Derilerinin her
yanışında, cezayı tatmaları için, derilerini başka derilerle değiştireceğiz. Gerçekten
Allah Azîz’dir, Hakîm’dir.” 512
“On dokuz” ifadesine gelince: Kimine göre bu rakam cehennemdeki
görevli meleklerin (zebânîlerin) sayısıdır. Kimine göre haftanın yedi günü
ve senenin on iki ayı (7+12) olmak üzere azaptaki sürekliliğin anlatımıdır.
Bize göre ise bu âyetler müteşabihtir; birbirine benzer birden çok güzel
anlamları vardır. Bu anlamların te’vîli (önceliklenmesi), kendini Kur’ân’a
veren gayretli ilim adamlarını beklemektedir.
B) “26- 30. Âyetler”: “Onu (“Kur’ân beşer sözüdür” diyeni) yakında Sekar’a
yaslayacağım (bilgisayarla yüz yüze getireceğim) . Bilir misin nedir
Sekar (bilgisayar)? O (Sekar/bilgisayar) , bırakmaz (bâki kılmaz) ve de terk
etmez (yok etmez). O, beşer (insan) için fevkalâde levhalar yapandır. Onun
(Sekar’ın/bilgisayarın) üzerinedir on dokuz.”
511 87/A'lâ, 11–13
512 4/Nisâ, 56
• 189 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Levhaları/tabloları insanlar için sağlayan, sürekli göstermeyen ama yok
da etmeyip hafızasında saklayan şey “Bilgisayar”; bilgisayar üzerindeki “On
Dokuz” ise Kur’ân’ın 19 sayısı ile şifrelenişi olabilir.
Bu durumda pasajdan şöyle bir anlam çıkarsamak mümkün hale gelir:
“Kur’ân’a beşer sözü diyenler, yakında üzerine on dokuz konulmuş, beşer
için fevkalâde levhalar yapan, sürekli tutmayan, yok da etmeyen Sekar denilen
şeyle tanışacaklar. Baksınlar, düşünsünler bakalım, Kur’ân beşer sözü
olabilir mi?”
İşte, 26. âyette “yakında” diye ifade edilen gün gelmiş ve insanlar bilgisayarı
bulmuştur. Bilgisayarla birlikte Kur’ân’la ilgili 19 mucizesi gündeme
gelmiştir. Bu öyle bir mucizedir ki, bir beşer tarafından becerilme ihtimali
matematiksel olarak imkânsızdır.” 513
Bu konuda bir alıntı da sözde evrenselci okuma yöntemine dair çok
sayıda tefsir örneği ortaya koyan Yaşar Nuri Öztürk’ten yapalım. Aslında,
bu alıntıda da görüleceği gibi, evrensellikle hiçbir alâkası olmayan
bu yorumlama
şekline “bilimsel bâtınîlik” demek daha doğru olur.
Öztürk’ün, Müddessir Sûresi’nde cehennemin bir bölümünün özelliği
bağlamında geçen, ayetleri yorumlayışı şu şekildedir: “Bütün bunları
dikkate alarak biz şu kanıya varıyoruz. Kur’an’ı rastgele insan sözü sayan
inatçıların gerçeği görmedikleri için itildikleri sekar, bilgisayardır. Elektrik
enerjisi ile çalışır. Ortada hiçbir şeyi görünür halde bırakmaz, fakat hiçbir
şeyi de kapsamazlık etmez.” 514
Şimdi bu modern yorumu Kur’an’ın ilgili ayetleri ile karşılaştırmak için
Müddessir Sûresi’ne bakalım: “Bu, ölümlü insan sözünden başka bir şey değildir,
der. Sekarın ne olduğunu hiç düşündün mü? O, ne yaşatır, ne de ölüme
terk eder. Ölümlü insana (nihai hakikati) gösterir.
Onun üzerinde on dokuz
(güç-gözcü melek) vardır. Çünkü yalnızca
melekî güçleri cehennem ateşinin
gözcüleri kıldık...” 515
513 Hakkı Yılmaz, Tebyînu’l Kur’an, İşte Kur’an, c. 1, s. 112-114
514 Öztürk Yaşar Nuri, Kur'an'daki İslam, İstanbul, 1993, s. 21
515 74/Müddessir,
25-31
• 190 •
Ahmed Kalkan
Bu kadarcık alıntı bile âyetlerin bağlamının tamamen cehennem ile
ilgili olduğunu göstermektedir. Ayetlerin siyak-sibakı/bağlamı açıkça cehennemden
söz ettiği halde Sekarın Bilgisayar olarak yorumlanması,
acaba
hangi akla hizmet etmektedir? Aslında Öztürk’ten yıllar önce bu yorum
19 hurûfîliğine hizmet etmesi için Edip Yüksel tarafından yapılmıştır. 516
Yüksel’in amacı ebcedcilik ideolojisine
Kur’an’ı âlet etmek iken Öztürk’ün
amacı Kur’an’ın “ne kadar bilimsel(!) bir kitap” olduğunu ispat etmektir.
Her ikisi de Allah’ın kelâmını ön yargılarının esiri kılmış, yorumun mesajı
belirlemesini meşru görmüştür.
Bize göre kaynak olarak Kur’an’ın kendisini değil de modernizme ve
çeşitli hezeyanlara göre şekillenmiş bir tefsir yöntemini esas kabul edenler
buna benzer hatalardan kendilerini asla koruyamayacaklardır. Öyleyse
İlâhî vahyi, hidayet etmek üzere indiren Yüce Allah’ın kast etmediği
mânâları
Kur’an’da vehmetmek son derece yanlış olup, bunda ısrar etmek de insaf
ehlinin yapacağı cinsten değildir. 517
Kur’an-Bilim İlişkisi ve Bilimsel Tefsir
26-27’nci âyetlerde yer alan ve Kur’an’ı rastgele insan sözü sayan inkârcıların
itildikleri yer alan sekar, “elektrik” veya “bilgisayar” olarak da yorumlanmıştır.
İslâm kültüründe Kur’an, bilimsel açıdan da yorumlanmış, onun bilimsel
gelişmeleri desteklediği, hatta onu içerdiği ileri sürülmüştür. İnsanlığın,
Kur’an’ın kesin ve doğru bilgisinden, sürekli bereketinden faydalanması
amacıyla yapılan bu tür çalışmaların, iyi niyet mahsulü olduğunda hiç kuşku
yoktur. Ancak, Kur’an-bilim ilişkisi kurulmaya çalışırken âyetleri, zorlama
yorumlarla asıl bağlamından koparıp amacını aşan bir noktaya çekmek,
doğru bir iş değildir.
Tevhid inancını esas alan Kur’an, Allah, evren ve insan ilişkisini bu
prensip çerçevesinde açıklar. Onun temel amacı, olayların ve bilimlerin sistematiğine
girmek değil, insanlara yol göstermektir. Çünkü Kur’an, sadece
gönderildiği çağın insanına değil, daha sonraki bütün çağların insanlarına
516 Edip Yüksel, Müslüman Din Adamlarına 19 Soru, Gösterge yay, İstanbul, t's'iz, s. 59-60
517 Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları,141-142
• 191 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
da hitap eden evrensel bir kitaptır. Kur’an’ın muhatabı insan olduğu için,
başta insan olmak üzere onun ilişkide bulunduğu bütün varlıklarla ilgili
bilgiler, özlü biçimde Kur’an’da mevcuttur. Ancak bunlar, Kur’an’ın gönderiliş
amacına uygun olarak Allah tarafından seçilen bilgiler olup genellikle
temel ilkeler ve prensipler halinde sunulmuştur. Bu temel ilkelere dayanarak
sistem kurma ve bilgi üretme görevi insana bırakılmıştır.
Hal böyle iken, bazı insanlar akıllarını çalıştırıp bilimsel bilgiyi iktisap
etmeye çalışacakları yerde onu hazır olarak Kur’an’da aramaya kalkışmışlar,
Kur’an’a da âdeta bir bilim kitabıymış gibi bakmışlar. Oysa Kur’an’a dikkatlice
bakılırsa onun sadece bilgi kaynağı olmadığı, ayrıca aklı ve iradeyi
doğru kullanmayı gösteren bir kitap olduğu görülür. Demek ki Kur’an, çeşitli
bilgi türlerini şifreli olarak taşıyan bir kitap değil, tam aksine her çağda
insanların hakikati bulmalarına rehberlik edecek son ilahi kitaptır.
Din ile bilimi birbirine girdirmenin veya birbiriyle çatıştırmanın bir
manası yoktur. İnanmak, bilimsel bilgiye güvenmenin dışında metafizik
bir önermenin doğruluğuna, meselâ Allah’ın varlığına kanaat getirmektir.
İman, kalbin eseridir, akıl ve ilim ona destek verir. Bilimin en büyük eksikliği,
bir dünya görüşünün temelini oluşturacak metafizik bir sistemden
yoksun oluşudur. Hâlbuki insanın yaratılışındaki asıl amaç, insanın insanlığını
icra etmesidir. Bu da Allah’a ibâdetle (kullukla) gerçekleşir.518
Ne hikmetse bilimsel teori veya keşif ortaya çıkana kadar ortalıkta
gözükmeyen
Kur’an’ın kendi iç bütünlüğünü ve pasajlardaki bağlamı hiç hesaba
katmayan bilimsel tefsir sevdalıları, bir icadın ardından hemen kaleme
sarılarak “bu Kur’an’da var” demekte, ayetlerle o belki de çok kısa bir süre
sonra yoğun bilimsel eleştiriler alarak, çöpe atılacak olan hipotetik ifadeleri
İlâhî vahyin dili ile meşrûlaştırmaya gayret etmektedirler. İşte bu sözde
evrenselci usûlün
gelip tıkandığı yer, tam anlamıyla ‘yorumun grameri
belirlemesi’,
‘tarih üstücülük” veya ‘âyetlerden yorum sağmak’ gibi tavsifleri
hak eden bir yerdir.
İçinde “ebced/harflere verilen rakam değerleriyle gizli anlamlara ulaşma
gayreti” gibi Bâtınîliğin öğelerini de, “pozitivizmin saldırılarına
karşı
tepkisel bir duruşu” da barındıran bu yorumlar tarih üstücülüğün sadece
bir cephesini ifade etmektedir.
518 Fahrettin Yıldız, Tefsir Dersi Notları 1, s. 99
• 192 •
Ahmed Kalkan
Öte yandan ebcedin bilgisayar destekli çağdaş yorumu olan 19’cu
hurûfîlik ise işi iyice çığırından
çıkarmıştır. Matematik destekli bu yeni aşama
Said Nursî’nin temsil ettiği noktadan çok farklı noktalara savrulmuştur.
Rasûlullah’ı ve Kur’an’ın ilk muhataplarının arka planını hiçe sayıp sahih
anlamın sadece metnin içinde olduğu neticesine ulaşmıştır. Bu yorumlama
yöntemi, bize göre tarih üstücülüğün ortak paydalarına sahiptir ve yaşadığımız
coğrafyada haklı olarak “mealcilik” olarak isimlendirilmiştir.
Yine
risalet ile Kur’an arasındaki bağı kopardığı için bu ideolojik
Kur’an meali
okuma yöntemi ‘Allah’ın elçisini postacı durumuna düşürmekle suçlanmıştır.
519
Bilimsel Tefsir Ekolü
Bilimsel tefsir için birbirine yakın tarifler yapılmıştır. Emin el-Hûli onu:
“Kur’an metinlerinin yorumunda ilmî ıstılahları hâkim kılan ve muhtelif
ilimleri ve felsefî görüşleri ondan çıkarmaya çalışan bir tefsirdir.” şeklinde
tarif eder.520 Bazı araştırmacılar, tarifte “felsefi
görüşler” ifadesinin geçmesini
yanlış bulurlar.521 Çünkü burada kastedilen, gözlem ve deneye dayalı
bilimlerdir.
Tefsirde bilimsel ekol, on dokuzuncu asırda Batı’da ortaya çıkan sanayi
ve teknik atılımdan çok daha öncedir. Önceden de Kur’an’ın geçmiş ve gelecek
her türlü bilgiyi ihtiva ettiğini savunanlar vardı. Ancak Batı’da ortaya
çıkan bilimsel atılım ve bu bilim sonucu gerçekleştirilen teknolojinin İslâm
âlemine intikal ettirilmesinden sonra tefsirde bu eğilime büyük rağbet ortaya
çıktı.
Sözkonusu rağbetin temelinde bizim tesbitlerimize göre iki etken bulunmaktadır:
a. Batı, bilimsel ilerlemenin sağladığı teknoloji sayesinde İslâm âleminden
ileriye gitmiş, siyasî ve ekonomik alanda büyük bir başarı elde etmişti.
Daha önce belirgin bir üstünlüğe sahip olan İslâm âlemi, bilimsel ve teknik
519 bu konuda "mealciliği Rasulullah'ın değerini bir indirgeme yöntemi olarak nitelendiren" 19’la ilgili bir
çalışma için bkz. "Hiçbir peygamber bir İletişim aleti değildir." Islamoğlu Mustafa", Üç Muhammed,
Denge yayınları, İstanbul, 2000, s. 129; Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:137-139.
520 Emin el-Hûlî, Tefsir ve Tefsir'de Edebî Tefsir Metodu, -çev. Mevlüt Güngör. İslâmî Araştırmalar Dergisi,
cilt: 2, sayı: 6,1988-Ankara, s. 37-38
521 Fehd b. Abdirrahman b. Süleyman er-Rûmî, a.g.e. 11, 549
• 193 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
ilerlemeye ayak uyduramadığı için siyasi ve ekonomik alanlarda üstünlüğü
Batıya ‘kaptırmış, dahası Batılılar tarafından baskı ve istilalara maruz kalmıştı.
Bunun sonucunda İslâm
âlemi bir aşağılık kompleksine düşmüştü.
Batının sahip olduğu bilim ve teknolojinin, aslında Kur’an’da mevcut olduğunu
söylemek, bu kompleksi tedavi ve kendini tatmin noktasında önemli
bir etken idi.
Batının bilim ve tekniğinin Kur’an’da mevcudiyeti düşüncesini savunanlar
arasında, haddizatında batılıların bu bilim ve teknolojiyi Kur’an’dan
çıkardıklarım; bunları biz bulmayalım diye, bir yandan bizi Kur’an’dan
uzaklaştırdıklarını, fakat kendilerinin Kur’an’ı araştırma
enstitüleri kurduklarını
iddia edenlerin bu tutumu da söz konusu ettiğimiz aşağılık kompleksini
telafi çabalarından başka bir şey değildir.
b. Batının gerçekleştirdiği modern ilimlerin ve bunun sonucunda
ortaya
çıkan teknolojinin İslâm âlemine girişine karşı çıkan ve toplumda önemli
bir direncin oluşmasını sağlayan bir kesim vardı. Bu kesim sözkonusu
karşı çıkışlarına İslâm dinîni gerekçe olarak gösteriyorlardı. Yani bu direniş
dinî bir tavır olarak ortaya çıkmıştı, işte bu direnci kırmak için Batı’nın gerçekleştirdiği
bu sonucun temellerinin Kur’an’da mevcudiyetini ispatlamak
gerekiyordu. Ancak o zaman modern ilimleri tahsil etme ve bilim sonucu
ortaya çıkan tekniği kullanmak bir meşrûiyet kazanacaktı.
Bu iki önemli unsur, tahrik edici unsurlardır. Yoksa Kur’an’da modern
bilimler alanına giren âyetlerin mevcut olmadığını, modern ilimlerle bu
âyetler arasında bağlantı kurmanın tamamen bir zorlama olduğunu anlatmak
istemiyoruz. Ancak modern bilim eğiliminin toplumda aniden revaç
bulması sözkonusu ettiğimiz bu iki etkenden dolayıdır.
Sözkonusu ettiğimiz ekol çok öncelerde ortaya çıktığı gibi, ona muhalefet
de eskidir. Bu eğilime karşı çıkanların başında fakih ve usulcü Ebu
İshak İbrahim b. Musa eş-Şatibî (öl.790/1388) gelmektedir.
“el-Muvafakat”
isimli eserinde bu eğilimi ele almış ve şiddetle ona karşı çıkmıştır. Bu konudaki
görüşü özet olarak şöyledir: İslâm’a ilk muhatap olanlar ümmî idiler.
Ö halde İslâm şeriatı da ümmidir. Şeriatın gözettiği maksatların gerçekleşebilmesi
için en uygun yol da budur. Eğer” İslâm şeriatı Arapların o günkü
seviyelerinde
olmasaydı, o zaman onlar için mucize olmazdı. Kur’an’ın
meydan okuyuşu karşısında: “Bu bizim seviyemizde değil, bizim sözümüze
• 194 •
Ahmed Kalkan
benzemiyor, bizce bilinen türden değil; bizim sözlerimiz bizce biliniyor ve
anlaşılıyor, bu ise bilinmiyor ve anlaşılmıyor...” gibi ifadelerle mazeret belirtmeleri
mümkün olur ve o haliyle Kur’an onları acze düşüren bir mucize
özelliği arz etmezdi.
Şatibî daha sonra Arapların o dönemde bildikleri yıldız ilmî, yağmurun
ne zaman yağacağı ve rüzgârların hareketlerine dair ilim, tarih ve tıp gibi
ilimlerden sözeder. Araplar bu ilimleri biliyorlardı. Islâmca yasaklanan bazı
ilimleri de biliyorlardı. İslâm bu ilimlerden sahih olanları doğruladı ve bâtıl
olan kısımları tashih etti. Bâtıl ilimlerden de uzak durmalarını söyledi.
O, bu konularla ilgili birtakım âyetler getirdikten sonra sözü şu noktaya
getirir: “Birçok insan Kur’an üzerindeki iddiasında sınırı aşmış ve ona
tabiat ilimleri, matematik ilimleri, mantık, ihn-i huruf vb. gibi öncekilerin
ve sonrakilerin bütün ilimlerini yüklemiştir. Sahabe, tabiin ve onları takip
eden nesillerden oluşan selef-i salih, Kur’an’ı ve Kur’an ilimlerini, Kur’an’da
bulunan esrarı en iyi bilen kimselerdi.
Bununla birlikte onlardan hiçbir kimsenin bu iddia doğrultusunda sözettiği
bize ulaşmamıştır. Onlar Kur’an’dan, sadece tevhidin delilleri,
teklifi
hükümler, âhiretle ilgili hükümler ve bunlarla ilgili konuların
isbatına çalışmışlardır.
Eğer onların bu iddia doğrultusunda çabalan ve incelemeleri
olsaydı, meselenin esaszna delâlet edecek şeyler mutlaka bize kadar ulaşırdı.
Böyle bir şey ulaşmadığına göre, bu iddianın onlarda mevcut olmadığı
anlaşılmaktadır. Bu da Kur’an’da onların iddia ettikleri gibi bütün ilimlerin
esaslarının bulunmadığına bir delildir. Evet, Kur’an bazı ilimleri içermektedir,
ancak bunlar Arapların bildikleri ilimlerdir, yahut onların bildikleri
ilimler üzerine kurulu olan ve akıl sahiplerinin taaccüb ettiği, işaretleri
gösterilmedikçe, yolları aydınlatılmadıkça üstün akıl sahiplerinin
dahi
kavrayana ayacağı türdendir. Kur’ an’da bunların dışında başka bir şeyin
bulunması noktasında ise; cevap, hayır olacaktır.”
Şatibî, bu ekol sahiplerinin delil olarak ileri sürdükleri âyetleri ele almakta
ve şöyle demektedir: İddia sahipleri muhtemelen kendilerine delil
olarak şu âyetleri kullanmaktadırlar: “Sana her şeyi açıklayan Kitabı indirdik.”
522; “Kitapta biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık”523 Delil olarak kullandık-
522 16 Nah! 89.
523 6 En'am 38,
• 195 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
ları âyetlerden maksat müfessirlere göre yükümlülük ve Allah’a kulluk icrasında
gerekli olan hususlarla ilgili şeylerdir. “Kitapta Biz hiçbir şeyi eksik
bırakmadık” âyetinden maksat ise, Levh-i Mahfuzdur.524
Çağımızda bilimsel tefsire en köklü karşı çıkışı Emin el-Hûli yapmıştır-
O “et-Tefsir Maâlimu Hayatihi Menhecuhu’1-Yevm” isimli eserinde Şatibî’nin
itirazlarım naklettikten sonra bilimsel yorumun İmkânsızlığına dair
şu delilleri ileri sürmektedir:
a. Bilimsel tefsir, lügat açısından imkânsızdır. Kelimelerin de canlılar
gibi Ömürleri vardır. Bir kelime zaman içerisinde yeni anlamlar
kazanır.
Kelimelerin geçirdikleri ömür içerisinde ne zaman, hangi anlamı kazandıklarına
dair tarihi bir tesbit yapabilecek olsak Kur’an lafızlarının bu kadar
garip anlamlara hamledilmelerinin mümkün olmadığım görürüz. Kur’an’ın
indiği dönemde lafzın bir anlamı vardır. Hâlbuki o lafza modern zamanda
yüklenen anlam, Kur’an’m indiği dönemde mevcut değildi.
Hûli bununla şunu kastediyor olmalıdır: Modern zamanda ortaya çıkan
buluşları Kur’an’ın indiği dönemde ifade eden bir lafız yoktu. Çünkü
lafızlar, zihinde veya dış dünyada var olan anlamları ifade etmek için kullanılırlar.
Ne zihinde ve ne de dış dünyada var olmayan bir anlamın lafzı
(ismi) olmaz. Modern anlam ve varlıkları ifade eden lafızlar, bu anlam ve
varlıkların ortaya çıkışlarından önce başka anlamlarda kullanılıyorlardı.
Yeni anlamlar bilahare onlara yamanmıştır.
b. Kur’an’ın belağati açısından da bilimsel yorumlama imkânsızdır.
Çünkü belagat, durumun gereğine uygun söz söylemektir. Kur’an’ın ilk muhatapları
bu bilimsel yorumları bilmiyorlardı. Eğer bu bilimsel yorumlar
kastedilmiş olsaydı, durumun gerektirdiğine göre hareket edilmemiş olurdu.
Diyelim ki Kur’an âyetleri, iddia edilen
bu bilimsel yorumlan kastediyordu.
Peki, o dönemde yaşayan insanlar bunları anladılar mı? Eğer anlamış
olsalardı, çeşitli modern ilim sahalarındaki ilmî kalkınmaları, Kur’an’ın
ortaya çıkmasıyla hemen niye başlamamış ve niye, hayatlarını, muhtelif
ilimlerin nazariyelerini açıklayan ve onların inceliklerini anlatan bu âyetler
üzerine kurmamışlardır.
524 Şatibi, el-Muvafakat -Çev. Mehmet Erdoğan-, lstanbuH990.il. 67-78.
• 196 •
Ahmed Kalkan
Gerçekte de bilfiil görüldüğü gibi, eğer o âyetlerden, bu mânâlar anlaşılmamış
ve dilin esas sahipleri, Kur’an’ın ibareleri arasında bunların farkına
varamamışlarsa, onlar nasıl olur da Kur’an’dan murad edilen manalar
olabilirler? Nasıl o kelimeler, bu manaları anlatmış olur?
c. Dinî ve itikadî açıdan da bilimsel yorumlar imkânsızdır. Çünkü
Kur’an insanların dinî ihtiyaçlarına hitap ediyor. O, evren bilimle
uğraşmıyor
ve hedefleri arasında da bu gibi hususlar bulunmamaktadır.
İtikadî
meseleler evrenseldir, değişme kabul etmez. Bilimsel veriler ise, sürekli değişikliğe
uğramaktadır. Kur’an’ı bilimsel
verilerin sonuçlarına göre yorumlayacak
olursak, insanların inançlarıyla oynamış oluruz.
Bir din kitabı ile, muhtelif ilmî gerçekler arasında bağlar kurmaya
çalışan
ve bunu, Kur’an’ın doğruluğuna, i’câzma veya her zaman
için geçerli
oluşuna vs. gibi yönlerine delâlet eden yönlerinden birisi olarak gören birtakım
iyi niyetli kimselerin rağbet ettikleri bu irtibatlandırma konusuna
gelince, belki de bunun zararı, faydasından
daha çoktur.
Ancak eğer bu iyi niyetli kimseler ve onların görüşlerini benimseyenler
için, dinin ilme ters düştüğü iddiasını reddedebilmek maksadıyla
bu yöne
yönelmeleri mutlaka gerekliyse, bu konuda din kitabında,
ilmî bir araştırmanın
ortaya çıkardığı kâinatın önemli sırları, yahut varlığının temel nizamıyla
ilgili ilmî bir hakikate ters düşen sarih bir nassm olmaması, kanaatimce,
onlara yeterlidir. Bir din kitabı
için bu kadarı bile, onun hayattaki
geçerliliğini ve ilme olan uygunluğunu isbata ve bu konudaki tenkitlerden
kurtulmaya yeter.525
El-Hûli’nin eşi ve takipçisi Aişe Abdurrahman, “bilimsel tefsir”i bir
sapma olarak değerlendirmektedir. Ona göre bu eğilim gençlerimizi
büyük
bir tehlike ile karşı karşıya getirebilir: Çünkü; bu eğilime kapılanlar zamanla
Kur’an’m kendilerine tıp, anatomi, astronomi, biyoloji ve benzeri ilimler
alanında bir şey takdim etmediğini görecekler ve o zaman Kur’an’m çağdaş
bir kitap olmadığı ve çağımız insanına hitap etmediği gibi yanlış bir sonuca
varabilecekler.526
525 Emin el-Hûlî,a.g.m.,s,40. Ayrıca bk. Fehrl b. Abdirrahman b. Süleyman er Rumi, ttticahatu't- Tefsir
fı'I-Karni'r-Râbi' Aşar, Suudi Arabistan- 1986, II. 580" 581U.J.O,-Jansen, Kur'an'a Yaklaşımlar, -çev.
Halilrahman Acar, Ankara, 1993, s. 102.
526 bk. İffet garkavî, Kadâyâ İnsaniyye fi A'mali'l-Mufessirîn, Beyrut-1980, s.93.
• 197 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Bilimsel tefsire yumuşak itirazlar yönelten Mısır’ın çağdaş edib ve mütefekkiri
Abbas Mahmud el-Akkad bu konuda özet olarak şöyle demektedir:
Her dönemde müslümanın kendi düşünce ortamı ve problemleri acısından
Kur’an’ı bağımsız olarak tefsir etme hakkı vardır. Aslında olması gereken
de budur. İslâm ümmeti tarihi boyunca yeni medeniyetlerle
karşılaşmış ve
bu medeniyetlerle her karşılaştığında önüne çıkan düşünceler konusunda
Kur’an’m ne dediğini değerlendirmeye çalışmıştır. Bu sırada bu medeniyetlerden
etkilenmiştir de. O halde çağımız Batı medeniyetiyle karşılaştığında
da böyle bir değerlendirme
yapması doğaldır. Bu bağlamda kişiler, bilimsel
sonuçlarla Kur’an âyetleri arasında birtakım bağlantılar kurabilirler. Ancak
bu bağlantıları kurarken ne kendisinin vardığı sonuçlara Kur’an’m bir
emriymiş gibi inanması ve ne de vardığı bu sonuçları dinî bir inançmış
gibi sunması doğru olur. Bilimin nazariyeleri bir tarafa kesin sonuç olarak
tak’dim ettiği birçok meseleleri bile zamanla değişime uğrayabilmektedir.527
Kur’ân’ın bilimsel i‘câzı yaklaşımını destekleyen ilim adamlarında görülen
zaaf noktalarından biri Kur’ân–bilim uyuşmasının izharı konusundaki
acûl ve ânî tutumlarıdır. Öyle gözüküyor ki bu zevat, ilmî tutarlılık ve
düşünsel olgunluğun tersine, üstelik çok aceleci davranarak ve hamasî bir
yaklaşım sergileyerek modernitenin izinde sürüklenip gitmektedir. Bunların,
hakikatin peşinde koşmak yerine bir teoriyi ispatlama arzusundan
kaynaklanan bir dürtüyle, bir an önce sonuçlara atladıkları görülüyor. Mevcut
İslamcı söylem, düşünsel devinim eksikliği ve aceleci yönü göze çarpan
örneklerle doludur. Şahsen benim kişisel uzmanlığım, big-bang teorisi gibi
bilimsel anlamda nihai olarak kanıtlanıp kanıtlanmadığı ya da hâlâ tartışmaya
ve gelişmeye açık olup olmadığı netleşmeyen bir takım teoriler konusunda
kesin hüküm vermek için bana bir yetki ve hak vermemektedir.
Ancak öyle gözüküyor ki, bazı Müslüman ilim adamları Kur’ân-ı Kerim’in
bu gün bilim adamlarınca ortaya konan teorileri on dört asır önce zikrettiğini
açıklama dürtüsüyle hareket ederek Kur’ân-ı Kerim’e başvurmaktadır.
“Bana göre Kur’ân-ı Kerim’de big-bang teorisini destekleyen hiçbir âyet olmasa
bile o, kutsallığından bir şey kaybetmeyecektir. Çünkü Kur’ân, Allah’ın
kelâmıdır.”
527 Mehmet Sait Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri
• 198 •
Ahmed Kalkan
Bu akımda görülen diğer bir problem ise Kur’ân’daki temel önceliklerin
değişmesidir. Bu akıma göre Kur’ân âyetleri en fazla evrenin hakikatleriyle
ilgilenmektedir ve Kur’ân adeta bilimsel kaynaklar içinde başlıca bir kaynaktır.
İnsanın kâinatla ilgili bu hakikatleri kendi çalışmalarıyla keşfedebileceği
açıktır. Aynı şekilde açıktır ki, Kur’ân âyetlerinden çıkarıldığı ileri sürülen
bilimsel fenomenler gerçekte ve çoğunlukla Müslümanlardan önce
ve Kur’ân’ın bilimsel i‘câzını gösterdiği bilinmeden önce gayr-i Müslimler
tarafından keşfedilmiştir. Bütün bunları bir tarafa koysak bile ciddiyetle
üzerinde durulması gereken bir nokta daha vardır: Kur’ân’ın temel konuları
nelerdir? Kur’ân’ın insanoğluna ulaştırmaya çalıştığı esas mesaj nedir?
İlâhî vahiy, insanoğluna yeryüzü, gökyüzü, bitkiler, yağmur, denizler ve
dağları açıklamak için inmemiştir. Tabiat olgularından, daha hususî anlamıyla
âyetlerden, alâmetlerden ve işaretlerden bahseden âyetler anlayabildiğimiz
kadarıyla bu olgulardan daha önemli ve daha büyük hakikatlere
ulaşabilmek için insanın dikkatini bu küçük ve ince hakikatlere çekmeyi
hedeflemektedir.
Bu âyetlerin konulduğu çerçeveyi görmezden gelmek ve onları iniş
gayesinden ve bağlamından koparmak ve Kur’ân’ın nüzûlüne temel olan
önem noktalarını ihmal etmek, bu âyetlerin manalarını bozmak ve onları
hakikî maksatlarının tersine döndürmektir.
Aynı metotla Kur’ân’ın manalarını konu edinen ve el-Kitâb’ın her sahayla
ilgili bütün bilimleri kapsadığını iddia eden mutlak açıklamaların,
İslam geleneğinde güçlü bir dayanağı yoktur. Kur’ân’ın “bütün bilimler için
sabit bir yöntem” olduğunu öne süren açıklamaların, aklı başında, ciddi,
dengeli ve sorumluluk bilinci olan ilim adamlarınca ciddiye alınması
mümkün değildir. Esas itibariyle duygusal açıklamalar üzerine kurulmuş
bu akım kendi hedefiyle çelişik bir noktaya varabilir. Duygusal sâikler olsa
da Kur’ân’ı Kerim, sürekli değişen bilimsel gelişmeye tâbî kılındığında ve
Müslüman ilim adamlarını bilimsel sonuçlara ve keşiflere tâbi olan bir konuma
yerleştirerek onları zelil izleyiciler konumuna indirmek, yeni keşifler
ve bulgularla uyumlu hale getirmek için âyetler yorumlanması gerekmeyen
anlamlarla açıklamaya zorlanırsa bu akım aklı başında âlimler tarafından
ciddiye alınmayacaktır.
• 199 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Diğer taraftan, Kur’ân-ı Kerim’in temel bilimlerin kaynağı olduğu hususundaki
abartılı iddialar bilgi kaosuna ve bilinç bulanıklığına sebep olabilir.
Daha da kötüsü bilim ve dinin her ikisine zarar verebilir. 528
- 28. Âyet -
وَلا تذَرُ Ð لا تبْقِ ي
terk etmez Ð لا تبْقِ ي : bırakmaz : : وَلا تذَرُ
“Bırakmaz da terk etmez de.” (28. Âyet)
Sekar, içindeki hiçbir şeye acımaz, yok eder. Kâfirlerden hiçbirini bırakmaz,
mutlaka yakar, derileri yenilenir tekrar yakar. Yakıp durduğu kimseleri
artık ebediyyen terk etmez, yakasını bırakmaz. Onlar öyle helak olup
mahvolmuş bir halde de kalmazlar, onlar yine Allah’ın kudreti ile yaşarlar,
azapları devam eder. Cehennem onların takdir edilen azaplarını görmeleri
için yakalarını tutar, onları serbest bırakmaz. Onlar azaptan kaçıp kurtulamazlar.
Ebediyyen azap içerisinde kalırlar.
İbn Abbas diyor ki: “Kan, kemik ve etten hiçbirini bırakmaz. Yeniden
yaratıldıklarında, öncekinden daha şiddetli bir şekilde tekrar yakılırlar.
Ebediyyen bu böyle devam eder.”529
Mevdudi diyor ki: “Bunun iki anlamı olabilir.
1) “Yani, herhangi bir kimse onun içine düştüğünde kül olacak, bununla
kurtulamayacak ve daha sonra yeniden diriltilip tekrar yakılacaktır.”
Aynı husus başka yerde “... orada o ne ölür ne de dirilir” 530 şeklinde beyan
edilmiştir.
528 Kur’ân-ı Kerim'in Bilimsel Tefsiri ve Sakıncaları, Zafer İshak Ensârî (Çev: Ömer Faruk Tokat)
529 Fahreddin er-Razi, Mefatihu’l-Ğayb: 30/202; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat,
c. 7, s. 125
530 87/A'lâ, 13
• 200 •
Ahmed Kalkan
2) “O azâbı hak etmiş olanlardan kimse bir yere kaçamayacak ve hepsi
azabı göreceklerdir.”531
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Ne geriye bir şey bırakır,
ne yakasını bırakır. Yani o öyle sırnaşık bir Sekar’dır ki, bir kere çattığı bir
şeyi hiçbir zerresi kalmayacak şekilde yok edip tüketir, sonra da yakasını
yine bırakmaz. O yok olan yeni bir yaratılışa çevrilir. O yine evvelki gibi
azap ile çatmaya devam eder.”532
Kurtubî bu âyetleri şöyle açıklar:
“Sekar’ın ne olduğunu sana ne bildirdi?” Bu, onun niteliklerini mübalağa
yoluyla anlatmaktır. Yani, onun nasıl bir şey olduğunu sana ne bildirdi?
Bu, hakkında soru sorulanı, büyüklüğüne dikkat çekmek içindir. Daha
sonra, Sekar’ın durumunu açıklayarak şöyle buyurmaktadır:
“O, hem bırakmaz, hem de terketmez.” O, yakmadık hiçbir kemik, et ve
kan bırakmaz. (Aynı anlamdaki) lafız te’kid olmak üzere tekrarlanmıştır.
Şöyle
de açıklanmıştır: Onlardan hiçbir şey bırakmaz. Sonra yeniden tekrar
yaratılırlar,
bu sefer yine yeniden onları yakarak geriye hiçbir şey bırakmaz
ve bu ebediyyen böylece devam eder, gider.
Mücahid dedi ki: O, içinde bulunanı hayatta bırakmadığı gibi, ölüme
de terketmez. Yaratılışları yenilendiği her seferinde, onları yakar. es-Süddi
dedi
ki: Onlann ne etlerini bırakır, ne de kemiklerini teikeder.533
Orada ne ölebilecekler ne de yaşayabilecekler. Buna ne yaşamak denir,
ne de ölmek. Ne ölüp kurtulacaklar, ne de doğru dürüst insan gibi yaşayabilecekler.
Ölümü temenni ettiren bir azabın içinde, ama ölümü de bulamadan
ebediyen kalmak ve unutulmak. Onlar için bu azaptan kurtaracak
ölüm yoktur. Sonsuza dek ölümü temenni ettirecek bu azabın içinde kalacaklar.
Orada, ateşin içinde ölmek de yok, insan gibi yaşamak ta yok. Ölmek
olmadığı gibi yaşamak da yok. Böyle ölümle yaşamak arası kötü bir durum.
Üstelik pislik taraftarları, dünyada da kolayı değil zoru tercih etmişlerdi.
531 Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları, c. 6, s. 473
532 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları, c. 8, s. 422-423
533 Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l Kur’an, Buruc Yay., c. 18, s. 187
• 201 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Kâfirlik gerçekten çok zor. Hani “takıl bana ve hayatını yaşa!” derler ya,
işte böyle dünyada yaşadıkları pis bir hayatın sonunda takılacak azaba, ama
yaşamak yok. Deniliyor ki adamın canı boğazına gelecek, ne çıkacak, ne de
geri gelecekmiş. Ne ölebiliyor, ne de kurtulabiliyor, işte böyle bir şey. Zaten
insan da günâh mahalli, günâh makamıdır.
O ateş bir şey bırakmaz, adamın suyunu çıkarır ama işi bitirmez. İnsanı
insanlıktan çıkarır ama tamamen de öldürmez. Yandı, kül oldu, bitti
tamam, onu salıvereyim demeyen bir ateştir o.
İnsanın derisini soyan, insanı insanlıktan çıkaran, insana susamış, insana
doymayan, insansamış bir ateş. Hani susamak veya çaysamak var ya,
işte aynen onun gibi insansamış, insana susamış, insana doymayan, “Aman
gelsin; daha çok gelsin!” diyen bir ateştir o. 534
- 29. Âyet -
لَوَّاحَةٌ للْبَ ش�َ
لوَّاحَةٌ : kavurandır للْبَ ش�َ :ِ insan derisini
“İnsan derisini kavurandır.” (29. Âyet)
Bu âyette geçen levvâh kelimesi, “ışık saçmak, bir şeyi görünür kılmak
veya ateşte yakmak” gibi anlamlara gelen l v h kökünün türemiş şeklidir.
Müfessirlerden çoğu, bu veciz ibareyi, “insanın görüntüsünü değiştirir”
veya “insan derisini kavurur” şeklinde yorumlamışlardır. Ancak levvâh
sözcüğünün öncelikli anlamı, “bir şeyi görünür kılmak” olduğundan bu
âyet, “ölümlü insana nihâi hakikati gösterir” şeklinde de manalandırılmıştır.
“Beşere delicesine susamıştır.” Bedende ne varsa yanacaktır, denildikten
sonra, yanısıra derinin de ateşin şiddetinden döküleceği söyleniyor. Görünüşte
bu ifade lüzumsuz gibi gözükmektedir, ama azabın bu şeklini ayrıca
534 Ali Küçük, Besairu’l Kur’an
• 202 •
Ahmed Kalkan
vurgulamanın sebebi, insanın görünüşünün en bariz hususiyetinin onun
yüzündeki ve bedenindeki derisi olduğu içindir. Onun üzerinde oluşacak
en ufak bir lekeden bile utanç duyar. İç organlarında olabilecek bir eksiklik
ya da kusurdan cildinde olan kadar üzüntü duymaz. Çünkü bunu görerek
diğer insanlar da ondan iğrenecek ve toplumsal konumu değişecektir. İşte
bu yüzden, “Bu dünyada onlarla kibirlenip durduğunuz bu güzel çehreler
ve şahane cesetler eğer Allah’ın ayetlerine karşı inatla muhalefete devam
ederseniz -Velid bin Muğire gibi- o zaman bunların derileri yakılacak ve
sonunda kapkara bir kömüre döneceklerdir,” buyurulmaktadır.535
Muhammed Esed, der ki: “Ölümlü insana (nihaî hakikati) gösterir.” Müfessirlerin
büyük kısmı yukarıdaki vecîz ifadeyi “insanın görüntüsünün
değiştirilmesi” yahut “insan derisinin kavrulması” anlamında yorumlamışlardır.
Oysa benim tercih ettiğim çeviri, lâha fiilinin -“göründü”, “ışık
saçtı” yahut “görünür oldu”- birincil anlamına dayanmaktadır. Bu nedenle,
levvâh isim-fiilinin başta gelen anlamı, “[bir şeyi] görünür kılan”dır. Yukarıdaki
bağlamda, günahkârın hakikati gecikmiş olarak kabul etmesiyle
ve aynı zamanda kendi tabiatına, geçmişteki zaaflarına ve bilerek yaptığı
hatalarına pişmanlıkla bakmasıyla ve kendisini bekleyen azaba karşı kendi
sorumluluğunu fark etmesi ile ilgilidir: ki bu da, ne bir hayat ne de ölüm
durumudur. 536
Kurtubi de şu açıklamayı yapar: “O, insan derisini kavurandır.” Değiştirendir.
Bu Safız: Onu değiştirdi”
fiilinden alınmıştır. Kavurandır” lafzı
genel olarak “Sekar’ın ne olduğunu sana ne bildirdi” buyruğundaki “Sekar”
m sıfatı olarak ref ile okunmuştur. Atiyye el-Avfî, Nasr b. Âsim ve İsa
b. Ömer ise dehşetli halini daha bir anlatmak için ve ihtisas olmak üzere;
diye okumuşlardır. Ebu Rezin dedi ki: Onlann yüzlerini bir defa kavurur ve
geceden daha siyah bir hale getirir. Mücahid de böyle demiştir. Araplar: Soğuk,
sıcak, hastalık, keder onu değiştirdi” derler. Ru’be b. el-Accâc da şöyle
demiştir: “Daha önceleri şişman ve aşırı tokken değiştirdi onu, Yarış için
senin bir atı zayıflatman gibi.” “Aşırı derecede susuzluk” demek olduğu da
söylenmiştir. Susuzluk onu değiştirdi” anlamındadır. Bu durumda buyruk
şu anlamda olur: O insanları yani içinde bulunanları susatandır.
535 Mevdûdi, Tefhimu’l Kur’an
536 karş. 87/A’lâ, 12-13; Muhammed Esed, Kur’an Mesajı
• 203 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
İbn Abbas dedi ki: “Kavurandır” lafzı beşyüz yıllık bir mesafeden insanlara
görülendir, demektir. el-Hasen ve İbn Keysan dedi ki: Cehennem açıkça
kendisini görünceye kadar onlara görünür, demektir. Bu anlamıyla bir
benzeri
de yüce Allah’ın: “Azgınlara da cehennem açılıp gösterilir” 537 buyruğu
bunu andırmaktadır.
“Beşer cinsinin derisi” lafzı iki şekilde açıklanmıştır: Birincisine göre
bu cehennemlik olan insan demektir. Bu açıklamayı el-Ahfeş ve çoğu kimse
yapmıştır.
İkinci açıklamaya göre, bu, insan vücudunun derisinin görünen
kısmı demek olan: Ten” lafzının çoğuludur. Bu açıklamayı da Mücahid ve
Katade yapmıştır. ‘ın çoğulu; şekiinde gelir. Bu birinci açıklamaya göre böyledir.
İbn Abbas’ın açıklamasına göre ise bunun -deri ve ten değil- ancak “insanlar”
anlamında olması halinde mana düzgün olur. Çünkü o takdirde
(âyetin diğer lafzı): O şey parıldadı, parıldar” anlamında kullanılmış olmaktadır.
538
- 30. Âyet -
ا تسْعَةَ عَ ش�َ Ø عَلَيْ َ
اØ عَلَيْ َ : üzerinde vardır تسْعَةَ عَ ش�َ :ِ on dokuz
“Üzerinde on dokuz vardır.” (30)
O cehennem ateşinin üzerinde iri cüsseli, sert tabiatlı, Allah’ın emrine
karşı gelmeyen ve emredildikleri şeyleri yapan zebânîlerden oluşan koruyucu,
görevli on dokuz melek vardır. İbn Abbas şöyle der: “Onlardan birinin
iki omuzu arasında bir yıllık mesafe vardır. Her biri o kadar kuvvetlidir
ki, kamçı ile bir vurmakla yetmiş bin insanı cehennemin dibine atar.”539
537 26/Şuarâ, 91
538 İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 18/187
539 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/126.
• 204 •
Ahmed Kalkan
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Onun başında iri cüsseli, sert tabiatlı,
Allah’ın emirlerine karşı gelmeyen ve emredildikleri şeyleri yapan melekler
vardır.” 540
Nüzul Sebebi
Berâ’dan (r.a.) rivâyet edildiğine göre Yahudilerden bir cemaat, Rasûlullah’ın
(s.a.s.) bazı ashabından cehennemin bekçilerini sormuşlar. Onlar
da: “Allah ve Rasûlü en iyi bilendir.” demişler. Bunun üzerine Cibril-i Emin
gelmiş ve bu âyet-i kerimeyi indirmiştir.541
Berra dedi ki: “Yahudilerden bir gurup, Nebi’nin ashabından olan bazı
kimselere cehennemin bekçilerinden sordular. Sahabeler de bunu Rasulullah’a
gelip sordular. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu.” (İbn Ebi Hatim; Beyhaki,
Ba’s; Suyuti, Esbab-ı Nüzul Lübab-ı Nükul) Câbir b. Abdullah diyor ki:
“Yahudilerden bir kısım insanlar, Rasûlullah’ın sahabilerine gelerek: “Sizin
nebiniz, cehennemin zebânîlerinin kaç tane olduğunu biliyor mu?” diye
sordular. Sahabiler: “Bilmiyoruz. Onu Peygamberimize soralım.” dediler.
Bunun üzerine bir adam Rasûlullah’a gelerek: “Ey Muhammed, bugün senin
ashâbın mağlup edildi.” dedi. Rasûlullah: “Ne ile mağlup edildiler?” diye
sordu. Adam: “Yahudiler onlara: “Sizin nebiniz, cehennemin zebânîlerinin
sayısını biliyor mu?” diye sordular.” dedi. Rasûlullah: “Onlara ne cevap verdiler?”
diye sordu. Adam: “Bilmiyoruz. Onu Peygamberimize soralım.’ dediler.”
diye cevap verdi. Rasûlullah: “İnsanlara bilmedikleri bir şey sorulur,
onlar da ‘Bilmiyoruz. Onu nebimize soralım.’ derlerse mağlup mu olurlar?
Hâlbuki kendileri nebîlerine: ‘Sen bize Allah’ı açıkça göster.’ şeklinde isteklerde
bile bulunmuşlardır. O Allah düşmanları bana gelsinler ben onlara cennetin
toprağının ne olduğunu soracağım. Aslında onun toprağı, un şeklinde
ince bir topraktır.” dedi. Yahudiler Rasûlullah’a geldiler ve: “Ey Eba’l-Kasım,
cehennemin zebânîleri kaç tanedir?” diye sordular. Rasûlullah önce parmaklarının
onunu sonra da dokuzunu göstererek; “Şu ve şu kadardır.” dedi.
Yahudiler: “Evet.” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah onlara: “Cennetin toprağı
nedir?” diye sordu. Yahudiler biraz sustular sonra: “Ey Ebe’l-Kasım o,
540 66/Tahrîm, 6
541 Tefsir-i Meraği; Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim Meali Alisi ve Tefsiri, İpek Yayınları: 8/266.
• 205 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
ekmektir.” dediler. Rasûlullah onlara: “Ekmek undandır.” dedi.542 Yani cehennemin
toprağı ekmek değil, un şeklinde ince topraktır.” demek istedi.
Abdullah b. Abbas diyor ki: “Müddessir 30. âyeti inince Ebu Cehil Kureyş’e
şöyle dedi: “Anneniz sizi kaybetsin (hay ölesiceler). Görüyorum ki,
Ebu Kebşe’nin oğlu, yani Muhammed, cehennem bekçilerinin on dokuz
olduğunu size bildiriyor. Oysa siz cesur ve kalabalık bir topluluksunuz.
Sizden her on kişi, onlardan birini yakalamaktan âciz mi? Bunun üzerine
Ebu’l-Esed el-Cumahi ki çok kuvvetli birisi idi. “Ben sizin için onlardan
on yedisine yeterim. Siz de benim için onların ikisine yetin.” dedi. Bunun
üzerine Yüce Allah Müddessir: 31. âyetini indirdi.”543
Bir rivâyette Ebu Cehil: “Sizden yüz kişi onlardan birini yakalamaktan
âciz mi? Böyle yapar, sonra ateşten çıkarsınız.” dedi.544
Allah Teâlâ’nın ordusu, Ebu Cehil’in sandığı kadar sadece cehennemin
üzerindeki on dokuz zebânîden ibaret değildir. Kaldı ki bu zebânîlerden
her biri çok büyük ve çok güçlüdürler.
Rasûlullah (s.a.s.) yedi kat gökte bulunan “Beyt’l-Ma’mur”u anlatırken
oraya girip çıkan melekler hakkında şöyle buyurmuştur: “Her gün orada
yetmiş bin melek namaz kılar. Oradan bir çıkan bir daha oraya dönmez. Oraya
son girişleri olur.”545
Âyet-i kerimenin sonunda Sekar adındaki cehennem, insanoğluna bir
hatırlatma olarak zikredilmiştir.546
İbn Cüzeyy Zemahşeri’den naklen diyor ki: “Kendilerine kitap verilenler
ve iman edenler kuşkuya kapılmasın.” Bu, önceki cümlenin tekididir. Çünkü
Yüce Allah, kesin olarak bildiklerini anlattıktan sonra, ayrıca kuşkularının
olmadığını anlattı. Böylece “Vela yertâbu: Kuşkuya kapılmasın” sözü, te’kid
ifade etmiş oldu.” Edebiyatçıların itnab dedikleri sanat budur.547
542 Tirmizi, Tefsir: 74.
543 Alusi, Ruhu’l-Meani: 29/126; Fahreddin Razi, Mefatihu’l-Ğayb: 30/203; Hazin: 4/177; Muhammed Ali
es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/126.
544 Kurtubi, Camiu li Ahkami’l-Kur’an: 19/76; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat,
7/126.
545 Buhari, Bed’ul-Halk 6; Müslim, İman 264.
546 İbn Cerir et-Taberi, Tefsir, Hisar Yayınları, 8/484-485.
547 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat 7/127.
• 206 •
Ahmed Kalkan
Fahreddin Râzi diyor ki: “Bazı durumlarda kesin inancın olduğunu söylemek,
daha sonra kuşkunun meydana gelmeyeceğini göstermez. Binaenaleyh
bu sözün tekrarlanmasından maksat şudur: Ehl-i Kitapta, daha sonra
hiç şüphe meydana gelmeyecek şekilde kesin bilgi oluşmuştu. Rasûlullah
(s.a.s.) Kureyş’in durumundan, bu hayret verici sayıyı onlara bildirdiğinde
kendisiyle alay edip güleceklerini biliyordu. Dolayısıyla Yüce Allah, bu haberi
anlatmaktan maksadın ne olduğunu daha açık bir ifade ile açıkladı.”548
Muhammed Ali es-Sâbunî diyor ki: “Kelâmcılar şöyle der: “Allah’ın bir
grubu saptırması, diğerini hidâyete erdirmesi, onlardan herbirini sapıklığa
veya hidâyete zorlar demek değildir. Onları hayır ve şer yollarına girmeye
zorlar manasına da gelmez. Hayır, bu tür zorlama ilahi adalete aykırıdır.
Hatta semavi emir ve yasaklardaki hikmete de aykırıdır. Kulun irâde ve
seçme hakkı olduğunu gösteren kesin ve mütevatir şeriat metinleri ile de
bağdaşmaz. İrade ve seçme hakkı, teklif ve sorguya çekmenin sebebidir. Sahabe
ve selef-i salihinin anlayışı böyledir. Bir adam Ali’ye (r.a.) şöyle sordu:
“Senin Suriye halkı ile savaşman, Allah’ın kaza ve kaderi ile midir? Ali (r.a.)
şöyle cevap verdi: “Yazık sana! Herhalde sen bunu zorunlu bir kaza ve kesin
bir kader sandın. Durum öyle olsaydı, sevap ve cezanın manası kalmazdı
ve vaad ve tehdit yapılmazdı. Kuşkusuz Allah, kullarına, onları serbest bırakarak
emirler verdi ve onlara sakındırarak yasaklar koydu. Onları kolay
şeylerle yükümlü kıldı. Zor şeylerle yükümlü kılmadı. Kitaplarını kullara
boş yere indirmedi. Gökleri, yeri ve bu ikisi arasındaki şeyleri boşuna yaratmadı.
“Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Bu yüzden inkâr edenlere ateşten bir
azap vardır.”549 Bu açıklamaların ışığında hidâyet vermenin ve saptırmanın
manası anlaşılır.”550
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Bu “on dokuz”un ne olduğunu
açıklayan kelime zikredilmiyor. Ancak bundan sonraki âyetten
bunun, o cehennemin korucuları olan melekler yani zebânîler olduğu
anlaşılıyor. İnsanoğlunun ruhî ve ahlâkî kuvvetlerinin analizini yapıp sınıflandırarak
bu sayının sır ve hikmetini açıklamaya çalışmak isteyenler
olmuşsa da, doğrusu bunun akılla bilinebilecek bir ilim işi değil, mutlak
bir iman işi olmak üzere bir sınama için olduğu ikinci âyette özellikle anla-
548 Fahreddin Razi, Mefatihu’l-Ğayb 30/206; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat
7/127.
549 38/Sâd, 27
550 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/127.
• 207 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
tılmıştır. Onun için bunun, kayıtsız şartsız bir iman ile inanılması istenen
mutlak bir İlâhî haber olduğunu tasdik edip “yorumunu ve mânâsını Allah
bilir” demek gerekir. Özet olarak şöyle diyebiliriz: Yüce Allah’ın şimdi sizin
tam olarak bilip anlayamayacağınız ve ilerde ortaya çıkacak öyle kuvvet ve
güçleri vardır ki onların hakikatini ancak kendisi bilir ve sizin ona mutlak
sûrette inanmanız gerekir. İşte size onlardan bir örnek haber veriyor. Bu, şu
anda imanı olmayan ve kalplerinde bir çürüklük bulunanlar için şaşırtıcı
bir sır, bilinmez bir şey gibi gelir. “Böyle kapalı Allah sözü, Peygamber duyurusu
mu olur?” diye alay ve inkâra sapmalarına sebep olabilirse de, kitap
ve peygamberin ne demek olduğunu ve gelecek işinin bugünkü işlere kıyas
edilerek bilinemeyeceğini, bilenlerin kuşkularını kesecek ve iman yeteneği
olanların imanlarını artırarak onları başarı ve kurtuluşa götürecek en
önemli sebeplerden, hatırlatma ve haber verme cümlesinden olduğu için
bunların yorumuna çalışmayarak mutlak bir iman ile inanılması gerekir.”551
On Dokuz; Eski Bir Hurûfîlik ve Hurâfe
Kur’an’daki 19 rakamının merkezî bir vazife gördüğünü ifade eden kitap
ve broşürlere göre; Kur’an’daki çeşitli kelimeler (in harfleri) bilgisayar
vasıtasıyla toplanarak ve çarpılarak, bütün bu kelimelerin 19 sayısı etrafında
döndüğü ve bu sayının Kur’an’ın matematiksel temeli olduğu ispatlanmıştır.
(Onlara göre) Bu matematiksel temel, Yüce Kur’an’ın bir mûcizesi,
bir delili veya onun ilahî orijinli olduğunun bir ispatıdır. Aynı zamanda, bu
konuda Amerika’da bilgisayar yardımıyla bir araştırma yapılıp oradan da
her yere yayıldığı ortaya çıkmıştır. (Yine onlara göre) Kur’an’ın bu mûcizesi
ancak son bir kaç yılda bilinmeye başlanmıştır. Bundan önce ise kimse tarafından
bilinmiyordu.
Bu araştırma şu teze dayanmaktadır: Yüce Allah Kitab’ının 30. sûresi
olan Müddessir’de 19 tane meleğin cehennemde vazifeli olduğuna işaret
etmiştir. Besmelenin harflerinin sayısı 19’dur. Daha sonra çeşitli kelimelerin
harf sayılarını veya onların 19 ile çarpımlarını vererek şu imaj ortaya
konmuştur. Yüce Kur’an 19 sayısı etrafında merkezîleşen bir matematiksel
sistem üzerine dayanmaktadır.
551 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları, c. 8, s. 423
• 208 •
Ahmed Kalkan
Bu bağlamda, ben, yanımda mevcut olan büyük-küçük broşür ve risalelerden
uzun zaman harcayarak geniş bir inceleme yaptım ve sonunda
aklımda iki soru belirdi:
Birinci olarak, Kur’an’da 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12, 19, 20, 30, 40,
100, 1000 gibi daha başka birçok sayı ve rakamlar da geçmektedir. Haakka
sûresi 17. âyette arşı taşıyan meleklerin sayısı 8 olarak verilmiştir. Öyleyse
Kur’an’ın matematiksel temelini ispat etmek için neden yalnız 19 rakamı
ileri sürülmektedir? Bazıları için 19 rakamının kutsallık anlamına gelip
gelmediğini incelemek gerekir. İkinci olarak, bu fikri Amerika’dan aşıran
insanlar kimlerdir? (İnanç yapıları, Hz. Muhammed’i (s.a.s.) ve O’nun sünnetini
nasıl gördükleri, O’ndan sonra başka Peygamber’in geldiğine inanmaları…)
Bu problemi aklî ve pratik bakış açısından incelemeden önce, bu iki
soruyu cevaplamak daha yerinde olacaktır.
Rakamların, dünyanın değişik mitolojilerinde büyük önemi vardır.
Günümüzde bile Chearoetc’in eserleri, rakam bilimi (Numerology)’in etkilerini
anlatır. Suriye ve İskenderiye’den yayılmış olan İslâm öncesi bu putperestvari
hurafeler, İslâm toplumuna da yavaş yavaş girmiştir. Hatta o dereceye
kadar ki, ebced hesabı olarak 786 rakamı yazıda besmelenin yerine
kullanılmaya başlanmıştır. Bu hurafeler yavaş yavaş ve tedricen öyle derin
kök salmışlardır ki, bütün sûre ve âyetlerin rakamları (bu esasa göre) hazırlanmıştır,
bugün bile bu rakamlar muskalarda kullanılmaktadır. 19 sayısı
en büyük birim olan 9 ile, en küçük birim olan 1 sayısından mürekkep bir
sayıdır. Bazı insanlar bu sayılara birçok mûcize atfederler, gerçi muvahhid
mü’minler sayıları kutsallaştırmayı asla kabul etmezler, fakat bir gurup cahil
kitle, bazı (sözde) müslüman kurnaz kişiler tarafından tuzağa düşürülüyor,
hatta bugün bile çoğu insan buna inanıyor.
Bugün, Kur’an metinlerindeki 19 sayısına atfedilen önem, Bahâîlerin
misyonervarî gayretlerinin bir ürünüdür. A.B.D.’de yaşayan yüz binlerce
Bahâî vardır. Onların inançlarına göre 19 sayısı, evrenin ve onun bütün
sistemlerinin merkezî çekirdeğini oluşturur. Onlar Kur’an hakkında matematiksel
bir hile üreterek müslümanları etkilemek istiyorlar. Bu konu, dünyanın
en önde gelen dillerinde yayımlanmaya devam ediyor.
• 209 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
19 sayısının üstünlüğüne olan inanç, aşağıdaki gibi tesis edilmeye devam
ediyor: Bahâî dininin kurucusu Ali Muhammed Bab, 1819’da Şiraz’da
bir şia ailesi içerisinde doğmuştu. O, 1850’de bir isyanda asılmıştı. Onun
yolunda olanlar o ölünce üç mezhebe ayrıldılar: 1. Bab’ı doğrudan takip
edenler, 2. Bahalîler denilen Bahaullah Mirza Hüseyin Ali Nuri’yi takip
edenler, 3. Onun büyük kardeşi Yahya Nuri Ezelî’yi (ki ona Ezelî denir)
takip edenler. Ali Muhammed Bab, Kur’an’a rakip olarak “el-Beyan” adlı
bir eser yazmıştır. Bahaullah da “el-Akdes” adlı bir kitap telif etmiştir. Bu
kitap Bahâîler tarafından Kur’an gibi ilahî bir kitap olarak (Divine Book)
kabul edilir. Bahâîlerin inancına göre, Ali Muhammed Bab, insan şekline
bürünmüş bir ilahtır (God İncarnated). Onun doğum yılının 1819 olduğu
söylenir. Bu tarihin rakamları toplanırsa 19 elde edilir: 1 + 8 + 1 + 9 =
19. Bu inançtan sonra, bütün evrenin matematiksel temeli 19 olarak kabul
edilir. Bahâîlerin dini takvimlerinde her biri 19 günden ibaret olan 19 ay
vardır, 19 x 19 = 361’dir. Şemsî yılın kalan dört günü çalınmış günler (cribben
days) olarak deklare edilir. Böylece 365 gün tamamlanır. Ezelî mezhebi,
Yahya Nur Ezeilî’nin erken ölümünden dolayı muvaffak olamadı. Fakat
Bahâî dini hayli yayıldı. Bahaullah, sonra Abdülbaha, daha sonra Abbas
Efendi, en sonra da Şevki birbiri peşine Mehdî ve Mülhem oldular. Bugün
İsrail hükümeti onları himaye etmektedir. İşgal altındaki Filistin’in Akka
şehri de onların merkezidir. Onlar misyonerlik merkezlerini Bahâî Okulu
(Bahâî Hail) denebilecek bir isim altında tesis etmişlerdir, propagandalarını
da gizlice yürütürler. Onların Agra ve Delhi’de merkezleri vardır. Karaçi’de
Business Recorder, Road’da bir Bahâî okulu vardır. Bütün duvarlarda 19
sayısı yazılmıştır. Onlar yazılarına 19 sayısı ile başlarlar ve bütün oturma
yerlerine (bank vs.) görünür bir şekilde 19 sayısı yazılmıştır.
Bahâilerle ilgili ifade ve analizlerden iki sorumuza da cevap bulabiliriz:
Niçin 19 rakamı seçilmiştir ve bu kampanyayı icra edenler kimlerdir? Bu
sorunun pratik içerikleri göz önüne alınırsa, o zaman konu daha iyi anlaşılır.
Dikkatlice düşünülürse, sorunun arkasındaki gizli oyun gün yüzüne
çıkacaktır.
Herhangi bir kitapta herhangi bir rakam, herhangi bir kelime ve herhangi
bir bölüm normal olarak ele alınmışsa, bu onun İlâhî orijinli olduğunu
göstermez. Eğer pirincin rengi beyaz ise, bu, yeryüzünün tuzlu olduğuna
delil teşkil etmez. Bir kimse normal olarak; “bu ölçüyü kim koymuştur
ve bu iddia ile delil arasındaki mantıkî ilişki nedir?” diye sorabilir.
• 210 •
Ahmed Kalkan
Besmelenin harfleri özel bir hatta göre 19’dur. Diğer hat şekline göre
ise 21’dir. Besmeledeki isim kelimesinin “elif ’i yazılmamıştır. Rahmân kelimesi
ise (fa’lân kalıbında) sa’dân, ğufrân ve hayrân kelimeleri gibi, uzun
ünlü (sesli) ile yazılmıştır (elifi yazılmamıştır.) Hâlbuki ilk vahiy olan “İkra’
bismi rabbike” âyetinde ise isim kelimesinin (elif)i yazılmıştır. Yine “Sebbih
isme rabbike” âyetinde elif yazılmıştır. Bütün buna benzer yerlerde elif yazılmıştır.
Kur’an Allah tarafından yazılı olarak vahy edilmemiştir. Bundan dolayı
onun hattından bir dedüksiyon (tümden gelim) doğru olmayabilir.
Bakara ve A’râf sûresinde geçen “bestaten” kelimesinde “sin” harfi Adnan
kabilelerine mensup olanların seslerini ayırdetmek için araya sıkıştırılmıştır.
Aksi takdirde Arap dilinde hiçbir şekilde be-sa-te (sad ile) köküne
rastlanmaz. O zaman bu tür dedüksiyonlar yalnızca cehalet ve ahmaklığa
işaret eder.
Aynı şekilde toplama, çıkarma, çarpma ve bölme yoluyla sadece
Kur’an’da değil, insanlar tarafından yazılan eserlerde de birçok sayısal tuhaflıklar
icat edilebilir. Meselâ; “Hâ mîm”in (ebced) numarası 48’dir. Bu
rakam Hakka sûresinde geçen 8 sayısına bölünecek olursa, 6 rakamı elde
edilir. “Elif lam mîm” de ilk altı sûre içerisinde gelmektedir. Yine Kur’an’da
29 sûre mukattaa (sessiz) denilen 14 harfle başlamaktadır ve bunlar 14
gruptur: 14x14 = 196. Elde edilen bu rakam Ashabı Kehf ’in sayısı olan 7
rakamına bölünecek olursa, Ay’ın kâşaneleri (Mansion) olan 28 sayısı elde
edilir. Bu tarzda, bir kimse, istediği gibi, herhangi bir kitaptan sayısal gariplikler
çıkarabilir. Yanlış anlama ve yanlış kavrama o kadar büyüktür ki, bu
tür matematiksel ve sayısal özellikler, Kur’an’ın İlâhî orijinli olduğu delilini
ispat etmek için hayli ileri gidebilmiştir. İnsanlar, tabiatı icabı, acayipliklere
ve tuhaf şeylere çok düşkündür. Bundan dolayı eğitilmiş ve oldukça akıllı
insanlar (bile), kelime ve sayıların hokkabazlığı ile cezb edilmiş ve çoğu
defa yanlış yönlendirilmişlerdir.552
552 Hâşimî, İslamic Studies, 1981/3, çev: Erdoğan Baş, Altınoluk Dergisi, Eylül 1996, sayı 127
• 211 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
On Dokuzculuk; Hem Çağdaş, Hem Hurâfe
Hurûfîliğin çağdaş bir tezâhürü de 19’culuk akımıdır. Amerika’da yaşayan
(sonra câmide öldürülen) Türk asıllı bir Mısır vatandaşı olan biyokimya
doktoru Reşat Halife’nin bilgisayar analizlerine dayanarak icad ettiği “on
dokuz mûcizesi”, piyasaya ilk sürüldüğünde hayli taraftar buldu kendisine.
Reşat Halife iddiasını, “on dokuz” sayısının Kur’an’ın kodu olduğu tezi üzerine
kurmuştu. Tarihte çıkan her fırka gibi o da delillerini Kur’an’dan getirmeye
çalışıyordu. Ama on dokuz sayısının mûcizeliğinin ispatı yapılırken,
Kur’an’da bu rakamla uyuşmayan bazı sayımlar elde edilince, Kur’an’ın bazı
âyetleri (meselâ Tevbe sûresinin son iki âyeti) inkâr edilmeye, bu âyetlerin
-hâşâ- Kur’an’a sonradan ilâve edildiği gibi çok âdice bir iftiraya varılıyordu.
Hurâfenin mantığı, her yer ve her çağda aynı. Uydurulan hurâfeye uymadı
diye, hurâfeden vazgeçilmek yerine âyetten vazgeçiliyordu. Buna “Kur’an’a
iman etmek” değil; “19’a iman etmek” derler. Hâlbuki sadece bu iki âyetteki
kelimeler değil; nice örnekte görüldüğü şekilde bazı kelimeler yanlış sayılıyor
veya uydurma te’villerle zorlanarak sayı tutmuş gösteriliyordu.
En sonunda bu iddiaları ortaya atan Reşat Halife, ağzından baklayı
çıkardı. O, beklenen “peygamberliğini” ilân ediyordu. “Reşat Halife / Allah”
n Rasûlü” imzasını attığı “Allah’ın Dünyaya Bildirisi” başlıklı bir metin
ile peygamberliğini dünyaya duyurur ve herkesi kendisine inanmaya dâvet
eder. Bu sapık mütenebbî ve bağlıları, bununla da yetinmeyip bazı âyetleri
tahrif etmekten geri durmazlar. Kur’an’ın Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceğini
ısrarla söylediği kıyametin kopma tarihini, yahûdilerin yaptığı
gibi, hurûf-ı mukattaa’nın cifr hesabındaki toplam rakamsal karşılığı olarak
ilân ederler. 553
553 19’cular, çok ilginç bir şeyi daha yaparlar. Tıpkı, Kadıyânîler’in İngilizlerin Hindistan’daki varlığını;
Bahâîlerin, yine İngiliz ve Rusların İran’daki sömürüsünü meşrûlaştırdığı gibi, bunlar da Türkiye’de
ateizmin taşeronluğunu yapan Kemalizm’in varlığını meşrûlaştırmaya çalışırlar. Bu sapık dine göre,
Kur’ân-ı Kerim’e -hâşâ- Muhammed”in yâveleri diyecek kadar Kur’an’a düşman olan Mustafa Kemal,
Kur’an’ın kodu olan kutsal 19 rakamıyla geleceği haber verilen “mûcizevî” bir müceddiddir. “Şeytanî bir
hilâfete son veren Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatını kuşatmış bulunan 19 sistemi Fussılet, 53 âyetinde
belirtilen işaretlerden biridir” diyerek (Edip Yüksel, Müslüman Din Adamlarına 19 Soru, Ozan Y. s. 70)
yer yer sahtekârlık derecesine varan bir çarpıklıkla Atatürk”ün hayatındaki 19 rakamıyla ilişkiyi ortaya
atarlar. (9) Bu tezler ve bu sahtekârlığın eleştirisiyle ilgili olarak bkz. M. İslâmoğlu, Yahûdileşme Temâyülü,
s. 235-239; Mahmut Toptaş, K. Kerim ve 19 Efsânesi, İnkılâb Y; E. Şenlikoğlu, İnsanlar da Kayar, Mektup
Y; B. Sağlam, 19 Meselesi ve Edip Yüksel’e Cevaplar, Tebliğ Y. ve 19 Meselesini doğrulayan ve Atatürk’ü
savunan eser olarak bkz. Cenk Koray, Kur’an-İslâmiyet, Atatürk ve 19 Mûcizesi, Altın Kitaplar Y.)
• 212 •
Ahmed Kalkan
Değil hadisleri, tüm sünneti “şeytanî öğreti” adı altında acımasızca süpürüp,
ezanda Peygamber Efendimiz’in adının anılmasını “putperestlik”
olarak niteleyebilecek kadar modernist ve “Kur’an’cı”, bilgisayara dayalı bir
öğreti geliştirecek kadar yenilikçi ve devrimci geçinen 19’cular da pekâlâ tarihin
en mistik hurâfe ve hezeyanlarından hiç de aşağı kalmayan bir hurâfenin
ve tahrif akımının mimarı olabilmektedirler. Bu durum, bir kez daha
göstermiştir ki, hurâfecilik ve tahrif, hiçbir zümreye has değildir; bu bir
yahûdileşme mantığıdır. Bu mantığa saplanan insan, kimi zaman sünnet,
kimi zaman gelenek, kimi zaman da çağdaşlık adına âyetleri tahrif, dini
tahrip edebilmektedir.
Mealci Hurûfîlik’ten Rasullük İddiası’na
Edip Yüksel ve On Dokuzculuk
Reşad Halife isimli Mısır kökenli Amerikan vatandaşının Bahâîler’den
aldığı cifr hesabına benzeyen Ondokuz harfine dayalı bir sistemine kendini
kaptıran Edip Yüksel, harflerde varolduğunu vehmettiği gizli anlamın
büyüsüne kapılarak hızını alamayıp, bize mütevâtir bir şekilde -Sâdık Haber’le-
gelen Kur’an’ın bazı âyetlerini inkâr etmeye kadar işi vardırmıştır.
Tevbe Sûresi’nin son iki âyetini çıkararak, Amerika’da Türkçe bir meal de
bastıran Edip Yüksel tıpkı mürşidi Reşad Nuri gibi kendini Rasul ilan etmektedir.
Bu söylem’in belirgin özelliği, Kur’an karşısında Muhammed (s.a.s.)’in
rolünü postacılığa indirgeyip kendilerinin birçok âyetin anlamını ondan
daha iyi anlayıp daha iyi yaşayacaklarını iddia etmektir.
“Only Qur’an / Yalnız Kur’an” sloganı ile ve Rasul kavramının kelime
anlamlarından hareketle, Kur’an’da bu kelimeye takdir edilen kavram anlamının
görmezden gelip, Kur’an’ın tebliğcisi çağdaş taşıyıcıların da Rasul
olabileceğini iddia eden Edip Yüksel, Kur’an’a dilediği gibi -harflerin, rakamların
büyülü dünyasından hareketle- anlam takdir etme hakkını doğurmak
için kendini Rasul ilan etmekten çekinmemiştir.
Vahiy veya birtakım İlâhî işaretler aldıklarını iddia eden bu Modern
Bâtınîler, Peygamberimiz Muhammed Mustafa’nın (s.a.s.) aklına bile getiremeyeceği
mânâları Kur’an’a takdir etme hakkını kendilerinde görmekte•
213 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
dirler. Böyle bir halet-i ruhiye ile hareket ettiklerinden dolayı, on dokuz’un
kutsallığına dayalı bir sistemi Kur’an’a onaylatmaya kalkmakta, sisteme uymayan
âyetleri inkâr etmekte, çağdaş zihniyetle çelişen İslâm’ın şiarlarını
ve uygulamalarını hafife almakta, hatta topyekûn bir savaş açmaktadırlar.
Tâğutların zulmüne karşı tavır almak yerine ilginç ve orijinal olduğu
düşünülen sorularla medyatik olmanın dayanılmaz büyüsüne kapılan bu
tür çabalar İslâm Ümmeti’nin vicdanında mahkûm edilmiş umduğu başarıyı
hiçbir zaman yakalayamamıştır.
Kur’an’ın temel konularını nasıl anladığı ve nasıl yaşadığına dair bize
vazgeçilmez bir öncülük ve örneklik yapan Peygamberimizin Sünnet’ini
önemsizleştiren “Modern Bâtınîler” aslında, kendilerini Allah’tan daha
çok sorumlu hissettikleri makamların sünnetlerine yer açma telaşındadırlar.
Bu makamlar, kendi hevâları ve kullukla yükümlü hissettikleri tâğutî
otoritelerdir. Çağdaş tahrif çabalarında işin asıl vehâmeti ise; bu kimselerin
kendilerini “Kur’an Merkezli İslâm” projesi ile halka takdim ediyor oluşlarıdır.
Modenizm’in gözlüğü ile Kur’an’a bakan bu sözde evrenselci akım, İlâhî
vahyi gündeme getirirken, onun hayata nasıl tatbik edilmesi gerektiğini
değil; 19 rakamıyla nasıl bağdaştığını zorakî yollarla ispatlamaya çalışarak
Kur’an’ın hidâyet için gönderildiği gerçeğini unutturmak istemektedir.
Biz Rabbimizin üzerimize yüklemiş olduğu sorumlulukla Kur’an’ı istismar
ederek, câri sistemin meşrulaştırılmasında onu fetva aracı olarak
kullanmak isteyen kimselere karşı çevremizi uyarmamız gerektiğine inanıyoruz.
“Dikkat edin! Şeytan sizi Allah’ın adı ile aldatmasın”554 Kur’anî
ilkesini, bıkmadan usanmadan, kötülüğe meyyal olan kendi nefislerimize
ve yüreğini İlâhî vahyin tertemiz öğütlerine açık tutan herkese hatırlatıyoruz.
“Ey İnsanlar! Allah’ın vaadi gerçektir, sakın bu dünya hayatının (geçici
süsleri) sizi ayartmasın ve Allah hakkındaki (kendi ) çarpık düşünceleriniz
sizi saptırmasın, şeytan veya aldatıcı kimseler (asılsız düşüncelerle) sizi aldatmasın.”
555
Kur’an’ı “gramatik tarihsel bir metin” olarak gören ‘Tarihselciler’e karşın,
tarih üstücü sözde evrenselciler onu, “mesajı buharlaştırabilecek bir
metin” olarak görmektedirler. Tarihselciler Kur’an’ın günümüze hitap etme-
554 31/Lokman, 33; 35/Fâtır, 5
555 35/Fâtır, 5
• 214 •
Ahmed Kalkan
si hususunda lâkayd bir tutum sergilerlerken, Sözde Evrenselciler Kur’an’ın
ma’hûd’u/ilk muhataplarının arka planı -ya da nüzul ortamı- ve Rasûlullah’ın
bize sâdık haberlerle, mütevâtir uygulamalarla aktarılan örnek davranışlarına
karşı lâkayd bir tutum takınmaktadırlar. Şüphesiz her ikisi de
belirleyici olarak “Modern Dünya’nın Verileri”ni takdim etmek sûretiyle
Kur’an’ı ikincil bir kaynak durumuna düşürmüş olmaktadırlar.
19 mûcizesini savunanlara göre 9/Tevbe Sûresinin son 2 âyeti (128. ve
129. âyetleri) Kur’an’a sonradan eklenmiştir. Onlara göre, aslında, orijinal
halinde Tevbe Sûresi 127 âyettir. Zaten onlara göre, Kur’an’ın aslından olmayan
son 2 âyet var kabul edilince, bütün matematiksel hesaplar alt üst
oluyor.
Kur’an’daki İlginç Rakamlar ve Uyumlu Oranlar
Kur’an’da geçen bazı ifadelerin yer aldığı sayı ve oranlar, çarpıcı bazı sonuçları
ortaya koyuyor. Bunları değerlendirdiğinizde, en az on dokuz sayısı
kadar kelimeler arasındaki uyum, enteresan gelebilir.
23 sene boyunca parça parça inen, tamamı 600 sayfa olan Kur’an’da;
“Dünya” kelimesi 115 defa, “Âhiret” kelimesi de 115 defa zikrediliyor.
“İman” ve “Küfr” kelimeleri eşit sayıda 25’er kez geçer. “Adâlet” (Kıst) ve
“Zulüm” kelimeleri 15’er kez geçer. “Güneş” (Şems) ve “Işık” (Nur) kelimeleri
33’er kez geçer. Allah’ın “De” (Kul) hitabı ile, melekler, insanlar ve cinler
için kullanılan “Dediler” (kaalû) kelimesi eşit sayıda 332’şer kere geçer.
“Melâike” kelimesi 88 defa, “Şeytan” kelimesi de 88 defa yer alıyor.
“Hayat” kelimesi 145 defa, “Mevt” (ölüm) kelimesi 145 defa.
“Nef ’” (fayda) kelimesi 50 defa, “Fesad” (zarar) kelimesi de 50 defa.
“Nâs” (insanlar) kelimesi 368 defa, “Rusül” (peygamberler) kelimesi de
368 defa.
• 215 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
“İblis” kelimesi 11 defa zikredilmiş, İblis’ten Allah’a sığınmak ifadesi de
11 defa zikredilmiş.
“Musîbet” kelimesi 75 defa, “şükür” kelimesi de 75 defa (İnsan Allah’a
karşı gelmek hâriç her haline şükretmeli).
“İnfak” kelimesi 73 defa, “rızâ” kelimesi de 73 defa (O kimseler ki, Allah
yolunda infak ederler. Allah onlardan râzıdır).
“Zekât” kelimesi 32 defa, “bereket” kelimesi de 32 defa (Zekât malın
bereketidir ve o malı asla eksiltmez).
“Zeheb” (altın) kelimesi 8 defa, “teref ” (lüks içinde yaşama) kelimesi
de 8 defa.
“Sihir” kelimesi 60 defa, “fitne” kelimesi de 60 defa (Sihir vesilesi ile
yeryüzünde fitne çıkardılar).
“Şiddet” kelimesi 114 defa, “sabır” kelimesi de 114 defa,
“Racul” (adam) kelimesi 24 defa, “mer’e” (kadın) kelimesi de 24 defa,
“Salât” (namaz) kelimesi 5 defa direkt emir şeklinde kullanılmış, (beş
vakit),
“Şehr” (ay) kelimesi 12 defa zikredilmiş (12 ay),
“Gün” (Yevm) kelimesi 365 kez geçer.
“Günler” (Eyyam ve Yevmeyn) 30 kez geçer.
“Bahr” (deniz) kelimesi 32 defa zikredilmiş, “Berr” (kara) kelimesi 13
defa zikredilmiş. Buradaki enteresan husus şudur: Kur’an’da 32 defa Bahr
kelimesi sulara, 13 defa zikredilen Berr kelimesi de kuru yani toprak kısmı
olan karalara işaret etmektedir. Biz bu ikisini (32 ve 13) toplarsak 45 eder.
Sonra basit bir denklemle bunları 45 üzerinden bir yüzdelemeye gidecek
olursak, karşımıza 32’nin % 71,1’i; 13’ün de %28,8 ifade ettiği çıkar. Çünkü
yerküre üzerinde suların nisbeti % 71,1’dir. Karaların nisbeti ise % 28,8.
• 216 •
Ahmed Kalkan
On Dokuzculuk Zihniyeti Bâtıldır
Hıristiyanlar ve 13 Rakamının Uğursuzluğu
Fanatik Hıristiyanlar Peygamber efendimiz 571’de doğduğu ve İstanbul
1453’te alındığı için, bu sayıların toplamı olan 13 sayısını uğursuz sayarlar.
Bunun için 13 numaralı odaya girmez, 13 numaralı evde oturmaz ve 13
sayılı, her şeyden kaçarlar.
Bahâîler ve 19
İslâmiyet’i tahrif ve tahrip etmek için çalışan Bahâîler de, 19 sayısını
mukaddes sayarlar. Yılda 19 gün oruç tutarlar. Her Bahâî, 19 günde bir, 19
Bahâîyi davet eder. Genel adalet evi dedikleri meclise 19 kişi seçerler. Bahaullah’ı
peygamber kabul ederler. Her Bahâî bir defaya mahsus olmak üzere
malının 19’da 1’ini vergi olarak cemaate öder.
Bâbîlik ve 19
Bâbîliğe göre de “on dokuz” sayısı mukaddestir. Onlara ait takvime göre
bir yıl on dokuz aya, aylar on dokuz güne bölünmüştür. Dolayısıyla bir yıl
19x19=361 gündür.
Bâbîleri on dokuz kişilik bir kurul yönetir. Ramazan Bayramına “İyd-i
Rıdvan” denir. Bu bayram “19” gündür. Biri kendisine, on sekizi müritlerine
aittir. Her on dokuz günde bir defa su içirmek için bile olsa on dokuz
kişiyi davet etmek lâzımdır.
Bazıları 19 mûcizesi diye bir şey çıkardılar. Bu konuda Diyanet İşleri
eski Başkanlarından Tayyar Altıkulaç diyor ki: “Ben, Reşat Halifenin 19’la
ilgili tebliğini tercüme etmekle hatalı, belki de maksatlı bir teşebbüsün yayılmasına
vasıta oldum. Yanılmayan yalnız Allah’tır. Daha sonra ‘ben Resulullah’ım’,
yani ‘Allah’ın elçisiyim’ diyen Mısırlı Reşat Halife, 19’a uyduramadığı
için Tevbe sûresinin son iki âyetini inkâr etmiştir.
Kur’ân-ı kerimdeki 114 sûreden yalnız 3 tanesi 19 âyettir. Bir tanesi de
19’ un iki katı yani 38 âyettir. Diğer 110 sûre, 19’un katı değildir. 1, 2, 3, 4,
5, 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12, 13 ve daha başka sayıların katı kadar âyet-i kerime
vardır. Elbette bunlar maksatsız değildir. Fakat her yazıda, her kitapta 19
• 217 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
veya 19’un katı olabilir. Buna herhangi olğanüstü bir mânâ vermek yanlıştır.
Mesela Edip Yüksel, Reşat Halife’nin on dokuzculuk bâtıl dinine girince,
Sadreddin hoca, (Oğlum Edip mürted oldu) demişti. Bunun harfleri
de 19’dur. (Reşat Halife kâfirdir), (19’culuk dini bâtıldır), (On dokuzcular
haindir), (Ve 19’cu süper cahildir) ifadelerinde de 19 harf vardır. Hıristiyanlar,
Bahâîler ve on dokuzcular rakama önem veriyorlar. Bunların hepsi
hurafedir. On dokuzculardan, çeşitli sualler geliyor. Birkaç tanesini de burada
bildirelim
19’cu soruyor: “19 sayısı asal sayıdır. Hiçbir rakama bölünemez, Allah’ın
birliği de bölünemez.” Cevap: 1, 3, 5, 7, 11, 13, 17 rakamları asal değil
mi? Bunlar hangi rakama bölünebilir ki?
Başka bir soruya geçip diyor ki: “74. sûrenin 30. âyetini göz ardı edemezsiniz.”
Cevap: Müddessir sûresinin 30. âyetinde, mealen “Cehennemde
19 melek vardır” buyuruluyor. Beydavî tefsirinde diyor ki: Ebu Cehil bu
âyeti işiterek kavmi arasında maskaralığa kalkmıştı. Kâfirlerden güçlü kuvvetli
bir adam olan Ebu’l-Esed el-Cumahi “Ben o meleklerin 17’sine yeterim.
Siz de ikisinin hesabını görün” demişti. Bunun üzerine sonraki âyetler
nâzil olmuştur.
Kur’an-ı Kerim, en büyük mûcizedir. Bir mûcize olarak 19’cuların çıkacağı,
onların inkârcı olacakları bu âyetle556 mi bildiriliyor acaba?
19’cu, bu âyetten de umduğunu bulamayınca diyor ki: “83. sûrenin 9.
âyetinde “Bu rakamlanmış kitap” ifadesini nasıl görmezlikten gelirsiniz?
Cevap: Bektaşi gibi cümlenin yarısını alıyorsun. Bektaşi “Namaza yaklaşmayın,
sarhoş iken”557 âyetinin ilk sadece cümlesini aldığı gibi, sen de
ifadenin yarısını almamışsın. Mutaffifin sûresi 9. âyeti “Kitâbun merkum
= O yazılmış bir kitaptır” şeklindedir. İfadenin tamamı ise şöyledir: “Siccîn
nedir, bilir misin? O yazılmış bir kitaptır.” 558Tefsirlerde siccin denilen şeyin
kâfirlerin amellerinin yazıldığı kitap olarak bildirilmektedir. Bu siccinin tarifidir,
Kur’ân-ı kerim için söylenmiyor. 19’cunun hilesi açığa çıkınca başka
sorulara geçiyor.
556 74/Müddessir, 31
557 4/Nisâ, 43
558 83/Mutaffifîn, 8, 9
• 218 •
Ahmed Kalkan
- 31. Âyet -
كَفَرُوا µ مْ إِلاَّ فِتْنَةً للَّذِي نَ ’ وَمَا جَعَلْنَا أَصَْابَ النَّارِ إِلاَّ مَلَِئكَةً وَمَا جَعَلْنَا عِدَّتَ ُ
أُوُتوا µ بَ اَّلذِي نَ تَŒ وَلا يَ ْ  انً ¨ آمَنُوا إِي َ µ دَادَ اَّلذِي نَ Œ وُتوا اْلكِتَابَ وَيَ زْ أُ µي نَ لِيَسْتَيْقِنَ اَّلذِ
ذَا ’ مْ مَرَضٌ وَاْلكَفِرُونَ مَاذَا أَرَادَ الَّلُ بِ َ ’ قُلُوبِ ِ ¡ فِ ي µ اْلكِتَابَ وَاْلُؤْمِنُونَ وَِليَقُولَ اَّلذِي نَ
دِي مَنْ يشَاءَُ وَمَا يعْلَُ جُنُودَ رَبِّكَ إِلاَّ هُوَ وَمَا ’ مَثلا كَذَِلكَ يضِلُّ الَّلُ مَنْ يشَاءُ وَيَ ْ يِ هَ إِلاَّ ذِكْرَى للْبَ ش�
وَمَا جَعَلْنَا : yapmadık أَصَْابَ النَّارِ : cehennem bekçilerini إِلاَّ : (yaptık)
ancak مَلَِئكَةً : meleklerden وَمَا جَعَلْنَا : yapmadık مُْ’ عِدَّ تَ : sayılarını : إِلاَّ
(yaptık) ancak فِتْنَةً : bir fitne كَفَرُوا µ للِذَِّ ي نَ : ürdeısraredenleriçinküf :ِليَسْتَيْقِنَ
kesinbirbilgiyleinansındiye أُوُتوا اْلكِتَابَ µ اَّلذِي نَ : kendilerine kitap verilenler
دَادَ Œ وَيَ زْ : artsın diye آمَنُوا µ اَّلذِي نَ : iman edenlerin  انً ¨ إِي َ : imanları بَتَ Œ : وَلا يَ ْ
kuşkuya kapılmasın diye أُوُتوا اْلكِتَابَ µ اَّلذِي نَ : kendilerinekitapverilenler وَالُْؤْمِنُونَ : ve iman edenler وَليَِقُولَ : şöyle desin diye مْ مَرَضٌ ’ وبِ ِ قُلُ ¡ فِ ي µ : اَّلذِي نَ
hastalıkolanlaredkalpleri وَالكَْفِرُونَ : vekafirler مَاذَا أَرَادَ الَّلُ : ne anlatmak
istedi Allah ذَا مَثلا ’بِ َ :ebu misall كَذَِلكَ : işte böyle يضِلُّ : saptırır الَّلُ : Allah
مَنْ يشَاءُ : (dileyeni) dilediğini دِي ’ وَيَ ْ : hidâyete erdirir مَنْ يشَاءُ : (dileyeni)
dilediğini وَمَا يعْلَُ : kimse bilmez جُنُودَ رَبِّكَ : Rabbinin ordularını إِلاَّ :ancak
(bilir) هُوَ : (Allah) O وَمَا يِ هَ : veodeğildir إِلاَّ : ancak ذِكْرَى : bir öğüttür
ِ
للْبَ ش�َ : insanlar için
“Cehennem bekçilerini yalnız meleklerden yaptık. Sayılarını da küfürde
ısrar edenler için sadece bir fitne kıldık ki, kendilerine Kitap verilenler
kesin bir bilgiyle inansın; iman edenlerin de imanları artsın; kendilerine
kitap verilenler ve iman edenler kuşkuya kapılmasın. Kalplerinde
bir hastalık olanlar ile kâfirler de şöyle desin: “Allah bu misalle ne anlatmak
istedi?” İşte Allah, dilediğini böyle saptırır, dilediğini böyle hidâyete
erdirir. Rabbinin ordularını O’ndan başka kimse bilmez. Ve o, insanlar
için sadece bir öğüttür.” (Âyet: 31)
• 219 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
“Biz o ateşin muhafızlarını hep melekler yaptık. Sayılarını da ancak kâfirler
için bir imtihan kıldık.” Bu âyette geçen “ashab-ı nâr” sonsuza kadar o
ateşin içinde kalıp yanacak olanlar mânâsına değil, o ateşe sahip olup koruyacak
bekçiler, muhâfızlar mânâsına olduğu açıktır ki maksat, kendilerine
“cehennem bekçileri” denilen ve Tahrim sûresinde “Onun başında öyle melekler
vardır ki iri mi iri, çetin mi çetin... Allah kendilerine ne emrettiyse isyan
etmezler ve kendilerine ne emredilmişse onu yaparlar.”559 diye nitelenen ve
başkanları Mâlik olan zebânî meleklerdir. Bu âyette geçen “onların sayısı”
sözünden maksat da, zikredilen “on dokuz” sayısı olduğu açıktır. Yani bunların
sayılarının on dokuz yapılması veya şahısları mı, türleri mi ne olduğu
belirtilmeyerek sade on dokuz sayısıyla bir muamma, bir sır halinde ifade
edilerek haber verilmesi sadece kâfirlere bir belâ ve imtihan içindir. Bunun
faydası da “Liyesteykınellezîne…” diye başlayan bölümde anlatılanlardır.
