Ahmed Kalkan

Ahmed Kalkan

Web sitesi adresi: http://Ümraniye Kalemder
Cumartesi, 06 Şubat 2021 17:07

HIRSIZLIK

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

HIRSIZLIK


- 351 -
Kavram no 73
Ahlâkî Kavramlar 13
Haramlar 11
Bk. Haram-Helâl; İsyan-İtaat; Hüküm-Hâkimiyet
HIRSIZLIK
• Hırsızlık; Anlam ve Mâhiyeti
• Hırsızlığın Cezâsı
• Hadler; Hırsızlık ve Yol Kesme Cezâları
• Kur’ân-ı Kerim’de Hırsızlık Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Hırsızlık Kavramı
• Malı Koruma
• Lukata; Yitik Malı Bulma
• Hırsızlığa Giden Yolun Kapanması ve Müslümanın Mala/Paraya Bakışı
• Rızıktaki Farklılığın Hikmetleri
• Rızık Darlığı İmtihanı Karşısında Müslümanın Tutumu
• Haramdan, Hırsızlıkla Oluşmuş Hakdan Temizlenmek
• Farklı Hırsızlıklara Örnekler (Dolandırıcılık, Üçkâğıtçılık, Kleptomani,
• İntihâl, Yol Kesme, Soygun, Zimmet, Rüşvet, Kumar...)
• Hırsızlık ve Günümüz
• Hırsızlığın Günümüzdeki Bin Bir Çeşidi...
"Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir cezâ ve Allah'tan, (başkalarına) bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah izzet ve hikmet sahibidir. Kim (bu) haksız davranışından sonra tevbe eder ve durumunu düzeltirse şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir. Bilmez misin ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin mülkiyeti Allah'a âittir; dilediğine azap eder ve dilediğini bağışlar. Allah her şeye hakkıyla kaadirdir." 1463
Hırsızlık; Anlam ve Mâhiyeti
Hırsızlık eski Türkçe'de uğrulama, Arapça'da sirkat ve serika kelimeleriyle ifâde edilmiş, hırsız için de eski Türkçe'de uğru, Arapça'da sârik ve lıss kelimeleri kullanılmıştır. Sirkat sözlükte ve örfte "başkasının malını gizlice çalma" mânâsında olup Kur'an'da, bu anlam çerçevesinde mecâzî bir kullanım olarak "başkasının konuştuğunu gizlice dinleme" mânâsında "istirâku's-sem'a" tâbiri geçer. Hadislerde namazın rükûn ve şartlarını eksik bırakmaya "namazdan hırsızlık"1464 denilmiştir. Arap dilinde "kaçamak bakış" anlamında "bakış hırsızlığı" (müsârakatu'n-nazar) denilmesi, Arap edebiyatında bir şâirin başkasının şiirini kendisininmiş gibi ifâde etmesine "sirkat" tâbir edilmesi de böyledir. Hukuk dilinde hırsızlığın terim anlamı, ayrıntı teşkil eden farlılıklar gözardı edilirse
1463] 5/Mâide, 38-40
1464] Dârimî, Salât 78; Şevkânî, Neylu'l-Evtâr, II/299
- 352 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hemen hemen bütün hukuk sistemlerinde aynı olup kelimenin sözlük ve örfteki anlamından farklı değildir. Toplumlar ve medeniyetler arası farklılıklar, hırsızlığın suç teşkil ettiği ve çeşitli müeyyide ve tedbirlerle önlenmesi gerektiği noktasında değil, suçu önleyecek tedbirlerin seçimi, suçun oluşma şartları ve suça uygulanacak müeyyide/yaptırım husûsunda yoğunlaşır.
İnsanlık tarihi kadar uzun bir geçmişi olan hırsızlık suçu, bireysel boyutta ve şahsî öç alma aracı bir eylem olarak kalmamış, kamu düzenini ihlâl eden bir suç sayılarak ilk toplumlardan itibaren cezâlandırılması cihetine gidilmiştir. Hırsızlığın bütün toplumlarda suç olarak görüldüğü, fakat hangi tür eylemin hırsızlık sayılacağı ve ne tür bir yaptırım ile cezâlandırılacağı husûsunun toplumlara ve dönemlere göre değişiklik gösterdiği bir vâkıadır.
İslâm hukukunda hırsızlığın, mezheplerin kendi yaklaşımlarını ve eylemin had cezâsını gerektiren bir suç teşkil etmesi konusundaki özel şartlarını yansıtır tarzda birbirinden kısmen farklı birçok tanımı yapılmışsa da, hukukî bir terim olarak hırsızlık eylemi "başkasına âit bir malın mülk edinme kastıyla muhâfaza edildiği yerden gizlice alınması" şeklinde tanımlanabilir ve suçun tanımında ana unsuru (rükûn) malın gizlice alınması teşkil eder. Klasik fıkıh literatüründe tanımla ilgili olarak yer verilen "cezâî ehliyeti hâiz kimsenin nisab miktarı mütekavvim bir malı mülkiyet şüphesi bulunmaksızın kendi isteğiyle alması" gibi ilâve kayıtlar, suçun oluşması için aranan şartları tanıma dâhil etme çabasının ürünüdür.
Cezâî müeyyidesinin Kur'an ve Sünnet'te belirlenmiş olması sebebiyle hırsızlık İslâm cezâ hukukunun had, kısas-diyet ve ta'zîr şeklindeki üçlü ayrımının had grubunda yer alır. Özellikle Hanefî literatüründe bazen hırsızlığın ikiye ayrılıp eşkıyâlık, silâhlı gasp ve soygun suçuna "büyük hırsızlık" (es-serikatü'l-kübrâ), basit hırsızlığa da "küçük hırsızlık" (es-serikatü's-suğrâ) denildiği olur. Ancak "sirkat" ve "serika" kelimeleri yalın kullanıldığında kural olarak basit hırsızlık kastedilir. Hırsızlık suçunun tanımında yer alan unsurlar, onu benzeri suç ve eylemlerden ayırmaya yarayan birer kriter görevi de görür. Nitekim eşkıyâlık ve gasp suçları, cebir, şiddet ve tehdit kullanılarak işlenmeleri yönüyle; yankesicilik, dolandırıcılık, zimmet ve emniyeti sûistimal suçları da ele geçirilen malın nisap miktarı olması, muhâfaza altında bulunması veya gizlice alınması şartlarının eksik olabilmesi yönlerinden hırsızlıktan ayrılır.
Eski Çin ve Hint'ten Asurlular ve Hititler'e kadar kadim toplumlarda ve dinlerde (meselâ Brahmanizm, Konfüçyanizm) hırsızlığın büyük suç ve günahlardan sayıldığı ve değişik müeyyidelerle cezâlandırıldığı, meselâ eski İran'da, Sumerler'de ve Hammurabi kanunlarında hırsızlığa karşı, çalınan malın birkaç katının ödenmesinden hırsızın öldürülmesine kadar çeşitli ağır cezâların öngörüldüğü bilinmektedir. Eski Yunan'da gasp ve yağmacılığın hırsızlık kapsamında görülmeyip kahramanlık ve beceri örneği sayıldığına dair bilgileri, o toplumun genel telâkkîsi şeklinde değil; topluluklar arası düşmanca ilişkilerle sınırlı bir yargı olarak algılamak gerekir. Ahd-i Atîk'te 1465 yer alan "on emir"den biri "çalmayacaksın"dır.1466 Hırsızlara verilen genel cezâ, çalınan malın misliyle ödetilmesidir.1467 Eğer çalan
1465] Tevrat'ta
1466] Çıkış, 20/15
1467] Çıkış, 22/1-5
HIRSIZLIK
- 353 -
kişinin malı yoksa köle olarak satılır.1468 İsrâiloğulları'na ve eti yenen hayvanlara karşı işlenen hırsızlık üzerinde özellikle durulur. Tevrat'taki bu ilk ögeler Talmud hukukunda başka suçlarla irtibatlandırılarak daha genişletilmiş, eğer kişi hırsızlığı şabatta (Cumartesi) yapmışsa o zaman ölüm cezâsına kadar giden bir anlayış hâkim olmuştur.1469 Roma hukukunda geniş bir anlam içeren "furtum" hırsızlığın yanı sıra dolandırıcılık, emniyeti sûistimal, zimmet, ihtilâs gibi mal aleyhine işlenen diğer suçları da kapsar. İlk dönemlerden itibaren, mâbedlere ve devlete âit malın çalınması ile kişilere âit malın çalınması arasında ayrım yapılmış, ikinci nevi hırsızlık şahsî bir suç sayılarak suç mağdûruna, uğradığı zararı tazmin ettirmekten fâili köle edinmeye veya öldürmeye kadar varan bir dizi hak tanınmıştı. XII. Levha Kanunu'ndan sonra, suçüstü yakalanmasına ve köle olmasına da bağlı olarak hırsız ölümle cezâlandırılabilir, değilse köle statüsüne geçirilebilir veya çaldığının iki katı ödetilebilirdi.
Kaynaklarda hakkında pek az bilgi bulunan eski Türk hukukunda meselâ Hunlar'da hırsızın, sayısı yedi ile 700 arasında değişen sopa cezâsıyla veya çaldığının dokuz katını ödemekle cezâlandırıldığı, at vb. şeyleri çalanların veya ikinci defa hırsızlık yapanların öldürüldüğü bilinmektedir.
Hıristiyanlıkta da hırsızlığın yasak olduğu bildirilmekle beraber Ahd-i Atîk'teki gibi açık bir cezâ öngörülmemiş, Pavlus'un, "Hırsızlık yapan artık hırsızlık yapmasın" şeklindeki dinî-ahlâkî çerçevedeki öğüdü1470 esas olmuştur. Kilise hukukunda başlangıçta hıristiyan ahlâkiyâtının da etkisiyle, gizli hırsızlıkla tabiî ihtiyaçları karşılamaya mâtuf basit ve alenî hırsızlığı birbirinden ayırıp ikinci tür hırsızlara şefkatle yaklaşma ve daha hafif cezâ uygulama düşüncesi hâkim olmuşsa da orta ve ileri dönemlerde Roma cezâ hukukuna, kanonik hukuka ve mahallî örf ve âdet hukukuna dayanan ve yaklaşık 18. yüzyılın ortalarına kadar süren müşterek Avrupa cezâ hukukunda hırsızlık ağır bir şekilde cezâlandırılmış, hırsızın bazı organlarının kesilmesi ve damgalanması gibi cezâlar getirilmiştir. Bu tarihten sonra Batı'da fikir akımlarının ve hürriyet mücâdelesinin açık etkisiyle, biraz da bu ağır cezâ uygulamasına tepki olarak hırsızlık suçunu daha hafif şekilde cezâlandırma düşüncesi hâkim olmuş ve kanunlarda diğer birçok suç gibi bunun da prensip itibarıyla hapisle cezâlandırılması cihetine gidilmiştir.
İslâmiyet'ten önce Hicaz-Arap toplumunda hırsızlık, kural olarak ayıp ve suç sayılmakla birlikte, merkezî bir siyasî otorite bulunmadığından suçun düzenli bir tâkibâta ve cezâlandırmaya mâruz kaldığı söylenemez. Meselâ göçebe Araplar kabile fertlerine, dost kabilelere, mâbedlere ve kamuya âit malın çalınmasını suç sayarken, diğer kabilelerden çalınan malı -ki bunlar genelde deve ve giyeceklerdir- ganimet sayar, bu tür eylemleri de cesâret ve beceriyi simgeleyen davranışlar olarak görürlerdi. Öte yandan hırsızın sosyal konumu ve kabilesinin gücü de cezâlandırılmasında önemli farklılıklar doğuruyordu. Kaynaklar, câhiliyye Arapları arasında hırsızlığın bir hayli yaygın olduğundan söz eder. Öyle ki hırsızlık, Araplar'da sosyal hayatın aynası durumunda bulunan Arap edebiyatının da ana temalarından birini teşkil etmiş, Araplar arasındaki meşhur hırsızlar ve hırsızlık vak'aları etrafında oluşan çeşitli şiir, darb-ı mesel ve menkıbeyi konu alan
1468] Çıkış, 22/3
1469] Ketubbot 31a; Yadayim Genevah 3/1-2
1470] Efesoslular'a Mektup, 4/28
- 354 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir literatür türü ortaya çıkmıştır.1471 Câhiliyye toplumunda da hırsızlığın hapis, el kesme, kabile himâyesinden çıkarma, dayak gibi çeşitli yaptırımlarla önlenmeye çalışıldığı ve bu dönemde bazı münferit olaylarda hırsızın elinin kesildiği bilinmekle birlikte, bu uygulamanın uzunca bir geçmişinin bulunmadığı, hatta hırsızlık için el kesme cezâsını ilk koyanın Abdülmuttalib veya Velîd bin Muğîre olduğu rivâyetleri vardır. 1472
Hırsızlığın Cezâsı
Hırsızlık, başkasının koruma altındaki malını gizlice almak, temyiz gücüne sahip, büluğ çağına gelmiş bir kimsenin, başkasının korunan ve bozulmayan şeylerden olan ve miktarı on dirhem gümüş para veya bunun değeri kadar bir malını gizlice çalmak anlamına gelir.
Hırsızlık; Kitap, Sünnet ve icmâ delilleriyle yasaklanmıştır. Kur'ân'da şöyle buyurulur: "Hırsızlık yapan erkek ve kadının ellerini kesiniz."1473 Hz. Peygamberimiz de şöyle buyurmuştur: "Sizden öncekiler şu sebeple helâk oldular, Onlar, şerefli bir kimse hırsızlık yaptığı zaman, hırsızı serbest bırakırlar. Güçsüz bir kimse hırsızlık yapınca da, ona cezâ uygularlardı."1474 Hırsızlık sâbit olunca, el kesme (had cezâsı) uygulanır. Had cezâsı gerekli olmayan durumlarda ise zararın tazmîni yoluna gidilir.
Had cezâsı uygulandıktan sonra, çalınan mal elde bulunuyorsa, bu malın sahibine iâde edilmesi gerektiğinde İslâm hukukçuları arasında görüş birliği vardır. Ancak çalınan mal telef olmuşsa, tazmîni (ödemesi) gerekip gerekmediği ihtilâflıdır.
Hanefîlere göre, çalınan mal helâk olmuşsa, had cezâsı uygulandığı takdirde ayrıca malın tazmîni gerekmez. Yani had'le tazmîn bir kişide toplanmaz. Eğer, malın sahibi, mahkemeye başvurmazdan önce çalınan malın tazmînini talep etmişse, hırsıza el kesme cezâsı uygulanamaz. Eğer haddin uygulanmasını hâkimden istemişse, artık hırsızın, helâk olan malı tazmîni gerekmez. Çünkü yukarıdaki âyette yalnız had cezâsından söz edilmiş, ayrıca tazmînata yer verilmemiştir. Diğer yandan Nebî (s.a.s.); "Hırsıza had cezâsı uygulandığı zaman, artık malı tazmîn etmesi istenemez" 1475 buyurur. Mâlikîlere göre, hırsız zenginse hem had, hem de telef olan malın tazmîn cezâsı birlikte uygulanır. Yoksulsa yalnız had uygulanır. Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise, hırsız zengin olsun, yoksul bulunsun had ve tazmîn cezâsı birlikte uygulanır. Çalınan mal misli ise, misliyle kıyemî ise kıymetiyle tazmîn ettirilir. Çünkü had cezâsı Allah hakkı, tazmîn cezâsı ise kul hakkı niteliğindedir. Diyet ve keffârette olduğu gibi, bunlardan birisi diğerine engel teşkil etmez. 1476
Hırsızlığın tekrarı hâlinde, İslâm hukukçuları, ilk hırsızlıkta hırsızın sağ elinin,
1471] Bu konuda geniş bilgi ve örnekler için bk. Abdülmuîn el-Mellûhî, Eş'âru'l-Üsûs ve Ahbâruhum, Dımaşk 1987, s. 11-14, 15 vd.; Yûsuf Halîf, eş-Şuarâü's-Saâlik fî Asri'l-Câhilî, Kahire 1986, s. 7-17
1472] Ali Bardakoğlu, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 384-385
1473] 5/Mâide, 38
1474] eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VII,131,136
1475] Zeylaî, Nasbu'r-Râye, Mısır,1938, III, 375
1476] İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mısır; ts., II, 408 vd.; İbn Kudâme, el-Muğnî, VIII, 270; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 284; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, VI, 95, 96
HIRSIZLIK
- 355 -
ikincisinde ise sol ayağının kesileceği konusunda görüş birliği içindedir. Hanefî ve Hanbelîlere göre, üçüncü ve daha sonraki hırsızlıklarda, çalınan malın tazmîni, ta'zir (Devletin koyacağı cezâ) ve pişmanlık gösterinceye kadar hapis cezâsı gibi cezâlar uygulanır. Hz. Ali'nin uygulaması böyle olduğu gibi, Hz. Ömer'den de benzer uygulama nakledilmiştir. Ashâb-ı kiramın gözü önünde yapılan bu uygulamalara, karşı çıkan olmadığı için, konu hakkında icmâ (ittifak) meydana geldiği söylenmiştir.1477 Mâlikî ve Şâfiîler, üçüncü ve dördüncü hırsızlık suçunda sol elin ve sağ ayağın kesileceği görüşünü benimsemişlerse de, bu konuda dayandıkları Ebû Hüreyre'den rivâyet edilen hadisin zayıf olduğu belirlenmiştir. 1478
Hırsızlık cezâsının uygulanabilmesi için, hırsızda veya çalınan malda birtakım şartların bulunması gerekir.
Hırsızla İlgili Şartlar Şunlardır:
Hırsızın had cezâsına ehil olması gerekir. Bu da, onun akıllı ve erginlik çağına ulaşmış olmasını gerektirir. Bu yüzden küçük çocuklarla akıl hastalarına hırsızlık had cezâsı uygulanmaz. Nebî (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Üç kişiden kalem kaldırılmıştır; ergenlik çağına kadar çocuktan, iyileşinceye kadar akıl hastasından ve uyanıncaya kadar uyuyandan."1479 Had cezâsı, fiilin suç işleme kastıyla işlenmesini gerektirir. Küçük veya akıl hastasının fiili suç olarak nitelendirilemez. Hatta Ebû Hanîfe ve Züfer'e göre, toplu hırsızlıkta hırsızların arasında küçük ve akıl hastası bulunsa, hiçbirisine had (el kesme) cezâsı uygulanamaz. Ebû Yûsuf'a göre ise, bu konuda topluluktan, malı fiilen çalan hangisi ise ona göre hüküm verilir. 1480
Çalınan Malla İlgili Şartlar:
1) Malın mütekavvim olması. İnsanların değer verdiği, tecâvüz yoluyla telef edildiğinde tazmîni gereken ve İslâm hukukuna göre alım-satımı meşrû olan şeye "mütekavvim mal" denir. Buna göre, bir kimse hür bir insanı çalsa, hırsızlık cezâsı uygulanmaz. Çünkü hür insan bir mal değildir. Ancak tâzir cezâsı verilir. Şarap veya domuzu çalma hâlinde de hüküm böyledir. Çünkü şarap ve domuz, müslüman hakkında kıymetli mal sayılmaz. 1481
2) Malın nisap miktarında olması. Hanefîlere göre, hırsızlık nisâbı bir dînâr (yaklaşık 4 gr. altın para) veya on dirhem (toplam 28 gr. gümüş para) yahut bu ikisine denk kıymetteki mal veya paradır. Hz. Peygamber devrinde 1 dinâr veya 10 dirhem para, iki tane kurbanlık koyun alabilecek kadar satın alma gücüne sahiptir.1482 Delil şu hadislerdir: "On dirhemden az olan şeylerde el kesme yoktur."1483; "El kesme, ancak bir dinâr veya on dirhem parayı çalma hâlinde olur."1484 "Hırsıza ancak kalkanın satış bedeli kadarını çalması halinde had uygulanır. Hz. Peygamber
1477] el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', 2. baskı, Beyrut 1394/1974, VII, 86; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr,1. baskı, Bulak 1316/1898, IV, 248; İbn Kudâme a.g.e., VIII, 264
1478] İbn Rüşd, a.g.e., 409 vd.; Zeylaî, a.g.e., III, 368
1479] Buhârî, Hudûd, 22, Talak;11; Ebû Dâvud, Hudûd,17; Tirmîzî, Hudûd,1
1480] el-Kâsânî, a.g.e., VI, 67; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., IV, 220
1481] İbnü'l-Hümâm, a.g.e., IV, 230
1482] es-Serahsî, el-Mebsût, 3. baskı, Beyrut 1398/1978, IX,137; el-Kâsânî, a.g.e., VII, 77; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., IV, 220
1483] Nesaî, Sârık, 10; Zeylaî, a.g.e., III, 359
1484] Zeylaî, a.g.e., III, 360, III, 358
- 356 -
KUR’AN KAVRAMLARI
devrinde bu kıymet, on dirhem idi."1485
Çoğunluk İslâm hukukçularına göre, hırsızlık nisâbı, altından dinarın dörtte biri veya hâlis gümüşten üç dirhem yahut bunların kıymetidir. Dayandıkları delil şu hadislerdir: "Dinarın dörtte biri ve daha fazlası kadar hırsızlıkta had cezâsı uygulanır." 1486; "Kıymeti üç dirhem olan kalkanda hırsızlık had'di uygulanır ki bu da dinarın dörtte biri kadardır." 1487
Burada, iki görüşün dayanağı olan hadisteki kalkanı Hanefîler on dirhem kıymetinde kabul ederken, diğerleri dörtte bir dinar veya üç dirhem olarak kabul etmişlerdir. Çalınan malın kıymetinin, hırsızlık tarihinden cezânın uygulanacağı vakte kadar on dirhemden aşağıya düşmemesi gerekir. Ancak mal, bir ayıp isâbet etmesi veya telef olması yüzünden eksilmiş veya tamamen zâyi olmuşsa bu durum had cezâsına engel teşkil etmez.1488 Çoğunluğa göre ise, malın korunma yerinden (hırz altından) çalındığı tarihe göre işlem yapılır. İslâm hukukçuları, toplu hırsızlıkta çalınan mal, her birine bölündüğünde nisâbı aşıyorsa hepsi için had cezâsı uygulanacağı konusunda görüş birliği içindedir. Nisâbın altına düşüyorsa Ebû Hanîfe ve Şâfiî'ye göre, hiç birine had uygulanmaz. Çünkü herbiri nisap kadar mal çalmamış sayılır. 1489
3) Çalınan şeyin koruma (hırz) altında olması. Hırz, sözlükte; bir şeyin korunduğu yer, demektir. Bir terim olarak; ev, dükkân ve çadır gibi, âdetler bakımından insanların mallarını korumak için yapılan yerleri ifâde eder. Hadiste: "Ağaçtaki meyve ve hurma gibi şeylerde el kesme yoktur" 1490 buyurulur. Hırz ikiye ayrılır:
a) Kendi başına hırz sayılan yerler. Bunlar, malları korumak için hazırlanan yerler olup, izinsiz girmek yasaklanmıştır. Ev, dükkân, han, kasa, sandık gibi. Bunlarda bekçi bulunsun veya bulunmasın, kapı açık veya kapalı olsun hırz niteliği devam eder. Çünkü bina veya yer hırz amacıyla yapılmıştır.
b) Başkası sebebiyle hırz sayılan yerler. Bunlar mal saklamak için yapılmamış olan yerler olup, kendisine izinsiz olarak girilebilir ve giriş yasağı bulunmaz. Mescidler, yollar, resmî daireler gibi. Bunların hükmü, bekçisi bulunmadığı takdirde herkese açık olan kır, mera ve sahra hükmündedir. Bunlarda mala yakın yerde bekçi bulunursa, bekçi uykuda olsun uyanık bulunsun, hırz yeri sayılır. Çünkü Nebî (s.a.s.) uykuda bulunan Safvân'ın paltosunu çalan hırsıza had cezâsı uygulamıştır.1491 Mal, koruma yerinden tam olarak ayrılmadıkça had cezâsı gerekmez.
Yankesicinin (tarrâr), başkasının cebinden el çabukluğu ile parasını çalması hâlinde, had cezâsının uygulanacağı konusunda görüş birliği vardır. Mezardan kefen, altın diş vb. şeyler çalanın (nebbâş) hükmü ise ihtilâflıdır. Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre, mezar hırsızına hırsızlık cezâsı uygulanmaz. Çünkü mezarlıklar kendi başına mal saklanan ve hırz altında bulunan yerler değildir.1492
1485] Zeylaî, a.g.e., III, 359
1486] Şevkânî, a.g.e., VII,124
1487] Zeylaî, a.g.e., III, 355; İbn Rüşd, a.g.e., II, 408; İbn Kudâme, a.g.e., VIII, 240
1488] el-Kâsânî, a.g.e., VII, 79; el-Bâcî, el-Müntekâ ale'l-Muvatta', VII, 158
1489] el-Kâsânî, a.g.e., VII, 78; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., IV, 225
1490] Şevkânî, a.g.e., VII, 127; A. b. Hanbel, Müsned, III, 464
1491] es-Serahsî, a.g.e., IX,150 vd.; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., IV, 240; el-Kâsânî, a.g.e., VII, 73
1492] es-Serahsî, IX, 159; el-Kasânî, a.g.e., VII, 69
HIRSIZLIK
- 357 -
Çoğunluk İslâm hukukçularına göre ise, mezar hırsızına da had cezâsı uygulanır. Çünkü kefen de kendisine göre koruma altındadır. O da ölünün mülkü sayılır. Ölünün mirasçıları, nebbâşın kefeni geri vermesini ve cezâlandırılmasını isterler.1493 Hz. Âişe'den şöyle nakledilmiştir: "Bizim ölülerimizi çalan dirilerimizi çalan kimse gibidir." 1494
Çarşı ve pazar yerlerinde umûmun güvenine terkedilen mallara gelince, Hanefîlere göre; bunlar geceleyin çalınırsa hırsızlık cezâsı uygulanır. Gündüz çalınırsa had uygulanmaz. Çünkü gündüz, buraya girme izni bulunduğu için hırz (koruma) şartı gerçekleşmez. Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise, esnafın kendine ait bölme ve tezgâhında veya teneke, küp, çuval gibi kaplarda bulunan şeyler örf bakımından hırz altında sayılır ve bunları çalanlara had uygulanır. Ahmed b. Hanbel'e göre ise çarşı ve pazar yerinde bekçi varsa veya malın yanında gözetleyici bir kimse bulunursa hırsıza had cezâsı verilir. 1495
4) Çalınan malın biriktirmeye elverişli olması, çabuk bozulacak şeylerden olmaması. Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre; kıymeti nisap miktarından çok olsa bile, çabuk bozulan şeylerde hırsızlık cezâsı uygulanmaz. Üzüm, incir, nar, elma, baklagiller, ekmek, yaş veya kuru et, meşrûbât, süt, yoğurt ve benzeri gıda maddeleri gibi. Bunlar uzun süre bekletmeye elverişli olmadığı için, hırz (koruma) altında olsun veya olmasınlar, bunları çalana had uygulanmaz. Delil şu hadistir: "Ağaçtaki meyve ve hurma gibi şeylerde el kesme yoktur."1496 Bir yıldan fazla biriktirilebilen dayanıklı tüketim mallarında ise hırsızlık suçu oluşabilir. Ceviz, badem, kuru hurma; kuru meyve ve sirke gibi. Ebû Yûsuf'a göre, biriktirmeye elverişli olmasa bile, gerçekte meşrû olarak, yararlanılabilen her şey maldır ve bunu çalana hırsızlık cezâsı uygulanır. Meselâ günümüzde dayanıklı olmadığı halde meyveler önemli mallardan olmuştur. Diğer üç mezhebe göre, mal olarak edinilebilen ve alım satımı meşrû olan her çeşit malda hırsızlık suçu söz konusu olur. Gıda maddesi, kumaş, hayvan, kıymetli taş veya maden, av ve şişe bunlar arasında sayılabilir. Çünkü; "Hırsızlık yapan erkek ve kadınım ellerini kesin" 1497 âyeti genel anlam ifâde eder.
5) Çalınan malın, aslı itibariyle mubah olmaması. Bir şeyin aslı; kuş, odun, kamış, av hayvanı ve balık gibi mubah mallardan ise, Ebû Hanîfe'ye göre, bunlar dâru'l-İslâm'da bulunuyorsa el kesme cezâsı uygulanmaz. Diğer üç mezhebe göre aslı mubah olsun veya olmasın, bu malı çalana had uygulanır. 1498
6) Çalınan malda, hırsızın alma hakkının bulunmaması gerekir. 1499
7) Hırsız için çalınan malda, bir mülk, mülk te'vili veya mülk şüphesinin bulunması. Bu prensip gereğince hırsız, âriyet verdiği, rehnettiği veya kiraya verdiği şeyi çalmakla el kesme cezâsı uygulanmaz. Yine hırsız, beytülmalden (hazine, devlet malı) bir şeyi çalsa, kendisinin de bu toplum malında hissesi bulunduğundan had cezâsı uygulanmaz. Nitekim Hz. Ömer, Beytülmalden bir şeyler çalana
1493] Ebû Zehra, Usulü'l-Fıkh, Mısır ts, s. 126, 127
1494] Zeylaî, a.g.e., III, 366
1495] İbnü'l-Hümâm, a.g.e., IV, 242; İbn Kudâme, a.g.e., VIII, 249-250
1496] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 464
1497] 5/Mâide, 38
1498] Zühaylî, a.g.e" VI; 116, I 17
1499] el-Kâsânî, a.g:e, VII, 70-72; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., IV, 229. vd.; es-Serahsî, a.g.e., IX, 152, 178
- 358 -
KUR’AN KAVRAMLARI
had cezâsı uygulamamıştır. Bir zekât memuru, Hz. Ömer'e mektup yazarak Devlet hazinesinden çalanın hükmünü sordu. Hz. Ömer şöyle cevap verdi: "Onun elini kesme, çünkü hiçbir kimse yoktur ki, kendisi için beytülmâlde bir hak bulunmasın". Diğer yandan, Hz. Ali de Devlet malı çalana had cezâsı uygulamamıştır. Dayandığı prensip, Devlet malının bütün tebeaya ait ortak mal sayılmasıdır, eğer gayri müslim tebeadan (zımmî) birisi devlet malını çalsa had uygulanır. Çünkü O'nun beytülmalde hakkı yoktur. Yoksul bir kimse, yoksulların yararlandığı bir vakıftan çalsa, had uygulanmaz. Zengin çalarsa uygulanır. Çünkü onun bu vakıfta hakkı yoktur. Sonuç olarak şüphe bulunan yerde had cezâsı uygulanmaz. Nitekim Nebî (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Şüphe bulununca, gücünüzün yettiği kadar hadleri düşürünüz." 1500
8) Hırsızın, koruma altındaki yere girmek için izinli sayılmaması gerekir. Bir kimse, mahrem hısımlarından veya eşinden bir şeyler çalsa, hırsızlık haddi uygulanmaz. Çünkü hısımlarının bulunduğu yere, örfe göre izinsiz girebilir. Eşlerin birbirinin malını almada örf de cereyan edebilir. Bu yüzden hırz (koruma) şartı gerçekleşmez. Yine bir topluluğun hizmetçisi, bunların eşyasından, misafir ev sahibinden, işçi girmeye izinli olduğu iş yerinden bir şey çalsa, el kesme cezâsı uygulanmaz. Çünkü bir yere giriş hakkının bulunması, bu yeri onun hakkında hırz ortamı olmaktan çıkarır.1501 Şâfiîlerde daha kuvvetli görüşe göre usûl ve furû dışında, diğer hısımlardan ve eşlerden birinin diğerinden, hırz altındaki malını çalması hafinde hırsızlık had cezâsı uygulanır. Delil, hırsızlık cezâsını bildiren âyetin umûm anlamıdır.
Malı Çalınanda Bulunması Gereken Şartlar:Malı çalınan kimsenin, bu mal üzerindeki elinin hukuken geçerli olması gerekir. Bu el, üçe ayrılır: a) Mülk eli, b) Emânet eli. Vedîa ve âriyet alanın ve mudârabe (emek-sermâye) ortaklığında işletmecinin (mudârib) eli gibi. c) Dımân eli. Gasbedenin, pazarlık sonucu malı kabzedenin eli ile rehin alanın rehin üzerindeki eli gibi. Bütün bunlardan bir şey çalan kimseye had uygulanır. Hırsızdan tekrar başka birisi çalsa had uygulanmaz. Çünkü hırsızın eli, hukuken geçerli bir el koyma değildir, ondan almak, yoldan almak gibidir. 1502
Hırsızlığın dâru'l-adl'de yapılmış olması da had uygulaması için şarttır. Bir müslüman dâru'l-harb veya dâru'l-bağy'de hırsızlık yapsa had cezâsı uygulanmaz. Çünkü dâru'l-adl dışında, Devlet başkanı için velâyet yetkisi yoktur. 1503
Hırsızlığın İsbâtı:
Mahkemede hırsızlığın isbâtı beyyine veya ikrar ile sâbit olur. Beyyinenin kabulü için, şâhitlik gibi genel, hadler ve kısas gibi özel şartlar gerekir.
a) Erkeklik: Hırsızlıkta, kadınların şâhitliği geçerli değildir.
b) adâlet: Fâsıkların şâhitliği kabul edilmez.
c) Asâlet: Şüphe sebebiyle, şehâdet üzerine şehâdet kabul edilemez.
1500] Ebû Dâvud, Salât, 14; Tirmizî, Hudûd, 2
1501] es-serahsî, a. g. e., IX, 151; el-Kasanî, a.g.e., VII, 70, 75; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, III, 221
1502] el-Kâsânî, a.g.e., VII, 80; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 281
1503] el-Kasanî, a.g.e., VII, 79
HIRSIZLIK
- 359 -
d) Zaman aşımına uğramaması: Hırsızlık için bir süre sonra şâhitlik yapılsa, şüphe yüzünden kabul edilmez.
e) Husûmet veya dâvâ açılmış olması. Dâvâyı mal üzerinde hukukî ele sahip olan kimsenin açması gerekir. Husûmet ehliyeti çalınan mal üzerinde ya mülk sahibi veya emânet yahut da damân eline sahip olmakla gerçekleşir. 1504
İkrarın Şartları: Hırsızlık hâkim önünde ikrarla da sâbit olur. Çünkü insan ikrarından dolayı itham altında sayılmaz. Çoğunluk hukukçulara göre, bir defa ikrar yeterlidir. Ebû Yusuf ve Hanbelîlere göre, ancak iki defa ikrarla hırsızlık sâbit sayılır. Çünkü şâhitlerin sayısı da iki tanedir. 1505
Hırsızlık cezâsını Düşüren Haller:
1) Malı çalınan kimsenin, hırsızın ikrarını yalanlanması. "Benim malımı çalmadı" demesi gibi.
2) Malı çalınanın, beyyinesini (delil) yalanlaması. "Şâhitlerim yalancı şâhittir" demesi gibi.
3) Hırsızın ikrarından dönmesi. Bu durumda had cezâsı uygulanmaz. Fakat malı tazmîn etmesi gerekir. Çünkü ikrardan dönmek, hadler konusunda kabul edilir, fakat mâlî konuda kabul edilmez. Bu, ikrarda şüphe meydana getirir. Had şüphe ile düşer, fakat mal düşmez.
4) Hırsızın, çaldığı malı, mahkemeye başvurulmazdan önce mâlikine geri vermesi.
5) Hırsızın, çaldığı mala dâvadan önce hukukî bir yolla mâlik olması. Mal sahibi çalınan malı, hırsıza hibe etse veya satsa bu mal hukukî yolla intikal etmiş olur. Artık had cezâsı da uygulanmaz. Hatta Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre, dâvâ açılmış olsa bile, mahkeme sonuna kadar, mal hibe veya satma gibi bir yolla hırsıza geçse had cezâsı düşer. Diğer çoğunluk hukukçulara göre ise, mahkemeye başvurulduktan sonra artık hibe veya satışla mülkiyet hırsıza geçse bile had cezâsı düşmez. Çünkü Nebî (s.a.s.) Savfan'ın paltosunu çalan hırsızın elinin kesilmesini emrettiği zaman, Safvan şöyle dedi: "Ben bunu istemedim. Palto ona sadaka olsun. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Onu bana getirmezden önce, bunu yapman gerekmez miydi?" 1506
Sonuç olarak had cezâlarından maksat, kamu düzenini sağlamak ve bu suçların toplumda açacağı yaraları sarmak olduğuna göre, hırsızın, mala sahip olması, özellikle malı çalınan kimsenin dâvâsından vazgeçmesi halinde, had cezâsının düşmesi amaca daha uygun görünmektedir. 1507
Suçun ispatı, dâvânın karara bağlanması prosedürünün önemli bir parçasını teşkil eder. İslâm hukukunda hırsızlık suçunun tesbitinde, günümüz (câhilî) cezâ hukukundaki her şeyin delil olabilmesi ve bütün delillerin hâkim tarafından serbestçe değerlendirilmesi mânâsında olan vicdânî delil sisteminin aksine kanunî deliller esas alınmış, ağır cezâyı gerektiren had cezâlarının ispatı daha
1504] es-Serahsî, IX,169; el-Kâsânî, a.g.e., VII, 81; İbn'l-Hümâm, a.g.e., IV, 223, 252
1505] es-Serahsî, a.g.e., IX,182; eş-Şirâzî, a.g.e., II, 282
1506] el-Bâcî, a.g. e., VII, 162; el-Kâsânî, a. g. e., VII, 88 vd.; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., IV, 255 vd.
1507] Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 401-404
- 360 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zor şartlara bağlanmıştır. Doktrinde ve uygulamada kişilerin kural olarak borçsuz ve suçsuz oluşu esas alındığından1508 suçun işlendiği kesinlikle ispat edilmedikçe kişinin cezâlandırılmaması ilkesi hâkim olmuştur.
İslâm muhâkeme hukukunda ispat yükü kural olarak dâvâcıya âittir. Nitekim Hz. Peygamber bir husûsu iddia eden kimsenin beyyine (delil) getirmesi, dâvâlı konumundaki kişinin de yemin etmesi gerektiğini belirtmiş1509 ve bu yargılama hukukunda genel bir ilke olmuştur.1510 Bu sebeple klasik doktrinde yerleşik prosedüre göre hırsızlık suçu ya beyyine/delil, ya da ikrar/itiraf yoluyla ispatlanabilmektedir.
Gerek hukuk gerekse cezâ yargılama usûlünde en başta gelen ispat vâsıtası şâhitliktir. Literatürde "beyyine" tâbiriyle genelde şâhitliğin kastedilmesi de şâhitliğin her dönem ve toplum için geçerli en yaygın ve tabiî ispat vâsıtası olması sebebiyledir. Hırsızlık suçunun ispatında beyyine, kural olarak en az iki şâhidin suçun işlenişiyle ve fâilin kimliğini tespitle ilgili kesin isnat ve şâhitliğinden ibârettir. Suçun ispatında tereddüde yer bırakmamak için şâhitlerin akıllı, bülûğa ermiş, erkek ve dürüst olması aranır; kadınların, doğru sözlülüğünden emin olunamayan, fısk ile tanınan kimselerin ve başkasından naklen şâhitlikte bulunanların şâhitlikleri hadlerde kabul edilmez. Fâsığın şâhitliğinin kabul edilmeyişi yalan söyleme ihtimalinin yüksek olmasıyla, kadınlarınki ise duygusal davranmalarının, etki altında kalmalarının veya algılama ve anlatım yanlışlığı yapmalarının erkeklere nisbetle daha çok muhtemel olmasıyla açıklanır. Telâfî edilmesi mümkün olmayan sonuçları bulunduğu için had ve cinâyet dâvâlarında şüpheli, en azından ilgililerin şüpheyle karşılayacağı durumların olmamasına özen gösterildiği, suçun ispatında şüphenin bulunması halinde haddin düşmesi kuralının da bu anlayışın sonucu olduğu söylenebilir. Ayrıca şâhitlerin cezânın infâzında hazır bulundurulabilmesi ihtimalinden dolayı kadınlar hem bu ortamdan, hem de bu tür dâvâlarda taraflar arasındaki çekişmelerden uzak tutularak korunmak istenmiştir. Buna karşılık kadınların aynı dâvada hadlerin ispatı dışında kalan hususlarda, meselâ mal hakkında yaptıkları şâhitlikleri geçerlidir.
Yapılan şâhitliğin geçerli olabilmesi için iki şâhidin de olayı bizzat müşâhede etmesi, kamuoyu tarafından dürüst kimseler olarak bilinmesi, yapacakları şâhitlikte kendilerine veya yakınlarına menfaat sağlama veya bunları zarardan koruma gibi bir ithamın objektif olarak fazla muhtemel olmaması ve ifâdeleri arasında çeşişki bulunmaması büyük önem taşır. Duruşmada hâkim şâhitlerin adâletlerini re'sen tetkik eder. Suçun ispatı halinde telâfîsi mümkün olmayan bir cezâ verileceğinden şâhitler tezkiye edilmedikçe, yani dürüst ve doğru sözlü kimseler olduğu belirlenmedikçe dinlenmezler. Hâkim şâhitlere, iddiâ edilen suçun işlenişiyle ilgili önemli gördüğü ayrıntıları sorar. Tezkiye ve şâhitlik esnâsında kaçma ihtimaline karşılık hırsızlıkla itham edilen kişi ihtiyâten hapsedilebilir.
Suçun ispatında ikinci yol, hırsızın bizzat ikrarda bulunmasıdır. Bu da, hırsızlık yapan mükellef bir şahsın suçunu kendiliğinden veya yapılan isnat üzerine itiraf etmesi şeklinde olur. İkrar, hadlerde ikinci sırada bir ispat vâsıtası kabul edilirken, şahsın kendi aleyhine yalan yerde ikrarda bulunmasının söz konusu olmayacağı
1508] Mecelle, madde 8
1509] Buhârî, Rehin 6; Müslim, Akdıye 1; Tirmizî, Ahkâm 12; İbn Mâce, Ahkâm 7
1510] Mecelle, madde 76
HIRSIZLIK
- 361 -
noktasından hareket edilmiştir. Ancak ikrarın sayısı konusunda doktrinde farklı görüşler vardır. Had cezâsı verilebilmesi için Ebû Hanîfe, İmam Muhammed, Mâlik ve Şâfiî bir defa ikrarı yeterli görürken Ebû Yusuf ile Ahmed bin Hanbel, şâhitlerin sayısı iki olduğundan hareketle ancak iki defa ikrarla had cezâsının verilebileceği görüşündedir. Suçlunun ikrarının tek başına yeterli olup olmadığı da İslâm hukukçuları arasında tartışmalıdır. Ebû Hanîfe, Şâfiî ve Ahmed bin Hanbel, suçlunun ikrarına ilâve olarak suç mağdurunun dâvâcı olmasını da şart koşarlar. Buna göre gâlip bir şahsın malını çaldığını ikrar eden kişiye bu ikrar üzerine had cezâsı verilmez. Ancak Ebû Yûsuf, hiç kimsenin kendi aleyhine ikrarıyla ithamda bulunmayacağından hareketle suçlunun ikrarını tek başına yeterli görür ve böyle bir ikrara istinâden had cezâsının verileceğini ileri sürer. İmam Mâlik de hırsızlık ister şâhitlikle ister ikrarla ispatlanmış olsun, had cezâsının verilebilmesi için suç mağduru şahsın dâvâ açmasını şart koşmadığından sonuç itibarıyla aynı görüştedir. Hırsızlıkta suçlu ikrar eder, fakat daha sonra ikrarından vazgeçerse had uygulanmaz. Çünkü ikrardan dönme ikrarın doğruluğu konusunda şüphenin bulunduğunu gösterir.
İkrarın sahih ve kabule şâyân olabilmesi için ikrar edenin hiçbir dış etki ve baskı altında kalmaksızın gönül rızâsıyla ikrarda bulunması şarttır. Mecelle'de yer alan, "ikrarda mukırrın (ikrarcının) rızâsı şarttır. Binâenaleyh, cebir ve ikrâh ile vâki olan ikrar sahih olmaz"1511 kuralının da anlatmak istediği budur. İslâm hukukçuları zor ve tehditle, maddî ve mânevî işkence ile sanığın ikrarda bulunması durumunda bu ikrarı yok saymışlardır. Nitekim Hz. Ömer, "İşkence, tehdit, hapis yoluyla kendi aleyhine ikrarda bulunan kişinin bu itirafına güvenilmez" demiş, Şam'da hırsızlık ithamı ile yakalanan ve ikrar edinceye kadar dövülen kişinin durumu Abdullah bin Ömer'e haber verilince İbn Ömer böyle bir kişiye had tatbik edilemeyeceğini belirtmiştir.1512 Gerek Hz. Peygamber'in uygulamasında,1513 gerekse fıkıh doktrininde,1514 suçunu itiraf eden sanığa bu itirafından istiyorsa vazgeçebileceği telkinatının yapılması ve suçun ispatında şüphe olması durumunda haddin düşmesi ilkeleri önemle vurgulanır. Bu yaklaşım da baskı altında suçunu ikrar ve itiraf eden sanığın bu beyanının kabul edilmeyeceği ilkesinin bir diğer uzantısıdır. 1515
Cezânın Uygulanması: Bir fiilin hırsızlık olarak nitelendirilmesi, suçun oluşması ve ispat edilmesinde aranan şartlar, ayrıca suçluya verilecek cezâ konularında Hz. Peygamber ve sahâbe dönemi uygulamaları, daha sonraki dönemi uygulamaları, daha sonra dönemde oluşan klasik fıkıh doktrininin ana malzemesini teşkil ettiği gibi Emevîler'den itibaren çeşitli İslâm toplumlarındaki uygulama örnekleri de doktriner görüşlerin uç noktalarını ve yapılabilecek yorum çeşitlerini örneklendirmesi bakımından önem taşır.
Hz. Peygamber döneminde hırsızlık yaptığı için el kesme cezâsı verilen ilk erkeğin Hıyâr bin Nevfel, ilk kadının da Benî Mahzûm kabîlesinden Mürre bint Ebû Süfyan bin Abdülesed olduğu rivâyet edilir. Bir başka olayda Rasûl-i Ekrem, hırsızlık yapan soylu bir kadının affedilmesi yönünde ashaptan gelen bir isteğe
1511] Madde 1575
1512] Serahsî, IX/184-185
1513] Ebû Dâvud, Hudûd 9; İbn Mâce, Hudûd 29
1514] Serahsî, IX/93, 102); Kâsânî, VII/49
1515] Ali Bardakoğlu, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 389-390
- 362 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şiddetle karşı koymuş ve geçmiş ümmetlerin helâk olmasının başlıca sebeplerinden birinin cezâların sadece fakir ve zayıf kimselere tatbik edilip zengin, soylu ve güçlülerin affedilmesi olduğunu söylemiş, ardından da, "Allah'a yemin ederim ki eğer hırsızlık yapan Muhammed'in kızı Fâtıma olsaydı onun da elini keserdim" diyerek had cezâsını uygulamıştır.1516 Bu hadis, suçluların tâkibi ve cezâlandırılması konusunda devlete düşen kararlılık ve sorumluluğu ifâde etmesinin yanı sıra kanun önünde herkesin eşitliği prensibini vurgulaması yönüyle de önem taşır. Bir başka zamanda da sahâbeden Safvân bin Ümeyye'nin ridâsını çalan ve yapılan muhâkeme sonunda suçu sâbit görülen hırsıza el kesme cezâsı vermiştir.1517 Yine hadis mecmualarında, başkasına âit bir malı çalıp muhâkemesi esnâsında çaldığını itiraf eden bir kişinin aynı şekilde elinin kesildiği rivâyeti1518 veya değişik hırsızlık olaylarında suçu sâbit görülen hırsızlara Rasûl-i Ekrem'in tâlimâtıyla veya bilgisi dâhilinde el kesme cezâsının verildiğini aktaran rivâyetler uygulama örneklerinin birkaç olayla sınırlı kalmadığını göstermektedir. Bununla birlikte Hz. Peygamber'in suçun oluşmasında, ispatında ve cezânın infâzında suçlu lehine son derece titiz davrandığı, şikâyetçisi bulunmayan veya kamuoyuna mal olmamış suçları görmezlikten geldiği, affetmeyi ve sulhu tavsiye ettiği, savaş ve yolculuk esnâsında işlenen hırsızlıklara had cezâsının uygulanmasını doğru bulmadığı da bilinmektedir. 1519
Kaynaklarda Rasûl-i Ekrem'in vefatından sonra Hulefâ-yı Râşidîn döneminde de hırsızlık olaylarının sayısında İslâm öncesi döneme nisbetle açık bir düşüş görülmekle birlikte çeşitli hırsızlık vak'alarının meydana geldiği, suçun sâbit görülmesi ve gerekli diğer şartların mevcûdiyeti halinde ilke olarak hırsızlara el kesme cezâsının uygulandığı yönünde bilgiler vardır.1520 Bu uygulamaların yanı sıra, Hz. Ömer'in aç bırakıldıkları için hırsızlık yapan kölelere had cezâsı vermeyip sahiplerine çalınan malı değerinin iki katıyla tazmin ettirdiği,1521 beytu'l-malden veya efendisinin malından çalanlara ve kıtlık yılında işlenen hırsızlık suçlarına had uygulamadığı, yine bu dönemde -büyük bir ihtimalle suçun sübûtunda veya haddin infâzında tereddütlü durumların bulunması sebebiyle- bazı olaylarda da hırsızlara ta'zir nevinden dayak veya hapis cezâsının verildiği bilinmektedir. Hz. Osman'ın hırsızlık suçunu işleyen Dâbi' bin Hâris adlı kişiyi müebbet hapis cezâsına çarptırdığı ve bu kişinin hapishanede öldüğü kaynaklarda zikredilir. 1522
Emevîler döneminde yargı teşkilâtında önemli bir değişikliğin yapılmadığı, fıkıh gibi yargı alanındaki gelişmelerin de toplumun iç dinamizmine bırakıldığı, onun sadece münferit olay ve dönemlerde siyasî tesir altına alındığı söylenebilir. Anca Halife Ömer bin Abdülaziz'in adliye teşkilâtının geliştirilmesinde aktif bir rol oynadığı, toplumda suç oranının azaltılması ve suçluların cezâlandırılması yönünde bir dizi tedbir aldığı, hadlerin uygulanmasının namaz ve zekâtın edâsıyla
1516] Buhârî, Enbiyâ 54, Hudûd 12; Müslim, Hudûd 8-9; Ebû Dâvud, Hudûd 4
1517] İbn Mâce, Hudûd, B. 28, h. no: 2595; Ebû Dâvud, Hudûd, B: 14, h. no: 4394; Nesâî, Kat'u's-Sârik, B: 5, h. no: 4852-4855; Dârimî, Hudûd, B. 3, h. no: 2304; Muvattâ, Hudûd, 28
1518] İbn Mâce, Hudûd 24
1519] Tirmizî, Hudûd 20; Nesâî, Sârık 16
1520] Muvattâ, Hudûd 25-26; Ebû Yûsuf, el-Harâc, Beyrut, 1979, s. 167-177; Şevkânî, Neylu'l-Evtâr, VII/141-145
1521] İbn Kayyim el-Cevziyye, İ'lâmu'l-Muvakkıîn, III/10-11
1522] Hassâf, EdEbû'l-Kadı, Bağdad, 1397-1398, II/345; İbn Ferhûn, Tebsıratu'l-Hukkâm, Beyrut, 1301, II/216
HIRSIZLIK
- 363 -
aynı öneme sahip olduğunu ifâde edip öldürme veya el kesme cezâlarında kendisine kararın temyiz ettirilip izin alınmadan infâza gidilmesini yasakladığı da kaydedilir. 1523 Dönemin Musul valisi Yahyâ el-Gassânî, bölgede vali olarak göreve başladığında hırsızlığın hayli yaygın olduğunu, muhâkeme ve infâz hukukunda takip edilen genel politika neticesinde hırsızlığın en alt düzeye indiğini ifâde etmektedir.1524 Emevî halifelerinden Hişam bin Abdülmelik'in de adliye ve cezâ siyaseti alanında bazı iyileştirici tedbirler aldığı, bir yıl müddetle had cezâsını kaldırdığı, fakat hırsızlığın iki kat daha artıp insanların can ve mal emniyetinin azalması üzerine bu cezâyı tekrar uygulama alanına koyduğu kaydedilir. 1525
Abbâsîler döneminde adliye teşkilâtında, yargılama ve infâz hukukunda önceki dönemlere nazaran önemli gelişmeler kaydedildiği, Hârunurreşid zamanında kadı'l-kudâtlık müessesesi ihdas edilip merkezî denetimin güçlendirildiği, bu dönemden itibaren hukukî istikrarın ve uygulama birliğinin daha iyi korunduğu, kadıların yetki ve görevleri arttırılıp her merkeze bir kadı tâyin edilmesine çalışıldığı, bu arada suçların tâkibi ve suçluların cezâlandırılmasında mezâlim mahkemelerinin ve muhtesiplerin de aktif rol üstlendikleri bilinmektedir. Bununla birlikte Ebû Yûsuf'un mevcut durumdan şikâyetlerini de içeren ifâde ve taleplerinden, döneminde hadlerin uygulanmasında zaafa düşüldüğü, hapishanelerde hırsızlık suçundan dolayı birçok kimsenin bulunduğu anlaşılmaktadır.1526 Hicrî II. (milâdî VII.) yüzyıldan itibaren tedvin edilmeye başlanan klasik fıkıh literatüründe, İslâm toplumlarındaki uygulama örneklerini ve farklılıklarını aynen yansıtmak veya tartışmaya açmak yerine, hukuk eğitimi ve uygulama için model oluşturma ve istikrarı sağlama gâyesi hâkim olduğundan bu kaynaklarda orta ve ileri dönemlerin uygulama örneklerini, hatta bu alandaki problemlerini görmek bir hayli zordur. Bu sebeple, klasik fıkıh doktrininin esas itibarıyla dönemlerindeki İslâm toplumunun geleneğini ve problemlerini dile getirmekten ziyâde ilk dönemlerden devralınan hukuk kültürünü yansıttığını ve doktriner tartışmaların bu zeminde cereyan ettiğini söylemek mümkündür. Bunun sonucu olarak Abbâsîler dönemi de dâhil orta dönem İslâm toplumlarında sosyokültürel şartların ve geleneğin, ilk dönemlerin İslâm toplumuyla önemli birçok ortak paydaya sahip olması oranında hadlerin, bu arada hırsızlık suç ve cezâsının tâkip ve tatbikinin ana hatlarıyla klasik doktrinde yer alan çizgide seyrettiği, farklı kültür ve geleneğe sahip toplumlarda ise doktrinle uygulama arasındaki farkın açıldığı söylenebilir. Bu konuda ileri dönem İslâm toplumlarında, özellikle de Osmanlı Devleti'nde bazı farlı yorumların ve uygulama örneklerinin görülmesi bu toplumların kısmen farklı sosyal şartlara, hukuk kültürüne ve siyaset geleneğine sahip bulunmasıyla açıklanabilir ve bu örnekler İslâm hukuku açısından da ayrı bir önem taşır.
Osmanlı hukukunda hırsızlık suçuyla hükümleri ihtivâ eden ilk yazılı kanunî metnin Fâtih Sultan Mehmed devrinde yürürlüğe konduğu ve Fâtih kanunnâmesi olarak bilinen bu metnin üçüncü faslının hırsızlık suçuna dâir hükümlere ayrıldığı bilinmektedir.1527 II. Bayezid devri kanunnâmelerinde de hırsızlık suçuyla ilgili
1523] İbn Sa'd, it-Tabakat, V/378; Fahrettin Atar, İslâm Adliye Teşkilâtı, DİB Y., Ankara, 1979, s. 77, 151
1524] Süyûtî, Târîhu'l-Hulefâ, s. 237-238
1525] Ali Mansûr, Nizâmu'l-Tecrîm ve'l-Ikab fi'l-İslâm, Medine 1976, I/314
1526] Ebû Yûsuf, el-Harac, s. 149-153
1527] Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, İst. 1990-1992, I/349-350
- 364 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hükümlere yer verilmiş ve bu kanunnâmenin 241 ve 243. maddelerinde hırsızların kadı huzuruna çıkarılmadan cezâlandırılmamaları gerektiği belirtilmiş, ayrıca hırsızlığı örfî hukuk kurallarına göre sâbit olan kimse için kadının hüccet verip aradan çekilmesi ve ehl-i örfün cezâlandırmasına engel olunmaması da emredilmiştir. Bu döneme âit Aydın ili siyâsetnâmesinde, adı geçen sancakta İslâm hukukuna göre sâbit olan hırsızlıklarda "emr-i şer' nice ise" onun uygulanması, örf ile sâbit olan hırsızlık suçlarının ise siyâsetnâme gereği cezâlandırılması hükmü yer alır.1528 Yavuz Sultan Selim kanunnâmelerinde hırsızlık suçu 26-35. maddeler arasında ele alınmış ve bu kanunnâmede, bulunduğu yer halkı tarafından istenmeyen bir hırsızın, mahallesinden sürülebileceği belirtilmiştir. Bu döneme âit Manisa sancağı siyâsetnâmesinde de birkaç defa hırsızlığı sâbit olan kimsenin asılacağına dâir hüküm getirilmiştir. 1529
Kanunî döneminde yapılan kanunlaştırma, gerek kendi zamanı içinde, gerekse sonraki zamanları etkilemesi yönüyle modern anlamda sistematize edilmiş bir kanunlaştırma hareketidir ve bu kanunnâmenin üçüncü faslı hırsızlık suçlarına ayrılmıştır. Kendisinden önceki kanunnâmelere nisbetle daha geniş bir içeriğe sahip bulunan kanunnâmede livâta, yalan yere şâhitlik, sahtekârlık, kalpazanlık gibi daha önceki kanunnâmelerin yer vermediği birçok yeni suçtan ve cezâî müeyyidelerinden söz edilmiş ve muhtesib tarafından cezâlandırılan bazı suçlarla ilgili hükümler yer almıştır. Ayrıca eski Türkçe terimler yerine klasik fıkıh literatüründeki Arapça kelime ve terimlerin kullanıldığı, bununla beraber eski Türkçe olan ve hırsızlık mânâsına gelen "uğrulama" kelimesinin Kanûnî, hatta III. Murad ve I. Ahmed devri metinlerinde "serika" kelimesiyle birlikte kullanılmaya devam edildiği görülür. 1530
Bu kanunnâmelerde hırsızlık suçu için konulmuş olan müeyyideleri, Batılı ve yerli bazı yazarların iddiâ ettiği gibi İslâm hukukunun hırsızlıkla ilgili hükümlerinin iptâli ve engellenmesi şeklinde değil; şer'î hukukla örfî hukukun birbirini tamamlaması olarak görmek mümkündür. Nitekim Fâtih Kanunnâmesi'nde yer alan, "Eğer at uğrulasa elin keseler, kesmezler ise iki yüz akçe cürüm alına" maddesinin1531 veya diğer kanunnâmelerdeki benzeri maddelerin,1532 sâbit olan bir hırsızlık suçu için yargıya iki cezâ türünden birini seçme hakkı tanıdığını söylemek de mümkün olmakla birlikte, suçun unsurlarında veya ispat şartlarında bir eksikliğin bulunması sebebiyle had cezâsının uygulanamadığı durumlarda daha alt bir cezânın uygulanabilmesi imkânını getirdiğini söylemek daha isâbetli görünmektedir. Meselâ hırsızlıkta çalınan malın nisab miktarına ulaşması haddin uygulanabilmesi için şarttır. Kanunnâmelerde bu miktara ulaşmayan hırsızlıklar için para cezâları getirilmiştir. Fâtih Kanunnâmesi'nde kaz ve ördek çalana ta'zîr cezâsının verilmesi, ayrıca koyun ve kovan çalandan on beş akçe cürüm alınmasına dâir hükümler,1533 çalınan malın nisab miktarına ulaşmaması sebebiyle daha alt bir cezâ uygulanmasının örnekleri olabilir. Hırsızlık suçunun unsurlarından
1528] a.g.e., II/42-44, 75-76, 169
1529] a.g.e., III/91-93, 106, 192
1530] U. Heyd, Studies in Old Ottoman Criminal Law, Oxford 1973, s. 72-81; Akgündüz, a.g.e., III/192, IV/301-303
1531] Akgündüz, a.g.e., I/349
1532] Barkan, Kanunlar, s. 120
1533] a.g.e., s. 389
HIRSIZLIK
- 365 -
olan, çalınan malın koruma altında bulunması şartının gerçekleşmemiş olması da ta'zîr cezâsının verilmesine yol açan sebeplerdendir. Nitekim Kanûnî dönemi cezâ kanunnâmesinin farklı bir nüshasında hırsızlığın gerçekleşmesi için malın koruma altına alınmış olmasının şart olduğu, bu sebeple mer'ada (hayvan güdülen otlakda) meydana gelen bir hırsızlığın ta'zîr grubuna gireceği, doktrindeki bir başka şartın gereği olarak da âile efrâdı arasında cereyan eden hırsızlığa ta'zîr cezâsının uygulanacağı hükümleri yer almaktadır. 1534
Kanunnâmelerde, sâbit olan hırsızlık suçu için öngörülen ve "... Her sârikın ki kat-ı yed oluna, eğer aynıyla sirkat ettiği davar durursa alınıp sahibine verile, durmaz ise tazmin olunmaya"; "Eğer at uğrularsa (çalarsa) elin keseler"; "Kat-ı yed olmazsa ... altın alına"; "Kat-ı yede ve hadde ve ta'zîre müstahık olanlara ukubatların ve siyasetlerin edip nesnelerini almayanlar"; "Şer'an kesmek lâzım olmasa cürm alına" şeklindeki ifâdelerle belirtilen el kesme cezâsının.1535 Osmanlı toplumunda sıkça ve düzenli biçimde uygulandığını söylemek mümkün olmayacağı gibi, nâdiren tatbik edildiğini veya hiç tatbik edilmediğini söylemek de isâbetli değildir.
Osmanlı hukukunda dâvânın sonuca bağlanması şer'î mahkemelere (ehl-i şer'), mahkemenin verdiği kararın infâzı ise ehl-i örfe âit olduğundan arşiv belgelerinde cezânın infâzı hakkında herhangi bir bilgi yer almamaktadır. Bu bilgilere ilâve olarak, Osmanlı belge ve kaynarlarında, suçu sâbit görülen hırsızlara ta'zîr cezâsı nevinden ölüm, hapis, çeşitli para cezâları, küreğe mahkûm olma, kalebentlik ve sürgün cezâlarının uygulandığına dair bir hayli bilginin bulunduğu, uygulanan cezâ türlerinin de hem dönemlere, hem de suçun ağırlık derecesine göre değişiklikler gösterdiği söylenebilir. Bu cezâlar arasında para cezâları önemli bir yer tutmakta ve bunun miktarı kanunnâmelerde bazen açıkça belirlenirken, bazen de hâkimin takdirine bırakılmaktadır.
Günümüzde cezâ hukuku alanında Batı hukukunu iktibas yoluyla kanunlaştırmaya giden halkının çoğu müslüman olan ülkelerde hırsızlık suçu, Türkiye'de olduğu gibi basit ve mevsuf hırsızlık şeklinde iki kategoride ele alınmakta ve kural olarak hapis cezâsıyla cezâlandırılmaktadır. Bu konuda İslâm hukukunun klasik doktrini çerçevesinde kanunlaştırmaya giden Pakistan, Libya, Sudan, İran, Suudi Arabistan gibi azınlığı teşkil eden halkının çoğu müslüman olan ülkelerde ise suçun oluşumu ve cezânın infâzı hususunda aralarında yaklaşım ve prosedür farklılığı bulunmakla birlikte, belirli bir değerin üzerindeki malı çalanlara kural olarak had cezâsının uygulandığı ve cezânın infaz şeklinde de İran örneğinde olduğu gibi bazı uygulama farklılıklarının bulunduğu bilinmektedir. Bununla birlikte el kesme cezâsının sıkça, hatta milletlerarası örgütleri harekete geçirecek bir yoğunlukta uygulandığı Sudan hâriç tutulursa, bu ülkelerde gerek maddî hukuk gerekse usûl hukuku bakımından bu konuda hayli titiz davranıldığını ve uygulama örneklerinin çok sınırlı kaldığını, Pakistan örneğinde olduğu gibi âdeta infâza imkân vermeyen bir çekimserliği bulunduğunu da kaydetmek gerekir.
İslâmî öğretinin cezânın tatbikinden ziyâde, toplumsal huzur ve güven ortamının tesisine, suçun önlenmesine ve kişilerin bu yönde eğitim ve ıslahına önem
1534] a.g.e., s. 389; U. Heyd, Studies in Old Ottoman Criminal Law, Oxford 1973, s. 73
1535] Barkan, Kanunlar, s. 120, 274, 397; Selâmi Pulaha-Yaşar Yücel, I. Selim Kanunnâmesi ve 16. Yüzyılın İkinci Yarısının Kimi Kanunları, Ankara 1988, s. 19; Akgündüz, a.g.e., I/349
- 366 -
KUR’AN KAVRAMLARI
verdiği, ayrıca Hz. Peygamber'in suçun kamuoyuna malolması, suçlunun itirafında veya mağdûrun şikâyetinde ısrar etmesi gibi hallerde son çare olarak hadlerin uygulanmasına yöneldiği bilinmektedir. Bunun yanında el kesmenin, geri dönüşü bulunmayan ağır bir cezâ olduğu da açıktır. Bu ve benzeri sebeplerle olmalıdır ki İslâm'ın ilk dönemlerinden itibaren yöneticilerin bu cezâyı uygulamada genelde ihtiyatlı hatta isteksiz davrandıkları görülür. Rasûl-i Ekrem ve Hulefâ-yı Râşidîn devrinde bu izlenimi veren bir hayli uygulama örneğine rastlandığı gibi, sosyal refah ve barışın belirgin şekilde iyileştiği Abbâsîler döneminden itibaren bu tavrın âdetâ çekimserliğe dönüştüğü dahi söylenebilir. Ancak klasik fıkıh doktrini, ilk dönemlerden devralınan hukuk kültürü etrafında oluştuğu, mezhepleşme süreciyle birlikte entelektüel tartışma ve hukuk eğitimi aracı olma özelliği ön plana çıktığı için belli bir dönemden sonra uygulamadan bağımsız bir gelişme kaydetmeye başlamıştır. Bunun bir sonucu olarak el kesme cezâsının tatbik imkânı ve şartları konusunda klasik fıkıh kaynaklarındaki bilgilerde orta ve ileri dönemlerin uygulamasını etkileyen söz konusu çekimserliği görmek pek mümkün değildir. Bununla birlikte yukarıda temas edildiği gibi başta Hanefî ve Şiî fakîhleri olmak üzere bir kısım İslâm hukukçusunun hırsızlık suçunun oluşması ve ispatı konusunda doktrinde yeni tartışmalar açıp geleneksel hukuk kültüründeki mevcut hoşgörüye ilâve olarak sanık lehine yeni yorumlar geliştirdiği, Hz. Peygamber ve sahâbe dönemindeki bazı uygulama örneklerini genişletici yoruma ve metodolojik tenkide tâbi tutup cezânın uygulanmasına sınırlama getirdikleri de bilinmektedir. Onların bu yaklaşımında, yukarıda sözü edilen genel mülâhazanın yanında kısmen farklı sosyokültürel şartlar içinde bulunmalarının da etkili olduğu açıktır. Yine klasik dönem fakîhlerinin hırsızın sadece el veya ayak parmaklarının kesilmesi, el kesme cezâsının suçun ilk defa işlenmesinde değil; tekerrürü halinde veya âdet haline getirildiğinde uygulanması gerektiği yolundaki telâkkîsine, çoğunluk tarafından şâz bir görüş olarak bakılsa bile literatürde yer verilir. Öte yandan, klasik doktrinde el kesme cezâsını mümkün olduğu ölçüde zorlaştırmaya ve alternatif cezâ arayışına ilişkin zayıf çizgi, İslâm toplumlarının ileri dönem uygulamalarında daha belirgin hale gelmiştir. Nitekim Osmanlı toplumunda, cezâ hukuku alanında da fıkıh doktrininin yukarıda belirtilen sebeplerle klasik çizgide seyretmesine ve hırsızlık suçunun el kesme ile cezâlandırılmasının hukukî metinlerde ilke olarak korunmasına karşılık uygulamanın örfî hukuk çatısı altında ayrı bir kategori oluşturduğu, yoğunluk ve keyfiyet tartışmalı olsa da hırsızlık suçuna para, hapis, sürgün, kürek mahkûmiyeti gibi cezâların da uygulandığı bilinmektedir. Bu farklı uygulamanın temel âmilini, Osmanlı toplumunun ilk ve orta dönem İslâm toplumlarına nisbetle daha farklı sosyokültürel şartlara, farklı bir hukuk ve siyaset geleneğine sahip olması teşkil etmiştir.
Önceki yüzyıllara oranla hızlı bir değişimin ve kültürel etkileşimin yaşandığı 19. ve 20. yüzyıllarda, İslâm hukuk doktrinindeki cezâî müeyyidelerin ne ölçüde ve nasıl bir yoruma tâbî tutulabileceği ve hangi şekilde uygulandığında hem nassa uygunluğun sağlanacağı, hem de toplumsal sağduyunun adâlet beklentisinin karşılanmış olacağı konusu müslüman hukukçuları yakından meşgul etmiştir. Hırsızın elinin kesilmesi bu tartışmanın yoğunlaştığı alanlardan biridir. 20. yüzyılın ilk yarısında Mısır'da hırsızlık suçuna başlangıçta değil, suçun tekerrürü halinde el kesme cezâsının verilmesinin İslâm hukukuna uygun olacağının ileri
HIRSIZLIK
- 367 -
sürülüp bu yönde kanunlaştırma teklifinin gündeme gelmesi bunun bir örneğidir.1536 Yine günümüzde müslüman hukukçular tarafından -zayıf bir sesle de olsa- ilgili âyette geçen "elin kesilmesi" ifâdesine lafzî değil; mecâzî bir anlam yüklenebileceği ve âyette hırsızlığa uzanan ele engel olunmasının istendiği, İslâm'ın ilk dönemlerine nisbetle sosyal yapının, ekonomik ve kültürel değerlerin değişimine, suç ve cezâ anlayışındaki gelişmelere paralel olarak hırsızlık suçunun cezâsının da değişebileceği, buna ilâve olarak âyette tekrara delâlet eden ism-i fâil kalıbı kullanılarak cezadan söz edilmesinden, sünnette ve sahâbe tatbikatında hırsıza ancak tekerrürü halinde el kesme cezâsının uygulandığı izlenimini veren örneklerin bulunmasından1537 hareketle, bu cezânın hırsızlığı ilk defa işleyenlere değil; mükerreren işleyenlere veya bunu âdet haline getirenlere verilmesi gerektiği şeklinde özetlenebilecek yeni görüşlerin de gündeme getirildiğini belirtmek gerekir.1538 Klasik doktrindeki hâkim çizgiyi bir hayli zorlayan bu yeni görüşlerin arka planında, hırsızın elinin kesilmesiyle ilgili hükmün, mâhiyeti itibarıyla dinin inanç ve ibâdet gibi taabbudî hükümlerinden olmayıp cezâlandırmanın amacıyla ve sosyal bağlamla ta'lîl edilebileceği, böyle olunca da bu cezânın öncelikli olarak o dönemin ve toplumun cezâlandırma konusundaki genel kabullerine uygun düştüğü ve kamu vicdanının adâlet beklentisini tatmin edici bir çözüm önerisi olarak algılanabileceği, el kesme cezâsı alternatif bir cezâ, nihâî bir çözüm veya bir tehdit unsuru olarak teoride mevcûdiyetini korusa bile, günümüzde hırsızlığa yukarıda işâret edilen amaçlara ve beklentilere uygun başka cezâların da uygulanabileceği fikri yatmaktadır. 1539
Bu son dönemlerdeki bazı modern din araştırıcılarında ortaya çıkan hırsıza karşı aşırı merhamet gösterilip ona küçük cezâların yeterli görülmesinde Batının ve gayri İslâmî düzen ve kanunlarının etkisinin inkâr edilemeyecek düzeyde olduğunu belirtmek gerekir. Kur'an'ın bu konudaki açık hükmüne 1540 rağmen, şartları gerektiği halde hâlâ mağdûrdan yana değil, hırsızdan yana yer alır gibi tavır almak, caydırıcı ağır cezâ olmayınca toplumda hırsızlığın ve buna dayalı şiddet ve ölümlerin artmasına sebep olmak gibi çok tehlikeli neticeler verdiği görülmek istenmemektedir. Müslüman olduğunu iddiâ eden çağdaş İslâm hukukçularının Kur'ânî hükümlerin uygulanması için altyapı oluşturacaklarına ve Kur'an'dan tâviz vermeyen bir yaklaşıma sahip olacaklarına, bazılarının İslâm dışı ve tâğûtî mevcut sosyal ve siyasal yapının dini baskı altında tutup yönlendirmesine seyirci kalmanın da ötesinde destek olma gaflet ve ihâneti yattığını söylemek ağır olmasa gerektir.
Hadler; Hırsızlık ve Yol Kesme Cezâları
Had; Sınır çekmek, bilemek dikkatle bakmak, ayırmak ve cezâ tatbik etmek anlamına gelir. Bir isim olarak; sınır, son, bıçak vb. ağzı, tarif ve şer'î cezâ demektir. Had kelimesinin çoğulu 'hudûd'dur. Bir hukuk terimi olarak hadler; İslâmî
1536] M. Selim, el Avvâ, Fî Usûli'n-nizâmi'l-Cinâiyyi'l-İslâmî, Kahire 1983, s. 182-186
1537] İbn Hazm, el-Muhallâ, Kahire 1972, XIII/68-69, 391; M. Ebû Zehre, el-Ukube, Kahire 1974, s. 147-148
1538] Fazlurrahman, Islamic Modernism, IJMES I, 1970, s. 330; ayrıca bk. M. Ebû Zehre, el-Ukube, Kahire 1974, s. 146-147; M. Selîm el-Avvâ, Fî Usûli'n-nizâmi'l-Cinâiyyi'l-İslâmî, Kahire 1983, s. 182-187
1539] Ali Bardakoğlu, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 17, A.g.e., s. 394-396
1540] 5/Mâide, 38
- 368 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ölçüler, İslâm Dininin ortaya koyduğu helâl-haram sınırları, miktarı ve niteliği nasslarda belirlenmiş olan şer'î cezâlar demektir.
Mükellef, yani akıllı ve ergin kişilerin yaptığı işlerin Allah ve Rasûlünün rızâsına uygun olup olmadığını gösteren ölçüler vardır. Bu ölçüler Kur'ân ve Sünnetle bildirilmiştir. İslâm'da mükelleflerin yaptığı işlerin (ef'âl-i mükellefîn) değer hükmünü gösteren ölçüler şunlardır: Farz, vâcip, sünnet, müstehap, helâl, mubah, mekruh, haram, sahih, fâsit, bâtıl. Mükellefin yaptığı her iş, şer'î sınırları gösteren bu ölçülere göre değerlendirilir. Sonuçta ona göre cezâ veya mükâfaat alır; yapılan iş ya geçerli (sahih) veya geçersiz (fâsid, bâtıl) olur.
Şer'î hadlerin genel anlamı Allah'ın koyduğu helâl-haram ölçüleridir. Bu mana aşağıdaki âyet ve hadislerden anlaşılmaktadır: Nisâ sûresi 12. âyette mirasla ilgili hükümler açıklandıktan sonra şöyle buyurulmaktadır: "Bunlar Allah'ın sınırlarıdır, Kim Allah'a ve elçisine itaat ederse Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar, orada ebedî kalırlar. İşte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah'â ve O'nun Elçisine karşı gelir, O'nun sınırlarını aşarsa, Allah onu ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azab vardır."1541 Burada Allah'ın emirleri "Hudûdullah, O'nun sınırları" olarak ifâde edilmiş, bu sınırları aşanların cezâ ile karşılaşacakları haber verilmiştir.
"Allah'ın yasak sınırına uyup o sınırı aşmayanlar kendilerine Cennet va'dedilen mutlu kişilerdir. Allah onlarla alış-veriş yapmış, Cennet karşılığında mallarını ve canlarını satın almıştır. (Bu alışverişi yapanlar), tevbe eden, ibâdet eden, hamdeden, rükû' eden, secde eden, iyiliği emredip kötülükten meneden ve Allah'ın (yasak) sınırlarını koruyan (onları çiğnemeyen) insanlardır. O mü'minleri müjdele."1542 Allah'ın yasak sınırları, şüphesiz O'nun haram kıldığı işlerdir. Allah'ın haram kıldığı fiiller yani günahlar, büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılır.1543 Büyük günahların sayısı hakkında kesin bir rakam yoktur, (âlimler arasında farklı sayılar verilir).
Hadis-i Şerifte Allah'ın haram kıldığı şeyler "Allah'ın korusu" olarak nitelendirilmiştir: "Muhakkak helâl belli, haram da bellidir. İkisinin arasında çok kimselerin bilemeyecekleri (birtakım) şüpheli şeyler vardır. Kim şüpheli şeylerden sakınırsa dinini ve ırzını kurtarmış olur. Kim şüpheli şeylere dolarsa, korunun etrafında (sürüsünü) otlatan çoban gibi, çok sürmez içine düşer. Haberdar olun!. Her hükümdârın bir korusu vardır. Dikkat edin Allah'ın yeryüzündeki korusu da haram kıldığı şeylerdir. Haberiniz olsun! Cesed içinde bir parça et vardır ki o iyi olursa bütün cesed iyi olur. O bozuk olursa bütün cesed bozuk olur. Biliniz ki o, (et parçası) kalptir." 1544
İslâm cezâ hukuku (Ukûbat) terimi olarak hadler; "belirli bazı suçlara İslâm'ın tayin ettiği cezâlar"dır. Bu cezâyı gerektiren suçlar beş tanedir: Zinâ, hırsızlık, içki içmek, kazf (namuslu kadına zinâ iftirası) ve yol kesme (hırâbe).
İslâm cezâ hukukunda "had"ler "Allah hakkı" olarak kabul edilmiştir. Yani haddi (İslâm'ın tesbit ettiği cezâyı) gerektiren suçlar amme hukukuna tecâvüz anlamı taşımaktadır. Kısas kul hakkı olduğu için buna had denilmemiştir. Haddin dışında kalan yani Kur'an ve Sünnetle tayin edilmeyip hâkimin takdirine
1541] 4/Nisâ, 13, 14
1542] 9/Tevbe, 111-112
1543] Bk. 53/Necm, 32; 18/Kehf, 49
1544] Riyâzü's-Sâlihîn, 419, 420, M. Emre terc.
HIRSIZLIK
- 369 -
bırakılmış cezâlara ta'zir cezâları denir. Hapis, teşhir, sürgün vb.1545 İçki içme cezâsı dışındaki hadler Kur'an'la, içki içme cezâsı ise Sünnetle sâbittir.
Hırsızlık cezâsı (hadd-i sirkat): "Akıllı ve ergin (bâliğ) bir kimsenin nisab miktarı bir malı bulunduğu yerden çalması"na hırsızlık denir. Cezâsı Kur'ân-ı Kerîm'de bildirilmiştir: "Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah'tan bir cezâ olarak ellerini kesin! Allah daima üstündür, hikmet sahibidir." 1546
El kesme cezâsının tatbik edilebilmesi için iki âdil şâhidin şâhitlik yapması ve hâkimin de sorgulaması (muhâkemesi) neticesinde suçun sâbit olduğuna kanaat getirmesi gerekir. Hâkim şâhitlere sırasıyla; hırsızlığın mâhiyetini, çalınan malın cinsini, kıymetini, nasıl çalındığını, hırsızlık yerini, hırsızlığın ne zaman yapıldığım, malı çalan şahsın kim olduğunu sorar.
Hırsızlığın nisâbı (el kesme cezâsını gerektirecek en az miktarı) Hanefî mezhebine göre on dirhemdir. Cezânın tatbik edildiği dönemdeki dirhemin değeri esas alınır. 1547
El kesme cezâsı tatbikatına örnek olarak ve Allah hakkı olan bu cezada herhangi bir şefaatçinin kabul edilemeyeceği konusunda şu hadisi zikredebiliriz: "Mahzum kabilesine mensup bir kadının hali Kureyş (kabilesin)i üzdü. Onlar: 'Kim Rasûlullah'a (gidip de) bu kadın (a şefaat) için konuşacak?' dediler. Bir kısmı da: 'Bu işe Rasûlullah'ın sevgili (sahâbî)si Üsâme b. Zeyd'den başkası cesâret edemez' dediler. Üsâme (kadına şefaat için) Rasûl-i Ekrem'le konuştu. Bunun üzerine Rasûlullah buyurdular ki: "Yüce Allah'ın hadlerinden bir hadd(in yapılmaması) hususunda şefaat mi ediyorsun?" Sonra kalkıp bize bir hutbe îrâd etti. Daha sonra buyurdu: "Sizden evvelkilerden (şerefli bir kimse hırsızlık yaptığında (suçluyu) bırakırlardı. (Şeref itibarıyla) zayıf olan kimse çaldığında haddi tatbik ederlerdi. Allah'a and olsun ki, Muhammed'in kızı hırsızlık yapmış olsaydı elbette onun elini de keserdim." 1548
Yol kesme cezâsı: Yoldan geçenlerin önünü kesmek, kuvvet kullanarak geçişi engellemek ve yolcuları soymak. Yol kesme suçu, tek kişiyle veya topluluk halinde, silâhlı veya silâhsız, meskûn alanda veya kırda yahut şehir içinde ya da şehir dışında işlenmiş olabilir. Bütün bu durumlarda suç işlenmiş sayılır ve şu âyette belirlenen cezâ uygulanabilir: "Allah ve Rasûlüne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezâsı, ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ayak ve ellerinin çaprazlama kesilmesi ya da yeryüzünde başka bir yere sürgün edilmeleridir. Bu, dünyada onlar için bir zillettir. Âhirette ise, onlar için büyük bir azap vardır. Ancak kendilerini yakalamanızdan önce tevbe edenler olursa, bilin ki, Allah, "Gafûr'dur, Rahîmdir" çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." 1549 Bu âyete ve İslâm hukukçularının bundan çıkardığı hükümlere göre, yol kesenin cezâsı şu şekilde belirlenmiştir.
a) Soygun yapıp, adam öldürmüşse, yol kesici öldürülür ve ibret için asılır.
b) Yalnız adam öldürmüş olup, soyguna katılmamış bulunursa, asılmaksızın öldürülür.
1545] ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, 2. baskı, Dimaşk 1405/1985, IV, 284 vd.
1546] 5/Mâide, 38
1547] bk. el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyî', VI, 67; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr; IV, 220, 230; Nesaî, Sârık, 10; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 359, 360
1548] Eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VII,' 131, 136
1549] 5/Mâide, 33-34
- 370 -
KUR’AN KAVRAMLARI
c) Adam öldürmeksizin, yalnız soygun yapmışsa, çapraz bir şekilde eli ve ayağı kesilir.
d) Adam öldürmeden ve soygun da yapmaksızın, yalnız yolda korku ve terör meydana getirenlere "sürgün cezâsı" uygulanır Mâlikîlere göre ise; yalnız soygun yapılmışsa Devlet başkanı öldürme, asma ve çapraz kesim konusunda seçimlik hakka sahiptir. Yolda öldürme soygun yapmaksızın yalnız korku ve terör yaratırsa, Devlet başkanı, öldürme, asma, çapraz kesim ve sürgün için seçimlik hakka sahip olur. 1550
İslâm'ın koyduğu bu cezâları uygulamakta titiz davranılması ve kesinlikle taviz verilmemesi gerektiği birçok hadis-i şerifle bildirilmiştir. Bu konuda acıma duygusuna kapılınmaması uyarısı da yukarıda ilgili âyet meâlinde geçmiştir. Hadlerin uygulanması konusunda bazı hadisler: "Allah'ın hadlerini yakında ve uzakta yerine getiriniz. Hiçbir kınayanın kınaması sizi Allah'ın hakkını yerine getirmekten alıkoymasın." "Allah'ın yasaklarına uyan kimseyle o yasakları (hudûdu) ihlâl eden kimse, bir gemiye binip, kur'a çekerek bir kısmı alt kata bir kısmı üst kata yerleşen topluluk gibidir. Aşağı katta olanlar su almak istedikleri zaman yukarı katta olanlara gidip: 'Sizi zarara sokmadan biz kendi katımızda bir delik açsak!' derler. Eğer yukarıdakiler onları serbest bırakırsa hepsi helâk olur, engel olursa hepsi kurtulur." 1551
Şer'î hadlerin tatbiki konusunda gözden uzak tutulmaması gereken bazı hususlar vardır: Her şeyden önce had cezâları bütün müessese ve kurumlarıyla işleyen İslâm Devletinde ve Devletin hâkiminin kararlarıyla uygulanır. Toplumda suça sebeb olabilecek bütün unsurların ortadan kaldırılmış olması, insanların islâmî eğitimle yetiştirilmiş olması, fertlerin maddî manevî ihtiyaçlarını devlet tarafından eksiksiz giderilmiş olması gerekir. Suça götüren yolların tamamen kapatılamaması, şüphelerden sanığın faydalanması, suçun sübut bulması için gerekli şartların tam teşekkül etmemesi gibi sebeplerle geçmişte had cezâları nadir olarak uygulanmıştır. Buna, yöneticilerin bu cezâları uygulamakta gösterdikleri ihmal, acz ve gevşekliği, kayıtsızlığı da eklemek gerekir.