Biz Cehennem muhâfızlarını, bekçilerini, görevlilerini Allah’ın emirlerine
kayıtsız şartsız itaat eden katı ve sert melekler kıldık. Onları insanlardan
yapmadık ki, onlarla mücadele edip galip gelsinler. Melekler insanlardan ve
cinlerden farklı özelliklere sahiptirler. Tamamen tarafsızdırlar. Pek büyük
bir kuvvet ve heybete sahiptirler. Lazım gelen azapları tatbike güç yetirmektedirler.
Nurdan yaratılmışlardır. Cehennemin sıcaklığından etkilenmezler.
Cehennem ehli onlara karşı muhalefet edecek güce sahip değildir.
Cehennemdeki görevli meleklerin on dokuz olmasını, sadece müşriklerin
sapıklığa ve fitneye düşmeleri için bir imtihan vesilesi kıldık. Nitekim Ebu
Cehil ve Ebul-Esed el-Cumahi gibi kimseler bu sayı ile alay etmişlerdir. Kitap
ehli olan yahudi ve hristiyanlar, bu sayının kendi kitaplarında olduğunu
bildikleri ve Rasûllerin her türlü muhalefete rağmen insanlara ilk bakışta
acaib gelen bir hususu tereddütsüz açıklamakta olduğunu ve böyle bir tavrın
ancak bir peygamberin tavrı olabileceğini bildikleri için Muhammed’in
doğruluğuna ve Kur’an’ın Allah katından olduğuna kesin olarak inansın,
iman edenler de Rasûlleri Muhammed’in doğruluğuna ve Kur’an’ın Allah
katından olduğuna kesin olarak inansınlar, Kur’an’ın bildirdiklerinin Tevrat
ve İncil’e uygun olarak geldiğini Ehli Kitabın kabul ettiğini görmeleri
sebebiyle, Allah ve Rasûlü’ne imanları artsın, ehli kitap ve mü’minlerin, o
meleklerin sayısı hakkında şüpheye düşmemeleri için cehennem meleklerinin
sayısını on dokuz yaptık. Kalplerinde kuşku ve nifak bulunan münafıklarla
Mekke kâfirlerinin, “Bu gariplik ve bid’at örneği olan bu acayip sözle
559 66/Tahrîm, 6
• 220 •
Ahmed Kalkan
Allah ne demek istedi? Bizi niçin on dokuz melekle korkutuyor? Bu sayı az
değil mi?” demeleri için böyle yaptık. Allah, bile bile inkârı seçen Ebu Cehil
ve arkadaşlarını saptırdığı gibi, saptırmak istediği kimseyi iman ve hidâyet
yolundan ayırır. Samimi ve ihlâslı kişilerden hidâyete erdirmek istediğine
de, hidâyet verir. Susturucu delil ve yüce hikmet O’nundur. Rabb’inin ordusunu,
meleklerin adedini, kuvvetini, yaratılış ve kuvvet bakımından ne
derece büyük ve çok olduklarını, Âlemlerin Rabbi Allah’tan başkası bilmez.
Allah’ın size anlattığı Sekar adlı o ateş ve bu sûre, korkup itaat etsinler diye,
insanlar için öğüt ve hatırlatmadan başka bir şey değildir. Onlar bu azabı
tatmaya müstehak olmadan önce akıllarını başlarına toplasınlar da kendilerini
kurtarmaya baksınlar.
İbn Cüzeyy Zemahşeri’den naklen diyor ki: “Kendilerine kitap verilenler
ve iman edenler kuşkuya kapılmasın.” Bu, önceki cümlenin tekididir. Çünkü
Yüce Allah, kesin olarak bildiklerini anlattıktan sonra, ayrıca kuşkularının
olmadığını anlattı. Böylece “Velâ yertâbu: Kuşkuya kapılmasın” sözü, te’kid
ifade etmiş oldu.” Edebiyatçıların itnab dedikleri sanat budur.560
Fahreddin Râzi diyor ki: “Bazı durumlarda kesin inancın olduğunu
söylemek, daha sonra kuşkunun meydana gelmeyeceğini göstermez. Binaenaleyh
bu sözün tekrarlanmasından maksat şudur: Ehli Kitapta, daha sonra
hiç şüphe meydana gelmeyecek şekilde kesin bilgi oluşmuştu. Rasulullah
(s.a.s.) Kureyş’in durumundan, bu hayret verici sayıyı onlara bildirdiğinde
kendisiyle alay edip güleceklerini biliyordu. Dolayısıyla Yüce Allah, bu haberi
anlatmaktan maksadın ne olduğunu daha açık bir ifade ile açıkladı.”561
Muhammed Ali es-Sâbunî diyor ki: “Kelâmcılar şöyle der: “Allah’ın bir
grubu saptırması, diğerini hidâyete erdirmesi, onlardan herbirini sapıklığa
veya hidâyete zorlar demek değildir. Onları hayır ve şer yollarına girmeye
zorlar mânâsına da gelmez. Hayır, bu tür zorlama ilahi adalete aykırıdır.
Hatta semâvî emir ve yasaklardaki hikmete de aykırıdır. Kulun irâde ve
seçme hakkı olduğunu gösteren kesin ve mütevatir şeriat metinleri ile de
bağdaşmaz. İrade ve seçme hakkı, teklif ve sorguya çekmenin sebebidir. Sahabe
ve selef-i salihinin anlayışı böyledir. Bir adam Ali’ye (r.a.) şöyle sordu:
“Senin Suriye halkı ile savaşman, Allah’ın kaza ve kaderi ile midir? Ali (r.a.)
560 Muhammed Ali es-Sâbunî, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat, 7/127.
561 Fahreddin Râzi, Mefatihu’l-Ğayb 30/206; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat,
7/127.
• 221 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
şöyle cevap verdi: “Yazık sana! Herhalde sen bunu zorunlu bir kaza ve kesin
bir kader sandın. Durum öyle olsaydı, sevap ve cezanın manası kalmazdı
ve vaad ve tehdit yapılmazdı. Kuşkusuz Allah, kullarına, onları serbest bırakarak
emirler verdi ve onlara sakındırarak yasaklar koydu. Onları kolay
şeylerle yükümlü kıldı. Zor şeylerle yükümlü kılmadı. Kitaplarını kullara
boş yere indirmedi. Gökleri, yeri ve bu ikisi arasındaki şeyleri boşuna yaratmadı.
“Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Bu yüzden inkâr edenlere ateşten bir
azap vardır.” 562 Bu açıklamaların ışığında hidâyet vermenin ve saptırmanın
manası anlaşılır.”563
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Biz o ateşin muhafızlarını
hep melekler yaptık. Sayılarını da ancak kâfirler için bir imtihan kıldık.”
Bu âyette geçen “ashab-ı nâr” sonsuza kadar o ateşin içinde kalıp yanacak
olanlar mânâsına değil, o ateşe sahip olup koruyacak bekçiler, muhafızlar
mânâsına olduğu açıktır ki maksat, kendilerine “cehennem bekçileri” denilen
ve Tahrim sûresinde “Onun başında öyle melekler vardır ki iri mi iri,
çetin mi çetin. Allah kendilerine ne emrettiyse isyan etmezler ve kendilerine
ne emredilmişse onu yaparlar.”564 diye nitelenen ve başkanları Mâlik olan zebânî
meleklerdir. Bu âyette geçen “onların sayısı” sözünden maksat da, zikredilen
“on dokuz” sayısı olduğu açıktır. Yani bunların sayılarının on dokuz
yapılması veya şahısları mı, türleri mi ne olduğu belirtilmeyerek sade on
dokuz sayısıyla bir muamma, bir sır halinde ifade edilerek haber verilmesi
sadece kâfirlere bir bela ve imtihan içindir. Bunun faydası da “Liyesteykınellezîne…”
diye başlayan bölümde anlatılanlardır.
«Rabbinin ordularını ancak kendisi bilir.» İşte o muammanın asıl sırrı
ve faydası bu hakikata kayıtsız şartsız bir imanla iman etmeyi sağlamaktır.
Cûnûd: «cünd» kelimesinin çoğuludur. Asker, bir adamın yardımcıları,
alay ve ordu mânâlarına gelir. Kuvvet ve sertliği itibariyle daha çok asker
için kullanılır olmuştur. Aslı “Kund” kalıbında “Cund” kelimesinden alınmıştır
ki taşlık, sert araziye denir. Ve o (yani Sekar veya bu âyetler) başka
bir şey değil ancak insanlık için, insanın yararı için bir öğüt, bir hatırlatıcıdır.”
565
562 38/Sâd, 27
563 Muhammed Ali es-Sâbunî, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat, 7/127.
564 66/Tahrîm, 6
565 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları, 8/423-425.
• 222 •
Ahmed Kalkan
Mevdudi diyor ki: “Buradan da “Rabbinin askerlerini ondan başkası
bilmez” cümlesine kadar olan bölüm, konuşma arasında itiraz edenlere
cevap verilen bir ara cümledir. Onlar Allah Rasulü’nden cehennemin
bekçilerinin on dokuz tane olacağını duymuşlar ve bununla alay etmeye
başlamışlardı. “Hem bize Hz. Âdem’den kıyamete kadar dünyada ne kadar
inkârcı ve büyük günah işlemiş insan geçmişse hepsi cehenneme atılacak
diyor, hem de cehenneme dolacak bunca insana azap vermek için sadece on
dokuz görevli bulunacakmış” diyerek Kureyş’in ileri gelenleri dalga geçmeye
başladılar. Ebu Cehil; “Arkadaşlar! Onar onar cehennemdeki bir askerin
üstesinden gelemeyecek kadar aciz miyiz?” dedi. Bunun üzerine Cumha
oğullarından bir pehlivan “On yedisini tek başıma hallederim, geriye kalan
ikisini de artık siz hep beraber hallediverirsiniz” diye alay etmişti. İşte bu
ara cümlede bunların bu sözlerine cevap verilmektedir.
Onların güç ve kuvvetlerini insanî eşdeğerleri ile kıyas etmen senin ne
kadar ahmak olduğunu göstermektedir. Hâlbuki onlar insan değil meleklerdir.
Siz, Allah Teâlâ’nın meleklerden ne güçte mahlûklar yarattığını bilemezsiniz.
Zâhiren, cehennem görevlilerinin sayısını bildirmeye bir gerek yoktur.
Ama denilmektedir ki “Onların sayılarını anlatmakla da küfredenler için,
başka değil, ancak bir fitne ve imtihan kıldık.” Bir kimse eğer zâhiren iman
etmişse, Allah’ın uluhiyyeti ve büyük kudreti ya da vahiy ve risalet hakkında
bir şüphesi varsa bunu duyar duymaz hemen “Allah’ın o büyük hapishanesinden
sayısız cin ve insanın işini görmek için sadece on dokuz şahıs mı
bunlara birer azap verecek?” diyerek küfrünü izhar edecektir.
Bazı müfessirler; Ehl-i Kitab’ın (Yahudi ve Hıristiyan) kitaplarında cehennem
meleklerinin sayısının on dokuz olarak beyan edildiğini söylüyorlar.
Yani, buna göre, onlar bunu duyunca bu Kur’an’ın gerçekten Allah’ın
kelamı olduğuna inanacaklardır. Ama bence, bu çeşit tefsir iki nedenden
ötürü pek doğru değildir. Birincisi, ben dünyada mevcut bulunan Yahudi
ve Hıristiyan dini kitaplarını mütalaa ettim, ama bunların sayısının on dokuz
olduğuna dair bir şeye rastlayamadım. İkincisi, Kur’an-ı Kerim’in birçok
yerinde Ehl-i Kitab’ın kitaplarında bulunan bazı şeyler beyan edilmiş
olmasına rağmen onlar bu sefer “Muhammed bunları bizim kitaplarımızdan
kopye etmektedir” diyorlardı. Bence bu âyetin doğru açıklaması şudur:
“Muhammed (s.a.s.) çok iyi bilmekteydi ki, onun ağzından sözkonusu
• 223 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
olan bu on dokuz cehennem meleğini duyduklarında hemen onu alaya alacaklardır.
Ama buna rağmen O kendine gelen bu vahyi hiçbir korku ya da
tereddüde düşmeden ilan etmiştir. Yapılan hiçbir alaya aldırış etmemiştir.
Belki cahil Araplar bilmiyorsa da Ehl-i Kitap pekâlâ bilmekteydi ki her zaman
peygamberler böyle olmuşlardı. Allah onlara ne vahyettiyse insanların
hoşuna gitse de gitmese de, onlar aynısını aktarıyorlardı. Bu yüzden Ehl-i
Kitap’tan Allah Rasulü’nün bu tavrını görerek yani her türlü muhalefete
rağmen onun ilk bakışta acaib gelen bir hususu tereddütsüz açıklamakta
olduğunu ve böyle bir tavrın ancak bir peygamberin tavrı olabileceğini
farkederek iman etmeleri beklenirdi. Bilinmelidir ki Allah Rasulü müteaddit
kereler benzer tavırda bulunmuştu. En bâriz olanı Mirac hâdisesidir.
Kalabalık bir mecliste, bu hayretengiz olayı duyduklarında muhâliflerin ne
diyecekleri hususunda zerre kadar tereddüt etmeden bu olayı kâfirlere açık
açık anlatmıştı.
Bu husus Kur’an-ı Kerim’in müteaddit yerlerinde beyan edilmiştir. Her
bir imtihandan sonra eğer bir mü’min kişi imanında sebat gösterir, bu konuda
bir şüphe, inkâr ya da itaatsizlikten kaçınır ve din hakkında sözünden
dönme yoluna kaymaz da yakîn, itimat, itaat ve vefa yolunu tutarsa, bu kişide
o zaman iman kökleşir, netleşir. 566
Kur’an-ı Kerim’de geçen bilumum kalp marazlarından maksat, münafıklıktır.
Bu yüzden de bazı müfessirler, bu kelimeyi görerek bu âyetin
Medenî olduğunu zannetmişlerdir. Çünkü münafıkların ortaya çıkışının
Medine’de olduğu bilinmektedir. Ama bu görüş birçok sebepten dolayı
doğru değildir. İlk olarak, Mekke’de münafığın olmadığı iddiasının yanlış
olduğunu biz Ankebut Sûresi’nin giriş bölümünde ve açıklama notları 1
ve 12, 13, 14, 15’de izah etmiştik. İkincisi, böyle tefsir etmek bence doğru
değildir. Çünkü bu sözün gelişi belirli bir hadise ya da belirli bir durum
üzerine vukubulur. Onlara göre, bu bağlam içindeki bu cümle başka bir
hadise hakkında nazil olmuş ve bu hiç ilgisi olmayan yere, araya sokulmuştur.
Müddessir Sûresi’nin bu kısmının tarihsel arkaplanı, muteber rivâyetler
vasıtasıyla bizce bilinmektedir. Yani Mekke döneminin başlarında belirli
bir hadise üzerine nazil olmuştur. Bütün sözün gelişimi o hadise ile açık bir
ilgi içindedir. Sûre, hadise münasebetiyle nazil olmuştur.
566 Bk. 3/Âl-i İmran: 163; 8/Enfâl, 2; 9/Tevbe, 122-125; 33/Ahzâb, 22; 48/Feth, 4.
• 224 •
Ahmed Kalkan
Şimdi cümlenin seneler sonra Medine’de nazil olmasının sonra da buraya
yerleştirilmiş olmasının ne ilgisi var, denebilir. Gelelim buradaki kalp
hastalığından neyin murad edildiğine. Bundan kasıt, şüphedir. Sırf Mekke’de
değil, bütün dünyada önceden günümüze dek birçok insan vardır ki
bunlar katiyetle Allah’ı, ahireti, vahyi, peygamberliği, cennet ve cehennemi
vb. inkâr ederler. Her devirde kimi insanlar; “Allah var mı yok mu? Ahiret
olacak mı yoksa olmayacak mı? Meleklerin, cennet ve cehennemin gerçekten
bir varlığı var mı, yoksa birer efsane mi bunlar? Rasul gerçekten bir
rasul mü, O’na vahiy geliyor mu?” gibi hususlarda şüphe içinde bulunuyor.
Bu gibi şüpheler pekçok insanı küfre götürür. Yoksa bu hakikatleri kesin
olarak inkâr eden ahmaklar, dünyada hiçbir zaman sayıca fazla olmamıştır.
Çünkü zerre kadar aklı olan hiçkimse, bu gibi hususların kesinlikle mümkün
olmadığı, imkân hârici olduğu konusunda kesin konuşamaz.
Bunun mânâsı, “Onlar Allah’ın kelâmını kabul ediyorlardı” demek değildir,
ama “Allah niye bunu söylemiştir?” diye hayret ediyorlardı. Aslında
onlar: “Bir sözde eğer bu gibi akıl ve mantık dışı şeyler söyleniyorsa bunlar
Allah’ın kelamı nasıl olabilir?” demek istiyorlardı.
Allah Teâlâ bazen kelâmında ve buyruklarında öyle şeyler söylemektedir
ki, bunların her biri insanlar için bir imtihan sebebidir. Huyu güzel,
doğruluğu seven ve sağlam düşünce sahibi bir kimse bunu işitince doğru
anlam vererek dosdoğru yolu bulur. Aynı şeyi inatçı, eğri düşünceli ve doğruluk
düşmanı bir insan duyduğunda ise ondan yanlış anlamlar çıkarır ve
doğrudan kaçmak için bunu bahane olarak kullanır. Birinci tip insan, doğruyu
sevdiği için Allah ona hidâyet verir. Çünkü hidâyet isteyen bir kimseyi
saptırmak Allah’ın sünneti değildir. İkinci tip insan ise, hidâyet istememekte
ve sapmayı, sapkınlığı sevmektedir. Bunun için Allah onu dalâlet yoluna
iter. Çünkü doğrudan nefret eden bir kimseye doğru yolu göstermek de
Allah’ın sünneti değildir. (Allah’ın hidâyet vermesi ve saptırması hakkında
tefsirimizin pekçok yerinde izahatlar yapmıştık.567
Allah’ın kâinatta ne kadar mahlûkat yarattığını, onlara ne gibi kuvvetler
verdiğini ve onlara ne gibi görevler verildiğini Allah’tan başka kimse
bilemez. Küçük bir âlemde yaşayan insan, kendi sınırlı seviyesinden etrafındaki
dünyaya bakarak neden Allah’ın yarattığı kâinatın kendi duyu or-
567 Mesela, Bk. 2/Bakara an: 10, 16, 19, 20; 4/Nisâ an: 173; 6/En’âm an: 17, 28, 30.
• 225 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
ganlarıyla ya da geliştirdiği aletler ile hissedebildiği kadar olduğunu düşünsün.
Bu onun kendi akılsızlığındandır. Allah’ın yaratmış olduğu bu kâinat
o kadar geniş ve büyüktür ki, sadece onun bir bölümünün bile tam olarak
bilgisini elde edebilmek imkânsızdır. Nerede kaldı, onun küçük beyni bu
âlemi bütün genişliği ve boyutlarıyla alabilsin.”568
31’inci âyette yer alan ve nüzul sırasına göre ilk kez burada geçen melek
kelimesi, “elçilik yapmak, güçlü ve kuvvetli olmak” gibi anlamlar taşıyan e l
k, l e k veya m l k köklerinin birinden türemiş bir isimdir. Bu isim, tekil, ikil
ve çoğul şekilleriyle Kur’an’ın tamamında “seksen sekiz” kez geçmektedir.
Allah tarafından yaratılan ve O’nun buyruklarını yerine getirmekle görevli
olan ruhsal (nurânî) varlıklara melek denir.
Meleklerin mâhiyetleri, neden yaratıldıkları, nasıl oldukları ve sayıları
hakkında ayrıntılı bilgilere sahip değiliz. Kur’an’da melekler, kendilerine
inanılması gereken gaybî varlıklar olarak zikredilir. Akaid kitaplarında da
melekler konusu bir iman ilkesi olarak ele alınıp işlenir.
Meleklerin neden yaratıldığına dair Kur’an’da herhangi bir bilgi yoktur.
Fakat bir hadiste, “meleklerin nurdan yaratıldığı” haber verilmiştir. Meleklerle
ilgili olarak âyet ve hadislerde yer alan ifadeler birlikte değerlendirilirse
onların, hayatta mevcut olan gerçek varlıklar oldukları söylenebilir. Kelam
bilginleri meleklerin, gözle görülemeyecek kadar latif bir yapıya sahip
somut (mütehayyiz) varlıklar olduklarını savunurlar. Bazı İslâm âlimleri
ise, melekler gaybî varlıklardır, onların mâhiyetleri bilinemez; bu nedenle
onlara inanmanın ötesinde bir külfet altına girilmemelidir derler.
Meleklerin mâhiyeti ile ilgili farklı görüşler, onların görülüp görülemeyeceği
tartışmasını da beraberinde getirmiştir. Kur’an’da, meleklerin, Hz.
İbrahim, Hz. Meryem ve Hz. Muhammed tarafından görüldükleri ve onlarla
konuştukları haber verilir. Hadislerde de Rasûlullah’ın (s.a.s.) Cebrâil’e
insan veya aslî sûretiyle gördüğünden söz edilir. Ancak bunun nasıl olduğu
belirtilmez. Belki de bu görme, tasviri imkânsız bir şekilde gerçekleşmiştir.
568 Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları, 6/474-476
• 226 •
Ahmed Kalkan
Melekler, mâhiyet itibariyle insanın görme duyusunun sınırları dışında
bir yapıda yaratılmış varlıklardır. Bu özelliklerinden dolayı onlara iman,
bir inanç ilkesi olmuştur. Hemen belirtelim ki, gaybi konularda Kur’an ve
mütevatir sünnetin bildirimleriyle yetinip onlara inanmak gerekir. Çünkü
insan, Kur’an ve sadık haber dışında geliştirilen teferruata inanıp inanmamaktan
sorumlu değildir. Bu konuda önemli olan, meleklerin varlığını,
onların Kur’an ve sünnete belirtilen “özelliklerini” ve “görevlerini” kabul
etmektir.
Meleklerin Özellikleri
Melekler, nurdan yaratılmış olup yeme içme, erkeklik dişilik, yorulma
ve usanma gibi insâni özelliklerden uzak varlıklardır.
Allah’ın kendilerine verdiği görevleri yapıp O’na isyan etmezler.
Son derece sür’atli, güçlü ve kuvvetlidirler.
Allah’ın izni ve emriyle, çeşitli şekillere girerler.
Melekler, normal şartlarda gözle görülmezler; ancak peygamberler onları
asli sûretiyle ve girdikleri şekilleriyle görebilirler.
Bilgisi sadece Allah’a ait olan konuları (gaybı) bilemezler; onlar sadece
Allah’ın öğrettiği kadarını bilirler.
Meleklerin Görevleri
Melekler, Allah’ın buyruklarını yerine getiren itaatkâr varlıklardır. Onlara
Allah tarafından verilen görevler, genel olarak şöyle özetlenebilir:
Allah’a secde etmek, O’nu övmek, tesbih ve takdis etmek,
Emrolundukları işleri yapmak,
Peygamberlere vahiy getirip elçilik etmek,
Peygamber (s.a.s.)’i Salât ve selâm ile yüceltmek,
Mü’minlere dünyada hayır duâda bulunmak, ahirette de şefaatçi olmak,
• 227 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Peygamberlere ve mü’minlere destek olup manevi güç vermek; inkârcıları
ise sıkıntıya sokup onlar hakkında takdir edilen cezaları icra etmek,
İnsanları koruyup hizmet etmek,
İnsanların işlerini kaydetmek,
Kâinatın idaresi ve İlâhî kanunların icrasıyla ilgili görevleri yerine getirmek,
Cennet ve cehennem işlerini düzenlemek,
Kur’an ve sünnette özel adlarıyla zikredilen en meşhur melekler, “Cibril-
Cebrâil”, “Mikâil”, “Azrâil” ve “İsrâfil”dir.
Meleklerin Sayıları
Kur’an’da, cehennem işleriyle görevli meleklerin bulunduğu ve bunların
sayısının “on dokuz” olduğu bildirildikten sonra bu sayının, sadece bir
imtihan vesilesi kılındığı belirtilir ve Allah’ın ordularını O’ndan başka kimsenin
bilemeyeceği ifade edilir. Bu ifade, meleklerin sayısının çok fazla olduğuna,
ancak onların sayısıyla ilgili herhangi bir rakam vermenin mümkün
olmadığına işaret eder. Açıklamasını yaptığımız bu âyet, meleklerin
sayısıyla ilgilidir; tabii ki onların gerçek ve kesin sayısını sadece Allah bilir.
Gerek cahiliyye devrinde gerekse daha sonraki dönemlerde melekler ve
onların Allah’la ilişkisi hakkında pek çok batıl itikad ve hurafe üretilmiştir.
Kur’an, bunların hepsini düzeltip melekler hakkında doğru ve sağlam bir
inanç oluşturmayı hedeflemiştir.
Melek inancı, iyilik idealinin, güçlük hayatta uygulanan bir realite haline
gelmesini sağlayan üstün bir değerdir. Çünkü melek inancı, her iyi
duygu, düşünce ve davranışının benimseyip günlük hayatta uygulanması
gerektiği mesajını verir.
• 228 •
Ahmed Kalkan
Dört Grup İnsan
Bu âyette, dört grup insana işaret ediyor.
Bunlardan ilki, kâfirlerdir. İnkârcılar, hakikati kabul etmeye yanaşmayan,
Kur’an’da yer alan ve Peygamber (s.a.s.) aracılığı ile duyurulan temel
ilkeleri reddeden kimselerdir. Cehennem muhafızlarının sayısı, bunlar için
bir sınavdı. Ama onlar âyetin maksadını kavrayamadılar ve bu sayı ile alay
ettiler.
İkincisi, kendilerine kitap verilmiş olanlar (ûtü’l kitap)tır. Bu terkip,
daha önce vahye muhatap olmuş ve kendilerine kitap verilmiş olan topluluklar
(Yahudi ve Hıristiyanlar) anlamına gelir. Bu yüzden ûtü’l-kitap
terkibi, ehl-i kitapla eş anlamdır. Âyette, kitap ehlinin, bu sayıyı duyunca
Kur’an’ın Allah tarafından gönderilen bir vahiy olduğuna kesin olarak
kanaat getirecekleri belirtilir. Bu ifade, anılan sayının, Kur’an öncesi vahiy
metinlerinde de yer aldığı ve kitap ehlinin bunu bildiği izlenimini verir.
Ayrıca, daha önce hiçbir kitap okumamış olan Hz. Muhammed’in bu sayıyı
belirtmesi, bu haberin ona Allah’tan geldiğini gösterir. Tabii ki bütün
bunlar, kitap ehlinin Kur’an vahyi konusunda duyabilecekleri kuşkuların
tamamını ortadan kaldırır. Mekke döneminde inen vahiylerde genel olarak
kitap ehlinden övgü ile söz edilir ve onlar (bu âyette olduğu gibi) mü’minlerle
bir arada zikredilir. Ancak Medine döneminde bu üslup biraz değişir
ve sertleşir. Bunun nedeni, kitap ehlinin Kur’an çağrısına karşı takındıkları
olumsuz ve düşmanca tavırdır.
Üçüncüsü, Mü’minler. Onlar, Allah’ın varlığını ve birliğini, vahiy yoluyla
ve Peygamber (s.a.s.) aracılığıyla bildirilen gerçeklerin bütününü
kabul eden kişilerdir. Gerek bu âyette, gerekse Kur’an’daki bazı âyetlerde
“mü’minlerin imanının artmasından” söz edilir. Kur’an’da yer alan bu ibareler,
kelamcılar arasında imanın artıp artmayacağı tartışmasını doğurmuştur.
İmanın artıp artmayacağı sorusuna verilen cevaplar, imanın öz terkibine
“amel”i dâhil edip etmeme durumuna göre farklılık göstermektedir.
İman, amelden hâriç tutulursa, imanın kendisinde bir artma ve eksilme olmaz.
Fakat amel imana dâhil edilirse, o takdirde imanda artma ve eksilme
olur.
• 229 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Görüldüğü gibi, artma ve eksilme savının temeli, imanın bir başka ögesi
olan ameldir. İman, en ufak bir değişikliğe bile mahal bırakmayan temel
öge olduğundan, imanda değişen şey ameldir. Çünkü artma ve eksilme, sadece
miktar ve sayıya uygulanabilir. İmanın kapsadığı kavramsal saha içinde
de sadece amel, miktar ve sayı kabul eder.
Kur’an, iman ile ameli farklı fakat birbirlerine etkileri kaçınılmaz iki
değer olarak ele alır ve Allah’ın âyetlerinin, mü’minlerin imanını artıracağını
belirtir. Buradaki artma, imanın kendisine değil sıfatına aittir. Yani
imanın kalbe iyice yerleşip kökleşmesi demektir. Şu halde imanın artması,
bilgi ve bilinçle taklit derecesinden tahkik derecesine ulaşması; hiç şüphe
taşımayacak bir güce erişmesi anlamına gelmektedir. İşte Kur’an, imanın
böyle bir güce erişip derin bir bağlılık halini almasını, onun artması olarak
nitelemiştir. Kur’an’da “imanın artması” birçok âyette çok net olarak ifade
edilmiştir.569 Kemâli terketmek, eksilmedir. İnsan, kendisine emredilen şeyi
sürekli ve sebatlı olarak icra ederse, inancı ve bilinci giderek artar ve gelişir.
Âyette belirtilen dördüncü grup da, kalplerinde hastalık olanlardır.
Bunların, münafıklar olduğu söylenmiş ise de bu yaklaşım, hem münafık
olgusunun tarihi sürecine hem de “kalplerinde hastalık bulunanların”, “münafıklardan”
ayrı bir grup olarak belirtildiği âyetlere uygun düşmemektir.
Bunlar, doğru ile yanlış arasında ayırım yapma yeteneğine sahip olmalarına
rağmen, inançsızlığa eğilim duyan yarım gönüllü kimselerdir. Bu ibare,
Mekke’de şiddetli İslâm düşmanlarından ayrı olarak liderlerin etkisinde
kalan, imana eğilim duymakla beraber çeşitli nedenlerle İslâm’a girmekten
geri duran ılımlı insanların varlığına işaret eder. Bunlar, liderlerin etkisiyle
veya başka düşüncelerle İslâm’dan geri duran gönülsüz kimselerdir. Bunların
en bariz vasfı, dünyaya ve çevrelerine tutsak olmaları, kendileriyle
mensup oldukları çevrenin arasını açacağı gerekçesiyle İslâm’ı açıkça kabul
etmeye yanaşmamalarıdır. 570
569 9/Tevbe, 124; 3/Âl-i İmran, 173; 33/Ahzâb, 22; 8/Enfâl, 2; 74/Müddessir, 31; 47/Muhammed, 17; 4/Nisâ,
46
570 Fahrettin Yıldız,Tefsir Dersi Notları 1, s. 101-104
• 230 •
Ahmed Kalkan
Allah’ın Saptırması ve Yol Göstermesi
Bu âyette yer alan ve “Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğruya ulaştırır.”
anlamına gelen ibare, kendini açıklayan ve kayıtlayan diğer âyetlerle
birlikte değerlendirilmezse, yanlış anlamalara neden olabilir. Bunun için,
Allah’ın dilemesiyle ilgili olan âyetler; O’nun yaratıcılığını, kudretini, adaletini
ve merhametini belirten âyetlerin yanı sıra insanın irâdesini, sorumluluğunu
ve yapabileceği işleri dile getiren âyetleri de göz önünde tutarak
anlamaya çalışmak gerekir.
Söz konusu ibarede üç temel kavram yer alır. Bunlar, dalâlet, hidâyet
ve meşîettir. Dalâlet; şaşırmak, sapmak, yanılmak, kaybolmak ve helâk olmak
gibi anlamlar taşıyan d l l kökünün mastar şeklidir. “Bilerek veya bilmeyerek
doğru yoldan ayrılıp sapmaya” dalâlet denir. Bu kavram, İslâmi
terminolojide genellikle “hidâyetin” zıddı (karşıtı) olarak, “inkârı kapsayan
sapıklık” anlamında kullanılır ve Kur’an’da hakkın dışında kalan her şey,
“dalâlet” olarak nitelendirilir. Dalâlet sözcüğünün aslı olan d l l kökü, çeşitli
şekillerde Kur’an’da “yüz doksan bir” kez kullanılır.
Demek ki dalâlet, vahye ve akla aykırı olan ilke ve işleri benimseyip hak
yoldan sapmayı ifade etmektedir. Dalâlet, vahiy kaynaklı hak dinden sapmak
ve ondan mahrum kalmaktır. Bu da, insanın kendisini hakikate ulaştıran
yoldan yüz çevirip sapmasıyla gerçekleşir.
Hidâyet; doğru yola gitmek, irşad etmek ve doğruyu göstermek gibi anlamlar
taşıyan
h d y kökünün mastar şeklidir. “İnsani amaca ulaştıracak yolu göstermeye
ve bu yol için kılavuzluk etmeye” hidâyet, “hak ve doğru olanı benimseyip
hidâyete ermeye de ihtida denir.
İslâmî terminolojide hidâyet kavramı genel olarak, “insana doğru yolu
gösterip açıklama ve ona ulaştırma; mü’minleri ödüllendirip cennete koyma”
şeklinde tanımlanmış ve yorumlanmıştır. Ayrıca bu terim, Allah’ın
bütün varlıkları amaçlarına uygun olarak yaratmasını, onları varlıklarını
devam ettirecek vasıtalara kavuşturmasını, insana bahşettiği akıl gücünün
yanısıra gönderdiği peygamberler aracılığı ile doğru yolu gösterip açıklamasını
da ifade eder. Demek ki hidâyet, insana dünya ve ahiret mutlulu•
231 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
ğunu sağlayacak yolu gösterip hak ve doğru olanı benimseyenleri dünyada
Allah’ın yardımına eriştirmekle (tevfikle), ahirette de cennetle mükâfatlandırmaktır.
Hidâyet kavramının aslı olan h d y kökü de, çeşitli kullanım biçimleriyle
Kur’an’da “üç yüz on altı” kez geçmektedir.
Kur’an’da, “Allah’ın dilediği her şeyi yaptığını” belirtmek için irâde ve
meşîet kavramları kullanılır. Burada, sadece “meşîet” kavramına açıklık getirilecek,
“irâde” kavramı da ileride ilk geçtiği âyette açıklanacaktır.
Meşîet; irâde, istek ve dilek gibi anlamlar taşıyan ş y e kökünün mastar
şeklidir. Meşîet, Allah hakkında kullanıldığında, “O’nun yaratmasını, dilemesini,
iyilik, lütuf, bağış ve yardımını” ifade eder. İnsan hakkında kullanıldığında
ise, “arzu ve isteğin yerini bulması” anlamına gelir.
Kur’an’da, “meşîet” ve “irâde” kelimelerinin, hem Allah hem de insanlar
hakkında kullanıldığı görülür. Bu kullanım şekliyle Allah’ın sınırsız irâdesi
(kûllî irâde) ile insana ait olan sınırlı (cüz’î) irâdeye işaret edilir.
İlâhî irâde, mutlak ve muhtardır; hiçbir şeyle sınırlı değildir. Allah, bir
şey yaratmak istediğinde ona sadece “Ol.” der o hemen oluverir. Yüce Allah,
sınırsız irâdesiyle varlık ve oluşun kendince belirlenen hedeflere doğru
yürümesini sağlar. Bunun için Allah dilemedikçe insan bir şey dileyemez.
Zira insanın dilemesi, irâdeli bir varlık olarak yaratılması da Allah’ın dilemesiyle
olmuştur. Ancak bunda insanın seçme özgürlüğüne ve sorumluluğuna
aykırı bir durum yoktur. Çünkü Allah, insanları sapıklığa veya
hidâyete zorlamaz.
İnsan kendi irâdesiyle bunlardan birine ulaşır, iman ve inkâr da buna
bağlı olarak Allah’ın yasaları içinde oluşur. Hemen belirtelim ki insan, Allah’ın
dilemesinden değil, kendi irâdesiyle yaptığı işlerden sorumludur.
Demek ki ilâhi irâde, yaratıcı ve belirleyicidir, ama zorlayıcı değildir. Bu
yüzden İlâhî bir âyet ne denli büyük olursa olsun, insanı iman etmeye zorlamaz.
İrade, insanın imanı veya inkârı kabule hazır olduğu zaman etkili
olur. Ancak inkâr, Allah’ın dilemesiyle vuku bulsa da O’nun rızâsına konu
olamaz.
• 232 •
Ahmed Kalkan
Allah, insanı akıllı ve irâdeli bir varlık olarak yaratmış, hayatın dinamik
yapısı içinde insan irâdesine geniş bir hareket alanı bırakmıştır. Çünkü
O, insanın irâde hürriyetine müdahale etmeyi dilememiş, “İsteyen inanır
isteyen de inkârcı kalır.” demiştir. Şu halde, “Allah dilediğini saptırır dilediğini
de doğru yola ulaştırır.” anlamındaki ibare, Allah’ın insanları sapıklığa
veya hidâyete zorladığını değil, tam aksine insanın kendi irâdesiyle bunlardan
birine ulaşabileceğini belirtir. Allah, kendi irâdesiyle kötülüğe yönelen
kimseyi saptırır, iyiliğe yönelen kimseyi de doğruya ulaştırır. Şâyet Allah
insanları hidâyete zorlasaydı inanmayan kalmaz yahut sapıklığa zorlasaydı
inanan olmazdı. Her iki durumda da insanlar yaptıklarından sorumlu tutulmazlardı.
“Allah’ın dilediğini saptırıp dilediğini hidâyete ulaştırması”, O’nun keyfî
bir tasarrufunu değil; insanın, irâdesini olumlu veya olumsuz yönde kullanıp
kullanmaması sonucu elde ettiği kazanımı ifade eder. İnsan irâdesini
olumlu yönde kullanır, iman ve salih amelle Allah’a yönelir, Kur’an’a ve
Peygamber’e (s.a.s.) tâbi olursa hidâyete erer veya erdirilir. Şâyet hevâsına
uyup isyan eder de kalbini katılaştırırsa sapıklığa düşer. Öyleyse, insanın
Allah tarafından hidâyete erdirilmesi, kişinin hidâyeti benimseme irâdesi
göstermesine bağlıdır. İşte insanın hidâyete erme konusundaki bu önemli
fonksiyonunu dikkate alarak söz konusu ibareleri yerine göre, “Allah yoldan
çıkmak isteyeni saptırır, doğruya ulaşmak isteyeni de doğru yola ulaştırır.”
şeklinde manalandırmak daha isabetli olur. Çünkü insanın hidâyete ermesi
için ona peygamber veya ilâhi kitap aracılığı ile yol gösterilmesi gerekli ise
de bu yeterli değildir. İnsanın hidâyete ermesi için, ayrıca gösterilen yolda
gitmeyi istemesi ve ona yönelmesi de gerekir. İlâve edelim ki bu tür beyan
üsluplar, bir kınama ve uyarma manası da taşımaktadır.
Sonuç olarak bu konuyla ilgili âyetlerin tamamı birlikte değerlendirilirse,
Allah’ın bir insanı sebepsiz yere dalâlete düşürüp onu cehenneme sevkettiğini
söylemenin mümkün olmadığı görülür. Çünkü sorumluluğa konu
teşkil eden işlerde zorlama (cebir) olmadığı âşikârdır. İlâhi irâde yaratıcı ve
belirleyicidir, fakat zorlayıcı değildir. Allah’ın dilemesi, insanların tutum ve
davranışlarına göre tecelli etmektedir. Hidâyeti benimseme eylemi ve buna
samimi olarak yönelme hareketi ise insana aittir. Bunun için, insanın sapıklığı
veya hidâyeti seçmesi, Allah’ın zorlamasıyla değil, kişinin istek, gayret
ve seçeneğiyle gerçekleşmektedir.
• 233 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Dalâlete veya hidâyete sevketme işinin Allah’a nisbet edilmesi, bunun
insanların irâde ve seçeneklerine bağlı olarak tecelli ettiği; bu tecellinin ise
ezelde Allah tarafından bilindiği şeklinde algılanmalıdır. Eğer böyle olmasaydı,
insanın irâdeli yaratılmasının, ona peygamber ve kitap gönderilmesinin
bir anlamı kalmaz; ceza ve mükâfatın da bir dayanağı olmazdı. İşte bu
noktaya dikkat çekmek için âyetlerde yol gösterme ve saptırma, öncelikle
insanın özgür irâdesi ve seçimiyle başlayan bir yönelime bağlanmaktadır.
Âyetin son kısmında yer alan ve “Rabbinin ordularını ancak kendisi bilir.”
anlamına gelen ibare, cehennem muhafızlarının sayısını sâdece Allah’ın
bilebileceğine ve bunun bir gayb konusu olduğuna işaret eder. Öyleyse insana
düşen görev, onların mâhiyetini, sayısını ve gücünü ancak Allah bilir
deyip vahiyle bildirilen gerçeklere hiç kuşku duymadan inanmaktır. Çünkü
gerek sekar (cehennem) gerekse bu âyetler, insanın menfaati için verilen
öğüt ve uyarıdır. Yüce Allah, bu âyetleri, cedelleşme ve çekişme konusu yapılması
için değil, bir sakınma ve uyanma vesilesi olması için göndermiştir.
Kur’an’ı kendi vahyediliş düzeni içinde ele alıp incelersek, onun nelere
öncelik tanıdığını kolayca görebiliriz. Kur’an, varlık alanına çıkarmak istediği
insanın öncelikle okumasını ve aydınlanmasını, okuyup yazarak bilgi
değerine ulaşmasını ister. Bilgi, iman ve düşünce gibi yüksek değerlerle kişisel
donanımını tamamlayan insana bireysel kıyam emrini verir; sonra da
bu kıyam emrini kişisel boyuttan toplumsal boyuta yöneltir. Kur’an’la ortaya
konulan bu yöntem, kendi iç benliğinde gerekli gelişme ve değişmeyi
gerçekleştiremeyen kişilerin, başkalarını olumlu yönde etkileyemeyecekleri
mesajını verir.
Şu halde, hak davetçisinin insanları doğruya yönlendirebilmesi için,
önce kendi iç donanımını tamamlayıp kıvama ermesi, yaşantısını her yönden
temiz tutması, dünyacı çıkarları bir tarafa bırakıp ihlâsla çalışması, zorluklara
karşı da sabırlı olması gerekmektedir. Zaten bunlar, hem mü’min
bir kişiliğe sahip olmasının hem de başarının gereğidir. Çünkü İslâm, yanlış,
kötü ve kirli olan hiçbir şeyi kabul etmez.
İslâm daveti ilk başta, barışçı bir yöntem izledi. Çünkü bu dönemde davetin
barışçı kalması gerekiyordu. Ancak Kureyş, çeşitli meclislerde Kur’an’ı
konuşuyor, kimileri bu bir kehânettir, kimileri de sihirdir diyordu. Tabii ki
bu söylentiler, Peygamber’in (s.a.s.) çok ağrına gidiyordu.
• 234 •
Ahmed Kalkan
O, evinde giysilerine bürünmüş bir haldeyken bu kez Cebrâil: “Ey örtüye
bürünen peygamber! Artık kalk ve uyar!” emrini getirdi. İşte bu çağrıyla,
davetin ikinci aşamasına geçildi. Hemen hatırlatalım ki ilk nüzul grubunu
oluşturan âyetlerde ağırlıklı olarak ilim ve iman konularının yer aldığı,
ikinci nüzul grubundaki âyetlerde ise daha çok ahlâki ve ameli konuların
işlendiği görülür.
İlk dönem vahiylerinde, Peygamber’in (s.a.s.) öncelikli görevinin insanları
uyarmak (inzar) olduğu sıkça vurgulanır. Bu uyarma, kimi zaman
nesnesi belirtilmeksizin tek başına, kimi zaman da ateş, cehennem, âhiret
cezası ve dünya felâketi gibi nesnelere ima edilerek yapılır. Bununla, insanların
görüş ve yaşantılarındaki yanlışların düzeltilmesi amaçlanır.
Hz. Muhammed’in, Allah’tan mesajlar aldığını ve kendisinin bir peygamber
olduğunu söylemesi, daha ilk günlerden itibaren eleştirilmiş; sonraki
günlerde de hem Kur’an hem de Peygamber (s.a.s.) saldırıya uğramıştır.
İnkârcılar, Kur’an’a “eskilerin masalları”, Peygamber (s.a.s.)’e de “mecnun”
dediler. Ayrıca onlar, Kur’an âyetlerini alay konusu yaptılar.
Kur’an, muhâliflerinin alaylarını ve eleştirilerini çekincesiz olarak nakleder.
Çünkü o, kendisinden emirdir. Ne Kur’an “eskilerin masalı”dır, ne de
Hz.Muhammed iddia edildiği gibi “mecnun”dur. Bu haksız ve mantıksız iddialar,
orta çağ anlayışlarıdır. Bunlar bir yana bırakılmadan gerçeği görmek
mümkün değildir.
Cehennemin on dokuz muhafızı vardır; ama bunlar dünya muhafızlarıyla
karıştırılmamalıdır. Çünkü bu muhafızlar insan değil melektir. On
dokuz muhafız meleğin anılması, inkârcılar için bir sınavdır.
Kur’an’ı yalanlayan, onun âyetlerini alaya alan ve hakkı engellemeye
kalkışan inkârcılar, yarın yaptıklarının hesabını mutlaka verirler; Allah’ın
âdil kararıyla hak ettikleri cezayı görürler.
Samimi mü’min, dünya varlığıyla şımaran, bunu güç ve övünç kaynağı
yapan kimselerin engellemelerine aldırmadan Allah yolunda yürümeye
devam eder.
Davetçi ve önderlerin; kötülük ve pisliklerden (ahlâkî kirlenmişlikten)
âri ve beri olmaları; başa kakmadan ve yüze çarpmadan minnetsiz bir hiz•
235 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
met ortaya koymaları; zorluklar ve sorunlar karşısında da sabırlı, metanetli
ve cesaretli olmaları şarttır.
Doğru bir hayatın gerekli olduğunu kavrayabilmenin bir şartı da bilincin
yenilenmesidir. Şu halde, yeni bir İslâmi hayatın gerekliliğini idrak edip
sürekliliğini sağlamak için, öncelikle bilinç yenilenmesine ihtiyaç vardır.571
Bir önceki âyet indiğinde müşrikler, alay yollu sözlerle kendilerinin kalabalık
bir topluluk olduğunu, dolayısıyla on dokuz bekçinin güç yetirip
onları cehenneme
atamayacağım söylemişlerdi. Ardından gelen bu âyetle
cehennem işlerine
bakmakla meleklerin görevlendirildiği bildirilerek onların
meleklere güç yetirmelerinin
mümkün olmadığına dikkat çekilmiştir.
Aslında inkârcıların hepsi bir araya gelse bir meleğe bile güçleri yetmez.
Âyette on dokuz sayısının verilmesi sadece
bir imtihan vesilesi olarak gösterilmiştir.
“Kendilerine kitap verilenler iyiden iyiye öğrensinler” şeklinde
çevirdiğimiz cümle bazı Ehl-i kitap mensuplarının, bu âyetlerde verilen
bilgileri Tevrat ve İncil’in ruhuna uygun bulduklarını gösterir. Çünkü müşriklerin
aksine, müslümanlar gibi yahudiler ve hıristiyanlar da âhirete iman
ederler.
“Kalplerinde hastalık bulunanlar”ın kimler olduğuna dair iki farklı görüş
vardır:
a) Bunlar münafıklardır; her ne kadar Mekke döneminde münafık yok
idiyse de âyet İleride böyle bir grubun ortaya çıkacağını haber vermiştir.
Nitekim Medine
döneminde önemli bir münafıklar grubu vardı,
b) “Kalplerinde hastalık bulunanlar”
Hz. Peygamber’e iman edip etmeme
hususunda tereddütte kalan müşriklerdir.
572 Müşriklerin “Allah bu misalle
ne demek
istemiş olabilir?” anlamındaki sorusunda geçen “misal”den
maksat, cehennemin
on dokuz görevlisiyle ilgili 30. âyetteki anlatımdır.
Âyetteki “mesel” kelimesi,
“haber, söz, bilgi” şeklinde de yorumlanmıştır.
Müşrikler bu soruyla cehennemin
on dokuz bekçisinin bulunduğunu söyleyen
sözün vahiy olduğuna, yani Allah’ın böyle bir söz söyleyeceğine inanmadıklarım
anlatmak istemişlerdir.573 Zira onlar Kur’an’a inanmadıkları
için Kur’an’ın verdiği bilgiyi
doğru sayarak bu bilgiye dayalı samimi soru
sormaları da mümkün değildir.
571 Fahrettin Yıldız, Tefsir Dersi Notları 1, s. 105-107
572 Râzî, XXX, 207; Şevkânî, V, 380
573 İbn Âşûr, XXIX, 317
• 236 •
Ahmed Kalkan
Allah Teâlâ kitapları ve peygamberleri vasıtasıyla insanlara doğru yolu
göstermiştir.
O’nun irşat ve yardımlarından yararlananlar doğru yolu bularak
kurtuluşa
ererler; kendi irâdeleriyle Allah’ın emrine karşı geldikleri ve
nefislerine uydukları
için Allah’ın irşat ve yardımından faydalanamayanlar
da sapkınlıklarına devam
ederek bedbaht olurlar. İşte böylece Allah dilediğini
sapkınlıkta biralar, dilediğine
de doğru yolu gösterir. 574
“Rabbin ordularından maksat genel anlamda Allah’ın irâdesine teslim
olup buyruklarım icrâ eden görünür ve görünmez varlıklar; özel olarak bu
bağlamda cehennemdeki
hizmetleri yerine getiren görevlilerdir. Âyette cehennemin
bekçilerinin
sayısı konusunda Hz. Peygamber’le alay edenlere
cevap verilmekte, gayb âleminden
olan meleklerin sayılarını, güçlerini ve
diğer özelliklerini Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği ifade edilmektedir.
“Rabbinin orduları” tanılaması aynı zamanda
Hz. Peygamber’in şanının
yüceliğine, bu ordulardan bir kısmının onun zaferi
için yardımcı olacaklarına
işaret eder. Âyetin son cümlesi, cehennem bekçileri,
onların sayıları
ve diğer anlatılanların tümünün insanlara Allah’ın gücünü hatırlatmak
ve O’na itaat etmelerini sağlamak için bir öğüt ve nasihat olduğunu ifade
etmektedir. 575
* * *
574 Bu konuda bilgi için bk. 2/Bakara, 26
575 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu, V/421422 (496-498).
• 237 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Bir Ek
On Dokuzculuk Nedir? Kendi
Açıklamalarıyla On Dokuz ve Kur’an
Kur’an’da 19 Nasıl Geçiyor?
19 enteresan özellikleri olan asal bir sayıdır ve Allah’ın birliğini belirten
“Vahid” isminin matematiksel değeri 19’dur. Peki, 19’un önemine asıl
dikkatlerimizi çeken, Kur’an’daki 19’un fonksiyonlarına işaret eden ifadeler
nasıldır? Kur’an’ın 74. sûresi Müddessir (Gizlenen) sûresi 19 sayısına dikkat
çekilen sûredir. Konumuz açısından önemine binaen 19’dan bahsedilen
âyetleri, daha önceki âyetlerden başlayarak okuyalım:
24- “Şöyle dedi: “Bu aktarılarak öğretilen bir büyüden başka bir şey değil”
25- “Bu sadece bir insan sözüdür.”
26- Onu Sakar’a (bilgisayara) salacağım.
27- Sakar nedir bilir misin?
28- Ne bırakır, ne de yüklenir.
29- İnsanlar için tablolar sunandır O.
30- Üzerinde 19 vardır.
31- Ateşe bekçi olarak sadece melekleri atadık. Onların sayısını da, inkârcılar
için bir fitne kıldık. Ta ki; kendilerine kitap verilenler kesin bir bilgiyle
inansın. Kendilerine kitap verilenler ve inananlar kuşkuya düşmesin. Kalplerinde
hastalık olanlarla, inkârcılar da “Allah bu örnekle neyi anlatmak istedi”
desinler. Böylece Allah dilediğini/dileyeni saptırır, dilediğini/dileyeni de doğruya
iletir. Efendi’nin ordularını kendisinden başkası bilmez. Bu insanlara
bir hatırlatıcıdır.
• 238 •
Ahmed Kalkan
32- Hayır Ay’a andolsun
33- Dönüp gittiği zaman geceye
34- Ve ağardığı zaman sabaha
35- Bu gerçekten büyüklerden biridir.
36- İnsanlar için bir uyarıcıdır.
37- İlerlemek ya da geride kalmak isteyenleriniz için.” (74/Müddessir Sûresi,
24-37)
Kur’an’a Göre 19’un Fonksiyonları
Kur’an’da 19 dışında da sayılar geçmektedir. Fakat bu sayıların hemen
hepsi bir ismi nitelemek için kullanılmıştır. Dört ay, yedi gök, bin ay gibi…
Fakat 30. âyette “Üzerinde 19 var” diye 19 vurgulandıktan sonra, 31. âyette
“Onların sayısını da…” denerek, 19’un fonksiyonları anlatılmaktadır. Bu
fonksiyonlar şöyledir:
1- İnkârcılar için bir fitne [Bir bela, aleyhlerine durum oluşturan bir
unsur]
2- Kitap verilenleri [Yahudileri, Hıristiyanları] ikna etme özelliği
3- İnananların kesin bir bilgiyle inanmasını sağlama
4- İnananların ve kitap verilenlerin kuşkularını yok etme
5- Kalplerinde hastalık olanların, inkârcıların anlayamayacağı, bu örneği
hafife alacağı bir durum oluşturma. (Âyette kalplerinde hastalık olanların
ve inkârcıların “Allah bu örnekle neyi anlatmak istedi?” diye sorduklarını
görüyoruz. Kanaatimize göre bu soru, merak eden insanların sorusu
değildir. Bu soru, sırf karşı çıkmak için inkârcı psikolojisiyle yapılmış, âyeti
hafife alan bir yaklaşımın ifadesidir.)
• 239 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
İnkârcının, Kur’an için “Bu sadece bir insan sözüdür” dediği 25. âyette
anlatıldıktan sonra 31. âyette, 19’un inkârcıya bir fitne olduğu vurgulanıyor.
Görülüyor ki 19, Kur’an’ın insan sözü olduğu iddiasına karşı bir cevaptır.
Bir sayı ve bir cevap… Aynı zamanda bu sayı kuşkuları giderip, kesin
bilgiyle inanılmasını sağlıyor. 19 mûcizesi keşfedilmeden önce, bunun insanlar
için ne kadar inanılmaz olduğunu siz düşünün. 19 mûcizesinin anlaşılması
için 1400 yılı aşkın bir zaman gerekmiştir ve vakti gelince Müddessir
(Gizlenen) Sûresi’nin içinde gizlenen mûcize açığa çıkmıştır. Bu mûcize
açığa çıktıktan sonra gerçekten de Kur’an’ın insan sözü olduğunu söyleyenlere
bu mûcizenin cevap verdiği, nasıl inananların ve kitap verilenlerin kesin
bilgiyle inanmalarına ve kuşkularının giderilmesine katkıda bulunduğu
ve niye 19’un bu fonksiyonlarından Müddessir Sûresi’nin 35. âyetinde “Bu
gerçekten büyüklerden biridir.” diye bahsedildiği anlaşılmaktadır.
Müddessir Sûresi ve 19’un Bulunma Tarihi
Kur’an’ın içindeki 19 koduna, ilk olarak 1974 yılında dikkat çekilmiştir.
Daha sonra birçok araştırmacının katkılarıyla Kur’an’daki bu sistem ile
ilgili birçok mûcize açığa çıkmıştır. Müddessir Sûresi 74. sûredir ve 19 ile
74’ü arka arkaya koyduğumuzda çıkan sayı, aynı zamanda bu mûcizenin
bulunuş tarihidir.
Bu mûcize ile ilgili ilk veriler Amerika’da yaşayan müslümanlarca ortaya
kondu. Mûcizenin ortaya konduğu tarihte, Dünya’daki en yaygın takvim
miladi takvimdir ve bu takvim tam 1974 yılını göstermektedir. Yani Hz.
İsa’nın doğumundan 1974 yıl sonra bu gizlenen mûcize, Kur’an’ın Müddessir
(Gizlenen) sûresinde işaret edilen mûcize açığa çıkmıştır.
Bu mûcizenin bulunduğu tarihte Peygamberimiz’in Mekke’den Medine’ye
hicreti ile başlayan takvim 1393 yılını göstermektedir. Bilindiği gibi
Peygamberimize Kur’an, hicretten 13 yıl önce vahyedilmeye başlanmıştır.
Yani bu mûcize Kur’an’ın vahyedilmeye başlamasından tam 1406 yıl sonra
keşfedilmiştir. Peki, 1406 nedir? Sıkı durun 1406= 19x74’tür.
• 240 •
Ahmed Kalkan
19 Mûcizesinin keşif tarihi 1974
19 Mûcizesinin 19’u ve19’un
geçtiği 74’üncü sûrenin arka
arkaya yazımı
19-74
Kur’an’ın vahyinden kaç
yıl sonra bu mûcizenin
keşfedildiği
19x74 (1406)
Kur’an’daki sayısal mûcizeye işaret eden Müddessir (Gizlenen) Sûresi’nin
kendisi baştan aşağı sayısal mûcizeler ile doludur. 19 mûcizesinin
19’unu, bu mûcizenin anlatıldığı sûrenin (74) arkasına koyduğumuzda oluşan
sayı aynı zamanda 19 mûcizesinin keşif tarihi olan 1974’ü vermektedir.
Acaba inkârcılar buna ne der? Tesadüf. Peki, Kur’an’ın inişinden sonra geçen
1406 yıl aynı 19 ile aynı 74’ün bu sefer çarpımını verir. Peki, inkârcıların
buna cevabı ne olacaktır? Yine tesadüf… Acaba 19 mûcizesinin bulunuş
tarihinin Müddessir (Gizlenen) sûresinde kodlu olduğuna dair vereceğimiz
ilave müthiş delillere inkârcılar yine tesadüf deme yüzsüzlüğünü gösterebilecekler
mi? Müddessir Sûresi’nin ilk iki âyeti şöyledir:
1- “Ey gizlenen
2- Kalk ve uyar.” (74- Müddessir Sûresi, 1-2)
Sûrenin ilk âyeti gizlenene (müddessir) seslenmekte ve ikinci âyeti artık
kalkış vaktinin geldiğini, uyarmaya başlamasını söylemektedir. İşte bu iki
âyet, toplam 19 harftir. Bu iki âyetin sayısal değeri (ebcedi) acaba kaçtır
dersiniz? Duyunca inanmakta zorluk çekebilirsiniz. İşte bu iki âyetin sayısal
değeri tam 1974’tür. Anlamın, matematiğin ve bir mûcizenin gerçekleşmesinin
uyumu ancak bu kadar mükemmel olabilir.
• 241 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Sıra No 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10
Harf Ya Elif Elif Ya He Elif Elif Lam Mim De
Sayısal
Değer 10 1 1 10 5 1 1 30 40 4
Sıra No 11 12 13 14 15 16 17 18 19
Harf Tse Re Kaf Mim Fe Elif Nun Dhe Re
Sayısal
Değer 500 200 100 40 80 1 50 700 200
Toplam: 1974
Kur’an, indiği dönemde Peygambere seslenirken, anlamsal uyum muhafaza
edilerek, ileride gerçekleşecek olan mûcizenin açığa çıkış tarihi de
kodlanmıştır. Bu mûcize 19 mûcizesidir ve 19 harfle bu mûcizeye işaret
edilmektedir. Bu mûcizenin ortaya çıkış tarihi olan 1974 ise, bu 19 harfin
sayısal değerine eşittir. Ayrıca bu 19 harfin sayısal değeri, 19 mûcizesinin
19’unun ve 19’un anlatıldığı sûre olan Müddessir Sûresi’nin numarası olan
74’ün arka arkaya yazılmış şeklidir.
Müddessir Sûresi’nin birinci âyeti (74, 1) olarak gösterilir. Yine ilginçtir
ki sayısal mûcize açısından önemli bu âyetten itibaren Kur’an’ın sonuna
kadar 741 âyet vardır ve 741 (19x39)’a eşittir.
Muddessir Sûresi 1. âyetin
matematiksel gösterimi
Bu âyetten Kur’an'ın sonuna kadar
olan âyet sayısı
74-1 741=(19x39)
• 242 •
Ahmed Kalkan
Büyüklerden Biri
Büyüklerden biri olarak nitelenen 19 mûcizesinin (35. âyet) büyüklüğü,
bu mûcizenin anlatıldığı Müddessir Sûresi’ndeki matematiksel kodlamalardan
başlayarak kendini göstermektedir.
Müddessir Sûresi’nde, Kur’an’ın insan sözü olduğunu söyleyen kişinin
“Sakar”a atılacağı söylenir. 27. âyette “Sakar nedir bilir misin?” diye sorularak
“Sakar”ın anlamının ne olduğu gündeme getirilir. Daha sonra “Sakar”;
her şeyi kapsayan, insanlar için tablolar sunan bir ceza olarak tarif edilir.
Bu ceza, cehennem olarak düşünülebileceği gibi, inkârcılara cevap olan 19
olarak da düşünülebilir. Cehennemin her şeyi kapsayan, insanlara yaptıklarını
gösteren özelliği gibi, 19’un da tüm Kur’an’ı matematiksel bir sistem
olarak kaplayıp koruyan, tablolar sunarak mûcizesini belli eden, böylece
inkârcıların “Bu sadece bir insan sözüdür.” iddiasına cevap veren özelliği
vardır. “Sakar”a bu iki anlamdan hangisi verilirse verilsin, 31. âyette, 19’un
fonksiyonlarına dikkat çekildiği için sonuç değişmez.
Her durumda “Sakar” kelimesi 19 mûcizesi açısından önemli bir kelimedir
ve Kur’an’da 4 defa geçen bu kelimenin 3’ü Müddessir Sûresi’nde geçmektedir.
Müddessir Sûresi’ndeki bu 3 geçişin de matematiksel olarak kodlandığına
tanık oluyoruz. Müddessir Sûresi’nde “sakar” kelimesi 26., 27. ve
42. âyetlerde geçer. Bu 3 âyetin toplamı ise 95’tir (19x5). Ayrıca bu 3 âyetin
matematiksel değerlerinin toplamı da 1900’dür. 1900 hem (19x100)’e eşittir,
hem de bu 3 âyetin matematiksel değeri ile Müddessir Sûresi’nin numarası
olan 74’ü toplarsak gene 19 mûcizesinin bulunma tarihi ortaya çıkar.
• 243 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Müddessir Sûresi'nde Sakar
kelimesinin geçtiği âyetlerin
numaraları
Toplam
26+27+42 95(19x5)
Müddessir Sûresi'nde geçen Sakar kelimesinin geçtiği âyetlerin
matematiksel değeri
26
556 + 27
683 + 42
661
Toplam
1900(19x100)
Sakar kelimesinin geçtiği
âyetlerin matematiksel
değeri
Müddessir Sûresinin
Numarası Toplam
1900 + 74 1974 (19 Mûcizesinin keşif tarihi)
Kur’an’daki ‘19’ mûcizesi
Kur’an’ın matematiksel mûcizelerinin bir başka yönü ise 19 sayısının,
âyetlerin içine şifresel bir biçimde yerleştirilmiş olmasıdır. Kur’an’da “Onun
üzerinde ondokuz vardır.” (Müddessir Sûresi, 30) âyeti ile dikkat çekilen
bu sayı, Kur’an’ın birçok yerinde şifrelenmiştir. Bunun örneklerinden bir
kısmını şöyle sayabiliriz:
Besmele 19 harftir.
Kur’an 114 (19 x 6) sûreden oluşur.
İlk vahyolan sûre (96. sûre) sondan 19. sûredir.
• 244 •
Ahmed Kalkan
Kur’an’ın ilk vahyedilen âyetleri 96. sûrenin ilk 5 âyetidir ve bu âyetlerin
toplam kelime sayısı 19’dur.
Vahyedilen ilk sûre (Alak Sûresi) 19 âyete sahiptir ve 285 (19 x 15) harf
içerir.
Son vahyedilen sûre olan Nasr, toplam 19 kelimeden oluşur.
Ayrıca Nasr Sûresi’nin Allah’ın yardımından söz eden ilk âyeti de 19
harftir.
Kur’an’da 114 (19 x 6) besmele bulunur. Bu sayı da 19’un 6 katıdır.
Kur’an’da 113 sûre besmele ile başlar. Başında besmele bulunmayan tek
sûre, 9 numaralı Tevbe Sûresi’dir. Kur’an’da sadece Neml Sûresi’nde iki besmele
bulunmaktadır. Bu besmelelerden biri sûrenin başında diğeri ise 30.
âyette yer alır. Besmele ile başlamayan Tevbe Sûresi’nden itibaren saymaya
başlanıldığında Neml Sûresi’nin 19. sırada yer aldığı görülecektir. 19 sûre
sonra gelen 27 numaralı Neml Sûresi’nin hem başında, hem de 30. âyetinde
besmele vardır. Böylece 27. sûrede iki besmele bulunur. Besmeleleri 114’e
tamamlayan 27. sûrenin 30. âyetidir. Ayrıca sûre ve âyet numaralarını yani
27 ve 30’u topladığımızda 57 (19 x 3) sayısını buluruz.
Tevbe Sûresi’nden (9) Neml Sûresi’ne (27) kadar olan sûre numaralarının
toplamı; (9+10+11+12+13+14+15+16+17+18+19+20+21+22+23+24+
25 +26+27=) 342’dir. Bu da 19’un 18 katıdır.
19 ve 19’un katı olan âyetlerde geçen Allah kelimelerinin toplamı 133
(19 x 7) katıdır.
“Bir” anlamına gelen “vâhid” (i harfi okunurken ekleniyor) kelimesinin
ebced değeri 19’dur. Kur’an’da bu kelime, bir çeşit yemek, bir kapı vs.
gibi farklı kelimeler için kullanılmıştır. “Bir Allah” olarak kullanımı ise 19
keredir.
İlk başlangıç harflerinden (Elif, Lam, Mim; Bakara Sûresi, 1. âyet) son
başlangıç harflerine (Nun; Kalem Sûresi, 1. âyet) kadar olan âyet sayısı
5.263 (19 x 277)’tür.
• 245 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Başlangıç harflerinin bulunduğu ilk sûre ile başlangıç harflerinin bulunduğu
son sûre arasında, başlangıç harflerinin bulunmadığı 38 (19 x 2)
sûre vardır.
“Rahmân” kelimesi ise Kur’an’da 57 (19 x 3) defa geçmektedir.
Kur’an’da bahsi geçen 30 farklı rakam vardır. Kur’an’da geçen tüm bu sayıları
(tekrarlar dikkate alınmadan) topladığımızda çıkan sayı 162.146’dır.
Bu da 19’un 8.534 katıdır:
1+2+3+4+5+6+7+8+9+10+11+12+19+20+30+40+50+60+70+80+99+
100+200+300+1.000+2.000+3.000+5.000+50.000+100.000=162.146 (19 x
8.534)
Bu 30 farklı sayıya ek olarak Kur’an’da 8 tane kesirli sayıdan bahsedilir.
Bunlar 1/10, 1/8, 1/6, 1/5, 1/4, 1/3, 1/2, 2/3’tür. Böylece Kur’an 38 (19 x 2)
farklı sayı içerir.
Kur’an’ın en başından itibaren 19 âyete sahip ilk sûresi İnfitar Sûresi’dir.
Bu sûrenin diğer bir özelliği son kelimesinin Allah olmasıdır. Bu aynı zamanda
Rabbimiz’in “Allah” olarak zikredilen, Kur’an’daki sondan 19. ismidir.
Kaf harfi ile başlayan 50. sûrede 57 (19 x 3) adet Kaf harfi vardır. Başında
K(19 x 5)’tir.
50. Sûre *57 (19x3) Kaf harfi
42. Sûre *57 (19x3) Kaf harfi
50. Sûrede 45 âyet 50+45=95 (19x5)
42. Sûrede 53 âyet 42+53=95 (19x5) kaf harfi bulunan 42. sûrede yine
57 (19x3) adet
Kaf harfi bulunur. 50. sûrenin 45 âyeti vardır. Bunları toplarsak sonuç
95 (19 x 5)’tir. 42. sûrenin 53 âyeti vardır. Bunları toplarsak 42+53 yine 95.
• 246 •
Ahmed Kalkan
Kaf Sûresi’nin ilk âyetinde Kur’an için kullanılan Mecid kelimesinin ebced
değeri 57 (19 x 3)’dir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi sûre içindeki Kaf
harflerinin toplamı da 57’dir.
Kaf Sûresi’ndeki Kaf harflerinin geçtiği âyetlerin numarasını topladığımızda
19’un 42 katı olan 798 sayısını elde ederiz. 42 sayısı ise başlangıç
harfleri arasında Kaf olan diğer bir sûrenin numarasıdır.
Nun harfi sadece 68. sûrenin başında bulunur. Bu sûredeki Nun harflerinin
toplam sayısı 133 (19 x 7)’tür.
Sûre numaraları 19’un katı olan sûrelerin âyet sayılarını (besmele dâhil)
topladığımızda:
SÛRE NO ÂYET SAYISI
19x1 19. Sûre 99
19x2 38. Sûre 89
19x3 57. Sûre 30
19x4 76. Sûre 32
19x5 95. Sûre 9
19x6 114. Sûre 7
TOPLAM =266 (19x4)
Yâ, Sin harfleri Yasin Sûresi’nin başında bulunmaktadırlar. Sin harfi Yasin
Sûresi’nde 48 defa geçmekte iken Ya harfi 237 defa geçmektedir. Bu iki
harfin toplamı 285 (19 x 15)’tir.
Yalnızca tek bir sûre -7. sûre- “Elif, Lam, Mim, Sad” başlangıç harfleriyle
başlamaktadır. Elif harfi bu sûrede 2.529 defa, Lam harfi 1.530 defa,
Mim harfi 1.164 defa ve Sad harfi 97 defa geçmektedir. Bu şekilde 4 harfin
bu sûrede toplam olarak geçtiği yer 2.529 + 1.530 + 1.164 + 97 = 5.320 (19
x 280)’dir.
• 247 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Elif, Lam, Mim harfleri Arapçada en sık kullanılan harflerdir. Bu harfler
birarada 6 sûrenin -2, 3, 29, 30, 31 ve 32- başında yer almaktadırlar ve bu
3 harf, 6 sûrenin her birinde toplam 19’un katı olarak geçmektedir. Sırasıyla
[9.899 (19 x 521), 5.662 (19x298), 1.672 (19 x 88), 1.254 (19 x 66), 817 (19 x
43)]. Bu üç harfin 6 sûrede toplam olarak geçtiği yer 19.874 (19 x 1.046)’tür.
Elif, Lam, Ra başlangıç harfleri 10, 11, 12, 14 ve 15. sûrelerde bulunmaktadır.
Bu harflerin bu sûrelerde toplam olarak geçtiği yer 2.489 (19 x
131), 2.489 (19x131), 2.375 (19 x 125), 1.197 (19 x 63) ve 912 (19 x 48)’dir.
Elif, Lam, Mim, Ra başlangıç harflerinin toplam olarak geçme sıklığı
1.482 (19 x 78)’dir. Elif harfi 605 defa, Lam harfi 480 defa, Mim harfi 260
defa ve Ra harfi 137 defa geçmektedir.
Kâf, Ha, Ya, Ayn, Sad başlangıç harfleri tek bir sûrede -19. sûre- geçmektedir.
Kaf harfi bu sûrede 137 defa, Ha harfi 175 defa, Ya harfi 343 defa,
Ayn harfi 117 defa ve Sad harfi 26 defa geçmektedir. 5 harfin toplam olarak
geçtiği yerlerin sayısı 137 + 175 + 343 + 117 + 26 = 798 (19 x 42)
Bu konudaki diğer tespitler ise şöyledir:
Tüm Kur’an’da;
Etîû (itaat ediniz) kelimesi 19 kere,
Abd (kul), âbid (kulluk eden kişi) ve ibâdet kelimeleri ise toplam 152 (8
x 19) kere geçmektedir. Aşağıda örnek olarak verilen Allah’ın isimlerinden
bazılarının sayısal ebced değeri de 19’un katlarıdır.
Vâhid (Tek) 19 (19 x 1)
Câmi’ (Toplayan) 114 (19 x 6)
İlk vahiy olan 96. sûre sondan 19. sûredir. 19 âyetten oluşur ve bu sûrede
toplam 285 (19 x 15) harf vardır. Vahyin ilk 5 âyetinde ise 76 (19 x 4)
kelime bulunmaktadır. İkinci olarak vahyedilen 68. sûrede vahyolunan ilk
âyetler 38 (19 x 2) kelimeden oluşmaktadır. Üçüncü vahiy olan 73. sûre, 57
(19 x 3) kelimeden oluşmaktadır.
• 248 •
Ahmed Kalkan
Müddessir Sûresindeki Diğer Mûcizeler
Müddessir Sûresi’nin tüm âyetlerinin çok kısa olmasına karşın 19’un
fonksiyonlarını anlatan Müddessir Sûresi’nin 31. âyeti çok uzundur. Bakara
Sûresi’nin 282. âyeti en uzun Kur’an âyeti olmasına rağmen içinde bulunduğu
Bakara Sûresi’nin âyet başına kelime ortalamasının 6 katı kadar
uzundur. Müzemmil Sûresi’nin 20. âyetinde de benzer bir özellik vardır, fakat
o âyet de içinde bulunduğu sûrenin âyet başına kelime ortalamasının 8
katı kadar uzunluktadır. Oysa Müddessir Sûresi 31. âyeti içinde bulunduğu
sûrenin âyet başına kelime ortalamasından 12 kattan daha fazla uzundur.
Böylece bu âyet, 6000’den fazla Kur’an âyeti içinde bulunduğu sûrenin, kelime
ortalamasına oranla en fazla kelimeye sahip âyet olup, özel bir konuma
sahiptir. Böylece Kur’an’da bir sayının (19) fonksiyonundan bahseden tek
âyet olan Müddessir Sûresi 31. âyeti, matematiksel olarak kelime sayısı açısından
da özel bir konuma gelmektedir. Bu özellikten hareketle, bu âyetin
kendi içinde, sûreye göre konumunu, harf ve kelime sayılarını incelediğimizde;
19’un fonksiyonlarından bahseden bu âyetin, 19’a bağlı kodlanışına
tanıklık ederiz. Bu özellikleri şöyle maddeleyebiliriz:
1- Bu âyet 57 (19x3) kelimeden oluşur. 19’un fonksiyonlarından bahseden
bu âyet 19x3= 57 kelimeye sahipken “Üzerinde 19 vardır” diye geçen
bir önceki âyet 3 kelimeye sahiptir. Böylece bu âyetin 19’un 3 katı olmasındaki
3 katsayısı da bir anlam kazanmaktadır.
2- Bu âyetin “… Allah bu örnekle neyi anlatmak istedi” diye biten kısmında,
19’un fonksiyonlarının anlatımı biter. Âyetin bu kısmı 38 (19x2)
kelimeyken, geri kalan kısmı 19 kelimedir.
3- Müddessir Sûresi’nin ilk 19 âyetinin 57 (19x3) kelime olması, bu sayının
19’un fonksiyonlarından bahseden tek âyete eşit olması da çok enteresandır.
4- 19’un fonksiyonlarını anlatan Müddessir Sûresi’nin 31. âyetine kadar
95 (19x5) kelime geçmesi de Allah’ın 19’lu kodlanışı bu sûrede ne kadar
yoğun kullandığının ayrı bir delilidir.
5- Müddessir Sûresi’nin 30. âyeti 19 sayısının telaffuz edildiği tek âyettir.
Müddessir Sûresi’nin başından bu kelimenin (ondokuz) başlangıcına
• 249 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
kadar tam 361 (19x19) harf geçmektedir. Allah’ın mûcizesi ne kadar detaylı
ve ne kadar büyüktür!
6- Müddessir sûresi 56 tane numaralı âyete ve başında numarasız Besmele’ye
sahiptir. Böylece Müddessir Sûresi 56+1= 57 (19x3) âyettir.
Bu altı maddede belirttiğimiz özellikler kadar iddialı olmasa da iki noktaya
daha dikkat çekmek istiyoruz. Müddessir sûresinin 31. âyeti, Kur’an’ın
19 katı kadar kelimeye sahip olan son âyetidir. Ayrıca Müddessir Sûresi 31.
âyette geçen “Efendinin ordularını kendisinden başkası bilmez” ifadesi 19
harftir.
19'un fonksiyonlarını anlatan Müddessir
Sûresi'nin 31. âyeti kaç kelimedir?
57
(19x3)
19'un fonkisonlarını anlatan Müddessir
Sûresi'nin 31. âyetinin 19'un fonksiyonlarını
anlatan bölümü kaç kelimedir?
38
(19x2)
19'un anlatıldığı Müddessir Sûresi'nin ilk 19
âyeti kaç kelimedir?
57
(19x3)
19'un fonksiyonlarını anlatan Müddessir
Sûresi'nin 31. âyetine kadar sûrenin başından
itibaren kaç kelime vardır?
95
(19x5)
Müddessir Sûresi'nde geçen "Ondokuz"
kelimesine kadar kaç harf vardır?
361
(19x19)
Müddessir Sûresi kaç âyettir?
(Numarasız Besmele dâhil)
57
(19x3)
• 250 •
Ahmed Kalkan
Kur’an’daki matematiksel mûcizenin üzerine kurulu olduğu 19 sayısına
işaret eden Müddessir Sûresi’nin kendisinin matematiksel mûcizeler ile
dopdolu olduğunu gördük. Bu sûredeki bir ilginç noktaya daha parmak
basmak istiyoruz. Kur’an’daki 19 mûcizesinin keşif tarihi olan 1974 yılının
yakınlarında Dünya’daki en önemli olay nedir diye düşünürseniz, 1969 yılında
Ay’a gidilmesinin bu olaya en yakın, Dünya tarihinin gelmiş geçmiş
en önemli olaylarından biri olduğunu anlarsınız. Ay’a gidiş tarihi 19 mûcizesinin
bulunmasından az bir zaman önce, Kur’an’daki KUM’ların (Kelime
Uyumlarındaki Matematiksel Mûcizelerin) bulunmaya başlanmasından az
bir zaman sonradır. Bunu göz önünde bulundurduğumuzda 19’un fonksiyonlarını
anlatan Müddessir Sûresi 31. âyetinden hemen sonra 32. âyette
“Hayır, Ay’a andolsun” ifadesiyle Ay’a dikkat çekilmesi anlamlıdır.
Atatürk ve 19
Bir de bu 19 mûcizesinin(!) Atatürk’le ilgili olanı vardır. Bu iddia ile
Atatürk’e ilahi bir kimlik kazandırılmak istenmektedir. Cenk Koray bu konu
hakkında bir kitap yazmıştır. Edip Yüksel’in ve diğer 19’cuların, hayatında
19 sayılarının göze çarpacak kadar bol olduğu Atatürk’ü gerçekten sevdikleri
ve onun âhir zamanda aslî çizgisinden çıkmış dini yeniden ihyâ eden
ilâhî destekli büyük bir zât olduğu hakkındaki kanaatleri dikkat çekicidir.
Meselâ, Harun Yahya ve çevresindeki şahıslar da 19’culuğun şiddetli bir savunucusu
olarak Atatürkçü bir çizgiyi savunmaktadır. Müslümanlar açısından,
putperest Atatürkçülerden daha az zararlı olmadığı kesin olan Harun
Yahya’nın kitaplarına yansıyan Atatürk sevgisi de unutulmamalıdır. Nice
müslüman halkın severek okuduğu Harun Yahya, Atatürk’ü göklere çıkaran
on civarında kitabıyla, öyle anlaşılıyor ki, takıyye yapmıyor, basbayağı
Atatürkçülük’teki samiyetini dosta-düşmana haykırıyor. İşte kitaplarından
bazıları: “Samimi Bir Dindar Atatürk” (Kültür Y., İst. 2002). Atatürk’ün ne
kadar takvâlı bir müslüman olduğu, gündüzleri sâim, geceleri kaim; yani
devamlı oruçlu, geceleri nâfile ibâdetle geçiren samimi bir dindar olduğu,
içki gibi haramlardan nasıl kaçındığı, kurduğu devletin ne kadar dinî bir
devlet olduğu… anlatılıyor olmalı kitapta. Öyle ya, samimi bir dindar böyle
biri olmalı. Böyle bir Atatürk’ü elbette her müslüman sevmek zorundadır,
değil mi? Diğer bir kitabı: “Atatürk’ü İyi Anlamak” (Kültür Y., 2002). Zâten
ne kadar aksayan durumumuz varsa o da Atatürk’ü iyi anla(ya)madığımız
için başımıza geliyor demek ki, iyi anlayalım da dünyada ve âhirette kur•
251 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
tulalım; sağ olasın Harun Yahya. Bir başka kitabı: “Gerçek Atatürkçülük”
(Kültür Y., İst. 2001). Tabii ki yetmez; müslüman halk Atatürk’ün vatan ve
millet sevgisini de çok iyi anlamalıdır. Harun Yahya bu boşluğu da doldurur:
“Atatürk’ün Vatan ve Millet Sevgisi, Ne Mutlu Türküm Diyene!” (Araştırma
Y., 2002). Bu konuda başka kitaplar da yazılmalı, Müslümanlardan
hâlâ Atatürk’ü sevmeyenler varsa, sevdirmeli diye düşünüyor olmalı ki
yazar, devam eder kitaplarına: “Atatürk ve Gençlik” (Araştırma Y., 2002).
Atatürk’ün askerî dehâsı yazılmazsa olur mu ya: “Asker Atatürk” (Kültür Y.,
İst. 2002). Atatürk’ü iyi anlayan, onun ne kadar samimi dindar olduğunu
kavrayan insan, tabii ki, onun kurduğu düzene/devlete de bağlı olmalı. Onu
da unutmamış yazar, müslümanları Atatürk’ün kurduğu devlete bağlılığa
dâvet eder; ve döktürür hikmetleri(!): “Devlete Bağlılığın Önemi” Vural
Y., İst. 2000. Kitabın ismi her şeyi anlatmaya yetmiyor mu? Bu kitaplarla
da hızını alamayan Harun Yahya, koca bir ansiklopedi yazmaya da ihtiyaç
duymuş: “Atatürk Ansiklopedisi” (2 cilt, Araştırma Y.). Anlaşılıyor ki, bu
tür kitapların devamı da gelecek.
İşte Atatürk ve 19
Atatürk, 1881’de 19’uncu yüzyılın bitimine 19 yıl kala doğdu. ( 19 x
99 = 1881 ) Atatürk, 19’uncu yüzyılda 19 yıl yaşamıştır. Atatürk, Selanik’te
doğdu. (Selanik sözcüğünün “ebced” hesabıyla değeri 171’dir. 9 x 19 = 171)
1881, Rumi takvime göre 1297’dir. ( 1 + 2 + 9 + 7 = 19 ) Atatürk’ün nüfus
cüzdanı numarası: 993814 ( 19 x 52306 = 993814 ) Atatürk, 1902’de
Harp Okulu’ndan teğmen rütbesi ile mezun oldu. 19 yıl sonra, 19 Eylül
1921’de son rütbesi verildi, mareşal oldu ve “gazi” ünvanını aldı.Atatürk,
Harp Okulu’nu 20’nci olarak bitirdi. Subaylardan birisi yabancı olduğu için
mezun olan 19 subaydan biri oldu. Atatürk, Harp Akademisi’nin 57’nci dönemine
kaydoldu. (19 x 3 = 57) Atatürk, 19 Nisan 1909’da Hareket Ordusu
ile İstanbul’a girdi. Atatürk, 19 Aralık 1915’te albay oldu. Atatürk, 19 Mart
1916’da tuğgeneral oldu. Atatürk, Çanakkale Savaşı’nda 57’nci Alay’ın komutanlığını
üstlendi. (3 x 19 = 57) Atatürk, Çanakkale Savaşı’nda 19’uncu
Tümen’i komuta etti. Atatürk, 30 Nisan 1919’da 9’uncu Ordu Müfettişliği’ne
atandı, 19 gün sonra Samsun’a çıktı. Atatürk, 19 Mayıs 1919’da 19 kişiyle
birlikte Samsun’a çıktı. (Bazı kaynaklarda, bu tarih 20 Mayıs olarak da geçmektedir.)
Atatürk, Samsun’a çıktığında 38 yaşındaydı. (9 x 2 = 38) Atatürk,
Samsun’da 19 gün kaldı.
• 252 •
Ahmed Kalkan
Atatürk, 4 Temmuz 1919’da Erzurum’a gitti. 19 gün sonra 23 Temmuz’da
Erzurum Kongresi’ni topladı. Atatürk, 4 Eylül 1919 Sivas Kongresi’nden
114 gün sonra 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gitti. (19 x 6 = 114)
Atatürk, İstanbul’a toplam 19 kez geldi. Atatürk’ün Latife Hanım ile olan
evliliği 912 gün sürdü. (19 x 48 = 912) TBMM’nin ilk kütüğündeki sıra numarası
19’dur. Atatürk, 1938’de vefat etmiştir. (19 x 102 = 1938 --------- 19
ve 38 ; 19 x 2 = 38 , 19 + 38 = 57) Atatürk, vefat ettiğinde 57 yaşındaydı. (19
x 3 = 57) Atatürk’ün cenaze töreninde Chopin’in 19 notalı 19’uncu Marşı
çalındı. Atatürk’e verilen madalyaların toplamı 19’dur. Atatürk, 19.000 TL
nakit miras bıraktı. Atatürk’ün, İstanbul Akaretler Yokuşu’nda oturduğu
evinin numarası 76 idi. (19 x 4 = 76) “Mustafa Kemal Atatürk” sözcüklerinin
harf toplamı 19’dur. Atatürk’ün tarihe geçmiş iki önemli sözü; “Ne mutlu
Türküm diyene” ve “İstikbal göklerdedir” cümlelerinin harf toplamları
19’ar harften oluşmaktadır.
لَنْ
ا للْبَ ش�َ Œ نذِي ً Œ ذْ أَدْبَ َ يْلِ إِ وَاللَّ مَرِ كََّ وَاْلقَ ‚بَ ِ ا لِاحْدَى اْلكُ ’نَّ َ رَ إِ ذَا أَسْفَ وَالصُّبْحِ إِ
¡ فِ ي § ا كَسَبَتْ رَهِينَةٌ إِلاَّ أَصَْابَ اْليَمِ ي نِ ¨ شَاءَ مِنْكُْ أَنْ يتَقَدَّمَ أَوْ يتَأَخَّرَ كُُّ نفْسٍ بِ َ
§ سَقَرَ قَاُلوا لْ نكُ مِنَ اْلُصَلِّ ي نَ ¡ مَا سَلَكَكُْ فِ ي § رِمِ ي نَ í جَنَّاتٍ يتَسَاءَُلونَ عَنْ اْلُ جْ
ô حَ تَّ µ وَكُنَّا نكَذِّبُ بيَوْمِ الدِّي نِ § وضُ مَعَ ا خْ لَاِئضِي نَ ï وَكُنَّا نَ خُ § وََلْ نكُ نطْعِمُ الِْسْكِ ي نَ
§ اْليَقِ ي نُ نَ أَتَ
كََّ : !hayır ,hayır مَرِ وَاْلقَ : andolsun Ay’a يْلِ وَاللَّ : geceye Œ ذْ أَدْبَ َ إِ : dönüp
gittiğinde وَالصُّبْحِ : sabaha إِذَا أَسْفَرَ : ağardığında ا’ إِنَّ َ : gerçekten o : لِاحْدَى
biridir ‚ اْلكُبَ ِ : büyüklerden اŒ نذِي ً : bir uyarıcıdır للْبَ ش�َ : insanlar için لَنْ شَاءَ
: isteyenler için مِنْكُْ : sizden أَنْ يتَقَدَّمَ : öne geçmek أَوْ : veya يتَأَخَّرَ : geride
kalmak كُُّ : her نفْسٍ : nefis ا كَسَبَتْ ¨بِ َ : kazandıkları karşısında : رَهِينَةٌ
rehin alınmıştır إِلاَّ : ancak ,hâriç § أَصَْابَ اْليَمِ ي نِ : yemîn ashâbı (iyiler) ¡ فِ ي
جَنَّاتٍ : cennetlerde يَتَسَاءَلوُنَ : soruştururlar § رِمِ ي نَ í عَنْ اْلُ جْ : suçlular/
günahkârlar hakkında مَا سَلَكَكُْ : sizisürükleyen ne? سَقَر ¡فِ ي : Sekar’a/
cehenneme قاَلوُا : dediler لْ نكُ : değildik § مِنَ اْلُصَلِّ ي نَ : namaz kılanlardan
وََلْ نكُ نطْعِمُ : yedirmezdik § الِْسْكِ ي نَ : yoksula وضُ ï وَكُنَّا ن خَُ : dalıp giderdik مَعَ
• 253 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
§ ا خْ لَاِئضِي نَ : dalıp gidenlerle beraber وَكُنَّا نكَذِّبُ : yalanlardık ve µ : بيَوْمِ الدِّي نِ
din gününü نَ  أ تََ ô حَ تَّ : gelinceye kadar § اْليَقِ ي نُ : kesin olan
Rahmân Rahîm Allah’ın adıyla...
“Hayır; andolsun Ay’a” (32)
“Dönüp gittiği zaman geceye” (33)
“Ağardığı zaman sabaha” (34)
“Gerçekten o, büyüklerden biridir.” (35)
“İnsanlar için bir uyarıcıdır.” (36)
“Sizlerden öne geçmek veya geride kalmak isteyenler için.” (37)
“Her bir nefis kazandıkları karşılığında rehin alınmıştır.” (38)
“Ancak ashâb-ı yemîn hâriç.”
“Cennetlerde soruştururlar.”
“Suçlular hakkında.” (41. Âyet)
“Sizi Sekar’a sürükleyip iten nedir?” (42. Âyet)
“Derler ki: ‘Namaz kılanlardan değildik.” (43. Âyet)
“Ve yoksula yedirmezdik.” (44. Âyet)
“Dalıp gidenlerle biz de dalıp giderdik.” (45. Âyet)
“Din gününü de yalanlardık.” (46. Âyet)
“Kesin olan bize gelip çatıncaya değin.” (47. Âyet) (74/Müddessir, 32-47)
• 254 •
Ahmed Kalkan
- 32. Âyet -
مَرِ كََّ وَاْلقَ
“Hayır, hayır; andolsun Ay’a” (32. Âyet)
Hayır, öğüt almayacaklar. Parlamakta olan aya andolsun.
Evet, ay şahit olsun!
Hayır, mesele onların düşündüğü gibi değildir, bu hayali bir şey değil
ki, onu alay konusu yapıyorlar. Müşrikler zebanilere asla galip gelemiyeceklerdir.
Vahiy ve Kur’an’la alay eden o kimseler, Sekar’dan öğüt alıp yaptıklarından
ve kötü işlerinden vaz geçsinler! Aya yemin ederim...