Hadis-i Şerifte: "Şüphelerden dolayı hadleri kaldırınız (uygulamayanız)."1552 buyurulmuştur. İslâm cezâ hukukunda bu önemli bir prensiptir. Bu prensibe göre, Hz. Ömer'in tatbikatıyla, kıtlık yılında hırsızlık yapanın eli kesilmemiş; efendisinin veya akrabasının malından çalan kimseye de, o malda hakkı olabileceği şüphesiyle, bu had uygulanmamıştır. Aşağıdaki örnekler de bu prensiple ilgilidir: Dört kişi bir şahsın zinâ ettiğine şehâdette bulunur; ancak bunlardan ikisi gönüllü diğer ikisi ise gönülsüz olarak şahitlik yaparlarsa Ebû Hanife'ye göre, bunların hiçbirine yani erkeğe, kadına ve şahitlere had tatbik edilmez. Suçluya celde (dayak cezâsı) uygulanırken şâhitlerden birisi şehâdetinden dönse, kalan kırbaçlar vurulmaz. İki kişiden birisi bir şahsın "içki içtiğine", diğeri ise, o şahsın "içki içtiğini ikrar ettiğine" şehâdette bulunurlarsa yine sarhoşluk haddi uygulanmaz. Aynen bunlar gibi, bir kimse önce hırsızlık yaptığını ikrar eder; sonra bu ikrarından döner ve daha sonra da bu malın bir kısmını çaldığını tekrar ederse eli kesilmez. 1553
1550] İbn Teymiyye es-Siyâsetü'ş-Şer'iyye, Mısır 1951, s. 82, 83; İbn Kudâme, el-Muğnî,1367, y.y. VIII, 228
1551] et-Terğib ve't-Terhib, 4/25, 27
1552] Ebû Dâvud, Salât 14; Tirmizî, Hudûd 2
1553] Geniş bilgi iç in Bk. Cevat Akşit, İslâm Cezâ Hukuku ve İnsanî Esasları, İst. 1987, 2. Baskı; Halit Ünal, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 282-283
HIRSIZLIK
- 371 -
Kur'ân-ı Kerim'de Hırsızlık Kavramı
Kur'ân-ı Kerim'de hırsızlık anlamına gelen "sirkat" ve türevleri toplam 9 yerde kullanılır. 1554
Kur'ân-ı Kerim'de, örfte ve hukuk dilindeki ortak anlamıyla hırsızlığa birkaç yönden temas edilir. Birinci grup âyetlerde, Hz. Yûsuf ile kardeşleri arasında geçen olaylar sırasında su kabının çalınması ve hırsızın mal sahibinin yanında alıkonma cezâsı anlatılır.1555 Mekke'nin fethedildiği gün inen âyette, İslâm'a girenlerin Hz. Peygamber'e yaptığı ve içinde "hırsızlık etmeme" taahhüdünün de bulunduğu biattan söz edilir.1556 Mülkiyet hakkının korunmasına ilişkin genel ilkelerden bahseden âyetler hâriç tutulursa Mâide sûresinin 38-39. âyetleri, hırsızlığın hukukî ve dinî hükmüyle ilgili özel açıklama getirmesi yönünden ayrı bir öneme sahiptir.
"Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir cezâ ve Allah'tan (başkalarına) bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah izzet ve hikmet sahibidir. Kim (bu) haksız davranışından sonra tevbe eder ve durumunu düzeltirse şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir. Bilmez misin ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin mülkiyeti Allah'a âittir; dilediğine azap eder ve dilediğini bağışlar. Allah her şeye hakkıyla kaadirdir." 1557
"Ey Peygamber! Mü'mine kadınlar, Allah'a hiçbir şeyi şirk/ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, çocukları öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek (gayri meşrû bir çocuk dünyaya getirip, onu kocasına nisbet ederek iftira etmemek), ma'rûf/iyi işi işlemekte sana karşı gelip isyan etmemek husûsunda sana biat etmeye geldikleri zaman, biatlarını kabul et ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok mağfiret edip bağışlayan, çok merhamet edendir." 1558
"De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü hayır/iyilik Senin elindedir. Gerçekten Sen her şeye kaadirsin." 1559
"Ey iman edenler! Aranızda karşılıklı rızâya dayanan ticaret olması hali müstesna, mallarınızı, bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size merhametlidir. Kim düşmanlık ve haksızlık ile bunu yaparsa (bilsin ki) onu ateşe sokacağız; bu ise Allah'a çok kolaydır." 1560
"Allah, güven (ve) huzur içinde olan bir şehri misal verir ki, o şehrin (halkının) rızkı her taraftan bol bol gelirdi. Fakat Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler de yapmakta oldukları şeylerden dolayı Allah, onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı. Andolsun ki, onlara kendilerinden peygamber geldi de onu yalanladılar. Onlar (kendilerine) zulmederlerken azap onları hemen yakalayıverdi." 1561
1554] 5/Mâide, 38, 38; 12/Yûsuf, 70, 73, 77, 77, 81; 15/Hıcr, 18; 60/Mümtehıne, 12
1555] 12/Yûsuf, 70, 73, 77, 81
1556] 60/Mümtehıne, 12
1557] 5/Mâide, 38-40
1558] 60/Mümtehıne, 12
1559] 3/Âl- İmrân, 26
1560] 4/Nisâ, 29-30
1561] 16/Nahl, 112-113
- 372 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Allah, kullarından dilediği kimsenin rızkını genişletir ve dilediğine de kısar. Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilir." 1562
“Allah, kullarına rızkı bollaştırsaydı, yeryüzünde taşkınlık yapar azarlardı. Fakat dilediği ölçüde indiriyor. Çünkü O, kullarından haberdardır, her şeyi görendir.” 1563
“Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında Biz taksim ettik ve onlardan kimini ötekine derecelerle üstün kıldık ki, biri diğerine iş gördürebilsin. Rabbinin rahmeti, onların toplayıp yığdıklarından daha hayırlıdır.” 1564
“İnsanlar bir tek ümmet olacak olmasaydı, Rahman’ı inkâr edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine binip çıkacakları merdiven yapardık. Ve evlerine kapılar ve üzerine yaslanacakları koltuklar, kanepeler ve süsler verirdik. Bütün bunlar, sadece dünya metâından ibarettir. Âhiret ise, Rabbinin katında takvâ sahiplerine, (günahlardan) sakınanlara mahsustur.” 1565
"İnsanlardan alırken ölçüp tarttıklarında tam, onlara vermek için ölçüp tarttıklarında ise noksan yapan hilekârlara yazıklar olsun!" 1566
“Fakat insan böyledir; Rabbi ne zaman kendisini imtihan edip ona ikramda bulunur, ona nimet verirse; ‘Rabbim bana ikram etti’ der. Ama Rabbi onu imtihan edip rızkını daraltırsa; ‘Rabbim bana ihânet etti, beni küçük düşürdü’ der. Hayır, doğrusu siz, yetime ikram etmiyorsunuz. Yoksula yemek vermeye teşvik etmiyorsunuz. Mirası, helâl-haram demeden yiyorsunuz. Malı da pek çok seviyorsunuz.” 1567
Hadis-i Şeriflerde Hırsızlık Kavramı
Peygamberimiz'in sünnetinde hırsızlık, dünyevî ve uhrevî bir dizi müeyyide/yaptırım ve sorumluluğu gerektiren ağır bir suç ve büyük bir günah olarak nitelendirilmiş, suçu sâbit görülen hırsızlara câhiliyye döneminde de var olan el kesme cezâsı uygulanmış, ayrıca suçun önlenmesi, oluşması, cezânın tatbik esasları konusunda birtakım hukukî ve insanî açıklamalar getirilmiş, uygulama örnekleri sergilenmiştir.
Abbad bin Şurahbil (r.a.), şöyle anlatır: "Ben, yoksul ve açtım. Bunun üzerine Medine'nin bahçelerinden bir bahçeye girip bir (miktar) başağı ovalayıp yedim. (Bir kısmını da) elbisemin içerisine koydum. Az sonra bahçenin sahibi çıkageldi, beni dövdü ve elbisemi aldı. Bunun üzerine Rasûlullah’a (s.a.s.) vardım (durumu, O'na haber verdim). (Rasûlullah s.a.s.), ona: "Sen, (bu adama) bir şey öğretmedin, o câhildi. Ve onu doyurmadın, o açtı" buyurdu. Ona, elbisemi geri vermesini emretti. (Bahçe sahibi de) bana, bir vesk yahut yarım vesk buğday verdi." 1568 (Bir vesk: 19 kilo 960 gramdır.)
"(Komşusu açken tok yatan,) komşusu aç olduğu halde (sadece kendi) karnını doyuran
1562] 29/Ankebût, 82
1563] 42/Şûrâ, 27
1564] 43/Zuhruf, 32
1565] 43/Zuhruf, 33-35
1566] 83/Mutaffifîn, 1-3
1567] 89/Fecr, 15-20
1568] Ebû Dâvud, Cihad 85, h. no: 2620; Nesâî, Âdâbu'l-Kudât 21, h. no: 5374; İbn Mâce, Ticâret 67, h. no: 2298
HIRSIZLIK
- 373 -
kimse mü'min değildir." 1569
"Emâneti, sana emânet eden kişiye ver ve sana hiyânet eden kişiye sen hiyânet etme!" 1570
"Allah, şöyle buyurdu: 'Üç sınıf insan vardır ki, kıyâmet gününde Ben, onların hasmıyım: Biri, Benim adıma yemin edip (ahd eder de) ahdini bozar. İkincisi, hür bir insanı köle diye satar da parasını yer. Üçüncüsü, bir işçiyi ücretle tutar, onu çalıştırıp işi tam yaptırır da, onun ücretini vermez." 1571
"İşçiye, ücretini teri kurumadan veriniz." 1572
“Ben kıyâmet gününde üç kişinin hasmıyım. Bana verdiği sözden cayanın, hür bir kimseyi satıp hakkını yiyenin, bir işçiyi çalıştırıp hakkını tam olarak vermeyenin.” 1573
"Muhakkak insanlara öyle bir zaman gelecek ki, o vakit kişi eline geçirdiği malı helâlden mi, yoksa haramdan mı kazandığını düşünmeyecektir." 1574
"Ey insanlar, sizin aranızda bana birtakım haklar geçmiş bulunuyor. Kimin sırtına vurmuş isem, işte sırtım, aynı şekilde kısas yapsın. Kimin nâmus ve şerefine dil uzattıysam, işte benim nâmus ve şerefim, gelsin ondan öcünü alsın (aynı şekilde dil uzatsın). Kimin malından bir şey aldıysam, işte malım, gelsin ondan alsın. Ben ona, düşmanlık ederim diye asla çekinmesin. Çünkü bu, benim yapabileceğim bir şey değildir. Şunu biliniz ki, benim en sevdiğim kişi, bende hakkı varsa, hakkını alan ya da helâl eden kişidir. Böylelikle ben, nefsim rahat ve huzur içerisinde Rabbime kavuşmuş olurum." 1575
"Hiçbir kimse elinin emeğinden daha hayırlı yiyecek yememiştir ve Allah'ın peygamberi Dâvud da el emeğini yerdi." 1576
“Gerçekten Allah, çalışıp kazanan mü’min kulunu sever.” 1577
“İnsanların yediği şeylerin en temizi (helâli), kendi kazancından olanıdır ve kişinin çocuğu onun kazancındandır.” 1578
“Kim, bildiği halde hırsızlık eşyayı satın alırsa onun günahına ve şerefsizliğine katılmış olur.” 1579
“Haramla beslenen vücut (cennete girmez;) ona ancak ateş yaraşır.” 1580
“... Allah helâl maldan verilen sadakadan başka hiçbir sadakayı kabul etmez...” 1581
1569] Buhârî, EdEbû'l-Müfred, 112
1570] Tirmizî, Büyû' 38, h. no: 1280
1571] Buhârî, Büyû', 170; İbn Mâce, Rehine, 4, h. no: 2442
1572] İbn Mâce, Rehine 4, h. no: 2443
1573] İbn Mâce, hadis no: 2442
1574] Buhârî, Büyû', 35; Nesâî, Büyû', B. 2, h. no: 4432
1575] İbnu'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Târîh Tercümesi -İslâm Tarihi-, Çev. M. Beşir Eryarsoy, İst. 1985, c. 2, s. 292; İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, Büyük İslâm Tarihi, Çev. Mehmet Keskin, İst. 1994, c. 5, s. 398 vd.
1576] Buhârî, Büyû' 15
1577] İbn Kesir, c. 4, s. 397
1578] Ebû Dâvud, Büyû’ 77, hadis no: 3528; İbn Mâce, Ticâre 1, hadis no: 2137-2138; Nesâî, Büyû’ 1, hadis no: 4427-4430; Tirmizî Ahkâm 22, hadis no: 1372; Dârimî, Büyû’ 6, hadis no: 2540
1579] Beyhakî, Sünenu’l-Kübra, V/336
1580] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2787; Keşfu’l Hafâ, hadis no: 2632
1581] Buhârî, Zekât 14, Tevhid, 57; Müslim, Zekât 63; Tirmizî, Zekât, 28, hadis no: 656; Nesâî,
- 374 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Allah, haramdan verilen hiçbir sadakayı ve abdestsiz (su veya toprakla temizlenmeden) de hiçbir namazı kabul etmez.” 1582
"...Bir kimse ellerini semâya kaldırarak: 'Ya Rabbi, ya Rabbi, diye duâ eder. Hâlbuki, yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, kendisi haramla beslenmiş olursa, duâsı nasıl kabul edilir?" 1583
“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden önce o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa, kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” 1584
"Bir sürüye salınan iki aç kurdun sürüye verdiği zarar, kişinin mal ve şeref hırsıyla dine verdiği zarardan daha fazla değildir." 1585
"Beyyine (delil) getirmek, (birine suç isnâd edip) iddiâ eden kimse üzerine; yemin de inkâr eden (dâvâlı konumundaki) kişinin üzerinedir." 1586
"Kim (başkalarının kusurlarını teşhir edip herkese) duyurursa, Allah da (onun kusurlarını) duyurur. Kim de riyâ yaparsa Allah da onun riyâsını ortaya çıkarır." 1587
"Allah size, verilmesi gereken borcunuzu men etmeyi (vermemeyi) ve almaya hakkınız olmayan şeyi almayı haram kıldı." 1588
"Kimin malının yanına (gasbetmek veya çalmak için) gidilir, bu maksatla mal sahibiyle mukatele edilir ve mal sahibi malını savunduğu için öldürülürse, o kimse şehittir ve ona cennet vardır." 1589
"Kim apaçık bir şekilde malı gasbederse (veya cebir kullanarak yağmalarsa) o kimse, Bizden değildir." 1590
"Zânî (zinâ yapan) bir kimse, zinâ yaptığı sırada mü'min olarak zinâ yapmaz, hırsız da çaldığı sırada mü'min olarak hırsızlık yapmaz. İçkici içki içtiği sırada mü'min olduğu halde içki içmez. İnsanların, onun yüzünden gözlerini kendine kaldıracakları kadar nazarlarında kıymetli olan bir şeyi mü'min olarak yağmalamaz." 1591
"...Hırsız da, hırsızlık yaptığı sırada, mü'min olduğu halde hırsızlık etmez..." 1592Zekât 48, hadis no: 2515; İbn Mâce, Zekât 28, hadis no: 1842
1582] Ebû Dâvud, Tahâre 31, hadis no: 59; Nesâî, Zekât 104, hadis no: 139; İbn Mâce, Tahâre 2, hadis no: 271-274; Dârimî, Tahâre 21, hadis no: 692
1583] Müslim, Zekât, 65; Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'an, 3173; Dârimî, Rikak 2720
1584] Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48
1585] Tirmizî, Zühd 43, h. no: 2377
1586] Buhârî, Rehin 6; Müslim, Akdıye 1; Tirmizî, Ahkâm 12; İbn Mâce, Ahkâm 7
1587] Buhârî, rikak 36; Müslim, Zühd 48, h. no: 2987
1588] Buhârî, İstikrâz, 22; Müslim, Akdıyye 10-14
1589] Ahmed bin Hanbel, II/221-223
1590] İbn Mâce, Fiten B. 3, h. no: 3935-3937; Ebû Dâvud, Cihad, B. 128, h. no: 2703-2705
1591] Buhârî, Mezâlim 30, Eşribe 1, 20; Müslim, İman 100, h. no: 57; Ebû Dâvud, Sünnet 16, h. no: 4689; Tirmizî, İman 11, h. no: 2627; Nesâî, Sârık, 1, 8, 64
1592] Buhârî, Hudûd, 1; Müslim, İman 100; Ebû Dâvud, Sünnet, 16, h. no: 4689; Tirmizî, İman 11, h. no: 2760; Nesâî, Eşribe, 42, h. no: 5626; İbn Mâce, Fiten 3, h. no: 3936; Dârimî, Eşribe 4, h. no: 2112
HIRSIZLIK
- 375 -
"Bir kavimde gulûl (denen devlet malından hırsızlık) zuhûr ederse, Allah o kavmin kalplerine korku atar. Bir kavim içinde zinâ yayılırsa orada ölümler artar. Bir kavim, ölçü ve tartılarda (hile yaparak) miktarı azaltırsa Allah ondan rızkı keser. Bir kavmin (mahkemelerinde) haksız yere hükümler verilirse, o kavimde mutlaka kan dökme yaygınlaşır. Bir kavim ahdinden dönüp gadre yer verirse, Allah onlara mutlaka düşmanlarını musallat eder." 1593
"Siz Allah'a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri de, kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı: Sabahleyin aç çıkar, akşama tok dönerdiniz." 1594
"Öyle devir gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helâlden mi, haramdan mı olduğuna hiç aldırmayacak."1595 Rezîn şu ziyâdede bulunmuştur: "Böylelerinin hiçbir duâsı kabul edilmez."
“İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, o zamanda ancak öldürmekle ve zorla mülke erişilir, ancak gasb ve cimrilikle zengin olunur, ancak dinden çıkmak ve hevâya uymakla sevgi kazanılır; kim bu zamana ulaşır da zengin olmaya gücü yettiği halde fakirliğe sabreder, sevgi kazanmaya gücü yettiği halde buğz olunmaya sabreder, izzete gücü yettiği halde alçaltılmaya sabrederse Allah kendisine beni doğrulayan elli doğrulayıcı sevabı verir.” 1596
"Bir kısım insan vardır, Allah'ın mülkünden haksız bir sûrette mal elde etmeye girişirler. Hâlbuki bu, kıyâmet günü onlara bir ateştir, başka değil." 1597
Rasûlullah (s.a.s.), seferi uzatıp saçı başı dağınık, toz toprak içinde kalan ve elini semâya kaldırıp: "Ey Rabbim, ey Rabbim" diye duâ eden bir yolcuyu zikredip dedi ki: "Bu yolcunun yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır ve (netice itibariyle) haramla beslenmektedir. Peki, böyle bir kimsenin duasına nasıl icabet edilir?" buyurdular." 1598
"Kimin malı zulüm yoluyla elinden alınmak istenir ve bu yolda öldürülürse, o kimse şehiddir." 1599
"Birisinin malını kapıp kaçan kimsenin elini kesmek yoktur. Açıkta bulunan bir malı kapıp kaçan bir kimse, Bizden değildir." 1600
“(Kişi ve toplum haklarını kendi zimmetine geçirmek için) Rüşvet alana, verene ve aracı olana Allah lânet etsin!” 1601
"Allah'ın lâneti rüşvet verenin ve alanın üzerinedir (veya üzerine olsun)!" 1602
"On dirhemden aşağısında el kesilmez." 1603
1593] Muvattâ, Cihad 26, h. no: 2, 460
1594] Tirmizî, Zühd 33, hadis no: 2345
1595] Buhârî, Büyû' 7, 23; Nesâî, Büyû' 2, -7, 243-
1596] Naklen: Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 444-445
1597] Buhârî, Hums 7; Tirmizî, Zühd 41, hadis no: 2375
1598] Müslim, Zekât 65, hadis no: 1015; Timizî, Tefsir Bakara, hadis no: 2992
1599] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 17/320
1600] Ebû Dâvud, Hudûd, B. 13, h. no: 4391
1601] Câmiu’s Sağîr, 2/124
1602] İbn M3ace, Ahkâm B. 2, h. no: 2313; Tirmizî, Ahkâm B. 9, h. no: 1351-1352; Ebû Dâvud, Akdıyye, B. 4, h. no: 3580
1603] Ahmed bin Hanbel, II/204
- 376 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"El, bir dinar veya on dirhem miktarı olan hırsızlıktan ötürü kesilir." 1604
"El, ancak kalkanın kıymetine denk bir miktardaki hırsızlıkta kesilir." 1605
Hz. Aişe (r. anhâ) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) zamanında, hırsızın eli, bir deri kalkanın değerinden daha düşük bir eşya için kesilmezdi. Kalkan, türs veya hacefe diye iki çeşitti, ikisinin de belli bir değeri vardı." 1606
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) üç dirhem kıymetindeki bir kalkanı çalan hırsızın elini kesti." 1607
"Allah, bir yumurta çalıp da eli kesilen, bir ip çalıp da eli kesilen hırsıza lânet etsin."1608 (A'meş der ki: "Buradaki yumurtadan maksadın demir topağı olduğu, bazı iplerin de üç ve daha fazla dirhem ettiği kanaatinde idiler.")
Âişe (r. anhâ)'nin bir şeyi çalınmıştı, hırsız aleyhinde (bed)duâ ediyordu. Rasûlullah (s.a.s.) ona: "Hırsız aleyhinde yaptığın duâyı hafifletme" buyurdu. 1609
Ümeyye el-Mahzûmî (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah’a (s.a.s.) bir hırsız getirildi. Suçunu itiraf etmişti. Ancak çaldığı eşya beraberinde bulunmadı. Rasûlullah (s.a.s.), (hadden kurtarmak maksadıyla): "Senin çaldığını zannetmiyorum" dedi. Hırsız: "Hayır çaldım" diye te'yid etti. (Rasûlullah) sözlerini aynı şekilde iki veya üç kere tekrar etti. Sonunda, elinin kesilmesini emretti ve kesildi. Sonra hırsız Rasûlullah’a (s.a.s.) getirildi. Efendimiz: "Allah'a tevbe ve istiğfarda bulun!" diye nasihat etti. Adamcağız: "Allah'a tevbe ediyor, O'ndan mağfiret diliyorum" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) da: "Allahım, onu mağfiret et!"diyerek üç kere duada bulundu." 1610
"Kalem üç kişiden kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan, ihtilâm oluncaya kadar çocuktan, aklı erinceye kadar mecnundan."1611 (Ebû Dâvud, diğer bir rivâyette şu ziyâdeyi kaydetmiştir: "...yaş sebebiyle aklı fesada uğrayandan..."
Ebû Ümâme (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) ile beraber mescidde idik. O esnada bir adam geldi ve: "Ey Allah'ın Rasûlü, ben bir hadd işledim, bana cezasını ver!" dedi, Rasûlullah adama cevap vermedi. Adam talebini tekrar etti. (s.a.s.) yine sükut buyurdu. Derken (namaz vakti girdi ve) namaz kılındı. Rasûlullah (s.a.s.) namazdan çıkınca adam yine peşine düştü, ben de adamı takip ettim. Ona ne cevap vereceğini işitmek istiyordum. Efendimiz adama: "Evinden çıkınca abdest almış, abdestini de güzel yapmış mıydın?" buyurdu. O: "Evet ey Allah'ın Rasûlü!" dedi. Efendimiz: "Sonra da bizimle namaz kıldın mı?" diye sordu. Adam: "Evet ey
1604] Ebû Dâvud, Hudûd 12; Tirmizî, Hudûd 16
1605] Buhârî, Hudûd, 13; Müslim, Hudûd 5; Şevkânî, Neylu'l-Evtâr, VII/140
1606] Buhârî, Hudûd 13; Müslim, Hudûd 5, h. no: 1684; Muvattâ, Hudûd 24, h. no: 2, 832; Tirmizî, Hudûd 16, h. no: 1445; Ebû Dâvud, Hudûd 11, h. no: 4383; Nesâî, Sârik 9, h. no: 8, 77-81
1607] Buhârî, Hudûd 13; Müslim, Hudûd 6, h. no: 1684; Muvattâ, Hudûd 24, h. no: 2, 832; Tirmizî, Hudûd 16, h. no: 1445; Ebû Dâvud, Hudûd 11, h. no: 4484; Nesâî, Sârik 9, h. no: 8,77-82; Şevkânî, Neylu'l-Evtâr, VII/140
1608] Buhârî, Hudûd 13, 29; Müslim, Hudûd, 7, h. no: 1687; Nesâî, Sârik 1, h. no: 4844, 7, 65; İbn Mâce, Hudûd, 22, h. no: 2583
1609] Ebû Dâvud, Edeb 54, h. no: 4909
1610] Ebû Dâvud, Hudûd 8, h. no: 4380; Nesâî, Sârik 3, h. no: 8, 67
1611] Ebû Dâvud, Hudûd 16, h. no: 4398, 4403; Tirmizî, Hudûd 7, h. no: 1423; Nesâî, Talâk 21, h. no: 6, 156
HIRSIZLIK
- 377 -
Allah'ın Rasûlü!" deyince, Efendimiz: "Öyleyse Allah Teâlâ haddini -veya günahını demişti- affetti" buyurdu." 1612
Enes (r.a.) anlatıyor: "Ben Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanında idim. Bir adam huzuruna gelerek: "Ey Allah'ın Rasûlü, dedi, ben bir hadd (suçu) işledim, cezasını tatbik et!" Rasûlullah (s.a.s.) adama (bir şey) sormadı. Derken namaz vakti girdi. Rasûlullah'la birlikte o da namaz kıldı. (s.a.s.) namazını tamamlayınca, adam yanına geldi ve: "Ey Allah'ın Rasûlü! dedi, ben hadd (çeşidine giren bir suç) işledim. Bana Allah'ın Kitabını tatbik et!" Efendimiz: "Sen bizimle birlikte namazını eda etmedin mi?" diye sordu. Adam: "Evet!" dedi. Efendimiz: "Öyleyse git. Zîra Allah, senin günahını affetti" veya "hadd'ini affetti" dedi." 1613
Nu'man İbn Mürre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.): "İçki içen, zinâ yapan ve hırsızlıkta bulunan kimse hakkında ne dersiniz?" diye sordu. Bu sual, bunlar hakkında henüz hadd cezası gelmezden önce sorulmuştu. "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir!" diye cevap verdiler. (s.a.s.): "Bu fiiller ağır suçtur, onlar hakkında ceza vardır. Hırsızlığın en kötüsü de namazını çalmaktır" buyurdu. Bunun üzerine: "Yâ Rasûlullah, kişi namazını nasıl çalar?" diye sordular. Şu cevabı verdi: "Rükûsunu ve secdelerini tamamlamaz." 1614
Âişe (r. anhâ) şöyle anlatır: "Kureyş'in Mahzun soyundan olup da hırsızlık etmiş bulunan bir kadının durumu, Kureyş'e hayli üzüntü vermişti. Onlar: 'Bu kadını cezadan af husûsunda Rasûlullah ile kim konuşabilir? Bu hususta kelâm etmeye Rasûlullah'ın sevgili (ashâbı) olan Usâme'den başka kim cesâret edebilir ki?' dediler. Nihâyet Usâme, bu hususta Rasûlullah ile konuştu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): "Allah'ın tâyin ettiği cezâlardan bir cezâ husûsunda şefaat mi ediyorsun?" buyurdu. Sonra ayağa kalkıp bir hutbe/hitâbe yaparak şöyle buyurdu: "Ey insanlar, sizden evvelki (ümmet)ler, ancak şu sebepten sapmışlardır: Onlar, aralarında şerefli bir kimse çaldığı zaman onu, bırakırlardı da, zayıf olan çaldığı zaman ona, cezâ uygularlardı. Allah'a yemin ederim ki, eğer Muhammed'in kızı Fâtıma çalmış olsaydı, muhakkak onun elini de keserdim!" 1615
Mes'ud İbn'l-Esved (r.a.) anlatıyor: "(Fâtıma isimli) kadın, Rasûlullah’ın (s.a.s.) evinden kadifeyi çalınca biz bunu büyük bir hadise olarak değerlendirdik. Kadın Kureyş'ten (taşınmış) birisiydi. Lehinde konuşmak üzere Rasûlullah'a geldik: "Biz onun cezasına mukabil kırk okiyyelik fidye verelim" dedik. (s.a.s.): "Cezasını çekerek temizlenmesi onun için daha hayırlıdır" buyurdular. Biz Rasûlullah’ın (s.a.s.) sözündeki yumuşaklığı görünce, Üsâme'ye geldik ve: "Git, kadın lehine Rasûlullah'a konuş (da eli kesilmesin)" dedik. Rasûlullah (s.a.s.) bu hali görünce (sertleşti ve) hutbe irad etmek üzere ayağa kalktı, şöyle söyledi: "Aziz ve Celil olan Allah'ın câriyelerinden bir câriyeye terettüp eden Allah'ın haddlerinden birini (tatbik etmemem için) üzerimde niye bu kadar ısrar ediyorsunuz? Muhammed'in nefsini kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl'e yemin olsun! Eğer o kadının tenezzül ettiği şeye (hırsızlığa) Muhammed'in kızı Fâtıma tenezzül etseydi Muhammed
1612] Buhârî, Hudûd 27; Müslim, Tevbe 44, 45, h. no: 2764, 2765; Ebû Dâvud, Hudûd 9, h. no: 4381
1613] Buhârî, Hudûd 17; Müslim, Tevbe 44, 45, h. no: 2764, 2765, Hudûd 24, h. no: 1696
1614] Muvattâ, Kasru's-Salât 72, h. no: 1,167
1615] Buhârî, Hudûd 12, Enbiyâ 54, Fedâilu Ashâb 77; Müslim, Hudûd 8, 9; Nesâî, Kat'u's-Sârik Bâb 6, h. no: 4864-4873; Ebû Dâvud, Hudûd 4, h. no: 4396-4397; Tirmizî, Hudûd, B 6, h. no: 1454; İbn Mâce, Hudûd, B. 6, h. no: 2547-2548
- 378 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(hiç çekinmeden) onun elini mutlaka keserdi."
"Kimin şefaati, Allah'ın emri olan haddlerden birinin yerine gelmesine engel olursa, Allah'ın emrine zıt hareket etmiş olur ve kim haksız olduğunu bile bile bir şeyde mücâdele ederse, bu mücâdeleden vazgeçinceye kadar Allah'ın gazabındadır. Bir kimse, mü'minde olmayan bir sıfatı, mü'min hakkında söylerse Allah onu, bu sözden tevbe edinceye kadar ateşte yananların vücudundan akan pislikle çamurlanmış yerde yerleştirir." 1616
Urve bin Zübeyr, şunu anlatır: "Bir kadın, Fetih Gazvesinde hırsızlık yapmıştı. Akabinde bu kadın, Rasûlullah'a getirildi. Sonra Rasûlullah emretti de, kadının eli kesildi. Âişe (r. anhâ) dedi ki: 'Sonra bu kadının tevbesi güzel oldu ve evlendi. Bu kadın, bundan sonra bana gelirdi. Ben de, onun hâcetini Rasûlullah'a yükseltirdim (arz ederdim)." 1617
Enes (r.a.) anlatıyor: "Ukl ve Ureyne kabilelerinden bir grup insan Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanına gelip: 'Ey Allah'ın Resûlü! Biz hayvancılıkla uğraşıp sütle beslenen (çöl) insanlarıyız, (çift-çubukla uğraşan) köylüler değiliz" dediler. Bu sözleriyle, Medine'nin havasının kendilerine iyi gelmediğini ifàde ettiler. Rasûlullah, onlara (hazineye ait) develerin ve çobanın (bulunduğu yeri) tavsiye etti. Kendilerine oraya gitmelerini, develerin sütlerinden ve bevillerinden içmelerini söyledi. Gittiler, Harra bölgesine varınca, İslâm'dan irtidâd ettiler. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) çobanını da öldürüp develeri sürdüler. Haber, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) ulaştı. Rasûlullah, derhal arkadaşlarından takipçi çıkardı (yakalanıp getirildiler). Gözlerinin oyulmasını, ellerinin kesilmesini ve Harra'nın bir kenarına atılmalarını ve o şekilde ölüme terkedilmelerini emretti." 1618
Ebû'z-Zinâd (merhum) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) develerini çalanların (el ve ayaklarını) kestiği, gözlerini de ateşle oyduğu zaman, Allah Zülcelâl, Hz. Peygamber'i itab etti ve bu mesele üzerine şu âyeti inzâl buyurdu: "Allah ve Resûlü'ne harp açanların cezası…" 1619
Fudâle bin Ubeyd diyor ki: "Rasûlullah’a (s.a.s.) bir hırsız getirilerek (suçu sâbit olması üzerine) eli kesildi ve sonra verilen emre binâen o kesik el, hırsızın boynuna takıldı." 1620
Safvân (bin Umeyye r.a.)'ın anlattığına göre: Bir kere kendisi, Mescid-i Nebevî'de ridâsını (abasını) başına yastık edip uyumuş ve ridâsı, başının altından alınmıştı. Sonra Safvân, hırsızı yakalayıp Rasûlullah’a (s.a.s.) götürmüş, Rasûlullah (s.a.s.) da, (suçu sâbit görülen) hırsızın elinin kesilmesini emretmiştir. Bunun üzerine Safvân: 'Yâ Rasûlallah, ben bunu (yani elinin kesilmesini), istemedim. Ridam ona sadaka olsun' deyince, Rasûlullah (s.a.s.), Safvân'a: "Adamı, bana getirmeden önce (bu işi) yapmalıydın)." buyurdu (Ve hırsızın elini kestirdi). 1621
1616] Ebû Dâvud, Akdıyye B. 14, h. no: 3597
1617] Buhârî, Şehâdet 13; Nesâî, Kat'u's-Sârik B. 6, h. no: 4873
1618] Buhârî, Muhâribin 16, 17, 18, Diyât 22, Vudû' 66, Zekât 68, Cihâd 152, Meğâzî 36, Tefsir, Mâide 5, Tıbb 5, 6, 29; Müslim, Kasâme 9, h. no: 1671; Tirmizî, Tahâret 55, h. no: 72, At'ıme 38, h. no: 1846; Ebû Dâvud, Hudûd 3, h. no: 4364-4371; Nesâî, Tahrimu'd-Dem 7, h. no: 7, 93-98; İbn Mâce, Hudûd 20, h. no: 2578
1619] 5/Mâide, 33; Ebû Dâvud, Hudûd 3, h. no: 4370; Nesâî, Tahrîmu'd-Dem 7, h. no: 7,100
1620] Tirmizî, Hudûd, B. 17, h. no: 1473; Ebû Dâvud, Hudûd B. 21, h. no: 4411; İbn Mâce, Hudûd B. 22, h. no: 2587; Nesâî, Kat'u's-Sârik, B. 18, h. no: 4949-4950
1621] İbn Mâce, Hudûd, B. 28, h. no: 2595; Ebû Dâvud, Hudûd, B: 14, h. no: 4394; Nesâî, Kat'u's-
HIRSIZLIK
- 379 -
"Had (muayyen cezâ) icap eden dâvâlarınızda -huzuruma gelmeden- kendi aranızda anlaşın. Bu dâvâlar, bana getirilince hüküm vermem vâcip olur." 1622
Ebû Abdurrahman oğlu Rebia anlatır: "Ashâbdan Zübeyr bin Avvam, hırsız yakalamış bir adamla karşılaştı. Bu adam, hırsızı hâkime götürmek istiyordu. Zübeyr, adamın hırsızı serbest bırakması için şefaatçi olunca, adam: 'Hayır, hâkime götürmeden dâvâmdan vazgeçmem' dedi. Bunun üzerine Zübeyr: 'Onu, hâkimin huzuruna götürünce, Allah, onu kurtarmaya çalışana da ve bunu kabul edene de lânet etsin (huzura çıkınca dâvadan vazgeçsen de eli kesilir)' dedi." 1623
Abdurrahman'ın babası Kasım şöyle nakleder: "Yemen ahâlisinden eli ve ayağı kesik bir adam gelip Hz. Ebû Bekir'e misâfir oldu ve Yemen vâlisinin kendisine zulmettiğinden şikâyet etti. Bu adam, geceleyin namaz da kılıyordu. Hz. Ebû Bekir (bunu görünce): 'Yemin ederim, senin gecen, hırsızın gecesi gibi değil' dedi. Sonra Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in hanımı Umeys kızı Esmâ'nın gerdanlığını kaybettiler. Adam da, onlarla beraber gerdanlığı arıyordu ve: 'Ey Allah'ım, şu güzel, hayırlı aileye geceleyin baskın yapıp gerdanlığı alanın durumunu sana havâle ediyorum' diye bedduada bulunuyordu. Daha sonra gerdanlığı bir kuyumcuda buldular. Kuyumcu, kendisine eli-ayağı kesik adamın getirdiğini iddiâ etti. O da, suçunu itiraf edince, ya da onun çaldığına dair şâhit bulununca Hz. Ebû Bekir, emir verdi, adamın sol eli de kesildi. Hz. Ebû Bekir: 'Vallahi, bana göre adamın kendi aleyhinde bedduada bulunması, hırsızlığından daha kötü' dedi." 1624
Ebû Ümeyye (r.a.)'den: "Bir hırsız, Rasûlullah’ın (s.a.s.) huzuruna getirildi. Hırsız, suçuna sıhhatli bir şekilde itiraf etti. Fakat çalınan eşya onun beraberinde, yanında bulunmamıştı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) (kendisine hitâben): "Senin çaldığını zannetmiyorum" buyurdu. Hırsız: 'Bilâkis (ben çaldım)' dedi. Bunun üzerine Rasûlullah’ın (s.a.s.) emriyle onun eli kesildi. Sonra Rasûlullah (s.a.s.) (hırsıza): "De ki: 'Ben Allah'tan mağfiret dilerim ve O'na dönüş yaparım" buyurdu. Hırsız: 'Ben, Allah'tan mağfiret dilerim ve O'na dönüş yaparım' dedi. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) de iki kez: "Allah'ım, onun tevbesini kabul eyle" diye duâ etti. 1625
Sa'lebî el-Ensârî (r.a.) da, şu olayı anlatıyor: "Amr bin Semire bin Habib bin Abdi Şems (r.a.), Rasûlullah (s.a.s.)'in yanına gelerek: 'Yâ Rasûlallah, falanın oğullarına âit bir deveyi çaldım. (Cezâmı vermekle) beni (günahtan) temizle' dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.), (Amr'ın dediği) kabileye adam göndererek soruşturdu. Adamlar: 'Gerçekten, bir devemizi bulamadık' dediler. Bunun üzerine Rasûlullah’ın (s.a.s.) emriyle Amr'ın eli kesildi. Sa'lebe demiştir ki: 'Amr'ın eli kesilip yere düştüğü zaman ben, ona bakıyordum. Kendisi, şöyle söylüyordu: '(Ey hırsızlık yapan el,) beni senden temizleyen Allah'a hamd olsun! Sen, cesedimi cehennem ateşine sokmak istedin." 1626
Abdullah bin Amr (r.a.)'dan: "Rasûlullah (s.a.s.)'dan dallarına asılı hurmanın hükmünde soruldu. Rasûlullah (s.a.s.): "Muhtaç olan bir kimse, eteğine Sârik, B: 5, h. no: 4852-4855; Dârimî, Hudûd, B. 3, h. no: 2304; Muvattâ, Hudûd, 28
1622] Nesâî, Kat'u's-Sârik B. 5, h. no: 4856-4857; Ebû Dâvud, Hudûd, B. 5, h. no: 4376
1623] Muvattâ, Hudûd 29
1624] Muvattâ, Hudûd, 30
1625] İbn Mâce, Hudûd, B. 29, h. no: 2597; Ebû Dâvud, Hudûd, B. 8, h. no: 4380; Nesâî, Kat'u's-Sârik, B. 3, h. no: 4848; Dârimî, Hudûd, B. 6, h. no: 2308
1626] İbn Mâce, Hudûd, B. 4, h. no: 2588
- 380 -
KUR’AN KAVRAMLARI
doldurmaksızın ağzına isâbet edip yediği şeyden dolayı bir şey lâzım gelmez. Ama kim ondan bir şey almış olarak çıkarsa, iki misli ödemesi ve cezâ gerekir. Koru altına alındıktan sonra kim ondan bir şey çalar, kıymeti de bir kalkan kıymetine ererse, onun eli kesilir. Ama kim bundan daha az bir şey çalarsa, çaldığının iki mislini ödemesi ve ukubat (ibret sopası) lâzım gelir." 1627
"Hırsızın eli, dörtte bir dinar ve daha fazla kıymette mal çaldığı zaman kesilir." 1628 (Dörtte bir dinar: Çeyrek altın; -ya da on dirhem gümüş-)
"(Üç dirhemlik) kalkan değerinde (bir malın çalınmasıyla) hırsızın eli kesilir."
İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: "Humusa ait kölelerden biri humus malından çalmıştı. Bu hâdise Rasûlullah'a haber verildi. Hırsızın elini kesmedi. "(Hepsi de) Allah Teâlâ'nın malıdır, bazısı bazısını çalmıştır" buyurdular."
"Muhtelis (yankesici) kimseye el kesme cezası verilmez (başka ta’zîr cezâsı verilir)."
"Ne meyve sebebiyle ne de keser (denen hurma göbeği) hırsızlığı sebebiyle el kesilmez."
İbn Şu'ayb an ebihi an ceddihi (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) mescidlerde hadd uygulanmasını yasakladı."
"On kamçıdan fazla ta'zir cezası vermeyin."
Malı Koruma
Mülk sahibinin malını saldırıya karşı koruma hakkı vardır. Evrensel prensipler getiren İslâm, toplumda din ayrılığı gözetmeksizin mal ve can güvenliği için gerekli tedbirleri öngörmüştür. Vahye dayalı semavî dinlerin din, akıl, mal, can ve nesli korumaya yönelik hükümler getirdiği görülür. Din; akide esaslarına inanmak ve ameli hükümlerini günlük hayatta uygulamakla korunur. Akıl; sarhoş edici içkilerden sakınmak ve ruh sağlığına dikkat etmekle; can, kısas hükümlerinin uygulanmasıyla; nesil ise, zinâ dan sakınmakla koruma altına alınır.
Malın korunması; onu israfla saçıp savurmadan tasarruf yanında, zekâtın verilmesi, hırsızlığa karşı gerekli tedbirleri almak ve malı gasbetmek isteyene karşı onu kuvvet kullanarak savunmak şekillerinde olabilir. Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Müslümanın müslümana ırzı ve malı haramdır.” 1629
Mal ve servet, Kur'an da "hayr" kelimesi ile ifade edilmiştir: "Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir mal (hayr) bırakacaksa; anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyyet etmek Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur" 1630 Hadis-i Şerifte şöyle buyurulur: "Sâlih mal, sâlih kişi için ne iyidir!"1631 Sâlih kelimesinin anlamı çok geniştir. Kelime, helâl demek olup, ehil ve lâyık olmak anlamına da gelir. Dolayısıyla her mal, herkes için uygun olmayabilir. Mal ve servet edinmenin teşvik edildiğine
1627] Ebû Dâvud, Hudûd, B. 12, h. no: 4390; İbn Mâce, Hudûd, B. 28, h. no: 2596; Nesâî, Kat'u's-Sârik, B. 12, h. no: 4925-4926; Tirmizî, Büyû', B. 54, h. no: 1303-1304
1628] Buhârî, Hudûd, 18, 19, 20; Müslim, Hudûd, 1; İbn Mâce, Hudûd, B. 22, h. no: 2585; Nesâî, Kat'u's-Sârik B. 9, h. no: 4884-4908; Ebû Dâvud, Hudûd B. 11, h. no: 4384; Tirmizî, Hudûd, B. 16, h. no: 1471; Muvattâ, Hudûd, 24-25; Dârimî, Hudûd, B. 4, h. no: 2305
1629] Tirmizî, Birr 18; İbn Mâce, Fiten 2
1630] 2/Bakara, 180
1631] Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 194
HIRSIZLIK
- 381 -
dâir birçok hadis vardır. Şükreden zenginler övülmüştür.
"Malın korunmuş olması, hem başkalarının tecâvüz ve saldırısına mani olunmasını, hem mülk sahibinin geçerli kurallar dairesinde malını istediği gibi satmak, değiştirmek, vasiyet etmek, hibe etmek veya herhangi bir şekilde tasarrufta bulunmakta hür ve serbest olmasını gerektirir." İslâm'da hırsızlık, ihtikâr (stokçuluk), hile, aşırı kâr ve gasp gibi İslâm dini, malı korumak için, yer ve zamanın şartlarına uygun kurallar koymuştur. Meselâ, hırsızlığı önlemek için, hırsızın elini kesmek gibi.
Malı korumanın başka bir şekli de mallarını koruyamayan sefih (aptal), akıl hastası vb. insanların mallarını vâsi veya vekil tayin ederek korumaktır. Bu konular âyet ve hadislerle düzenlenmiştir.1632 Malı korumakla ilgili bazı fıkhî bilgiler şöyle sıralanabilir: "Mala karşı tecâvüzü önlemek farz olmayıp, haktır. Malı tecâvüze uğrayan kimsenin, tecâvüz edeni kendi haline bırakması veya kavga etmeyerek istediği malı vermesi câizdir.1633 Aynı şekilde sonu öldürmeye de varsa meşrû savunma hakkını kullanması da mümkün ve câizdir.1634 İbn Ömer'den rivâyet edildiğine göre, evine bir hırsız girmiş o da kılıcı çekerek hırsızın üzerine yürümüştür. Eğer kendisine engel olunmasa, hırsıza kılıcı vuracaktı. 1635
Malı saldırıya uğrayan kimsenin gücü yettiği takdirde, öldürmek pahasına da olsa, saldırıyı önleme ve malını koruma hakkı vardır. Çünkü mala olan saldırı hem zulüm ve haksızlık, hem de İslâm'ın koyduğu sınırlara tecâvüzdür. Bu kimse malını savunurken ölürse şehit sayılır. Bir hadisi şerifte şöyle buyurulur: “Kim malını savunmaktan dolayı öldürülürse, o şehittir ve ona cennet vardır.” 1636
Malı saldırıya karşı savunmaktan amaç saldırıyı önlemek olup, saldırganı cezalandırmak değildir. Çünkü tecâvüze uğrayanı bu hakkı kullanmaya ve kendini bizzat müdâfa etmeye mecbur eden, mütecâvizdir. Saldırıya uğrayanın da en hafiften ağırına doğru bir yol izleyerek meşrû müdâfa hakkını kullanması gerekir. Aksi halde meşrû müdâfanın zarûrî kılmadığı fiillerinden sorumlu olur. Çünkü kendisini ve malını bizzat koruması zarûret sebebiyle câiz kılınmıştır; zarûret ise ölçüyü aşamaz. Daha hafif bir davranışla saldırıyı geri çevirmek mümkün iken ağırını kullanmakta zarûret yoktur. Bu duruma göre; mümkün ise, önce sözle ve başkalarını yardıma çağırarak malını ve kendini korur, bu olmazsa vurmaya geçer, vurarak, defetmek mümkün ise yaralaması câiz olmaz ve yaraladığı takdirde sorumlu olur. Vurmakla maksat hâsıl olmuyorsa yaralar; fakat öldüremez. Zarûret bulunmadığı takdirde öldürürse sorumlu olur. Öldürmekten başka çare yoksa öldürür ve sorumlu da olmaz. Eğer saldırıya uğrayan ölürse şehid olur. 1637
Lukata; Yitik Malı Bulma
Lukata; Bir şeyi yerden kaldırıp almak; ilmi, kitaplardan öğrenmek; kılları yolmak; bulunan mal hakkında kullanılan bir İslâm hukuku terimidir. Mülkiyetini
1632] 4/Nisâ, 5; 2/Bakara, 282; Buhârî, Büyû' 48, Husûmât 3
1633] İbn Teymiye, Mecmuâtü'l-Fetavâ, II, 202
1634] İbn Teymiyye, İhtiyârat, 91; İbn. Kudâme, el-Muğnî, VIII, 329
1635] İbn Teymiyye, a.g.e., IV, 188
1636] Ahmed b. Hanbel, II, 221-223; Hayreddin Karaman, İslâm'ın Işığında Günün Meseleleri, I, 223
1637] eş'-Şafiî, el-Ümm, VI, 31; İbn Kudâme, el-Muğnî, VIII, 329; Remli, Nihâyet ü'l-Muhtâc, VIII, 24; Ahmed Yaşar, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 53-54
- 382 -
KUR’AN KAVRAMLARI
veya üzerindeki hakkını terketme niyyeti olmaksızın sahibinin iradesi dışında kaybolmuş ve başkası tarafından bulunup sahibine verilmek üzere alınmış, bulanın sahibini bilmediği muhterem (üzerinde sahibinden başkasının tasarruf hakkı olmayan) mal demektir.
Lukata ile ilgili hükümleri İslâm hukukunun iki temel kaynağından ikincisi olan Hz. Peygamber'in sünneti düzenlemektedir. Kur'an-ı Kerîm lukata ile ilgili hükümleri açıklamamıştır 1638. Bu durum sünnet'e olan ihtiyacın en açık delîlidir.
Lukata konusunun mihverini teşkil eden hadis şudur: Zeyd b. Halid el-Cühenî’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: Bir adam Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelerek lukatanın hükmünü sordu. Hz. Peygamber: "Onun mahfazasını ve bağını belle, sonra bir yıl ilân et! Sahibi gelirse verirsin. Aksi takdirde onu nasıl istersen öyle yap" buyurdu. Adam: Koyunun hükmü nedir diye sordu. Hz. Peygamber: "Onu al. O ya senin yahut din kardeşinin veya kurdundur" buyurdu. Adam; '-kaybolmuş- devenin hükmü nedir?' diye sordu. Hz. Peygamber: "Ondan sana ne? Su tulumu ve çarığı beraberinde. Sahibi rastlayıncaya kadar suya gider ve ağaçları yer" buyurdu. 1639 Bulunan malın alınmasının efdal olup olmadığı ihtilâflıdır. Hanefî ve Şafiîlere göre bulunan bir malın sahibine vermek üzere alınması, terkinden efdaldir. Çünkü böyle bir malı almakla, onun kaybolması önlenmiş olmaktadır. Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855) ise, böyle bir malı almanın, nefsi haram yemekle karşı karşıya getireceğinden, terkinin daha faziletli olduğu görüşündedir.1640 Lukatanın alınıp muhâfaza edilmesi ve sahibi çıktığında ona verilmesi, bütün ilâhi dinlerde mevcud bulunan zarûrât-i diniyye'den malı koruma prensibine dâhildir.1641 Lukatayı alırken mültakit (lukatayı alan)in niyeti önemlidir. Lukatayı alan sahibine vermek üzere alırsa, lukata onun yanında emânet hükmündedir ve telef olması halinde, ödeme mükellefiyeti yoktur. Ancak kendisine mal edinmek maksadıyla alırsa; gâsıb hükmündedir ve malın telef edilmesi halinde tazmin gerekir.1642 Ancak Lukatayı alanın sahibine vermek üzere emâneten aldığının ortaya konulması bazı görevlerin yerine getirilmesine bağlıdır. Bunlar;
a. İşhâd: Lukatayı alanın bunu kendisi için almayıp sahibine vermek üzere aldığına iki adil kişiyi şahid tutmasıdır. Ebû Hanife'ye göre işhâd vâcip; Maliki, Şafiî ve Hanbelilere göre müstehaptır. 1643
b. İlân: Lukatanın -sopa, kırbaç, ip vb. gibi insanların değer vermediği önemsiz şeyler hâricinde- 1 yıl ilânı vâciptir.1644 İlândan maksad malını sahibine ulaştırmaktır. Bundan dolayı ilân insanların kalabalık bulundukları yerlerde özellikle
1638] bk. Ebû Dâvud, Sünne, 5; Azîmâbâdî, Avnu'l-Mâbûd, Medine 1388-89/1968-69, XII, 354-356
1639] Buhârî, Lukata 1, 2, 3, 4, 9, 10,11; Müslim, Lukata,1, 2, 5, 7, 8, 9...
1640] Kâsânî, Bedâyiu's-Sanayi', Kahire 1327-28/1910, VI, 200; İbnü'l-Hûmâm, Fethu'l-Kadir, Kahire 1389/1970, VI, 118; Şirbînî, Muğni'l-Muhtaç, Kahire 1379/195960, II, 406; İbn Kudâme, el-Muğni, Nşr. M. Halil Herrâs, Kahire, ty., V, 694
1641] Karâfi, el-Furuk, Kahire 1347, IV,33
1642] Vehbe ez-Zühaylî, Nazariyyetü'd-Damân, Dımaşk 1402/1982, s. 174-175; Ali el-Hafif, ed-Damân fil-Fıkhi'l-İslâmî, Kahire 1971, I, 102, 104, 107
1643] Tahâvî, Şerhu Meâni'l-Asâr, Kahire 1388/1968, IV,136; Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, Kahire 1357/1983, V, 339; Nevevî, el-Mecmû, Beyrut, t.y., XV, 255-258; İbn Kudâme, a.g.e., V, 708; Necib el-Mutîî, Tekmiletü'l-Mecmü', Bâcî, el-Müntekâ, Kahire 1332, VI, 135
1644] Tahâvî, a.g.e., IV, 136; İbn Kudâme, a.g.e., V, 694; Bâcî, a.g.e., VI, 136; Nevevî, Şerhu'l-Müslim, Kahire 1349, XII, 22
HIRSIZLIK
- 383 -
malın bulunduğu civarda belli aralıklarla yapılmalıdır. Mültakit lukatayı ilân ederken sadece cinsini -altın, gümüş gibi- zikretmelidir. Vasıfların hepsini zikretmesi halinde buna muttali olan ve sahibi olmayan birisi lukatayı kendisinin olduğunu iddia ederek alabilir. Bu durumda multakit lukatayı tazmin eder. Buna göre lukata başkasına gösterilemez.1645 İlân herhangi bir masrafı gerektirirse Hanefî, Şafiî, Hanbelilere göre ilân masrafları multakite aittir. Malikilere göre ise multakit lukatanın ilânı için yapılacak masrafları lukatadan verilmek üzere bir başkasına yaptırabilir. 1646
Şârî'in lukatayı alma konusundaki izni işhâd ve ilânla kayıtlıdır. Bu görevleri yerine getirmeye multakit hakkında gasb hükümleri uygulanır. Multakitin bulduğu malı koruması ve ilân etmesi karşılığında bir ücret hakkı yoktur. Yaptıkları, teberrûdan ibarettir. Ancak mal sahibi multakite bahşiş verebilir. Hanbelî ve Şafiîlere göre ise mal sahibinin vaadi varsa mültakit buna hak kazanır. 1647
Multakitin lukataya yapmış olduğu masrafları mal sahibinden alabilmesi için masrafları hâkimin izniyle yapmış olması şarttır. Aksi takdirde bu masraflar teberrû mahiyetindedir. Hâkimin izniyle yapılan masrafları mal sahibinin ödememesi durumunda multakite masrafları ödettirinceye kadar malı hapis hakkı doğar.1648
Lukatanın sahibi olduğunu iddia edene teslimi:Lukatanın sahibi geldiğinde kendisine malın verilmesi gerekir. Ancak lukatanın kendisinin olduğunu iddia edenin doğruluğunu anlamak için iki yol vardır: 1) Lukatanın vasıflarını bilmek, 2) Delil ile ispat.
Lukatanın, kendisinin olduğunu delil ile isbat edene verilmesi ittifakla vâciptir. Ancak lukatanın vasıflarını bilene verilmesi Hanefîlere göre vâcip değildir. Hanbelî ve Mâlikilere göre ise vasıflarını bilene lukata verilir. Şafiîlere göre ise multakit vasfedenin doğru söylediğine kanaatı varsa lukatayı vasfedene verebilir. 1649
Lukatanın kısımları:
1. Hayvanlar: Hayvanın zayıflaması, sahibinin nafakasını karşılayamaması vb. sebeplerle sahibinin terkedip başkasının alıp beslediği hayvanlar, terk esnasında sahibi, kim alırsa onun olsun demiş ise, mal, alıp besleyene aittir. Böyle bir şey söylememişse, sahibi malını alır; ancak masrafı tazmin eder. 1650
Hanefîlere göre, bulunan bir hayvanın alınması diğer lukatalar gibi câizdir. Hanbelî, Şafiî, Malikî ve Zâhirîlere göre ise devenin alınması câiz değildir. İhtilâfın
1645] Erdebîlî, el-Envâr, Kahire 1326, I, 446; Bâcî, a.g.e., VI, 136
1646] Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî, Dımaşk 1405/1985, V, 778; Abdülkerim Zeydan, Mecmûa Buhûs Fıkhiyye, Bağdad 1407/1986, s. 329-330
1647] Kâsânî, a.g.e., II, 202; İbn Adilberr, el-Kafi, Riyad 1400/1980, II, 839; İbn Kudâme, a.g.e.,V, 745; Şâfiî, el-Ümm, Bulak 1321-25, III,.291
1648] Şeyh Bedreddin, Câmiul-Fusûleyn, Kahire 1300, II, 81; Kâsânî, a.g.e., VI, 203; İbnü'l-Hümâm a.g.e.,VI, 127
1649] Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-31, XI, 8; Kâsânî, a.g.e., VI, 202; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., VI, 129 vd.; İbn Kudâme, a.g.e., V, 709-711; Sehnûn, el-Müdevvene" Kahire 1324, VI, 174-175; Şâfiî, a.g.e., III, 288; Şirbinî, a.g.e., II, 416
1650] İbn Nûceym, el-Bahru'r-Râik, Kahire 1333, V,125
- 384 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kaynağı yukarıda zikredilen hadistir. 1651
Kendini korumaktan âciz olan koyun, kaz, tavuk gibi hayvanların alınması câizdir. Bu tip hayvanlar sahibi çıkmadığında yenilebilir. Ancak cumhura (fukaha çoğunluğu) göre, sahibi çıktığında bedelinin ödenmesi gerekir. İmam Mâlik'e göre ise gerekmez. 1652
2. Dayanıklı olmayan lukatalar: Hanefîlere göre bozulacağından korkulan andan biraz öncesine kadar ilân edilir. Sahibi çıkmazsa multakit bunu yiyebilir. Şafiî ve Hanbelîlere göre kavun, karpuz, üzüm gibi uzun süre dayanıklı olmayan malları bulan dilerse yer, bedelini borçlanır; dilerse satıp parasını muhâfaza edebilir. Malikîlere göre ise dayanıklı olmayan lukatalarda ilân şartı yoktur. Multakit fakirse yiyebilir veya sadaka verebilir. Mal sahibi bundan sonra gelirse multakit yemiş ise bedeli öder; sadaka vermiş ise mal sahibi dilerse sadakaya razı olur, dilerse ödettirir. 1653
3. Kullanımı haram olan bulunmuş şeyler: Bir müslümana ait olan içki, domuz vb. gibi kullanılması haram olan şeyler mal olamayacağından ilânı şart olmadığı gibi, imha da edilebilir. 1654
4. Önemsiz lukatalar (tâfih): İp, sopa, kırbaç, yiyecek kırıntısı gibi bulunan önemsiz şeyler, ilâna gerek kalmadan kullanılabilir. Ancak sahibi gelirse geri alabilir. 1655 Çünkü başkasına göre önemsiz de olsa hiç bir hak zâyî olmaz.
5. Mekke'nin lukatası: Mekke'nin lukatasının alınıp alınmayacağı konusu ihtilâflıdır. Bu konuda ihtilâfın kaynağı şu hadis-i Şerîftir: "....Onun dikeni koparılmaz, ağacı kesilmez, kaybolan eşyası alınmaz. Ancak, bulan ilân maksadıyla almış olursa o hâriç..."1656 Hanefî ve Mâlikîlere göre lukata konusundaki hadisler mutlak olduğundan Mekke'nin lukatası ile diğer yerlerin lukatası arasında fark yoktur. Bu hadisinde Hz. Peygamber (s.a.s.) çeşitli beldelerden yabancıların gelip memleketlerine dönmesi sebebiyle sahibi bulunamaz endişesiyle Mekke'nin lukatası ilânı gerektirmez vehmini insanların kafasından silmeyi ve ilân konusunda azamî titizliğin gösterilmesini murat etmiştir. Hanbelî ve Şafiîlere göre ise Mekke'nin lukatası ancak ilân maksadıyla alınabilir ve ebedî olarak ilân edilir, temellükü câiz değildir. Mezkûr hadis buna delâlet etmektedir. 1657
6. Alınan malın yerinde kalan mallar: Bir kimsenin malı değiştiğinde camide ayakkabı değişmesi gibi bu bir yanlışlık neticesinde olmuş ise, kalan mal lukata hükmündedir. Fakat kasten alınıp yerine kıymetçe ondan daha düşük bir mal
1651] Serahsî, a.g.e., XI, 11; Şirbînî, a.g.e., II, 409; Bâcî, a.g.e., VI,139-140; İbn Kudâme, V, 740-741. Bu konudaki tartışma için bk. Tahâvî, Şerhu Meanil-Âsâr, Kahire 1988/1968, IV, 133-136; İslâmî Araştırmalar, Temmuz 1986, sayı:1, s. 42
1652] İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, İstanbul 1985, II, 257-258; Şevkâni, Neylül-Evtâr, Kahire 1357/1983, V, 342
1653] Serâhsî, a.g.e., XI, 9; Necib el-Multîî, Tekmiletül-Mecmû, XV, 278; İbn Kudâme, a.g.e., V, 739; Sehnûn, a.g.e., VI, 175
1654] Necib el-Mutîi, a.g.e., XV, 278
1655] Buhârî, Buyû' 4, Lukata 6; Müslim, Zekât 164, 166; Şevkânî, a.g.e., V, 337
1656] Buhârî, Lukata 7; Müslim, Hacc 447, 448; Ebû Dâvud, Menâsik 89; Nesaî, Menâsik 110, 120; İbn Mâce, Menâsik 103; Dârimî, Buyû' 60; Müsned, I/318, 348; II/238
1657] Kâsânî, a.g.e., VI, 202-203; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., VI, 128-129; İbnü'l-Kayyım el-Cevziyye, Zâdül-Meâd, Beyrut 1400/1981, III, 453; Şevkânî, a.g.e., 344; Necibel-Mutîî, a.g.e., XV, 253-254; İbn Kudâme, a.g.e., V, 706
HIRSIZLIK
- 385 -
bırakılmış ise, bu malı kullanmak câizdir. 1658
İlân müddeti dolduktan sonra sahibi gelmeyen lukatalarda yapılacak muâmeleler:
1. Sahibi adına korunması: İlân müddeti dolduktan sonra multakit lukatayı korumaya devam edebilir. Ölümünden sonrada varislere paylaşmamaları ve hıfzetmeleri için vasiyette bulunur. 1659
2. Beytü'l-Mâla konulması: Burada lukataların korunacağı bir bölümün bulunması şer'î hükümlerin bir gereğidir. Sahibi geldiğinde lukatayı oradan alır. 1660
3. Hâkime teslim etme: Hâkim lukatayı koruyabileceği gibi borç verilebilecek bir cinsten ise multakite veya başkasına borç verebilir. 1661
4. Satılması: Hâkim veya multakit lukatayı satıp parasını muhâfaza edebilir. Hâkim, lukatayı ilân müddeti dolmadan satabilir ve mal sahibinin hâkimin yaptığı satış akdini feshetme hakkı yoktur. 1662
5. Sadaka olarak verilmesi: Multakit, fakir ise lukatayı kendisi kullanabileceği gibi, bir başka fakire de sadaka olarak verebilir. Hanefîlere göre, multakit zengin ise lukatayı kullanamaz ve bir başka zengine tasadduk edemez. İmam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise verebilir. 1663
Burada şuna işaret etmekte fayda vardır: Lukatanın ilân müddeti içinde sahibinin gelmemesinden dolayı yapılan tasarruflar mal sahibinin hakkını asla zâyî etmez. Her ne zaman gelirse gelsin ve hangi değerde olursa olsun mal sahibi geldiğinde malını alabilir. İtlaf veya elden çıkması durumunda malını ödettirme hakkına sahiptir. Çünkü hakların iptali sözkonusu değildir. 1664
Lukatanın vergisi: Usûlüne uygun olarak sahibi arandıktan sonra sahibi bulunamayan lukataların 1/5’i (humus) tahsil edilir ve kalanı bulana ait olur. 1665
Hırsızlığa Giden Yolun Kapanması ve Müslümanın Mala/Paraya Bakışı
İslâm, özel mülkiyeti, kişilerin mal mülk sahibi olmalarını -helâl kazanç, hibe, miras gibi meşrû yollardan elde edilmiş olmak şartıyla- câiz görmüş, mülkiyet hakkını korumak için tedbirler almıştır. Bu tedbirler, sosyal adâleti temin ve cezâ
1658] Ali Haydar, a.g.e., II, 435; Bilmen, Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, VII, 263-264
1659] İbnü'l-Hümâm, a.g.e., VI, 123
1660] Ali Haydar, a.g.e., II, 431; Şevkânî, V, 343
1661] İbn Nüceym, a.g.e., V, 125
1662] İbn Nüceym, a.g.e., V, 128; Ali Haydar, II, 431
1663] İbn Rüş d, a.g.e., II, 256; Kâsânî, a.g.e., VI, 202; İbnü'l-Hümâm, VI,131-132; Şirbînî, a.g.e., II, 415; İbn Kudâme, V, 700; Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1987, III, 57
1664] Mergınânî, el-Hidâye, el-Mektebetü'l-İslâmiyye ts., II,176; Şafiî, a.g.e., II, 288; İbn Kudâme, a.g.e., V, 700
1665] Ebû Ubeyd, el-Emvâl, Kahire 1401/1981, s. 313 vd.; Salih Tuğ, İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, İstanbul 1984, s. 88; Tecrid-i Tercemesi, V, 314 (Lukata konusuyla ilgili olarak klasik kaynaklar dışında bk.: Abdülkerim Zeydan, el-Lukata ve Ahkâmühâ fi'ş-Şerîati'l-İslâmiyye, Mecmûa Buhûs fıkhiyye, içinde s. 305-348; Feyzi N. Feyzioğlu, Lukata ve Define, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi sayı: 1-4, İstanbul 1954, s. 167; Saffet Köse, İslâm Hukukunda Bulunmuş Mal ve çocuk, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1988); Saffet Köse, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 29-31.
- 386 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tedbirleri olmak üzere ikiye ayrılabilir.
Sosyal adâlet: Sosyal adâletten maksat, toplumun her ferdine fırsat eşitliği tanımak ve herkesin insana yaraşır şekilde yaşama imkânlarını temin etmektir. Bu, İslâm devletine görev olarak verilmiştir. Ayrıca zekât, nafaka, yardımlaşma, fâizsiz borç verme, vakıf ve hayır kurumları da bu tedbirler arasında anılmaya değer.
İslâm devleti mecbûri ve temel görev olarak toplumun eğitimiyle ve Allah'ın indirdiği hükümleri adâletle ve samimiyetle uygulayarak başta şirk olmak üzere her çeşit haramlara giden yolu tıkamakla görevlidir. İslâm toplumu, içindeki emin ve ehil insanlarca (âlim, aydın, yazar, hatip, eğitimci gibi yetişkin seçkinleriyle) ve güçleri oranında onlara destek verip yardımcı olan halkıyla, evlerde anne ve baba ile İslâm devletinin eğitim ve ıslah çabalarına katkıda bulunur. Yalnız, bu faâliyetlerde dikkat edilmesi gereken durum şudur: Bu eğitim ve ıslah kurallarını insanlar kendi kafalarından tespit etme yanlışlığına düşmeden, âlemlerin Rabbi, yani eğitimcisi, terbiye edip yetiştiricisinin eğitim ve ıslah prensiplerini uygulamak zorundadırlar. İslâmî yönetimde müslüman halk ve devlet birbirini tamamlar. Birinin yaptığını diğeri bozmaz. Yetişen insanlar çifte standartlı olmaz. Câmiyle okul, ibâdetle kanunlar, evle sokak birbirine düşman olmaz, tam tersine uyumlu bir işbirliğine gidilir.
Böyle bir sistemde yetişen insanlar, Allah'ın rızâsını her hedefin önüne geçirirler, her idealleri bu ölçü içindir. Böyle bir toplum, mal-mülk konusunda, rızık ve kader konusunda, dünya ve imtihan, âhiret ve hesap konusunda Hakk'a Hakk'ın istediği gibi inanmayanlardan çok farklı düşünür ve hayatlarını tanzim ederler. Bilirler ki, onlar için dünya geçim dünyası değildir, maldan, paradan çok önemli şeyler vardır. Meselâ, içinde bulunduğumuz zaman diliminde yaşadığımız ülkede açlıktan ölen kimse duyulmamış, görülmemiştir. Rızkı veren Allah'tır. Allah, hikmeti gereği ve sınav aracı olarak herkese aynı düzeyde mal ve rızık vermemiştir. Üstünlük zenginlikte ya da fakirlikte değil, hakiki imanda ve imanın ihlâsla yaşanması demek olan takvâdadır. Allah korkusu, İlâhî emirler ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) Sünneti üzerine binâ edilen ahlâkları onları her çeşit haramdan, özellikle kul hakkından sakındırır, başkasının malına göz dikmenin âhirette mutlaka hesabının çok ağır şekilde verileceğini bilir. Dünyada da haram malın, haram gıdanın zararlarını anlar. Haram yemenin kendi iç bünyesini, psikolojik hayatını, fıtratını tahrip ettiğini bilir, aynı zamanda toplumu ifsâd ettiğini, hırsızlığın toplumda olması gereken kardeşlik, güven, dayanışma gibi nice ilişkilere zarar veren toplumsal mikrop olduğunu değerlendirir.
Mal, esâsen insanların sahip olmak istedikleri, ihtiyaç için elde edebildikleri, biriktirilebilen, taşınabilir veya taşınamaz şeylerdir, varlıklardır. Mallar ve çocuklar dünya hayatının süsü 1666 olduğu gibi, aynı zamanda birer fitnedir, yani insan için birer deneme alanıdırlar 1667. Mala sahip olma ile onu harcama yeri; onun kullanılış gâyesidir. Malların gerçek sahibi Allah'tır. O dilediğine dilediği kadar mal ve rızık verir, dilediğinden dilediği kadar, isterse tümünü istediği anda alıverir. Verdiği malla da, mahrum bıraktığıyla da dilediğini (tabii lâyık olanları, lâyık
1666] 18/Kehf, 46
1667] 64/Teğâbûn, 15; 3/Âl-i İmrân, 186
HIRSIZLIK
- 387 -
oldukları şekilde) onurlandırır, dilediğini alçaltır 1668. Mallar, Allah’ın insanlara birer emânetidir. O’nun helâl kıldığı yoldan kazanılmalı ve o mal Allah’a varmak gâyesi için kullanılmalıdır. İnsan ölünce Rabbine kavuşacaktır. Öyleyse kendisine emânet olarak verilen malı, âhiret bilinci ve hesap şuuru içinde kullanıp harcamalıdır. Bir başka deyişle, mal insanın hayatını sürdürebilmesi için Yaratıcı tarafından insanın emrine verilen bir faydalanma aracıdır. İnsan bu aracı güzel bir yoldan elde etmeli ve emânetin asıl sahibinin gösterdiği gibi kullanmalı, bu şekilde hem dünya hem âhiret mutluluğuna ulaşmalıdır. Mal, insanın sonsuz hayattaki durumuna kesinlikle etki edecektir.
İslâm toplumunda müslümanca yetişmiş bir müslüman bilir ki, sadece kendisinin değil, "yeryüzünde yürüyen tüm canlıların rızkını Allah vermektedir."1669 Bunca varlığın rızkını veren, onlardan hiçbirini unutmayan, ihmal etmeyen, açlıktan öldürmeyen Allah, elbette kendisini unutmaz, rızkını kesmez. Müslüman inanır ki; "Allah, rızıkta insanlardan bazılarına bazılarından fazla verir." 1670 Bunun nice hikmetleri vardır, rızkın artırılması da eksiltilmesi de birer sınavdır. Zengin eden de, varlıklı kılan da O'dur.1671 "Allah, size verdiği rızkı kesiverse, size rızık verebilecek olan kimdir?"1672 Allah birine zarar verirse, onu Allah'tan başka giderecek yoktur, bir hayır verirse, bunu da giderecek kimse yoktur. O, her şeye kaadirdir, O, kullarının üstünde her türlü tasarrufa sahiptir, O her şeyi yerli yerinde yapar, her şeyden haberdardır.1673 “Yoksulluktan korkanlar, bilmelidir ki, Allah dilerse onları kendi lutfundan zengin edecektir.”1674; "Allah, kullarından dilediği kimsenin rızkını genişletir ve dilediğinin rızkını da kısar."1675; “Allah, kullarına rızkı bollaştırsaydı, yeryüzünde taşkınlık yapar, azarlardı. Fakat O, (rızkı) dilediği ölçüde indiriyor. Çünkü O, kullarından haberdardır, her şeyi görendir.”1676 Dünya malı fitne/sınav olduğu için, imtihan gereği Allah'ın bazılarını faydalandırdığı dünya hayatının ziynetine/süsüne göz dikmemesi istenir.1677 Allah, mü'minleri açlıkla, mallardan ve ürünlerden, meyvelerden azaltarak fakirlikle imtihan eder, mü'minlere yakışan sabretmektir.1678 "Kişinin günahları çoğaldığı vakit (günahlarına keffâret olarak) Allah Teâlâ onu geçim sıkıntısı ile imtihan eder." Çünkü "günahlardan öyleleri vardır ki, onları ancak geçim sıkıntısı uğrunda çekilen zahmetler mahveder." 1679 Bununla birlikte, iman edip günahlardan sakınan takvâ sahiplerini Allah, ummadığı yerlerden rızıklandırır, Allah'a güvenene Allah yeter.1680 "Kim de Allah'ı zikretmekten, namaz ve Kur'an'dan, Allah'ı hatırlayıp ibâdet ve itaatten yüzçevirirse, onun için dar bir geçim, geçim sıkıntısı vardır." 1681 Müslüman, geçim sıkıntısından şikâyet edip nankörlük edeceğine, bardağın dolu tarafını görmeli, haline hamd ve şükür etmelidir. Şükredince Allah'ın kendisine verdiği
1668] 3/Âl-i İmrân, 26-27
1669] 11/Hûd, 6
1670] 16/Nahl, 71
1671] 53/Necm, 48
1672] 67/Mülk, 21
1673] 6/En'âm, 17; 10/Yûnus, 107
1674] 9/Tevbe, 28
1675] 29/Ankebût, 82
1676] 42/Şûrâ, 27
1677] 20/Tâhâ, 131
1678] 2/Bakara, 155
1679] İbn Asâkir; Ebû Nuaym, Hilye
1680] 65/Talâk, 2-3
1681] 20/Tâhâ, 124
- 388 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nimetlerini artıracağını, nankörlere de azâp edeceğini bilir. 1682
Bütün bu mal ve rızıkla ilgili inanç ve bilinç, gözünün başkalarının malında olmasına, kul hakkına tecâvüz etmesine, hırsızlık gibi haksız ve bâtıl yollarla başkasının malını yemesine engel olacak, hâkimlere ve yetkili şahıslara rüşvet vermeyecektir.1683 Müslümanın gönlü imanla dolu olduğu için, karnı tam tok olmasa da gözü toktur.
Cezâ Tedbiri: Bir kimseyi, özel mülkiyet düşmanlığına sevkeden haklı sebepleri ortadan kaldırıp sosyal adâleti temin ettikten sonra sıra cezâ müeyyidesine gelir. Mal dokunulmazlığıyla ilgili yaptırımların hem maddî, hem de mânevî olan çeşitleri vardır. Bir başkasının malına, meşrû olmayan, rızâsına dayanmayan yollarla el uzatmak yasaklanmış, her çeşit haksız kazanç haram kılınmıştır. Hırsızlık, gasp ve rüşvet gibi başkasının malına her türlü tecâvüz, gayr-ı meşrû kazanç yasaklanıp haram kılınmıştır.
Emeği sömürmek: “İşçiye hakkını, teri kurumadan veriniz.”1684; “Ben kıyâmet gününde üç kişinin hasmıyım. Bana verdiği sözden cayanın, hür bir kimseyi satıp hakkını yiyenin, bir işçiyi çalıştırıp hakkını tam olarak vermeyenin.” 1685
Haram Kazanç Yolları: Aslında helâl olan, fakat hırsızlık gibi haram yollarla elde edilmiş olan paralarla alınan gıda maddelerini yemek de haramdır. Böyle haram parayla elde edilen yiyecekler, farkında olmasak bile beden ve ruh sağlığımız açısından sakıncalı, âhiret gıdalarına ulaşma açısından engelleyici özelliktedir. Kur’an, temiz gıdalardan yememizi emretmiştir.1686 Maddî bakımdan temiz olsa da, haram olan gıdalar, manevî yönden temiz değildir.
Mü’min, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin ihtiyaçlarını karşılamak ve gücü yetiyorsa toplumdaki ihtiyaçları gidermek için Allah’ın meşrû kıldığı, helâl yollardan geçimini temin etmeye çalışacaktır. Geçim zorluğunu bahane ederek haram yollardan para kazanmaya çalışmak, dünyada zulme ve sömürüye sebep olmak, âhirette İlâhî azâba uğramak demektir. Peygamberimiz bu gerçeği şöyle açıklar: “Haramla beslenen vücut (cennete girmez;) ona ancak ateş yaraşır.” 1687
Haramla beslenen kimse, Allah'tan uzaklaşacağı için, duâsı da Allah tarafından kabul edilmeyecektir. "...Bir kimse ellerini semâya kaldırarak: 'Yâ Rabbi, yâ Rabbi, diye duâ eder. Hâlbuki, yediği haram, içtiği haram, giydiği haram; kendisi haramla beslenmiş olanın duâsı nasıl kabul edilir?" 1688 Müslümanın yiyeceğine, içeceğine, giyeceğine ve diğer ihtiyaçlarına dikkat edip, bu konuda hırsızlık gibi her türlü haramdan tüm gücüyle uzak durması gerekmektedir. Helâl lokmanın açacağı kapı da büyük olacaktır: "Kim helâl lokma yer, Sünnet (Şeriat) gereğince amel eder ve insanlar da, onun kötülüklerinden emin olurlarsa, o kişi muhakkak cennete girer." 1689
1682] 14/İbrâhim, 7
1683] 2/Bakara, 188
1684] İbn Mâce, hadis no: 2443
1685] İbn Mâce, hadis no: 2442
1686] 2/Bakara, 172
1687] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2787; Keşfu’l Hafâ, hadis no: 2632
1688] Müslim, Zekât 65; Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'an, h. no: 3173; Dârimî, Rikak, h. no: 2720
1689] Tirmizî, Sıfatu'l Kıyâmet, h. no: 2640
HIRSIZLIK
- 389 -
Allah'a hakkıyla kulluk yapan, temiz ve helâl rızıklardan başkasını istemeyip nimetlere şükreden sâlih kullara, Allah dünyada da güzellikler ve zenginlikler verir. Nankörlük edenlerin kendilerine gelmesi için, onları cezalandırır: "Allah, güven (ve) huzur içinde olan bir şehri misal verir ki, o şehrin (halkının) rızkı her taraftan bol bol gelirdi. Fakat Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler de yapmakta oldukları şeylerden dolayı Allah, onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı. Andolsun ki, onlara kendilerinden peygamber geldi de onu yalanladılar. Onlar (kendilerine) zulmederlerken azap onları hemen yakalayıverdi." 1690
Çalınan ve Gasbedilen Şeyi Satın Almak: Çalınan veya haksızlıkla sahibinden alınan bir şeyi bilerek satın almak bu haksız fiile yardımdır. "... Günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın; Allah'tan korkun; çünkü Allah'ın cezâsı çetindir."1691 Suça yardım da suçtur, harama yardım da haramdır. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kim, bildiği halde hırsızlık eşyayı satın alırsa, onun günahına ve şerefsizliğine katılmış olur.” 1692
Rızıktaki Farklılığın Hikmetleri
“Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında Biz taksim ettik ve onlardan kimini ötekine derecelerle üstün kıldık ki, biri diğerine iş gördürebilsin. Rabbinin rahmeti, onların toplayıp yığdıklarından daha hayırlıdır.” 1693; “Allah, kullarına rızkı bollaştırsaydı, yeryüzünde azarlardı. Fakat dilediği ölçüde indiriyor. Çünkü O, kullarından haberdardır, her şeyi görendir.” 1694
Şiddetli fakirlik içinde de olsa, mü’min, Allah’ın hikmeti gereği olan bu farklılıktan dolayı mahzun olmaz. Çünkü insana verilen tüm dünyalık, az bir metâ ve geçici bir zevktir. Onun için mü’minin haksızlık etmesi, fakirlikten dolayı hırsızlık gibi yollara gitmesi, gâye ve gayretinin dünyalık olması ve onun yokluğu veya elden çıkması durumunda fazlaca üzülmesi doğru olmaz. Çünkü mü’minin maksadı âhiret; gâyesi Allah’ın rızâsıdır. Ve o, dünyanın Allah katındaki değersizliğinin derecesini bilir. “İnsanlar bir tek ümmet olacak olmasaydı, Rahman’ı inkâr edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine binip çıkacakları merdiven yapardık. Ve evlerine kapılar ve üzerine yaslanacakları koltuklar, kanepeler ve süsler verirdik. Bütün bunlar, sadece dünya metâından ibarettir. Âhiret ise, Rabbinin katında takvâ sahiplerine, (günahlardan) sakınanlara mahsustur.” 1695
Yani, câhillerin birçoğu mal vermemizin, verdiğimiz kimselere olan sevgimizin bir delili zannedip, mal için küfür üzerine toplanmasalardı, “Rahmân’ı inkâr edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine binip çıkacakları merdiven (asansör) yapardık.” Yani, merdiven, kapılar, koltuk ve yastıklar hep gümüşten olacak. Ama bütün bu dünyalıklar, Allah katında değersiz ve geçici olan şeylerdir. Mü’min, rızık darlığında ve başkaları için bir genişlik sözkonusu iken, kendisinin çektiği sıkıntı karşısında dünyalık hiçbir şeye üzülmez. Dünyada geçimini helâl yollardan olmak üzere temin etmeye çalışır, ama zenginlik hırsına kapılmaz ve haramlara meyletmez. Onun hırs ve gayreti, Allah rızâsına ve âhirete yöneliktir;
1690] 16/Nahl, 112-113
1691] 5/Mâide, 2
1692] Beyhakî, Sünenu’l-Kübrâ, V/336
1693] 43/Zuhruf, 32
1694] 42/Şûrâ, 27
1695] 43/Zuhruf, 33-35
- 390 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dünya metâına değil. Çünkü “dünya, Allah katında bir sivrisineğin kanadı kadar değerli olsaydı, hiçbir kâfire asla ondan su içirmezdi.” 1696
Bu söylenenlerden, müslümandan fakirliğe teslim olmasını ve çalışmayı bırakmasını istediğimiz anlaşılmamalıdır. Burada kast edilen, müslüman, sebeplere tutunma konusunda dinin kendisinden istediği şeyi yerine getiriyor ve rızık kazanmak için meşrû yollarla çalışıyor da buna rağmen rızkı az ve kısık kalıyorsa, elinin darlığından ve rızkının azlığından dolayı üzülüp huzursuz olmaması ve hırsızlık gibi haramları aklına bile getirmemesidir.
Rızık Darlığı İmtihanı Karşısında Müslümanın Tutumu
Rızkın darlığı halinde müslüman için doğru olan tutum şu tarzda gerçekleşir: Müslüman yakînen bilmeli ve aklında tutmalı ki, rızkın genişlemesi ve daralması, Allah’ın kuluna ikrâmının veya ona -hâşâ- ihânet etmesinin, onu horlamasının bir işareti değil; sadece kul için sınama ve denemedir.1697 Rızıkta bir darlık sözkonusu olunca bu, Allah’ın, kulunu imtihan etmeyi murad ettiğine delâlet eder. Allah, kullarını dilediği zaman dilediği şeyle imtihan eder. Açlıkla imtihan ise, mü’minler için şu veya bu şekilde mutlaka olacaktır. “Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey Peygamber!) Sen sabırlı davrananları müjdele.” 1698
Bu durumda bilmeli ki, sarılıp yerine getirmesi gereken ibâdet, sabr-ı cemîldir. Bu ibâdeti yerine getirdi mi, ecirleri kendilerine hesapsız verilecek olan yakînen iman etmiş sabırlılardan olur. Üzülmemeli, eli daraldığı, rızkı azaldığı ve geçimi zorlaştığı için tasalanmamalıdır. Daima Rasûlullah ve onun ashâbını, onların yaşadığı fakirlikleri, karınlarına taş bağlamak zorunda kalışlarını hatırlamalıdır. Bilmeli ki, dünya metâı az ve geçici, lezzetleri fânidir. Elden çıkınca da üzülmeye ve tasalanmaya değmez. Mal azlığı yüzünden kendinden daha aşağıdaki insanlara bakmalı; mal çokluğu açısından kendinden üstte olanlara bakmamalıdır. “İki haslet vardır, bunlar kimde bulunursa Allah onu şükredenler ve sabredenler arasına yazar: Din hususunda kendinden üstün olana bakıp ona uymak; Dünyalıkta kendinden aşağı olana bakıp Allah’ın kendine vermiş olduğu üstünlüğe hamdetmek. İşte böyle olan kimseyi Allah şükredici ve sabredici olarak yazar. Kim de din konusunda kendinden aşağı olana bakar, dünyalıkta da kendinden üstün olana bakar ve elde edemeyeceğine üzülürse Allah onu şükreden ve sabreden olarak yazmaz.”1699; "Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah'ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için gereklidir."1700 Bu hadislerde, hasedin (çekememezlik) ilacı vardır. Çünkü kişi, kendinden üstün olana bakıp kendini onunla kıyaslayınca haset etmekten emin olmaz.
Yine Buhârî’nin rivâyet ettiği şu hadisi aklında bulundurmalıdır: “Dünyada bir garip veya (geçip giden) yolcu gibi ol (öyle yaşa).”1701 Bu hadis, dünyada zühd’e, dünyayı benimsememeye ve yetecek kadar yiyecekle kanaat etmeye teşvik hususunda bir kuraldır. İmam Nevevi şöyle der: “Bu hadisin anlamı, dünyaya
1696] Tirmizî
1697] 89/Fecr, 15-16
1698] 2/Bakara, 155
1699] Tirmizî, Kıyâmet 59, hadis no: 2514
1700] Buhârî, Rikak 30; Müslim, Zühd 8, hadis no: 2963; Tirmizî, Kıyâmet 59, h. no: 2515
1701] Buhârî, Rikak 2; Tirmizî, Zühd 25, hadis no: 2334
HIRSIZLIK
- 391 -
meyletmeyin, orayı vatan edinmeyin, orada kalmayı içinizden (bile) geçirmeyin ve vatanları olmadığından gariplerin bir yerde bağlanıp kalmadıkları gibi siz de dünyaya bağlanmayın.” Yolcu, vatanına ulaşmak arzusuyla yolda yürüyen, geçip giden demektir. Kişi dünyada, efendisinin ihtiyacı sebebiyle başka bir beldeye gönderdiği köle gibidir. O, gönderildiği işi yapmada acele etmek, sonra vatanına dönmek ve başka şeylerle ilgilenmemek durumundadır. 1702
Haramdan, Hırsızlıkla Oluşmuş Hakdan Temizlenmek
İslâm dini bütün yönleriyle insan haklarına son derece önem vermiş ve bu hakların gözetilmesini emretmiştir. Allah (c.c.), Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır: "Mallarınızı, aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken insanların mallarından bir kısmını, yalan yemin ve şâhitlikle yemeniz için o mallan hâkimlere (reislere, yetkili idârecilere veya mahkeme hâkimlerine el altından rüşvet olarak) vermeyin" 1703; "Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakınınız. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin (aleyhinde konuşmasın). Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhametlidir." 1704
Her ne sûretle olursa olsun insanların haklarına tecâvüz edip onlara haksızlık yapanlar, zâlimler grubuna girmektedir ki, Cenâb-ı Allah Kur'ân-ı Kerîm'in birçok âyetlerinde onları şiddetle yermiş ve onlar için büyük azaplar olduğunu bildirmiştir: "Sorumluluk, ancak insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere âittir. İşte böylelerine acı bir azap vardır." 1705; "Zâlimlerin varacağı yer ne kötüdür!" 1706; "Zâlimler için yardımcılar yoktur" 1707; "Biliniz ki Allah'ın lâneti zâlimlerin üzerinedir." 1708
Hz. Peygamber (s.a.s.) de bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Birbirinize hasetlik etmeyin! Müşteri kızıştırmayın! Birbirinize buğzetmeyin! Birbirinize sırt çevirmeyin! Biriniz diğerinin pazarlığı üzerine satış yapmasın! Kardeş olun ey Allah'ın kulları! Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez; onu yardımsız bırakmaz; onu küçümseyip hakir görmez. - Üç defa kalbine işaret ederek- Takvâ şuradadır. Kişiye kötülük olarak müslüman kardeşini hakir görmesi yeter. Müslümanın her şeyi, kanı, malı ve ırzı diğer müslümana haramdır." 1709
Ebû Hureyre (r.a.) der ki: Rasûlüllah (s.a.s.) ashâbına: "Müflis (iflas etmiş) kimdir bilir misiniz?" diye sordu. Ashab: "Bizim aramızda müflis, hiç bir dirhemi ve eşyası olmayan kimsedir" dediler. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Benim ümmetimden müflis o kimsedir ki kıyâmet gününde namaz, oruç ve zekâtla gelecek, ancak şuna sövmüş; buna zinâ iftirasında bulunmuş; bunun malını yemiş; bunun kanını dökmüş; diğerini de dövmüş olarak gelecek; dolayısıyla şuna hesenâtından (iyiliklerinden, sevaplarından) buna da hesenâtından verilecektir. Şâyet dâvâsı sonuçlanmadan hesenâtı biterse, onların (hak sahiplerinin) günahlarından alınarak bunun üzerine yüklenecek ve
1702] a.g.e. 11/233-234; Abdülkerim Zeydan, İlâhi Kanunların Hikmetleri, İhtar Y. s. 363-365
1703] 2/Bakara, 88
1704] 49/Hucurât, 12
1705] 42/Şûrâ, 42
1706] 3/Âl-i İmrân, 151
1707] 5/Mâide, 72
1708] 49/Hucurât, 12
1709] Müslim, Birr 32
- 392 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sonra da cehenneme atılacaktır."1710; "Kıyâmet gününde haklar, mutlaka sahiplerine ödenecektir; öyle ki boynuzsuz koyun için dahi boynuzlu koyundan kısas alınacaktır." 1711
Haram yoldan bir şey elde eden, kazanan kimse pişman olur, tevbe etmek ve sorumluluktan kurtulmak isterse üç şey yapması gerekecektir: Pişmanlık duygusu ile Allah'a kalbini açıp yalvarmak, bağışlanmasını dilemek, haramı mülkünden çıkarmak, sahibine/ehline vermek.
a- Tevbe: Kitap ve Sünnet, Allah Teâlâ'nın tevbeyi kabul buyurduğunu, pişman olup af dileyenleri bağışladığını ifâde eden sayısız nassı (âyet ve hadisi) içerir. Haram işleyen -ayrıca kul hakkına da tecâvüz etmiş olsun veya olmasın- Allah'a karşı suç işlemiş, O'nun emrini tutmamış, yasaklarını çiğnemiştir. Bunun telâfî yolu, samîmî bir pişmanlık içinde Tevvâb, Rahmân, Rahîm, Ğafûr, Settâr... olan Allah'a yalvarmak, boyun eğip bağışlanmayı dilemektir. Tevbe etmenin üç şartı vardır:
O günahı terk etmek,
Onu işlediğine pişman olmak,
O günahı bir daha işlememeye kesin karar vermek. Bu üç şarttan biri eksik olursa tevbe geçerli olmaz.
b- Haramı Mülkünden Çıkarmak: Haram işlerken aynı zamanda kul hakkına tecâvüz etmiş; hırsızlık, gasp, aldatma, hile, fâizcilik, kumar gibi yollardan bir mal ele geçirmiş ise bunu mülkünden çıkarması, uzaklaştırması gerekecektir. Hak sahibinin hakkından arınmak, kul hakkından kurtulmak için şarttır.
Haram mal, belli ve muayyen bir şey ise onu ayırmak kolaydır. Bir hayvan veya eşyayı gasbeden ve tüketmemiş bulunan kimse onu kolayca mal varlığından ayırır ve sahibine verir. Durum böyle değilse, ortaya çıkan ihtimalleri şöylece sıralamak mümkündür:
1- Haram mal, helâl ile karışmış olup tahıl, para, yağ gibi mislî (emsâli/denk olan benzeri ile ödenmesi mümkün) olursa, iki ihtimal vardır: Birincisi, haramın miktarı bellidir; bu takdirde o miktar mal (buğday, arpa, yağ...) ayrılır. İkinci ihtimal ise, haramın miktarı belli değildir; bu takdirde zann-ı gâlibe göre hareket edilir. Haram olması kuvvetle muhtemel olan miktar çıkarılır. Helâl olduğu kesin bulunan miktarı bırakıp şüpheli olanlar da dâhil olmak üzere geri kalanı çıkarmak ve ayırmak ise takvâ yoludur.
2- Helâl ile karışmış bulunan haram mal ev, toprak vb. gibi her biri ayrı değer taşıyan cinsten mal ise burada sulh ve karşılıklı rızâ esasına göre helâlleşmek söz konusu olacaktır. Helâlleşmede hak sahibine malını aynen iâde etmek esastır. Bu mümkün olmazsa misli (emsâli, benzeri), bu da mümkün olmazsa değeri verilir.
c- Haram Malın Verileceği Yer: Tevbe edenin, mal varlığından ayırdığı haram malı sahibine ve ehline vermesi de ona düşen bir vazifedir. Kime, nereye, nasıl vereceğine gelince karşımıza yine çeşitli ihtimaller ve şıklar çıkmaktadır:
1- Haram malın sahibi belli ise malı kendisine verilecektir. Sahibi ölmüş ise
1710] Müslim, Birr 59
1711] Müslim, Birr 60
HIRSIZLIK
- 393 -
hak, vârislerine âittir. Malın, sahibi kaybolmuş ise -Fıkh'ın mefkud bahsinde açıklanan müddet geçinceye kadar- beklenecek, bu arada meydana gelen artışlar da sahibi adına muhâfaza edilecektir.
2- Malın sahibi belli olmakla beraber bulunmasından ümit kesilmiş, vâris bırakmadan ölmüş olabilir veya gizlice alınan, zimmete geçirilen ganimet malında olduğu gibi- hak sahipleri pek çok olabilir ve bunları bulup, teker teker haklarını kendilerine teslim etmek mümkün olamaz (Çünkü ganimetin beşte biri çıkarıldıktan sonra geri kalan, bütün gâzilerin hakkıdır). Bu takdirde haram malın fakirlere tasadduku söz konusudur. Haram malın, fakirlere sadaka olarak verilmesinin câiz olup olmadığı tartışılmıştır. İslâm âlimlerinden bir grup, haramın mülk olmadığını veya temiz bir mal olmadığını göz önüne alarak fakirlere, sadaka olarak verilemeyeceği görüşünü benimsemişlerdir.
Gazzâlî bu görüş ve açıklamayı da -yerine göre uygun ve tutarlı bulmakla beraber- nakil ve kıyas delillerine dayanarak aksi görüşü; yani haramın tasadduk edilebileceği görüşünü benimsiyor. Delillerine gelince:
Naklî delil: Hz. Peygamber (s.a.s.) bir cenâze defninden dönerken bir Kureyşli kadının verdiği ziyâfete dâvet edilmiş, önüne konulan kızartılmış koyun, "haram olduğunu" bildirince "bunu kaldırın ve esirlere yedirin" buyurmuştur. Bu esirlerden maksadın, muhtaç mahpuslar (hapiste yatanlar) olduğu açıklanmıştır.1712 Bizans'ın İran'a gâlip geleceğini bildiren Kur'an haberini1713 müşriklerin yalanlayıp alaya almaları üzerine Hz. Ebû Bekir onlarla iddiâya girmiş, Kur'an haberi tahakkuk edince iddiâya bağlı develeri karşı taraftan almıştı. Ancak bu arada kumar haram kılındığı -mezkûr iddiâ kumar hükmünde olduğu- için Rasûlullah (s.a.s.) bunları tasadduk etmesini emretmiştir. Sahâbe ve tâbiûndan bu konuda, aynı hükmü destekleyen başka nakiller de vardır.
Kıyas delili: Haram malın sahibi bulunmadığına göre, geriye iki ihtimal kalmaktadır: Ya imhâ etmek, örneğin denize atmak ya da fakirlere vermek. Denize atılırsa bunun ne adama, ne malın sahibine ve ne de fakirlere faydası olacaktır. Hâlbuki fakirlere verildiği zaman bunun hem onlara faydası dokunacak, hem de duâlarından malın sahibi faydalanacaktır. Karşı tarafın "biz ancak helâl ve temiz olanı tasadduk edebiliriz" sözü yerinde olmakla beraber, buraya uymamaktadır. Çünkü haramı yemeyip fakire veren kimse bu işten kendisi için ecir ve sevap beklemiyor; yalnızca haramdan kurtulmak istiyor; bunu da malı zâyi ederek değil; fakirlere vererek yapıyor. "Kendimiz haramı nasıl yemiyorsak fakirlere de yedirmeyiz" sözüne de Gazzâlî şu cevabı veriyor: Bu mal, haram yoldan kazanana haramdır; ancak yukarıda verdiğimiz nakiller bunun fakirlere helâl olduğunu ifâde etmektedir. Şu halde fakir için harama değil; helâle râzı olmak söz konusudur. (Bize göre, günümüzde böyle bir haram mal, temiz paraya karıştırılmadan vergi vb. yollarla devlete verilecek giderler için kullanılır. Haram mülk olmadığından aynı miktar temiz para Allah yolunda infak edilir. Bunun iki sebebi vardır: Bir; o haram para, kişinin kendi malı değildir; o olmasaydı, nasıl olsa temiz parasından giderini karşılayacaktı. İki: Ceza, amelin/suçun cinsinden olmalı, bir seyyieyi silmek için kendi cinsinden bir hasene işlemelidir. Para cinsinden bir suçun silinmesi, para cinsinden bir sevapla olur. Onun için temiz ve helâl paradan o miktar
1712] Tirmizî, Savm 3
1713] 30/Rûm, 1-5
- 394 -
KUR’AN KAVRAMLARI
infak edilmelidir. Bu yapılınca, sadakanın/infakın sevabına da girmiş veya günahın keffâreti için bunu değerlendirmiş olacağız, Gazzâlî'nin tavsiyesinin aksine, maddî kaybımız olmayacak; mânevî kazancımız olacaktır.)
3- Malın belli bir sahibi yoksa, meselâ devlet hazinesi veya âmme malından, haksız bir şekilde alınmış, zimmete geçirilmiş ise helâlleşmek için bu malın âmme menfaatlerine, bütün müslümanların faydalandıkları hizmet ve hayırlara sarfı gerekmektedir; meselâ yol, köprü vb. burada örnek olarak zikredilebilir. 1714
“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden önce o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa, kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” 1715
Farklı Hırsızlıklara Örnekler
(Dolandırıcılık, Üçkâğıtçılık, Kleptomani, İntihâl, Yol Kesme, Soygun, Zimmet, Rüşvet, Kumar...)
Dolandırıcılık
Bir kimsenin malını ya da parasını hileli yollara başvurarak elinden alma işine dolandırıcılık denilmektedir. Dolandırıcılık, bir kişinin saflığından yararlanarak, ya da güven duygusunu istismar ederek onu kandırıp nitelikli hilelerin yapılması ve bunun sonucunda ondan yarar sağlanmasıdır. Türk ceza kanununda daha çok karşılıksız çek verme konusu bu kapsamda değerlendirilir. Dolandırıcılara üç aydan üç yıla kadar hapis ve para cezası verilir. Ama bu dolandırıcılık resmî daire ve kurumlara karşı işlenmişse, bir kimseyi askerlikten kurtarmak amacıyla işlenirse, verilecek ceza bir yıldan beş yıla kadar hapistir. Bunlar Türk cezâ kanunlarında belirtilir, ama kanunlarda günümüz hayatında sık karşılaşılan dolandırıcılık çeşitlerine pek yer verilmez. İslâm'da ise, her çeşit kandırmak, aldatmak, malın kusurunu gizlemek, hileli mal satmak, hatta alım-satıma en küçük bir yalan karıştırmak bu suç kapsamında değerlendirilir. "İnsanlarda zenginlik hırs ve tamahı olduğu müddetçe dolandırıcılar aç kalmaz" denir.
Üçkâğıtçılık
Yalanla, düzenle, hileyle insanları aldatmaya, işlerini bu yolla yürütmeye, dolandırıcılık, düzenbazlık, hilekârlık yapmaya üçkâğıtçılık da denir. Aslında üçkâğıtçılık, üçkâğıt oynatma işi demektir. Üçkâğıt oynatan kişiye üçkâğıtçı denir. Üçkâğıt: Yerde kapalı duran üç iskambil kâğıdından farklı olanı bulmayı amaçlayan ve el çabukluğuna dayanan oyunun adıdır. Genellikle yerdeki kâğıtlardan ikisi kırmızı, birisi siyahtır. Oyunu düzenleyen üçkâğıtçı, el çabukluğuyla bunları karıştırıp siyahın bulunmasını ister. Siyahı bulan oyuncu, yere sürülen parayı alır. Bulunması gereken kâğıt siyah olduğu için "bul karayı" da denir; "bul karayı, al parayı." Bu oyun, kimi zaman, üçkâğıtçının kendi başına veya diğerleri tarafından bilinmeyip sıradan müşteri gibi gözüken arkadaşları aracılığıyla çeşitli şekilde dolandırıcılığa da âlet edilir. Bu oyundan yola çıkılarak; karşısındakini
1714] İhyâ, II/127-132; Hayredddin Karaman, Günlük Hayatımızda Helâller Haramlar, s. 189-193; Abdulkerim Ünalan, Şâmil İslâm Ans. c. 3, s. 15-16
1715] Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48
HIRSIZLIK
- 395 -
hile yaparak kandırmaya, aldatmaya ve bunun için yapılan hile ve düzene de üçkâğıtçılık denilmiştir. "Üçkâğıt açmak" deyimi, karşısındakini dolandırmak, "üçkâğıda bağlamak" ve "üçkâğıda getirmek" deyimleri de, karşısındakini hileyle şaşırtıp aldatmak anlamında argo deyim olarak kullanılır.
Yankesicilik
Bir kimsenin üstündeki para ya da değerli eşyanın gizlice ve özel bir beceriyle alınmasıyla işlenen hırsızlık türüne yankesicilik denir. Yankesicilik, hırsızlığın muhâtap bir kişi üzerinde işlenen biçimidir. Yani, insanın yakınına sokulup hissettirmeden üzerinden çeşitli şeyler çalmaktır yankesicilik. Bu tür hırsızlığın, daha ağır bir cezayı gerektirdiği değerlendirilir. Yankesicilik biçiminde işlenen hırsızlık suçunun cezâsı Türk ceza kanununda iki yıldan beş yıla kadar hapistir. Eski dilde bu eyleme ihtilâs, yankesiciye de muhtelis denirdi (İhtilâs: Kapma, çalma, aşırma demektir). Tarrâr da yankesici anlamında kullanılırdı (Tarr: Arapça'da, bir şeyin kenarını kesmek, tırtıklamak demektir). Ayrıca sirklerde ya da özel gösterilerde, seyircilerden birinin çeşitli eşyalarını, kendisine fark ettirmeden, fakat öbür seyircilerin görebileceği bir biçimde çalmak olan, elçabukluğuna sahip sanatçı(!) da yankesici diye isimlendirilir. Türk toplumu sanata çok düşkün hale getirildiğinden, artık bu sanatı(!) halk nice pazarlamacılarda, çarşı ve pazarda, toplu taşıma araçlarında, organizasyonlarda da görebilmekte, çok sayıdaki bu sanatların kendi üzerlerinde ya da yakınlarında denendiğine şâhit olmaktadır.
İhtilâs
İhtilâs (hı, lâm, sin ile): Arapça'da; gafletten istifâde ederek hile ile bir şeyi almak anlamındadır. Kapma, kapılma, sirkat/çalma, aşırma anlamında kullanılır. Eskiden çalma, aşırma, para çalma, çalıp çırpma, hırsızlık için ihtilâs kelimesi kullanılırdı. Normal hırsızlık için değil; şimdi "yankesicilik" ve "kapkaççılık" denen, daha çok, el çabukluğu ile alma, aşırma, çalma için kullanılırdı. Şimdi, zimmete geçirme suçunun hileli hareketlerle işlenmiş biçimine ihtilâs denilmektedir. Zimmet suçunun ağırlaşmış biçimidir. Yalnız memurların veya üst dereceli yetkililerin işledikleri suç cinsi olarak kabul edilmektedir. İhtilâs suçunun en önemli unsuru, suçun ortaya çıkmasını önlemek için hileli davranışlarda bulunmaktır.
Eski ifâdeyle "ihtilâs-ı vakt" olumlu, güzel bir hırsızlıktır. Vakitten çalma demektir. Yoğun işler arasında vakit bulabilme anlamında kullanılır. Bugünün insanları genellikle zamandan değil, zaman kendilerinden çalmaktadır. Başka çalmalar konusunda uzman olanlar, bu tür güzel hırsızlığı akıllarına getirmemekte, boş zamanlarını, teneffüs ve dinlenmelerini, tatillerini de hayır ve güzellikte, faydalı çalışma alanlarında kullanamamakta. Ashâbın, birisi konuştuğunda onu dinlerken dahi boş vakit geçirmemek için aynı zamanda içlerinden Allah'ı zikrettikleri, duâ ettikleri rivâyet edilir. İnsanın en faydalı dinlenmesi, farklı ve yorucu olmayan bir çalışmayla, faâliyetle olur. Kur'ân-ı Kerim bu konuda şöyle buyurur: "İşlerinden boşaldığın vakit, tekrar çalış ve yorul. Rabbine rağbet et! (O'na yönel, boş durma.)"1716
Hemen önceki âyetlerde de1717 "Muhakkak zorlukla beraber kolaylık vardır" denilir, bu ifâde peşpeşe iki kez tekrarlanır. Bundan da, zorluk bitince kolaylık ve
1716] 94/İnşirâh, 7-8
1717] İnşirâh Sûresi, 5-6. âyetler
- 396 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hemen yine zorluğun başlayacağı, peşinden tekrar kolaylığın geleceği... bu şekilde devr-i dâim olacağı anlaşılabilir.
Kapkaççılık
Kapıp kaçmak yoluyla yapılan hırsızlık biçimine kapkaççılık denir. Bir kimsenin elindeki bir şeyi kaparak kaçma yöntemiyle gerçekleştirilen hırsızlık şeklidir. Fırsatlardan yararlanarak vurgun yapmaya da kapkaççılık denilir. Ayrıca, alelacele ve üstünkörü işler yapıp kısa yoldan çok kazanmak isteyen kişilerin yaptıklarına da kapkaççılık adı verilir. Ama günümüzde çoğunlukla kaparak, çarparak yapılan hırsızlığa denilmektedir. Kapkaç düzeni, fırsatçılık ve vurgunculakla kazanç sağlamaya çalışan kimselerin egemen olduğu düzendir. Kapkaççılık, giderek ivme kazanan işsizlerin çok câzip bir iş alanı olma yolunda sınır tanımıyor. Çarşıda, pazarda, sokak aralarında, özellikle kadınların çantalarını ve yaşlı kimselerin elindekilerini alıpkaçan, çoğunlukla çalarak sahip oldukları otomobillerle de bu işi yapan çok sayıda insanın olduğunu biliyoruz. Bunlar organize olarak çeteleşebiliyor, çantasını, ya da kıymetli eşyasını alıp kaçmak istedikleri kimseler direnince yerlerde sürümekten, yaralamaktan, hatta öldürmekten çekinmiyorlar. Kapkaççıların Türk ceza kanunundaki boşluklardan yararlanarak bu iş için küçük yaştaki çocukları kullandıkları da sıkça görülüyor. Eskiden bu tarz suça "ihtilâs" denilirdi.
Vurgunculuk
Kolay yoldan ve genellikle yolsuzca büyük kazanç elde etmeye vurgunculuk denilir. Daha çok, malların piyasadaki darlığından yararlanıp onları yüksek fiyata satarak vurgunculuk yapılmaktadır. Bunun yanında, bazı malları piyasadaki fiyatlarından daha ucuza satıp sürümden aşırı kâr elde etmek de vurgunculuk olarak değerlendirilir; ama bunun birinci şıktaki esas vurgunculukla karşılaştırılınca mâsum bir vurgunculuk olduğu bilinmelidir. Yasal ve ahlâkî olmayan yollardan kısa sürede çok kazanç elde etmeye de vurgun vurmak denilir. Vurguncu, yolsuzluk yaparak büyük kazanç elde eden, vurgun vuran kimse demektir. İslâmî literatürde vurgunculuk, "ihtikâr" kavramına girer. Karaborsa ve spekülasyon için de bu kelime kullanılır.
Sûiistimal; Görevi Kötüye Kullanma
Sûiistimal: Sû' Arapça'da kötü; isti'mâl de kullanma demektir. Sûiistimal de kötü kullanma, yani görevini kötüye kullanma, görevindeki konumdan yararlanarak yolsuzluk yapma demektir. Vaziyefeyi sûiistimal, yani görevi kötüye kullanma: Memurun ya da üst derecedeki bir yetkilinin göreviyle ilgili yetkilerini aşması demektir. Hakkın kötüye kullanılmasına hakkın sûiistimali, yetkinin kötüye kullanılmasına da nüfuz sûiistimali denilir. Zimmetine geçirme, ihtilâs, irtikâp, rüşvet suçları, görevi kötüye kullanmayla oluşur. Ama görevi kötüye kullanma, bunları da içerdiği halde, daha genel kapsamlı bir suçtur.
Yolsuzluk
Bir görevi, bir yetkiyi kötüye kullanarak yapılan yasaya, kurallara aykırı ve yolunda olmayan, yoluna/usûlüne/kuralına göre yapılmayan uygunsuz eylemlere yolsuzluk denilir. Yolsuzluk, aslında düzensizlik, nizamsızlık demektir. Buradan yola çıkılarak yaptığı işi kötüye kullanıp sûiistimal eden kimseye yolsuz,
HIRSIZLIK
- 397 -
bu yolsuzca yapılan harekete de yolsuzluk denmiştir. Eskiden "yolsuz" tâbiri, işlediği bir suçtan dolayı, bir esnaf ya da spor birliğinden, bir tarikatten atılmış olan kimse için kullanılırdı. Meselâ ahîlik denilen esnaflık loncasından atılıp işten men cezâsı verilmiş esnaflara yolsuz denilirdi.
Zimmete Geçirme
Zimmet: Konumuzla ilgili olarak, bir görevlinin para, kıymetli evrak, mal vb. konusunda görevi gereği üstlendiği sorumluluk demektir. Meselâ patron, çalışan bir görevlisine: "Bu malları senin zemmetine veriyorum" der, buna zimmetlendirme denilir. Bir yerde çalışan kimsenin zimmetinde çok para veya kıymetli eşya olabilir. Görevlilerin zimmetindeki malları işten ayrılırken teslim etmeleri gerekir. Zimmetine Geçirme: Kendisine emânet edilen bir malı veya parayı kendisine mal etmeye, kendisi için kullanmaya zimmetine geçirme denilir.
İrtikâp
İrtikâb; Arapça'dan dilimize geçmiş bir kelimedir; kötü bir iş yapma, yiyicilik ve özellikle rüşvet yeme anlamındadır. İrtikâp, eskiden herhangi bir insan tarafından yapılan kötü, günah bir faâliyete, suç işlemeye denilirdi. Rüşvet alma gibi görevi kötüye kullanmaya da irtikâp denilmektedir. Şimdi irtikâp, sadece resmî görevli ve yetkililer için kullanılmaktadır. Bir memur veya yetkilinin bu sıfatını ya da görevini kötüye kullanarak kendisine ya da bir başkasına haksız yarar sağlaması veya bu yolda vaad elde etmesiyle oluşan suça denilir. Görevi kötüye kullanmanın özel bir şeklidir. Görev veya yetkisini ya da bu sıfatını, unvânını kullanarak mağdûru mânevî zorlama altında bırakarak, kandırarak, ya da mağdûrun kendiliğinden düştüğü hatadan yararlanıp haksız yarar sağlanarak irtikâp suçu meydana gelir. Haksız yarar, bir miktar para olabileceği gibi, maddî yönden yarar sağlayan her türlü mal ya da hizmet de olabilir. Göreve başlamadan önceki mal varlığı ile görevi sürdürürken, ya da sona erdiğindeki mal varlığı arasında yükselme yönüyle çok büyük farklar olan kimseler, genellikle bu irtikâp suçuna bulaşmış yetkililerdir. Bunların içinde cezâlandırılanlar hemen hiç yoktur. Nice seçilmiş veya atanmış yetkili, aldığı maaş ile açıklanması mümkün olmayacak derecede para, gayr-ı menkul vb. mal elde edebiliyor, krallar gibi yaşıyor. Burası Türkiye olduğu için hesap soran da olmaz. Âhiretteki hesap şuuru olanlar da zâten bu tür işlere (istisnâ dışında) karışmaz.
Haraç
Haraç: Arapça harâc kelimesinden geçmiştir. Bir yerden ya da bir kimseden zor kullanılarak alınan ya da zor karşısında verilen paraya haraç denilir. Haraç almak: Zorla para almak demektir. Haraç yemek: Bir yerden, ya da kimseden zorla para almak, başkasının sırtından geçinmek anlamında kullanılır. Bir kimseyi haraca bağlamak: Bir kimseyi belirli zamanlarda belirli miktarda para vermeye zorlayarak bunu kabul ettirmek anlamında deyimdir. Haraca kesmek: Birinden zorla para almak veya menfaat temin etmek, zulmetmek anlamında kullanılır. Haraç mezat satmak: Açık arttırma yoluyla bir şeyi satmak demektir.
Haraç, özellikle büyük şehirlerde eğlence yerleri işletmecileri ve bazı riskli iş yapan yerleri korumak adına organize suç örgütleri, yani çeteler/mafya tarafından haraca kesilir. Bazı yeraltı örgütlerinin kabadayılıkla, eğlence yeri ve riskli iş dışında normal iş yapan esnaftan, özellikle zenginlerden haraç aldıkları da olur.
- 398 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Film ve dizilerdeki kahramanların da gençleri kabadayılığa özendirmesiyle bu tür işlere soyunanlar giderek artmaktadır. Bu örgütler, haraç alacakları bölgeleri kendi aralarında belirlerler.
Bir çetenin haraç istediği semtten başka çete haraç isteyemez. Bu kural bozulunca, aralarında ciddi hesaplaşmalar, kavga, yaralama ve ölümler olur. Kolay para kazanmanın yolu olarak seçilen haraççılık bir hırsızlık, soygun türüdür. Hırsızlıktan farkı, "başkasının malını gizlice çalma"ya hırsızlık denilirken, haraç gizlice değil, tehditle ya da güç kullanılarak muhâtabın gözü korkutularak zorla alınan gasbdır. Bazı resmî kurumların verecekleri bazı hizmetler karşılığında "harç" adı altında vatandaşlardan zorunlu olarak aldıkları belirli paralara halk, telaffuz yakınlığından ve paranın fazla ve âdil olmadığından haraç diye söz eder.
Aslında harac İslâmî literatürde farklı ve olumlu bir anlam taşır. Harâc: İslâm hukukunda müslüman olmayan halktan alınan vergiye denir. Cizye, İslâm'ı kabul edenlerden alınmadığı halde, harâc arâzisine sahip olan kimse İslâm'ı kabul etse bile, yine bu vergiyi öder. "Harâc arâzi" İslâm devleti tarafından kuvvet kullanılarak fethedilen arâzîdir. Bu arâzîde eski sahipleri kalabilir ve bunlardan belli bir vergi alınır.
Gasb
Gasb: Bir şeyi zorla alma, zor kullanarak ele geçirme demektir. Yağmanın eşanlamlısı olarak kullanılır. Gasb eylemini yapan zorba kimseye gâsıb denilir. Gasbetmek: Bir şeyi sahibinin izni ya da haberi olmadan zorla ya da hile ile almak, ele geçirmek demektir. Yetki gasbı: İdarenin adlî alana ait bir yetkiyi kullanması ki, hukuk devletinde idareyi ve memuru sorumluluk altına sokar. Ad gasbı: Bir kişinin hakkı olmadan başkasına ait bir adı kullanmasıdır. Adının gasbedilmesinden zarar gören kişi, mahkemeden bunun önlenmesini ve adını gasbeden kişinin kusuru varsa, mânevî tazminat olarak belirli bir paranın ödenmesini isteyebilir. Hiçbir gerekçeye dayanmadan çalışanların ücretlerini kesen patron, işçilerinin haklarını gasbetmiş olur. Köylerde sık sık komşular, birbirlerinin tarlasının bir bölümünü gasbeder, sınırlarını değiştirirler. Bu da genel anlamda bir hırsızlık, bir yağma türüdür. Kimliğini, ehliyetini kaybeden ya da çaldıran kimsenin başına neler geldiğini, onun ismine borçlanıldığı, hırsızlık yapan kimseler elini kolunu sallayarak gezerken kimlik sahibinin arandığı ve suçlu muâmelesi gördüğü günümüzde alışılmış olaylar haline gelmiştir. Bu suç, hem iftirâ, hem ad gasbı, hem normal gasb, hem de genel anlamda hırsızlıktır.
Gasbedilmiş malın, gasbın yapıldığı yerde sahibine geri verilmesi gerekir. Gasb sırasında malın değerini düşüren bir noksanlık olmuşsa, gasbeden taraf bu değer farkını öder. Malın yok olması ya da geri geri verilemeyecek derecede özelliklerinin değişmiş olması durumunda, mal mislî mallardan ise, mislinin verilmesi gerekir. Mislî mallardan değilse, gasb günündeki değeri ödenmelidir.
Hadîs-i şeriflerde şöyle buyurulmaktadır: “Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden önce o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa, kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.”1718; "Kim bir
1718] Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48
HIRSIZLIK
- 399 -
karış toprağı zulüm yoluyla gasbederse, Allah onun boynuna yedi kat toprağı tasma gibi takar" 1719; "Kendi rızâsı olmadıkça bir müslümanın malı başkasına helâl olmaz." 1720
Yağma
Yağma: Farsça'dan dilimize geçmiştir. Bir yeri topluca basıp orada bulunan malları şiddet kullanarak alıp kaçma, çapul, talan demektir. Arapça "gasb" kelimesiyle eşanlamlıdır. Farsça "talan" ve Türkçe "çapul" da aynı anlamda kullanılır. Bir kimsenin elinde bulunan taşınır malını zor kullanarak ya da korkutarak ele geçirmektir. Eskiden savaş alanlarında ya da kılıç zoruyla alınan kentler ve kalelerde düşmandan elde edilen ganimetin önceden komutanlarca vaat edildiği gibi, asker arasında paylaşılmasına yağma denilirdi. Yağmacılık: Yağmalama işi, çapulculuk, kendine ait olmayan bir malı, parayı kendi çıkarına kullanma demektir. Bunları yapana da yağmacı denilir. Yağma gitmek: Bir malın çok satıldığını, alıcısının çok olduğunu anlatmak için kullanılan bir deyimdir. Yağma yok: Boşuna ümitlenme, bir şey elde edemezsin, râzı olmam anlamında kullanılır. Yağma Hasan'ın Böreği: Her önüne gelenin yararlandığı, kimsenin sahip çıkıp korumadığı kaynak, koruyucusu olmayan servet anlamında kullanılan bir deyimdir. Kamuya ait nice malların durumu bu deyimle kolay ifade edilebilir. Tarihî çeşmelerin musluklarından yollardaki yağmur suyu ızgaralarına varılıncaya kadar gözönünde duran yağmalanmaya değer kıymette bulunan hemen her şeyin başına bu eylem gelmektedir. En önemli yağma ise, insanî ve İslâmî değerler, onurlar, haklardır.
Sahtekârlık
Sahte: Gerçek, doğal, ya da orijinal olmaya şey için kullanılır. Düzme, düzmece, yapma, taklit olan şey demektir. Gerçek olmayan, ancak gerçek süsü verilen, gerçekmiş gibi gösterilen yapmacık şeyler için de kullanılır. Güzel sanatların hemen her bölümünde orijinal eserlerin sahteleri, taklitleri yapılır, uygun alıcılar varsa yüksek paralar karşılığında satılır. Sözü edilen şeyin kendisi olmayan ve sahte olduğu bilindiği halde gerçekmiş gibi gösterilen bir eseri satışa çıkarmak günahtır, suçtur. Sahtekârlık: Bir şeyi, bilinçli olarak ve karşısındakini yanıltmak için bozma, değiştirme; buna yönelik davranış; sahtecilik, düzmecilik demektir. Sahte belge, evrakta sahtecilik, sahte para, kalpazanlık, döviz sahtekârlığı çok bilinen sahtekârlıklardır. Bunun yanında, günlük hayatta özellikle ticarette çok çeşitli sahtekârlıklar sergilenmektedir. Kiremit tozunu talaşla karıştırarak kırmızı biber diye satan, insan sağlığına zarar verip vermemesini bile önemsemeyen gıdadaki sahtekârlıklar yanında, diğer tüketim mallarında da insanı hayrete düşüren sahtekârlıklara her geçen gün yenileri ilâve olabiliyor. Bu hem para, hem sağlık, hem güven açısından hırsızlıktır.
Taklitçilik
Taklit: Konumuzla ilgili olarak; bir maddenin, değerli bir eşyanın benzerini, sahtesini yapmak, bu şekilde yapılmış eşyaya denir. Güzel sanatlarda, bir eserin ya da bir nesnenin hileye başvurularak yapılan kopyası ya da benzerine de taklit denilir. Deri taklidi, pırlanta taklidi, taklit mücevher gibi eşyaların taklidi olduğu
1719] Buhârî, Bed'u'l-Halk 2; Müslim, Musâkat 137-139
1720] Ahmed bin Hanbel, Müsned, V/22
- 400 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gibi, eşya kategorisine girmeyen şeylerin de taklidi yapılır: İmza taklidi gibi. Teknolojik âletlerin, giyim sektöründeki meşhur markaların taklidi vicdanlara hitap eden Allah korkusu dışında önüne geçilemeyecek ciddî bir problemdir, giderek yaygınlığı ivme kazanmaktadır. Marka; bir nesneyi, özellikle de ticarî bir malı tanıtmaya ya da benzerlerinden ayırmaya yarayan özel işaret, amblem, yazı ve bu şekilde satılan ürünler demektir. Konumuzla ilgili olanı kalitesiyle meşhur olan büyük firmaların özel işareti anlamındaki markadır. Marka, malın niteliğini güvence altına alan, onu aynı tür mallardan ayıran bir tanıtım işaretidir; malın ya da ambalajın, ya da her ikisinin üzerine konur. Haksız rekabetin önüne geçilmesi, malın kamuoyundaki kalite imajının taklitleriyle zedelenmemesi için marka taklidi, başka özel ve tüzel kişiliğin kul haklarını ihlâl anlamına geldiği bir haksız kazançtır, hırsızlıktır. Kopye: Öğrencilerin kopye çekmesinden, bir eserin kopyesinin, yani taklidinin gerçek diye satılmasına kadar değişik bir hırsızlık çeşidi olarak kabul edilebilir.
Hıyânet, Hâinlik
Emânetlere, kendisine güvenilip geçici bir süre kontrolüne bırakıldığı şeye karşı hıyânet etmek, o emânetin sahibinin zarar görmesine kasıtlı olarak sebep olmak da bir çeşit hırsızlıktır. Hıyânet diye dillendirdiğimiz anlam, İslâmî literatürde daha çok "gadr" kelimesiyle ifade edilir. Gadr: Vefâsızlık, ihânet, verilen sözü yerine getirmemek, ahdi bozmak demektir. Arapça'da "gadîr veya gaddâr adam" denilince, sözüne hiç güvenilmeyen kişi anlaşılır. Mağdûr da gadr'e uğramış, haksızlığa mâruz kalmış, zarar ve ziyan görmüş kişi demektir. Gadr veya gaddarlık Türkçe'de Arapça'daki mânâlarından daha değişik anlamlarda kullanılmıştır. Dilimizde gadr; "zulüm, merhametsizlik", gaddâr da; "hiç merhameti olmayan, zâlim, merhametsiz, insafsız" şeklinde anlaşılır. Kurân-ı Kerim'de; "...Allah hâinleri sevmez" 1721 buyrulur. Hadis-i şerifte şöyle buyrulur: "El, aldığı şeyden onu geri verinceye kadar sorumludur." 1722
Emânet: Birisinin koruması için bırakılan maddî ve mânevî hakka denir. Aynı zamanda emânet; emniyet edilip inanılan şeydir. Peygamberlerde bulunan sıfatlardan biri de "emânet"tir. Rasûlullah, hicretten önce, kendisinde bulunan emânetleri sahiplerine iade etmişti. Çünkü kâfirler ona "el-emin" olarak mallarını emânet ediyorlardı. Hz. Peygamber "emânete ihânetin münâfıkların alâmetlerinden olduğunu" söylemiştir.1723 Emânet, mü'minlerin de temel vasıflarından biridir.1724 İhânet edilmemesi gereken en önemli emânet Kur'an ve Sünnet'tir. Bu kaynaklara sahip çıkmayan büyük hâindir. Vedâ Hutbesi'nde Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Size bir emânet bırakıyorum ki, ona sarıldıkça sapıklığa ve dinsizliğe düşmezsiniz. Bu emânet Allah'ın kitabı Kur'ân ve benim sünnetimdir."1725; "Emânet sahibi olmayan kişinin gerçek imânı yoktur." 1726
"Emin": "Bir şeyi koruyan, güvenilen, itimatlı adam, hâin olmayan" anlamındadır. "Emin, mü'min ve emânet" kelimelerinin kendinden türediği "emn", her
1721] 8/Enfâl, 59
1722] Ebû Dâvud, Büyû' 88; İbn Mâce, Sadâkat 5
1723] Buhârî, İmân 64; Müslim, İmân 106
1724] 23/Mü'minûn, 8
1725] Buhârî, Tecrid, 1654
1726] Ahmed bin Hanbel, Müsned, III/135
HIRSIZLIK
- 401 -
türlü korku ve şüpheden uzak olmak, bütünüyle tatmin ve huzura kavuşmuş olmak demektir. "El-Emîn"; güvenilir, mûtemed anlamına geldiği gibi, bazen de emniyet içerisinde olan, emniyetli mânâlarına gelir. Bu şekilde Emâneti yerine getirene emin kişi denir. "Emîn" vasfı, tüm Rasûllerin ortak vasıflarından biridir.1727 Peygamberler emîn/güvenilir vasıfları ile Allah'ın dinini tebliğ ediyorlar ki, insanlar kendilerine inansın. 12/Yûsuf, 54 âyetinde belirtildiği gibi, peygamberlerin emin'lik vasfını toplum da kabul etmek zorunda kalıyordu.
Son Nebî ve Rasûl olan Hz. Muhammed (s.a.s.) de daha risâlet görevine başlamadan önce "Muhammed'ül-Emîn" olarak tanınmıştı. O da risâlet görevini kendinden öncekilerden geniş ve özde aynı emîn bir peygamber olarak Mekke şirk toplumunda yerine getirdi. Tarihin hangi döneminde olursa olsun, bir kimse topluma bir dâvâ ile gelip onları dâvet ettiğinde, toplumun ona inanması için o kimsenin "emîn" vasfına sahip olması lâzımdır. Günümüz İslâm dâvetçileri de başarılı olabilmeleri için, peygamberlerin bu en temel vasıflarına sahip olmaya çalışmalıdırlar.
Bir kimsenin "emîn" sayılabilmesi için o kimsenin dâvâsında samimi olduğunda güvenilir olması, dâvâyı yüklenmeye güç yetirebilmede güvenilir olması ve her türlü zorluğa o uğurda katlanacağı hususunda güvenilir olması gerekir. Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de "bir işi yapabilme gücüne sahip" mânâsında da kullanılmaktadır "emîn" kelimesi.
Emin olma; sırf doğru olma, güvenilir olma, bir işi yapabilme gibi mânâlarda kullanılmaz. Kur'an-ı Kerîm'de emîn kavramının bir de azâbdan, korkudan, kendi kendinden "emîn olma" gibi anlamları vardır. "Korkudan, (azaptan), "emîn" olma (hakkı), iman eden ve imanlarını bir zulme bulaştırmayanlara âittir. Ve doğru yolu da bulmuş olanlar onlardır."1728 "Emîn" olanlar emâneti yüklenip iman edenler, sâlih amel işleyenlerdir. Allah azaptan emîn olacak olanların bunlar olduğunu belirtiyor.
Hile
Hile: Bir kimseyi aldatmak ya da yanıltmak amacıyla çevrilen düzen, oyun, dolap demektir. Aldatacak tarz ve tedbir, sahtekârlık, düzenbazlık anlamlarına da gelir. Hile, bir kimseyi kararında hataya düşürmektir. Bu, daha çok, hilekârın kurnazca hareket ve fiilleriyle aldatarak oluşur. Hile, aynı zamanda kazanç sağlamak amacıyla bir ürüne katılan değerce düşük madde; bir ölçme aracında yapılan değişiklik için de kullanılır; meselâ sütte veya tartıda hile olması gibi. Hile yapmak: Bir kimseyi aldatıp kandırmak, çıkar sağlamak için satılacak bir mala değersiz başka bir şey katarak onun saflığını bozmak demektir. Hilekâr veya hilebâz: Hileci demektir, yani hile yapan, bir işe hile karıştıran kimse. Hileli: Karşısındakini aldatmak ya da yanıltmak amacıyla üzerinde değişiklik yapılmış ya da içine bir şey katılarak saflığı bozulmuş şey için kullanılır. Hileli yağ, hileli iflâs gibi.
Alış-verişlerde hîleden maksat, bir kimseyi söz, fiil ve davranışlarıyla etkileyerek, satım akdinin onun yararına olduğunu telkin etmek ve onu piyasa fiyatının dışında bir satış bedeli ödemeye râzı etmektir. Hîle, âyet ve hadislerle yasaklanmıştır. Savaş hilesi: Savaşta düşmandan gerçek amaçları, kuvvetleri ve planları gizleyerek onu yanıltmak amacıyla alınan önlemlerdir. Peygamberimiz "Savaş
1727] 26/Şuarâ, 107, 125, 143, 162, 178, 193
1728] 6/En'âm, 82
- 402 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hud'adır (hiledir)" buyurmuştur.
Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Ey iman edenler, Allah'a ve Peygambere hâinlik etmeyin. Kendiniz bilip dururken emânetlerinize de hâinlik etmeyiniz."1729 Peygamberimiz (s.a.s.) bir gün pazar yerinden geçerken elini bir hububât yığınının içine sokmuş, altının ıslak olduğunu görünce satıcıya sebebini sormuştur. Satıcı yağan yağmurun ıslattığını bildirince, Allah'ın elçisi şöyle buyurmuştur: "Bu ıslaklığı herkesin görmesi için hububatın üzerine çıkarman gerekmez miydi? Hîle yapan, bizi aldatan benden değildir."1730 Bu hadis alış-verişte hile yapmanın yasak olduğunu gösterir.
Satılan malda ayıp varsa, satıcının bunu müşteriye açıklaması gerekir. Ticaret örfünde, satılacak malın kıymetini ve dolayısıyla satış bedelini azaltan kusurlara "ayıp" denir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulur: "Satıcı doğru söyler ve sattığı şeyin ayıbını açıkça beyan ederse, satışı bereketli olur. Yalan söyler ve sattığı malın ayıbını gizlerse, satışın bereketi yok olur." 1731
Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: "Ey iman edenler, birbirinizin mallarını bâtıl yollarla yemeyiniz." 1732; "Azap olsun/yazıklar olsun, ölçüde, tartıda noksanlık edenlere! Onlar insanlardan ölçüp aldıkları zaman tam olarak alırlar; fakat insanlara verilmek üzere ölçtükleri veya onlara tarttıkları zaman eksiltirler." 1733; "Ölçüyü ve tartıyı doğru yapın. Biz insana ancak gücünün yeteceği kadarını yükleriz." 1734; "Ölçüyü tam yapın, eksiltenlerden olmayın, doğru terazi ile tartın. İnsanların hakkını azaltmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın." 1735 Bu ve benzeri âyet ve hadisler müslümanın bütün iş ve muâmelelerinde doğru hareket etmesini hîleden uzak durmasını bildirmektedir.
Hîle, ya sözle veya fiille karşı tarafı etkilemek sûretiyle vuku bulur. Sözlü hile; tarafların birbirini etkilemek ve akde râzı etmek için, birtakım aldatıcı ve yanıltıcı sözler konuşmasıdır. Amaç, ayıplı bir malı, müşteriye ayıpsız gibi satmak veya normalin üstünde bir fiyatla satışı gerçekleştirmektir. Meselâ, satılan malı mevcut olmayan sıfatlarla övmek, malın kusurunu gizlemek, üçüncü bir kişi aracılığı ile fiyatın yükselmesini sağlamak bunlar arasındadır. Fiilî hile ise; taraflardan birisinin diğerini etkilemek ve alış verişe râzı etmek için birtakım hileli hareketler yapmasıdır. Meselâ; kalitesi düşük bir mala, aynı cins fakat kalitesi yüksek bir malın damgasını vurmak; kalan değeri yüksek olan kömüre düşük kalitelisini karıştırmak; sütsüz ineğin memelerini bağlayarak süt biriktirmek ve alıcıya çok süt varmış gibi göstermek1736 ve böylece normal fiyatının üstünde bir satış bedeli ile satmak gibi hilelerdir. Günlük hayatta buna benzer pekçok hile ve aldatma çeşitleri görülmektedir.
İşte, İslâm bütün hile ve aldatmaları yasaklamış, müslümanın özünün ve sözünün bir olmasını istemiştir. Bütün namazların her rek'atında okunan Fâtiha
1729] 8/Enfâl, 27
1730] Müslim, İman 164; Ebû Dâvud, Büyû' 50; Tirmizî, Büyû' 72
1731] Buhârî
1732] 4/Nisâ, 29
1733] 83/Mutaffifîn, 1-3
1734] 6/En'âm, 152
1735] 26/Şuarâ, 181-183
1736] Buhârî, Büyû' 64
HIRSIZLIK
- 403 -
sûresinde "Ey Rabbimiz, bizi dosdoğru yola ilet"1737 dûasının tekrar edilmesi, toplumu en doğruya, en güzele ulaştırma amacına yöneliktir. Hileci, hile yapan, düzenbaz, oyuncu demektir. Hîlekârlık, aynı kökten Arapça, Farsça bileşik isimdir. Bir işi, muhâtabını yanıltarak yapmaya sevk eden kimseye "hîlekâr" denir. Hile, ahlâka aykırı bir davranıştır, İslâm'da kesin bir şekilde yasaklanmıştır. 1738
Borcu Ödememek
Ödeyebileceği halde borcunu ödememek veya ödememek niyetiyle borç almak hırsızlıktır. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır:
"Kim ödememek kastıyla borca girerse Allah'ın huzuruna hırsız olarak çıkar." 1739; "Zenginin borcunu geciktirmesi zulümdür..."1740; "Allah Teâlâ nazarında, bir kulun Allah tarafından yasaklanan kebîrelerden sonra, beraberinde getirebileceği en büyük günahlardan biri, kişinin ödenecek karşılık bırakmadan üzerinde borç olduğu halde ölmesidir."1741;“Kim ödemek niyetiyle başkasının malını (borç) alırsa, Allah bu borcu ödemeye onu muvaffak kılar. Kim de başkalarının malını telef etmek niyetiyle alırsa, Yüce Allah bu malın bereketini giderir. Ve borcu ödemeye muvaffak olamaz.”1742 Bir başka hadis-i şerifte, aynı muhtevâ şöyle dile getirilir: “...Gönlünde ödemek niyeti olmaksızın borçlanan kimse, borcunu ödemeden ölürse, Allah ondan alacaklıların hakkını alır.” 1743
Borçlunun borcunu zamanında ödememesi, onu âhiret felâketine sürükler. Çünkü Peygamberimiz’in açıklamalarına göre şehitlik üzere ölüm bile kul hakkı olan borcun vebalini düşürmez. Kişi cennetliklerden olsa bile borcu vârisler tarafından ödeninceye kadar ruhu kabir hapsolunur:
"Borçlu ölen kimse kabirde bağlıdır, rehinlenmiş gibidir. Onu kurtaracak tek şey borcunun ödenmesidir." 1744 "Nefsimi elinde tutan Zât'a kasem olsun, bir adam Allah yolunda öldürülse, sonra diriltilse, tekrar öldürülse, sonra diriltilip tekrar öldürülse, üzerindeki borcu ödenmedikçe cennete giremez." 1745. "Üzerinde bir dinar veya bir dirhemlik borçla ölen kimsenin borcu, onun hayır ve hasenâtından ödenir. Orada (mahşer yerinde) ne dinar ne de dirhem vardır." 1746
Ğulûl
Ğulûl, savaş ganînemtlerinden çalmak, aşırmak ve taksimden önce ganîmet mallarından bir şey almak anlamına gelir. Ganimet, bilindiği gibi, harb ehlinden (İslâm'a savaş açan harbîlerden) savaş devam etmekte iken mücâdele esnâsında alınan mallara denilir. İslâm'da ganîmet yolsuzluğu konusu ilk defa Bedir Gazvesinde (2/624) kaybolan kadife bir örtüyle ilgili olarak ortaya çıkmıştır. Münâfıkların, örtüyü Hz. Peygamber'in almış olabileceğini söylemesi üzerine şu âyet inmiştir: "Bir peygamberin ganîmet malına hıyânet etmesi düşünülemez. Kim
1737] 1/Fâtiha, 6
1738] H. Döndüren, Şamil İslâm Ans. 2/438-439
1739] Kütüb-i Sitte Terc ve Şerhi, c. 17, s. 288
1740] Buhârî, Havâle 1-2; İstikraz, 12; Müslim, Müsâkat, 33
1741] Ebû Dâvud, Büyû 9, (3342
1742] Buhârî, Zekât 18, İstikrâz 2; İbn Mâce, Sadakat 11
1743] S. Buhârî, Tecrîd-i Sarih Terc. c. 7, s. 273
1744] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 7, s. 179, 180
1745] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 7, s. 179
1746] Kütüb-i Sitte Terc ve Şerhi, c. 17, s. 288
- 404 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(emânete, ğulûl denen devlet malına) hıyânet ederse, kıyâmet gününde hıyânet ettiği şeyle gelir. Sonra herkese kazandığının karşılığı tam olarak verilir; onlara zulmedilmez." 1747
Gerek ganîmette ve gerekse başkasına âit mallarda yolsuzluk yapmayı yasaklayan birçok hadis de vardır: "Allah nezdinde hıyânetin en büyüğü, iki arâzi veya ev komşusundan birisini, diğerine âit bir arşın toprağı kendi zimmetine geçirmesidir. Allah kıyâmet gününde, bu toprağın yedi katını, onun boynuna geçirir." 1748; "Kim şu üç şeyden berî/uzak olarak ölürse (azap görmeksizin) Cennete girer: Kibir, gulûl (ganîmet veya toplum malından çalma), borç." 1749
Kleptomani
Hırsızlar, hırsızlığın doğru bir şey olduğunu iddiâ edemeyecekleri, bunu vicdanları bile kabul etmediği için, hem vicdanlarını bastırmak ve hem de kendilerini mâzur saymak ve mâsum göstermek için ihtiyaçtan dolayı çaldığını söyler. Tabii, "ekmek parası", "açlık" diye dışa yansıtılan bu ihtiyaçlar, gerçekten ihtiyaç mıdır, zarûrî ihtiyaçlar nelerdir, bu mecbûrî ihtiyaçlarını karşılamak için gerçekten hırsız hiç meşrû ve gücü yeten bir yol bulamamış mıdır, şeklinde sorular sorulmaz. Bununla birlikte, herkes ihtiyaçtan dolayı çalmaz, bazıları zevk için çalar (kleptomani). Ya da çabucak doyurabildiği midesini değil, doymak bilmeyen gözünü ve hırsını tatmin için çalar. Amerika'nın Afganistan'da, Irak'ta veya gayr-ı resmî olarak da bütün geri bıraktırılmış ülkelerde bulunup oraları işgalinin temel sebebi, o ülkelerin yer altı ve yer üstü zenginliklerini çalmanın câzip gelmesidir. Fakir; ihtiyacı olan demek olduğuna göre, demek ki Amerika ve batı çok açtır, çok muhtaçtır, çok fakirdir de o yüzden binlerce km. uzaklıktaki ülkelerde bunca zulümlerle bulunma ihtiyacı duymaktadır. Mideyi doyurmak kolaydır, ama azgın hırsı tatmin etmek çok zordur. "Âdemoğlu için iki vâdi dolusu mal olsaydı, mutlaka bir üçüncüyü isterdi. Âdemoğlunun iç boşluğunu ancak ancak toprak doldurur..." 1750
Ancak iman ve Allah'a itaatle, haramlardan sakınmak, ibâdet ve infak bilinciyle bu hırsı kontrol altına alıp güzel istikametler tâyin edilebilir. Yoksa bu hırs kendini kemirmeye devam edecek, tatmin için kendini ve toplumu mahvedecektir. Şeytan, insanın hırsından açılan kapıdan içine dalmaya çalışacak, onun eylemlerini güzel gösterecek, hırsından, açgözlülüğünden zevk almasını sağlayacaktır. Gerçek zevkin Allah'a imanda ve O'na kullukta olduğunu bilmek istemeyen insan, bu tatmin arayan boşluğu gidermek için tehlikeli zevklere dalacaktır. Bu yüzden en büyük imkânlara sahip krallar, yöneticiler, zenginler, halkı ezip soymayı tarih boyunca sürdürmeye çalışmışlar, kendilerine dur diyen ve adâlete dâvet eden peygamberlere ve onların izinden gidenlere baskı yapmışlardır. Onların tek dinleri, tek kutsalları vardır; o da bencil çıkarları, doymak bilmeyen nefis ve hevâları. O yüzden "bu nimetler bana yeter" diyemeyen güç ve mal sahipleri halkın elindekilere hep göz dikmiş, baskıyla ve hileyle onların elindeki az bir şeyi bile (ç)almaktan vazgeçmemişlerdir.
Son asırların en büyük hırsızlar birleşik devletlerinin ifâdesiyle "yeni dünya düzeni" de denilen bu düzensizlik, hırsızlığın globalleşmesine katkı sağlamak
1747] 3/Âl-i İmrân, 161
1748] Ahmed bin Hanbel, IV/140, 202, V/341, 344
1749] Tirmizî, Siyer 21, hadis no: 1572, 1573
1750] Buhârî, Rikak 19; Müslim, Rikak 116, hadis no: 1048; Tirmizî, Zühd 27, h. no: 2338
HIRSIZLIK
- 405 -
için oluşturulmuştur. Bu hırsızlık psikolojisini değerlendirmeden Filistin'deki zulmü, Afganistan ve Irak'taki işgali, sömürülen Afrika'yı, Asya'yı, ekonomik, siyasî ve sosyal zulümleri anlamak mümkün değildir. Sistemleşmiş, kurumlaşmış, devletleşmiş, uluslararası boyutlara ulaşmış, daha doğrusu çeteleşmiş bu hırsızlığın arka planındaki hastalıklı rûhu dikkatlerden kaçıran bilim adamları, bu hastalığın adını da koymamışlardır. Bunun küçük virüsüne ad koymakla yetinmişler, keyfî hırsızlığa (ki, aslında bütün hırsızlıklar keyfî, nefsî, daha doğrusu hevâîdir, ihtiyaç kaynaklı değil, imansızlık ya da iman yetersizliği kaynaklıdır) kleptomani adını vermişlerdir.
Kleptomani, Çalma hastalığı olan kimse, çalma müptelâsı, hırsızlık hastalığı demektir. (Yunanca kleptein; çalmak (hırsızlık), mania: tutku'dan.) Kleptoman da hırsızlık hastası demektir. Bu insanlar, daha çok; ihtiyacı olmadığı halde sırf zevk ve tutku için, hırsızlıktan alacakları zevk ve heyecan için çalarlar. Hatta bu şekilde kendini tatmin edip orgazm olanlar vardır. Psikolojide kleptomani terimi; endişeli bir gerilimin eşlik ettiği tekrar edici hırsızlık davranışı için kullanılır. Çalma isteği ile bu isteği bastırma çabası arasındaki mücâdele çalma eyleminin gerçekleşmesiyle sonuçlanır. Kleptomani nevroz belirtisi sayılır.
İntihâl
(Arapça "nahl" kelimesinden türemiştir.) Bir sanat eserinden, eserin ve yazarın adını belirtmeksizin birtakım parçalar alma, kendininmiş gibi sunma ya da eserin bütününü kendine mal etme işine intihâl (çalıntı ya da aşırma) adı verilmektedir. Edebiyatta görülen intihâl, iki sebebe bağlanabilir: Birincisi, sanatçı her zaman birtakım yeniliklerin peşinden koşar, çünkü kendini tekrarlamaktan korkar; yeni bir öz ve buna uygun yeni bir biçim arar; bu yolda birtakım denemelere girişir, başaramayınca da silinip gitmeyi göze alamayacağı için başka sanatçıların eserlerinden intihâle başlar. İkinci sebep de şudur: Sanatçı yabancı edebiyatlarda gördüğü ilginç bir şeyi kendi edebiyatına aktarmak ister, beceremeyince de kaynak belirtmeksizin alır, kullanır. İntihâl ile etkilenme, edebiyatta iki ayrı olgudur. İntihâl, düpedüz bir hırsızlık örneğidir ve yapanı için de bağışlanmaz bir suç oluşturur. Bir eserdeki intihâl bölümleri ciddî bir araştırmayla kolaylıkla tesbit edilebilir. Etkilenme ise, her sanat dalında tabiî karşılanır ve sanatçının "yolunu bulması"nda önemli bir aşama olarak kabul edilir. Türk edebiyatının her döneminde intihâl örneklerine rastlanmaktadır. Edebiyat üzerine yazılmış eski kitaplarda intihâl için "şâir geçinenlerin tutuldukları bir hastalık" denilmektedir. İntihâl şiirle ilgiliyse "sirkat-i şi'r" (şiir hırsızlığı), bu işi yapanlara da "düzd-i sühan" (söz hırsızı) adı verilmektedir. İntihâlin birçok çeşidi, edebiyatta ayrı adlarla belirtilir 1751. Olduğu gibi (ç)almaya intihâl, anlamı çalmaya (aynı mânâyı kendi kelimeleriyle kullanmaya) "ilmâm", değiştirerek çalmaya "igâre" ya da "mesh" derler.
Sünbülzâde Vehbî, meşhur "Sühan" kasîdesinde intihâl yapanlar için: "Sirkat-i şi'r edene kat'-ı zebân lâzımdır / Böyledir şer'-i belâğatde fetâvâ-yı sühan" hükmünü verir. (Yani, şiir çalanın dilini kesmek gerekir. Belâğatta (söz sanatında) sözlerin fetvâları bu şekildedir.) Sünbülzâde için de Ziyâ Paşa: "Divânında o müfti-i fen / Düzd-i sühanın dilin keserken / Manzûmesi Mirzâ Nasîr'in / Divânında durur o pîrin" ta'rîzinde bulunur. İran şâirlerinden meşhur Enverî: "Kes dânem
1751] Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Dergâh Y. İst. 1981, c. 4, s. 399
- 406 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ez-ekâbir-i gerden-keşân-i nazm / K'ûrâ sarîh hûn-i dûdivân be-gerdenest" Yani: "Şâirlerin azametli büyüklerinden birini bilirim ki boynunda iki divânın kanı vardır" demiştir. Divanlarının ruhlarını çalmak sûretiyle onların kanını akıtmış, canını çıkarmıştır demektir.
Şâir geçinenlerin bu aşırma cür'etlerinin intihâl, yani şir hırsızlığı olduğu konusunda ihtilâf yoksa da, tercüme veya meâlen nakli sûretiyle görüş benimsemenin intihâl sayılıp sayılmayacağı ihtilâflıdır. Molla Câmî, Bahâristan'ında Sâveli Selman'dan bahsederken onun eski üstadlardan, özellikle Kemâl-i İsfehânî'den mânâ naklettiğini söyledikten sonra, "o naklin lafzı ve üslûbu güzel olduğu için Selman ayıplanmaz" diyerek şiirde mânâ çalmayla ilgili olarak şöyle benzetme yapar: "İyi bir fikir, endâmı latîf bir güzele benzer. Ona ne çeşit elbise giydirilse yaraşır. Fakat sonraki elbise, eskisinden yakışıklı olmazsa o güzeli utandırır. Asıl hüner, onun sırtındaki eski yün hırkayı çıkarıp yeni ve ipekli kumaş giydirebilmektir." Bazıları fikri bir güzele, lisanı veya üslûbu da üstündeki elbiseye benzetmişler, dil ve üslûbu değiştirmenin elbise değiştirmek gibi olacağını söylemişler, yani "böyle yapan, intihâl etmiş sayılmaz" demek istemişlerdir. Tercüme edilen eserin mütercem olduğunu açıklamamak, intihâlden başka bir şey olmayacaktır.1752 Bu son cümleden yola çıkarak İstanbul Üniversitesi rektörü Kemal Alemdar'ın Batıda yazılmış kendi alanıyla ilgili bir kitabı aynen tercüme edip kendi kitabıymış gibi kendi ismiyle yayınlaması ve benzeri birçok olayı eskilerin bu tür olaylar için kullandığı "cinâyet" tâbiriyle ifâde edebiliriz.
Nebbâşlık
Nebbâş: Arapça'da nebş masdarından abartılı fâil ismidir. Kabirleri kazıp kefen soyan kimse demektir. Nebbâşın suçlu kabul edildiği halde, "hırsız" sayılıp sayılamayacağı, başka bir deyimle hırsızlık cezasının ona uygulanıp uygulanmayacağı konusunda, İslâm hukukçuları arasında görüş ayrılığı vardır.
İslâm usûl hukukunda âyet ve hadislerin lafızları anlamlarının kapalılık durumuna göre hafi, müşkil, mücmel ve müteşâbih çeşitlerine ayrılır. Hafi; sıygası dışında bir ârız sebebiyle mânâsı iyi anlaşılamayan, ne kastedildiği kapalı olan ve ancak araştırma sonucu kavranabilen lafızdır. İşte bu lafza usul bilginlerinin verdiği iki örnekten birisi nebbâş, diğeri tarrâr (yankesici)dir. İslâm hukukçuları tarrârın hırsız (sârık) hükmünde olduğunda görüş birliği hâlindedir.
Kabir hırsızlığının, koruma altındaki bir malı çalmadaki özellikleri taşımadığı görüşünde olan Ebû Hanîfe (ö:150/767) ve İmam Muhammed (ö. 189/805), kabir, kilitli bir evde olsa bile kefen soyucuya el kesme cezasının uygulanmayacağını söylerler. Onlara göre, nebbâşa hırsız (sârık) ismi verilmediği gibi, kabirden çalınan şey, hayatta olan bir kimsenin mülkü de değildir. Ayrıca kefen, koruma (hırz) altında da sayılmaz. Diğer yandan hırsızlık cezasının uygulanması için husûmetin (dava) bulunması da gereklidir. Bu ise mal sahibi bulunursa mümkün olur. Bu duruma göre, kabir hırsızlığı günah ise de hırsızlık sayılmaz.
Ebû Yûsuf (ö. 182/798), Şâfiî (ö. 204/819), Mâlik (ö.179/795) ve Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855)'e göre, kefen soyucu veya yankesici her ikisi de hırsız hükmündedir. Bunlara hırsızlık cezası uygulanır. Bunların halk arasında hırsızlıktan başka adlar alması yaptıkları işin daha kötü ve çirkin olması yüzündendir. Diğer yandan
1752] Tâhirü'l Mevlevî, Edebiyat Lügatı, Enderun Kitabevi Y. İst. 1973, s. 67-70
HIRSIZLIK
- 407 -
kefen kendine göre koruma altındadır. O, ölünün mülkü sayılır. Ölünün mirasçıları onun cezalandırılmasını isteyebilirler. Mezar hırsızı, tıpkı ölünün borcunu ödemeden önce terekesinden bir şey çalmış gibidir. Gerçekte mülkiyet ölü için de sâbittir ve onun adına hak isteyen de vardır. Buradaki kapalılık, lafzın aslında değil, söylenişinden ileri gelmektedir. Bu görüşte olan hukukçular hırsızlık cezasını bildiren âyetle,1753 bazı hadislere 1754 dayanırlar. 1755
Günümüzde kefen bezi önemli bir eşya sayılmadığı için, mezar hırsızlığı daha çok altın diş ve bedene takılan kalp takviye aracı gibi bazı kıymetli tıbbî malzemeleri çalmak amacıyla da yapılabilir. Mezar hırsızlığının niteliği diğer hırsızlıklardan farklı olduğu dikkate alınarak, bu konuda şüphe bulunduğu, şüphe olan yerde de had cezalarının düşeceği hadisle sâbittir.1756 Ancak had cezasının kalkması, günahı kaldırmadığı gibi, devletin koyacağı ta'zîr cezasına da engel teşkil etmez. 1757
Soygunculuk
Yol keserek yapılan adam soyma işi; emeksiz ve yolsuz olarak elde edilen büyük kazanca soygunculuk denir. Soygun yapana "soyguncu" veya "eşkıyâ" denir. İslâm hukukunda "hırâbe" veya "kat'u't-târik" terimleriyle ifade edilen yol keserek soygun yapma suçunun İslâm devletine karşı isyan etmek anlamına gelen bağy suçu ile de yakın ilgisi vardır. Ancak, yol kesenler haklı bir yoruma dayanmadan bu fiili yaparken, İslâm devletine başkaldıran bâğîler kendilerinin haklı olduğuna inanarak isyan ederler. Aralarındaki bu anlam yakınlığı sebebiyle, Hanefîler yol kesmenin, yani eşkıyâlığın cezâsını hırsızlık cezası ile bağlantılı gördüler. Ancak, yol kesmeye "büyük hırsızlık" denir. Çünkü onda mal sahiplerine ve topluma daha büyük zarar vardır. Âdi hırsızlığa ise "küçük hırsızlık" adı verilir. Çünkü onun zararı yalnız malı alınan kimse ile sınırlı olur.
Rüşvet
Adına hırsızlık denilmese de, değişik hırsızlıklardan biri de rüşvettir. Elindeki yetkiyi kötüye kullanarak haksız bir şekilde insanları soymaktır rüşvet. Haksız bir menfaat sağlamak üzere yetkili kişilere menfaat sağlamak şeklinde tarif edebileceğimiz rüşvet yasaklanmış, alan, veren ve aracı olan lânetlenmiştir.1758 "İnsanların mallarından bir kısmını, bile bile günah işleyerek ele geçirmek için iş başındakilere yedirerek mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin."1759; "(Kişi ve toplum haklarını kendi zimmetine geçirmek için) Allah'ın lâneti rüşvet verenin ve alanın üzerinedir (veya üzerine olsun)!" 1760; "Rüşvet alan da veren de ateşte (cehennemde)dir."
Rüşvet almayı câiz kılan hiçbir sebep yoktur. Ancak rüşvet vermeye iki durumda ruhsat verilmiştir: 1- Bir haksızlığı (zulmü) önlemek veya kaldırmak için
1753] 5/Mâide, 38
1754] Bk. Ebû Dâvud, Hudûd, 20; ez-Zeylaî, Nasbur-Râye, III, 366
1755] bk. es-Serahsî, el-Mebsût, IX,159; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanayi, VII, 69; İbn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, III, 219; ez-Zühaylî, el-Fıkhul-İslâmî, VI, 113
1756] Ebû Dâvud, Salât, 14; Tirmizî, Hudûd 2
1757] Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 63
1758] Tirmizî, Ahkâm 9; Ebû Dâvud, Akdıye 4
1759] 2/Bakara, 188
1760] İbn Mâce, Ahkâm B. 2, h. no: 2313; Tirmizî, Ahkâm B. 9, h. no: 1351-1352; Ebû Dâvud, Akdıyye, B. 4, h. no: 3580; Câmiu’s Sağîr, 2/124
- 408 -
KUR’AN KAVRAMLARI
başka çare yoksa, 2- Bir hakkı elde etmek için başka bir yol bunamazsa.
Kumar
Kumar da hırsızlığa benzeyen büyük günahlardan biridir. Hile ve aldatma karışarak başkalarının malı alındığı için dolandırıcılığa da benzer. Para hırsının gözünü kör edip aklını devre dışı bıraktığı muhâtap kumarbazın bu halinden yararlanarak onu istismar etmek, onun parasını, çoluk-çocuğunun nafakasını gasbetmektir kumar. Aynen hırsızlık gibi alınteri dökülmeden, el emeği olmadan kolay yoldan ve haksız kazançtır, bâtıl yolla paraya kavuşmaktır kumar. İslâm kumarı kesin olarak yasaklamış, haram kılmıştır. Bunu yaparken belli bir şeklini kasd etmemiş, mânâ ve neticesini hedef almıştır. Hangi âlet ve metodla oynanırsa oynansın, oyunun -önceden belli olmayan- sonunda taraflardan biri veya birkaçı kâr ya da zarar edecekse kumar gerçekleşmiş demektir. Meselâ, birçok kişi, aralarında para toplayıp çekilecek kura veya yapılacak yarışma vb. sonunda içlerinden bir kısmı buna sahip olacak, diğerleri kaybedecekse kumardır. "Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları, şüphesiz şeytan işi pisliklerdir; bunlardan kaçının ki saâdete eresiniz. Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı zikirden/anmaktan, namazdan alıkoymak ister. Artık bundan vazgeçtiniz değil mi?"1761 meâlindeki âyet, kumarı hem haram kılmakta, hem de bu hükmün hikmetlerini sıralamaktadır. Kumarın haram kılınmasındaki hikmetleri şöyle sayabiliriz:
1- Müslüman, hayat ve kazancı şansa ve tesâdüfe değil; aldığı tedbir ve verdiği emeğin sonucuna bağlamalıdır.
2- Başkasının malı haramdır; bunu almanın yolu ya -çeşitli şekilleriyle- mübâdele (ticâret vb. yolla el değişimi) veya bağış vb. dir; kumar da hırsızlık gibi haksız kazanç yoludur.
3- Kaybeden, verdiğine râzı görünse bile, kalbinden üzüldüğü ve kazanana kin ve düşmanlık duyduğu şüphesizdir.
4- Kaybeden kazanmak, kazanan bu zevki yeniden tatmak için tekrar oynarlar ve bu hal, giderek alışkanlık kazandırır, kişiyi kumarcı yapar.
5- Kumar ibâdetlere engel olur.
6- Kumarın zararı bireylerle sınırlı kalmaz; topluma sirâyet eder. Üretime katılmayan, işsiz-güçsüz, kumar oynamakla vakit öldüren kimselerin çoğalmasına sebep olur.
Kumar, kendi parasını hiç uğruna başkasına vermek ya da başkasının parasını beleşten kapmaktır, dolandırıcılık ve bir çeşit hırsızlıktır. Kumar oynayan servetinin, zamanının, özgürlüğünün ve sağlığının kaybından suçludur. Kumar, hırs ve tamahın çocuğu, kötülüğün kardeşi, israfın anası, zarar ziyanın babasıdır.
Günümüzde nice sporun kumara âlet edildiği görülmektedir. At yarışları, aslî yapısıyla belki mâsum, meşrû ve güzel bir spordur, ama günümüzde hemen hiç kimse bunun spor tarafıyla meşgul olmamaktadır. Bu spor dalı, tümüyle kumar aracı olarak görev yapmaktadır. Altılı ganyan gibi adlarla insanlar spor adıyla kumarbaz yapılmaktadır. Yine Spor Toto, Loto gibi futbol maçlarıyla ilgili
1761] 5/Mâide, 90-91
HIRSIZLIK
- 409 -
tahminlerin paraya tahvil edilmesi, kesinlikle kumar çeşidi olduğu gibi, aynı zamanda hırsızlığın bir çeşididir. Müşterek bahis ya da şans oyunları denen değişik adlarla icrâ edilen bu kumarlarda devletin teşviki ve halkını kumarbaz yapmak için gayretlerini unutmamak gerekir. Milli piyango gibi kumar çeşitlerinden bazı tesis ve hayır(!) kurumlarının yararlanması, İslâmî açıdan mâzeret değildir; çünkü İslâm, kendi toplumu içinde, menfaat vaad etmeden hayra yardımcı olması mümkün olmayan fertlerin bulunacağını düşünmez. Zâten kumar gibi haram yollarla sadaka ve infak sevabı sözkonusu değildir. Ya da, sadaka ve infak gibi hayır kurumlarına katkı, kumar gibi haramları helâl kılamaz. İslâm'ın getirdiği ve öngördüğü devlet, ekonomi, hukuk, toplum ve ahlâk düzeni gerçek hayır kurumlarını yaşatmak için kumar düzenlemeye muhtaç değildir. Müslümanların iyilik ve hayır yapmaları için "Allah rızâsı", teşvik unsuru olarak yeterlidir.
Vatandaşının karnını doyuramayan ve hatta onu soymak için binbir hile ve dayatma içindeki düzenin, açlık ve sefâlet denizine attığı vatandaşına yardım mâhiyetinde, sarılsınlar diye uzattığı yılandır şans/kumar oyunları. Düzenin ve gayri İslâmî çevrenin kurbanı halk için de göz kırpan, işveli ve nazlı dilberdir, o kaçtıkça halk devamlı koşar, ha bire yakalamak için ömür tüketir. Sadece ömür değildir tükenen, umut, para, Allah’ın hudûdu, izzet, dâvâ, ideal ve Cennet adaylığı... Vatandaşını her çeşit zararlı unsurlardan koruma görevi olan düzen, vatandaşını kumarbaz yaparak onların sırtından para kazanmanın keyfini çıkartır.
At yarışı, piyango, loto, şans topu, on numara gibi resmî ve millî kumarlardan halkın cebinden çıkan bu kara, kapkara paranın, 2001 yılında tam 1 katrilyon 37 trilyon lira olduğu açıklandı. 2002 yılının ilk sekiz ayında ise 1 katrilyon 198 trilyon liraya yükselmiş bu rakam. Halk, evine ekmek götürmekte zorlansa da sigaraya ve kumara yatıracak parayı bulabiliyor demek ki. Bu hale gelen vatandaşı kandırıp umut satmak da, ona hizmet etmekle görevli düzene düşüyor elbette. Halkın cebinden çıkan bu paraların yarısından çoğu, devlete gidiyor. Diğer kalanlar da Ahmed’in parası Mehmed’e... Kumar vebâlini de kazanan ve kaybeden herkes sırtına yüklenirken; psikolojik, sosyal ve daha önemlisi din yönüyle kaybeden hep halk oluyor. Dolaylı ve dolaysız bunca vergi vermek yetmiyor mazlum halka, bir de bu tür kumarlarla “enâyi vergisi” veriyor, “cehâlet vergisi” ödüyor. Dünyada huzursuzluğu, âhirette cehennemi dişinden tırnağından artırdığı, çocuklarının da hakkı olan para ile satın alıyor. Ne kötü bir alışveriş bu! “İşte onlar, hidâyete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak, onların bu ticareti kazanmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.”1762 Bu katrilyon liraların içine vergisi verilmediği için kaçak/yasak kabul edilen kahvehane ve gayri resmî kumarhanelerde oynananlar tabii ki dâhil değil. Alıp satacak bir şeyi kalmayan gariban insanlara umut tâcirliği yapan, onlara umut satarak sukut-ı hayaller içinde başka ciddî meseleleri düşünemeyecek müstaz’af yığınlar düzenin eseridir; doğru, ama bu oyuna gelen halkın hiç mi kabahati yoktur? Hatta bunlara seyirci kalan müslümanların, tebliğcilerin?!
Hırsızlık ve Günümüz
"Hırsız" kelimesinin aslı, "hayırsız" kelimesinin bozulmasından oluşmuş olan
1762] 2/Bakara, 16
- 410 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir anlama sahiptir. Hayırsız, uğursuz anlamına gelir. İkinci bir değerlendirmeye göre; "ır" utanma, sıkılma demektir. "Irlı": Utanan, saygılı anlamına gelir, "ırsız" da utanmaz, sıkılmaz, saygısız anlamına. Irlı> hırlı, ırsız> hırsız. Bir Türk topluluğu olan Kırgız'ların ılgarcı, saldırıcı, alıp kaçıcı olmalarından hırsız anlamında "Kırgız" dendiği ve kelimenin k>h dönüşümü ile hırsız şekline geldiği de ihtimaldir. Eski Türkçe'de hırsız anlamında uğru, hırsızlık anlamında da uğrulamak kelimeleri kullanılırdı. "Uğru" gizli, saklı demektir; gizli iş gören, hırsız, çalıcı, uğrayıp alıcı demektir. Anlam genişlemesiyle uğradığını (karşısına çıkanı) alıp götüren, çalan, ılgarlayıp kaçan kimse anlamında kullanılmıştır. Ilgar ve ılgaz kelimeleri de "ılgamak" (atla dörtnala gitmek, hızlanmak)tan geldiği, kök anlamının il almak, yani bir yere saldırmak, atla bir yere akın etmek anlamına geldiği bilinir. Ilgaz ve ılgar kelimeleri de saldırı, akın demektir. Bu kelimelerin Kırgız kelimesiyle birlikte eski Türklerin yaşayışı ve başka kavimlere saldırısı, dolayısıyla onların mallarını (ganimet kabul ederek) ılgarladığı, saldırıp alıp kaçıcı özellikleriyle ilgili olduğu tarihî özellikleriyle de uyum içindedir.
İslâm'da mal ve mülk anlayışı, dünyanın sınav alanı olduğu bilinci, Allah korkusu ve haram inancı, bir müslümanın hangi yönetim içinde ve hangi sosyal çevre içinde olursa olsun, her çeşit hırsızlığa giden yolu cehennem gibi görüp sakınmasını sağlar. Mülkün Sahibi'nin dilediğine dilediği kadar emânet olarak verdiğine1763 râzı olmayıp kendine verilenle yetinmeyerek başkasının hakkını gasbetmeye kalkışması birkaç yönden Mâlikü'l-Mülk'e isyandır.
İslâm hukukunda hırsızlığın cezâsı son derece ağır olmakla birlikte, İslâm hukukçuları suçun oluşmasını ve cezânın uygulanmasını çok sıkı şartlara bağlamış, bu şartlardan birinin bulunmaması veya şüpheli olması durumunda had cezâsının düşmesi ilkesini benimsemiş, bunlara ilâveten toplumda kişileri hırsızlık suçunu işlemeye iten sebeplerin de en aza indirilmesi yönünde bir dizi tedbirden söz etmişlerdir. Bundan dolayı ilk İslâm toplumunda hırsızlık olaylarının eskiye oranla bir hayli azaldığı, Hz. Peygamber ve Hulefâ-yı Râşidîn dönemlerinde el kesme cezâsı uygulamasının çok az sayıdaki olayla sınırlı kaldığı görülür. Fakîhlerin ortaklaşa ifâdelerine göre hırsızlık için öngörülen cezâ işlenen suçun ağırlığına denk, ibret verici yönü bulunan, hem hırsızlığa teşebbüs ve niyet eden kimseyi caydıracak, ıslah edecek ve gerekli tedbirleri almaya zorlayacak nitelikte bir cezâdır. Öte yandan hırsızlık suçuna cezâ uygulamak amaç değil, belki son çaredir. Önemli olan hırsızlığı besleyen veya kamçılayan sosyal dengesizliği, iktisadî ve mânevî sıkıntıları, ihtirası, eğitimsizliği, ahlâkî çöküntüyü ortadan kaldırmak, lüks ve israfı makul bir dereceye kadar azaltmaktır. Şartlar iyileştirildikten ve gerekli tedbirler alındıktan sonra işlenen hırsızlık suçunun cezâlandırılması da adâletin gereği ve İslâm'ın toplum düzenini ve hakların himâyesini sağlamadaki kararlılığının bir parçasıdır.
İslâm'ın hırsızlık suçuna karşı koyduğu cezâ üzerinde öteden beri dedikodu edilmiş, bunun ağır ve ilkel olduğundan bahsedenler çıkabilmiştir. Ancak başka düzenlerin hırsızlığa karşı uyguladıkları cezâların hiçbir fayda vermediği, cezâevlerinde hırsızlık sanatının inceliklerini öğrenen hırsızların çıktıktan sonra aynı işe devam ettikleri görülmektedir. Eğer bu suç kesin olarak önlenmek isteniyorsa iki yoldan gidilecektir: Eğitim ve cezâ. İslâm, insanları ıslah için eğitim
1763] 3/Âl-i İmrân, 26
HIRSIZLIK
- 411 -
metodlarının en mükemmelini getirmiştir. Buna rağmen hırsızlık eden kimse ya açlık zarûreti ile bunu yapmıştır yahut da böyle bir zarûret yoktur. Birinci halde el kesme cezâsı bahis konusu değildir. İkinci halde de durum mahkemeye intikal etmeden hırsızın tevbe ederek malı iâde etmesi, bazı ictihadlara göre mal sahibinin affetmesi, cezâ hükmünden önce hırsızın, çaldığı mala, meşrû bir yoldan mâlik olması gibi sebeplerle cezâ düşmektedir. Buna göre zikredilen cezânın uygulanması hayli nâdir olacak, fakat hırsızların ensesinde bekleyen bir kılıç gibi suçu engelleyecektir.
İslâm'a iftirâ ile karışık düşmanlık yapanların hırsızdan yana tavır alıp, onun yaptığını hoşgörüp en fazla, hırsızlığı basit bir hata şeklinde değerlendirerek İslâm'ın hırsıza öngördüğü cezâyı eleştirenlerin yargı ve tavırlarında kasıt ve ihânet derecesinde, hem de bir değil, birçok yönden yanlışlık vardır. Bu tip insanlar: "Aç bir kimse bir ekmek çalıyor, İslâm bunun elini kesiyor!" diyebiliyor. Bu tür iftirâların neresini nasıl düzelteceksiniz? Bu tür karalamalarda bulunup İslâm'a çamur atmaya kalkacak kadar ahmaklaşanların derdi üzüm yemek değil, bağcı dövmektir. Onların hemen tamamı, câhilliklerinden dolayı bu tür iddiâlarda bulunmuş değiller, tam tersine bilinçli olarak İslâm düşmanlığının yansıması olarak İslâm'a iftirâ, câhil halkı İslâm'dan soğutmak, zâlim düzenlerden ve hırsızlardan yana yer almak şeklinde bilinçli bir tavrı seçmişlerdir. O yüzden onlara anlayacağı dilden anlatmak gerekmektedir. Bu tür insanların büyük ihtimalle gocundukları bir yaraları vardır; o yüzden mazlum ve mağdûru değil de zâlimi (yani kendilerini) savunmaktadırlar. İslâm şeriatına, yani İslâm hukukuna düşmanlıkları ve İslâmî devlet isteyenlere tavırları bundan dolayıdır. Toplumun mal ve can güvenliğine saldıranlara karşı hak ettikleri âdil cezâlar İslâm dışı rejimlerde olmaz. Çünkü "...Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler zâlimlerin ta kendileridir."1764 Zâlim yöneticilerin, zâlimlere hak ettikleri cezâyı vermeleri beklenemez. Onlar hırsızlara ve her çeşit zâlimlere arka çıkarken mazlumlara ve mağdur halka zulmetmiş olmaktadırlar. Gayri İslâmî düzenlerde hırsızların yaptıklarının yanına kâr kalmasından da öte, bunların toplumda imrenilen kişiler olarak takdir edilmesi, toplumda etkili, yetkili ve saygın konuma gelmelerinden dolayı hırsızlar, soyguncular, vurguncular, yolsuzluk yapanlar, hortumcular ve yandaşları beşerî zâlim düzenlerin yılmaz savunucularıdır. Elbette bu kimseler Şeriatın gelmesini istemeyeceklerdir. Medyanın, düzende etkin ve yetkin kimi çevrelerin Şeriata/İslâmî yönetime karşı çıkıp düşmanlık yapmaları, saldırıp iftirâlarla karalamaya çalışmalarının temel sebeplerinden biri, fakir halkın kanını emen bu vampirlerin sömürü hortumlarının kendi elleriyle birlikte kesilecek olma korkusudur.
Düşünün, adam hayatı boyunca çalışıp çabalıyor. Dişinden tırnağından artırıp zorla biriktirerek bir köşeye parasını koyuyor. Hırsızın biri de, bir ömürlük birikimi bir saatte heder edip gidiyor. Almanya'da yıllarca çok zor şartlar altında çalışan bir işçiyi düşünün. Yaz mevsimi olmuş, Türkiye'ye izne geliyor. Parasıyla yatırım yapabileceğini düşündüğü için parasını da getirmiş. Daha havaalanında veya otele giderken tüm paralarını hırsızın biri çalıyor. Bu mağdur insan sizin yakınınız olsaydı, amcanız, babanız, ya da kendiniz... Hırsızın nasıl cezâlandırılmasını isterdiniz?