Muhammed Ali es-Sabuni diyor ki: “Buradaki kellâ men ve yasaklama
ifade eder. Bundan sonra Yüce Allah, cehennemin hak olduğuna dair aya
yemin etti.”576
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Burada ve sonraki âyetlerde
geçen kamer, gece ve sabah kelimelerinin kendi mânâlarında ve ilâhî
orduların görüldüğü parıltılara işaret olmaları yanında dünyanın karanlıklara
boğulduğu cahiliyye devri içinde Peygamberlik nurunun doğuşu ve o
gecenin yok olmaya yüz tutuşu ve parlamak üzere bulunan hayır ve hakikat
sabahının yaklaşışı anlarıyla İslâm güneşinin doğuşu anına da dolaylı yoldan
işaret vardır. Hatta asıl ifade edilmek istenen budur.”577
576 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/128.
577 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 8/427.
• 255 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
- 33. Âyet -
Œ وَاللَّيْلِ إِذْ أَدْبَ َ
“Dönüp gittiğinde geceye” (33. Âyet)
Döndüğü an o geceye
Dönüp geldiğinde geceye,
Geçip giden gece şahit olsun.
Gerileyen gece karanlığına,
Dönüp gittiği zaman geceye,
Sona ermekte olan geceye andolsun!
Karanlığı ile geçip gitmekte olan geceye andolsun...
- 34. Âyet -
وَالصُّبْحِ إِذَا أَسْفَرَ
“Ağardığında sabaha.” (34. Âyet)
Ve açtığı sıra o sabaha andolsun
Ağarmakta olan sabaha andolsun ki,
Ve ağaracak olan sabah şahit olsun!
Ağarmakta olan şafağa, yaklaşmakta olan sabaha andolsun!Ağardığında
sabaha,Söken şafağa,Ağardığı zaman sabaha,Ve açtığı vakit o sabaha.
• 256 •
Ahmed Kalkan
Aydınlanıp açıldığı, ışığı her tarafa yayıldığında sabaha da yemin ederim
ki,
Esfera: Aydınlandı, açıldı.578
Yüce Allah gece karanlığında dünyayı aydınlatan Ay, aydınlanmak üzere
olan gece, aydınlanıp ışığı her tarafa yayılmış olan sabah üzerine yemin
ederek
bir yandan bu tabiî-İlâhî âyetlere, kanıtlara bir yandan da 36. âyetteki
uyarıcının
önemine dikkat çekerek inkârcıları ikaz etmiştir.
32-34’ncü âyetlerde kamere, geceye ve sabaha yemin edilir. Kur’an’da
pek çok yemin bulunmaktadır. Bunlardan bazısında, evrende bulunan kamer,
leyl, sema, şems ve necm gibi mühim varlıklara, bazında Allah’ın yüce
ismine, bazısında Kur’an’a, bazısında da meleklere, kıyamet gününe ve peygamberlerin
zuhur ettikleri yerlere yemin edilir. Bütün bunlardan maksat,
söylenen sözün önemine, büyüklüğüne ve kesinliğine dikkat çekip muhatabın
zihnini menfi ve muhalif fikirlerden arındırmaktır.
Burada asıl amaç, hayrete ve dikkate değer olayları tefekküre konu yapıp
insanı hidâyete ulaştırmaktır. Çünkü müşahede alanına giren bu varlık
ve oluşlar, insanın sahte bilinçten kurtulup yeniden şuurlanmasına ve onun
iman değerine ermesine vesile olabilir.
Ayın değişen evreleri, gece ile gündüzün yer değiştirmeleri, nasıl Allah’ın
koyduğu yasaların bir sonucu ise, ölüme inkâr günahıyla yakalanan
kimsenin, öteki dünyada azap görmesi de aynı şekilde onun bu dünyada
yaptıklarının tabii bir sonucu olacaktır. Bu açık gerçeğe rağmen hâlâ inkârda
direnmek, anlamsız ve olumsuz bir tavırdır.579
Ay, gerileyip dağılan gece ve söken şafak görüntüleri özleri itibarı ile
duygulandırıcı sahnelerdir. İnsan kalbine çok şeyler söylerler, onun derinliklerine
birçok sırlar fısıldarlar, kuytu köşelerindeki birçok duyguları harekete
geçirirler. Bu âyetler bu kısa işaretle beslendikleri kalplerdeki bu duygu
ve sır yuvalarını okşamakta, kalplerin giriş-çıkış kanallarını iyi bilmenin
ustalığı ile bu yuvaları sıvazlamaktadırlar.
578 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/118.
579 Fahrettin Yıldız, Tefsir Dersi Notları 1
• 257 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Ayın doğuşunu, yayılışını ve batışını seyredip onun fısıldadığı varlık
sırların hiç pay almayan kalp, az bulunur. Birkaç dakika ay ışığında duran
bir kalp, ışık banyosundan geçmiş gibi yıkanıp arınıverir.
Yine bir kalp düşünelim ki, gecenin çekiliş görüntüsünü seyretmiştir.
Doğan günün ışıkları önünde sessizce gerileyen karanlığı, varlıkların gözlerini
açıp uykudan uyanmalarını izlemiştir.
Bu sahneden etkilenmeyecek, derinliklerinde uçarı heyecanlar depreşmeyecek
kalp az bulunur.
Yine şafağın sökmesini, tanyerinin ağarmasını seyreden bir kalp düşünelim.
Böyle bir kalpde ışıma, açılma, bilinç düzeyinde hal değiştirme
titreşimlerinin meydana gelmemesi pek düşünülemez.
Bu titreşimler, gözlere çarpan gün ışınlarının yanısıra kalplere, gönüllere
dolan ışınları algılamaya son derece elverişli bir duyarlık kazandırır.
Kalplerin yaratıcısı olan yüce Allah bu sahnelerin, çarpıcı nitelikleri ile
kimi olaylarda kalplerde acayip etkiler meydana getirdiklerini, onlara yeniden
yaratılmışlar gibi keskin bir duyarlılık kazandırdıklarını herkesten
iyi bilir.
Ayda, dağılan gece karanlığında ve söken şafakta beliren bu uyanışlar,
ışınalar ve yer değiştirme süreçlerinin arka planında müthiş gerçekler
saklıdır. Bu; gerçekler yaratıcı gücün, hikmetli planın ve evrensel uyumun
varlığını kanıtlar. İşte Kur’an mantı klan ve akılları bu gerçekler aracılığı ile
hayalleri şaşkına çeviren bu eşsiz duyarlılığa yöneltir. 580
Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın Yeminleri
Kur’ân-ı Kerim’de 17 sûre yeminle başlar. Allah Teâlâ, 8 yerde kendi
zâtına yemin ederken, iki yerde Kur’an’a, 53 yerde de yarattığı bazı şeylere
yemin eder. Bu yemin edilen şeylere bir göz attığımızda hemen şu ortak
özellikler göze çarpar: Bunlar, herkes tarafından tartışmasız bilinen şeylerdir.
Bu denli bilinmesine ve bu kadar önemli olmasına rağmen insanlar
bunları çoğunlukla kanıksamış, doğru yolu bulmakta bize yardımcı olacak
580 Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an
• 258 •
Ahmed Kalkan
birer âyet oldukları unutulmuştur. Cenâb-ı Allah, bu şekilde, Araplarca gelişigüzel
kullanılan yeminleri, hidâyet unsurunu ön plana çıkararak hem
âyetlerin anlatım özelliğini arttırmış ve hem de “akletmesini” istediği insanların
bu yaratılan şeyler üzerine dikkatini çekmiş oluyordu.
Allah’ın yemin ettikleri boş şeyler değildir. O yemin edilen şey, daha
sonra belirtilenler için şâhittir. Allah, mahlûkattan bir şeye yemin ettiğinde
o şeyin büyüklüğü, kemâli ve hayret vericiliği dolayısıyla değil; söz konusu
meseleyi isbatlamak için yemin edilen şeyin delil olarak ileri sürüldüğünü
anlamaktayız. Her yemin, kendisinden sonraki konuya delil getirmek içindir.
581
“Fecre andolsun. On geceye andolsun. Çifte de teke de andolsun. Gelip
geçmekte olan geceye andolsun. Bunların her biri akıl sahibi için birer yemine
değmez mi?582; “Hayır; yıldızların yerleri üzerine yemin ederim ki. Bunun ne
büyük bir kasem/yemin olduğunu bilir misin?”583 Âyetlerde Allah’ın belirttiği
gibi, yeminler boş yere yapılmadığı gibi, yemin edilenlerin de dikkat
çekici şeyler olduğu bizzat Allah tarafından belirtilir. “Kur’ân-ı Kerim’de
kendisine kasem edilen eşya üzerinde düşünülecek olursa, bunların, kendilerine
kasem edilmemiş olsaydı bile, te’kid edilmesi gereken ve hadd-i
zâtında takviye ve isbat edecek nitelikte bulunan şeyler olduğu görülür.
“Yeminler ve ardından yeminlere bir cevabın gelmesi, ilk dönem Kur’an
sûrelerinin bir özelliğidir. Kur’an; muhâtaplarına, hiç de yadırgamayacakları,
onların yaygın olarak kullandıkları bir üslûp ile hitap ediyor. Doğadaki
somut olgular üzerine yapılan yeminler, uyumlu kafiyelerle birlikte,
âyetlere hârikulâde bir güzellik veriyor. Yemin ile, vâkıalardaki hikmet ve
gerçeklerin doğru olarak görülmesi sağlanıyor. Onlar hakkındaki yanlış
değerlendirmeler gideriliyor. Böylece yemin edilen vâkıalardaki hikmet ve
gerçeklerin tanıklığında, yemin cevabındaki gerçekler ve hizmetler ortaya
konuyor. Başka deyişle, yemindeki vâkıalar gerçek olduğu gibi, cevaptaki
vâkıalar da gerçektir, hikmetlerle doludur.”584
581 Mevdûdi, Tefhîmu’l Kur’an, c. VII, s. 22
582 89/Fecr, 1-5
583 56/Vâkıa, 75-76
584 M. Yaşar Soyalan, Leyl Sûresi, Kalem, sayı 6, Ankara, 1988
• 259 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Yeminlerle başlayan sûrelere baktığımızda yemin edilen şeyler ile daha
sonra gelen konu arasında nâzik bir uyumun olduğu göze çarpmaktadır.
“Kıyâmet gününe yemin ederim. Kendini kınayan nefse yemin ederim ki; İnsan,
kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı sanar, öyle mi?
Evet, Bizim onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz
yeter. Fakat insan, önündekini (kıyâmeti) yalanlamak, boyuna kötülük etmek
ister de, ‘Kıyâmet günü ne zamanmış?’ diye sorar.”585 Görüldüğü gibi sûre
başında kıyâmete yemin edilmiştir. Yeminin devamında gelen konu, kıyâmetin
gerçekliği üzerine olmaktadır.
Allah, câhiliyye döneminin yozlaşmış bir anlatım şekli olan yeminleri,
hidâyet içeriğine sahip bir şekle sokarak Kur’an’ın anlatım üslûbunu güzelleştirmiş
ve anlatımını kuvvetlendirmiştir. Ayrıca, câhiliyye Arabının gelişigüzel
kullandığı yeminler daha sonraları bir düzene sokularak toplumu
kaynaştıran bir öge haline getirilmiştir. 586
Kur’an Allah’ın yeminlerini kasem kökünden bir fiile veya yemin edatı
olan bazı harflerle vermektedir. Bir kabule göre, bazı sûrelerin başlarında
yer alan tüm harfler ve harf grupları kasem, yani yemin ifade eder. Bu harflere
yemin 28 sûrededir. Bunların tümü, sûrelerin başlangıcında yer alır
(Sâd, Nûn, Hâ mîm, Elif lâm mîm, Kaf hâ yâ ayn sâd gibi).
Allah’ın yeminleri, yaradılışı ve oluş mûcizesini seyredip de bundan bir
şey çıkaramayan ve oluşun arkasındaki büyük şuuru göremeyen insanı bir
şok etkisiyle, daha iyi bakmaya itmek için kullanılıyor. Burada söz konusu
olan, bir tür, delilin, bizzat kendini ortaya sürmesi ve delile delil arama şaşkınlığının
kınanmasıdır.
Kur’an’da Leyl/Gece ve Subh/Sabah Kelimeleri
Gece anlamına gelen “leyl” kelimesi Kur’an’da 92 yerde kullanılır. Farklı
anlamlarla birlikte toplam 45 yerde geçen subh (sabâh, asbaha) kelimesi,
gündüzün başlangıç vakti olan sabah ve fecr vakti, sabahlamak anlamında
toplam 29 yerde kullanılır. Kuşluk vakti demek olan duhâ kelimesi toplam
7 yerde geçer.
585 75/Kıyâme, 1-5
586 Cengiz Duman, Haksöz, sayı ı 44, Kasım 94
• 260 •
Ahmed Kalkan
“Gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde göklerde
ve yerde Allah’ın
yarattığı şeylerde, sakınacak bir kavim için nice ibretler vardır.” 587
“Gece ve gündüzü iki âyet yaptık. Gecenin âyetini sildik, gündüzün âyetini
aydınlatıcı yaptık ki hem Rabbinizin lütfunu arayasınız, hem de yılların
sayısını ve hesabı bilesiniz. Biz herşeyi açık açık anlattık.” 588
“Gece saatlerinde ayakta durup Allah’ın âyetlerini okuyarak secdeye kapanan
topluluk” 589
“(O takvâya erenler) ‘Ey Rabbimiz, biz iman ettik. Artık bizim günahlarımızı
mağfiret et ve bizi ateşin azâbından koru’ diyenler, sâdıklar, itaatle
boyun eğenler, infak edenler, seherlerde Allah’tan mağfiret dileyendir.” 590
“Onlar gecenin az bir vaktinde uyurlardı, seher vaktinde istiğfar ederlerdi.”
591
Allah’ın Geceye ve Sabaha Yeminini
İfade Eden Diğer Âyetler
“Hayır! Şafağa, geceye ve onda basan karanlığa, dolunay olmuş aya yemin
ederim ki, halden hale geçersiniz.” 592
“Fecre, on geceye (Hac yapılan Zilhicce’nin on gecesine), çift olana ve tek’e,
herşeyi karanlığı ile örttüğü zaman geceye yemin ederim ki; bunlarda elbette
akıl sahibi için birer yemin değeri vardır.” 593
“Güneşe ve kuşluk vaktindeki aydınlığına, güneşi takip ettiği müddetçe
aya, güneşi tam görünen gündüze, aydınlığı örttüğü vakit geceye, gökyüzüne
ve onu bina edene, yere ve onu düzlük yapana, nefse/rûha ve onu en güzel biçimde
şekillendirene, sonra ona fücûru/kötülük duygusunu da takvâyı/sakı-
587 10/Yûnus, 6
588 17/İsrâ, 12
589 3/Âl-i İmrân, 113
590 3/Âl-i İmrân, 16-17
591 51/Zâriyât, 17-18
592 84/İnşikak, 16-19
593 89/Fecr, 1-5
• 261 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
nıp iyi olmayı da birlikte ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden
arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere daldıran da ziyan etmiştir.” 594
“Karanlığı ile etrafı örttüğü zaman geceye, açılıp ağardığı vakit gündüze,
erkeği ve dişiyi yaratan güce yemin ederim ki, işiniz pek çeşitlidir.” 595
“Kuşluk vaktine ve kararıp durgunlaştığı zaman geceye yemin ederim ki
Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı.” 596
- 35. Âyet -
‚بَ ِ ا لِاحْدَى اْلكُ ’نَّ َ إِ
“Gerçekten o, büyüklerden biridir.” (35. Âyet)
Şüphe yok ki, o (cehennem) elbette büyüklerin biridir.
Şüphesiz o (cehennem ateşi, musîbetlerin) en eşsizidir.
Her halde büyüklerin biridir o Sekar
O sekar, Cehennem, büyük belâlardan, uyarılardan biridir.
Sekar muhakkak büyüklerin (belaların) biridir,
Kuşkusuz o Sekar, büyük belalardan biridir.
Sakar (cehennem) büyük gerçeklerden biridir.
Gerçekten o, büyük (musibet) lerden biridir.
O (cehennem), büyük uyarıcı musibetlerden biridir.
594 91/Şems, 1-10
595 91/Leyl, 1-4
596 93/Duhâ, 1-3
• 262 •
Ahmed Kalkan
Muhakkak işkence ve azap merkezi olan Sekar adlı cehennem, benzeri
bulunmayan büyük musibetlerden ve korkunç belalardan biridir. Onunla
nasıl alay eder ve onu yalanlarsınız?
Yüce Allah bu büyük evrensel gerçekler üzerine yemin ediyor. Bu yeminin
amacı bu büyük gerçeklerin önemlendiren, onların kanıtlayıcı değerlerinden
haber yaşayan gafilleri uyarmak, önlerinde duran gerçeklerin
farkına vardırmaktır. Bu yeminin ikinci aşamadaki amacı da “sakar” cehenneminin,
bu cehennem görevlilerinin, ahiretteki diğer gelişmelerin, insanı
arka plandaki tehlikeler konusunda uyaran müthiş gerçekler olduklarını
vurgulamaktır.
Kuber: Büyük bela, ceza ve musibetler demektir. Ebu Hayyan şöyle der:
“Yüce Allah bu şeyleri şereflendirmek ve bunlarda meydana gelen, Allah’ın
fevkalade yarattığı şeylere ve kudretine ve varlığın onların vücuda getirilmesi
ile ayakta durduğuna dikkat çekmek için onlara yemin etti. Allah, cehennemin,
benzeri bulunmayan büyük musibetlerden biri olduğuna yemin
etti.”597
Muhammed Ali es-Sabuni diyor ki: “Âyette, güneş ve ayın, Allah’ın
mahluku olduğuna; her ikisinin de gidip gelmelerinde, gece ve gündüzün
bunlardan zuhur etmesinde, Allah’ın emrine bağlı olduklarına, O’nun kudreti
ve ve gücü karşısında secde ettiklerine işaret vardır. Durum böyle iken
insanoğlunun, onları yaratan Allah’ı inkâr edip de bunlara tapması nasıl
güzel olur.”598
Mevdudi diyor ki: “Nasıl ki ay, gece, gündüz Allah’ın kudretinin büyük
işaretleri ise, cehennem de böyle Allah’ın büyük kudretinin bir nişanesidir.
Eğer ayı meydana getirmek, gece ve gündüzü bir düzen içerisinde peşisıra
getirmek mümkünse, niye o zaman cehennemi meydana getirmek gayr-i
mümkün olsun? Çünkü gece ve gündüzü her gün görüyorsunuz. Ama hayret
falan etmiyorsunuz. Oysa ki bunlar da Allah’ın hayretamiz mucizeleridir.
Ve eğer siz bunları görüyor olmasaydınız da bir kimse size bu dünyada
ay denen bir şey vardır, güneş denen bir şey vardır, yükseldiği zaman dünya
ışıldamaya başlar, battığı zaman da karanlıklara gömülür dese o zaman si-
597 Ebu Hayyan, Bahru’l-Muhit: 8/378; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/128.
598 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/128.
• 263 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
zin gibi kimseler tıpkı bu cehennem hakkında alay etmeniz gibi bununla
da alay edecekti.”599
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Kuşkusuz o Sekar herhalde
büyük olaylardan biridir yani en büyük felaketlerden biridir.”600
Bundan sonra Yüce Allah cehennem hakkında şöyle buyuruyor:
- 36. Âyet -
ِ
ا للْبَ ش�َ Œ نَذِي ً
“İnsanlar için bir uyarıcıdır.” (36. Âyet)
Gocundurmak için beşeriİnsanları ikaz etmek için;
İnsan soyu için bir uyarıdır.
Uyarmak için insanları.
İnsanlar için uyarıp korkutandır.
İnsan için bir korkutucu olarak.
İnsanlar için sorumluluk, hesap ve cezayı hatırlatan büyük büyük bir
uyarıcıdır.
Allah’ın, Rasûlü vasıtasıyla bildirdiği Sekar adlı bu cehennem, Rab’lerinden
korksunlar, Allah’ın istediği ve razı olduğu şekilde iman edip salih
amel işlesinler diye insanlar için bir uyarıdır. Cehennem ateşi dünya ateşinin
70 misli büyüklüğündedir.
Nezîr (Uyarıcı) kelimesinden neyin kastedildiği hakkında âlimlerin
görüşleri:
599 Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/477.
600 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 8/427.
• 264 •
Ahmed Kalkan
1) Hasan-ı Basri’ye göre cehennemdir.
2) Ebu Rezin’e göre Allah Teâlâ’dır.
3) İbn-i Zeyd’e göre Rasûlullah’tır.601
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “İnsanı korkutmak, gocundurmak
için, yahut insanı korkutucu olarak. Bazıları bunun, sûrenin evveline
bağlı olduğunu söylemişlerdir ki, “korkutucu olarak kalk” demektir.”602
Allah’ın, Rasûlü vasıtasıyla bildirdiği Sekar adlı bu cehennem, Allah’ın
istediği ve razı olduğu şekilde iman edip salih amel işleyerek Rabbine yaklaşmak
veya iman etmeyip şink, küfür ve günahlar işleyerek Rabbinin rızasından
geri kalmak isteyen kullar için bir uyarıdır. Onu düşünen, ondan
öğüt alanlar, elbette ki hidâyete ererler, aksine hareket edenler de layık oldukları
felaketlere uğrar dururlar.
- 37. Âyet -
لَِنْ شَاءَ مِنْكُْ أَنْ يتَقَدَّمَ أَوْ يتَأَخَّرَ
“Sizden öne geçmek veya geride kalmak isteyenler için.” (37. Âyet)
İçinizden ileri gitmek veya geri kalmak iseiyen kimseleri
İçinizden öne geçmeyi veya arkada kalmayı dileyen herkes için
Aranızdaki ilerlemek isteyenler için de, geriye gitmeyi tercih edenler için
de.
Allah’ın sünneti, nizâmının yasaları ve irâdesi içinde, içinizden imanda,
amelde hayır ve hasenatta ileri gitmek isteyenlerle, şirkte ve inkârda ısrar
ederek geride kalanlar için uyarıcıdır.
601 İbn Cerir et-Taberi-Tefsir, Hisar Yayınları: 8/487.
602 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 8/427.
• 265 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
“Sizden öne geçmek veya geride kalmak isteyenler için.” diye Türkçe’ye
çevrilen bu âyet; “iman edip sâlih/iyi işler yaparak Allah’a yaklaşmak isteyen
veya imandan ve iyi amelden geri kalıp uyarılara kulak vermeyen
kimseler”
olarak yorumlanmıştır.
Ebu Hayyan şöyle der: “Âyetteki “öne geçmek veya geride kalmak”tan
maksat, hayırda öne geçmek ve hayırdan geri kalmaktır. Nitekim Yüce Allah,
mealen: “Öyleyse dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” buyurmuştur.”
603
İbn Abbas diyor ki: “Dileyen Allah’a itaate uyar, dileyen de isyan ederek
itaattan geri kalır.”604 Mevdudi diyor ki: “Bununla insanlar uyarılmaktadır.
Şimdi isterlerse sakınarak doğru yola gitsinler ve isterlerse doğru yoldan
yüz çevirsinler.”605
- 38. Âyet -
ا كَسَبَتْ رَهِينَةٌ ¨ كُُّ نفْسٍ بِ َ
“Her nefis, kazandıkları karşılığında rehin alınmıştır.” (38. Âyet)
Her nefis kazancına bağlıdır
Herkes(in karşılığı) kendi kazandığına bağlıdır.
Herkes işlediği ameller, hak ettikleri karşılığında kendisini rehin etmiştir.
Her insanın (âkıbeti) kendi kazandıklarına bağlıdır.Herkes kazancına
bağlı bir rehindir;Herkes tutumunun ve davranışlarının tutsağıdır.Her nefis,
kazanmakta olduklarına karşılık olmak üzere bir rehinedir.
Her nefs, kazanmış olduğu şeye bağlıdır.
603 18/Kehf, 29; Ebu Hayyan, Bahru’l-Muhit: 8/379; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat, 7/128.
604 Taberi Tefsiri: 29/103; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/128.
605 Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/477.
• 266 •
Ahmed Kalkan
Akıl-baliğ olup emir ve yasaklarla mükellef olan her insan ve her cin
dünyada işlediği günahına karşılık Allah katında rehin olarak tutulacaktır.
Her nefis kazancına bağlıdır. Yani Allah katında borçlu olarak kazancına
rehindir. Üzerindeki borçları ve cezaları ödemedikçe bırakılmaz. Mutluluğu
ve felaketi kazancına uygun düşer. Çalışır güzel işler yapar, Allah’a borçlarını
öderse kendisini kurtarır. İnkâr ve isyan ederse cezaya uğratılır.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Her nefis kazancına bağlıdır.
Yani Allah katında borçlu olarak kazancına rehindir. Mutluluğu ve
felaketi kazancına uygun düşer. Çalışır güzel işler yapar, Allah’a borçlarını
öderse kendisini kurtarır. 606
Her nefsin yaptıklarına
karşılık rehin olarak gösterilmesi, sorumluluğun
ferdî olduğunu, her insanın dünyadaki iman ve itaatine göre hesap
gününde ödül veya ceza alacağını, geleceğinin
buna bağlı olduğunu ifade
eder. Kısacası insana ebedî kurtuluşu sağlayacak olan da, onu ebedî felâkete
götürecek olan da benimsediği inancın doğruluğu veya yanlışlığı, amellerinin
İlâhî iradeye uygun veya aykırı oluşudur. İnancı bâtıl,
ameli bozuk olanı
en yakınları bile kurtaramaz; nitekim Hz. Nûh öz oğlunu, Hz. İbrahim
öz babasını kurtaramamıştır. 607
İnsanın Sorumluluğu
Bu âyet, insanın davranış özgürlüğü ve sorumluluğu ile ilgilidir. Bu âyetin
beyanına göre Hesap Günü, her sorumlu can kazancına rehindir; yani
onun göreceği karşılık, kazancıyla mütenâsip olacaktır. Bu gerçek, âyetin
sonunda yer alan rehine sözcüğü ile ifade edilmiştir. Çünkü rehine sözcüğü,
durmak, menetmek, alıkoymak, karşılık ve kefil gibi anlamlar taşıyan r h n
kökünün türemiş şeklidir. Rehine kelimesi burada, “her insanın yaptığının
kefili, yani yaptıklarından sorumlu olduğu” anlamına gelir.
Eğer insan, iyi çalışıp güzel işler yaparak Allah’a olan borçlarını öderse
O’ndan ikram görür ve kendini kurtarır. Aksi halde, eli boş kalır ve hak
ettiği cezayı çeker.
606 Geniş bilgi için Tûr sûresindeki "Herkes kendi kazancına bağlıdır.” (52/Tûr, 21) âyetinin tefsirine bkz.;
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları, 8/427.
607 ] Bk. 11/Hûd, 45-46; 9/Tevbe, 114
• 267 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Yüce Allah, dilediğini yapar ve her şeye güç yetirir. Ancak O, rastgele iş
yapmaz; kendi hikmeti ve adaletiyle koyduğu yasaları ihlâl etmez. Bunun
için Allah, insana tanıdığı irade ve özgürlük alanına müdahale etmez. O,
ahlâk alanını kişinin özgür irade ve tercihine bırakır. İşte bu yüzden insan,
kendi iradesiyle yaptığı davranışlardan sorumludur. İnsanın felâhı veya felaketi,
kendi kazancına bağlıdır.608
Her öz, sorumluluğunu ve yükünü kendi omuzlarında taşır. Kendini
nereye koymak isterse oraya koyar. Özünü ya ilerletir, ya geriye götürür. Ya
onurlandırır ya alçaltır. Herkes davranışlarının tutsağı, yaptığı işlerin bağımlısıdır.
Yüce Allah göre göre izleyeceği yolu tanıtmıştır. Duygulandırıcı
evrensel tablolar ve herşeyi yutup yokeden “sakar” cehennemi tabloları karşısında
yapılan bu duyuru son derece etkili ve akılları başlara toplayıcıdır.
Yaptıkları işlerin tutsağı ve davranışlarının bağımlısı olan insan sahneleri
önünde çalışma defteri sağ taraftan verilecek olanların bağlardan çözük
olacakları, kösteklerden arınmış bir özgürlüğün tadını yaşayacakları ilan
ediliyor. Onlar bu rahatlık içinde günahkârlara niçin bu kötü sonla yüzyüze
geldiklerini sorma hakkına bile salıp olacaklardır. 609
- 39. Âyet -
§ يَمِ ي نِ لاَّ أَصَْابَ اْل إِ
“Ancak ashâb-ı yemîn (sağ ehli) hâriç.” (39. Âyet)
Ancak iyiler müstesnâ
Ancak sağ ehli hâriç.
Ancak sağın adamları,
Ancak sağduyulu hareket ederek, Allah’ın kitabına iman edip hayata geçirenler,
hayırlı sonuca koşanlar keyiflidir.
608 Fahrettin Yıldız, Tefsir Dersi Notları 1
609 Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an
• 268 •
Ahmed Kalkan
Ancak amel defterleri sağından verilenler hâriç.
Ancak sağdakiler başka.
Yalnız defterleri sağ yanlarından verilenler böyle değildir.
Ancak kitabı, amel defteri, sicili, tutanağı sağdan verilen mü’min ve
bahtiyarlar müstesna. Onlar imanları ve itaatları sayesinde Allah’ın rahmeti
sonucu bağları çözer ve nefislerini azaptan kurtarırlar.
Mevdûdi diyor ki: “Diğer bir ifadeyle sol ehli kendi yaptıkları yüzünden
yalanlanacaklar, sağ ehli ise yaptıkları yüzünden kendilerini kurtaracaklardır.
“Ashâbu’l-Meymene”; Meymene, lügatte “yemîn” (sağ el) veya “yumn”
(uğurlu) anlamlarının her ikisinden de gelebilir. Şâyet yemin kelimesinden
türediğini kabul edersek, Meymene “sağ el” anlamına gelir. Ancak burada
lügavî anlamında değil, “yüksek mertebe” anlamında kullanılmış olabileceğini
belirtmeliyiz. Çünkü Araplar sağ eli, kuvvet ve şerefin sembolü olarak
nitelerlerdi. Nitekim hürmet ettikleri kimseleri, meclislerde sağ köşeye
oturturlardı. Ayrıca bir kimse, başka bir şahsın kendi yanında önemli bir
yeri olduğunu söylemek istediğinde “Fulânun minnî bil-yemîn” (o benim
sağ kolumdur) derdi. Urduca’da da önemli bir adamın yardımcısına “Desterast”
(sağ kolu) denir. Fakat “Meymene” kelimesinin “yumn”den türediğini
kabul edersek, “ashâbu’l meymene” uğurlu, bahtı iyi olan, saâdet sahipleri
anlamına gelir.
“Ashâbu’l-Meş’eme”; Meş’eme, “şum” kelimesinden türemiştir. Uğursuzluk,
talihsizlik demektir. Ayrıca lügatte sol el için “şu’ma” tabiri kullanılır.
Nitekim Araplar “şimâl” (sol el) ve “şu’ma” (uğursuzluk) kelimelerini
aynı anlamda kullanırlar. Araplarda, sol el zayıflığın ve zilletin simgesidir.
Örneğin, sefere çıkan bir kimsenin sol tarafından bir kuş uçtuğu zaman bu
olayı uğursuzluk olarak telakki ederlerdi. Yine Araplar, bir kimseyi mecliste
sol tarafa oturturlarsa eğer, bu o kimseyi aşağı mevkide ve önemsiz gördükleri
anlamına gelirdi. Ayrıca bir kimse, başka bir şahsın kendi yanında
bir yeri olmadığını söylemek istediği zaman “Fulanun minnî bi’ş-şimâl” (O
benim sol kolumdur) derdi. Dolayısıyla “Ashâb’uş- şimâl” bedbaht olanlar•
269 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
dır. Yani Allah, onları zillete düçar etmiştir ve onlar O’nun huzurunda sol
tarafta bulunacaklardır. 610
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Ancak amel defterleri
sağdan verilenler bunun dışındadır. Zira bunlar sadece kendi kazançlarına
bağlı kalmayarak ezeli takdirde yüce Allah’ın sırf lütuf ve ihsanından
nasipleri, kısmetleri fazla takdir edilmiş olan mutlu kişilerdir. Çünkü adalet
ve hikmet sahibi olan yüce Allah herkese kazancına uygun bir mükâfat
verir, kimsenin hakkını kaybetmez. Hukuk açısından hepsini eşit kılmış,
kazancına bağlamış olmakla beraber (Allah) yaptıklarından sorumlu tutulacak
bir varlık olmadığı için sırf lütuf ve ihsan açısından hepsinin takdirlerini,
mazhar olacakları şeyleri eşit kılmamış; kimine az, kimine çok vermiş,
kimini de fazla olarak verdiği ihsanından yoksun kılarak onu sadece
kazancına bırakmıştır. İnsanları diğer canlılardan seçkin olarak yaratması
nasıl onların kazancına bağlı değil, sırf bir lütuf eseri ise, insanları çeşitli
mertebelerde yaratması, nebileri ve velileri yüksek derecelere nail olmakla
seçkin kılması, nebilerin bir kısmını bir kısmına üstün tutması ve Hz. Muhammed’in
(s.a.s.) derecesini hepsinden üstün kılması da bu türdendir. Bu
şekilde yüksek mertebelerin bir çoğu çalışıp kazanılmakla elde edilmez. Bu
ise „Doğrusu insan için çalıştığından başkası yoktur.“ 611 mânâsı ile çelişkili
olmaz.
Zira çalışıp kazandığından başkası insanın kendi hakkı değil, sadece bir
lütuftur. Bununla beraber âyette „illâ“ edatı ile yapılan istisnanın muttasıl
olmasına göre, „ashâb-ı yemin“ bunun da bir istisnası sayılmalıdır. Şu halde
bu âyette geçen ashâb-ı yemin Vâkıa Sûresi‘nde geçen ashâb-ı yeminden
daha özel, sabikun yani imanda en ileri gelenler gibi seçkin bir mânâda
demektir. Bunun tefsirini yaparken ashâb-ı yeminden maksat melekler, ihlaslı
mü’minler, müslümanların küçük çocukları, yaratılış sözleşmesinde,
sağ tarafta bulunanlar, yani „Şunları cennet için yarattım, önem vermem,
şunları da cehennem için yarattım, yine önem vermem.“612 kudsi hadisinde
cennet için yaratılmış olanlardır şeklinde çeşitli rivâyetler vardır. Bunların,
müslümanların küçük çocukları olduğuna dair rivâyetin Hz. Ali‘den geldiği
söyleniyor. Bunlar kendi çalışma ve gayretleri olmadan atalarıyla beraber
cennete girecekleri için istisna edilmiş oluyorlar. Bu rivâyet de gösteriyor
610 Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, Vâkıa Sûresi Tefsiri
611 53/Necm, 39
612 Kurtubi, Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, 19/87.
• 270 •
Ahmed Kalkan
ki bu istisna, çalışıp kazananlar içinde cennete girecek yok demek değil, fakat
bazılarının kazançlarına bağlı olmadan veya kazançlarının değerinden
fazla olarak sadece bir lütuf eseri ve müstesna bir şekilde cennete gireceklerini
anlatmış oluyor. Gerçi bunda, cennete girmenin sadece bir lütuf eseri
olduğunu gösteren bir mânâ varsa da bu mânâ “Kazandığı hayır kendine”613
düsturunu bozmaz.
Kazançta iyi amele muvaffak kılma da esas itibarıyla yüce Allah‘ın bir
lütfu ve başarı ihsan etmesi demek olacağı için hepsinin de ilâhî lütfun bir
eseri olduğunu söylemek doğru olmakla beraber burada maksat, çalışıp kazanmanın
önemini düşürmek değil, „Kuşkusuz, haklarında bizden en güzel
müjdeler geçmiş olanlara gelince...“614 âyetinin mânâsınca kaderleri kendilerine
yardımcı olan ve çalışmakla elde edilemiyecek mertebeler kendilerine
sırf bir lütuf olarak verilmiş bulunan seçkin özel kişiler istisna edilmek
şartıyla diğer bütün insanların kurtuluş ve felâketlerinin kendi çalışma ve
kazançlarına bağlı bulunduğunu beyan ederek çalışma ve kazancın değerini
göstermektir. Korkutmanın, öğüt vermenin asıl faydası da budur. Dolayısıyla
bu âyette „yemîn“ kelimesi iki mânâda düşünülebilir:
1) Kaderde sağ tarafta bulunmuş, hiç çalışma ve gayretleri olmadan
kaderleri iyi kılınmış kimseler demektir. Meselâ, Hz. Peygamber’in (s.a.s.)
nebîlik ve resullüğü, “Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyor?” 615 âyetinden
de anlaşıldığı üzere çalışmasının hiçbir etkisi olmayan bir bağış, bir
İlâhî rahmettir.
2) „Yemîn“ kelimesinin ahit ve sözleşme mânâsına olmasıdır. Çünkü
yaratılış sözleşmesi ile ilâhî ahde dahil olmuş ve yeminlerini tutmuş olan
kimseler kendi kazançlarından sorumlu ve bundan istifade etmiş olmakla
beraber sonuç itibariyle yalnız kazançlarına bağlı kalmayıp kazandıklarından
çok fazla nimet ve mutluluklara ererler ki bunun misali, bir şahsın tek
başına çalışmasıyla sosyal bir sözleşmeye bağlı olarak toplum halinde çalışması
arasındaki farktır. Zira toplumla yaşayanlar yalnız kendi kazançlarından
değil, toplumlarının değerine ve sözleşmelerine bağlılıklarına göre
birbirlerinin ortak ve karşılıklı mesailerinden yüksek bir biçimde yararlanır.
Dağınık çalışmaların zahmeti çok, verimi az olduğu halde bir ahit ve
sözleşmeye bağlı olarak çeşitli çalışmalarını samimi bir şekilde birleştirmiş
613 2/Bakara, 286
614 21/Enbiyâ, 101
615 43/Zuhruf, 32
• 271 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
ve çalışmalarının dağınık ve ortak noktalarına hep bir ruh ile sarılarak toplum
halinde yürümüş olanlar herbiri kendi çalışmasından yararlanmakla
beraber birbirlerinin çalışmalarından da gittikçe artan bir şekilde pay alırlar.
İşte Allah‘a, Peygamberine ve ahiret gününe iman edip de Sekar‘dan
korunarak hak yolunda ruhlarını ve çalışmalarını birleştirmiş olan ve aynı
kıbleye yönelerek yürüyen samimi iman sahipleri kendi kazançlarına bağlanmakla
kalmayıp İlâhî lütuftan benzerlerinden ayrı bir şekilde nasip alan
“ashâb-ı yemîn”dirler.”616
„Hakkın ve erdemin tarafında olanlar“ diye de çevrilebilecek olan „ashâbu‘
l-yemîn“ tamlamasmdaki „ashâb“ „topluluk, arkadaşlar, taraftarlar“,
„yemîn“ ise hem „sağ taraf ‘ hem de mecazî olarak „doğru, gerçek, güç“
anlamlarında kullanılır. Bu deyimi
kısaca „sağcılar“ şeklinde çevirenler
bulunmakla birlikte „sağcılar“ kelimesi günümüzde daha çok siyasal
veya ideolojik anlamlar içeren bir terim olarak kullanıldığından bu çeviriyi
Kur‘an‘ın kasdettiği anlam ve amaca uygun bulmuyoruz. Zira “ashâbu’l-
yemîn” Kur’an’da genellikle iman ve amelleriyle gerçeğin ve erdemin
tarafında olanları ifade eder. Müfessirler bu deyimi, “âhirette amel defterleri
sağ taraflarından verilenler, mü’minler, müslümanların çocukları, melekler,
Hz. Âdem’in sağ tarafında bulunanlar, dünyada hayırlı işler yapanlar,
dürüst, erdemli ve kutsanmış kimseler” gibi farklı şekillerde yorumlamışlardır.
617
Bize göre burada söz konusu olanlar, Allah’ın
iradesine uygun bir inanç
ve amel çizgisi benimseyip hayat boyunca bu çizgide
sebat eden mü’minlerdir.
Nitekim 43-47. âyetlerde sıralanan günahkârların özellikleri, bir bakıma
“ashâbül-yemîn” deyimiyle ne kastedildiğine de işaret etmektedir.
Buna
göre “ashâbu’l-yemîn” hayatlarının sonuna kadar namazlarını kılar,
yoksulu
doyurur, bâtıla dalanlardan uzak durur, ceza gününe İnanırlar. Buradaki
namaz Allah’a iman ve İtaati, yoksulu doyurma yaratılmışlara şefkat
ve merhameti,
imkânları olmayanlarla paylaşmayı; bâtıla dalanlardan uzak
olma, daima hakka İnanma hak ölçülerine göre yaşama, hakkı ve haklıyı
destekleme, haksızın karşısında olmayı; ceza gününe inanma ise hayatının
bütün anlarında, her türlü karar,
tercih ve eylemlerini Allah’ın huzurunda
sorguya çekilip bunların tek tek hesabını
vereceğini bilerek yaşamayı ifade
eder.618
616 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları, 8/428-429.
617 Râzî, XXX, 210; İbn Âşûr, XXIX, 325; Esed, III, 1208
618 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
• 272 •
Ahmed Kalkan
Allah’ın Lütfuna Mazhar olanlar
Bu âyette, erdemli olmayı başarıp defteri sağ tarafından verilenler (ashâbu’l
yemîn)in, kazançlarıyla mütenasip bir ecirle kalmayacakları; onların
ayrıca Allah’ın fazlına mazhar olacakları belirtilir.
Bu âyette yer alan ve nuzül sırasına göre ilk kez geçen ashâbu’l yemîn
terkibi, lafzen sağ tarafta olanlar, mecazen de dürüst, erdemli ve cennetlik
mü’minler anlamına gelir. Gerek Araplar gerekse bir kısım insanlar, sağ tarafı
uğurlu, sol tarafı ise uğursuz sayarlar. Bu yüzden Kur’an muhataplarına,
iyi insanların, cennetlik mü’minlerin amel defterlerinin sağ tarafından;
kötü insanların, cehennemlik kâfirlerin amel defterlerinin de sol tarafından
verileceğini bildirmiştir. Şu halde ashâbu’l yemîn terkibi, kitabı sağ tarafından
verilen ve Allah’ın rızasını kazanıp cennete giren mü’minleri belirtmektedir.
Ayrıca bu terkiple, “hiç kazançları olmadan kaderleri yaver kılınmış
kimselere”; meselâ, risalete ve nübüvvete mazhar olmuş peygamberlere
de işaret edilmiş olabilir. Demek ki yüksek mertebelerin birçoğu sadece
çalışmakla elde edilemez. Peki, bu durum, “insana uğrunda çaba gösterdiği
dışında bir şey verilmeyecektir; zamanı geldiğinde de kendisine çabasının
gerçek anlamı gösterilecek ve sonra ona tam karşılığı verilecektir.”anlamındaki
âyetlere ters düşmez mi? Hayır. Çünkü çalışıp kazandığından başkası,
insanın hakkı değil, Allah’ın ona bir lütfudur. Burada asıl maksat, çalışıp
haketmenin değerini düşürmek değil, sadece çalışmayla erilemeyecek mertebelere,
Allah’ın lütfuyla erilebileceğine dikkat çekmektir. 619
Amel/çalışma defterleri sağ yanlarından verilenlerin her türlü bağımlılıktan,
tutsaklıktan, bağdan ve köstekten uzak olmaları onların iyiliklerini
bereketlendirip kat kat arttıran yüce Allah’ın lütfunun sonucudur. Bu
umutlu sonucun burada açıklanması ve dikkatlere sunulması her türlü kalbi
etkileyecek bir nitelik taşır. Bu açıklama ilk başta yüce Allah’ın âyetlerini
yalanlayan, şimdi ise kendilerini yüz kızartıcı bir pozisyonda gören ve uzun
uzun itiraflarla içlerini döken günahkârların kalplerini etkiler. Oysa dünyada
önem vermedikleri, adam yerine koymadıkları mü’minler şimdi üstün
ve onurlu bir konumdadırlar ve üstün konumlarının rahatlığı içinde kendilerine
“Sakar’a (cehenneme) sürüklenmenizin sebebi nedir?” diye sorarlar.
Gümüş, Kur’an Yolu:V/500-501
619 Fahrettin Yıldız, Tefsir Dersi Notları 1
• 273 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Öte yandan bu açıklama dünya da günahkârlardan çok çeken mü’minlerin
kalplerini de etkiler. Şimdi ise kendileri onurlu bir konumda iken
kendini beğenmiş düşmanları o onur kırıcı duruma düşmüşlerdir. Sahne
o kadar canlıdır ki, her iki gurubun kalbinde de şu anda varmış ve her iki
taraf orada yerini almış izlenimini uyandırıyor. Sahnenin bu çarpıcı canlılığı
dünya hayatının defterini bütün dekoru ile birlikte dürmekte, bu hayatı
noktalanmış ve geçip gitmiş bir geçmişe dönüştürmektedir.
Günahkârların uzun ve ayrıntılı itirafları kendilerini “sakar” cehennemine
sürükleyen çok sayıda günahı içeriyor. Onlar mü’minler karşısında
başları eğik ve aşağılanmış bir pozisyonda bu suçlarını kendi dilleri ile itiraf
ediyorlar. 620
Dine dayalı veya dindar siyasi görüşler (Hıristiyan Demokrat v.b.) ve
devleti din esaslarına göre kurmak isteyen (şeriatçı) siyasi programlar da
sağcılığın kapsamı içinde yer alır, denilmiştir.
Kuran-ı Kerim’de de “sağcı” ve “solcu” tabirleri vardır. Yalnız Kuran’da
sağcılar ve solcular diye çoğul olarak geçmektedir. Orijinal şekliyle “ashâb-
ül yemîn” (sağcılar, sağ sahipleri ve sağda olanlar) (Vakıa 56/ 27),
“ashâb-üş şimal” (solcular, sol sahipleri ve solda olanlar) (Vakıa 56/ 41);
bundan başka “ashâb-ül meymene” (sağcılar, sağ sahipleri ve sağda olanlar)
(Beled 90/ 18) ve “ashâb-ül meşeme” (uğursuzlar) (Beled 90/ 19) kelimeleri
geçmektedir. Şimdi bu kelimelerin üzerinde biraz durarak Kuran
anlayışındaki sağcıları ve solcuları tanımaya çalışalım.
Yemîn etmede kullanılan “yemîn” (sağ el) sözcüğü, elin istiare yoluyla
kullanılmasıdır. Bu, sözleşen, yemîn eden ve bu gibi kişilerin sağ ellerini
kullanmalarındandır. Araplar ahitleşme ve sözleşme hususunda sağ elini
arkadaşının sağ eline vurması ve dokundurup sürmesi alakasıyla yemîn etmeye
yemîn adı verildi. Yani böylece sağ el aynı zamanda yemîn etmek ve
yemîn demektir. Yemînin çoğulu “eyman” gelir.
620 Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an
• 274 •
Ahmed Kalkan
Nitekim şu âyetlerde bu kelime yemîn anlamında kullanılmıştır. “Yoksa
ne hükmederseniz mutlaka sizindir diye sizin lehinize olarak tarafımızdan
verilmiş, kıyamet gününe kadar geçerli kesin sözler (yeminler) mi var?”621
“Ötekiler (münafıklar), sen hakikaten kendilerine emrettiğin takdirde mutlaka
(savaşa) çıkacaklarına dair en ağır yemnleri ile Allah’a yemîn ettiler.”622
Bazı İslam âlimleri “ashâb-ül yemîn”i “Böylece kitabı sağ eline verilen
kimse, kolay bir şekilde hesap verecek”623 âyetine dayanarak, amel defteri denilen
kitapların kıyamet gününde sağ tarafından verilecek olan kimseler
olarak anlamışlardır. Elmalılı bunu naklettikten sonra ashâb-ı yemîn hakkındaki
kendi görüşünü şöyle açıklamaktadır: Ashâb-ı yemîn, yeminine
sadık, sözünü tutan, işine sahip mutlu kişi manasını ifade edebilir ki, mukabili
yemini bozan demektir. Ayrıca bu tabirin, Allah için yeminine sâdık
ve vefakâr anlamında kullanıldığı da söylenebilir. 624
Aslında, Allah, ruhlar âleminde ve görevlendirdiği Peygamberler vâsıtası
ve gönderdiği kitaplar yardımı ile tüm insanlardan söz almıştır, ahit
almıştır. Onun için İlâhî kitapların bu sözleşmenin metinleri olduğunu
söylemek mümkündür. Tevrat ve İncil’e eski ahid ve yeni ahid adı verilmesi
de bunu gösterebilir. Âyette “Onlar o Allah’a verdikleri sözlerini tutmayanlar,
Allah’ın yerine getirmelerini istediği emirleri yerine getirmeyenler
ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlardır. İşte gerçekten zarar edecek olanlar
da onlardır”625 buyrulmuştur. Bu âyetin tefsirinde M. Hamdi Yazır şunları
söylemektedir: İlk yaratılışta “ancak Sana ibâdet ederiz ve ancak Senden
yardım dileriz”626 kavramı üzere akıl ve yaratılış olarak, Allah ile aralarında
yapılmış olan ezeli antlaşmayı, iman ve kulluk antlaşmasını, bu yaratılışa
ait genel kanunu, yukarıda görüldüğü üzere, her iki taraftan antlaşma ile
belgelenip tekit edildikten; bir taraftan kitaplar indirme ve peygamber gönderme
ile takviye, diğer taraftan da kalb ve dil bakımından iman ve ikrar ile
kuvvetlendirdikten sonra bu İlâhî antlaşmayı ve misakı kendi kendilerine
bozmaya ve kaldırmaya, çözmeye kalkışırlar. İman etmemeye ve imandan
çıkmaya çalışırlar. 627
621 68/Kalem, 39
622 24/Nûr, 53
623 84/İnşikak, 7–8
624 Elmalılı, VII, 398
625 2/Bakara, 27
626 1/Fâtiha, 5
627 Elmalılı, Hak Dini, I, 245
• 275 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
“Şimdi Rabbinden sana indirilenin gerçekten hak olduğunu bilen bir
kimse, kör olan bir kimse gibi olur mu? Fakat bunu ancak üstün akıllı ve temiz
vicdanlı kimseler idrâk ederler. Onlar ki, Allah’ın ahdini yerine getirirler
ve antlaşmayı bozmazlar.”628 Bu “ülu’l elbâb” denilen üstün akıllı kimselerin
devam eden âyetlerde 8 çeşit özellikleri zikredilmiştir. Ancak burada bizim
konu ile ilgili olan “Allah’ın ahdini ifa ederler” ifadesi birinci sırada anılmıştır.
Allah’a verilen söz, yemin ve ahid, Kur’an’da “Rabbin Âdemoğullarından,
onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak:
‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demiştir. Onlar da: ‘Evet buna şahidiz, demişlerdir.”
629 İşte bu İlâhî ifadede açıklandığı üzere, Allah Teâlâ’nın rabliğini
itiraf edip hükümranlığını kabul etmek şeklinde kendi öz benliklerinde
taahhüt ettikleri tevhit ahdine vefa ederler. Ve bu misakı, sözleşmeyi bozmazlar.
Vefasızlık edip sözlerinden dönmezler ve yeminlerini bozmazlar. 630
Burada Kuran’ın sağcılar dediği kimseleri daha iyi ve daha kolay anlamak
için biz, başka bir açıklama getirmek istiyoruz. O da “ashâb-ül yemîn”
(sağcılar, sağ sahipleri ve sağda olanlar) derken “el-yemîn” kelimesinin bilinen
belli bir yemîn olmasıdır. Arapçadaki teknik ifadesiyle bu Marife-bilinen
mâlum bir kelimedir. Bu da insanların yaratılışta Allah’ın koymuş
olduğu düzeni yaşama ve yaşatma konusunda Allah’a verilmiş olan ahit,
söz ve yemîndir. İşte bu söz ve yemîn sahipleri, Allah’ın koyduğu hayat tarzını,
sosyal, siyasî, iktisadî ve ailevî… düzenleri yaşamak ve yaşatmak için
yemînine sahip çıkarak, sözünde duran kimselerdir. Bunlar iman ederler
yani nizama girmeyi ve onun için ve onun içinde çalışmayı kabul ederler;
böylece bunun faydasını hem dünyada görür ve hem de ahirette görürler.
Solcular ise iman değil, “âyetlerimizi inkâr edenler ise işte onlar soldakilerdir.”
631 âyetinde ifade edildiği gibi küfrederler. Allah’ın koyup kurduğu
düzeni kabul etmezler; O’nun emir ve nehiylerini dinlemezler. Onun için
de dünya ve ahirette rezil ve rüsvay olurlar.
Bu sağcılar kesimine lafız ve söz olarak sağcı deyip de anlam olarak
dürüst ve erdemli bir hayat yaşayanlar anlamını verenler de vardır. Bazı
müfessirlere göre bu sağdakiler “iman edip sâlih (doğru ve yararlı) işler
yapmakta” her zaman fazla önde olmayan, ama hata yaptıktan ve günah
628 13/Ra’d, 19–20
629 7/A’râf, 172
630 Elmalılı, V, 140
631 90/Beled, 19
• 276 •
Ahmed Kalkan
işledikten sonra tedricen dürüstlüğe ve erdemliliğe ulaşanlardır.632 Ama
bunlar “önde olanlar” kadar iyi bir hayata sahip olamasalar da nihai kazançları,
onları ötekiler ile aynı ruhi doygunluk seviyesine ulaştırır.633 Buradaki
“önde olanlar” ise âyetteki “sâbikun” grubudur. “ve sizler de üç sınıf
olduğunuz zaman”634 buyrulduktan sonra “ashâb-ül meymene”, “ashâb-ül
meş’eme” ve “es-sâbikun” olmak üzere burada üç sınıf insandan bahsedilmektedir.
Bunlar, sağcılar, solcular ve öne geçenlerdir. Burada hitap her ne
kadar Kur’an’ın indiği zamanki muhataplara ve şimdiki okuyuculara gibi
görünüyorsa da aslında bu ifade tüm insanlığı kapsamaktadır. Yani ilk insandan
itibaren kıyamet gününe kadar bütün insanlar bu üç grup içinde
mütalaa edileceklerdir.635 Medârik, bu üç sınıftan ikisinin cennete, diğer bir
sınıfın da cehenneme gideceğini söylemiştir. 636
Görüldüğü gibi buraya kadar biz, hem bugün halk dilinde kullanılmakta
olan sağcı ve solcu tâbirleri ile Kuran’ın ifade ettiği sağcı ve solcu kelimeleri
üzerinde durup bunları açıklamaya çalıştık. Bugün dilimizde geçerli
olan sosyal, siyasi ve ekonomik anlamdaki “sağcı” ifadesi, XVIII. Asırdan
sonra batıda kullanılmaya başlamış olan kelimenin tercümesinden başka
bir şey değildir. Yani dine inanmakla beraber bunun, insan ürünü düzenlerin
mensubu olan ve sosyal, siyasal ve ekonomik yapıyı değiştirme değil,
onların devam etmesini isteyen bir tip olduğunu söyleyebiliriz. Bizim kanaatimize
göre Türkçemizdeki sağcı ile Kur’an’daki sağcı ifadesi bir birinden
tamamen farklıdır. Kur’an’daki sağcı kelimesinin zamanımızdaki dilimizde
kullanılmakta olan kelimelerden hangisi ile tercüme edebiliriz diye araştırma
yapıp şöyle bir düşündüğümüzde bunu ancak “dinci” kelimesinin karşılayabileceğini
görürüz. Dinci demek her şeye ama her şeye din gözlüğü ile
bakan, İlâhî vahyi ve kutsal emirleri merkeze alan kimse demektir. Hayata
İlâhî buyrukların hâkim olmasını isteyen kişilere bugün “dinci” diyorlar.
Hâlbuki sağcıların genel olarak söylemek gerekirse böyle bir dertlerinin olmadığını
ifade edebiliriz. Zira onlar, liberalizm ve kapitalizm gibi dünya
düzenlerinin, demokrasi, insan hakları, serbest piyasa ekonomisi ve kadın
erkek eşitliği gibi batı değerlerinin arkasında koşturup duruyorlar. Maalesef
müslümanların bugün şuculuk ve buculuktan ileriye giderek İslâm’a
632 Fahreddin Râzi
633 Muhammed Esed, III, 1105
634 56/Vâkıa, 7
635 Mevdudi, Tefhim-ül Kuran, VI, 93
636 H.B.Çantay, K.H. ve Meal-i Kerim, III, 972
• 277 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
ve İslâmî esaslara gelemedikleri gibi, sağcıyız diyenler de Batı değerlerini
ellerinin tersiyle itip henüz İlâhî değerlere gelememişlerdir. Ben şeriatın
aleyhindeyim diyen bir müslüman, müslüman olabilir mi? Behey şaşkın,
bu nasıl bir Müslümanlık! Şeriat, Allah’ın emirleri, nehiyleri, buyruk ve tavsiyeleri
demektir. Hiçbir kimsenin kanun koymaya ve bir kural getirmeye
hak ve salahiyeti, güç ve kudreti yoktur. Onun için Batı değerleri ve Doğu
değerleri diye bir şey olamaz. Ama var denirse, biz hayır, yok deriz ve uyum
ve âhenkten ziyade, taazzuv etmiş, organik olarak organizmalaşmış bir düzenden
ziyade bir çelişkiler dünyası var, diye cevap veririz. Toplum adına
ve hayat adına bugün doku uyuşmazlığı içinde, birtakım acılar ve sancılar
çeken krizden krize düşen bir yapıdan, yani bozuk düzenden başka bir şey
yoktur. Bunların demokrasileri de ekonomileri de hep çelişkilerle doludur.
Paralarını kiraya verip oturduğu yerden hiçbir ek emek veya risk ilave etmeden
bedavadan paraya para kazandıranlar, vergi adına zulüm yapanlar,
başkanlarının gözünün içine bakarak o parmak kaldırınca parmak kaldıran,
adına milletvekili denen şu robotların davranışlarını sergileyenler…
Sahi şu çalışan milletvekillerinin dışındaki sadece parmak kaldırma görevlisi
olanların aldıkları maaşları neyin karşılığıdır hiç düşündünüz mü ve bu
paraların helal olduğunu söyleyebilir misiniz?
“Tüm güç, kuvvet, izzet ve şeref Allah’ındır. Kim ululuk, şan ve şeref istiyorsa
bilsin ki, şan ve şeref, ululuk ve değer tümüyle Allah’ındır. 637 Başka
bir âyette “ama asıl şeref, Allah’a, O’nun elçisine ve inananlara aittir. Fakat
ikiyüzlüler bunun farkında değildirler”638 buyrulmaktadır. Yani şeref ancak
Allah’a mahsustur. Hz. Peygamber Risâlet-elçilik görevi, inananlar da iman
etmeleri nedeniyle şereflidirler. Fakat kâfirlerin, fâsık, fâcir ve münâfıkların
şereften bir payları yoktur. 639
Onun için Türkiye’deki sağcılık düşüncesinin İslâmî gerçeklerle uyuştuğunu
söylemek mümkün değildir. Çünkü aralarında değerler farkı bulunmaktadır.
Ekonomileri faiz üzerine oturan, demokrasileri ise Allah’ın
muradının ne olduğuna değil, insan istek ve iradesine dayanan, içtihat ve
icma ile değil, kendi istek ve arzuları ile kanun yapan bir sistemin mensupları
İslâm’a hizmet etmiş olamazlar. Olsa, olsa bunlar, günü kurtarmak için
geçici hevesler peşinde koşmaktan başka bir şey yapmış olmazlar.
637 35/Fâtır, 10
638 63/Münâfikun, 8
639 Mevdudi, VI, 332
• 278 •
Ahmed Kalkan
Kanuniden beri kanun yapan bu kanun mensupları, her geçen gün aşağıya
ve her geçen gün tükenmeye doğru sürüklenmektedirler. O nedenle
yapılacak tek şey, eşyanın tabiatına uygun hareket ederek insan şeref ve
onurunu ön plana alarak Allah’a kullukta birleşip herkesin eşit temsil edildiği
kişiliğini yaşadığı, bir hukuk toplumunu, tüm organları ile uyum içinde
olan, taazzuv etmiş tek bir uzviyet olan, iman, amel ve ahlak toplumunu
yeniden kurmaktır.
Eğer bir gün müslümanlar, Kur’an’ın öngördüğü sağcılık zihniyetine
ererlerse yamalı bohçaya dönüşmüş ve birbirinden kopup parça, parça olmuş
sistemlerin peşinde koşmayı bırakıp merkezde Allah var diyerek, kâinattaki
tevhit birliğine erip bir iman toplumu olarak İlâhî düzeni yeniden
kuracaklardır. Bizim bu husustaki tavsiyemiz tüm müslümanların Kuran ve
sahih sünnet ışığında yeni bir dünya kurmaya çalışanlara köstek değil, destek
olmaları, yolun ortasındaki küçük bir taş parçasını kıyıya uzaklaştırmak
gibi bir katkıda bulunmalarıdır. İyilerin iyilikleri, kötülerin kötülüklerini
silip süpürür. 640
Ashâb-ı yemîn: Amel defterleri sağından verilenler, iyiler, sağduyulu
hareket ederek, Allah’ın kitabına iman edip hayata geçirenler, hayırlı sonuca
koşanlar. Allah’ın
iradesine uygun bir inanç ve amel çizgisi benimseyip
hayat boyunca bu çizgide
sebat eden mü’minler anlamına gelir.Yemîn
(yümn, meymene), sağ anlamı kadar, aynı zamanda bereket, saâdet, mutluluk
ve uğurluluk demektir.
Sağ taraf, meclis ve mahfillerde saygı yeridir. Sağ kol da önemli kişi
anlamında kullanılır. Ashâb-ı yemîn (veya meymene): Saygı mevkiinde bulunan
yüksek haysiyet sahipleri, kendilerine ve başkalarına yararı dokunan
bereketli insanlar anlamlarına gelir.
Kıyâmet kopunca insanlar üç kısım olacaklardır: Ashâb-ı yemîn (ashâb-
ı meymene), ashâb-ı şimâl (ashâb-ı meş’eme) ve sâbıkûn (iman ve itaatte
öncü olanlar). 641 Ashâb-ı yemîn (meymene); Beled sûresinde köle âzat
eden, yetimi, yoksulu ve aç insanı doyuran, iman edip sabrı ve merhameti
640 11/Hûd, 114
641 56/Vâkıa, 7-10
• 279 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
birbirine tavsiye eden kimseler olarak tanıtılmıştır. 642 Ashâb-ı meymene,
Vâkıa sûresinde ashâb-ı yemîn olarak ifade edilmiştir. 643
Yemîn, sağ, sağ taraf, uğur, kuvvet ve kasem (and) demektir. Ashâb-ı
meymene ile ashâb-ı yemîn aynı insanlardır. Kıyâmette bunlara amel defterleri
sağ tarafından verilecek 644 ve hesapları kolay olacaktır. 645 Her can
kazandığıyla Allah katında rehin alınacak, ancak ashâb-ı yemîn bundan
hâriç olacaktır. 646 Ashâb-ı yemîn; cennetlerde her türlü nimetler içinde
olacaklardır. 647
Ashâb-ı yemîn; iman edip sâlih ameller işleyen, Allah ve Peygamber’e
itaat eden insanlardır. Âhirette kişiye amel defterinin sağ taraftan verilmesi,
o kimsenin hayırlı âkıbetini ifade eder, sembolik bir anlatımdır.
Sağ, hemen her dilde hayırlı ve önemli şeyler için kullanılır. Arapçada
da, diğer dillerde de bu böyledir. Türkçede de sağ ve sağla ilgili türetilen
kelimeler hep hayrı, olumlu özellikleri ifade eder. Sağ: Hayatta olan, diri,
canlı anlamına geldiği gibi, sağlam, sıhhatli, kavî, metîn, korkusuz, emîn,
hâlis, temiz, iyi, doğru gerçek anlamlarına da gelir. Esenlik, emniyette olmak
anlamında sağ-sâlim denir; çok yaşa, teşekkür ederim yerine sağ ol
tabiri tercih edilebilir. Sağalmak, hastalıktan kurtulup iyileşmek, şifa bulmak
için kullanılır. Sağduyu: Mantıklı ve doğru düşünme özelliği, doğruyu
yanlıştan ayırma husûsiyeti, akl-ı selîm için ifade edilir. Sağbeğeni: Güzeli
çirkinden ayırt edebilme yetisinin en yükseğidir. Sağgörü: Basîret karşılığı
olarak kullanılmaktadır. Sağlam: Hasta veya sakat olmayan; sağlam, sıhhatli
kimse için veya kolayca hasara uğramayan, dayanıklı veya kırık veya
bozuk olmayan ya da sağlığa faydalı, dokunmayan bir şey için kullanılır.
Doğru, gerçek, sahih, güvenilir, kuvvetli şey için de sağlam denilir. Dirilik,
hayat, sıhhat, hasta olmayıp normal olma haline sağlık denilir. Sağlık ve
âfiyetle anlamına sağlıcakla denildiği olur. Doğruluk kuralına uygun olan,
sözün anlatılmak istenene tam karşılık olması, tam uygun düşmesi niteliğine
sağın denir.
642 90/Beled, 13-18
643 56/Vâkıa, 27, 38, 90-91
644 69/Hakka, 19
645 84/İnşikak, 8
646 74/Müddessir, 38-39
647 56/Vâkıa, 27-38; 69/Hakka, 19-24
• 280 •
Ahmed Kalkan
Sağistem ise; iyi niyet, hüsnüniyet demektir. Sağ kol: Önemli mevkiiye
sahip bir kişinin kullanacağı ve yardımına ihtiyaç duyacağı, en güvendiği
has adama ad verilir.
Bütün bunların yanında, ashâb-ı yemîn için “sağcılar” tabiri, kesinlikle
yanlıştır. “Sağcı”, Kur’an’daki anlamla hiç ilgisi olmayacak şekilde, politik
bir anlamda kullanılır ve konumuzla hiç ilgisi yoktur.
Ashâbu’l-Meymene, Ashâbu’l-Meş’eme ve Sağcılık-Solculuk
“Sağcı”, bir yeni kelime olup siyaset ve fikir hayatında muhafazakârlıktan
yana olan, gelenek ve göreneğe, mevcut düzenin değerlerine bağlı
kalan kimse, birey ve toplum (hakiki ve hükmî şahsiyet) demektir. Meselâ
“sağcı yazar” ve “sağcı parti” ifadelerinde olduğu gibi. “Solcu” kelimesi de
yeni bir kelime olup düşünce, siyaset ve ekonomide sol görüşü benimseyip
gelenekçiliği ve muhafazakârlığı reddeden, sosyalizm taraftarı olan (kimse
ve parti…) demek olur. 648
İşte bugün sağcılık ve solculuk, sağcılar ve solcular dediğimizde daha
çok siyasi eğilimleri dile getiren bu iki kelimenin renklerinin tonlarında
her ne kadar zaman, zaman değişmeler meydana gelmişse de asıl bunların
içeriğini dolduran şey, 1789 Büyük Fransız İhtilalinden sonra toplanan 1.
Cumhuriyet Meclisi yani Milli Meclis olmuştur. Bu mecliste başkanlık kürsüsüne
göre sağ taraftaki sıralara ihtilale karşı oldukları bilinen aristokratlar
ve kilise temsilcileri, sol taraftaki sıralara da ihtilali yapan liberal burjuva
temsilcileri oturmuşlardı. İşte bu oturuş durumuna bakarak kralcı aristokrat
ve kilise temsilcilerine (yani eski düzen taraftarlarına) sağcı, ihtilalci
burjuva temsilcilerine (yani yeni düzen taraftarlarına) da solcu denilmiştir.
Böylece siyasi literatür de yepyeni bir kelime ve yeni bir terim kazanmış
bulunmaktadır. Ancak bu tabirlerin zamanımıza kadar devam ede gelen
kaypaklığı, onların menşeinde mevcuddur. Nitekim kralcıların meclisteki
sayıları azalıp burjuvalarla sosyalistlerin siyaset mücadelesi başlayınca, bu
defa burjuvalara sağcı, sosyalist ve komünistlere solcu denilmiştir.
Batı demokrasilerinde sağcılık genel olarak liberal kapitalist siyasi
programlara bağlılığı, yani iktisadi hayatta özel mülkiyet ve özel teşebbüse,
siyasi bakımdan klasik hürriyetlere taraftarlığı ifade eder.
648 Misalli Büyük Türkçe Sözlük
• 281 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Solculuk da muhtelif derece ve şiddetlerde özel mülkiyete, özel teşebbüse
karşı çıkan, iktisadi hayatta devletçi ve kolektivist görüşleri savunan
siyasetlere taraftarlık etmektir, diyebiliriz.
Felsefi bakımdan sağcılık, materyalizme (maddeciliğe ve inkârcılığa)
karşı olmak, madde ile beraber ruhun varlığına, Allah’a ve dine inanmaktır.
Solculuk ise madde dışında ve ötesinde bir değer tanımamak, dini ve Allah’ı
inkâr etmektir. Bu açıdan solculara göre sağcılık gericilik sayılır.
Sosyal değişme ve gelişme açısından, tekâmülcü (evrimci), toplumu ıslahat
ve reformlar yaparak, büyük sarsıntılara uğratmadan kendi şartları ve
kurulu düzenin mantığı içinde değiştirmeye ve iyileştirmeye çalışan görüşler
sağcı sayılır.
(Ama bu, sağcıların Kur’an’ın istediği gibi tevhidî iman edenlere ad verildiği
anlamına kesinlikle gelmez. Batıda ve bu ülkede solcu kâfirler olduğu
gibi, sağcı kâfirler ve müşrikler de az değildir. -A.Kalkan-)
Orijinal şekliyle “ashâb-ül yemîn” (sağcılar, sağ sahipleri ve sağda olanlar)
649, “ashâb-üş şimal” (solcular, sol sahipleri ve solda olanlar)650; bundan
başka “ashâb-ül meymene” (sağcılar, sağ sahipleri ve sağda olanlar)651 ve
“ashâb-ül meş’eme” (uğursuzlar) 652 kelimeleri geçmektedir. Şimdi bu kelimelerin
üzerinde biraz duralım:
“Ashâb-ül yemîn” derken “ashâb” kelimesi “sâhib”in çoğuludur. “Sâhib”
ise ister insan veya hayvan, ister yer ve zaman olsun, bir şeyden ayrılmayandır.
Bu birliktelik ister bedenle olsun –ki bu asıl ve en çok olanıdır- isterse
yardım ve destekle olsun fark etmez, aynıdır.653 Bu kelimeye bazı sözlükler
dostluk, arkadaşlık ve sahip anlamları vermişlerdir. “el-yemîn”e gelince bu
aslında sağ el demektir. Sağ el, sol elden daha kuvvetlidir, onun için sağa bu
ad verilmiştir. El-yümnü, uğur ve bereket manasına olan kelime de buradan
gelir.
649 56/Vâkıa, 27
650 56/Vâkıa, 41
651 90/Beled, 18
652 90/Beled, 19
653 Râğıb, Müfredat
• 282 •
Ahmed Kalkan
Çünkü araplar hayır ve bereketi yemîne (sağa) nisbet ederler. İslam’dan
önceki dönemlerde araplar önemli işlerinde neticenin iyi mi kötü mü, hayırlı
ve uğurlu mu, yoksa hayırsız ve uğursuz mu olacağını anlamak için
kuş uçururlardı. Kuşların uçuş yönlerine ve uçuş biçimlerine bakarak gelecekten
haber verirler ve kehanette bulunurlardı. Gelecek hakkında böylece
yorum yaparlar ve bilgi üretmeye çalışırlardı. Eğer bu kuş sağ tarafa uçarsa
işlerin iyi gideceğine hayır ve uğurlu olacağına hükmederler, eğer sol tarafa
uçarsa o zaman da bunu bir kötülük ve uğursuzluk sayarlardı.
Râğıb, Yüce Allah’ın “ashâb-ül yemîn mâ ashâb-ül yemîn” (sağın adamları,
nedir o sağın adamları!)654 âyeti, saâdet ve bereketlere mazhar olan kişileri
anlatır. Bu da, insanların hayır ve bereketi sağ ile, kötülük ve uğursuzluğu
sol ile ifade etmeleri esasına göre söylenmiştir. “yemîn” kavramı,
aynı zamanda bereket ve saadet için de kullanılır. Yüce Allah’ın “ve emmâ
in kâne min ashâb-il yemîn” (Eğer o, sağın adamlarından ise,)655; “fe selâmün
leke min ashâbi’l yemîn” (Ey sağcı) sana sağcılardan selâm!)656 sözü de bu
anlamdadır, demiştir. 657
Yemin etmede kullanılan “yemîn” (sağ el) sözcüğü, elin istiare yoluyla
kullanılmasıdır. Bu, sözleşen, yemin eden ve bu gibi kişilerin sağ ellerini
kullanmalarındandır. Araplar ahitleşme ve sözleşme hususunda sağ elini
arkadaşının sağ eline vurması ve dokundurup sürmesi alâkasıyla yemin etmeye
yemin adı verildi. Yani böylece sağ el aynı zamanda yemin etmek ve
yemin demektir. Yemînin çoğulu “eymân” gelir. Nitekim şu âyetlerde bu
kelime yemin anlamında kullanılmıştır. “Yoksa ne hükmederseniz mutlaka
sizindir diye sizin lehinize olarak tarafımızdan verilmiş, kıyamet gününe kadar
geçerli kesin sözler (yeminler) mi var?”658 “Ötekiler (münâfıklar), sen hakikaten
kendilerine emrettiğin takdirde mutlaka (savaşa) çıkacaklarına dair
en ağır yemnleri ile Allah’a yemîn ettiler.”659
Bazı İslâm âlimleri “ashâb-ül yemîn”i “Böylece kitabı sağ eline verilen
kimse, kolay bir şekilde hesap verecek”660 âyetine dayanarak, amel defteri de-
654 56/Vâkıa, 27
655 56/Vâkıa, 90
656 56/Vâkıa, 91
657 Bk. Müfredat, yemîn maddesi
658 68/Kalem, 39
659 24/Nûr, 53
660 84/İnşikak, 7–8
• 283 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
nilen kitapların kıyamet gününde sağ tarafından verilecek olan kimseler
olarak anlamışlardır. Elmalılı bunu naklettikten sonra ashâb-ı yemîn hakkındaki
kendi görüşünü şöyle açıklamaktadır: Ashâb-ı yemîn, yeminine
sadık, sözünü tutan, işine sahip mutlu kişi manasını ifade edebilir ki, mukabili
yemini bozan demektir. Ayrıca bu tabirin, Allah için yeminine sâdık
ve vefakâr anlamında kullanıldığı da söylenebilir. 661
Aslında Allah, ruhlar âleminde ve görevlendirdiği Peygamberler vâsıtası
ve gönderdiği kitaplar yardımı ile tüm insanlardan söz almıştır, ahit
almıştır. Onun için İlâhî kitapların bu sözleşmenin metinleri olduğunu
söylemek mümkündür. Tevrat ve İncil’e eski ahid ve yeni ahid adı verilmesi
de bunu gösterebilir. Âyette “Onlar o Allah’a verdikleri sözlerini tutmayanlar,
Allah’ın yerine getirmelerini istediği emirleri yerine getirmeyenler
ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlardır. İşte gerçekten zarar edecek olanlar
da onlardır”662 buyrulmuştur. Bu âyetin tefsirinde M. Hamdi Yazır şunları
söylemektedir: İlk yaratılışta “ancak Sana ibâdet ederiz ve ancak Senden
yardım dileriz”663 kavramı üzere akıl ve yaratılış olarak, Allah ile aralarında
yapılmış olan ezeli antlaşmayı, iman ve kulluk antlaşmasını, bu yaratılışa
ait genel kanunu, yukarıda görüldüğü üzere, her iki taraftan antlaşma ile
belgelenip tekit edildikten; bir taraftan kitaplar indirme ve peygamber gönderme
ile takviye, diğer taraftan da kalb ve dil bakımından iman ve ikrar ile
kuvvetlendirdikten sonra bu İlâhî antlaşmayı ve misakı kendi kendilerine
bozmaya ve kaldırmaya, çözmeye kalkışırlar. İman etmemeye ve imandan
çıkmaya çalışırlar. 664
“Şimdi Rabbinden sana indirilenin gerçekten hak olduğunu bilen bir
kimse, kör olan bir kimse gibi olur mu? Fakat bunu ancak üstün akıllı ve temiz
vicdanlı kimseler idrâk ederler. Onlar ki, Allah’ın ahdini yerine getirirler
ve antlaşmayı bozmazlar.”665 Bu “ülu’l elbâb” denilen üstün akıllı kimselerin
devam eden âyetlerde 8 çeşit özellikleri zikredilmiştir. Ancak burada bizim
konu ile ilgili olan “Allah’ın ahdini ifa ederler” ifadesi birinci sırada anılmıştır.
661 Elmalılı, VII, 398
662 2/Bakara, 27
663 1/Fâtiha, 5
664 Elmalılı, Hak Dini, I, 245
665 13/Ra’d, 19–20
• 284 •
Ahmed Kalkan
Allah’a verilen söz, yemin ve ahid, Kur’an’da “Rabbin Âdemoğullarından,
onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak:
‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demiştir. Onlar da: ‘Evet buna şahidiz,
demişlerdir.”666 İşte bu İlâhî ifadede açıklandığı üzere, Allah Teâlâ’nın rabliğini
itiraf edip hükümranlığını kabul etmek şeklinde kendi öz benliklerinde
taahhüt ettikleri tevhit ahdine vefa ederler. Ve bu misakı, sözleşmeyi bozmazlar.
Vefasızlık edip sözlerinden dönmezler ve yeminlerini bozmazlar. 667
Burada Kur’an’ın sağcılar dediği kimseleri daha iyi ve daha kolay anlamak
için biz, başka bir açıklama getirmek istiyoruz. O da “ashâb-ül yemîn”
(sağcılar, sağ sahipleri ve sağda olanlar) derken “el-yemîn” kelimesinin bilinen
belli bir yemîn olmasıdır. Arapçadaki teknik ifadesiyle bu Marife-bilinen
mâlum bir kelimedir. Bu da insanların yaratılışta Allah’ın koymuş olduğu
nizamı yaşama ve yaşatma konusunda Allah’a verilmiş olan ahit, söz
ve yemîndir. İşte bu söz ve yemin sahipleri, Allah’ın koyduğu hayat tarzını,
sosyal, siyasî, iktisadî ve ailevî… sistemi yaşamak ve yaşatmak için yeminine
sahip çıkarak, sözünde duran kimselerdir. Bunlar iman ederler yani nizama
girmeyi ve onun için ve onun içinde çalışmayı kabul ederler; böylece
bunun faydasını hem dünyada görür ve hem de âhirette görürler. Solcular
ise iman değil, “âyetlerimizi inkâr edenler ise işte onlar soldakilerdir.”668 âyetinde
ifade edildiği gibi küfrederler. Allah’ın koyup kurduğu düzeni kabul
etmezler; O’nun emir ve nehiylerini dinlemezler. Onun için de dünya ve
ahirette rezil ve rüsvay olurlar.
Bu sağcılar kesimine lafız ve söz olarak sağcı deyip de anlam olarak
dürüst ve erdemli bir hayat yaşayanlar anlamını verenler de vardır. Bazı
müfessirlere göre bu sağdakiler “iman edip sâlih (doğru ve yararlı) işler
yapmakta” her zaman fazla önde olmayan, ama hata yaptıktan ve günah
işledikten sonra tedricen dürüstlüğe ve erdemliliğe ulaşanlardır.669 Ama
bunlar “önde olanlar” kadar iyi bir hayata sahip olamasalar da nihai kazançları,
onları ötekiler ile aynı ruhi doygunluk seviyesine ulaştırır.670 Buradaki
“önde olanlar” ise âyetteki “sâbikun” grubudur. “ve sizler de üç sınıf
666 7/A’râf, 172
667 Elmalılı, V, 140
668 90/Beled, 19
669 Fahreddin Râzi
670 Muhammed Esed, III, 1105
• 285 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
olduğunuz zaman”671 buyrulduktan sonra “ashâb-ül meymene”, “ashâb-ül
meş’eme” ve “es-sâbikun” olmak üzere burada üç sınıf insandan bahsedilmektedir.
Bunlar, sağcılar, solcular ve öne geçenlerdir. Burada hitap her ne
kadar Kur’an’ın indiği zamanki muhataplara ve şimdiki okuyuculara gibi
görünüyorsa da aslında bu ifade tüm insanlığı kapsamaktadır. Yani ilk insandan
itibaren kıyamet gününe kadar bütün insanlar bu üç grup içinde
mütalaa edileceklerdir.672 Medârik, bu üç sınıftan ikisinin cennete, diğer bir
sınıfın da cehenneme gideceğini söylemiştir. 673
Bugün dilimizde geçerli olan sosyal, siyasi ve ekonomik anlamdaki
“sağcı” ifadesi, XVIII. Asırdan sonra batıda kullanılmaya başlamış olan
kelimenin tercümesinden başka bir şey değildir. Yani dine inanmakla beraber
bunun, insan ürünü düzenlerin mensubu olan ve sosyal, siyasal ve
ekonomik yapıyı değiştirme değil, onların devam etmesini isteyen bir tip
olduğunu söyleyebiliriz. Bizim kanaatimize göre Türkçemizdeki sağcı ile
Kur’an’daki sağcı ifadesi bir birinden tamamen farklıdır. Kur’an’daki sağcı
kelimesinin zamanımızdaki dilimizde kullanılmakta olan kelimelerden
hangisi ile tercüme edebiliriz diye araştırma yapıp şöyle bir düşündüğümüzde
bunu ancak “dinci” kelimesinin karşılayabileceğini görürüz. Dinci
demek her şeye ama her şeye din gözlüğü ile bakan, İlâhî vahyi ve kutsal
emirleri merkeze alan kimse demektir. Hayata İlâhî buyrukların hâkim
olmasını isteyen kişilere bugün “dinci” diyorlar. Hâlbuki sağcıların genel
olarak söylemek gerekirse böyle bir dertlerinin olmadığını ifade edebiliriz.
Zira onlar, liberalizm ve kapitalizm gibi dünya düzenlerinin, demokrasi, insan
hakları, serbest piyasa ekonomisi ve kadın erkek eşitliği gibi batı değerlerinin
arkasında koşturup duruyorlar. Maalesef müslümanların bugün şuculuk
ve buculuktan ileriye giderek İslâm’a ve İslâmî esaslara gelemedikleri
gibi, sağcıyız diyenler de Batı değerlerini ellerinin tersiyle itip henüz İlâhî
değerlere gelememişlerdir. Ben şeriatın aleyhindeyim diyen bir müslüman,
müslüman olabilir mi? Behey şaşkın, bu nasıl bir Müslümanlık! Şeriat, Allah’ın
emirleri, nehiyleri, buyruk ve tavsiyeleri demektir. Hiçbir kimsenin
kanun koymaya ve bir kural getirmeye hak ve salahiyeti, güç ve kudreti
yoktur. Onun için Batı değerleri ve Doğu değerleri diye bir şey olamaz.
671 56/Vâkıa, 7
672 Mevdudi, Tefhim-ül Kuran, VI, 93
673 H.B.Çantay, K.H. ve Meal-i Kerim, III, 972
• 286 •
Ahmed Kalkan
Ama var denirse, biz hayır, yok deriz ve uyum ve âhenkten ziyade, taazzuv
etmiş, organik olarak organizmalaşmış bir düzenden ziyade bir çelişkiler
dünyası var, diye cevap veririz. Toplum adına ve hayat adına bugün
doku uyuşmazlığı içinde, birtakım acılar ve sancılar çeken krizden krize
düşen bir yapıdan, yani bozuk düzenden başka bir şey yoktur. Bunların
demokrasileri de ekonomileri de hep çelişkilerle doludur. Paralarını kiraya
verip oturduğu yerden hiçbir ek emek veya risk ilave etmeden bedavadan
paraya para kazandıranlar, vergi adına zulüm yapanlar…
Tüm güç, kuvvet, izzet ve şeref Allah’ındır. Kim ululuk, şan ve şeref istiyorsa
bilsin ki, şan ve şeref, ululuk ve değer tümüyle Allah’ındır. 674 Başka
bir âyette “ama asıl şeref, Allah’a, O’nun elçisine ve inananlara aittir. Fakat
ikiyüzlüler bunun farkında değildirler”675 buyrulmaktadır. Yani şeref ancak
Allah’a mahsustur. Hz. Peygamber Risâlet-elçilik görevi, iiman edenler de
iman etmeleri nedeniyle şereflidirler. Fakat kâfirlerin, fâsık, fâcir ve münâfıkların
şereften bir payları yoktur. 676
Onun için Türkiye’deki sağcılık düşüncesinin İslâmî gerçeklerle uyuştuğunu
söylemek mümkün değildir. Çünkü aralarında değerler farkı bulunmaktadır.
Ekonomileri faiz üzerine oturan, demokrasileri ise Allah’ın muradının
ne olduğuna değil, insan istek ve iradesine dayanan, içtihat ve icma
ile değil, kendi istek ve arzuları ile kanun yapan bir sistemin mensupları İslâm’a
hizmet etmiş olamazlar. Olsa, olsa bunlar, günü kurtarmak için geçici
hevesler peşinde koşmaktan başka bir şey yapmış olmazlar. Kanuniden beri
kanun yapan bu kanun mensupları, her geçen gün aşağıya ve her geçen gün
tükenmeye doğru sürüklenmektedirler. O nedenle yapılacak tek şey, eşyanın
tabiatına uygun hareket ederek insan şeref ve onurunu ön plana alarak
Allah’a kullukta birleşip herkesin eşit temsil edildiği kişiliğini yaşadığı, bir
hukuk toplumunu, tüm organları ile uyum içinde olan, taazzuv etmiş tek
bir uzviyet olan, iman, amel ve ahlak toplumunu yeniden kurmaktır.
Eğer bir gün müslümanlar, Kur’an’ın öngördüğü sağcılık zihniyetine
ererlerse yamalı bohçaya dönüşmüş ve birbirinden kopup parça, parça olmuş
sistemlerin peşinde koşmayı bırakıp merkezde Allah var diyerek, kâinattaki
tevhit birliğine erip bir iman toplumu olarak İlâhî düzeni yeniden
674 35/Fâtır, 10
675 63/Münâfikun, 8
676 Mevdudi, VI, 332
• 287 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
kuracaklardır. Bizim bu husustaki tavsiyemiz tüm müslümanların Kuran ve
sahih sünnet ışığında yeni bir dünya kurmaya çalışanlara köstek değil, destek
olmaları, yolun ortasındaki küçük bir taş parçasını kıyıya uzaklaştırmak
gibi bir katkıda bulunmalarıdır. İyilerin iyilikleri, kötülerin kötülüklerini
silip süpürür. 677
Hüküm ve Hikmetler
31-39. Âyetler:
Bu âyetlerden aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:
1- Cehennemin on dokuz bekçi ve zebanisi asla karşı konulamayan meleklerdendir.
Onlar kalabalıklarla karşılarında durulması mümkün olan insan
türünden değildirler.
2- Meleklerden on dokuz adedin söz konusu edilmesi, kâfirlerin fitneye
uğramasına, yani sınanmalarına sebep olmuştur. Zemahşeri dedi ki: Onların
sayı sebebiyle fitneye maruz kalmaları sebep olarak gösterilmemektedir.
Bizzat sayının kendisi sebep olarak gösterilmiştir. Çünkü Yüce Allah:
“Onların sayısını da inkâr edenler için ancak bir fitne kıldık.” diye buyurmaktadır.
Yani biz onların sayısını ancak on dokuz yaptık diyerek, kâfirler
için fitne olmayı, on dokuz sayısının yerine geçirmektedir. Çünkü yirmiden
bir eksik olan bu sayının durumu Allah’a ve O’nun hikmetine itiraz ve
alay edip, hikmeti büemese dahi mü’min gibi boyun eğmeyen kimselerin
bu sayı sebebiyle fitneye düşmeleri söz konusudur. Şöyle denilmiş gibidir:
Bizim onları bu sayıda kılmamız sayı sebebiyle fitneye düşmeyi gerektirecek
bir özelliktir. Bu da mü’minlerin inancının daha bir sağlamlaşması,
kâfirlerin de hayret ve şaşkınlığa düşmesi içindir.678
3- Bu sayının söz konusu edilmesi ile Tevrat ve İncil verilenlerin, Muhammed’in
(s.a.s.) peygamberliğinin doğruluğuna dair kesin inançları
daha da artmış oldu. Çünkü cehennem bekçilerinin belirtilen bu sayısı ellerindekilere
uygun düşmektedir. Aynı şekilde bu böylelikle mü’minlerin
imanının artması sonucunu da vermiştir. Çünkü onlar Allah’ın Kitab’ında
677 11/Hûd, 114; Prof. Dr. Osman Eskicioğlu
678 Zemahşeri, III/288.
• 288 •
Ahmed Kalkan
bulunan hükümleri her tasdik ettikçe iman etmiş olurlar. Sonra da cehennem
bekçilerinin
sayısını tasdik ettikleri için de imanları artmış oldu. Aynı
şekilde bu kendilerine kitap verilip, Muhammed’in (s.a.s.) ashâbından cehennem
bekçilerinin on dokuz olduğunu tasdik edenlerin şüphelerini de
ortadan kaldırır. Yine bu hicretten sonra ortaya çıkacak, kalplerinde şüphe
ve münafıklık
bulunan Medine münafıkları ile Yahudi ve Hristiyanların
kâfir olanlarının şöyle demelerine sebep olmuştur: Allah cehennem bekçileri
için bu alışılmadık sayıyı söz konusu ederek neyi söylemek istemiştir?
Onların bu şekilde bir soru sormalarından, maksat bu Kitab’ın Allah tarafından
gelmiş olduğunu uzak bir ihtimal olarak görmek ve hatta Allah’tan
geldiğini
inkâr etmektir. Yani Yüce Allah bu hayret verici sayıyı söz konusu
ederek
neyi kastetmiştir?
4- Yüce Allah’ın: “İman edenlerin de imanı artsın.” İfadesi, imanın artıp
eksildiğine bir delildir. Yani iman itaat ile artar, masiyet ile eksilir. Çoğunluğun
görüşü budur. İmanın hakikati artma ve eksilme kabul etmez, diyenler
ise âyeti imanın semereleri, etkileri ve gerekleri hakkında yorumlarlar.
Kitab Ehli ile mü’minler hakkında onların kesin inançları ve imanlarının
arttığı kabul edildikten sonra, şüphelerinin söz konusu olmayacağının
belirtilmesi
ise, tekid ve pekiştirme babmdandır. Şöyle denilmiş gibidir:
Onlar
o kadar kesin bir inanca sahiptirler ki, artık bundan sonra şüphe
ve tereddütleri
söz konusu olmaz. Gerçek şu ki; kesin bir inanca sahip olan bir
kimse, bazen delilin herhangi bir önermesinde gaflete düşebilir ve tekrar
şüpheye düşebilir. Yine bu ifadeler ile onların dışındakilerin durumuna
bir
işarette bulunulmaktadır. Şöyle denilmiş gibidir: İşte onların durumu
sapık
ve kâfirlerden şüphe içerisinde olanların durumundan farklı olmalıdır.
5- “İşte Allah kimi dilerse böylece saptırır, kimi de dilerse hidâyete kavuşturur.”