Tüm beşerî düzenlerde hırsızlığa giden yollar tıkanmak şöyle dursun,
1764] 5/Mâide, 45
- 412 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ekonomik adâletsizliklerle, haksız kazancın câzip gösterilmesiyle, bin bir çeşit özendirmeyle, tüketim toplumuna dönüştürülen ve zenginliğin her şey olduğu anlayış(sızlığ)ıyla özetlenebilecek kapitalizmin tek dünya görüşü olarak dayatılmasıyla, ahlâk ve Allah korkusu kalplerden silindirildiği bir siyasî ve sosyal yapı ile hırsızlık teşvik edilmiş, nice insana "başka alternatifim yok ki!" diyecek bahaneler icat edilmiştir. Fırsatı olduğu halde çalmayan, kumar oynamayan, şansını "şans oyunları" diye mâsum gösterilen piyango ve çekilişlere bağlamayanlar "enâyi" sayılmaya başlanmıştır. Günümüzdeki tüm İslâm dışı yönetimlerde hırsızlığın cezâsı kısa süreli hapistir. Bu tür cezâların caydırıcı olmadığı, hırsızlık sayısının ve çeşitlerinin devamlı artmasından tespit edilebilir. Türk cezâ kanununda, hırsızlık suçunun basit biçiminin cezâsı altı aydan üç yıla kadar hapistir. Kapkaç suçunun cezâsı da altı ay hapistir. İnfaz yasasına göre, bu müddetlerin yaklaşık üçte biri uygulanır. Yani kapkaçtan nasılsa yakalanan bir kişi, bu suçu ispat edilmiş, araya birileri girmemiş, işini halledememiş ise iki ay yatar, içeride daha büyük hırsızlığın nasıl yapılacağını öğrenecek şekilde büyük hırsızlar tarafından koğuşlarda gönüllü verilen derslere katılır, uzmanlaşarak topluma döner. Sonra artık, o kapkaççı veya hırsız değildir, "bey"dir, "sayın"dır, "hatırlı kişi"dir. Bu unvanlar, eski mesleğini yapmadaki uzmanlığıyla yakından ilgilidir, "hortumlama"cılığa terfi etmenin bu düzendeki ödülüdür. Bunlar hemen hiç yakalanmaz, yakalansa da (tek-tük istisnâ dışında) mahkûm olmaz, olsa bile içeride çok kısa süreyle ve özel şekilde "bey" gibi, "ağa" gibi ağırlanır. Şu veya bu şekilde, şu veya bu işinde ortaklık bağlarıyla bağlı olduğu etkili ve yetkili kişilerin yardımını görür. Dışarıdan ve içeriden bolca destek görür. Tekrar, ama yakalanma hatası yapmayarak kaldığı yerden işine devam etmek üzere toplumun içine (veya başına) döner. Ziya Paşa şöyle der: "Milyonla çalan mesned-i izzette serefrâz, / Birkaç kuruşu mürtekibin câyı kürektir!"1765 Bir düşünür de daha kökeni işaret eder: "Küçük hırsızları asıp yok ederler. Büyükleri çok ilerlemiştir, ülkeyi yönetiyorlar." "Allah'ın geçiminize dayanak kıldığı mallarınızı aklı ermeyen kimselere vermeyin..." 1766
İnsanlarda sağlam bir iman ve ona dayalı ahlâk ve Allah korkusu olmadığı için, bu tür kişilerin yaşadığı toplumlar hırsız ve hırsız adayları toplumudur. Câhiliyye toplumu, İslâm'ın anladığı anlamda hak-hukuktan, adâlet ve insanî değerlerden uzak bir toplumdur. Dövizcide para bozduran, "sarraf"tan (yanlış olarak "kuyumcu" denmekte) çıkan kimsenin emniyeti, mal ve hatta can güvenliği yoktur. Elinde çanta ile pazarda, mahallede dolaşan bir kadın her an çantasını kaptırmaktan endişe duymakta, bir kapkaççı dehşetinden emin olamamaktadır. Nice veznedar, biraz cesursa, fırsatını yakaladığı ve kılıfını hazırladığında, kendisine emânet edilmiş paraları zimmetine geçirmekten çekinmeyecektir. Bunca zengin hortumcunun niye banka sahibi olmak istediğini yirmi civarında banka boşaltma olayından sonra artık herkes bilmektedir. Allah, bu banka sahibi hortumcuları fâizcilere musallat etmektedir. Kur'ân-ı Kerim'de fâizi (n gelirini) Allah'ın mahvedeceği1767 belirtilir. Bankaya para yatırmak, hırsıza veya görünmeyen hırsız olan enflasyona, ya da hastalık gibi para kemiren âfetlere dâvetiye çıkartmaktır. Fâizcinin dünyada bile huzuru yakalayabileceği mümkün değildir. Silâhlı gasp ve hırsızlık çeteleri de insanların mal ve can güvenliklerini devamlı
1765] Ziya Paşa
1766] 4/Nisâ, 5
1767] 2/Bakara, 276
HIRSIZLIK
- 413 -
tehdit edebilmektedir. Başta sinemalar ve televizyon kanallarındaki filmler, nasıl soygun yapılabileceğini hem de özendirerek öğretmekte, halk da ilimden değil filmden etkilendiği için hayran olduğu sanatçılara soygun rolünde de benzemeye çalışmaktadır. Hırsızlık çeteleri küçük yaştaki çocukları da ağlarına düşürmekte, bunları da kirli emellerine âlet edebilmektedir.
"Ey iman edenler, mallarınızı aranızda bâtıla (doğru olmayan yollarla, haksız yere) yemeyin. Kendi rızânızla yaptığınız ticaret olursa başka. Nefislerinizi de öldürmeyin. Doğrusu Allah, size karşı çok merhametlidir."1768 Bu âyette, karşılıklı rızâya dayalı ticaretin dışında, insanların, birbirlerinin mallarını bâtıl yollarla yemeleri ve birbirlerini öldürmeleri yasaklanmaktadır. Tefecilik, kumar, rüşvet, gasb, çalma, hiyânet gibi hileli kazanç yollarının hepsi bâtıldır. Bu tür yollarla para kazanmak haramdır. “Aldatan kimse bizden değildir!” 1769
İnsanın dünyevî olarak zarûrî ihtiyacı, beslenme/gıda, giyinme/tesettür ve ev/barınmadan ibaret olduğu ve bu gereksinmelerini israfa ve lükse kaçmadan helâl yoldan temin etmesi, kalan birikimlerini infak etmesi gerektiği halde, tüketim toplumunun bir ferdi olarak insan, günümüzde ihtiyaç labirentinde yolunu şaşırmaktadır. Alınır, tüketilir, tekrar alınır, alınır... Ömür biter, alınacaklar ve ihtiyaçlar(!) bitmez.
İnsanımız artık aklıyla değil; bin bir çeşit göz alıcı illüzyonlarla tahrik edilen “doymak bilmeyen gözleriyle” düşünüyor, daha doğrusu düşündüğünü zannediyor. Çarşılar, pazarlar, marketler, vitrinler de insanın bu midesi olmayan gözlerine nasıl hitap ediyor? Başkalarına (kendinden maddî yönden öndekilere) bakıyor bu gözüyle düşünen insan ve mukayese ediyor: “Onda var, bende niye yok?” ve daha çok harcamak için daha çok çalışması, çalışması, çalışması gerektiğini görüyor. Sonra bakıyor ki, çalışarak kazanılan para “ihtiyaç” maskesini takmış “gereksiz” veya “olmasa da olur”lara yetmiyor, çalışmadan para kazanmanın yollarını arıyor. Herkes bir başkasını kandıracak yollar aramaya başlıyor. Kumarın binbir çeşidi, sahtekârlığın hiç akla gelmeyecek şekli, insanları en yakınlarına bile itimat edemeyen, yardım edemeyen, borç veremeyen duruma getiriyor. Çevresinde, akrabasında bir hırsız veya dolandırıcının kurbanı olmamış insan bulmak uzayda canlı aramak kadar zor. Cep telefonunu, bisikletini, kapı dışında unuttuğu ya da câmi girişinde çıkardığı ayakkabısını çaldırmayan, bir sahtekârın avına düşmeyen, evine hırsız girmeyen varsa, son yılların en şanslı insanı seçilmeye adaydır. Arabaları çalınmasın diye çeşit çeşit alarmlar taktırmak da çözüm olmuyor, evlere çelik kapı taktırmak da.
“Haram” mı, “ayıp” mı, o da ne demek? Güldürmeyin insanı! Hangi devirde, hangi kültürde yaşıyoruz? İrticâyı mı hortlatacaksınız? Avrupa Birliğine girmeye şunun şurasında elli sene kadar bir şey kaldı, ama bu gerici kafayla almazlar tabii bizi. "Gönüllere iman yerleştirmeden hırsızlığa da, diğer sorunlara da çözüm olmaz!" diyenleri susturun, bastırın siz; onlar dini siyasete âlet ediyorlar, esas sorun onlar!.. Bakın yetkililer ve çok renkli medya Türkiye'nin en önemli probleminin irticâ olduğunu söylüyor, hırsızlık ciddi problem olmuş olsa söylerlerdi, sen onlardan daha mı iyi bilirsin?... Müslüman olduğunu söyleyen bazı insanlar böyle diyebildiğine göre, hırsızların korkacağı bir şey yok demektir.
1768] 4/Nisâ, 29
1769] Müslim, İman 43, hadis no: 164; Tirmizî, Büyû’ 74; İbn Mâce, Ticârât 36
- 414 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah'ın bizim için seçtiği İslâm'ın yaşanmadığı, onun yerine çıkarcı insanların düzeni olan acımasız sömürücü kapitalizmin yaşandığı tüm ülkelerde olduğu gibi, Türkiye'de de servetin % 80'ine % 20'lik nüfus sahip olurken ve istedikleri gibi harcarken, % 80'lik insan nüfusu da % 20 ile yetinmeye çalışıyor.
Her haram, başka bir haramı dâvet eder. Hırsızlık gibi büyük günah kabul edilen bir suç da başka suçları. Yaralama, cinâyet, rüşvet, yalan gibi haramlar hırsızlığın yanında veya peşindedir. Sadece cezâ ile hem de caydırıcı ve âdil olmayan cezâ ile suçların önüne geçileceğini zanneden İslâm dışı düzenler, yanıldıklarını itiraf etmekten bile âcizler. Bireyin hırsını kamçılayan, sınırsız özgürlük ve her çeşit yoldan para kazanmayı mubah sayan beşerî düzenler, eğitim, sosyal ve siyasal altyapı ile hırsızlığı teşvik etmektedir. Kirli para ile kara para ile başa çıkamaz bu düzenler. Bu düzenlerin derdi yeşil sermâyedir, kara sermâye değil. "Haram-helâl önemli değil; para gelsin de nereden ve nasıl gelirse gelsin" bu düzenlerin mü'mini olan kapitalist insanın temel nassı ve ulaşmak istediği cennetidir. Kapitalist insan, doymak bilmeyen insandır. Zenginiyle fakiriyle kapitalistleştiği için insan, devamlı açtır. Ne kadar kazansa ihtiyacı bitmeyeceği için, sonu gelmeyecek mal ve para hırsını tatmin etmek için iki şeyden birini tercih edecektir. Ya insanî özelliklerini unutacak, psikolojik ve fizyolojik hastalıklara yakalanacak kadar aşırı çalışmayı tercih edecektir. Siyasal ve sosyal şartlar gereği ve bitmek bilmeyen ihtiyaçları karşılamak için hemen herkes işin mâhiyeti veya işteki tavrı yönüyle haramlara da bulaşacaktır. Ya da, -ki bunlar birinci gruptan sayıca daha çoktur- umutlarını piyangolara, yani kumara bağlayarak veya hırsızlık, dolandırıcılık gibi kolay para kazanarak köşe dönmeyi, haram yoldan para kazanmayı tek çıkar yol görecektir. İntiharlar, hastalıklar, hırsızlıklar fakirlerden çok zenginlerde görülür. Uyuşturucunun, çeşitli cinsel sapmaların daha çok onlarda görüldüğü gibi. Karnı açların değil, rûhu açların mesleğidir hırsızlık. İnsan, gözü ve gönlü doymadığı için hırsızlık yapar, ya da çalışmadan, kolay yoldan para kazanmak istediği, hak-hukuk önemsemediği için; her ikisi de rûhun iman, takvâ ve sâlih amelle doldurulacak açlığı demektir.
Devlet halkın malını, halk da devletin (aslında tüm halkın) parasını çalmaya çalışıyor. Tabii, bu konuda devleti yönetenlerin uzmanlığı ve yaptıklarını yasallaştırarak yaptığı için çaldığı minarelerin kılıfını hazırlaması çok daha ileri safhalarda hırsızlığı ortaya koyuyor. Bazı hırsızlıkların kanun kılıfı içinde yapılması onun hırsızlık olduğunu engeller mi? Haksız vergiler, enflasyon denilen devletin elinin halkın cebinden devamlı para çalması birer hırsızlık değil midir? Nasılsa elektriğini, devlete borcunu, haksız da olsa vergisini zamanında yatıramayan, para bulup zamanında denkleştiremeyen vatandaşa gecikme cezâsı adına yüksek meblağda fâiz ve para cezâsı verilerek soygunun başka bir çeşidi sergilenmiyor mu? Kredi kartları ve borçlarının nasıl bir soygun olduğunu 2004 yılı ilk ayları itibarıyla 21.000'i geçen kredi kartı kullananların iyi bildiğini zannediyorum. Kapitalizmin, holdinglerin, hiper ve süper marketlerin, reklâmların, modanın... âdî hırsızlıktan farkı, çaktırmadan ve kandırarak, insanları değişik şekilde uyutup uyuşturarak soyması değil midir? Kapitalist düzen hırsız düzenidir, soygun ve sömürü düzenidir. Sahtekârlıkların da bin bir çeşidi sergilenebiliyor, bu yollardan biri ya da birkaçıyla, ama mutlaka tüm insanlar soyuluyor.
Sovyetler Birliği zamanında ve Rusya'nın süper güç maskesi taktığı dönemlerde bir Amerika'lı ile Rus'un halkın ekonomik durumuyla ilgili bir konuşması
HIRSIZLIK
- 415 -
fıkra cinsinden aktarılır: Rus Amerika'lı muhâtabına sorar: "Amerikan vatandaşları ortalama kaç dolarla geçinir?" Amerikalı "1200 dolarla" diye cevap verir. "Peki bu parayı nasıl kazanır?" diye soran Rus'a Amerikalı'nın verdiği cevap "Biz özgür bir ülkede yaşıyoruz. Kimse onun nasıl kazandığına karışmaz" olur. Soru sırası kendine gelen Amerikalı Rus'a aynı soruyu sorar: "Rus vatandaşları ortalama kaç dolarla geçinir?" Rus cevap verir: "220 dolarla." Amirakalı hayret içinde tekrar sorar: "Bu parayla bir insan nasıl geçinir?" Rus'un verdiği cevap: "Biz de özgür bir ülkeyiz. Kimse onun nasıl geçindiğine karışmaz" olur. Rus'un verdiği cevap, Türk yöneticilerinin de dilleriyle değilse, halleriyle verdiği cevaptır.
Hırsızlara cezâ verilir gibi yapılır Türkiye gibi kapitalist ülkelerde. Aslında cezâlandırılan mağdurlardır. Parası çalınanlardır. Onların hakları korumaya alınmaz. Soyguncunun hakları daha önemlidir. Onlar ne de olsa kendilerinden sayılır. Yenilerini şimdilik bilmiyoruz, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmış Demirel gibi, Özal gibi insanların yedi sülâlesinin yolsuzluklara, banka boşaltmalara, hortumculuğa battığını, bu yeğenler ve yiyenlerin cesaretlerini yakınları olan devlet büyüklerinden aldığını bilmeyen yoktur. Başbakanlık yapmış bayanın villalarını, yatlarını, çiftliklerini, Amerika'daki köşklerini herkes bilir, ama nereden elde ettiğini sormaz. Krallar gibi yaşar devlet balına elleri değenler. Çocuklarının düğünleri prens ve prenseslerin düğünüdür. Yüzlerce kiloluk altın, ya da milyon dolarlarla ifade edilen mal varlıkları, ortaklıkları kendileri itiraf ederler, etmedikleri bilinmez. Tabii, bu devirde bir başbakan maaşıyla nasıl geçinir insan? Hz. Ömer'in devletin mumunu selâm alırken, özel konuşma yaparken söndürdüğünü de bilmiyorsanız öğrenebilirsiniz bu yavuzlardan, seçim konuşmalarında. Soyguncuların eğitim ve yönetiminden, yönlendirmesinden geçmiş halka göre de bu anormal değildir: "Eee, bal tutan parmağını yalar." Her türlü çirkinliğine rağmen bal tuttuğu düşünüldüğünden politikacı eli tatlıdır, yalanmaya değer; pis değil, kutsal kabul edilip öpülmeye lâyık sayılır ve halktan her yiğidin gönlünde politikacılık aslanı yatmakta, bazen de kükremekte, zor zaptedilmektedir. Kapkaççılığın cezâsı T.C. cezâ kanunlarına göre 6 ay hafif hapistir. O da 1,5 ay uygulanır; tabii hırsız acemilik edip yakalanabilirse ve bir yolunu bulup rüşvetle işi savuşturamazsa. "Polisler, emniyet güçleri ve hatta onların üstündeki bürokrat ve seçilmişler arkalarında veya yanlarında olmasa, büyük hırsızlıklar, hortumlar yapılabilir mi?" diye halk sormaz bile. Halkın gözü sahnedeki oyundadır, perdeyi aralama cesâret ve riskini nereden alsın ki perde arkasını görebilsin? Polisin, trafik polisinin, hâkimin... eline düşen insanlar biraz görür gibi olur perde arkasını. Resmî görevliler işi kılıfına uydurdukları ve halk da devletten ürkütülüp korkutulduğu için resmî görevlilerin ve baştakilerin soygununu karşı çıkalamaz, dillendirilemez kabul eder ve üç maymunu oynar. Araba kullanıp da kendisinden alınan vergilerle maaş alan trafik görevlilerince soyulmayan sürücü var mıdır bu ülkede? Bu olayın sadece trafikle sınırlı olduğunu iddia eden? Tapu kadastro dairelerinde, maliye ve vergi dairelerinde, gümrüklerde, belediyelerde... Rüşvet ve haksız cezânın olmadığı yerlerin listesi herhalde daha kolay tutulur. Vatandaş, hem çocuğunu okulda okutmaya mecbur tutulur, hem her yıl Milli Eğitim Bakanları ve daha alt kademedeki sorumlular açıklama yapar; "zorla para alınamaz, yasaktır...", hem de kayıt parası diye soygunlar yapılır. Devlet dairesinde veya Belediyelerde bir işe girmek için ne dolaplar çevrilir, ne paralar döner. Artık halkın tavsiyeleri de değişti. Meselâ mahkemelik olan insanlara şöyle diyor: "Arkadaş, avukat tutacağına hâkim tut! Hem daha ucuz, hem daha kolay netice alınıyor."
- 416 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Çoğu avukat da suçlu ile hâkim arasında emânetçi ve aracılık görevi üstleniyor, bu ballı işe bulaşan parmaklarını da yalıyor tabii. Mahkeme faslı da formalitenin uygulanmasından ibâret minâre kılıfları. Bunları bilmeyen yoktur, kahve köşelerinde dillendirmeyenler de. Ama büyük harflerle haykıran, hesap sormaya çalışan, soyguncu taşeron ve piyonları oynatan kuklacıları gösteren çıkmaz. Kaldı ki, kimi kime şikâyet edecek? Bataklık kurutulmadan bunlar nasıl önlenecek? Hasta adam Osmanlının, hastayı tedâvi adıyla zehirleyen kendi paşalarından birinin sözünü, Osmanlının komadaki çocuğunun bağlı olduğu hortumu kesip hortumu kendine yönlendiren doktor gömleği giymiş sahte kurtarıcıların şöyle değiştirdiği anlaşılıyor: "Uluslararası sömürü teşkilâtları, emperyalist devletler siz dışarıdan; hortumcularla birlikte biz içeriden yıkmaya çalıştığımız, yiyeceğini elinden alıp ölüme mahkûm ettiğimiz halde, hâlâ ölmüyor bu hasta." Ha biraz daha gayret, az kaldı!..
Emperyalist devletlerin söz dinleyen uşaklarıdır Batıyı taklit eden Ortadoğu ülkelerinin başındakiler. Başta pragmatist Amerika ve onun sömürgecisi İsrail olmak üzere, çıkarcı Batının sömürü çarklarını döndüren hizmetçileridir müslümanların başındaki tâğutlar. Dünya Bankası, IMF, Uluslararası Para Fonu, kazın geleceği yerden tavuğu esirgemez. Aynı zamanda borçluya zehirli, uyutucu ve uyuşturucu reçeteler dayatma hakkını da kendinde görür. Batıyı savunmak, sömürüyü ve soygunu savunmaktır. Batı tefeci, Doğuda tefeciye paçasını kaptırmış zavallıdır. Öde öde borç bitmez. Batıda her doğan çocuk günahkâr doğarken, onun sömürgesi durumundaki Doğu ülkelerinde her çocuk borçlu doğar. Batı çocuğu yaşadıkça günahlarını artırırken (nasıl olsa bebekliğinde vaftizle günahını çıkartmıştır, büyüyünce de aynı usulle papaza itiraf edip günahlarını çıkarttıracaktır), Doğulu çocuk da borcunu devamlı arttıracaktır (çocuk çalışacak, emeği soyguncuların kasasına haksız ve ağır vergi, borç fâizi vb. şeklinde akacak, düzenler tarafından borcunu ödedikçe borcu çoğaltılacaktır; eh, rejim niye vardır, bu yardım ve hizmetleri yapmayıp da ihmal mi etsin vatandaşını?!).
Fâiz Soygunu
Dünyanın kanını emen kapitalizm ve onun gayrı meşrû çocuğu emperyalizm, müslümanların dinlerini yaşamamasından ve dünyaya fazla meyletmesinden güç almaktadır. Fâiz haramına rağmen, banka ile iş yapan müslümanlar, taksitli alışverişlerle boyundan büyük borçlananlar, yorgan devamlı kısalsa da ayağını uzatmaya çalışanlar, kredi kartı ile harcama yapıp kat kat fâize aracılık yapanlar, ihtiyaç zannettiği listeyi ha bire artıran tüketme zevki kurbanı olanlar, sadece kendi haramlarını çekmekle kalmayacaklar, sömürü düzeni kapitalizmin azgınlaşıp insanları ezmesi olan zulüm düzenlerinin güçlenmesi vebâline de ortak olacaklardır. Bugünkü şartlarla, helâl yoldan zengin olmak, istisnâ dışında mümkün değildir. Ama çoğu müslüman bunu görmezlikten gelecek, hırs ve zenginlik virüsü giren kafasını savunmak için, "müslümanların zengin olması gerektiği, bunun dine hizmet için şart olduğu" demagojileriyle dışa lanse edecek, insanları da kendine özendirmeye çalışacaktır. En büyük hırsızların en büyük zenginler olduğu söylense, aksini kim nasıl ispat edebilir? Hırsızlığa bulaşmadan, hırsızlarla işbirliği yapmadan, hırsız kulübü demek olan bankalara üye olmadan, soyguncu düzenlerle ortaklaşa çalışıp birbirlerini beslemeden zengin olmak pek kolay gözükmemektedir. Müslümanca zengin olma ve zengin kalmanın bu kapitalist düzende çok zor olduğunu ve parayla imtihanın fakirlikle sınanmadan daha
HIRSIZLIK
- 417 -
müşkil olduğunu görmezden geliyor, ya da unutuyor insanımız. İsraf konusunda etrafına kötü örnek olan, Cennet yerine zenginliği tercih eden, her şartta parayı yücelten kimseler, gönül fakirleridir.
Fâizci kapitalist düzenlerin nasıl bir soygun düzeni olduğu, uluslararası sömürü ve soygunun hangi neticeler doğurduğunu görmek, büyük hortumlamaların ne yaralar açtığına şâhit olmak, yasal hırsızlıkların en büyüklerinden olan fâiz örneğiyle çok kolay gözükmektedir. Ülkenin niye kalkınamadığını, maddî yönden Batı ülkelerinin niçin çok gerisinde kaldığını bu örnek çok iyi açıklamaktadır: 1993 ilâ 2002 yılı arasındaki son 9 yılda Türkiye Cumhuriyeti, tam 211.4 milyar dolar fâiz ödedi. 9 Yılda fâize ayrılan 211 milyar dolar yatırıma yöneltilebilseydi, kişi başına millî gelir 2003 yılında 2857 dolar yerine, 3922 doları bulacaktı. 2003 yılında ödenecek fâiz tutarı tam 40 milyar doları bulmaktadır. Bir başka deyişle her bir saniyede 1078 dolar fâiz parasına gidiyor. Evet, ayda 2 milyar 833,3 milyon dolar, günde 93 milyon 151 bin dolar, sâniyede 1078 Amerikan doları, halkın, fakir-fukaranın cebinden (ç)alınıp fâize ayrılıyor.
Halkın dertlerine derman olması gereken devlet, halkın cebine elini uzatıyor, bulduğunu alıyor, bulamadığını borçlandırıyor ve (ç)aldıklarını fâizcilere sunuyor. 1993 yılında toplam yatırımların dörtte biri (% 24.1) kadar olan iç ve dış borç fâiz ödemeleri, 2001 yılında toplam yatırımların % 96.2’sine ulaştı. Bu rakam, 2003 yılında % 91.2 oranında oldu. Toplam kamu fâiz ödemeleri 1993 yılında 67 katrilyon 873 trilyon lira olarak belirlendi.
Halktan alarak devletin ödediği ve ödemek zorunda olduğu fâize ayrılan bu paralarla neler yapılmaz ki! Bunun yanında devletin; elektrik, su, doğalgaz, telefon, SSK primi ve vergi borçlarına uyguladığı gecikme fâizleri oranlarının enflasyonun çok üzerinde olduğunu hatırlamak da gerekiyor. 1997-2002 yılları arasındaki son 6 yılda enflasyonun % 346 artmasına karşılık, devletin vatandaşa uyguladığı gecikme fâizleri, % 929 arttırılmıştır. Kamu kurumlarından aldığı mal ve hizmet karşılığı devlete 100 milyon lira borcu bulunan bir vatandaşın, bu borcu ödeyememesi sebebiyle 2002 yılında 929 milyon lira ödemek zorunda kalmaktadır. Oysa, enflasyon oranlarına göre, aynı vatandaşın 346 milyon lira ödemesi gerekirdi. Bu şekilde devlet, vatandaştan 583 milyon lira fazladan fâiz almaktadır.
Bankalardan kredi alarak fâizle borçlanan çiftçilerin, esnafın durumu tümüyle içler acısıdır. Tüm hayvanlarını ya da evini barkını satarak fâiz borcundan kurtulmaya çalışan nice insan vardır. Sadece kumar değildir evi barkı söndüren, aynı zamanda fâiz de depremden büyük hasarlar ortaya çıkarmaktadır. Bunlar yasa kılıflarıyla hazırlanmış hırsızlıktır, soygundur. Bu hırsızlar, küçük âdi hırsızlardan olmadığı için devletin himâyesi/koruması altındadır. Hortumcular, onlarca bankanın içindeki paraları mı boşalttı? "Halk ne güne duruyor, bindirin vergileri, ödesin!" denilecek, borçlar halkın sırtına yüklenecektir. (Halka da, "ne yapalım, kanunlar böyle, devlete itaat etmemiz gerekiyor" demek kalmaktadır.) Bu zulüm ve kandırma düzeninin adı da demokrasidir. Halk kendi kendini yönettiğini zannederken, rantı yiyenler yöneticilerle ve düzenle işbirliği yapanlar olmakta, faturayı ödeyenler de halk. Halka, kendi seçtikleri aracılığıyla kendisinin yönettiği zannettirilen halk seyrede dursun, devlet halkı soyan hortumcuların yanında yer alacak, onun soyduğunu halka tekrar doldutturacaktır. Kapitalist düzeni
- 418 -
KUR’AN KAVRAMLARI
banka düzeni olduğundan bankadaki paralar devlet güvencesi altındadır çünkü. Halkın iş, geçim güvencesi mi? O da unutulmaz tabii, yöneticiler onu seçim konuşmalarında gündeme getirecek, geçen seçimlerde verdikleri sözün bir benzerini tekrar verecektir. Devlet almayı bilir, vermeye gelince, "söz veriyoruz ya, halk onunla yetinsin!" denilir. Demokrasi oyunu böyle oynanır bu sahnede. Ver oyunu, gör oyunu. Seçilen çobanlar gütsün koyunu, düzen düzenler soygunu.
2004 yılı ocak ayı hesabıyla Türkiye’de kredi kartı kullanan insan sayısının 21 milyonu geçtiğini belirtirsek, müslüman geçinen halkın banka ile fâizle ne kadar içli-dışlı olduğu anlaşılır. Kredi kartları temerrüt fâizinin % 500 civarında olduğunu, kartla borçlanan kişinin kısa zaman sonra borcunun 5 katına yükseldiğini, ödemeyi uzattıkça, borcun daha katlanarak yükseldiğini bilmeyenimiz yoktur. Ne acıdır ki, garibanların alınterini vampir dişleriyle sömürüp hortumlayan bankalar, müslümanların ve müslüman geçinenlerin desteğiyle bu zülmü sürdürüyorlar. Namaz kılan müslümanlar bankalardan paralarını çekse, sadece bankalar değil, bankacı kapitalist sömürü düzeni de kendiliğinden yıkılacaktır. Müslümanlar Amerikan dolarını boykot etseler dolar tepetaklak düşecek, ABD çok kolay tarihin çöplüğünde yerini almanın eşiğine gelecektir.
Öyle bir sömürü düzeni içinde, öyle bir karanlık ve fırtınalı câhiliyye döneminde yaşıyoruz ki, kapitalizm din olmuş, para da kapitalistleşen halk için tanrı, banka tapınak, çek ve hisse senedi kutsal kitaptır artık.
Düzenin hırsızlığı, kılıfı önceden hazırlandığı için yasal hırsızlıktır: Haksız vergiler, harçlar, fakirleştirmek, enflasyonla fakirin cebindeki parayı devamlı eriterek çalmak, tüyü bitmemiş yetimin hakkını zenginlere peşkeş çekmek, banka boşaltanlara ve diğer hortumculara ceza vermek yerine, onların boşalttığı bankaları fakir halka vergiler bindirerek ödetmek...
İslâm fıkhına göre câiz olmadığı halde câmilerin bile kapısı kilitlenmektedir. Câmiler, Allah'ın evi kabul edilen mukaddes mekânlar olduğu halde, hem de "müslüman" olduğunu iddiâ edenler tarafından içindeki halıları, kıymetli levhaları, çinileri... çalınabilmekte. Câmi cemaatinin ayakkabıları, özellikle câmide misafir olarak bulunan Cuma ve Bayram cemaatinin ayakkabıları çalınmakta, insanların câmiye bir daha uğramamalarına bahane olmaktadır. Bu çeşit hırsızlıkların bahâne edilerek, tedbir alınacağı yerde, bazı câmilerin namaz vakti dışında gündüzleri bile kilitlenmesini hiçbir müslüman mantığıyla izah etmek mümkün değildir. Câmilerdeki hırsızlıktan bahsederken, hadis-i şeriflerde1770 bahsedilen bir hırsızlık çeşidinin de "namaz hırsızlığı" olduğunu belirtelim. Kalbinde bulunması gereken takvânın şeytan ve onun dostları, yardımcıları tarafından çalınmasından dolayı namazla kurtulmayı değil; namazı kılıverip namazdan, namaz yükünden/borcundan kurtulmayı düşünenlerin hırsızlığı.
Robin Hood'luk İslâm'da yoktur. Yani Batılı ve (ne kadar yerli olduğu tartışılabilecek) Türk filmlerinde biraz sosyalizm, biraz halk tipi eşkıyâlık propagandası kokan, kahramanın zenginden çalıp fakirlere dağıtması rolünü İslâm onaylamaz. Yani, hırsızın malını çalmak da hırsızlıktır. Hırsızdan hırsızlık yapana had uygulanıp uygulanmaması İslâm mezhepleri ve müctehidler arasında ihtilâflıdır. Ama kesinlikle ta'zîr de olsa bu tür hırsızlık yapana cezâ verilir. Hırsızlık suçsa, kötüyse
1770] Meselâ; Dârimî, Salât 78
HIRSIZLIK
- 419 -
hırsızın malını çalmak da aynı suçu işlemektir, aynı kötülüğü yapmaktır. Bu ilk hırsızın şahıs, kurum, devlet, müslüman veya kâfir olması, hükmü değiştirmez.
Hırsızlığın en büyüklerinden biri, umûma, halka ait malları çalmaktır. Bu, bazen devlet malı zannedilerek yapılır. Devlet, aslında soyut bir kavramdır, varlığı kâğıt üzerindedir. Devlet malı, aslında halkın malıdır. Yöneticiler âdil bir müslüman ve yönetim İslâmî ise, Allah'ın hükmüne göre adâletli bir şekilde halkın malını halkın en önemli ihtiyaçlarından başlayarak halka harcar. Bu vasıflardan birine sahip değilse, halka zulüm ve halkın malına ihânet sözkonusu olur. Bazıları şöyle der: “Herkes çalıyor. Biz de aslında devletteki kendi hakkımızı almış oluyoruz!” Farkında olmasalar da, bu tavır, tüm halkı soymak, meşhur deyimle tüyü bitmemiş yetimin hakkına el uzatmaktır. Bir kişinin malını çalan kimse, onunla helâllaşma imkânına sahiptir. Mümkün ki, o kimse onu affeder. Ama umuma/kamuya ait mallar bütün müslümanların, bütün halkın mülküdür. Allah’tan korkmayanların yaptığı, onlara gerekçe olacak bir neden değildir. "Bir kavimde gulûl (denen devlet malından hırsızlık) zuhûr ederse, Allah o kavmin kalplerine korku atar. Bir kavim içinde zinâ yayılırsa orada ölümler artar. Bir kavim, ölçü ve tartılarda (hile yaparak) miktarı azaltırsa Allah ondan rızkı keser. Bir kavmin (mahkemelerinde) haksız yere hükümler verilirse, o kavimde mutlaka kan dökme yaygınlaşır. Bir kavim ahdinden dönüp gadre yer verirse, Allah onlara mutlaka düşmanlarını musallat eder." 1771
Bazı insanlar, müslüman olmadıklarından dolayı kâfirlerin mallarının ve İslâmî bir devlet olmadığı, tâğûtî bir düzen olduğu için devlet malının çalınmasının câiz olduğunu ileri sürerler. Devletin olduğu varsayımıyla elektrik, su, belediye otobüsü vb. kullanımlarda sahtekârlık ya da hile ile de olsa bu tür hırsızlıkta sakınca olmadığını iddiâ ederler. Bu anlayış ve tavır, doğru da değildir, İslâmî de. Savaşla normal hali, ganimetle hırsızlığı karıştırmaktır. İslâm'ı da, sosyal yapıyı da bilmemektir. Dâvâya da büyük zarar sözkonusudur. Toplum ve yöneticiler açısından; "güvenilmez, hırsız, halkın malına zarar veren bir kimsenin dini ve dâvâsı da hak olamaz" denilir. Bu birkaç kişinin müslüman vasfından dolayı, tüm müslümanlar bu anlayışta ve bu tavırda kabul edilir. Tebliğ ve dâvetin önü kesilmiş olur. Peygamberimiz'in Mekke'de kâfirlerin mallarına karşı tavrı nasıl olmuştu? Müşriklerin onca zulüm ve baskılarına, müslümanların mal ve canlarına saldırılarına rağmen, hicret esnâsında Rasûlullah müşriklerin kıymetli para ve mallarından oluşan emânetlerini sahiplerine iâde etmek için yeğeni Ali'yi sûikast yapılacak yatağına yatırma riskini tercih etmişti. Mallarının gasbedilmesi câiz olan kâfirler ve devletler, müslümanlarla fiilen savaş halinde olanlardır. Mevcut şartları savaş olarak değerlendirmek İslâm hukukuna da, genel değerlendirmeye de uygun değildir. Yoksa, savaş dışında kâfirlerin kendileri, şirketleri, kurumları, malları ganimet kapsamına girmez. Filistin gibi işgal güçlerine karşı fiilî savaş durumunu yaşayan insanlar için elbette cihad hükümleri, ganimet durumu sözkonusudur.
Dâru’l-Harb ve Dâru’l-Harbde kâfirlerin Malı
Müslümanlara göre, insanî ilişkiler savaş değil; barış esasına dayanmaktadır. Burada aklımıza şöyle bir soru gelebilir: “Mâdem İslâmiyet’e göre barış esastır; o halde niçin ‘kâfirler dünyası’, ‘dâru’l-harb/savaş dünyası’ gibi ayrımlar ortaya çıkmıştır? Neden böyle bir ayrıma gerek görülmüştür?”
1771] Muvattâ, Cihad 26, h. no: 2, 460
- 420 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Evet! İslâm hukuk kitaplarında karşılaştığımız "dârul'-harb" terimi, ister istemez, bizde insan ilişkilerinin barış değil de savaş esâsına dayanmakta olduğu şeklinde bir kanaat uyandırmaktadır. Evet, ama böyle bir yargı, gerçeklere inememekten ve meselenin esasını bilmemekten doğmaktadır. Çünkü: İslâm hukukçuları, milletleri/toplumları üç kategori altında toplamışlardır:
1) İslâm dünyası (dâru'l-İslâm): İçinde İslâm kanunlarının uygulandığı ülkeler,
2) Müttefikler dünyası: Vatandaşlarının aşağı yukarı hepsi gayri müslimlerden oluşan, fakat müslümanlarla antlaşma yapmış bulunan memleketler,
3) Savaş dünyası (dâru'l-harb): Halkı müslüman olmayan ve müslümanlarla da hiçbir antlaşması bulunmayan yerler. Bu ayrımı, onlara tarihî olaylar empoze etmiştir. Yoksa şeriat onları bu hususta zorlamış değildir.
Böyle bir terimin (dâru'l-harb) kullanılması, müslümanlara, savaşın dışındayken, düşmanın malına, servetine el koyma veya onları yok etme yahut da kişisel hürriyetlerine ilişme gibi bir bahâne hiçbir zaman vermemektedir. Bazı câhillerin zannettiğinin aksine, bir yer dâru'l-harp olsa, orada barış içinde yaşayış sürdürülürken, kâfirlerin mal ve canlarına dokunulamaz; savaş şartlarındaki hususlar geçerli olmaz. Bütün bu sebeplerden dolayıdır ki, bu terimin kullanılması, yani insanların çeşitli kategorilere ayrılması, ortadaki gerçeklerden hiçbir şey değiştirmiyor, değiştirmez.
Tarihî olaylardan ve o zamanki gerçeklerden yola çıkarak müctehidlerin tasnif edip tanımladıkları şekilde; bugünkü dünyayı dâru'l-harb ve dâru'l-İslâm kavramlarıyla izah etmenin doğru olmayacağı kanaatini taşıyorum. Sözgelimi Türkiye'nin durumu, dâru'l-harb tanımına girdiği iddiâsı, bu değerlendirme ile ancak savaş şartlarında câiz olabilecek nice uygulamaların, sulh ve salâh ortamını bozacak ve bazı haramları helâl ilân edecek nice yanlışların ortaya çıkmasına zemin hazırlayacaktır. Safların net olmadığı, müslümanlarla İslâm düşmanlarının cephelere ayrılmadığı, savaş şartlarının tümüyle ortaya çıkmadığı yerlere dâru'l-harp denilmesi, bugünkü dünya için ve İslâm'ın genel tavrı açısından yanlış tavırlara sebep olabilecektir diye düşünüyorum. Unutmayalım ki, dâru’l-harb ve dâru’l-İslâm kavramları Kur’ânî kavramlar olmayıp, tarihî şartlardan dolayı müctehidlerin tasnifinden ibârettir ve bu konudaki fıkhî hükümler, o günkü dünya açısından doğru olsa bile, bugün için aynen uygulanmasında büyük sakıncalar olan ictihâdî, o zamanlara âit, beşerî yorumlardan ibârettir.
Kimileri bugün müslümanların yaşadığı tüm ülkeleri "dâru'l-harb/savaş yurdu" ilan edip ifrâta kaçarken; bazıları da bu memleketlerin "dâru'l-İslâm/İslâm yurdu" olduğunu tefrîtini gösteriyor. Ortadoğu ülkelerinin başındaki tâğutlar, kendi İslâm dışı yaşayış tarzlarını örtbas etmek ve halkı kandırmak için ülkelerinin yönetiminin şeriat olduğunu iddiâ edebiliyorlar. Bu tür ülkelerden biri için söylenmiş meşhur bir sözü hatırlatalım: "Suud'da şeriat olsaydı, önce kralın eli kesilirdi; çünkü en büyük hırsız odur." İş imkânı, mal emniyeti, sosyal güvence gibi alanlarda devlet, görevini yapmaz ve hırsızlığa giden yolları tıkamaz, hatta bu yolları bilinçsizce teşvik ederken, hangi ortamda yetiştiği, hangi şartların kurbanı olduğuna bakmaksızın, gariban biri, hırsızlık gibi bir suç işlediğinde âcilen en ağır biçimde cezâlandırılır. Şartlar tümüyle oluşmuşsa hırsızın elinin kesilmesi ancak İslâm Devletinde (eski tâbiriyle dâru'l-İslâm'da) mümkün olacağından,
HIRSIZLIK
- 421 -
kendi memleketlerini bu özellikte göstermeyi politikalarına uygun gören yöneticiler, bunun ispatı olsun diye, gariban halka bu ağır cezâlar vererek işe başlarlar. Ama aynı suçu daha büyük oranda resmî şemsiye altında işleyenler ödüllendirilir. Meselâ 1970'lerden sonra Pakistan'da üç-beş kez İslâm devleti ilân edilmiş, şeriat kurallarının geçerli olduğu yetkililerce açıklanmıştır. İslâmî muhâlefeti susturmak için ilân edilen şeriatın uygulanıyor gözükmesi için de işe küçük hırsızların elini kesmek, düzenin ve çevrenin kurbanı olarak zinâ eden halktan bir kadını cadde ortasında recmetmekle işe başlanır.
Kur'an'ın emrettiği inanç, ahlâk, eğitim, sosyal ve ekonomik imkânları temin etmek gibi devlete ait görevlerin hiçbirini Kur'an'ın istediği gibi yapmayan devlet, oluşturduğu bataklıklarda doğal olarak üreyen sinekleri öldürmeyi mârifet sayar. Tabii, şeriat cezâ demektir, İslâm insanların gözünü korkutmak demektir, câhiliyyyenin bozduğu insanın cezâsını zavallılara çektirmek demektir bu anlayışta ve bunların tavırlarını gözlemleyen kamuoyunda. Sonra kamuoyunda ve medyada bu uygulamalara karşı soğukluk ve eleştiriler oluşur, fatura, sorumlulara değil; İslâm'a kesilir; şeriat(!) tekrar rafa kaldırılır. İleride muhâlefeti ve halk isteğini başka yollarla engelleyemeyince ilân edilecek yeni bir şeriat devletine(!) kadar bu böyle sürer. Sonra rafa kaldırılan eski tas aynı hamamda farklı tellaklar tarafından kullanılmaya devam eder. Bu uygulamalar Batı tarafından İslâm'ı suçlama aracı olarak kullanıldığı gibi, halkının önemli bir oranı müslüman olan ülkelerin başındaki yöneticiler açısından da tâğutî yönetimlerin ne kadar insancıl, İslâm şeriatının da ne kadar acımasız ve çağdışı olduğunun ispatı olarak sunulur. Tâliban bu görüntüyü daha da abartılı hale getirmiş, İslâm düşmanı kanallar da bunları daha da abartarak dünya kamuoyuna sunma başarısını(!) göstermiştir.
Vatandaş küçük hırsızlarla, kapkaççılarla meşgul olur, onların cezâsını beklerken büyük hırsızlar malı götürür. "Küçük hırsızları asıp yok ederler. Büyükleri çok ilerlemiştir, ülkeyi yönetiyorlar." Ziya Paşa da, şöyle der: "Milyonla çalan mesned-i izzette serefrâz, / Birkaç kuruşu mürtekibin câyı kürektir!" (Milyonla çalan onur tahtında yükselirken, birkaç kuruş çalan insanın yeri kürek mahkûmluğudur/zindandır.) Sivrisinek-bataklık örneğini unutmamak, esas hırsızlığın kökenini, kaynağını kurutmak gerek.
Bunun yanında, bazı insanlar basit ve ucuz eşyaların çalınmasını önemsiz bir şey olarak görür. Hatta bazen bu küçük aşırmalar şaka maskesiyle örtülür. Sahibi görürse "şaka" olduğu, görmezse adına hırsızlık denilemeyecek küçük bir aşırma olduğu değerlendirilir. Toplum da fazla tepki göstermez. Oysa Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Yumurta çalıp eli kesilen, ip çalıp eli kesilen hırsıza Allah lânet etsin.”1772 Çünkü hırsızlığın biri de birdir, bini de. "Hırsızlığın çirkinliği, çalınan şeye göre değişmez ki; ha altın çalmışsın, ha bir iğne." İçki tiryakiliği ve uyuşturucu bağımlığı da bir yudumla, bir gramla başlar, arkası gelir. Atasözünde ve aşağıda anlatılacak hikâyesinde denildiği gibi: "Hırsızlık bir yumurtadan başlar."
Hırsızlığın Günümüzdeki Bin Bir Çeşidi...
Adına hırsızlık denilmeyip başka ifâdelerle belirtilen değişik hırsızlıklar vardır. Bunların sayısı ve çeşidi her gün arttığından tümünü saymak mümkün
1772] Buhârî, Hudûd 13, 29; Müslim, Hudûd, 7, h. no: 1687; Nesâî, Sârik 1, h. no: 4844, 7, 65; İbn Mâce, Hudûd, 22, h. no: 2583
- 422 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gözükmemektedir. Farklı hırsızlık çeşitlerini yukarıda genel hatlarıyla sayıp açıklamaya çalıştık. Ama "kim demiş memleket ilerlemiyor" diye? Bu konuda büyük gelişmeler kat ettiği rahatlıkla iddia edilebilir. O yüzden, diğer hırsızlık çeşitlerini özetle ve kısa yorumlarıyla burada ele alıp, yukarıdaki genel listeye ilâve yapmak gerekiyor. Teknolojinin yaygınlaşmasıyla hırsızlık çeşitlerinin artışı arasında doğru orantı vardır. Teknolojik âletler hem kolay çalınıyor, taklit ediliyor, sahteleri üretiliyor ve hem de çaldırıyor. Başka çalmalara aracılık ediyor. Ey teknoloji, sen nelere kaadirmişsin? Eskiden âdî hırsızlığın dışında hırâbe denilen yol kesicilik (eşkıyâlık) vardı, bir de nebbâşlık denilen mezar/ölü soygunculuğu. sonradan toplumun Batılılaşmaya başlamasından sonra bunlara ihtilâs veya tarrârlık denilen yankesicilik ilâve oldu. Şimdi ise, küçük hırsızlık içinde kapkaççılık, büyük hırsızlık içinde de hortumculuk ve banka boşaltma moda. Bilindiği gibi modalar da sık sık değişir. Akla hayale gelmedik yolsuzluklar, zimmet ve sûistimaller, görevi kötüye kullanmalar, kendisine emânet olarak bırakılan emânetten çalmalar, metreden, teraziden, gramajdan çalmalar, malzemeden çalmalar, müteahhitlikte demirden ve çimentodan çalmalar... İşten görevden kaytarma, yani zaman çalma gibi mal dışına da taşar bu hırsızlıklar. İşçisinin hak ettiği maaşı zamanında (teri kurumadan) ve tam olarak vermeyen, ya da sigorta primini ödemeyen, çok daha fazlasını hak ettiği halde, piyasayı veya asgarî ücreti örnek göstererek ihtiyacını karşılamayacak kadar az bir maaş veren kimse işçisinin, emekçisinin hakkını, parasını çalmış olmuyor mu? İşçi de verimli iş üretmeyerek, kontrol olmayınca işi rolantiye alarak patronunun kârını çalıyor. Çalınacak şey ve fırsat varsa, işyerinden başka şeyler çalıyor. Böyle patrona böyle işçi. O da aynı düzen(sizliğ)in çocuğu, yani patronunun kardeşi. Kardeş kardeşi kazıklar mı diyeceksiniz. Zaman 21. asır, yer de Türkiye ise, evet. Zaten artık halk öyle demiyor mu? "Bu devirde kardeşine bile güvenmeyeceksin arkadaş!"
Hırsızlık çeşitlerini saymak, hele günümüz Türkiye'si açısından, başarılması zor bir iş. Bunun tümüyle başarılamayacağı bilinciyle, biz bunlardan bazılarını saymaya çabalarken, kim bilir kaç çeşit hırsızlık çeşidi daha icat edileceğini tahmin etmenin mümkün olmadığını değerlendirerek aklımıza gelenleri ilâve edelim: Ülke soygun yerine dönmüş, arazi ve arsa soygunları artarken, hazine arazilerine el konulup binâ kondurulurken ormanlar ha bire talan edilir, halkın ekmeği çalınır, ekmeğin gramajı çalınır, süte su katan sütçü hileyle çalar, kalitesiz mal üreten kaliteden çalar. Vakit, nakitten kıymetlidir. Trafikte, kahvede, maçta, televizyon karşısında... insanların zamanları çalınır. Belediye otobüsü saatinde gelmediği, bilmem kaç dakika geciktiği için duraklardaki o kadar insanın vakitlerini çaldığını şoför düşünmez bile. Tabii, helâllık da dile(ye)mez. Sürücü, karşıdan gelen diğer sürücünün hakkını çalar, on saniye kazanmıştır, ama çalarak. Otobüste, dolmuşta iki kişilik yerin birbuçuk kişilik yerini kaplayan yolcu, yanına oturan vatandaşın hakkını gasbetmiş, yerini çalmış olmaktadır. Askerde şu kadar uzun süre askerlerin ömürlerinden çalınır, okulda zihin ve gönüllerinden. Sınavlarda bazı öğrencilerin çalışmalarının çalındığı, haklarının gasbedildiği olur, çalınan aslında gelecekleridir. İmam-Hatiplilerin hakları çalınır, kızların başörtüleri... Aslında bunlar sadece hırsızlığın görünen tarafıdır. Görünmeyen tarafları; tüm müslümanların, tüm halkın, tüm değerlerinin çalındığı...
Cumhuriyetin ilk dönemlerinde birçok câmi, medrese ve tekke binası ve vakıf yeri, daha çok da gayri müslimlere satılmış, paralarının hesabı sorul(a)mamıştır.
HIRSIZLIK
- 423 -
"Onlar eskidendi, şimdi bu tür şeyler olmaz" diyenler etrafına atgözlüğüyle bakanlardır. Halkın yaptırdığı birçok İmam-Hatip Lisesi binası gasbedilerek farklı amaçlar için kullanılıyor. Câmi bahçelerinde halkın yaptırdığı Kur'an Kursu vb. yerler, hiç hakkı olmadığı halde Vakıflar Genel Müdürlüğünün malı olabiliyor. Şahıs arazisi olmadığı için hazine arazisi olduğu gerekçeyle kullanım hakkını, kiraya verme hakkını devlet kendinde görüp halkın yaptırdığı binaları resmen çalıyor. Zaten Vakıflar Genel Müdürlüğü, Osmanlı'dan, 500 seneden beri müslümanların hizmetine vakfedilmiş binlerce, on binlerce medrese, han, hamam, dükkân, işyeri, değişik bina ve arâziye el konulmuş, (ç)alınıp gasbedilerek oluşmuş. Bu paraların bir kısmıyla Vakıflar Bankası kurulmuş, diğer gelirler de devletin hazinesine havâle edilmiştir. Cemaatleri tarafından yapılacak yeni binalara el koymak için de Vakıflar Genel Müdürlüğü oluşturulmuştur. Yani, vakıflarla ilgili resmî kurum, sadece günümüzdeki câmi çevresindeki İslâm'a ve müslümanlara hizmet için vakıf olarak yapılmış binâlara değil; yüzlerce seneden bu yana çok değişik alanlarda Allah için vakfedilmiş binâ ve arâzileri vakfeden insanların ve onlardan yararlanan milyonların hakkını da çalmıştır. Bu tür gerçeklerden yola çıkarak düzene "hırsız düzen" diyenler mi suçludur, düzen mi? "Hırsız düzen" diyen, devlet sırrını ifşâ ettiği için mi suçlu kabul edilecektir? Artık, bunların sırları dökülmüş, gizler ortadan kalkmış, her şey alenî yapılmaya başlanmıştır. O yüzden yavuz hırsızın ev sahibini bastırmasına evin gerçek sahipleri artık müsaade etmemelidir.
Boş arâziler yağmalanıyor, hazine arazisi denilen, aslında tüm halka âit olan ve içinde garibin ve yetimin de hakkı bulunan arsalara gecekondular, apartmanlar, villalar, hatta fabrika ve üniversiteler kuruluyor. Ormanlar kesilip yakılarak, açılan yerlere fındık, çay fidesi dikilebiliyor, ya da bina oturtulabiliyor. Artık komşu komşudan emin değil; "bana nasıl zarar verir?" diye düşünüyor. Tarla veya bahçesinin toprağından çalabileceğini, tarla sınırını değiştirebileceğini düşünüyor, şüpheye düşüyor, ya da bu tür şeyler başına geliyor. "Allah nezdinde hıyânetin en büyüğü, iki arâzi veya ev komşusundan birinin, diğerine âit bir arşın toprağı kendi zimmetine geçirmesidir. Allah kıyâmet gününde, bu toprağın yedi katını, onun boynuna geçirir."1773 Eski insanımız karşısındaki komşunun güneşini çalmış olmamak için, evini karşı evden daha yüksek tutmaz, tek katlı komşu evinin karşısına iki kat çıkmayı "kendi arsamın üzerine, kendi paramla değil mi, yasak da olmadığına göre" demez, bu hakkı kendinde görmezdi. Şimdi bırakın böyle davranmayı, bunu duysalar komedi filmine alay edilsin diye "enâyinin biri" adıyla monte ederler. Güneşimizi çalanlar, oksijenimizi de, havamızı da çalıyor. Organize suç örgütü denilmese de çok sayıda meslek grubu, her biri ayrı bir yönüne hücum ederek insan sağlığını, beden ve ruh sağlığını çalıyor. Sağlığı düzelsin diye doktora gitmeye kalkıyor hasta, hastahane hiç gereği yokken üç-beş tahlil, bir de röntgen istiyor, bir de o çalıyor, yetmiyor bir de doktor, olmadı bir de ilaç firmaları. Her kurum, hırsızlık şebekesi olmuş. Hırsızı hırsıza şikâyet eden suçlu çıkacaktır. Hakkını ararken de soyulmayayım diye sineye çekiyor, o zaman da stres denilen çağdaş canavarın kucağına düşüyor.
Cumaları imamın elindeki ve dilindeki hutbeler çalınır. Vâizlerin dilleri çalınır. Hakkı ketmeden/gizleyen, kendisine emânet edilen din ilimlerini kendinde saklayıp ihânet etmiş, kutsal emâneti gasbetmiş bir çeşit hırsızdır. "... Âyetlerimi az bir
1773] Ahmed bin Hanbel, IV/140, 202, V/341, 344
- 424 -
KUR’AN KAVRAMLARI
para/ücret karşılığında satmayın. Sadece Ben'den korkun"1774 diyor Cenâb-ı Hak. Karşılığında dünyadaki tüm paraları, tüm dünyayı almış olsa da, Allah'ın âyetlerini ucuza satmıştır hakkı ketmeden, hakkı bâtıla âlet edip hakka bâtılı karıştıran bel'am. Rüşvet cinsinden aldığı bu para veya maaş, kendi cennetinin satış bedeli olmuştur. Hacca gidenlerin parasını üç-beş ay önce alıp bankaya yatırarak fâizini alan devlet ve Diyânet, aday hacıların parasından daha önemli olan sevaplarını çalarken, Suudi Arabistan, hacılardan toprak bastı vb. adıyla bu soyguna ortak olur.
Moda adlı bir maske takarak çok sayıda farklı iş alanı, sektör olmuş, yolunacak kaz veya kız arıyor. Genç erkeklerin hayâlarını, müslümanca yürüme hakkını çalmaya çıkan genç kız ve kadınlar da ava giderken avlanıyorlar. Yazık, eteklerinin yarısını kesip çalmışlar sokaktaki kızcağızların. Hiç mi acıma yok bu hırsızlarda nice kadının bluz ve tişörtlerinin altını bile kesip çalmışlar, göbekleri apâşikâr açıkta kalmış zavallıların. Ama durun, ben bu hırsızı tanıyorum; daha önce de bu kadınların başörtüsünü, iffet ve hayâsını çalan hırsız değil mi o?
Gönül hırsızı gençlerin karşı cinsin gönlünü çalması güzel hırsızlık olur mu bilmem, ama hırsızlık hırsızlıktır. Organ mafyası, çocukların ya da ölülerin organlarını çalmaktan çalıp pazarlamaktan çekinmez. Bundan daha fecîsi, çocukların fıtratları, hayâ ve iffetleri, iman ve âhiretleri çalınır. İnsanların onurları, hakları, özgürlükleri çalınır. Müslümanca yaşama hakları, sadece Allah'a kulluk yapma özgürlükleri çalınır. Hırsız demek eli uzun demek. Şimdiki hırsızlık kurumlaştığı için elleri o kadar uzun ki, ta Ankara'dan Hakkâri'nin köyüne uzanabiliyor, ta uzaydan filanın evine girebiliyor. Halkın cebine uzanan el, ondan daha fecîsi gönlüne ve kafasına uzanıp oraları boşaltmış, boş gönül ve kafayla hırsızlığı da, hırsızları da tanımak mümkün olmuyor. Halkın sevgisi, tepkisi, buğzu, sevdâsı, dâvâsı, umudu, ideali, hedefi, aklı, mantığı çalınmış, çalınıyor. İnsanımızın şarkısını ve türküsünü, sanatını ve edebiyatını, zevkini ve eğlencesini, örfünü ve edebini, okulunu ve câmisini, insanlığı ve müslümanlığı, kalemini ve dilini, dinini ve imanını, insanı insan yapan tüm değerlerini de çalmışlar, çalmaya devam ediyorlar. Bize "hırsız var!..." deme hakkını bile vermiyorlar. Bu hakkımızı da çalmışlar. "Hırsız var!" diye caddede bağırsak, herkes kaçar, cadde boşalır mı dersiniz? Niçin ve kimden kaçacak hırsızlar ki!? Âdî hırsız bile hırsızlığını kabul etmiyor, bin bir gerekçe ile yaptığını normal gösterip kendini temize çıkarmaya çalışıyor; dolaylı olarak hırsızlığa katılan ve yaptıklarının hırsızlık olduğunu aklından bile geçirmeyenler, bunların hırsızlık olduğunu nasıl anlayıp kabul edecek, hangi cezâ ile gözü korkutulacak ki, bundan vazgeçsin?
Çocukları Çalınan Ana-Babalar
Ana-babanın elinden çocuklarını, karıların kocalarını, kocaların karılarını çalmışlar. Seccâdelerini, evdeki Kur'an'larını çalmışlar, yerine televizyon denilen bir araç koymuşlar, onunla değiştirmişler hırsızlar. Huzur yuvaları olan/olması gereken evlerini, içindeki sevgiyi, aile bağını çalmışlar. Paraya o kadar çok değer vermeye başlamış ki çağdaş kapitalist müslüman halk, biriktirdiği parasını çalsalar oturduğu evini kandırarak elinden alsalar, her tarafı velveleye verir, ciyak ciyak bağırır feryad ü figan ederdi. Hırsızı tutsa parçalar, en azından parasını geri almak için her yolu denerdi. Paradan çok daha değerli başka şey yok nazarında
1774] 2/Bakara, 41
HIRSIZLIK
- 425 -
ki, başka şeyleri çalanlara "hırsız" bile d(iy)emiyor, direnmek aklına bile gelmiyor. Çocuklarını göz göre göre çaldılar, tepki bile vermiyor. Bir tavuk kadar bile olamıyor mağdur, rûhu ve beyni çalınmış vatandaş. Allah'ın emânetine tavuk kadar bile sahip çıkamıyor. Bir tavuk, yavru civcivine zarar verecek bir düşman, yavrusunu (ç)almaya kalksa, hayatını tehlikeye atarak atılır düşmanının üstüne. Ölümü göze alır da kaptırmaz yavrusunu hırsıza. Çağdaş ana-baba, yapamaz bu kadarını bile. Hiçbir hayvanın yapamayacağı vahşîliği yapar, çocuğunu düşmanının, hırsızın önüne kendi atar.
En sevdiği varlık olduğunu söylediği yavrusunu çalıyorlar. Kimler mi? Hırsızların kiminin adını koymak ya da dillendirmek bile zordur; resmî-gayri resmî nice kurumlar ve çevre deyip geçelim. Sokaklar, kanallar, gazeteler, kitaplar, partiler, topçular, popçular ve bu ortamı oluşturan, çetenin başı düzen. Hem de göz göre göre çalarlar çocukları, herkes de seyreder, hırsızları alkışlayanlar bile olur. Onların başına da benzer şey gelmiştir, ihtimal ki bu modern hırsızlar çalma operasyonlarından önce uyutmuş, uyuşturmuşlar insanları, doğru düşünemeyecek hale getirmişler.
Vatan dediğin bir toprak parçası; evlât ise toprağın gülü; o yüzden vatanla ilgili meşhur beyti şöyle değiştirebiliriz: "Sahipsiz nesillerin çalınması haktır; Sen sahip çıkarsan bu çocuklar çalınmayacaktır!" Kendine ve çocuklarına sahip çıkmadığı içindi bütün bunlar. Çalmışlardı çocuklarını. Kimlerin çaldığını öğrenmiş, hırsızı da yakalamıştı. Ama “yakaladım” hırsızı derken, aslında kendi yakası hırsızın elindeydi, hırsız esas onu bırakmıyordu. Çünkü onu da çalmışlardı aynı hırsızlar daha önce. O yüzden sesini bile çıkaramıyordu. Sesini de çalmışlardı.
14 asır önceki Arap câhiliyesindeki kız çocuklarını diri diri toprağa gömenler, bugünkü fâciayı görselerdi, bu suça ortak olanların yüzüne tükürürlerdi. Onlar sadece kız çocuklarını ve onların da yalnız dünyalarını gasbediyordu. Şimdiki modern toplum, Firavunların bile pabucunu dama atmış. Çocukların et ve kemiklerinden çok daha kıymetli olan dinini, imanını, hayâ ve iffetlerini, nâmus ve faziletlerini, âhiretlerini, topyekün onları insan yapan her şeylerini çalmışlardı. Korkak babalardı bu büyük soygunun suç ortağı. Elbette hırsızın kabahati vardı, büyüktü, ama ona yardımcı olanlar da onun gibi suçlu idi. Ülkedeki tüm soygunların sorumlusu tespit ve teşhis edilemezse, edilince hırsızlığa giden ve hırsızlara yol gösteren uzun eli bu işten kesilemezse, kısa zaman sonra "imdat!" diyenler bile kalmayacak, herkes ya hırsız ya da işbirlikçi olacak.
Düzen tarafından farklı yollarla teşvik edildiği de olur hırsızlığın: Memurlar, bu maaşla nasıl geçinir?" diye soranlara: "Benim memurum işini bilir" diye cevap vermişti bir başbakan. İşini bilmek, "hırsızlığın bir yolunu bulmak" anlamına geliyor bu topraklarda. "Yolunu bulmak" deyimi de "yoldan çıkmak" anlamında kullanılıyor artık. Kolay kolay "yola gelmez" Allah'a teslim ol(a)mayan bu insanlık. Yolunu bulmak için halkı yolmanın yolu, çoğunlukla yol yapımlarında rahat görülür. Yol inşaatlarının bittiği görülmez şehirlerde ve şehirlerarası yollarda. Yoldan yolunu bulmak hırsızlık için yol olmuştur, çünkü ihaleyi verenlerle alanlar aynı yolun yolcularıdır. Eskiden yolla ilgili hırsızlık, sadece "yol kesme" denilen eşkıyâlıktı. Şimdi hırsızlığın o kadar yolu var ki... Bu memleket, içinde yolsuzluk bol olduğu için yolsuzdur. Sadece "yol" kelimesiyle Türkçeye yerleşen yolsuzluk çeşitlerini bir çırpıda sayınca ne kadar farklı hırsızlıklar olduğu gözükmüyor mu?
- 426 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yolların bir de dönülecek köşeleri vardır, dönenin dört köşe olması için. "Köşeyi dönme" de hırsızlık gibi kolay bir yoldan zengin olma demektir ve kahraman Türk gençlerinin önemli bir kesiminin gönlünde yatan aslandır, hayâli süsleyen dilberdir "köşeyi dönme." Allah'ın dosdoğru yolunu terkedip yoldan çıkanların yollarının sonunun ne olacağı Kur'an'da belirtilir, ama hırsızlığın Kur'an'da belirtilen caydırıcı cezâsı uygulanacak olsaydı, bu insanlar dönüşü olmayan yolun sonuna gelmezden önce kurtulabilirdi. Onun için Hak yolda olan müslümanlara büyük görev düşmektedir.
Hırsızların dilinde çok daha zenginleşen, hepsi hırsızlığın farklı bir sanat ve hünerinin sergilendiğini vurgulayan argo sözler vardır. Birkaçını sayalım: Anaforlamak, araklamak, aşırmak, aşıremento etmek, bomba patlatmak, cebellezî etmek, gelberi etmek, hasıra sarmak, hasır etmek, hortumlamak, kaldırmak, kaparoz etmek, kerizlemek, omuzlamak, panduflamak, sırıklamak, taramak, tavlamak, tırtıklamak, tokatlamak, tüydürmek, üçkâğıt açmak, yolmak, yolunu bulmak, yürütmek, zula etmek... Bazı kelime ve deyimlerin de anlamı hırsızlığı dolaylı yoldan teşvik edecek şekilde değişmiştir: Açıkgözlük, uyanıklık, yolunu bulmak, işin raconu, keriz olmamak, saflığı bırakmak, enâyileşmemek gibi nice kelime ve deyim, kimi insanın dilinde hırsızlık vb. sahtekârlık için kullanılır olmuştur.
Beyni ve gönlü soyguna uğramış halk da bu soygun için gerekçeler üreten deyimler üretir ya da üretilmiş bu deyim sakızlarıyla desteğini sürdürür. Biraz da imrenerek şöyle der: "Parayı domuzun boğazına takmışlar da, 'Domuz ağa' diye çağırmışlar." Ağalık özendirilir tv. dizilerinde, onun da gönlünde ağalık yatmaktadır ne yapsın? Hırsızlık yüz karası mıdır?: "Akçesi ak olanın bakma yüzü karasına." diye cevap verir atasözü. Zengine gıpta ile bakan ve fakirliğin sebebi olarak yanlış şekilde mahkûm ettiği kadere sitemlere eder ve zenginliğe dil uzatmazken onun için "fakir adam, hazır şeytan"dır. Çünkü "para insanı ipten kurtarır." Ahlâk da karın doyurmaz. "Fakirliğin gözü körü olsun!" diye bedduâ eder, çünkü onun için zenginlik azgınlık demek değildir, ama "parasızlık, adama her şey yaptırır." "Parayı veren düdüğü çalar"; parayı vermeyen de düdüğü hırsızlayıp çalar. Kapitalistleşen halkın anlayışında, parası olmayanın konuşma hakkı bile yoktur; "paran kadar konuş" denilir. İnsanların kıymeti inancına ve davranışlarına göre değildir; insanın kıymetini cebindeki parası belirler; kıymeti bilinmeyen veya önemsenmeyen kişi için "kaç paralık adam?" diye olumsuz cevap istenerek sorulur. İnsanın yüreği ve ciğeri bile kasap vitrinlerindeki gibi parayla değerlendirilir: "ciğeri beş para etmeyen adam"lar vardır. Netice olarak muhâtaplara da kendisini örnek almaları için tavsiyelerde bulunulur: O yüzden uyanık olmak lâzımdır: "Kazın geleceği yerden tavuk esirgenmemelidir", "kaşıkla yedirip sapıyla göz çıkarmak" açıkgözlüğün belgesidir. Ama "minâreyi çalanın kılıfını hazırlaması" lâzımdır. Bunun için "saman altından su yürütmek" gerektiği örneklerle öğütlenir. Çağdaş felsefe ve slogan: "Aldanma aldat, yoksa zehrolur bu tatlı hayat" şeklindedir. Vatan yanıp tutuşur, cehennemin ateşinin dehşetli alevi buradaki gören gözlere bile ulaşırken; vatandaş gönlünü çalan tek sevgilisinin gündüz hayâlini, gece rüyâsını görür: "Ah bir zengin olsam..." Cennetin önemi ve nasıl gidileceği mi, dedin? "Sen daha oralarda mısın? Geç onları kardeşim... Zaten sizin yüzünüzden bizi Avrupa Birliğine almakta nazlanıyorlar, bize Avrupa trenini kaçırtma!"
HIRSIZLIK
- 427 -
70 milyonluk ülkede bir çekilişte 36 milyon adet milli piyango bileti satılıyor. Kim demiş "müslüman mahallesinde salyongoz satılmaz!" diye. Millî takım kadar, millî marş gibi millî olan piyangoya, diğer şans oyunları adı verilen kumar çeşitlerini ilâve edin ve halkın hırs ve hayallerini sömürüp paraya çeviren kumarbaz devlete mi, geçimden başka bir şey düşünemez hale getirilip inanç ve ahlâkî değerlerden soyutlanan kurban garibana mı daha çok kızmak gerektiğine karar verin. "Müslümanlık, haram, imtihan, cennet-cehennem mi?" Onlar da ne demek? Kaç para eder? Mâsum ve mübârek atlar da âlet edilir kumar adlı soygunlara. At yarışlarına her hafta yatırılan umutların, paraların, mutlulukların hesabını kim tutabilir? Toto, loto, sayısal, kazı kazan gibi cadı kazanlarına her ay yenileri ilâve edilmeye çalışılır. Televizyon kanalları da soyguna "yarışma" ve "para dağıtıyoruz" maskesi takarak, halktan (ç)alıyor değil, ona veriyor görüntüsünü sihirli kutu sâyesinde gözünü boyadığı halka hizmet adıyla katılır. Halka hizmettir, hizmette sınır ve sinir yoktur. Hatta halka hizmet hakka hizmettir, aynen vergilendirilmiş her türlü haram paranın kutsal olduğu gibi, soyguncu devlete itaatin ibâdet olduğu gibi; hutbelerde duymadınız mı yoksa? Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinde her yıl tekrarlanarak okutulan konuyu da mı unuttunuz?
Altındaki koltuktan, elindeki yetkiden dolayı muhâtaplarının kendinde itiraz etme cesâreti göremeyeceğini bildiğinden kendi çıkarları doğrultusunda makbuz satmak, dâvetiye veya bilet satışında bulunmak, yardım almak... da Türkiye usûlü değişik rüşvet ve soygun çeşitlerindendir. Okullara kayıt yaptırmak için mecbûrî bağış, ya da emniyete işi düşen birinin zorakî yardımları gibi.
İnsanların haklarını gasbetmek hırsızlık olur da Hakk'ın hakkını çiğnemek hırsızlık olmaz mı? Arada namazı terketmek, namaz hırsızlığı, İlâhî hukuka tecâvüz olduğu değerlendirilebilir. Namazın rükûn ve şartlarını eksik bırakmaya Peygamberimiz (s.a.s.) "namazdan hırsızlık"1775 der. Zekâtını vermeyen, ya da eksik veren her zengin hırsızdır; belli bir kısmını fakirlere, mahrûmiyet içindekilere ve isteyen gariplere ulaştırması için Allah'ın, kendisine emânet olarak verdiği, fakirin hakkı olan1776 mal ve parayı hak sahiplerine vermediği için hırsızdır. Hatta fakir halkı nasıl kandırıp etkileyerek ihtiyacı olmadığı halde mal almaya mecbur etmesi de ayrı bir hırsızlık kabul edilebilir. Malın fiyatlarıyla istedikleri gibi oynayarak, fâhiş fiyat biçerek, yüksek kazanç için her yolu deneyerek insanların paralarını kapmak, kapitalist düzenlerde uyanıklılık ve akıllılık kabul edilse de, İslâmî ve insanî açıdan değişik bir hırsızlık çeşidi olduğu söylenebilir. Reklâm, çirkin pazarlama, süpermarket hileleri... modern hırsızlık çeşitlerindendir. Fıkradaki "baba hırsız tuttum" diyen insan gibi, aslında hırsız fakirin yakasını yakalamış, onu bir türlü bırakmamaktadır. Fakir halk, hırsızsıza para kaptırmadan yapamamaktadır. En tehlikeli hırsız da dost görünümüyle, yaptığını hizmet diye sunarak yapan hırsız değil midir?
Kur'an'da farklı bir hırsızlık çeşidinin "başkasının konuştuğunu gizlice dinleme" mânâsında "istirâku's-sem'a" olduğu belirtilir.1777 Bu tür hırsızlığın en yaygınını devletin istihbârât kurumları yapmaktadır. Halktan aldığı vergilerle halka hizmet etmesi ve onu koruması gereken devletin halkın haberleşme özgürlüğüne
1775] Dârimî, Salât 78
1776] 51/Zâriyât, 19; 70/Meâric, 25
1777] 15/Hıcr, 18
- 428 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bile saldırması, adına ne denilirse denilsin bir çeşit hırsızlıktır. Telefonların dinlenme endişesi, insanı ne kadar tedirgin etmekte, her gittiği yerde "big brother" tarafından potansiyel düşman kabul edilerek izlendiği, tâkip edildiği korkusu, kişinin psikolojisini de olumsuz etkileyip zaten iyice azalmış moral ve huzurunu çalmaktadır. Devletin, silâhlı güçlerin de yönlendirmesiyle iletişim araçları, internet erişimi, telekomünikasyon gibi hassas konularda siyonist yahûdi firmalarına işi ihâle etmesi, İsrail'le, onun istihbârât teşkilatı Mossad'la işbirliği yapmada sakınca görmemesi, uluslararası boyutta ve tüm halkın haberleşme özgürlüğüne darbe vurarak bu kulak hırsızlığını gerçekleştirmektedir.
Arap dilinde "kaçamak bakış" anlamında "bakış hırsızlığı" (müsârakatu'n-nazar) denilmesi de üzerinde düşünülmesi gereken farklı bir hırsızlıktır. Bu, haram bakışlardan röntgenciliğe, gizliyi araştırmaya yönelik tecessüse kadar uzanan bir göz hırsızlığıdır. Artık bu tür göz hırsızlığı, uydular kullanılarak başta ABD olmak üzere emperyalist devletlerce ve bütün dünya insanlarını kapsayacak şekilde yapılmaktadır. Arap Edebiyatında ve oradan ithalle (eski) Türk Edebiyatında bir şâirin başkasının şiirini kendisininmiş gibi ifâde etmesine sirkat, yani hırsızlık, özel ifâdesiyle intihâl tâbir edilmesi, korunması gereken telif eserlerin de hırsızlığa âlet olacağını gösteriyor. Bu işi ilkel biçimde ve minâreyi (pardon! Batıdan çalınıp aşırıldığı için çan kulesini) çalarken kılıfını hazırlamadan, acemice yapanlardan birinin, Kemal Alemdar örneğinde olduğu gibi, en etkili kurumlardan biri olan İstanbul Üniversitesi'ne rektör olması, düzende her çeşit hırsızın ödüllendirildiğinin bir örneğidir. Bir yerlerden tercüme edilerek çalınmış ya da bazı kitaplardan kopye edilmiş nice doktora ve doçentlik tezleri vardır. Telif eseri hırsızlığının modern şekilleri, teknolojinin de yardımıyla hızla çoğalmakta ve yaygınlaşmaktadır. Korsan kitap, korsan kaset ve korsan CD bunların şimdiki öne çıkan örneklerindendir. Neyin korsanı yok ki?! Tekstil ürünleri, ayakkabı ve elektronik âletlerde, meşhur markaların hemen korsanı/taklidi piyasaya sürülür. Korsan baskı, korsan taksi, korsan dolmuş... Gülün bile korsanı, yani sahtesi, naylonu var. Gerçi, korsanı tespit etmek için önce gerçeğini ve ona gerçeklik, yasallık veren yapıyı, otoriteyi de, onun korsan olup olmadığını da masaya yatırmak gerekir.
Korsan, aslında tümüyle hırsızlıkla ilgili bir ifâde. Denizde haydutluk, soygunculuk yapan kimseye, deniz hayduduna, İtalyanca'dan dilimize ve dünya dillerine geçmiş şekliyle korsan denilirdi. Modern çağla birlikte, korsanlık denizden havaya ve karaya sıçradı. Uçakların ulaşımda kullanılmasından kısa süre sonra "hava korsanları" görülmeye başlandı. Yolcu uçağını, mürettebâtı ve yolcularıyla birlikte rehin alıp isteklerini yerine getirtmeye çalışan kimseler çıktı. "Uçak kaçırma" bir zamanlar neredeyse moda ve oyun olmaya başladığı için havaalanlarında yüksek derecede tedbirler alındı. Korsanlık kara'da da hükmünü hem de daha çok sürdürmeye başladı. Korsan, başkalarının hakkını zor kullanarak alan ve böylece zenginleşen kimse anlamı kazandı. Son dönemlerde de, izinsiz olarak kullanılan veya yapılan uygunsuz şeyler için kullanılmaya başlandı. "Korsan yayın, korsan kitap" gibi.
Hırsızlık, soygun, çalma-çırpma, yolsuzluk gibi kelimeler geçince akıllarına sadece para ve mal gelen insan, bu maddî araçlardan daha önemli şeylerin varlığını kabul etmiyor olmalı. Esas soygun, daha büyük değerler üzerinde olmaktadır. Üzülecek taraflardan biri, para hırsızlığının günah ve kötülüğünü önemseyen
HIRSIZLIK
- 429 -
müslümanların büyük hırsızlığı farketmemesidir. Bu suç, hırsızlık suçundan daha hafif olmasa gerekir.
En büyük hırsız şeytan ve onun kardeşleri durumundaki yardımcılarıdır. Hırsızlığın en büyüğü cennet hırsızlığıdır, âhiret hırsızlığıdır. Yani iman hırsızlığı, nâmus hırsızlığı, ahlâk hırsızlığı. Çünkü insan için bunların değeri paradan çok daha büyüktür. Bir insanı imansız bırakmanın zararı, parasız bırakmaktan çok daha büyüktür. İnsanın gönlüne ve kafasına âit olanı çalmak, cebine ve midesine âit olanı çalmaktan çok daha fecîdir. İnsanın cennetini çalmaktan daha büyük hırsızlık olabilir mi? Firavun düzenleri, halkı soyarak zenginleşen Karun gibi sömürücüleri ortaya çıkarıp topluma sunmakla kalmaz, düzenin kendisi ve bağlı tüm kurumları insanlara en büyük zulmü yaparak onların Hak dine gereği gibi inanıp Allah'ın hükmüne uygun yaşama haklarını ellerinden alır, yani Allah'ın verdiği bu hakkı onlardan çalar. Hak Dini ölçü kabul etmeyen, hatta değişik şekilde (irticâ adıyla vb. resmî takıyye ile) İslâm'la savaşan tâğûtî düzen ve devletlerin resmî kurumlarında bilinçli-bilinçsiz çalışan bu tür hırsız veya hırsızın koruyucusu konumundaki kimselerin, medyanın ve halk arasında etkin konumu olanların bu hırsızlıkta altın madalyayı hak ettiklerini kabul etmek gerekiyor. Bu "hak etme" ile dünyada bu hırsızlara resmî makamların verdikleri ödülleri, hırsızların halkın gözünde saygın yer etmelerini kast etmiyorum; cehennemde ateşle kızartılmış bu altın madalyaların dağlaması için göğüslerine takılacağını kast ediyorum. "Ey iman edenler! (Biliniz ki,) hahamlardan ve râhiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yoldan yerler ve (insanları) Allah yolundan engellerler. Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlara hemen acıklı bir azâbı müjdele! (Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denir ki): 'İşte bu, kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azâbını) tadın."1778 Bu âyetlerde insanları hak adına aldatan din adamları, öğretmen ve benzeri sorumluların insanların doğuştan getirdikleri fıtratlarını bozup Allah'ın yolundan saptırdıkları ve ahlâksızlaştırıldığının cezâsı izah ediliyor. Aldıkları rüşvet (kabilinden maaş), ya değişik dünya menfaatlerinden dolayı (aslında cehennemin bedeli olarak çok az bir karşılıktır) bildikleri hakkı gizlemeleri ya da tahrif etmeleri vurgulanıyor. Ayrıca zekâtını vermeyenlerin âhiretteki durumu anlatılıyor. Halkı sömüren haksız kazanç sahiplerinin cezâlarının, suçları oranında büyük olacağı belirtiliyor.
"Muhakkak insanlara öyle bir zaman gelecek ki, o vakit kişi eline geçirdiği malı helâlden mi, yoksa haramdan mı kazandığını düşünmeyecektir." 1779
İnsan, sadece kendini değil; ehlini, sorumluluğu altında bulunanları ve özellikle çocuklarını da ateşten korumakla görevli ve sorumludur. "Ey iman edenler! Kendinizi ve ehlinizi/âilenizi, katı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun..."1780 Çocuklarını her yaşta gerekli terbiye ve eğitimle yetiştirme gayretinde olmayan ebeveyn, çocuklarına karşı yaptığı bu ihânetin cezâsından kurtulamayacaktır. Hırsızların eğer çocukken aldıkları terbiye bozukluğu varsa, dünyada değilse bile âhirette bu suçun müsebbibi olarak onu güzel terbiye etmeyen başta ana-baba, sonra eğitimciler ve devlet yetkilileri sorumlu olacaktır. Hırsızların çoğu, ana-babanın,
1778] 9/Tevbe, 34-35
1779] Buhârî, Büyû' 35; Nesâî, Büyû' B. 2, h. no: 4432
1780] 66/Tahrîm, 6
- 430 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çevrenin, düzenin kurbanıdır. Suçludurlar, ama suçlarında yalnız değildirler. Tabii, bu, hırsızlığı ma’zur göstermez, onun hırsızlığına mâzeret olamaz. Büluğ yaşına gelmiş aklı başında bir kimse, hangi terbiye alırsa alsın, hangi çevrede yaşarsa yaşasın, büyük günahlardan sakınabilir. Sakınmıyorsa suçludur, cezâsını çekmelidir.
Dili Koparılan Anne
Meşhur bir hikâyedir: Sokakta gezmeye yeni başlayan küçük çocuk bir gün anasına bir yumurta getirir. Şefkat ve sevgisi mantığına gâlip gelen ana da çocuğunu hemen bağrına basar ve: "Açıkgöz oğlum, şimdiden bana bakmaya başladı" diyerek çocuğunu alnından öper. Çocuk belirli bir zaman sonra bir tavuk getirir. Anası yine sevinir. Sonra bir keçi getiren çocuk, daha sonra inek, deve getirmeye başlar. Derken çocuk çevrenin kabadayısı olur. Ve bir gün cinâyet işler.
Yakalanan katil idama mahkûm edilir. Mahkeme salonunda bunu duyan ana feryat eder, ağlar, sızlar, fakat nâfile! Hâkim delikanlıya sorar: "Artık bu son gidiştir, bir söyleyeceğin var mı?" Delikanlı: "Bir dileğim var. O da, son günümde anamın dilini öpmektir. Müsâade ederseniz anamın dilinden öpeyim" diye ısrar eder. Dileği kabul olunur. Anasını kucaklayan eşkiyâ, iki dişleri arasına aldığı anasının dilini öyle ısırır ki, nihâyet dilin, ucu "pat!" diye yere düşer. Anasının feryâdı üzerine yetişenler: "Utanmaz! İşlediğin bunca cinâyet ve ihânet yetişmiyormuş gibi şimdi de ananın dilini mi kopardın?" diye bağırırlar. Mahkûm şöyle cevap verir: "Susun. Haksız yere konuşmayın. Ben fenâ bir şey yapmadım!"
Etraftakiler daha çok kızar ve mahkûmu parçalamak isterler. Mahkûm ise isyan edercesine bağırır: "Bu yaptığım suç değildir! Belki hayatımda en isâbetli bir iş varsa, o da budur." "Neler saçmalıyorsun? İyice delirdin artık!" diyenlere o da şunu anlatır:
"Ben çocukken ilk defa komşunun kümesinden yumurta çalıp getirdiğimde anam nereden çaldığımı sormadan 'açıkgöz oğlum, bana şimdiden bakmaya başladı' diyerek beni teşvik etti. Aldığım cesâretle ben işi büyüttüm. Tavuk, keçi, inek çalmaya başladım. Anam beni teşvik ettiğinden artık çevrenin kabadayısı oldum. Şu anda idamlık suçların fâili oluşumun sebebi bu anamdır. O, vaktiyle dilini kullansaydı, beni teşvik edeceğine; azarlayıp korkutsaydı, ben bu hale düşmezdim. Onun için anam cezâsını diliyle çekti. Ben de en hayırlı işi yapmış oldum."
Böyle analar var mı, bilinmez; ama bu analığı hayrına yapan devlet ana başta olmak üzere çok analar var. Sahipsiz çocukların çalınması ve çalması haktır / Müslüman! Sen analık-babalık yaparsan bu soygun duracaktır.
"Hırsızlık bir yumurtadan başlar." (Atasözü)
"Dünyada en meş'um hırsız başkalarının refah ve saâdetini, ebedî ödül ve cennetini çalan adamdır."
"Milyonla çalan mesned-i izzette serefrâz, / Birkaç kuruşu mürtekibin câyı kürektir!" (Ziya Paşa)
"Küçük hırsızları asıp yok ederler. Büyükleri çok ilerlemiştir, ülkeyi yönetiyorlar."
"Merd-i kıptî şecâatin arzederken sirkatin söyler imiş." (Çingene, cesâret ve yiğitliğini anlatırken hırsızlığından bahseder.)