Bundan maksat, zahiren anlaşılan saptırmak ve hidâyetin, Yüce
Allah tarafından yapılan şeyler olduğu değildir. Yüce Allah’ın bazılarını
sapmaya, diğer başkalarını da hidâyete mecbur ettiği de kastedilmemektedir.
Bundan maksat Yüce Allah’ın kulları hakkındaki sünnetlerinden birisini
tespit etmektir. Bu da Allah’ın yaratmış olduğu sebepler ile sonuçlar
arasındaki bağlantıyı ortaya koymaktır. Sapıtan bir kimse ancak kendisi ve
kendi tercihi ile sapıtır. Hidâyet bulan bir kimse de ancak kendi irâde ve tercihi
ile sapıtır. Bundan sonra Yüce Allah sapıtanlann sapıklığını arttırarak
onları hidâyetin işaret taşlarından uzaklaştırır. Buna sebep ise onların
kötü
seçimleri, istidadları ve inatlarıdır. Diğer taraftan Yüce Allah mü’minlerin
• 289 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
de imanını, onlara hidâyet ve doğruluk yollarını izleme muvaffakiyeti vererek
ve güzel seçimleri sebebiyle arttırır. Kâinatta hiçbir şey, Allah’a rağmen
meydana gelmez. Meydana gelen her bir şey O’nun irâdesi ve dilemesi ile
olur. İsterse O’nun emrettiği ve sevdiği şeylerin aksi olsun.
6- “Rabbinin ordularını O’ndan başka kimse bilmez.” buyruğu cehennem
bekçilerinin sayısının hikmetini de, Onun her bir ordusunun sayısının
hikmetini de ebediyyen Yüce Allah’tan başka hiçbir kimsenin bilmediğine
bir işarettir. Bu Muhammed’in on dokuzun dışında askeri yok mu, diyen
Ebu Cehil’e bir cevaptır.
Tirmizi’nin rivâyetine göre Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sema
gıcırdadı; gıcırdamakta da hakkı var. Çünkü orada alnın Yüce Allah’a
secdeye konulmadığı dört karışlık kadar bir yer dahi yoktur.”
7- Yüce Allah cehennemi, cehennemin niteliklerini, onun pek büyük
bir belâ ve musibet olduğunu, onun sürekli olarak insanlar için bir korku
ve uyarı olduğunu inkâr eden herkesi “ama öyle yapmıyorlar (öğüt almıyorlar)”
buyruğu ile uyarıp bu durumdan vazgeçmelerini emir buyurmaktadır.
8- Yüce Allah şereflerini yüceltmek ve bunlarda ortaya çıkan hususlara,
bunlardaki Yüce Allah’ın hayret verici kudretine ve bunları var etmekle varlıklar
âleminin ayakta durduğuna dikkat çekmek üzere aya, geceye ve sabaha
yemin etmektedir. Hakkında yemin edilen husus ise Sekar’m (cehennemin)
musibetlerden birisi olduğu, onun insanlar için bir uyarıp korkutucu
ya da uyarıp korkutma özelliğine sahip olduğudur. Hasan-ı Basri der
ki: Allah’a yemin ederim ki O, yaratıkları ondan daha büyük bir musibetle
uyarıp korkutmuş değildir.
9- Cehennem ateşi hayır ve itaate doğru ilerlemek isteyen kimseler ile
geri kalıp şerre ve masiyete doğru gitmek isteyen kimseler için bir uyarıcıdır,
korkutucudur.679
679 Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/226-228.
• 290 •
Ahmed Kalkan
- 40. Âyet -
جَنَّاتٍ يتَسَاءَُلونَ ¡فِ ي
“Cennetlerde soruştururlar.” (40. Âyet)
Cennetlerde birbirlerine sual soruyorlar
Onlar cennetlerdedirler, soruşurlar
(Onlar) cennetlerde, hep bir ağızdan soracaklar
Cennetlerde soruştururlar,
Onlar cennettedirler, sorup dururlar.Cennetlerdedirler. Sorarlar,Onlar
cennetlerde ağırlanırlar. Sorarlar.Onlar cennetlerdedirler; birbirlerine sorarlar.
Onlar nitelikleri tam olarak kavranılamayan, dünyadakilerle kıyaslanılamayan
Cennet bahçelerindedirler.
Birbirlerine sorarlar... Ayrıca müslümanların çocukları ve melekler de
günahkârlara sorarlar...
Bu soruyu soranların kimler olduğu hakkında âlimlerin görüşleri:
1) Ali’ye göre müslümanların çocuklarıdır.
2) Abdullah b. Abbas’a göre meleklerdir.
Taberi diyor ki: Allah Teâlâ bu âyette Ashâb-ı Yemin’in günahkârlara:
“Sizi cehenneme sokan nedir?” diye sorduklarını zikretmektedir. Bu da bu
soruyu soranların, çocuklar ve melekler gibi günah işlemeyen kimseler olduklarını
göstermektedir.
• 291 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Çünkü mükellef olan ve günah işlemeye müsait olan insanların suçlulara
bu soruyu sormaları beklenemez. Zira onlar da insanı cehenneme sokan
sebebin, günah işlemek olduğunu bilmektedirler.”680
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Amel defterleri solundan
verilenler, çalışmayanlar yahut tek başına çalışan, kendi keyfince uğraşan
yeminsizler kendi çalışma ve gayretleriyle boğuşurken, amel defterleri sağından
verilen bu ashâb-ı yemin cennetlerdedirler suçluları soruştururlar,
suçluların hallerinden kendi aralarında konuşur, bahseder, birbirlerine sorar
yahut sordururlar.
“Bu soru kınama ve hasret çektirme içindir.” denilmiş ise de, herşeyden
önce hakkı ortaya çıkararak suçlarının mâhiyetine göre şefaat imkânını
araştırmak için görüşüp dertleşme veya bir sorguya çekme olmak, ardından
“Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez.” 681 ifadesinin gelmesine
daha uygun görünür.
Bu soruşturmanın bu şekilde anlatılıp açıklanması da suçluların hallerini
ve hüküm giymelerinin sebeplerini sorup araştırarak hakkı ortaya
çıkarmanın ve ona göre hayır ve iyi hal için çalışmanın ashâb-ı yeminin
özelliği olduğunu anlatmak, bununla beraber sayılacak olan suçların sahibi
suçluların ahirette şefaat ile de kurtulmalarına ihtimal olmadığını dünyadakilere
hatırlatarak öğüt vermek içindir.”682
680 İbn Cerir et-Taberi-Tefsir, Hisar Yayınları, 8/486-487.
681 74/Müddessir, 48
682 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları, 8/429-430.
• 292 •
Ahmed Kalkan
- 41. Âyet -
§ رِمِ ي نَ í عَنْ اْلُ جْ
“Suçlular hakkında.” (41. Âyet)
Günahı hayat tarzı edinenlere
Suçlular hakkında.
Mücrimlerden
Suçlulardan
Günahkârlara
Suçlu-günahkârlara
İslâm’a planlı cephe alarak, Müslümanlığı, müslüman nesilleri yozlaştırma,
yok etme suçu işleyen güç ve iktidar sahibi âsilerin, suçluların, günahkârların
halini soruyorlar.
Suçlu, günahkâr, kâfir, müşrik, münafık ve mürtedlerin durumunu...
Cennet ehli mü’minler, aralarında çok uzun mesafe olmasına rağmen cehennem
ehli suçlulara kınama amacıyla şöyle derler:
Mevdudi diyor ki: “Daha önce de birçok yerde geçtiği gibi, cennet ehli
ile cehennem ehli arasında binlerce kilometrelik bir mesafede olmasına
rağmen bir aracı olmadan birbirleriyle konuşabileceklerdir. Meselâ Bk.
7/A’râf, 44-50; 37/Sâffât, 50-57.”683
Muhammed Ali es-Sabuni diyor ki: “Bu soru, o suçluları daha çok susturmak,
daha çok kınamak ve kalplerine elem ve hasreti sokmak içindir.
Suçlulara şöyle derler:”684
683 Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/478.
684 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/129.
• 293 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
- 42. Âyet -
سَقَرَ ¡ مَا سَلَكَكُْ فِ ي
“Sizi Sekar’a sürükleyip iten nedir?” (42. Âyet)
‘Sizi cehennemde bulunmaya ne şey sevketti?’
‘Sizi, içinizi yansıtan bu ateşe ne soktu?’
Sizi Sekar’a sürükleyip iten nedir?
‘Sizi Sekar’a sokan nedir?’ diye;Nedir sizi Sekar’a sürükleyen?Sakar’a (cehenneme)
girmenizin sebebi nedir? diye.‘Sizi şu cehenneme sürükleyip-iten
nedir?’
Sizi Sakar’a, cehenneme sokan ne?’ diyorlar.
‘Sizi, içinizi yansıtan bu ateşe ne soktu?’
“Sizi Sekar adlı Cehenneme sokan, sürükleyip iten ve onun ateşini size
tattıran nedir? Hangi suçtan dolayı buradasınız?”
Ebu Hayyan şöyle der: “Onların soruları, kâfirleri kınama ve küçümseme
sorusudur. Yoksa mü’minler, onları cenhenneme sokan şeyin ne olduğunu
bilirler.”685
“Sizi Sekar’a sokan nedir?” Yani bu cehenneme girmenize sebep olan suçunuz
nedir? Bu soru, ashâb-ı yeminin birbirlerine değil de suçlulara doğrudan
veya dolaylı olarak sordukları sorudur. Zemahşerî şöyle der: Bu, ashâb-
ı yeminin birbirlerine sorduğu soruyu açıklamak değildir. Öyle olsaydı
“Onları Sekar’a sokan nedir?” denilmesi gerekirdi. Bu, onların sordukları
kişilerin verdiği cevabı hikâye etmektir.686 Yani, sorulanlar şöyle anlatırlar:
“O suçlulara sizi Sekar’a sokan nedir?” dedik.”687
685 Ebu Hayyan, Bahru’l-Muhit: 8/380; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/129.
686 Zemahşeri, Keşşaf: 4/187.
687 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 8/430.
• 294 •
Ahmed Kalkan
- 43. Âyet -
§ قَاُلوا لْ نكُ مِنَ اْلُصَلِّ ي نَ
“Derler ki: ‘Namaz kılanlardan değildik.” (43. Âyet)
Cevap verecekler: ‘Biz, hem Allah’la bağımızı koparmıştık,
Suçlular, soranlara cevap vererek derler ki: ‘Biz dünyada âlemlerin Rabbi
için namaz kılanlardan değildik.’
“Biz namaz kılanlardan değildik.” Burada “namaz kılmak” tümü ile
“iman etme”yi anlatan dolaylı bir ifadedir. Bu ifade biçimi, bu inanç sisteminde
namazın taşıdığı önemi vurgulamakta, onu imanın göstergesi ve
sembolü olarak tanıtmaktadır. Buna göre namazı inkâr etmek kâfirliğin delili
olmakta, sahibini mü’minlerin safının dışına çıkarmaktadır. 688
Mevdudi diyor ki: “Biz Allah’a, Rasûlü’ne ve Kitabı’na inanarak Allah’a
inananların ilk olarak yerine getirecekleri hakkı yerine getirenlerden değildik.
O hak namazdır. Bundan da iman etmeyen kimsenin namaz kılmadığını
burada iyice anlamalıyız. Dolayısıyla bir kimse eğer namaz ehlinden
ise, kendiliğinden anlaşılır ki o kimse iman ehlidir. Çünkü iman olmadan
namaz kılınmaz. Ayrıca namaz kılanlardan olmamanın da cehenneme gitme
sebeplerinden olduğu açıklanmaktadır. Onun için bir kimse iman etse
ama namazı terkedenlerden olsa, o da cehennemden kurtulamayacaktır.”689
688 Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an
689 Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/478-479.
• 295 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
- 44. Âyet -
§ وََلْ نكُ نطْعِمُ الِْسْكِ ي نَ
“Ve yoksula yedirmezdik.” (44. Âyet)
Hem de yoksulları doyurmazdık.
Ve fukaraya yemek yedirmezdik
Fakirlere yemek yedirmezdik,Düşkün kimseyi doyurmuyorduk.
“Allah’ın bize verdiği nimetlere karşı cimri davranarak miskin, düşkün,
fakir ve yoksullara yemek yedirmez, karnını doyurma çaresi aramaz, sadaka
vermez ve iyilikte bulunmazdık. Allah’ın emrini tanımaz, kullarına acımazdık.”
İbn Kesir şöyle der: “Bu iki âyette kâfirler şunu demek istiyorlar: Rabbimize
kulluk etmedik ve O’nun kendi cinsimizden olan yaratıklarına da
ihsanda bulunmadık.”690
Mevdudi diyor ki: “Buradan, açlık içerisinde olan birisini görüp de,
yemek yedirmeye kudreti olduğu halde ona yemek vermemenin ne kadar
büyük günah olduğu anlaşılmaktadır ki bunun cehenneme gitme sebeplerinden
biri olduğu özellikle vurgulanmıştır.”691
Seyyid Kutub der ki: “Yoksulların karnını doyurmazdık.” Bu günah,
imansızlığın peşinden geliyor. Çünkü iman etmek yüce Allah’ın doğrudan
kendisine yönelik bir ibadetken, yoksulların karnını doyurmak yine Allah’a
yönelik, fakat uygulama alanı kullar olan bir ibadettir. Yoksulların karnını
doyurma ibadetinin Kur’an’da sık sık vurgulanması, Kur’an’ın karşılaştığı
toplumda yardımlaşma duygusunun zayıf olduğunu, o acımasız ortamda
yoksulların gözetilmediğini kanıtlar. Gerçi o toplumun insanları iş öğünmeye,
hava atmaya sıra gelince el açıklığı ile, cömertlikle bol bol övünürlerdi.
Fakat sıra fakirlere yardım eli uzatmaya, gösterişsiz ve içtenlikli merhamete
gelince yan çizerlerdi.
690 Muhtasar-ı İbn Kesir: 3/573; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat, 7/129.
691 Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları, 6/479.
• 296 •
Ahmed Kalkan
- 45. Âyet -
§ وضُ مَعَ ا خْ لَاِئضِي نَ ï وَكُنَّا نَ خُ
“Dalıp gidenlerle biz de dalıp giderdik.” (45. Âyet)
Üstelik (günaha) dalanlarla birlikte biz de dalardık.
Dalıp gidenlerle biz de dalıp giderdik.
Batakçılarla dalar giderdik
Boş şeylere dalanlarla dalar giderdik.
Ve biz bâtıla dalanlar ile beraber dalan kimseler olmuştuk.
(Bâtıla) dalanlarla birlikte dalıyorduk,
Bizim gibi olanlarla birlikte asılsız ve bozguncu konuşmalara dalardık.
(Bâtıla ve tutkulara) Dalıp gidenlerle biz de dalar giderdik.
Sapık ve aldanmışlarla birlikte bâtıl şeyler konuşur ve onlarla beraber gereksiz
boş şeylerle uğraşırdık. Boş lakırdılar, boşuna işler, şunun bunun aleyhinde
lehinde gereksiz sözlerle vakit öldüren, keyif ve zevkle ilgili boş şeylere
dalan gâfillerle beraber kendimizden geçer, dalar giderdik. Allah, Kur’an ve
Rasûlullah hakkında bir sürü iftiralarda bulunduk.”
Havd: İbn Cüzeyy şöyle der: “Havd, yakışık almayan batıl ve benzeri
şeyleri çok konuşmak demektir.”692
“Bizim gibi olanlarla birlikte asılsız ve bozguncu konuşmalara dalardık.”
Bu tutum inancı hafife almayı, imana karşı saygısızlığı, onu oyun ve
eğlence yerine koymayı, umursamaz ve önemsemez bir boşboğazlıkla onun
hakkında ulu-orta gevezelik etmeyi simgeler. Oysa iman ve inanç konusu
insan hayatındaki en önemli ve en ciddi konudur. İnsan, gönlünde ve bilin-
692 İbn Cüzeyy, Teshil: 4/162; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/129.
• 297 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
cinde hayattaki diğer her konudan önce bu konuya yer vermelidir. Çünkü
insanın düşüncesi, bilinci, duygu sistemi, değerleri ve ölçüleri bu temele
dayanır. İnsan, hayat yolunda ilerlerken gereken ışığı bu temel kaynaktan
alacaktır. Öyleyse nasıl bu konuda ciddi bir görüş edinmez, nasıl olur da bu
konuyu ciddiye almaz da kendisi gibi lafazanlara uyarak o konuda ileri-geri
konuşmalar yapar, kendisi gibi ciddiyetsizlerle birlikte olarak bu konuyu
eğlenceye alır. 693
- 46. Âyet -
µ بُ بيَوْمِ الدِّي نِ وَكُنَّا نكَذِّ
“Din gününü de yalanlardık.” (46. Âyet)
Din gününü de yalanlardık.
Hepsinden öte biz Hesap Günü’nü yalanlardık
En önemlisi biz din gününü, kıyamet gününü, öldükten sonra dirilmeyi,
haşri, hesap ve cezayı yalanlıyorduk, inanmıyorduk.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Namaz kılmamanın, fakirlere
bakmamanın, dalanlarla beraber dalıp gitmenin asıl sebebi de bu
imansızlık, bu küfürdür.”694
Muhammed Ali es-Sabuni diyor ki: “Yüce Allah kıyamet gününün büyüklüğünü
ifade etmek için, onu yalanlamalarını sona aldı. Çünkü kıyameti
yalanlama onların en büyük ve en çirkin suçlarıdır.”695
Seyyid Kutub da şöyle diyor: “Hesap verme gününü inkâr ederdik.” İşte
belaların ana kaynağı, merkezi burasıdır. Çünkü insan ahiret gününü, hesaplaşma
gününü inkâr edince elindeki bütün ölçüler bozulur, kafasındaki
bütün değerler alt-üst olur, hayatı şu kısacık dünya ömrü ile sınırlandırdığı
693 Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an
694 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları, 8/430.
695 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat, 7/129.
• 298 •
Ahmed Kalkan
için zihnindeki hayat alanı daralır, her şeyin sonucunu şu kısacık hayat alanındaki
gerçekleşmelerle karşılaştırır, bu sonuçlar ruhunu tatmin etmez,
son ve önemli değerlendirme olgusunu hiç hesaba almaz. Bundan dolayı
ahirete ve orada karşılaşacağı sona ilişkin bozuk değerlendirmesinden önce
tüm ölçüleri, elindeki tüm dünya işleri bozulur. Böylece en kötü sonla yüzyüze
gelir. Günahkârlar “biz İşte böyle idik, namaz kılmazdık, yoksulların
karnını doyurmazdık, sorumsuz gevezelere uyarak bu inanç sistemi hakkında
ileri-geri konuşurduk, hesaplaşma gününü inkâr ederdik” diyorlar.
Ne zamana kadar? 696
- 47. Âyet -
§ اْليَقِ ي نُ نَ أَتَ ô حَ تَّ
“Kesin olan bize gelip çatıncaya değin.” (47. Âyet)
Kesin olan bize gelip çatıncaya değin.
Ta ki ölüm hakikati, bizi, gelip buluncaya kadar.
“Yakîn (kesin hüküm olan ölüm) bize gelinceye kadar biz bu sapıklığa ve
kötü işlere dalmıştık. Ancak ölüm gelince ceza gününün hak olduğunu anladık.”
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Ta bize o yakın (yani ölüm)
gelene kadar bu halde devam ettik ancak ölüm gelince ceza gününün hak
olduğunu iyice anladık dediler. İşte kendilerini cehenneme sokan suçlarını
böyle haber verirler.”697
Mevdudi diyor ki: “Ölünceye kadar kendi bildikleri yolda ısrar edip
durdular. Ta ki o gafil oldukları gerçek onlara ulaştı. Bu gerçek ölüm ve
âhirettir.”698
696 Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an
697 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları, 8/430.
698 Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları, 6/479.
• 299 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
“Sonunda bize ölüm gelip çattı.” Seyyid Kutub da şöyle der: Bütün kuşkuları
dağıtan, bütün şüphelere son veren, işi kestirip atan ölüm.
O kesin akıbetten sonra artık ne pişman olmaya, ne tevbe etmeye ve ne
iyi davranışlar yapmaya zaman ve fırsat kalmaz.
Bu kötü ve alçaltıcı durum sunulduktan sonra günahkârların âkıbetlerinin
değişebileceğine ilişkin bütün umutlar kırılıyor. 699
مْ حُُرٌ مُسْتَنْفِرَةٌ ’نَّ ُ
أََ ك § ا لُمْ عَنْ التَّذْكِرَةِ مُعْرِضِي نَ ò فَ َ § ا تنْفَعُُمْ شَفَاعَةُ الشَّافِعِ ي نَ òفَ َ
افُونَ ï صُُفًا مُنَ ش�َّ ةًَ كََّ بلْ لا يَ خَ ² مْ أَنْ يؤْتَ Ø يدُ كُُّ امْرِئٍ مِنْ ُ Œ فَرَّتْ مِنْ قَسْوَرَةٍ بلْ يُ ِ
نْ شَاءَ ذَكَرَهُ وَمَا يذْكُرُونَ إِلاَّ أَنْ يشَاءَ الَّلُ هُوَ أَهْلُ ò الاخِرَةَ كََّ إَِّنهُ تذْكِرَةٌ فَ َ
هْلُ اْلَغْفِرَةِ التَّقْوَى وَأَ
onlara ne oluyor ki ا لُمْ òفَ َ : şefaatçilerin şefaati § شَفَاعَةُ الشَّافِعِ ي نَ : fayda
vermez ا تنْفَعُُمْ òفَ َ : yaban eşekleri حُُرٌ : onlar gibidir مْ’نَّ ُ
أََك : yüz çeviriyorlar
§ مُعْرِضِي نَ : öğütten كُُّ امْرِئٍ : عَنْ التَّذْكِرَةِ : isterler يدُ Œ بلْ يُ ِ : aslandan : مِنْ قَسْوَرَةٍ
kaçtı (kaçan) فَرَّتْ : ürkmüş كََّ : مُسْتَنْفِرَةٌ : açılmış مُنَ ش�َّ ةًَ : sayfalar : صُُفًا
verilmesini ² أنَْ يؤُْ تَ : onlardan مْØ مِنْ ُ : her biri gerçekten إَِّنهُ : hayır! : كََّ
âhiretten الاخِرَة : korkmuyorlar افُونَ ï بلْ لا يَ خَ : hayır, hayır! وَمَا öğüt aldı
(alır) ذَكَرَهُ : diledi (dileyen) شَاءَ : kim ki نْòفَ َ : bir öğüttür تذْكِرَةٌ : o Kur’an
Allah diledi (Allah’ın dilediğini) أَنْ يشَاءَ الَّلُ : ancak (alırlar) إِلاَّ : öğüt
almazlar يَذْكُرُونَ : bağışlamak da O’na yaraşır وَأَهْلُ اْلَغْفِرَةِ : sakınılmaya
lâyık أَهْلُ التَّقْوَى : O’dur : هُوَ
699 Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an
• 300 •
Ahmed Kalkan
Rahmân Rahîm Allah’ın adıyla...
“Artık, şefaatçilerin şefaati onlara bir fayda vermez.” (48. Âyet)
“Buna rağmen, onlara ne oluyor ki öğütten yüz çeviriyorlar?” (49. Âyet)
“Ürkmüş yaban eşekleri gibi.” (50. Âyet)
“Arslandan kaçan.” (51. Âyet)
“O kadar ki her biri, kendisine açılmış sahifeler verilmesini isterler.” (52.
Âyet)
“Hayır, hayır; doğrusu âhiretten korkmuyorlar.” (53. Âyet)
“Hayır, hayır; gerçekten o bir öğüttür.” (54. Âyet)
“Artık kim dilerse ondan öğüt alır.” (55. Âyet)
“Allah dilemedikçe de öğüt almazlar. İşte kendisinden sakınılmaya lâyık
O’dur; bağışlamak da O’na yaraşır.” (56. Âyet) (74/Müddessir, 48-56)
• 301 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
- 48. Âyet -
§ ا تنْفَعُُمْ شَفَاعَةُ الشَّافِعِ ي نَ òفَ َ
“Artık, şefaatçilerin şefaati onlara bir fayda vermez.” (48. Âyet)
İşte bunlara hiçbir şefaatçinin şefaati fayda vermeyecek.
Artık onlara şefaatçilerin şefaati da fayda vermez.
Bu yüzden, Allah’ın izniyle şefaat edecek olan melek, nebi, Rasûl, şehid
ve sâlihlerin şefaatleri onlara fayda vermez. Allah’ın azabını onlardan
savmaz. Onlar için yeryüzü halkı şefaat etse bile bu şefaat kabul edilmez.
Çünkü şefaat sadece mü’minlere fayda verir. Onlar ise imansızdır. Onlar
işledikleri suçların cezası olarak o Sekar’a dalar giderler. Allah’ın izni olmadıkça
kimse kimseye şefaat edemez. Bu yüzden sadece Allah’tan şefaat
istenmelidir.
Bu âyet-i kerimeden, Allah Teâlâ’nın, yaratıklarından bir kısmına, diğerlerine
şefaat etmeleri için izin vereceği hükmü çıkarılmaktadır. 700
Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle buyurduğu rivâyet ediliyor: “Nebiler, melek
ve mü’minler şefaatçı olacaklardır. Cebbar olan Allah, “Benim şefaatim kaldı.”
diyecektir. Cehennem ateşinden bir avuç alacak onunla, yanıp kararmış
olan kavimleri cehennemden çıkaracak, onlar, cennetin başında bulunan ve
kendisine “Hayat suyu” denilen nehire atılacaklar ve onların vücutları, sel
yataklarında biten dereotu gibi bitecektir.” 701
“Sonra Allah Teâlâ, rahmetiyle dilediğini cehennem ateşinden kurtaracak
sonra meleklere, nebilere ve şehitlere şefaat etmeleri için izin verilecek onlar
da şefaatçi olup cehennemden insanları çıkaracaklar, tekrar şefaatçı olup
tekrar çıkaracaklar tekrar şefaatçı olup tekrar çıkaracaklardır.” 702
“Şehit, ailesinden yetmiş kişiye şefaat edecektir.” 703
700 İbn Cerir et-Taberi, Tefsir, Hisar Yayınları, 8/487.
701 Buhâri, Tevhid 24.
702 Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/43.
703 Ebu Davud, Cihad 26.
• 302 •
Ahmed Kalkan
“Her nebiye bir hak verilmiştir. Hepsi de onu dünyada kullanmakta acele
etmiştir. Ben ise bu hakkımı, ümmetime şefaat için geri bıraktım. Ümmetimden
öyle adam vardır ki, insanlardan büyük bir kitleye şefaatçi olur da onlar
cennete girerler. Öyle kimse de vardır ki bir kabile için şefaatçi olur. Öyle
kimse de vardır ki üç kişiye, iki kişiye, bir kişiye şefaatçı olur.”704
Abdullah (r.a.) 74/Müddessir, 42-47 âyetlerini okuduktan sonra elinin
dört parmağını avucuna doğru kapatmış “Siz zikredilen şu dört şeyi yapanlarda
herhangi bir hayır görüyor musunuz? Dikkat edin, cehennemde bu
dört şeyi işleyenler dışında kimse bırakılmayacaktır.” demiştir.705
İbn Kesir şöyle der: “Kim bu şekil sıfatları taşırsa, şüphesiz kıyamet gününde,
hiç kimsenin şefaati ona fayda vermez. Çünkü şefaat ancak, onu
kabul edecek yerde olursa, fayda verir. Ama Allah’a kâfir olarak gelen ise, o
cehennemde ebedi olarak kalacaktır.”706
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Onun için de onlara şefaatçilerin
şefaati fayda vermez. Zira imansız gitmişlerdir. Demek ki o gün
mü’minlere şefaat olacak, bunlar da yalanlamasalar, inkâra sapmasalardı
belki ashâb-ı yemînin onlara şefaati da mümkün olabilecekti. Fakat bu suçları
işlemiş, inkâr ile gitmiş oldukları ortaya çıkan suçlular kendilerini kurtaracak
iş yapmamış oldukları gibi şefaatçilerin hepsi de şefaat edecek olsa
fayda vermez, gerçek değiştirilmez. Onlar işledikleri suçların cezası olarak
o Sekar’a dalar giderler.”707
Mevdûdi diyor ki: “Bunlar, son nefeslerine kadar kendi sapık yollarını
takip edip durdular. Onlar hakkında birisi şefaatte bulunacak olsa da af
edilmeyeceklerdir. Kur’ân-ı Kerim’de birçok yerde şefaatin zikri geçmiş ve
buralarda hiçbir şüpheye yer bırakmayacak biçimde, kimin şefaatçi olabileceği
ve kimin olamayacağı, hangi şartlarda şefaatte bulunacağı ve hangi
şartlarda bulunamayacağı, kim için şefaatin dileneceği ve kimin için dilenemeyeceği,
kimin hakkında bunun faydalı olacağı ve kimin hakkında da
hiçbir fayda vermeyeceği izah edilmiştir. Dünyada yoldan çıkmanın bir ana
sebebi de yanlış anlayış ve yanlış inançtır. Bu yüzden Kur’an, bu meseleyi
hiçbir yanlış anlamaya mahal vermeyecek şekilde çok açık olarak beyan
etmiştir.708
704 Ahmed bin Hanbel, Müsned, 3/20.
705 İbn Cerir et-Taberi, Tefsir, Hisar Yayınları, 8/489.
706 Muhtasar-ı İbn Kesir: 3/573; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat, 7/129.
707 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları, 8/430.
708 Örneğin Bk. 2/Bakara, 255; 6/En’âm, 94; 7/A’râf, 53; 10/Yunus, 3, 18; 19/Meryem, 87; 20/Tâhâ, 109; 21/
Enbiyâ, 28; 34/Sebe’, 23; 39/Zümer, 43-44; 40/Mü’min, 18; 44/Duhan, 86; 53/Necm, 26; 78/Nebe’, 37-38
• 303 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Şefaatin Mâhiyeti
Allah’ın şefaat için kimlere izin verdiği veya vereceği konusunda kesin
bir şey söylemek mümkün değildir. Çünkü bu Rabbimizin bileceği bir
konudur. Şu kadar var ki, şefaati yardım etmek, birinin zarardan kurtulması
için dua etmek, iyi bir şeye öncülük manasıyla alırsak, mü’minlerin
ve salih insanların diğer kimseler hakkındaki dualarını, şehidlerin ve
çocukların yakınlarına dua etmelerini, peygamberlerin ümmetleri için
yalvarmalarını bu şefaat kapsamı içerisinde düşünebiliriz.
Şefaati, bir kimseyi azaptan kurtarmak için Allah’a aracı olmak şeklinde
düşünürsek; bu, olmayacak bir şeydir. Hiç kimsenin bir başkasını
azaptan kurtarmaya yetkisi olmadığı gibi gücü de yoktur. Birçok hadis-i
şerifte geçtiği gibi Peygamberimiz (s.a.s.) ümmeti için şefaat etmeye izinlidir.
O, mü’minlerin günahlarının bağışlanması için Allah’a dua etmiştir
ve Âhirette yine dua edecektir.709; “Her peygamberin kabul edilen bir duası
vardır. Diğer peygamberler o duayı yapmakta acele ettiler. Ben ise bu duamı
Kıyamet gününde ümmetime şefaat için sakladım. Ona, ümmetimden şirk
koşmayanlar kavuşacaklardır.” 710
“Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir.”711 Bunlara benzer
birçok hadiste Peygamberimiz’in şefaat izni olduğunu görmekteyiz. Bu
şefaat elbette onu hak edenler içindir.
İnkâr edenler için şefaat kapısı kapalıdır. Bütün peygamberler, kendilerine
inanan mü’minlere, yani kendi ümmetlerine şefaat etme iznini
alacaklardır. Allah’a şirk koşanlar ise bu şefaatten yararlanamazlar. Onlar,
dünyada iken kendilerine gelen elçileri ve onların haber verdiği Âhireti
kabul etmiyorlardı. O elçileri alaya alıyorlar, Rablerine isyan ediyorlar, ya
da Allah’tan başka ilâhlar ediniyorlardı. Bu nedenle onların orada yardımcıları
ve bir şefaat edicileri yoktur. Onları azaptan kurtaracak, ya da cezalarını
hafifletecek bir velileri de olmayacaktır.
Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/479.
709 Müslim, Cenâiz 102-103, Hadis no: 974
710 Buhârî, Deavât 1; Müslim, İman 334-342, Hadis no: 198-199; İbn Mâce, Sünnet 37, H. no: 4307; Tirmizî,
Deavât 141
711 Ebû Dâvud, Sünnet, Hadis no: 4739; İbn Mâce, Zühd 37, H. no: 4310; Tirmizî, Kıyâme 11, H. no: 2435
• 304 •
Ahmed Kalkan
Peygamberimizin şefaati mü’minlerin bağışlanması, makamlarının
daha da yükseltilmesi için bir duâ ve yakarış olarak gerçekleşecektir. Şefaat
olunacak mü’minlerin de şefaat edilmeye lâyık olmaları şarttır. Şüphesiz
ki Allah’ın affetmeyeceği bir kimse için Peygamber af ve bağışlanma
dilemez.
Şefâat, bir yönüyle de yardımdır; Bir kimseye faydalı olmak, ona iyiliğin
gelmesine aracı olmak, bir kötülüğün ondan uzaklaşmasına yardımcı
olmaktır. Bu şefâat çeşitli şekillerde olabilir. Nitekim Peygamberlerin
tebliği, insanları Hakka daveti bir şefaat olduğu gibi onların, ümmetleri
için dua edip affedilmelerini istemeleri de bir şefâattir. 712
Şefaat Kavramının Yozlaştırılması
Tevhid akîdesinin anlaşılmasında en önemli kavramlardan birisi de
şefaat kavramıdır. Tevhid ve şirk kavramları yeterince anlaşılmadan şefaat
de anlaşılamaz. İşte bu sebeple şefaat kavramı, kimi istismarcılar tarafından
ustalıkla çarpıtılmakta ve müslümanların temiz duyguları bazı
çevreler yararına sömürülmektedir.
Kur’an’ın genel hatlarıyla anlattığı “tevhid”den habersiz olanların, sadece
şefaat kavramını değil; diğer akîdevî kavramları da anlayabilmesi ve toplumsal
yaşam içerisindeki istenilen yere oturtabilmesi mümkün değildir.
Müslümanların, Allah’ın koymuş olduğu sınırları ve insanların o sınırlar
içerisindeki yerini bilmesi gerekir. İnsanın yapısı, özellikleri ve gücü çok
iyi bilindiği takdirde toplum içerisinde bazı insanların tuğyan edip haddi
aşmaları, müstekbirleşerek Allah’ın sıfatlarına müdahale etmeleri de anlaşılabilecektir.
Kur’an, her dönemde ve her coğrafyada söz konusu olan şirkin temel
özelliklerini açıklamış, şirk tehlikesine karşı bilgili, uyanık ve tedbirli olmamızı
istemiştir. Hüküm/kanun koyucu, rızık verici ve bağışlayıcı olarak
iman ettiğimiz Allah (c.c.), yaratma ve rızık vermede tek ilâh olduğu
gibi, hâkimiyet ve benzeri meselelerde ve her konuda da tek ilâhtır. Şefaat
meselesinde de durum böyledir. Kur’an’ın ilk indiği dönemdeki câhiliyye
toplumunda şefaat hususundaki sapık düşünceler ne yazık ki günümüz-
712 Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 607
• 305 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
de de mevcuttur. Kur’an’da şefaat kavramı anlaşılmadan, câhiliyye toplumunun
bu husustaki sapmaları da anlaşılamaz.
Şefaat kelimesinin anlamı, o günkü câhiliyye toplumunda çok iyi biliniyor
ve kullanılıyordu. Müşrikler kendi putlarını Allah’a yaklaştırıcı
olarak kabullendikleri713 gibi, âhiret gününde şefaat edeceklerine ve kendilerini
azaptan kurtaracaklarına da inanıyorlardı. “Onlar Allah’ı bırakıp
kendilerine hiçbir zarar ve fayda veremeyecek şeylere tapıyorlar ve ‘bunlar,
Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’ diyorlar. De ki: ‘Siz Allah’a göklerde
ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Hâşâ! O, onların şirk/
ortak koştukları her şeyden uzak ve yücedir.”714 Allah katında (Allah’a rağmen,
O’nun izin vermediği) şefaatçiler olduğunu söylemek, Allah’ı gereği
gibi tanıyamamaktan kaynaklanır. Bu davranış, Allah’a iftira etmektir ki,
bu da büyük bir sapıklıktır.
Böyle bir iddia, dünkü câhiliyye toplumunda olduğu gibi, bu günkü
toplumda Kur’an’dan habersiz, gelenek ve hurâfeleri kendisine din edinmiş
kesimlerde de vardır. Kur’an dışı bir geleneği din olarak kabul edip
bunu yaşamaya çalışan bazı insanlar, kurtuluşlarının Allah’a gerçek iman
ve sâlih amellerde değil; sâlih veya velî zannedilen zatlara bağlanmakta
olduğunu, o insanların Allah’ın yanında özel bir konumlarının bulunduğunu,
bu sebeple onların isteklerini Allah’ın geri çevirmeyeceğini iddia
ediyorlar. Kur’an, putlara ve putlaştırılan insanlara güvenmenin şirk olduğunu
değerlendirerek “Allah, onların şirk/ortak koştukları her şeyden uzak
ve yücedir.” buyuruyor. İnsanlara güvenmekten ziyade, sâlih amel işlemeye
dâvet ediyor. “İleride gelecek bir günden korkun ki, o günde hiçbir kimse
başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz. Hiç kimseden şefaat kabul
olunmaz ve fidye (bedel) de alınmaz. Onlara asla yardım yapılmaz.” 715; “Ve
öyle bir günden sakının ki, o günde kimse kimseden yana bir şey ödeyemez,
kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda vermez, onlara hiçbir
yardım da edilmez.” 716
713 39/Zümer, 3
714 10/Yûnus, 18
715 2/Bakara, 48
716 2/Bakara, 123
• 306 •
Ahmed Kalkan
O gün, öyle dehşetli bir gün ki, herkes kendisini kurtarabilmek için
çırpınıyor, özürler sayılıp dökülüyor, güvenilen kişilerin veya şeylerin de
kendileri gibi âciz olduğu anlaşılıyor. Sapanlar ve saptıranlar birbirlerini
suçluyor, bu yapılan ve söylenilenlerin fayda vermediği anlaşılıyor. Herkes
kazandıklarıyla rehin tutularak hesaba çekiliyor, zerre miktarı hayır ve
şer karşılık görüyor, kimseye orada iltimas geçilmiyor, haksızlık edilmiyor.
İşte bu sebeple Allah Teâlâ bizi o günün dehşetiyle uyarıp korkutuyor. Dünyada
iken o gün için bir şeyler yapmamızı, şefaatçiler edinmeye çalışmanın
faydasız olduğunu, ancak kendi amellerimizle korunabileceğimizi bildiriyor.
“Sizin O’ndan (Allah’tan) başka ne bir şefaatçiniz, ne de bir velîniz vardır.
Hâlâ düşünüp öğüt almıyor musunuz?” 717 Allah o gün hâkimiyetin tümüyle,
tek hâkim olan Allah’a ait olduğunu bildirerek, bu hâkimiyette hiçbir
ortak ve aracının olmadığını, o gün insanların birbirlerinden farklılığının
bulunmadığını, özel statüye sahip hiçbir kimsenin olmadı-ğını belirtiyor.
“O’nun izni olmadan kimse konuşamaz.”718; “Onlar Allah’tan önce söz söyleyemezler.”
719; “O gün öyle dehşetli bir gündür ki, kimse konuşmaya cesaret
edemez; Ancak o gün ruh ve melekler, sıra sıra dizilirler. Rahman’ın izin verdiğinden
başkası konuşamaz. (Rahman’ın izin verdiği) konuşan da doğruyu
söyler.” 720 “Konuşmak” kelimesi ile şefaat kast edilmektedir. Şefaat için
ise iki şart vardır. Birincisi, Allah kime izin verirse o konuşacaktır; ikincisi
ise, konuşan kimse doğru ve gerçek olanı söyleyecektir. Diğer bir husus ise
şöyle belirtilmiştir: “Allah’ın huzurunda, izin verdiği kimselerden başkasının
şefaati fayda vermez. Öyle ki, onların kalplerinden korkuları giderilince denilir
ki, ‘Rabbiniz ne buyurdu?’ Onlar da: ‘Hakkı buyurdu, O çok yücedir, çok
büyüktür’ derler.” 721
Fayda verecek şefaat Allah’ın izin verdiğidir. Kur’an’dan, tevhidden
habersiz insanlar, kendilerine şefaatçi edindiklerinin de Allah’ın azabından
korktuklarını anlayamıyor veya anlamak istemiyorlar. Yukarıda metni
verilen uzun hadis-i şerifte peygamberlerin bile “nefsî, nefsî” diyecekleri,
kendi kurtuluşlarını düşünüp korkacakları bir günde kolay sığınak arıyor-
717 32/Secde, 4
718 11/Hûd, 105
719 21/Enbiyâ, 27
720 78/Nebe’, 38
721 34/Sebe’, 23
• 307 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
lar. Hâlbuki şefaat ancak Allah’tan gelecek izinle olacaktır. Ondan önce de
insanların kendi sınavlarını vermeleri ve korkularının giderilmesi gerekir.
Eğer sınavını başarıyla vermiş, korkuları giderilmemişse, o da kendisi için
yardım bekleyecektir. Zira kazandıklarıyla helâke sürüklenenler için şefaatçi
yoktur. Onlar için çılgın alevli bir azap vardır.722 Çünkü onlar iman
etmemişlerdi, iman edenleri ise hayatlarını isyan içerisinde geçirmişlerdir.
Onlar kazandıklarıyla helâke uğramışlardır.
Peygamberimiz, kızına şöyle söyler: “Yâ Fâtıma! Nefsini ateşten kurtar.
Çünkü ben, senin için Allah’tan bir şeyi savamam.”723 Görüldüğü gibi, Allah’a
yakın olmak için, Peygamberimiz’in kızı olmak bile yetmiyor. Mutlaka Allah’ın
râzı olacağı ameller içinde olmak gerekiyor.
Âyetlerde geçen Allah’ın şefaat için izin verdiği kimselerin kimler olduğu,
bunların bu izne ulaşmalarının sebebi, verilecek iznin hangi boyutta
olduğu gibi hususlar Kur’an ışığında açıklığa kavuşturulması gereken
hususlardır. Bu meseleler aydınlanmadığı sürece, nice insan “Medet ya
Abdülkadir Geylânî!, Yetiş ya Hızır, yardım et! Ey şeyhim bana şefaat et!”
demeye devam edecektir.
Birinci mesele, Allah tarafından kime şefaat etme izni verileceğidir.
Öncelikle şunu unutmamalıyız ki; “şefaatin tamamı Allah’ındır.”724 Yani
hiç kimsenin böyle bir yetkisi yoktur ve böyle bir cesarette de bulunamaz.
Kime şefaat için izin verip vermeyeceği ise tamamen Allah’a aittir. Şefaat
izni verileceklerden birisi meleklerdir. “Göklerde nice melek var ki, onların
şefaatleri, dilediği ve hoşnut olduğu kimse için Allah’ın izin vermesi dışında
bir işe yaramaz.” 725
Diğer bir âyette ise, “Onlar şefaat etmeğe mâlik değillerdir. Ancak bilerek
Hakka şehâdet edenler müstesnâdır.”726 denilmektedir. Âyette belirtildiği
gibi, şefaat edebilme yetkisi verilecek insanın, bilinçli bir şekilde hakka
şehadet etmesi, kelime-i tevhidin anlamını bilerek iman etmesi ve ihtiva
ettiği anlamı bilinçli bir şekilde yaşantısına aktarması gerekir.
722 6/En’am, 70
723 Buhâri, Tefsir Şuarâ 2; Cenâiz 98, Menâkıb 13; Müslim, İman 355; Tirmizî.
724 39/Zümer, 44
725 53/Necm, 26
726 43/Zuhruf, 86
• 308 •
Ahmed Kalkan
Şâhit olanın tâğuta, tâğutî sisteme karşı tevhidin mücadelesini yükseltmesi,
kâfir düzenleri reddederek Allah’ın dinini yeryüzünde hâkim kılma
çabasını Kur’anî bir üslûpla sergilemesi gerekiyor. “O gün, Rahman olan Allah’ın
kendisine izin verdiği ve sözünden hoşlandığı kimseden başkasının şefaati
fayda vermez.”727 Fayda verecek şefaat, kendisine izin verilen, sözünden
hoşnut olduğu, dilindeki şehâdetle tavırları bütünleşen, âlemlerin rabbine
iman ederek tâğutu reddeden, kopması mümkün olmayan sapasağlam bir
kulpa/tevhide yapışarak Allah’ın dininin mücadelesini verenin şefaatidir.
İkinci mesele; kimlere ve niçin şefaat edileceğidir. Kimlerdir bu aziz
insanlar? Allah’ın merhamet ve ihsanına ulaşacak olan bu insanlar, hangi
amelleri ile bu rahmete ulaşabilmişlerdir? “Rablerinin huzurunda toplanacaklarından
korkanları Kur’an’la inzâr et/uyar. Onlar için Allah’tan başka ne
bir velî (dost), ne de şefaatçi vardır. Umulur ki, Allah’tan korkup sakınırlar.”728
Allah ilk şefaat edilecek topluluğu ve onların şefaatçilerini açıklıyor. Onlar
ki; âhirete iman etmiş, o gün Rablerinin huzurunda toplanacaklarının
bilincinde ve o günün hesabının dehşetinden korkan insanlardır. Bunlar
Kur’an’la uyarılıyorlar. Kur’an onların dünya hayatındaki yaşantılarını düzenliyor.
Bunlar Kur’an’la şekilleniyor ve bulundukları ortamı da Kur’an’la
şekillendirmeye çalışıyorlar. İşte bunlar, hesabı nasıl verebilecekleri hususunda
korkarak, korktukları şeye uğratılmamak için korunmaya çalışanlar
ve korunarak muttakî (takvâ sahibi) olanlardır. İşte onların velîsi ve şefaatçisi
Allah’tır. Çünkü şefaat izni veren Allah’tır ve şefaat edilecek insanlar da
Allah’ın râzı olduklarıdır.
“(Onlar) Allah’tan önce söz söyleyemezler; ancak O’nun emri üzerine
iş yaparlar. Alah onların yaptıklarını ve yapmakta olduklarını bilir. Onlar
Allah’ın hoşnut olduğundan başkasına şefaat edemezler. Onun korkusundan
titrerler.”729 O gün Allah’tan önce konuşabilecek hiçbir kimse yoktur, onlar
Allah korkusundan tir tir titrerler. Acaba bugün kurtulabilecek miyiz derler.
Değil birilerine şefaat edebileceklerini düşünmek, bu düşünce akıllarının
ucundan bile geçmez. Öncelikle kendi hesaplarını vermeye çalışırlar,
ne zaman ki onların korkuları giderilir; ancak o zaman biraz olsun rahatlarlar;
işte o zaman huzura kavuşturulurlar. Ama onlar o durumdayken bile
727 20/Tâhâ, 109
728 6/En’am, 51
729 21/Enbiyâ, 27-28
• 309 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Allah’ın önüne geçemez, ondan önce söz söyleyemezler. Ne zaman ki Allah
bu durumlarından sonra onlara izin ve emir verir, ancak o zaman iş yaparlar,
alîm olan Allah onların yaptıkları ve yapacakları işi çok iyi bilir. Onlara
orada, kimseye iltimas geçmek için izin verilmez, sadece Allah onlara
ikramda bulunur. Onlar cennete girecek insanlar için aracılık etmeye
memur edilmişlerdir, cennete girecek insanları tesbit etmek için onlara
yetki verilmemiştir. Bu durum ise, Allah’ın bir lütfu ve ikramıdır; onu
dilediğine verir.
Ancak bu insanları biz dünyada iken isimleriyle, falan insandır şeklinde
tanıyamayız. Zira bu yetki Allah’a aittir, tesbit edecek olan da Allah’tır. Filan
velî, falan sâlih insan şefaat edecektir iddiasında bulunmak, Allah adına
konuşmaktır ve Allah’a yalan isnadında bulunmaktır. Allah kıyamet günü
bu görevi vereceği insanı kendisi belirleyecek ve o insan da bu görevi yerine
getirirken Allah’tan bağımsız hareket etmeyecektir; davranışlarını Allah’ın
hoşnut olmasına göre ayarlayacaktır. Şefaat edilecek insanlar da, Allah’ın
kendilerinden râzı olduğu kimselerdir. Onlar, bir Allah’a iman etmiş, dünyada
iken kendi nefsî istek ve arzularına göre değil; Allah’ın Kur’an’da bildirdiği
şekilde yaşamışlardır. Zayıf düşürülmüş olmalarına rağmen imanın
verdiği güçle Allah’ın dinini yeryüzüne hâkim kılabilmek için mücadele
etmişlerdir. Bu mücadele esnasında karşılarına çıkan zorlukları aşmasını
bilmiş, yapılan dünyevî teklifleri kabullenmeyip sadece Rablerinin rızâsını
dilemişlerdir. Böylece Allah da onlardan râzı olmuştur. İşte şefaat olunacak
insanlar, işte kurtuluşa erecek insanlar bunlardır. Şefaat etme yetkisi verilecek
olanlar, bu vasıflara sahip olanlara şefaat edecektir.
Üçüncü mesele; şefaate ulaşamayacak insanların kimler olduğudur.
Bu insanları Kur’an bize şöyle tanıtıyor: “Dünya hayatını ve onun güzelliklerini
isteyenlere, orada işlediklerinin karşılı-ğını tam olarak veririz ve onlar
orada hiçbir eksikliğe de uğratılmazlar. İşte onlar, âhirette kendileri için ateşten
başka hiçbir şeyleri olmayan kimselerdir. (Dünyada) yaptıkları da boşa
gitmiştir. Hâlen yapmakta oldukları şeyler zaten bâtıldır.” 730
Dünyayı ve güzelliklerini arzulayıp onun için çalışıp çırpınanlar, dünyada
yaptıklarının karşılığını eksiksiz olarak alacaklardır. Kazandıklarıyla
Allah’a şükretmeleri, O’nun yolunda infakda/harcamalarda bulunmaları
730 11/Hûd, 15-16
• 310 •
Ahmed Kalkan
gerekirken; ölümü, âhireti unutarak dünyanın geçici zevklerine aldananları
ölüm yakaladığı zaman onlar için ateşten başka bir şey yoktur. Onlar
kazandıklarıyla nefislerine zulmetmiş, kendilerini helâke sürüklemişlerdir.
“Ey Muhammed! Onları yüreklerin ağza geleceği, tasadan yutkunacakları,
yaklaşan kıyamet günü ile inzâr et/uyar. Zâlimlerin ne bir dostu, ne de
sözü dinlenecek bir şefaatçisi olur.” 731
“Ey iman edenler, alışverişin, dostluğun ve şefaatin olmayacağı gün gelmeden
evvel, sizi rızıklandırdıklarımızdan infak edin. Kâfirler, onlar kendilerine
yazık edenlerdir.” 732
“Onlar Kitabın haber verdiği sonuçtan başka bir şey mi bekliyorlar? Sonuç
gelip çattığı gün, önceleri onu unutmuş olanlar, ‘Rabbimizin peygamberleri
şüphesiz bize gerçeği bildirmişti, şimdi bize şefaat edecek var mı ki, şefaat
etsin yahut geriye döndürülsek de yaptıklarımızın başka türlüsünü yapsak’
derler. Doğrusu uydurdukları şeyler onları bırakıp kaçmışlardır.” 733
“Koştukları ortakları, artık şefaatçileri değildir. Ortaklarını inkâr ederler.”
734
“Orada putlarıyla çekişerek, ‘vallahi biz apaçık sapıklık içerisinde idik,
çünkü biz sizi âlemlerin rabbine eşit tutmuştuk, bizi saptıranlar ancak suçlulardır.
Şimdi bizim için ne bir şefaatçi var, ne de yakın bir dost. Keşke geriye
dönüşümüz olsaydı da, iman edenlerden olsaydık’ derler.” 735
Allah’a, birtakım putları ve put edinilen şeyleri ortak koşan müşrikler
için şefaat edilmeyecektir, onlar orada birbirlerini suçlayacaklar, şefaatçi
edinenler ise dünyaya döndürülmeyi arzulayacaklar, yaptıkları yanlışları
bir daha yapmamak için ve yapmaları gerekirken yapmadıkları şeyleri yapabilmek
için. Ancak onlar için bir daha dönüş olmayacaktır. Âyetlerden
anlaşıldığı gibi kâfirler, zâlimler, müşrikler ve müşrik müstaz’aflar için şefaatçi
yoktur. 736
731 40/Mü’min, 18
732 2/Bakara, 254
733 7/A’râf, 53
734 30/Rûm, 13
735 26/Şuarâ, 97-102
736 Cafer T. Soykök, Haksöz 67, s. 35-38
• 311 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
“Artık onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez.” 737
“O’nu bırakıp da ilâhlar edinir miyim? Eğer Rahman olan Allah bana bir
zarar vermek istese, onların şefaati bana fayda vermez, beni kurtaramazlar.”
738
“Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa hükmeden Allah’tır. O’ndan
başka bir velî ve şefaatçiniz yoktur. Düşünüp öğüt almaz mısınız?” 739
Artık iş bitmiş, son söz gerçekleşmiş, suçlarını kendi ağızları ile itiraf
eden günahkârlara yaraşan kesin “son” belirmiştir. Artık bu günahkârlara
aracılık edecek biri bulunamaz. Bulunduğunu varsaysak bile hiçbir şefaatçinin
aracılığı onlara yarar sağlamaz.
Müşrikler âhiretteki bu onur kırıcı ve umut kırıcı tablonun önünden
dünyaya, bu acıklı tablo ile karşılaşmalarını önleyecek fırsatların tablosuna
döndürülüyorlar. Fakat ne görüyoruz? Onlar bu fırsatlara sırt çeviriyorlar,
onlardan yararlanmaya yanaşmıyorlar. Önlerine çıkan kurtuluş imkânlarından,
hidâyetten ve hayırdan bucak bucak kaçıyorlar. Âyetlerde onların
bu gülünç tablosu çiziliyor, alaya ve şaşkınlığa yol açan garip tutumları gözler
önüne seriliyor.740
Yüce Allah kâfirlerin çirkin, âdî davranış ve işlerini anlattıktan sonra
tekrar azarlayıp kınadı:
737 74/Müddessir, 48
738 36/Yâsin, 23
739 32/Secde, 4
740 Seyyid Kutub, Fi Zılali’l Kur’an
• 312 •
Ahmed Kalkan
- 49. Âyet -
§ ا لُمْ عَنْ التَّذْكِرَةِ مُعْرِضِي نَ òفَ َ
“Buna rağmen, onlara ne oluyor ki öğütten yüz çeviriyorlar?” (49.
Âyet)
Şu halde o öğüt ve uyarıdan yüz çevirmekle ellerine ne geçecek?
Durum böyle iken o müşriklere ne oluyor da Kur’an’dan, âyetlerinden
ve onun içinde bulunan tesirli, nasihat ve irşatlarından yüz çeviriyorlar?!
Ondan öğüt ve ibret almıyorlar? Şimdi o öğütten yüz çevirmekte kendilerine
ne fayda var? Bu Kur’ân’dan yüz çevirmekte, o ölüm hatırlatılarak yapılan
öğütten kaçınmalarında kendileri için bir yarar mı var? Öğütten yüz
çevirmekle o kötü sondan kurtulacaklarını mı zannediyorlar?”
49’ncu âyette, Kur’an’dan yüz çevirmenin anlamsızlığı ve öğütten kaçmakla
inkârcıların acı akıbetten kurtaramayacakları belirtilir. Öğütten yüz
çevirmek, Kur’an’ı inkâr etmek yahut onun doğruluk ve değer ölçülerine
göre davranmamak demektir. Aslında bu durum, insanın kendine tanınan
kurtuluş imkânından, hak ve hidâyetten kaçışı anlamına gelmektedir.
- 50. Âyet -
مْ حُُرٌ مُسْتَنْفِرَةٌ ’نَّ ُ
أََك
“Ürkmüş yaban eşekleri gibi.” (50. Âyet)
Onlar ürkek yaban eşeklerine benziyorlar.
O Kur’ân’dan öyle yüz çeviriyorlar ki sanki o müşrikler ürküp kaçan
vahşi eşeklerdir.
• 313 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
- 51. Âyet -
فَرَّتْ مِنْ قَسْوَرَةٍ
“Arslandan kaçan.” (51. Âyet)
Amansız avcıdan (kaçan eşeklere)
Böyle iken onlara ne oluyor ki âdeta arslandan ürküp
kaçan yaban eşekleri
gibi öğütten yüz çevirip kaçıyorlar!
Şiddetli korkudan dolayı aslandan veya avcıdan ürküp kaçan yaban
eşekler gibidirler. Kur’an’dan, hak yoldan küfre ve şirke böyle kaçıyorlar.
Kasvera: Aslan demektir. Ezmek ve üstün gelmek manasındaki kasera
kökündendir. Aslan, diğer yırtıcı hayvanlardan kuvvetli ve galip oluğu için,
ona bu ad verilmiştir. Bir görüşe göre kasvera, avcılık eden avcı grubudur.
Ezheri der ki: “Bu kelime, okçular için kullanılan topluluk ismidir. Kendi
cinsinden tekili yoktur.”
Lebid der ki: “Biz klübümüzde bir kere çağırdığımızda, avcılık eden
okçu yiğitler bize gelir.”741
Kasvera kelimesi hakkında alimlerin görüşleri:
1) Abdullah b. Abbas, Ebu Musa el-Eş’ari, Mücahid, İkrime ve Katade’ye
göre okçular demektir.
2) Said b. Cübeyr ve Abdullah b. Abbas’a göre avcılar demektir.
3) Abdullah b. Abbas’a göre erkekler topluluğu demektir.
4) Abdullah b. Abbas’a göre erkeklerin çıkardığı sestir.
5) Ebu Hureyre, İbn-i Zeyd ve Abdullah b. Abbas’a göre arslan demektir.
742
741 Ebu Hayyan, Bahru’l-Muhit: 8/369; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/118.
742 İbn Cerir et-Taberi-Tefsir, Hisar Yayınları: 8/490.
• 314 •
Ahmed Kalkan
Seyyid Kutub diyor ki: “O halde onlar niye hatırlatmalara, öğütlere yüz
çeviriyorlar? Yaban eşekleri gibidirler. Arslandan korkup kaçan.” (74/Müddessir,
49-51)
Burada arslanın kükremesini işitince korku içinde her yana kaçan yaban
eşeklerinin tablosu ile yüz yüze geliyoruz. Bu tabloyu Araplar iyi tanır.
Tablo sert hareketli bir görüntüyü canlandırıyor. Bunun yanı sıra tablonun
orijinalindeki ya ban eşekleri yerine korkudan paniğe kapılıp kaçan insanlar
konduğunda komiklik oranı daha da yükselir. Bir de düşünelim ki, bu
adamlar korkuya kapıldıkları için, tehdit altında oldukları için kaçmıyorlar.
Kendilerini insan olmaktan çıkararak yaban eşeklerine dönüştüren bu kaçışlarının
sebebi bir uyarıcının kendilerine Rablerini ve geleceklerini hatırlatmasıdır,
böylece o onur kırıcı ve komik durumdan uzak kalmalarına, o
zorlu ve acıklı akıbetten paçayı kurtarmalarına fırsat hazırlanmasıdır. İşte
adamlar bu kurtuluş fırsatının önünden bucak bucak kaçıyorlar. Ne kadar
tuhaf değil mi?
Yaratıcı sanatkârın fırçası bu tabloyu çiziyor, onu varlığın göğsüne işliyor.
Vicdanlar bu tabloyu seyredince onun içinde olmak istemiyorlar, böyle
bir duruma düşmekten utanıyorlar. Buna karşılık o Allah’ın uyarılarına
sırt çeviren kaçaklar utançlarından saklanacak delik ararlar, bu canlı ve sert
tasvirin dehşeti karşısında yüz çevirmiş olmanın ve korkup kaçmanın zilleti
altında ezilirler.
Onların dış görünüşleri “Arslandan korkup kaçan yaban eşekleri” görüntüsüdür.
Fakat Kur’an onların yakasını bırakmayarak içyapılarının ana
çizgilerini de çiziyor, gönüllerinde kaynaşan kötü duygularım da gün yüzüne
çıkarmayı ihmal etmiyor.
50-51. âyetlerde yapılan benzetme, İnkârcıların Peygamber ve onun
mesajı karşısında
gösterdikleri tepkinin normal bir insandan beklenmeyecek
kadar bilinçsiz, ahmakça, kaba ve edep dışı olduğunu ortaya koyacaktır.
İnkârcıların Gülünç ve Garip Halleri
50-51’inci âyetlerde de, öğütten kaçan inkârcıların gülünç ve garip durumları
tasvir edilir. Kur’an’la verilen nasihati dinlemek istemeyen inkârcılar,
aslandan ürküp kaçan yabâni merkeplere benzetilir.
• 315 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Bu âyetlerde yer alan humur kelimesi, yabani merkepler; müstenfire, ürküp
kaçan; kasvere de, zorlu ve zorba anlamına gelir. Ancak dilbilimcilerin
çoğu, kasvere sözcüğünün aslan mânâsına geldiğini belirtmişlerdir.
Yapılan bu tasvirle, Kur’an’dan yüz çevirmenin, insanı insan olma vasfından
çıkarıp onu olumlu ve asli kimliğinden uzaklaştıracağına dikkat çekiyor:
Çünkü haktan kaçıp felâkete koşmak, akıllı ve onurlu insana yakışan
bir durum değildir. İnkârcı insanın bu duruma düşmesinin temel nedeni
de aklını ve iradesini, haksız arzularının (hevâsının) güdümüne terk etmesidir.
743
Ebu Hayyan diyor ki: “Yüce Allah onları yermek ve ayıplamak maksadıyla,
kaçan eşeklere benzetti.”744
İbn Abbas diyor ki: “Vahşi eşekler aslanı gördüklerinde kaçarlar. İşte
bunun gibi, o müşrikler de Muhammed’i (s.a.s.) gördüklerinde, eşeğin aslandan
kaçtığı gibi ondan kaçarlar. İbn Abbas daha sonra kasvera aslan manasına
gelir, demiştir.”745
Mevdudi diyor ki: “Bu bir Arapça deyimdir. Yabani eşeklerin özelliklerinden
biri de, bir tehlike hissettikleri zaman korkup, öyle kaçarlar ki başka
bir hayvan böyle kaçamaz. Bu yüzden Araplar çok korkarak aklı başından
gitmişcesine kaçan bir kimseyi aslan ya da avcı görmüş yaban eşeğinin kaçışına
benzetmektedirler.”746
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Kasvere: “kasr” kökünden
türetilmiş bir kelime olarak zorlu, zorba demek gibi olup “zorlu avcı alayı”
veya “arslan” mânâlarına geldiği açıklanıyor. Lugatçilerin çoğu kasvere’nin
arslan mânâsına olduğunu söylemişlerdir. Bunun Habeş lügati olduğu da
rivâyet edilmiştir. İşte Kur’ân ile verilen Allah öğüdünden kaçan, onu dinlemek
istemeyen budalalar öyle ürküp kaçıyorlar. Oysa o zavallı vahşi eşeklerin
kaçmaları bir çaresizlik olmakla beraber yine de tehlikeden kaçmaktır.
Onda belki bir kurtuluş, bir fayda düşünülebilir. Öğütten kaçan bu budalalar
ise tehlikeden değil, kurtuluştan, kurtarıcıdan kaçıyor, faydalarını bırakıp
yok oluşa koşuyorlar. 747
743 Fahreddin Yıldız, Tefsir Dersi Notları 1
744 Ebu Hayyan, Bahru’l-Muhit: 8/380; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/130.
745 Fahreddin Razi, Mefatihu’l-Ğayb: 30/212; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
7/130.
746 Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/479.
747 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 8/431.
• 316 •
Ahmed Kalkan
- 52. Âyet -
صُُفًا مُنَ ش�َّ ةًَ ² مْ أَنْ يؤْتَ Ø ئٍ مِنْ ُ امْرِ يدُ كُُّ Œ يُ ِ بَلْ
“O kadar ki her biri, kendisine açılmış sahifeler verilmesini isterler.”
(52. Âyet)
Evet, onların her biri kendilerine açık açık sayfalar verilmesini ister.
Öğüt almak bir yana onlardan her biri, kendisine, açılmış sahifeler (İlâhî
vahiy) verilmesini
istiyor.
Kâfirlerin Kur’an’dan kaçmalarının sebebi onun eksik veya yanlış olduğu
değildir. Onun ilahi bir kitap olduğunda aslında bir şüpheleri yoktur.
Bilakis o kâfirlerden her biri, Muhammed’e indirildiği gibi, Allah’tan kendisine
de ayrı ayrı bir kitap inmesini ister. Rasûllere ve nebilere geldiği gibi,
kendisine vahiy gelmesini bekler. Genel bir öğüt ile yetinmek istemiyorlar.
Her biri ziyafete çağrılır gibi özel davetiye ile ayrıca davet edilmesini istiyor.
Katâde diyor ki: İnsanlardan bazıları: “Ey Muhammed, eğer sana uymamızı
istiyorsan, falan ve filanlara sana uymamızı emreden özel bir kitap
getir.” dediler.748
Tefsirlerde anlatıldığına göre Ebû Cehil ve yandaşlarından bir grup Hz.
Peygamber’e hitaben “Allah’tan, her birimizin adına yazılmış olup sana tâbi
olmamızı
emreden bir kitap, bir belge getirmedikçe sana iman etmeyiz”
demişlerdi. Bu âyet onların bu isteklerini dile getirmektedir.749
İbnü’l-Münzir, Süddî’den şöyle dediğini nakletmektedir: (Kureyşliler)
dediler ki: Eğer Muhammed doğru söylüyor ise bizden her birimiz sabah
olunca yastığı altında cehennemden kurtulduğunu ve ondan yana güvenlik
altında olduğunu belirten bir sahife bulsun. Bunun üzerine: “Hatta
onlardan
her biri kendisine açılmış sahifeler verilmesini ister.” buyruğu nâzil
oldu. Bir başka rivâyette de belirtildiğine göre Ebû Cehil ve Kureyş’ten
bir topluluk dedi ki: Ey Muhammed, sen her birimize semâdan üzerinde:
748 İbn Cerir et-Taberi-Tefsir, Hisar Yayınları: 8/491.
749 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:V/423-424. Zemahşerî, 7/188; İbn Âşûr, 29/331
• 317 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Âlemlerin
Rabbinden filan oğlu filana, diye başlayan ve bize sana tâbi olmamızın
emrolunduğu bir mektup getirmedikçe sana asla iman etmeyeceğiz.
750
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Hayır o kadar da değil, aksine
onlardan her kişi kendisine ayrı ayrı dağıtılmış sahifeler halinde öğüt
getirilmesini istiyor. Genel bir öğüt ile yetinmek istemiyor. Her biri ziyafete
çağrılır gibi özel davetiye ile ayrıca davet edilmesini istiyor. Görevine, çıkarına
koşmak için kibirleniyor da her biri “yarın ecelin geldi, şu, şu görevleri
yapıp hazırlanarak gelmeniz duyrulur” diye ayrı bir uyarı ve çağrı bekliyor
veya her biri için bir Peygamber olmasını arzu ediyor ki bu budalalık öncekinden
çok fazladır.”751
Mevdudi diyor ki: “Bunlar, eğer Hz. Muhammed (s.a.s.) gerçekten Allah’ın
gönderdiği birisiyse o zaman Allah’tan, Mekke’nin ileri gelenlerinin
her birinin adına “Muhammed benim peygamberimdir, onun için ona itaat
edin” şeklinde yazılmış birer mektup getirmelidir. Üstelik bu mektubun Allah’tan
geldiğini görerek inanmak istiyorlar. Kur’an’da başka bir yerde yine
bunlar “Allah, Rasullerine verdiği şeyi bize de vermezse inanmayız” 752 demişlerdi.
Diğer bir yerde de “Sen göğe git ve oradan bizim okuyacağımız bir
kitap getir”753 isteğinde bulunmuşlardı.”754
Muhammed Ali es-Sâbunî diyor ki: “Âyetten maksat, onların aşırı derecede
sapıklığa daldığını açıklamaktır. Yüce Allah sanki şöyle buyuruyor:
Onların yüz çevirmelerini, ahmaklıklarını, iyilik ve mutluluklarına vesile
olan şeylerden, vahşi hayvanların kaçtığı gibi kaçmalarını anlatmamı bırak
da daha garip ve enteresan olanı dinle. O da, müşriklerden her birinin,
kendisine vahiy gelen bir Rasûl olmayı istemeleridir. O bedbahtların Rasul
mertebelerine ulaşmaları ne uzak!”755
750 Fahreddin Râzi, Mefâtihu’l Gayb, c. 30, s. 212; Bahru'l-Muhit, c. 8, s. 381; Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir,
Risale Yayınları, c. 15, s. 231
751 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 8/431.
752 6/En’âm, 124
753 17/İsrâ, 93
754 Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/479.
755 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/130.
• 318 •
Ahmed Kalkan
Kâfirlerin Peygamber’den Mucize İstemeleri
ve Kur’an’ın Verdiği Cevaplar
Kâfirlerin meydan okumaları ve mûcize taleplerini gösteren birçok tablo
Kur’an’da tekrar edilmiştir. 52. âyet bu tür âyetlerdendir ve eğer müfessirlerin
rivâyetleri sahihse -ki sahih olmalarına engel bir durum da yoktur- bu
meydan okuma hareketlerinin ilkini teşkil etmektedir.
Çünkü (bu âyetteki) tablo daha önce de belirttiğimiz gibi başka bir
Kur’an nassı ile teyid edilmiştir. Bu durum, kâfirlerin kendilerine Peygamber’in
(s.a.s.) risâletinin doğru olduğunun teyid edildiği ve O’na tâbi olmanın
emredildiği kitapların indirilmesini istemeleri dolayısıyla olmuştur.
Müteakip âyetler ise onları reddetmiş ve bu olumsuz tavırlarının aslında
âhiretten korkmamalarından kaynaklandığını, Peygamber’in risâleti ve
O’nun kendilerine okuduğu Kur’an’ın bir öğüt olup, dileyenin öğüt alarak
hidâyete ulaşabileceğini açıklamış,
fakat onların (isteklerini) yerine getirmemiştir.
Kur’an kâfirlerin göstermiş oldukları her meydan okuma eyleminde ve
onların her olağanüstü delil taleplerinde öz olarak tıpkı bu âyetlerde olduğu
gibi onları cevaplayıp reddetmiştir.
İfade ve üslûplar farklı olsa da; âyetler kişinin, dâvetin doğruluğu, kendisinin
evrendeki gücü, kâinattaki eşsiz deliller, sonsuz hikmet ve ince tabiat
kanunlarının farkına varması, üstün ahlâka ve fazilete yönelip günah,
azgınlık ve çirkinliklerden engelleyen özelliğini görmesi için; kâfirlerin
meydan okuma isteklerine uyulmadan; düşünülmesi için akıllara, yönelmeleri
için kalplere hitap edilmek sûretiyle; Peygamber’in çağrısının tek bir
Allah’a çağrı ve O’na ibâdet; O’nun dışındakilerini bir tarafa atmak ve sâlih
amel işlemek; küfür, şirk, günah ve çirkinliklerden uzaklaşmak olduğu; bu
özellikleri taşıyan çağrının bazı olağanüstü desteklere muhtaç olmayıp ancak
tefekkür, izan, iyi niyet,
temiz kalp ile hak, hayır ve hidâyete yönelip,
inat ve husûmetten uzak durmak olduğunu;
bazen açıkça bazen de üstü
kapalı olarak açıklamıştır.
• 319 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Nitekim şu âyetler bunu göstermektedir:
“O’na bir melek indirilmeli değil miydi?” dediler. Eğer bir melek indirseydik,
iş bitirilmiş olurdu, artık kendilerine hiç göz açtırılmazdı.”
“Eğer O’nu melek yapsaydık, yine bir adam (insan) yapardık ve onları
yine düştükleri
kuşkuya düşürürdük.”
“Senden önce de peygamberlerle alay edilmişti. Fakat onlarla alay edenleri,
alay ettikleri gerçek kuşatıverdi.” 756
“Eğer kendilerine bir mûcize gelirse ona mutlaka inanacaklarına olanca
güçleri ile Allah’a yemin ettiler. De ki: Mûcizeler ancak Allah’ın katındadır.
Hem bilir misiniz, o gelmiş olsa da onlar yine inanmazlar.”
“Gönüllerini ve gözlerini ters çeviririz, ilkin ona inanmadıkları gibi (sonra
da inanmazlar) ve bırakırız onları, azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar.”
“Biz bunlara melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı ve her
şeyi toplayıp
karşılarına getirseydik, Allah dilemedikten sonra yine inanmazlardı.
Fakat çokları bilmezler.”757
Kâfirlerin meydan okumalarına verilen bu güçlü cevaplar Peygamber’in
çağrısının olağanüstü desteklere (mûcizeler) muhtaç olmadığı; niyetleri
iyi, vicdanları temiz olanlar,
hak ve hakikatle yönelimleri doğru olan
kimselerin iman etmiş olduklarının anlatımı tarzındadır. Burada; onların
hakka dönüp (Peygamber’in çağrısını) kabul etmeye yöneltici
yeterli hususlar
vardır. Niyetleri çirkin olan, hak ve hakikate meyilleri olmayanlar, ne
kadar açık delil ve mucize görseler de iman etmeyeceklerdir. Eğer herhangi
bir âyetin olması gerekiyorsa orada onlara okunan ve onların islediklerine
tamamen yeterli olan Kur’an vardır. İşte bu şekilde Kur’anî-Muhammedî
çağrı daha öncekilerden ayrılmaktadır. Şöyle ki; İslam, kâfirlerin mucize
isteklerini verine getirmek için olağanüstü olaylar üzerine bina edilmeyip,
akla ve kalbe hitap etmek, kâinatta var olan eşsizlik, nizam
ve büyüklüğe
dikkat çekmek, bu davetin içinde yer alan hak, hayır, iyilik, iyiliği emredip
kötülükten nehyetme, güzel/hoş şeylerin helâl kılınıp açık ve gizli günahla-
756 6/En'âm 8-10
757 6/En'âm 109-111 Ayrıca, bk. 13/Ra’d, 7, 37; 17/İsrâ, 90-97; 29/Ankebût, 51-52
• 320 •
Ahmed Kalkan
rın haram kılınışı, dayanışma ve yardımlaşmaya teşvik, istila ve yağmanın
yasaklanması, insanların hak ve sorumluluklar karşısında eşit ve birbirine
destek olmaları; hak, adalet, özgürlük, güzellik ve iyiliğin hâkim olduğu, bir
insanî toplumun oluşturulması gibi içinde
barındırdığı prensipler üzerine
kurulmuştur.758 Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurdu:
- 53. Âyet -
افُونَ الاخِرَةَ ï كََّ بلْ لا يَ خَ
“Hayır, hayır; doğrusu âhiretten korkmuyorlar.” (53. Âyet)
Yoo! Aksine onlar âhiret endişesi taşımıyorlar.
Hayır! Aslında onlar âhiretten korkmuyorlar.
Hayır, yok öyle şey herkes için ayrı bir öğüt, ayrı bir kitap gelmesine
ihtimal yok. Onlar bu saçma isteklerinden vazgeçsinler! Aslında onlar bu
konuda samimi değillerdir. Onlara apaçık sahifeler verildiğinde Rasûlleri
tasdik edecek değillerdir. Bilakis gerçek şu ki onlar, öldükten sonra dirilmekten,
hesap ve cezadan korkmuyorlar, bilakis onları inkâr eden sapık
kimselerdir. İşte onları Kur’an’dan yüz çevirten asıl sebep budur.
52-53’üncü âyetler, inkârcıların iç yüzlerini, onların inatçı ve uzlaşmış
tutumlarını ortaya koymaktır. Onların hepsi, kendilerine açıklanmış vahiyler,
açık seçik metinler verilmesi gerektiğini iddia ederler ve “Bize (kendi
gözlerimizle) okuyabileceğimiz bir kitap getirmedikçe inanmayız” derler. Bu
haksız talep, içteki hasedi ve menfi bir zihinsel tutumu yansıtmaktadır. Bu
olumsuz tutumun ardında âhiretten korkmamak, öteki dünyada günahkârların
ceza göreceklerine inançsızlık vardır. Görüldüğü gibi, âhiret gerçeğine
inanmayan ve kalplerinde haset besleyen inkârcıların Kur’an’dan kaçmaları,
hiçbir meşru sebebe dayanmamaktadır. Bu âyetlerde, Kur’an’ı kendi emel-
758 İzzet Derveze, et-Tefsiru’l-Hadis, Ekin Yayınları, c. 1, s. 113-115
• 321 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
leri doğrultusunda kullanmak isteyen kötü niyetli kimselere dikkat çekilmektedir.
759
Bu âyete göre onların bu olumsuz tavırlarının asıl sebebi âhirete inanmamalarıdır.
Çünkü âhirette herkes dünyada yapıp ettiklerinden dolayı
sorguya
çekilecektir. Şu halde bu inanç, hayatı bütünüyle sorumluluk bilinci
içinde geçinmeyi
gerektirir; İnkârcılar ise günah kaygısı taşımadan,
sorgu-sual düşünmeden nefislerinin istediği şekilde yaşamaktan vazgeçmiyorlardı.
İşte âyet onlann İslâm ve Peygamber karşısındaki inkâr ve inatlarının
temelinde böyle bir sorumsuzluk psikolojisinin bulunduğunu göstermektedir.
760
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Hayır, yok öyle şey herkes
için ayrı bir öğüt, ayrı bir kitap gelmesine ihtimal yok. Bununla beraber
öyle de olsa yine gelmezler. Doğrusu onlar âhiretten korkmuyorlar. Bu çağrı
ve öğütü kabul etmeyenlere sonunda ceza verileceğine inanmıyor, sonunu
saymıyorlar.”761
Mevdûdi diyor ki: “Onların iman etmemelerinin sebebi, Allah Rasûlü’nün
onların isteklerini yerine getirmediği için değildir. Asıl sebep, onların
âhiretten korkmamaları ve her şeyi bu dünyadan ibaret zannetmeleridir.
Düşünmüyorlar ki bu dünyadan başka bir hayat daha vardır. Orada,
bu dünyada iken sorumsuzca ve aldırış etmeden yaptıklarının hesabını
vereceklerdir. Bunlar Hak ve batılı anlamsız zannediyorlardı. Bu dünyadayken
görüyorlardı ki doğruya uyan bir kimseye her zaman bir fayda temin
etmiyor ve batıla gitmenin neticesi de her zaman zarar getirmiyordu.
Bu yüzden bu konuda düşünmeyi gereksiz görüyorlardı. Hak nedir, batıl
nedir onlar için bir anlam ifade etmiyordu. İşte bu mesele üzerinde ciddi
olarak düşünen kimse, bu dünyanın geçici bir hayat olduğunu bilir ve asıl
ve ebedi hayatın âhiret hayatı olduğunu kabul eder. Doğruya uyanın sonu
orada muhakkak güzel, batıla uyanların ise sonu muhakkak kötü olacaktır.
Kur’an’ın ileri sürdüğü bu mantıkî delilleri ve saf talimatları görerek böyle
bir kimse iman edecek ve aklını kullanarak Kur’an’a göre yanlış olan inanç
ve eylemlerin gerçekten yanlış olduğunu anlamaya çalışacaktır.
759 Fahreddin Yıldız, Tefsir Dersi Notları 1
760 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:V/424-425.
761 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları, 8/431.
• 322 •
Ahmed Kalkan
Fakat âireti inkâr eden kimsenin zaten doğruyu aramaya ciddi isteği
yoktur. İman etmemek için her an yeni bir talepte bulunacak ve bir bahane
uyduracaktır. Aynı husus, âyette de şöyle ifade edilmektedir: “Ey Peygamber!
Sana bir kâğıtta yazılmış bir kitap indirseydik de onlar ona elleriyle dokunmuş
olsalardı, kâfir olanlar yine muhakkak ‘Bu apaçık bir büyüden başka
bir şey değildir’ diyeceklerdi.”762
- 54. Âyet -
كََّ إَِّنهُ تذْكِرَةٌ
“Hayır, hayır; gerçekten o bir öğüttür.” (54. Âyet)
Asla! Ama bilsinler ki bu, gerçekten bir öğüttür, uyandır!
Evet, şüphesiz bu bir öğüttür.
Hayır, onların bu gibi istekleri asla yerine getirilmeyecektir. İş onların
zannettikleri gibi değil, korkunç bir âhiret vardır. Kur’an, müşriklerin iddia
ettiği gibi başkalarından alınan bir büyü veya bir beşer sözü değildir. Şüphesiz
bu Kur’an, dünya ve âhiret mutluluğunu yakalamak isteyen kimseler
için tesirli ve yeterli bir öğüttür.
Muhammed Ali es-Sâbunî diyor ki: “Yüce Allah kellâ sözü ile onları
tekrar sakındırdı.”763
762 6/En’âm, 7; Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları, 6/480.
763 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat, 7/130.
• 323 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
- 55. Âyet -
نْ شَاءَ ذَكَرَهُ òفَ َ
“Artık kim dilerse ondan öğüt alır.” (55. Âyet)
Artık dileyen ondan öğüt alır.
Dileyen ondan öğüt alır.
Artık her kim hidâyeti dilerse ve çaba gösterirse, Allah’ın izniyle
Kur’an’dan öğüt alır ve hidâyetinden yararlanır. Kur’an’ı düşünen, içeriğini
anlamaya ve anladıklarıyla amel etmeye çalışan kimseye Allah, hidâyet
eder.
“Hayır, şüphesiz bu Kur’an bir öğüttür. Dileyen kimse öğüt alır.”
İşte bunlar, bu âyetler, bu Kur’an dileyip öğüt almak isteyenler için, bu
kitapla yol bulmak isteyenler için bir tezkiradır, zikradır. Tezkira, kişinin
sürekli hafızasında canlı tutması ve hiç unutmaması gereken şey demektir.
İşte Kur’an’la yol bulmak isteyenler için öncelikli olarak hatırında canlı
tutulması gereken tezkiradır bu âyetler. Yani bu âyetler asla unutulmaması
gereken zikralardır. Çünkü bu âyetler hayatın kendileriyle düzenleneceği
zikralardır. Ama öğüt almak isteyenler için bir değer ifade eder bu âyetler.
Dileyen Rabbine ancak bu âyetlerle yol bulabilir. Çünkü tezkirasız yol
bulmak mümkün değildir. Tezkirasız Allah’a yol bulmak ve O’na istediği
biçimde kulluk yaparak O’nun rızasını kazanmak mümkün değildir.
Çünkü bu âyetler tezkiradır, haritadır, pusuladır, mihmandardır, yol
göstericidir. Öyle değil mi? Hem bu kitabı tanımayacaksınız, hem kitabın
âyetleriyle beraber olmayacaksınız, hem kitapsız bir hayat yaşayacaksınız,
hem tezkirayla yol bulmaya çalışmayacaksınız, hem haritayı elinize almayacaksınız,
hem pusulaya müracaat etmeyeceksiniz. Yani yol bilenin elinden
tutmayacak, yolu yol bilene sormayacaksınız hem de yol bulacaksınız.
Mümkün mü bu? Öyleyse Rabbine yol bulmak isteyen bu kitapla sürekli
beraber olmak zorundadır. Sürekli tezkirayla hareket etmeye çalışmak zorundadır.
Bunun başka çaresi de yoktur diyor Rabbimiz.764
764 Ali Küçük, Besairu’l Kur’an
• 324 •
Ahmed Kalkan
- 56. Âyet -
هْلُ اْلَغْفِرَةِ لاَّ أَنْ يشَاءَ الَّلُ هُوَ أَهْلُ التَّقْوَى وَأَ كُرُونَ إِ وَمَا يذْ
“Allah dilemedikçe de öğüt almazlar. İşte kendisinden sakınılmaya
lâyık O’dur; bağışlamak da O’na yaraşır.” (56. Âyet)
Ve Allah (uyguladığı kurallar gereğince) dilemeksizin onlar öğüt alamazlar.
Sakınılmaya lâyık olan da O’dur, mağfiret sahibi de O’dur.
Zaten onlar ancak Allah’ın dilemesi durumunda öğüt alabilirler. O, kendisine
karşı sorumluluk duyulmaya ve bağışlamaya en ehil olandır.
Allah onların hidâyete ermelerini dilemedikçe ondan öğüt alamazlar.
Allah hakeden herkesi hidâyete erdirir. O kimseye zulmetmez. Allah, azabının
şiddetinden sakınılmaya ve itaat edilmeye layıktır. Keremi ve rahmetinin
genişliğinden dolayı kendisine inanan ve itaat edenlerin günahlarını
bağışlamak da yalnızca O’na yaraşır.
Enes b. Malik’ten; Rasûlullah (s.a.s.) bu âyeti okudu ve şöyle buyurdu:
“Aziz ve celil olan Allah buyurdu ki: “Ben kendisinden korkulmaya lâyık olanım.
Kim Benden korkar da başka bir ilâh edinmeyecek olursa onu affetmeye
de Ben lâyığımdır.”765
Muhammed Ali es-Sabuni diyor ki: “Bu âyette Rasûlullah (s.a.s.) teselli
edilmekte ve mübarek kalbi, onu rahatsız eden, kâfirlerin yüz çevirmeleri
ve yalanlamalarından rahata kavuşturulmaktadır.”766
Âlûsî şöyle der: “Azabından sakınılmaya ve itaat edilmeye layıktır. Kendisine
inanan ve itaat eden kimseleri bağışlamaya da lâyıktır.”767
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Bununla beraber Allah dilemeyince
düşünmezler. Korkulacak olan da, bağışlayacak olan da O’dur.
Azabından korkulup korunulacak olan da O, bağışlayacak da O’dur. O’ndan
korkmayan ne âhirette ne dünyada hiçbir şeyden korkmaz, korunmaz;
765 Tirmizi, Tefsir 74.
766 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/130.
767 Alusi, Ruhu’l-Meani: 29/35; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/130-31.
• 325 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
O’ndan başkası da ne günahları bağışlayabilir, ne koruyabilir. Onun için
her hikmetin başı Allah korkusu, Allah sevgisidir. İmam Ahmed, Tirmizî,
Nesaî, İbn Mâce, Hâkim ve daha başkaları Hz. Enes’ten şöyle rivâyet etmişlerdir:
Hz. Peygamber (s.a.s.) bu âyeti okudu da dedi ki: Rabbiniz şöyle
buyurdu: “Ben korkulacak, korkulup himayesine sığınılacak olanım. Benimle
beraber başka bir ilâh kabul edilmesin. Kim Benden korkar da Benimle bareber
başka bir ilâh tutmazsa onu bağışlayacak olan Benim.“
Hakim-i Tirmizî “Nevâdiru’l-Usûl”de Hz. Hasen’den rivâyet ettiği bir
hadiste şöyle der: Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Yüce Allah buyuruyor
ki, kulum bana iki elini kaldırır dua ederse ben o elleri bağışlamadan geri
çevirmekten hayâ ederim. Melekler: ‘Ey bizim ilâhımız! O, bağışlanacak kişilerden
değil’ dediler. Yüce Allah, “fakat korkulacak olan da, bağışlayacak olan
da Benim. Şahit olun, Ben onu bağışladım.’ buyurdu.”768
Ey Rabbim! Bu kulunu da o koruduğun, bağışlamana erdirdiğin kulların
arasına kat. Sensin koruyacak, Sensin bağışlayacak.”769
Mevdûdi diyor ki: “Bir kimsenin hidâyeti yalnız onun kendi iradesine
bağlı değildir. Ancak Allah eğer ona bunu nasip ederse olur. Diğer bir ifade
ile burada şu gerçek vurgulanmaktadır: Kulun hiçbir eylemi yalnız onun
kendi iradesiyle meydana gelmez. Ancak o fiil Allah’ın iradesi ile tevafuk
ederse gerçekleşir. Bu çok nazik bir meseledir. Bu hususu doğru düzgün anlamamak
yüzünden birçok insana her istediği şeyi gerçekleştirebilme gücü
verilseydi, o zaman bu dünyanın nizamı alt üst olmaz mıydı? Bu nizam,
Allah’ın iradesi diğer bütün iradelerin üzerinde galip olduğu için ayaktadır.
Bir insan bir şeyi, ancak Allah o şeye izin verdiği zaman yapabilir. Aynı şey
hidâyet ve dalâlet için de geçerlidir. Sadece bir kimsenin hidâyet isteği ile
o kimsenin hidâyete ermesi yeterli olamaz. Ona hidâyet, ancak Allah’ın,
onun dilediğini yerine getirmeye karar vermesinden sonra olur. Öte taraftan
dalâlet için de aynı şey geçerlidir. Bir kimsenin dalâlete düşmek istemesi
salt yeterli olmamaktadır. Ancak Allah onun bu sapıtma ve dalâlete
düşme isteğine izin verirse, onun sapık bir yolda ilerlemesi mümkün olur
ve o da türlü türlü yollara sapar. Meselâ bir kimse hırsız olmak isterse, bir
eve girerek istediği şeyi çalması için sırf bu temenni yeterli değildir.
768 Hakim et-Tirmizi, Nevadiru’l-Usul, 138.
769 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları, 8/432.
• 326 •
Ahmed Kalkan
Ancak Allah’ın büyük hizmetleri ve onun maslahatına göre bu isteğe
ne vakit, ne kadar ve ne şekilde yapılacağı fırsatı tanınırsa, hırsızlık eylemi
gerçekleşir.
Allah’ın hoşnut olmayacağı şeylerden sakınmanız tavsiyesinde bulunulmaktadır.
Bu, Allah ona muhtaç olduğu için değildir. Siz böyle yapmadığınız
zaman O bir zarar görecek değildir. Aslında bu nasihat, Allah’ın
rızasını aramanın ve O’nun emirlerine karşı gelmemenin, kulları üzerinde
Allah’ın hakkı olduğu içindir.
Bir kimse ne kadar isyankârlıkta bulunmuş ve ne kadar günah işlemiş
olursa olsun, bunlardan vazgeçerek Allah’ın rahmetine sığındığı an, Allah
onu bağışlar. Bu günahları hiçbir şekilde affetmeyerek onu cezalandırma
gibi bir intikam duygusu taşımaması, ancak ve ancak büyük şan sahibi Allah’a
yakışır.”770
Allah’ın Dilemesi
“Allah dilemedikçe de öğüt almazlar…” (56.âyet)
“Allah dilemedikçe (onlar da) dileyemezler; ancak Allah’ın dilediğini
dileyebilirler.” 771 (İlk etapta) İnsanların dilemelerinin Allah’ın dilemesine
bağlı olduğunun belirtildiği beşinci âyet ile insanların mutlak irade sahibi
olduklarının anlatıldığı 37. âyet (“Sizden ileri gitmek ya da geri kalmak isteyen
kimseler için”) arasında bir çelişki veya sınırlama görülmektedir. Bazı
âlim ve müfessirler; “buradaki ifade, insanların ancak Allah’ın kendilerinde
yaratmış olduğu irade kuvvetiyle dileyebileceklerinin anlatımı tarzındadır.
Eğer böyle olmasaydı insanlar irade sahibi olamazlardı” demişlerdir.
Diğer
âlimler ise; “insanların iradesinin Allah’ın iradesine bağlı ve Allah’ın
iradesinin
onların iradelerinin önüne geçmiş olmasından, zahirdeki mutlak
anlamın kastedildiği
(buna göre de) insanların ancak Allah’ın dilediği
şeyleri dileyebileceklerini” söylemişlerdir.
Bu âyet ile insanlarda mutlak olarak tercih ve irade kabiliyetinin olduğunu
ortaya koyan diğer âyetler arasında çelişki/zıtlık görüldüğünden ötü-
770 Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları, 6/480-481.
771 76/İnsan, 30; 81/Tekvîr, 29
• 327 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
rü bu gibi âyetler; çeşitli kelâmî ekollere mensup âlimler arasında tartışma
konusu olmuştur.
Birinci görüş insanlarda irade ve tercih etme kabiliyetinin anlatımı ile
uygunluk arzetmektedir ki, bu durum daha önce geçen âyetlerde ve bunların
dışındaki
birçok âyette yer almıştır. Aynı zamanda bu (görüş), insanlarda
irade yeteneğinin
olduğunu direkt olarak ortaya koyan âyetten sonraki
âyetin ruhuna da uygundur. Yine
bu, Peygamberlerin gönderilmesi ve âhiret
gününün hikmetine de uygundur ki, bu günde insanlar Allah’ın kendilerine
bahşetmiş olduğu bu irade, tercih etme ve fiiliyata geçirme kuvvetiyle
işlemiş oldukları amellerinin karşılıklarını göreceklerdir. Buradaki
âyetler ile eylemleri ve düşünmeyi insana nispet eden Kur’an’daki âyetlerin
büyük bir bölümü neredeyse bu görüşün kesin doğru olduğunu ortaya
koyan delillerdendir. Buna ilâveten (ilgili) âyet ile; yüz çevirme, inat ve
düşmanlık gibi inkârcıların gösterdiği (olumsuz) tavırlara üzülmemesi için
Peygamber’in teselli edilmesi amaçlanmıştır. Bu husus Kur’an’daki birçok
yerde tekrar edilmiştir. Meselâ;
“Kötü işi, kendisine süslendirilip de onu güzel gören kimse, (kötülüğü)
hiç istemeyen kimseye benzer mi? Allah dilediğini sapıklık içinde bırakır, dilediğini
doğru yola iletir. Bundan dolayı kendini onlar için helâk etme. Allah
onların ne yaptıklarını biliyor.” 772
“Sen sevdiğini doğru yola iletemezsin, fakat Allah dilediğini doğru yola
iletir. O, yola
gelecekleri daha iyi bilir.” 773
“Eğer onların yüzçevirmesi sana ağır geldiyse, yapabilirsen yerin içine
inebileceğin bir tünel ya da göğe çıkabileceğin bir merdiven ara ki, onlara
bir mucize getiresin! Allah
dileseydi, elbette onları hidâyet üzerinde toplayıp
birleştirirdi, o halde sakın cahillerden
olma!” 774
“Ancak dinleyenler daveti kabul eder. Ölülere gelince, Allah onları diriltecek,
sonra da O’na döndürülecekler.” 775
772 35/Fâtır, 8
773 28/Kasas, 56
774 6/En'âm, 35
775 6/En'âm, 36
• 328 •
Ahmed Kalkan
Görülen o ki, âyetler hidâyet (ve dâveti) kabulü, (eylemlerin) sahiplerine
nispet etmiştir.776
54-56. Öğüt ve uyarı olduğu belirtilen şey Kur’an âyetleridir. 55. âyette
samimiyet
ve iyi niyetle öğüt almak, gerçeği bulmak isteyenlerin, aradıklarını
Kur’an’da bulacakları bildirilmiştir. Kuşkusuz her şey Allah’ın dilemesine,
izin ve imkân vermesine bağlıdır. Âyetler uyarıcı olarak Kur’an’ın
gönderildiğini ifade ettiği gibi başka kitap gönderilmeyeceğine, dünya ve
âhiret mutluluğu için Kur’an’ın yeterli olduğuna da işaret etmektedir. 777
56’ncı âyette, Allah dilemedikçe inkârcıların öğüt alamayacakları; azabından
korunulacak ve bağışlayacak tek ilâhın Allah olduğu bildirilir. Burada
asıl amaç, Peygamber’i (s.a.s.) teselli etmek, inanmayanları da kınama
üslubu ile uyarmaktır.
Bu âyette olduğu gibi, Kur’an’da Allah’ın insanla ilgili bazı olayları anlatırken
kendini mutlak fâil olarak ifade etmesi, konuyla ilgili diğer âyetlerden
kopuk olarak ele alınırsa yanlış anlamalara neden olabilir. Bu tür ifadelerde
Allah’ın kendi fiili olarak sahiplendiği şey, insanın özgür iradesiyle
başlayan ve sebep-sonuç ilişkisiyle devam eden kanunudur.
Allah, kâinata ve insanlara egemen olduğuna göre kimse O’na rağmen
bir şey yapamaz. Ama bu, insanın iradesini ve özgürlüğünü ortadan kaldırmaz.
Çünkü Allah, ahlak alanını insanın iradesine ve özgür tercihine
bırakmış; gücünü bu yönde kullanmamıştır. Ayrıca insanın iradeli bir varlık
olarak yaratılması, yine Allah’ın dilemesiyle olmuştur. Allah rast gele iş
yapmaz ve kendi koyduğu kanunu ihlâl etmez.
Kur’an’ın bu konudaki ana mesajı şudur: Allah dilerse kâfiri mü’min,
mü’mini de kâfir yapmaya güç yetirir. Fakat Allah bu alanı insanın iradesine
ve tercihine bırakmıştır. Bu yüzden insan, kendi iradesi ve gücü dâhilindeki
işlerden; imanı veya inkârı seçmesinden sorumludur. Hiç kimse,
asılsız bir kadercilik söylemesiyle, kendisini sorumluluktan kurtaramaz.
776 İzzet Derveze, et-Tefsiru’l-Hadis, Ekin Yayınları, c. 1, s. 111-112
777 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu:V/425.
• 329 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Bu âyetin son kısmında Yüce Allah kendini, Ehlu’t takvâ ve Ehlu’l
mağfire olarak nitelemektedir. Kur’an’ın tamamında sadece bir kere geçen
bu terkip “azâbından korkulup korunulacak olan da bağışlayacak olan da
O’dur” anlamına gelir.
Genel Tespitler
Allah, insanı denemek için yaratmıştır. İnsanın en önemli görevlerinden
biri de, Allah’ın ilmini ve kudretini takdir etmesidir. İşte evren bunun
için dizayn edilmiş, Allah’ın ilmini ve kudretini sergileyen bir âyet olarak
insana sunulmuştur. İlâhi takdire göre gerçekleşen bu düzende, her şey tabii
yasalara göre işlemektedir. Allah’ın bu sistemi yaratması boşuna değildir.
Bunun nedeni, insanın “Allah’a kulluk” etmesidir.
Allah, akıl ve temyiz gücü verdiği her canlıya sorumluluk yüklemiş, bu
sorumluluğun yerine getirilmesi için de sevabı ve cezayı bir teşvik unsuru
yapmıştır.
Her insan, irâdesiyle yaptığı işlerden sorumludur. Bu yüzden insan
yaptığı bütün iyilikleri ve kötülükleri o Gün, karşısında bulur. Görüldüğü
gibi insan, yaptıklarının tutsağı olmakta ve onlarla kendi geleceğini kurmaktadır.
Günahkârları cehenneme sürükleyen kötü eylemler(den bazıları) namaz
kılmamak, yoksulu doyurmamak, ömrü boş şeylerle geçirmek ve âhiret
gerçeğini yalanlamaktır. Hâlbuki Allah, iyilere cennet vaad etmiştir.
Ama inkârcıların Allah’a imanları ve güvenleri yoktur. O’ndan başka güvendikleri
ise boştur.
Ölüme inkâr ve şirk günahı ile yakalananları, hiçbir şefaatçi azaptan
kurtaramaz. Çünkü Kur’an ölçüsüne göre yalnız Allah’ın istediği ve razı olduğu
işleri yapanlara azap edilmez, onlara cennete girme izni verilir. Bunlar,
Allah’a Kur’an’ın önerdiği inanç sistemini ve hayat biçimini yaşama sözü
verip bu sözlerini yerine getiren samimi mü’minlerdir.
• 330 •
Ahmed Kalkan
Hesap gününün mutlak hâkimi Allah’tır; kimler hakkında kimlerin
aracılık yapabileceğine sadece O karar verir. Şefaat, Allah’ın mutlak adalete
dayanan yargılamasında O’nun kanaatini değiştirmeye yönelik bir aracılık
da değildir.
Kur’an’a göre, şefaat izne tâbidir; şefaate nâil olmak için Allah’ın izni
ve rızası gerekir. Öyleyse kendiliklerinden şefaat edebilirler diye bazı insanlar
veya varlıklar putlaştırılmamalıdır. Hangi isim altında olursa olsun,
Allah’tan başkasının insanı azaptan kurtaracağına inanmak, Allah’la insan
arasına aracı koymak, isim değiştirilmiş şirkten başka bir şey değildir. İşte
bu yüzden Kur’an, şefaat konusunu tevhid ilkesiyle irtibatlandırmış; onun
tevhide ters düşecek biçimde algılanmasını önlemek istemiştir.
Allah mutlak güç ve irade sahibidir; kimse O’na rağmen bir şey yapamaz.
Ancak bu gerçek, insanın iradesini ve özgürlüğünü ortadan kaldırmaz.
Çünkü Allah, gücünü bu yönde kullanmamış; ahlak alanını insanın
iradesine ve özgür tercihine bırakmıştır. Ayrıca, insanın iradeli ve özgür bir
varlık olarak yaratılması, yine Allah’ın dilemesiyle olmuştur.
Allah dilediğini hidâyete erdirir, dilediğini de sapıklığa düşürür. O, dilerse
mü’mini kâfir, kâfiri de mü’min yapmaya güç yetirir. Ama o, rastgele
iş yapmaz ve kendi koyduğu kanunu ihlâl etmez. Allah, inanmayı ve inkâr
etmeyi; hidâyete ermeyi ve dalaleti seçmeyi insanın iradesine ve tercihine
bırakmış, insanı da kendi iradesi ve gücü dahilindeki işlerden sorumlu tutmuştur.
Demek ki ilâhi irade yaratıcı ve belirleyicidir, ama zorlayıcı değildir.
Bu yüzden insan, Allah’ın dilemesinden değil kendi iradesiyle yaptığı
işlerinden sorumludur.
Bazı kimseler, batıl inançlarını, çirkin davranışlarını ve yanlış yaşantılarını
meşrulaştırmak için, Kur’an’ı kendi emelleri doğrultusunda kullanmak
isterler. İnsanlara: “Kur’an sizin anladığınız gibi değil bizim düşündüğümüz
ve söylediğimiz gibidir” deyip kafa karıştırırlar. Bunun nedeni, insanın
söze karıştığı her yerde az ya da çok bir sübjektifliğin bulunmasının
kaçınılmaz oluşudur.
Kur’an bir uyarıdır; dileyen ondan öğüt ve ders alır. Eğer insan, yaşamını
Allah’ın buyruklarına göre sürdürürse, özlemini duyduğu sonsuz mutluluğa
kavuşur.
• 331 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Öyleyse yapılacak iş, Allah’a sığınıp Kur’an’a yönelmek; İslâm’ın buyruk
ve yasakları doğrultusunda yaşayıp Allah’ın rızasını kazanmaya çalışmaktır.
Çünkü insanı koruyacak olan da günahları bağışlayacak olan da sadece
O’dur.778
Müddessir Sûresine Toplu Bakış
ve Günümüze Çıkarımlar
Dikkat edersek, “Alâk, Kalem, Müzzemmil ve Müddessir” sureleri
ile
bizler dâvetçi ve tebliğci olarak yetiştiriliyoruz. Kim tarafından? Rabbimiz,
yani bütün âlemleri olduğu gibi biz insanları da terbiye edip yetiştiren, eğiten
Allah (c.c.) tarafından yetiştiriliyoruz. Bu ilk nâzil olan dört sûrenin
ilk kelimeleri, tebliğcinin temel görevlerini başlıklar halinde en güzel ve en
veciz şekilde verir: “Oku, yaz, kalk ve uyar!”
İk döneme ait ve kısa olmasına rağmen bu sûre, bir bütün olarak
Kur’an’ın işlediği hemen hemen bütün temel kavramları ortaya koyar: Allah’ın
birliği ve benzersizliği, yeniden dirilme ve nihaî yargılama, ölümden
sonra hayat ve onunla ilgili tasvirler; insanın zayıflığı ve Allah’a kesinlikle
muhtaç oluşu; boş gurura, büyüklenmeye ve bencilliğe karşı zaafı; her
insanın kendi davranış ve eylemlerinden bireysel olarak sorumlu oluşu;
“cennet” ve “cehennem”in keyfî bir ödül veya ceza değil de kişinin yeryüzündeki
hayatının doğal sonuçları olması; bütün sahih dinî tecrübelerin tarihî
devamlılığı prensibi ve sonraki vahiylerle geliştirilecek olan daha başka
düşünce ve kavramlar.
Müzzemmil sûresi duyguyu, ahlâkı inşâ etti. Bu sûre de tebliği, inzârı,
sosyal açılımı. Müzzemmil sûresi “eylem ahlâkı”, Müddessir sûresi “söylem
ahlâkı” inşâ eder. Alak sûresi peygamberliği, Müddessir sûresi de risaletin
misyonunu başlatan ilk sûre olmuştur. Müddessir sûresinde genel olarak
risalet, kıyamet, meleklere değini, müşriklerin asılsız iddialarına reddiye ve
onları azapla uyarma gibi konular yer alır. Dine davette, izlenmesi gereken
yöntem belirtilir.
778 Fahrettin Yıldız, Tefsir Dersi Notları 1
• 332 •
Ahmed Kalkan
Bu sûre, Hz. Muhammed’i (s.a.s.) açıkça tarihin meydanına atılarak
kendini peygamber olarak tanıtmasını ve uyanış hareketini başlatmasını
isteyerek fiilî eylem çağrısında bulunur. Bu sûre ile birlikte Hz. Peygamber
dünyayı sarsan o büyük hareketi için meydanlara çıkmıştır. Bu nedenle sûrenin
özellikle ilk âyetleri Mekke’nin sokaklarını inleten sarsıcı bir meydan
okumayı yansıtır. Peygamber (s.a.s.)’den, tebliğ görevini açıkça yapması,
vazifesi gereği yaşantısını her bakımdan temiz tutması, bütün dünyacı çıkarları
bir tarafa bırakması, insanların ıslahı için ihlasla çalışması, güçlük
ve zorluklara karşı da sabırlı olması istenir.
Kur’an, ilk sûrelerden itibaren, insanın yaratılışına (ve yaratılış amacına),
Allah’ın isim-sıfatlarına (Yaratan Rab, âlemlerin Rabb’i, İlâh, Rahmân,
Rahim, Din Günü’nün mâliki, Ehad, Samed...), O’nun insana bahşetmiş
olduğu nimetlere, kâinat âyetlerine, nihai sorguya/hesap gününe ve cennet-
cehennem olgusuna vurgu yapmakta, insanın yaratılış amacına aykırı
(gayri ahlâkî) tutum ve davranışlarını eleştirmekte, bu tutum ve davranışların
sebep-sonuç ilişkilerine vb. konulara değinmektedir. Dolayısıyla siyasi-
ideolojik bakış açısı ilkin bu temeller üzerine oturtulmalıdır. Zira insanı
göz ardı eden, ona asli konumunu hatırlatmaktan, tutum ve davranışlarının
doğal sonucu olarak karşılaşacağı dünyevi-uhrevi nimetleri ya da hesap gününün
dehşetini dile getirmekten (müjde ve uyarı) uzak bir söylemin nihai
açıdan başarıya ulaşması mümkün değildir.
Vahiy henüz dışa açılmayı (inzar/tebliğ etmeyi) emretmemiştir. Bundan
dolayı da Peygamber Aleyhisselam bir “misyon adamı” olarak ortaya
çıkmamıştır. Yalnız duyurma-bildirme babından hareketle dostlarına duyurmuş
ve kendisine katılmasını istemiştir.
Bu yeni topluluk (ümmet) henüz bir ‘hareket’ değildi. Tevhidi çekirdek,
ahlaki oluşum olabilirdi. Ama bu oluşum henüz bir ‘Tevhidi Hareket’ değildi.
Çünkü henüz misyon açıklamamıştı. Evet, yeni bir din olarak Mekke
gündemine girmişti ama bu dinin dışa açılımı henüz hissedilmemişti.
Mekke’nin oligarşi (seçkinler takımı) güç odakları ve bu güç odaklarının
etkisinde olan koskocaman halk kitlesi bir tedirginlik ve telaş içinde idi.
Özellikle güç odakları/hükmü elinde bulunduran ‘mele’ takımı Muhammed’in
(s.a.s.) getirmiş olduğu bu yeni dinden tedirgin olmuşlardı. Ama
henüz bir tepki de koymamışlardı. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) “bana vahiy
geliyor” sözlerini çok ciddiye almamışlardı. Bu durumun geçici bir heves
• 333 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
mecnunluk alameti, cinlerden bilgi alıp aktarma…. şeklinde olabileceğini
düşünmüşlerdi. Ya da en azından gönülleri böyle istiyordu.
Sanki Müzzemmil ile ferdî planda kulluk anlatılırken, Müddessir ile de
sosyal kulluk anlatılıyor. “Ey Müslüman kişi, sen kendin kıyam edip, kendi
kendini inzar ettiğin gibi, başka insanların kıyamı için de zemin hazırlamalısın!
Onlara da hakkı, hakikati duyurmalısın! Sen kendin cehennemden
korunduğun gibi onların da cehennemden korunmalarını sağlamalısın!”
İlk sûre ve âyetlerin inzâli ile, Hz. Peygamber bir sürece hazırlanıyordu.
Misyon sahibi bir kimlikle ortaya çıkma sürecine. Bu süreç muhtemel
ki beş altı aylık bir süreçti. Bu süreç içerisinde Peygamber Aleyhisselam,
fikri telkinler (âyetlerle bilinçlenme) ve namaz ibadeti ile (Müzemmil sûresinin
bildirdiğine göre özellikle gece/teheccüd namazı ile) kalbi ve iradesini
güçlendiriyordu. Rabbi onu gelecek zor günlere böyle hazırlıyordu. Çünkü
henüz daha zor günler başlamamıştı. Peygamber Aleyhisselam henüz bambaşka
bir kimlikle ve yepyeni bir misyonla Mekkelilerin karşısına çıkmamıştı.
Şu zamana kadar, İslamoğlu’nun da dediği gibi “pasif iyi” idi. Pasif
iyinin “aktif iyi”ye adım atması gerekiyordu. Tabi sadece pasif iyi değildi.
Kimliksiz pasif iyi idi. Bundan böyle “kimlikli aktif iyi” olmalıydı. İşte bu
süreçten sonra gelen Müddessir sûresinin ilk âyetleri “Ey örtüsüne bürünen,
kalk ve uyar…” diyerek aktif iyiliğe adım atmasını istiyordu. Zira O Resul
artık “kimlik ve misyon” sahibi idi. O zaman bunu aktifleştirmesi gerekiyordu.
Aktif olan misyon kayda değerdir. Aktif bir şekilde temsil edilmeyen
misyon, ne kayda değer ki?
Vahiy önce tevhide vurgu yapmıştı. Gerek Alak sûresin ilk beş âyeti;
gerek Fâtiha sûresi ve gerekse diğer sûre ve âyetler tevhide vurgu yapmıştı.
Sonra ilk tevhid eylemi olan namaz kılınmaya başlanmıştı.
Vahiy sadece bir düşünce/tez olarak değil eylemiyle beraber girmişti.
Vahyin ilk ameli-eyleminin namaz olduğunu söylemiştik. Her ne kadar
Mekke müşrik toplumunun Hz. İbrahim’in dininden haberdar olduğunu
ve bazı ibadetlerin (namaz, kacc, kurban vb) İbrahim’in dininden olma
adına yapıldığını görmüş olsak ta, tüm ibadetlerin keyfiyeti-özü-içeriği tamamen
yok edildiği gibi, şekil ve şemaillerini bile değiştirmişlerdi. Vahyin
belirlediği şekil çerçevesinde namaz kılan Hz. Muhammed’i (s.a.s.) Mekke
müşrikleri şaşkınlıkla izliyorlardı.
• 334 •
Ahmed Kalkan
Sadece izlemekle kalmıyor, henüz ciddi bir tepki ve tavır koymamalarına
rağmen ‘psikolojik’ baskı yapmaktan da geri durmuyorlardı. İlk günden
itibaren müşrikler Peygamber Aleyhisselam’a ‘psikolojik savaş’ açmışlardı.
Mekke müşriklerinin daha ilk günlerde ‘psikolojik savaş’ başlattıklarını ilk
inen sûrelerden birisi olan Kalem sûresi haber vermektedir: “Nûn. Kaleme
ve (kalem tutanların) yazdıklarına andolsun ki (Rasûlüm) Sen Rabb’inin nimeti
sayesinde mecnun değilsin…” 779
Peygamber Aleyhisselam kendisini daha ilk günlerden itibaren bir kuşatılmışlık
içerisinde hissediyordu. Bu kuşatılmışlık karşısında âdeta defansa
çekilmiş olan peygambere Allahu Teâlâ “artık ortaya çıkmasını, pasif
iyi olmaktan çıkıp aktif iyi olmasını, dipte köşede misyonsuz kalmış ahlak
adamlığı yerine, misyonuyla ön plana çıkan ahlak adamı olmasını istemişti.
“Ey örtüsüne bürünen (Resulüm) artık kalk da uyar.” Buradaki ‘örtü’
üzerine çektiği nesnesel şeyden ziyade Mekke müşriklerinin psikolojik
baskılarından dolayı Peygamber’in girmiş olduğu ‘korku, çekingenlik ve
yalnızlık’ atmosferidir. “Örtü” olan işte bu “atmosferdir”. Ey Muhammed
artık bu atmosferden çık! Çünkü sen yalnız değilsin. Büyük olarak tanıdığın
Rabbin seninle beraberdir. Artık “kalk ve uyar!” İşte Müddesir sûresinin
ilk âyetlerinin mesajı bu idi. Bu mesajı çok iyi anlamış olan Peygamber
Aleyhisselam bundan böyle bir misyon adamı olarak ayağa kalkacak ve ‘en
yakınlarından’ başlayarak tüm insanlığı uyaracaktı.
Bir misyon adamı, bir dâvâ adamı olarak kalkan Hz. Muhammed
(s.a.s.), uyarmaya başlayacaktı. Ama nasıl uyaracaktı, daha doğrusu uyarı
işine nereden başlayacaktı? Rabbi, bu alanda da atması gereken ilk adımı
Habibine öğretmişti; “(Önce) En yakın akrabanı uyar.” 780
‘En yakın akraba’, sosyolojik bir gerçektir. Burada Allah (c.c.) bir yol
bir yöntem öğretiyordu. O da şudur; yola çıkarken insanları birbirine bağlayan
sosyal bağları kullanabilirsin. İnsanı insana bağlayan, insanı ailesine
bağlayan, insanı kabilesine bağlayan insanı şehrine bağlayan, insanı ülkesine
bağlayan… bağları kullanabilirsin. Hatta bu bağlar ‘misyon ve dâvânın
altında tutuluyor ise, misyon ve dâvâyı güçlendiriyorsa, misyon ve dâvânın
yüce hedeflerine ulaşmada bir vasıta, bir atlama taşı görevi görüyor ise,
779 68/Kalem, 1-3
780 26/Şuarâ, 214
• 335 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
bunları kullanabilir ve yaşatabilirsin de. Ama tüm bunlar akidenin gölgesi
altında kalıyor ve akidenin süzgecinden geçiyor ise bu böyledir. Yani vasıta
ve araç ise bu böyledir. Yok, eğer vasıta ve araçlıktan çıkmış ulaşılması
gereken hedef ve amaca dönüşmüş ise o zaman değil kullanmak, aksine
kaçınılması gereken pisliklere dönüşmüş olur.
İşte bu sosyal gerçekten yola çıkarak Hz. Muhammed (s.a.s.), kimliğini
ortaya koyarak alenê ve açık bir şekilde misyonunu ilan etmeye başlar. Peygamber
Aleyhisselam ilk alenî tebliğini/uyarısını yakın akrabalarına yapar.
Daha önce ‘Rab’ kavramı (âyetler vesilesi ile ) Mekkelilerin gündemine
girmişti. Bu açık tebliğle beraber ‘ilah’ kavramı da gündeme girmiştir.
Peygamber Aleyhisselâm artık bir dâvâ ve misyon adamı sıfatı ile kalkmış
uyarmaya başlamıştır. Ve tebliğ yelpazesini genişleterek tüm Kureyş’e
(Mekke halkına) yönelir. Kureyş Allah’ın (c.c,) Rab olduğunu duymuştu.
Bu sefer Allah’ın ilâh olduğunu da duyması gerekiyordu. Ve bunu da safa
tepesine çıkıp tüm Kureyş kabilelerini çağırıp topladıktan sonra yapar.
Bu sûrede ilk defa Allah Rasulü’ne, “Kalk ve halka gitmekte oldukları
yolun sonucundan onları korkut ve dünyada Allah’tan başka yücelttiklerinin
yerine sen yalnızca O’nun yüceliğini haykır!” emri verilmiştir. Bunun
yanında, vazifesi gereği yaşayışının her bakımdan temiz olması ve bütün
dünyevî faydaları bir kenara bırakarak tam bir ihlâs ile insanların ıslahı için
görevini yerine getirmesi emrolunmuştur. Son cümlede ise “Bu görevi yerine
getirirken sana gelecek olan zorluk ve musibetlere karşı da Rabbinin
hatırı için sabret” telkininde bulunulmaktadır.
Bu sûre, insanların uyarılmaları, davet edilmeleri ve temiz-pâk bir görünüş,
hoş-tatlı bir dil ve tevazu ile ortaya çıkması konularında Peygamber’e
(s.a.s.) yönelik emirleri ihtiva eder. Bu sûrede, âyetlerin üslup ve içeriği,
İslâm’a dâvette Allah’ın Peygamber’e (s.a.s.) gösterdiği metod, insanlarla
ilişkiye geçme ve onları çağırma, kuvvetli delillerle
ikaz etme gibi hususların
Allah’ın bildirdiği bu metod, eşsiz ve yüce bir özelliğe sahiptir.
Allah bütün
her şeyden, kendi dışındaki bütün değersiz ve küçük şeylerden yücedir.
O’ndan başka unsurları rab edinerek yüceltmek yakışıksız bir iştir. Sadece
O’nu tazim etmek gerekir. Görevde sabır ve sebal etmek, onu başarmayı
sağlayan iki faktördür.
• 336 •
Ahmed Kalkan
Allah’a ve güzel ahlâka davet eden kimsenin, başa kakma, bir bedel
ve karşılık bekleme gibi olumsuz vasıflar olmaksızın, kendilerini Allah’a
adamaya, güzel ahlâka ve hayır işlemeye çağırdığı kimseler için çok iyi bir
örnek ve temiz, her tür fuhşiyât, günah ve çirkinliklerden, hoş olmayan
görüntüden uzak olması gerekmektedir.
Peygamber’in hayatını ve O’nun (hayatına dair) en doğru tabloları ihtiva
eden Kur’an âyetlerini inceleyen kimse, Peygamber’in (s.a.s.) bu metodu
takip ettiğini görecektir. Bu metod; O’nun çağrısında başarılı olması, ilk
iman eden arkadaşlarının
kendisini destekleme ve çevresinde toplanmada
son derece samimi olmaları, iman etmeyenlerin kendisine saygı duymaları
ve O’nu takdir etmeleri; bunun yanında O’nun ahlâkî meziyetlerini inkâr
etmemelerini sağlayan en güçlü etken olmuştur.
Görüldüğü gibi, bu metod, Peygamber (s.a.s.) için çizilmiş ise de, onun
ihtivâ ettiği mesaj, ümmet içerisinde önderlik, yönlendirme, irşad ve ıslah
fonksiyonlarını üstlenen her ıslah, dâvet ve mevki sahibi için de geçerlidir.
Müzzemmil ve Müddessir sûrelerinin giriş kısımlarındaki benzerlik ve
uyum dikkat çekicidir. İlk bölümde Peygamber’in büyük görev için hazırlanması
ikinci bölümde de insanları davet edip uyarması emredildiği zaman
(uyması gerekli) metod anlatılmıştır.781
Müddessir Sûresinin Getirdiği Başlıca Prensipler
1. Örtüsüne sarılıp yatmakta olan Peygamber’e (s.a.s.) (ve O’nun şahsında
dâvetçi mü’minlere), kalkıp uyarması, Allah’ı tekbîr etmesi, giysisini
temizlemesi, kibirden uzak durması, yaptığı iyiliği çok görerek başa kakmaması
ve Rabbinin yolunda güçlüklere sabretmesi emrediliyor (1-7).
Mü’min temizliğe dikkat etmeli, iyiliklerini çok görüp başa kakmamalı,
Allah yolunda sabretmelidir. Bunlar mânevî temizliğin şartı olduğu gibi başarının
da gereğidir. Zira acele ile, usanç ile bir yere varılamaz. Sabreden,
sonuç
alır.
781 İzzet Derveze, et-Tefsiru’l-Hadis, Ekin Yayınları, 1/ 86-88.
• 337 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
2. Hak dâvetini yalanlayan, hakkı engellemeğe kalkan, dünya varlığı ile
şımarmış kâfirler, yarın Allah’ın Dîvânında, yaptıklarının hesabını verecek,
o mahkemenin kararıyla cehenneme atılacaklardır (11-26). Öylelerinin
dedikodusuna,
engellerine aldırmamalıdır.
3. Cehennemin üzerinde on dokuz muhâfız vardır ama bunları dünyâ
muhâfızlarıyla karşılaştırmamalıdır. Çünkü bunlar insan değil, melektir.
Bu on dokuz sayısının anılması da bir sınavdır. Bununla neyin amaçlandığı
tam kavranamaz. Söylenen gayb haberlerine inanmak gerekir.
4. “Kitap verilmiş olanlar kesinlikle inansınlar diye (bu on dokuz muhâfız
meleğin, cehennemin muhâfızları olduğu belirtilmiştir)” ifadesinden
cehennem
muhafızlarının 19 olduğunun, Hz. Peygamber zamanındaki Kitap
ehli tarafından da bilindiği anlaşılmaktadır.
5. Her can, yaptığı işlerin tutsağıdır. Kişinin amelleri kendisini sarar,
kendisinin
cehennemi olur: “Yaptıklarının kötülükleri onlara göründü ve
alay edip durdukları şey onları kuşattı.” 782
Suçluları bu duruma düşüren kötü eylemler: Âhireti yalanlamak,
yoksula
yardım etmemek, Hakk’ın çağrısıyla alay edip ömrü boş şeylerle
geçirmektir. Kesin bilginin hâsıl olacağı ölüm zamanına kadar onlar ömürlerini
boş şeylerle
geçirmişlerdir. Ancak ashâbu’l-yemîn (amellerinin tutanakları
sağ tarafından
verilmiş olanlar) böyle değillerdir. Çünkü onlar,
kendilerini tutsak edecek
işlerden uzak durur, kendilerine cennet olacak
işler yaparlar. Bundan dolayı onlar cennetlerdedirler.
6. Bu Kur’ân, bir uyarıdır, dileyen öğüt alır. Ancak Allah dilemedikçe
öğüt alamazlar. İnsanın öğüt alabilmesi, Allah’ın dilemesi ve muradı ile
mümkündür. Öyle ise O’na sığınmalı, O’nun rızâsını kazanmalı, O’nun
buyruğu dışına çıkmaktan korunmalıdır. Buyruğu dışına çıkmaktan sakınılacak
ve günahları bağışlayacak ilâh O’dur (4-56). 783
782 45/Câsiye, 33; ayrıca bk. 2/Bakara, 81; 3/Âl-i İmrân, 30; 6/En’âm, 70
783 S. Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, c. 10 s. 163
• 338 •
Ahmed Kalkan
Daha once inen sûreler gibi bu sûre de en çok “tevhid”e vurgu yapar.
“Kalk, uyar” emri Muhammed aleyhisselâm’ın, peygamber olarak tevhid
dinini
ve Allah’ın mesajlarını insanlığa tebliğ etmekle göreviendirilişinin
ilanıdır.
Rasûlullah Efendimiz bu emri aldıktan sonra insanları tevhid dinine
çağırmaya başlamış, son nefesine kadar da bu görevini sürdürmüştür. “Sadece
Rabbinin büyüklüğünü
dile getir” emri, tevhid dininin en önemli unsuru
olan “Allah’ın birliğine
iman ve O’na kulluk” esasını ortaya koymaktadır.
“Ey bürünen!” (1)
Ey bürünüp yatan!
Ey başını yorganının altına çeken!
Ey yalnızlığa bürünen, sessizliğe çekilen!
Ey vicdanının derinliklerine çekilerek kendini arayan!
Ey insanlık için çıkış yolu arayan!
Ey gizlenen, saklanan, rahata meyleden!
Ey kendisine güvenemeyen!
Ne yapacağı konusunda aktif davranamayan!
Yorganına, işine, dünyevî meşgalelere bürünen!
Ey köşesine, kendi kabuğuna çekilen!
Ey gizlenen, ortaya çıkmayan!
Ey, eskiden olduğu gibi hâlâ yalnız kalmak isteyen kişi! Şimdi yalnızlığından
vazgeç ve bütün dünyanın önüne bir öğretici ve uyarıcı olarak çık.
• 339 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Hepimizin bir örtüsü var; ona bürünmüş, örtünmüşüz. Kimimiz işimizin,
kimimiz eşimizin, kimimiz aşımızın örtüsü altında uyuşmuş durumdayız.
Atmalıyız örtülerimizi, kalkmalıyız ayağa, çıkmalıyız ortaya. Uyanmalı
ve uyarmalıyız insanları. Önce kendimiz atmalıyız örtülerimizi, gereksiz
yüklerimizi. Önce kendimiz aktif olmalıyız. Uzletten çıkmalıyız. Kimimiz
fildişi şatosundan, kimimiz mağarasından, kimimiz dünyevî meşgalesinden,
kimimiz hayallerinden, kimimiz şöhretin dayanılmaz hafifliğinden…
çıkmalıyız.
Evlerimiz mezarlarımız olmamalı; iş, eş, aş, arkadaş kendine bağlayarak
bizi Allah’tan alıkoymamalı, bizi tembelliğe itmemeli. Devlet örtememeli
kimliğimizi, servet örtememeli. Başka kimlikler edinip örtmemeliyiz
üstünü. Müslüman kimliğimiz açığa çıkmalı. Şerefle taşımalıyız bu yüce
bayrağı; tevhid bayrağını.
Sadece kendi içinde kalmamalı güzellik; halka halka yayılmalı. Güzelliği
bulup onunla mânevî hazza erişip toplumu terk etme! Kendi yaşadığın
hakkı, kendi tattığın güzellikleri başkalarına da ulaştır. Yar kabuğunu, çık
kozandan. İn Hira’dan. Hira’dan aldığın mesajı taşı insanlara. Suyu tattın.
Susuzlara su taşı. Susuzları suyla tanıştır. Buz yalamaktan veya buhar yutmaktan
kurtulsun insanlık.
Gece ibadet ede ede dizleri şişen Peygamber’in gece-gündüz uyuya
uyuya gözleri şişen ümmeti olmak yakışmaz bize. Bırakın gündüzleri gaflet
uykusunu, geceleri bile (5-6 saatten fazla) uyumayı yasak etmeliyiz kendimize;
Rasûl ve yakın ashâbının ağır yük yüklendiğinde (çok daha az uyuyarak)
yaptığı gibi. Bayrak yarışında uyunur mu hiç? Bayrak bizim elimizde,
ulaştırmalıyız onu en kısa zamanda en uygun ellere. Cephede uyunur mu
hiç? Her taraftan her çeşit düşmanın her çeşit silahla saldırdığı cephede
yatıp uyumak, oturup keyfine bakmak ne kadar doğru olur? Düşman uyutucu
ve uyuşturucuları da silah olarak kullanabilir. Tanıman lâzım, “ılımlı
İslâm” adlı uyutucuları, futbol, müzik, eğlence adlı uyuşturucuları. Kur’an
sesi seni uyarmaya çalışırken, etraftaki ninnilere kulak verme! At üstünden
örtüleri. Çık yatağından.
• 340 •
Ahmed Kalkan
Örtüye olumlu taraftan bakarsak;
Risâlet kisvesine bürünen, bu ağır görevi yüklenen!
Ey İslâm dâvâsını yüklenen insan!
Ey dâvâ elbisesini giyinen!
Ey örneklik kisvesine bürünen!
Ey isyankârlardan uzaklaşıp dağlara çekilen!
Ey elbisesini giyip namaz için doğrulmaya çalışan, namaza davranan!
Ey takvâ elbisesiyle örtünen insan! Açıklarını kapatan, korunan, hayâ
ve edep sahibi insan! Tesettürüne, elbisesine bürünen, örtüsüne sahip çıkan
kişi!
“Kalk; artık uyar!” (2)
Kalkmayan kaldıramaz, uyuyan uyandıramaz. Öne düşmeyen, insanları
peşinden sürükleyemez. Kalk ve kaldır insanları. Uyan ve uyandır. Ayaklan
ve ayaklandır.
Kalk borusu çaldı, artık uyumak vakti değil. Artık uyanmak, ortalıkta
görünmek, hakikati açıklamak, gündem tayin etmek vakti geldi. Zaman,
ağır bir yük yüklenme zamanı; zahmetler çekmek, sıkıntılara katlanmak,
yükümlülükler altına girip hareket etme zamanı. Halka doğruyu göstermek,
etrafı temizlemek için yükümlülükler ve ağır yükler yüklenerek hareket
etme zamanı.
Buradaki “uyarı”, bir eğitim metodu olmakta, insanların yanlışlarını hatırlatarak,
bu yanlışların varacağı neticeyi bildirme faaliyetidir. Tebliğin en
etkili boyutu, yanlış inanç ve kötü davranışların varacağı neticelerle insanları
bilgilendirmektir.
Rasûlullah, Allah tarafından emredileni bu âyetler ininceye kadar sadece
kendi hayatında uygulamıştı. İşte bu sûre bunun topluma yansımasını
emredecek, Rasûlullah’ın kendi şahsında uyguladığını dışa taşımasını, taşırmasını
isteyecekti.
• 341 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Öyleyse “Ey gece kıyam eden! Ey gece Allah’tan mesaj alıp gündüz ne
yapacağını bilemeyen Peygamber! “Kalk da uyar.”
Rasûlullah, ilk vahye muhâtap olduğunda bu durumdaydı; bilemiyordu,
kıvranıyordu, korkuyordu. “Ben bu işin üstesinden nasıl gelirim? Bunu
insanlara nasıl ulaştırırım? İnsanlar beni dinlemez!” diye korkuyordu. Hiç
kimsesi yoktu, yalnızdı, kimsesizdi, güçsüzdü, parasızdı, malsızdı. Ya da
bilge değildi, filozofluğu yoktu. Eski dilleri bilmezdi, okur-yazarlığı yoktu.
Ne yapacağını, nereden başlayacağını bilmiyor, köşesine çekilmiş üzerini
örttürmüş bekliyordu. Bu beklenti içindeyken; Cenâb-ı Hakk yol gösterdi,
vahyetti: “Ey örtünüp bürünen! Kalk ve uyar!” Kalk, kıyam et! Azimle işine
başla!
“Kalk ve uyar.” “Kalk!” Bir kıyam emridir bu. Kalk borusunun çalmasıdır.
Ama bazen ayağa kalkarak, bazen farklı usûller ile İslâm’ın emirlerini
icrâ etme, ayağa kaldırma emridir.
Kalk ve azmet! Kalk ve işe başla! Kalk ve inzar et! Kalk ki uyarabilesin!
Anlıyoruz ki uyarının yolu, kalkmaktan geçmektedir. Uyarabilmenin yolu,
kıyamdan geçmektedir. Eğer biz kalkmamışsak, kalkamamışsak, yani kıyamı
gerçekleştirememişsek, uyarının anlamı yoktur. Kalkamamışsak uyarmamız
da mümkün olmayacaktır. Kalkınca uyarılır. “Kalk!” ve arkasından
“uyar!” deniliyor.
Ey Müddessir! Müzzemmil’le birlikte söyleyecek olursak, ey gece kalkıp
Kur’an okuyan, ama gündüz ne yapacağını bilemeyen peygamber! Ey Müzzemmil’le
“Gündüz senin için uzun bir uğraş var” mesajını alan, ama bunun
ne demek olduğunu, nasıl bir uğraş olduğunu bilemeyen peygamber!
“Kalk ve inzar et!” Kalk ve uyar! Kalk ve insanların cennet, ya da Cehennem
yolunda olduklarını onlara duyur! “Ayağa kalk! Kıyam et! Muhatap
olduğun dinle beraber ayağa kalk! İnancınla ayağa kalkıp görün! Ya da dini
ayağa kaldır! Kalk ki uyarasın!”
Kıyam neydi? Kıyam gece kalkıp vahiyle bütünleşmekti. Gece vahiyle
beraber olmaktı, Allah’la diyalog içinde olmak, Allah’ın dediklerini anlamaya
çalışmaktı. Müzzemmil’de anlatıldığı gibi gece kalkıp tertîlle (yavaş
yavaş, hazmedip içselleştirerek) Kur’an okumayı gerçekleştirmekti.
• 342 •
Ahmed Kalkan
İşte eğer bizler bu kıyamı gerçekleştirebilirsek, gece kalkıp Allah’ın
âyetleriyle birlikte olmayı gerçekleştirebilirsek, enerjimizi vahiyden alırsak
işte o zaman insanları uyarabileceğiz demektir.
Eğer Rasûlullah, peygamberlik yükünü yüklendiği için insanları uyarmak
zorundaysa, biz de eğer peygamberin ümmeti olma yükünü, şerefini,
izzetini, teklifini yüklenmişsek, işte bunu omzumuzda hissederek biz de
kıyam edecek ve arkasından insanları uyaracağız. Nerede? Nişanda, düğünde,
dernekte, dükkânda, okulda, çarşıda, pazarda, panayırda, yani dış
dünyamızda insanları uyaracağız. Bir de kendi iç dünyamızda yapacağız
bunu; kendimizi uyaracağız, ehlimizi uyaracağız.
Sanki Müzzemmil ile ferdî planda kulluk anlatılırken, Müddessir ile de
sosyal kulluk anlatılıyor. “Ey Müslüman kişi, sen kendin kıyam edip, kendi
kendini inzar ettiğin gibi, başka insanların kıyamı için de zemin hazırlamalısın!
Onlara da hakkı, hakikati duyurmalısın! Sen kendin cehennemden
korunduğun gibi onların da cehennemden korunmalarını sağlamalısın!”
diyor Rabbimiz.784
Kalk ve uyar ki, iyilik ayağa kalksın! Kalk, meydanlara çık, insanları
uyar. Yatağına uzanmış, uyuyan uyuşuk insanlar, kalkın ve insanları uyarın.
Uyuyan başkasını uyaramaz. Önce siz uyanın ki, başkasını uyarabilesiniz.
“Kalk, uyar” emri Muhammed aleyhisselâm’ın, peygamber olarak tevhid
dinini
ve Allah’ın mesajlarını insanlığa tebliğ etmekle görevlendirilişinin
ilânıdır. Rasûlullah Efendimiz bu emri aldıktan sonra insanları tevhid dinine
çağırmaya başlamış, son nefesine kadar da bu görevini sürdürmüştür.
Biz de aynı şekilde insanlarla teker teker ilgileneceğiz. Her yerde ve her
zaman diliminde insanlara İslâm’ı anlatacağız.
Sûre daha başlangıçta, insanları şirkin ve zulmün karanlığından, zorbaların
tahakkümünden kurtarıp hidâyete ulaştırmak için Cenâb-ı Allah’ın
peygamber olarak seçtiği o nezih kulun şahsında bütün mü’minlere sesleniyor:
“Kalk ve insanları uyar” (2. âyet). Bu hitap kıyamete kadar mü’minlerin
kulağında çınlayacaktır. Allah Teâlâ, müslümana daldığı derin uykudan,
büründüğü örtüden sıyrılıp, cehenneme doğru sürüklenen insanları
Allah’ın dinine döndürmek için cihada ve mücadeleye girişmeyi, bu yolda
karşılaşılacak meşakkatlere hazır olmayı emrediyor.
784 Ali Küçük, Besairu’l Kur’an
• 343 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
İnzâr/uyarma görevi, yalnız Allah’ın ülûhiyetine inanan bir eylemin
toplumsal anlamda başlamasıdır. İnzâr (uyarma), hayatî önemi olan bir
haberin dost-yabancı demeden herkese açıkça duyurulmasıdır. Kavramda,
gizlilik yerine açıklık ana ögedir. Dolayısıyla muhataplar sınırlı değildir;
uyarı görevinin iletilmesi tüm insanlara yöneliktir. Uyarıda önemli olan
tevhiddir, Allah’ın ülûhiyetidir. “(İnsanları) uyarın ki, Ben’den başka ilâh
yoktur.” 785; “Bu, insanlar için bir tebliğdir, bununla uyarılsınlar ve bilsinler ki
‘O, tek bir ilahtır ve akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar” 786; “Bu Kur’an
bana, sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için vahyedildi.” 787; “İnsanları, onlara
azabın geldiği gün ile uyar.” 788
Bu günkü insanın, dünkü insandan farkı olmadığı gibi, çağdaş küfrün
durumu ve sapıklığı da, dünkü küfrün durumuyla aynıdır. Küfrün genel
karakteri, kâfir toplulukların ana özellikleri değişmemiştir. Buna göre müslümanın,
içinde yaşadığı toplumları bilinçli bir şekilde incelemesi gerekir.
Orada yaşayan insan tiplerinden hangisine girdiklerini belirlemesi gerekmektedir.
Ortam ve tebliğ tavrını vahyin ışığı altında belirleyerek, Peygamber
dönemindeki muhataplarla kendi muhataplarını kıyaslayarak durum
tespiti yapmalıdır. Bu tespitten sonra artık o insanlara karşı Kur’anî bir tavır
koymalıdır. Eğer, karşı karşıya bulunduğu topluluklar, düşünce ve eylem
olarak inatçı bir tutum takınıyor, akletmek ve görmek istemiyorlarsa onlarla
diyaloga geçmek, boşuna harcanan bir enerji olabilir. Petrol çıkmayacağı
belli olan yere sondaj zahmet ve israfına defalarca girmemeli; petrol çıkma
ihtimali yüksek olan yerlere sondaj salmalı, çıkan petrolleri rafine ederek
arındırma görevini ihmal etmemelidir.
Tabii, insanların dâvete duyarsız olup olmadıklarını, kalp ve diğer alıcılarını
kapatıp kapatmadıklarını tespit etmek için; yeterli, verimli, kapsamlı
bir şekilde, usûl ve metodlara riâyet edilerek gerçek dinin gerçek şekilde
tebliğinin ulaştırılmasının şart olduğu unutulmamalıdır. Yani, doğru bir
şekilde uyarı yapılmadan muhatapları damgalandırmak yanlış olur; bunun
bilincinde ve bu aşamalardan sonra muhatapları tasnif etme gereğini dâvetçi
müslüman aklından çıkarmamalıdır.
785 16/Nahl, 2
786 14/İbrahim, 52
787 6/En'âm, 19
788 14/İbrahim, 44
• 344 •
Ahmed Kalkan
Eğer muhatap kitle, düşünce yoluyla akide meselelerine, hatta hayatla
ilgili konulara yatkın değillerse, akıllarını kullanmak istemiyorlarsa, doğrudan
bir diyaloga hazır değillerse, müslüman, onlarla iman arasındaki engeli,
var olan psikolojik duvarı yıkmak için başka yollar aramalıdır. Ondan
sonra, insan ve düşünce önündeki, iman ve müslümanca anlayış ve hayat
önündeki engelleri yok ettikten sonra onlarla yeniden bir diyaloga girmeyi
denemelidir.
Kâfirlerin hakka karşı tutumları, onlara tebliğ yapmamıza engel değildir.
Âyette “kâfirleri uyarsan da uyarmasan da onlar için eşittir.” 789denilir;
“senin için birdir” denilmez. Yani, hem peygamber, hem peygamberin vârisi
olan tebliğciler, kâfirlere uyarı görevini yapmak zorundadır; kâfirleri
uyarıp uyarmamaları kendileri açısından aynı değildir. Zâten biz, onların
kalplerinin mühürlü olup olmadığını da bilemeyiz. Fir’avn’a, Ebû Cehil’e
bile hem de defalarca tebliğ edilmesi peygamberlerin görevleri arasındaydı.
Tabii ki, onlar kadar küfürde azgın bile olsalar, günümüzdeki keferelere de
İslâm tebliğ edilmelidir. Fakat bu tebliğler insanların hidâyetine sebep olmayabilir.
Bu sonuca üzülmememiz, yılgınlığa, ümitsizliğe kapılmamamız
gerekir. Çünkü bunlar hakkı ve kurtuluşu istemeyen gruptan olabilir.
Bu âyetlerde açık ve âşikâr olarak dâvet ve uyarı görevini yerine getirmesi
Peygamber’e emredilmiş, izlemesi gerekli metod da ortaya konulmuştur.
O metod, bu sûrede şöyle belirtilmiştir:
İslâm’a dâvette Allah’ın Peygamber’e
gösterdiği metod, insanlarla ilişkiye
geçme ve onları çağırma, kuvvetli delillerle
ikaz etme (1-2. âyetler) gibi
hususlar şeklinde Allah’ın bildirdiği bu metod, eşsiz ve yüce bir özelliğe
sahiptir.
Allah bütün her şeyden, kendi dışındaki bütün değersiz ve küçük
şeylerden yücedir
(3. âyet). O’ndan başka unsurları rab edinerek yüceltmek
yakışıksız bir iştir. Sadece O’nu tazim etmek gerekir (3. âyet). Görevde sabır
ve sebat etmek, onu başarmayı sağlayan iki faktördür (7. âyet). Allah’a ve
güzel ahlâka dâvet eden kimsenin, başa kakma (6. âyet), bir bedel ve karşılık
bekleme gibi olumsuz vasıflar olmaksızın, kendilerini Allah’a adamaya,
güzel ahlâka ve hayır işlemeye çağırdığı kimseler için çok iyi bir örnek ve
temiz, her tür fuhşiyât, günah ve çirkinliklerden, hoş olmayan görüntüden
uzak olması gerekmektedir.
789 2/Bakara, 6
• 345 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Bu metod Peygamber için emredilse de; onun içerdiği mesaj, ümmet
içerisinde önderlik, yönlendirme, irşad ve ıslah fonksiyonlarını üstlenen
her dâvâ adamı dâvetçi için de geçerlidir.
Bu âyetler ile İslâm’a dâvette yeni bir safha açılmıştır. Allah Teâlâ, Rasûlüne;
artık oturmanın, yatıp uyuma zamanının geçtiğini, İslâm dâvetini
yayması, insanları uyarması gerektiğini bildirmektedir. Müzzemmil sûresi
ilk âyetleriyle müşriklerin çıkaracakları büyük zorluklara hazırlıklı olmak
için bazı rûhî hazırlıkların yapılması gerektiğini bildirmişti. Teheccüdle,
Kur’an’ı tertîl ile okuyarak, namazda kıyâma durarak iç dünyasını
güçlendiren Rasûl, şimdi artık dışa açılmalıydı. Namazda gereği gibi kıyâm
eden Rasûl, namazdaki gibi farz olan toplumsal kıyâmı gerçekleştirmeliydi.
Onun ilk adımı olarak kendisi kıyâm etmeli, kalkmalı, insanları uyarmalıydı.
Aynen örnekleri ve önderleri gibi dâvâ adamı mü’minlerin de görevi
hatırlatılıyor. Önce içini kuvvetlendir, psikolojini sağlamlaştır, enerjini doldur;
sonra tebliğ. Önce mıknatıs gücünü arttır; sonra içinde metal olanları
çek, cazibe merkezi ol.
Bu âyet; o büyük insanın şahsında bütün mü’minlere sesleniyor: “Kalk
ve insanları uyar” (2. âyet). Bu hitap kıyâmete kadar mü’minlerin kulağında
çınlayacaktır. Allah Teâlâ, müslümana daldığı derin uykudan, büründüğü
örtüden sıyrılıp, cehenneme doğru sürüklenen insanları Allah’ın dinine
döndürmek için cihada ve mücadeleye girişmeyi, bu yolda karşılaşılacak
meşakkatlere hazır olmayı emrediyor.
Bu işe başlamadan önce, bedenî ve ruhî bir ön hazırlığın olması gereklidir.
Müzzemmil sûresindeki hazırlıkların dışında, burada da tevhidî vurgular
yapılmaktadır. Allah Teâlâ, bu terbiyeyi ihtiva eden emirleri verirken
vurguladığı noktalar, bir müslümanın cihad yolculuğunda yaşaması gereken
hayatın üzerine bina edileceği temel unsurlardır; bu vurgular bizim
için de yapılmaktadır: “Rabbini yücelt! Elbiseni temizle! Azâba götürecek
şeylerden sakın! Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma! Rabbin(in rızası)
için (müşriklerin eziyet ve sıkıntılarına şimdilik) sabret!” (3-8. âyetler).
• 346 •
Ahmed Kalkan
“Ve Rabbini tekbir et, yücelt!” (3. âyet)
Bu âyette Kur’ân’ın mucize niteliğinde bir edebî sanatı vardır: Âyette,
tersten de aynen okunabilmesi demek olan “kalbü’l-müstevi cinası” yapılmıştır.
Âyetin Arapçası “‚ ربّكفكبّ - Rabbeke fe kebbir”dir. Âyetin yazıya temel
olan harfleri ise sırasıyla “R-B-K-F-K-B-R” harfleridir. Bu sıralama ister
sağdan ister soldan okunsun, cümle iki halde de “Rabbeke fe kebbir”
okunur. Bu, gerçekten olağanüstü bir ifade sanatıdır.
Ey Muhammed! Sana karşı çıkan o korkunç ve büyük güçlere hiç aldırış
etmeden açık açık “Benim Rabbim hepsinden daha büyüktür.” de. Eğer çok
büyük derdin olursa, Rabbine: ‘Benim büyük bir derdim var’ deme! Bilakis,
derdine dönüp: ‘Benim çok büyük bir Rabbim var’ de! Rabb’ine kulluk
ederek ve ihtiyaçlarını sadece O’ndan iste, yalnız O’nu yücelt. Sadece O’nu
büyük tanı ve noksan sıfatlardan uzak tut. O Yüce mabuduna tekbir ve tesbihte
bulun, O’nun birliğini, ortak ve benzerden uzak olduğunu zikrederek
ibâdet ve itatte devam et. Sadece O’nun ulu ve büyük olduğunu söyle. Her
ne olay olursa olsun hiçbir nedenle artık onu tekbir ile büyükleme görevini
bırakma. Büyüklüğün ancak O’nun şânı olduğunu ve O’na karşı her şeyin
küçük ve değersiz bulunduğunu kalben tanıdığın gibi, söz ve fiilinle de anlat,
ilan et. Zira Allah’tan daha büyük hiç kimse yoktur.
Ey yalnızlığa bürünmüş olan! Rabbini tekbir et. Böyle yalnız kalınmaz,
böyle sessiz durulmaz. İnsanlık, vicdanın ve merhametin gür sesine muhtaç.
Meydana atıl, şehirlere gir, insanlarla konuş. Konuş ki Allah’tan başka
büyük olmadığını duysunlar. Onlara anlat ki kendini büyük zanneden
krallar, imparatorlar, zenginler, din adamları küçülsün. Allah’ın kullarını
kendine kul-köle yapan müstekbirlerin tahtları sarsılsın. Allah’tan başka
herkes ve her şey tapınma aracı olmaktan çıksın. İnsanı bağlayan her zincir
kırılsın. İnsanın önüne melekûtun sınırsız derinlikleri serilsin. İnsan özgürleştiçe
özgürleşsin. Allah’a gitmeye mâni olan bütün duvarlar yıkılsın.
Çünkü Allah’tan başka büyük yoktur. İnsanı özgürleştirecek Allah’ın melekûtundan
başka derinlik yoktur (İ.E).
Muhammed Ali es-Sabuni diyor ki: “Rasûlullah’ın (s.a.s.) (ve O’nun
izindeki dâvetçi mü’minlerin) kâfirlere aldırış etmemesi için onu uyarmak
maksadıyla, bu cümle “enzir/korkut” emrinden sonra zikredildi. Çünkü
mahlûkatın perçemleri Allah’ın elindedir. Dolayısıyla Rasûlullah’ın (ve
• 347 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
dâvâ adamı muvahhid mü’minlerin) mahlûkattan birini yüceltip Allah’tan
başkasından korkması yakışmaz. Çünkü her büyük, Yüce Allah’ın azameti
ve büyüklüğü altında ezilmiştir.”790
Rabbini büyükle, tekbir getir. Bu âyet, namaza da işaret etmektedir. Namaz,
tekbirle başlar, rükûnları arasında hep tekbir vardır. Müşriklerde rükû,
secde ve namaz bilgisi bulunmasına rağmen, onların namazın/salâtın içini
boşaltarak tamamen formel bir duruma indirgediklerini, Kur’an ise namaz-
takvâ, namaz-mâun/infak, namaz-terk-i fahşâ ve fuhş ve namaz-zikrullah
birlikteliğini kurarak ıslah ettiğini ve böylece onun tevhidî, ahâkî,
ictimâî ve siyasî boyutlarına dikkat çekmiştir.
Âyetin “ve Rabbeke fe kebbir” şeklinde kelimelerin sıralanışı, mânâyı şu
hale getirmektedir: Ve Rabbini, ancak Rabbini büyükle. Her ne olay olursa
olsun hiçbir nedenle artık onu tekbir ile büyükleme görevini bırakma.”791
Biz, gerçekten söylenmesi gerektiği gibi, Allahu Ekber diyebilsek, Allah’tan
başka büyük yok diye haykırabilsek, “en büyük filan” sözleri söylenemez, başkaları
başkalarının büyüklüğünü gündeme getiremez. Allah’ı tekbir etmek
deyince, aklımıza ezan, namaz ve cihad gelir. Bu durumlarda “Allahu ekber”
bir şiardır. Öyleyse hayatın her zamanında Allah’ı yüceltip tekbir getirmemiz,
aynı zamanda ezanın simgeleştirdiği tevhidî dâveti yerine getirip topluma
tevhidi ilan etmemiz, namazı ikame etmemiz ve cihadın her çeşidini, Allah’ın
kelimesi yüce olsun diye, “Allahu ekber!” nidâsıyla îfâ etmemiz isteniyor.
Tekbir, bir peygamberin (ve muvahhid bir mü’minin) bu dünyada yerine
getireceği ilk ve en baş vazifesidir. Bu vazife gereğince Allah’ın dışında
bütün büyüklük taslayanları bir kenara iterek, cahil insanlara bu kâinatın
yüceliğinin ancak ve ancak Allah için olduğunu, O’nun dışında kimsenin
buna lâyık olmadığını bildirirler. Onun içindir ki İslâm’da Allahu Ekber
(Allah en büyüktür) en önemli kelimedir. Ezana başlarken bunu ilân ederiz.
Namaza da bununla başlarız. Otururken kalkarken “Allah en büyüktür”
deriz. Bir hayvanı keseceğimiz zaman “Allah’ın adıyla, Allah en büyüktür”
deriz. Tekbir nârası bütün müslümanlar için en bâriz bir nişan ve slogandır.
Çünkü bu ümmetin peygamberi de ilk vazifesine Allahu Ekber diyerek
başlamıştı.
790 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/120.
791 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 8/416.
• 348 •
Ahmed Kalkan
Burada lâtif bir tenkid vardır ki onu anlamak gerek. Bu âyetin nüzul
zamanı anlatılırken de denildiği gibi bu, Allah Rasulü’ne peygamberlik vazifesini
yerine getirmesi için verilen ilk emirdi. Şurası açıktır ki, böyle bir
vazifeyle emir öyle bir toplum ve öyle bir şehirde verilmişti ki o sadece
şirkin merkezi değil, oradaki herkes müşrikti. Daha önemlisi Mekke, bütün
Arap yarımadasının müşriklerinin en büyük tapınağı idi. Kureyşliler de
bu mabedin bekçileri idiler. İşte böyle bir yerde yapayalnız tek başına Tevhid’in
bayrağını yükseltmek çok tehlikeli bir işti. Onun için “Kalk ve uyar!”
emrinden hemen sonra “Rabbinin yüceliğini ilân et” buyrulmuştur. Yani şu
anlam çıkıyor: “Sana karşı çıkan o korkunç ve büyük güçlere hiç aldırış
etmeden açık açık “benim Rabbim hepsinden daha büyüktür!” de. Bu çağrıya
karşı koyanların Allah’a karşı hiçbir ehemmiyeti yoktur. Allah yoluna
girenler için en büyük cesaret verici şey, Allah’ın büyüklüğü bir kimsenin
kalbine girdikten sonra o kimsenin Allah’ın rızası için bütün bir dünyayı
karşısına almaktan çekinmeyeceği gerçeğidir.792
Şimdi de Peygamberimizin kendine dönülerek başkalarını uyarma görevinin
arkasından Rabbinin büyüklüğünü dile getirmeye çağrılıyor: “Rabbinin
büyüklüğünü dile getir.” Sadece Rabbini büyük bil. Yüceltmeye lâyık
olan tek büyük O’dur. Bu direktif, tevhide dayalı imanî düşüncenin anlamını
belirler.
Herkes, her şey, her değer ve her gerçek küçüktür. Büyük olan sadece
Allah’tır. Tek ve eşsiz olan Allah’ın büyüklüğünü ve yüceliği karşısında bütün
kütleler, bütün hacimler, bütün güçler, bütün değerler, bütün olaylar,
bütün gelişmeler, bütün anlamlar, bütün şekiller küçülür, sönük ve belirsiz
kalır.
Peygamberimizin insanlığı uyarma görevini omuzlarken, bu görevin
sıkıntılarını, baskılarını ve zorluklarını bu bilinçle, bu düşünce ile göğüslemeye
yönlendiriliyor. Çünkü kendisini uyarma görevine atayan Rabbinin
tek “büyük” olduğu gerçeğine bağlanınca bütün komplolar, bütün kaba
güçler, bütün engeller gözünde küçülecektir. İslâm’a dâvet görevinin sıkıntıları
ve zorlukları bu düşünceyi, bu bilinci sürekli biçimde taze tutmayı
gerektirecek kadar ağırdır. 793
792 Mevdûdi, Tefhimu’l Kur’an
793 Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an
• 349 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
“Rabbini büyükle! Rabbini yücelt! Büyüklüğün, yüceliğin ancak Rabbinin
şânından olduğunu, küçüklüğün, horluğun, hakirliğin Allah’tan başkalarına
ait olduğunu ilân edip tüm dünyaya haykır! Ama önce kendin kabul
et bunu! Sadece buna iman değil, bunu amel, söz, fiil, tavır olarak ortaya
koy!” denilmektedir.
İşte İslâm’ın ortaya konulmasının bel kemiği budur. Kıyamın şartı ve
hedefi budur. Dikkat ederseniz namazın kıyamına kalkınca da: “Allahu Ekber”
diye başlıyoruz. Büyüklük ancak Allah’a aittir. Kibriyâ sadece Rabbimize
aittir, O’nun dışında herkes küçüktür. Allah Ekberdir, Kebirdir, Kibriyâ
sıfatı sadece O’nundur. Bunu anladıkça, küçücük olmalı insan. Allah’ın karşısında
küçüldükçe küçülüp âciz olduğunun, kul olduğunun farkına varmalı
her an. İşte Allah karşısında kişinin mutlak takınması gereken tavır
budur.
Diliyle “Allahu Ekber” deyip hayatıyla bunu yalanlamak hiçbir değer
ifade etmeyecektir. Diliyle her gün, her namazında “Allahu Ekber” dediği
halde “Filan futbol takımı en büyük, başka büyük yok!” diye bağıran kişi, ya
da devleti, parayı, işi, eşi, aşı gözünde büyüten insan, Allah’ı büyükleme konusunda
çok gâfil demektir. Çünkü ilâhlaştırılanlar büyüktür, büyük kabul
edilir. Kişi neyi ilâh kabul etmişse onu kendinden büyük kabul ettiği için
ona yönelir, sözünü dinler.
Göklerde ve yerlerde kibriyâ, göklerde ve yerlerde büyüklük sadece
O’na aittir. Allah en büyüktür, tek büyüktür, başka büyük yok! Hangi konuda?
Her konuda. Ekonomik sorunların çözümünde mi? En büyük Allah!
Allah’a sorulacak, Allah’a başvurulacak. Siyasal bakış açısı geliştirmede Allah
en büyük; O’nun hükümleri hâkim olmalı. Sosyal ilişkilerde, kılık-kıyafet
konusunda, hukukla ilgili hususlarda, eğitimde, öğretimde Allah en
büyük. Aklınıza ne geldiyse Allah en büyük… Hayatın tüm problemlerinin
çözümünde Allah en büyük, başka büyük yok! Kur’an’da şöyle buyuruyor
Rabbimiz: “Göklerde ve yerde azamet (büyüklük, yücelik) O’nundur, O, güçlüdür,
Hakîmdir.” 794
794 45/Câsiye, 37
• 350 •
Ahmed Kalkan
İnsanların hayatında ilâhlaştırılanlar yüceltenlere göre en büyüktür.
Kişi neyi ilâh kabul etmişse onu kendisinden daha büyük kabul ettiği için,
sözü dinlenecek varlık, yasaları uygulanacak varlık bildiği için onu ilâh kabul
eder ve onun sözünü dinler. Meselâ aşırı yücelttiği şeyhini, büyük ve
küçük tâğutları, kendisinden büyük ve sözü dinlenecek varlık bildiği için
ilâhlaştırır gâfil insan.
Allah en büyüktür, Allah tek büyüktür, kibriyâ sadece O’na aittir. Çünkü
kâinattaki tüm varlıkları yoktan yaratan O’dur. Her şeyi meydana getiren
O’dur. Hayatı yaratan O’dur.
Eğer yeryüzünde Allah’tan başka büyükler kabul eder ve onlara itaat
etmeye kalkarsanız, onları ilâh makamına koyarak onların kanunlarını
uygulamaya çalışır, “Efendim bunlar sanat büyükleri, bunlar ilim büyükleri,
bunlar hukuk, bunlar siyaset büyüklerimiz, bunlar devlet ve yönetim
büyüklerimiz, bunlar hikmet, bunlar mânevî, sığınma ve şefaat büyüklerimiz”
diyerek Allah dışında kendinize birtakım büyükler bulur da Allah’a
yapılması gerekenleri onlara yapmaya kalkışırsanız, o zaman Allahu ekber
dememiş olursunuz. Bilesiniz ki o zaman Allah Azîz ve Hakîmdir, sizden
intikam almasını, cezalandırmasını da bilir.
Allah büyük, âlemler küçüktür. Allah büyük, dünya küçüktür. Allah
büyük, biz küçüğüz. Peki, biz ne zaman büyürüz? O “Büyük”le diyalog
kurunca, O büyüğün büyüklüğü ile irtibata geçince, büyükler büyüğüne
kulluğa yönelince, büyükler büyüğünün desteğini kazanınca, büyükler büyüğünün
safında olunca. Öyleyse Allah’ı büyükleyelim ve Allah’la beraber
olmaya çalışalım.
Hayatın her alanında Allah’ı söz sahibi kabul ederek Allah’ı büyükleyelim.
Hayata Allah’ı karıştırmamaya çalışan tüm şeytanları ve şeytan sistemlerini
reddederek Allah’ı tekbir edelim. Malda ve canda Allah’ı söz sahibi
kabul ederek, Allah için maldan ve candan geçerek Allah’ı tekbir edelim.
Hayatımızın tümünü O’nun emrine vererek Allah’ı büyükleyelim. Kazanma,
harcama, çocuklarımızın eğitimi, hukuk konusunda ve tüm konularda
yeryüzünde büyüklenen tüm müstekbirleri, tüm sahte tanrıları ve tanrıçaları
küçülterek Allah’ı büyükleyelim. 795
795 Ali Küçük, Besairu’l Kur’an
• 351 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
“Ve de ki: ‘Hamd (övgü), çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan ve
düşkünlükten dolayı yardımcıya da (ihtiyacı) bulunmayan Allah’a aittir.’ Ve
O’nu tekbir edebildikçe tekbir et (büyük tanı)” 796
Biz müslümanlar, sevindiğimizde, üzüldüğümüzde, şaşırdığımızda,
şok olduğumuzda, hayran olduğumuzda hep tekbir getiririz: Allahu ekber!
Çünkü “Allah en büyüktür” mânâsına gelen tekbirin işlevi de, anlamı kadar
büyüktür. Seviniyorsak sevincimizi Allah’ın büyüklüğüne bağlarız. Üzülüyorsak,
kendimizi Allah’ın en büyük oluşuyla teselli ederiz. O’ndan bağımsız
bir saâdet ve felâket tasavvur etmediğimiz için safâ halinde de, cefâ
halinde de “Allahu ekber” deriz. Şaşırdığımızda, Allah’ın en büyük oluşunu
hatırlar ve bizi şaşırtan şeyin Allah için çok basit, sıradan bir şey olduğunu
bir kez daha hatırlarız. Şok olduğumuzda, bizi şok eden olayın Allah katında
daha büyüklerinin olduğunu dile getirmek için tekbir getiririz. Hayran
olduğumuzda, hayretimizi esere değil; o eserin sahici müessirine, sanata
değil; asıl sanatkâra yönelttiğimizi tekbirle ifâde ederiz.
Namaza “Allahu ekber”le başlar ve her rekâtta beş kez bunu tekrarlarız.
Namaz ki; o, Allah karşısında kulun esas duruşunu temsil eden ibâdetler
mecmuasıdır. Allah’ın en büyük olduğunu itiraf ederek başlamayan bir
ibâdet, insanı kula kulluktan nasıl kurtarabilir? “Allahu ekber!” demekle,
kula ve eşyaya kulluğu reddettiğimizi ifâde etmiş olur ve O’na kulluğumuzu
secdeyle zirvesine taşırız. İşte tekbirin insanı getirdiği son nokta bir sevgi,
saygı hareketi olan secdedir. 797
“Ve elbiseni temizle.” (4. Âyet)
Elbiseni, kendini, seni üzerindeki giysiler gibi yakından sarmış olan cemaat
ve topluluğu maddî mânevî her türlü pislikten temizle. Irzını koru.
Kalbini ve çevreni şirk ve isyandan iman ve itaat ile arındır. Namaz gibi
ibadetlere en temiz elbiselerle devam et. Kılık kıyafetine dikkat et. Çünkü
mü’min temizdir, paktır. Pis şey taşımak ona yakışmaz. Ayrıca, Allah’a karşı
saygı göstermekten de geri durma.
796 17/İsrâ, 111
797 D. Ârif Çevikel, Allahu Ekber
• 352 •
Ahmed Kalkan
Rabbimiz, Efendimizin şahsında bizlere de “elbiseni
temiz tut” diyor.
Yani tebliğci; iç dünyasını şirkten, küfürden, inkârdan temizleyecektir.
Dış
dünyasını da pisliklerden yani görünen pisliklerden temizleyecektir.
Çünkü
içimiz gibi dışımızın da, görüntümüzün de temiz olması önemlidir, insanlar
dış görüntüye de dikkat ederler.
“Elbiselerini pislikten temiz tut.” Çünkü beden ve elbisenin temizliği
ile ruhun temizliği birbirlerinin gerekleridir. Temiz bir ruh, pis bir beden
ve pis bir elbise içerisinde kalamaz. Allah Rasûlü insanoğluna, beden ve
giysi temizliği talimlerini tafsilatlı olarak vermiştir. Öyle ki değil sadece o
zamanki cahiliyye Arapları, bugünkü en uygar toplumlar bile bu seviyede
sayılamaz. Hatta dünyadaki bazı dillerde taharet kelimesi bile bulunmamaktadır.
Hâlbuki İslâm’da hadis ve fıkıh kitapları “Tahâret Bahsi” ile başlarlar.
Bu kitaplarda temizlik ve necislik arasındaki farklar anlatılır ve nasıl
temiz olunur, nasıl taharet alınır, detaylarıyla izah edilir.
Elbiseden maksat, ameldir, kalptir, nefistir, bedendir, aile halkıdır, insanlardır,
dindir, insanın üzerine giydiği giysilerdir. Bu âyetteki “siyab”
(giysi) kelimesi nefisten veya kalpten kinaye olmak üzere birçok tefsirci
“Elbiseni temizle” âyetini “kendini veya kalbini günahtan, haksızlıktan temiz
tut, yaptığın uyarıları kabule engel olacak kirli huylardan sakın, öğütlerinin
kabul edilmesini sağlayacak olan güzel ahlâk ile ahlâklan” diye manevî
ve ahlâkî temizlik ile tefsir etmişlerdir. Fakat kinaye, hakikî mânânın
da kastedilmesine engel olmadığı için, bu şekilde bir tefsir aynı zamanda
gerek bedenin gerek elbisenin maddi temizliğinin emredilmiş olmasına
aykırı olmaz. Çünkü “tahâret” ve “nezâfet” kelimeleri dilimizde temizlik
mânâsına gelmekle birlikte taharet, nezafetten daha genel olarak maddî ve
manevî temizliği kapsar. Bununla beraber burada bundan başka bir mânâ
daha vardır ki o da “siyâb” kelimesinin bir şeyi yakından bürüyen, kuşatan
şeyden ve zarftan kinaye ve mecaz olmasıdır. Yani “seni üzerindeki giysiler
gibi yakından sarmış olan cemaat ve topluluğunu, ilk önce etrafındaki kimseleri
temizle” demek olur ki bu mânâ “Önce en yakın akrabalarını uyar.”798
âyetinin mânâsına da uygun düşer. Hem bunda Hz. Peygamber (s.a.s.)’in
maddî ve manevî nefis temizliği öncelikle anlatılmış olacağından onun nefsindeki
temizliğini hatırlatmaya gerek kalmaz.”799
798 26/Şuarâ, 214
799 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 8/416-417.
• 353 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
“Siyab” lafzan “elbise”, mecâzen elbisenin örttüğü “beden”dir. Bu âyet,
maddî temizliği, bir sonraki âyet de mânevî temizliği emreder. Namaz abdesti,
bu emrin neticesi olsa gerektir. Bu âyetler hem misyon hem vizyon
inşâ etmektedir.800
Elbise, iffet ve namus mânâsına da gelir. Meselâ Türkçe’de kullanılan,
“Eteği kirli”, “Eteği temiz” veya “Uçkuruna düşkün” gibi sözler, elbiseyle
ilişkin ama namus ve iffeti çağrıştıran ifadelerdir. “Öyleyse ey peygamberim
ve ey peygamber yolunun yolcusu Müslümanlar! Elbiselerinizi temizleyin!
Yani eteklerinizi temiz tutun! Uçkurlarınıza sahip çıkın! Namuslarınıza,
iffetlerinize sahip olun! Namussuz ve iffetsizler olmayın!” anlamına
gelecektir bu emir.
Elbise, kişinin ahlâk ve faziletini anlatır. Elbiseyle ahlâk ve fazilet kastedilir.
Hani “Üzerime bu güne kadar fısk ve fücur elbisesi giymedim!” veya
“Dalkavukluk, dangalaklık, kisvesine bürünme!” diye bir laf kullanılır. İşte
bu da elbise mânâsına gelmektedir ve bu konuda da Rabbimiz bizden temizlik
istemektedir. Ahlâk temizliği ve fazilet örnekliliğinize dikkat edin
denilmektedir.
“Pislikten uzak dur.” (5. Âyet)
Yani, mânevî tüm pisliklerden uzak dur. Ricz “azap ve necâset”, rucz
“put ve şirk” mânasına gelir. “Fehcur” hecera’nın emridir. Hecera’nın emri
ile hâcera’nın emri arasındaki fark şudur: Birincisinin amacı bir şeyden tamamen
alâkayı kesip uzaklaşmak için yola çıkmak, ikincisinin amacı bir
şeye kavuşmak için yola çıkmaktır.801
Putlara ibâdetten, kabalıktan, her türlü ahlâksızlıktan, azaba, maddî
ve mânevî hastalıklara, musibetlere sebep olacak günahtan, temiz olmayan
hallerden uzak durmaya devam et, müşriklerin ahlâkından uzak dur,
temizlikten, taharetten, ibadet ve itaatten ayrılma. Sakın bu pis şeylere yaklaşma.
O müşriklerin ahlâkı ile ahlâklanma. Aksi takdirde harama, şirke ve
küfre girersin. Yaşantınla İslâm’a örnek ol. İnsanlar senin şahsında İslâm
ahlâkını görsünler.
800 M. İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an
801 M. İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an
• 354 •
Ahmed Kalkan
“Pislikten kasıt, her türlü pisliktir. Akidedeki pislik, düşüncedeki pislik,
ahlâkî pislik, ameldeki pislik, beden ve elbisedeki pislik ve yaşantıdaki pislik
vs. Yani çevrende, toplumda her türlü pislik yaygın haldedir, işte bundan
kendini temiz tut. Kimse; “Bu, başkalarına bir şeyler anlatıyor ama kendisi
bile yaşantısında bu pisliklerden arınmış değil” dememelidir. Bu yüzden
senin yaşantında bütün bunlardan hiç bir iz bile olmamalıdır.”802
“Çirkin davranışlardan uzak dur.” Peygamberimiz, peygamber olmadan
önce bile müşriklikten ve azaba çarpılmayı gerektirecek iğrençliklerden
uzak durmuştu. Sağlıklı fıtratı bu tür bir sapıklığı, böylesine lekeli bir inanca
kapılmayı, bu çeşit ahlâk bozukluklarını ve kirli gelenekleri reddetmişti.
Onun hiçbir cahiliye uygulamasına katıldığı görülmemiştir. Buna rağmen
kendisine niçin bu direktif veriliyor? Amaç barış ve uzlaşma kabul etmez
bir farklılığı, bir saf ayrımını açık açık duyurmaktır. Çünkü İslâm yolu ile
müşriklik akımı, hiçbir noktada buluşmayan iki ayrı yoldur. Bunun yanı
sıra bu direktifle söz konusu iğrençliğin kirinden uzak durma yönünde duyarlı
bir bilinç oluşturma amacı da güdülmüştür. Âyetin orjinalinde geçen
“rics” sözcüğü aslında “azab” anlamındayken zamanla azaba uğramayı gerektiren
davranışlar anlamını kazanmıştır.803
“Ve o pislikleri artık savıp uzaklaştır. “Rücz” ve “ricz” kelimeleri pislik
ve azap mânâsına geldiği gibi burada put ve heykel demek olduğunu da
açıklamışlardır.”804
“Kötülüklerden de uzak dur.” Yani kötülük yapma, kötülük yapanlarla
beraber olma, kötülük çarşılarında gezme, kötü arkadaşlarla birlikte
olma.
Peygamber efendimizin bir hadisi atasözü haline gelmiştir. “İslinin yanında
oturanda is, misklinin yanında oturanda misk kokar.”805 Kötülerin yanına
ancak, onları kurtarmak için gidilecektir.806
“Çok görerek başa kakma (Allah için yaptığın iyiliği çok görme. İyilik
yapmayı kazanç kapısı haline getirme).” (6. Âyet)
802 Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/470.
803 Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an
804 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 8/417.
805 Buhâri, Büyû’ 38; Müslim Hicr 146; Ebû Dâvud, Edeb 16
806 Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yay., 8/101
• 355 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Allah için yaptığın iyiliği çok görme. “el-memnûn”, yardım edenin yardım
alana iyiliğini hatırlatması, bir tür baş kakıncı yapması. Zemahşeri’ye
göre; “çok görerek verme, verdiğini çok sanarak verme” veya “daha çoğunu
umarak vermemezlik etme” anlamına gelir. Bu âyet istiksârı yasaklar. İstiksâr:
Bir kimsenin daha fazlasını alma beklentisiyle vermesidir. Bu mantığı
“kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” sözü iyi özetler.807
Ey Muhammed! İnsanlara yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma. Bir
iyilik yaptığın, bir lütuf ve ihsanda bulunduğun zaman, verdiğin kimseden
karşılığında daha çoğunu almak maksadıyla yapma. Dünya ticareti ve maksadını
gözeterek veya gösteriş ve iki yüzlülük yaparak iyilik etme; sırf Allah
için iyilik et, başkasından bir karşılık bekleme. Çünkü cömert kişi, verdiği
çok da olsa onu az görür. Fakir olmaktan korkmayan kimse nasıl verirse,
sen de öyle ver. Yapmış olduğun amelinden dolayı Rabbine karşı sitemde
bulunma ve amelini gözünde büyütme. Zira, amelin, Rabbinin sana verdiği
nimetler karşısında çok büyük bir şeydir. Ey Muhammed, sen nübüvvetini
insanların başına kakarak ondan dolayı insanlardan ücret alıp malını çoğaltmaya
kakma, çokça hayır işlemekten gevşeme, sıkı dur. Allah rızası için
Allah’ın istediği şekilde karşılık beklemeden iyilik et. İnsanların kabalıklarına,
nankörlüklerine, kalleşliklerine sabret. Mükâfatı yalnızca Allah’tan
bekle. Şüphesiz Allah senin ecrini eksiltmeyecek, bilakis artıracaktır.
İmanını Minnet Edenler
“Müslüman oldular diye sana minnet ederler. De ki Müslüman oluşunuzu
başıma kakmayın. Bilakis Allah size İslâm’ı nasip etmekle size iyilikte bulundu
ve minnet hakkı O’na aittir. Şâyet sâdıklardansanız bilin ki Allah size
imanı hidâyet etmekle size iyilikte bulundu.”808 Kimdir bu insanlar? Şimdi o
sıcak sahneyi takip edelim:
“A’râbîler dedi ki biz iman ettik. De ki siz iman etmediniz. Lâkin ‘müslüman
olduk (teslim olduk)’ deyin. Henüz iman kalbinize girmedi. Şâyet
Allah’a ve Rasûlüne itaat ederseniz amelleriniz boşa çıkmaz. Şüphesiz Allah
çok bağışlayan ve çok af edendir.” 809 Bunlar ‘A’râbîlerdir.’ Örnek somuttur. O
günün canlı bir örneği. Ancak vasıfları geneldir.
807 M. İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an
808 49/Hucurat, 17
809 49/Hucurat, 14
• 356 •
Ahmed Kalkan
İmanın kalbe girmesi ve bunun tezahürü Allah (c.c.) ve Rasûlüne itaat.
Evet itaat. Allah ve Rasûlüne teslimiyetin adı. İslâm’ın baş döndürücü
ilerlemesi karşısında imtihanını verememiş iman anlatılıyor. Bunun somut
örneği bedeviler.
Onların minnetine karşılık onlara minnet etmeyen müminler örnek
gösterilmiş. “Mü’minler o kişilerdir ki Allah’a ve Rasûlüne iman ederler ve
sonra hiç bir şüphe duymazlar. Mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihad
ederler. İşte sâdık olanlar onlardır.” 810 Minnet edenlerin sâdık olmadığını
anlatıyor. Dolayısıyla minnet olayının imanla irtibatını yokluyor. İkide bir
yaptıklarını başa kakanlar ve yapmamak için sebepler arayanlar imanlarını
sorgulamalılar. Sadâkatlerini gözden geçirmeliler. Allah (c.c.) âdeta onlara
kızarak şöyle buyuruyor. “De ki siz mi Allah’a dininizi öğretmeye kalkışıyorsunuz?
Allah göklerde ve yerde olan her şeyi bilir. O her şeyi bilendir.” 811
Bizim gücümüz kişiliğimize bağlıdır. Rabbimize olan samimiyetimize
bağlıdır. Onun için, dinin ihlâsla Allah’a has kılınması istenmiştir. 812 Bunun
da ilk yolu tüm nimetleri Allah’a has kılmakla olur. Sadece bizi yarattığı için
değil. Sadece bizi yaşattığı için değil. Sadece bize nimetler, mal mülk verdiği
için değil. Bilakis bize iman ve İslâm nimetini öğreten Rasûlü (s.a.s.) gönderdiği
için dahi O’nun minnetini ödeyemeyeceğiz. O halde onun dinine
hizmet ederken kendimizi çok önemli bir şeyler yapmış olmakla vasıflayıp
yaptıklarımızı heder etmeyelim.813
“Ve Rabbin için sabret!” (7. Âyet)
Verdiğin şeylerden dolayı karşılık bekleme. Allah’ın emirlerini yerine
getir, yasaklarından kaçın ve Allah yolunda başına gelen her türlü işkence
ve eziyetlere Rabbin olan Allah’ın rızası için sabret, fedakârlıkta bulun. Sana
verilen bu görev çok zor bir iştir. Bu yüzden birçok musibet ve eziyetlerle
karşı karşıya kalacaksın. Senin halkın bile sana düşman olacak. Bütün Arap
Yarımadası sana karşı cephe alacak. Ama ne olursa olsun Rabbinin hatırı
için bunlara sabret, üzülme ve bu vazifeyi sebat ve karar ile yerine getir.
Hiçbir korku, hırs, dostluk, düşmanlık ve sevgi seni bu davadan vazgeçir-
810 49/Hucurat, 15
811 49/Hucurat, 16
812 Bk. 98/Beyine, 5
813 Yalçın İçyer
• 357 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
mek için araya girmesin. Bunlara rağmen kendi yolunda ısrarla devamını
sürdür. Mükâfatı, muvaffakiyeti Hak Teâlâ’dan bekle.
Rabbinin Emirlerini Tutmada Sabır
“Rabbin için sabret” Bu âyetle ilgili olarak şu izahlar yapılabilir:
1) “Bağışta bulunup, iyilik yaptığında, başa kakmayı ve yaptığın işi büyütmeyi
bıraktığın için sabret” yani, “Rabbinin rızasını gözettiğin için, böylesi
davranışları bırak.”
2) “Malını verip tasadduk ettiğinde, karşılık bekleme. Bu beklememe,
Rabbinin rızası için olsun.”
3) “Bu sûrenin başında sana bazı şeyler emrettik, bazı şeyleri yasakladık.
Binâen aleyh Rabbinin emrinden ötürü, o emredilenleri yap, nehyedilenleri
terk et.” Buna göre, sanki şöyle denilmek istenmiştir: Bu âyetten
önce, bir takım şeylerin yapılması, bir takım şeylerin de yapılmaması mükellefiyeti
yer almış; bu âyette ise, o şeylerin yapılıp yapılmamasının gerekçesi
açıklanmıştır ki bu da, Allah Teâlâ’nın rızasını elde etmedir.
4) Daha önce, Mekke müşriklerinin bir araya gelerek, Hz. Muhammed
(s.a.s)’in durumunu görüştüklerini, içlerinden Velid b. Muğire’nin kalkıp
evine gittiğini, bunun üzerine oradakilerin, “Velid herhalde dinini terk etti
(müslüman) oldu” dediklerini. Bunun üzerine Ebû Cehil’in onun yanına
giderek, “Atalarının dinini terk etmesin diye, sana verilmek üzere Kureyş
aralarında mal topladı” dediğini anlatmıştık. Bu demektir ki Velid, elde
edeceği bu maldan ötürü küfrünü sürdürmüştür. Bu sebeple, Hz. Muhammed
(s.a.s)’e, “O, işte o maldan ötürü bâtıl din ve inancını sürdürdü. Sen
ise, başka bir şey için değil, sırf Hak rızası için hak dinde sabr u sebat et”
denilmiştir.
5) Bu âyet, müşrikler için bir ta’rîzdir. Buna göre Hz. Muhammed
(s.a.s)’e, “Puttan değil, Rabbinin yüceliğini ilan et; elbiseni temizle ve müşrikler
gibi, bedeni ve elbisesi pis olma. Kötülük yapmayı ve eziyet vermeyi
terk et. Kâfirlerin yaptığı gibi, sakın bunlara yaklaşma. Kâfirlerin, Velide bir
miktar mat verip de, o azıcık malı gözlerinde büyütmeleri gibi, sen de verip,
verdiğin şeyleri gözünde büyütme.
• 358 •
Ahmed Kalkan
Mal ve makam gibi, dünyevi gaye ve maksatlardan ötürü değil de, sırf
Rabbine tâat olan niyetlerle, Rabbin için bunlara sabret” denilmek istenmiştir.
814
“Rabbin İçin sabret!” Yani Rabbin, efendin, mutlak mâlikin için farzları
edâ ve O’na ibâdet etmek üzere sabret, diren! Mücahid: ‘Sana yapılan
eziyetlere
katlan’ diye açıklamıştır. İbn Zeyd; ‘Sana büyük bir iş yükletilmiştir.
Bu da Araplarla ve acemlerle (Arap olmayanlarla) savaşmaktır. O halde
Allah için buna sabret!’ Şöyle de açıklanmıştır: ‘Sen, Yüce Allah için kaza ve
kaderin emri altında sabret, katlan!’
‘Belâlara sabret’ diye de açıklanmıştır. Çünkü O, dostlarını ve seçtiklerini
sınar. Emir ve yasaklarına sabret’ diye açıklandığı gibi, ‘ailenden ve
vatanından
ayrılmaya sabret’ diye de açıklanmıştır. 815
“Sana verilen bu görev çok zor bir iştir. Bu yüzden birçok musibet ve
eziyetlerle karşı karşıya kalacaksın. Senin halkın bile sana düşman olacak.
Bütün Arap Yarımadası sana karşı cephe alacak. Ama ne olursa olsun Rabbinin
hatırı için bunlara sabret ve bu vazifeyi sebat ve karar ile yerine getir.
Hiçbir korku, hırs, dostluk, düşmanlık ve sevgi seni bu davadan vazgeçirmek
için araya girmesin. Bunlara rağmen kendi yolunda ısrarla devamını
sürdür.
Bir kimse eğer Allah’ın, Rasûlüne nübüvvet davasına başlar iken verdiği
ilk emirleri, bu kısa cümleleri ve onun manalarını düşünecek olsa bir Rasûle
risaletine başlarken bundan daha iyi bir tavsiyede bulunulamayacağına
kalbi şahit olacaktır. Burada Nebi’nin misyonunun ne olduğu, kendi hayatında
izleyeceği tavır, ahlâk ve muamelatın nasıl olduğu, ayrıca bu vazifeyi
ifa ederken hangi niyet ve fikirle bunu yapacağı talimatı verilerek, bu vazifeyi
yerine getirirken hangi sorunlarla karşılaşacağı ve bunlara karşı nasıl
bir tavır takınacağından haber verilmiştir. Bugün taassupları yüzünden
gözleri körleşmiş olanlar, bu sözleri onun sara nöbeti esnasında söylediğini
ileri sürüyorlar. Biraz bu âyetler üzerinde, bunlar bir saralının sözleri mi,
yoksa Allah kulunu risâlet ile görevlendirerek bu emirleri vermiş mi, bir
düşünsünler.816
814 Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 22/249.
815 İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 18/173-174
816 Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/471.