HIRSIZLIK
- 431 -
"Miyân-ı güft ü gûda bed-meniş ilhâm eder kubhun / Şecâat arzederken merd-i kıptî sirkatin söyler." (Râgıp Paşa)
"Hırsızlığın çirkinliği, çalınan şeye göre değişmez ki; ha altın çalmışsın, ha bir iğne."
"İnsan kesesini kafasının içine boşalttığı takdirde onu ondan kimse çalamaz."
"İnsanlarda zenginlik hırs ve tamahı olduğu müddetçe dolandırıcılar aç kalmaz."
"Zaman, o hırsızların en belâlısı, çalmış güzelin nesi var, nesi yoksa."
"Hırsız evden olunca öküzü bacadan çalar." (Atasözü)
"Hırsız evden olursa bulunması müşkül olur." (Atasözü)
"Hırsız anahtar istemez." (Atasözü)
"Hırsıza kapı, kilit olmaz." (Atasözü)
"Hırsız hırsıza yoldaştır." (Atasözü)
"Hırsıza beylerin borcu var." (Atasözü)
"Hırsıza ip, mücrime zindan gerek." (Atasözü)
"Hırsıza iş ısmarlamak, köpeğe peynir tulumu ısmarlamaktır." (Atasözü)
"Hırsızı evine kadar kovalamalı." (Atasözü)
"Hırsızın azgınlığı, subaşının (polisin) ihmâlindendir." (Atasözü)
"Hırsızın çoğalması, subaşının (polisin) başı altındandır." (Atasözü)
"Yavuz hırsız, ev sahibini bastırır." (Atasözü)
"Dolandırıcıya mal kaptırmış gibi telâş eder." (Atasözü)
"Uğrudan (hırsızdan) kalanı falcı aparır." (Atasözü)
"Kurdun kurdu tanıdığı gibi, hırsız da hırsızı tanır."
"Hırsızın da malını çalan bulunur."
"Cebi delik yolcu, hırsızın yüzüne şarkı söyler."
- 432 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hırsızlık Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
1. Kur'ân-ı Kerim'de, Hırsızlık Anlamına Gelen "Sirkat" ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 9 Yerde): 5/Mâide, 38, 38; 12/Yûsuf, 70, 73, 77, 77, 81; 15/Hıcr, 18; 60/Mümtehıne, 12.
2. Hırsızlık Konusu:
3. Hırsızlıkla Mala Sahip Olmak: 2/Bakara, 188; 4/Nisâ, 29-31.
4. Hırsızlığın Cezâsı: 5/Mâide, 38.
5. Hırsızlığın Tevbesi: 5/Mâide, 39.
6. C- Gasp (Zorla Almak): 2/Bakara, 188; 4/Nisâ, 29-31.
7. Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
8. TDV İslâm Ansiklopedisi, TDV Y. c. 17, s. 384-396
9. Muhammed Ali Sâbûnî, Şamil Y., c. 1, s. 480-494
10. İslâm Cezâ Hukuku ve Beşerî Hukuk, Abdülkadir Udeh, İhya Y., c. 3, s. 439-477
11. İslâm Cezâ Hukuku ve İnsanî Esasları, Cevat Akşit, İst. 1987, 2. baskı
12. Eski Devirlerde ve İslâm'da Hırsızlık Suçu, Naci Şensoy, Muammer Raşit Seviğ'e Armağan, İst. 56
13. El-Ahkâmu's-Sultâniye, İmam Ebû'l-Hasan Mâverdî, Terc. Ali Şafak, Bedir Y. 256-258
14. Kur'an'ın Temel Konuları, Muhsin Demirci, İFAV Y., s. 287-289
15. Kur'an'ın Ana Konuları, M. Sait Şimşek, Beyan Y., s. 301-304
16. Kur'an'a Göre Dinde Zorlama ve Şiddet Sorunu, Abdurrahman Ateş, Beyan Y., s. 192-201
17. Emanet ve Ehliyet, Yusuf Kerimoğlu, Ölçü Y. c. 2, s. 126-136
18. İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, Vehbe Zuhaylî, Terc. (Heyet -Hamdi Arslan-), Risâle Y., c. 7, s. 387-428
19. İbn Âbidin, (Reddü'l-Muhtar ale'd-Dürri'l-Muhtar), İbn Âbidin, Terc. Ahmed Dâvudoğlu, Şamil Y., c. 8, s. 315-368
20. Fetâvâ-yı Hindiyye, Heyet, Terc. Mustafa Efe, Akçağ Y. c. 4, s. 83-133
21. Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Y., 3, s. 261-304
22. İslâm Fıkhı veHukuku, Ali Fikri Yavuz, İrfan Y., s. 129-132
23. Yitirilmiş Emniyet, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 323-364
24. Kur'an'da Ahlâk Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y., s. 132-133
25. İslâm Cezâ Hukukunda İdamı Gerektiren Suçlar, Ahmet Yaşar, Beyan Y. s. 25-26
26. Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 489-494
27. Lukata ve Define, Feyzi N. Feyzioğlu, İstanbul Üniv. Hukuk Fakültesi Dergisi sayı: 1-4, İst. 1954
28. İslâm Hukukunda Bulunmuş Mal ve çocuk, Saffet Köse, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İst. 1988
29. Fakirlik Problemi Karşısında İslâm, Yusuf el-Kardavî, Nur Y.
30. İslâm Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Servet Dağılımı, Fahri Demir, D.İ.B. Y. Ank. 1988
31. Tüketim Virüsü, Mustafa Karaalioğlu, Yeni Şafak Y. İst. 1995
32. Tüketim Köleliği, Ivan İllich, Çev. Mesut Karaşahan, Pınar Y. İst. 1990
33. Neden Bu Kadar Fakirler, Abdullah Arslan, Akademi Y. İst. 1989
34. Zenginler, Yoksullar ve Robotlar, Deniz Can Saner, Birleşim Y. İst. 1993
35. Çağdaş Ekonomik Problemlere İslâmî Yaklaşımlar, Hamdi Döndüren, İklim Y. İst. 1988
36. Ekonomi Bir Din midir, Zübeyir Yetik, Beyan Y. İst. 1991
37. Toplumların Çöküşünde Rüşvet, Seyyid Hüseyin el-Attas, Çev. Cevdet Cerit, Pınar Y. İst. 1988
38. Sosyal Siyaset Açısından İslâm'da Ücret, Adem Esen, T. Diyanet Vakfı Y. 2. Bs. Ank. 1995
39. Ekonomik adâletin Temelleri, Muhammed Nuveyhi, Beyan Y. 2. Bs. İst. 1984
40. Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi ve Sosyal Sınıflar, Ali Gevgilili, Bağlam Y. İst. 2. Bsk, 1989
41. İslâm İktisadında Helâl Kazanç, İmam Muhammed Şeybani, Seha Neşriyat
42. Türkiye’de Ekonomi Politikaları ve İşsizlik Meselesi, Şevki Çobanoğlu, Uhud Y.
HIRSIZLIK
- 433 -
43. Darbelerin Ekonomisi, Mehmet Altan, Afa Y. İst. 1990
44. Toplum Suskun, Sermaye Serbest, Heyet, Birleşim Y.
45. Ekonomi ve Ahlâk, N. Haydar Nakvî, İnsan Y. İst. 1985
46. Türkiye’de Zekât Potansiyeli, Heyet, İlmî Neşriyat
47. Reklâm Dünyasının İçyüzü, Jim Ring, Milliyet Gazetesi Y.
48. Reklâm Bize Sırıtan Bir Leştir, Oliviero Toscani, Milliyet Gazetesi Y.

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 17:05

HEVÂ

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

HEVÂ


- 281 -
Kavram no 71
Ahlâkî Kavramlar 13
Bk. Nefs, Ruh; İnsan-Nâs
HEVÂ
• Hevâ; Anlam ve Mâhiyeti
• Hevânın Putlaştırılıp İlâh Haline Getirilmesi
• Kur’ân-ı Kerim’de Hevâ Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Hevâ Kavramı
• Aklın, Hevânın/Kötü Arzuların Güdümüne Girmesi
• Hevânın Siyasî Boyutu; Hevâya Uygun Düzenler
• Hevânın İtikadî (ve Mezhebî?) Boyutu; Ehl-i Ehvâ
• Hevânın Kişisel ve Toplumsal (Ahlâkî) Boyutu; Hevâî İnsanlar Topluluğu
"Milletlerine (dinlerine) uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da asla senden râzı (hoşnut) olmayacaklardır. De ki: 'Doğru yol/hidâyet, ancak Allah'ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına/kötü arzu ve keyiflerine uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır." 1190
Hevâ; Anlam ve Mâhiyeti
“Hevâ”; boş, hava dolu, sonuçsuz, değersiz gibi anlamlara gelir. Uzay ve yer arasında bulunan atmosfer boşluğuna bundan dolayı hevâ (hava) denilmektedir. Hevâ, aynı zamanda düşüşe de denilir. Bu anlamından dolayı, istenilen güzel davranış seviyesinden düşüşle ilgili olarak, hevâsını tanrılaştıranların düşeceği cehennemin isimlerinden birisi olan ve “çukur”, “düşülen uçurum” anlamına gelen ve hevâ kelimesiyle aynı kökü paylaşan “hâviye” ile olan ilgisi dikkat çekicidir. Istılahta hevâ ise, bir şeye karşı aşırı sevgi ve bağlılık, arzu ve istek, nefsin tabiatında olan hislerinin icabına göre hareket ederek yükseklerden yüz çevirip süflî tarafa eğilim göstermesi, benliğin şehvet tarafına geçerek ruha sırt çevirmesidir. Bu saptırıcılığından dolayı nefsin bu türden süslü isteklerine tâbi olması, hevâ olarak isimlendirilmiştir.
Hevâ, nefsin şehvete meyli için kullanıldığı gibi, bizzat şehvete meyyal nefis için de kullanılır.1191 Hevâ, nefsin, arzularını tatmin için şeriatın dışındaki şeylere meyletmesidir.1192 Meselâ kişinin nikâhlısına ilgi duyması, meyletmesi ibâdet iken; nikâhlısı olmayana meyli kabahat olmaktadır. 1193
Hevâ, aşağılık istek ve arzuların kaynağı olmasından dolayı, dalâletin başta gelen sebeplerinden biridir. Bu yüzden hevânın zıddı “hüdâ” (hidâyet) kabul edilir. Onun için hevâ kavramı, nefsin şehvete ve zevke düşkünlüğünü anlattığı
1190] 2/Bakara, 120
1191] Râgıb, Müfredât, s. 769
1192] Cürcânî, Ta’rîfât, s. 257
1193] Elmalılı, Eser Y. 7/4570
- 282 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gibi, ilim sahibi olmadan sahibine emir veren nefis anlamında da kullanılmaktadır. Böyle bir nefis, sahibini şehvete ve aşırı zevke düşürüp günaha sürükler, uçurumlara ve Cehenneme düşürür. Hevâ, nefsin şehvet denilen hayvanî ve aşırı istek ve arzulara meyletmesi anlamında kullanılır. Hevâ, keyfe uymak, boş ve zararlı tutkuların güdümüne girmek demektir. Bu şehvete meyleden nefis için hevâ denir. Sahibini dünyada çeşitli belâlara sokan, âhirette de onu cehenneme düşüren şey diye de tanımlanır.
Hevâ, insan nefsinin şehvetlerinden ve hayvanî iştihadan doğan doğal eğilimi olmakla beraber, aynı zamanda insanı her türlü isyana götüren zaafın itici gücüdür; her türlü belânın, rezilliğin ve kötülüğün kaynağıdır. Hevânın zan ve şehvet ile de yakın bir anlam bağı bulunmaktadır. Çünkü zan, kişinin bir şeyin müsbet veya menfîliği hakkında, tahminle kendi nefsine göre bir hüküm vermesidir. Yani sübjektif olarak dış dünyaya bakması, değerlendirmesidir. Hâlbuki sübjektif dünya, izâfî bir dünya olduğundan, her şahsa göre değişebilen bir âlemdir. Bundan dolayı hevâ, zanda olduğu gibi aldatıcı ve zevke göredir.
İnsanın aşırı isteklerine, Allah’tan gelen ilme yani vahye uymayan tutumlarına ‘hevâ’ denilmektedir. Nefsin sınırlı istekleri, meşrû arzuları normal ve helâl yoldan karşılandığı zaman hata değil, sevap bile olur. Nefis her zaman çeşitli isteklerde bulunur. Bu isteklerin bir kısmı insanın ihtiyacı değil, nefsin aşırı istekleridir. Kişi nefsinin meşrû isteklerini, inandığı Rabbin gönderdiği ölçüler içerisinde karşılayabilir. Aşırı isteklere uyulup yönelmesi; nefsin Allah'ın ölçülerine aldırmaması anlamına gelir. Bu, şüphesiz bir hatadır ve sahibine zarar veren bir durumdur. Eğer nefis Allah’tan gelen ilme, yani vahye uyarsa; görüşlerini, kararlarını, isteklerini bu ilme uygun bir şekilde ayarlarsa; o nefis doğru yolda olan nefistir. Fakat bir kimse Allah’tan gelen ilme/vahye kulak asmaz, yalnızca kendi görüşünü, zevkini, kararını, arzusunu ön plana çıkarırsa bu nefis doğru yoldan sapan azgın bir nefistir ve o kişi hevâsına uymuş olur.
Yeryüzündeki bütün günahların, bütün şirklerin, bütün kâfirliklerin sebebi, hevâya uymaktır. Bir iş yaparken, bir şeyin hakkında karar verirken, bir ibâdet yaparken, bir şey yanlış mı doğru mu diye düşünürken; kişi ya kendi aklına, ya da inandığı dinin ölçülerine uyar. Eğer akıl Allah’tan gelen ilme yani vahye uyuyorsa, o akıl isabetli karar verir. Eğer bir akıl Allah’tan gelen haberlere inanmıyorsa, o akıl, sahibini yanıltacaktır ve o kişi hevâsına uymuş olacaktır.
Kurtubî, hevâyı şöyle açıklar: "Hevâya uymak insanın Hak'tan gayrısıyla şehâdet etmeye ve hükümde zulüm ve benzeri ile hüküm vermesine sebep olur." Hevâ, insan ruhunun şehvetlerden ve hayvanî iştiha ve arzulardan doğan doğal eğilimi anlamında kullanılır. Başka bir tanıma göre hevâ, delile dayanmadan sırf arzulardan kaynaklanan görüştür. Bu anlamından dolayı Kur'an, kelimenin karşıtı olarak Peygamberin dilinden, "beyyine" (delil, kanıt, ilim) kelimesini kullanır.
Hevâ kelimesinin bir anlamı da, iniş ve düşüş demektir.1194 Aynı kökten türeyen "el-hâviye" kelimesi de düşüş anlamından dolayı Cehennem için kullanılmıştır.1195 Çünkü hevâsına teslim olup onun kulu haline gelerek Allah'ın gazabına uğrayan kimse, büyük bir irtifâ kaybına uğrayıp halifelik makamından inerek
1194] 20/Tâhâ, 81
1195] 101/Kaaria, 9-11
HEVÂ
- 283 -
hayvanlardan daha aşağı derekeye düştüğünden cehenneme de benzer şekilde yukarıdan aşağıya düşecektir. Arapça'da bir kimsenin üst makamdan daha aşağı bir yere düşüşü de hevâ terimiyle ifade edilmektedir. Kur'an'da kullanılan "hevâ" kökünden gelen bir diğer kelime "istihvâ"dır. Bu, şeytanın insanı hevâya uymaya zorlamasıdır. 1196
Hevâsına Uyanların Özellikleri: Hevânın yerleştiği kalpte, başta şirk olmak üzere bütün olumsuz davranışlar, bütün kötülükler yerleşmeye başlar. Bu kimseler, hevânın bir benzeri olan zanlarının (boş kuruntularının) ve keyiflerinin peşinden giderler. Allah’ın gönderdiği hidâyet rehberine aldırmazlar bile.1197 Kişinin kendi hevâsına uyması, Haktan yüz çevirmesi demektir. Nitekim Kur’an, "kendi hevâlarına uyanlara tâbi olmayın."1198 demektedir. Böyle yapanlar zâlim olurlar. Zâlimler ise Hakk’tan yüz çevirenlerdir.1199 Zaten onların Allah’ın hidâyetinden yüz çevirmelerinin, ya da âyetleri yalan saymalarının sebebi, vahyi bırakıp kendi hevâlarına uymalarıdır. 1200
Şu âyet hevâya uymanın zararlarını göstermesi açısından ne kadar dikkat çekicidir: “Eğer hak, onların hevâlarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesada (bozulmaya) uğrardı…”1201 Hevâlarına uyanların özelliklerinden biri de istikbâr (kendini büyük görme) ve peygamberlerin getirdiği vahye karşı çıkmadır. Bu gün de keyiflerine göre yaşamak ve insanları kendi hevâlarına göre yönlendirmek isteyenler, hayata ve dünyaya kendi hevâları doğrultusunda yön vermeye kalkanlar, Kur’an mesajına, İslâm'ın güzelliklerine karşı çıkmaktadırlar. 1202
Hevâlarına uyanlar, Allah’tan gelen ilmi/vahyi bilgisizce bir tarafa atarlar. Onlar gerçekten câhillerdir.1203 Kur’an, Hz. Peygamber'i ve onun şahsında müslümanları uyararak: "Sana gelen bu ilimden (Kur’an ve hükümlerinden) sonra onların hevâsına uyarsan, senin için Allah’tan bir velî ve yardımcı yoktur."1204; "Allah’ın indirdiği ile hükmet, onların hevâsına uyma." 1205 "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol ve onların hevâsına uyma."1206 demektedir.
Kur’an, mü’minlere ayrıca "adâletten ayrılıp hevânıza uymayın."1207 demektedir. Şüphesiz ki hevâya uymak, dengeyi bozar, hakları ihlâl eder, tarafgirliğe ve taassuba sebep olur, düşmanlığı körükler. İnsan, Allah’ın hidâyet kitabı olarak gönderdiği Kur’an’ı, yani vahyi dışlayarak, her şeyi kendi aklına, kendi hevâsına göre çözmeye, her şeyin hükmünü işine geldiği gibi vermeye kalkışırsa, insanın gönlünde de, yeryüzünde de huzurun olması mümkün değildir. Vahyi dışlayanlar hem kendilerine yeni ilâhlar bulurlar, hem de küçük, önemsiz ve kısır
1196] 6/En'âm, 71
1197] 53/Necm, 23
1198] 38/Sâd, 26; 5/Mâide, 77
1199] 2/Bakara, 145
1200] 6/En’âm, 150; 18/Kehf, 28
1201] 23/Mü’minûn, 71
1202] 2/Bakara, 87; 5/Mâide, 70
1203] 30/Rûm, 29
1204] 2/Bakara, 120; 13/Ra’d, 37
1205] 5/Mâide, 48, 49
1206] 42/Şûrâ, 15
1207] 4/Nisâ, 135
- 284 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çekişmelerin içinde, ucuz çıkarların peşinde koşar dururlar. Hevâsına uyan kimselerin yön verdiği dünyada barış ve adâletin olması mümkün değildir. Bu gerçeğe hem tarih şâhittir, hem de içinde yaşadığımız şartlarda bunu açıkça görmekteyiz.
Mü’minler, sık sık hevâlarına uymamaları konusunda uyarılmaktadırlar. Yine yukarıda geçtiği gibi hevâlarına uyan veya hevâlarını tanrı haline getirenlerin peşinden gitmemelerini Kur'an ısrarla emretmektedir. Buna bağlı olarak da, en iyi barınma yeri Cennet’in Rabbinin makamından korkanlar ve nefsinin hevâsından sakınanlar için hazırlandığını Kur'an haber vermektedir.1208 Kur’an, Allah’ın âyetlerine tâbi olanlar ile hevâlarına uyanların bir olmayacağını belirtir: “Şimdi Rabbinden apaçık bir belge üzerinde bulunan kimse, kötü ameli kendisine ‘süslü ve çekici’ gösterilmiş ve kendi hevasına uyan kimse gibi midir?”1209 Elbette bir olmaz. Birisi, Allah’tan gelen açık, sağlam, hak/mutlak doğru, hidâyet gösterici, iki dünyada da kurtuluşa götürücü, kişiyi adam yapan ilâhî belgelere, yani vahye (Allah’ın âyetlerine) uymakta; öbürü ise nefsinin aşırı isteklerine, kuruntulara, ilmî dayanağı olmayan zanlara, boş hayallere uymaktadır.
Hevâsına uyan insanların çok olduğu toplumlarda hata çok yapılır, suç çok işlenir, fitne ve fesat çok yaygınlaşır, insanî değerler rağbet görmez, adâletle hareket etme ahlâkı zayıflar. Bu bakımdan insanlara düşen hevâlarına uymak değil; kendi hevâsından konuşmayan bir peygambere1210 ve O’nunla beraber Allah’tan gelen ilme (vahye) tâbi olmaktır. 1211
Hevânın Putlaştırılıp İlâh Haline Getirilmesi
Bir insan kendi görüşünden, kendi kararından başkasını beğenmiyorsa, kendi zevkinden daha üstün bir şey tanımıyorsa o insan kendi hevâsını, kendi nefsini tanrı haline getiriyor demektir. Kur’ân-ı Kerim bunu şöyle açıklıyor: “Gördün mü hevâsını (arzularını, keyiflerini, isteklerini) tanrı haline getireni? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın?”1212 Bu kimseler canlarının istediğinden başka kutsal bir şey bilmezler. Bunlarda hakseverlik yoktur. Bu gibiler bencil insanlardır. Peşine düştükleri arzuları da normal bir istek değil, canlarının istediği kuruntulardır. Böyleleri hak, hukuk, delil, âyet, şâhit tanımazlar, yalnız kendi isteklerini en üstün tutarlar. Onlara göre din de, insanların vicdanlarından gelen arzularıdır. Dolayısıyla kendi nefislerini doyurmaya, keyiflerini tatmin etmeye çalışırlar.
Bunlar, hakkı ve gerçeği kabul etmezler, ama keyfîliği hayat anlayışı olarak alırlar. “Şimdi sen, kendi hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz yine öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” 1213
Gazzâli, bu âyeti yorumlarken “ilâh” kelimesinin “ma’bûd” anlamına geldiğini, ma’bûdun da “emrine uyulan” demek olduğunu, buna göre davranışlarında hevâya uyup bedenî arzularının peşinden koşanların hevâlarını ilâh edinmiş
1208] 79/Nâziât, 40-41
1209] 47/Muhammed, 14
1210] 53/Necm, 3-4
1211] 2/Bakara, 120; Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 264-265
1212] 25/Furkan, 43
1213] 45/Câsiye, 23 ve yine Bk. 25/Furkan, 43; 53/Necm, 23
HEVÂ
- 285 -
sayılmaları gerektiğini ifade eder. 1214. Hevâlarına uyanlar, tam bir sapıklığa düştükleri gibi;1215 bunların peşinden gidenler de Allah’ın yolundan saparlar.1216 Mü’minler, çeşitli âyetlerde hem kendi hevâlarına ve hem de kâfir, zâlim, hak yoldan sapmış, kalpleri mühürlenmiş kimselerin hevâlarına uymaktan menedilmiştir.
İster nefsin hevâsına göre insanlar, tanrılar topluluğu (panteon) düşünüp onları kendi aralarında uzlaştırsın, savaştırsın, barıştırsın veya seviştirsin; ister arzularının istediği şeyleri onlara emrettirsin ve nehyettirsin, isteklerini güzel veya çirkin göstertsin; isterse yalnız kendi öz arzusunun geçerli ve tatmin olmaya değer en önemli gaye olduğunu düşünsün, bütün bu durumlarda insan, hevâsını tanrılaştırmış olmaktadır. (Mitolojiler, epiküriyenler, din dışı hutanistler, din dışı egzistansiyalistler, “yaratıcı sanatçılar”, tanrı yapmak ve yaratmak gibi kavramları ucuz ucuz dağıtan zihniyetler, sinema artistleri için “yıldız” ki bu tâbir, eskiden yıldızlara tapmanın hâtırasını saklamaktadır veya bir kısmı için “seks tanrıçası” gibi deyimleri bol bol kullananlar vb. ile birlikte hatırlayalım.) Nefsin hevâsı, insanlığın bütün çağlarında görülerek dar ve geniş anlamındaki bir şirkin, belli başlı kaynağı olmuştur. 1217
Hevâya Allah’a bağlanır, O’na teslim olur gibi yapışmak, büyük bir şirk, çirkin bir suçtur. “Yüce Allah’ın yanında gök kubbe altında Allah’tan başka tapınılan tanrılar içinde, kendisine uyulan hevâ (aşırı istek ve tutkulardan) daha büyüğü yoktur.”1218 İnsanın keyfi ne istiyorsa onu elde etmeye çalışması ve bu konuda ilâhî sınırları hiç önemsememesi, bu hevâ putuna tapmak demektir. Zaten eski câhiliyye dönemindeki müşriklerin puta tapmaları da, böyle hevâya tâbi olmalarının bir sonucu idi.1219 Yine Lut kavminin yaptığı homoseksüellik gibi rezillik de, hevâ putunu yüceltip bütün şeytanî arzularına uymanın sonucu idi. 1220
Kötü temâyüllere düşkün, şehevî arzularının kölesi haline gelmiş, her türlü günahla yoğrulmuş kimseler, Allah’tan kaçabilmek için, önce O’nun hakkında şüphelere kulak verir, giderek inkâra varırlar. Böylece “her günahta inkâra giden bir yol vardır” gerçeğini ortaya koymuş olurlar. 1221
Mü’min; ilâhî nizama samimiyetle inanan, müslüman da o nizama teslim olan, uyan kimse demektir. Ferdiyetçi, hümanist bir espri ile kişinin kendi düşüncelerini yüceltip övmesi, kendi fikrinin üstünde bir şey görmemesi, kendi kanaatlerine göre iyi-kötü, hayır-şer, güzel-çirkin hükümleri getirmesi, Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle kişinin hevâsını ilâhlaştırmasıdır. “Şimdi sen, kendi hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz hâlâ öğüt ve ibret alıp düşünmeyecek misiniz?” 1222
1214] İhyâ, 3/28
1215] 45/Câsiye, 23
1216] 5/Mâide, 77; 6/En’âm, 56
1217] Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, s. 289-290
1218] Taberânî; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetu’l-Lehefân, 2/148; Elmalılı, 6/70; Ş. İslâm Ansiklopedisi 2/397
1219] 53/Necm, 23
1220] 29/Ankebût, 28-29; 45/Câsiye, 23
1221] Veli Ulutürk, Kur’ân-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor?, Çağlayan Y. s. 280
1222] 45/Câsiye, 23
- 286 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu âyette geçen “bir ilim üzere”, yani “bilgisi olduğu halde” tâbiri, üzerinde durulması gereken bir noktaya dikkat çekmektedir. Hevâsını ilâhlaştıranlar, sıradan kimseler değil; “bilgisi olan” entelektüel kimselerdir. Yine âyette böyle sapıkların irşâdının çok zor olduğuna işaret edilmektedir. Öyleyse mutlak hakikatten/gerçek ve kesin bilgiden, Rabbânî ilimden/vahiyden uzaklaşarak, şeytanın kurulu dünyasındaki saltanatına râm olmuş modern zihniyeti, bu noktadan ele almalıyız. Tefsirlerde işaret edilen bu tip karakterle uygun kişilik sergileyen Bel’am bin Baura ve Umeyye bin Ebi’s-Salt ve her dönemdeki benzerleridir. Bel’am karakterlilerden olmamak için; hak ilme uymak ve dünyaya meyletmemek, hevâya kul olmamak gerekmektedir.
Bir başka âyette, hevâya uymak, yani dinî ölçülere ters düşen ölçüler, değerler koymak, bir başka ifadeyle ferdiyetçilik, egoizm, bencillik, menfaatperestlik sapıklığın en büyüğü olarak vurgulanmaktadır: “Allah’tan bir yol gösterici olmadan hevâsına uyanlardan daha sapık kim vardır?”1223 İbn Kesir’in dediği gibi, “kendi nefsinin arzusuna göre neyi güzel görmüşse, o şey o kimsenin dini ve mezhebi olmuştur.”1224 Seyyid Kutub da şöyle der: “Bir ruh ki, sâbit ölçüleri yitirir, belli mikyasları kaybeder, mazbut değerlerden mahrum olursa arzu ve isteklerinin mahkûmu olur, kendisine tapılırsa artık o ruh, hiçbir ölçüyü kabul etmez, hiçbir ciddîliği benimsemez. Hiçbir mantık kaidesini dinlemez. Azgın heveslerini tanrılaştırmaktan ve onlara tapınmaktan başka bir şey yapmaz.” 1225
Mevdûdî, Câsiye sûresi, 23. âyeti tefsir ederken şu açıklamayı yapar: “Hevâ ve hevesini tanrı edinmek” ifadesiyle bir kimsenin nefsinin her istediğini yapması ve yaptığı işin Allah indinde haram mı, helâl mi olduğunu dikkate almadan davranması kast olunmaktadır. Böyle bir insan, Allah emretmiş bile olsa, eğer nefsi istemiyorsa o işi yapmaz. İşte bu kimse, nefsine itaat ettiği şekilde, başkalarına da itaat ediyorsa şâyet; o kimseleri, o kimselerin hevâlarını da tanrı edinmiş olur. Her ne kadar bu kimse, kendi keyfini ve o kimseleri ilâh ve mâbud edinmediğini söylese de veya o kimselerin putunu yaparak onlara tapmasa da onları tanrı edinmiştir. Çünkü bu kayıtsız şartsız teslimiyeti, onun bu kimseleri tanrı edindiğinin bilfiil ispatıdır. Ve bu da apaçık şirktir. Allah’tan başkasına bu şekilde itaat eden kimse, itaat ettiği kimseye secde etmemekle ve diliyle onun ilâh olduğunu söylememekle, şirkten kurtulamaz. Nitekim diğer büyük müfessirler de bu âyeti, bu şekilde yorumlamışlardır. İbn Cerîr, “Allah’ın koyduğu helâl ve haramı dikkate almadan hevâsına/nefsinin arzusuna göre davranan kimse, nefsini ilâh edinmiş olur” demektedir. Cessâs ise, “böyle bir kimse, mü’minlerin Allah’a itaat ettiği gibi nefsine itaat eder” derken, Zemahşerî; ‘nefsinin yönlendirdiği gibi hareket eden kimse, nefsine tıpkı Allah’a itaat edildiği gibi itaat etmektedir’ der.” 1226
Her kötü iş ve söz, hevadan, hevâsına tutsak olan kişinin cehâletinden ve zâlimliğinden kaynaklanır. İnsandaki her şerrin kaynağı odur. İnsan, hevânın kontrolüne girmek istemiyorsa, faydalı ilimle cehâleti, sâlih amelle zulmü bertaraf etmelidir. “Zulmedenler bilgisizce hevâlarına uydular.”1227 Bilgisizlikle hevâya
1223] 28/Kasas, 50
1224] İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, 11/6012
1225] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an, 10/533
1226] Mevdûdi, Tefhîmu’l-Kur’an, 5/308-309
1227] 23/Mü’minûn, 71
HEVÂ
- 287 -
uymak birleşince zulüm ve küfür ortaya çıkmaktadır. Allah Teâlâ, Dâvud’a (a.s.) şöyle tavsiyede bulunur: “Hevâna tâbi olma ki, bu seni Allah yolundan saptırır.” 1228 Çünkü hevâ cismânî lezzetlere dalmaya, ruhânî saâdeti elde etmeyle meşgul olmamaya dâvet eder. 1229
İslâm’ın önemli hedeflerinden birisi, insanın arzu ve isteklerine boyun eğmesini engelleyip insanı olgunlaştırmak ve böylece yeryüzünü ıslah etmektir. Çünkü nefsin arzuları insanın fıtratını/doğal meyillerini bozar. İnsanın temâyüllerinin tabiatta özel bir düzen ve tertibi vardır. Bu âhenk ve nizam, itidal ve muvâzeneyi gerektirir. İnsan, hevâsına uyarsa bu itidal ve muvâzene, denge kaybolur, adâlet ölçüleri çiğnenir ve iş zulme varır. “Eğer hak, onların hevâlarına/arzularına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesada (bozulmaya) uğrardı…” 1230
Demek istiyoruz ki; lüzumsuzlarla meşgul olan, lüzumludan mahrum kalır. İslâm’a tâbi olmayan mutlaka başka yollara düşer; Allah’a kul olmayan başkalarına kul köle olur. Rasûlullah’ın getirdiklerine teslim olmayan, mü’minlik sıfatını yitirir, hevâsını ilâhlaştırmış olur. Büyüklük/olgunluk, hevâya göre hareket değil; İslâm’a teslim olabilmektir. Firâsetli ve ihlâslı neslin yetişmesinden rahatsız olan bâtıl ideolojiler hep insanların hevâ ve heveslerine hoş gelecek işler yapmaktalar ve bu kanalla insanları kendilerine bağlamaktadırlar. Müslüman, Hakkın ölçüsüne uymak zorundadır. Hevâya uyanlar Hâviye’ye düşerler. Cehennem çukuru anlamındaki “hâviye”, “hevâ”dan gelmektedir. 1231
Materyalist düzen ve tüketim toplumu olmak, piyasadaki anlayış doğrultusunda özgürlük fikri, reklâmlarla galeyana getirilen mala karşı aşırı istek, “dünyaya bir defa geldik, ne kadar zevk alırsak o kârdır” zihniyeti, moda, teşhircilik, vitrine/kaportaya/makyaja verilen değer gibi konuların tümü hep hevâ kavramıyla, arzuları putlaştırmayla çok yakından ilgilidir.
Kur’ân-ı Kerim’de Hevâ Kavramı
“Hevâ” kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de 12 âyette zikredilir. Çoğulu olan “ehvâ” ise, 17 yerde konu edinilir. Hevâ kelimesi, türevleriyle toplam 38 yerde geçer.
Allah, "onların hevâlarına uyma" şeklinde sık sık Hz. Peygamber'i ve O'nun şahsında tüm ümmeti uyardığı âyetlerin çoğunda "hevâ" kelimesini çoğul şeklinde zikretmektedir. Bu kavramın toplam sayısı 38 olan bütün türevleri içinde 17 adedinin çoğul şeklinde olduğunu görüyoruz. Çünkü insanların her birinin kendine göre farklı bir hevâsı vardır. Hevâların sonu da gelmez. O yüzden onların hevâlarının sonu dalâlettir, şaşkınlıktır. Bu kavramın çoğunlukla çoğul şeklinin kullanılmış olması, hevânın genellikle nefse hoş gelen şehvet, zan, haset gibi zaaf şeklindeki bütün eğilimlerini kapsadığını ifade etmektedir.
Kur'an'da hevâ, yok oluş,1232 yukarıdan aşağı düşüş,1233 boşluk içinde
1228] 38/Sâd, 26
1229] Fahreddin Râzi, Mefâtuhu’l Gayb, 12/63
1230] 23/Mü’minûn, 71
1231] Halil Atalay, Fikrî Tevhide Doğru, s. 19-23
1232] 20/Tâhâ, 81
1233] 22/Hacc, 31
- 288 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bocalamak ve ne yaptığını bilmez şekilde davranmak1234 gibi anlamlarla birlikte, genellikle ilmin ve hidâyetin zıddı, delilsiz, nefsin süslü ve kötü arzulara uymak anlamında kullanılmıştır.1235 Genellikle Kur'an'da hevânın en belirgin özelliği, nefsin kötü arzularının dürtüsü, sapması ve saptırması kaçınılmaz bir meyli olarak işaret edilmektedir. 1236
Mü’minlere düşen, hevâsına uyan kişilere değil; ilme tâbi olmaktır. İlmin kaynağı vahiy olduğuna göre, vahiy ile hevâ birbiriyle çelişen, birbirine zıt şeyler olmaktadır (2/Bakara, 120). İlmin karşısında yer alan olumsuz kavramlardan “zan” da, hevânın doğal destekçisidir. Çoğu zaman ikisi bir arada bulunur. 1237
Kur'an, vahyi dışlayarak her türlü çözümü akıldan beklemenin insanı hevâya esir edeceğini ve bunun da fesada yol açacağını belirtir. 1238 Hevâ, her zaman zan, istikbâr, yani büyüklük taslama ve bilgisizlikle beraberdir.1239 Vahyin bir özelliği de hevâya bulaşmamış olmasıdır.1240 Kur'an, hevânın adâlete engel olacağını1241 ve insanı şeytanın oyuncağı yapacağını1242 ifade eder. Hevâ, yer ve göklerin fesada uğramasına yola açar.1243 Cennet, hevânın yönlendirmediği bir yolun sonucunda elde edilir. 1244
Kur'ân-ı Kerim, hevânın zıddı olarak, bazı âyetlerde "beyyine" kelimesini kullanır.1245 Beyyine, hakkın/gerçeğin ortaya çıkmasına delâlet eden tüm belge, aklî delil, kanıt ve ilim demektir. O yüzden Kur'an, bir beyyinedir. Kur'an, hevâ kelimesinin karşıtı olarak bazen "ilim" kelimesini kullanır.1246 İlim, eşyanın gerçek mâhiyetini bilmek ve ona göre tavır almak olduğuna göre, hevâya dayalı yaklaşım, eşyanın bulunduğu hal ve durumun aksine davranmaktır. İşte bu, zulümdür. Böyle büyük bir zulmü işlememek için bâtıl olan her şeyden uzaklaşarak, benliği kararlı bir şekilde hak olan dine çevirmek ve Allah'ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata uygun davranmak gerekmektedir.
Beyyine olan Kur'an, bir değerler kaynağı, varlıkla alâkalı Allah'ın açıklamalarıdır. Bunlar hakikatin belgeleridir. Zaten Kur'an, tüm insanlar için bir beyandır/açıklamadır. Öyle olunca, kişinin önce kendisi ve sonra tüm varlık ile olması gerektiği şekilde ilişkilerini sürdürebilmesi için, Rabbinden gelen açıklamaları rehber edinmesi gerekmektedir. Aksi takdirde, yanlış yaklaşımlar üzerinde olan ısrarlı tutumları sebebiyle, Allah'ın varlıklar üzerinde geçerli kıldığı yasa gereği, kalpleri mühürlenecektir. Artık hakikatle buluşma konusundaki potansiyel
1234] 14/İbrâhim, 43; 6/En'âm, 71
1235] 30/Rûm, 29; 2/Bakara, 120
1236] 6/En'âm, 56; 38/Sâd, 26; 5/Mâide, 77
1237] 53/Necm, 23; 6/En’âm, 116
1238] 18/Kehf, 28; 28/Kasas, 50; 38/Sâd, 56
1239] 45/Câsiye, 18; 2/Bakara, 87, 120, 145; 5/Mâide, 48; 13/Ra'd, 37; 30/Rûm, 29; 6/En'âm, 119; 53/Necm, 23
1240] 53/Necm, 3
1241] 4/Nisâ, 135
1242] 6/En'âm, 71
1243] 23/Mü'minûn, 71
1244] 79/Nâziât, 40
1245] 6/En'âm, 56-57
1246] 2/Bakara, 145; 30/Rûm, 29-30
HEVÂ
- 289 -
imkânlarını büsbütün kaybedecektir. 1247
İzutsu'nun da belirttiği gibi, hevânın Kur'an metninde hiç değişmeyen anlamı, "insanı doğru yoldan saptırması kaçınılmaz olan şer bir temâyül"dür. Böylelikle Kur'an'da hevâ; ilmin, yani Hakikat'ten beyan olunan bilginin zıddını oluşturur. 1248
Hevâya tâbi olmak, evrenin uyumlu düzeninin yıkılışı, anarşi ve kaosun sebebi olarak gösterilmiştir.1249 Nefsin hazlarını, yani hevâyı esas olan kişilerin müşrik ve bu hevâî özelliklere sahip ideolojilerin birer şirk düzeni olduğu değerlendirilir. 1250
Kur'an, hevâya karşı insanı mücâdeleye, onu dizginlemeye yöneltmektedir. "Her insan tabiatının gereği budur; bu, yapısında vardır" diyerek hevâ ve hevesini serbest bırakmaya kimse selâhiyet sahibi değildir. İnsan ruhunda her ne kadar hevâya meyletme hissi bırakılmışsa da, onunla mücâdele edebilecek yetenek ve kuvvet de bahşedilmiştir. 1251
Bazı âyetlerde “hevâ”, ilmin zıddı olarak sunulurken,1252 bazı âyetlerde dalâlet/hidâyetsizlik,1253 istikametsizlik,1254 hüccetsizlik/delilsizlik1255 anlamlarını göstermekte, böylece son kertede oluşan Allah’a kesin başkaldırının adım adım oluşan aşamaları belirtilmektedir. 1256
Hevâ, yani kişinin heves ve kaprisleri gurura; gurur da hakikatin reddine1257 ve adâletsizliğe1258 yol açar. İnsanın, nefsin kötü arzularıyla mücâdelesinde Allah'ın yüce makamını düşünüp hesap günü korkusu, onu hevâya tâbi olmaktan kurtarabilir. Hevâ çukuruna düşmeyip yücelere yükselmenin bedeli cennet olacaktır. Kur'an, âhiret saâdetini elde etmek için hevâya göre hareket etmemenin şart olduğunu belirtir. 1259
"Milletlerine (dinlerine) uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da asla senden râzı (hoşnut) olmayacaklardır. De ki: 'Doğru yol/hidâyet, ancak Allah'ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına/kötü arzu ve keyiflerine uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır." 1260
"Sana gelen ilimden sonra eğer onların (ehl-i kitabın) hevâlarına/keyiflerine uyacak olursan, işte o zaman sen hakkı çiğneyen zâlimlerden olursun." 1261
1247] 47/Muhammed, 14, 16; Yaşar Düzenli, Kur'an Işığında Evrensel Dengeler ve İnsan, s. 266
1248] Toshihiko İzutsu, Kur'an'da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 191
1249] 23/Mü'minûn, 71
1250] 45/Câsiye, 23
1251] Seyyid Kutub, Fî Zâlâli'l-Kur'ân, VI/3819
1252] 2/Bakara, 120; 6/En’âm, 119; 30/Rûm, 29; 45/Câsiye, 18
1253] 28/Kasas, 50
1254] 42/Şûrâ, 15
1255] 47/Muhammed, 14
1256] Sadık Kılıç, Fıtratın Dirilişi, s. 84
1257] 2/Bakara, 87
1258] 4/Nisâ, 135
1259] 79/Nâziât, 40-41
1260] 2/Bakara, 120
1261] 2/Bakara, 145
- 290 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"... Hevânıza (hislerinize ve kötü arzularınıza) uyarak adâletten sapmayın..." 1262
"... İnsanların arasında Allah'ın indirdiği ile hükmet; sana gelen hakkı bırakıp da onların hevâlarına/arzularına uyma..." 1263
"(Sana şu tâlimâtı verdik:) Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların hevâlarına/arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni fitneye düşürüp ondan saptırmamalarından sakın, buna dikkat et. Eğer yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır." 1264
"... Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir toplumun hevâlarına/isteklerine uymayın." 1265
"De ki: 'Allah'ın dışında taptığınız şeylere tapmak bana yasak edildi.' De ki: 'Ben sizin hevâlarınıza/arzularınıza uymam; aksi halde dalâlete uğrar, saptırırım da; hidâyete erenlerden olmam." 1266
"... Doğrusu birçokları bilgisizce kendi hevâlarına/kötü arzularına uyarak saptırıyorlar. Muhakkak ki Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir." 1267
"... Âyetlerimizi yalanlayanların ve âhiret gününe inanmayanların hevâlarına/arzularına uyma. Onlar, Rablerine eş tutuyorlar." 1268
"Dileseydik elbette onu (Bel'am'ı) bu âyetler sâyesinde yükseltirdik. Fakat o, dünyaya saplandı ve hevâsının/hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir. Kıssayı anlat; belki düşünürler." 1269
"Ve Biz onu (Kur'an'ı) Arapça bir hüküm (hikmetli söz) olarak indirdik. Eğer sana gelen bu ilimden sonra, onların hevâlarına/arzularına uyarsan, (işte o zaman) Allah tarafından senin ne bir dostun, ne de koruyucun vardır?" 1270
"Sabah akşam Rablerine, O'nun rızâsını dileyerek duâ edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini Bizi zikirden/hatırlamak ve anmaktan gâfil kıldığımız, hevâsına/kötü arzusuna uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme." 1271
"Ona (Kıyâmete) inanmayan ve nefsinin hevâsına/arzularına uyan kimseler sakın seni ondan (Kıyâmete inanmaktan) alıkoymasın; sonra mahvolursun!" 1272
“Eğer hak, onların hevâlarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların
1262] 4/Nisâ, 135
1263] 5/Mâide, 48
1264] 5/Mâide, 49
1265] 5/Mâide, 77
1266] 6/En’âm, 56
1267] 6/En'âm,119
1268] 6/En'âm, 150
1269] 7/A’râf, 176
1270] 13/Ra’d, 37
1271] 18/Kehf, 28
1272] 20/Tâhâ, 16
HEVÂ
- 291 -
içinde olan herkes (ve her şey) fesada (bozulmaya) uğrardı…” 1273
“Gördün mü hevâsını (arzularını, keyiflerini, isteklerini) tanrı haline getireni? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın?” 1274
“Şimdi sen, kendi hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz hâlâ öğüt ve ibret alıp düşünmeyecek misiniz?” 1275
"(Rasûlüm!) De ki: 'Eğer doğru sözlüler iseniz, Allah katından bu ikisinden (Tevrat ve Kur'an'dan) daha doğru bir kitap getirin de ben ona uyayım! Eğer sana cevap veremezlerse, bil ki onlar, sırf hevâlarına/heveslerine uymaktadırlar. Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevâsına/hevesine uyandan daha sapık kim olabilir?! Elbette Allah, zâlim kavmi doğru yola iletmez." 1276
"Zulmedenler, ilimsizce hevâlarına/kötü arzularına uydular. Allah'ın saptırdığını kim doğru yola eriştirebilir? Onlar için herhangi bir yardımcı yoktur." 1277
"Ey Dâvud! Biz seni yeryüzünde halîfe yaptık. O halde insanlar arasında adâletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma; sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır." 1278
"İşte onun için sen (tevhide) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların hevâlarına/heveslerine uyma ve de ki: 'ben Allah'ın indirdiği Kitab'a inandım ve aranızda adâleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O'nadır." 1279
"Sonra da Seni din konusunda şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin hevâlarına/isteklerine uyma." 1280
“Rabbinden apaçık bir belge/delil üzerinde bulunan kimse; kötü ameli kendisine ‘süslü ve çekici’ gösterilmiş ve kendi hevâsına/heveslerine uyan kimse gibi olur mu?” 1281
"Battığı (hevâ) zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed s.a.s.) sapmadı ve bâtıla inanmadı; o, hevâsından (kendi arzusuna göre) de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir." 1282
"Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin hevâsına/arzusuna uyuyorlar. Hâlbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir." 1283
1273] 23/Mü’minûn, 71
1274] 25/Furkan, 43
1275] 45/Câsiye, 23
1276] 28/Kasas, 50
1277] 30/Rûm, 29
1278] 38/Sâd, 26
1279] 42/Şûrâ, 15
1280] 45/Câsiye, 18
1281] 47/Muhammed, 14
1282] 53/Necm, 1-4
1283] 53/Necm, 23
- 292 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Tuğyan edip azana ve dünya hayatını âhirete tercih edene, şüphesiz cehennem tek barınaktır. Rabbinin makamından korkan ve nefsini hevadan/kötü arzulardan uzaklaştıran için, şüphesiz cennet yegâne sığınaktır. 1284
Hadis-i Şeriflerde Hevâ Kavramı
“Yüce Allah’ın yanında gök kubbe altında Allah’tan başka tapınılan tanrılar içinde, kendisine uyulan hevâ (aşırı istek ve tutkulardan) daha büyüğü yoktur.” 1285
“Gerçek mücâhid, nefsiyle mücâhede edendir.” 1286
"Dikkat edin, bir (büyük) fitne kopacaktır!" Hz. Ali (r.a.) bunun üzerine "Yâ Rasûlallah! Bu fitneden çıkış (kurtulu) nasıl (olacak)tır?" diye sordu. Peygamberimiz buyurdu ki: "Allah'ın kitabı(na sarılmakla). Sizden öncekilerin tarihi, sizden sonrakilerin haberi ve aranızdaki meselelerin hükmü ondadır. O, (hak ile bâtılı ayıran) kesin bir hükümdür; saçma değildir. Her kim zorbalığından ötürü onu bırakırsa Allah onu(n boynunu) kırar. Her kim hidâyeti ondan başkasında ararsa Allah onu dalâlete düşürür. O, Allah'ın habl-i metîn'i (sağlam ipi)dir. O, zikr-i hakîm (hikmet dolu sözler)dir. O, sırât-ı müstakîm (doğru yol)dir. O; hevâların/arzuların hakikatten saptıramadığı, dillerin iltibâsa (karışıklığa) düşüremediği, ilim adamlarının doymadığı, fazla tekrarlanmaktan eskimeyen ve acâib (hayranlık veren tarafları) bitmeyen bir kitaptır. O, öyle bir kitaptır ki, cinn(den bir grup) onu dinlediği zaman 'biz, doğruluk ve olgunluğun yolunu gösteren hayretâmiz bir Kur'an dinledik ve ona derhal iman ettik!' demekten kendilerini alıkoyamamışlardır. Ona dayanarak konuşan, doğru söz söylemiş, onunla amel eden sevap kazanmış, ona dayanarak hüküm veren adâlet etmiş ve ona dâvet eden doğru yola hidâyet edilmiş olur." 1287
"Sizden öncekilerin yollarına karış karış ve arşın arşın mutlaka tâbi olacaksınız. Hatta bir keler/sürüngen deliğine girseler, onların arkasından gideceksiniz." Ashâb sordu: "Yâ Rasûlallah! Yahûdilerle hıristiyanlara mı?" "Ya kime olacak?" 1288
"Heleke'l-mütenattıûn -Taşkınlar helâk oldu.-" Bunu Rasûlullah üç defa söyledi. 1289
"Şüphesiz Allah ilmi insanlardan çekip alıvermez. Lâkin ilmi, ulemâyı almakla kaldırır. Nihâyet hiçbir âlim bırakmadığı vakit, insanlar birtakım câhilleri baş edinirler. Onlara sual sorulur, ilimsiz fetvâ verirler; bu sûretle hem saparlar, hem saptırırlar." 1290
Ebû Kulâbe, müslümanlara şu tavsiyede bulunmuştur: "Hevâlarına/heveslerine tâbi olanlarla oturmayın, onlarla mücâdele de etmeyin; ben onların kendi bâtıl yollarına sizleri çekeceklerinden emin olamam, inandığınız değer yargılarına şüphe katarlar." 1291
Peygamberimiz (s.a.s.), ümmeti hakkında en çok endişe duyduğu hususlardan birinin, onların hevâları tarafından saptırılma ihtimali olduğunu ve ümmeti için böyle toplulukların çıkacağını belirtmiştir. 1292
1284] 79/Nâziât, 37-41
1285] Taberânî; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetu’l-Lehfân, 2/148; Elmalılı, 6/70; Ş. İslâm Ansiklopedisi 2/397
1286] Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 2, hadis no: 1621; Ahmed bin Hanbel, 6/2022
1287] Tirmizî, Fezâlu'l-Kur'an, 14, hadis no: 3069
1288] Müslim, İlim 6
1289] Müslim, İlim 7
1290] Müslim, İlim 13
1291] Tirmizî, Mukaddime, I/90
1292] Ahmed bin Hanbel, IV/102, 423
HEVÂ
- 293 -
Rasûlullah (s.a.s.) Kur’an’ı, insanların hevâları tarafından saptırılmasına engel olacak yegâne kaynak olarak göstermiştir.1293 Yine Peygamberimiz, kişinin, hevâsını vahyedilmiş ilkelere tâbi kılmadıkça mü’min olamayacağını bildirmiştir. 1294
Aklın, Hevânın/Kötü Arzuların Güdümüne Girmesi
Hz. Peygamber, evrensel bir ahlâk, üstün bir hayat tarzına sahiptir.1295 Çünkü o hevâsına, yani arzu ve heveslerine göre konuşmaz. Bundan dolayı da sapmış (dâl) ve aldatılmış (ğâvî) değildir 1296. Zira kişi ancak aklını arzularının güdümüne teslim ederse, sapıtır ve dengenin en güzel ifadesi olan adâletten ayrılır. Bundan dolayı iman edenler hevâya uymaktan sakındırılmışlardır 1297. Gerçekten de hevâya tâbi olmak, Allah'la karşılıklı ilişki ve davranış tarzı anlamındaki hidâyetin kalbe yerleşmesine ve kişinin davranışlarına yansıyan bir nitelik olmasına, tevhid nûrunun kalbi aydınlatmasına engel teşkil etmektedir. Fertlerin dengede bulunmalarının en büyük dayanaklarından birisi olan âhiret ve hesap şuurunun unutulmasının perde arkasında da, hevâya/arzu ve heveslere uyma davranışı vardır. 1298
Şâtıbî'nin dediği gibi, iki düzen vardır. Biri, vahye dayalı düzen; diğeri de hevâ; üçüncüsü (bunun orta yolu) yoktur. Hevâ, insan hayatını düzenlemede dinin karşısına çıkışların genel adıdır. 1299
Hevâya uymanın temelindeki hastalıklardan biri, Allah ve Rasûlü’nün emrini dinlemeyip kendi nefsinin hoşgördüğü, şehvetinin, yani haram tutku ve ihtiraslarının tatmin olacağı şekilde hareket etmektir. İmam Kurtubî, azgınlığın kaynağı olan bu duygu ve davranışa hevâ denilmesinin sebebi, “sahibini cehenneme götürdüğü içindir” der.1300 Hevâ ile hâviye arasında kesin bir ilişki vardır; Hevâ, cehennem uçurumu anlamındaki hâviyeye düşüren şeydir.
Hevâ kavramını daha iyi tanıyabilmek için, “tuğyan”, “zulüm”, “istikbâr”, “ifsâd”, “ifsâd”, “fısk”, “zan” ve benzeri kavramları da çok iyi bilip anlamak gerekir. Zira bu ve benzeri kavramlar, hevânın ayrı ayrı tezâhürleridir. Hevâ, vahye karşı isyan edip Allah’ın ulûhiyet ve rubûbiyetine inanmayanların en büyük putlarıdır. Hevâ, sahibinin durumuna göre, belli aklî ve mantıkî silâhlarla silâhlanır. Bu silâhlar, “inkâr, câhil görme, şek/şüphe, te’vil, alaya ve hafife alma, kulak verir gibi görünüp ilgilenmeme, iftira ve en nihâyet güç kullanarak Allah’ın emirlerine karşı koyma şeklinde ortaya çıkar.
Fitne ve şirkin temelinde hevâ yatmaktadır. Çünkü şirk ve küfür ehlinin, vahyin fıtrî akılla çatışmadığını kavrayamamaları sebebiyle ondan yüz çevirip istikbarda bulunmaları hevânın onların basîretlerini körleştirmesindendir. “Semûd (kavmine gelince), Biz onlara doğru yolu gösterdik. Ancak onlar körlüğü hidâyete (karşı
1293] Tirmizî, Fezâilu’l-Kur’an, 14
1294] Ferrâ el-Beğavî, Mesâbihu’s-Sünne, -Beyrut, 1987- I/160
1295] 68/Kalem, 4
1296] 53/Necm, 2-3
1297] 4/Nisâ, 135
1298] 38/Sâd, 26; Yaşar Düzenli, Kur'an Işığında Evrensel Dengeler ve İnsan, s. 265
1299] Şâtıbî, el-İ'tisâm, 1/46
1300] el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 19/208
- 294 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tercihle) severek üstün tuttular.”1301 Buradaki körlük, kalplerin körlüğüdür. İnsan, irâdesini hevâsının eline verdiğinde aldığı kararlar da, hevâsına uygun olacaktır. Hevânın irâdesinde; takvâ, adâlet, şefkat ve insaf yoktur. Çünkü Allah Kur’an’da; “Kendisinin yanında Allah’tan bir hidâyet olmaksızın, hevâsına uyandan daha dalâlete/sapıklığa düşmüş kim olabilir?”1302 buyururken, hevâya uymanın, dindeki tüm bozuluşların başlangıcı olduğunu haber vermektedir.
Rasûlullah’ın, Kur’an’ın emrine uyarak “sadece vahye uyduğunu ve müşriklerin hevâlarına asla uymayacağını söylemesi”nin özünde, tevhid dini İslâm’ın büyük siyaseti bulunmaktadır. “Velâ” (Allah’a, Rasûlüne ve mü’minlerin emîrine dostluk ve bağlılık) ve “berâ” (İslâmî olmayan her şeyden uzak olma ve onu inkâr) ancak hevadan arınmakla mümkündür. İslâm’da hidâyetin ve imanın sıhhati, velâ ve berâ kavramlarının yerli yerince oturtulmasına bağlıdır.
İman ve şirki, hidâyet ve hevâyı Kur’an’a uygun tanımlayamayan bir topluluk, Kur’an’a bağlı bir topluluk olamaz. Çünkü iman, genel anlamda sadece kabul edilecek meselenin tasdiki değil; aynı zamanda “hüdâ”dır. Yani o, Allah’ın mü’minlerin kalbine koyduğu bir nurdur. “Bâtıl”ı tanımayan kişi, hakkı ve imanı da tanımamıştır. İşte bu bilgi, iman ve vahiy bilgisidir ki, insan ancak onunla hevâya uymaktan kendini kurtarabilir. 1303
Hevâ ehlinin diğer bir özelliği de, Allah’ın zikrinden uzak olup kalplerinin mühürlü olmasıdır. Hevâlarına uyanlar, Allah’ı, âhireti hatırlayıp bir adları da zikir olan Kur’an ve namazdan uzak olan kimselerdir. Ya sürekli kendi hevâlarının çizdiği yoldan giderek kendi arzu, görüş ve düşüncelerini putlaştırırlar veya ezilmiş mustaz’aflardan ise, nefisleri/egoları zayıfsa, bu kez de daha kuvvetli nefis veya hevânın çekim alanına girerler, uydukları kişilerin hevâlarını putlaştırırlar. “Zikrimizden kalbini gâfil kıldığımız ve hevâsına uyup da işinde aşırı giden(ler)e itaat etme, boyun eğme.”1304; "... Doğrusu birçokları bilgisizce kendi hevâlarına/kötü arzularına uyarak saptırıyorlar. Muhakkak ki Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir."1305; "Ona (Kıyâmete) inanmayan ve nefsinin hevâsına/arzularına uyan kimseler sakın seni ondan (Kıyâmete inanmaktan) alıkoymasın; sonra mahvolursun!" 1306
Hevânın Siyasî Boyutu; Hevâya Uygun Düzenler
"(Ey Rasûl!) Sana, kendinden önceki Kitabı tasdik edici/doğrulayıcı ve ona karşı bir şâhid olarak, Hak olan Kitabı (Kur'an'ı) indirdik. O halde sen de onlar (insanlar) arasında Allah'ın indirdiği (Kur'an) ile hükmet; sana gelen hakkı bırakıp da onların hevâlarına/arzularına uyma..." 1307 Allah Teâlâ, Rasûlünü "hevâ"dan sakındırırken "vahy"i, "Kitab"ı, "Hakk"ı, "tasdik"i ve "hükm"ü zikretmesinin derin anlamları vardır. İşte "hevâ"yı tanımak için Yüce Allah'ın mü'mine verdiği Rabbânî nitelikte anahtar kelimeler... Bu kelime ve kavramların karşıtı olarak düşünebileceğimiz her beşerî davranış, bize “hevâ”nın ve “şerr”in anahtar kavramlarını verecektir. Bu yönüyle Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen tüm sistemler veya kurumlar, tüm ilâhî ve Rabbânî
1301] 41/Fussılet, 17
1302] 28/Kasas, 50
1303] Kur'an'da Hevâ Kavramı, Muhammed Emin, Misak Dergisi, s. 31-32
1304] 18/Kehf, 28
1305] 6/En'âm,119
1306] 20/Tâhâ, 16
1307] 5/Mâide, 48
HEVÂ
- 295 -
emirleri inkâr etmişlerdir. Dolayısıyla beşer ürünü olan ve vahye dayanmayan tüm sistemler ve ölçüler, Kitab’ı esas almadıkları sürece “hevâ”dırlar ve şerrin bizzat kaynağını teşkil ederler.
Şerrin kaynağı olan her sistemde, âlemlerin Rabbi ve O’nun ilâhının şeriatine yer yoktur. Bunu derken, belli ölçü veya oranda Kitap’tan yararlanmalarını değil; onların Kitab’ı tamamen reddetmeleri ve O’nun nizamıyla savaşmalarını kasdediyoruz. Çünkü gerçekte bu iki durumun da iman açısından birbirinden farkı yoktur. Bu sistemlerin hepsi, Allah’a iman esası üzerine değil; “hêvâ”ya iman ve tapınma esası üzerine kurulmuştur. Bu düzenler; mantığını hile, nifak ve yalandan; gücünü zulüm ve sömürüden alır. Kanunlarını da, hevâ, kaba kuvvet ve sömürü üzerine inşâ eder. Artık orada bâtıl hak, hak ise bâtıl hükmünü almıştır.
Tüm bu sistemler ve rejimler bazen doğrudan doğruya Kitab’ı tahrip, inkâr ve aşağılamayı hedef almakla beraber, O’nun getirdiği Rabbânî yöntemin esası olan imanı, vahyi, Kitap’la yönetmeyi kabul etmemektedir. İşte bu da hevâya uymanın tarifi olarak Allah’ın Kitabında karşımıza çıkmaktadır. Bir insan veya topluluk “hevâya uymuştur” denildiğinde, anlamamız gereken husus, Kur’an’ı terkeden insan veya toplumdur. Zira nefsin bazı arzularına uymak (bazen mubah, bazı durumlarda günah olmasına rağmen), çoğu kez şirk ve küfür anlamında olan “hevâ” anlamına gelmez.
Allah Teâlâ, Rasûlü’nü “Onların hevâlarına sakın uyma!”1308 diye uyarırken, Mekke müşriklerini ve Mekke yönetimini elinde bulunduran Dâru’n-Nedve yönetiminin kural ve kanunlarına işaret etmekteydi. Bu bakımdan şirk düzenlerini tanımak ve tanıtmak, Kur’an’a imanın gereklerindendir. Kur’an’a imanın, “hevâ rejimleri” olan şirk düzenlerinin kanun ve kurallarını reddedip uymamakla çok yakın bir ilgisi vardır. Bugün de birçok insanın anlayamadığı gerçek de burada yatmaktadır. İslâm dışı rejimleri müslümanların düşünce, hareket ve taktiklerine itibar etmedikleri kuşatmaları, ancak müslümanların onların hevâlarına uymaları ile olmuştur. Müslümanlar, demokrasinin bir hevâ rejimi olduğunu kavrayamazlarsa, bu hevâ alanına girenler, şu veya bu şekilde Kur’an’a imanın esaslarını sarsacak ve artık Kur’an’ın kendilerine yönelik tekliflerini ya te’vil edecekler veya derinden derine Kur’ânî olan hidâyet prensiplerinde şüpheye düşeceklerdir.
“Hevâ” denilen çağdaş “Dâru’n-Nedve” etrafında kurumlaşan politik örgütlenmeleri, Allah’ın, Rasûlünü sakındırdığı şey olmadığını söyleyenler, Rasûlullah’ı ve dolayısıyla bütün mü’minleri muhâtap alan bu ilâhî emrin yorumunu nasıl yapacaklardır? Kur’an, “ehvâehum”1309 derken, hem “hevâ”yı, hem de “onlar” zamirini çoğul olarak zikrediyor. Buradan şunu anlıyoruz: Onların (müşriklerin) her birisinin ayrı ayrı hevâları vardır. Biz hevâyı onların yönetim sistemleri ve bu düzenleri ayakta tutan kurumlaşmalar olarak ele alırken, yine aynı âyetin1310 ikinci kısmına dayanarak gündeme getiriyoruz. Çünkü her sistem, bir inanç (iman) ve dünya görüşüdür. Bu nedenle her beşerî rejim, Allah’ın kitabını bilerek veya bilmeyerek inkâr etmektedir. Çünkü temelinde hevâ vardır. İslâm ise, temelde hakka ve adâlete dayanmaktadır. Kuvvet/dayatma ve hileyi esas alan sömürü rejimlerinde adâlet(!), egemen sınıfların veya ideolojilerin, aykırı düşünenlerin
1308] 5/Mâide, 48
1309] 5/Mâide, 48
1310] 5/Mâide, 48
- 296 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hayatlarını ve inançlarını tahakküm altına almasıdır. Buna da o düzenlerde sosyal sistemin teminat altına alınması denir ki, tüm karşıt davranışlar böylece mahkûm edilir.
İşte buradan hareketle tüm beşerî dinler, yeryüzünde ulûhiyet iddiasındadır. Eğer bunun böyle olmadığı inancında olan varsa, bu sistemlerin kanunlarına, insanları yargılama ve cezalandırma yöntemlerine ve bunun temelindeki mantığa baksınlar, o zaman bunun böyle olduğunu anlayacaklar ve beşerî sistemlerin geçirdiği değişim ve aşamaların olmadığını, insan fıtratıyla ve öldükten sonraki hayatla hiçbir bağlantısının olmadığını göreceklerdir. Dünya hayatını maddede başlayan ve onda biten bir hayat gibi gören sistemler/düzenler, özünde hevâ ideolojisini barındırır.
Kanunlarını yaparken insanların Rabbinin Kitabına dayanmayan tüm sistemler, birer hevâ putudur. İnsanların tepesinde Rablik iddiasında bulunan insanların hepsi de, nefislerini ve hevâlarını ilâh edinmişlerdir. Allah (c.c.); “Biz sizlerden her biriniz için, bir şeriat ve yol koyduk...”1311 derken, her insanın dünya görüşünü, bir şeriat (kanun) ve yol olarak tarif ediyor. Bu âyetin devamında Allah Teâlâ, yine aynı konuya değiniyor: “Onlar arasında Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmet, onların hevâlarına uyma! Seni Allah’ın sana indirdiklerinin bazısından fitneye kaptırarak saptırmalarından sakın!”1312 Zira ulûhiyet, Allah Teâlâ’nın zâtına mahsustur. Kullar arasında hüküm verme ise, ancak O’nun emrettiği şekilde olmak zorundadır.
Kur’an’da Allah Teâlâ, insanın nefsini ilâh edinmesinden söz eder.1313 Nefsini ilâh edinmenin aslı nefsini teşrî mercii (kanun koyucu) kabul etmektir. Burada, karşımıza aslında kendi nefsine “ibâdet” eden bir insan çıkmakta. Kitaba/vahye dayanmayan her sistem, gerçekte kendi kendisini ilâh edinmiştir. Zemahşerî, Keşşaf Tefsiri'nde bu âyeti açıklarken şöyle der: "Dininde yaptığı veya terk ettiği her şeyden hevâya boyun eğen, ne bir delile ve ne de bir burhana kulak asmayan kişi, hevâsının kulu olan ve onu ilâh edinendir."1314 Kurtubî de bu âyetin tefsirinde İbn Abbas (r.a.)'ın şu sözünü nakleder: " Hevâ Allah'tan gayrı kendisine ibâdet edilen bir ilâhtır." Yine Hasan el-Basrî (r.a.) der ki: "Hevâ, nefsi neyi çekerse ona uymak, onun peşinden gitmektir."1315 Kurtubî, "hevâsına uyan"1316 lafzını açıklarken hevâyı şirk olarak adlandırmaktadır. 1317
Neyin "hevâ" ve neyin "hüdâ" olduğunu anlamadan, tâğûtî rejimlerin hile ve mâhiyetleri anlaşılamaz. Dolayısıyla şu gerçekle göz göze gelmekteyiz: Kur'an her kelimesiyle bize birçok imanî meseleyi açıklayıp tefsir etmektedir. Biz, Kur'an'ın iman atlasını, ancak kavramlarını tanımakla anlayabiliriz. Kur'an'da "hakk", "bâtıl", "tâğut", "i'tisâm" (Allah'ın ipine/Kitabına sarılma), "beraat", "velâyet" kavramlarının imanî boyutlarını ve sahalarını tanımadan, hangi imandan söz edebiliriz? İman, gerçek anlamıyla neyin hak ve neyin bâtıl olduğu bilindiği zaman iman olur. Müslümanlar, Kur'an'ı tanımadan ve O'nu pratik
1311] 5/Mâide, 48
1312] 5/Mâide, 49
1313] 25/Furkan, 43; 45/Câsiye, 23
1314] Ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, c. 3, s. 282
1315] İmam Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, c. 13, s. 35-36
1316] 17/İsrâ, 28
1317] Kurtubî, a.g.e., c. 10, s. 392
HEVÂ
- 297 -
yaşayışlarında örnek almadan, beşerin hevâsının icadı olan yollarda kurtuluşu aramanın imanî bir yanlışlık olduğunu nasıl anlayabilirler?
Kur'an'ın iman ve amel olarak, müslümanların hayatında İslâm'a dâvetten uzak kalması felâketlerin başlangıcıdır. Zira artık dinde insanlar hevâlarına uymaya başlamışlardır. Çünkü İslâm şeriatı, mü'minlerin karşısına çıkan hiçbir meselede Kur'an ve sünnet dışında bir müracaat kaynağından söz etmemiştir. Haramların hâkim olduğu alanlara mü'minler "maslahat" bahanesiyle giremezler. Zira Kur'an'da şirk olarak tanımlanan şeyler, maslahat adına meşrûlaştırılamaz. Allah'a inandığını söyleyen insanlar böyle bir yola saptıklarında, onlar hem dünyada hem de âhirette acı bir neticeyle karşılaşacaklardır.
Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurur: “Eğer hakk, onların hevâlarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesada (bozulmaya) uğrardı…”1318 Ez-Zemahşerî bu âyetin tefsirinde şöyle der: "Kur'an, bununla hakkın azametine delil getirdi, zira gökler ve yer, her ikisinde bulunan şeyler ancak "hak" ile vardır. Eğer hak, onların hevâsına uysaydı "bâtıl"a inkılâp ederdi ve kâinatı ayakta tutan kuvvetinden sonra fenaya uğrardı. Yahut Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirmiş olduğu hak, ki o İslâm'dır, onların hevâsına uysaydı "şirk"e inkılâp ederdi." 1319
Hak olan Kur'an'ın hükümlerinin insanların hevâsına uyması mümkün değildir. Kur'an'ın, insanların hevâlarına uymasına karşı çıkan kimselerin, bizzat kendileri, nasıl olur da Kur'an'ı reddedenlerin hevâlarına uyabilirler? Bunun İslâm'a göre açıklanabilecek hiçbir yönü yoktur. Çünkü iktidar olan "hevâ" ile bir araya gelindiğinde ancak hevânın istediği olacaktır. Bunun içindir ki Kur'an'da hiçbir nebînin şirk rejimleriyle ortaklaşa yönetimi üstlendiği gösterilemez. Zaten hak hâkim olsaydı, hevânın iktidar olması düşünülemezdi. Zemahşerî "Rabbinden apaçık bir delil üzere olan, kendisine amelinin kötüsü süslü gösterilip hevâlarına uyanlar gibi olur mu? 1320 âyetindeki "hevâ" kelimesini "şirk" olarak tefsir etmektedir. 1321
Öyleyse şirk rejimlerinin tamamı, kurum, kural ve kanunlarıyla "hevâ"dan başka bir şey değildir. Günümüz müslümanlarının, propagandacı bir tavırla yürüttükleri çalışmalardan bazıları; tâğutun rejimlerini işletmede, yalnız Firavun'un izniyle onun rejim ve yönetme oyununa katılmak ve kendini aldatmaktan başka bir şey değildir. Hevâ rejimleri ve tâğutlar, kendi hevâlarına uyanlardan asla sakınmazlar ve bunu kendileri için bir tehlike olarak da görmezler. Çünkü hevâ iktidarlarının elinde, yeteri kadar ihtiyaç duydukları güç ve hile vardır. Demokrasilerde hevâya uygun çare(!) tükenmez.
Burada, politik sahada kazanılan veya kaybedilen şeylerin hesaplanmasıyla Kur'an'ın uyulması gereken emirleri arasında hiçbir ilgi yoktur. Politik savaş veya bazılarının söylemlerine göre "demokratik cihad(!)" Allah ve Rasûlünün veya mü'minlerin velâyetinin pratik hayattan çıkarılması anlamına mı gelmektedir? Buna politik veya demokratik "takiyye" diyebilenler olabilir. Ancak bu, gerçekten insanları yavaş yavaş Kur'an'ı tanımaktan ve onu rehber edinmekten çok;
1318] 23/Mü’minûn, 71
1319] ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, c. 2, s. 196
1320] 47/Muhammed, 14
1321] ez-Zemahşerî, a.g.e. c. 4, s. 320
- 298 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bilerek veya bilmeyerek, ama düzenli bir şekilde ondan uzaklaştırmaktır.
Allah Kur'an'da: "(Onlar) yalanladılar ve hevâlarına uydular..."1322 âyetinde "hevâ"nın, temelde Kur'an'ı yalanlama olduğunu vurgulamıştır. Kur'an, Rasûlullah’ı (s.a.s.) onların hevâlarına uymaktan alıkoyarken, aynı zamanda da tüm müslümanlara, uymaları gereken İlâhî emri de tebliğ ediyordu. Rasûlullah'a gelen; hak, ilim ve hidâyet idi. Bununla hükmetmekle emrolunuyordu. Hevâ kavramının âyetlerde ilk indiği sıralarda daha "nifak" denen olay gündemde yoktu. Ancak, hevâyı şeytan Medine'ye taşıyacak ve orada da insanları onunla aldatacaktı. Bugün bazıları sergiledikleri pratiklerle sanki şunu söylemek istiyorlar: "Allah Rasûlü, Mekke müşriklerinin hevâlarına uymadı; Ancak, bugünkü şartlar, kendi hevâlarına uyan demokrasi ve laiklik savunucularının kılığına bürünmemizi gerektiriyor." Hevadan kaynaklanan bu sözlerinin kabul edilecek İslâmî bir yanı yoktur.
Bugün insanlar, tâğutun birçok isteğine, şer'î ruhsatı olmadığı halde, boyun eğmekteler. Bunun demokrasi denen siyasî rejim mensuplarının ve apaçık Allah'a şirk koşan insanların hevâsına uymak olduğu söylenebilir. Mekke dönemine baktığımız zaman; Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in müşrikleri iman etmeye çağırmasına karşılık, müşriklerin de kendi dinlerine dâvet ettiklerini görürüz. Bu karşılıklı dâvet mücâdelesinde; Rasûlullah'ın rehberi Kur'an; müşriklerinki ise, atalarının sapık dini ve hevâlarıydı. Rasûl-i Ekrem'in vaad ettiği dünya ve âhiret saâdeti, cennet ve Allah'ın rızâsı; müşriklerin vaad ettikleri ise; (vahye uymaktan vazgeçmesi şartına bağlı olarak) iktidar, servet, şöhret, kadın vs. gibi hevânın eserleriydi.
Şimdi bu tarihî tablo, bütün berraklığı ile gözlerimizin önünde iken, "onların hevâlarına uyma!" diyerek Allah Rasûlü'nü ikaz eden âyet-i kerimelerin getirdiği mükellefiyeti hâlâ anlayamayacak mıyız? Bilindiği gibi bu mücâdelede kaybeden Mekke şirk devleti olmuştur. Zira onlar, vaadlerine rağmen, Rasûl-i Ekrem'i ne kendilerine lider, ne siyasî rejimlerinin ortağı olmaya ikna edememişlerdir. Eğer Peygamberimiz, müşriklerin bu tekliflerine birazcık da olsa meyletseydi, yukarıda zikredilen âyetlerdeki ilâhî tehditlerin muhâtabı olurdu. Rasûl-i Ekrem'in ümmeti de, müşriklerin hevâlarına uymama noktasında hassâsiyet göstermek mecbûriyetindedir.
İslâm'a kayıtsız ve şartsız teslim olmak yerine, demokrasi havâriliğine soyunan kimseler, kellerinin ne kadar dışarıda olduğunun farkında değiller. Tarihin hiçbir döneminde müslümanlar, düşmanlarınca bu denli kahredilmemişler ve bu kahredilmişliğe rağmen düşmanlarını gâfil sanma ahmaklığına düşmemişlerdir. (Kâfirlerin ve düzenlerinin hevâsına bir iki noktada uymayı geciktirenler veya tereddüde kapılanlar, düdük sesi, postal gürültüsü, tankların görüntüsü veya balans ayarıyla da metotlarını gözden geçirme gereksinimi duymayan hevâî bir gaflet içindeler. Defalarca aynı delikten ısırılmadık yerleri kalmadığı halde oyuna doymuyorlar.) Rasûl-i Ekrem, hem insanları İslâm'a dâvet edip, hem Dâru'n-Nedve'de görev yapamazdı. Çünkü bu nübüvvetin, hevâ ve tuğyan ile olan mücâdelesi açısından mümkün değildir. Esasen Kur'ân-ı Kerim, insanları tuğyana, şirke ve zulme dayanan yönetimlere karşı mücâdele etmeleri için imana dâvet etmiştir. Hevâ ve heveslerini ilâh edinen insanlarla, Rasûl-i Ekrem'in Dâru'n-Nedve'de el ele olması düşünülebilir mi?
1322] 54/Kamer, 3
HEVÂ
- 299 -
Hevâya teslim olmanın aslı, Allah Teâlâ’dan gayrısına ibâdet/kulluk etmektir. Bu, kimi zaman ataların dinine bağlanmak, kimi zaman egemen bir beşerî ideolojinin veya tâğutun hükmüne iman etmek, kimi zaman da nefs-i emmâreye uymak şeklinde karşımıza çıkar. İnsanların hevâlarına uymalarının temelinde; vahiyle geleni tahrif etmek veya vahyi tamamen terk edip onun yerine arzulara tâbi olmak vardır. Bu sebeple bütün laik rejimler birer hevâ rejimleridir. Kökeninde, göklerin ve yerlerin Rabbinin olmadığını söyleyen ve Allah’ı hiç önemsemeyen bir felsefe vardır. Yeryüzünde Hz. Âdem’den bu yana devam eden tevhidî hareketin karşısına sürekli olarak “hevâ” çıkmıştır. Hevâ; şüphe, şek, câhiliyye veya kişilerle bazı sınıfların ilâhlığı üzerine kurulmuştur. Hevâ, Allah’ın emirlerine başkaldırının ilk çıkış noktasıdır.
Kur’an’da ehl-i kitabın ve müşriklerin hevâlarına uymayı yasaklayan âyetler, Allah ve Rasûlü’nü gerçekten dost edinip edinmemenin ölçüsünü bize vermektedir. “Ey kitap ehli, dininizde Hakkı bırakıp aşırılığa gitmeyin ve daha önce sapıtmış olan, birçoklarını da dalâlete uğratıp yoldan saptıran bir kavmin hevâsına uymayın.”1323 âyetini tefsir ederken Fahreddin Râzî, “Hevâ, herhangi bir hüccete/delile dayanmadan şehvetin/kötü arzuların dâvet ettiği anlayışlardır” diyor.1324 Buradan da şunu anlıyoruz. Kur’an’daki hevâ kavramı, tüm şer sistemlerinin beslendiği kaynak olarak karşımıza çıkmakta. Âyet-i kerimede söz konusu edilen “fitne”, şirk koşmak veya şirke ortaklık etmektir. Bunun için, fitne kelimesinin biraz yukarısında, “onların arasında Allah’ın indirdiği ile hükmet” denilmektedir. Onlarla beraber olunduğunda Allah’ın emri ile hükmedilmeyecektir. Çünkü müşrikler Allah’ın emriyle hükmetmezler. Dolayısıyla onların yönetimine iştirak eden, hidâyete değil; müşriklerin hevâsına uymak gibi yönetim ortaklığını üstelenmiştir. Konuya sadece bu açıdan baktığımızda bile nübüvvetin tahrif edildiği anlaşılır.
Şimdi aynı âyetteki şu üç kavram üzerinde biraz duralım: “İnsanlar arasında Allah’ın indirdiği ile hükmet”, “Onların hevâlarına uyma”, “Allah’ın sana indirdiği emirlerin bazısında seni fitneye düşürüp ondan saptırmalarından sakın.”1325 Bu kavramlardan her biri, başlı başına bir itikaddır. Birini diğerinden ayrı düşünemeyiz. İnsanlar arasında güç ve otorite sahibi olduktan sonra Allah’ın indirdikleriyle hükmetmemek, hevânın vardığı son sınırdır. Bu sınırın imanla hiçbir bağı yoktur. Fitnenin de tek sebebi, insanın kendisinin veya başkalarının hevâsına uymasıdır. Kur’an’da , “hevâya uymak” dalâlet olarak adlandırılır. Bu da hak ile amel edip hüküm vermek varken, bâtıl ile hükmetmeye denir. Allah Teâlâ, kitabında, müşriklerin hevâlarına uymamamız gerektiğini defalarca tekrarlamıştır. Bunda iman ve akıl sahipleri için alınacak ibretler vardır.
“Zulmedenler -Allah’tan- yanlarında bir ilim olmadan hevâlarına uymuşlardır. Allah’ın sapıttıklarını kim hidâyete erdirebilir? Onların hiçbir yardımcıları yoktur.” 1326 Bu âyet-i kerimede gördüğümüz gibi hevâ; zulüm, cehâlet ve dalâleti beraberinde gündeme getirmektedir. Daha doğrusu, bu sayılan sıfatlar kişinin hevâsına uymasına yol açmaktadır.
“Âyetlerimizi yalanlayan ve âhirete iman etmeyip Rablerinden yüz çevirenlerin hevâsına
1323] 5/Mâide, 77
1324] Mefâtuhu’l-Gayb, c. 12, s. 66
1325] 5/Mâide, 49
1326] 30/Rûm, 29
- 300 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uyma.”1327 Bu âyet-i kerimede bize Allah’ın âyetlerini yalanlayanlar ve âhirete iman etmeyenlerin, Kur’an’la gelen emirleri uygulamayanlar olduğu söylenmektedir. Öyleyse “hevâ” kavramı, karşımıza bazı yeni şeyler daha çıkarmaktadır. Onlar da; âyetlerin yalanlanması, âhirete iman etmeme ve Allah’tan yüz çevirme. Bu yüzden hevâlarına uyanlara uymamak, imanî bir vecîbedir.
“Sonra seni bu dinden bir şeriat üzerine kıldık. Ona uy. Bilmeyenlerin hevâlarına uyma.”1328 Biliyoruz ki, bu âyet Mekke’de nâzil olduğunda daha Kur’ân-ı Kerim tamamlanmamıştı. Burada Rasûlullah’a; uyması gereken şeriat, tevhide dâvet, inzâr ve tebliğ idi. Bunun yanında güzel ahlâk, mazlumlara yardım, sıla-i rahim, namaz ve tasadduk gibi ibâdetler başlıca esaslardı. Ancak, tevhid tüm berraklığı ve aydınlığı ile gelmiş; hak, bâtıldan ayrılmıştı. Artık imanla şirkin ne olduğunu iman edenler anlamışlardı.
Kur’an’ın tamamı ellerinde olan insanların, müşriklerin hevâlarına uymalarının Mekkî âyetler karşısında hiçbir mâzeretleri kalmamıştır. Korkaklık ve rejimlere yağcılığı siyaset edinenler, kendilerinin mümkün mertebe en az gündemde bulunmasını isteyenlerdir. Zira ihlâslı müslüman görünmeyi, “hevâ” rejimi ve onun kurumları reddetmektedir. Onun için; “oyunun kuralı” kelime-i câhiliyyesini, hevâlarının bir yorumu olarak insanlara sunmaktadırlar. Bu şeytanî ifade, müşriklerin de politika arenasında sûret-i haktan müslüman olduklarını söylemelerine fırsat tanımaktadır. Bu vesileyle politik nifakta onların sizin demokratikliğinizi onayladıkları gibi; siz de o müşriklerin müslümanlığını onaylar gibi görünür veya susarsınız. Bu tablo, kurallarına göre oyun oynamanın hikâyesidir. Müşriklerin hevâlarına bundan daha açık bir uyma örneği olamaz.
Aslında bu, iman cephesi adına Kur’an’ın onaylamadığı çok korkunç ve gizli bir uzlaşma alâmetidir. Eğer öyle değilse, Allah Rasûlü ve ashâbının Mekke dönemi tâvizsiz cihad ve imanlarını neyle izah edebiliriz? Bu politik oyuncular, imanın Kur’anî ve sünnete uygun mücâdelesini verenlere engel olmasınlar. Aksi halde, nassları te’vil veya tahrifte, nassa dosdoğru bağlanmaya çalışanları karşılarına almış olurlar. İnsan, kendi hevâsına uymadan, başkalarının hevâsına uymaz. Allah Teâlâ, Kitabında; “Sakın seni ondan (Allah’ın şeriatından) ona iman etmeyen ve hevâsına uyup cehenneme düşenler uzaklaştırmasın”1329 buyurur. Bir başka âyet-i kerimede de şöyle buyrulur: “Eğer onlar senin dâvetini kabul etmezlerse bil ki (onlar) ancak hevâlarına uyuyorlar. Allah’tan (yanında) bir hidâyet olmadan hevâsına uyandan daha sapık kim olabilir? Allah zâlim kavimleri hidâyete erdirmez.”1330 Kur’an’daki bu tehdit içerikli âyetleri kendimize uygulamayı ihmal edip sadece bizden başkalarına inmiş gibi bakamayız. Eğer biz sadece kendimizi hidâyette, başkalarını da sadece dalâlette görüyorsak, bu bir nevi mâsumiyet iddiasında bulunmak demektir.
Peki, hevâyı nasıl anlayabiliriz? Hevâ; bir itikad, ahlâk, dünya görüşü ve sosyal bir olaydır. İnsanların hiçbir davranışını “hüdâ”dan veya “hevâ”dan soyutlamak mümkün değildir. Hüdânın alâmetleri, kişinin Kur’an ve Sünnete bağlılığıyla belli olur.
Mekke’li müşrikler, müslümanların ölmüş hayvan etinden yememelerini
1327] 6/En’âm, 148
1328] 45/Câsiye, 18
1329] 2/Tâhâ, 11
1330] 28/Kasas, 50
HEVÂ
- 301 -
şöyle kınamışlardı: “Size ne oluyor ki, kendi ellerinizle öldürdüklerinizi (kestiklerinizi) yiyorsunuz da, Allah’ın öldürdüğünden yemiyorsunuz?” Bunun üzerine Allah Teâlâ, şüpheye düşen müslümanları şöyle uyardı: “Size ne oluyor ki, üzerine Allah’ın adı zikredilerek kesilenden yemiyorsunuz? Allah, zarûret halinde çaresiz (kalıp da) yemek zorunda kaldığınız şeyler dışında, haram kıldığı şeyleri size açıklamıştır. Doğrusu insanların çoğu, ilimleri olmadan (cehâletle) hevâlarına uyarak saptırırlar. Şüphesiz ki Rabbin, hadlerini aşanları çok iyi bilir.”1331 Bu âyette Allah Teâlâ, kendi emirlerine karşı ideoloji ve düşünce üretenleri, “mu’tedî” (haddi/sınırı aşan)lar olarak nitelendirmektedir. Vahye karşı ideolojiyle karşı çıkanlar, cehâletle (ilimleri olmadan) hevâları aracılığıyla aldanmaktadır.
Bugün demokrasi, hümanizm, liberalizm veya laisizme uyanların İslâm’ı müslümanların gözünde değersiz ve geçersiz kılmak için Mekke müşriklerinin ideolojik tavırlarına benzer davranışlar sergilemekteler. Birçok mürted ve müşrik, İslâm’ın hayat nizamı olmasını yasaklayarak insanlara sanki; “bu ortaçağ düşüncesi olan irticâya karşı uyanık olun” diyerek, bu uğurda akıl almaz çabalar sarfetmekteler. Müşriklerin, müslümanlar üzerine Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanların etlerinden yemelerini isterlerken, belli bir itikadı yaymak ve bir gayeye ulaşmak istiyorlardı. Allah da en basit bir hayvanın kesim işinde bile şirki ve Allah’tan gâfil olmayı kabul etmedi: “Üzerine Allah’ın adı anılmadan kesilmiş olan hayvanın etinden yemeyin; Çünkü o fısktır/günahtır. Şeytanlar dostlarına sizinle mücâdele edip tartışmaları için telkin ederler. Eğer onlara itaat ederseniz (üzerine Allah’ın adı anılmayan etten yerseniz) şüphesiz siz de onlardan (müşriklerden) olursunuz.” 1332
Günümüzde İslâm topraklarında egemenlik kuran güçlerin çoğu bu konumdadır. Müslümanların bu güçleri tanıyıp onlara karşı mücâdele etmeleri şarttır. Zira onlara itaatte şirke giden yollar vardır. Bugün İslâm topraklarında müslüman olduğunu söyleyenlerin birçoğu, mürted ve müşriklerin çağrısına kapılarak İslâm’ı, Kur’an yolunu bırakarak onların hevâsına uymuş, bunu kendilerine mücâdele yöntemi, dünya görüşü ve hayat düzeni olarak kabulle acı bir duruma düşmüşlerdir. Müşriklerin hevâsına uymak, müşrikleri velî edinmek ve dünya hayatına onların hâkim olması için yardımda bulunmak, zulmün en büyüğüdür. Allah Teâlâ, Rasûl-i Ekrem’e: “Bunun için dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol ve onların hevâlarına uyma”1333 buyurmuştur. Bunun için hevâ, şirkin ve küfrün özünü teşkil eder. Şimdi Allah hevâyı bize böyle tanıtırken; iktidar olmuş hevâya millî bir kurum olarak sahip çıkanlara ne denilecektir?
Hevânın en tehlikelisi de “ulemâ” (hoca, ilâhiyatçı, din adamı) kisvesinde olan insanlarda olmasıdır. Çünkü hevâ sahibi, sürekli Kur’an ve Sünnet nasslarının karşıtı, nefsinin hoşuna giden ideolojiyi üretir. Nassları zorla te’vil etmeye çalışanlar ve müteşâbih âyetleri, muhkem gibi yorumlayanlar, artık nasslara karşı aslında yavaş yavaş güven ve inançlarını yitirmektedirler. Allah Teâlâ, Kur’an’da hevâ âlimlerine en güzel örneği İsrâiloğullarından Bel’am bin Baura ile vermiştir. Bel’am ve benzerleri, o günden bu güne bâtılı hakka tercih edenlerin önderleri olmuştur. İşte Kur’an’da “hevâsını ilâh edinen” âyetinin en bâriz örneği Bel’am bin Baura gibi insanlardır. Allah’tan gelen hidâyete uyan insanlar peygamberleri
1331] 6/En’âm, 119
1332] 6/En’âm, 121
1333] 42/Şûrâ, 45
- 302 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendilerine önder edinmiş olan kişilerdir. Kendilerine hidâyet, güneşin aydınlığı gibi geldikten sonra dalâleti seçenler ise; Firavunları, Karun ve Bel’am’ları önder edinmiş kişilerdir. Bel’am kıssası, A’râf sûresi, 175-176. âyetlerde anlatılır.
Kur’an’daki Bel’am kıssasına dikkat edilince, Bel’am ile Sâmirî kıssası arasında büyük bir benzerlik olduğu görülecektir. Bel’am, Sâmirî ve Karun’un Firavun’la ortak özellikleri ise; hepsinin hevâya uymalarıdır. Demek ki hevâ, bu durumda, imanı inkâra götüren en saptırıcı bir yoldur. Zaten dalâlet yollarının hepsine birden hevâ denmesi, hüdâ yolundan çıkarmasından dolayıdır. Bu durumda, hevâ kavramının Allah’tan gelen ilâhî vahiy gerçeğiyle nasıl savaştığı daha iyi anlaşılır. İsrâiloğullarının Tevrat’ı, Hıristiyanların İncil’i tahrif ve tebdil edişlerinin ardında onların kendilerini saptıran âlim ve ruhbanlarının hevâsına uymaları vardır. Öyleyse hüdâ, iman; hevâ ise, dalâlettir.
Hevânın esâretine giren topluluklar, sonunda helâk olmaya mahkûmdurlar. Çünkü bir toplulukta hüdânın yerine hevâ, hakkın yerine bâtıl hâkim olursa, orada hayat fesada uğramış ve Allah’tan gayrı ilâhlara ibâdet edilmeye başlanmıştır. Hüdânın, hevâya üstün gelebilmesi için, iman ve hüdâ ümmetinin Kitaba bütün gücüyle sarılması ve O’nun uğrunda kuvvetli bir kıyamı başlatması gerekir. Öyle bir kıyam ki, yeryüzünde hâkimiyeti yeniden Allah’a iman edenlerin eline vermeli ve hüdânın (İslâm’ın) rahmet ve şefkat medeniyetini yeniden akıllarda, ruhlarda ve kalplerde kurmalı. Bu da insanların akıllarını, kalplerini, düşünce ve duygularını baskı altına almış olan hevâ, bid’at ve câhiliyye ilâhlarına karşı bir “iman savaşı” başlatmak ve bunun için gerekli olan hazırlığı tamamlamakla olacaktır.
Câhiliyyenin tamamı hevâdır. Bu hevâları sebebiyle insanlar, İbrâhim’in (a.s.) hanif/Allah’ı birleyen dinini terkedip putlara tapmaya başladılar. Hevâ bugün dünya toplumlarının büyük bir kısmının dini haline gelmiştir. İnsanların çoğunun akıllarına hevâları hâkim olmuş durumda. Çağdaş uygarlık ve yenidünya düzeni, globalleşme dedikleri şey, batının dünyayı sömürüp tahakkümü altına almak için insanlığın zihnine yerleştirmek istediği çağın en tehlikeli hevâsıdır. Hevâ, bir din haline gelmiş ve kendine has bir inanç, ahlâk, ekonomi, siyaset, eğitim-öğretim düzeni oluşmuştur. Eski câhiliyye müşriklerinden çok daha düzenli ve güçlü propaganda araçlarıyla yerkürenin dört bir yanına bu dinin ahlâk ve sistemi yayılmaktadır.
İnsanların çoğu, hevâ dinine mensuptur. Ve halkın çoğunluğuna uymak, hevâ dinine girmektir. “Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmazlar ve ancak yalan söylerler.”1334 Hevânın İslâm’dan daha yoğun bir karakter arzetmesi, hevâî insanların hüdâya bağlı müslümanlardan sayıca daha çok olmasına gelince, bu, insanların nefislerinde, sevdikleri ve hoşlandıkları şeylere karşı direnç yönüyle çok zayıf ve istekli olmaları, bunda aceleci olmaları ve dünyanın imtihan vesilesi olmasındandır. Ancak, Allah’a kulluğun hakikati olan İslâm’da, insanın istekleri, arzuları, zevkleri ve davranışları belli fıtrî ve insanî disiplin içindedir. Dünyadaki nimetleri hazır bulmanın kendisine bir öncelik ve haklılık verdiğini zanneden insan, ilâhî disiplinlerin kurallarını ağır bulup nefsinin ve de şeytanının arzuları karşısında ilâhî
1334] 6/En’âm, 116
HEVÂ
- 303 -
emri hiç kabul etmeyebiliyor. 1335
Müslümanım diyen nice insan, direkt veya dolaylı olarak hevâyı ilâh edinmekte. Ya ahlâkî konularda keyfinin gereğini haram helâl demeden yerine getirerek, ya toplumun hevâsına uyarak veya tâğutların hevâlarından ortaya çıkmış düzenlerini benimseyip gönülden itaat etmekle hevâîliklerini gösteriyorlar. Nice insan da yahûdi ve nasrânîlere, siyonist ve materyalistlere dost olanların hevâlarına uyarak, Allah’ın hüdâsına teslim olma gayreti içinde olan şuurlu müslümanları azınlık haline getiriyorlar.
Hevâlarına kulluk yapanların ellerine ne geçiyor dersiniz? Âhireti ne karşılığında satıyorlar? Dünyada kazandıkları neler? Ya kaybettikleri? Kendi hevâlarına veya itaat ve taklit ettiklerinin hevâlarına uyanlar, kendi hevâlarını doyurup tatmin edebiliyorlar, netice de gerçekten zevk alıp dünya huzuruna erebiliyorlar mı dersiniz? Peki, kendilerine kulluk yaptıkları müstekbirleri memnun edip ciddi bir menfaat elde edebiliyorlar mı? "Milletlerine (dinlerine) uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da asla senden râzı (hoşnut) olmayacaklardır. De ki: 'Doğru yol/hidâyet, ancak Allah'ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına/kötü arzu ve keyiflerine uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır." 1336
Hevâlarına uyan kişilerin egemen olduğu bir toprak parçasında fesadın yaygınlaşmaması mümkün değildir. Kişilerin hevâları çatışır ve bunun sonucu olarak “fitne” kabarır, “fesat” artar; yeryüzü zulmün, haksızlığın, öldürmelerin, işkencelerin merkezi haline gelir.
Hevânın İtikadî (ve Mezhebî?) Boyutu; Ehl-i Ehvâ
“Ehl-i ehvâ”, “ehl” kelimesiyle “nefsânî arzu ve eğilim” mânâsındaki “hevâ”nın çoğulu olan “ehvâ” kelimesinden oluşan “ehl-i ehvâ” (ehlü’l-ehvâ) tamlaması, sözlükte “nefsin arzularına uyanlar” anlamına gelir. Terim olarak “inanç ve davranışlarını, peygamberlerce tebliğ edilen ilâhî emirlere dayandırmaksızın sadece beşerî görüş ve arzulara göre oluşturanlar” şeklinde tanımlanabilir.
Kur’ân-ı Kerim’de ehl-i ehvâ tâbiri geçmemekle birlikte; yahûdiler, hıristiyanlar, müşrikler, putperestler, âhireti inkâr eden topluluklar gibi değişik zümrelerin Hz. Peygamber’e vahyedilen Kur’an’a iman etmeyip beşerî arzularına (hevâ-ehvâ) uydukları bildirilmiş, Rasûl-i Ekrem’e de onların din diye ileri sürdükleri arzularına uymaması emredilmiş, böylece beşerî görüşlere dayanan anlayışların din haline getirilmesinin yanlışlığına dikkat çekilmiştir. İslâm literatüründe bu tâbirin ortaya çıkışında Kur’an’daki bu kullanımların etkili olduğu düşünülebilir.
Hicrî II. yüzyıldan itibaren İslâm literatüründe yer alan bu tâbirle ilgili İmam Şâfiî, “er-Reddü alâ ehli’l-Ehvâ” (Ehl-i Ehvâya Reddiye) adıyla bir eser yazmıştır. Bu tâbirle, İslâm dışında kalan grupları veya İslâm’dan çıktığına hükmettiği bid’at fırkalarını kasdettiği söylenebilir. II. Yüzyıldan sonra itikadî mezhepler hakkında yazılan kitaplarda ehl-i ehvâ tamlaması ehl-i bid’atla eş anlamlı olarak kullanılmıştır. İbn Hazm’ın el-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehvâ ve’n-Nihal adlı meşhur eserinde, daha çok semâvî kitapları tahrif edip beşerî arzuları doğrultusunda
1335] Kur'an'da Hevâ Kavramı, Muhammed Emin, Misak Dergisi
1336] 2/Bakara, 120
- 304 -
KUR’AN KAVRAMLARI
oluşturdukları dinî-felsefî anlayışları benimseyenleri kapsayacak şekilde geniş bir anlam verdiği görülür. Dinlerin ve mezheplerin tasnifi konusunda otoritelerden biri sayılan Şehristânî, bazı açılardan isabetli bir yaklaşımla ehl-i ehvâ tâbirine önemli bir açıklık getirmiştir. Ona göre insanlar inanç bakımından “ehlü’l-ehvâ ve’n-nihal” ve “ehlü’d-diyânât ve’l-milel”, yani kısaca “ehl-i ehvâ ve “ehl-i din” olarak iki kısma ayrılır. Varlıklar ve olaylar hakkındaki inançlarını ilâhî bir kaynağa dayandırmadan sadece kendi görüşlerine ve arzularına göre oluşturan insanlara ehl-i ehvâ denir.
Câhiliyye Araplarının görüşleri, Sâbiîler, çeşitli felsefî ekollere mensup filozoflar, bütün putperestler, yıldızperestler, materyalistler, Brahmanlar ehl-i ehvâ içinde mütâlaa edilir. İtikadî fırkaların doğmaya başladığı hicrî II. (milâdî VII.) yüzyıldan itibaren ortaya çıkıp literatüre geçtiği anlaşılan ehl-i ehvâya ilişkin görüşler iki noktada toplanmaktadır. a) Ehl-i ehvâ, ehl-i sünnet dışında kalan bütün İslâmî fırkaların ortak adıdır. b) Bu tâbir, inanç konularında ilâhî bir kitaba dayanmayan beşerî görüşleri benimseyenlere verilen addır. Ancak Kur’ân-ı Kerim’in yanı sıra bazı hadislerde hevâ ve ehvâ kelimelerinin, semâvî kökenli de olsa muharref olduklarından İslâm dışında kalan bütün dinleri veya ilâhî kaynaklı olmayan inançları içine alacak şekilde geniş bir muhtevâ kazanması dikkate alınarak ehl-i ehvânın müslüman olmayan herkesi ifade eden bir tâbir olarak kabul edilmesi (ve müslümanları hangi mezhepten olursa olsun kapsamaması) gerekir.
Selefiyye’ye mensup olan hadis âlimleriyle onların etkisinde kalan bazı ehl-i sünnet kelâmcıları ehl-i ehvâyı bid’at fırkalarından oluşan ehl-i kıbleye hasretmek istemişlerdir. Ancak bu görüşün isabetli olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira itikadî konularda aklın desteğine başvurmak veya nassları akılcı bir yaklaşımla anlamaya çalışmakla dinî konularda nefsânî arzular istikametinde hareket etmek ve duygusallığı ön plana çıkarmak arasında büyük farklar vardır. Çünkü Kur’an hevâ ve ehvâya uymayı değişik zümrelerden oluşan kâfirlere nisbet etmektedir. Ehl-i bid’atı kâfir kabul ederek ehl-i ehvâ ile özdeşleştirmek ise ehl-i kıblenin tekfir edilemeyeceği ilkesine aykırı düşer. Ehl-i ehvâ ile ehl-i bid’atın farklı anlamlar taşıdığını ve ehl-i ehvânın kâfirler hakkında kullanılması gereken bir tâbir olduğunu kabul etmek daha uygun bir davranış olur. 1337
“Hevâ” ve “ehl-i ehvâ”yı daha iyi tanımak için dinde sonradan icad edilen bid’atlere de dikkatle bakmak gerekir. Bid’atin “hevâ” ile güçlü bir bağı vardır. Çünkü nefis, bid’ati ancak “hevâ”ile ihdas eder. Dinde sonradan çıkan ibâdet, zikir, duâ, namaz şekilleri tamamen hevânın ürünü bid’atlerdir. İşte bid’atle hevânın ortak noktası da budur. Çıkış kaynakları Kur’an ve Sünnet değildir. Bu ilişkiden dolayı “ehl-i ehvâ”ya bazı âlimler, “ehl-i ehvâ ve’l-bid’at” derler.
Ehl-i ehvâ ve’l-bid’at; Allah’ın şeriatında noksanlığın veya fazlalığın olduğuna itikad ederek kendi hevâ ve heveslerine göre şeriate eklemede veya çıkarmada bulunan “ehl-i ehvâ ve’l-bid’at, hem Allah’ın hem de mü’minlerin düşmanlarıdır. Allah Teâlâ, hayat kitabımız Kur’an’da şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler, Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız (olanlar)ı dost edinmeyin.”1338 Bu âyetin yorumunda İmam Gazzâli, şöyle diyor: “Bu âyette geçen “düşman” kelimesinden murad;
1337] Yusuf Şevki Yavuz, TDV. İslâm Ansiklopedisi, c. 10, s. 505-507
1338] 60/Mümtehıne, 1
HEVÂ
- 305 -
insanları, bid’atlerine dâvet eden bid’at sahipleridir. İnsanları teşvik ettikleri bu bid’at, küfrü mûcip olan bir bid’atse, bu bid’at sahibi, zimmîlerden de kötüdür. Çünkü bu adam, ne cizye verir, ne de zimmîlik bağlantıları ile müsâmaha edilir. Şâyet, küfrü gerektiren bid’atlerden değilse, (Allah ile kendi arasındaki hali) kâfirden ehvendir; fakat bunu reddetmek, kâfiri reddetmekten daha önemlidir.
Çünkü kâfirin kötülüğü başkasına geçmez. Müslümanlar onu kâfir bilir ve sözüne kıymet vermezler. Kendisi de müslüman olduğunu iddia etmez; ama bid’atine dâvet eden ve bid’atinin hakikat olduğunu zanneden bid’atçi, halkı aldatır ve kötülüğü müslümanlara da sirâyet eder. Buna karşı husûmeti izhar etmekte, sırt çevirip hakarette bulunmakta, bid’ati sebebiyle aleyhinde olmakta ve insanları ondan nefret ettirmekteki müstahaplık, daha kuvvetlidir. Yalnız iken verdiği selâmı iâde etmekte beis yoktur. Şâyet, tarafına bakmamak ve kendisine iltifat etmemekle, bid’ati sebebiyle bu vaziyete düştüğünü anlar, kendisine tesir ederek bid’atinden vazgeçme ihtimali olursa, selâmına mukabele etmemek daha evlâdır. Zira selâmı almak, her ne kadar vâcip ise de, bazı sebeplerle bu vâcip, düşer. Hamamda olmak ve kazâ-i hâcette bulunmak gibi. Hâlbuki onu bid’atinden menetmek gayesi daha da mühimdir. Şâyet kalabalıkta selâm vermişse, cevap vermemek daha evlâdır. Böylece insanları kendisinden nefret ettirir ve herkesin gözü önünde bid’atini takbih etmiş olur. Yine bu gibilere yardımda bulunmamak daha iyidir. 1339
Eh-i ehvâ ve’l-bid’atin egemen olduğu toplumlarda; yalancı bir din, tevhid dini ile karşı karşıyadır. Ehl-i ehvâ ve’l-bid’at, Hz. Peygamber zamanında olmayan bir dinin savunucusudur. Tevhidî hareket ise, Hz. Peygamber zamanında kemâle eren dinin savunucusudur. Dolayısıyla tevhidî hareket ile ehl-i ehvâ ve‘l-bid’at iki zıt kutupturlar. Sünnet ile bid’atin birleşmesi mümkün olmadığı gibi; bu zıt iki kutbun da birleşmesi mümkün değildir. Çünkü tarih, gece ile gündüzün birleştiğini kaydetmemiştir.
Ehl-i ehvâ ve’l-bid’at; hile ve tuzakların üzerine binâ olunmuş itikadî, amelî ve ahlâkî bir anlayıştır. Bunun için ehl-i ehvâ, ehl-i bid’atın oluşturduğu meclisleri, sohbetleri, cemaatleri terketmeliyiz. İbn Abbas (r.a.) şöyle diyor: “Ehl-i ehvâ ile beraber oturma; zira ehl-i ehvâ ile beraber oturma hali, kalpleri hasta eder.”1340 İslâm nizamının hevâlara, bid’atlere, hurâfelere tahammülü yoktur.
Ehl-i ehvâ ve’l-bid’at; sırât-ı müstakîmin dışına çıkan ve çıkmaz sokaklarda çıkar yol arayanların oluşturdukları bir cehâlet cephesi olarak, İslâm coğrafyasının sosyal ve siyasal iktidarını elinde bulundurmaktadır. Bu nedenle işgal altındaki İslâm coğrafyasına ve bütün dünyaya İslâm’ı hâkim kılmaya çalışan Tevhidî hareket, kendisini sırât-ı müstakîmden saptırmak isteyen ehl-i ehvâ ve’l-bid’ate karşı uyanık olmalıdır. 1341
Hevânın Kişisel ve Toplumsal (Ahlâkî) Boyutu;
Hevâî İnsanlar Topluluğu
Hevâ bir boşluktur. Kişinin herhangi bir iç dayanağa sahip olmamasıdır. Bu
1339] İmam Gazzâli, İhyâi Ulûmi’d-Din, c. 4, s. 278
1340] İmam Acurrrî, Eş-Şeriat, s. 61
1341] Mustafa Çelik, Tevhidî Hareket ve Ehl-i Ehvâ ve’l-Bid’at, Misak Dergisi
- 306 -
KUR’AN KAVRAMLARI
durum ise, kişinin her türlü etkiye açık olmasını, rüzgârın esişine göre vaziyet almasını doğurur. Kişiliksiz, hafif meşrep hale getirir. İşte bu tablo, dengesizliğe iten en müsait bir atmosferdir. Böylesine bir fert ve onlardan oluşmuş toplumlar, her türlü zulmü işleyebilir, haksızlık yapabilir. Nitekim Kabil'in, kardeşi Hâbil'i öldürmesi, "nefsinin kardeşini öldürmesini kendisine hoş göstermesi, onun da nefsine/hevâsına itaat etmesinin"1342 sonucudur. 1343
Takvâ giysisine bürünmeyen insan, çoğu zaman, nefsinin arzu ve irâdesini kendine rehber edinir. Arzu ettiğini elde etmek için nice zahmetlere katlanır, dolambaçlı yolları aşmaya çalışır. “Bu konuda İslâm’ın koyduğu hüküm nedir, bu arzum ve yaptığım Allah’ın rızâsına uygun mudur? Bunu Peygamberimiz’in huzurunda olsam yapabilir miyim? Yapmış olsam Efendimiz’in tavrı ne olurdu?...” gibi soruları ve cevaplarını hatırına bile getirmez. Hep kendi basit hesabını yapar ve planını kurar. Öbür âlemi unutur. Hâlbuki imanın insanı kurtaracak dereceye ulaşması için, insanın arzu ve irâdesini Hz. Peygamber’in getirdiği ahkâmın peşine takması gerekir. 1344
İnsanoğlu, ibâdet için yaratılmıştır.1345 Fıtrat, nübüvvet ve Kitab gibi ilâhî yardımlara rağmen Allah’ı tanıyıp ibâdet/tapınma ihtiyacını O’na yönlendiremeyen hevâî tipler, her şeyden önce kendi arzularını, zanna dayanan bilgisizce görüşlerini, yanlış kanaatlerini, sapkın düşüncelerini, yani tek kelimeyle “hevâ”larını tanrılaştıracaklardır. Başka bütün putlar, hevâ putunun gölgesinde ortaya çıkacaktır. Hevâ putunu devirdiğinizde diğer putlar kendiliğinden devrilecektir.
Allah’a teslim olmayan kimsenin, bilinçsiz de olsa kendini (hevâsını) tanrılaştırdığı gibi; sadece Allah’ı en büyük kabul edip O’nu tekbir etmeyen kişi de kendini (nefsini, görüşünü, aklını...) en büyük görür. Her nimeti Allah’tan bilip sayısız nimetler için Allah’a şükür ve hamd etmeyen insan, bu fıtrî ihtiyacı, kendini övmekle, kendini methetmekle gidermeye çalışır.
Yine, hevâî şahıs, yaptığı sayısız hatayı kendi üzerine almaz da, nefsini yanlışlardan, kusurlardan, yanılgılardan uzak göstermek ister. Bunun da sebebi, ruhun Allah’ı tesbih etme ihtiyacını, gerçek hedefi olan Allah’a, O’nu tüm noksan sıfatlardan tenzih etmeye, tesbih etmeye yanaşmayan insanın hem kul hem tanrı olması gibi çelişkisidir bu. Hevâsı, yani kendisi bir taraftan tanrı rolünü üstlenirken, bir yandan da hevâ sahibi insan kulluk rolü oynar, arzusu neyi emrediyorsa ona teslim olup kendisi onun pespâye bir kulu ve kölesi olur. Bu iki zıt özelliğin (tanrılık-kulluk) aynı kişide bulunması ise tam bir anarşidir, kaostur, fitnedir, fesaddır, zulümdür, çelişkidir, karakter bozukluğu, şizofreni ve çifte standartlılıktır. Çünkü zıtlar birleşmediği halde, bu iki taban tabana zıt şeyi birleştirmeye kalkışmak, sadece küstahlık değil; sünnetullahın (Allah’ın yeryüzündeki yasalarının) çiğnenmek istenmesidir. Bu zulmün fecî cezasını, başta kendisi çekecek olan hevâî kişi, sonra ilişkide bulunduğu canlı cansız tüm çevresine hastalık bulaştırdığından cezasını topluma da çektirecektir. “Eğer hak, onların hevâlarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey)
1342] 5/Mâide, 30
1343] Yaşar Düzenli, Kur'an Işığında Evrensel Dengeler ve İnsan, s. 267
1344] Halil Atalay, Fikrî Tevhide Doğru, s. 17
1345] 51/Zâriyât, 56
HEVÂ
- 307 -
fesada (bozulmaya) uğrardı…” 1346
Yaratılış gayesini unutan insan, doymak bilmeyen canavar olan hevâsını tatmin etmek için hayat boyu çalışır, koşturur durur. Tüm enerjisini hevâsını doyurmak için harcayan, yine de onu tümüyle tatmin edemeyen zavallı, olumlu tüm cihazlarını, yani zihnini, bilgisini, sevgisini... tanrılaştırdığı bu canavarın hizmetine verdiğinden hakkı anlayamayacak, doğruları göremeyecek, işitemeyecek hale gelir. “Andolsun Biz cin ve insandan birçoğunu (sanki) cehennem için yaratmışız. Zira onların kalpleri vardır, ama onlarla gerçeği kavramazlar; gözleri vardır, lâkin onlarla görmezler; kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da sapıktırlar. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir.”1347 Hevâlarının emrine, denetim ve kulluğuna giren insanların; hakkı, Kur’an’ı ve Peygamber’in tebliğini anlayıp kavrayamadıklarını Rabbimiz şu ifadelerle anlatır: “Onlardan kimi gelip seni dinler. Fakat senin yanından çıkıp gittikleri zaman, kendilerine bilgi verilenlere derler ki: ‘az önce ne demişti? (anlayamadık).’ Bunlar, Allah’ın kalplerini mühürlediği hevâlarına uyan kimselerdir.” 1348
Hevadan kurtulmak veya onun etkisine hiç girmemek için, hevânın zıddı hüdâya yönelmek gerekmektedir. Bunun için de hevânın, hedefini tersine çevirdiği, yozlaştırdığı tekbir, tesbih ve hamde sarılmak gerekiyor. Hevânın hoşlanmadığı gerçek tekbire, hamde, tesbihe ve bütün bunların en güzel şekilde içine serpildiği tevhid eylemi namaza sarılmak, hevâ zehrine panzehir olacaktır. Bütün bunlar, Allah'ın yardımıyla ve onun hüdâsı/hidâyetiyle olacaktır. Allah'ın hüdâsı ise, başta Kur'an olmak üzere, nübüvvet, yani Peygamber rehberliği/sünnet ve bu iki kaynağa bağlı olan selim akıl ve fıtrattır.
Hevâyı tanımak, hüdâya giden yolu açar. Çünkü inkârı inkâr etmek ispata götürür. Kötüyü kötüleyen iyiye ve iyiliğe ulaşır. Yanlışın yanlışlığını ortaya koymak kişiyi doğruya erdirir. Ters yönün tersine gitmek, insanı düze çıkarır. Kur’an, kötü tipleri (Nemrud, Firavun, Hâmân, Karun, Bel’am, İblis vb.) onların kötülükleri anlaşılıp onlar gibi olunmasın diye, o kötülerden yola çıkılıp iyiliğe yol açılsın diye anlatır. Kötü ahlâklı kimse, itici davranışlarıyla kendine ve kendi çirkin ahlâkına düşmanları çoğaltırken, farkında olmadan iyi ahlâkın güzelliklerini tebliğ etmiş olur.
Hevâ; şehvetin, hırs ve şeytanın emrine insanı teslim etmekle, ruhu aşağılara düşürmeye ve bayağılıkların hizmetine sokmaya çalışan İblis oyuncağıdır. Hevâsına kul olan kimse, kötülüğe âşık, harama düşkün, sefâhete hayran, nâhoş zevklerle sarhoş olur. Pislerden ve pisliklerden hoşlanan zavallı biridir o. Hayırlı işlerde tembel ve ürkek, şerde cesur ve atılgan, bozuk bir karakter, tağyîr edilen bir fıtrat, tahrif edilen ölçü... Bunlar hep hevânın eseri ve hevâî insanın renksiz veya çok renkli, yüzsüz veya çok yüzlü yapısı, kişiliksiz veya çok değişken şahsiyetidir.
Hevâî tip, Allah’ın hükmüne ve hakemliğine başvuracağına, kendi hevâsının yargısına mürâcaat eder. Doğru ve yanlışın, güzel ve çirkinin ölçüsü kendi hevâsıdır (arzusu, menfaati, görüşü, beşerî ideolojisidir). Bu, şehvet denilen
1346] 23/Mü’minûn, 71
1347] 7/A’râf, 179
1348] 47/Muhammed, 16
- 308 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şiddetli ve çirkin eğilimlerin kıble edinilmesidir. Hevâlîler, yaratılış amaçlarını akıllarıyla düşünmezler. İnsan ülkesinde ins ve cin şeytanlarının yardım ve hileleriyle, kalp adlı kralın da gafletinden yararlanarak yönetimi ele geçiren hevâ, egemenliğini pekiştirmek için, kendine karşı devrim yapabilecek düşman olan kalbi, selim aklı, fıtratı, vicdanı, haram-helâl, ayıp-günah duygusunu zincirlere bağlar, prangalara vurur. Artık ilâhlaşan ego, insan ülkesindeki fıtrî düzeni sarsmakta, dengeyi bozmakta, her şeyi altüst etmektedir. Kalp yerine nefsin tek egemen olduğu hevâî insan, sadece gözüyle düşünmekte, doymak bilmeyen midesine/aç gözüne hizmet etmekte, gücünün ve imkânının yettiği her istediğini yapmayı özgürlük saymaktadır.
Hevâsının gösterdiği istikamette imkân ve gücünden başka hiçbir hudut/sınır tanımayan insandır hevâsını tanrı edinen. Hiçbir dâvânın adamı olamayan, günü birlik yaşayan, tek dünyalı, tek gözlü, aç gözlü, at gözlüklü, dolayısıyla hakka karşı kör gözlü biridir o. Nefsinin zaafları, yani hevâsı doğrultusunda hareket eden, hoppa, hafifmeşrep, hayvanî zevkler peşinde koşan, heves ve arzularına düşkün ve düşük kişilere halk arasında “havâî” denir ki, aslı “hevâî”dir; hevâî, yani hevâsına uyan. Boşvermiş bir tiptir hevâî insan; top kafalı, top gibi içi boş (yani hava/hevâ ile dolu) kafa, top gibi boş şeyleri endâd edinerek, hevâ putuna ortak tanrılar arayan Hak’tan gâfil insancık... Allah’a ibâdete zamanı yoktur bu hevâî kişinin; ama faydasız bilgilere, magazin denilen âdî dedikodulara, muzır uğraşlara, geyik muhabbetlerine ve de çeşit çeşit haramlara hem vakit, hem fırsat, hem para ayırabilir. Eğlencede “ayıp”, hele hele “haram” diye bir engel tanımaz. Müzik tutkunu, tv. tutsağı, ilim yerine filmi tercih eden, haram-helâl diye bir ölçüyü unutan, nefsinin kulu kölesi bir tiptir hevâî. Ve bunların oluşturduğu insanat bahçesidir hevâ düzeninin oluşturduğu hevâî toplum.
Haram modayı mubaha, kumarı helâl ticarete, dünya rahatını âhiret saâdetine bilinçsizce tercih eden hevâî kimseler, nefis ve hevâlarına kulluk yapmayı Allah'a kulluğa, O'na teslim olmaya yeğlemiş insanlardır. “Özgürlüğüme kimseyi karıştırmam, memlekette demokrasi var, ben istediğimi yaparım” diyen, buna rağmen nefsinin kulu, kölesi olup arzuları tarafından yönlendirilen ve onun için de hevâsına tapınan, kendini tanrılaştıran azgın bir karakter, dejenere olmuş bir kişilik, menfaatperest bir tip... Yararlı-zararlı, helâl-haram demeden imkânının elverdiği her türlü gıda ile midesini doldurur, hatta bunu yaşama gayesi edinirken; ruhunun hemen hiçbir ihtiyacını giderip tatmin etmeye çalışmayan, süflî arzularının elinde oyuncak bir zavallı...
Bütün bunlar, kızılmaktan ziyade acınacak, çevre ve düzen kurbanlarıdır. Bizim yitik çocuklarımızdır bunlar. Kendilerine gelmeleri, benliklerini bulmaları, bayağı esâretten kurtulmaları için bize çok şey düştüğünü değerlendirmek içindir bu ifadeler. Yoksa, bu tiplerin özelliklerini anlatıp kendimizi onlarla mukayese ederek temize çıkarmak için anlaşılmamalı. Ve daha önemlisi, farkında olmayarak da olsa bu özelliklerin en küçüğü bizde, sorumluluğunu yüklendiğimiz yakınlarımızda var mıdır? Akrabalarımızda, komşularımızda, iş yerlerimizde, çevremizde, kısaca bizim ulaşabileceğimiz yerlerde hiç bulunmadığını iddia edebilir miyiz bu tiplerin? Bu konuda bize neler düşüyor? Bu sorulara, boş verirsek, ya da bu hastalıkları tedâvi için doktor rolünü üstlenmez, yakın çevremize kadar gelen bu hevâî ateşin tutuşturduğu yangını, havayı kaplayan ateşleri söndürmek için itfaiyecilik yapmaya çalışmazsak, bu tipler, dünyada değilse bile âhirette
HEVÂ
- 309 -
yakamıza yapışabilirler, bulduğumuz güzellikleri niye kendilerine ulaştırmadığımızın hesabını sorabilirler.
Hevâî tipin nasıl oluştuğu, sebepleri iyi değerlendirilmeli, sivrisinekle mücâdele için bataklığın kurutulmasının şart olduğu unutulmamalıdır. Hevâî düzen ve onun kurumları, düzenin oluşturduğu toplum yapısı ve çevre şartları değişmeden, ürünlerin değişmesini beklemek doğru olmaz. Düzen, müslüman gencin oluşmasını her taraftan engellerken, kurum ve kurallarıyla hevâî insanın ihtiyacı olacak, nefse hoş gelen her çeşit fitne ve fesadı, fuhuş ve kumarı... desteklemekte, hevâî insan, bu sistemin mücâdele ettiği değil; oluşturmayı hedeflediği tip olmaktadır. Darbe ile ele geçirdiği İspanya’yı kırk sene yöneten Franco, "nasıl halk ayaklanmadan bu kadar uzun süre iktidarda kaldın?” diye soranlara şöyle diyordu: “Futbol, müzik, kumar ve uyuşturucu sâyesinde!” İnsanları bunlarla meşgul edince, başka şeylere ayıracak zamanları kalmayacaktır. Bir de buna hayat pahalılığı, işsizlik, particilik, tv. hastalığı, kahvehane hayatını da eklerseniz, hevâî düzeninizi değil kırk, yüz kırk sene de sürdürürsünüz. Ama unutmamalı ki, onların hevâî düzenlerini sürdürmeleri için hesabı varsa, Allah’ın da; sadece Allah’a kulluk yapan mü’minlerin de bir hesabı vardır: “Zâlimler, hangi inkılâbla devrileceklerini, nasıl bir dönüşe (âkıbete) döndürüleceklerini yakında bilecekler (ve görecekler).” 1349
Hevânın hâkim olduğu kalp, her türlü bireysel ahlâksızlığın, toplumsal fesâdın, her çeşit pislik, kötülük ve zulmün kaynağı olan şirkin bulaşıcı mikroplarının toplandığı yerdir. Müslümana yakışan, nefis kaynaklı hevâya değil; ilâhî kaynaklı hüdâya tâbi olmaktır. Başkalarının hevâsına değil; ilme/vahye sarılmaktır. Esselâmu alâ men ittebea'l-hüdâ. Hevâya değil; hüdâya tâbi olanlara selâm olsun!
1349] 26/Şuarâ, 277
- 310 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Konuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
Kur’ân-ı Kerim’de Hevâ Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (38 yerde): 2/Bakara, 87, 120, 145; 4/Nisâ, 135; 5/Mâide, 48, 49, 70, 77; 6/En’âm, 56, 71, 119, 150; 7/A’râf, 176; 13/Ra’d, 37; 14/İbrâhim, 37, 43; 18/Kehf, 28; 20/Tâhâ, 16, 81; 22/Hacc, 31; 23/Mü’minûn, 71; 25/Furkan, 43; 28/Kasas, 50, 50; 30/Rûm, 29; 38/Sâd, 26; 42/şûrâ, 15; 45/Câsiye, 18, 23; 47/Muhammed, 14, 16; 53/Necm, 1, 3, 23, 53; 54/Kamer, 3; 79/Nâziât, 40; 101/Karia, 9.
Konuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhârî; Ahkâm, 16; Tefsir 33/7; Nikâh 29.
Müslim, İlim 6, 7, 13
Tirmizî; Fezâilu’l-Kur’an, 14; Mukaddime, I/90
Ebû Dâvud; Sünnet, 2-4; Edeb 116
Ahmed bin Hanbel, Müsned; 2/34, 974/102, 423; 6/2022
Dârimî; Mukaddime 16, 30, 35
Ferrâ el-Beğavî, Mesâbihu’s-Sünne, -Beyrut, 1987- I/160
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, İmam Kurtubî, Buruc Y. c. 2, s. 212-213; 302
2. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 400
3. Tefsîr-i Kebir (Mefâtihu’l-Gayb), Fahruddin er-Râzî, Akçağ Y. c. 3, s. 404-405
4. Fî Zılâli’l Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 229
5. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. C. 8, s. 225-232
6. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s.171-174
7. TDV. İslâm Ansiklopedisi, (M. Çağrıcı), TDV Y. c. 17, s. 274-276; (Y. Ş. Yavuz), c. 10, s. 505-507
8. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, (Harun Ünal), Şamil Y. c. 2 s. 397
9. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s.276-281
10. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 264-266
11. Kur’anda Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. s. 190-193
12. Kur’an’da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y. s. 254-255
13. Kur'an'da Şer Problemi, Lutfullah Cebeci, Akçağ Y. s. 145-150
14. Kur'ânî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mîr, İnkılâb Y. s. 84
15. İslâm ve Sosyal Değişim, İhsan Eliaçık, Bengisu Y. s. 90-91
16. Fikrî Tevhide Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat, s. 17-23
17. Merak Ettiklerimiz, Âdem Tatlı, Mehmet Dikmen, Cihan Y. s. 420-423
18. Kur'an Işığında Evrensel Dengeler ve İnsan, Yaşar Düzenli, s. 265-268
19. Fıtratın Dirilişi, Sadık Kılıç, s. 74-84
20. Kur'an'da İnsan Psikolojisi, Hayati Aydın, s. 203-206
21. Kur’an’da Temel Kavramlar, Harun Yahya, Vural Y. s. 43-46
22. Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Hayati Aydın, Timaş Y. s. 203-207
23. Kur'an'da Ulûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. s. 289-290
24. İslâm Düşüncesinde Ahlâk, Mustafa Çağrıcı, s. 30-31
25. Fikrî Tevhide Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat, s. 17-23
26. İhyâi Ulûmi'd-Din, İmam Gazzâli, Bedir Y. c. 3
27. Kur'an'da Hevâ Kavramı, Muhammed Emin, Misak, s. 31-32
HEVÂ
- 311 -
Kavram no 72
Diğer Dinler 2
Bk. Yahudiler; İncil; Hz. İsa; İslâm
HIRİSTİYANLAR
• Nasârâ ve Hıristiyan; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Hıristiyanlık
• Hıristiyanların İslâm’a Zıt Olan Bazı Temel İnançları
• Hıristiyan Âmentüsü
• Hıristiyanlıkta İbâdet
• Körlerin Kör Kılavuzu Pavlus
• Hz. İsa
• Hıristiyanlara Göre Hz.İsa
• Aslî Günah ve Keffâret İnancı
• Kitab-ı Mukaddes’e Göre Barış ve Savaş Anlayışı
• Hıristiyanlıkla İlgili Temel Kavramlar ve Anlamları
“Şüphesiz senden evvel peygamberlere iman edenler, yani yahudilerden, hıristiyanlardan ve sâbiîlerden Allah’a ve âhiret gününe hakkıyla iman edip sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfat vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi, onlar üzülmeyeceklerdir.” 1350
Nasârâ ve Hıristiyan; Anlam ve Mâhiyeti
Hz. İsa’nın tebliğ ettiği dinin, daha sonra tahrif edilmiş, bozulmuş şekline hıristiyanlık diyoruz. Hıristiyanlık, vahy ve kutsal kitaba dayanan, esas itibariyle İslâm dininin o günkü şekli olan ilâhî kaynaklı bir dindir. Hıristiyan kelimesi Kur’an’da geçmez. Bu anlamda “nasrânî”1351kelimesinin çoğulu olan “nasârâ” kelimesi kullanılır. Nasrânî, hıristiyan; nasârâ hıristiyanlar demektir. Hıristiyanlık için de “nasrâniyye” kelimesi kullanılır. Nasrâni ve Nasârâ kelimesinin anlamı ve hıristiyanlar için kullanılması konusunda iki değerlendirme yapılır:
1- Kelime, Nâsıra veya Nasran adlı köyden olanlar anlamındadır ki, Hz. İsa ve havârileri bu köye nispet edilirler. 2- Yardım ve destek anlamındaki nusret veya nasr kökünden yardım edenler, yardımcılar anlamındaki ensâr kelimesine nispet edilmiştir. Âl-i İmrân sûresi 52. âyetinde Hz. İsa’nın yardım talebine havârilerin olumlu cevap vermeleri sebebiyle havâriler için ensâr kelimesi kullanılır. Bu deyimden yola çıkılarak havârilere ve tüm hıristiyanlara “yardım edenler” anlamında nasârâ denmiştir.
Bu dinin mensupları, batı dillerinde “christian” , Türkçede “hristiyan” (hıristiyan) şeklinde adlandırılır. Bugünkü İncillerde bu kelime, Grekçe “Christos yanlısı” anlamında “christianos” şeklinde geçer. Christos, İbrânicede “kutsal yağ sürülmüş, yağlanmış” anlamına gelen “Maşiah” (Mesîh) kelimesi, “gelecek olan
1350] 2/Bakara, 62
1351] 3/Âl-i İmrân, 67
- 312 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yahve’nin kutsanmışı”nı veya “kralı”nı ifade ederken, bunun Grekçe’deki karşılığı “Christos” İncillerde Hz. İsa’ya isim-lakap olarak verilmiştir. Grekçe “Christos” ve Latince “ianos” ekinden oluşan “christianos (Latince, “christianus”) kelimesi, daha sonra halk dilinde “chrestianus” şeklini almıştır. Türkçe söylenişi ile hıristiyan kelimesi, buradan kaynaklanmaktadır.
Hıristiyanlık, başlangıçta hak dinin tüm vasıflarını içeren, çok sade bir tevhid dini idi. Yani İslâm’ın o günkü şekliydi. Bu hakikat Kur’an’da nice âyette vurgulanır. “İsa açık delillerle gelince, şöyle dedi: ‘Ben size hikmet getirdim ve ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için geldim. Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O’na ibâdet edin. İşte bu, doğru yoldur.’ Ama aralarından çıkan gruplar, birbirleriyle ihtilâfa düştüler. Acı bir günün azâbı karşısında vay o zulmedenlerin haline!”1352 Âyette vurgulandığı gibi, Hz. İsa, bir peygamber olarak gönderilmesindeki amacı, açık bir şekilde ifade etmesine rağmen, onun bu dünyadan ayrılmasından kısa bir zaman sonra bu tevhid dini olan İslâm’ın o günkü şekli, köklü tahriflere/değişikliklere uğratılmış ve hıristiyanlık ortaya çıkmıştır. Bu temel bozulmanın en büyüğü, tevhidin teslisle yer değiştirmesidir.
“İsa, onlardaki küfrü/inkârcılığı sezince, ‘Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?’ dedi. Havârîler, ‘Biz, Allah yolunun yardımcılarıyız; Allah’a iman ettik. Bil ki biz müslümanlarız’ cevabını verdiler.”1353 Âyette havârîlerin dilinden kendileri hakkında “müslimûn = müslümanlar” denilmesi, tüm semâvî/hak dinlerin, aslında Allah katında tek hak din olan İslâm1354 olduğunu, bağlılarına da “müslüman” dendiğini, bu “müslüman” isminin bize Allah tarafından verildiğini1355 biliyoruz. Âyette geçen “havârî” kelimesi, Arapçaya Habeşçeden geçmiş olup aslı “havâryâ”dır; “yardımcı” anlamına gelmektedir. Nitekim, meali verilen son âyette Hz. İsa’ya ve onun dinine yardımcı olmayı taahhüd edenlere bu adın verildiğini görmekteyiz. Hz. Muhammed (s.a.s.)’e ilk inanan insanlar olan “sahâbe”nin benzerleridir.
Hıristiyanlar, Hz. İsa’yı peygamber konumundan çıkararak, onu ilâhlıkta Yüce Allah’a şirk/ortak koşmuşlardır. Hıristiyanların dindeki bu çirkin tahrifatı, Kur’ân-ı Kerim’de sert bir şekilde kınanır.1356 Hz. İsa’dan çok kısa bir zaman sonra, hıristiyanlık, Hz. İsa’nın getirdiği tevhid dini olmaktan çıkmış, Pavlus’un yorumları ile hak din vasfını kaybedip teslis dinine dönüşmüştür. Günümüzün hıristiyanlığı, Hz. İsa’nın getirdiği nizamdan, hak tevhid dini vasfından çok, Pavlus’un ve bu çizgideki kilisenin yorumlarıdır. Aslında bu dinde, peygamber, melek, âhiret ve kader inancı gibi İslâm’la ortak inanç esasları ve müşterek kavramlar bulunmakla beraber, bu inanç konularının ve kavramların açıklanışı İslâm’ın bozulmamış tevhid inancından tamamıyla farklıdır.
Hâlbuki Hz. İsa, yepyeni bir din getirmemiştir; tam tersine o, kendinden önce gönderilen Hz. Mûsâ’nın getirdiği şeriatı ıslah etmek için gönderilmiş bir peygamberdir: “Ben, benden önce gelen Tevrat’ı tasdik etmek, size haram kılınan bazı şeyleri de helâl kılmak üzere gönderildim. Size Rabbinizden bir âyet/mûcize getirdim.
1352] 43/Zuhruf, 63-65
1353] 3/Âl-i İmrân, 52
1354] 3/Âl-i İmrân, 19
1355] 22/Hac, 78
1356] 5/Mâide, 17, 72, 116; 9/Tevbe, 31
HEVÂ
- 313 -
Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O’na ibâdet/kulluk edin. İşte bu, dosdoğru yoldur.”1357 Bu âyetle kesin olarak belirtildiği gibi, Hz. İsa, diğer peygamberlerin tebliğ ettiği dinin dışında farklı bir din getirmemişti. Bu hakikati, tahrif edilmesine rağmen bugünkü İncillerde bile görmek mümkündür: “Sanmayın ki ben şeriatı yahut peygamberleri yıkmağa geldim; ben yıkmağa değil, fakat tamam etmeye geldim.” 1358
Hz. İsa, 30 yaşında peygamber olmuş ve peygamberlik müddeti yaklaşık olarak üç yıl sürmüştür. Dolayısıyla üç sene gibi çok kısa sayılabilecek bir süreçte, onun görevi, bazı şeylere ve özellikle Hz. Muhammed’in (s.a.s.) geleceğini müjdelemeye hasredilmiştir. Muharref İnciller bile Hz. İsa’nın kendi yapacağı işlerin bitmediğini onun ağzından şöyle ifade eder: “Size söyleyecek daha çok şeylerim var; fakat şimdi dayanamazsınız. Fakat O hakikat Ruhu gelince, size her hakikate yol gösterecek; zira kendiliğinden söylemeyecektir; fakat her ne işitirse söyleyecek; ve gelecek şeyleri size bildirecektir.”1359İncil tahrif edilmiş olmakla birlikte, vahy ürünü bazı ibarelerin bulunabileceğini kabul ediyoruz.
Hıristiyanlar, kendi kitaplarında geçen ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in geleceğini müjdeleyen ifadeleri bu İncil ifadesinde olduğu gibi, “Hakikat Ruhu” şeklinde değiştirmişlerdir. Aynı şekilde Hz. Muhammed (s.a.s.)’in isminin karşılığı olan “Paraklit” ismini de Türkçe İncillerde “Tesellici” olarak tercüme edip değiştirmişlerdir. (Bu konuyla ilgili olarak ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) müjdelenmesiyle ilgili bkz. Yuhanna, 14/16, 26, 30; 15/26; 16/7-8, 12-13). Allah’ın kelâmı olduğu konusunda en küçük bir şüphe olmayan, bir kelimesi dahi tahrif olmamış ve olmayacak korunmuş kitap Kur’ân-ı Kerim’de bu konu şöyle belirtilir: “Hani Meryem oğlu İsâ, ‘Ey İsrâil oğulları! Ben size Allah’ın peygamberiyim, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamber’i de müjdeleyici olarak geldim’ demişti.” 1360
Kur’ân-ı Kerim’de Hıristiyanlık
“Nasrânî” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de bir yerde1361 geçer. Bu kelimenin çoğulu olan “nasârâ” kelimesi, 14 yerde kullanılır. Hıristiyanların çoğunluğunu teşkil ettiği “ehl-i kitab” 32 yerde, yine aynı anlamda, “ûtü’l-kitab” (kendilerine Kitap verilenler) 21 yerde geçer. “İncîl” 12; “İsâ” 25 yerde, Hz. İsa’nın lakabı olan “Mesîh” de 11yerde kullanılır. Hz. İsa’nın annesi “Meryem” 34 yerde geçer.
“Ben, benden önce gelen Tevrat’ı tasdik etmek, size haram kılınan bazı şeyleri de helâl kılmak üzere gönderildim. Size Rabbinizden bir âyet/mûcize getirdim. Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O’na ibâdet/kulluk edin. İşte bu, dosdoğru yoldur.” 1362
“De ki: ‘Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müsâvi/anlamı eşit (ve âdil) bir kelimeye gelin, (şöyle diyerek): ‘Allah’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz, kimimizi rabler edinip ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz
1357] 3/Âl-i İmrân, 50-51
1358] Matta, 5/17
1359] Yuhanna, 16/12-13
1360] 61/Saf, 6
1361] 3/Âl-i İmrân, 67
1362] 3/Âl-i İmrân, 50-51
- 314 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çevirirlerse işte o zaman deyin ki: ‘Şâhid olun, biz muhakkak müslümanlarız.” 1363
“Hiçbir beşerin, Allah’ın kendisine Kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: ‘Allah’ı bırakıp da (gelin) bana kul olun’ demesi mümkün değildir. Bil’akis (şöyle der:) ‘Okumakta ve öğrenmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe hâlis kullar olun.’ Ve size ‘melekleri ve peygamberleri ilâhlar/tanrılar edinin’ diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra, hiç size kâfirliği emreder mi?” 1364
“Ey ehl-i kitab! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, hak/gerçek olandan başkasını söylemeyin. Mesih, ancak Meryem’in oğlu İsa’dır, (o) Allah’ın rasûlüdür; Meryem’e ulaştırdığı (‘kün=ol’) kelimesi (nin eseri)dir. Allah tarafından (gelen) bir ruhtur. Artık Allah’a ve peygamberlerine iman edin de ‘(İlâh) üçtür’ demeyin. Kendiniz için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Allah ancak bir tek ilâhtır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter. Ne Mesih ve ne de Allah’a yakın melekler, Allah’ın kulu olmaktan çekinirler. O’na kulluktan çekinip büyüklenen kimselerin hepsini (Allah) yakında huzuruna toplayacaktır.” 1365
“Gerçekten ‘Allah, Meryem oğlu Mesih’in kendisidir’ diyenler, andolsun ki kâfir olmuşlardır. De ki: ‘O halde, Allah, Meryem oğlu Mesih’i, anası (Meryem’i) ve yeryüzünde bulunanların hepsini öldürmek isterse, Allah’a karşı kimin elinden bir şey gelir?” 1366
“Meryem oğlu Mesih (İsa) gerçekten Allah’tır’ diyenler, andolsun kâfir olmuşlardır. Hâlbuki Mesih (şöyle) demişti: ‘Ey İsrâiloğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. Bilin ki kim Allah’a şirk/ortak koşarsa, hiç şüphesiz Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir ve zâlimler için yardımcılar da yoktur.” 1367
“Andolsun ‘Allah üçün üçüncüsüdür (üç tanrının biridir)’ diyenler kâfir olmuştur. Hâlbuki bir tek ilâhtan başka hiçbir ilâh/tanrı yoktur. Eğer diyegeldikleri (bu sözden) vazgeçmezlerse içlerinden o kâfir olanlara çok acıklı bir azap vardır.” 1368
“Meryem oğlu Mesih (İsa), ancak bir rasûldür/peygamberdir (başka bir şey değildir). Ondan önce de (birçok) peygamberler gelip geçmiştir. Anası da çok doğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara delilleri nasıl açıklıyoruz, sonra bak nasıl (haktan) yüz çeviriyorlar.” 1369
“De ki: ‘Ey ehl-i Kitap, dininizde haksız yere haddi aşmayın. Bundan evvel gerçekten hem kendileri sapmış, hem de birçoğunu saptırmış ve (hâlâ da) dümdüz yoldan sapagelmiş bir kavmin hevâsına (ve hevesine) uymayın.” 1370
“Allah: ‘Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara: ‘beni ve anamı, Allah’tan başka iki ilâh/tanrı edinin’ diye sen mi dedin?’ diye buyurduğu zaman o, şöyle dedi: ‘Hâşâ! Seni tenzih ederim, Sen yücesin; Hakkım olmayan, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer demiş olsam, şüphesiz Sen bunu bilirsin. Benim içimdekini Sen bilirsin; ben Senin zâtında olanı bilmem. Gaybları/gizlilikleri eksiksiz bilen yalnız Sensin, Sen!
1363] 3/Âl-i İmrân, 64
1364] 3/Âl-i İmrân, 79-80
1365] 4/Nisâ, 171-172
1366] 5/Mâide, 17
1367] 5/Mâide, 72
1368] 5/Mâide, 73
1369] 5/Mâide, 75
1370] 5/Mâide, 77
HEVÂ
- 315 -
Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibâdet/kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine şâhid/kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin, şâhidsin.” 1371
“Yahudiler, ‘Uzeyir Allah’ın oğludur’ dediler! Hıristiyanlar da, ‘Mesih (İsa) Allah’ın oğludur’ dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) önceden kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin. Nasıl da (haktan bâtıla) döndürülüyorlar!” 1372
“Onlar Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), râhiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) rabler edindiler. Hâlbuki hepsine de tek ilâh’a ibâdet/kulluk etmekten başka bir şey emrolunmadı. Ondan başka hiçbir tanrı yoktur. O, bunların şirk/ortak koştukları şeylerden uzaktır.” 1373
“İsa açık delillerle gelince, şöyle dedi: ‘Ben size hikmet getirdim ve ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için geldim. Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O’na ibâdet edin. İşte bu, doğru yoldur.’ Ama aralarından çıkan gruplar, birbirleriyle ihtilâfa düştüler. Acı bir günün azâbı karşısında vay o zulmedenlerin haline!” 1374
“Hani Meryem oğlu İsâ, ‘Ey İsrâil oğulları! Ben size Allah’ın peygamberiyim, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamber’i de müjdeleyici olarak geldim’ demişti.” 1375
“De ki: O, Allah birdir. Allah sameddir. O, doğurmamış ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’na eş ya da denk değildir.”(Samed: Hiçbir şeye muhtaç olmayan, aksine her şey kendine muhtaç olan demektir.)” 1376
“Allah katında hak din İslâm’dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur.” 1377
Ve bir hadis-i Şerif: “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övdükleri gibi beni övmeyin. Yalnız, ‘Allah’ın kulu ve rasûlüdür’ deyin.” 1378
Kur’ân’a Göre Hıristiyanların İslâm’a Zıt Olan Bazı Temel İnançları
Hıristiyanlar, Dinlerinde Aşırı Giderler: Kur’ân-ı Kerim, ehl-i Kitabın ve özellikle hıristiyanların dinde aşırılıklarla hak dini bozduklarını ifade ederek, bundan vazgeçmelerini emreder: “Ey Kitap ehli, dininiz hususunda haddi aşmayın. Allah’a karşı hak olandan başkasını söylemeyin.”1379; “De ki: ‘Ey ehl-i Kitap, dininizde haksız yere haddi aşmayın. Bundan evvel gerçekten hem kendileri sapmış, hem de birçoğunu saptırmış ve
1371] 5/Mâide, 116-117
1372] 9/Tevbe, 30
1373] 9/Tevbe, 31
1374] 43/Zuhruf, 63-65
1375] 61/Saf, 6
1376] 112/İhlâs, 1-4
1377] 3/Âl-i İmrân, 19
1378] Buhârî, Enbiyâ 48; Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/23, 24, 47, 55
1379] 4/Nisâ, 171
- 316 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(hâlâ da) dümdüz yoldan sapagelmiş bir kavmin hevâsına (ve hevesine) uymayın.” 1380
Hıristiyanlar ‘Allah İsa’dır’ Dediler: Kur’an’da, hıristiyanların dindeki aşırılıklarının bir sonucu olarak, Allah’a inanç konusunda tevhidden ayrılarak şirke düşmeleri vurgulanır ve gereken cevaplar verilir: “Gerçekten ‘Allah, Meryem oğlu Mesih’in kendisidir’ diyenler, and olsun ki kâfir olmuşlardır. De ki: ‘O halde, Allah, Meryem oğlu Mesih’i, anası (Meryem’i) ve yeryüzünde bulunanların hepsini öldürmek isterse, Allah’a karşı kimin elinden bir şey gelir?”1381 Doğumlu ve ölümlü olanların ilâh olamayacakları, bu âyette hatırlatılmaktadır. “Meryem oğlu Mesih (İsa) gerçekten Allah’tır’ diyenler, andolsun kâfir olmuşlardır. Hâlbuki Mesih (şöyle) demişti: ‘Ey İsrâiloğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. Bilin ki kim Allah’a şirk/ortak koşarsa, hiç şüphesiz Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir ve zâlimler için yardımcılar da yoktur.” 1382; “Onlar Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), râhiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) rabler edindiler. Hâlbuki hepsine de tek ilâh’a ibâdet/kulluk etmekten başka bir şey emrolunmadı. Ondan başka hiçbir tanrı yoktur. O, bunların şirk/ortak koştukları şeylerden uzaktır.” 1383
‘İsa Allah’ın Oğludur’ Dediler: “Yahudiler, ‘Uzeyir Allah’ın oğludur’ dediler! Hıristiyanlar da, ‘Mesih (İsa) Allah’ın oğludur’ dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) önceden kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin. Nasıl da (haktan bâtıla) döndürülüyorlar!”1384 Beydavî’nin de belirttiği gibi, hıristiyanlar bunu, Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelmesini imkânsız gördükleri için veya Hz. İsa’nın anadan doğma körü, alacalıyı iyileştirmesini, ölüleri diriltmesini insan olarak imkân dışı gördükleri için söylediler. Hâlbuki her peygamber, Allah’ın yaratması ve izniyle mûcizeler göstermiştir. Hz. İsa’nın durumu da, peygamberliğini isbat eden mûcizeden başka bir şey değildir.
Hz. İsa’nın, kendinden sonra Allah’a şirk koşulması konusunda, hiçbir suçu yoktur. O, tevhid dinini insanlara tebliğ etmiş, kendisinin de Allah’ın kulu ve peygamberi olduğundan başka bir iddiada bulunmamıştır. Kur’an, Hz. İsa’yı ve onun tebliğ ettiği dini temize çıkarır ve onun adına yalan ve iftira atıp dinde çirkin aşırılıklara gidenlerin maskesini düşürür: “Hiçbir beşerin, Allah’ın kendisine Kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: ‘Allah’ı bırakıp da (gelin) bana kul olun’ demesi mümkün değildir. Bil’akis (şöyle der:) ‘Okumakta ve öğrenmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe hâlis kullar olun.’ Ve size ‘melekleri ve peygamberleri ilâhlar/tanrılar edinin’ diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra, hiç size kâfirliği emreder mi?”1385 Âyet-i kerimeden net olarak anlaşılmaktadır ki Hz. İsâ, insanları İslâm’a davet etmiş, onları müslüman olmaya çağırmış; teslise, yani şirk ve küfre kesinlikle müsaade etmemiştir.
Hıristiyanlar Teslisi (Üçlü İlâh Anlayışını) Kabul Etmekle Kâfir Oldular: Bilindiği gibi, muharref hıristiyanlık inancında Baba, Oğul, Rûhu’l-Kudüs’ten oluşan teslis inancı başlıca akide esasıdır. Şimdiki tüm hıristiyanlara göre, teslisi kabul etmeyenler hıristiyan sayılmazlar. Hâlbuki teslis, açık bir küfürdür; buna inanan
1380] 5/Mâide, 77
1381] 5/Mâide, 17
1382] 5/Mâide, 72
1383] 9/Tevbe, 31
1384] 9/Tevbe, 30
1385] 3/Âl-i İmrân, 79-80
HEVÂ
- 317 -
kimse kâfir ve müşrik olur: “Ey ehl-i kitab! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, hak/gerçek olandan başkasını söylemeyin. Mesih, ancak Meryem’in oğlu İsa’dır, (o) Allah’ın rasûlüdür; Meryem’e ulaştırdığı (‘kün=ol’) kelimesi (nin eseri)dir. Allah tarafından (gelen) bir ruhtur. Artık Allah’a ve peygamberlerine iman edin de ‘(İlâh) üçtür’ demeyin. Kendiniz için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Allah ancak bir tek ilâhtır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter. Ne Mesih ve ne de Allah’a yakın melekler, Allah’ın kulu olmaktan çekinirler. O’na kulluktan çekinip büyüklenen kimselerin hepsini (Allah) yakında huzuruna toplayacaktır.” 1386
Hıristiyanlar, bir türlü Allah’ın birliği (tevhid) inancına gelememiş, Allah ile peygamberin birbirinden farkını anlayamamışlardır. Hz. Mûsâ ve Hz. İsa, ehl-i kitaba tevhid inancını (İslâm’ı) getirdiği halde, sonradan sapan bu toplumlar Hâtemü’l-enbiyâ’nın sağlam ve aydınlatıcı açıklamalarına rağmen, çoğu tevhidi kabul etmemişlerdir. Hıristiyanlar: ‘baba, oğul ve rûhu’l-kudüs’ten ibaret olmak üzere Allah üçtür yahut ‘Allah üç unsurdan meydana gelmiştir, bunların üçü de birbirinin aynıdır, her biri tam ilâhtır ve üçü birden bir tek tanrıdır’ diyerek saçmalamışlardır. Yukarıdaki âyetler, onları, gerçek Allah inancı üzerinde aydınlatmak üzere gelmiştir. Âyette Hz. İsa için “Allah’tan bir ruh” ve “Allah’ın kelimesi” denilmiştir. Âl-i İmrân sûresinin 45-47. âyetlerinde ikinci vasıf açıklanmış, bundan maksadın Allah’ın “kün=ol” demesinden ibaret bulunduğu, Hz. İsa’nın mûcizevî bir şekilde yaratıldığı beyan edilmiştir. Meryem sûresinin 17. âyetinden itibaren de birinci vasıf açıklanmış, “Rûh”un, Cebrâil olduğuna işaret edilmiştir.
“Andolsun ‘Allah üçün üçüncüsüdür (üç tanrının biridir)’ diyenler kâfir olmuştur. Hâlbuki bir tek ilâhtan başka hiçbir tanrı yoktur. Eğer diyegeldikleri (bu sözden) vazgeçmezlerse içlerinden o kâfir olanlara çok acıklı bir azap vardır.”1387 Yüce Allah, bu âyetlerde teslise inananların kâfir olduklarını açıkça beyan etmiştir. Kâfirler ve müşrikler de cennete kesinlikle giremezler. Teslisi kabul etmeyenleri hıristiyan saymayan bugünkü hıristiyanların cennete gideceğini ileri süren bazı profesörler ve onların tilmizleri büyük bir yanılgının içindedirler; Allah’ın cenneti haram kıldığı müşrik ve kâfirlere cenneti ikram etmek, kimsenin cür’et edebileceği bir şey olmamalıdır.
Hz. İsa’yı ve Annesi Meryem’i İlâh Edindiler: Hıristiyan mezhepleri ve grupları arasında, Hz. Meryem’i tanrı olarak kabul edenler de vardır. Hz. İsa’yı tanrı kabul edenler, Hz. Meryem’i de tanrının annesi kabul etmekle onu da tanrı derecesine yükseltmiş oldular. “Allah: ‘Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara: ‘beni ve anamı, Allah’tan başka iki ilâh/tanrı edinin’ diye sen mi dedin?’ diye buyurduğu zaman o, şöyle dedi: ‘Hâşâ! Seni tenzih ederim, Sen yücesin; Hakkım olmayan, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer demiş olsam, şüphesiz Sen bunu bilirsin. Benim içimdekini Sen bilirsin; ben Senin zâtında olanı bilmem. Gaybları/gizlilikleri eksiksiz bilen yalnız Sensin, Sen! Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibâdet/kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine şâhid/kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin, şâhidsin.”1388 Âyetten açıkça anlaşılıyor ki, Hz. İsa, kendisini ve annesini ilâh olarak kesinlikle iddia etmemiş, insanları tek
1386] 4/Nisâ, 171-172
1387] 5/Mâide, 73
1388] 5/Mâide, 116-117
- 318 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’a kulluk yapmaya çağırmıştır. Dolayısıyla, hıristiyanların böyle büyük bir cinâyet olan şirk ve küfür itikatları, Hz. İsa’dan sonra ortaya çıkmıştır.
Hz. İsa ve annesinin tanrı olamayacakları, akıl ve mantık açısından da sebepleriyle birlikte Kur’an’da belirtilir: “Meryem oğlu Mesih (İsa), ancak bir rasûldür/peygamberdir (başka bir şey değildir). Ondan önce de (birçok) peygamberler gelip geçmiştir. Anası da çok doğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara delilleri nasıl açıklıyoruz, sonra bak nasıl (haktan) yüz çeviriyorlar.”1389 Yahudiler Hz. İsa’nın, namuslu ve bâkire bir hanımdan doğduğuna inanmayıp, onun anasına iftira eder, gayr-ı meşrû bir ilişkiden doğduğunu ileri sürerler. Kur’ân-ı Kerim, daha önce Hz. İsa’nın mûcizevî bir şekilde nasıl yaratıldığını anlatıp burada da anasının doğru, dürüst ve namuslu olduğunu zikretmek suretiyle bu iftirayı reddetmektedir. Bunun yanında, konumuzla ilgili olarak, hıristiyanların ona ve anasına tanrılık vasfı vermelerini de elle tutulur, gözle görülür bir delil ile reddedip çürütmektedir. Zira her ikisi de yemek yerlerdi, tanrı olsalardı yemeye, içmeye ihtiyaç duyarlar mıydı? İhtiyaç sahipleri ilah olamazlar.
Din Adamlarını Tanrı Edindiler: “De ki: ‘Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müsâvi/anlamı eşit (ve âdil) bir kelimeye gelin, (şöyle diyerek): ‘Allah’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz, kimimizi rabler edinip ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse işte o zaman deyin ki: ‘Şâhid olun, biz muhakkak müslümanlarız.” 1390
Hıristiyan din adamları, bir şeyi helâl ve haram kılar, hıristiyanların günahlarını günah çıkararak affederler, insanları cennete koyacaklarını söylerler. Bu ve benzeri durumlar, din adamlarının kendilerini tanrı yerine koymaları, bunları kabul edenlerin de onları tanrı kabul etmeleridir: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini/hahamlarını, râhiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) rabler edindiler. Hâlbuki hepsine de tek ilâh’a ibâdet/kulluk etmekten başka hiçbir şey emrolunmadı. O’ndan başka hiçbir ilâh/tanrı yoktur. O, bunların şirk/ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir.” 1391
Hıristiyan Âmentüsü
Ben, yeri ve göğü yaratan, her şeye kaadir Baba Tanrı’ya,
Ve Efendimiz olan, O’nun biricik oğlu İsa’ya;
Rûhu’l-Kudüs’ten gebe kalınana;
Ve bâkire Meryem’den doğana;
O’nun Pontus Pilatus’tan zulüm gördüğüne,
Çarmıha gerildiğine, öldüğüne, gömüldüğüne,
Cehennemlere indiğine,
Üçüncü gün, tekrar canlandığına,
Göklere çıkıp, kaadir olan Baba Tanrı’nın sağına oturduğuna,
Oradan gelip ölüleri dirileri hesaba çekeceğine;
1389] 5/Mâide, 75
1390] 3/Âl-i İmrân, 64
1391] 9/Tevbe, 31
HEVÂ
- 319 -
Rûhu’l-Kudüs’e,
Mukaddes katolik kilisesine;
Azizlerin cemaatine;
Günahların affedileceğine,
Vücudun tekrar canlanacağına;
Ebedî hayata, inanırım.
İslâm Âmentüsü: “Ben Allah'a ve meleklerine ve kitaplarına ve peygamberlerine ve âhiret gününe ve hayır ve şerrin hepsinin Allah’tan geldiğine iman ettim.” Kur’ân-ı Kerim’in değişik âyetlerine dayanan1392 İslâm âmentüsünün Hz. Peygamber tarafından öğretildiğine (başta Buhârî olmak üzere hemen her hadis kitabında Cibril veya Ömer hadisi diye rivâyet edilen meşhur hadise)1393 işaret etmekte fayda vardır.
Hıristiyan âmentüsü, Hz. İsa tarafından değil; çok daha sonra gelen din adamları tarafından meydana getirilmiştir. Hıristiyan âmentüsünde açıklanması gereken maddeleri teker teker ele almakta fayda vardır:
1. Tanrı için kullanılan “baba” tâbiri, çok alçaltıcıdır; zira insan toplumunda, kötü hâtıralar bırakan aile babaları vardır; aynı zamanda baba terimi, cinsel ilişkileri hatırlatır; ölümü ve kendisinden sonra bir vârisi düşündürür.
2. Mecâzî ve temsilî manada bile olsa, hem Eski Ahid ve hem Yeni Ahid’de İsa’dan başka insanlar için “Tanrı’nın oğlu” tâbiri kullanılmıştır. Bu ise “biricik oğul” tâbiri ile tezat halindedir. Luka’ya göre,1394 Âdem (a.s.) Tanrı’nın oğludur. “Seigneur” kelimesinden, İsa’nın Tanrı oğlu olduğu, yani ulûhiyete iştirak ettiği anlaşılıyor ki, bu da Allah’ın birliğine zıt düşmektedir.
3. “Rûhu’l-Kudüs”ün fonksiyonu (O’nun Tanrı için bir âlet olduğu görünümü veriyor. Âmil ile âlet aynı şey olamaz. Bu ruhu ulûhiyete ortak koşmak, ilâhî birliğe ters düşer. Kur’ân-ı Kerim, “ruh” kelimesinin emir manasına geldiğini beyan eder.1395 Allah, kendi emriyle, İsa’yı babasız yarattı. Bu durum, fevkalâdedir ve ilâhî bir mûcizedir. Diğer taraftan Hz. Âdem’in yaratılışında bir anne de söz konusu değildir. O’nun, ulûhiyete ortak olmaksızın, fevkalâde yaratılışı daha da üstün bir mûcize idi.
4. Şâyet Tanrı, bir bâkireden bir çocuk dünyaya getirtirse; bu, çocuğa değil; bizzat Tanrı’ya tapma gereğini ortaya koyar.
5. ve 6. Doğum, işkence, ölüm ve defnedilmek, insanla ilgili özelliklerdir; Tanrı’nın özellikleri değildir. Şâyet Hz. İsa’nın, aynı anda ilâhî ve insanî olmak üzere iki hüviyetiyle öldüğü söylenirse, bu da yine anlaşmazlıklara sebep olur. 1396
7. Cehennemler günahkârların yeridir. Acaba o, oraya niçin gitti ve bize oradaki acaip olaylar hakkında niçin bilgi verdi? Bir cezadan kurtarmak için mi?
1392] 2/Bakara, 285; 4/Nisâ, 78, 136
1393] Buhârî, İman 37; Müslim, İman 1, 5, 7; Ebû Dâvud, Sünne 15
1394] Luka 3/38
1395] 17/İsrâ, 85
1396] bk. aşağıdaki 9. madde
- 320 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah, suçluları affetmesi için, bir mâsumu cezalandırmaz. Günahkârları çıkarmak için, Hz. İsa niçin üç gün cehennemde kaldı? Hapishanenin kapısını açmak yeterli idi. Kaldı ki, İsa’nın oradan ayrılışından sonra cehenneme girecek günahkârların durumu ne olacaktı?
8. Herhangi bir şeyi yapmaya muktedir olmadan cehennemlere ölü olarak inişi, hiçbir işe yaramayacaktı.
9. Bu maddeye göre İsa, Tanrı’nın sağına oturduğu için O, Tanrı’dan farklıdır; zira birisinin, kendi kendisinin sağına oturması mümkün değildir. Şâyet İsa, yeryüzünde insan olup1397 gökte de insan kalırsa, o halde ne zaman tanrı oluyor?
10. Şüphesiz ölüler, tekrar dirildikten sonra muhâkeme edilirler; fakat yaşayanları hesaba çekmek, acelecilik olmuyor mu? Zira onların hayatı henüz bitmediğinden, çok sayıda iyi veya kötü hareketlerde bulunma imkânına sahiptirler.
11. Bu madde, biraz 3. maddenin tekrarıdır.
12. Tarih, kilisenin temel noktalarda bile görüş değiştirdiğini göstermiştir; bu nedenle kilise, kesin ve mükemmel değildir.
13. Azizler, günahkârları kurtaramaz. Allah, istediğini cezalandırma veya affetmede kesinlikle hürdür. Şâyet ‘communion’da, ulûhiyete ortaklık düşüncesiyle, biraz şarap içmek ve biraz ekmek yemek ameliyesine ihtiyaç duyuluyorsa, bu ilâhî birliğin hiçbir şekilde müsâmaha etmeyeceği bir şirk koşma çeşididir.
14. Günahların affı, tevbe ve ilâhî rahmet neticesinde olur; bir mâsumun cezalandırılması ile değil; velev ki ‘Tanrı’nın oğlu’ olsun.
“Tanrı’nın oğlu” tâbirinin kitabî manasından (mecaz olarak kullanılışından) söz etmiştik. Bunu açıklayalım: Tek Tanrı’ya inananlar diye yahudilerden bahseden Beşinci Sifir1398 onları şöyle tavsif eder: “Siz Tanrı’nız Ebedî’nin çocuklarısınız.” Hıristiyanlığa gelince, bizzat İsa, birkaç kez Tanrı’ya inananların Tanrı’nın oğlu olduğunu bugünkü İncillerde söyler, bunu açıklar, hatta tarif eder. Şöyle ki: “Barışı elde edenlere ne mutlu! Zira onlar Tanrı’nın çocukları diye çağrılacaklar.”1399 Bu arada çok ilginç olan şu hususu hatırlatalım: İncil’in bu cümlesinde yer alan “pacificateur” yani, “uzlaştırıcı” veya “barışı elde edenler” tâbirleri, “müslüman” teriminin karşılığını ifade etmektedir. Bilindiği gibi müslüman kelimesinin bir anlamı, “barış içinde ve selâmette olan”dır. Meşhur bir hadis-i şerifte şöyle denmektedir: “Müslüman, müslümanların elinden ve dilinden emin oldukları kimsedir.” 1400
Yine Luka şöyle demektedir: “Fakat düşmanlarınızı sevin, iyilik yapın ve bir şey ümid etmeden ödünç verin. Ve sizin mükâfatınız büyük olacak ve siz Çok Ulu’nun oğulları olacaksınız, çünkü O, nankör ve kötüler için de iyidir.” 1401Şâyet “Tanrı’nın oğlu” tâbirinin manası bu ise, bundan çıkan her türlü karışıklık ve tutarsızlıklara mâni olmak için, her şeyi açıkça söylemek lâzımdır.
Çok mânidardır ki, bu hıristiyan âmentüsü metninin dışında -ki, bu metnin
1397] bk. 5. ve 6. maddeler
1398] 14/1
1399] Matta, 5/9
1400] Buhâri, İman 4; Müslim, İman 64, 65, 66; Tirmizî, Kıyâme 52; Nesâi, İman 8
1401] Luka, 6/35
HEVÂ
- 321 -
İncil veya Hz. İsa’nın sözü olmadığını biliyoruz- Hz. İsa, Yeni Ahid (İnciller)’in hiçbir yerinde “ben Tanrı’yım” demiyor; bilakis tam zıddını söylüyor: “İşte benim seçtiğim kulum...”1402 Tanrı’nın kendisi için bu sözünü söyleyerek, bunu kendisine tatbik eden Hz. İsa, Tanrı’nın kulu ve kölesi olmaktan gurur duymaktadır. Yine Matta, 24/36 ve Markos, 13/32’ye göre, “dünyanın sonu ne zaman gelecek?” sorusuna, İsa şöyle cevap verir: “Fakat o gün ve saat hakkında, ne göklerin melekleri, ne de Oğul; yalnız Baba’dan başka kimse bir şey bilmez.” Aynı şekilde Yuhanna, 5/19’da şöyle demektedir: “Doğrusu ve doğrusu size derim: Baba’nın yapmakta olduğunu gördüğü şeyden başka Oğul kendiliğinden bir şey yapamaz.” Görüldüğü gibi bugünkü İncillerde bile İsa, Tanrı olmadığını açıkça söylemektedir.
Hıristiyanlıkta İbâdet
İncillere göre İsa Mesih dedi: “Bu şeytan, ibâdet ve oruçtan başka bir şeyle çıkmaz.”1403 Fakat her şeyden evvel şunu söyleyelim ki, hıristiyanlıkta hac’dan hiç söz edilmiyor; sâniyen ibâdet ve orucun zorunluluğuna dair en ufak bir açıklama yoktur. Vergilere gelince, bu konuda şu çarpıklık ve ilgisizlik vardır: “Sezar’ın hakkını Sezar’a; Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya ödeyin.”1404 Bu ifade, laikliğe yol açmış ve böylece kilise ve devletin bu şekilde birbirinden ayrılışında, iktidarın dinsizleşmesi ve hatta dine karşı müsâmahasız bir tavır takınması gibi büyük bir tehlike doğmuştur.
Hıristiyanlarda ibâdet, Tanrı’nın şânı için meydana getirilmiş ilâhilerden müteşekkildir. Katoliklerde ise “communion” denilen ve ekmek, şarap gibi maddî vasıtalarla ulûhiyete ortaklık vardır. Hıristiyanların “dominikal” duası:
“Ey göklerde olan Baba’mız,
İsmin mukaddes olsun,
Melekûtun gelsin,
Gökte olduğu gibi yerde de Senin irâden olsun.
Gündelik ekmeğimizi bize bugün ver,
Ve bize, borçlu olanlara bağışladığımız gibi, sen de bizim borçlarımızı bize bağışla.
Ve bizi iğvâya götürme, fakat bizi şerirden kurtar.
Çünkü melekût ve kudret ve izzet, ebedlere kadar Senindir.” 1405
Hz. Mûsâ ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) aksine; Hz. İsa’nın kendi risâletiyle ilgili yazılı bir metin bırakmamış olması üzücüdür. Bu sebeple tercüme mahiyetinde olan eldeki mevcut İnciller ile asıl İncil arasında mukayese yapma imkânı yoktur. Ayrıca Matta’nın yazmış olduğu Hz. İsa’nın Aramice olan hayat hikâyesinin aslına da sahip olmadığımızdan, Yunanca olan tercümesinin dahi asıl metne sâdık kalıp kalmadığını bilme imkânına da sahip değiliz. Şu halde, hıristiyanların
1402] Matta, 12/18
1403] Matta, 17/21; Markos, 9/29
1404] Matta, 22/21; Markos, 12/17; Luka, 20/25
1405] Matta, 6/9-13; Luka, 11/2-4
- 322 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dominikal duâlarındaki hatalar, İsa Mesih’değil; Yunanlı mütercime veya İncil’i tahrif edenlere aittir.
1. Yukarıda temas edildiği için “baba” kelimesi üzerinde tekrar durmaya gerek yoktur.
2. Allah’ın adı zaten mukaddestir; bu manadaki bir dilek gereksiz ve eksik kalır.
3 ve 4. Hal-i hazırda Tanrı’nın irâdesi ve hükmü olmadığını söylemek, kabul edilmez bir şeydir; bütün kâinat, ancak Allah’ın ebedî irâdesi ile hareket eder ve ayakta durur.
5. Allah’tan istenen günlük ekmek, Allah’ın sınırsız zenginliği ve cömertliği yanında çok az bir şeydir. Kur’ân-ı Kerim bize şöyle duâ etmemizi tavsiye eder: “Rabbimiz, bize dünyada da âhirette de hasene (güzellik ve iyilik) ver ve bizi cehennem azabından koru.” 1406
6. Bu maddede de yakışıksız bir yer değişikliği olmuş. Sanki hakaret edercesine, yaptığımız bir iyiliği Tanrı’ya hatırlatıyor ve sanki O’nu bizi affetmeye mecbur ediyoruz.
Kur’an duâları ise, Allah'a hamdle ve en uygun tâbirlerle başlar. Büyük bir teslimiyetle, Allah’ın rahmetine niyazda bulunulur. Hem dünya hem de esas olarak âhiret ihtiyacı için yapılan açık ve anlaşılır duâlar edilir. Müslümanların temel ibâdetleri olan namazda devamlı okudukları Fâtiha sûresi:
1-“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla,
2- Hamd (övme ve övülme) âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.
3- O, Rahmân ve Rahîmdir.
4- Din (ceza) gününün sahibidir.
5- (Allah’ım!) Ancak Sana ibâdet/kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz.
6- Bizi doğru yola ulaştır.
7- Kendilerini nimete ulaştırdığın kimselerin yoluna; gazaba uğramış ve sapmışların yoluna değil!” 1407
Hıristiyanlarda oruç, hiçbir surette mecburi olmayıp, çok nâdir olarak oruç tutan papazlara da, hafif bir kahvaltı, tam bir öğle yemeği ve hafif bir akşam yemeği izni verilmiştir. Karem (careme) adı verilen oruç tutma süresince Pazar günleri hâriç, 40 gün boyunca, yani 34 gün, oruç tutmak isteyenler bu tatbikatı yürütürler. 1408
Körlerin Kör Kılavuzu Pavlus
Pavlus, milâdî 5-67 yıllarında yaşayan yahudi asıllı, hıristiyanlığı aslî ve tehvid çizgisinden çıkarıp, teslis gibi temel dogmaları oluşturmuş, kiliseler kurmuş ve hıristiyanlığı teşkilâtlandırmış kişidir. Bugünkü muharref hıristiyanlık onun
1406] 2/Bakara, 201
1407] 1/Fâtiha, 1-7
1408] İhsan Süreyya Sırma, İslâmiyet ve Hıristiyanlık (Bir Mukayese), Beyan Y. s. 13-23
HEVÂ
- 323 -
ürünüdür. Pavlus, Hz. Musa’nın yasa ve yasaklarını yürürlükten kaldırmış ve yeni bir anlayış geliştirmiştir. Mektupları, Kitab-ı Mukaddes’den sayılmış, İnciller seviyesinde görülmüştür.