• 359 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
“Rabbin için sabret.” Sabır, bu dâvâ ile ilgili her yükümlülük sırasında,
ya da her direnme gerektiren zorluk karşısında tekrarlanan bir direktiftir.
Sabır bu çetin savaşın, insanları Allah’a çağırma savaşının en vazgeçilmez
azığı ve cephanesidir. Bu savaş aynı anda iki ayrı cephede verilecektir. Cephelerden
birinde nefsin ihtiraslarına ve gönüllerin arzularına karşı savaş
verilirken öbür cephede ihtiraslarının şeytanları tarafından güdülen, kişisel
arzularının dürtüleri tarafından itilen davanın düşmanları ile savaşılacaktır.
Bu savaş sürekli, kesintisiz ve çetin bir savaştır. Tek azığı, tek cephanesi.
Yalnız Allah’ın rızasını amaçlayan, O’nun vereceği ödülden başka hiçbir
şeyde gözü olmayan sabırdır.817
Burada deniliyor ki: “Li Rabbike”: Bunu şöyle anlamaya çalışıyoruz:
1. “Li ecli Rabbik” anlamınadır bu. Yani Rabbinden dolayı, Rabbin dedi,
Rabbin istedi diye sabret peygamberim!
2. “Li emri Rabbik” anlamınadır. Yani Rabbinin emri olarak, Rabbinin
fermanı olarak sabret!
3. “Li sevâbi Rabbik” demektir. Rabbinden sevap beklemekten kaynaklanarak,
mükâfatını, sonucunu sadece Rabbinden umarak sabret peygamberim!
4. “Li va’d-i Rabbik” Veya “Rabbinin vaadinden dolayı sabret!” mânâlarına
gelecektir.
Peki, nedir Allah’ın vaadi ki onun için sabredeceğiz? Allah’ın vaadi, bu
dinin dünyada kemale erdirileceği, Müslümanların yeryüzüne hâkim olacağı
ve Allah’ın nûrunu tamamlayacağı konusundaki vaadidir. İşte bunun
için sabredeceğiz. İşte bunun için her şart altında Allah’a kulluğa devam
edeceğiz. İşte bunun için Rabbimizin istediğini icra konusunda direnecek,
dayanacak ve döneklik yapmayacağız.
5. “Alâ tâatihî ve ferâizihî fasbir.” Öyleyse ey peygamberim! Kesinlikle
her şart altında Allah’ın senden istediği itaate ve senden istediği farzlara,
vaciplere sabret. Onları yerine getirme konusunda asla yılgınlık gösterme.
817 Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an
• 360 •
Ahmed Kalkan
6. Bir de “Ale’l ezâ ve’t-tekzib fasbir.” Bu ifade, eziyetlere ve yalanlamalara
karşı sabret, dayan, diren mânâlarına gelmektedir.
İslâmî Hareket Mücadeleyi; Mücadele de Sabrı Gerektirir
Allah’a iman ve O’nun yolunda mücadele etmek, insanı sabredenler
arasına dahil eder. Sabır, dinimize ve kendimize karşı gelişen tüm olaylara
karşı direnmek, böylece rûhen ve bedenen huzur bulmaktır. Dünyada
en çok sabra ihtiyacı olan ise, mücadele içerisinde olan İslâmî hareketin
neferleridir. Allah, kendi yolunda mücadele edip sabredenleri ödüllendirir,
toplumda önder ve rehber kılar. “Sabrettikleri ve âyetlerimize kesinlikle
iman ettikleri zaman, onların içinden, emrimizle doğru yola ileten imamlar/
önderler kıldık.” 818
Toplumsal değişimin gerçekleşmesi için mücadele etmek, her müslümanın
görevidir. Bunun içinse sabır ve azim gereklidir. Allah, sabretmeleri
ve mücadeleyi sürdürmelerinin neticesi olarak mücadeleci insanların içinden
topluma önder ve örneklik yapabilecek İslâmî mücadeleyi sürdürecek
imamlar çıkarır. Mücadele etmek, aynı zamanda sabretmektir; mücadelesizlik
ise sabırsızlığa teslim olmaktır. Mücadele etmek, peygamberlerin
yolunu devam ettirmek ve onların başına gelen belâ ve musibetlere tâlip
olmaktır. Evinde rahat içerisinde çocuklarıyla ve ferdî ibadetleriyle meşgul
olup, ibadetlerin toplumsal yanını bir kenara bırakıp belâ ve musibetlerden
kaçmak ise, bu yolun dışına çıkmaktır.
Mücadele yolu; sabrı, direnmeyi, zorluklara katlanmayı ve acıyı yüklenmeyi
gerektirirken, diğer yol ise rahatı ve refahı seçmektir. Birinci yol,
örnek olmaları için gönderilen peygamberlerin yolu iken, ikinci yol peygamberlerin
yasakladığı ruhbanların, râhiplerin yoludur. Belli bir gayeyi
gerçekleştirmek isteyenlerin sürekli hareket içerisinde olmaları gerekir.
Hareket, sabretmeyi, belâ ve musibetlere katlanmayı, onlara karşı direnmeyi,
hedefini gerçekleştirebilmek için kararlı olmayı gerektirir. Bu sebeple,
hareket içerisinde olmak, yola koyulmak sabırsız olmaz.
Sabrın en güzel belirti ve etkisi, insanı darbelere karşı yenilgi ve teslimiyet
psikozuna itmemesi ve sürekli mücadele azmi vermesidir. Bir dâvâ
818 32/Secde, 24
• 361 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
erinin, gereğince inanmış olarak, azimle ve başarmak için girişmediği bir
mücadele, yolun ortasında zorluklardan kurtuluş için kaçma fikrini zihinlerde
üretebilir. Yaşadığı her olay karşısında bir silâh kazanmış gibi sabrı
kuşanan, doğruluğu meslek edinen, hayatın problemleriyle mücadele ederek
bu sayede güç kazanan, sabrı sayesinde yenilmeyen bir ruha sahip olan
dâvâ erlerinden oluşan İslâmî bir hareket, önündeki engelleri kaldırarak
hedefe doğru ilerleyecek ve nihayetinde başarılı olacaktır. Sabır, ayakları
sağlamlaştırırken; sabırsızlık ise kaydırır. Sabır, sayısı az bir toplumu zafere
ulaştırırken; sabırsızlık ise sayısı çok olan bir toplumu hezimete uğratır.
Bedir, Huneyn ve Uhud savaşları bunun açık örnekleridir.
Şu halde sabır, insanın kendi kapasitesini tanıması, yapısında var olan
olumlu ve olumsuz yönlerinin farkına daha iyi varmasıdır. Sabır, insanın
içinde var olan, fakat fark edemediği gizli güçlerini açığa çıkarmasının adıdır.
Bir başka deyişle sabır, insanın kendi benliğini bulması, özünü keşfedip
anlamasıdır. Sabır insanı Allah’a yaklaştıran en güzel eylemdir.819
“Sûr’a (boruya) üfürüldüğü zaman” (8. Âyet)
Ey Muhammed! Sen sabret, çünkü önlerinde, yaptıkları eziyetin akibetini
görecekleri, senin de sabrının karşılığını alacağın korkunç bir gün
vardır. Öldükten sonra dirilme, haşr ve hesap için Allah’ın emriyle İsrafil
tarafından boru şeklindeki Sûr’a ikinci kez üfürüldüğü zaman... Sana eziyet
eden o inkârcılar o gün azaplara, felaketlere tutulacaktır.
Nâkûr: İçine üfürülecek olan Sûr’dur. Arap dilinde nekara ses mânâsınadır.
Sûr’dan, insanların korkudan öleceği korkunç bir ses çıktığı için ona
nâkûr denilmiştir. Yüce Allah, işin korkunçluğunu ve şiddetini açıklamak
için, üfürmeyi nakr, Sûr’u da nâkûr ile ifade etti. Çünkü Arap dilinde nakr,
ses manasına gelir. Ses şiddetlendiğinde korkutucu olur.820
Kuran’ın beyanına göre sûr’a iki kez üflenir. Birinci üfleyişi duyan yaratıklar,
korkudan bayılıp düşerler; sadece Allah’ın diledikleri bu durumdan
etkilenmezler. İkinci üfleyişte ise, herkesin aklı başına gelir, insanlar kalkarlar
ve hesaplarının görülmesini beklerler.
819 C. T. Soykök, Haksöz Dergisi, sayı: 70, s. 49
820 Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/118, 121.
• 362 •
Ahmed Kalkan
Âyette yer alan nakûru (sûru), insanların kullandıkları bir âlet gibi algılamak
doğru değildir. Bu sözcük, ahiret seferi ve hesap vakti için verilen
ilahi emrin gerçekleşmesini ifade etmektedir. Onun gerçek mahiyetini Allah
bilir.821
“İşte o gün, oldukça zor bir gündür.” (9. âyet)
İşte o Sûr’a üfürüleceği gün şiddetli ve korkunç bir gündür, kolay değildir.
O gün korku artar ve bu iş kâfirlere zor olur. Ey müşrikler! Ne yaparsanız
yapın, belki bu dünyadaki maksadınıza erebilirsiniz, ama o Kıyâmet
günü Sûr’a üflendiğinde o kötü sonunuzdan nasıl kurtulabileceksiniz bakalım?
Allah Teâlâ bu âyetlerde Kıyâmet gününün çetin bir gün olduğunu beyan
etmiştir.822
Ebussuud diyor ki: “O günün korkunçluğu ve kötülüğünün şiddetinin
aşırı olduğunu bildirmek için Fezalike ismi işareti kullanılmıştır.”823
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Yevmeizin: O gün.” Yani “o
öyle olduğu gün” demektir. Biz bunun mânâsını açıklarken “o gün” demekle
yetiniyoruz.”824
“Bu sûrenin ilk âyetleri, Allah Rasûlü’nün risâletini açıkça ilan etmeye
başlamasından sonra nâzil olmuştur. Bu, İslâm’ın açıkça tebliğinden sonraki
ilk hacc zamanıydı. Kureyş’in ileri gelenleri bir araya gelerek gelen hacılara,
onları Kur’an-ı Kerim ve Muhammed (s.a) hakkında yanlış düşüncelere
sevkedecek propaganda yapılmasını kararlaştırmışlardı. İşte bu âyetlerde
kâfirlerin bu planlarının yorumu yapılmaktadır. En önce buyrulmaktadır
ki, “Ne yaparsanız yapın, belki bu dünyadaki maksadınıza erebilirsiniz,
ama o Kıyâmet günü Sûr’a üflendiğinde o kötü sonunuzdan nasıl kurtulabileceksiniz
bakalım?”
Sûr’un üfürülmesinin gerçek mâhiyeti bizim anlayış kapasitemizin
dışındadır. Kur’an’dan öğrendiğimiz kadarıyla, Sûr’un Allah’ın emriyle ilk
821 Fahrettin Yıldız, Tefsir Notları
822 İbn Cerir et-Taberi-Tefsir, Hisar Yayınları, 8/478
823 Ebussuud Tefsiri: 5/205; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat, 7/121
824 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları, 8/418
• 363 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
üfürülüşünde herkes ve her şey yok olacaktır. Sonra (bu sonranın ne kadar
olduğunu ancak Allah bilir) Sûr ikinci kez üfürülecek ve yaratılışın başından
sonuna gelip geçmiş herkes hayata döndürülerek Haşr Meydanı’nda
toplanacaktır. Kısaca, Sûr’un ilk üfürülüşünde tüm kâinat yıkılacak ve ikinci
üfürülüşünde değişik şekilde ve farklı kanunları olan yeni sistem yaratılacaktır.
825
“Kâfirlere hiç de kolay değildir.” (10. âyet)
O gün kâfirler için zor bir gündür, kolay değildir. Çünkü onlar zorlu bir
hesaba çekilecekler, yüzleri kararacak, gözleri korkudan gömgök oldukları
halde haşredilecekler ve herkesin önünde rezil olacaklardır. Bu şiddet kâfirler
için sürekli olacak ve bundan biraz hafifleme bile ümid edemeyecekler.
Mü’minler ise kolaylığa nail olacaklardır. Allah’ın yardımı ile cennetlere,
nimetlere kavuşacaklardır.
Sâvî der ki: “Bu âyet gösteriyor ki, o gün, mü’minler için kolaydır. Çünkü
Yüce Allah, onun zorluğunun kâfirlere ait olduğu kaydını koydu. Bu
âyette kâfirler için daha fazla tehdit ve gazap; mü’minler için de müjde ve
teselli vardır.”826
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Bir önceki âyette “pek zor”
denildikten sonra “kolay değil” demek ilk bakışta gereksiz gibi görünür. Fakat
zorluk iki türlüdür: Birisi, önce çok zor olmakla beraber, gittikçe kolaylaşır,
yenilebilir. Birisi de, gittikçe zorlaşır, hiç kolaylaşmaz. O günün herkes
için zor olacak olduğu bildirilmek üzere “Asîr” denildikten sonra “Ğayru
yesîr” buyrulmuştur.”827 “O gün” kâfirler için zorlu bir gündür. Bir sonraki
ayette kolaylığın en zayıf gölgesi bile dışlanarak “zorluk” imajı pekiştiriliyor.
“Kâfirler için hiç de kolay değildir.” O gün, kâfirler için katıksız zorluktan
ibarettir. Bu zorluğun arasına kolaylığın kırıntısı bile karışmaz. Sözkonusu
zorluğun ayrıntısına girilmiyor. Tersine kavram belirsiz ve bilinmez bırakılıyor.
Bu da bunalım, sıkıntı ve ızdırap imajlarını güçlendiriyor. Aslında
kâfirler Sûr’a üflenmeden, o son derece çetin günle yüz yüze gelmeden önce
uyarılmaya ne kadar muhtaçtırlar! 828
825 Mevdûdi, Tefhimu’l Kur’an, İnsan Yay., c. 6, s. 471; 6/En’âm, an. 47
826 Sâvî: 4/265.
827 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları, 8/418
828 Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, Hikmet Yay., c. 15, s. 362
• 364 •
Ahmed Kalkan
Mevdûdi diyor ki: “Bu sözden, o günün iman edenler için çok kolay bir
gün olacağı anlaşılmaktadır. O günün şiddeti ise inkâr edenler için olacaktır.
Ayrıca şu anlam da gizlidir ki bu şiddet kâfirler için sürekli olacak ve
bundan biraz hafifleme bile ümid edemeyecekler.”829
9 ve 10’uncu âyetlerde, Kıyâmet gününün, hakikati kabul etmeyenler
için pek zor bir gün olacağı bildirilir. Kuran’da, Kıyâmete ait pek çok isim
zikredilir. Bunlardan biri de, bu âyette geçen yevmün asîr dir. Yevmün asîr,
“zor ve ıstıraplı bir gün” demektir. Bu zor günün dehşeti, Kuran’da şöyle
dile getirilir: “Çağrı sesinin, insanı, aklın tasavvur edemeyeceği bir şeye çağıracağı
gün, onlar kederli gözlerle rüzgârın dağıtıp savurduğu çekirgeler gibi
mezarlarından kalkacaklar. Çağrı sesine doğru şaşkınlıkla koşacaklar; (işte o
vakit) hakikati inkâr edenler: ‘Bu ne felâket bir Gün’dür !’ diye haykıracaklar.”
830
Bu âyetlerde, Kıyâmet gününün, inkârcılar açısından pek zor bir gün
olacağı özlü biçimde ve insanların alışageldikleri kavramlarla ifade edilmiştir.
Bundan maksat, inkârcı ve inatçı kimseleri uyarıp onları içine düştükleri
kötü durumdan kurtarmaktır.831
Müddessir Sûresi 1-10. Âyetlerle
İlgili Hüküm ve Hikmetler
Âyetler aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- “Ey örtünüp bürünen.” ifadesindeki hitap oldukça yumuşak ve lâtiftir.
Çünkü Rabbi ona halini zikrederek seslenmiş ve onun bir niteliğini ifade
ederek hitap buyurmuştur.
2- Yüce Allah, Peygamber’ine Mekkelileri ve diğer bütün insanları
uyarıp inzâr etmesini ve onları müslüman olmadıkları takdirde azaptan
sakındırmasını
emir buyurmaktadır.
3- Peygamber’e (s.a.s.) korkutup uyarma emri, ancak pek üstün bir hikmet
ve pek büyük birtakım görevler sebebiyle verilmiştir. Bunların herhangi
bir şekilde eksik bırakılması câiz değildir. Şöyle ki:
829 Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları, 6/471
830 54/Kamer, 6-8
831 Fahrettin Yıldız, Tefsir Dersi Notları
• 365 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
a) Yüce Allah’ı tazim edip, yüceltmek ve puta tapıcıların söylediklerinin
aksine, eşi ve çocuğu bulunmaktan O’nu tenzih ederek en büyük olmakla
nitelendirmek,
b) Elbiseleri maddî ve hükmî necasetlerden arındırıp, ruhu da azaba
götüren masiyetlerden temizleyip, güzel ahlâk ile güzelleştirmek,
c) Azâba sebep olan putlardan ve günahlardan uzaklaşmak. Bundan
maksat ise bu uzaklaşmayı her zaman sürdürmenin emredilmesidir.
d) Yaptığını çok gören kimse gibi ağır gelen amelleri Allah’a karşı minnet
etmemek. Çünkü yapılması gereken, Allah için ona yakınlaşmak arzusuyla
bunlara sabredip katlanmak; bunları herhangi bir şekilde çok görmemektir.
Din işlerini ve vahyi öğretirken bunu çok görüp başa kakanın
yaptığı gibi insanlara minnet etmemek gerekir. Malını arttırmak maksadıyla
da tebliği karşılığında ücret almamalıdır. Müfessirlerin çoğu şöyle
demişlerdir: Daha fazlasını almak amacıyla malını verme. Öyle ki, kişinin
bağışları sadece Allah için olmalıdır. Dünyalık isteğiyleyapılmamalıdır.
İşte
bu da cömert insanların bir belirtisidir.
e) Farzları, ibâdetleri edâ etmek, dini tebliğ etmekten ötürü insanların
eziyetlerine sabretmek.
Özetle; Yüce Allah aklın gereken olgunluğa ulaşıp, şirkten kurtularak,
ruhun da üstün ahlâk ile tamamlanmasından sonra, Rasulullah’ın (s.a.s.)
dâvetinin başarılı olması için iki temel noktaya dikkat çekmektedir. Bunlar
da cömertlik ve sabırdır.
4- Yüce Allah bedbaht kâfirleri kıyametin dehşetli hallerini hatırlatarak
tehdit etmektedir. Çünkü İsrafil Sur’a -ki o bir çeşit borazana benzer- ikinci
defa üfürecek olursa, o gün Allah’ı ve peygamberlerini inkâr eden kimseler
için pek zorlu ve ağır bir gün olacaktır, hiç de kolay gelmeyecektir.
Çünkü
onlar sürekli olarak biri diğerinden daha zor ve ağır hallerle karşı karşıya
kalacaklardır. Oysa mü’minler her zaman daha hafif olan bir hal ile karşılaşacaklardır.
Nihâyet Yüce Allah’ın rahmeti ile cennete girecekleri
vakte
kadar bu böyle olacaktır. İbn Abbas, Yüce Allah’ın: “Kâfirlere hiç de kolay
değildir.” ifadesinden şunu anlamıştır: O gün mü’minlere kolay
gelecektir. 832
832 Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları, 15/210-211
• 366 •
Ahmed Kalkan
Yüce Allah’a dâvetin başarısının insana ait olumlu birtakım unsurlara
ve İlâhî korumaya ihtiyacı vardır. İnsanın sahip olması gereken olumlu
unsurları
surenin baş tarafında söz konusu edilen nefsin ve aklın şirkten,
putçuluktan arındırılması, en üstün ahlâkî niteliklere sahip olup cömertlik
ve sabrın da bu hususta desteğinin alınmasıdır.
Bu bölümde işlenen âyetlerde ise İlâhî koruma ve kollamanın söz konusu
edilmesine sıra gelmiştir. Şanı Yüce Allah, rasulünü müşriklerin eziyetine
karşı koruyup, himaye etti, onu teselli etti. Şirkin en büyük engeli olan
Velid b. Muğire’yi -başkasına ibret olsun diye- tehdit etti.
Velid kalbinden Peygamber (s.a.s.)’in doğru söylediğine inanıyor ve buna
kanaat getiriyordu; fakat liderlik, başkanlık ve mevki sevgisinde nefsinin
arzusunu tatmin etmesi ve Mekke’de bulunan müşriklere katılmayı tercih
etmesi sebebiyle dili ile yalanladı.
Yüce Allah’ın ona mal ve evlât vermesine, onu türlü refah ve nimetlere
sahip kılmasına rağmen, o yine de mal ve evlâtlarının daha da artmasını
arzuluyordu.
O nimete nankörlük ederek karşılık vermiş, şükür edecek yerde
inkâr etmiş, Kur’an’ı yalanlamış, onun Yüce Allah’ın kelâmı olduğuna iman
etmemiş, onu insanların birbirlerinden aktara geldikleri rivâyet
olunan bir
söz ve bir sihir olarak nitelendirip, Peygamber (s.a.s.)’e ve getirdiklerine
karşı inat etmişti.
Yüce Allah ona olan nimeti arttırmayı kabul etmedi. Çünkü nimetlere
sahip olanın inkâr etmesiyle birlikte bu durum söz konusu olamaz. Onu
cehennem
ateşine girmekle tehdit etti. Bu arada bunun sebeplerini de söz
konusu
etti. Bu sebepler de onun inat şeklidir. Çünkü o, Peygamber (s.a.s.)
ile Kuran hakkında düşündü, taşındı. Ne söyleyeceğini zihninde tasarladı
ve hakkı ne ile reddedip çürüteceğine baktı. Mü’minlere karşı kaşlarını
çattı, yüzünü ekşitti, rengi değişti. Haktan ve imandan yüz çevirerek çekip
gitti. İman etmeyi kibrine/gururuna yedirmeyerek dedi ki: “Muhammed
(s.a.s.)’in getirdiği, başkasından nakledip anlattığı bir sihirden başka bir şey
değildir.
Bu ancak yaratılmışların bir sözüdür. Bununla sihir ile aldatıldığı
gibi kalpleri aldatmaya çalışmaktadır.”
Fakat o nasıl böyle düşünebildi? Bu sebeple ona lânet edildi. Ölçüp
biçmesi dolayısıyla azaba uğratıldı. Daha sonra ardı arkasına lânetler yağ•
367 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
dırıldı ona. Yüce Allah onun ne olduğunu sana ne bildirdi, diyerek cehennemin
niteliklerini söz konusu etti. Orası yakmadık kemik, et ve kan bırakmaz.
Arkasından ebediyyen bu yakışını tekrarlayıp duracaktır. Cehennem
insanlara açık açık görünecektir. Onların yüzlerini öyle bir yakacak
ki, geceden de simsiyah kesilecektir. Kimse ondan kaçamayacaktır. Çünkü
üzerinde on dokuz bekçi melek vardır. Onlar oraya cehennemlikleri atacaklardır.
Sâlebî dedi ki: Bu hiçbir şekilde inkâr olunamaz. Bir tek melek
bütün mahlûkatın canlarını
alabildiğine göre; on dokuz meleğin mahlûkatın
belli bir kısmını azaplandırabilmesi daha kolay anlaşılır. Çoğunluk kastedilenin
meleklerin sayı olarak on dokuz olduğu kanaatindedir. On dokuz
tür olduğu da söylenmiştir.
Kurtubi dedi ki: Sahih olan -Yüce Allah’ın izniyle- şudur: Sözü edilen
on dokuz melek bunların ileri gelenleri ve âmirleridir. Hepsinin sayısını
ise anlatmaya ifadeler yetmez. Nitekim Yüce Allah: “Rabbinin ordularını
O’ndan
başka kimse bilmez.” (31. âyet) diye buyurmaktadır. Sahih’te de Abdullah
b. Mesud’dan şöyle dediği sabit olmuştur: Rasulullah (s.a.s.) buyurdu
ki: “O gün cehennem yetmiş bin dizgini ile getirilir. Her bir dizginden yetmiş
bin melek onu çekecektir.” 833
“Kendisini tek olarak yarattığımı Bana bırak!” (11. Âyet)
“Onunla uğraşmayı Bana bırak; Ben onun hakkından gelirim, intikamımı
alırım, onun işi bana aittir, lâyık olduğu cezayı ona Ben veririm.” diyor
Allah. Sen yoluna devam et; önüne çıkan zâlim liderler gibi engeller seni
yolundan, istikametinden ayırmasın. O engellere takılma. Allah’a havale et
onları. Yaptıklarından dolayı senin üzülmene gerek yok. Onlarla mücadele
etmeye gücün yetmediğinde bil ki Allah Kahhârdır, Şedîdu’l-Ikabdır. Azîzun
Zu’ntikamdır. O azgın yalanlayıcı, Allah’ın dinine karşı çıkıyor, O’na
isyan ediyor. Bilincinde olmasa da O’nunla mücadele etmeye kalkıyor. Öyleyse
cezasını da Allah üstlenmiştir.
“Tek olarak yarattığımı” “Tek başına, yalnız yarattığım”, ve “tek başıma
yarattığım” kişiyi. O adamı, annesinin karnında hiçbir şey olmadığı halde
tek başına, yardımcıya ihtiyaç duymadan yarattım. O doğduğu zaman
onun ne malı vardı, ne çocuğu; ne gücü vardı, ne de kuvveti.
833 Kurtubi, XIX/80; Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları, 15/219-220.
• 368 •
Ahmed Kalkan
Onun yaratılması hususunda Allah’a ortak koştuğu ilahlar da ortalıkta
yoktu. O yine tek başına Bana dönecek. “İleyye’l-mesıyr Dönüş Bana’dır.”
834O, öyle bir gündür ki, herkes kendi başına hesaba çekilecek. “O gün ne
mal fayda verir ne de evlât.” 835; “Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının.
Babanın evlâdı, evlâdın da babası için hiçbir şey ödeyemeyeceği günden
çekinin...” 836; “İşte o gün, kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden
ve çocuklarından kaçar. O gün, herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır.”
837
“Ki Ben ona alabildiğine mal verdim. Ve göz önünde çocuklar. Ve
sayısız fırsatlar serdim önüne.” (12-14. Âyetler)
Kur’an, insanları Allah’tan korkmaya, babanın çocuğu için, çocuğun da
babası için fidye verip onu cezâdan kurtaramayacağı; hiç kimsenin, başkasına
bir yarar sağlayamayacağı, başkasını ateş azâbından kurtaramayacağı
âhiret gününden çekinmeye çağırır.838 Herkes, âhirette hak ettiği cezâyı çekeceği
için, Kur’an mü’minleri bu geçici dünyaya aldanmamaları husûsunda
uyarır: “Dünya hayatı sizi aldatmasın, o çok aldatıcı sizi aldatmasın!”839
Bu “ğarûr -çok aldatan-”, ya insana çekici görünen dünyadır, yahut şeytandır.
Müfessirlerin genel kanısı bunun şeytan olduğu yönündedir. Tabii şeytan
da insanı dünya tutkusuna, mal ve evlât hırsına düşürerek, fakirlikten
korkutup cimriliği sevdirerek aldatır.
Allah, iman edenlere, dünya malının ve çocuklarının, kendilerini Allah’ı
zikretmekten (hatırlayıp anmak ve kulluk yapmaktan) alıkoyup mahvetmemesine
dikkat etmelerini emrediyor ve Allah’ı düşünmeyenlerin,
ebedî ziyana uğrayacaklarını vurguluyor.840 Teğâbün sûresinde de mü’minlere,
eşlerinden ve çocuklarından bazılarının, kendilerine düşman olduğu,
onlardan sakınmaları, onlara karşı dikkatli davranmakla beraber hoşgörülü
olmaları; onları bağışladıkları takdirde Allah’ın da kendilerini bağışlayacağı
834 31/Lokman, 14
835 26/Şuarâ, 88
836 31/Lokman, 33
837 80/Abese, 34
838 31/Lokman, 33, 3/Âl-i İmrân, 10
839 31/Lokman, 33
840 63/Münâfıkun, 9
• 369 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
bildiriliyor.841 Bu âyetin devamında da, malların ve çocukların birer fitne/
sınav olduğu, ödülün ise Allah katında bulunduğu vurgulanır.
64/Teğâbün sûresi, 14. âyette de eşlerimizin ve çoluk çocuklarımızın
bize düşman olma ihtimali olduğu, bazılarının böyle olduğunu vurgular.
Eğer mallarımız, eşlerimiz ve çocuklarımız bizi Allah’a kulluk yolundan
alıkoyuyorlarsa, kulluğumuza engel olabilecek bir noktaya gelmişlerse, onlar
yüzünden kulluğumuz engelleniyor ve cenneti kaybetmeye doğru gidiyorsak,
işte o andan itibaren anlıyoruz ki onlar bizim düşmanımız olmaya
başlamışlardır. Eğer kadınsa kocası, kocaysa karısı, babaysa evlâdı, evlâtsa
babası insanı Rabbine kulluktan, onu cennete gitmekten engelleyecek
bir noktaya gelmişlerse kesinlikle bilelim ki onlar o kişinin düşmanıdırlar.
Eğer insan, kendi kendini hayırdan şerre, kulluktan isyana, cennetten cehenneme
doğru götürmeye başladıysa, hevâsına/keyfine tâbi oluyor, hatta
hevâsını tanrılaştırmaya kalkıyorsa, insan kendi kendisinin düşmanı olmaya
başlamış demektir. Kur’an buna insanın kendine zulmetmesi, kendine
yazık etmesi der.
Kimi insanlar ana-babalarıyla, kimileri çocuklarıyla, bazıları eşleriyle,
bazıları da malın yokluğu veya çokluğuyla imtihan olmaktadır. Allah’a kulluk
yolunda yürüyen mü’min bir kocaya, aksi istikamette yürüyen karısı ve
çocukları veya Allah’a itaate yönelmiş mü’mine bir kadına, aksi istikamette
yürüyen kocası ve çocukları büyük engeller ve problemler çıkarabilmekdir.
Müslüman olduklarını iddia ettikleri halde bu toplumdaki bireylerin çoğu,
Allah’a kulluğu birinci plana almış, dünya zevk ve sefâsını ikinci plana atmış
bir erkeğe karşı hanımı ve çocukları, yakın akrabaları, büyük bir talihsizlik
olarak bakarlar. Öyle ki kocalarını, babalarını cehenneme gönderme
pahasına da olsa bu dünyada kendilerine refah ve zenginlik içinde bir dünya
sunmasını beklerler. Nice adamlar, bu beklenti ve ısrarlı talepden dolayı
Allah’ın hududunu çiğnemekte, eş veya çocuk fitnesinden dolayı haramlara
bulaşmaktadır. Yine, Allah’a kulluğu birinci plana çıkarmış pek çok mü’mine
hanımın, kocaları ve çocukları tarafından hayatları zindan edildiği görülmektedir.
Allah için cihada çıkacak, infak edecek, dâvâ için koşturacak,
tebliğ edecek nice adamın önünde en büyük engel, ilk gençliğinde babaları,
sonra da hanım ve çocuklarıdır.
841 64/Teğâbün, 14-15
• 370 •
Ahmed Kalkan
Sadece imtihan olunan eşler ve çocuklar tarafından istikametten saptırılmamakla
da iş bitmemektedir. Aynı zamanda kişiye emânet olarak
verilmiş eş ve çocuklarına karşı tavırlarıyla da insan imtihan olmaktadır.
Onlarla hukukunu Allah’ın istediği tarzda yapıp yapmadığı, onları Allah’ın
çizgisine çekmeye çalışıp çalışmadığı, onları müslümanca eğitip kulluk
programına çekmeye çalışıp çalışmadığıyla da insanlar sınanmaktadır.
Varlığıyla yokluğuyla, azlığıyla çokluğuyla, bilelim ki mallarımız, mülklerimiz,
oğullarımız, kızlarımız bir imtihandır. Rabbimiz bu verdikleriyle
bizi sürekti denemektedir. Mallarımız, paralarımız konusunda, oğullarımız
ve kızlarımız konusunda cennete gidebilmenin hesabını doğru yapmalıyız.
Bunlarla ilişkilerimizi Allah’ın istediği şekle koyamazsak, biz mala değil,
mal bize sahip olursa, sahip olduğumuz dünya nimetleri ve âilemiz bize Allah’ı,
âhireti, Allah’ın hesabını unutturursa, Allah korusun bu imtihanı kaybettik
demektir. Bize verilen nimetlerin esas sahibini unutup, Karun gibi,
bunları sadece kendi yeteneklerimizle elde ettiğimizi düşünürsek, emânet
bilincine, sorumluluk şuuruna sahip olmazsak, sahip olduklarımızı imtihan
sebebi değil de gâye olarak görmeye başlarsak sınavı kaybettik demektir.
Ama biz onlara karşı yapabileceğimiz tüm görevlerimizi yapar da buna
rağmen onlar yola gelmezlerse, o zaman elbette bin onlardan sorumlu tutulacak
değiliz. Meselâ Nûh (a.s.) hanımı ve oğlu ile imtihana tâbi tutuldu.
Bu büyük peygamber, hanımını ve oğlunu müslümanlaştırabilmek için çok
uğraştı, tüm yapabileceklerini yaptı, ama hidâyet Allah’ın yanında olduğu
ve bazı insanlar peygamber yakını olduğu halde bile irâdelerini kötüye yönelik
kullandıkları için Rabbimiz onu hesaba çekmeyecektir. 842
İnsan, içinde bulunduğu durum itibarıyla pek çok yönden imtihan edilir.
Bu denemeler, genelde insanın zayıf yönlerine yöneliktir. Çünkü düşkünlük,
zâfiyet/zayıflık, irâdenin en çok zorlandığı husustur. İnsan, bazen
bu zayıf yönlerinden mala olan düşkünlüğüyle, onu elinde tutmanın hırsı
ile deneniyor. Bu deneme de iki yönlüdür. Bir yönü yokluk, sıkıntı ve zorluklardır.
İnsanın sabrının ölçüldüğü bu hususlarda insanların başarılı olması
ihtimali, ikinci yönü ile denenmesinden daha fazladır. Bu ikinci yönü,
zenginlik, servet veya varlıktır. Bu nimetlere sahip olan insan, diğerine
oranla daha zor durumda kalır. Meşakkat daha çoktur. Servetin ve varlığın
insanda meydana getireceği rehâvet, insan direncini ve sabrını kemirebilir.
842 Ali Küçük, Besâiru’l Kur’an,7/298-300
• 371 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Yoklukta yokluğa karşı göstereceği direnç ve sabrı, varlıkta varlığın gitme
endişe ve telâşı içerisinde gösteremeyebilir. İnsan düşüncesinde mal hırsı
ve evlât sevgisi şahsiyette aşınma meydana getirmişse, bu zaafı telâfi etmesi
çok zor olur. Olayın zorluğundan dolayıdır ki, verdiği mücâdelenin karşılığında,
âyetin devamında belirtildiği gibi “ecir” değil; özellikle altı çizilerek
vaad edilmiş olarak “büyük ecir” vardır. İnsanlar, genellikle zorlukların bir
sınav olduğunu, varlığın ise sadece lütuf olduğunu zannederler. Halbuki,
varlık, sağlık, nimet bolluğu ile yapılan sınav, diğerinden çok daha zordur.
Allah’ın (c.c.) insanlara verdiği hem iyilikler, hem de kötülükler birer
deneme (fitne) aracıdır.843 İnsan nimetlere karşı şükürle; zorluk, darlık ve
belâlara karşı sabırla denenir. Fakat insan çoğu zaman nankörlük yapar.
Üstesinden gelemeyeceği bir sıkıntıyla karşılaşınca hemen Rabbine yalvarır.
Geniş bir nimete, mala ve zenginliğe kavuşunca da kibirlenir, malını
kendi bilgisi ve kurnazlığıyla elde ettiğini zanneder. Böyle bir tavra karşı
Kur’an şu açıklamayı yapıyor: “...Hayır o bir fitnedir (imtihandır), fakat çokları
bunu bilmiyorlar.” 844
Rabbimizin dünya nimetlerini ve dünyaya ait bütün göz kamaştırıcı
güzellikleri insanların hizmetine sunması, bir deneme sebebidir. Ancak
mü’min kimse, bu geçici güzelliklere ve zenginliklere aldanmamalı. Çünkü
Allah’ın katındaki güzellikler, ya da iman edip sâlih amel işleyen kulları için
hazırladıkları daha çok ve daha kalıcıdır.845 Dünya nimetlerinin fitne/deneme
olarak nitelendirilmesi insan için eğitici bir hatırlatmadır. O, insanın iç
kuvvetlerini geliştirir, dikkatini keskinleştirir, yaşadığı realitenin boyutlarını
kavramasına yardımcı olmak üzere onu uyarır. Kur’an, varlığı âyetler
(ibret ve işaretler) olarak değerlendirir ve nimetleri bile bu bağlamda fitne
olarak nitelendirir.
Dünyevî belâların çoğu, uhrevî cezaların tümü, dünya-âhiret dengesini
kuramamak, dünyayı âhiret için yaşayamamak ve dünya hayatını gâye
edinmekten kaynaklanır. Ancak gerçek iman ve sâlih amel, insanı dünya
hayatının aldatmasından koruyabilir. Âhireti tercih eden, dünyayı kaybetmez.
Çünkü insana verilen hilâfet görevi, yeryüzünü imar edip nimetlerinden
yararlanmayı gerektirir.
843 21/Enbiyâ, 35
844 39/Zümer, 49
845 20/Tâhâ, 131
• 372 •
Ahmed Kalkan
Sadece dünya hayatını isteyenler, haram, zulüm ve sömürü düzenleriyle
insanlığı doğru yoldan çıkarttıkları gibi, müslümanları da dünyaya
uydurmak isterler. Hâlbuki âhiretten kopuk bir dünya oyun ve eğlenceden
ibârettir. Bir müslüman içinse dünya, İslâm’ı yaşamak, İslâm’ı hâkim kılma
mücadelesi vermek (cihad), Allah yolunda hizmet ve meşrû şekilde çalışmak
(ibâdet) içindir.
Peygamberimiz’in tavsiyesi şöyle idi: “Bu dünyada, sanki gurbete gitmiş,
birgün yuvasına tekrar dönecek biri gibi ol veya gelip geçici bir yolcu gibi
yaşa.”846 Hayatın geçiciliğini kalbine ve kafasına oturtmuş bir müslüman
geçici şeylere fazla sevgi beslemez ve kendini bağlamaz. Zaten şu bir gerçektir
ki; Allah’ın dışındaki şeylere olan ilgi ile Allah’a olan ilgi arasında
ters orantı vardır. Bir kimsenin Allah’ın dışındaki varlıklara, eşyaya ilgisi
ne kadar fazla ise, Allah’a olan ilgisi o kadar azdır. Böyle bir durumda
ilgi duyulan şeyler Allah ile kul arasında engel teşkil ederler. Bu yüzden
İslâm, insanın duygularını âhirete yönetmek için Kur’an’da çok sık şekilde
ölüm, âhiret, kıyâmet, hayatın geçiciliği üzerinde durur. Mekkî sûrelerin
aşağı yukarı tamamında, diğer sûrelerin de genelinde bu havanın verilmeye
çalışıldığını görürsünüz.
“Bilin ki, dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda övünme,
mal ve evlat çoğaltma yarışıdır.” 847
“Eğer dünya Allah’ın yanında sivrisineğin kanadı kadar değer taşısaydı,
tek bir kâfire ondan bir yudum su içirmezdi.” 848
“Şüphesiz inkâr edenler, onların malları da, çocukları da kendilerine Allah’tan
(gelecek azâba karşı) hiçbir şey kazandırmaz. Ve onlar ateşin yakıtıdırlar.”
849; “Onlardan önce nice insan nesillerini yıkıma uğrattık, onlar mal
(giyim, kuşam ve tefriş) bakımından da, gösteriş bakımından da daha güzeldiler.”
850; “Biz hangi ülkeye bir uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklı
ve şımarık kişileri, ‘biz, size gönderilmiş olan şeyi hemen inkâr ediyoruz’ de-
846 Buhârî, Rikak 2; Tirmizî, Zühd 25
847 57/Hadîd, 20
848 İbn Mâce, Zühd 11, hadis no: 4110; Tirmizî, Zühd 13, hadis no: 2321
849 3/Âl-i İmrân, 10
850 19/Meryem, 74
• 373 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
diler. Ve ilâve ettiler. ‘Biz malca ve evlâtça daha çoğuz, biz azâba uğratılacak
da değiliz.” 851
Bazılarına imtihan ve hatta sıkıntı olsun diye verilen mal ve çocuklar,
bazı insanları hayran bırakır, kendilerine niye onlara verilmediğini düşünürler.
Hâlbuki sadece âhirette değil, aynı zamanda dünyada da bu mallar
ve evlâtlar, onların sıkıntılarını, azaplarını arttırmaktan başka bir işe
yaramaz: “Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah,
bunlarla ancak dünyada onların azaplarını çoğaltmayı ve onların canlarının
kâfir olarak güçlükle çıkmasını istiyor.”852 Münâfıkların mallarının ve çocuklarının
çokluğuna imrenilmemelidir. Allah’ın o mal ve çocuklarla o kimselere
mümkün ki, dünyada azâb edecektir. Yani çokça parası ve çocukları
olanlar, mümkün ki bunlarla cehennem gibi azâb olmaktadırlar.
“Onlar sanıyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz mal ve çocuklarla kendilerine
faydalar sağlamak için can atıyoruz? Hayır! Onlar işin farkına varamıyorlar.”
853; “Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır.
Büyük mükâfat ise Allah’ın yanındadır.”854
“İnsanlar bir darlığa uğrayınca, Rablerine yönelerek O’na yalvarırlar.
Sonra Allah, kendi katından onlara bir rahmet (nimet ve bolluk) taddırınca,
bakarsınız ki onlardan bir grup Rablerine şirk/ortak koşup durmaktadırlar.
Kendilerine verdiğiklerimize nankörlük etsinler bakalım! Haydi, sefâ sürün;
ama yakında bileceksiniz! Yoksa onlara bir delil indirdik de, o delil, müşrik
olmalarını mı söylüyor? İnsanlara bir rahmet tattırdığımızda ona sevinirler.
Şâyet yaptıklarından ötürü başlarına bir fenâlık gelse, hemen ümitsizliğe
düşüverirler. Görmediler mi ki Allah, rızkı dilediğine geniş geniş vermekte,
dilediğinin rızkını da daraltmaktadır. Şüphesiz, imanlı bir kavim için bunda,
ibretler vardır. O halde sen, akrabâya, miskîne/yoksula, yolda kalmışa hakkını
ver. Allah’ın rızâsını isteyenler için bu, en iyisidir. İşte onlar kurtuluşa
erenlerdir. İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi fâiz,
Allah katında artmaz. Allah’ın rızâsını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte
zekâtı veren o kimseler, evet onlar (sevaplarını ve mallarını) kat kat arttıranlardır.
Allah, (o yüce zâttır) ki, sizi yaratmış, sonra rızıklandırmıştır; sonra
O, hayatınızı sona erdirecek, daha szonra da sizi (tekrar) diriltecektir...” 855
851 34/Sebe’, 34-35
852 9/Tevbe, 85
853 23/Mü’minûn, 55-56
854 8/Enfâl, 28; 64/Teğâbün, 15
855 30/Rûm, 33-40
• 374 •
Ahmed Kalkan
“Allah, kullarından dilediği kimsenin rızkını genişletir ve dilediğine de
kısar. Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilir.” 856
“Âyetlerimizi inkâr edip, ‘bana elbette mal ve çocuklar verilecektir’ diyeni
gördün mü? O, gaybı mı bildi, yoksa Allah’ın katından bir söz mü aldı? Kesinlikle
hayır! Biz onun söylediğini yazacağız ve azabını uzattıkça uzatacağız.
Onun dediğine biz vâris oluruz, (malı ve evlâdı bize kalır); kendisi de Bize
yapayalnız gelir.” 857
“Zengin eden de, varlıklı kılan da O’dur.” 858
“Bilin ki dünya hayatı, ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir
övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibârettir. Tıpkı yağmurun
bitirdiği ve ziyaretçilerin de hoşuna giden bir bitki gibi önce yeşerir
sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çerçöp olur.
Âhirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah’ın mağfireti ve rızâsı vardır.
Dünya hayatı aldatıcı bir geçinmeden başka bir şey değildir.” 859
“Onların malları da, oğulları da Allah’a karşı kendilerine bir fayda vermez.
Onlar cehennem ehlidirler. Orada ebedî kalacaklardır.” 860
“Sonra da arttırmamı umar. Hayır, hayır! Çünkü o, âyetlerimize karşı
çok inatçıdır. (15-16. Âyet)
“Sonra da arttırmamı umar. Hayır, hayır!” Hâlbuki malın arttırılması
için şükür gerekir. Şükredenlere, şükretmesinin çokluğu ve gerçek anlamda
yapıldığı oranında nimetlerin arttırılması ve çokça ödüllendirilmesi sünnetullah
dediğimiz Allah’ın değişmez yasalarındandır. “...Biz şükredenleri
mükâfatlandırırız.” 861; “Rabbiniz şöyle buyurmuştur: ‘Andolsun, eğer şükrederseniz
gerçekten size (nimetimi) artırırım ve andolsun eğer küfrederseniz
(veya nankörlük yaparsanız), şüphesiz Benim azabım çok şiddetlidir.” 862
856 29/Ankebut, 82
857 19/Meryem, 77-80
858 53/Necm, 48
859 57/Hadîd, 20
860 58/Mücâdele, 17
861 54/Kamer, 35
862 14/ İbrahim, 7
• 375 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Şükür, nimetşinaslık, kadirşinaslıktır. “Küfür”le aynı kökten gelen nankörlüğün
zıddıdır. Şükür, Allah’ı tanıma, O’na ta’zim ve dua etmedir. O’na
inanıp ibadet/kulluk etmedir. Şükür, iman etmenin çeşitli organlarla ve bu
organların faaliyetleriyle ortaya konulmasıdır. Şükür aynı zamanda nimeti
bilmenin ismidir. Çünkü nimeti bilmek, nimeti vereni bilmenin yoludur.
İşte bunun için Allah (c.c.), Kur’an’da İslâm ve imana şükür diye isim vermektedir.
Nimetin nereden geldiğini bilmek, şükrün şartlarından biridir.
Yoksa tamamı değildir. Şükrün içerisinde nimet vereni itiraf, nimete karşı
nimet sahibi Allah’ı övmek, O’na boyun eğmek, O’nu sevmek ve nimet konusunda
O’nu hoşnut edecek şeyleri yapmak da bulunmaktadır. Kul nimeti
tanıdığı zaman, nimetin sahibini de tanır. O’nu tanıyınca O’nu sevmeye
başlar ve O’nun hoşlanacağı şeyleri yapmaya niyet eder.
Küfür, rızık ve O’nu verenin üzerini örtmek, gizlemek, görmezlikten
gelmek; şükür ise, nimeti bilmek, itiraf etmek ve açığa vurmaktır. Şüphesiz
bu itiraf yalnızca dil ile olmaz; şükür, imanın eyleme dönüşmesiyle yerine
getirilir. Bazı âyetlerde ‘şükür’ kelimesinin iman etmenin, ‘küfr’ün ise inkâr
etmenin yerine kullanıldığını görüyoruz: “Şayet nankörlük ederseniz (küfrederseniz),
artık şüphesiz Allah size karşı hiç bir ihtiyacı olmayandır ve O,
kulları için buna rıza göstermez. Ve eğer şükrederseniz, sizin (faydanız) için
ondan râzı olur…”863
Şükür, aynı zamanda ‘şirk’ koşmanın da karşılığıdır. Şirk koşanlar elbette
şükretmezler. Onlar zaten Allah’a ortak koşarak O’nun asıl nimet sahibi
olduğunu inkâr etmektedirler. Onlardan bir kısmı Allah’tan bir iyilik gelirse
şükretmeye söz verirler. Ancak sıkıntıdan kurtulunca tekrar şirk koşmaya
devam ederler.864 Şükretmek, şirk koşmanın zıttı olarak Allah’a kullukla beraber
zikredilir: “...Andolsun ki Allah’a şirk/ortak koşarsan, amellerin/işlerin
şüphesiz boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun. Hayır! Yalnız Allah’a
kulluk et ve şükredenlerden ol.” 865
863 39/Zümer, 7
864 6/En’âm, 63-64
865 39/Zümer, 65-66
• 376 •
Ahmed Kalkan
Gereği gibi şükretmeyip nankörlük yapanları Allah’ın değişmez kanunları
cezalandırır. Bu cezalar, bu konudaki âyetlere göre, açlık ve korkuyla
cezalandırılma,866 nankörlerin helâkı ve ülkelerinin harap olması867 ve ekin
ve meyvelerinin helâk edilmesi868 gibi cezalardır. Esas ceza yeri âhirettir.
Şükür ibâdetiyle Allah’a iman ve kulluğunu göstermeyen insanları orada
elîm bir azap beklemektedir.
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbih eder. O’nu hamd
ile, övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.”869 buyuruluyor. Allah’ın bütün
mahlûkatını kuşatan nimetleri, özellikle insanoğlunu daha çok kucaklamaktadır.
Diğer varlıklardan daha çok nimetlere muhatap olduğumuz halde;
bir taş kadar, bir çiçek, bir böcek kadar hamd etmeden, şükretmeden,
nasıl yaratıkların en şereflisi olacağız?
Vücut organlarına şükür, onları Allah’ın istediği doğrultuda kullanmaktır.
Diğer nimetler için de aynı hüküm geçerlidir. “Mü’minin işi tuhaftır,
her işi hayırdır. Bu, yalnız mü’mine vergidir/özgüdür. Sevindirici bir işle karşılaşsa
şükreder, o iş kendisi hakkında hayırlı olur. Üzücü bir işle karşılaşsa
sabreder, kendisi için hayırlı olur.” 870
Hayat bir nimettir. Hayatın devamını sağlayan her şey birer nimettir.
Allah’ın zatını idrak etmek bir nimettir. İman ise bir insan için en büyük
nimettir. Allah’ın bir kuluna iman nasip etmesi, ona olan nimetini tamamlaması
demektir. Şükrün başı Allah’ı bilmektir. Allah’ı Rab olarak bilen,
O’nun nimet verdiğinin şuurunda olan bir kimse de O’nu sevmeye başlar.
Allah’ı seven O’na ibadet eder, O’na hiç bir şeyi şirk koşmayarak O’nun nimet
verici olduğunu itiraf eder. Kul bu şuurla eşi ve benzeri olmayan bir
Rabbin önünde kulluk yaptığının, bir büyük lezzetle ülfet ettiğinin farkında
olur. Bu nedenle Tevhid, yani Allah’ı hakkıyle birlemek şükrün zirvesidir.
“…O, âyetlerimize karşı çok inatçıdır.”
866 16/Nahl, 112
867 28/Kasas, 58
868 34/Sebe’, 15-17
869 17/İsrâ, 44
870 Müslim, Zühd 64; Dârimî, Rikak 61; Ahmed bin Hanbel, Müsned V/24
• 377 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
İnat: İnatçı müşrik, Hakk’ı kabul edemez. Kendisine yapılan öğütlere
yüz çevirir. Kendi cehâlet ve yanlışları arasında boğulup gider. Aklı ölçü
kabul etmez, hakikati öğrenmeyi istemez. Onların inatçı olmaları
akıl ve
düşünme kabiliyetlerini dumûra uğratır.
İnkârcılar iki âyette “inatçı zorba” tabiriyle nitelenmiştir. “İşte Âd kavmi;
Rablerinin âyetlerini inkâr ettiler, onun peygamberlerine
âsi oldular ve
inatçı her zorbanın emrine uydular.” 871; “Peygamberler, fetih istediler. Allah
da verdi. Her inatçı zorba da hüsrana uğradı.” 872
Velid b. Muğire hem büyüklük taslayan hem de inatçılığıyla
temayüz
etmiş inkârcıların prototipidir. “Asla! Çünkü o, bizim âyetlerimize karşı
alabildiğine inatçıdır.” Hakk’ın delillerine,
imanın emirlerine karşı direnmektedir.
Peygamber’le (s.a.s.) mücadeleye girişerek, daveti engellemeye
çalışmaktadır.
Âyete konu olan Velid b. Muğîre Allah’ın birliğine ve O’nun
gönderdiği esasları inkâr etme hususunda hep karşı çıkan,
çekişen birisiydi.
Allah’tan gelen esasların doğruluğunu bilmesine rağmen diliyle inkâr ediyordu.
Onun bu küfrüne “küfr-
i inâdî”; onun bu inadına da “küfür inadı”
denilir.
Bir âyet-i kerimede de inat, kâfirin sıfatı olarak “inatçı kâfir” ifadesiyle
gelmiştir. “Haydi, ikiniz her inatçı kâfiri hayra bütün hızıyla engel olanı, azgın
şüpheciyi Allah ile beraber başka ilâh edineni şiddetli
azaba birlikte atın’
der.” 873
İnkârcıların bu inatçılık vasfı bir âyette “Küfürde, inkârda ısrar ettiler,
ayak dirediler” şeklinde vârid olmuştur. “Gerçekten de imana gelmeleri ve
böylece günahlarını bağışlamam için onları ne zaman dâvet ettiysem, parmaklarını
kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe
kibirlendiler.”
874
Hidâyete engel olan diğer motivler gibi inatçılık da insandaki
fıtrî iman
kabiliyetini perdelemekte, fıtratın uyanmasına mani olmaktadır. İyiliğe engel
olmak, aşırı şüphecilik, kibirlenmek, zorbalık
yapmak gibi kötü sıfatla-
871 11/Hûd, 59
872 14/İbrâhim, 15
873 50/Kaf, 23-26
874 71/Nûh, 7
• 378 •
Ahmed Kalkan
rı da beraberinde taşıyan inatçı kâfir, Allah’ın âyetlerine inanmama ve bir
kısım insanları da zorbalık yoluyla kendine uydurarak inanmalarına engel
olma yolunda inat ve ısrarla direnmiştir. Bu inatçı ve katı tutumuyla kendi
batıl
inançlarına sımsıkı sarılmış, onun dışındaki düşüncelere zihnini
ve
kalbini açmamakta ısrar etmiştir. Kur’ân âyetleri karşısında
inatçı bir tutum
değil de, en azından tarafsız bir tutum sergilese
belki de hidayet kapısı kendisine
açılabilecekti. 875
İnsanın hep kendisini düşünmesi, mala düşkün olması çok çirkin bir
şeydir. Elinde imkân varken fakiri düşünmeyen, yetime ikram etmeyen
insanın Allah’tan ikram beklemeye hakkı yoktur. Allah, verdiği nimetlerle
kulunu imtihan eder. Onun, Allah’ın verdiği nimetlerden, başkasına da
yardım edip etmediğine bakar. İşte insan düşünmelidir ki, yoksul iken kendisi
nasıl sızlanır, Allah kendisine az nimet verince nasıl gücenir, üzülürse;
zenginlik zamanında ihtiyacı olanlara yardım etmeyince o âcizler, yetimler,
yoksullar da kendisine gücenirler. Malının içinde onların gözleri kalır. O
halde insan, Allah’ın âciz, yoksul kullarına ikram etmeli, onları kollamalıdır
ki Allah da kendisine ikram edip onu kollasın. Çünkü Allah kullarının
hareketlerini gözetlemektedir. Servet, nimet ve mevki bulunca başkalarını
hiç düşünmeyen, hatta onları ezen, köle gibi kullanmak isteyen insanlar, bu
yüzden helâk edilmiş olan zâlim kavimler gibi davranmış olurlar. Allah’ın,
o zâlimlerin üstüne şaklayan kırbacı, bir gün bunların üstüne de şaklar.
“Âdemoğlu için iki vâdi dolusu mal olsaydı, mutlaka bir üçüncüyü isterdi.
Âdemoğlunun iç boşluğunu (karnını) ancak toprak doldurur (gözünü toprak
doyurur). Allah tevbe edenleri affeder.” 876; “Âdemoğlu ihtiyarladıkça onda
iki şey gençleşir: Mala karşı hırs ve hayata karşı hırs.”877; “Allah Teâlâ şöyle
buyurdu: ‘Ey Âdemoğlu! Kendini kulluğuma/ibâdetime ver, gönlünü zenginlikle
doldurayım, fakirliğini kapayayım. Böyle yapmazsan ellerini meşgûliyetle
doldururum, fakirliğini de kapamam.” 878; “Altına tapanlar mel’undur,
gümüşe tapanlar mel’undur.” 879
875 Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İman Psikolojisi, Yalnızkurt Yay., s. 180-182
876 Buhârî, Rikak 10; Müslim, Rikak 116, Hadis no: 1048; Müslim, hadis no: 1048; S. Müslim, Terc. ve Şerhi,
5/465; Tirmizî, Zühd 27, Hadis no: 2338
877 Buhârî, Rikak 5; Müslim, Zekât 115; Hadis no: 1047; Tirmizî, Zühd 28, Hadis no: 2340; İbn Mâce, Zühd
27, Hadis no: 4234
878 Tirmizî, Kıyâmet 31, Hadis no: 2467; İbn Mâce, Zühd 2, Hadis no: 4107
879 Tirmizî, Zühd 42, Hadis no: 2376
• 379 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
“Onu sarp bir yokuşa sürükleyeceğim.” (17. Âyet)
Tamahkâr insanın elindeki mal ve evlât, kendisine azaptır. Çünkü öyleleri
hep malın korunmasını düşünürler. Düşündükçe tamahları artar, düşmanları
da çoğalır. Vicdânen rahatsız olurlar. Çünkü Allah’ın, kişiye malı
ile azâb etmesi, malının kendisini huzursuz edip dertlere sokmasıdır. Evlâdıyla
azâb etmesi de, evlâdının kendisine karşı gelmesiyle, çeşitli dertlere ve
musîbetlere düşmesiyledir. İnsan çeşitli şekillerde evlâdından çeker.
Şimdi insan şöyle düşünmeli: Acaba sadece karnını doyurabilen orta
halli bir insan mı mutludur, yoksa yüz yerde apartmanları, bahçeleri, arsaları,
otomobilleri olan zengin mi? Sanıyorum orta halli, kanaatkâr insan
daha mutludur. Çünkü onun taşıyacağı yükü yoktur. Ötekinin her apartmanı,
her arabası, kendisine ayrı ayrı derttir, yüktür. Otomobilinin bozulması,
kazâ yapması, çalınması; bahçesinin sulanmaması, ürün vermemesi;
apatmanının kiracısız kalması veya kiracının kirayı ödememesi, ayrı ayrı
dertlerdir. Malı, mal olarak düşünenler için bu böyledir. Ama malı Allah’ın
rızâsını kazanmak için bir vâsıta, Allah’ın emâneti bilenler için mal dert
olmaz. Onlar ellerinde oldukça malı Allah uğrunda harcarlar. Ellerinden
çıkarsa “veren de Allah, alan da Allah” der, üzülmezler. İşte böyle “İyi insanlar
için helâl mal, ne güzeldir!”
“Kim verir ve sakınırsa, en güzeli de tasdik ederse, Biz de onu en kolaya
hazırlar, onda başarılı kılarız. Kim cimrilik edip vermez, kendini zengin sayıp
hakka boyun eğmez, en güzeli de yalanlarsa, Biz de onu en zora yöneltiriz.
Öylesi, çukura yuvarlandığı zaman malı kendisine hiç fayda vermez.” 880
“Kim Benim zikrimden yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı,
geçim sıkıntısı olacak ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.” 881
“Eğer onlar doğru yola girselerdi, kendilerine gürül gürül bol su verirdik.
Böylece onları fitneden/sınavdan geçirirdik. Kim Rabbinin zikrinden yüzçevirirse,
(Rabbim) onu gittikçe artan çetin bir azâba uğratır.” 882
880 92/Leyl, 5-11
881 20/Tâhâ, 123
882 72/Cin, 16-17
• 380 •
Ahmed Kalkan
“Allah güven (ve) huzur içinde olan bir şehri misal verir ki, o şehrin (halkının)
rızkı, her taraftan bol bol gelirdi. Fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük
ettiler de yapmakta oldukları şeylerden dolayı Allah, onlara açlık ve korku
elbisesini tattırdı. Andolsun ki, onlara kendilerinden peygamber geldi de onu
yalanladılar. Onlar (kendilerine) zulmederlerken azap onları hemen yakalayıverdi.
Artık, Allah’ın size rızık verdiği şeylerden helâl ve temiz olarak yiyin
de eğer (gerçekten) yalnız Allah’a ibâdet ediyorsanız, O’nun nimetlerine şükredin.”
883
“Allah, kullarına rızkı bollaştırsaydı, yeryüzünde taşkınlık yapar azarlardı.
Fakat O, (rızkı) dilediği ölçüde indiriyor. Çünkü O, kullarından haberdardır,
her şeyi görendir.” 884
“Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah’ındır. Bilinmeli ki, asıl ganî/zengin
ve övülmeye lâyık olan Allah’tır.” 885
“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Babanın evlâdı, evlâdın
da babası için hiçbir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Alla’ın verdiği
söz geçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve ğarûr/aldatıcı şeytan,
Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” 886
“Gerçek şu ki, insan, (ilim ve malda) istiğnâ ederek/zengin olduğunu görerek
azar.” 887
“Çünkü o düşündü ve karar verdi. Kahrolası! Ne biçim karar verdi.
Yine kahrolası! Ne biçim karar verdi. Sonra baktı. Sonra surat astı ve yüzünü
ekşitti. Sonra da sırt döndü ve istikbâr etti, büyüklük tasladı. Böylece:
‘Bu, nakledile gelen bir sihirden başka değil’ dedi. ‘Bu, insan sözünden
başka değil.” (18-25. Âyetler)
“Çünkü o düşündü ve karar verdi. Kahrolası! Ne biçim karar verdi.
Yine kahrolası! Ne biçim karar verdi…” Düşünüp taşınıyor, karar veriyor,
karar alıyor, karar veriyor, kararlar üzerinde yoğunlaşıyor. Planlı çalışıyor
883 16/Nahl, 112-114
884 42/Şûrâ, 27
885 31/Lokman, 26
886 31/Lokman, 33
887 96/Alak, 6-7
• 381 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
İslâm düşmanları. Sistemli çalışan kâfirler sistemsiz çalışan Müslümanlara
gâlip gelebilir. Onlar bâtıl dâva için böyle sistemli, planlı çalışıyorlar; müslümanlar
ne yapmalılar? “İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’tan başkasını
O’na endâd edinir; Allah’ı sever gibi onları severler. İman edenlerde ise, Allah
sevgisi daha fazladır.” 888
Bu âyetin yaptığı kıyas/karşılaştırma ile düşündüğümüzde, günümüzde
iman konusunda ne kadar geçerli not alabileceğimizin muhâsebesini yapmalıyız.
“Şu kâfir grubun veya şu bâtıl dâvâ adamının gayret ve mücadelesini
müslümanlar da yapsa...” diyoruz. Adam, kendisi gibi bir insanın koymuş
olduğu kuralların insanlar üzerinde hâkim olması için malını veriyor,
canını veriyor. Müslüman da diyor ki: “Bizim de imanımız ve gayretimiz,
şu imansızınki kadar olsaydı.” Bu âyette Rabbimiz öyle demiyor. Sizin Allah’a
olan sevginiz, onların putlarına olan sevgisinden daha şiddetlidir diyor.
Eğer şiddetli değilse, imanımızdan şüphe etmemiz veya zayıf olduğunu
kabul etmemiz gerekiyor.
İslâm düşmanları kapalı kapılar arkasında İslâm’a darbe vurmak için
ne tür planlar yapıyor, ne çeşit kararlar alıyorlar... Think tank kuruluşları,
ARGE birimleri, istihbarat örgütleri, ajanlar, telekulaklar, gizli dinleme cihazları…
İslâmî çalışma yapan dâvâ erleri, bunun bilincinde olmalı ve onlardan
korkmadan, ama tedbirde ihmalkârlık da göstermeden çalışmalarını sürdürmelidir.
Ne tedbirsizlik ne korkaklık…
“Çünkü o düşündü ve karar verdi. Kahrolası! Ne biçim karar verdi.”
Burada düşünüp karar verme; Müslümanların aleyhine tuzak kurmak,
onları hile ile aldatmak, Müslümanları dininden, müslüman olmak isteyenleri
bu kararından döndürmek için her türlü şeytanî planları yapmak
için aklını şer yolunda, insanları saptırmak için kullanmak kast ediliyor.
İleri Gelenler, Genelde Gizli Dolaplar Çevirir, Hile ve Aldatmaya
Başvurur: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Her kentte ileri gelenleri
(ekâbirini/büyüklerini), oranın mücrimleri/suçluları kıldık (bir süre kötülük
yapmalarına fırsat verdik) ki, orada hile yapsınlar. Onlar kendilerinden
888 2/Bakara, 165
• 382 •
Ahmed Kalkan
başkasına hile/kötülük yapmıyorlar, ama bunun farkında değiller.”889 Yani,
her beldede, oranın ahlâksız mücrimlerini (suçlu ve günahkârlarını), uluları/
ileri gelenleri, reisleri, yöneticileri yaptık. Bunlar, bozgunculuğa daha
elverişli ve insanları kendi yalan ve bâtıllarına uydurmaya sevk etme konusunda
herkesten daha güçlü olduklarından, Allah (c.c.) âyette özellikle
onları zikretmiştir.890. Zeccâc diyor ki: “Ahlâksızlar, günahkârlar, kavmin
ileri geleni ve büyüğü olmuşlardır. Çünkü, insanların reisleri olmaları sebebiyle
zulmetmeye, hîle yapmaya ve insanlara kendi yalan ve yanlışlarını ön
planda tutmaya başkalarından daha elverişlidirler. 891
Niçin Ahlâksızlar, Toplumun Önde Gelenleridir? Ya da Önde Gelenler,
Niçin Ahlâksızdır? Evet, niçin ahlâksız ve günahkârlar toplumun ileri
gelen ve ulularıdır? Çünkü onlar, ehl-i hakkın gafleti, za’fiyeti, bölük pörçük
olmaları, ehl-i bâtılın kendilerine kolayca musallat olacağını, saldırgan
tutum sergileyeceklerini ve kendilerini onlarla (ehl-i hakla) beraber, bütün
toplumun başında komutan, lider, ulu kişi tâyin edeceklerini bilmemeleri
sebebiyle toplumun önderleri (ekâbir), uluları durumuna gelmişlerdir.
Ehl-i hakkın bölük pörçük olduğu, suçlularla yüz yüze gelmekten korktuğu,
ahlâksızların toplanarak birlik beraberlik içerisinde güçlenip durdukları
ve arzularını yerine getirmek için öne çıktıkları bir toplumda sünnetullah/
Allah’ın kanunu, bu ahlâksız mücrimlerin topluma musallat olmaları,
toplumda olmaları, ehl-i hakkı korkak ve cemaatten ayrılmış, işlevsiz fırkalar
haline getirmeleri tarzında cereyân etmiştir. Hakkın kendisini koruyacak
ve varlığını ortaya koyacak gücünün olması gerekir. Bu gücün olmaması
durumunda, taraftarlarıyla birlikte bâtılın gücü ortaya çıkar. Temelsiz ve
bâtıl fikir sahibi ahlâksızlar, belirgin bir statü kazanarak toplumun ulusu,
komutan ve lideri durumuna gelirler.
Ahlâksız Suçlular Niçin İnsanlara Tuzak Kurarlar? Neden ahlâksız
mücrimler, insanlara tuzak kurar, hîle yaparlar, haktan yüz çevirtirler,
bâtıla sevk eder, fesat ve sapıklığa düşürürler? Ve niçin toplumun liderliğiyle
ve önde geleni olmakla yetinmez, insanları kendi işleriyle baş başa
bırakmazlar? Çünkü ahlâksız mücrimler, toplum içerisinde hakkın ortaya
çıkmasından ve insanların hakkın etrafında toplanmalarından ve böylece
889 6/En’âm, 123
890 İbn Kesir, Kurtubî, Âlûsî
891 Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), c. 3, s. 114
• 383 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
elden çıkan liderlikleri ve kaybettikleri mevzîleriyle suçluluklarının yalan
ve yanlışlarının anlaşılmasından korkarlar. Bunun için suçlular geçmişte,
peygamberlere düşman olmuş, insanları onların dâvetlerinden alıkoymuşlardır.
Nitekim aynı şeyi Efendimiz Muhammed (s.a.s.) ve O’na tâbi olan
mü’minlere de yaptılar. Ahlâksız suçluların devamlı yöntem ve davranışları
şöyle olacaktır: Onlar, hakka dâvet eden mü’minlere her zaman ve zeminde
düşmanlık ederler. Bu, her memlekette suçluların büyüklerinden ortaya
çıkarak Allah’ın dinine ve bu dinin dâvetçilerine düşman pozisyonunda bulunmak
sûretiyle cereyân eden kesin ve değişmez kanunudur. Allah’ın dini,
bu suçluların büyüklerini insanlara musallat olan, onları hor ve hakir gören
idare ve tasallutlarından soyutlayarak devre dışı bırakmayı emreder.
İnsanların hak dâvâdan alıkonulması: Geçmişte yapıp ettikleri ve her
hâl u kârda planlayarak uygulaya geldikleri tuzaklardan biri de, yaldızlı sözlerle,
asılsız dedikodularla bu mübârek dâvâya attıkları iftirâlarla ve içinde
bulundukları sapıklığı insanların nazarında süslemekle insanları haktan
saptırmaya çalışırlar. Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: “...Hayır, inkâr eden
kâfirlere tuzak ve hileleri süslü gösterildi, (hak) yoldan çevrildiler.” 892. Mücâhid
diyor ki: “Onların tuzağı, içinde bulundukları sapıklık ve gece-gündüz
bu sapıklığa dâvetleridir.”893. Onların tuzağı, İslâm’a karşı planladıkları hileleri,
şirkleri ve bâtıllarını süslemeleri şeklindedir. 894
Onların planı varsa, Allah’ın da planı vardır. “Onlar mekr (plan, strateji,
tuzak) kurdular. Allah da bir mekr (plan strateji) kurdu. Allah mekr edenlerin
en hayırlısıdır.”895; “Kötü tuzak, ancak sahibine dolanır.” 896
“…İstikbâr etti, büyüklük tasladı.”
‘İstikbar duygusu’, büyüklük kuruntusudur. İstikbar edenlerin hiç biri
aslında büyük değillerdir. Onları büyük ve yüce yapacak bir özellikleri de
yoktur. Ancak onlar, kendilerinin büyük olduğu kuruntusu içerisindedirler.
Allah (c.c.) şeytana soruyor: “Sen büyüklük mü taslıyorsun (istikbar mı ediyorsun)
yoksa gerçekten sen üstün olanlardan mısın?” 897
892 13/Ra’d, 33
893 İbn Kesir, c. 2, s. 526
894 Tefsîr-i Âlûsî, c. 13, s. 162
895 3/Âl-i İmrân, 54
896 35/Fâtır, 43
897 38/Sâd, 75
• 384 •
Ahmed Kalkan
Demek ki şeytanın yücelikle bir ilgisi yok. O kendinde bir üstünlük
gördü, büyüklendi ve Rabbinin emrini dinlemedi. Bazı insanlar ellerindeki
güçlerle, dünyalıklarla veya saltanatla (devlet gücüyle) kendilerini
üstün görürler. Allah karşısında kul olduklarını unuturlar da kendilerini
Allah’tan müstağni sayarlar (O’na ihtiyaç duymazlar). Bunların bir kısmı,
Âhirete inansa bile, yine kendilerinin kurtulacağını düşünürler. Çünkü onlar,
ellerinde her çeşit güç ve imkân var zannederler. Bir kısmı da Âhireti
inkâr ederler. Hayatın yalnızca bu dünya yaşantısı olduğunu kabul ederler.
Sahip oldukları mal, çocuklar ve iktidarla üstünlük taslarlar. Bu dünyalık ve
güçle insanlara hükmetmeye, onları kullanmaya, onları köleleştirmeye çalışırlar.
İsteklerine kavuşmak için zorbalığa ve zulme başvururlar. Böylece
haddi aşarak bağy (azgınlık) ederler. Arzularını gerçekleştirmek yolunda
hiç bir yasak ve günah tanımazlar. İşlerine ve hayatlarına kendi ‘hevâ’larına
göre yön vererek ilâhlığa soyunurlar. İnsanları yönlendirmek ve kullanmak
isteyerek Rabliğe yeltenirler.
“Âyetlerimizi yalanlayıp, onların karşısında istikbâra/büyüklenmeye kapılanlar,
işte onlar ateş halkıdır.” 898
“Küfredenlere gelince; Ayetlerimiz size okunuyordu da, siz istikbârda bulunup
(karşılarında büyüklenip yüz çevirerek) mücrim bir topluluk oldunuz,
değil mi?” 899
Allah’ın âyetlerine karşı çıkışın temelinde yatan sebep gerçekten ‘istikbar’
duygusudur. Aynı duygu; Allah önünde ibadet etmekten de hoşlanmaz.
Diğer insanları küçümsemek, onlara tepeden bakmak, onlardan tiksinmek,
onlara hakeret etmek ve onları çeşitli tuzaklarla kullanmak niyetinin arkasında
da istikbar anlayışı vardır.
Yeryüzünde zulme sebep olan, orasını ifsâd eden ve zayıfları ezen kimseler
de yine bu istikbar duygusuna sahip olanlar ve bu yüzden taşkınlık
yapanlardır.900 Iktikbar sahibi müstekbirler, insanlara karşı ‘bağy’ işlerler.
Onlara karşı böbürlenip haksızlıkta bulunurlar, onlara hükmetmeye kalkışırlar.
İstikbar sahiplerinin tipik özelliklerinden biri de kendi ‘hevâ’larına
uymalarıdır.
898 7/A'râf, 36
899 45/Câsiye, 31
900 28/Kasas, 39
• 385 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Onlar, kendilerini güçlü ve üstün gördükleri için ilâhî yasaları tanımazlar
ve akıllarına estiği gibi hareket ederler. İnsanlara kötülük yapmak için
başvurulan çeşitli hile ve kurnazlıkların arkasında istikbâr vardır.901 Yeryüzünü
zulüm ve kahırla dolduran ve kitleleri ezen ordular da istikbâr ordularıdır.
902
İstikbar duygusu/müstekbirlik, inkârcıların özelliğidir.903 Dünyada Allah’a
ve O’nun âyetlerine karşı istikbar edenler için alçaltıcı bir azap vardır.
904 Allah’ın âyetlerine karşı istikbar edenlere göğün kapıları açılmayacak,
onlar deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar Cennet’e giremeyecektir.
Onlar için Cehennem’de ateşten yataklar hazırlanmıştır.905 Allah’a karşı ibadet
etmeye istikbar duygusu yüzünden yanaşmayanların sonları da cehennem
olacaktır. 906
Kullara yakışan, Rablerinin huzurunda ‘kul’ olarak haddini bilmek, bulunduğu
konumu doğru tesbit etmektir. Allah’ı tek rab olarak bilip verdiği
nimetlere şükretmektir. Güçsüz, zayıf, yaşamak için başkasına muhtaç ve
nihayet ölümlü olan insanın kibirlenmeye, iblis gibi Allah’a isyan edip karşı
gelmeye hakkı yoktur. İstikbar edenler büyük bir haksızlık içerisindedirler.
Bu nedenle Allah (c.c.) kesinlikle istikbar edenleri sevmez. 907
Günümüzde büyüklük taslamanın (istikbârın) yansımalarını her yerde
görmek mümkün. Zenginler, makam sahipleri, koca koca şirketleri ve fabrikaları
olanlar, sistemler, devlet düzenleri, uluslararası kuruluşlar, devlet
yöneticileri, sultanlar, krallar, şöhrete ulaşanlar ve daha niceleri ‘istikbar’
ediyorlar. Allah’a ve O’nun koyduğu ölçülere karşı çirkin bir başkaldırı ve
büyüklük duygusu içerisinde kendilerine ve diğer insanlara zulmediyorlar.
908
901 bk. 35/Fâtır, 43; 31/Lokman, 7; 63/Münâfıkûn, 5
902 bk. 28/Kasas, 39; 25/Furkan, 21
903 7/A’raf, 36, 75-76; 28/Kasas, 76-77
904 46/Ahkaf, 20; 40/Mü'min, 60
905 7/A’râf, 40-41
906 40/Mü'min, 60
907 16/Nahl, 23
908 H. K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, 317 vd.
• 386 •
Ahmed Kalkan
Müstekbirler, zayıf bırakılmışları (müstez’af olanları) sömürürler. Onların
boyun eğmişlikleri üzerine iktidarlarını sürdürürler. Onların emeği ve
kanı üzerine saraylar yaparlar. Onların hizmetleri ve kölelikleri sayesinde
eğlence, zevk ve sefa içinde ömür sürerler. Müstekbirler; zor kullanarak,
zulmederek, hile ve tuzaklarla insanlara üstünlük sağlarlar.
Kur’an’da ilginç bir örnek anlatılmaktadır:“Gökte olanlar, yerde olan yürüyenlerden
bir kısmı ve melekler Allah’a secde ederler. Onlar asla istikbar etmezler
(büyüklük taslamazlar).”909 Hâlbuki müstekbirler, Allah’ın âyetlerine
karşı kibirlenirler ve onları yalanlarlar.910 İçlerinde sakladıkları büyüklenme
hastalığı yüzünden Allah’a kulluktan, O’na itaat etmekten yüz çevirirler.
Peygamber olarak gönderilen kimselere ilk karşı çıkanlar halk arasında
mal ve makam sahibi müstekbirler olmuşlardır. “Bir peygamber size canınızın
istemediği bir şeyi getirdiği zaman istikbar etmediniz mi (büyüklük taslamadınız
mı)? Kimini yalanlıyor, kimini öldürüyordunuz.”911 Bu müstekbirler,
peygamberlerin davetlerini, ellerindeki malları ve makamları koruma için
reddediyorlardı. Çünkü sahip oldukları konum, onlara insanları sömürme,
onlara hâkim olma imkânını veriyordu. Müstekbirler, Peygamberlerin davetine
her yola başvurarak karşı koymaya çalışırlar. Gelen peygamberi ve
onun davetini yalanlarlar, peygamberi kendi memleketinden sürerler, kimilerini
de öldürmeye kalkışırlar.
İslâmî dâvet, insanlar arasında haksız sınıflaşmayı, sömürüyü, soy sop
veya mal ve makam üstünlüğünü, zulmü ve baskıyı yasaklıyor. Adâleti ve
insanlar arasında eşitliği getiriyor. Üstünlüğün takvada ve diğer insanlara
iyilik yapmada olduğunu bildiriyor. Fakat müstekbirlere göre kendileri ya
mal, ya makam, ya güç, ya da soy bakımından en üstündürler. Müstekbirler,
mutlak hâkimiyetin Allah’a ait olduğunu kabul etmezler. Onlar Tevhid
Kelimesindeki gerçeği reddederler. “Onlara lâ ilâhe ilallah (Allah’tan başka
tanrı yoktur)’ denildiğinde şüphesiz istikbar ederler (büyüklük taslarlar).” 912
Onlar, insanları ezmek için her yolu caiz görürler. Emirleri altına aldıkları
insanları zayıf bırakırlar (müstez’af yaparlar) ve onları istedikleri
909 16/Nahl, 49
910 7/A’râf, 36
911 2/Bakara, 87
912 37/Saffat, 35
• 387 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
gibi yönlendirirler.913 Onlar, kendilerinde olan güzel özelliklerden dolayı
değil; ellerindeki makam, mal, güç gibi dünyalıklar yüzünden insanlardan
üstün oldukları anlayışındadırlar.914 Onlar, kendi otoritelerine, düzenlerine
ve fikirlerine karşı gelen hiç bir kimseden hoşlanmazlar. Kendi düzenlerini
yıkacak her çabayı yok etmek için uğraşırlar. Onlar, Allah’ın peygamberlerle
gönderdiği dine inanmamak için her türlü bahaneyi bulurlar, imanı ve
iman edenleri küçümserler. 915
Müstekbirlik; zulüm, bağy ve tuğyan sonunda ortaya çıkan bir vahşettir.
Her müstekbir, haksız yere kibirlenen, gururlanan ve insanlar üzerinde
kayıtsız şartsız hüküm sürmek isteyen isyankârdır. “Yeryüzünde haksız
yere kibirlenenleri/müstekbirleşenleri, âyetlerimi anlamaktan çevireceğim.”916
Müstekbirlik, Allah’a ait olan bir yetkiyi ve hakkı kendi kudreti ve iradesi
altına almak niyetini hayatına ve davranışlarına dayanak kıldığından ilâhlık
dâvâsına kalkışmak demektir. İster bunu açıktan açığa söylesin, isterse
söylemesin, istikbâr ilâhlık iddiası demektir. Müstekbirlerin amacı, Allah’ın
yerine kendilerinin insanların hayatına hükmetmesidir. Müstekbir bu gayesini
gerçekleştirmek için, insan neslini, bitkileri ve hayvanları tüketecek
kadar fesadını yaygınlaştırabilir. 917
Her müstekbir, hem kâfir ve hem de zâlimdir. Şeytan, kibirlendi ve kâfir
oldu. Ancak kâfirlikten önce müstekbir oldu.918 Kâfirliğin yolu istikbârdan
geçmektedir. Allah’a karşı baş kaldıran ve Allah’ın kanunlarını beğenmeyen
herkes müstekbirdir.919
Fertler müstekbir olduğu gibi, düzenler, kavimler, meclisler de müstekbir
olabilir. İslâm’ın dışındaki bütün sistemler müstekbir kabul edilir.
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse onlar zâlimlerin ta kendileridir.” (5/
Mâide, 45) Her beşerî ideoloji, Allah’a baş kaldırıp Allan’ın hüküm ve kanunlarını
beğenmeme sonucunda ortaya çıkmıştır. Bunun için komünizm,
sosyalizm, kapitalizm ve diğer izmler müstekbirdir.
913 31/Lokman, 6
914 41/Fussilet, 15
915 46/Ahkaf, 11
916 7/A’râf, 146
917 28/Kasas, 4
918 Bk. 2/Bakara, 34
919 Bk. 45/Câsiye, 8
• 388 •
Ahmed Kalkan
Bugün bazı ülkelerde yürürlükte olan zulüm düzenleri tipik ‘istkbar’
örneğidir. Zengin ülkelerin kendi aralarında kurdukları birlikler, ürettikleri
politikalar dünyayı daha iyi kontrol altında tutma, daha iyi sömürme
amacına yönelik değil midir? Birçok uluslararası teşkilat ne işe yaramaktadır?
Bu teşkilatlar zulme uğrayanlara yardım etmeyi beceremezken, karar
almak üzere bir araya gelemezken; çıkarları söz konusu olunca dünyayı nasıl
da ayağa kaldırıyorlar? ABD’nin ve pek çok batılı ülkenin bu anlamda
müstekbir olduğu açıktır.
Bazı ülkelerdeki diktatörlerin, sulta ve despot yönetimlerin kendi halklarına
ve ilâhî vahye karşı tutumları; müstekbirlerin karakterlerini göstermektedir.
Onlar, kendi saltanatları ve çıkarları için zulümden ve baskı
yapmaktan geri durmazlar. Kendi menfaatleri uğruna halklarının haklarına
tecavüz ederler. Iktidarlarını sürdürebilmek için her yola başvururlar.
Allah’ın insanlar için koyduğu ölçülere kulak asmazlar.
Müstekbirler, toplumun zayıf kimselerini ezer, zayıf olmayan kitleleri
zayıf bırakmak için onlara ekonomik ve siyasî baskı yaparlar.920 Peygamberlerin
dâvetleri onların kaçışlarını arttırırken,921 müttakîler ve mü’min müstaz’afların
imanını arttırmıştır. Müstekbirler, rasüllerin tehditlerini ve uyarmalarını
alayla dinlerler922 ve peygamberlere (ve mü’minlere) “ya dinimize
girersiniz, ya da sizi şehirden çıkarırız” derler.923 Onlar için verilen her ikaz,
kendileri için eğlencedir.924 Dâvete kulaklarını tıkar, hiçbir şey duymamış
gibi davranırlar. Küfür örtüleri hidayete ulaşmaları için engel teşkil eder.
Bugün mazlum ve mahrum bırakılmış, ezilmiş ve sömürülmüş halklara
zulmeden tâğûtî sistemlerin Kur’an’da anlatılan müstekbir portresinden ne
farkı vardır? Kaldı ki, biz müstekbiri asıl bugün tanımlamakla mükellefiz.
Yaşadığımız hayat şartlarını tüm acımasızlığıyla ağırlaştıran, fıtratımıza uygun
İslâm sisteminin kurulmaması için var gücüyle çalışan, Allah’ın diniyle
alay eden düzen ve işbirlikçileri, Kur’anî ifadeyle müstekbirlerden başka bir
şey değildir.
920 7/A’râf, 75
921 71/Nuh, 6
922 7/A’râf, 77; 21/Enbiyâ, 2
923 7/A’râf, 88
924 21/Enbiyâ, 2
• 389 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Rasüllerin mirasçısı olan mü’minleri sevmemek, onlarla alay edip onları
ezmeye ve sömürmeye çalışmak, müstekbir olmanın en açık ifadesidir.
Vesvesesini şeytandan alan, halkın üzerinde görünmez bir baskı oluşturan
ve gece gündüz kurduğu desiselerle insanları Rablerine karşı isyana ve
küfre çağıran medya, müstekbirlerin Kur’an’da ifadesini bulan mü’minlerle
alay etme misyonunu eksiksiz yerine getiriyor. 925
Dünyanın günümüzdeki yapısı içerisinde, zayıf bırakılmış mustaz’af
kitlelerin, kendilerini ezen zorbalara karşı mücadelesi, ancak müstaz’af halkın
tevhîdî bilince sahip olmalarıyla mümkün olacaktır. Hak ve bâtılı birbirinden
ayıramayan müstaz’aflar, müstekbirlerin hilelerine kurban gidecek926
ve böylesi müstaz’afların Allah’ın huzurunda şikâyetleri de bir anlam
ifade etmeyecektir.927
Kur’an’da bize anlatılan müstaz’af-müstekbir mücadelesinin şartlarını
bilmemek, bizi bu mücadelede amellerimizi bâtılın pisliğinden uzak tutacak
ve amellerimize bâtılın karışmasını önleyecek bir bilinçten mahrum
bırakacaktır. Rabbimiz, kitabında nebevî mücadelenin nasıl olması gerektiğini
boşuna anlatmamış, bilâkis onları okuyalım, üzerlerinde düşünelim
ve günümüz mücadelesine ışık tutalım928 istemiştir. Tâğûtî sistemleri ayakta
tutan kimseler, güçsüzlüklerinden şikâyet eden929 zâlim müstaz’aflardır.930
Müstaz’af olan ve fakat müstaz’af olduğunun bilincinde olmayan, müstekbirlerin
peşine takılmış, onlardan medet uman931 kitlelerin dünyada ve
âhirette karşılaşacakları çetin azabı hatırlatmak, üzerimize düşen sorumluluktur.
Tâğutun en örgütlü biçimi olan İslâm dışı düzenler, tüm kurum ve kuruluşları
ile, ordusu, bankası, medyası ve tüm işbirlikçileriyle mü’minlere
saldırmakta ve onları çeliştili hile ve desiselerle güçsüz bırakmak istemektedir.
Güçsüz bırakılan halkların ve baskı uygulanan insanların tevhîdî mücadele
içerisinde var olan safı ise, inkılâpçı-ıslahatçı müstaz’afların yanıdır.
925 Eşref Altaş, Haksöz, sayı 44, s. 41
926 34/Sebe’, 31-33
927 34/Sebe’, 31-33
928 22/Hacc, 46; 15/Hıcr, 75; 12/Yusuf, 11
929 4/Nisâ, 97
930 34/Sebe, 31
931 34/Sebe’, 31-33
• 390 •
Ahmed Kalkan
Zâlimlere başkaldırıp inkılâpçı bir tavır takınması mümkün olmayan
zavallı kadın, çocuk ve ihtiyarları ve aklî kapasitesi düşük olanları, Kur’an,
“zavallı müstaz’aflar” olarak bize sunmaktadır.932
Bugün yeryüzünün birçok yerinde katledilen, savaşacak silâh ve güce
sahip olamamış, duâ etmekten, yardımcı istemekten933 başka çaresi olmayan
insanlar, zulme başkaldıramadıklarından mâzurdurlar. Onların bu
feryadlarını görmezlikten gelmek, “yenidünya düzeni” müstekbirlerinin ve
işbirlikçilerinin müstekbir olmalarından kaynaklanmaktadır. Fakat eli silâh
tutan ve yardım gücü yerinde olan, başkaldırma gücüne sahip insanların
ve düzenlerin ilgisizliği ise, müstekbirlerin zulmüne ortak olmak demektir.
Müstekbirleri uyarmaktan korkan, zâlimlere itaati fitne ve fesad çıkmasın
diye sürdüren, zulümlere baş eğmeyi sabır diye tahayyül eden, görevlerini
ve özellikle emr-i bil ma’ruf ve nehy-i anil münkeri terkeden, güçleri
varken başkaldırmayan insanlar ise zâlimdirler. Aslında kendileri de müstaz’af
oldukları halde, müstekbirlerle işbirliği yapmaktan çekinmediklerinden
dolayı Allah bu gibileri zâlim müstaz’aflar diye nitelemektedir. Zâlim
müstaz’aflar, istikbâr düzenini ayakta tutanlardır. Firavun, kendisinden ve
mele’sinden güçlü binlerce köleyi ve halk kitlesini nasıl idare etmektedir.
Onlara piramit adı verilen ve bir mezardan/anıtkabirden başka bir şey olmayan
dağları nasıl kurdurmaktadır?
Firavun, onların bilinçlerini dondurmuş, büyüsüyle (medyasıyla) onları
uyuşturmuştur. Halkın dinî hassasiyetlerine cevap verecek bir kurum
oluşturmuş (Bel’am) ve bu kurum, Allah’ın kitabından konuşuyormuş gibi
hareket ederek insanların başkaldırı ve eleştiri hakkını da elinden almıştır.
Düzen; vahyi bir kenara atıp nefsini yücelten, âhireti değil; dünyayı ön
plânda tutan, şeytana uyan ve aynı zamanda Allah’a yönelen insanları saptıran,
işi gücü tâğutlara itaat edilmesi gerektiğini yineleyen bezirgân tipli
din adamını/Bel’am’ı yetiştirdimi artık kitleleri uyuşturup saptırması çok
basit olmaktadır.
Tâğûtî istikbârın oluşturduğu düzenin bu noktasından sonra, tüm kitlelerle
“itaat” için uğraşmasına gerek kalmamıştır artık. Kitleleri düşünmekten
ve zulmü görmelerini engellemekten sorumlu medya (sihirbaz-
932 4/Nisâ, 75
933 4/Nisâ, 75
• 391 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
lar), kitlelerin fıtratlarına yönelişlerini çarçur edip saptırmaktan sorumlu,
“uyarsan da uyarmasan da dilini sarkıtıp soluyan köpek”934 gibi şeytana tâbi
olan Bel’amlar, kitlelerin ekonomik işlerle ve dünya malıyla oyalanmalarını
sağlayan Karun’lar, tâğûtî düzenin devamını sağlamakta, kitlelerin her
alandaki fıtrata yönelişlerini saptıran müstekbirler artık müstaz’afları; devleti
ve vatanı korumaya çağırırken Allah ve Rasülüne değil; şeytana uymayı,
Allah’a nankör davranmayı emrederler. Şeytanın zulmünün ve işbirlikçilerinin
aslında hiçbir gücü yoktur. Onları güçlü kılan, apaçık bir şekilde,
zulme rızâ gösteren müstaz’af, fakat zâlim kimselerdir.
Ülü’l-emr kavramını fesâda uğratmış ve zulüm ve istikbârlarını ülü’lemr
diye müstaz’af insanlara sunmuş müstekbirlere itaati bir görev sayan
kimsenin Allah’ın huzuruna çıktığında “emîrlerimize ve büyüklerimize uyduk,
onlar da bizi yoldan saptırdılar.”935 demekten başka ileri süreceği hiçbir
mâzereti yoktur. Zâlim müstazâflar bu halleriyle ezildiklerinin bile farkına
varamamışlardır. Kolektif bilinçlerini üç beş mutlu-putlu azınlığa terk etmiş
ve onları denetleme imkânını dahi elde edememiş insanlar, âhirette
Rablerine şikâyetlerini arzederken neye uğradıklarını şaşırmış görüntüsü
vereceklerdir. 936
Câhiliyye toplumlarında iki sosyolojik toplum karşı karşıyadır: Müstekbirler
- Müstaz’aflar. Temelde sağlıksız ve çelişkili kutupların yer aldığı
böyle bir toplumda müstekbirleri; idarî, siyasî ve fikrî zümrelerden oluşan
“mele’” ile, ekonomik zümrelerden oluşan “mütref ” sınıflar oluşturur. Bunların
karşısında, bu sınıfların ezdiği biyolojik, rûhî ve zihnî güçsüzlük içinde
olan mustaz’aflar vardır.
Geçmişte olduğu gibi, modern çağda da, özellikle dev iletişim teknolojisini
ve araçlarını, eğitim kurumlarını, sanat ve spor alanlarını kontrol
eden iktidar seçkinlerinin, bütün bir toplumu, hatta tüm ulusları ve dünyayı
her gün biraz daha güçten düşürerek, zaaflarını arttırıp kolayca kumanda
ederek yönlendirdikleri söylenebilir. 937
934 7/A’râf, 176
935 33/Ahzâb, 67
936 E. Altaş, Haksöz, 44, s. 42
937 Ali Bulaç, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, c. 3, s. 82
• 392 •
Ahmed Kalkan
“Müstekbir, kalbindeki hastalığın938 gözüne de yansıdığı939 kimsedir. O
yüzden gözleri sirk aynaları gibi çarpık gösterir. Küçüğü büyük, büyüğü
küçük gösteren çukur ve tümsek aynalar gibidir bakışları. Kendilerini dev
aynasında, başkalarını da cüce görmeleri bundandır. Hakkı bâtıl ve bâtılı
da hak görmeleri de aynı hastalığın belirtisidir.
“Müstekbirler, omuzlarımızda taşıdığımız için büyük gözükürler; fırlatıp
atınca yerde sürünmeğe başlarlar.”
“Kibirlenip büyüklenenin / Aldanma dünyasına.
Dünya benim, diyenin / Gittik dün yasına.”
Bizi, müslümanlığımızdan dolayı küçük göreni, “hayvandan aşağı”,940
“yaratıkların en şerlisi”,941 bir “pislik”,942 “sağır, dilsiz, kör ve akılsız”943 görmek
zorundayız. “Müstekbirler, önlerine diz çöktüğümüz için büyüktürler;
o halde biz de ayağa kalkalım!”
“…Böylece: ‘Bu, nakledile gelen bir sihirden başka değil’ dedi.”
Kur’an’ın etkileme gücünü kabul ediyor, ama sebebini kasıtlı olarak sırf
inadından dolayı çarpıtıyor.
“…‘Bu, insan sözünden başka değil (dedi).”
Şirkin tezâhürü. Allah’a ait özellikleri başkasına vermektir. Burada da,
Allah’ın kelâmını başkalarına, insanlara atfediyor. Herkes, başkasını kendisi
gibi bilirmiş. Kendisi yalancı, iftiracı, Tanrı adına bazı şeyler uydurmaktan
çekinmeyen birisi olduğu için, Muhammed (s.a.s.) gibi hiç yalan
söylemeyen el-emin, en emin birine de “Allah’a iftira atıyor” diye bu alçakça
iftirayı atabiliyor.
938 2/Bakara, 10
939 2/Bakara, 18
940 7/A'râf, 179
941 8/Enfâl, 55
942 9/Tevbe, 28
943 2/Bakara, 171; 8/Enfâl, 22
• 393 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
“Onu Sekar’a (cehenneme) sokacağım. Sekar’ın ne olduğunu nerden
bileceksin?
(Geride bir şey) komaz, bırakmaz (her şeyi yakıp yok eder).
Durmadan deriler
kavurur.” (Âyet, 26-29)
Sûrenin bu bölümünü oluşturan âyetlerde, inatçı kâfirlerin Sekar’a sokulacakları;
sekar’ın, derilerini kavuran, insana doymayan, geriye hiçbir
şey bırakmayan bir cehennem olduğu haber verilir. 26-30. âyetlerde, hak
ettikleri uhrevî ceza özetlenmiştir. 26. âyette geçen «sekar» kelimesi ateşin
isimlerinden olup cehennemin ağır cezalık kısımlarından birini ifade
ettiği belirtilir. 944 27-28. âyetler ise sekar hakkında “hiçbir şeye acımayan,
içine atılanları yakan ve insanın derisini kavuran korkunç bir yer” şeklinde
detaylar
vermektedir.
“Sekar’ın ne olduğunu bilir misin?”
Ey Muhammed! Sekar’ın ne olduğunu sana bildiren, ayrıntısıyla anlatan
nedir? O ne kadar büyük, müthiş bir azap yurdudur. Sen aklınla onun
bütün vasıflarını hakkıyla bilir misin? Mâhiyetini ve özünü kavrayabilir misin?
Elbette ki Allah bildirmedikçe sen onun mâhiyetini bilemezsin.
“En bedbaht olan da ondan kaçınacaktır. O ki, en büyük ateşe yaslanacaktır.
Sonra o en büyük ateşin içinde ne ölecek, ne de hayat bulacaktır.” 945
“Evet, âyetlerimizi inkâr edenleri, kesin, ateşe atacağız. Derilerinin her
yanışında, cezayı tatmaları için, derilerini başka derilerle değiştireceğiz. Gerçekten
Allah Azîz’dir, Hakîm’dir.” 946
Konumuzla ilgili âyette Sekar’ın özelliği olarak şöyle söyleniyor: “…
(Geride bir şey) komaz, bırakmaz (her şeyi yakıp yok eder).” Öyle dehşetli
bir azap ki, insan, insan olarak yaşadığına bile pişman olacak; azap görmeyen
madde olarak, taş-toprak gibi bir varlık olarak yaratılmış olmayı arzulayacak:
“Biz, yakın bir azap ile sizi uyardık. O gün kişi, önceden yaptıklarına
bakacak ve kâfir/inkârcı kişi: ‘Keşke toprak olsaydım!’ diyecektir.” 947
944 bk. Şevkânî, V, 377
945 87/A'lâ, 11–13
946 4/Nisâ, 56
947 78/Nebe’, 40
• 394 •
Ahmed Kalkan
Sekar’ın tasviri yine ilgili âyette şöyle yapılıyor: “…Durmadan deriler
kavurur.” Derilerin kavrulması konusunda başka bir âyette şu açıklama yapılır:
“Şüphesiz âyetlerimizi inkâr edenleri gün gelecek bir ateşe sokacağız;
onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe, derilerini başka derilerle değiştiririz
ki acıyı duysunlar. Allah daima üstün ve hakîmdir.” 948
Deriler, Allah için titremezse, ateşte yanıp titreyecek: “Rabbinden korkanların,
bu Kitab’ın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri ve hem
de gönülleri Allah’ın zikrine ısınıp yumuşar...” 949
Enteresandır; Sakar adlı Cehennemde durmadan kavrulan deriler, kendi
aleyhlerine şâhitlik yapıp, günahlarını itiraf ederek bu azâbı istemiş olacaklardır:
“Nihayet oraya (cehenneme) geldikleri zaman kulakları, gözleri ve
derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecektir. Derilerine:
‘Niçin aleyhimize şâhitlik ettiniz?’ derler. Onlar da: ‘Her şeyi konuşturan Allah,
bizi de konuşturdu. İlk defa sizi O yaratmıştır. Yine O’na döndürülüyorsunuz’
derler.” 950
Ciltlerin/derilerin bu azâbı, özellikle kendi ciltlerini (bedenlerini) teşhir
eden ve bu sebeple nice erkeği ifsad eden ahlaksız kadınlar açısından
tam yerinde bir ceza olsa gerektir.
“Üzerinde on dokuz vardır. Cehennem bekçilerini yalnız meleklerden
yaptık. Sayılarını da küfürde ısrar edenler için sadece bir fitne kıldık ki,
kendilerine kitap verilenler kesin bir bilgiyle inansın; iman edenlerin de
imanları artsın; kendilerine kitap verilenler ve iman edenler kuşkuya
kapılmasın. Kalplerinde bir hastalık olanlar ile kâfirler de şöyle desin:
‘Allah bu misalle ne anlatmak istedi?’ İşte Allah, dilediğini böyle saptırır,
dilediğini böyle hidâyete erdirir. Rabbinin ordularını O’ndan başka kimse
bilmez. Ve o, insanlar için sadece bir öğüttür.” (30-31. Âyetler)
Bu iki âyette; Cehennem bekçilerinin melek olduğu; bunların sayısının,
kitap ehli için doğru bilgi, mü’minler için kesin bir inanç, inkârcılar ve
hasta kalpliler için de bir imtihan vesilesi kılındığı; Allah’ın iman etmek ve
bu yolda ileri gitmek isteyeni doğru yola ileteceği, yoldan çıkmak isteyeni
948 4/Nisâ, 56
949 39/Zümer, 23
950 41/Fussılet, 20-21
• 395 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
de saptıracağı belirtilir. Gerçekleri dile getiren bu âyetlerin, mü’minlere bir
öğüt, inkârcılara da bir uyarı olduğu vurgulanır.
“…Cehennem bekçilerini yalnız meleklerden yaptık.”
Cehennemin on dokuz muhâfızı vardır; ama bunlar dünya muhâfızlarıyla
karıştırılmamalıdır. Çünkü bu muhafızlar insan değil, melektir. Onların
güç ve kuvvetlerini insanî eşdeğerleri ile kıyas etmen senin ne kadar
ahmak olduğunu göstermektedir. Hâlbuki onlar insan değil meleklerdir.
Siz, Allah Teâlâ’nın meleklerden ne güçte mahlûklar yarattığını bilemezsiniz.
Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Onun başında iri cüsseli, sert tabiatlı,
Allah’ın emirlerine karşı gelmeyen ve emredildikleri şeyleri yapan melekler
vardır.” 951
Cehennemin on dokuz bekçi ve zebanisi asla karşı konulamayan meleklerdendir.
Onlar kalabalıklarla karşılarında durulması mümkün olan
insan türünden değildirler. Biz Cehennem muhâfızlarını, bekçilerini, görevlilerini
Allah’ın emirlerine kayıtsız şartsız itaat eden katı ve sert melekler
kıldık. Onları insanlardan yapmadık ki, onlarla mücadele edip galip gelsinler.
Melekler insanlardan ve cinlerden farklı özelliklere sahiptirler. Tamamen
tarafsızdırlar. Pek büyük bir kuvvet ve heybete sahiptirler. Lazım gelen
azapları tatbike güç yetirmektedirler. Nurdan yaratılmışlardır. Cehennemin
sıcaklığından etkilenmezler. Cehennem ehli onlara karşı muhalefet edecek
güce sahip değildir. Cehennemdeki görevli meleklerin on dokuz olmasını,
sadece müşriklerin sapıklığa ve fitneye düşmeleri için bir imtihan vesilesi
kıldık.
“…Sayılarını da küfürde ısrar edenler için sadece bir fitne kıldık.”
Nasıl ki kıblenin tahvili,952 Ashâb-ı Kehf ’in sayısı953 iman edenle etmeyeni
ayırmak için birer sınav (fitne) idiyseler,954 bu da öyle bir fitnedir.
On dokuz muhâfız meleğin anılması, inkârcılar için bir sınav ve fitnedir.
Bu sayının sır ve hikmetini açıklamaya çalışmak isteyenler olmuşsa
da, doğrusu bunun akılla bilinebilecek bir ilim işi değil, mutlak bir iman
951 66/Tahrîm, 6
952 2/Bakara, 144
953 18/Kehf, 22
954 2/Bakara, 143
• 396 •
Ahmed Kalkan
işi olmak üzere bir sınama için olduğu ikinci âyette özellikle anlatılmıştır.
Onun için bunun, kayıtsız şartsız bir iman ile inanılması istenen mutlak bir
İlâhî haber olduğunu tasdik edip “yorumunu ve mânâsını Allah bilir” demek
gerekir. Özet olarak şöyle diyebiliriz: Yüce Allah’ın şimdi sizin tam olarak
bilip anlayamayacağınız ve ileride ortaya çıkacak öyle kuvvet ve güçleri
vardır ki onların hakikatini ancak kendisi bilir ve sizin ona mutlak sûrette
inanmanız gerekir. İşte size onlardan bir örnek haber veriyor. Bu, şu anda
imanı olmayan ve kalplerinde bir çürüklük bulunanlar için şaşırtıcı bir sır,
bilinmez bir şey gibi gelir. “Böyle kapalı Allah sözü, Peygamber duyurusu
mu olur?” diye alay ve inkâra sapmalarına sebep olabilir. Bununla birlikte,
kitap ve peygamberin ne demek olduğunu ve gelecek işinin bugünkü işlere
kıyas edilerek bilinemeyeceğini, bilenlerin kuşkularını kesecek ve iman yeteneği
olanların imanlarını artırır. Bunların yorumuna çalışmayarak mutlak
bir iman ile inanır.”955
Meleklerden on dokuz adedin söz konusu edilmesi, kâfirlerin fitneye
uğramasına, yani sınanmalarına sebep olmuştur. Zemahşeri dedi ki: Onların
sayı sebebiyle fitneye maruz kalmaları sebep olarak gösterilmemektedir.
Bizzat sayının kendisi sebep olarak gösterilmiştir. Çünkü Yüce Allah: “Onların
sayısını da inkâr edenler için ancak bir fitne kıldık.” diye buyurmaktadır.
Çünkü yirmiden bir eksik olan bu sayının durumu Allah’a ve O’nun
hikmetine itiraz ve alay edip, hikmeti bilmese dahi mü’min gibi boyun eğmeyen
kimselerin bu sayı sebebiyle fitneye düşmeleri söz konusudur. Şöyle
denilmiş gibidir: Bizim onları bu sayıda kılmamız, bu sayı sebebiyle fitneye
düşmeyi gerektirecek bir özelliktir. Bu da mü’minlerin inancının daha bir
sağlamlaşması, kâfirlerin de hayret ve şaşkınlığa düşmesi içindir.956
“Rabbinin ordularını O’ndan başka kimse bilmez.”
Allah Teâlâ’nın ordusu, Ebu Cehil’in sandığı kadar sadece cehennemin
üzerindeki on dokuz zebânîden ibaret değildir. Kaldı ki bu zebânîlerden
her biri çok büyük ve çok güçlüdürler. Cehennem muhâfızlarının sayısını
sâdece Allah’ın bilebileceğine ve bunun bir gayb konusu olduğuna işaret
eder. Öyleyse insana düşen görev, onların mâhiyetini, sayısını ve gücünü
ancak Allah bilir deyip vahiyle bildirilen gerçeklere hiç kuşku duymadan
inanmaktır. Çünkü gerek sekar (cehennem) gerekse bu âyetler, insanın
955 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları, c. 8, s. 423
956 Zemahşeri, III/288.
• 397 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
menfaati için verilen öğüt ve uyarıdır. Yüce Allah, bu âyetleri, cedelleşme
ve çekişme konusu yapılması için değil, bir sakınma ve uyanma vesilesi olması
için göndermiştir.
“Rabbinin ordularını ondan başka kimse bilmez.” ifadesi, cehennem
bekçilerinin sayısının hikmetini de, Onun her bir ordusunun sayısının
hikmetini
de ebediyyen Yüce Allah’tan başka hiçbir kimsenin bilmediğine
bir
işarettir. Bu, “Muhammed’in on dokuzun dışında askeri yok mu?” diyen
Ebû Cehil’e ve benzerlerine bir cevaptır. Tirmizi’nin rivâyetine göre Peygamber
(s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sema
gıcırdadı, gıcırdamakta da hakkı
var. Çünkü orada alnını Yüce Allah’a secdeye koymadık dört karıştık kadar
bir yer dahi yoktur.”
“Rahmân olan Allah’a karşı şu size yardım edecek askerleriniz hani kimlerdir?
Kâfirler ancak derin bir gaflet içinde bulunmaktadır.”957
“Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecek, gâlip olacaktır.” 958
“… Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz
bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı.” 959
Müslüman, kendini, dâvâsını küçük göremez; sürekli mağlûbiyeti, zilleti
kabullenemez. O, Allah’ın askeri olmanın bilinci, onuru ve sorumluluğu
içinde yaşar. Dünya bir araya gelse, Allah dilemedikçe senin kılına zarar
veremez! Güç, kuvvet sadece O’nundur. Yûnus ve Mûsâ aleyhimâ’s-selâm
öğretir ki, dâvâ adamı müslümanı deniz boğamaz!
İbrâhim (a.s.) örnektir ki, muvahhid tebliğciyi ateş yakamaz!
İsmâil (a.s.) haykırır ki, Allah askeri mücâhidi bıçak kesemez!
Zorba Câlût’un dev cüssesi, çocuk yaştaki Dâvud karşısında mağlup
olacaktır. Aynı şekilde zorba İsrail ve Amerika karşısında çocuk yaştaki eli
sapanlı Filistin’li gençler Allah’ın izniyle gâlip gelecektir. Ebâbil kuşlarının
attığı taşların fil ordusunu yerle bir etmesi gibi muvahhid Filistinli çocukların
attığı taşlar da fil gibi İsrail tanklarını silip süpürecektir.
957 67/Mülk, 20
958 37/Sâffât, 173
959 9/Tevbe, 40
• 398 •
Ahmed Kalkan
Şeytanın hileleri, Firavun’un sihirbazları İslâm’a ve Müslüman dâvâ
adamına zarar veremeyecektir. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh; Güç ve
kuvvet, yalnız Allah’a aittir.
Allah’ın dinine yardım edene Allah da yardım edecek, ayaklarını sâbit
kılacaktır. 960
“Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.”961 Her şey Allah’ın askeridir. O
dilerse deveyle, dilerse pireyle mü’minlere yardım eder. Dilerse, sivrisinekle
Nemrutları helâk eder. Kuşlarla Ebreheleri mahveder. İncecik ipliklerden
oluşan ağıyla örümcek, kâfir güçleri alt etmeye yeter; hicret-i Rasûl’de olduğu
gibi.
Allah, dilerse melekleriyle yardım eder, Bedir’deki gibi.
Dilerse, rüzgârıyla yardım eder, Hendek’teki gibi.
Dilerse zâlim tâğutu bile, yetiştirmesi için sana hizmetçi kılar; Firavun’u
Mûsâ’ya (a.s.) yardım ettirdiği gibi.
Ne diyor Kur’an’ımız: “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer gerçekten dosdoğru
iman ediyorsanız siz üstünsünüz, siz gâlipsiniz.”962; “(Gerçek) mü’minlere yardım
etmek Bizim üzerimize haktır.” 963
Kim Allah’a (O’nun yardımına) sahip o neden mahrum? Kim Allah’tan
mahrum o neye sahip?
Kur’an’da, cehennem işleriyle görevli meleklerin bulunduğu ve bunların
sayısının “on dokuz” olduğu bildirildikten sonra bu sayının, sadece bir
imtihan vesilesi kılındığı belirtilir ve Allah’ın ordularını O’ndan başka kimsenin
bilemeyeceği ifade edilir. Bu ifade, meleklerin sayısının çok fazla olduğuna,
ancak onların sayısıyla ilgili herhangi bir rakam vermenin mümkün
olmadığına işaret eder. Açıklamasını yaptığımız bu âyet, meleklerin
sayısıyla ilgilidir; tabii ki onların gerçek ve kesin sayısını sadece Allah bilir.
960 47/Muhammed, 7
961 48/Fetih, 4, 7
962 3/Âl-i İmrân, 139
963 30/Rûm, 47
• 399 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
“…İman edenlerin de imanları artsın (diye cehennem meleklerinin
sayısını 19 yaptık)…”
İman nasıl ve hangi şartlarda artar? En zor şartlarda, en ağır imtihanlar
karşısında imanlar daha fazla artar: “Bir kısım insanlar, mü’minlere: ‘düşmanlarınız
olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!’
dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘hasbüna’llahu
ve ni’me’l-vekîl’, yani, ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ dediler. Bunun
üzerine, kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan, Allah’ın nimet ve keremiyle
geri geldiler. Böylece Allah’ın rızâsına uymuş oldular. Allah, büyük kerem
sahibidir. İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman
etmiş kimselerseniz onlardan korkmayın, Benden korkun.” 964
“On dokuz” ifadesine gelince: Kimine göre bu rakam cehennemdeki
görevli meleklerin (zebânîlerin) sayısıdır. Kimine göre haftanın yedi günü
ve senenin on iki ayı (7+12) olmak üzere azaptaki sürekliliğin anlatımıdır.
Bize göre ise bu âyetler müteşabihtir; birbirine benzer birden çok güzel anlamları
vardır.
“İman edenlerin de imanı artsın.” ifadesi, imanın artıp eksildiğine bir
delildir. Yani iman itaat ile artar, ma’siyet ile eksilir. Çoğunluğun görüşü budur.
Kitab Ehli ile mü’minler hakkında onların kesin inançları ve imanlarının
arttığı kabul edildikten sonra, şüphelerinin söz konusu olmayacağının
belirtilmesi ise, tekid ve pekiştirme babındandır. Şöyle denilmiş gibidir:
Onlar o kadar kesin bir inanca sahiptirler ki, artık bundan sonra şüphe
ve
tereddütleri söz konusu olmaz. Gerçek şu ki; kesin bir inanca sahip olan bir
kimse, bazen delilin herhangi bir önermesinde gaflete düşebilir ve tekrar
şüpheye düşebilir. Yine bu ifadeler ile onların dışındakilerin durumuna
bir
işarette bulunulmaktadır. Şöyle denilmiş gibidir: İşte onların durumu sapık
ve kâfirlerden şüphe içerisinde olanların durumundan farklı olmalıdır.
“Ve iman edenler kuşkuya kapılmasın (diye)…”
Meraklarımızla da imtihan oluyoruz. Gerekli, faydalı hususları mı merak
edip ilmimizi arttıracağız, yoksa mâlâyani cinsinden hiçbir faydası olmayan
hususları mı merak edeceğiz?
964 3/Âl-i İmran, 173-175
• 400 •
Ahmed Kalkan
Bununla da sınanmaktayız. Mü’minler Allah’ın takdir ve yaratmasını
“vardır bir hikmeti” diye karşılar ve: “Ona iman ettik; hepsi Rabbimiz tarafındandır’
derler.” 965
“…Kendilerine kitap verilenler ve iman edenler kuşkuya kapılmasın.
Kalplerinde bir hastalık olanlar ile kâfirler de şöyle desin: ‘Allah bu misalle
ne anlatmak istedi?’…” Bu sayının söz konusu edilmesi ile Tevrat ve
İncil verilenlerin, Muhammed
(s.a.s.)’in peygamberliğinin doğruluğuna
dair kesin inançları daha da artmış oldu. Çünkü cehennem bekçilerinin
belirtilen bu sayısı ellerinde-kilere uygun düşmektedir. Aynı şekilde bu
böylelikle müminlerin imanının artması sonucunu da vermiştir. Çünkü
onlar Allah’ın Kitab’ında bulunan hükümleri her tasdik ettikçe iman etmiş
olurlar. Sonra da cehennem bekçilerinin
sayısını tasdik ettikleri için
de imanları artmış oldu. Aynı şekilde bu kendilerine kitap verilip, Muhammed
(s.a.s.)’in ashabından cehennem bekçilerinin on dokuz olduğunu
tasdik edenlerin şüphelerini de ortadan kaldırır. Yine bu hicretten sonra
ortaya çıkacak, kalplerinde şüphe ve münafıklık
bulunan Medine münafıkları
ile Yahudi ve Hristiyanların kâfir olanlarının şöyle demelerine sebep
olmuştur: Allah cehennem bekçileri için bu alışılmadık sayıyı söz konusu
ederek neyi söylemek istemiştir? Onların bu şekilde bir soru sormalarından,
maksat bu Kitab’ın Allah tarafından gelmiş olduğunu uzak bir ihtimal
olarak görmek ve hatta Allah’tan geldiğini
inkâr etmektir. Yani Yüce Allah
bu hayret verici sayıyı söz konusu ederek
neyi kastetmiştir?
“İşte Allah, dilediğini böyle saptırır, dilediğini böyle hidâyete erdirir.”
Bundan maksat, zahiren anlaşılan saptırmak ve hidâyetin, Yüce Allah tarafından
yapılan şeyler olduğu değildir. Yüce Allah’ın bazılarını sapmaya,
diğer başkalarını da hidâyete mecbur ettiği de kastedilmemektedir. Bundan
maksat Yüce Allah’ın kulları hakkındaki sünnetlerinden birisini
tespit
etmektir. Bu da Allah’ın yaratmış olduğu sebepler ile sonuçlar arasındaki
bağlantıyı ortaya koymaktır. Sapıtan bir kimse ancak kendisi ve kendi tercihi
ile sapıtır. Hidâyet bulan bir kimse de ancak kendi irade ve tercihi ile
sapıtır. Bundan sonra Yüce Allah sapıtanların sapıklığını arttırarak
onları
hidâyetin işaret taşlarından uzaklaştırır. Buna sebep ise onların
kötü seçimleri,
istidatları ve inatlarıdır. Diğer taraftan Yüce Allah müminlerin de
imanını, onlara hidâyet ve doğruluk yollarını izleme muvaffakiyeti vere-
965 3/Âl-i İmrân, 7
• 401 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
rek ve güzel seçimleri sebebiyle arttırır. Kâinatta hiçbir şey, Allah’a rağmen
meydana gelmez. Meydana gelen her bir şey O’nun iradesi ve dilemesi ile
olur. İsterse O’nun emrettiği ve sevdiği şeylerin aksi olsun.
“Üzerinde on dokuz vardır.”
Bu âyet, günümüzde öylesine farklı yorumlandı ki, on dokuz denilince
hemen akıllara 19 mucizesi(!) gelmektedir. Sözüm ona, Kur’an’ı 19 rakamının
sihirli, gizemli matematiksel kotlarıyla bir mucize olarak ispatlamayı
amaçlayan bir hârika...
19, Bir Mucize Olabilir mi?
Herhangi bir konuda bütün aktivitesini yoğunlaştıran bir insan, o alanda
mutlaka herkesten farklı bir sonuç elde edecektir. Ama önemli olan,
varılan sonucun Allah’ın dinine, Kitabı’na uygun olmasıdır, kabule şâyan
olmasıdır. Birileri de 19 değil de sadece 9 rakamı üzerinde dursa o da birtakım
izafî tenasübler bulabilir.
Bunlar belki güzel şeyler, sanatsal, matematiksel olgular olarak kabul
edilebilir; ama hepsi o kadar! Hele de bu mucize(!) kimilerini peygamber
ilan ediyor, kimi kan dökücü zorbaları kutsallaştırıyor; hiçbir peygamberin
bilgi sahibi olmadığı, ilmi sadece Allah’a ait olan kıyametin vaktini kaydediyorsa,
bunun bir tür falcılık olduğuna hükmedilir.
Doğrusu, tarih boyunca hiç bu kadar esrarlı, bunca metamatiksel hesapla,
kütük söker gibi Kur’an’dan zorla sökülen, kotarılan bir mucize ne
duyulmuş ne de görülmüştür. Hz. Peygamber’in 19 mucizesinden haberdar
olmadığı mâlumdur. (Tabii Hz. Ebubekir, Ömer de öyle...) Burada akla şu
nahoş soru geliyor: Acaba Allahu Teâlâ kulu ve elçisi Muhammed’den bu
mucizeyi niye esirgedi yahut da, elinin altındaki vahiylerde gizli bir hazine
gibi durmakta olan bu sırrı elçisine azıcık olsun niçin ifşâ etmedi? (Hâşâ).
Şüphesiz Allah böyle bir mucize gizlemiş değildir.
• 402 •
Ahmed Kalkan
Müşriklerin Peygamber’den (s.a.s.) istedikleri değişik mucize istekleri
reddedilmiştir.966 Ve bu reddedişin ertesinde hiç değilse 19’a dair bir ipucu
verilebilir, “gidin mucize istiyorsanız, Kur’an’da böyle matematiksel bir mucize
var, onu keşfedin budalalar!” diyebilirdi.
Kur’an apaçık bir kitaptır. (Kitabun mübîn)967 Bu apaçık kitabın 1400
senedir (peygamber dâhil) anlaşılamayan, bilinememiş, fark edilmemiş bir
mucize ile muttasıf olması, apaçıklık vasfına bir nâkısadır diye düşünüyoruz.
Hatta daha da ileri giderek, kapalı muğlâk, hele de bırakın matematik
bilmeyi; okuma-yazması bile olmayan insanların ölünceye kadar künhüne
vâkıf olamayacakları bir kitap profili çıkıyor karşımıza.
19 Mucizesi denen birtakım matematiksel hesapları Edip Yüksel ilk
defa 1974 yılında vaki olan bir mucize gibi lanse ediyorsa da, aslında bu
hesap, çok uzun bir geçmişi olan hurufiliğin, cifirciliğin (ebced hesabı) modern
bir versiyonundan, biraz daha ince elenip sık dokunmuşundan başka
bir şey değildir.
Kıyâmetin Vakti
Hiç şüphe yok ki 19 mucizesinin batıllığını tescil eden en iyi kanıt, kıyametin
vaktini bildirmeye(!) yeltenmesidir. Bu cüretkâr tavrın izahı mümkün
değildir. Kur’an’ın hiçbir yerinde kıyametin vakti saati bildirilmemiş,
en ufak bir ipucu dahi verilmemiştir. Ayetler kıyamet bilgisinin tamamen
Allah’a ait olduğunu açıklarlar.
Üstelik kıyametin ansızın geleceği bildirilir Kur’an’da.968 Hâlbuki Reşad
Halife ve şâkirdi Edip Yüksel 2280 yılını kıyamet yılı ilan etmekle “ansızın”
olma özelliğini bertaraf etmiş olmaktadırlar.
Kur’an Eksik mi?
19 sayısının tüm büyülü özellikleri, tüm Kur’an’a uymuyor. Bazı âyetler,
bu uydurma mucize ile çelişiyor. İşte, bu sayının bir fitne, bir sınav olduğu
ortaya çıkıyor. Tercihini Kur’an’dan yana mı, 19 rakamının büyüsünden
966 17/İsrâ, 90-95
967 43/Zuhruf, 2
968 16/Nahl, 77; 6/En’âm, 31; 22/Hacc, 55 vb.
• 403 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
yana mı yapacak insan imtihana tâbi tutuluyor. Ve 19’u savunanlar, hiç tereddüt
etmeden bazı âyetleri 19’a kurban edip inkâr etmekten çekinmiyorlar.
Edip Yüksel ve 19 mucizesini her şeyiyle savunanlar, Tevbe sûresinin
son iki âyetinin Kur’an’dan olmadığını, Kur’an’a yanlış olarak ilâve edildiğini
iddia ediyorlar. E. Yüksel, Bu âyetlerin Kur’an’da olmaması gerektiğine
kendini o kadar şartlandırmış ki, bu konuda vahiy aldığını bile iddia edebiliyor.
969
“…Ve o, insanlar için sadece bir öğüttür.”
Yüce Allah cehennemi, cehennemin niteliklerini, onun pek büyük bir
belâ ve musibet olduğunu, onun sürekli olarak insanlar için bir korku ve
uyarı olduğunu inkâr eden herkesi “ama öyle yapmıyorlar (öğüt almıyorlar)”
anlamındaki ifade ve işaret ile uyarıp bu durumdan vazgeçmelerini
istemektedir.
“Hayır; andolsun Ay’a,” (32. Âyet)
Yüce Allah şereflerini yüceltmek ve bunlarda ortaya çıkan hususlara,
bunlardaki Yüce Allah’ın hayret verici kudretine ve bunları var etmekle varlık
âleminin ayakta durduğuna dikkat çekmek üzere aya, geceye ve sabaha
yemin etmektedir. Hakkında yemin edilen husus ise Sekar’ın (cehennemin)
musibetlerden birisi olduğu, onun insanlar için bir uyarıp korkutucu
ya da
uyarıp korkutma özelliğine sahip olduğudur. Hasan-ı Basri der ki: Allah’a
yemin ederim ki O, yaratıkları ondan daha büyük bir musibetle uyarıp korkutmuş
değildir.
Cenâb-ı Hak, hemen her gece gördüğümüz halde, ibret nazarıyla bakmadığımız
kâinat âyetlerinden Ay’a dikkatimizi çekmek istiyor. Nerede
ise görülemeyecek derecede küçük bir kavis olarak görünmeye başlayan,
yüzü aydınlıkla doluncaya kadar devamlı bir şekilde büyüyen, güzel, sâkin,
akıcı, rüyamsı aydınlığını yeryüzüne salan, sonra başladığı gibi geri dönüp
görülmeyecek derecede küçücük bir çizgicik halinde küçülen ve boşlukta
gizlenen ay...
969 Mehmet Durmuş
• 404 •
Ahmed Kalkan
“Dönüp gittiği zaman geceye,” (33. Âyet)
Leyl, bütün türevleri ile karanlığı ifade etmektedir. Leylun elyelu ifadesi
ise çok karanlık demektir. Güneşin batışından, fecr-i sâdık yahut güneşin
doğuşuna kadar olan süre gece olarak kabul edilmektedir. 970
Kur’ân’da esas olan, gecenin istirahat vakti oluşudur. Ancak geceleyin
ibâdet övgüye daha lâyık, 971 ihlâsı yakalamaya
daha müsait bir zaman 972
olarak belirtilmiştir.
Kur’ân’da 92 yerde zikredilen “leyl” kelimesi, hep Allah’ın kudretine delil
olarak gösterilen süreklilik arz eden bir yapıdadır.
Kozmolojinin hareketi ile işleyen leyl/gece âhiret sahnesinde görülmemektedir.
Zira evrenin yapısının bozulmasıyla varlık sahnesinden
silinmiş
olur. Geceyi yaratan Allah,973 onun işlevini dünyevî hayatın hizmetine sunmuştur.
“Gecenin ve gündüzün
değişmesi O’nun eseridir.”974; “Onun rahmeti cümlesindendir
ki O sizin faydanız için de, sükûn ve istirahat etmeniz için geceyi
ve gündüzü
fazlu kereminden rızkınızı aramanız için yaratmıştır.
Ta ki şükredesiniz.”
975
Gecesini diriltemeyenin gündüzü de ölmüştür. Gündüzün yiğidi olmak,
gecenin âbidi olmaktan geçer. İç zenginliğin elde edilmesinde mekândan
(kalpden) sonra ikinci önemli faktör zamandır. Elbet geceler de gündüzler
de Allah’ındır. Ne ki, iç zenginliğin elde edilmesinde en müsâit zaman olan
geceyi kazanmamız gerekiyor. Çünkü gökler gece vakti sıyırırlar duvaklarını.
Gece, amellerin Allah katına arzedildiği müstesnâ zamandır.
Çağdaş zaman anlayışıyla İslâm’ın zaman anlayışı taban tabana zıt. Bu
zıtlık, zamanı kullanmada da kendini gösteriyor. Allah Kur’an’da çeşitli zaman
parçaları üzerine yemin eder: “Ve’l-asr, ve’l-leyl, ve’s-subh, ve’d-duhâ
970 el-Ferâhidî, VIII; 363; el-Cevherî, V, 1815; er-Râgıb el-Isfahânî, s. 457; ez-Zebîdî, VIII, 109
971 25/Furkan, 47, 64
972 73/Müzzemmil, 2-8
973 21/Enbiyâ, 33
974 23/Mü'minûn, 80
975 28/Kasas, 73
• 405 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
(Asra, geceye, sabaha, kuşluğa yemin olsun)” gibi. Bu yeminler, zamanın izzetinin
İlâhî dille tescilidir. Zaman azizdir, ne kadar çok olursa olsun değerinden
bir şey kaybetmez. Aynen su gibi. Zaman hayattır, zamanı israf, hayatı
israftır, yani intihardır. Hayatını bozuk para gibi harcayanlara Allah’tan
umut kesmemelerini tavsiye eden âyet “esrefû alâ enfusihim (nefislerini israf
edenler)” 976 tasvirini yapar.
Allah Rasûlü ve ashâbı aylarca -belki de yıllarca- teheccüd için zorunlu
olarak kalkmışlar, hatta bu vecîbeyi hafifleten âyet nâzil olduktan sonra bile
bu namaz Rasûlullah için “Ve gecenin bir kısmında uykunu bölerek sana
özgü bir nâfile namaz kıl”977 emriyle farziyetini muhâfaza etmiştir.
En güzel örneğimiz olan Rasûlullah’ın gecesi bizim gecemize niçin örnek
olmamaktadır? Onun iç dünyasının, Rabbi tarafından nasıl zenginleştirildiğinin
delili olan bu âyetler niçin bizim iç dünyamızı da zenginleştirmesin?
Rasûlün sünnetlerine sarılması gereken bizler ona has farzlara karşı
niçin bu denli lâkayt davranabiliyoruz? Dahası insan, her şeyin olduğu gibi
zamanın da yaratıcısı olan Allah tarafından “elverişli” olarak nitelenen gece
adlı serveti nasıl hovardaca harcayabiliyor?
Eğer gündüzünüz güzelse, geceniz de güzel olacak; geceniz güzelse
sabahınız da (yeniden dirilişiniz) güzel olacaktır. Bunlar birbirine bağlı
şeyler. Böylesi bir ortamda gecesinin hesabını veremeyenin gündüzünün
hesabını verebilmesi ne mümkün? Her şeyin el ayak çektiği bir özge vakitte
cansızlar, canlılar ve sâlihlerle birlikte bu evrensel koroya eşlik etmenin insanın
iç dünyasında ne ufuklar açacağını düşünebiliyor musunuz?
Gündüzleri imanlarımızı gevreten bireysel ve toplumsal ilişkilerin,
tuğyan ırmağına dönen caddelerin, bulaşıcı bir biçimde ta yüreklere kadar
sirâyet eden riddet, cehâlet ve inanç sefâletinin iç dünyamızdaki tahrîbâtını
gecenin rahmetinden yararlanarak onaramıyorsak, kalbimizin kıyâmeti
yakın demektir.
976 39/Zümer, 53
977 17/İsrâ, 79
• 406 •
Ahmed Kalkan
Geceleyin iç coğrafyamızda edindiğimiz tecrübeyi gündüzün dış dünyamıza
aktaralım. Bilelim ki, gecenin bir vaktinde sıcak yataklarına elvedâ
diyenler; kendi adına, toplum adına; kana, sömürüye ve zulme doymayan
müstekbirler elinde oyuncak olan mazlum ümmet adına, her gün imanı
kundaklanan sayısız insan adına, hâcet kapısının eşiğini aşındıranlar kuracaktır
geleceği. Çünkü her toplumsal değişimin tohumu önce yüreklerde
çimlenir ve baharın ilk goncaları göğüslerde açar. Sözü vardır Allah’ın;978
“sâlih” olma liyâkatini elde eden kullarına verecektir toprağın ve suyun
emânetini.979
Gün boyu zorlu bir mücâdeleye giren, bütün çabasını insanlara dâvâsını
anlatmak için harcayan bir dâvetçinin gece ciddi bir zihinsel hazırlık
yapması gerekir. İşte bu fikrî/kalbî hazırlığın yapılabileğceği en elverişli zaman;
gece vaktidir.
“Ağardığı zaman sabaha” (34. Âyet)
Subh, sabah demektir. Bu kelimenin kapsadığı süre, sabah namazıyla
güneş doğuncaya kadar olan sınırlar içinde yorumlanmıştır. Kur’an’da
sabah kelimesi ve iştikakı kırk beş yerde geçmektedir. Sabah anlamındaki
fecr kelimesinin ifade ettiği zaman karanlıktan kurtuluş mücadelesidir.
Nitekim fecr-i kâzipte, bu mücadele görülmektedir. Hâlbuki sabahın ifade
ettiği mânâda böyle bir mücadele yoktur. Sabah kelimesinin iştikakında,
sâra mânâsında nâkıs fiil olarak değişim ifade edenler olduğu gibi, tam fiil
olarak kullanılıp sabah vaktini belirleyenler de vardır. Binâenaleyh her sabah
bir değişimdir,
fakat her değişim bir sabah değildir.
Çağdaş zaman anlayışı, ünlü tâbirle akşamcıdır, yaratılışın doğasına
aykırıdır. Allah’ın belli maksada mebnî olarak yarattığı geceyi amacının dışında
hovardaca kullanmak, çağdaş insanın tabiatı haline getirildi. İslâmî
anlayışta zaman, doğasına en elverişli biçimde kullanılır. Mü’min, üzerine
güneşi doğdurmaz, güneşin üzerine kendisi doğar. Zamanı kullanmada İslâm,
tâbir câizse sabahçıdır. Bu nedenle, sabahın diriltici dinginliğinden en
çok Müslümanlar yararlanır.
“Gerçekten o, büyüklerden biridir.” (35. Âyet)
978 7/A’râf, 128
979 Mustafa İslâmoğlu, Yürek Devleti, Denge Y., s. 73-78
• 407 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Yüce Allah’ın aya, geceye ve sabaha, cehennemin en büyük musibetlerden
birisi olduğuna dair yemin etmesi ise durumun dehşetini, vehâmetini
daha da arttırmaktadır.
Muhakkak işkence ve azap merkezi olan Sekar adlı cehennem, benzeri
bulunmayan büyük musibetlerden ve korkunç belâ ve felâketlerden biridir.
Onunla nasıl alay eder ve onu yalanlarsınız?
Nasıl ki ay, gece, gündüz Allah’ın kudretinin büyük işaretleri ise, cehennem
de böyle Allah’ın büyük kudretinin bir nişanesidir. Eğer ayı meydana
getirmek, gece ve gündüzü bir düzen içerisinde peşisıra getirmek mümkünse,
niye o zaman cehennemi meydana getirmek gayr-i mümkün olsun?
“İnsanlar için bir uyarıcıdır.” (36. Âyet)
Kur’an, diri olanları uyarıp inzâr etmek, korkutmak ve küfre sapanların
üzerine sözün hak olması için indirilmiştir. “Biz ona (Peygamber’e) şiir
öğretmedik. Zaten ona yaraşmazdı da. Onun söyledikleri, ancak Allah’tan
gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır. Hayy/ Diri olanları uyarsın ve kâfirler
cezayı hak etsinler diye (indirilmiştir.)” 980
Ayette geçen “hayy/diri” kelimesi için müfessir Zemahşeri şöyle demektedir:
“Diri olandan maksat, akıllı olan ve düşünen kimselerdir. Çünkü
gâfil olan tıpkı ölü gibidir. Yahut da diri olan, inandığı ve iman ile yaşadığı
bilinen kimselerdir. “Sen ancak zikre (Kur’an’a) uyan ve görmeden Rahman’dan
korkan kimseyi inzâr edip uyarabilirsin. İşte böylesini, bir mağfiret
ve güzel bir mükâfatla müjdele.” 981
“Sizlerden öne geçmek veya geride kalmak isteyenler için.” (37. Âyet)
Cehennem ateşi hayır ve itaate doğru ilerlemek isteyen kimseler ile geri
kalıp şerre ve ma’siyete doğru gitmek isteyen kimseler için bir uyarıcıdır,
korkutucudur.
980 36/Yâsin, 69-70
981 36/Yâsin, 11
• 408 •
Ahmed Kalkan
“Hayırda öne geçmek, iman edip sâlih/iyi işler yaparak Allah’a yaklaşmak
isteyen veya imandan ve hayırdan, iyi amelden geri kalıp uyarılara
kulak vermeyen kimseler”
olarak yorumlanmıştır.
Hayırda, sâlih amelde öne geçenler, Kur’an’da “sâbıkun” olarak zikredilir.
“Sonra, Kitab’ı, kullarımız arasından seçtiklerimize verdik. Onlardan
(insanlardan) kimi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allah’ın izniyle
hayırlarda öne geçmek için yarışır. İşte büyük fazilet budur.” 982; “İşte
onlar, hayırlara/iyiliklere koşuşurlar ve hayır için yarışırlar.” 983; “Hayırda
önde olanlar, (ecirde de) öndedirler.” 984; “Rabbinizden bir mağfirete; Allah’a
ve peygamberlerine iman edenler için hazırlanmış olup genişliği gökle yerin
genişliği kadar olan cennete koşuşun. Öne geçmek için yarışın. İşte bu, Allah’ın
lütfudur ki, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.” 985
“Her bir nefis kazandıkları karşılığında rehin alınmıştır.” (38. Âyet)
Her insanın (âkıbeti) kendi kazandıklarına bağlıdır. Her nefis kazandıkları
karşılığında rehin alınmıştır. Yani her nefis ameli karşılığında alıkonulmuş
ve onun karşılığında rehin olarak alınmış, kıyamet gününde daha
önceden işlemiş olduğu ameller sebebiyle tutuklanmış olacaktır. Eğer hayır
işlemişse bu onu kurtarır ve hürriyetine kavuşturur,
şâyet işlediği şer ise bu
da onu helâka sürükler.
Âkıl-bâliğ olup emir ve yasaklarla mükellef olan her insan ve her cin
dünyada işlediği günahına karşılık Allah katında rehin olarak tutulacaktır.
Her nefis kazancına bağlıdır. Yani Allah katında borçlu olarak kazancına
rehindir. Üzerindeki borçları ve cezaları ödemedikçe bırakılmaz. Mutluluğu
ve felaketi kazancına uygun düşer. Çalışır güzel işler yapar, Allah’a borçlarını
öderse kendisini kurtarır. İnkâr ve isyan ederse cezaya uğratılır.
“Her insanın amelini (veya kaderini) boynuna bağladık. İnsan için kıyâmet
gününde, açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız.”986 Hesap
Günü, her insan, yapmış olduğu bütün kötü fiiller için rehin olarak tutulacaktır.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Her nefis kazancına
982 35/Fâtır, 32
983 23/Mü’minûn, 61
984 56/Vâkıa, 10
985 57/Hadîd, 21
986 17/İsrâ, 13
• 409 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
bağlıdır. Yani Allah katında borçlu olarak kazancına rehindir. Mutluluğu ve
felaketi kazancına uygun düşer. Çalışır güzel işler yapar, Allah’a borçlarını
öderse kendisini kurtarır. 987
Her nefsin yaptıklarına
karşılık rehin olarak gösterilmesi, sorumluluğun
ferdî olduğunu, her insanın dünyadaki iman ve itaatine göre hesap
gününde ödül veya ceza alacağını, geleceğinin
buna bağlı olduğunu ifade
eder. Kısacası insana ebedî kurtuluşu sağlayacak olan da onu ebedî felâkete
götürecek olan da benimsediği inancın doğruluğu veya yanlışlığı, amellerinin
İlâhî iradeye uygun veya aykırı oluşudur. İnancı bâtıl,
ameli bozuk olanı
en yakınları bile kurtaramaz; nitekim Hz. Nûh öz oğlunu, Hz. İbrahim
öz babasını kurtaramamıştır. 988
İnsanın Sorumluluğu
Bu âyet, insanın davranış özgürlüğü ve sorumluluğu ile ilgilidir. Bu âyetin
beyanına göre Hesap Günü, her sorumlu can kazancına rehindir; yani
onun göreceği karşılık, kazancıyla mütenâsip olacaktır. Bu gerçek, âyetin
sonunda yer alan rehine sözcüğü ile ifade edilmiştir. Çünkü rehine sözcüğü,
durmak, menetmek, alıkoymak, karşılık ve kefil gibi anlamlar taşıyan r h n
kökünün türemiş şeklidir. Rehine kelimesi burada, “her insanın yaptığının
kefili, yani yaptıklarından sorumlu olduğu” anlamına gelir.
Eğer insan, iyi çalışıp güzel işler yaparak Allah’a olan borçlarını öderse
O’ndan ikram görür ve kendini kurtarır. Aksi halde, eli boş kalır ve hak
ettiği cezayı çeker.
Yüce Allah, dilediğini yapar ve her şeye güç yetirir. Ancak O, rastgele iş
yapmaz; kendi hikmeti ve adaletiyle koyduğu yasaları ihlâl etmez. Bunun
için Allah, insana tanıdığı irade ve özgürlük alanına müdahale etmez. O,
ahlâk alanını kişinin özgür irade ve tercihine bırakır. İşte bu yüzden insan,
kendi iradesiyle yaptığı davranışlardan sorumludur. İnsanın felâhı veya felaketi,
kendi kazancına bağlıdır.989
987 Geniş bilgi için Tûr sûresindeki "Herkes kendi kazancına bağlıdır.” (52/Tûr, 21) âyetinin tefsirine bkz.;
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları, 8/427.
988 Bk. 11/Hûd, 45-46; 9/Tevbe, 114
989 Fahrettin Yıldız, Tefsir Dersi Notları 1
• 410 •
Ahmed Kalkan
Her öz, sorumluluğunu ve yükünü kendi omuzlarında taşır. Kendini
nereye koymak isterse oraya koyar. Özünü ya ilerletir, ya geriye götürür. Ya
onurlandırır ya alçaltır. Herkes davranışlarının tutsağı, yaptığı işlerin bağımlısıdır.
Yüce Allah göre göre izleyeceği yolu tanıtmıştır. Duygulandırıcı
evrensel tablolar ve herşeyi yutup yokeden “sakar” cehennemi tabloları karşısında
yapılan bu duyuru son derece etkili ve akılları başlara toplayıcıdır.
Yaptıkları işlerin tutsağı ve davranışlarının bağımlısı olan insan sahneleri
önünde çalışma defteri sağ taraftan verilecek olanların bağlardan çözük
olacakları, kösteklerden arınmış bir özgürlüğün tadını yaşayacakları ilan
ediliyor. Onlar bu rahatlık içinde günahkârlara niçin bu kötü sonla yüzyüze
geldiklerini sorma hakkına bile salıp olacaklardır. 990
Kıyâmet gününde her nefis kazançları karşılığında rehin olarak alıkonulmuş,
ameli karşılığında tutulmuş olacaktır. Ondan sonra kişi kendisini
ya kurtarır, ya da helak eder. Ancak amel defterleri sağlarından verilecek
olan “yemin ehli” müstesnadır. Onlar günahları sebebi ile alıkonulmayacaklardır.
Hasan-ı Basri ve İbn Keysan dedi ki: Bunlar ihlâsa erdirilmiş
müslümanlardır, bunlar rehin olarak alıkonulmayacaklardır. Çünkü üzerlerindeki
hakları vaktiyle eksiksiz yerine getirmişlerdir. “Herkesin kazandığı
(yaptığı hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir.” 991; “Kim zerre miktarı
hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” 992
“Ancak ashâb-ı yemîn hâriç.” (39. Âyet)
Hesap Günü, her insan, yapmış olduğu bütün kötü fiiller için rehin olarak
tutulacaktır; yalnız dürüstlüğü ve erdemli olmayı başaranlar hâriç.
Ashâb-ı yemîn: Amel defterleri sağından verilenler, iyiler, sağduyulu
hareket ederek, Allah’ın kitabına iman edip hayata geçirenler, hayırlı sonuca
koşanlar. Allah’ın
iradesine uygun bir inanç ve amel çizgisi benimseyip
hayat boyunca bu çizgide
sebat eden mü’minler anlamına gelir. Yemîn
(yümn, meymene), sağ anlamı kadar, aynı zamanda bereket, saâdet, mutluluk
ve uğurluluk demektir.
990 Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an
991 2/Bakara, 286
992 99/Zilzâl, 7-8
• 411 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Sağ taraf, meclis ve mahfillerde saygı yeridir. Sağ kol da önemli kişi
anlamında kullanılır. Ashâb-ı yemîn (veya meymene): Saygı mevkiinde bulunan
yüksek haysiyet sahipleri, kendilerine ve başkalarına yararı dokunan
bereketli insanlar anlamlarına gelir.
Kıyâmet kopunca insanlar üç kısım olacaklardır: Ashâb-ı yemîn (ashâb-
ı meymene), ashâb-ı şimâl (ashâb-ı meş’eme) ve sâbıkûn (iman ve itaatte
öncü olanlar). 993 Ashâb-ı yemîn (meymene); Beled sûresinde köle âzat
eden, yetimi, yoksulu ve aç insanı doyuran, iman edip sabrı ve merhameti
birbirine tavsiye eden kimseler olarak tanıtılmıştır. 994 Ashâb-ı meymene,
Vâkıa sûresinde ashâb-ı yemîn olarak ifade edilmiştir. 995
Yemîn, sağ, sağ taraf, uğur, kuvvet ve kasem (and) demektir. Ashâb-ı
meymene ile ashâb-ı yemîn aynı insanlardır. Kıyâmette bunlara amel defterleri
sağ tarafından verilecek 996 ve hesapları kolay olacaktır. 997 Her can
kazandığıyla Allah katında rehin alınacak, ancak ashâb-ı yemîn bundan
hâriç olacaktır. 998 Ashâb-ı yemîn; cennetlerde her türlü nimetler içinde
olacaklardır. 999
Ashâb-ı yemîn; iman edip sâlih ameller işleyen, Allah ve Peygamber’e
itaat eden insanlardır. Âhirette kişiye amel defterinin sağ taraftan verilmesi,
o kimsenin hayırlı âkıbetini ifade eder, sembolik bir anlatımdır.
Sağ, hemen her dilde hayırlı ve önemli şeyler için kullanılır. Arapçada
da, diğer dillerde de bu böyledir. Türkçede de sağ ve sağla ilgili türetilen
kelimeler hep hayrı, olumlu özellikleri ifade eder. Sağ: Hayatta olan, diri,
canlı anlamına geldiği gibi, sağlam, sıhhatli, kavî, metîn, korkusuz, emîn,
hâlis, temiz, iyi, doğru gerçek anlamlarına da gelir. Esenlik, emniyette olmak
anlamında sağ-sâlim denir; çok yaşa, teşekkür ederim yerine sağ ol
tabiri tercih edilebilir. Sağalmak, hastalıktan kurtulup iyileşmek, şifa bulmak
için kullanılır. Sağduyu: Mantıklı ve doğru düşünme özelliği, doğruyu
yanlıştan ayırma husûsiyeti, akl-ı selîm için ifade edilir. Sağbeğeni: Güzeli
993 56/Vâkıa, 7-10
994 90/Beled, 13-18
995 56/Vâkıa, 27, 38, 90-91
996 69/Hakka, 19
997 84/İnşikak, 8
998 74/Müddessir, 38-39
999 56/Vâkıa, 27-38; 69/Hakka, 19-24
• 412 •
Ahmed Kalkan
çirkinden ayırt edebilme yetisinin en yükseğidir. Sağgörü: Basîret karşılığı
olarak kullanılmaktadır. Sağlam: Hasta veya sakat olmayan; sağlam, sıhhatli
kimse için veya kolayca hasara uğramayan, dayanıklı veya kırık veya
bozuk olmayan ya da sağlığa faydalı, dokunmayan bir şey için kullanılır.
Doğru, gerçek, sahih, güvenilir, kuvvetli şey için de sağlam denilir. Dirilik,
hayat, sıhhat, hasta olmayıp normal olma haline sağlık denilir. Sağlık ve âfiyetle
anlamına sağlıcakla denildiği olur. Doğruluk kuralına uygun olan, sözün
anlatılmak istenene tam karşılık olması, tam uygun düşmesi niteliğine
sağın denir. Sağistem ise; iyi niyet, hüsnüniyet demektir. Sağ kol: Önemli
mevkiiye sahip bir kişinin kullanacağı ve yardımına ihtiyaç duyacağı, en
güvendiği has adama ad verilir.
Bütün bunların yanında, ashâb-ı yemîn için “sağcılar” tabiri, kesinlikle
yanlıştır. “Sağcı”, Kur’an’daki anlamla hiç ilgisi olmayacak şekilde, politik
bir anlamda kullanılır ve konumuzla hiç ilgisi yoktur.
“Sağcı”, bir yeni kelime olup siyaset ve fikir hayatında muhafazakârlıktan
yana olan, gelenek ve göreneğe, mevcut düzenin değerlerine bağlı
kalan kimse, birey ve toplum (hakiki ve hükmî şahsiyet) demektir. Meselâ
“sağcı yazar” ve “sağcı parti” ifadelerinde olduğu gibi. “Solcu” kelimesi de
yeni bir kelime olup düşünce, siyaset ve ekonomide sol görüşü benimseyip
gelenekçiliği ve muhafazakârlığı reddeden, sosyalizm taraftarı olan (kimse
ve parti…) demek olur. 1000
İşte bugün sağcılık ve solculuk, sağcılar ve solcular dediğimizde daha
çok siyasi eğilimleri dile getiren bu iki kelimenin renklerinin tonlarında
her ne kadar zaman, zaman değişmeler meydana gelmişse de asıl bunların
içeriğini dolduran şey, 1789 Büyük Fransız İhtilalinden sonra toplanan 1.
Cumhuriyet Meclisi yani Milli Meclis olmuştur. Bu mecliste başkanlık kürsüsüne
göre sağ taraftaki sıralara ihtilale karşı oldukları bilinen aristokratlar
ve kilise temsilcileri, sol taraftaki sıralara da ihtilali yapan liberal burjuva
temsilcileri oturmuşlardı. İşte bu oturuş durumuna bakarak kralcı aristokrat
ve kilise temsilcilerine (yani eski düzen taraftarlarına) sağcı, ihtilalci
burjuva temsilcilerine (yani yeni düzen taraftarlarına) da solcu denilmiştir.
Böylece siyasi literatür de yepyeni bir kelime ve yeni bir terim kazanmış
bulunmaktadır. Ancak bu tabirlerin zamanımıza kadar devam ede gelen
1000 Misalli Büyük Türkçe Sözlük
• 413 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
kaypaklığı, onların menşeinde mevcuddur. Nitekim kralcıların meclisteki
sayıları azalıp burjuvalarla sosyalistlerin siyaset mücadelesi başlayınca, bu
defa burjuvalara sağcı, sosyalist ve komünistlere solcu denilmiştir.
Batı demokrasilerinde sağcılık genel olarak liberal kapitalist siyasi
programlara bağlılığı, yani iktisadi hayatta özel mülkiyet ve özel teşebbüse,
siyasi bakımdan klasik hürriyetlere taraftarlığı ifade eder. Solculuk da
muhtelif derece ve şiddetlerde özel mülkiyete, özel teşebbüse karşı çıkan,
iktisadi hayatta devletçi ve kolektivist görüşleri savunan siyasetlere taraftarlık
etmektir, diyebiliriz.
Felsefî bakımdan sağcılık, materyalizme (maddeciliğe ve inkârcılığa)
karşı olmak, madde ile beraber ruhun varlığına, Allah’a ve dine inanmaktır.
Solculuk ise madde dışında ve ötesinde bir değer tanımamak, dini ve Allah’ı
inkâr etmektir. Bu açıdan solculara göre sağcılık gericilik sayılır.
Sosyal değişme ve gelişme açısından, tekâmülcü (evrimci), toplumu ıslahat
ve reformlar yaparak, büyük sarsıntılara uğratmadan kendi şartları ve
kurulu düzenin mantığı içinde değiştirmeye ve iyileştirmeye çalışan görüşler
sağcı sayılır.
Ama bu, sağcıların Kur’an’ın istediği gibi tevhidî iman edenlere ad verildiği
anlamına kesinlikle gelmez. Batıda ve bu ülkede solcu kâfirler olduğu
gibi, sağcı kâfirler ve müşrikler de az değildir.
Dine dayalı veya dindar siyasi görüşler (Hıristiyan Demokrat v.b.) ve
devleti din esaslarına göre kurmak isteyen (şeriatçı) siyasi programlar da
sağcılığın kapsamı içinde yer alır, denilmiştir ki, bu ifade tartışmaya açıktır.
Kur’ân-ı Kerim’de orijinal şekliyle “ashâb-ül yemîn” (sağcılar, sağ sahipleri
ve sağda olanlar) 1001, “ashâb-üş şimal” (solcular, sol sahipleri ve solda
olanlar)1002; bundan başka “ashâb-ül meymene” (sağcılar, sağ sahipleri ve
sağda olanlar)1003 ve “ashâb-ül meş’eme” (uğursuzlar) 1004 kelimeleri geçmektedir.
1001 56/Vâkıa, 27
1002 56/Vâkıa, 41
1003 90/Beled, 18
1004 90/Beled, 19
• 414 •
Ahmed Kalkan
Bu sağcılar (ashâbu’l-yemîn) kesimine lafız ve söz olarak sağcı deyip de
anlam olarak dürüst ve erdemli bir hayat yaşayanlar anlamını verenler de
vardır. Bazı müfessirlere göre bu sağdakiler “iman edip sâlih (doğru ve yararlı)
işler yapmakta” her zaman fazla önde olmayan, ama hata yaptıktan ve
günah işledikten sonra tedricen dürüstlüğe ve erdemliliğe ulaşanlardır.1005
Ama bunlar “önde olanlar” kadar iyi bir hayata sahip olamasalar da nihai
kazançları, onları ötekiler ile aynı ruhi doygunluk seviyesine ulaştırır.1006
Buradaki “önde olanlar” ise âyetteki “sâbikun” grubudur. “Ve sizler de üç
sınıf olduğunuz zaman”1007 buyrulduktan sonra “ashâbu’l-meymene”, “ashâbu’l-
meş’eme” ve “es-sâbikun” olmak üzere burada üç sınıf insandan bahsedilmektedir.
Bunlar, sağcılar, solcular ve öne geçenlerdir. Burada hitap
her ne kadar Kur’an’ın indiği zamanki muhataplara ve şimdiki okuyuculara
gibi görünüyorsa da aslında bu ifade tüm insanlığı kapsamaktadır. Yani ilk
insandan itibaren kıyamet gününe kadar bütün insanlar bu üç grup içinde
mütalaa edileceklerdir.1008 Medârik, bu üç sınıftan ikisinin cennete, diğer
bir sınıfın da cehenneme gideceğini söylemiştir. 1009
Bugün dilimizde geçerli olan sosyal, siyasi ve ekonomik anlamdaki
“sağcı” ifadesi, XVIII. Asırdan sonra batıda kullanılmaya başlamış olan
kelimenin tercümesinden başka bir şey değildir. Yani dine inanmakla beraber
bunun, insan ürünü düzenlerin mensubu olan ve sosyal, siyasal ve
ekonomik yapıyı değiştirme değil, onların devam etmesini isteyen bir tip
olduğunu söyleyebiliriz. Bizim kanaatimize göre Türkçemizdeki sağcı ile
Kur’an’daki sağcı ifadesi bir birinden tamamen farklıdır. Kur’an’daki sağcı
kelimesinin zamanımızdaki dilimizde kullanılmakta olan kelimelerden
hangisi ile tercüme edebiliriz diye araştırma yapıp şöyle bir düşündüğümüzde
bunu ancak “dinci” kelimesinin karşılayabileceğini görürüz. Dinci
demek her şeye ama her şeye din gözlüğü ile bakan, İlâhî vahyi ve kutsal
emirleri merkeze alan kimse demektir. Hayata İlâhî buyrukların hâkim
olmasını isteyen kişilere bugün “dinci” diyorlar. Hâlbuki sağcıların genel
olarak söylemek gerekirse böyle bir dertlerinin olmadığını ifade edebiliriz.
Zira onlar, liberalizm ve kapitalizm gibi dünya düzenlerinin, demokrasi,
insan hakları, serbest piyasa ekonomisi ve kadın erkek eşitliği gibi batı de-
1005 Fahreddin Râzi
1006 Muhammed Esed, III, 1105
1007 56/Vâkıa, 7
1008 Mevdudi, Tefhim-ül Kuran, VI, 93
1009 H.B.Çantay, K.H. ve Meal-i Kerim, III, 972
• 415 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
ğerlerinin arkasında koşturup duruyorlar. Maalesef müslümanların bugün
şuculuk ve buculuktan ileriye giderek İslâm’a ve İslâmî esaslara gelemedikleri
gibi, sağcıyız diyenler de Batı değerlerini ellerinin tersiyle itip henüz
İlâhî değerlere gelememişlerdir. Ben şeriatın aleyhindeyim diyen bir
müslüman, müslüman olabilir mi? Behey şaşkın, bu nasıl bir Müslümanlık!
Şeriat, Allah’ın emirleri, nehiyleri, buyruk ve tavsiyeleri demektir. Hiçbir
kimsenin kanun koymaya ve bir kural getirmeye hak ve salahiyeti, güç ve
kudreti yoktur. Onun için Batı değerleri ve Doğu değerleri diye bir şey olamaz.
Ama var denirse, biz hayır, yok deriz ve uyum ve âhenkten ziyade,
taazzuv etmiş, organik olarak organizmalaşmış bir düzenden ziyade bir çelişkiler
dünyası var, diye cevap veririz. Toplum adına ve hayat adına bugün
doku uyuşmazlığı içinde, birtakım acılar ve sancılar çeken krizden krize
düşen bir yapıdan, yani bozuk düzenden başka bir şey yoktur. Bunların
demokrasileri de ekonomileri de hep çelişkilerle doludur. Tâğutlar, kâfir ve
zâlim yöneticiler ve onları destekleyenler… sağcı olabilir, ama muvahhid
mü’min oldukları söylenemez.
Tüm güç, kuvvet, izzet ve şeref Allah’ındır. Kim ululuk, şan ve şeref istiyorsa
bilsin ki, şan ve şeref, ululuk ve değer tümüyle Allah’ındır. 1010 Başka
bir âyette “ama asıl şeref, Allah’a, O’nun elçisine ve inananlara aittir. Fakat
ikiyüzlüler bunun farkında değildirler”1011 buyrulmaktadır. Yani şeref ancak
Allah’a mahsustur. Hz. Peygamber Risâlet-elçilik görevi, iiman edenler de
iman etmeleri nedeniyle şereflidirler. Fakat kâfirlerin, fâsık, fâcir ve münâfıkların
şereften bir payları yoktur. 1012
Onun için Türkiye’deki sağcılık düşüncesinin İslâmî gerçeklerle uyuştuğunu
söylemek mümkün değildir. Çünkü aralarında değerler farkı bulunmaktadır.
Ekonomileri faiz üzerine oturan, demokrasileri ise Allah’ın muradının
ne olduğuna değil, insan istek ve iradesine dayanan, içtihat ve icma
ile değil, kendi istek ve arzuları ile kanun yapan bir sistemin mensupları İslâm’a
hizmet etmiş olamazlar. Olsa, olsa bunlar, günü kurtarmak için geçici
hevesler peşinde koşmaktan başka bir şey yapmış olmazlar. Kanuni’den beri
kanun yapan bu kanun mensupları, her geçen gün aşağıya ve her geçen gün
tükenmeye doğru sürüklenmektedirler. O nedenle yapılacak tek şey, eşyanın
tabiatına uygun hareket ederek insan şeref ve onurunu ön plana alarak
1010 35/Fâtır, 10
1011 63/Münâfikun, 8
1012 Mevdudi, VI, 332
• 416 •
Ahmed Kalkan
Allah’a kullukta birleşip herkesin eşit temsil edildiği kişiliğini yaşadığı, bir
İslâm toplumunu, tüm organları ile uyum içinde olan, taazzuv etmiş tek bir
uzviyet olan, iman, amel ve ahlâk toplumunu yeniden kurmaktır.
Eğer bir gün müslümanlar, Kur’an’ın öngördüğü sağcılık (ashâbu’l-
yemîn) zihniyetine ererlerse yamalı bohçaya dönüşmüş ve birbirinden
kopup parça parça olmuş beşerî düzenlerin peşinde koşmayı bırakıp
hayatın merkezinde Allah var diyerek, kâinattaki tevhid birliğine erip bir
iman toplumu olarak İlâhî düzeni yeniden kuracaklardır. Bizim bu husustaki
tavsiyemiz tüm müslümanların Kur’an ve sahih sünnet ışığında yeni
bir dünya kurmaya çalışanlara köstek değil, destek olmaları, yolun ortasındaki
küçük bir taş parçasını kıyıya uzaklaştırmak gibi bir katkıda bulunmalarıdır.
İyilerin iyilikleri, kötülerin kötülüklerini silip süpürür. 1013
“Cennetlerde soruştururlar.” (40. Âyet)
Bu soruşturma, merak için olduğu ve araştırma amacı kadar, daha çok
alay ve intikam amaçlı, onları utandırmak için de olabilir.
“Suçlular hakkında.” (41. Âyet)
Mücrimler, cürüm sahipleri, yani suçlular hakkında. Suçlular nasıl
dünyada hapis gibi cezalara çarptırılıyorlarsa, âhirette ceza görenler de suçlular
olacaktır.
“Sizi Sekar’a sürükleyip iten nedir? Derler ki: ‘Namaz kılanlardan değildik.”
(42-43. Âyetler)
Namaz kılanlardan, o gruptan, yani mü’minler topluluğundan, cemaatten
değildik. Namaz kılmak, bildiğimiz ibadeti hakkıyla icrâ etmek anlamına
geldiği gibi, daha geniş anlamıyla Allah’a karşı görevleri yerine getirmek
anlamında da değerlendirilir.
“Ve yoksula yedirmezdik.” (44. Âyet)
1013 11/Hûd, 114; Prof. Dr. Osman Eskicioğlu
• 417 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Bu ifade de, bildiğimiz şekliyle yoksula yedirmeyi, onu doyurmayı içerdiği
gibi, insanlara karşı tüm görevlerimizi, toplumsal sorumluluğumuzu
içeren daha geniş anlamı da dikkate almak gerekir.
“Dalıp gidenlerle biz de dalıp giderdik.” (45. Âyet)
Kendilerini günaha kaptıran diğer günahkârlar ile birlikte günaha dalardık.
Bâtıl ehli ile bâtıllarında birlikte olur, onlara karışırdık.
Gaflete dalardık, rehâvete, tembelliğe dalardık, boş şeylere dalardık, yalana,
gıybete dalardık, mâlâyaniye, lüzumsuz şeylere, oyuna-eğlenceye dalardık,
televizyona, spora dalardık; özetle yalancı dünyaya dalardık. Gündelik
işlere dalardık, dâvâ adamı muvahhid müslüman kimliğimizi unutur;
dalanlarla beraber olur, biz de olanlarla birlikte gereksiz şeylerle meşgul
olup dururduk. Böylece dünyevîleşip giderdik.
“Din gününü de yalanlardık.” (46. Âyet)
“Din günü” kavramı, “gün” anlamına gelen “yevm” kelimesiyle; “itaat,
hesap, ceza (yapılan işin tam karşılığının verilmesi)” gibi anlamlara gelen
“ed-dîn” kelimesinden oluşur. Din günü: Yapılan işlerin tam karşılığının
verilip görüleceği hesap günü anlamına gelir. Bu tanımda geçen “gün” kelimesi,
bir gün ve gecenin toplamı olan yirmi dört saat anlamında olmayıp,
zaman bölümlerinden herhangi birini ifade etmektedir. Buradaki “gün”; ay,
yıl, asır, çağ gibi bildiğimiz veya bilmediğimiz herhangi bir zaman birimi
olabilir. “Bugün dünya, yarın âhiret” sözünde olduğu gibi. Kur’an’da geçen
ifadelerden yola çıkılarak âhiretteki bir günün bin veya elli bin sene olduğu
anlaşılmaktadır. “Din” kelimesi ise burada, hesap, ceza, karşılık anlamlarına
gelir.
“Din günü” kavramının ifade ettiği başlıca anlamlar şunlardır:
Hayrın hayır, şerrin de şer olarak görüleceği “Kıyâmet günü”.
Yapılan işlerin karşılığının tam olarak verileceği “Ceza günü”.
İnsanların yaptıkları işlerin, Allah tarafından takdir edilip hesabının
görüleceği “Hesap günü”.
• 418 •
Ahmed Kalkan
Din gününden kastedilen, âhirettir, hesap günüdür. Kur’an’ı, Kur’anî
kavramları, öncelikle Kur’an’la tefsir etmek en doğru yoldur. Din gününün
ne olduğunu başka âyetler açıklamaktadır: “Sonra din gününün ne olduğunu
nereden bileceksin? O gün, kimsenin hiç kimseye hiçbir fayda sağlamayacağı
bir gündür. O gün emir yalnız Allah’a aittir.”1014 Din günü: “Bütün
iyi ve kötü işlerin Hak ölçüsünden geçerek son tahakkukunu bulacağı ve
birbirinden tamamen ayrılacağı son zamandır.” Gelecekte, yapılan işlerin
tam karşılığının verileceği son gün demektir. Görüldüğü gibi, Din günü,
Kıyâmet gününü ifade etmektedir. Kıyâmet gününün, öldükten sonra dirilme,
durup bekleme, sual, hesap, mîzan, sırat ve ceza gibi durum ve mertebeleri
vardır. Şu halde Din günü, dinin mâlum olan mühim günü demektir
ki, bundan da âhiret ve kıyâmet günü anlaşılmaktadır. Bu günde herkes,
dünyada yaptıklarının karşılığını mutlaka görecektir.
Kur’an, her sayfasında, insanı hem ruhun tarihine, hem istikbâline
(âhirete) götürerek insana önünü ve sonunu hatırlatır. Bu nedenle mü’min,
her ânında üç zamanı birden yaşayan insandır. Bu, ona süreklilik ve sorumluluk
duygusu verir. Kur’an’daki kıyâmet, cennet, cehennem, mahşer, mîzan
ve sorgu sahneleri, mü’minde sorumluluk hissini ve fazileti güçlendirmek
için istikbâline açılan birer penceredir.
“Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibarettir.” 1015 Oyuncaktan hoşlanan
çocuklar mıyız, yoksa rüştümüzü isbat eden adamlar mı? Dünya oyuncağına
verdiğimiz değerde saklı bunun cevabı. Oyuna dalıp çokça eğlenenler,
çocuklar ve o seviyedeki çocuk akıllılardır.
Din günü şuûru, bize ölümü sık sık düşündürür ve bizi oraya hazırlar.
Bu bilinçle ölüm râbıtası, bir adım daha ileri giderek şehâdet rabıtası yapmalıyız.
Bu bilinç ve râbıtalar, bize sadece âhiret azığı değil; dünyada kaybettiğimiz
izzeti, insanlık onurumuzu da kazandıracak ve ölüm korkusunu
yenen, ölümle sevdalanan bir seviyeye çıkaracaktır. Ancak bu sayede haklarımızı
söke söke almak için dileniş değil direniş gerektiğini öğrenir ve canlı
şehid olarak şerefli bir hayat süreriz. Bugün Yahûdi, teknik imkâna sahip
milyarı aşan kimlik müslümanlarından değil; intifâda coşkusunu sürdüren
çocuk yaştaki genç yiğitlerden korkmaktadır. Ölümden korkan gayr-i müs-
1014 82/İnfitâr, 17-18
1015 6/En'âm, 32; 29/Ankebût, 64; 47/Muhammed, 36; 57/Hadîd, 20
• 419 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
lim, en çok ölümden korkmayanlardan korkar. Müslümanın müslümanca
yaşayamadığı her ortamda müslümanca ölme imkânı her an vardır.
Her asırda olduğu gibi, günümüzde de birkısım insanın, kıyâmet gününe
iman etmeyişlerinin sebebi, öldükten sonra dirilmeyi uzak bir ihtimal
görmeleridir. İnanmayanların görüşüne göre hayat, sebepsiz, hedefsiz ve
gayesiz bir hareketten ibarettir. Oysa her şeyde bir sır, o sırrın gerisinde bir
hedef ve hedefin gerisinde de bir hikmet vardır. İnsan bir ölçü dâhilinde
bu dünyaya getirilir, yine aynı şekilde takdir edilmiş olan âkıbete, ceza ve
hesap gününe döndürülmüş olur. Dünya hayatı da, her insan için bir imtihandır.
İnsanların bütün bu gerçekleri bilip, bunların gerisinde kudret ve
hikmet sahibi yüce Yaratıcı’yı düşünmesi gerekir. İşte bu bilgi ve düşünce
insanı âhiret inancına götürür.
İnsanların çokça hatırlaması gereken ölüm, her canlının kendisine
erişeceği bir hâdisedir. Ölüm, kendi yolunda sapmadan ve durmaksızın
ilerler. Ne geride bıraktıklarına, ne de ıstırap çekenlerin feryadına bakar.
Korkanların korkusu, sevenlerin de sevgisi bunu önleyemez. Hayatı sadece
dünya hayatından ibaret görmek, çok ilkel bir düşüncedir. Kur’an, düşüncesi
gelişmemiş bu tür kişilerin sözlerini ve durumlarını şöyle dile getirir:
“Onlar derler ki: ‘Bu dünya hayatımızdan başka bir hayat yok! Tekrar dirilecek
değiliz.” 1016
İslâm’da dünya, âhiretin tarlasıdır. Dünya hayatını ıslah etmek, ondan
her tür kötülüğü ve bozgunculuğu kaldırmak, bütün insanlar için iyilik ve
adâleti gerçekleştirmek gibi işlerde sarf edilen emek ve uğraşıların hepsi,
âhiret sermâyesidir. Böyle bir inançla çalışan ve Allah’ın rızâsını dileyerek
gönülden bu güne inananların yeryüzünü ihmal etmeleri, azgınlıklara ve
bozgunculuklara göz yumarak dünyayı terk etmeleri mümkün olabilir mi?
Bazı insanlar, -âhirete iman ettiklerini iddia etmekle beraber- kendilerini,
câhilliğin ve azgınlığın akıntısına kaptırmışlarsa; bu, Allah’a ve âhiret
gününe inandıkları için değil; âhirete imanlarının zayıf oluşundandır.
Her asırda, âhireti inkâr edenler veya bu güne, inanılması gerektiği şekilde
inanmamış olanlar, devamlı günah işlemeyi arzu edip buna karşı bir engelin
çıkmasından korkanlar ve her şeye kadir.
1016 6/En'âm, 29
• 420 •
Ahmed Kalkan
Yaratıcının huzurunda hesap vermek istemeyenlerdir. İşte bunun için
de öldükten sonra dirilmeyi ve âhireti hayal zannederler. Din gününe inanmak
ve bu inancın gereğini yapmak, kötülüğe koşan her nefis için bir gem,
günahı seven her insan için de bir engeldir. Bütün insanlığa hitap eden
Kur’an, bu günün olmasını imkânsız görenlere en kesin ve doğru cevabı
verir: “İnsan, kendini bir nutfeden nasıl yarattığımızı görmedi mi ki, şimdi
apaçık bir hasım kesildi.” 1017 İnsanın yaratılışındaki hayret verici durumlar,
organlarının yapısındaki çeşitli özellikler, onun tekrar diriltilmesinden çok
daha önemli ve dikkat çekicidir.
Allah’ın sanat ve kudretindeki bu incelikleri, mükemmellikleri bilip görenler,
öldükten sonra dirilmeyi artık nasıl inkâr edebilirler? Ne yazık ki
ünsiyet etmediği her şeyi inkâr, insanoğlunun tabiatındadır. Eğer o yılanı
yüzüstü ve hem de sür’atle yürür görmese, ayaklardan başka şey üzerinde
yürümeyi kabul etmezdi. Hatta insan, dünyayı görmeden, dünyadaki acayip
haller ona anlatılsa, onları bile çoktan inkâra kalkardı. Şu halde, din
gününü yakînen tasdik etmemek, bu kavramı anlamaktaki noksanlıktan
ileri gelmektedir. Görünmediğinden dolayı, din gününe inanmayanlar, ilim
adına cehâlet gösterenlerdir. “Âhiret yurdu, sakınan muttakîler için daha hayırlıdır,
düşünmüyor musunuz?” 1018
Dünya, ne seçim ne de geçim dünyasıdır müslüman için; dünya kulluk/
ibâdet dünyasıdır, imtihan dünyasıdır. Sınav esnâsında oyuna dalan, gülüp
eğlenen kimsenin imtihanda başarı şansı ne kadar olabilir? Gençler, üniversite
imtihanına verdikleri önemi, esas sınava, büyük imtihana verseler,
din günü bilinci nasıl hayata yansırmış, görürdük. Orta yaşlılar, yakın gelecekleri
için hazırlayıp biriktirdiklerini, esas istikbâl için yatırıma dönüştürseler,
örnek müslümanların sayısı nasıl artardı! “Ey iman edenler! Allah’tan
korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun. Çünkü
Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” 1019
Mücâdelenin, cihadın, şehâdetin olmadığı yerde din günü bilinci yeterince
yok demektir. Ana vatanımız, baba diyarımız cennet olduğuna göre,
biz memleketimizde gerekli ihtiyacımızı karşılamak için bu diyarda gurbe-
1017 36/Yâsin, 77
1018 6/En'am, 32; Y. Çiçek, F. Yıldız, Din Günü İbâdet, s. 65
1019 59/Haşr, 18
• 421 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
te çıkmış durumdayız. Orada lâzım olan azığı unutup, buradaki görevimizi
ihmal etmek ve buralarda oyuncaklarla oyalanmak ne kadar mantıklılıktır?
Ne mutlu, dingünü bilincine sahip, ölüme ve ölüm ötesi hesaba hazır
olan ve ölümden korkmayan, ölümle dostluk kurabilen canlı şehidlere!
“Kesin olan bize gelip çatıncaya değin.” (47. Âyet)
Evet, dünya bir imtihan yeri, âhiret de o imtihanın değerlendirileceği
bir başka yerdir. O yerde Allah’tan başka hiçbir yardımcı, O’nun izni olmadan
hiç bir şefaatçı bulunamaz. Artık bütün işlemler bitmiş ve bütün
hesaplar neticelendirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim bu manzarayı şöyle dile getirmektedir:
“Bir de öyle bir azâb gününden sakının ve korunun ki, o günde
(Kıyâmette) hiç bir kimse, hiç bir kimse adına bir şey ödeyemez. Kimseden
şefaat da kabul edilmez. Azâbdan kurtulmak için kimseden bedel ve karşılık
alınmaz. O kâfirlere yardım da yapılmaz.” 1020
Mü’minler bilmelidir ki, o gün mes’ûliyet ferdîdir, hesaplar şahsidir.
Herkes kendi nefsinden sorumludur. Hiç kimse başkasının günahını taşıyamaz.
Hiç kimse kimseyi kurtaramaz.
Âhirete İman, mü’mine, mutlak adâlete dayanan ferdî mesuliyeti yükler.
Bu prensip, mü’mine, kendi değerini öğreten ve iç âleminde uyanıklığı
hâkim kılan en kuvvetli bir prensiptir. Âhirette mü’mini kurtaracak, onu
himâye edecek ancak sâlih amelidir. Hiç bir fidye onu küfür ve masiyetinin
cezâsından kurtaramaz. Bunun içindir ki, âhirete İmanın, mü’minin
hayatında büyük bir etki edeceği kaçınılmazdır. Öyle ise mü’min, bütün
hazırlık ve çalışmasını âhirete yönelik yapmalıdır. İslâmî çalışma ve ibâdet
hayatında bunun dışında hiç bir menfaat beklememelidir. Çünkü icraatında
başkasını ortak eden (yani, Allah’tan başkası için ibâdet edip, başkaları
takdir etsin diye kulluk yapan) âhirette de kimi ortak yapmış ise, ecrini
ondan isteyecektir. Âhirette Allah’dan başkası mükâfat ve cezâ veremeyeceğine
göre, o halde mü’min Allah’tan başkası için kulluk yapamaz.
Âhirete İman, insanoğlunun başıboş olmadığını, lüzumsuz yere yaratılmadığını,
kendi hevâ ve hevesiyle baş başa bırakılmadığını insana öğretir.
Bu akîde, ameli karşılığı ile birleştiren bir inançtır.
1020 2/Bakara, 48
• 422 •
Ahmed Kalkan
Bu inanç, insanoğluna kesin olarak bildiriyor ki, mutlak bir adâlet kendisini
beklemektedir. Mü’min bu inanç sayesinde hesap ve adâlet gününe
kendini hazırlar. Bu inanç, mü’min ile kâfiri birbirinden yaşantı itibariyle
de ayırır. Mü’min, âhirete inandığı için dünyayı bir imtihan yeri olarak kabul
eder ve çalışmasını da ona göre yapar. Kâfirler ise, âhirete inanmadıkları
için, hayatı sadece bu dünyadan ibâret sayar ve çalışmasını da hep bu
dünyaya ait kılar. Böylece onlar, âhirete eli boş olarak gider ve orada onlara
sadece ateş arkadaşlık eder. Başka yardımcıları yoktur onların.
Âhirete iman, onun için çalışmayı da beraberinde getirir. Yani âhirete
inandığını iddia eden herkes, çalışmasını ona göre yapmalıdır. Allah’a ve
âhirete inanıp mü’min olduğunu iddia eden kimse, karşısındaki kim olursa
olsun, onun sevgisi Allah’adır, Rasûlünedir ve mü’minleredir. Kalbinde
diğerlerine en ufak bir sevgi besleyemez. Allah’ın mü’minlerden istediği
budur. 1021
İnsanın, bir şeyin kârını ve zararını düşünmesi fıtrattandır. Bu âlemden
başka âlem tanımayan kimse, yalnızca bu dünyadaki kârı ve zararı
düşünür; dünyevî faydalar beklemediği hiç bir işe yanaşmaz. Fakat, âhiret
gününe iman eden kimse, dünyevî fayda ve zararlara pek aldanmaz. Çünkü
onun bütün kazancı âhirete yöneliktir. O mükâfatını sadece Allah’tan
bekler. Ona hayırlı bir iş götürüldüğünde, madden kaybedeceği bir şey olsa
bile onu kaçırmamaya çalışır. Karşısına kötü bir iş çıktığında da, maddî
faydası ne kadar olursa olsun ondan kaçınır. Kısaca mü’min âhirete yönelik
çalışmalarda bulunarak, geçici dünya menfaatının para, servet, mal, mülk,
mevki, şöhret gibi aldatıcı meta’larına aldanmaz. O bilir ki, dünya üzerinde
bulunan bütün varlıklar, tüm dünyevi faydalar geçicidir; günün birinde
hepsi yok olup gidecektir.
Yine insan, günün birinde, güneşin soğuyup bütün enerjisini kaybedeceğini,
yıldızların dökülüp yok olacağını ve bütün kâinatın altüst olacağını
yakinen bilmelidir. Kıyâmetten sonra da insana yeni baştan hayat bahşedileceği,
insanların bu dünyadaki fiillerinin kayıtlar altında tutulup, kıyâmet
gününde ortaya konulacağı, kıyâmette herkesin Allah tarafından hesaba
çekileceği, bir kısım insanların (iman ve amel-i sâlih sahiplerinin) Cennet’e;
1021 Bk. 58/Mücâdele, 22
• 423 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
bir kısım insanların (isyankârların) da Cehennem’e gireceğini yakinen bilir
ve inanır.
Kur’ân-ı Kerim’de Cennet ve Cehennem ehlinin tasviri şöyle yapılmaktadır:
“Kıyâmet gününde birtakım yüzler ak, birtakım yüzler de kara olacak.
O vakit yüzleri kara olanlara şöyle denilecek: ‘İmanınızdan sonra küfrettiniz
ha! İşte o küfrün cezâsı olarak tadın azâbı.’ Ama yüzleri ak olanlar Allah’ın
rahmeti içindedirler. Onlar orada (Cennet’te) ebedî olarak kalacaklardır.” 1022
Mü’min âhirete İman ederken, bunu sözde bırakmayarak âhiret için ne
gerekirse onu yapar, âhiret mutluluğunu kazanabilmek için önceden âhirete
yönelik gayret ve çalışmalarda bulunur. Çünkü Alah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Kim de mü’min olduğu halde âhireti ister ve çalışmasını da onun
için yaparsa, işte bunların çalışmaları makbuldür.” 1023
39-47 Kıyamet gününde “yemîn ehli” cennetlerde olacaklar ve müşriklerin
durumunu soracaklardır: “Sizin Sekar’a (cehenneme) girmenize
sebep olan nedir?” diyeceklerdir. Bu soruyu sormaktan maksat ise onların
mahcubiyetlerinin
artmasıdır.1024
Cehennemlikler de buna dört hususu sebep olarak göstereceklerdir:
Namazı terk etmek, sadakayı vermemek, hak ehline eziyet vermek ve müslümanı
ilgilendirmemesi gereken hususlarda bâtıl ehli ile birlikte bâtıllarına
ortak olmak ve amellerin karşılıklarıyla ilgili hüküm verileceği vakit
olan kıyamet gününü ölüm bize gelinceye kadar yalanlamak.
İlim adamları dedi ki: Buradaki ilk iki hususun farz olan namaz ve sadaka
(zekât) hakkında yorumlanması gerekir. Aksi takdirde bunların terkedilmesi
sebebiyle azap söz konusu olamaz. Aynı şekilde âyet-i kerime kâfirlerin
şeriatın usulü (iman esasları) dolayısıyla -din gününü yalanlamak
gibi- azap görecekleri gibi; fer’î hükümleri dolayısı ile de azap göreceklerine
delil gösterilebilir. Din gününün yalanlanmasının sonda söz konusu edilmesi,
günahların en büyüğü olduğundan dolayıdır.
1022 3/Âl-i İmran, 106-107
1023 17/İsrâ, 19
1024 Fahreddin Râzi, Mefâtihu’l Gayb, c. 30, s. 211
• 424 •
Ahmed Kalkan
Yani onlar bütün bunlarla birlikte bu temel inancı da yalanlıyorlardı.
Yüce Allah’ın: “Bundan
sonra da iman edenlerden... olmasıdır.” 1025 âyetinde
olduğu
gibi.1026 Onlar cennette nimetler içerisinde iken birbirlerine cehennem
ateşindeki
günahkârların durumu hakkında onlara şöyle diyerek soru
sorarlar: Sizin cehenneme girmenize sebep olan ne? Bu sorudan maksat,
daha çok azarlamak ve utandırmaktır.
Onlar da karşı karşıya kaldıkları bu azabın şu dört sebepten dolayı olduğunu
söyleyerek cevap vereceklerdir: “Derler ki: Biz namaz kılanlardan
değildik. Yoksullara yedirmezdik, biz de dalanlarla birlikte dalardık. Din
gününü de yalanlardık. Nihâyet ölüm bize gelip çattı.” Yani bizler dünyada
iken farz namazı edâ etmezdik. Namaz kılan müminlerle birlikte Rabbimize
ibâdet etmezdik. Bizimle aynı cinsten olan O’nun yaratıklarına iyilik
yapmaz, muhtaç olan fakire verilmesi
gerekeni vermezdik. Batıl ehli ile birlikte
batıllarında içiçe olurduk. Bir kişi azdıkça biz de onunla birlikte azardık,
ya da bilmediğimiz hususlarda
konuşurduk. Muhammed (s.a.s.) hakkında
ileri geri konuşanlarla birlik
olur, biz de konuşurduk. Bu da onların:
Muhammed bir yalancıdır, delidir,
sihirbazdır, şairdir şeklindeki sözleri
idi. Bütün bunlardan ayrı olarak bizler kıyâmeti de yalanlıyorduk. Ölüm ve
ölümün ön belirtileri gelene kadar
biz bu halde idik. Burada “yakîn’den kasıt,
ölümdür. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: “Sana yakîn (ölüm)
gelinceye kadar Rabbine ibâdet
et.” 1027
İşte biz dünya hayatımız boyunca bu dört sebebi işledik durduk: Namazı
kılmadık, zekat vermedik, batıl sözlere daldık, hesap, ceza ve ölümden
sonra diriliş gününü inkâr ettik.