Pavlus Bir Ferisîdir: Bu, herhangi bir başka din mensubunun, meselâ müslümanların bir iddiası ve ithamı değil; bütün hıristiyanların kabul ettiği bir gerçektir. Çünkü Pavlus’un Ferisî olduğu Kitab-ı Mukaddes’te, hem de kaç yerde, hem de Pavlus tarafından belirtilir. Bir iki tanesine göz atalım: Pavlus; “Ben Ferisi oğlu Ferisîyim.”1409 “Eğer şehâdet etmek isterlerse, öteden beri beni bilirler ki, dinimizin en sıkı fırkasına göre Ferisî olarak yaşadım.” 1410
Vay Ferisîler! Peki, kimdir bu Ferisîler? Kitab-ı Mukaddes, hem de Hz. İsa’ya atfederek Ferisîler hakkında bakın neler diyor? “O zaman şâkirtler gelip ona dediler: Biliyor musun ki Ferisîler bu sözü işitince gücendiler? Fakat İsa cevap verip dedi: Semâvî Babamın dikmediği her fidan kökünden sökülecektir. Onları bırakın; onlar körlerin kör kılavuzlarıdır. Eğer kör körü yederse, her ikisi de çukura düşer.”1411; “Ve İsa onlara dedi: Sakının da Ferisîler ile Sadukîler hamurundan kaçının.”1412; “Lâkin vay başınıza yazıcılar ve Ferisîler, iki yüzlüler!” (Matta, 23. bap’ta baştan sona Ferisîlerin Hz. İsa diliyle kötülükleri anlatılmaktadır; özellikle 13-15; 23-36. cümleler) Yine bu konuyla ilgili olarak Luka, 11/39-44, 12/1-2; Matta, 3/7-10, 5/20, 7/15-23’e bakılabilir. Bu son bölümde Hz. İsa, yalancı peygamberleri bir örnekle açıklar ve “benim ismimle peygamberlik yapanı ben tanımayacağım!” der. Pavlus, tüm hıristiyanlara göre, Hz. İsa’nın ismiyle, onun gönderdiği ve kendisine vahiyler verdiği peygamberi olarak kabul edilir.
“Ferisî oğlu Ferisî” olan Pavlus’a rağmen bugünkü İncillerde bile muhâfaza edilen ifadelere göre Hz. İsa, nice sert eleştirilerle uyardığı Türkçe Kitab-ı Mukaddesteki ifadeyle “ikiyüzlü”, yani “münâfık” ve dine kötülük bulaştıran “müfsid” diye damgaladığı Ferisîlerin tehlikesi konusunda şu değerlendirmeyi yapar: “Vay başınıza yazıcılar ve Ferisîler, ikiyüzlüler! Zira bir mühtedî yapmak için denizi ve karayı dolaşırsınız ve olunca siz onu kendinizden iki kat cehennem oğlu edersiniz!”1413 Nasıl, tam Pavlus’u ve ona inanan mühtedî hıristiyanları bekleyen âkıbeti anlatmış olmuyor mu Hz. İsa; hem de elimizdeki İncillerde.
Peki, “Pavlus’un kimliği ile hıristiyanlığın ne ilgisi var?” diye, herhalde hıristiyanlığı kısmen de olsa bilen veya en zayıf bir hıristiyan olan birisi soramaz. Çünkü hıristiyanlık, hem itikad ve hem de şeriat olarak, yani hükümler, haram ve helâller konusunda, yorum ve dogmalar konusunda baştan sona Pavlus öğretilerinden ibarettir. Pavlus’u yıktığınızda hıristiyanlığı ayakta tutacak hiçbir şey kalmaz. Kitab-ı Mukaddes’teki tam 15 kitap, Pavlus’a aittir; onun mektupları ve konuşmalarından oluşan bu kitapların tümünün yazarı odur. Kitab-ı Mukaddes’teki Hz. İsa’nın kesin emir ve yasaklarını bile resmen değiştiren, ona ters hükümler koyan, hükümlerini geçersiz ilân eden kimsedir Pavlus. Bir örnek verelim:
“Sanmayın ki ben, şeriati yahut peygamberleri yıkmağa geldim; ben yıkmağa değil, fakat tamam etmeğe geldim. Çünkü doğrusu size derim: Gök ve yer
1409] Rasüllerin İşleri, 23/6
1410] Rasüllerin İşleri, 26/5
1411] Matta, 15/12-14
1412] Matta, 16/6; 11-12
1413] Matta, 23/15
- 324 -
KUR’AN KAVRAMLARI
geçip gitmeden, her şey vâki oluncaya kadar, şeriatten en küçük bir harf veya bir nokta bile yok olmayacaktır. Bundan dolayı bu en küçük emirlerden birini kim bozar ve insanlara öylece öğretirse, göklerin melekûtunda kendisine en küçük denilecektir. Ve onları kim yapar ve öğretirse, göklerin melekûtunda kendisine büyük denilecektir. Zira size derim ki salâhınız yazıcılar ve ferisîlerinkinden ziyade olmazsa göklerin melekûtuna hiç girmeyeceksiniz.”1414 Hz. İsa, Kitab-ı Mukaddes’in ilk bölümü olarak tüm hıristiyanlarca kutsal kabul edilen Tevrat’ta belirtili Mûsâ şeriatının korunması ve ona uyulması konusunda böyle kesin ifadelerle uyulup itaat edilmesini emrettiği şeriatı bakın Ferisî Pavlus ne hale getirdi?
“Çünkü Ruhu’l-Kudüse ve bize iyi göründü ki, icap eden şu şeylerden fazla üzerinize yük koymayalım: Putlara kurban edilen şeylerden, kandan ve boğulmuş olanlardan ve zinadan çekinin. Bunlardan sakınırsanız, iyi edersiniz. Selâmette olun.”1415 Pavlus’a ait bu ifadelerden anlaşıldığı gibi Pavlus, 4 yasağın dışında Kitab-ı Mukaddes’te belirtilmiş tüm yasakları ve eski şeriatın tüm hükümlerini kaldırmıştır. Tabii, bundan daha büyük cinâyeti, İsa’yı tanrılaştırmak ve tevhidi teslisle değiştirmekle işlemiş, hıristiyanlar da kilisenin ve papazların etkisiyle Hz. İsa’ya ve Kitab-ı Mukaddes’teki hükümlere itaati değil; ona uymayı tercih etmişlerdir. Bu Pavlus dogmalarının hiçbiri yahudilikte, Hz. Mûsâ şeriatında yoktur (Tabii ki, Hz. İsa’nın tebliğ ettiği dinde de bulunmamaktadır). Bu açıdan, Pavlus’un öğretileri, hıristiyan dogmalarıyla birlikte yahudi şeriatının da yürürlükte bulunduğunu savunan Petrusculuk’a karşı, yepyeni bir hıristiyanlık anlayışıdır. Bugünkü hıristiyanlık, hemen tümüyle Pavlus’un temel itikad ve hükümlerini belirlediği, Pavlus’un merkezde olduğu bir dindir.
Pavlus Tarafından Hıristiyanlığa Geçen Hususlar
Aslî günah inancı: Bu inanca göre, insanlar doğuştan günahkâr olarak dünyaya gelirler. Çünkü babaları Âdem suç işlemiş, onun günahı, tüm insanlara tevârüs edip geçmiştir. Eski ahidde de 4 İncil’de de aslî günah inancı bulunmadığı halde, Pavlus tarafından bu bâtıl anlayış, hıristiyan itikadına geçirilmiştir.
İsa’nın, beşer/insan ve peygamber değil; tanrı olduğu,
Tanrı’nın İsa şeklinde tecessüdü, insan bedenine girip insan yapısında olması,
İnsanların günahlarını kurtarmak için Tanrı’nın oğlunu göndermesi, insan şeklinde bedenlenen oğul tanrının insanlığı kurtarmak için kendini çarmıhta asılarak fedâ etmesi,
Teslis inancı,
İsa’nın ölüler arasından dirilerek kalkması ve insanları idare etmek için göğe çekilip babasının (Baba Tanrının) sağına oturması,
Günahların papazlar önünde itiraf edilerek onlar tarafından günah çıkarılıp, günahkârın bu şekilde affı,
Kitab-ı Mukaddes’te ve şeriatte ısrarla yasaklanan domuz etinin helâl kabul edilmesi,
1414] Matta, 5/17-20
1415] (Rasüllerin İşleri, 15/28-29)
HEVÂ
- 325 -
Hz. Mûsâ şeriatında önemli şekilde emredilen Hz. İsa’nın da devam ettirdiği “sünnet olma”nın gereksiz olduğu anlayışı,
Suyun, abdest ve guslün gereksizliği; hatta kötü olduğu,
Haftalık ibâdet gününün Cumartesi yerine güneş gününe (Pazar) gününe değiştirilmesi,
Dinî törenlerde ve âyinlerde Mitra dininden etkilenerek çokça mum vb. yakılarak mâbedin fazlaca aydınlatılması, bütün bunlar Pavlus tarafından hıristiyanlığa geçirilmiştir.
Kilise tâlimleri ve hıristiyan kaynaklarının hemen hepsi Pavlus’a, onun görüşlerine veya onun yakınlarına dayanmaktadır. Hz. İsa’dan çok kısa bir zaman sonra, hıristiyanlık, Hz. İsa’nın getirdiği tevhid dini olmaktan çıkmış, Pavlus’un yorumları ile hak din vasfını kaybedip teslis dinine dönüşmüştür. Günümüzün hıristiyanlığı, Hz. İsa’nın getirdiği nizamdan, hak tevhid dini vasfından çok, Pavlus’un ve bu çizgideki kilisenin yorumlarıdır.
Hz. İsa
Ülü’l azm, yani kendilerine kitap verilmiş büyük peygamberlerden biri olan Hz. İsa, batılı tarihçilere göre, yanlış olarak kendi doğum yılı kabul edilen “milât”tan dört veya beş sene kadar önce dünyaya gelmiştir. Bazı araştırmacılara göre ise milâttan 3 yıl sonra doğduğu kabul edilir. Kudüs yakınlarındaki Nâsıra’da dünyaya gelmiştir. Kur’an’a göre Hz. İsa’nın annesi Hz. Meryem’dir. İmran’ın kızı Hz. Meryem, Beytü’l Makdis’te (Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksâ) zikir ve ibâdetle hayatını geçiriyordu. Allah, ona Cebrail’i bir beşer suretiyle gönderdi. Cebrâil, ona bir oğlan çocuk bağışlaması için Allah tarafından gönderilen bir elçi olduğunu söyledi. Hz. Meryem’in, kendisine bir insan eli değmediği ve iffetsiz olmadığı halde nasıl çocuğu olabileceğini hayretle sorduğunda melek, bunun Allah için kolay olduğunu ve insanlara bir delil, bir mûcize olsun diye Allah’ın böyle hükmettiğini bildirdi. Çocuk doğunca kavmindeki bazı insanlar onu ayıplayacak oldu. Hz. Meryem, bebeğe işaret etti. Çocuk İsa kundakta şöyle dedi: “Ben Allah’ın kuluyum. O bana Kitab’ı verdi ve beni peygamber yaptı...” 1416
Hz. İsa’nın, babasız olarak mûcizevî bir şekilde doğuşu, Allah’ın dilemesinden ibaretti. Hatta Allah katında, oluş itibariyle Âdem (a.s.) ile İsa (a.s.) arasında fark yoktu: “Gerçekten İsa’nın babasız dünyaya geliş hali de Allah katında Âdem’in hali gibidir. Allah, Âdem’i topraktan yarattı, sonra da ona ‘ol’ dedi; o da hemen (insan) oluverdi.” 1417
Hz. İsa, otuz yaşında, Romalıların elinde bulunan Yahudiye’de Romalılardan Tiberius iktidarı döneminde peygamberlik görevi aldığında bunu İsrâiloğullarına bildirdi. Önce Celile (Galile)’de, sonra Kudüs’te insanları hak dine dâvet etti. Kendisine İncil verildi.1418 İnsanları, tek ilâh olan Allah’a ibâdet ve kulluğa çağırmış, O’ndan başka tanrı olmadığını ilân ve tebliğ etmiştir: “Ben, benden önce gelen Tevrat’ı tasdik etmek, size haram kılınan bazı şeyleri de helâl kılmak üzere gönderildim. Size Rabbinizden bir âyet/mûcize getirdim. Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Çünkü
1416] Bk. 19/Meryem, 16-37
1417] 3/Âl-i İmrân, 59
1418] 3/Âl-i İmrân, 48; 5/Mâide, 46; 57/Hadîd, 27
- 326 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O’na ibâdet/kulluk edin. İşte bu, dosdoğru yoldur.”1419 Havârilerine ve tüm insanlığa Hz. Muhammed’in geleceğini müjdelemiştir. 1420
Yahudiler Hz. İsa’yı, dönemin Romalı Kudüs valisi Pontus Pilatus’a şikâyet ettiler. Havârilerden sayılan Yahuda Hz. İsa’ya ihanet etti ve hıristiyanların inancına göre Hz. İsa çarmıha gerilerek öldürüldü. Kur’an ise şöyle der: “Hâlbuki onlar İsa’yı öldürmediler ve asmadılar. Fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler.”1421 Allah, Nûh’u tûfandan, İbrâhim’i Nemrut’tan ve ateşten, Mûsâ’yı Firavun’dan ve boğulmaktan, Muhammed Mustafa’yı müşriklerin tuzaklarından koruyup kurtardığı gibi İsa’yı da, onu öldürmek isteyen yahudilerin elinden kurtarmış, Hz. İsa’ya ihanet ederek bulunduğu yeri askerlere gösteren kişiyi İsa’ya benzeterek onu öldürtmüştür.
Onu kendi katına kaldırmıştır. Ancak bunun şekli ve zamanı üzerinde farklı açıklamalar ve anlayışlar vardır. Âlimlerin çoğunluğuna göre, Allah onu kudretiyle manevî semâlardaki hususi mevkiine kaldırmıştır, kıyametten önce tekrar dünyaya gönderecektir.1422 Bu değerlendirmeye göre, cisim ve rûhuyla göğe yükseltilen Hz. İsa, Kıyâmet vaktine yakın yeryüzüne inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek ve İslâm şeriatıyla hükmedecektir. 1423
Bir başka anlayışa göre Allah onu yahudilerden korumuş, eceli gelince onu vefat ettirmiş ve rûhunu semadaki yerine kaldırmıştır. Kıyametten önce gelecek olan da onun rûhudur. “Allah buyurmuştu ki: ‘Ey İsa, seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım...”1424; “Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibâdet/kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin.”1425; “İsa şöyle dedi: ‘Ben Allah’ın kuluyum. O bana Kitab verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, O beni mübarek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti.”1426 Hz. İsa’yı ve annesini tanrılaştırıp teslis akidesini oluşturan hıristiyanlarla Hz. İsa, Kıyâmet gününde yüzleştirilecek ve böylece hıristiyanların uydurdukları yalan ve iftiralar tümüyle ortaya çıkacaktır. 1427
Unutulmamalıdır ki, yeryüzündeki bütün dinlerden, sadece İslâmiyet, hıristiyanlığın temel inançlarından olan Hz. İsa’nın babasız olarak, iffetli ve dindar bir bâkireden doğduğunu kabul etmiştir. Yalnız müslümanlar, Hz. İsa’nın peygamber, hem de vahy ürünü olan, içinde hikmet ve nur olan İncil’i getiren büyük peygamber olduğunu kabul ederler. Hıristiyanların, kendilerine müslümanlardan
1419] 3/Âl-i İmrân, 50-51
1420] 61/Saf, 6
1421] 4/Nisâ, 157
1422] Bk. 43/Zuhruf, 61
1423] Bk. Buhâri, Büyû 102
1424] 3/Âl-i İmrân, 55
1425] 5/Mâide, 117
1426] 19/Meryem, 30-31
1427] Bk. 5/Mâide, 117
HEVÂ
- 327 -
çok yakın kabul ettikleri yahudiler, bütün bu konularda inançsızdırlar ve de Hz. İsa’yı kendilerinin öldürdüklerini ileri sürerek bununla iftihar bile ederler. Yahûdiler, Hz. İsa’nın peygamberliğine de, İncil’in vahy ürünü kutsal bir kitap olduğuna da inanmazlar.
Hz. İsa, ancak üç yıl tebliğini sürdürme fırsatı bulmuş, 33 yaşında, gençlik döneminde tevhidi hâkim kılmaya çalıştığı toplumunun arasından ayrılmak mecburiyetinde bırakılmıştır. Hz. İsa’nın tebliğ ettiği tevhid dini, Hz. İsa’dan çok kısa bir zaman sonra tanınmayacak kadar şirk ve küfür unsurları katılarak hak din vasfını kaybetmiştir. Dinin bu tebdil ve tahrifinde en büyük pay ve en büyük vebal, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, İsa’nın yoluna ihanet eden Pavlus’un ve ona körü körüne uyan papazlarındır.
Hıristiyanlara Göre Hz. İsa
Hemen tüm hıristiyanlara göre İsa, Tanrı’dır, Tanrı’nın oğludur. Bunun yanında İsa, İncillere göre aynı zamanda peygamberdir de. “Ve kalabalıklar: Galile’nin Nâsıra şehrinden İsa peygamber budur, dediler.”1428 Hz. İsa’nın bir mûcizesi anlatılırken Luka İncili’nde şunları görüyoruz: “Herkesi korku aldı ve aramızda büyük bir peygamber çıktı ve Allah kendi kavmini ziyaret etti, diyerek Allah’a hamd ediyorlardı.”1429 “Bir kimse, aynı zamanda hem tanrı, hem de peygamber nasıl olur?” demeyin. “Akıl ve mantığı bırakmadan hıristiyanlık anlaşılmaz” der papazlar. Hem yaratılmış, ölümlü âciz ve muhtaç bir insan; hem de her şeye kudreti yeten bir tanrı nasıl olunuyorsa o da öyle oluyor.
Aslında İncillere göre de İsa bir kuldur; Allah’ın kulu: “İşte, benim seçtiğim kulum; Canımın kendisinden râzı olduğu sevgilim; Rûhumu onun üzerine koyacağım, Ve milletlere hükmü ilân edecektir.”1430. “Ve dokuzuncu saate doğru, İsa: ‘Eli, Eli lama sabaktani?’, yani ‘Allah’ım, Allah’ım, beni niçin bıraktın?’ diye yüksek sesle bağırdı.”1431 Bu ifadeye göre, İsa Allah’a kendisine niçin yardım etmediğini sorarken “Allah’ım, Allah’ım!” demektedir. Hiç kendisi tanrı olan biri böyle söyler mi?
İsa, devamlı olarak, hatta bütün gece boyunca Allah’a ibâdet ederdi: “Ve İsa, şâkirtleri kayığa binmeğe ve halkı salıverinceye kadar kendisinden önce karşı yakaya geçmeğe zorladı. Ve halkı salıverdikten sonra, duâ etmek için dağa ayrıca çıktı; akşam olunca, orada yalnız başına idi.”1432; “Onları uğurladıktan sonra, duâ etmek için dağa gitti.”1433; “Ve vâki oldu ki, o günlerde İsa dua etmek için dağa çıktı; bütün geceyi Allah’a duâ ile geçirdi.” 1434
“Ve vâki oldu ki, İsa yalnız başına duâ ederken, şâkirtleri yanında idi; onlara sorup dedi: Halkın dediğine göre ben kimim? Onlar da cevap verip dediler: Vaftizci Yahya’dır; başkaları: İlya’dır; ve başkaları da; Eski peygamberlerden biri kıyam etti, diyorlar. Onlara dedi: Ya siz ben kimim dersiniz? Petrus cevap verip
1428] Matta, 21/11
1429] Luka, 7/16
1430] Matta, 12/18
1431] Matta, 27/46 ve Markos, 15/34
1432] Matta, 14/22-23
1433] Markos, 6/46
1434] Luka, 6/12
- 328 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dedi: Allah’ın Mesihisin. İsa da bunu kimseye söylemesinler diye onlara tenbih ederek emretti.” 1435
“O zaman İsa onlarla beraber Getsemani denilen bir yere gelerek, şakirtlerine dedi: Ben şuraya gidip dua edinceye kadar siz burada oturun.”1436 Duâ bir ibâdettir. Zaten özel yere çıkıp duâ etmesi, namaz kıldığını gösterir. Kur’an’a göre bütün peygamberler gibi Hz. İsa da tabii ki namaz kılıyordu.1437 İbâdet etmek, kulluk alâmetidir; ilâhlık özelliği değildir. Ama gel bunu hıristiyanlara anlat!
Hıristiyanlıkta Aslî Günah ve Bunun Keffâreti İçin Oğul’un Çarmıha Gerilmesi Anlayışı
Aslî günah inanç ve anlayışının, Hz. İsa’nın tebliği ettiği tevhid akidesinde olmadığı kesindir. Buna rağmen, Pavlus tarafından hıristiyanlığa sokulmuş, insanın temiz fıtratını, Hz. Âdem’in Kur’an’da affedildiği belirtilen şahsî ve küçük hatasını tüm insanlara bulaştıran ve Hz. İsa’nın ülûhiyetine ve vaftiz törenine mesnet yapılan bâtıl anlayıştır aslî günah inancı.1438
İlk günah da denen aslî günah anlayışına göre, ilk günah, Hz. Âdem’in suçuyla başlamış ve bütün soyuna bulaşmıştır. Her doğan insan, babası Âdem’in günahının mirasından dolayı günahkâr olarak doğar. Tanrı, kendi niteliğine sahip olan oğlu İsa’yı insanları bu suçtan, yani aslî günahtan kurtarmak için yeryüzüne göndermiştir. Kıyamet gününde de insanları diriltmek ve ilâhî bağışa kavuşturmak için yeryüzüne yeniden inecektir, ruh da bu yüzden ölümsüzdür. Yine insanın aslî günahından arınması için insanın kutsal kabul edilen suyla yıkanma zorunluğu vardır ki buna vaftiz denilir.
Hıristiyanlığın esaslarından biri de, Tanrı’nın bütün insanların günahlarına keffâret olmak üzere, onların affı için insan şekline girip yaşadıktan sonra ıstırap çekerek ölmesi, yani tekfir/keffâret, fidye inancıdır. Bu inancın, üç temel uzantısı vardır: Hz. İsa’nın tanrılığı, bütün insanlığın günahkâr olduğu ve insanlığın affı için fidye (kurban) anlayışı.
Kur’an’a göre, “Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü taşımaz.”1439 Kaldı ki, Hz. Âdem, bütün insanlara taksim edildiği halde tükenmeyecek büyük bir suç işlemiş değildir. Hz. Âdem, beşer olarak küçük bir hata yaptı ve sonunda da affedildi ve peygamber seçildi. “Âdem, Rabbinin buyruğuna karşı geldi de şaşırdı. Sonra Rabbi onu seçkin kıldı; tevbesini kabul etti ve doğru yola yöneltti.”1440 İslâm, Hz. Âdem’in bu fiiline terim manasıyla ma’sıyet/günah demez, bu konudaki Kur’an tâbiri olan “zelle”1441 diye değerlendirir ve insan türünün imtihanla yücelmesi, düşmanını tanıması ve yeryüzünün halifesi olması gibi nice hikmetlere dayanan ilâhî irâde olarak değerlendirir. Hz. Âdem’e de, Hz. Havvâ’ya da suçlu gözüyle bakılıp, onlara kızılmaz.
1435] Luka, 9/18-21
1436] Matta, 26/36 Ve yine Bk. Luka, 11/1
1437] 19/Meryem, 31
1438] Bk. Korintoslular’a 2. Mektup, 5/21; Romalılar’a Mektup, 5/12
1439] 35/Fâtır, 18
1440] 20/Tâhâ, 121-122
1441] 2/Bakara, 36
HEVÂ
- 329 -
Günahın şahsîliği Kur’an’da olduğu gibi, Kitab-ı Mukaddes’te Eski Ahid’de de vardır. Hezekiel peygamber: “Suç işleyen can, ölecek olan odur; babanın fesadını oğul taşımaz ve oğlun fesadını baba taşımaz; sâlihin salâhı kendi üzerinde olur, kötünün kötülüğü de kendi üzerinde olur. Ve kötü adam, işlemiş olduğu suçların hepsinden döner ve bütün kanunlarını tutar ve hak olanı, doğru olanı yaparsa, elbette yaşayacak, ölmeyecektir. Yapmış olduğu günahlardan hiçbiri ona karşı anılmayacaktır. İşlediği salâhda yaşayacaktır.” 1442
Kitab-ı Mukaddes’teki şu ifadeyi, İsa’nın insanın aslî günahına fidye olarak çarmıha gerilmesi anlayışıyla birlikte bir değerlendirin: “Kötü adam, sâlihin fidyesidir. Hâin adam da doğruların.”1443 Hz. Âdem ve tüm insanlık sâlih ve doğru olmamış sayılmalı veya sâlih ve doğrularsa Hz. İsa kötü ve hâin olmalı. Yine, fidye olan, tüm insanlık için faziletli bir fedâkârlık için ölen kimse, asılırken ‘Allah’ım, niçin beni bıraktın?’ der mi? “Ve dokuzuncu saate doğru, İsa: ‘Eli, Eli lama sabaktani?’, yani ‘Allah’ım, Allah’ım, beni niçin bıraktın?’ diye yüksek sesle bağırdı.” 1444
Bu anlayışa göre, İsa’dan önce ölen insanlar, hıristiyanların da nübüvvetlerini kabul ettikleri peygamberler, hep günahkâr olarak öldüler ve cehennemi hak ettiler. İsa’nın keffaretinden, fidyesinden önce ve vaftiz yapılmadan öldüler, hepsi affedilmeyen ve affedilmeyecek günahla öbür dünyaya gittiler. Farzedelim ki insanlık, güzel fıtratla değil de doğuştan günah yükü ile hayata geliyor. Onların sonsuz merhametli ve dilediği her şeyi yapan Rabbi, kendilerini direkt olarak affedemez mi? Tanrı, insanı kurtarmak için, insan kılığına girmekten başka çare bulamadı mı?
Çarmıha gerilip birkaç insan tarafından öldürülen biri, hiç tanrı mı olur? İnsanların günahlarını affetmek için başka çare mi bulamadı? Hıristiyanların en büyük âyinlerinden biri, Communion âyinidir. Bu âyin, ekmek ve şarapla yapılır. Ekmek ve şarap, hıristiyanlara göre Hz. İsa’nın etini ve kanını simgeler. Kitab-ı Mukaddes’e göre, Hz. İsa, havârilerine dağıttığı ekmeğe, “bu benim vücudumdur” ve dağıttığı şaraba, “bu benim kanımdır” demiştir. Günahı affetmek için, onları daha beter günahkâr haline getirmek, Tanrı katili yapmak hangi akla sığar? İnsanlar, ellerini mâbudlarının kanına bulayarak mı affa nâil olacaklar? Hz. Âdem’e atfedilen Allah’ın bir emrini yerine getirmemek mi, yoksa Tanrı’yı/İsa’yı öldürmek mi daha büyüktür? Hangisi insanı daha suçlu yapar? Bir tek kişinin (insan veya Tanrı) ıstırap çekmesi ile bütün insanların kurtuluşunu temin etme tuhaf olmaz mı?
Bilindiği gibi, Hz. İsa, âhir zaman denilen, insanlık tarihinin sona yaklaştığı zamanlarda dünyaya gelmiştir. Yüce Allah, bunu insanları kurtarmak için yapsaydı, başlangıçta yapması gerekmez miydi? İnsanlığın büyük çoğunluğunu aftan mahrum etmesi, az bir kısmını (İsa’dan sonra gelenleri) bağışlamasının izahı başka nasıl yapılabilir? Yaratılıştan gelen mevhum ve uydurma bir günah. Sonra, her şeye kaadir ğafûr olarak inanılan Allah’ın onu affetmesinin binlerce yolu varken, bunları bırakarak ana karnına girip en âciz bir şekilde çocukluğunu geçirmesi, sonra perişanlık ve tazyik görmesi, sonunda da onları katil yaparak affetmesi...
1442] Hezekiel, 18/20-22
1443] Süleyman’ın Meselleri, 21/18
1444] Matta, 27/46 ve Markos, 15/34
- 330 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bunların masalda, efsane ve mitolojide yeri olabilir, ama dinde, hakikatte ve akılda yeri olmaz. Sonra olaya ahlâkî yönden bakalım: Günahtan kurtulduğuna inanan hıristiyana ne kalıyor? Kötü arzularına karşı nasıl mücadele ve mücahede edebilecektir? Çalışanla çalışmayanın, ibâdet yapıp günahtan sakınanla bunları önemsemeyenin arasında fark kalmaz, hepsi İsa’nın çarmıha gerilmesiyle, komünyonla, vaftizle bağışlanıp eşit hale getirilmiyor mu?
Hz. İsa, hiçbir şekilde kendisinin insanların günahlarına keffâret için, onların aslî günahlarına karşılık öldürüleceğini söylemedi. Bugünkü İncillerde de Hz. İsa’ya atfen böyle bir söz geçmez. Dinin temeli olacak esasları, en yakınlarına, Petrus gibi halifelerine söylemedi. Hâlbuki o, emaneti tebliğ etmiş, görevini yapmıştı. Bu olay bile, bu inançların sonradan uydurulduğunu isbat etmeye kâfidir.
Bu anlayış, ucuzculuktur, başkası seni kurtarsın, sen bir şey yapmadan bedavadan kurtul. İnsanlığa işlemediği günahı yüklemek kadar bedavadan affolma anlayışı da saçmadır. Aynen kiliselerde günah çıkarma ve cennet satın alma gibi. Hıristiyanların büyük çapta etkilendiği Yunan mitoloji kahramanı Promete’nin insana ateş/ışık getirmek için ezalara katlanarak fedai olması gibi efsaneler Hz. İsa’ya monte edildi. Kahramanların sadece ismi değişerek putperestlik, hıristiyanlık maskesi taktı. Ve bu fedâkârlığın bedeli de en az Promete’ninki kadar trajik: “Mesih, bizim uğrumuza lânet olmuş olarak, bizi şeriatın lânetinden kurtardı, çünkü yazılmıştır: ‘Ağaç üzerine her asılan lânetlidir.”1445 Bir peygambere bu kadar büyük iftiraya pes doğrusu; hem tanrı, hem de lânetli!
Hâlâ affedilmeyen günah kaldıysa veya bir hıristiyan çeşitli haramlara dalıyorsa ne gam? Papazlar ne güne duruyor? Absolüsyon imdada yetişecektir. Absolüsyon: Günah bağışlama demektir. Hıristiyanlıkta günahlarını papazlara açıklayıp itiraf edenlerin papaz tarafından günahlarının bağışlanabileceğine inanılır. Günahları papazlar tarafından affedilenler, böylelikle günahlardan arınmış olurlar. Bu affetme, papazlar tarafından tanrı adına yapılmaktadır. Katolik mezhebinde, eski ve imtiyazlı olan günah çıkarma kurumu, ibtidâî şeklinden uzaklaşsa da hâlâ varlığını sürdürmektedir. İslâm’da ise, bilindiği gibi, doğrudan doğruya, aracısız ve formalitesiz olarak Allah’tan istenen aftan başka tevbe ve af dileme, günah çıkarma şekli yoktur.
Kitab-ı Mukaddes’e Göre Barış ve Savaş Anlayışı
Başta müsteşrikler/oryantalistler olmak üzere hemen hemen tüm hıristiyan batılıların ve batı mukallitlerinin İslâm’a saldırmak için ileri sürdükleri iddia ve ithamlardan biri, İslâm’ın kılıç zoruyla yayılan, kutsal savaş taraftarı, savaşçı bir din olduğudur. O yüzden de müslümanlara barbar demekten çekinmeyen, İslâm hâkim olduğunda gayri müslimleri kıtır kıtır keseceklerini vehmeden veya insanlara böyle gösteren tipler çıkagelmiştir. İslâm’ın kelime anlamının bile selâmet ve barış demek olduğunu, savaşın sebep ve şeklini, cihadın kendi haçlı savaşı kültürlerinin benzeri kutsal savaş anlamında olmadığı, İslâm’ın öldürme ve hücuma dayalı bir savaş anlayışını ne derece değiştirdiğini... anlatmak, konu/kavram dışına çıkmak olacak ve sözü uzatacaktır. Biz batının temel kültürlerinden biri/birincisi olan Kitab-ı Mukaddes’teki savaş ve barış anlayışına kısa bir değinme yapacağız.
1445] Pavlus’un Galatyalılara Mektubu, 3/14
HEVÂ
- 331 -
Hz. İsa, İncillerde insan sevgisinden, fedâkârlık ve aftan, her peygamber gibi elbette çokça bahsetmiştir. Ama İslâm’ın savaş anlayışına yanlış ithamlarla saldırırken, İncillerdeki Hz. İsa’ya veya vahye atfedilen savaş, öldürme ve hatta katliâm teşviklerini niye görmek istemiyor ve her iki dindeki ve Kitap’taki hükümleri mukayese etme gereği duymuyorlar diye sorma hakkımız vardır diye düşünüyoruz. Bu konu da göstermektedir ki, bazılarının derdi üzüm yemek değil, bağcı dövmektir: Yani, hakkı arayıp bâtıla tavır almak değil; hakkı bâtıl, bâtılı da hak göstermektir. Luka İncili, Hz. İsa’dan şu sözü nakleder: “Lâkin üzerlerine kral olmamı istemeyen o düşmanlarımı buraya getirin ve önümde öldürün!”1446 Hz. İsa’ya isnat edilen bu ifade, onun kan dökme pahasına olsa bile, kral olmak istediğini gösteriyor.
İncillerde tanıtılan İsa, maddî imkânlara sahip bulunsa veya Hz. Dâvud veya Hz. Süleyman’ın oğlu ve vârisi olsaydı ne yapardı, bilmiyoruz. Aynı anlamdaki ifadeyi Pavlus da belirtiyor: “Çünkü bütün düşmanları kendi ayakları altına koyuncaya kadar, onun saltanat sürmesi lâzımdır.”1447 İsa’nın diğer bir sözü, daha dikkat çekicidir: “Yeryüzüne selâmet getirmeğe geldim sanmayın; ben selâmet değil, kılıç getirmeye geldim. Çünkü ben adamla babasının, kızla anasının ve gelinle kaynanasının arasına ayrılık koymaya geldim. Adamın düşmanları kendi ev halkı olacaktır.” 1448
Kur’ân-ı Kerim’de şu hükmü görüyoruz: “Dinde zorlama yoktur.”1449; “De ki: ‘Sizin dininiz size, benim dinim banadır.”1450 Peygamber, dini tebliğle mükelleftir; birini dini kabule zorlamaya değil. Savaşa gelince, Kur’an şöyle emrediyor: “Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, aşırı gitmeyin; doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez.”1451 Savaşla Hz. Muhammed (s.a.s.) hiçbir zaman devlet kurma, kral olma veya bir başka dünyevî çıkar sağlama gayesi gütmemiştir. İslâm’da savaş sadece Allah için yapılır, bu da hakkı/dini müdâfa halidir. Bu âyeti takip eden âyet ve dinsizleri öldürmeye cevaz veren âyetler, sadece kendilerine karşı harp ilân edilmiş ve savaş açılmış düşmanlara, yani savaşçılara karşıdır ki, savaşa katılmayanlar bunun dışında tutulmuştur. Haksız yere bir cana kıyanın bütün insanları öldürmüş gibi olacağını Kur’an belirtir. 1452
İslâm, kesinlikle ve hiçbir şekilde katliâma ve mecbur olunmadığı (müdâfa özelliği olmayan) hallerde öldürmeye cevaz vermez. Bir de Kitab-ı Mukaddes’teki şu ifadelere bakalım: “Ancak Tanrı’nın Rabbin miras olarak sana vermekte olduğu bu kavimlerin şehirlerinden nefes alan kimseyi sağ bırakmayacaksın; fakat onları, Hittîleri ve Amorîleri, ve Kenanlıları ve Perizzîleri ve Hivîleri ve Yebusîleri Tanrın Rabbin sana emrettiği gibi tamamen yok edeceksin.”1453; “Orduların Rabbi şöyle diyor: Amalek’in İsrail’e yaptığını, Mısır’dan çıktığı zaman yolda ona karşı nasıl durduğunu arayacağım. Şimdi git, Amalek’i vur ve onların her şeylerini tamamen yok et ve onları esirgeme ve erkekten kadına, çocuktan emzikte
1446] Luka, 19/27
1447] Pavlus’un Korintoslulara 1. Mektubu, 15/25
1448] Matta, 10/34-36
1449] 2/Bakara, 256
1450] 109/Kâfirûn, 6
1451] 2/Bakara, 190
1452] 5/Mâide, 32
1453] Tesniye, 20/16-17
- 332 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür.”1454 Görüldüğü gibi, katliâm için gösterilen tek sebep, intikam duygusunu tatmindir. Bunun gibi daha birçok örnek verilebilir.
Hıristiyanlıkla İlgili Temel Kavramlar ve Anlamları
Absolüsyon: Günah bağışlama demektir. Hıristiyanlıkta günahlarını papazlara açıklayıp itiraf edenlerin papaz tarafından günahlarının bağışlanabileceğine inanılır. Günahları papazlar tarafından affedilenler, böylelikle günahlardan arınmış olurlar. Bu affetme, papazlar tarafından tanrı adına yapılmaktadır.
Aforoz: Kilisenin cemaatten ve hıristiyanlıktan kovma cezası. Lânetleme anlamını da kapsayan aforoz, hem yahudilikte ve hem de hıristiyanlıkta uygulanan dinsel bir cezalandırmadır. Aforoz uygulamalarının çeşitleri hayli çoktur. Kilise, yaşayan insanlara uyguladığı bu cezalandırmayı, kendilerine göre ölümden sonra gerçekleşecek olan ilâhî af ve bağış kurumuyla çelişkisini düşünmeksizin Tanrı adına uygular.
Ahd-i Atik: Ahd sözleşme; Ahd-i Atîk, eski sözleşme demektir. Kitab-ı Mukaddes’in ilk bölümü olan, hem yahudilerce ve hem de Hıristiyanlarca kutsal kabul edilen kitaplara bu ad verilir. Toplam 39 kitaptan meydana gelir. Üç bölümdür. Birinci bölüm, beş kitaptır. Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye adlı bu beş kitap Tevrat adını alır, Yahudilerin asıl kutsal kitabı olan bu bölüme Musa’nın beş kitabı da denir. İkinci bölüm, peygamberler adını taşır ve Hz. Musa’dan sonra gelen yahudi peygamberlerinin kitaplarını kapsar. Üçüncü bölüm, Ketubim adıyla anılır ve Dâvud’un mezmurları/şiirleri, Süleyman’ın meselleri/özdeyişleri, Eyyub’un öyküsü gibi metinlerden meydana gelmiştir.
Ahd-i Cedid: Hıristiyanların kutsal kitaplarına denilir. Yahudilerce sapıklık sayılan ve hıristiyanlarca benimsenen bu inanca göre yahudiler eski ahidle Tanrı’ya verdikleri sözü tutmamışlar ve vatanlarından sürülmekle cezalandırılmışlardır. Sonra Tanrı onlara acımış ve Ahd-i Cedîd’le yeni bir anlaşma önermiştir. Bu yeni sözleşmeye uyarlarsa arz-ı mev’ut (Filistin) onlara tekrar verilecektir. Yeni sözleşme anlamındaki Ahd-i Cedîd, Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleriyle, Rasüllerin İşleri adlarını taşıyan ve değişik yerlere yazılan mektuplardan meydana gelmiştir. Toplam 27 kitaptır.
Anglikan: İngiliz kilisesine mensup olan Hıristiyan demektir. İngiliz protestanlığına Anglikanlık denilir. Katoliklikle protestanlık arasında İngilizlere özgü bir orta mezhep sayılmasına rağmen, Kalvinciliğin İngiliz koşullarına uydurulmuş bir biçimidir. Kral VII. Henry’nin Papa ile arasının açılmasından doğmuştur. Papa, yeniden evlenmek isteyen kralın boşanmasına izin vermediği için İngiltere’ye has bir papalık oluşturulmuştur. Anglikanların papası Vatikan’a bağlı değildir.
Apokryphos İnciller: Varlığı kabul edilen gizli ve kilise tarafından sahte kabul edilen İncillere apokrif İncil denilir. Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncillerinin dışındaki tüm İnciller apokrif sayılır. Hıristiyanlar, özellikle III. y.y.da gizli bazı İncillerin varlığına inanırlar. Meselâ, 1886 yılında eski bir Mısır mezarında bu gizli İncillerden biri sayılan Petrus İncili’nin bir parçası bulunmuştur. Apokrif İncil sayılan en önemli İncil Barnaba(s) İncilidir.
1454] 1. Samuel, 15/2-3
HEVÂ
- 333 -
Ariusçuluk-Arianizm: Teslisi kabul etmeyip tevhide inanan eski hıristiyan gruplardan biri. Muvahhid papaz Arius’un izinden giden tevhide inanan hıristiyanlık. IV. Yüzyıl ve sonrası hıristiyanlığında büyük tartışmalara yol açan ve katolik kilisesince sapıklık sayılan İskenderiye’li papaz Arius’un, Hz. İsa’dan beri, papalığın ve sonraları devletin tüm baskılarına rağmen devam edegelen tevhidî çizgideki hıristiyanlık Ariusçuluk veya Arianizm diye isimlendirilir. Bu inanca göre, Hz. İsa, kesinlikle bir tanrı değil; peygamberdir. İzmit’li Eusebios da bu çizginin şiddetli savunucusudur.
Aslî günah: Pavlus tarafından hıristiyanlığa sokulmuş, insanın temiz fıtratını, Hz. Âdem’in Kur’an’da affedildiği belirtilen şahsî ve küçük hatasını tüm insanlara bulaştıran ve Hz. İsa’nın ülûhiyetine ve vaftiz törenine mesnet yapılan bâtıl anlayış. İlk günah da denilen aslî günah anlayışına göre, ilk günah, Hz. Âdem’in suçuyla başlamış ve bütün soyuna bulaşmıştır. Her doğan insan, babası Âdem’in günahının mirasından dolayı günahkâr olarak doğar. Tanrı, kendi niteliğine sahip olan oğlu İsa’yı insanları bu suçtan, yani aslî günahtan kurtarmak için yeryüzüne göndermiştir. Kıyamet gününde de insanları diriltmek ve ilâhî bağışa kavuşturmak için yeryüzüne yeniden inecektir, ruh da bu yüzden ölümsüzdür. Yine insanın aslî günahından arınması için insanın kutsal kabul edilen suyla yıkanma zorunluğu vardır ki buna vaftiz denilir.
Ateş Gecesi Yortusu: Zerdüştlük (Mazdeizm), Aztek, Eski Mısır, İran, Yunan ve Roma’da ve eski Yunan mitolojisinde ateşin kutsal sayılması söz konusudur. Ateşe tapan toplulukların kalıntı ve etkisiyle hıristiyanlığa geçmiş olan, ermiş Yahya için her yıl kutlanan yortu. Bu hıristiyan yortusunda, büyük meydanlarda ateşler yakılır ve üstünden atlanarak ilâhiler okunur. Bilindiği gibi yortu, hıristiyan bayramı demektir.
Ayasofya: Yapılışı ve kullanılışı birçok hurâfelere sebep olan İstanbul’da Sultan Ahmet meydanındaki meşhur bina. Şimdi müze olarak kullanılan, Fâtih zamanından Atatürk zamanına kadar câmi olarak hizmet veren ve yapılışından İstanbul’un fethine kadar kilise olan yapı. İlk olarak Doğu Roma imparatoru Constantinus II tarafından 360 yılında yapılan, 415 yılında yenilenen, iki kez halk ayaklanmasında yıkılınca, 537’de bu güne ulaşan yapı inşa edildi. 921 yıl kilise, 482 yıl da câmi olarak kullanılan bu yapı, Atatürk’ün isteği ile 1935’te müzeye çevrildi. Hıristiyanlara göre, yapımında ruhî güçlerin ve meleklerin rolü olduğuna inanılır. Örneğin, kilisenin plânı imparatora bir melek tarafından verilmiş, diğer bir rivâyette kutsal ekmeği kapıp kaçıran bir arının peteğinde plân görülmüş ve bu bir ilâhî işaret sayılarak kilise yaptırılmış. Ortadaki büyük kapısıyla kıble yönündeki kapısının Nuh’un gemisinin tahtalarından yapıldığına hıristiyanlarca inanılır. Kilisenin içinde, hastalıkları iyi eden ya da gelecekten haber veren birçok yerlerin bulunduğuna inanılır. Meselâ, altın topun altında dua edenin bütün istekleri yerine gelirmiş, kuyusundan su içen kalp hastalıklarından kurtulurmuş, dolaplarından birinin kapağındaki delikten para atılınca içeriden ses gelirse parayı atan her türlü mutluluğa kavuşurmuş. Ayasofya’yla ilgili bunlara benzer daha pek çok hıristiyan inancı vardır.
Âyin: Dinî merâsim, ibâdet. Âyin, Farsça bir kelime olup, aslında âdet, gelenek, usûl ve kanun demektir. Dilimizde hıristiyanların dinî tören ve ibâdetlerine denilir. Âyini-i rûhânî: Hıristiyanlarda dinî tören demektir.
- 334 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Aziz (sint, saint): Kutsallığına inanılan kişi, ermiş insan. Hıristiyanlık tarihinde azizlik kurumu çok büyük bir önem taşır. Aziz, önce halkın inancıyla azizleşir, sonra kilise tarafından resmen aziz olarak tanınır ve açıklanır. Hıristiyanlıkta otuz beş bin aziz bulunduğu tespit edilmiştir. Meşhur hıristiyan araştırmacılarından Camille Jullian şöyle der: “Ancak azizlerin mezarlarına sahip olduktan sonradır ki, hıristiyanlık halk yığınlarınca kabul edilmiş ve tutulan bir inanç haline gelmiştir.” Hatta ilk hıristiyanlar, Kelt kasabalarında kendi inançlarını yayabilmek için onların kutsal saydıkları mezarların üstüne birer haç dikip benimsemek zorunda kalmışlardır.
Barnaba: Asıl adı Yusuf olan Barnaba, Hz. İsa’nın havârilerinden yani öğrencilerindendir. Bütün hayatını hıristiyanlığı yayma uğrunda geçirmiştir. Kilise tarafından apokrif/sahte sayılan İnciller içinde en önemli olanlardan biri Barnaba(s) İncilidir. Tarkçe’ye de çevrilen bu İncil, Hz. İsa’nın tanrılığını reddeder, çarmıha gerildiğini kabul etmez, Hz. İsa’nın bir peygamber olduğunu açıkça zikreder. Bu İncil’in teslisi reddedip ısrarla tevhidi vurgulaması, hıristiyanlarca yasak İncil sayılmasının temel sebebidir. Barnaba, Markos’un hocası, Pavlus’un önderi bir kişi olduğu halde, kilise, ona nisbet edilen İncil’i reddetmektedir.
Bible: (Baybıl okunur) Yunanca kitaplar anlamındaki biblia kelimesinden gelir. Tevrat, İnciller ve diğer kutsal kitaplardan meydana gelen Kitab-ı Mukaddese denilir.
Cizvitlik: Tutucu ve sofu hıristiyan tarikatı. 16. y.y.da Fransa’da kurulmuştur. İsa derneği adıyla da anılır. Hz. İsa’nın saf düşüncesine dönüş anlayışı içinde yoksulluk, bekâret ve itaat ilkelerinden yola çıkmıştır. Özellikle dinden saptıklarını iddia ettikleriyle savaşları ve siyasal etkileriyle öne çıkar. Avrupanın hemen bütün soylularının, kralların ve prenslerin din ve törelerinin öğretmenleri cizvitlerdi. Cizvitler, aşırı disiplin ve bir üste körü körüne itaat ve bağlılıklarıyla meşhurdur. Fransa’da 1789’dan sonra yeniden ve gizlice örgütlenmeye çalışmışlardır. İtikat konusunda farklı bir teslis anlayışı savunurlar. Hıristiyanlığın çoğu mezheplerindeki teslis anlayışı; baba, oğul ve ruhu’l kudüsten meydana gelen üçlü tanrı anlayışıdır. Cizvit teslisinde ise; İsa, Meryem ve İsa’nın babası(!) Yusuf’tan oluşan üçlü tanrı inancı vardır.
Communion âyini: (Komünyo vermek-almak) Hz. İsa’nın eti ve kanı. Ekmek ve şarapla yapılan âyin. Ekmek ve şarap, hıristiyanlara göre Hz. İsa’nın etini ve kanını simgeler. Her katoliğin yedi yaşına kadar communio alması zorunludur. Uygulama olarak, yapılan bir âyinde ‘hestia’ adı verilen bir parça mayasız ekmek, kutsal kabul edilen şaraba batırılarak verilir; buna communio vermek; bu törene de communio âyini denilir. Komünyo alan, tanrının bağışını kazanmış sayılır. Hz. İsa, kendisinin öleceğini haber verdiğine inanılan, son akşam yemeğine, Latince akşam yemeği anlamına gelen ‘cena’ denilir. Gerçekte bu yemek, bir yahudi geleneğiydi ve her yıl Mısır’dan ayrıldıklarında yenen son yemeğin hâtırasını anmak için kutlanıyordu. Hz. İsa’nın da bu geleneğe uyarak, son gece, havârileriyle birlikte bu kutlama yemeğini yediğine ve bu yemekte, kendisinin öleceğini haber vererek ‘eukharistia’ adı verilen dinî âyin emrettiğine inanılır. İncillerdeki ifadeye göre, Hz. İsa, havârilerine dağıttığı ekmeğe, “bu benim vücudumdur” ve dağıttığı şaraba, “bu benim kanımdır” demiştir. Hıristiyanlar, her yıl, ‘kutsal perşembe’ adını verdikleri ‘cena’yı kutlarlar.
HEVÂ
- 335 -
Ehl-i kitap: İslâm’a göre Kitap ehli, inandıkları peygamberlerin Allah’tan Kitap getirdiğini kabul edenler. Hıristiyan ve yahûdilerin ehl-i kitap(tan) olduklarında ihtilâf yoktur.
Ekanim-i selâse: Arapça olan bu deyim, üç uknum, üç esas anlamına gelir. Teslis de denilen bu Üç Esas, Tanrıyı hem üç, hem bir sayan üçleme anlayışıdır. Tahrif edilmiş Pavlus hıristiyanlığının temel ilkesi olan bu inanç, tanrı kavramını baba, oğul ve kutsal ruh olarak bir üçlükte teklik anlayışı olarak kabul ederler. Bu anlayışa Fransızca trinite, Arapça teslis adı verilir. Üçleme anlamına gelen bu deyim, hıristiyanlığın temel inancı olan baba, oğul ve ruhu’l kudüsten meydana gelir. Bu anlayışa göre, İslâm’a ve Hz. İsa’nın tebliğ ettiğine ve hatta bugünkü Kitab-ı Mukaddes’in nice ifadesine göre tek olan Allah’la birlikte, tahrif edilen hıristiyanlıkta kutsal ruh ve oğul diye anılan Hz. İsa’nın da tanrı olduğu ileri sürülür.
Emmanuel: Hıristiyanların kabullerine göre Hz. İsa’nın adlarından biri. Peygamber İşaya, Eski Ahid’de “Tanrı bizimledir” anlamına gelen bu kelimeyi, geleceğin Mesih’i için kullanmış. Matta İncilinde bunun İsa olduğu yazılıdır.
Engizisyon: Eskiden hıristiyan dünyasında farklı inanç taşıyanları cezalandırmak maksadıyla kurulan mahkeme. Ateşte yananın suçlu olduğu inancına dayanan yargılama tarzına engizisyon denilir. Ortaçağda din konusunda sapık kabul edilenlerin cezalandırılması amacı ve bahanesiyle, kurulu düzeni korumak için kurulan bu yargılama yöntemi, aklın kabul edemeyeceği inancın gereği olarak ortaya çıkmıştır. Bu inanca göre, suçsuz olan, ateşte yanmayacaktır. Bir sanığın suçlu olup olmadığını anlamak için böyle bir uygulama yöntemi kullanılmıştır. Özellikle İspanyol engizisyonunun gerçekleştirdiği bu akıl ve insanlık dışı yöntemler, 18. y.y.a kadar olanca vahşetiyle sürmüştür.
Evlilik: Romalıların Diana adını verdikleri Yunan tanrıçası Artemis, evlilik düşmanıydı. Peşinde gezdirdiği perilerden biri evlenecek olursa, yasalara karşı geldiğinden ötürü onu şiddetle cezalandırırdı. Katolik hıristiyanlarda görülen din adamlarının evlenmemeleri gerektiği inancı, Artemis tapımından kalma bir gelenek sayılmaktadır. Hıristiyan Alman düşünürü Schopenhauer, bir kadınla bir erkeğin birleşmesinin çok iğrenç bir şey olduğunu, İsa’nın böylesine iğrenç bir ilişkinin ürünü olmamak için babasız doğmuş bulunduğunu ileri sürer.
Gregoryen: Papa Gregorius VII’nin kilise reformuna uyanlar. 11. y.y.da gerçekleştirilmeye çalışılan bu reform, teokratik bir düzen kurma amacına dayanır. Bu düzen, imparatorların papalarca tahtlarından indirilebilmesini, dinde ticaretin ve özellikle kutsal eşya alım satımının yasaklanmasını, din adamlarının evlenmemelerini, kiliseyi her türlü laik bağlardan kurtarmayı, imparator ve soyluların kilise işlerine karışmamalarını öneriyordu.
Günah çıkarma: Günah çıkarmaya “absolüsyon” denilir. Absolüsyan, günah çıkarma ve affetme demektir. Hıristiyanlıkta günahlarını papazlara açıklayıp itiraf edenlerin papaz tarafından günahlarının bağışlanabileceğine inanılır. Günahları papazlar tarafından affedilenler, böylelikle günahlardan arınmış olurlar. Bu affetme, papazlar tarafından tanrı adına yapılmaktadır.
Haç: Hıristiyanların Hz. İsa’nın çarmıha gerilmiş halini temsil ettiğine inandıkları, birbirini dik olarak kesen iki doğrudan meydana gelen t harfi
- 336 -
KUR’AN KAVRAMLARI
görünümündeki şekil; salîb ve istavroz da denilir. Haç, hıristiyanlığın simgesi kabul edilir. Haç çıkarmak: Elleriyle haç işareti yapmak, istavroz çıkarmak. Hıristiyanlıktan önce çoktanrıcı bazı dinlerde de mutluluk simgesi kabul edilen haç, hıristiyanlıkta ilkin din uğruna ölenlerin mezarlarına konulurdu. Daha sonra bütün hıristiyanların mezarlarına konulmaya başlandı. Boyunlarda kolye olarak da takılır. Duâ sırasında da belli yerlerde haç işareti yapılır: Sağ elin parmaklarıyla göğse haç biçimi çizilerek bir çeşit kutsama yapılır. El önce alna, sonra göğse, sonra sol omza ve en sonunda da sağ omza dokundurulur. Bu işaret, aynı zamanda baba-oğul-kutsal ruh teslisini/üçlemesini de simgeler. Yunan kilisesinde el önce sağ omza, sonra sol omza götürülür. Protestanlıktaysa haç çıkarılmaz. Ortodokslar her yıl 6 Ocak günü haçı suya atma töreni yaparlar. Bu tören, onlara göre İsa’nın Yahya peygamber tarafından Ürdün nehrindeki vaftizini simgeler. Bu dinî törende, üstünde İsa’nın resmi bulunan bir haç deniz, nehir, göl gibi herhangi bir suya atılır; hıristiyanlar suya atlayarak haçı bulup çıkarırlar. Haçı bulup çıkaran hıristiyan kutsanır.
Haçlı seferleri: Haçlı, haçı olan demektir. Bu anlamdan çıkarılarak müslümanlara karşı savaşa katılan hıristiyanlara “ehl-i salîb”, yani “haçlı” denilmiştir. Haçlılar: Haçlı seferlerine katılanlar anlamında kullanılır. Haçlı seferleri: Haçlıların (hıristiyanların) mukaddes kabul ettikleri yerleri (Kudüs ve civarını) müslümanlardan almak için yaptıkları savaşlara denilir. Toplam sekiz askerî-dinî sefer düzenlenmiştir. Hıristiyanlarca kutsal savaş kabul edilen bu seferler, papaların teşvik edip cenneti garanti etmesi ve doğunun zenginliklerinden pay alma tutkusunun birleşmesi ile ortaya çıktı. Giysilerinin üstüne, yeminlerinin bir simgesi olarak kumaştan bir haç dikip “haçı alanlar”, Kudüs’e hac yolculuğu yapmaya söz vermiş sayılıyorlardı. İlk haçlı seferi 1097’de, sekizinci haçlı seferi de 1270 yılında yine başarısızlıkla sonuçlanmış ve haçlı seferlerinin silâhlı kısmı sona ermiştir. Günümüzde, haçlı seferleri daha çok siyasi, iktisadi alanda ve en çok da kültürel yollarla yapılmakta, önemi Kudüs’den daha az olmayan müslüman beyin ve kalplere saldırılmaktadır. Televizyon, kitap, gazete vb. araçlarla evlerin işgal edilmesi için yapılan günümüzün haçlı seferleri, çoluk çocuk demeden hedeflere saldırıp ele geçirmektedir. Çağdaş Selâhaddin Eyyûbîler çıkıncaya kadar da bu seferlerin sonunun gelmeyeceği gözükmektedir.
Haham: Yahûdi din adamı. İbrânice bilgin, bilge anlamındadır. Bu yahûdi din adamlarının başlarına da hahambaşı denir.
Haramlar: Hıristiyanlıkta haram/yasak olan şeyler, Pavlus’un tenzilâtlarıyla 4 tanedir. Bunlar, putlara kurban edilen şeyler, boğulmuş hayvan, kan ve zinadan ibarettir. 1455
Havârî: Havâri kelimesi Kur’an’da geçer. İncillerde, bunun yerine daha çok şâkirt (öğrenci) kelimesi kullanılır. Havârî, yardımcı demektir. Arapçaya Habeşçeden geçmiş olup aslı “havâryâ”dır; “yardımcı” anlamına gelmektedir. Hz. İsa’nın tebliğ ettiği dine ve onun peygamberliğine iman eden, müslümanlardan olan1456 ve Hz. İsa’nın tebliğ ettiği fikirleri yaymayı üstüne alan on iki kişiden her birine havâri denir. Âl-i İmrân sûresi, 52. âyetinde Hz. İsa’ya ve onun dinine yardımcı olmayı taahhüd edenlere bu adın verildiğini görmekteyiz. Hz. Muhammed’e
1455] (Bk. Rasüllerin İşleri, 15/28-29)
1456] (3/Âl-i İmrân, 52)
HEVÂ
- 337 -
(s.a.s.) ilk inanan insanlar olan “sahâbe”nin benzerleridir.
Havâriler, toplam 12 kişidirler. Bunlardan biri ihânet ederek kâfirlere Hz. İsa’yı ihbar etmiştir. İsimleri şunlardır: Simun (Petrus), Andreas, Yâkub (Zebedi’nin oğlu -büyük-), Yuhanna (Boanerces), Filipus, Bartolomaeus, Matta, Tomas, Yâkup (Alfeus’un oğlu -küçük-), Gayyur Simun, Yahuda (Taddeus), Yahuda İskaryot.1457 Bunlardan Petrus, havârilerin en büyükleri ve lideri, Yahuda İskaryot da Hz. İsa’ya ihanet eden ve onu ihbar edip yakalatmaya çalışan kişidir. Hıristiyan rivâyetlerine göre otuz gümüş dinar karşılığında İsa’yı yakalattıran İskaryot, sonradan vicdan acısı çektiği ve kendisini astığı söylenir. İslâm âlimlerine göre, Hz. İsa’yı ihbar eden Yahuda, Hz. İsa görünümüne dönüşmüş ve Hz. İsa yerine o çarmıha gerilmiş, Hz. İsa da göğe yükseltilmiştir.
İkon: Kiliselerde bulunan dinî tasvir, yani resim ve heykeller. Özellikle ortodoks kiliselerinde bulunur. Hıristiyanlar, ikon(a)lara tapmadıklarını, sadece onlara saygı duyduklarını söylerler.
İncil(ler): Kur’ân-ı Kerim, Hz. İsa’ya vahyedilen İncil’den bahseder. Bu İncil, bir tek İncil’dir. Bugünkü İnciller de, Hz. İsa’ya vahyedilen/vaz’edilen İncil’den birçok yerde bahseder. Buna rağmen elde mevcut hiçbir İncil için, hıristiyanlar tarafından bile “bu İsa’nın İncilidir” denilemez ve ona atfedilmez; “Matta’ya Göre İncil, Markos’a göre İncil...” denilir. Kilise tarafından birbirinden hayli farklı ve birbiriyle nice çelişkileri olan dört farklı İncil yasal İncil sayılmıştır. Arapça “Enâcil-i erbaa” denen bu dört İncil, Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleridir. Asıl yazıldıkları nüshaları elde bulunmayan bu dört İncil’in tümü, Hz. İsa’dan çok sonra yazılmıştır. En eski nüsha olarak yazıldıkları İbrânice ve Latinceden Yunancaya ve çok zaman sonraki tercümeleri vardır. Bu dört İncil, kendisi de o zamanlar hıristiyanlığı kabul etmemiş olan putperest imparator Konstantin tarafından 325 yılında topladığı İznik konsilinde yüzlerce İncil yazması arasından 2048 kişilik üyenin sadece 318’inin kararı ve imparatorun tercih ve yönlendirmesiyle seçilmiş, özellikle tevhid içerikli İnciller başta olmak üzere diğer tüm İnciller sahte kabul edilerek yakılmış ve yaktırılmıştır.
Kardinal: Yüksek rütbeli katolik râhibi.
Karnaval: Kötü ruhları kaçırmak için korkunç maskeler takma töreni. Hıristiyanların büyük perhizinden önce yapıldığı için, İtalyanca et kaldırmak anlamına gelen carnelevare kelimesinden türetilmiştir. Kaynağı hıristiyanlıktan çok öncedir. Güneş ışınlarının bir süre gökte hapsedildikten sonra yeniden özgür bırakıldıkları inancıyla ilgilidir. Karnavalda kullanılan hayvan maskeleri, aynı zamanda, hayvanlara tapanlardan hıristiyanlığa geçmiş bir putperest geleneğidir.
Katedral: Bir şehrin büyük kilisesi, piskoposluk kilisesi.
Katolik: Roma kilisesi, katolik mezhebinden olan hıristiyan demektir. Katoliklik, Roma kilisesine bağlı hıristiyan mezhebine denilir.
Keşiş: Dünyayla ilişkisini kesip manastırda yaşayan hıristiyan din adamı. Keşişler evlenmezler, dünyadan el etek çekip bir inziva hayatı sürdürdüklerinden ötürü münzevîdirler. İlk keşişler, Mısır’da azizliğe/ermişliğe ulaşmak için çöle çekilir, bir çeşit çileci hayatı sürerlerdi. Manastırlar, bu bireysel çile çekmeyi bir
1457] (Matta, 10/2-4)
- 338 -
KUR’AN KAVRAMLARI
disipline sokmak amacıyla kurulmuştur. Hıristiyanlıkta çilecilik, Hz. Âdem’in suçundan ötürü soyaçekim yoluyla aşağılanmış insanın kendini cezalandırmasını dile getirir.
Kilise: Yunanca topluluk anlamına gelen ekklesia deyiminden türetilmiştir. Hıristiyan mâbedi/ibâdethanesine, hıristiyanların ibâdet ettiği binaya kilise denilir. Ayrıca, hıristiyan mezhebi için kullanılır: Katolik kilisesi, ortodoks kilisesi şeklinde. Kilise, ilkin hıristiyan toplulukları anlamında kullanılmıştı. İlk hıristiyanların bugünkü anlamda kilise binaları yoktu. İlk dönem hıristiyanlığında kilise yapısı olmadığı gibi, din adamları statüsü ve ruhban sınıfı da yoktu. İkinci y.y.’dan sonra kiliseler görülmeye başlamıştır. İlk kiliselerin din adamları, kilisenin bakımı ve temizliğiyle görevli kilise hizmetçileriydi. sonradan büyük statü kazanan din adamlarına, piskopos denilmeye başlandı ve bunlar kilisenin başına geçtiler. Birçok kilisenin piskoposları birleşince evrensel kilise kurulmuş oldu ve bunun başına geçen piskopos papa adını aldı. Katolik kavramı da evrensel kilise anlamındadır.
Kitab-ı Mukaddes: Ahd-i Atîk ve Ahd-i Cedîd’den meydana gelen kitapların bütününe denir. Kitab-ı Mukaddes, tahrif edilmiş şekilleriyle Tevrat, Zebur ve İnciller yanında, bazı peygamberlere atfedilen kitaplar, Pavlus’un 15 ayrı mektup ve kitabından oluşmuş kitaplar kolleksiyonudur.
Konsil: Hıristiyan ruhanîler ve râhipler meclisi. Özellikle katolik kilisesi dogmaları ve kilise disiplinini düzenleyen kurallar 2. y.y.’dan itibaren toplanmaya başlanan bu konsillerce tespit edilmiştir. 1869 yılına kadar değişik aralıklarla toplanan konsillerin sayısı yirmidir. Hıristiyanların temel inançları bu konsillerde kararlaştırılmıştır. 325 yılında toplanan İznik konsili, Pavlus’un görüşünün temeli olan İsa’nın tanrılığını kabul etti. Bu görüşe muhâlif olan İncilleri ve başka kitapları nerede olursa olsun toplatıp yakmayı kararlaştırdı. Bu kararın alınmasında henüz hıristiyanlığı kabul etmemiş olan putperest kral Konstantin’in büyük etkisi oldu; bu kararla hıristiyanlığı putperestliğe yaklaştırmış oldu. Yine, bu konsilde alınan kararların aksini savunanları konsil, lânetlemekte ve aforoz etmektedir. 2048 Din adamının katıldığı bu konsilde bu kararı alan din adamlarının sayısı sadece 318 idi. 1720 farklı görüşün iddiaları geçersiz kabul edildi. Daha sonra İnciller de konsil tarafından değerlendirildi; Önemli bir kısmı teslisi değil de tevhidi savunan yüzlerce İncil’in içinden 4 İncil (Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri) resmen kabul edilen İnciller oldu. Bunun dışındaki kitaplar için, nerede olursa olsun toplattırılıp yatırıldı.
Kral salonu: Yahova şahitlerinin kilise yerine oluşturdukları toplantı ve ibâdet salonu.
Kutsal Perşembe: Hıristiyanlar, 13 nisan Perşembe gününü kutsal Perşembe olarak nitelerler. Çünkü Hz. İsa, son akşam yemeğini o gün yemiştir. Ayrıca, her yıl nisan ayının 14. günü akşamı toplanıp topluca yemek yemek, eski bir İbrânî geleneğidir.
Kutsal kabir: Kudüs’te bulunan Hz. İsa’ya ait olduğuna inanılan mezar. Hıristiyanlarca, Yusuf tarafından gömülen ve sonradan ermiş Helena tarafından bulunan bu mezar kutsaldır. Kur’an’a göre, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmediği ve
HEVÂ
- 339 -
öldürülmediği1458 için bu mezar kesinlikle Hz. İsa’ya ait olamaz.
Kutsal Cumartesi: Katolik hıristiyanlar, paskalya arefesinde kutsal haftanın son günü olan Cumartesiyi kutsal Cumartesi sayarlar.
Luka: Hıristiyanlarca kabul edilen 4 İncil’den biri ve bu İncil’i yazan kişi. Hıristiyan kaynaklarına göre de havâri olmayan Luka’nın asıl mesleği hekimlikti. Yunan asıllı veya Pavlus’a yardımcı olan yahudi asıllı Antakya’lı bir doktor olduğu rivâyetleri vardır. Aynı zamanda Yeni Ahid’deki kitaplardan biri olan Rasüllerin İşleri kitabının yazarı olarak da bilinmektedir. Luka İncili’nin aslı, büyük bir ihtimalle İbrânice veya bazılarına göre Latincedir. Eldeki en eski nüsha ise Yunanca tercümesidir. Bazı hıristiyanlar aslının da Yunanca yazıldığını söylemektedir. Luka’nın bu İncili Yunanlılar için yazdığı anlaşılmaktadır. Luka İncilinde tarih yanlışlıkları ve maddî hatalar oldukça fazladır.
Manastır: Râhip veya râhibelerin, dünyadan el etek çekip ruhban hayatı içinde birlikte yaşadıkları, ekseriya yerleşme merkezlerinden uzak bina.
Markos: Yasal dört İncil’den biri ve bu İncil’in yazarı. Hıristiyan kaynaklarına göre de Markos havâri değildir. Yeni Ahid’de ikinci sırada yer alan bu İncil’in yazarının asıl adı Yuhanna’dır; Markos onun lakabıdır.
Matta: Yasal dört İncil’den biri ve bu İncil’in yazarı. Hıristiyan kaynaklara göre Filistin’li bir yahudi ailenin oğlu olan Matta’nın ikinci adı Levi’dir. Kendisi gümrük memuru olarak görev yaparken Hz. İsa ile tanışarak ona tâbi olmuştur. Yani hıristiyan kaynaklarına göre Havâri sayılır. Fakat bazı araştırmacılar, halen elde mevcut olan Matta İncilinin yazarının Havâri Matta olmadığını, bu İncili aslında ismi meçhul Filistinli bir yahudinin yazdığını ileri sürmekte ve deliller ileri sürmektedirler. Gerçekten bu İncil, yahudi hukukuna çok saygılıdır. Ayrıca, bu İncilin yazarı, İncilini yazarken Havâri olmayan Markos’tan geniş çapta istifade etmiştir. Havâri birinin havâri olmayandan büyük çapta istifade etmesi pek gerçekçi değildir. Matta İncili’nin İbrânice asıl nüshası ortadan kaybolmuş, elde en eski nüsha olarak Yunanca tercümesi vardır, ancak bunu kimin tercüme ettiği belli değildir. Bu tercümenin doğruluğunu anlayabilmek için asıl nüsha ile karşılaştırılması gerekir ama ne ortada asıl nüsha vardır, ne de tercümeyi yapanın ismi.
Mesih: Üzerine kutsal sayılan yağ sürülmüş demek olan Mesih, Hz. İsa’nın lakabıdır. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. İsa için, onun ismi yerine de kullanılmıştır.
Misyoner: Misyon, bir şahıs veya heyete verilen özel görev demektir. Misyoner: Kendini bir fikrin yayılmasına adayan kimse demektir. Misyoner kelimesi daha çok hıristiyanlar için, hıristiyanlığı yaymayı görev edinmiş kimse demektir. Misyonerlik, hıristiyanlığı yayma yönündeki sistemli bir faaliyet ve teşkilattır. Misyonerlerin yaptığı işe de misyonerlik denilir.
Nasârâ: Nasrânî kelimesinin çoğuludur. Nasrânî, hıristiyan; nasârâ da, hıristiyanlar demektir. Hıristiyanlık için de “nasrâniyye” kelimesi kullanılır.
Nasrânî: Nasrâni ve Nasârâ kelimesinin anlamı ve hıristiyanlar için kullanılması konusunda iki değerlendirme yapılır: 1- Kelime, Nâsıra veya Nasran adlı
1458] 4/Nisâ, 157
- 340 -
KUR’AN KAVRAMLARI
köyden olanlar anlamındadır ki, Hz. İsa ve havârileri bu köye nispet edilirler. 2- Yardım ve destek anlamındaki nusret veya nasr kökünden yardım edenler, yardımcılar anlamındaki ensâr kelimesine nispet edilmiştir. Âl-i İmrân sûresi 52. âyetinde Hz. İsa’nın yardım talebine havârilerin olumlu cevap vermeleri sebebiyle havâriler için ensâr kelimesi kullanılır. Bu deyimden yola çıkılarak havârilere ve tüm hıristiyanlara “yardım edenler” anlamında nasârâ denmiştir.
Noel, Noel Baba: Noel, hıristiyanların Hz. İsa’nın doğduğu geceyi kutlamak için yaptıkları bayramdır. Noel ağacı: Hıristiyanların noel için kesip süsledikleri çam. Noel Baba: Hıristiyanların noel gecesi hediye getirdiğine inandıkları, inanmasalar da çocuklarını kandırdıkları mitolojik ve hayâlî kişidir. Hıristiyanlarca Hz. İsa’nın, Aralık ayının 25’inde doğduğu kabul edilir ve her yıl bu günde noel kutlanır. Eskiden Ocak ayının 6. günü kutlanırdı. Hz. İsa’nın hangi yıl doğduğu da hayli tartışmalıdır. Örneğin, Matta İncili’ne göre, bugün İsa’nın doğum yılı olarak kabul edilen yıldan, yani milattan en az dört yıl önce, Luka İncili’ne göre, milat diye kabul edilen yıldan 6 yıl sonra doğmuştur.
Ermeni mitolojisinde yeni yıl tanrısının adı Amanor’dur. Paganlık/putperestlik zamanlarında avlanan hayvanlar, Amanor’un onuruna çam ağaçlarına asılırdı. Noel günü çam ağacına çeşitli şeyler asılarak yapılan tören, hıristiyanlığa bu pagan geleneğinden geçmiştir. Ayrıca, ağaçlara tapmanın yaygın olduğu bölgelerde çam ağacına da tapılmıştır. Antik çağın ünlü Yunan ve Roma mitolojileri, ağaç tanrılarla doludur. Ağaçlar, Yunanlılarla Romalılarda tanrıların barınakları sayılıyor ve ağaçların bir ruhu olduğuna inanılıyordu.
Ortodoks: Hıristiyanlığın üç büyük mezhebinden biri. Öteki iki mezhep katoliklik ve protestanlıktır. 1054 yılında Roma’dan ayrılan ve onu tanımayan Bizans’la ona bağlı olan doğu kiliseleri ortodoksturlar. Bu anlayış, 9. y.y.’dan sonra Slavlar arasında yayılmıştır. Ruslar, Bulgarlar, Sırplar bu mezheptendirler. Ortodoksluk inancına göre yeryüzünde bulunan her kilise bağımsızdır. Ortodoks baş patriği sadece bu bağımsız kiliseler birliğinin başkanıdır. Bu mezhebin kuramsal inançlarının başında baba’nın yaratılmadığı, oğul’un yaratıldığı ve baba-oğul-ruhu’l-kudüs üçlemesindeki öz birliği gelir. İsa’nın ilâhî/tanrısal ve insanî nitelikleri birbirinden ayrılamaz. Ruhu’l Kudüs’ün, sadece Babadan doğduğuna inanan Katoliklerin tersine; hem baba ve hem oğuldan doğduğunu kabul eden mezheptir. Kiliselere ikonalar, yani kutsal resim ve heykeller konulmasını savunurlar ve kiliselerini bunlarla doldururlar.
Papa: Katolik kilisesinin en büyük ruhanî reisi, Roma piskoposu. Papalık: Papa yönetimi, papanın başında bulunduğu devlet, İtalya topraklarında bulunmasına rağmen, ayrı devlet kabul edilen dünyanın en küçük devleti Vatikan, papa tarafından yönetilen teokratik bir papalıktır.
Papaz: Hıristiyan ruhanî reisi, din adamı, râhip, keşiş.
Paskalya: Hıristiyanların Hz. İsa’nın dirildiğine inandıkları gün yaptıkları bayram. Her yıl Mart ayının 14. gününü izleyen Pazar günü, hıristiyanlara göre Hz. İsa’nın dirildiği gündür. Bugün, İsa’nın yeniden yaşama geçtiğine inanılır ve büyük bayram yapılır. İlkbahara doğru kutlanan bu bayram, her yıl sonbaharda ölüp ilkbaharda dirilen Sümerlerin Temmuz, Eski Anadolunun Attis ve Agdistis, Yunanlıların Adonis inançlarından gelmedir. Bu bayram da hıristiyanlığın
HEVÂ
- 341 -
putperestlere verdiği tâvizlerden biridir. Yahûdi geleneğiyle de irtibat kurulabilir. Şöyle ki, Yahûdiler de her yıl, aynı adla, dinsel gök ayının -ki bu, dinî takvimlerinin birinci ayıdır- 14. gününde Mısır’dan çıkışlarını kutlamak için bayram yaparlar. Hıristiyanlar, paskalyayı baş bayram saymışlar ve bir çeşit bayramlar takviminin temeli olarak tespit etmişlerdir. Katolik takviminde bayram günleri her yıl aynı güne düşmediğinden bütün katolik bayramları paskalyaya göre hesaplanır. Paskalya çöreği: Paskalya günü yapılan bir cins tatlı çörek. Paskalya yumurtası: Paskalya günü hıristiyanların kırmızıya boyadıkları haşlanmış yumurta.
Patrik: Ortodoks kiliselerinin başkanlarına patrik denir. Bazı doğu kiliselerinde ve ortodokslarda en büyük ruhanî reis demektir. Patriğin kaldığı yere, makamına patrikhane denir.
Pavlus (Paulus, Paul, Saint Paul -Sen Pol-): Milâdî 5-67 yıllarında yaşayan yahudi asıllı, hıristiyanlığı aslî ve tevhid çizgisinden çıkarıp, teslis gibi temel dogmaları oluşturmuş, kiliseler kurmuş ve hıristiyanlığı teşkilâtlandırmış kişidir. Bugünkü muharref hıristiyanlık onun ürünüdür. Pavlus, Hz. Musa’nın yasa ve yasaklarını yürürlükten kaldırmış ve yeni bir anlayış geliştirmiştir. Mektupları, Kitab-ı Mukaddes’ten sayılmış, İnciller seviyesinde görülmüştür. Tevhid yerine teslisi, Hz. İsa’nın peygamber değil; tanrının oğlu ve tanrı olduğunu hıristiyanlara kabul ettirmiştir. İlk günah, aslî günah anlayışını da o icat etmiştir. Buna göre, ilk günah, Hz. Âdem’in suçuyla başlamış ve bütün soyuna bulaşmıştır. Her doğan insan, babası Âdem’in günahının mirasından dolayı günahkâr olarak doğar. Tanrı, kendi niteliğine sahip olan oğlu İsa’yı insanları bu suçtan, yani aslî günahtan kurtarmak için yeryüzüne göndermiştir. Kıyamet gününde de insanları diriltmek ve ilâhî bağışa kavuşturmak için yeryüzüne yeniden inecektir, ruh da bu yüzden ölümsüzdür. Bu Pavlos dogmalarının hiçbiri yahudilikte de, Hz. Musa şeriatında da yoktur (Tabii ki, Hz. İsa’nın tebliğ ettiği dinde de bulunmamaktadır). Bu açıdan, Pavlus’un öğretileri, hıristiyan dogmalarıyla birlikte yahudi şeriatının da yürürlükte bulunduğunu savunan Petrusculuk’a karşı, yepyeni bir hıristiyanlık anlayışıdır. Bugünkü hıristiyanlık, hemen tümüyle Pavlus’un temel itikad ve hükümlerini belirlediği, Pavlus’un merkezde olduğu bir dindir.
Paulcanien’ler: Paul de Samosate taraftarları, şimdi bağlıları kalmayan muvahhid hıristiyan gruplarından biri.
Petrus: Hz. İsa’nın baş havârisidir. Matta İncilinde yazıldığına göre Hz. İsa, ona, Petrus’ un kelime anlamı olan ‘taş’ anlamında: “Sen Petrus’sun, ben kilisemi senin üstüne kuracağım”1459 demiştir. Bununla beraber Hz. İsa’nın tutuklanması sırasında peygamberini terkettiği ve onu inkâr ettiği de bilinir. Ne var ki daha sonra hıristiyanlığı yaymaya çalışmış, dine ilk katılan çoktanrıcılar onun tarafından vaftiz edilmiştir. Pavlus’la karşılaşmış ve onunla anlaşamamıştır. Bu anlaşmazlık, Pavlus’un Galatyalılara Mektubunda açıklanır.
Piskopos: Yunanca bir kelime olup, kelime anlamı gözeten demektir. Başpapaz, bir piskoposluk bölgesinde başpiskopostan sonra gelen papaz, metropolit anlamında kullanılır. Dinsel bir bölge olan piskoposluğu yöneten en üst rütbedeki papaza piskopos denir. Katolik kilisesinin başkanı olan papa, bir piskoposlar piskoposudur.
1459] Matta, 16/18
- 342 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Protestanlık: Katoliklikten ayrılma reformcu hıristiyan mezheplerine verilen ad. Protestan: Reformist hıristiyan mezhebinden olan, reform taraftarı. 16. y.y. da Roma kilisesini protesto eden Alman papaz Martin Luther’in reformuyla oluşan bir mezheptir. Protestan kiliseleri bağımsız ve ulusaldır; katolik kiliseleri gibi bir papa otoritesine bağlı ve uluslararası nitelikli değildir. Protestanlara göre ilâhî bağış karşılıksızdır ve o yüzden günah çıkarmak mecburi değildir. En üst hakem ve yetkili olarak Kitab-ı Mukaddes kabul edilmeli ve bir hıristiyan, sorularının karşılığını papadan değil; ondan öğrenmelidir. Papazlar evlenebilirler. Cehennem diye bir yer yoktur; sadece Tanrı’nın bağışını elde eden hıristiyanlar için ölüm ötesinde mutlu bir hayat vardır. Bununla birlikte çeşitli protestan kiliseleri arasında görüş ayrılıkları da hayli fazladır. Almanya ve İskandinav ülkelerinde Luther’ci, Fransa ve İsviçre’de Calvin’ci, İngiltere’de Anglikan, İskoçya’da Presbiteryen kiliseler protestandır.
Râhip: Hıristiyan din adamı. Kadın din adamlarına da râhibe denir. Papaz deyimiyle eş anlamda kullanılan bu deyim, genel olarak İslâm dışındaki diğer din adamları için de kullanılmıştır. Ama daha çok manastırda oturan hıristiyan din adamlarına râhip, oralarda yaşayan keşiş kadınlara da râhibe denilir.
Ruhbanlık: Râhiplik, papazlık, keşişlik. Râhiplerin hayat tarzı, manastır yaşayışı. Ruhbanlıkla ilgili Kur’an’da şöyle buyrulur: “Sonra bunların izinden art arda peygamberlerimizi gönderdik Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik, ona İncil’i verdik ve ona uyanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk. Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu Biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızâsını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır.”1460 Ruhbanlık, hıristiyanların ihdas ettiği bir yaşayış ve anlayış tarzıdır. Rivâyetlere göre Hz. İsa’dan sonra muvahhid hıristiyanlar, yani mü’minler inkârcı zorbalarca yok edilmeye çalışılmış, girişilen üç savaşta mü’minler ağır kayıplar vermişler, sağ kalan iman ehli, kendilerinin de ölümü halinde dine dâvet edecek kimsenin kalmayacağı gerekçesiyle savaş yapmama kararı almış, sadece ibâdetle meşgul olmaya başlamışlar. İşte bu suretle fitneden kaçarak, dinlerinde ihlâs ve samimiyet gösteren bu insanlar dünyanın bütün zevklerinden, fazla yiyip içmekten ve evlenmekten vazgeçmişler, dağlar, mağaralar, oyuklar ve hücrelerde ibâdetle meşgul olmuşlardır. Ama birçoğu bu râhib hayatına riâyet etmeyerek, Hz. İsa’nın tevhid dinini bırakıp teslis akidesini ortaya attılar veya hükümdarlarının dinine girdiler. Hz. İsa’nın tevhid yolundan ayrılan bu hıristiyanlar, Hz. Muhammed’i (s.a.s.) de kabul etmediler, sapıklıklarına devam ettiler.
Reformasyon: Hıristiyanlıkta her çeşit yenileşmeler ve özellikle protestan hareketi. Geniş anlamda her çeşit dinî yenileştirmeleri içine alan reform, özellikle 16. y.y. da gerçekleşen protestan reformu, bu deyimle dile getirilir.
Rûhu’l-Kudüs: Hz. İsa’ya üflenen ilâhî ruh. Hıristiyanların inancına göre ruhu’l kudüs (kutsal ruh) insan yüzlü bir devdir, bütün nesnelerin başlangıcından beri sular üstünde kımıldayan, tûfandan sonra toprağı kurutan odur. Baba-oğul-rûhu’lkudüs, İsa’nın vücudunda toplanmış üç ilâhî kişidir. Tümü ilksiz ve sonsuzdur ve birbirlerine üstünlükleri yoktur. Bu, onların iddiasına göre tevhidde teslis, ya da teslisde tevhiddir (üçlükte teklik veya teklikte üçlük).
1460] 57/Hadîd, 27
HEVÂ
- 343 -
Sinoptik İnciller: Matta, Markos ve Luka İncilleri, birbirlerine çok benzediğinden ve aynı terimlerle yazıldıklarından sinoptikler denilir. Yuhanna İncili ise, hem konuları ve hem üslûbu/anlatım biçimi yönüyle diğerlerinden ayrılır. Örneğin, sinoptik İncillerde Hz. İsa’nın, dini bir yıl süreyle tebliğ ettiği anlatılırken; Yuhanna İncilinde bu süre üç yıldır. İlk üç İncilde gösterilen dâvet ve tebliğ yerleri ile Yuhanna’da gösterilen yerler de birbirinden çok farklıdır. Bununla beraber sinoptik İncillerin arasında da çok önemli oranda ve büyük sayıda farklılıklar ve çelişkiler vardır.
Süryâni: Suriye ve Türkiye’nin güney doğusunda yaşayan Sâmi ırktan bir hıristiyan topluluğu.
Tahrif: Tahrif, aslında bir kelimedeki harflerin yerini değiştirerek manayı bozma demektir. Terim olarak kullanılışı ise, bir metni, ilâve ve çıkarmalarla farklı manaya gelecek şekle sokma demektir. Kutsal kitabı olduğu gibi, dini bozmaya ve değiştirmeye de tahrif denilir.
Tecessüd: Arapça bir kelimedir. Vücutlanma, bedene girme, insan vücuduna dönüşme demektir. Hıristiyanlığa göre Tanrı, insanın aslî günahını bağışlamak için İsa’da tecessüd ederek insan şeklinde dünyaya gelmiştir.
Tekfir (Keffâret, Fidye –Redemption): Hıristiyanlığın esaslarından biri de, Tanrı’nın bütün insanların günahlarına keffâret olmak üzere, onların affı için insan şekline girip yaşadıktan sonra ıstırap çekerek ölmesi, yani tekfir/keffâret, fidye inancıdır. Bu inancın, üç temel uzantısı vardır: Hz. İsa’nın tanrılığı, bütün insanlığın günahkâr olduğu ve insanlığın affı için fidye (kurban) anlayışı.
Teslis: Arapça üç demek olan selâse kelimesinden türetilmiştir. Üçleme, üçe çıkarma demektir. Hıristiyanlıkta Tanrı’nın üç unsurun birleşimi olduğuna inanma haline denir. Üç tanrılık gücün tek tanrıda birleşmesi demek olan teslis, baba (tanrı) - oğlu (İsa) - rûhu’l kudüs’ü hıristiyanlar, tanrının üç ayrı görünümü sayarlar ve üçlükte tekliğe inanırlar; yani Tanrı hem tektir, hem de üç. Bu yüzden hıristiyanlara ehl-i teslis de denir. Kur’ân-ı Kerim, teslisin açık bir küfür olduğunu ve teslisi kabul edenlerin kâfir olduğunu1461 vurgulayarak, bundan vazgeçilip Allah’a yalan uydurulmamasını ve Hz. İsa’ya iftira atılmamasını1462 emreder.