“Artık, şefaatçilerin şefaati onlara bir fayda vermez.” (48. Âyet)
Kişi, kendi hesabıyla baş başa… “Ceza günü oraya (ateşe) girerler. Onlar
ondan (hiçbir yere kaçıp) kaybolacak değillerdir. Ceza gününün ne olduğunu
sen nereden bileceksin! Ve yine ceza gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin!
(O gün,) kimsenin kimseye yardım edemeyeceği bir gündür. O gün
emir yalnız Allah’a aittir.” 1028
1025 90/Beled, 17
1026 Nisaburi, Garâibu'l-Kur'an, c. 28, s. 99
1027 15/Hicr, 99
1028 82/İnfitâr, 15-19
• 425 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
İnkâr edenlere ve Hak’tan yüz çevirenlere hiç bir şefaatçinin şefaati fayda
vermez. 1029 Allah (c.c.) inkârcılara, puta tapanlara şöyle soruyor: “Yoksa
onlar Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler?”1030 Bazıları kendilerine şefaatçi
olsunlar diye putları, Allah’ın dışındakileri ilâh edinirler.1031 Ancak bu
putlar onlara asla şefaat edemeyecektir.1032 O inkârcıların ve dünyada iken
İslâm’dan yüz çevirenlerin ne yardımcıları ne de bir şefaatçileri vardır.1033
Kendilerine şefaat edecek kimsenin olmadığını kendi ağızlarıyla itiraf ederler.
1034 Allah’ın dâvetine uymayıp Kitap’tan yüz çevirenler o gün “bize şefaat
edecek bir şefaatçi yok mudur?” diye yalvaracaklar veya dünyaya geri dönmeyi
arzu edecekler.1035
Kur’ân-ı Kerim, Allah’a şirk koşulan şeylerin/putların şefaat yetkisine
sahip olmadıklarını vurgular.1036 Müşrikler, bir yandan Allah’a şirk koşuyorlar,
bir yandan da koştukları ortakların Allah katında mutlaka şefaat
edeceklerini iddia ediyorlardı. Kur’an’ın reddettiği şefaat, Allah’ın iznine
bağlamadan birtakım varlıklardan beklenilen ve istenilen şefaattir. Yoksa
Yüce Allah’ın, bizzat kendi yetkisinde olan şefaat nimetini, sevdiği bazı
kullarına ihsan edeceğini Kur’an açıklamaktadır. Yine Kur’an’dan anlaşılmaktadır
ki, kâfirler için şefaat söz konusu değildir. Yine kendisine şefaat
izni verilen şefaatçi, öyle herkese şefaat talebinde bulunamaz; Ancak Allah
katında iyi kimseler için şefaat konusunda aracılık yapabilir.1037
Kur’an’daki birçok âyet, Haşir gününde şefaatte bulunma fiilini reddeder.
1038 Başka âyetlere göre ise, bu dünyada işledikleri kötü ameller nedeniyle
âhirette cezalandırılmaktan şefaatçileri sayesinde kurtulacaklarını düşünenler,
Haşir günü telâkkilerinin yanlış olduğunu anlayacaklardır.1039 Bu
tür âyetler, mahşerde adâlet ilkesinin sıkı sıkıya uygulanacağını ve herkesin
kendi fiillerinin sorumluluğunu yükleneceğini ifade etmektedir. Kur’an, şe-
1029 2/Bakara, 48, 123
1030 39/Zümer, 43
1031 10/Yûnus, 18
1032 30/Rûm, 13; 6/En’âm, 94
1033 6/En’âm, 51, 70; 32/Secde, 4
1034 26/Şuarâ, 100
1035 7/A’râf, 53
1036 5/Mâide, 72, 94; 7/A’râf, 53; 10/Yûnus, 18
1037 20/Tâhâ, 109; 53/Necm, 26
1038 2/Bakara, 48, 123, 254
1039 6/En’am, 94; 7/A’râf, 53; 26/Şuarâ, 100; 30/Rûm, 13; 74/Müddessir, 48
• 426 •
Ahmed Kalkan
faatin Allah’ın izin ve müsaadesine bağlı olduğunu belirtir.1040 Allah’ın en
seçkin kulları melekler ve peygamberlerin bile Allah izin vermeden şefaatleri
sözkonusu değildir.1041 Ancak mü’minler için bir hak olan şefaat,1042
sadece Allah’a ait olup1043 O’ndan başkası şefaat edemez, ama başkasına, şefaatte
bulunmak müsaadesini vermek suretiyle Allah şefaat eder. Kur’an’da-
1044şefaat iki şarta bağlanarak, Allah’ın, kendisi için şefaat dilenilen kimsenin
kavlinden hoşnut olması ve şefaat ediciye de şefaat için izin vermesi
halinde bu yoldan istifade edilebileceği anlatılır.
Şefaat yetkisi ancak Allah’a aittir. Şefaat, sadece Allah’tan istenmelidir.
Ölmüş kimseler isterse peygamber olsun, direkt olarak onlardan asla
şefaat istenemez. “De ki: ‘Şefaatin tamamı Allah’a aittir.”1045 Zaten duâ
Allah’tan başkasına yapılamaz.1046 Ancak, “Ey Allah’ım, Rasulullah’ı bana
şefaatçi eyle” diyerek Allah’a dua edilir. Tirmizî’nin rivayet ettiği bir hadiste
peygamberimiz bir sahabeye şefaatini istemesini şöyle öğretmiştir:
“Allah’ım O’nu (Rasulullah’ı) hakkımda şefaatçi kıl.” Bu yüzden, “şefaat
yâ Rasûlallah” demek yanlıştır. Dirilerden âhiret için şefaat istemek de
yanlıştır; sadece dünya işleri konusunda şefaat (aracılık) istenebilir.
Büyük müfessir Elmalılı, âyet el-kürsî’nin1047 tefsirinde şunları söyler:
Tüm sebep O, tüm gaye O, her şeyin mâliki olan O; Allah’ın mülkü olan
yaratıklardan kimin haddi ki Allah’ın izni olmaksızın yüce huzurunda şefaat
edebilsin? Bu halde hangi budaladır ki Allah’ın emri olmadan bunların
birinden şefaat dilenebilsin. Bizzat O’nun izni ve emri olmadıkça herkes
başından korkmadan nasıl şefaate kalkabilir? Herhangi bir şeyde ister bir
parça olsun tasarrufa kimin yetkisi olabilir? Bilindiği üzere şefaat, hürmete
lâyık birinin kendinden düşük bir diğeri hesabına rica ve yakarma ile yardım
ederek O’na katılması demektir ki, bu bir bilinmezi bildirmek veya bir
isteği ortaya çıkarma ile bir beraberlik anlamını kapsar. Bunu da kendini
ve kıymetini bilen ve şefaat olunan kimseye şefaat istenenden daha çok bir
ilişkisi bulunan ve zarar getirmeyeceğinden emin olan kimse yapabilir.
1040 2/Bakara, 254, 255; 10/Yûnus, 3; 20/Tâhâ, 109; 34/Sebe’, 23
1041 53/Necm, 26
1042 44/Duhân, 41; 74/Müddessir, 48
1043 6/En’am, 51; 32/Secde, 4
1044 20/Tâhâ, 109; 21/Enbiyâ, 28, 53/Necm, 26 âyetlerinde
1045 39/Zümer, 44
1046 1/Fâtiha, 5
1047 Bakara, 255
• 427 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Oysa Allah’ın mülkü olan şu yaratıklardan herhangi biri ile Allah’tan
daha çok birlikte bulunmaya ve O’na bilgiçlik satmaya ve ilerisini gerisini
tamamen idrâk etmeden ve önünü ardını hesap etmeden ilâhî huzurda
kendine bir mertebe verip de şefaate kalkışmak, gerek şefaat eden ve gerek
şefaat olunan için ne kadar tehlikelidir? Eğer Allah bildirmemiş ise şefaat
edecek olanın hali, şefaat edilecek olandan daha çok endişeye değer olmadığı
nereden bilinir? Bu hal içinde, isterse melekler ve peygamberler olsun,
kimdir o ki Allah’ın izni ve güç vermesi olmadan önünü ardını hesaplamayıp
Allah’ın kullarına Allah’tan daha çok sahip çıkmak, koruma yetkisini
kendinde görsün de şefaate cesaret edebilsin. Ancak Cenâb-ı Hak dilerse,
özel veya genel şefaate ilâhî irâde çıkar da kendilerine bildirilmiş bulunursa
o başka...
Demek ki Yüce Allah’ın ululuğundan şefaat umulamaz değildir. Fakat
şefaat de herkesten önce O’nun kendi elindedir ve O’nun izni ve emri ile
gerçekleşebilir. O zaman şefaat kapısı açılır ve şefaat etmesine izin verilenler
kendi dilediklerine değil; yine Allah’ ın dilediklerine şefaat imkânını
bulabilir. Bundan anlaşılır ki önce, hak tanımayan Allah düşmanlarının
kendilerine şefaat etmesi umulan bir Allah dostu bulabilmelerine,
bunun gibi müşriklerin putları gibi ilim şanından olmayanların şefaatçi
olabilmelerine, asla ihtimal yoktur.
Sonra, kendisine izin verilebilecek her şefaatçinin şefaat sınırı da Allah
katındaki derecesine ve o oranda elde edebileceği izin ve gücün kapsamı ile
uyumlu olabilecektir. Bu bakımdan eninde sonunda izin çıktığı zaman en
genel biçimde şefaat sahibi, herkesin üstünde dereceler sahibi olan Rasulullah,
peygamberlerin en üstünü olabilecektir. Bu konudaki naslara göre,
Cenâb-ı Hak O’na şefaat için izin isteme yetkisini de bahşetmiş ve en yüksek
peygamberlik makamı, “şefaat-ı uzmâ” en büyük şefaat makamı olmuştur.
1048
“İleride gelecek bir günden korkun ki, o günde hiçbir kimse başkası için
herhangi bir ödemede bulunamaz. Hiç kimseden şefaat kabul olunmaz ve
fidye (bedel) de alınmaz. Onlara asla yardım yapılmaz.”1049 Konumuzun temelini
teşkil eden bu âyetin tefsirinde Min Vahyi’l-Kur’an adlı tefsirde şu
1048 Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c.2, s. 155-156
1049 2/Bakara, 48
• 428 •
Ahmed Kalkan
açıklama yapılmaktadır: Bu âyette şefaat, dünyadaki beşerî zihniyetin iptal
edilmesi, kaldırılmasıdır. Yani dünyadaki zihniyet ve yaklaşıma göre
insan tamamen sorumluluktan kurtulmak için bireysel bağlar ve kişisel
umutlarla âhiretteki hayatını garanti altına almaya çalışmaktadır. Âhiret
işlerini dünya işlerine benzetmektedir. Burada birisinin problemi olduğunda
bir başkası onu halledebilmekte veya araya vasıta/aracı koymakta.
Ya da malî veya başka bir bedel karşılığında işini başkasına gördürmektedir.
Bunlar genel bir kurala dayanmayan, kişisel seviyelerin durumlarına
göre değişebilen çözüm yollarıdır. Bu tür hareketler ve girişimler kanun
dışına çıkmaya neden olabilir. Eğer şefaat edecek olan kişiler şan, şöhret,
makam ve mevki sahibi kimselerden oluşuyorsa orada kanun işlemez.
İşte âyet, âhirette böyle bir şefaat anlayışını reddetmektedir.
İlke olarak şefaat meselesine gelince; pek çok cahil insanın anladığı
gibi, mesele bireysel sevgiden kaynaklanan kişisel ilişkilerle hiç de ilgili
değildir. Genellikle câhil insanlar, bu yanlış anlayışlarından dolayı peygamberlere
ve velî zannettiklerine kişisel birtakım üstünlükler vererek
adaklar, sadakalar ve benzeri şeylerle onlara yaklaşmaya çalışırlar. İnsanlar
aynı mantıkla liderlere, şöhret ve makam sahibi kimselere hediyelerle
yaklaşmaya çalışırlar ve onların şefaatlerini elde etmeye uğraşırlar.
Peygamberlere ve velî zannettiklerine yakınlaşma ile liderlere ve makam
sahiplerine yakınlaşma arasındaki tek fark, velîlere ve peygamberlere karşı
beslenen bu duygunun kutsallık bilinciyle beraber olmasıdır.1050
Şefaat konusunda bazı insanların aklına şöyle bir soru gelebilir: Yüce
Allah’ın şefaat vaadinde bulunması ve peygamberlerin bunu duyurmuş
olmaları, insanların günah işlemeye devam etmeleri ve Allah’ın koyduğu
haramları çiğnemeleri yönünde teşvik edilmeleri sonucunu doğurmaz mı?
Kitap ve sünnette şefaatle ilgili olarak yer alan nasları, dinin temel esası
olan ortak koşmaksızın Allah’a kulluk sunmaya ve O’na itaat etmeye yöneltmeyle
nasıl bağdaşır?
Öncelikle, sorudaki bu yaklaşım, bağışlamanın kapsamlılığını ve rahmetin
genişliğini gösteren âyetlerle çelişmektedir: “Allah kendisine şirk/
ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar.”1051 Bu
1050 Muhammed H. Fadlullah, Min Vahyi’l-Kur’an, II/38-39
1051 4/Nisâ, 48
• 429 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
âyet, tevbe olayının söz konusu olmadığı durumlara işaret ediyor. Bunun
kanıtı da tevbe edilmiş olması durumunda bağışlanan günahlar kapsamına
giren “şirk”in bu âyette istisnâ edilmiş olmasıdır.
İkincisi; Yüce Allah tarafından dile getirilen şefaat vaadinin insanlara
duyurulmasının insanları günaha sürüklemesi, dikbaşlılık ve isyankârlık
yapmaya teşvik etmesi iki şarta bağlıdır:
1- Suçlunun şahsı ve nitelikleriyle birlenmesi. Ya da hakkında şefaat
edilen günahın hiç bir şüpheye yer bırakılmayacak şekilde belirginleştirilmesi.
Yani şu şahıs veya bu günah hakkında kesin olarak şefaat sözü verilmesi.
2- Şefaatin her türlü cezayı, tüm zamanlarda temelden yürürlükten kaldıracak
şekilde etkin bir rol oynaması.
Eğer, “falanca gruptan olan insanlar veya bütün halk, işledikleri suçlardan
dolayı cezalandırılmazlar, günahlarından dolayı kesinlikle sorgulanmazlar”
veya “falanca günahtan dolayı hiç bir zaman azab görülmez” şeklinde
iddialar ortaya atılacak olursa, bu kesinlikle bâtıl bir iddiadır, yükümlülere
yöneltilen hüküm ve sorumluluklarla alay etmektir. Fakat eğer her iki
şart açısından konu müphem bırakılırsa; şefaatin hangi günahlar ve hangi
günahkârlar hakkında geçerli olacağı belirtilmezse; ya da yürürlükten kaldırılacak
cezaların, tüm zaman ve durumlardaki cezalar olacağı şeklinde
bir iddia ortaya atılmazsa, kişi vaad edilen şefaatin kapsamına girip girmeyeceğini
bilmez, dolayısıyla Yüce Allah’ın koyduğu yasakları çiğnemeye cesaret
etmez. Tersine, bu durum, kişide ilâhî rahmete yönelik bir duyarlılık
meydana getirir. İşlediği günahlardan ve kötülüklerden dolayı ümitsizliğe
ve Yüce Allah’ın rahmeti hakkında karamsarlığa kapılmaz.
Ayrıca Yüce Allah şöyle buyurmuyor mu? “Eğer size yasaklanan büyük
günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz.”1052 Âyet-i kerime,
büyük günahlardan kaçınma şartına bağlı olarak küçük günahlar ve
suçlar için öngörülen cezaların kaldırılacağını ifade etmektedir. Eğer, “büyük
günahlardan sakınırsanız, küçük günahlarınızı affederiz” demek doğru
ise, bu durumda, “eğer imanınızı korur da kıyamet gününde sağlam bir
imanla bana gelirseniz, şefaatçilerin sizinle ilgili şefaatlerini kabul ederim”
1052 4/Nisâ, 31
• 430 •
Ahmed Kalkan
demek de doğru ve yerinde olur. Bütün mesele de zaten nihayet imanı koruyabilmektir.
Çünkü günahlar imanı zayıflatır, kalbi taşlaştırır ve nihayet
şirke götürme ihtimali büyüktür. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Hüsrana
uğrayan topluluktan başkası, Allah’ın tuzağından (onlara mühlet verip de
sonra ansızın yakalanmasından) emin olmaz.”1053; “Hayır, onların işleyip kazandıkları
şeyler, kalplerinin üzerine pas olmuştur.”1054; “Sonra kötülük edenlerin
sonu, Allah’ın âyetlerini yalanlamak oldu.”1055 Bu uyarılar günahkârı
günahlardan uzaklaştırmaya, takvâ yolunu izleyip muhsinlere ulaşmasını
sağlamaya yeter ve böylece bu anlamdaki şefaate bile ihtiyaç duymaz. Bundan
daha büyük yarar, en güzel sonuç budur. Aynı şekilde hakkında şefaat
edilen suçlu veya şefaate konu olan suç belirlenir de, ancak azabın bazı yönlerini
veya bazı zamanlarını kapsadığı vurgulanırsa, bu da, kesinlikle suçluların
cesaretlenmesine, suç işlemeye teşvik edilmesine yol açmaz. Kur’ân-ı
Kerim, şefaate konu olacak suçluları da günahları da belirginleştirmez. Cezanın
kaldırılmasını da, ancak bazı durumlar için söz konusu eder. 1056
“Buna rağmen, onlara ne oluyor ki öğütten yüz çeviriyorlar? Ürkmüş
yaban eşekleri gibi.” (49-50. Âyetler)
Hayvanlık bu! Eşeklik… Hatta hayvandan daha aşağı bir durum. “Onların
kalpleri vardır, onlarla (hakkı) kavramazlar; gözleri vardır, onlarla
(hakkı) görmezler; kulakları vardır, onlarla (işitilmesi gereken hakkı) işitmezler.
İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gâfil onlardır.”
1057; “Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut
düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca
daha da sapıktırlar.” 1058 Gereksiz kaçış. Eşekten daha beter bir kaçış. Eşek,
aslandan canını kurtarmak için kaçar. Bunlarsa cennetten kaçıyor. Kurtarcısından
kaçarak kurtuluşu cellâdına sığınmakta arıyor.
“Aslandan kaçan.” (51. Âyet)
1053 7/A'râf, 99
1054 83/Mutaffifîn, 14
1055 30/Rûm, 10
1056 Tabatabaî, El-Mîzân Fî Tefsiri'l-Kur'an, I/234-235
1057 7/A’râf, 179
1058 25/Furkan, 44
• 431 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Kur’an ve Peygamber’den kaçan müşrikler eşeğe benzetilirken; Peygamberimiz
de aslana benzetiliyor. Onlar Peygamber’den ve kurtarıcı hakikatten,
vahiyden kaçıyorlardı.
49-51: Yüce Allah Kur’an’dan yüz çevirenler hakkında oldukça aşağılayıcı
ve tahkir edici bir benzetmede bulunmuştur. O da aslandan ürküp
kaçan yaban
eşeklerine benzetilmeleridir. İbn Abbas dedi ki: Maksat yaban
eşekleridir. Yüce Allah onları yermek ve onların çirkin durumlarını anlatmak
için yaban eşeklerine benzetmiştir.1059
Yine az önce de geçtiği gibi şöyle demiştir: Yaban eşekleri aslanı gördü
mü kaçar. İşte bu müşrikler de böyle idi. Muhammed’i (s.a.s.) gördüler mi
yaban eşeğinin aslandan kaçışı gibi ondan kaçarlar. “Kasvere (aslan)” Habeşçe’de
aslan demektir.1060
“O kadar ki her biri, kendisine açılmış sahifeler verilmesini isterler.”
(52. Âyet)
Onların her biri kendilerine açık seçik metinler verilmesini isterler”,
yahut “açılmış sahifeler” yani, herkesin anlamasına açık. “Allah neden bizimle
konuşmaz ve neden bize mucizevî bir işaret göstermez?” derler. Yani,
doğrudan doğruya, bir peygamberin aracılığı olmaksızın. Bu âyet, Kur’an’ın
çok sık başvurduğu, “böbürlenme”nin yahut “boş gurur”un ilk tasvîridir.
İnançsızlıklarında samimi değiller. Tüm müşrik ve kâfirler, sadece zanna
tâbi olur, kesin bir inanç(sızlık) içinde bulunmazlar. Onlar hiçbir şeye
gerçekten inanmaz, ancak kendi çıkarlarına inanırlar. O yüzden pazarlığa
açıktırlar; helvadan putlarını gerekli gördüklerinde yemekten çekinmezler.
O yüzden burada da onların gereksiz bir mucize isteği ile samimiyetsizlikleri
ve pazarlığa açık olan karakterleri yansıtılıyor.
1059 Bahru'l-Muhit, VIII/380.
1060 Razi, XXX/212.
• 432 •
Ahmed Kalkan
Müşrikler (Ebû Cehil ve Kureyş’ten bir topluluk) onlardan her birisine
içinde: “Ben size Muhammed’i peygamber olarak gönderdim” diye yazılı
bulunan açık mektuplar gönderilmesini istemişlerdi. İbn Abbas dedi ki: Diyorlardı
ki: Eğer Muhammed doğru söylüyor ise bizden her bir kişi sabahı
edince başı ucunda kendisinin cehennemden kurtarılıp güvenlik içinde olduğunun
yazılı bulunduğu bir sahife bulsun.1061
“Hayır, hayır; doğrusu âhiretten korkmuyorlar.” (53. Âyet)
“Doğrusu onlar âhiretten korkmazlar.” İşte bundan dolayı öğütten yüz
çeviriyorlar. Her birine bir mektup ve sahife verilmediğinden dolayı değil.
Esas teşhis bu. Onların mûcize istemeleri bahane; esas hastalıkları âhiretten
korkmamaları.
Hataların başı Allah’tan ve Allah’ın cezasından, âhiretten korkmamaktır.
Kur’an’a baktığımız zaman âdeta tüm azgınlık, isyan ve başkaldırıların
sebeplerinin tek sebebe bağlandığını görürüz. O da âhireti hesaba
katmadan ve âhiretten korkmadan yaşamak. “Hayır, doğrusu onlar âhiretten
korkmuyorlar.”1062 Kur’an, terbiye etmeye çalıştığı insanda ilk etapta
ahret endişesi oluşturmaya çalışır. Bu endişe belli bir boyuta ulaştığı zaman
insanların hayatlarında inkılabların gerçekleştiğine şahit oluruz. Mesela;
içki Medine döneminde ve yaklaşık Uhud savaşı yıllarına kadar yasaklanmamıştır.
Fakat o tarihlerde içkiyi kesin olarak yasaklayan âyet inince evdeki
şarap küplerinin kırılarak içkili hayata son verildiğini görürüz. Peki,
bu neden kaynaklanıyor? Tabii ki âhiret ve Allah korkusundan. O insanlar
o güne kadar öyle eğitilmiş ki, yaptıkları işin âhirette kendilerine çok pahalıya
malolacağı söylendiği anda hemen o işten vazgeçiyorlar.
Âhirete imanı, âhiret endişelerini, cennet ve cehennem mefhumlarını
ortadan kaldırdığınızda insanları gerçek anlamda motive edemezsiniz.
Yani iyi şeyleri kendiliklerinden yaptırıp, kötülüklerden de kendiliklerinden
vazgeçiremezsiniz. Âhirete iman; en büyük ve gerçek anlamda tek otokontrol
mekanizmasıdır. Âhiret ve Allah korkusu olmadan insanları neye
göre ahlaklı ve dürüst olmaya sevkedeceksiniz? Eğer bir insan, yaptığı bir
kötülüğün cezasını görmeyeceğini bilse, niye o kötülükten vazgeçsin veya
yapacağı bir iyiliğin karşılığında mükâfat yoksa niçin o iyiliği yapsın? Deni-
1061 Kurtubi, XIX/90.
1062 74/Müddessir, 53
• 433 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
lebilir ki; insanlık için. Ben ölür ölmez bu insanlar çok kısa bir süre içinde
beni unutacaklar. Unutmasalar bile, öldükten sonra bana ne faydaları dokunabilecek
ki?
Ama düşünün ki “bir varlık” var ve “bir gün” var. O varlık, o günde yaptığınız
tüm iyiliklerin karşılıklarını kat kat fazlasıyla verecek ve yaptığınız
kötülüklerin de cezasını verecek. O varlık ki, hiçbir iyiliği unutmaz, adaletli,
kimseye zerre kadar zulmetmez, hiçbir şeye ihtiyacı yok. Her şeyin yaratıcısı
ve sahibi, çok merhametli, çok affedici. İnsan, böyle bir varlığa iman
edip sadece O’nun rızasını kazanmak idealiyle yaşadığı zaman artık siz bu
insanları “Allah’ın rızâsını kazanma” amacıyla iyi şeylere kolayca yönlendirebilir
ve kötü şeylerden de kolayca sakındırabilirsiniz. Aksi takdirde bütün
çabalarınız sonuçsuz kalır. Âhiret korkusu olmadan insanlar, fırsat bulduklarında
kötülük yapabilecekleri için kimsenin kimseye güveni olmaz.
İnsanın ve insanlığın kemali, âhirete iman olmadan mümkün olamazdı.
Toplumsal huzurun ve ferdin saadetinin âhiret inancına bağlı olduğunu
bize saadet asrının örnek toplumu öğretti. Hiçbir ahlâkî kural tanımayan,
fuhşun alenen işlenip suç sayılmadığı, birçok insanın babasının tombala
usulü belirlendiği, kokuşmuş gelenek dışında kanun ve nizamın bulunmadığı,
hak ve hukukun değil; gücün egemen olduğu, güçlünün hep haklı
olduğu, kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü, faizin ve her türlü
haksız kazancın normal sayıldığı, ezmeyene ezilmekten başka bir seçenek
tanınmadığı cahiliyye toplumundan dünya tarihinin ender şahid olduğu
faziletli bir toplum çıkarılmasında, âhiret inancının payı sanıldığından da
daha büyüktür.
Kur’an ve Sünnette Allah’a iman ile âhirete iman birlikte zikredilir. Zaten
ikisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Ayırdığımız zaman bir
anlamı kalmaz. Örneğin, laiklerin inandığı gibi bir Allah’a inanıyorsunuz.
Yani Allah’ın, kendi varlığınızı ve her şeyi yarattığını kabul ediyorsunuz. Fakat
Allah’ı hayatınıza karıştırmıyorsunuz. Kötülük yaptığınızda ceza vermiyor;
iyi ve dürüst davrananlara da ödül vermiyor. Allah aşkına bana söyler
misiniz böyle bir Allah’a inanmakla inanmamak arasında ne fark var? Hiçbir
fark yok. Ama Allah’ın iyileri mükâfatlandıran, suçluları cezalandıran bir
varlık olduğuna iman eden, ayrıca zalimin cezasını görmediği, mazlumun
da hakkını şu hayatta alamadıklarını gören bir insan, elbette ölümden sonra
bu işlerin tamamlandığı bir günün olduğuna zorunlu olarak iman eder.
• 434 •
Ahmed Kalkan
Zaten âhiret gününün bir başka adı da “din günü”dür. Din’in sözlük anlamlarından
birisi de mükâfat ve ceza olduğuna göre din günü; yapılan işlerin
karşılıklarının verileceği gün manasına gelir.
İki insan düşününüz. Birincisi hep onun bunun hakkını gasbetmiş,
başkalarının alın teri ve emeği üzerinde keyif çatmış, ikincisi, başkalarının
hukukuna tecavüz etmediği gibi bir ekmeğini ikiye bölerek tasadduk etmiş.
Birincisi zulmetmiş, ezmiş, sömürmüş ve semirmiş. İkincisi yardım etmiş,
gönül yapmış, onarmış ve mazlumu kollamış. Birincisi cana, mala, ırza tecavüz
etmiş; ikincisi canı, malı, ırzı aziz ve muhterem bilmiş ve korumuş.
Birincisi her türlü ahlakî kurallardan ve insanî faziletlerden uzak, arzularının
ve tutkularının esiri olarak yaşamış; ikincisi Allah’ın kendisi için çizdiği
sınırları yine O’nun sevgisi ve korkusuyla çiğnememiş ve hep ahlakî, insanî
değer ve faziletleri koruyarak kuralları yaşamış.
Evet, şimdi bu iki kişinin de öldükten sonra aynı sonuçla karşılaşıp
yaptıklarının yanlarına kalacağını düşünmek hangi akla, hangi vicdana ve
hangi adâlete sığar? 1063
Dünyanın; ekolojik (çevreyle ilgili) anlamda tabii dengenin bozulması
sınırından; ahlakî, kültürel, siyasi, ekonomik vb. anlamlarda da toplumsal
dengenin deformasyonu sınırına kadar, ilahî olan her tür dengenin, tabiiliğin,
sünnetullahın sınırlarını zorlayıcı bir sona doğru hızla yaklaştığını
gördüğümüz bu dünyanın her şeye rağmen “halifesi” olarak seçilmişleri
olan insanlarının, bu ilahî misyonlarını yerine getirebilmeleri için hâlâ bir
fırsatları, bir şansları var.
Batı uygarlığının; insanı ve tabiatı tahrip eden, baş döndürücü bir ilerleme-
kalkınma yarışı ile büyüleyici çağdaşlık, modernlik sendromu ile ifsad
edici iletişim-medya hegemonyası, iğfal edici gayri ahlakî yaşam tarzı
ile artık âşina olduğumuz bu şeytanî uygarlığın sağına, soluna, ortasına
bakmaksızın bütün yorumları, uzantıları ve sonuçları ile dünyayı ve insanlığı
tehdit etmesine son verebilmek için hâlâ insanlığın en erdemlilerinin
yapacakları bir şeyler var.
1063 M. İslâmoğlu, İman Risalesi, Denge Yay., s. 287-288
• 435 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
Bu erdemlilerin ve daha doğrusu insana üflenen ilahî ruhun bütün erdemlerini
temsil eden İslâm inancının insanlığa sunacağı ilahî hikmetin bir
ayağını tevhid; diğer ayağını âhiret bilinci oluşturuyor. Batının şeytanî hegemonyasına
alarak ilahî olana yüz çevirttiği, hikmeti ve ilahî bilgiyi unutturduğu,
insanî olan, tabii olan, hak olan her şeye sırtını döndürdüğü insanlık,
içine düştüğü şeytanî bataktan ancak tevhid ve âhiret ayaklarına basarak
doğrulabilir. Bu gerçek, yeryüzünün her yöresinde her gün her saat her an
kendini gösteren trajik akıbetin farkına varan, farkında olan müslümanlar
için üstlenilmesi gereken ağır sorumluluklar mânâsına geliyor.
Dünya ve içindekilerin gelip geçici olduğunu, bir sınama ve imtihan
aracı olduğunu bilen ve böyle inanan İslâm insanı, bu bilgisini ve bu imanını,
kuru ve şematik, içi boş ve vicdanî inanç kofluğundan çıkartıp, olması
gereken yere, âlemlerin rabbi olanın, dünya ve âhiretin sahibi olanın istediği
yere, hayatın tam ortasına oturtmak zorundadır.
Âhiret inancını hayatın tam ortasına oturtmak ne demektir? Ve bu,
nasıl olabilir? Bu sorulara müslümanın, her müslüman topluluğun âhiret
inancını gözden geçirmesi, içi boş bir inanç olmaktan çıkartıp, hayatına
yön veren bir şuur/bilinç düzeyinde el alması ve müslüman insanın dünyevî
yaşantısının bu bilinçle nasıl şekilleneceğini ortaya koyması ile cevap
verilebilir. Bu da, elbette ki dünyaya değer vermeyerek, bir oyun ve eğlence
gözüyle görerek dünyevî olana itibar etmeyerek, gelip geçici değerlerden
yüz çevirip, o büyük gün için, Rabbimiz’in karşısına tek tek çıkacağımız,
titreyerek ya da açık alınla çıkacağımız hesap günü için yaşamakla mümkündür.
Bu mümkünü, hayatın tam ortasına oturmuş bir gerçekliğe dönüştürebilmek,
yani gerçekten hesap günü için, hesap gününe ayarlanmış
bir biçimde yaşayabilmek için de âhiretin bilincine varmış olmak gerekiyor.
Ufukları ölümle sınırlı, ölüme kadar uzanabilen bir yaşam felsefesine
inanan, ölüm öncesini de Allah’sız, âhiretsiz, ed-Din’siz beşerî ideolojilerin
yaşam projeleriyle tasarlayan şeytanın kemalist ve batıcı dostlarının egemen
olduğu bir toplumda hem bu bilince ulaşabilmek, hem de bu bilincin
gerektirdiği tarzda yaşayabilmek -işin doğrusu- o kadar da kolay değil.
Çünkü iki yüz yıldır ümmetin başına bela olan batı işbirlikçisi egemen
güçlerin, ezerek, zulmederek, hile, dolap ve desiseler kurarak, batı batağına
sürüklemeye çalıştığı ümmetin ve bir parçası olan yaşadığımız toprakların
insanlarını, inkârın, şirkin, sapmanın, yüzçevirmenin, yalanlamanın,
• 436 •
Ahmed Kalkan
küçümsemenin, hor görmenin anaforundan baktığı ilahî değerlere, ed-din
gerçeğine, felah (kurtuluş) yoluna yeniden, bıkmaksızın, usanmaksızın
çağırmak ve bununla birlikte işbirlikçilerin, satılmışların, sömürücülerin,
insanlık düşmanlarının, Allah düşmanlarının düzenlerine karşı bitmez
tükenmez bir kin pınarından beslenerek savaşmak, bir ve en büyük olan
Allah’a, âhiret gününe yakînen iman edenlerin mesleğidir. Âhiret bilincinin
gerektirdiği tarzda yaşayabilmek bu mesleği icra etmektir ve onun için
kolay değildir.
Yaşadığımız toplumda bir asra yakın ifsad ve inkâr kaynaklı zulüm düzeninin,
pozitivist ve modernist paradigmalar temelinde ürettiği kemalist,
sağcı, solcu, milliyetçi, kapitalist vb. ideolojilerin kıskacında bulunan insanların
arasından çıkan müslümanların, bu kıskacın etkilerini tamamen
silebildiğini söyleyebilmek çok zordur. Şu veya bu şekilde tevhid bilincine
erişmiş insanların aynı oranda ve önemde âhiret bilincine de ulaşabildiklerini
ne yazık ki iddia edemiyoruz. Eğer tevhid bilinci insanlara beyinlerdeki
ve kalplerdeki putları, tâğutları yıktırıyorsa; âhiret bilinci de hayattaki
putları ve tağutları yıkma mücadelesine sevkeder. Dünyayı değiştirmenin,
toplumu değiştirmenin, insanı değiştirmenin en doğal, en sıradan
faturası ve bedeli olan ölümü göze almanın, ölüme atılabilmenin, ölümden
korkmamanın insanı davası uğruna mücadeleye sevkeden en güçlü sâik olduğunu
görürüz.
Eğer insanlar tevhid bilinciyle yorumlayabildikleri dünyayı değiştirebilmek
için kıllarını dahi kıpırdatmıyorlarsa, ya da sadece kıllarını, ya da
dillerini kıpırdatıyorlarsa, işte o zaman insanların iç dünyalarına inip oradaki
tortuyu, toplumun kültüründen kalmış gizli kalıntıları, yani o çıplak
ölüm korkusunu, o açık dünya sevgisini bulup çıkarmak gerekir; zira insanları,
tevhide ulaştığı halde yerinde tutacak olan, hâlâ yaşamaya, yalnızca
yaşamaya sevkedecek olan tek sebep, bütün teorik, ilmî, fikrî izahların,
yorumların, anlayışların aldatıcı perdesi arkasına gizlenen tek sebep; dünya
sevgisi ve ölüm korkusudur. İslâmî bilincine rağmen bu içgüdüsel tortuyu
barındıran insanların ölüm korkusu diğer insanlardan daha fazla, dünya
sevgisi diğer insanlarınkinden daha yoğun ve kalıcı olur. Çünkü, bir içgüdü
olarak, bilinçaltında sürekli beyin, kalp ve dildeki gerçeklerin perdesiyle
örtülüp, bir biçimde buu gerçeklere inanıyor olmanın rahatlatıcı, yeterli
gördürücü, tatmin edici işleviyle oyalanıyor olarak dünyayı sevmek daha
meşru, ölümden korkmak daha doğal hale gelir ve bu insanlar âhiretin bi•
437 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
lincine daha uzak bir noktaya düşerler. Çünkü bu bilinci de taşıdıklarını
var saymakta ve kendilerini de başkalarını da buna inandırabilmektedirler.
Oysa âhiret bilincini sıradan bir insana kavratabilmek daha kolay; bu tür
insanların yeniden kavrayabilmeleri daha zordur.
“Lâ ilâhe illâllah”ın bütün bir tarihi, bütün bir dünyayı, bütün bir toplumu
izah eden esprisini kavrayıp da, yeryüzünde işlenen bunca zulme, bunca
haksızlığa, bunca iğrençliğe şahid olup da, içinde yaşadığı toplumda ne
yapmasını ve ne yapmamasını açık ve net bir şekilde kavrayıp da, hiçbir şey
yokmuş gibi yaşamanın, hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranmanın, hiç bir
sorumluluğa sahip değilmiş gibi ömür tüketmenin başka bir izahı yoktur.
Mücâdelesiz, kavgasız, çilesiz, hapissiz, işkencesiz, kansız, şehidsiz geçen
günlerin; daha fazla küfür, daha fazla zulüm, daha fazla tuğyan, daha fazla
zillet demek olduğunu bilen insanların, bilmesi ve gereken insanların hâlâ
yerlerinde durabilmeleri, hâlâ mücadeleye atılmamaları, hâlâ kavgayı yarınlara
erteleyici çözümlere sarılmaları, hâlâ kolay ve rahat yolları bayraklaştırabilmeleri,
başka bir şeyle izah edilemez. Mücâdelenin, kanın, şehidin
olmadığı yerde âhiret bilinci de gereği kadar yoktur demektir. Âhiret
bilincinin gereği kadar olduğu bir yerde insanlar günlerini meydanlarda,
sokaklarda, karakollarda, mahkemelerde, cezaevlerinde, mezarlarda ya da
mezar başlarındaki şehadet andlarında doldururlar.
Oysa düşmanın açık seçik belli olduğu, kavganın bütün yakıcılığıyla
kendini dayattığı, inancın kan, ter ve gözyaşı ile ispat istediği bir zamanda,
insanlar hâlâ kaybetmekten korkacakları şeyleri biriktirmekle meşgullerse,
hâlâ yaşamak için, sıradan bir vatandaş olarak yaşamak için, sıradan bir
vatandaş olarak yaşamak için çaba gösteriyorlarsa, hâlâ hayatın yutucu gerçekleri
hesap gününün ürpertici gerçeğinin önüne geçebiliyorsa, hâlâ şerefsizce
yaşamanın sermayesi olan dünyalık şeyler peşinde koşmak, âhiret kazanma
çabasına girmemenin mazereti olabiliyorsa, o zaman Allah’ın ipine
tutunarak ayağa kalkabilmenin bir ayağı yani âhiret bilinci eksik demektir.
Zaten yüce Rabbimiz de Kur’an-ı Kerim’de sık sık “Allah’a ve âhiret gününe
iman edenler” diyerek, iki ayağın kopmaz birliğini vurgulamıyor mu?
Her gün ve her gece, namaz sonlarında, işimizin arasında özellikle
ölümü, dirilişi, kıyameti, mahşeri, cenneti, cehennemi, günahlarımızı, Allah’ın
nimetlerine teşekkürdeki kusurlarımızı derin derin düşünelim. Bunu
kendimize görev edinelim. Bu dünyadaki rahatımızdan fedakârlık yapalım.
• 438 •
Ahmed Kalkan
Hem burada tam bir rahat etme, hem de orada rahat etme gibi imkânsız ve
gülünç olan sevdadan vazgeçelim. Sahâbeler, Hz. Peygamber’e, biraz rahatına
bakması, kendini fazla yormaması yolunda birtakım şeyler söyleyince,
Önder ve Örneğimiz’den şu cevabı alırlar: “Nasıl refah ve nimetin tadını
bulurum ki, boynuz sahibi (İsrafil) boynuz (sur)u ağzına koymuş, alnını eğdirmiş
ve kulağını vermiş, ne zaman üfleyeceğine dair emir bekliyor.” 1064
Kabirlere, hele gece karanlığında gidip, oralarda ölümle kolkola yaşayacağımız
günleri düşünelim. Ölüm ve şehadet râbıtası yapalım. Allah’ın
dinini yaşayamıyor, müslümanca hayat süremiyorsak müslümanca ölmenin
de zor olduğunun bilincine varalım. Mezarlarda ve hayalinde düşünerek
canlandırdığın kabir hayatında düşün ki, bir-iki metrelik çukur,
içinde birkaç kemik parçası ve mezar taşında da senin adın, evet senin adın,
benim adım yazılı. Artık Rabbinle karşı karşıyasın. Büyük kıyametin kopmasını
bekliyordun veya beklemiyordun. Ama öldün, yani senin kıyametin
koptu. İşte bu kıyamete hazırlandın mı? Yaptın mı yapacaklarını? Sakındın
mı yapmaman gerekenlerden? Hazır mısın ölüme? Borçların-harçların,
ümitlerin, beklentilerin, yatırımların... neresi için? Ölüm... Ne zaman?
Evet, ey insan! Tohumun toprağın üstüne yeni bir hayatla çıktığı gibi bir
gün kabrinden çıkartılacağını, Rabbinin huzuruna gidip yaptıklarının ve
yapmadıklarının hesabını vereceğini düşün ve hayatını ona göre düzenle:
Çünkü ölüm bir yok oluş değil; diriliştir. Ölüm uzakta değil; çok yakınımızdadır.
Âhirete iman etmiş olmak, âhiret bilincine erişmiş olmak, yalnızca
kafalarda âhiretle ilgili bilgileri arttırmakla, kalplerde âhirete olan inancı
tazelemekle gerçekleşmez. Çünkü âhiret bilinci kafa ve kalpte başlayıp biten
işlevsiz bir olgu değil; insan hayatının bütün boyutlarını ve ömrünün
bütün anlarını belirleyen canlı ve dinamik bir olgudur. O yüzden Allah’nı
Kitabında1065 Kur’an’ın doğru yola kılavuzluk edeceği muttakîlerin vasıfları
sayılırken “âhirete inananlar” değil; “âhirete yakînen (şuurlu / bilinçli olarak)
iman ederler.” denilir. O yüzden âhiret bilincinin varlığını ve derecesini
ölçebilmenin bir yolu sürekli olarak kafa ve kalbi gözden geçirmekse, bir
diğer yolu da bizatihi yaşanan hayatı gözden geçirmek ve hesap günündeki
ilahî sorguya uyup uymadığının muhâsebesini yapmaktır. Bu muhâ-
1064 Tirmizî
1065 Bakara sûresi 4. âyette
• 439 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
sebe de, dünya ve içindekilere bağlılık, dünyevî zevk ve değerlere iltifat,
ölüm duygusu ve gerçeğinden uzaklaşmak olumsuz; âhirete ve hesap gününe
ayarlı bir hayat yaşamaya çalışmak, dünyadan, içindekilerden, geçici
zevk ve değerlerden -Allah’ın istediği vasatın dışında- uzaklaşabilmek ve
hayatı, enerjiyi, yetenekleri, bilgiyi, gücü, bedeni, kafayı Allah’ın davası için
harcamak olumlu olarak değerlendirilmelidir. Birey olarak muhâsebesinde
olumsuz hanesi ağır basanlar istedikleri kadar tevhid bilincine ulaştıklarını
iddia etsinler, yaşadıkları hayatın yüzlerine çarpılacağını unutmamak zorundadırlar.
Muhâsebesinde olumlu hanesi ağır basanlar ise, zaten içiçe yaşadıkları
ölümle gerçek hayata geçtikleri andan itibaren Rablerine kavuşmanın
mutluluğunu tadarlar. Ne mutlu onlara! Ne mutlu, ölümden korkmayan,
ölümü sevebilen, ölümü arzulayabilen, ölümle dostluk kurabilen, ölümün
koynunda ömür tüketebilen Allah erlerine! “ Rabbinizin mağfiretine
(bağışına) ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer
kadar olan cennete koşun!” 1066 Âhiret bilinci; ölümü sevmek, ölümle bir
yaşamak ve nasıl gelirse gelsin, ama müslümanca yaşayış üzerine gelsin,
müslümana yakışır şekilde ölüme, yani cennete koşabilmektir. 1067
Kur’an’ın, üzerinde en fazla durduğu konuların başında âhirete iman
gelir. İnsanların İslâm’a girmeleri, Allah’ın dinine teslim olmaları ancak
bu iman ile mümkündür. Bunun için âhiret konusunun en fazla işlendiği
sûreler Mekkî surelerdir. Bunun böyle olması kaçınılmazdı. Çünkü müşrik,
kâfir ya da putçu her ne olursa olsun, insanların her tür şirk, küfür ve
cahiliyye düşüncesinden temizlenmeleri ve hayatlarının bütününde İslâm’ı
kendilerine bir yaşam biçimi edinmeleri, bu iman ile mümkündür. Herşeyden
önce Allah’a ve bu dünyadan sonra gelecek ebedî âhiret hayatına
inanmayan bir insanın, yeryüzünde şeytanın oyunlarına karşı sebat etmesi,
canı ve malı pahasına mustaz’afların haklarını savunup zalimlere karşı durması
beklenemez. Bu insanlar, yaşadıkları hayat gereği, tüccarca bir felsefeyi
kendilerine rehber edinmişlerdir. Yaptıkları her tür iyilik ya da yardımın
karşılığını bu dünyada ve dünyanın geçer akçesiyle almak isterler.
1066 3/Âl-i İmran, 133
1067 Âhiret bilinci açısından daha geniş bilgi için bk. Hüseyin Özhazar, Âhiret Bilinci, Bengisu Yay. ve Hasan
Eker, Âhiret Bilinci, Denge Yay.
• 440 •
Ahmed Kalkan
Oysa İslâm, müslümanlara böyle bir şey va’detmez. Aksine insan, akidesi
için sadece malını ve dünyevî zevklerini değil, canını bile feda etse,
bunun karşılığını yalnızca âlemlerin rabbı olan Allah’tan beklemek zorundadır.
Allah’a teslimiyet, dünyevî zevk, rahat ve menfaatlerden ferâgat anlamına
geldiğine göre sağlam bir âhiret inancı, mü’minde olmazsa olmaz
bir özellik demektir.
Sağlam bir âhiret inancına sahip olmayan bir insanın, cahilî düşünce
ve yaşayışlardan uzak durması, imkân haricindedir. Bu yüzden Kur’an,
her konuda olduğu gibi, bu konuda da en doğru yolu takip etmiş ve yeryüzünde
Allah’ın hilafetini yüklenecek ve ilahî adaletini arz üzerinde tesis
edecek insanları somut haram ve helallerden uzaklaştırmadan önce, yakîn
bir âhiret (ceza-mükâfat) inancına davet etmiştir. Nitekim Mekke’de de
böyle olmuş ve namaz, oruç, hac, içki, zina gibi konularla ilgili hükümler
gelmeden önce bu inancın sağlamlaştırılmasına uğraşılmıştır.
İnsanın fıtratından uzaklaşıp, gittikçe artan bir hızla nefsini, dünyevî ve
hayvanî zevkini öne çıkartan bir anlayışla gücü yettiği her şeye hükmetme
istemesi her yerde fesadı artırmıştır. Bunun sonucu olarak, İslâm’dan uzak
anlayış ve yaşayış; insandan tabiata, felsefeden bilime, dinden siyasete hemen
hemen her şeyin dengesini altüst etmiştir. İşin garibi, modern insan,
bu altüst olmuş dengenin hâlâ en iyi olduğunu ve ilerleme felsefesi gereği
daha da iyi olacağını söylüyor. Bu dengenin bozulması sonucu adaletin arz
üzerindeki tesisi de ortadan kalkmıştır. Ve artık yeryüzünde suç işleyen,
zulmeden, milyonlarca mustaz’af insanı sömüren müstekbirler, emperyalistler,
çağdaş firavunlar cezalandırılmadan bu dünyadan ayrılıyorlar. İşte
bunların nihaî cezasını Allah, âhirete saklamıştır. Adalet konusu, sadece
kâfir ve mücrimlerin suçlarıyla değil, aynı zamanda müslümanların ecirleriyle
de ilgilidir. “Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık; bu,
inkâr edenlerin bir zannıdır. Bu yüzden o inkâr edenlere ateşten helak vardır.
Yoksa biz, iman edip iyi işler yapanları yeryüzünde bozgunculuk yapanlar
gibi mi tutacağız? Yoksa muttakîleri, yoldan çıkaranlar gibi tutacağız?” 1068
Bu dünyada sırf Rabbinin rızasını gözeterek her tür meşakkate katlanan,
Allah’ın davası için işkence, hapis, kınanma, işinden edilme gibi her
tür zorluğa göğüs geren insanların, Allah’ın bir lütfu olarak âhirette bir
1068 38/Sâd, 27-28
• 441 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
karşılığının bulunması gerekir. Gerçi bir müslüman, dünyada sırf Rabbine
olan bağlılığından dolayı gördüğü eza ve cefalarla hiçbir zaman alçalmaz;
aksine O’nun katında daha fazla yükselir.
Bugün yaşadığımız toplumda âhiret inancı, bir mit ve hurâfeler yığını
olarak yaşamaktadır. İnsanlar bu inancın getirdiği her tür dinamizm, coşkunluk
ve aşktan fersah fersah uzaktadırlar. Bu avamî anlayış, tevhid bilincine
sahip mücadeleci müslümanlar için geçerli değildir. Avamdan, ya da
ehl-i dünyadan birisi yaşadığı hayat ve sahip olduğu hayat felsefesince âhirete
inanmaktadır ve büyük bir ihtimalle de kendini cennette görmektedir.
“Hayır, hayır; gerçekten o bir öğüttür.” (54. Âyet)
“Hayır! Gerçekten o bir öğüttür.” Yine yüz çevirmekten vazgeçmeleri
istenmektedir. Çünkü Kur’an yeterli bir öğüttür. Gerçek şu ki Kur’an bir
öğüttür ve onlara Kur’an yeter. Çünkü o en hayırlı öğüt ve hatırlatmadır.
Ondan öğüt almak, onu ihmal etmemek isteyen bir kimse öğüt alır. Çünkü
Kur’an son derece beliğ bir öğüttür ve şifa verici bir hatırlatmadır.
Kur’an’ı, özellikle az önce geçen âyetleri indî yorumlarla yorumlayıp
Peygamber’in ve ashâbın hiç anlamadığı şekilde farklılıklara giden hurufîlere,
19’culara duyrulur: Kur’an bir şifre kitabı değildir; o bir öğüttür. Kim
İlâhî öğütleri dinlerse o hidâyete ulaşır. Kur’an aynı zamanda hidâyet kitabıdır.
“Artık kim dilerse ondan öğüt alır.” (55. Âyet)
“Kim” ondan öğüt almak “dilerse ondan öğüt alır.” Onu okur ve onunla
öğüt alır. Kim Allah’ı seçerse ancak kendini kurtarmış olur.
“Şüphesiz ki bu Kur’an en doğru yola iletir…” 1069
“Kim hidâyet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur;
kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkâr,
başkasının günah yükünü üstlenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe
(kimseye) azap edecek değiliz.” 1070
1069 17/İsrâ, 9
1070 17/İsrâ, 15
• 442 •
Ahmed Kalkan
“Allah dilemedikçe de öğüt almazlar. İşte kendisinden sakınılmaya
lâyık O’dur; bağışlamak da O’na yaraşır.” (56. Âyet)
“Allah dilemedikçe de öğüt almazlar…” Yani, Allah rahmetiyle onları
-kendi içlerinden gelerek- doğru seçimde bulunabilmeleri için kalplerini
ve zihinlerini hakikati kabule açık kılmadıkça.
“İşte o kendisinden sakınılıp korkulmaya lâyık olandır.” Onun
cezalandırmasından
sakınmaya, korkulmaya değer. Başkalarının cehennemi
yok ki, korkasınız. Başkaları gerçek ilâh değil ki…
“…bağışlamak da O’na yaraşır.” Yeter ki hatanı kabul et, af dile…
Kendisine
karşı takvâlı hareket edenleri bağışlamak O’na yakışır; size de
O’na iman edip tevbe ve af dilemek…
Bu kâinatta Allah’a rağmen bir şey meydana gelmez. Onların Kur’an’ı
hatırlayıp, ondan öğüt almaları ancak
Allah’ın dilemesi ile olur. O takva
sahiplerinin Ona isyanı gerektiren hususları terkedip Ona itaat olan işleri
yapmak suretiyle kendisinden sa-kınılmaya, korkulmaya lâyık olandır.
Aynı şekilde O müminlerin kusurlu hareket edip işledikleri günahları da
bağışlayandır. Günahkârlardan tevbe edenlerin tevbesini kabul edip, günahlarını
bağışlayan da O’dur.
Enes b. Mâlik’in (r.a.) rivâyetine göre Peygamber (s.a.s.) bu âyeti tefsir
ederek buyurdu ki: “Kudret ve azameti pek üstün olan Rabbiniz size diyor ki:
Ben kendisinden korkulmaya
lâyık olanım. Dolayısıyla Benimle birlikte başka
bir ilâha ibâdet olunmasın. Kim Benimle birlikte başka birisini ilâh kabul
etmekten sakınırsa, Ben de onun (günahlarını) bağışlarım.” 1071
Öğüt almamanın asıl sebebini açıklamakta, Yüce Allah’ın kemal derecesindeki
heybetini dile getiren hususları zikretmektedir. Bu ise O’nun
kahredicilik vasfına sahip olmasıdır. Yani bu sebepten dolayı Allah’tan
korkulmalıdır.
Aynı şekilde rahmetinin ümit edilmesini gerektiren lütufkârlık
sıfatı da vardır:
1071 Ahmed bin Hanbel, Tirmizî, İbn Mâce ve Nesâi
• 443 •
Müdde s s i r Sûre s i Te f s i r i
53-56: Yüce Allah işi yokuşa sürmeleri ve ayak diretmeleri sebebiyle
isteklerini
kabul etmedi. Aksine onlara mucize teklifinde bulunmaktan
vazgeçmelerini
istedi, Kur’an-ı Kerim’in niteliklerini ve ondan öğüt
almamalarının
aslî nedenini: “Asla” buyruğu ile açıklamaktadır. Yani böyle
bir şey olmayacaktır
ve ben onlara temenni ettiklerini vermeyeceğim.
Çünkü onlar âhiretten korkmazlar. Buna sebep de dünyaya aldanmalarıdır.
Şüphesiz ki Kur’an bir öğüttür, dileyen ondan öğüt alır. Fakat onlar Yüce
Allah’ın bunu kendileri için istemedikçe öğüt alamazlar, hatırlayamazlar.
Yüce Allah’tan da kullarının korkması, Onun cezalandırmasından çekinmeleri
ve böylelikle
Ona iman edip, itaat etmeleri gerekir. O buna lâyıktır
ve şüphesiz o iman edip, itaat ettikleri takdirde geçmişteki küfürlerini de
bağışlamaya ehildir. 1072
Sûrede Hz. Peygamberin hayatından bir kesit ele alınmış, ona dini tebliğ
görevini
yerine getirmesi, inkârcıları uyarması ve bu konuda karşılaşacağı
sıkıntılara
katlanması emredilmiştir. Kıyâmet günün sıkıntılarından
söz edilmiş, Kur’an’a sihir ve beşer sözü diyerek onu reddeden müşriklerin
yakıcı cehenneme sürüklenecekleri
haber verilmiştir. Meleklerden ve kitap
ehlinden, cehennemin görevlilerinden
söz edilmiştir. Sûrede ayrıca inkârcıların
cehenneme girmelerinin sebebi hakkında mü’minlerle aralarında
geçen bir konuşmaya yer verilmiş ve inkârcıların haktan yüz çevirmelerinin
sebepleri anlatılarak sûre sona ermiştir.
* * *
1072 Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları, 15/235-236
Müddessir Sûresi ile İlgili Sınav Soruları
(Cevaplanması gereken toplam 40 soru bulunmaktadır. Her soru, 100
üzerinden 2,5 puandır. 3 Yanlış, 1 doğruyu götürür.)
1) Müddessir sûresi hakkında aşağıdaki hükümlerden hangisi yanlıştır?
a- Müddessir sûresi, Peygamber’e (s.a.s.) dâvetinin başlangıç dönemlerindeki
birtakım irşadları, şirkin önderlerinden birisine birtakım
tehditleri ve cehennemin niteliklerini ihtivâ etmektedir. Sûre, Peygamber’i
(s.a.s.) Rabbine dâvet etmek, kâfirleri uyarıp korkutmak,
günahkârların eziyetlerine karşı da sabretmek yükümlülüğünü belirterek
başlamaktadır.
b- Müddessir sûresi, Nüzul sırasına göre 4. sûre, Mushaf tertibine göre
ise 74. sıradadır. 56 âyettir. Müzzemmil sûresinden sonra nâzil olmuştur.
Sûre; adını, birinci âyette geçen ve “bürünüp sarınan” anlamına
gelen “müddessir” kelimesinden almıştır. Bu sûreye Peygamber’e (s.a.)
nitelik olarak zikredilen bu vasıf ile başladığından ötürü Müddessir
sûresi adı verilmiştir. Müddessir, uyumak ya da ısınmak amacıyla elbisesine
sarınıp bürünen kimse demektir. Adını ilk âyetinde geçen,
örtüye bürünen anlamındaki “müddessir” kelimesinden almıştır.
Alak sûresi peygamberliği, Müddessir sûresi de risâletin misyonunu
başlatan ilk sûre olmuştur.
c- Sûrede Hz. Peygamberin hayatından bir kesit ele alınmış, ona dini
tebliğ görevini yerine getirmesi, inkârcı kâfirleri uyarması ve bu konuda
karşılaşacağı sıkıntılara katlanması emredilmiştir. Kıyamet günün
sıkıntılarından söz edilmiş, Kur’an’a sihir ve beşer sözü diyerek
onu reddeden müşriklerin yakıcı cehenneme sürüklenecekleri haber
verilmiştir. Sûrede ayrıca kâfirlerin cehenneme girmelerinin sebebi
hakkında müminlerle aralarında geçen bir konuşmaya yer verilmiş ve
inkârcı kâfirlerin haktan yüz çevirmelerinin sebepleri anlatılarak sûre
sona ermiştir.
d- Müddessir sûresi şû âyetlerle başlar: “Ey örtünüp bürünen (Rasûlüm)!
Birazı hâriç, geceleri kalk namaz kıl. (Gecenin) yarısını (kıl).
Yahut bunu biraz azalt. Ya da bunu çoğalt ve Kur’an’ı da tane tane oku.
Doğrusu Biz sana (taşıması) ağır bir söz vahyedeceğiz…”
2) Sakar adı verilen cehennem ateşi hakkındaki yargılardan hangisi
yanlıştır?
a- O, kâfirleri ne öldürüp bırakır, ne de azaptan vazgeçer.
b- Onun ateşi kırmızı değil, karadır, kapkara.
c- İnsanın derisini kavurarak ona değişmez gerçeği gösterir.
d- Onun üzerinde muhâfızlık yapan on dokuz melek vardır.
3) Sakar adlı cehennem ile cezalandırılmaya sebep olarak gösterilenler
arasında aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a- Namaz kılanlardan olmamak ve yoksulu doyurmamak
b- Bâtıla dalanlarla birlikte dalıp gitmek
c- Tâğutlara hiçbir şeyi şirk koşmamak
d- Âhireti, hesap gününü yalanlamak
4) Müddessir sûresinin 40-42. âyetlerinde: “Cennetlerde soruştururlar.
Suçlular/günahkârlar hakkında. Sizi Sekar’a sürükleyip iten nedir?” buyrulmaktadır.
Bu âyetlerde geçen “mücrimler/günahkârlar” ve işledikleri
günahla ilgili sünnetullah (Allah’ın değişmez yasaları) konusunda aşağıdaki
ifadelerden hangisi doğru değildir?
a- Musîbetlerin tümünün sebebi, günahlardır. Kime çok musîbet gelmişse,
onun çok günah işlediği anlaşılmış olur.
b- Kötülüğün cezası kötülüktür; Bir günah işleyen, sadece onun kadar
(günahının misliyle) cezalandırılır.
c- Kötülüğe/günaha seyirci kalıp rızâ göstermek, toplumun genelinin
cezasını gerektiren bir günahtır.
d- Her musîbetin sebebi günah olmamasına rağmen, günah ve isyanlar
musîbet sebebidir.
5) Bilindiği gibi, Müddessir sûresinin 39-42. âyetlerinde sakar adlı cehenneme
giden günahkârlardan bahsedilmektedir. Günah konusunda
aşağıdaki değerlendirmelerden hangisi tümüyle doğru değildir?
a- Büyük günah işleyen mü’minlerin bu günahlarından dolayı kâfir
olup olmayacakları meselesi, bazı İslâm mezheplerince tartışılan bir
konudur. O yüzden ehl-i sünnete ve diğer mezheplere göre günahlar
imanı gidermese bile, samimi bir tevbeyle dönüş yapılana kadar imanın
kemâl ve kalitesini, gönüldeki takvâyı giderir.
b- Günahı savunma, başka suçlu bulup kendini temize çıkarma, Allah’ın
yasağına rağmen mantığını kullanıp günahın sebebini anlamadığından
onu normal görme, secde etmeme günahı ve gerekçesiyle
ortaya çıkan İblis/Şeytan tavrıdır.
c- Günah işlememeye çalışmak önemlidir, ama ondan daha önemlisi,
günaha karşı tavırdır. Ancak hata ile, yanılarak ya da bir anlık şeytana
uyarak günah işleyen mü’min, hatasında ısrar etmeyip hemen ondan
vazgeçecek, pişmanlıkla tevbe çeşmesinde arınacaktır.
d- Hıristiyanlıktaki aslî günah anlayışı gibi babanın günahı oğluna
miras kalmaz. Kimse, kendisinin bizzat işlemediği günahtan dolayı
suçlanamaz. O yüzden başkasının işlediği bir günah yüzünden, ona
seyirci kalan, râzı olup tepki göstermeyen, günahı emrederek, onun
işlenmesine izin vererek vesîle olanlar, günahkâr kabul edilip suçlanamazlar.
6) Müddessir sûresi 53. âyette: “Hayır, hayır; doğrusu âhiretten korkmuyorlar.”
denilir. Âhiret bilincine sahip olmak ve dünya-âhiret dengesi
sağlamak için dünya, doğru değerlendirilmelidir. Dünya konusunda aşağıdaki
değerlendirmelerden hangisi yanlıştır?
a- Dünya oyun ve eğlenceden, süs ve övünmeden geçici bir faydalanmadan
ibarettir.
b- Müslüman, âhiret endişesiyle yaşaması gerektiği için dünya ile ilgilenmemeli;
dünyayı, onu tercih edenlere bırakmalıdır.
c- Dünya, hakiki mânâda huzur ve rahatın bulunduğu gerçek vatanımız
değildir.
d- Dünyada imtihan vesilesi olarak kadınlar, evlatlar, altın ve gümüşler,
iyi binekler sevdirilmiştir.
7) Müddessir sûresinin 31. âyetinde kalplerinde hastalık olanlardan
bahsedilir. Kalbin hastalığı, fesadı, bozukluğuyla ilgili olarak meşhur bir
hadis vardır. “Dikkat! Gerçekten vücutta bir et parçası vardır; o doğru
olursa bütün vücut doğru olur. O fesada uğrar, bozulursa bütün vücut
bozuk olur. Dikkat, o ........” Bu meşhur hadis-i şerifte boş bırakılan yere
gelmesi gereken kelime, aşağıdakilerden hangisidir?
a- kulaktır b- dildir c- eldir d- kalptir
8) Müddessir sûresinin ilk âyetlerinde emredilen; lugat anlamı, tehlikeyi
haber verip sakındırmak, uyarmak, ikaz, ihtar olan, Kur’anî kavram olarak
da Allah’ın, peygamberleri aracılığıyla kullarını uyarıp kötü âkibetten
sakındırmasına ne denilir?
a- inzar b- nezîr c- ıslah d- münzir
9) Seçeneklerden hangisi, “din günü” kavramının ifade ettiği anlamlardan
biri değildir?
a- Allah’ın bütün kullarına merhametinin görüleceği “Rahmet günü”
b- Hayrın hayır; şerrin de şer olarak görüleceği “Kıyâmet günü”
c- Yapılan işlerin karşılığının tam olarak verileceği “Ceza günü”
d- İnsanların yaptıkları işlerin, Allah tarafından takdir edilip hesabının
görüleceği “Hesap günü”
10) Müddessir sûresi ikinci âyette: “Kum fe enzir; kalk ve inzâr et/
uyar!” buyrulur. Bir uyarının, propaganda değil de; gerçek bir “inzâr”
olabilmesi için bazı şartlar gerekir. Aşağıdaki seçeneklerden hangisi inzâr
için gerekli şartlardan biri değildir? Yani, inzâr konusunda aşağıdaki yargılardan
hangisi yanlıştır?
a- Uyarının, kesin vahyî gerçeklerle ilgili olması ve karşı çıkanın Allah’a
(O’nun hükümlerine) karşı çıktığının belirgin olması
b- Uyarıda muhâtabın sınırsız olması; tanıdık ve yabancı demeden
herkese tebliğin ulaştırılmaya çalışılmasıyla birlikte, yakın çevrenin
ihmal edilmemesi, hatta imkân nispetinde yakın çevreye öncelik verilmesi
c- Uyarı ve dâvetin açıktan değil; gizli olarak yapılması ve kalbi mühürlü
olan kimselere değil; gerçeği araştıran kimselere hakkın ulaştırılması
d- İçine bâtıl karışmamış hakkın tebliğ edilmesi; Tevhidin kişisel ve
toplumsal alana yayılması/taşınması; uyarıda bunların ana konuyu
teşkil etmesi
11) Müddessir sûresi 31. âyetinde: “…Kalplerinde bir hastalık olanlar
ile kâfirler de şöyle desin…” denilir. Kalbin hastalığı ve mühürlenmesiyle
ilgili aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır?
a- Kalbin hastalığı; kibir, hayasızlık gibi kötü ahlak ve kötü huylarla
ilgili, yani günah işlemekle ortaya çıkar. Tevbe edilip güzel amellerle
silinmedikçe kalpte leke halindeki bu hastalık büyür ve giderek tüm
kalbi kaplar.
b- Kalbin mühürlenmesi, sebep değil; sonuçtur. Tertemiz bir kalple
dünyaya gelen insan, günah işleyerek kirlettiği kalbini, günahlarda
ısrar etmek ve imana karşı olumsuz ve inatçı bir tavır takınarak, mikropların
tümüyle kalbini kaplamasına sebep olacak davranış ve inançta
bulunması sebebiyle kalp mühürlenir.
c- Kalbin selim vasfını, sağlığını korumak için, onu şirk ve küfür başta
olmak üzere haramlardan korumak; bedenin sağlığı için gerekli gıdalar
gibi, kalbe lazım olan ibadet, zikir, tefekkür gibi gıdalarla kalbi
yeterli ve dengeli beslemek şarttır.
d- Kâfir ve münafıkların kalbinde hastalık vardır. Allah da onların
hastalığını arttırmıştır. Allah, tüm kâfir ve münafıkların kalbini ve kulaklarını
mühürlemiştir. Onların gözlerinde de perdeler vardır. Kalpleri
mühürlü olduğu için, bu sebepten dolayı onlar iman etmezler.
12) “Sizi Sekar’a sürükleyip iten nedir? Derler ki: ‘Namaz kılanlardan
değildik.” (74/Müddessir, 42-43. âyet). Mücrimlerin/günahkârların “namaz
kılanlardan” ifadesi, farz namazları cemaatle kılmayı işaret etmekte
ve Müslümanların cemaat halinde olmalarını çağrıştırmaktadır. Kur’an’da
emredilen “cemaat”, en geniş anlamda aşağıdaki ifadelerden hangisinde
doğru olarak tanımlanmıştır?
a- Aynı dine inanan, aynı kıbleye yönelen, aynı fikir ve inanç etrafında
bir araya gelen insanların oluşturduğu ümmet topluluğuna cemaat
denir.
b- Cemaat, rastgele, tesadüfen oluşan veya şartların bir araya getirdiği
insan grubu demektir.
c- Üyelerin yaptıklarının bilincinde olsun veya olmasın, şuurlu veya
şuursuz kalabalığa, bir araya gelmiş kitleye denir.
d- Cemaat, namazdan namaza bir araya gelen, o semtteki câmiye devam
eden müslümanların oluşturduğu beraber namaz kılma eylemlerine
ve bu toplu ibadete katılanlara denir.
13) Müddessir sûresi 46. âyetinde sakar adlı cehennemde azap görenlerin
din gününü yalanladıkları belirtilir. Din günü ile ilgili olarak aşağıdaki
ifadelerden hangisi yanlıştır?
a- “Din gününün sahibi” ifadesinden insanın ve kâinatın boşuna yaratılmadığı
ve iyi kötü her amelin karşılığının görüleceği anlaşılır.
b- Din günü, Allah’ın ödül ve cezasının bir gereğidir. Din gününe, âhirete
inanmamak, ilâhi adaleti istememek demektir.
c- Din gününe, âhirete inanmak, ölüm korkusunun insanda bir kâbusa
ve kronik bir hastalığa dönüşmesini engeller.
d- Din günü inancı, insanın dünyayı önemsemeyip sadece ahirete değer
vermesi bilincini oluşturur.
14) Müddessir sûresi 23. âyette “Sonra da sırt döndü ve müstekbirlik
yaptı, büyüklük tasladı.” denmektedir. “Müstekbir” karakteri hakkında
aşağıdaki hükümlerden hangisi doğrudur?
a- Müstekbirler, halkın inancını bile paylaşmayan, kendi hevâlarından
başka ilâh kabul etmeyen menfaatçi tiplerdir.
b- Peygamberlere ilk inanan insanlar, müstekbirler olmuştur. Peygamberimiz’e
Mekke’de iman edenlerin, yani ilk müslümanların çoğu bu
sınıftandır.
c- Her müslüman, müstekbir olmaya çalışmalı, İslâm tarihindeki
meşhur müstekbir kahramanları örnek almalıdır.
d- Kâfirlerin tümü müstekbirdir. Hıristiyanlar ve özellikle ruhban sınıfı
aşırı derecede müstekbirdir.
15) Bilindiği gibi “müstekbir” kavramının zıddı “müstaz’af ”tır. Müstaz’af
insanlar, Kur’an’a göre aralarında önemli farklar bulunan çeşitli
gruplara ayrılırlar. Allah tarafından yeryüzünde halife ve vâris kılınma
vaad edilen müstaz’af sınıf hangisidir?
a- Müstekbirlerce ezilen, onların da ister istemez zâlim müstekbirlere
yardımcı olduğu, hizmetlerinde çalıştığı, ezilmişliği kabul edip halinden
şikâyetçi olmayan mazlumlar.
b- Cihâda ve hicrete gücü yetmeyen zayıf, hasta, ihtiyar ve çocuklar.
c- Müstekbirlerce ezilmeye çalışılan güçsüz, zayıf ama imanlı veya
tebliğe açık köleler, yalınayaklar, fakir insanlar.
d- Allah yolunda mallarını infak eden zengin müslümanlar, makam
ve ünvan sahibi müttakî mü’minler
16) Müddessir sûresi 31. âyette geçen; lütuf ile olan rehberliğe, yol gösterip
kılavuzluk yapmaya, hayra ulaştırmaya ve hayırda muvaffak kılmaya
Kur’ânî terim olarak ne ad verilir?
a- Sırat-ı Müstakim b- Hidâyet c- Takva d- Felâh
17) Müddessir sûresi 48. âyette “Artık şefaatçilerin şefaati onlara bir
fayda vermez.” denilmektedir. Şefaat konusunda aşağıdaki yargılardan
hangisi yanlıştır?
a- Sahte tanrıların, putların şefaati olmaz. Müşriklerin putlarıyla ilgili
şefaat beklentileri boşunadır.
b- Kur’an’da (şahs-ı muayyen/belirli kişi -isim- olarak, kimin veya
kimlerin şefaat etme izni/yetkisi alacağı belli olmadığı gibi; muayyen
şahıs olarak kime veya kimlere şefaat edileceği de belirtilmemiştir.
c- Şefaate güvenip sâlih amelleri terk etmek Kur’an’da açıklanan şefaat
anlayışına terstir.
d- Şefaat, sadece âhirette olur ve her şefaat güzeldir; dolayısıyla dünyevî
şefaat ve kötü şefaat olmaz.
18) Sözlükte, altın ve gümüş gibi değerli mâdenlerin saflığını anlamak
için onları ateşte eritmek, deneme ve imtihana tâbi tutmak anlamlarına
gelen Kur’an kavramı, aşağıdakilerden hangisidir?
a- adâvet b- sihir c- gazap d- fitne
19) Müddessir sûresinin 7. âyetinde “Ve Rabbin için sabret! ‘Sabırla
Rabbine yönel!)” diye emredilmektedir. Sabır konusunda aşağıdaki ifadelerden
hangisi yanlıştır?
a- Sabır, mü’minin silâhıdır. Namazla birlikte Allah’a dua etmenin temel
vesilelerinden biridir.
b- Sabır özgürlüktür; Sahte tanrıların, egemen güçlerin, zâlimlerin ve
nefsin emirlerine karşı direnip teslim olmamaktır.
c- İlk sarsıntıda sabır göstermek kolaydır; Sabrın kemâli, zor olayların
sonunda gösterilen sabırdır.
d- Belâ, musibet ve zorluklar, en çok peygamberlere ve sâlih amel işleyen
müttakî müslümanlara gelir.
20) Bilindiği gibi Müddessir sûresinde mal çokluğunun fitne olduğuna
işaret edilir, yoksula yedirmemenin cehenneme girme sebeplerinden
biri olduğu belirtilir. Dünyevîleşmenin dünyada bile feci sonucunu belirten
bir hadis vardır: “Sayıları çok olduğu halde, müslümanların kâfirlerin
elinde, selin içindeki çer-çöp gibi olacağı”nı bildiren bu hadis-i şerifteki bu
durumun sebebi olarak gösterilen “dünyayı fazlaca sevip ölümden fazlaca
korkmak” anlamına gelen Arapça kavram, aşağıdakilerden hangisidir?
a- fitne b- vehen c- şirk d- dünyevîleşmek
21) Müddessir sûresi 31. âyette bahsi geçen; sapmak, şaşmak, karanlıkta
kalmak, bocalamak ve kaosa yenik düşmek; Doğru yoldan bile bile
veya iğfâle kapılarak sapmaya Kur’an terminolojisinde ne ad verilir?
a- Hidâyet b- Fücur c- Dalâlet d- Fısk
22) Bilindiği gibi, Müddessir sûresi 23. âyette istikbâr eden bir müşrikten
bahsedilir. “İstikbâr” konusundaki değerlendirmelerle ilgili olarak
seçeneklerden hangisi yanlıştır?
a- Aşağı görülüp sömürülmek üzere zayıf bırakılmış kimselere istikbâr
eden anlamında müstekbir denilir. Bu yüzden, tâğutların idaresi
altındaki mazlum halk kesimi, zavallı müstekbirler yığınıdır.
b- İstikbâr; büyüklük taslamak, büyüklük kuruntusu içinde olmak demektir.
c- İlk istikbâra kapılan İblis’tir. O, Hz. Âdem’e secde emrine istikbârı
yüzünden karşı geldi.
d- İstikbâr içinde olanlara müstekbir denilir. İstikbarın karşıtı istiz’âftır;
müstekbirin karşıtı da müstaz’af.
23) Lügat anlamı, “büyüklenmek, kendini büyük görmek, böbürlenmek,
diğer insanları küçük görmek” olan; terim olarak “Allah’a karşı kendini
yeterli görerek isyan etme, Allah’ın hâkimiyetini reddetme, insanlara
karşı kibirlenerek onlar üzerinde zorla egemenlik kurma anlayışı”na ne
denir?
a- istiğnâ b- istiz’âf c- istikbâr d- istihzâ
24) Müddessir sûresi 31. âyette meleklerin sayısının küfürde ısrar
edenler için fitne kılındığı vurgulanır. Burada geçen fitne kavramından
yola çıkarak; İslâm tarihinde ilk fitne olarak kabul edilen olay, aşağıdakilerden
hangisidir?
a- Kerbelâ fâciası; Hz. Hüseyin’in “müslümanım” diyenlerce şehid
edilmesi
b- Hz. Osman’ın şehid edilmesi; Binlerce sahâbenin gözü önünde,
onların müdâhale etmediği konumda Mısır’dan gelen “müslümanlar”
eliyle Halife’nin öldürülmesi
c- Cemel ve Sıffîn vakaları; Ashâbın karşılıklı ordular halinde birbirleriyle
savaşması
d- Muâviye’nin İslâm’ın tasvip etmediği bir krallık özelliği olan, babadan
oğula yönetimin devredilmesi anlayışını benimseyerek içkici oğlu
Yezid’e, kendi hayatında kılıç zoruyla bey’at alması
25) Müddessir sûresinin başlarında Rabbimiz için yapmamız emredilen;
kelime anlamı olarak; “(aklın ve şeriatın gerektirdiği durumlarda)
nefsi hapsetme, kendine hâkim olma, ayak direme, tahammül etme”,
Kur’anî kavram olarak, “İslâm’ı nefsimize ve hayata hâkim kılma mücadelesinde
iç ve dış düşmanlarımızdan gelen zorluklara göğüs gerip yılgınlık
göstermeyerek aktif bir direnişte bulunma”ya kavram olarak ne ad verilir?
a- akıl b- hak c- şükür d- sabır
26) Bilindiği gibi, Müddessir sûresinin 56. Âyetinde “…bağışlamak da
O’na yaraşır.” buyrulmaktadır. Allah’ın bağışlaması ve rahmeti -özellikle
Bakara sûresi 157. âyete göre- kimler içindir?
a- Nâfile ibâdetlere ve özellikle misvak kullanmaya özen gösterenler
için
b- Allah’tan gelen her türlü musîbet ve sınavı büyük bir sabırla karşılayanlar
için
c- Felâketler ve zulümler karşısında sesini çıkarmayanlar için
d- “Allah ğafûr ve rahîmdir” deyip günah işledikten sonra, ölmeye
yakın tevbe edenler için
“…… tamamen yok edilinceye ve …… de yalnız …… oluncaya kadar
onlarla (kâfirlerle) …… .”
27) Fitne konusunda müslümanların görevlerini bildiren Bakara, 193
ve Enfâl sûresi âyetlerin meâli olan yukarıdaki ifadede boş bırakılan yerlere,
aşağıdaki seçeneklerden sırasıyla hangi kelimeler gelmelidir?
a- fitne; hüküm; İslâm’ın; cihad edin
b- fesat; egemenlik; Allah’ın; uğraşın
c- fitne; din; Allah’ın; savaşın
d- küfür, din; müslümanların; tebliğ edin
28) Müddessir sûresi 40-42. Âyetlerde: “Onlar soruştururlar. Mücrimler
(suçlular, günahkârlar) hakkında. Sizi sakar’a sürükleyip iten nedir?”
denilir. Bu âyetten günahkârlığın cehennem sebebi olduğu anlaşılmaktadır.
Benzer bir âyette “Hayır! Kim bir kötülük eder de onun kötülüğü
kendisini çepeçevre kuşatırsa işte o kimseler cehennemliktir. Onlar orada
devamlı kalırlar.” (2/Bakara, 81). Bu âyet-i kerime, kötülüğün/günahın insanı
tümüyle kuşatarak ebedî cehennemlik yapacağını belirtiliyor. Bilindiği
gibi, affedilmeyen tek günah, şirktir. Demek, bazı günahlar işlene işlene
sahibini şirke/küfre götürmekte ve ebedî cehennemlik yapmaktadır. Günahın
insanı küfre götürmesi konusunda, seçeneklerden hangisi yanlıştır?
a- Günahın haram olduğunu kabul etmemek; Allah’ın haram saydığını
helâl kabul etmek
b- Önemli bir farzı, herkesin bileceği şekilde açıktan terk etmek, meselâ
Ramazan’da oruç yemek.
c- Günahı meşrûlaştırmak, ameliyle helâl kabul ettiğini göstermek;
başkasını harama teşvik etmek, zorlamak
d- Günah işlediğinden dolayı kalbinde sıkıntı ve rahatsızlık duymamak,
günahı normal görmek, meselâ harama besmele çekmek
29) Cehennem veya cehennem ateşi anlamında kullanılan Arapça bir
kelime ve Kur’an kavramıdır. Kâfirler ve mücrimler, bu ateş azabı içerisinde
ne ölüp kurtulabilecekler ne de salıverileceklerdir. Onların azabı sürekli
bir dönüşümle devam edecektir. Bu ateş azabına çarptırılacak olanların
bir kısmı “namazlarını terk edenler, yoksulları doyurmayanlar, günahkârlarla
birlikte bâtıla dalanlar ve hesap gününü yalanlamaya kalkışanlardır.”
Müddessir sûresinde bahsedilen bu cehennem tabakasının adı nedir?
a- yakar b- nakar c- sakar d- dakar
30) Arapça’da daha önceleri, bir şeyin özünü, kendisini belirten zamir
olarak kullanıldığı halde, sonradan bu anlama ilâve olarak yirmiyi aşkın
mânâyı dile getirecek biçimde kullanılmaya başlanan, “ruh, can, kan, benlik,
kalp, iç, cevher, kimse, büyüklük, yücelik, irâde gibi anlamlarda kullanılan
ve Kur’an’da da zamir biçiminden başka, daha çok ruh ve can anlamlarında
kullanılan, tasavvufun etkisiyle halk arasında, öldürülüp yok
edilmesi gereken kötülüğün kaynağı şeklinde anlam kayması geçiren ve
Müddessir sûresi 38. Âyetinde geçen kelime, aşağıdakilerden hangisidir?
a- Kalp b- Ruh c- Can d- Nefis
31) Müddessir sûresinin 24. Âyetinde: Velid bin Muğîre’nin “Bu, nakledile
gelen bir sihirden başka değil” dediği belirtilir. O günkü Araplar ve
bugünkü insanların çoğu sihrin/büyünün yapılmasında cinlerin kullanıldığını
ileri sürerler. Cinlerle ilgili, aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur?
a- Cin kelimesi; açık, insan duygularına yönelik zâhir, insanın tümüyle
kavrayabileceği, görünebilen varlık anlamına gelir.
b- Cinler de insanlar gibi ibâdet için yaratılmışlardır. Aynen insanlar
gibi mü’minleri ve kâfirleri vardır.
c- Cinler, cisim olarak insanlara benzerler; o yüzden insanlarla evlenebilirler.
İnsanlara musallat olabilirler ve onlar üzerinde egemenlik
kurabilirler.
d- Sâra (epilepsi) ve halk arasında “inme” denilen felç, cinlerin insanlara
verdiği büyük zararlardandır; yani bunlar, cin çarpmasından
meydana gelmiş ruhî hastalıklardır.
32) Sihir konusuyla ilgili, aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır?
a- Sihir, Kur’ân-ı Kerim’de daha çok Hz. İsa’nın büyücülerle mücâdelesi
bağlamında konu edilmiştir. Hz. İsa, sihirbazlarla yaptığı mücâdelelerin
bazısında yenilmiştir.
b- Câhiliyye mensubu müşrikler, peygamberlere karşı çıkarken; onlara,
getirdikleri vahye ve gösterdikleri mûcizelere “bu bir sihirdir/büyüdür”
diye, bile bile iftira etmişlerdir.
c- Fayda ve zarar konusundaki anlayışla tevhidi zedelediğinden, korku
ve vehimlere sebep olduğundan ötürü sihir ve büyü yapmak, büyük
günahlardan sayılır ve şirk kabul edilir.
d- Sihrin bir aldatma, göz bağlama, el çabukluğu ve bazı teknik hilelere
dayanan bir yanılsama mı, yoksa gerçekten insan zihni ve duyularına,
hatta bedenine gerçek bir müdâhale mi olduğu, yani sihrin etkisinin
olup olmadığı, İslâm ulemâsı arasında tartışmalı bir konudur.
33) Bakara sûresi, 102. âyet, bilindiği gibi sihirle ilgili Kur’an’da en geniş
bilgi veren âyettir. Bu âyette ifade edildiğine göre, kötülük yapmaları
ve özellikle karı-koca arasını açmaları için insanlara sihir öğretenler kimlerdir?
a- Cinler b- melekler c- insanlar d- şeytanlar
34) Müddessir sûresi 31. âyetinde geçen; halk arasında kabul görüp
yayılmış, teşbihe/benzetmeye dayalı, içerisinde bir düstûr ve hikmet taşıyan
kinâyeli veciz söz, atasözü, deyim, misal/örnek anlamlarına gelen ve
Kur’an’ın edebî ifâde şekillerinden, üslûp özelliklerinden biri olan Kur’an
kavramı nedir?
a- Mesel b- Kıssa c- Sünnetullah d- Hücûd
35) Müddessir sûresi 23. âyette geçen istikbâr sahibi, istikbâr eden anlamına
gelen “müstekbir” için, aşağıdaki yargılardan hangisi doğrudur?
a- Firavun başta olmak üzere, tâğutlar ve zâlim kâfirler müstekbirdir.
b- Hz. Âdem gibi olmak (adam olmak) için gücümüzün yettiği kadar
müstekbir olmamız lâzımdır.
c- Aşağı görülüp sömürülmek üzere zayıf bırakılmış kimselere müstekbir
denir.
d- Müstaz’aflar, müstekbirler sayesinde, müstekbirleri köleleştirerek
zulümlerini sürdürürler.
36) Müddessir sûresinde verilen malla yetinmeyen müşrik bir karakterle ilgili
anlatılanlardan yola çıkılarak; Kur’an’ın vurgusuna göre; mallar ve çocukların insanlara
lutfedilmesinin sebebi nedir?
a- Onlarla iftihar edilip gururlanılması
b- Bunların dünya işlerinde büyük faydalarından dolayı, sahip olmayanın yarım
insan sayılması
c- Zenginlik, çokluk ve övünç vâsıtası olması
d- Fitne/imtihan aracı olması
37) Müddessir sûresinde emredilen bir güzellik hakkında müjdeli bir hadis vardır:
“Mü’minin işi tuhaftır; her işi hayırdır. Bu, yalnız mü’mine özgüdür. Sevindirici
bir işle karşılaşırsa ............ , o işi kendisi hakkında ............ olur. Üzücü bir işle karşılaşsa
........ , o işi kendisi için hayırlı olur.” Sahih-i Müslim’de ve Ahmed bin Hanbel’in
Müsned’inde yer alan bu meşhur hadis-i şerifteki boş bırakılan yerlere sırasıyla seçeneklerden
hangisi gelmelidir.
a- şükreder, hayırlı, sabreder
b- ihsân eder, hayır, dayanır
c- sevinir, sevap, üzülür
d- şımarmaz, ibâdet, sabreder
38) Bilindiği gibi, Müddessir sûresi 11-16. âyetlerde: “Kendisini tek olarak yarattığımı
Bana bırak! Ki Ben ona alabildiğine mal verdim. Ve göz önünde çocuklar.
Ve sayısız fırsatlar serdim önüne. Sonra da arttırmamı umar. Hayır, hayır! Çünkü
o, âyetlerimize karşı çok inatçıdır.” buyrulmaktadır. Bu âyetlerde, bol bol verildiği
halde arttırılması istenen mal-mülk konusuyla ilgili aşağıdaki yargılardan hangisi
yanlıştır?
a- Kur’an’a göre mal ve mülkün sahibi Allah’tır; insan sadece emânetçidir.
b- Allah, malı-mülkü dilediğine verir, dilediğinden de alır.
c- Mal, bir fitne/imtihan olduğundan, malını müdâfaa için öldürülen kimse,
büyük günah üzere ölmüş sayılır.
d- Ölmüş (murdar) hayvan eti, bozuk gıdalar, zehirli maddeler gibi insanların
yararlanamayacağı şeyler mal sayılmaz.
39) Müddessir sûresi 38. âyetinde “Her nefis, kazandıkları karşılığında rehin
alınmıştır.” denilir. Tasavvufun savaş ilan ettiği “nefis” kavramının aklanmasıyla ilgili
olarak; Kur’ân-ı Kerim’de nefsin olumsuz yönü “nefs-i emmâre” ifâdesiyle değil;
başka bir kelime ile belirtilir. Lügat anlamı olarak; boş, sonuçsuz, değersiz gibi anlamlara
gelen, terim olarak da; bir şeye karşı aşırı sevgi ve bağlılık duyarak arzularını
tatmin için Şeriatın dışındaki şeylere meyletmesi anlamına gelen bu kavram nedir?
a- Fısk b- Nefs-i Levvâme c- Fesat d- Hevâ
40) Müddessir sûresinde, Allah’ın öğütlerinden yüz çevirerek uzaklaşanların
durumu, aşağıdaki şıklarda ifade edilen şekillerden hangisi ile tasvir edilmektedir?
a- Aslandan ürküp kaçan merkeplerin durumu gibi
b- tâğutî düzenin kapılarında ev sahibinden kemik bekleyen ve kuyruk sallayan
bir köpek gibi
c- Kitaptan beslenip kitaba zarar vermeye çalışan böcekler gibi
d- Dilediği yerde bağırıp dilediği yeri pislediği halde akılsızların kendisine taptığı
kutsal(!) inekler gibi.
* * *
Cevap Anahtarı
1 D 11 D 21 C 31 B
2 B 12 A 22 A 32 A
3 C 13 D 23 C 33 D
4 A 14 D 24 B 34 A
5 D 15 C 25 D 35 B
6 B 16 B 26 A 36 D
7 D 17 D 27 C 37 A
8 A 18 D 28 B 38 C
9 A 19 C 29 C 39 D
10 C 20 B 30 D 40 A
Son Söz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, inşâAllah Kur’an’a daha
fazla yaklaşmışsınızdır. Bu okuduğunuz kitapta varsa güzellikler Kur’an’ın güzellikleridir.
Hatalar ise, tümüyle yazarın hatalarıdır. “O halde boş kaldığında
yine kalk yorul! / Ve ancak Rabbinden ümid et, hep O’na doğrul!” (İnşirah
7-8). Kur’an’la yakınlaşmayı fırsat bilerek hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp
baştan sona kadar mealiyle (ve gerektiği zaman tefsiriyle) okumaya başlamalısınız.
Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak,
yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet
doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz
kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak
için…


 
Okunma 5722 kez Son değişiklik Pazartesi, 25 Ocak 2021 05:44

Ortam