Uknum-akanim: Uknum, Arapça unsur, esas, temel demektir. Akanim de onun çoğuludur. Akanim-i selâse: üç uknum, yani teslisin üç temel unsuru demektir ki, bunlar baba-oğul-ruhu’l kudüstür.
Vaftiz: Yunancadan geçmiştir. Hıristiyanların küçük çocuklara ve dinlerine girenlere uyguladıkları suya sokma veya su serpme töreni demektir. Hıristiyanlara göre, doğuştan, babası Âdem’in suçuna ortak olarak dünyaya gelen insan, ancak kutsal kabul edilen kilisedeki su ile yıkanarak günahlarından arınabilir. Yoksa hıristiyan kabul edilemeyeceği gibi, günahlarından da arınmamış olur ve cehennemi hak eder.
Yahuda: Hz. İsa’yı yakalatan havâri. İsa’nın on iki havârisinden biridir. İskaryot da denilir. Otuz gümüş dinar karşılığında İsa’yı ihbar ederek yakalattırmıştır. sonradan vicdan azabı çektiği ve kendini astığı da rivâyet edilir.
1461] 5/Mâide, 73
1462] 4/Nisâ, 171-172
- 344 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yahova: Kitab-ı Mukaddes’in ilk bölümü olan Ahd-i Atik’de Tanrı için kullanılan bir lafızdır. Yahudilerin kendi Tanrılarına verdikleri addır. Yehova veya Yahve biçiminde de yazılıp söylenir. Elohim lafzı da yine benzer şekilde kullanılır. Yalnız Yahova, yahudi ırkının özel tanrısı olup, başkalarının tanrısı değildir.
Yahova şâhitleri: Yahova/Yahve’nin (Tanrı’nın) şâhitleri anlamında olan bu tâbir, hıristiyanlığı kendilerine göre yorumlayan, merkezî, otoriter bir teşkilâta bağlı misyoner grubunun kendilerine verdikleri addır. Yahova şâhitleri, yılbaşında Noel Baba adına yapılan âdetleri kabul etmezler. Yeryüzünü ebedî kabul ederler ve bu anlamda bir kıyamete de inanmazlar. Gayelerini dünya üzerinde gerçekleştirmek dâvâsıyla çok çeşitli dernekler, örgütler kurmuşlar, bu maksatla dergiler, kitaplar, broşürler yayımlamışlar, her çeşit araç ve propaganda yoluyla evden eve dolaşarak faâliyetlerini sürdürmüşlerdir ve hâlâ da bu çalışmalarına devam etmektedirler. Her ülkede, askerliğe karşı çıkarlar. Savaşlara, kan vermeye ve kan nakline karşıdırlar, barışçı ve iyiliksever portre çizmeye çalışırlar.
Yuhanna: Yeni Ahidi oluşturan dört İncil’den biri ve bu İncil’in yazarının adıdır. Mesleği balıkçılık olan Yuhanna, havârilerden biridir. Ancak, bazı hıristiyan araştırıcılar, İncil yazarı Yuhanna’nın, havâri Yuhanna’dan farklı kişi olduğunu, eldeki Yuhanna İncilindeki ifadelerden delillendirerek belirtirler. Gerçekten Yuhanna İncili, Yunan felsefesini çok iyi bilen biri tarafından yazılmış olmalıdır. Yuhanna İncili, diğer üç İncilden çok farklı kaleme alınmıştır. Diğer üç İncile, ortak konuları ve benzer üslûpları sebebi ile sinoptik İnciller denilir. Esas gayesi bakımından da diğer İncillerden hayli farklı olan Yuhanna İncili’nin asıl amacı teolojiktir. Onda Hz. İsa, Nâsıralı bir peygamber olarak karşımıza çıkmaz; insan şekline girmiş bir ilâh olarak takdim edilir.
Yusuf: Hıristiyanlara göre, Hz. Meryem’in nişanlısı ve bazı mezheplere göre kocasıdır. İsa’nın babası sayılır ve Kitab-ı Mukaddeslerin soy kütüğüne göre, isa’nın atalarından biri ve ilkidir. Hem “Bâkire Meryem” anlayışı, hem de Meryem’in nişanlısı, hatta kocası ve Hz. İsa’ nın babası kabul edilmesi, tüm hıristiyanlar için olduğu gibi, elimizdeki İncillerin de büyük çelişkilerinden biridir. Hıristiyanlara göre ilk aziz (ermiş, evliya) sayılır. Peygamber Dâvud’un soyundan olduğuna inanılır. Marangoz olduğundan ötürü marangozların, dülgerlerin duayeni/piri ve koruyucusu kabul edilir.
Not: Allah’a “Tanrı” denilmesinin doğru olmadığı anlayışıyla daha önceki konularda görüldüğü gibi “Allah” lafzı yerine “Tanrı” kelimesi kullanılmamıştır. Bununla beraber, başkalarının yanlış ilâh anlayışı ile tevhide ters düşen özellikler atfettikleri tanrılarına “Allah” demek de büyük yanlış olur. Hıristiyanlıkla ilgili bu bölümdeki ifadelerde fark edileceği gibi, bizim Allah inancı ve anlayışımızla kesinlikle bağdaşmayan hıristiyanların farklı bir tanrı anlayışını anlatırken, Allah lafzı yerine Tanrı kelimesini kullanmanın daha doğru olduğu anlayışıyla bu kelimeyi kullandım. Allah, İhlâs sûresinde özetlendiği ve Kur’an’ın nice âyetlerinde belirtildiği gibi tekdir, birdir; doğmamış ve doğurmamış, evlat edinmemiştir. Sözgelimi, Tanrı’nın İsa şeklinde tecessüdü, yani Tanrı’nın İsa bedenine girip insan şeklinde belirmesi ifadesini, hâşâ “Allah” lafzıyla kullanmanın çirkin bir yanlış olacağını düşündüğümden, İslâm’ın dışındaki tapınılan varlıklara veya Kur’an’daki Allah vasıflarına ters mâbudlara Tanrı denilmesinin tenzih için zarûret olduğunu düşünüyor ve bunu tavsiye ediyorum. “Tanrı”, Arapçadaki
HEVÂ
- 345 -
“ilâh” karşılığıdır. Kendisine inanılıp tapınılan sahte/uydurma mâbudlara ilâh/tanrı denir; ama müslümanlara göre Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur. Hıristiyanların tanımladığı ve vasıflandırdığı Tanrı ve Tanrıların, “Allah” diye isimlendirilmesi doğru olmaz.
- 346 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hıristiyanlık ve Hıristiyanlarla İlgili Âyet-i Kerime’ler
1. A- Nasârâ Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 14 Yerde:) 2/Bakara, 62, 111, 113, 113, 120, 135, 140; 5/Mâide, 14, 18, 51, 69, 82; 9/Tevbe, 30; 22/Hacc, 17.
2. B- Nasrânî Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerime (1 Yerde:) 3/Âl-i İmrân, 67.
3. C- Hıristiyanların İmandan Yüz Çevirmeleri
4. Hıristiyanlar, Allah'a Çocuk İsnat Ettiler: 2/Bakara, 116; 3/Nisâ, 171; 5/Mâide, 18; 9/Tevbe, 30; 16/Nahl, 71; 19/Meryem, 88-92; 21/Enbiyâ, 16-17; 42/Zuhruf, 65.
5. Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın Tanrılığını İddia Ettiler: 3/Âl-i İmrân, 61-64, 79-80; 5/Mâide, 17, 75, 116-117; 9/Tevbe, 31; 19/Meryem, 37-39; 43/Zuhruf, 65.
6. Hıristiyanlıkta Teslis/Üçleme İnancı: 4/Nisâ, 171; 5/Mâide, 73-74, 116-117.
7. Hıristiyanlar, Rahiplerini Tanrı Edindiler: 9/Tevbe, 31, 34.
8. Hıristiyanların Şirki: 43/Zuhruf, 65-66.
9. Hıristiyanlar, Kendilerinin Allah’ın Oğulları Olduklarını Söylerler: 5/Mâide, 18.
10. Hıristiyanlar, İncil’i Tahrif Ettiler: 3/Âl-i İmrân, 65, 78; 5/Mâide, 110.
11. Hıristiyanların Peygamberimiz’i Yalanlamaları: 2/Bakara, 139-140, 146; 6/En’âm, 20.
12. Hıristiyanların ve Yahudilerin İnkârlarına Karşı Mü’minlerin Cevabı: 2/Bakara, 135-140.
13. Hıristiyanların Ruhbanlığa Sapmaları: 57/Hadîd, 27.
14. Hıristiyanların İçlerinden İman Edenler: 2/Bakara, 62; 5/Mâide, 69, 82-85.
15. Hıristiyanların Bazı Özellikleri ve İhânetleri
16. Hıristiyanların Dostlukları ve Düşmanlıkları: 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 82.
17. Hıristiyanlar, Cennet Bizimdir Derler: 2/Bakara, 111-112.
18. Hıristiyanlar, Kendi Dinlerine Dâvet Ederler: 2/Bakara, 135-136.
19. Hıristiyanlar, Allah'a Verdikleri Sözde Durmadılar: 5/Mâide, 14.
20. Hıristiyanlar, Bâtıl Yollarla İnsanların Mallarını Yerler: 9/Tevbe, 34.
21. Hıristiyanlar Birbirlerine Düşmandırlar: 5/Mâide, 14.
22. Hıristiyan – Yahudi İlişkisi
23. Hıristiyanlarla Yahudiler Birbirlerine Düşmandır: 2/Bakara, 113, 140; 5/Mâide, 18; 21/Enbiyâ, 93; 42/Şûrâ, 14.
24. Yahûdiler Hz. İsa’yı İnkâr ile Öldürdüklerini Söylerler: 4/Nisâ, 156, 157, 159.
25. Yahûdiler Hz. Meryem’e İftira Etmişlerdir: 4/Nisâ, 156, 157; 19/Meryem, 27-34.
26. Hıristiyanların Cezası: 22/Hacc, 17.
27. Ehl-i Kitab
28. Ehl-i Kitabdan Mü’min Olanlar Vardır: 2/Bakara, 121; 3/Âl-i İmrân, 110, 113-115, 199; 13/Ra’d, 36; 28/Kasas, 52-55.
29. Ehl-i Kitabdan Kâfir Olanlar: 2/Bakara, 121; 5/Mâide, 68; 98/Beyyine, 1-6.
30. Ehl-i Kitabdan Kâfir Olanların Dostluğu: 2/Bakara, 105, 109-120; 3/Âl-i İmrân, 100; 4/Nisâ, 44
31. 45; 5/Mâide, 57-59.
32. Ehl-i Kitab, Kur’an’ı vePeygamberimiz’i Bile Bile İnkâr Ederler: 2/Bakara, 101, 146; 3/Âl-i İmrân, 19, 70, 71, 81, 98-99, 187; 4/Nisâ, 44; 5/Mâide, 19; 6/En’âm, 20, 114; 7/A’râf, 157; 13/Ra’d, 30, 43; 26/Şuarâ, 196; 33/Ahzâb, 7; 48/Feth, 29; 98/Beyyine, 4.
33. Ehl-i Kitab Kendilerine Uyan Mü’minleri Kâfir Yaparlar: 3/Âl-i İmrân, 100-101; 4/Nisâ, 44-45.
34. Ehl-i Kitab Antlaşmalarını Bozar: 9/Tevbe, 1-3.
35. Ehl-i Kitab ile Savaş: 9/Tevbe, 29; 29/Ankebut, 46; 42/Şûrâ, 16.
36. Ehl-i Kitabın Kestiklerinin ve Yemeklerinin Yenmesi: 5/Mâide, 5.
37. Ehl-i Kitab Kadınların Nikâhlanması: 5/Mâide, 5.
38. Enl-i Kitabı İslâm’a Dâvet ve Dâvet Metodu: 4/Nisâ, 47; 5/Mâide, 15-16, 19, 65-66, 68, 77; 29/Ankebut, 46; 57/Hadîd, 28-29; 98/Beyyine, 1-5.
39. H- İncil
40. İncil Hz. İsa’ya Verilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 48; 5/Mâide, 46; 57/Hadîd, 27.
41. İncil, Kur’an’dan Önce İnsanlara Hidâyet ve Nurdur: 3/Âl-i İmrân, 3-4; 5/Mâide, 46.
42. İncil, Tevrat’ı Tasdik Eder: 5/Mâide, 46.
HEVÂ
- 347 -
43. İncil Şeriatı: 5/Mâide, 47; 9/Tevbe, 111.
44. İncil Hıristiyanların Tahribine Uğramıştır: 3/Âl-i İmrân, 65, 78; 5/Mâide, 110.
45. Tevrat, Hz. İsa’ya da Öğretilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 48, 50; 5/Mâide, 110.
46. İ- Hz. İsa
47. Hz. İsa Babasız Doğmuştur: 3/Âl-i İmrân, 45, 47, 59; 19/Meryem, 17-23; 21/Enbiyâ, 91; 23/Mü’minûn, 50.
48. Hz. İsa Allah’ın Peygamberi ve Kelimesidir: 4/Nisâ, 163, 171; 5/Mâide, 75; 6/En’âm, 85; 57/Hadîd, 27
49. Hz. İsa, Allah Tarafından Bir Ruh ve Kuldur: 4/Nisâ, 171-172.
50. Hz. İsa’ya İncil Verilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 48; 5/Mâide, 46; 57/Hadîd, 27.
51. Hz. İsa, Tevrat’ın Tasdikçisidir: 5/Mâide, 46.
52. Allah’ın Selâmeti Hz. İsa’nın Üzerinedir: 19/Meryem, 33.
53. Hz. İsa, İsrâiloğullarına Gönderilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 48-49.
54. Hz. İsa’nın Ümmetine Dâveti: 3/Âl-i İmrân, 50-52; 5/Mâide, 112-113, 116-117; 19/Meryem, 36; 43/Zuhruf, 63-65; 61/Saf, 6, 14.
55. Hz. İsa’nın Mûcizeleri: 2/Bakara, 87, 253; 3/Âl-i İmrân, 46, 49; 5/Mâide, 109-115; 19/Meryem, 27-34, 36.
56. Hz. İsa’nın Havârileri: 3/Âl-i İmrân, 52-53; 5/Mâide, 111-112; 61/Saf, 14.
57. Hz. İsa’yı Yahûdilerin Öldürme Teşebbüsleri: 3/Âl-i İmrân, 54-55; 4/Nisâ, 157; 5/Mâide, 110.
58. Hz. İsa, Asılmamış, Öldürülmemiş; Yükseltilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 54-55; 4/Nisâ, 157-158.
59. Hz. İsa’nın Kıyamet İçin Bir Bilgi (Alâmet) dir: 43/Zuhruf, 61.
60. Hz. İsa’yı Yahûdiler Öldürdüklerini Söyler: 4/Nisâ, 156-157, 159.
61. Kıyâmet Gününde Hz. İsa ve Ümmeti: 5/Mâide, 109-119.
62. Hz. İsa’nın Elçilerinin Onun Adına Antakya Halkını Hakka Dâveti: 36/Yâsin, 13-27.
63. Hz. İsa’nın, Ümmetinin Affını İstemesi: 5/Mâide, 118.
64. Müşriklerin, Hz. İsa Hakkında Peygamberimiz’le Tartışıp Çekişmeleri: 43/Zuhruf, 57-62.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 314; c. 2, s. 358-376
2. Fî Zılâli’l Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 2, s. 279-300
3. Tefhîmu’l Kur’an, Mevdudi, c. 1, s. 251-265
4. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 94-100
5. Hülâsatü’l Beyan, Mehmet Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 2, s. 585-627
6. Furkan Tefsiri, Hicazi, Vahdet Y. c. 1, s. 272- 286
7. Mefâtihu’l Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Râzi, Akçağ Y. c. 3, s. 54-55; c. 6, s. 269-354
8. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 4, s. 1237-1287
9. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 17, s. 328-372
10. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 3-5
11. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi (Ali Ünal), Risale Y. c. 2, s. 156-158
12. Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 153-187
13. Din Anlayışımızdaki Dehşet Yanılgılar, Naci Çelik, Nedret Y. s. 55-86
14. İslâm’a İtirazlar ve Kur’ân-ı Kerim’den Cevaplar, Süleyman Ateş, Kılıç Kit. Y. s. 377-402
15. Kur’an ve Toplum, Muhammed el-Behiy, Bir Y. s. 364- 400
16. Kur'an'da Tartışma Metodları, Zahir b. Awad el-Elmaî, Pınar Y.
17. Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru, Abdullah Draz, Mim Y.
18. Kur’an-ı Kerim’de Yahudiler ve Hıristiyanlar (K.K’de Ehl-i Kitab), M. Fatih Kesler, T.D.V. Y.
19. Kur'an-ı Kerim, Hıristiyanlık ve Yahudilik Hakkında Ne Diyor? İbrahim H. Kurt, T.D.V. Y.
20. Kur’an-ı Kerim’in Evrensel Mesajına Çağrı, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat
21. Kur’ân-ı Kerim ve Garp Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, Ziya Kazıcı, Bahar Y.
22. Kur’an’da Ehl-i Kitab, Veli Ulutürk, İnsan Y.
23. Ehl-i Kitap ve İslâm, Remzi Kaya, Altınkalem Y.
- 348 -
KUR’AN KAVRAMLARI
24. Tevrat ve İncildeki Tahrifler, el-Cüveyni, Seha Neşriyat
25. Tevrat, İnciller ve Kur'an, Maurice Bucaille, D.İ.B. Y.
26. Tevrat, İncil ve Kur'an, Jacques Jomier, terc. Sakıp Yıldız, Hareket Y./Dergâh Y.
27. Kitab-ı Mukaddes, Kur'an ve Bilim, Maurice Bucaille, çev. Suat Yıldırım, T.Ö.V. Y.
28. Günümüz Dünya Dinleri, Osman Cilacı, D. İ. B. Y.
29. Çağdaş Dünya Dinleri, Abdülkadir Şeybe, Beyan Y.
30. Çağdaş Dinler, Reşid Abdullah el Ferhan, Uluslar arası İslâma Çağrı C. Y.
31. Yaşayan Dünya Dinleri, A. Abdullah Masdusi, Kalem Y.
32. Genel Hatlarıyla Dinler Tarihi, Osman Cilacı, Mimoza Y.
33. Dinler ve İnsanlar, Osman Cilacı, Tekin Y.
34. Câhiliye ve Ehl-i Kitab Örf ve Âdetleri, Ali Osman Ateş, Beyan Y.
35. Semavi Dinlerde İtikat ve Amel, Mazharuddin Sıddıki, Fikir Y.
36. İncîl ve Salîb, Abdül Ehad Dâvud, İnkılâb Y.
37. İslâmiyet ve Hristiyanlık (Bir Mukayese), Türkçesi: İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
38. Dört İncil, Farklılıkları ve Çelişkileri, Şaban Kuzgun, Şahsî Y.
39. İslâm Avrupa’da, Montgomary Watt, M. Ü. İlâhiyat Fak. Y.
40. Günümüzde İslâm ve Hıristiyanlık, Mongomary Watt, İz Y.
41. Deccal, Hristiyanlığa Lânet, Friedrich Nietzche, Hil Y.
42. Hristiyanlığa Reddiye, Ebû Osman Câhız, Tekin Y.
43. Hristiyanlığa Reddiye, Abdullah Tercüman (Anselmo Turmeda), Bedir Y.
44. Hristiyan Genel Konsilleri ve II. Vatikan Konsilleri, Mehmet Aydın, Selçuk Ün. Y.
45. Hristiyan Kaynaklarına Göre Hristiyanlık, Mehmet Aydın, T. Diyanet Vakfı Y.
46. Hıristiyan İken Niçin Müslüman Oldum, Safiyye Plath, Şahsi Y.
47. Hristiyanlık Üzerine Konferanslar, Muhammed Ebu Zehre, Fikir Y.
48. Kitab-ı Mukaddes Allah Sözü müdür? A. Deedat, İnkılâb Y.
49. Ehl-i Kitap ve İslâm, Remzi Kaya, Altın Kalem Y.
50. Gerçekler ve Hristiyanlık, Tâhâ F. Ünal, Işık Y.
51. Mevcut Kaynaklara Göre Hristiyanlık, Suat Yıldırım, Işık Y. / D. İ. B. Y.
52. 4 Dinden 4 Adam ve Bir Dinsizin Konuşmaları, Burhaneddin Mirzâ, Sönmez Neşriyat
53. İzhâru’l Hak Fî İhtiyâri’l Ehak, Rahmetullah el-Hindî, Sönmez Neşriyat
54. Kutsal Kitaba İlâhî Çağrı (İzhâru’l Hak), Rahmetullah el-Hindî, Trc. Abdülhâdi Sıddık, Faran Y.
55. Kitab-ı Mukaddes/Eski ve Yeni Ahit, Türkçe Çeviri, Kitab-ı Mukaddes Şirketi Y.
56. İncil, Türkçe Çeviri, Müjde Y.
57. Onun İzinde; Hıristiyanlık ve Laiklik Tarihi, G. Barker, Şahsi Y./Müjde Y.
58. Hıristiyan Dininin Esasları, Hıristiyan Aileler İçin Din Kitabı, P. Luigi İannitto, S. Antuan Kilisesi Y.
59. Anadolu’daki Amerika: Misyoner Okulları, Uygur Kocabaşoğlu, Arba Y.
60. Hilâl ve Haç Kavgası, Halil Halid, Bedir Y.
61. Barnabas İncili, Kültür Basın Yayın Birliği
62. Barnaba İncili Araştırmalar, Muhammed Ali Kutub, Tekin Kitabevi Y.
63. Barnaba İncili, Abdurrahman Aygün, Tekin Y.
64. Müslümanların Hristiyanlaştırılması, Muhammed Umara, Denge Y.
65. Hristiyanlık Propagandası ve Misyoner Faaliyetleri, Osman Cilacı, D. İ.B. Y.
66. Sömürü Ajanı İngiliz Misyonerleri, İ. Süreyya Sırma, Beyan Y.
67. Yehova Şahitleri, Hikmet Tanyu, D. İ. B. Y.
68. Yehova'nın Oğulları ve Masonlar, Heyet, Araştırma Y.
69. Yehova Şahitlerinin İçyüzü, Hüseyin Atay, Ali Arslan Aydın, D.İ.B. Y.
70. Batının Oluşumu, Christopher Dawson, Dergâh Y.
71. Mûsâ ve Tektanrıcılık, Sigmund Freud, Dergâh Y.
72. Çağımızda Dine Dönüş, Henry C. Link, Dergâh Y.
HEVÂ
- 349 -
73. Batı ile Hesaplaşma, Ebul Hasen en Nedevî, Çığır Y.
74. Din ve Allah İnancı, Abdullah Draz, Bir Y.
75. Doğu ve Batı Arasında İslâm, Ali İzzet Begoviç, Nehir Y.
76. İslâm-Hristiyan Diyalogu ve İslâm’ın Zaferi, Ali Arslan Aydın, Kültür Basın Y. Birliği Y.
77. İslâm ve Hıristiyan Kaynaklarına Göre İsa (a.s.), Mehmet Eminoğlu, Hizmet Kitabevi Y.
78. Peygamberimiz’e Neden İnanmadılar? Ahmed Lütfi Kazancı, Nil A.Ş. Y.
79. Bir İslâm Peygamberi Hz. İsa, Muhammed Ataurrahim, İnsan Y.
80. Hz. İsa ve Hz. Meryem, Mustafa Necati Bursalı, Şelâle Y.
81. Hz. İsa Gelecek, Harun Yahya, Vural Y.
82. Kur’an’da Ulûhiyet, Suat Yıldırım, Kayıhan Y.
83. İslâm’ı Nasıl Yok Edelim? Hampher, Nehir Y.
84. Dinler Tarihi, Ahmet Kahraman, Marifet Y.
85. Üç İsa, Aytunç Altındal, Anahtar Y.
86. Neden Hristiyan Değilim? Bertrand Russell, Toplumsal Dönüşüm Y.
87. Asrımızda Hıristiyan ve Müslüman Münasebetleri, Heyet, İlmî Neşriyat
88. Anglikan Kilisesine Cevap, Abdülaziz Çavuş, D.İ.B. Y.
89. Cevap Veremedi, Harputlu İshak Efendi, Hakikat Y.
90. Hıristiyan Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, Mehmet Aydın, T. Diyanet Vakfı Y.
91. İsevîlikten Hıristiyanlığa, Tacettin Şimşek, Ekin Y.

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 17:03

HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ


- 227 -
Kavram no 70
İmtihan 4
Bk. Helâk ve Helâk Edilen Kavimler; Gazap; Kıyâmet; Âhiret; Tevbe; Af
HESAP VE
ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ
• Hesap; Anlam ve Mâhiyeti
• Hesap Günü ve Allah’ın Hesaba Çekmesi
• Esmâü’l-Hüsnâ’dan Hasîb; Allah Hesaba Çekendir
• Sorumluluk
• Mes’ûliyet
• Teklif
• Teklif-i Mâ Lâ Yutak/Güç Yetirilemeyecek Emir ve Yasaklar
• Güç-Tâkat
• Hata ve Hataların Örtülmesi
• Kur’ân-ı Kerim’de Hesap, Allah’ın Hesaba Çekmesi ve Sorumluluk
• Hadis-i Şeriflerde Allah’ın Hesaba Çekmesi ve Sorumluluk
• İnsan Bu Mes’ûl...
“Göklerde ve yerde bulunanların hepsi Allah’ın mülküdür. Gönlünüzde olanları açığa vursanız da gizleseniz de (farketmez), Allah onunla sizi hesaba çeker, sorgudan sonra dilediğini affeder, dilediğine de azap eder. Allah her şeye kaadirdir.
Gönderilen peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, mü’minler de iman ettiler. Onlardan her biri Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. (Biz de onun için) “mağfiretini niyaz ederiz. Dönüş yalnızca Sanadır’ dediler.
Allah her şahsa, ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler. Herkesin kazandığı, kendi lehine veya aleyhinedir. (Bundan sonra şöyle duâ edin:) ‘Ey Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi hesaba çekme (mağfiret et). Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bizim gücümüzün yetmediği işlerden bizi sorumlu tutma, bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Çünkü Sen, bizim mevlâmızsın/dostumuz ve yardımcımızsın. Kâfir kavimlere karşı bize yardım et.” 899
Hesap; Anlam ve Mâhiyeti
Hesap: Mükellef insanların dünyadaki inanç ve davranışlarından dolayı âhirette hesaba çekilmeleri anlamında bir terimdir. Sözlükte “saymak, hesap etmek”, ayrıca hesaba çekmek mânâsında masdar olan hesap (hisâb) kelimesi, “sayma, sayım” anlamında isim şeklinde de kullanılır. Terim olarak, insanların hesaba çekilecekleri âhiret safhalarından birini ifâde eder.
Kur’ân-ı Kerim’de hemen her zaman terim anlamında kullanılmıştır. Kur’an
899] 2/Bakara, 284-286
- 228 -
KUR’AN KAVRAMLARI
terminolojisinde hesap, genellikle kötü davranışların dünya900 ve özellikle âhiretteki yansımaları ve sahiplerinin cezalandırılması mânâsına gelmektedir. Bununla birlikte, iyi davranışların âhirette mükâfatlandırılması anlamı da vardır. Kıyâmet gününde insanların Allah tarafından hesaba çekileceğini haber veren âyetler genellikle hesap konusunun mânevî-ahlâkî olacağını ifâde eder. Kur’ân-ı Kerim’in ilk sûresi olan Fâtiha başta olmak üzere, on üç âyette tekrarlanan “yevmü’d-dîn” (ceza günü) tamlaması da hesap kavramını pekiştirmektedir. “Hükmetmek, bilgisi ve mahâretiyle son hükmü vermek” anlamındaki hüküm (hukm) kavramı da çeşitli fiil ve isim sıgalarıyla kırk iki âyette Allah’a izâfe edilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de âhiretin vukuunu tasvir eden âyetler, ilgili hadislerin de yardımıyla bir sıralamaya tâbi tutulduğu takdirde bir sual-kitap-mîzan-hesap tertibinin ortaya çıkabileceğini söylemek mümkündür. Buna göre önce peygamberler İlâhî tebliği ulaştırıp ulaştırmamaktan, bütün mükellefler de onu benimseyip benimsememekten sorguya çekilecek, ardından herkese kitabı (amel defteri) verilecek, kitapta kayıtlı iyilik ve kötülükler değerlendirilecek (mîzân), böylece mükellefin hesabı görülmüş olacaktır.901 Bununla beraber, kıyâmetteki bu hesaplaşma işlemi uzun sürmeyecektir. Çünkü “Allah hesabı çok süratli olandır.” 902
“Gönlünüzde olanları açığa vursanız da gizleseniz de (farketmez), Allah onunla sizi hesaba çeker, sorgudan sonra dilediğini affeder, dilediğine de azap eder. Allah her şeye kaadirdir.”903 meâlindeki âyet ashâb döneminden itibaren âlimleri düşündürmüştür. Müfessir Taberî’nin konuyla ilgili olarak naklettiği dört görüşün ilkine göre bu İlâhî beyan, şâhitlikle ilgilidir. Zira bir önceki âyette anlatıldığı gibi bir konuda bilgisi ve görgüsü bulunan kişinin bunu gizlemesi kalbinin günahkâr olmasına sebep teşkil eder. Birçok taraftarı bulunan ikinci telakkiye göre, âyetin hükmü, şâhitliğe münhasır olmayıp umûmîdir; fakat aynı sûrenin son âyetinde yer alan, “Allah her kişiyi, ancak gücü yettiğiyle mükellef kılar o kadar sorumluluk yükler.”904 beyanıyla hükmü kaldırılmıştır. Üçüncü telakkiye göre, samimi mü’minlerin zihninde ve gönlünde sürekli olarak bulunan fakat eylem haline gelmeyen, ayrıca küfür ve nifak dışında kalan duygu ve düşünceler de kıyâmet gününde hesaba tâbi tutulacaktır. Ancak bu hesaba çekme işi, çeşitli hadis rivâyetlerinde belirtildiği üzere bizzat Allah tarafından gizli olarak yürütülecek ve kul tarafından itiraf edildikten sonra affa mazhar olacaktır. Küfür, nifak ve dinin temel hükümleri hakkında beslenen sürekli şüphe af kapsamına girmediği gibi, böyle bir İlâhî lütuftan kâfirlerin faydalanması da sözkonusu değildir. Bu âyet hakkında öne sürülen dördüncü anlayışa göre ise İlâhî beyanda yer alan hesaba çekilme hükmü mensuh olmayıp geçerlidir. Ancak özellikle Hz. Âişe’den gelen ve Rasûlullah’a nisbet edilen rivâyete göre, hesaba çekme işi dünya gerçekleşmektedir. Şöyle ki, bu tür duygu ve düşüncelere sahip bulunan mü’minlerin dünyada hissedecekleri vicdan azâbı, pişmanlık, karşılaşacakları maddî ve mânevî sıkıntılar onların muhâsebesini sağlayacak ve fiil haline gelmeyen günah işleme duygusunun doğurduğu günaha keffâret olacaktır. Taberî bu dört görüşü sıraladıktan sonra âyette nesih olmadığını, Allah’ın mü’minleri niyetlerinde sakladıkları
900] 65/Talâk, 8
901] 7/A’râf, 6-9; 17/İsrâ, 13-14
902] 2/Bakara, 202
903] 2/Bakara, 284
904] 2/Bakara, 286
HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ
- 229 -
günahlardan dolayı da hesaba çekeceğini söyler. Ancak bu niyetler fiil haline dönüşmediğinden cezaya konu teşkil etmeyecek ve yukarıda üçüncü şıkta anlatıldığı üzere affa mazhar olacaktır. 905
Âhiret hallerinden biri olara nasslarda açıkça yer alan hesabın, fiil haline gelip amel niteliği taşımayan duygu ve düşünceleri de kapsadığı Bakara Sûresindeki âyetle 906 sâbittir. Bu hükmün neshedilmiş olduğu iddiası isâbetli görünmemektedir. Zira bu husus neshin sözkonusu olamayacağı akaid esaslarındandır. Aynı âyetin devamında, Allah’ın böylelerinden dilediğini affedip dilediğini cezalandıracağını beyan eden kısım da nesih ihtimalini ortadan kaldırmaktadır. İnsanın zihninde bulunan şey, eğer hukuku ilgilendiren bir bilgi ise bunun gizlenmesi günahtır ve cezayı gerektiricidir. Bu nitelikte olmayan duygu ve düşünceler, yukarıda üçüncü ve dördüncü şıklarda anlatılan şekillerden biri statüsünde affa mazhar olabilecektir. Nitekim Fahreddin er-Râzî ile Kurtubî’nin de kanaatleri bu çerçevededir.
Bazı Şiî ve Mu’tezilî kelâmcıları dışında hemen hemen bütün İslâm âlimleri, âhiret hallerinden biri olan hesabın gerçekleşeceğine iman etmenin her müslümana farz olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Zira hesap kitap, sünnet ve icmâ ile sâbit olduğu gibi, aklen de mümkün, hatta gereklidir. Bununla birlikte hesabın keyfiyeti, süresi ve kimleri kapsadığı hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. İlk dönem âlimleri, bazı hadis rivâyetlerinin zâhirine bakarak907 hesabın hayvanları da kapsayacağını söylerken müteahhir dönem âlimleri hisabın mükellef tutulan yaratıklarla sınırlı olduğu görüşündedir. Dirilişten sonra mahşerde bekleme, amel defterinin verilmesi, sorguya çekilme, her kula âit organların, amellerin işlendiği mekânların ve meleklerin şâhitlikte bulunması ile amellerin tartılıp sonucunun belirlenmesi safhalarından oluştuğu kabul edilen geniş anlamıyla hesap; Kurtubî, Âlûsi, Reşid Rza gibi âlimlere göre bütün mükellefler için aynı anda gerçekleşecek ve bizzat Allah tarafından yürütülecektir. Zira Allah’ın bir kulunu hesaba çekmesi aynı zamanda başkalarının hesabını görmesine engel teşkil etmez. Bu görüşü savunanlara göre hesap, göz açıp kapayıncaya kadar veya yarım günden az bir sürede tamamlanır. Bir grup âlime göre Allah kâfirleri değil; sadece mü’minleri hesaba çekecektir. Başka bir gruba göre ise her mükellefi Allah adına bir melek hesaba çeker. Çünkü hesabı bizzat Allah yürütecek olsaydı kâfirlerle de konuşması gerekirdi. Hâlbuki bu husus Kur’an’da yer alan bilgilere aykırıdır. 908
İbn Teymiye, hesabı iki kısma ayırır. Birincisi, kullara âit bütün amellerin tesbit edildiği sayfaların sahiplerine verilmesi şeklinde olup mü’min-kâfir herkes için sözkonusudur. İkincisi, ağır gelen tarafı belirlemek üzere iyilik ve kötülüklerin tartılması anlamında kullanılan hesaptır. Kâfirlerin kötülükleri iyiliklerini boşa çıkardığından cennetlik veya cehennemlik olduklarını tesbit etmek amacıyla onlar hakkında bu tür bir hesap sözkonusu değildir. Bununla birlikte kötülüklerinin sınırını tâyin edip buna göre cezalandırılmaları için ikinci tür bir hesaba çekilebileceklerini söylemek mümkündür. 909
905] Kurtubî, Câmiu’l-Beyân, III/94-100
906] 2/Bakara, 284
907] İbn Kesir, II/113-117
908] bk. 2/Bakara, 174; 3/Âl-i İmrân, 77
909] Mecmûu Fetâvâ, IV/305-306
- 230 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Müslüman filozoflar, insanların organlarıyla gerçekleştirdikleri fiillerin iyi veya kötü oluşuna göre ruhları üzerinde etkiler yaptığını, bunların da âhirette herkesçe fark edilebileceğini öne sürerek hesap esnâsında organların dile gelmesinin bundan başka bir anlam taşımadığını ileri sürmüşlerdir. 910
Âlûsî’nin de belirttiği gibi, dünyadan farklı bir âlemde gerçekleşecek olan hesabın mâhiyetini akıl yürütmek sûretiyle belirlemek mümkün değildir. Bu hususta en isâbetli yol, nassların bildirdiğini kabul etmekten ibârettir. Âdil olan Allah’ın kullarına asla zulmetmeyeceği gerekçesiyle hesabın gereksizliğini öne sürenlerin aklî dayanakları bulunmadığı gibi, bu iddiayı hesabın vuku bulacağını açıkça bildiren nasslarla bağdaştırmak da mümkün değildir. Hesapta, bütün kulları sorguya çekip yaptıklarını onlara ikrar ettirmek, peygamberleri, melekleri ve diğer bazı varlıkları şâhit tutarak ileri sürülebilecek mâzeretleri ortadan kaldırmak, Allah’ın iyi kullarına karşı lütufkârlığını gösterip affediciliğini fiilen ispat etmek, cezalandırdığı kullarına karşı ise âdil davrandığını ortaya koymak, bu vesile ile itaat eden kullarını aziz kılıp isyankârları zelil kılmak, böylece yaratıkları bekleyen âkıbete dikkat çekerek dünyada yararlı işler yapmaya teşvik edip kötülükten sakındırmak gibi hikmetlerin bulunduğu unutulmamalıdır. Hesabın alenî bir şekilde yapılmasında, tartışmacı bir karaktere sahip bulunan911 insana dünyada işlediği amelleri açıkça gösterip onun itirazda bulunmasına imkân vermemek, ayrıca göreceği ceza veya mükâfatta herhangi bir haksızlığa uğratılmayacağını, dünyadakinin aksine âhiretteki muhâsebede hiçbir ihmalin sözkonusu olmayacağını, hiç bir tesir altında kalınmayacağını ortaya koymak gibi başka hikmetler de düşünülebilir. 912
Hesap Günü ve Allah’ın Hesaba Çekmesi
Hesap Günü: Allah tarafından insanların bu dünyada iken yaptıkları iyilik ve kötülüklerden dolayı âhirette hesaba çekileceklerine dair dikkat çekilen günün adı "Din günü - Ceza günü-" ile hemen hemen aynı anlama gelir.
"Hesap günü"ne iman etmek, İslâmiyet’in inanç esaslarından birini teşkil eder. Bu günün hak olduğu, bir gün mutlaka gerçekleşeceği Kitap (Kur'ân)la sâbittir. "Allah herkesi kazandığının karşılığını vermek üzere (diriltecektir). Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir"913 buyrulmaktadır. Diğer bir âyette Hak Teâlâ şöyle buyurur: "Elbette kendilerine peygamber gönderilenlere de gönderilmiş olan peygamberlere de soracağız. Ve onlara olup bitenleri tam bir bilgi ile mutlaka anlatacağız. Zaten Biz onlardan uzak değiliz." 914
Âyetlerden açıkça anlaşılıyor ki, sorguya çekilmesi gereken herkesin, "Hesap günü", ifâdesi alınacaktır. Kendilerine peygamber gönderilen her ümmete peygamberlere itaat edip etmedikleri; peygamberlere de, tebliğ vazifelerini ne dereceye kadar yaptıkları ve nelerle karşılaştıkları sorulacaktır. Şu kadar var ki: "Biz bir rasûl göndermedikçe azap edecek değiliz"915 âyet-i celîlesi hükmünce, kendilerine "rasûl" gönderilmeyenler bu hesap ve azaptan muaf olacaklardır. Diğer insanlar
910] Fahreddin er-Râzî, XIII/20; XVIII/19
911] 18/Kehf, 54
912] Emrullah Yüksel, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 240-242
913] 14/İbrâhim, 51
914] 7/A'râf, 6
915] 17/İsrâ, I5
HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ
- 231 -
da dünyadaki amellerine göre hesaba çekileceklerdir:
"O gün insanlar, yaptıkları kendilerine gösterilmek için bölük bölük dönerler." 916; "Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir. Bugün haksızlık yoktur. Doğrusu Allah, hesabı çabuk görendir."917; "Herkesin yaptığı her hayrı ve işlediği her kötülüğü, önünde hazır bulacağı gün yaklaşmaktadır. O gün kişi, kendisiyle yaptığı kötülükler arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister. Allah sizi, kendisinden korkmanız için uyarıyor." 918
Gerçekten öyle zamanlar olur ki, insanın yaptığının yüzüne vurulması veya yaptıklarıyla yüzleştirilmesi her çeşit cezadan daha ağır gelir. Ne var ki, böyle bir cezayı hak etmişse bundan kurtuluş da yoktur. "Hesap günü", kişi yaptıklarıyla yüzleştirildikten sonra, tartıya vurulmayan, cezâsı verilmeyen zerre miktarı hayır ve şerrin bırakılmadığı ince hesap ânına geçilir. Artık o gün: "Kim zerre miktarı bir hayır işlemişse, onu görecektir ve her kim de zerre miktarı kötülük işlemişse onu görecektir." 919
O dehşetli "hesap günü"nde Allah'ın mü'min kullarına korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. Dünyada iken yaptıklarına karşılık Rablerinin kendilerine hazırladığı nimetlere sevinç içinde kavuşacaklardır. Cenâb-ı Hak bu gibi mü'minler için şöyle buyurur: "Şüphesiz iman edenlerle, yahûdilerden, hıristiyanlardan ve sâbiîlerden Allah'a ve âhiret gününe hakkıyla inanıp sâlih amel işleyenler için Rabları katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi üzülmeyecekler de."920 Onlara: "İşte bu, hesap günü için size söz verilenler." 921 denilecek ve kolay bir hesaptan geçirileceklerdir: "Kimin kitabı sağından verilirse, kolay bir hesapla hesaba çekilecek ve sevinçli olarak ailesine dönecek."922; "Kitabı sağ tarafından verilen; ‘Alın kitabımı okuyun, doğrusu ben hesabımla karşılaşacağımı zaten bekliyordum’ der." 923 Böylece hak ettiği cennete girer.
Rasûlüllah (s.a.s.) mü'minlerin "hesap günü"nündeki durumunu şöyle dile getirir: "Mü'min kıyâmet günü Rabbine öyle yaklaştırılır ki, artık Rabbi onun sırrını mahşer ehlinden saklamış olur. Sonra ona bütün günahlarını ikrar ettirir: ‘Şunu işlediğini sen bilir misin?’ diye sorar. O da: ‘Yâ Rabbi bilirim’ der. Sonunda, mü'minin işlediği günahlar hakkındaki itirafları Allah'ın dilediği miktara ulaşınca Allah Teâlâ ona: ‘Şüphesiz Ben senin işlediğin günahları dünyada senin için örttüm. Bu gün de senin için günahlarını mağfiret ediyorum’ buyurur." 924
Bu delillerden açıkça anlaşılıyor ki, dünyada iken Allah'a ve âhiret gününe iman ederek O'nun emirlerine uyan, yasakladıklarından sakınan ve sâlih amel işleyen mü'minler, kolay bir hesaptan sonra Allah'ın kendilerine mükâfat olarak hazırladığı nimetlere kavuşacaklardır. Ancak müslüman olduğu halde, mutlak sûrette cezayı hak edecek davranışlarda bulunan kimselerin hesabı zor olacaktır.
Hz. Peygamber bir gün ashâbına şöyle sorar: “Müflis kimdir, bilir misiniz?” Ashâb:
916] 99/Zilzâl, 6
917] 40/Mü'min, 17
918] 3/Âl-i İmrân, 30
919] 99/Zilzâl, 7-8
920] 2/Bakara, 62
921] 38/Sâd, 53
922] 84/İnşikak, 7-9
923] 69/Haakka, 19-20
924] Müslim, Tevbe 52; İbn Mâce, Mukaddime 13
- 232 -
KUR’AN KAVRAMLARI
'Bizim aramızda müflis, hiç bir dirhemi ve malı olmayandır' dediler. Bunun üzerine Rasûl (s.a.s.); "Benim ümmetimden gerçek müflis; kıyâmet gününde namaz, oruç ve zekâtla gelip de şuna sövmüş, buna iftirada bulunmuş, şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş, başkasını da dövmüş olarak gelendir. Şuna buna hasenâtından verilecek. Şâyet dâvâsı görülmeden hasenâtı biterse, onların günahlarından alınarak kendisinin üzerine yüklenecek, sonra cehenneme atılacaktır" 925 buyurur.
Günahkâr mü'minin durumu böyle olunca; inkârcıların ve başkalarına zulüm yapanların, daha büyük sıkıntılara düşeceklerinde şüphe yoktur. Onlar, "Hesap günü"nden söz eden âyetleri işittiklerinde alaylı bir şekilde: "Dediler ki: Rabbimiz, hesap gününden önce (bize vaad ettiğin) hissemizi şimdiden ver." 926 Müşrikler böyle söylemekle; "hesap gününe kadar beklemeye ne gerek var, o cezadan bizim payımıza düşeni şimdiden ver" diyerek alay etmek istiyorlardı. Cenâb-ı Hak da: "Şüphesiz onların dönüşü Bizedir. Sonra onların hesaba çekilmesi de Bize âittir." 927 buyurarak, hem Rasûlünü teselli etmiş, hem de onları tekrar uyarmıştır. Bu uyarılara kulak asmayıp sapık yollarına devam edenler için de şöyle buyurmuştur: "Doğrusu Allah yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarından dolayı çetin bir azap vardır." 928
O dehşetli gün gelip de insanlar hesaba çekilmeye başlanınca pişmanlık duymanın hiçbir yararı olmayacaktır. "Kimlerin tartısı ağır basarsa, işte asıl kurtuluşa erenler onlardır. Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir, ebediyyen cehennemdedirler" 929; "Kitapları sol taraflarından verilenlere gelince, o: Keşke bana kitabım verilmeseydi de, hesabımın ne olduğunu bilmeseydim, der" 930 Cenâb-ı Hak onlara: "Âyetlerim okunurken onları yalanlayanlar siz değil miydiniz?" 931 diye sorunca, sanıyorlar ki konuşmalarına izin verilmiş, kendilerine ümit kapıları açılmış belki suçluluklarını itiraf ederlerse istedikleri kabul görür: "Derler ki: Rabbimiz, bize kötülüğümüz gâlip geldi. Biz, sapık bir kavim olduk. Rabbimiz, bizi buradan çıkar, eğer tekrar inkâra dönersek gerçekten zâlimler oluruz." 932 Onların bu sözlerine karşılık: "Allah da buyurur: Kesin sesinizi. Artık Benimle konuşmayın. Çünkü kullarımdan bir zümre vardı ki bunlar, 'Rabbimiz, inandık; artık bağışla bizi, acı bize. Sen acıyanların en hayırlısısın' diyorlardı. Siz ise onları alaya alıyordunuz, bunlar size Beni anmayı unutturuyordu. Ve hep gülüyordunuz onlara" 933 denilerek cehenneme gönderilecekler. Bu arada kendilerinin bu acı hallerini gören mü'minler, cehenneme giriş nedenlerini sorarlar: "Kitapları sağdan verilenler suçlulara: Sizi bu yakıcı ateşe sürükleyen nedir? diye sorarlar. Onlar derler ki; 'Namaz kılanlardan değildik, düşkünü doyurmuyorduk. Bâtıla dalanlarla beraber biz de dalardık. Ceza gününü yalanlardık. Bu durumumuz, ölüm bize gelinceye kadar devam etti' derler." 934
Akaid kitapları, "hesap günü" ile ilgili âyet ve hadislere dayanarak, bu günün
925] Müslim, Birr, 59
926] 38/Sâd, 16
927] 88/Ğâşiye, 25-26
928] 38/Sâd, 26
929] 23/Mü'minûn, 102-103
930] 69/Haakka, 25-26
931] 23/Mü'minûn, 105
932] 23/Mü'minûn, 106-107
933] 23/Mü'minûn, 108-110
934] 74/Müddessir, 42-47
HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ
- 233 -
gerçek olduğunu şu şekilde açıklarlar:
a) Amellerin tartılması haktır: Çünkü Cenâb-ı Allah "O gün tartı (vezn) haktır." 935 buyurmuştur. Mu'tezile ise amellerin tartılmasını inkâr etmiş ve bu konudaki nasları tevil etmiştir.
b) Amel defteri haktır: Bu defterden maksat, insanlara ait sevap ve günahların üzerinde tesbit edildiği şeydir. Mü'minlere sağ, kâfirlere sol ve arka taraflarından verilir.936
Mu'tezile, bu konudaki nassları da te'vil ederek amel defterini gereksiz görür.
c) Öldükten sonra sorguya çekilme haktır: 937
Esmâü’l-Hüsnâ’dan Hasîb; Allah Hesaba Çekendir
Hasîb; Hesap gören anlamında Allah’ın isimlerinden biridir. “Ki onlar (o peygamberler) Allah'ın risaletini tebliğ edenler, O'ndan içleri titreyerek korkanlar ve Allah'ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır. Hesap görücü olarak Allah yeter.” 938
Allah insanı yaratır ve henüz o döl yatağındayken ona sûret verir. Her insanı özenle ve bambaşka bir yaratılışla dünyaya getirir. Annesinin rahmindeyken ve o daha hiçbir şeyin şuurunda değilken onu korur, beslenmesini ve gelişmesini sağlar. Anne karnında geçen dokuz aylık süre insan için karanlık bir devredir. Hiçkimse bu dönemi ve dokuz ay içinde Allah'ın kendisi için nasıl inanılmaz mucizeler gerçekleştirdiğini bilmez. Fakat Allah, daha insan tek bir hücreyken bile onun ilk haline şâhittir. Çocukluk dönemi de aynı şekildedir. İnsanın hâfızasında çocukluğuyla da ilgili yalnızca birkaç anı kalır. Ama Allah, o bilmezken bile her an yanındadır, her yaptığına şahittir.
Allah'ın şâhit olduğu yalnızca insanın amel olarak yaptıkları değil aynı zamanda içinden de geçirdikleridir. Çünkü Allah insanın hem içine hem dışına, hem rûhuna hem organlarına tam anlamıyla hâkimdir. O, nefsini koruyarak neyi, ne için yaptığını bilmezken Allah onun her hareketini ne amaçla yaptığını bilir. İnsan gizlenmiş tek bir hücre halindeyken de, ölmek üzere son nefesini verirken de Allah onun yaptıklarına şâhittir. Dünyada yaşadığı süre boyunca otururken, konuşurken, yemek yerken, uyurken, gece gündüz her saniye işlediklerini tüm ayrıntılarıyla bilir, ağzından çıkan her konuşmayı, her lafı işitir, aklından geçirdiği her düşünceyi tespit eder. Hiçbir şey O'ndan gizli kalmaz.
Oysa insan, hayatı boyunca yaptığı işleri, söylediği sözleri unutur. Yıllar geçtikçe zihnindeki anılar bulanıklaşır. Geçmişte yaşadıklarını saymaya kalksa ancak çok az şey sayabilir. On yıl önce yaşadığı bir olay kendisine hatırlatılıp o an ne düşündüğü sorulsa hiçbir şey hatırlayamaz. Sanki bütün yaşadıkları zihninden silinmiş gibidir, geriye çok az bir kalıntı kalmıştır. Allah ise bütün insanların hayatları boyunca yaptıklarını, her saniye kafalarından neler geçtiğini bilir. Hiçbir şeyi unutmaz. Hesap günü herkesin önüne kötülüklerini, iyiliklerini, sâlih amellerini
935] 23/Mü'minûn, 108-110
936] 69/Haakka, 25-26; 84/İnşikak, 10; 17/İsrâ, 13
937] 7/A'râf, 6; 14/İbrâhîm, 51; 3/Âl-i İmrân, 30; Müslim, Tevbe 52; Buhârî, Mezâlim 2; Halid Erboğa, Şamil İslam Ansiklopedisi, c. 2, s. 395-397
938] 33/Ahzâb, 39
- 234 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve günahlarını eksiksiz getirir. Bu yüzden insanın yapması gereken, Allah'ın kendisine şâhit olduğunu asla unutmamasıdır.
“Bir selâmla selâmlandığınızda, siz ondan daha güzeliyle selâm verin ya da aynıyla karşılık verin. Şüphesiz, Allah her şeyin hesabını tam olarak yapandır.”939; “Yetimleri, nikâha erişecekleri çağa kadar deneyin; şâyet kendilerinde bir (rüşd) olgunlaşma görürseniz, hemen onlara mallarını verin. Büyüyecekler diye israf ile çarçabuk yemeyin. Zengin olan iffetli olmaya çalışsın, yoksul olan da artık mâruf (ihtiyaca ve örfe uygun) bir şekilde yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman, onlara karşı şâhit bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter.” 940
Sorumluluk
Sorumluluk: Kişinin kendi istek ve irâdesi ile yaptığı ve yüklendiği işlerin hesabını vermesi bundan dolayı hesaba çekileceği bilincine denir. İslâm, her insanın bir irâdesi ve seçme hürriyeti bulunduğunu ve bu irâdesini kullanmak sûretiyle yapacağı işlerin tamamından sorumlu olduğunu bildirmiştir. Bundan dolayı insanlar ve özellikle müslümanlar, yapacakları her işte söyleyecekleri her sözde dikkatli olmak durumundadırlar. Kur'ân-ı Kerîm'de Yüce Rabbimız şöyle buyurur: "De ki; herkes kendi (hali) ne uygun yolda hareket eder. Rabbimız, kimin en doğru yolda olduğunu daha iyi bilir." 941
Şâyet insan yaptığı her işten ve davranıştan, söylediği her sözden sorumlu olmasaydı, dinimizdeki farzlar, haramlar, mubahlar olmaz ve emirlerle yasakların bir anlamı kalmazdı. İyi işler yapanlarla, kötü işler yapanların aralarında bir fark olmazdı. İslâm’da insan, kendi hür irâdesini kullanarak yapacağı işlerden sorumlu tutulmuştur: "Her kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür, kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür."942; "O (Allah) yaptığından sorumlu değildir. Onlar ise, sorumlu tutulacaklardır." 943
Dînimiz, insanlara iyi yolu da kötü yolu da göstermiştir.944 İnsan kendi yolunu kendisi seçer ve belirler. Fakat yapacağı her iyi ve kötü hareketin sorumlusu kendisidir. Çünkü yaptığı her fiili kendi niyeti ve isteğiyle yapmıştır. İnsanları hayvanlardan ayıran başlıca fark, insanların akıl sahibi oluşu, bunun tabii neticesi olarak da sorumluluk yüklenmiş olmasıdır. Çünkü Cenâb-ı Allah, verdiği akıl sayesinde insanları diğer varlıklardan üstün ve güçlü kılmış, onların idaresini insanlara vermiştir. İdareci durumunda sorumlu olması ise kaçınılmazdır.
Dünya ve âhiret sorumluluğu: İslâm hem dünya ve hem de âhiret nizamı olduğu için insanların, yaptıkları işlerinden dolayı yalnız bu dünyada değil, âhiret hayatında da sorumlu olacaklarını bildirmiştir. Ölmekle her şeyin sona ermeyeceğini, aksine yeni ve sonsuz bir hayatın başlayacağını ve Allah'ın huzurunda hesaba çekileceğini düşünen ve buna inanan bir insan, dünyanın geçici zevklerine kanmaz. Âhiret için hazırlığını, dünyada iken yapar. Çünkü o, âhiret hayatında yalnız kendi çalışma ve gayretinin karşılığını bulacağına inanır. İyi ve kötü
939] 4/Nisâ, 86
940] 4/Nisâ, 6
941] 17/İsrâ, 84
942] 99/Zilzâl, 7-8
943] 21/Enbiyâ, 23
944] 90/Beled, 10
HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ
- 235 -
yapacağı her işten sorumlu olacağını aklından çıkarmaz.
İslâm’ın sorumluluk anlayışına göre her insan, hattâ peygamberler bile yaptıklarından sorumludurlar. Kur'ân-ı Kerim'de Yüce Rabbimız buyuruyor ki: "Andolsun ki, kendilerine peygamber gönderilenlere soracağız. Peygamberlere de soracağız."945 Peygamber Efendimiz ise, Vedâ hutbesinde yer yer konuşmasını keserek, kendisini dinleyen ashâbına üçer defa: "Tebliğ ettim mi?" diye sorarak, her defasında “Evet!” cevabını aldıkça: "Şâhid ol yâ Râb!" demiştir. Peygamber Efendimiz bu ifade ve tavrıyla, âyette belirtilen sorumluluktan kurtulma arzusunu izhar etmiştir.
Dînimize göre insan bir imtihan dünyasındadır. Başıboş ve sorumsuz olarak bırakılmamıştır. Dünyada ektiğini, âhirette biçecektir. Sağlığından, gençliğinden, gücünden, güzelliğinden, zenginliğinden, fakirliğinden... kısaca her şeyinden sorumluluk altındadır. Kendisine bahşedilen nimetleri nerelerde ve nasıl kullandığından, elde ettiği serveti nereden ve nasıl elde ettiğinden, nerelere ve nasıl sarfettiğinden sorguya çekilecektir.946 Onun için sorumluluk, bir bütün olarak düşünülmelidir. Çünkü İslâm hem dünya, hem âhiret nizamı olmakla birlikte bir bütün teşkil etmekte ve dünya hayatıyla, âhiret hayatı birbirlerinden ayrı düşünülmemektedir.
Hz. Peygamber’in (s.a.s.): "İnsan öldüğü zaman amelinin arkası kesilir; yalnız şu üç şeyden dolayı kesilmez: Biri; sadaka-i câriye (yani uzun süre ayakta kalan bir hayır eseri), diğeri; kendisinden faydalanılan ilim, üçüncüsü ise; kendisine hayır duâ eden sâlih bir çocuk..."947 hadisi önemli bir gerçeği yansıtır. Demek ki, bu dünyada yapılan işlerin sorumluluğu, âhiret âleminde de devam edecektir. O halde dünya sorumluluğu ile âhiret sorumluluğunu kesin çizgilerle birbirinden ayırdetmek mümkün değildir.
İnsanın dünya ve âhiretteki sorumluluğu birkaç yönde olur: İnsan, yaratanına karşı, kendi cinsine yani insanlığa karşı, emri altındakilere, âmirlerine ve topluma karşı sorumluluklar yüklenen bir yaratıktır. Bu durumu Peygamber Efendimiz şöyle açıklar: “Her biriniz bir yöneticisiniz ve her biriniz yönetiminizdekilerden sorumlusunuz: Devlet adamı bir yöneticidir ve halkından sorumludur; erkek, ailesinin yöneticisidir ve onları gözetmekten sorumludur; kadın, kocasının evinin muhâfızıdır ve bundan sorumludur; hizmetçi efendisinin malının bekçisidir ve bundan sorumludur. Her biriniz bir yöneticisiniz ve yönetiminizdekilerden sorumlusunuz.” 948
Kişisel ve toplumsal sorumluluğa gelince; İslâm dini, öncelikle şahsî (kişisel) sorumluluğu benimseyen bir dindir. İslâm dinine göre her fert, kendi yaptıklarından sorumludur. Başkalarının yaptıklarından sorumlu değildir. Hâlbuki hıristiyanlık inancına göre, "bütün insanlar Hz. Âdem'in işlediği ilk suçun cezasını çekecektir. Hz. İsa kendi kanını fedâ etmek sûretiyle bu lânet ve azaptan insanları kurtarmıştır." İşte İslâm dîni, atalarının günâhlarından çocuklarını sorumlu tutan bu Hıristiyanlık inancını reddederek ortadan kaldırmış, onun yerine şahsî sorumluluk prensibini koymuştur.
945] 7/A'râf, 6
946] Tirmizî, Kıyâme 9
947] Müslim, Kitâbu’l-Vasıyye 3
948] Buhârî, Cenâiz 32, Ahkâm 1
- 236 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Hiç bir günahkâr, başkasının günahını çekmez. Eğer yükü ağır gelen kimse onu taşımak için (başkalarını çağırsa) onun yükünden hiç bir şey (alınıp) taşınmaz. Akrabası dahi olsa (kimse onun yükünü taşımaz)" 949; "De ki; Allah'a itaat edin! Peygambere itaat edin! Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki o peygamber; kendisine yükletilenden ve siz de kendinize yükletilenden sorumlusunuz."950; "Ey iman edenler! Rabbinize karşı gelmekten sakının! Babanın oğlu, oğlun da babası için bir şey ödeyemeyeceği günden korkun!..." 951 hükümleri bu sorumluluk prensiplerini yansıtmaktadır.
Ancak bazı durumlarda sorumluluğun -iyilik yahut kötülük olsun- başkalarına da geçtiği olur. Yapılan amel (iş) hayır ve iyilik ise, bunun sevabı; şer veya kötülük ise, günâhı, hem o işi yapana, hem de onu yapmasına sebep olduğu kimselere ulaşır. Bir âyette Yüce Rabbimiz (c.c.) şöyle buyuruyor: “Böylece kıyamet günü kendi günahlarını tam olarak, bilmeden saptırdıkları kimselerin günahlarını (ise) kısmen yüklenirler. Dikkat edin, yüklendikleri yük ne kötüdür!” 952
Peygamber Efendimiz ise, hadislerinin bazılarında şöyle buyuruyor: “Her kim İslâm içinde güzel bir çığır açarsa ve bu güzel çığır kendisinden sonra da tatbik edilip sürdürülürse, kendi sevaplarından hiçbir şey eksilmeksizin, onu sürdürenlerin sevaplarının benzeri, kendisi lehine yazılır. Ve her kim de İslâm içinde kötü bir âdet çıkarır ve bu kötü âdet kendisinden sonra da sürdürülürse, kendi günahlarından hiçbir şey eksilmeksizin onu sürdürenlerin günahlarının benzeri de o kimse üzerine yazılır.”953 İslâmî anlayışta sorumluluk her yaş, her mevki ve seviyedeki insan için söz konusudur.
Demek ki, İslâm’a göre insanların yaptıkları işler, ya sadece kendilerini ilgilendirmekte veya yapılan işin özelliğine ve mâhiyetine göre, o işten başkaları da faydalanmakta veya zarar görmektedirler. Bu duruma göre, başkalarının yaptıkları işlerden sevap veya günâh kazanacak kimselerin olması da tabiidir. Çünkü bu şahıslar, her şeyden önce kendi sorumlulukları altında kalan iyilik veya kötülük cinsinden bir şeyler yapmaktadırlar. Yapılan bu işlerin etkileri ise, bazen uzun süre devam etmektedir.
İşte bu anlayış doğrultusunda hareket eden mü'min, bütün organları ile yaptıklarından sorumlu tutulacağını bilir. Bu inancı, onu daha kontrollü bir hayat yaşamaya zorlar. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurur: "Mü'min, günahı tepesine çökecek bir dağ gibi hisseder; münâfığa gelince, o da günahını, burnunun üzerine konmuş ve hemen uçabileceği bir sinek gibi kabul eder." 954
Mes’ûliyet
Kişinin davranışlarından hesap verme yükümlülüğü altında bulunması durumuna Türkçe'de sorumluluk denir. Hesap yükümlülüğü kişinin davranışları nedeniyle ödül ya da ceza biçiminde bir karşılık görmesi sonucunu doğurur. Bu karşılık, maddî ya da mânevî olabileceği gibi, bu dünyada ya da âhiret hayatında da olabilir.
İslâm'a göre insan sorumlu bir varlıktır. Çünkü kendine iyi ile kötü, doğru ile
949] 35/Fâtır, 18
950] 24/Nûr, 54
951] 31/Lokman, 33
952] 16/Nahl, 25
953] Müslim, İman 15; Tirmizî, İlm 14
954] Tirmizî, Kıyâmet 9; Mustafa Öcal, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 430-432
HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ
- 237 -
yanlış açık biçimde gösterilmiş, ikisinden birisini seçme hakkı tanınmış, seçimini yapabilmesi, gereğini yerine getirebilmesi için gereken akıl, irâde ve yapabilme gücü gibi niteliklerle donatılmıştır. Kişi özgür irâdesi ile dilediği seçimi yapabilir, istediği işi işleyebilir. Fakat bu özgürlüğü onu seçiminden, yaptıklarından sorumlu kılar, seçim ve davranışlarının sonuçlarına katlanma zorunda bırakır. Seçim ve davranışlarının niteliği, iyi ya da kötü oluşu, bunların sonuçlarının da niteliğini, başka bir deyişle göreceği karşılığın ödül ya da ceza oluşunu belirler.
İslâm'da kişinin sorumluluk alanı Allah'ın emir ve yasaklarınca belirlenir. Sorumlulukların sonuçlarına, karşılıklarına ilişkin düzenlemeler de yine Allah tarafından yapılır. Sorumluluk alanı içinde kalan davranışların bir bölümü için dünyada çeşitli karşılıklar, yaptırımlar öngörülür. Bu tür sorumluluklar ve yaptırımlar İslâm hukukunun başlıca konularından birisini oluşturur. Bununla birlikte sorumluluklar konusunda İslâm'ın öngördüğü asıl karşılıklar âhiret hayatına ilişkindir. İnsanın bu dünyadaki tüm davranışları âhirette hesap konusu olacaktır. Yazılı bir kitap biçiminde insanın eline verilecek olan hesap işlemi, son derece ayrıntılı ve âdilâne biçimde yapılacak, kim bir zerre kadar kötülük işlemişse cezasını, kim de bir zerre kadar iyilik yapmışsa ödülünü görecektir. Çeşitli nimetlerle dolu sonsuz cennet hayatı ödülü; çeşitli süre ve derecelerdeki azapla cehennem hayatı ise cezâyı oluşturacaktır.
İnsanın sorumluluğu Allah'ın emir ve yasaklarına göre belirlendiğinden, bu emir ve yasakların bilinmediği toplumlarda sorumluluk yoktur. Başka bir ifâdeyle sorumluluk için Allah'ın bir peygamber aracılığı ile emir ve yasaklarını bildirmesi gerekir. Peygamber gönderilmiş, Allah’ın emir ve yasakları tebliği edilmemiş toplumlar sorumlu değildirler ve yaptıkları kötülükler nedeniyle cezalandırılmazlar. Bu nedenle sorumluluk tebliğle başlar; ödül ve ceza Allah'ın koyduğu hükümler doğrultusunda verilir. Ancak son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)'in gelişinden sonra durum değişmiştir. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s.), önceki peygamberler gibi yalnız belli bir zaman ve toplum için değil, tüm toplumlar ve Kıyâmet'e kadar sürecek tüm zamanlar için gönderilmiştir.
İslâm'a göre sorumluluk kişinin teklife muhâtap oluşuyla başlar. Mükellef ya da yükümlü sayılmayan kişilerin sorumluluğu da yoktur. Buna göre sorumluluğun temel şartları ergenlik, akıl ve özgür irâdedir. Çocuklar yükümlü sayılmadıklarından sorumlu değildirler. Akıl ve ruh sağlığı yerinde olmayan kişiler yükümlü, dolayısıyla sorumlu tutulamazlar. Ergenlik ve akıl şartına sahip oldukları halde irâde özgürlüğü bulunmayan herhangi bir zor altında davranan kişiler de sorumluluktan uzaktırlar. Burada zor, doğal bir zarûret olabileceği gibi, diğer bir insan ya da gücün zorlaması da (ikrah) olabilir. Fakat her iki durumda da sonuç değişmez.
Genel kural olarak İslâm'da sorumluluk kişiseldir. Her insan yalnız kendi davranışından sorumlu tutulabilir. Hiç kimse, yakını da olsa, bir başkasının davranışlarından sorumlu değildir. Herkesin kazandığı hayır kendi yararına, yaptığı kötülük de kendi zararınadır. Bununla birlikte, özellikle kimi kişiler için medenî hukuk alanına giren bazı konularda dolaylı bir sorumluluk söz konusudur.
İnsanın dünyevî sorumluluğu İslâm hukukunca incelenir. İslâm hukukuna göre dünyevî sorumluluk, kişinin Allah, toplum ve kendi vicdanı önünde duyacağı pişmanlık, üzüntü ve acıdır. Toplum düzeninin sağlanması açısından mânevî
- 238 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sorumluluk en az hukukî sorumluluk kadar önemlidir. Hukukî sorumluluk ise kişinin kusurlu ve haksız fiili ile başkasına verdiği zararı toplum gücüyle ödemek zorunda bırakılmasıdır.
Hukukî sorumluluk da biri ceza hukuku alanına giren cezâî sorumluluk, diğeri özel hukuk alanına giren medenî sorumluluk olmak üzere ikiye ayrılır. Cezâî sorumluluk İslâm kanunlarının suç saydığı ve yasakladığı fiiller için sözkonusudur. Ancak, belli bir cezayı gerektiren bu fiillerin öldürme, yaralama, hırsızlık gibi bir bölümü aynı zamanda medenî sorumluluk içine girer. Medenî sorumluluk, hukukî bir sözleşmeden (akit) dolayı olabilecek zarardan doğabileceği gibi, böyle bir sözleşme olmadan verilen zararlardan da doğabilir. Birinci durumdan doğan sorumluluğa akdî sorumluluk; ikinci durumdan doğan sorumluluğa da cürmî, gayrî ya da haksız fiilden doğan sorumluluk denir.
Hukukî sorumluluk, kişinin kendi fiilinden doğrudan doğabileceği gibi, sorumlu olduğu kişi ya da varlıkların fiillerinden de doğabilir. Buna göre kişinin kendi fiilinden doğan sorumluluğa doğrudan sorumluluk; sorumlu olduğu kişi ve varlıkların fiillerinin neden olduğu sorumluluğa da dolaylı sorumluluk adı verilir. Dolaylı sorumluluk, babanın çocuğunun, işverenin işçinin, sahibinin hayvanın fiillerinin yol açtığı zararları ödeme yükümlülüğüdür. 955
Teklif
Teklif: Zor olanı istemek demektir. Fıkıh Usûlü ıstılahında, Şâri'in bir fiilin yapılıp yapılmamasını talep etmesine denir. Eğer bir şeyin yapılmasını isteyiş kesin olursa, teklifî hüküm "vâcip", kesin olmazsa "mendup" olur. Bir şeyin yapılmamasını isteyiş kesin olursa, teklifî hükmün muhtevâsı "haram"; kesin olmazsa "mekruh" olur. Bir de tahyîr'in hükmü vardır ki, bu da "mubahtır". Buna göre teklifî hükümler: 1- Vâcip, 2- Mendup, 3- Haram, 4- Mekruh, 5- Mubah olmak üzere beş kısma ayrılır.
Bu taksim fakîhlerin çoğunluğuna göredir. Hanefîler ise, teklifî hükümleri yedi kısma ayırırlar: 1- Farz, 2- Vâcip, 3- Mendup, 4- Haram, 5- Tahrîmen mekruh, 6- Tenzîhen mekruh, 7- Mubah. 956
Teklifin esasını akıl ve idrâk teşkil eder; yani akıl ve idrâk, teklifin temel şartıdır. Bu konuda el-Âmidî şöyle diyor: "Akıl erbâbı, mükellefin akıl ve kavrayış sahibi olması gerektiğinde ittifak etmiştir; çünkü teklif, bir hitaptır. Hayvan ve cansız madde gibi akıl ve idrâki olmayana hitapta bulunmak muhaldır. Deli ile temyiz kudretine sahip olmayan çocuk gibi hitabın aslını anlama potansiyeline sahip olan; fakat onun emir, nehiy, sevap ve ceza ile ilgili bulunduğunu, onu emredenin Allah olduğunu ve O'na itaat gerektiğini tafsilâtıyla bilmeyen kimse de, hitabın aslını tafsilâtlı olarak anlamama bakımından hayvan ve cansız madde mesâbesinde olduğu için, teklife muhâtap olamaz. Çünkü teklif ile kasd edilen şey, hitâbın aslını anlamaya dayandığı gibi, onun tafsilâtını da idrâk etmeye dayanmaktadır. Temyiz kudretine sahip olan çocuğa gelince; bu, her ne kadar temyiz kudretine sahip olmayan çocuğun anlamadığı şeyleri idrâk ederse de, tam akıllı kimse gibi Allah'ın varlığını, kullara hitapta bulunacağını, Allah'tan
955] Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 162-163
956] Muhammed Şakir Garbal, el-Mevsûâtü'l-Arabiyye el-Müyessere, teklif maddesi; Muhammed Ebû Zehra, İslâm Hukuk Metodolojisi, terc. Prof. Dr. Abdülkadir Şener, Ankara, 1973, 42
HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ
- 239 -
gelen buyrukları tebliğ eden gerçek Peygamberin bulunduğunu gereği kadar kavrayamaz. Oysa teklif ile kast edilen şey, bunlara bağlıdır. Gerçi arada çok kısa bir zaman kalacak şekilde ergenlik çağına yaklaşınca, onu bu andaki idrâki, biraz sonra teklifi gerektiren şeyi idrâkinden farklı olmayabilir; ancak akıl ve idrâk birer gizli vasıf olup yavaş yavaş ortaya çıktığından ve bunları gösteren belli bir ölçü bulunmadığından Şâri', bunlar için buluğ çağına girmeyi bir sınır olarak koymuş ve bu çağa ermeyenlerden teklifi kaldırmıştır. Bunun delili de, Hz. Peygamber’in (s.a.s.), "Üç kimseden kalem kaldırıldı (yani onlar tekliften muaf tutuldu); buluğa erene kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uykudakinden ve ayılıncaya kadar mecnundan" hadisidir. 957
Bu ifadeden şu üç husus anlaşılmaktadır:
1- Teklifin direği akıldır; çünkü teklif Allah'ın hitabıdır. Buna da ancak aklıyla idrâk eden kimse muhâtap olabilir.
2- Akıl yavaş yavaş gelişmekte, çocukluktan itibaren olgunlaşma seyrine devam etmektedir. O, teklif haddine ancak gelişmesini tamamladıktan sonra ulaşmaktadır.
3- Aklın yavaş yavaş gelişmesi gözle görülmeyen bir husustur; çünkü o, bir zaman süreci içerisinde adım adım kemâl noktasına ulaşmaktadır. Elbette bu noktayı gösteren maddî bir ölçünün bulunması gerekir. O da buluğ çağıdır. İşte bu çağ, aklın noksanlık ve kemâli arasındaki sınırı teşkil etmektedir. Kişi bu çağa ulaşınca ona teklif terettüb etmektedir.
Hatıra gelebilir ki mecnun (deli) ve mümeyyiz olmayan çocuğun temyiz kudreti bulunmadığı halde, malî tekliflere muhâtap olduğunu görüyoruz. Bunlar, başkasına ait bir şeyi telef ederlerse tazmin etmeleri, bir cinâyet işlerlerse diyet vermeleri gerekmektedir. Fakîhlerin cumhuruna göre bunların, mallarından zekât vermeleri gerekir. Meyve ve tahıl gibi toprak ürünleri için öşür vermeleri icap ettiğini de fakîhler icmâ ile kabul etmişlerdir. İşte bunlar birer tekliftir. Bu durumda onların tekliften muaf tutuldukları nasıl düşünülebilir?
Buna, usûl bilginleri şöyle cevap verirler: Her ne kadar deli ve mümeyyiz olmayan çocuk, temyiz kudretleri bulunmadığı için teklifî hükümlere muhâtap değil iseler de, onlar da insandırlar ve bu insanlık kendileri için bir kısım haklar sağlamış ve bu hakları taşıyacak bir zimmet tanımıştır. Meselâ, onların mülkiyet hakları vardır; bu teklifler de, kendilerinin mal ve mülkiyetleriyle ilgili vecîbelerdir.
Bundan anlaşılıyor ki, deli ile mümeyyiz olmayan çocuk, insan olmaları hasebiyle bir kısım haklara ve bu yüzden bir kısım da vecîbelere sahiptirler. Bu konunun daha iyi anlaşılması için sırf insanlık icabı olarak sâbit bulunan ehliyet ile aklın eseri olarak sâbit bulunan ehliyet konusu da incelenmelidir. 958
Teklif konusu her ne kadar doğrudan doğruya Fıkıh Usûlünü ilgilendiren bir mesele ise de Kelâm ilminin de incelediği konular arasına girmiş ve insanın fiillerinin bir parçası sayılmıştır. Kelamî mezheplerin değişik teklif anlayışları vardır. Biz burada kelâmcıların teklifi nasıl tarif ettiklerine temas ederek mezhepler arasında sadece mâturîdîliğin görüşü ile yetineceğiz:
957] Buhârî, Hudûd 22, Talâk 11; el-Âmidî, el-İhkâm fî Usûli'l-Ahkâm, I/199, 200
958] Abdülkadir Şener, a.g.e., 320-321
- 240 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Seyyid Şerif Cürcânî'ye göre, teklif, muhâtaba külfet yüklemektir. 959 El-Bağdadî'ye göre teklif, külfetten (güçlük, zorluk, zahmet) alınmıştır. Bu da yorgunluk ve meşakkattir. Şeriatta emre ve neyhe ıtlak olunmuştur. O halde teklif hitabın emir ve nehiy olarak muhâtaba yönelmesidir. 960
Mâturîdî'nin teklif anlayışına gelince, şöyle özetlemek mümkündür: Teklif, ancak vukuu kudret dâhilinde olana bağlıdır ve bu şekilde bir emrin ifadesi olur. Teklif yerine getirilirse, mükâfatı gerektirir; yerine getirilmezse, cezayı dâvet eder. Fakat teklifin bu tarzda icrâya konması insanın irâde ve gücü ile olur. 961
Mâturîdî kelâm okulunda önemli olan, teklifin insanın irâde ve gücüyle ilgili oluşudur. Eğer insan fizik anlamda sakat ise bu insanın fizik yönünden istitâa'ya, güce sahip olmadığı ortadadır. Dolayısıyla böyle insana teklif akıl hâricidir. Her yönden sağlam olan insanın teklife muhâtap olması ve bu teklife göre fiillerini yapması insanın irâdesi ile ilgilidir. Bu takdirde insan, fiillerinin nitelik kazanışında sorumlu olur ve böylece teklif anlam taşır. 962
Mâturîdî okulunda güç yetmeyen işte teklif kabul edilmemektedir. 963 Bu konuda okulun dayandığı mesned "Allah bir kimseye ancak gücü yettiği kadar teklif eder." 964 âyetidir. Çünkü Allah hikmete uygun olanı yapar; hikmet de kendisinde güzellik, iyilik olanı düşünmeyi gerektirir.
Mâturîdîlikte mesele, insanın gücü ve bu gücün imkânlarının Allah'ın ezelî ve mutlak ilmince bilinmesi açısından ortaya konmaktadır. 965 İnsan teklif edilenden birini kendi gücü, meyli ve ihtiyarını kullanarak seçer. 966 İnsanın bu tür hareketini Allah bilir. Teklifin ceza ve mükâfat haline gelmesi, insana ahlâkî nitelikte bir fiil olması ve neticede insanın yaptığından sorumlu olması böylece vuku' bulmaktadır. 967
Allah'ın insanlara yapmaları mümkün olmayanı teklif etmesi ve gücü yetmeyene teklif, câiz ve mümkün değildir. 968
Teklîf-i Mâ Lâ Yutak/Güç Yetirilemeyecek Emir ve Yasaklar
Teklîf-i mâ lâ yutak, güç yetirilemeyecek emir ve nehiyler demektir. Teklif; lugatte, güçlük zorluk ve zahmet anlamlarını taşımaktadır. Bu da yorgunluk ve meşakkati beraberinde getirmektedir. Istılahta ise; emre ve neyhe taalluk etmektedir. Buna göre teklif, emir ve nehyin muhâtaba yönelmesidir. Bir başka açıdan da, teklif; akıl sahibi kullarına dinî ve hukukî yükümlülükler koyan Allah'ın fiilidir.
Teklif meselesinin itikad açısından ele alınmasının esas nedeni; bu konunun
959] Ta'rîfât, 58
960] Usûlü'd-Din, İstanbul, 1928, s. 270
961] el-Beyâdî, İşarâtü'l-Merâm, Kahire, 1368, 250
962] Şerafettin Gölcük, Kelâm, Konya 1988, 222
963] Ebû Mansur el-Mâtürîdî, Kitabü't-Tevhid, Beyrut 1970, 266
964] 2/Bakara, 286
965] el-Beyâdî, a.g.e., 250
966] Mâturîdî, a.g.e., 266
967] Şerafettin Gölcük ve S. Toprak, Kelâm, 222
968] Nurettin es-Sâbûnî, el-Bidâye fî Usûli'd-Dîn, Tah. Bekir Topaloğlu, Dimaşk 1979, 118; Ahmed Yaşar, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 170-171
HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ
- 241 -
insan fiilleriyle doğrudan doğruya ilgili olması ve adâlet-zulüm meselesiyle yakınlığı yönüyledir. Kısacası bu konunun esas hareket noktası, insan fiilleri ve bunun uzantılarıdır.
Burada şu sorular konunun çerçevesini belirtmektedir: Allah tarafından söz konusu edilen İlâhî teklif karşısında insanın durumu nedir? Teklife daha çok hangi açıdan bakılmalıdır? Teklifin, insan fiilleri açısından nitelik kazanması ve adâlet-zulüm konularıyla ilişkisi nasıl anlaşılacak, insanın irâde ve sorumluluğu nasıl izah edilecektir? İşte bu ve benzeri sualler insan zihnini başlangıçtan beri meşgul etmesi bakımından İslâm Kelâmında da önemli yer işgal etmiş ve bu konuda bir hayli değişik fikirler ortaya konulmuştur. Aynı zamanda itikadî fırkalar arasında da hayli değişik fikir ve anlayışlara yol açmıştır. Bunları derli toplu bir şekilde şöylece sıralamak mümkündür.
a- Ehl-i Sünnet Anlayışına Göre Teklif
Bilindiği üzere itikadî açıdan Ehl-i Sünnet anlayışı denilince Matüridî ve Eş'arî alimlerinin görüşleri akla gelmektedir. Bunları da kendi düşünce ve anlayışlarına göre ayrı ayrı ele alarak bu görüşleri daha detaylıca ele almaya çalışalım.
1- Mâturîdîlere Göre: Teklif, makdur olana bağlıdır. Ancak bu şekilde bir emrin ifadesi olur. Teklif yerine getirilirse mükâfatı, yerine getirilmezse cezayı gerektirir. Ancak, bu tarzdaki bir teklifin meydana gelmesi insanın irâde ve gücüyle olur. 969
Mâturîdî anlayışına göre önemli olan, teklifin insanın irâde ve gücüyle ilgili olmasıdır. Eğer insan, fizikî olarak sakat ise, bu insanın fizik yönünden bir güce sahip olmadığı açıktır. Dolayısıyla böyle insana teklif akıl hâricidir. Her yönden sağlam olan insanın teklife muhâtap olması ve bu teklife göre fiillerini yapması insanın irâdesiyle ilgilidir. Bu takdirde insan, fiillerinin nitelik kazanışında sorumlu olur ve böylece teklif bir anlam taşımış olur. 970
İmam Mâturîdî'ye göre, teklif-i mâ lâ yutak, yani güç yetirilemeyen şeyin insana yüklenmesi câiz değildir; bu kabul edilmez. Bu hususta "Allah bir kimseye ancak gücü yettiği adar teklif eder."971 âyetini delil olarak alır. Zira Yüce Allah yaptığı işleri bir hikmete göre yapar, hikmet ise, bunu gerektirir, yani güzellik ve iyilik olanı beraberinde getirir.
Mâturîdî ekolünde bu meseleye, insanın gücü ve bu gücün imkânlarının Allah'ın ezelî ve mutlak ilmince bilinmesi açısından bakılmaktadır. İnsan, kendisine yüklenilen şeylerden birisini kendi gücü, o yöne meyli ve kendi ihtiyarını kullanmak sûretiyle seçer. İnsanın bu tür hareketini de Yüce Allah bilir. Öyleyse insana ancak kaldırabileceği kadar şey yüklenmiş demektir. Teklifin ceza ve mükâfat haline gelmesi, insana ahlâkî nitelikte bir fiil olması ve sonuçta insanın yaptığından sorumlu olması işte bu şekilde meydana gelmektedir. 972
Yüce Allah'ın insanlara yapmaları mümkün olmayan şeyleri teklif etmesi câiz
969] Beyâdî, İşarâtu'l-Meram, 250
970] Bk. Şerafettin Gölcük, Süleyman Toprak, Kelâm, 220-23, Konya, 1988
971] 2/Bakara, 286
972] Ş. Gölcük-S. Toprak, Kelâm, 222
- 242 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve mümkün değildir.973 Sonuç olarak şu söylenebilir; Mâturîdî anlayışına göre, güç yetirilemeyen işi, Allah'ın insanlara teklif etmeyeceği ve insanın da, kendi gücünü kullanarak bu teklifi kendisine sıfat yapacağı görüşü yaygın bir şekilde kabul edilir.
2. Eş’arîlere Göre: Eş'arî ekolüne göre, güç yetmeyen işin teklifi mümkündür. Buna delilleri de "Onlar hakkı işitmezler, gerçeği görmezler"974 âyeti ile "Kelâmını işitmeye de tahammülleri yoktur”975 âyetidir. Bu duruma göre, teklif meselesi esas itibarıyla temel olarak insanın kudretine bağlıdır. Ancak bu kudret Eş'arî anlayışı çerçevesinde Allah'tan gelmektedir. Diğer taraftan Eş'arî aczi, bir şeyin kendisini ve karşıtını yapmamak olarak anlamaktadır. Acz halinde, emrolunanla birlikte, bir şeyi almak da terk etmek de bulunmaz.
Eş'arî'nin bu görüşü şu şekilde açıklanmaktadır: Allah'ın insana gücü yetmediği şeyi yüklemesi, teklif etmesi câizdir. Bu, şeriat yönünden de doğrudur. Zira, Ebû Leheb'e iman emredilmiştir. Peygamber'i tasdik ve bütün haber verdiklerine iman etmesi bildirilmiştir. Bununla birlikte onun iman etmeyeceğini de Rabbimiz haber vermiştir. Güç yetmeyen işin teklifinin mümkün oluşuna "Ey Rabbimiz, güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme." 976 âyeti de delil olarak alınabilir. 977
b- Mu’tezile Anlayışına Göre Teklif
Mu’tezile'ye göre teklif; kendisinde kişiye yük olan bir iş olarak tanımlanmaktadır. Teklif, kendisinde yükümlüye güçlük ve zorluk bulunan bir işi yapma irâdesidir. Böyle bir teklif ise, ancak Allah tarafından yapılır.
Mu’tezileye göre, diğer meselelerde olduğu gibi teklif de ana dünya görüşüne bağlıdır. Mu’tezile'nin tek endişesi Allah'ın bir tek olduğu keyfiyetine halel getirmemektir. Bunun için "tevhid" meselesi onların hareket noktası olmuştur. 978 Gerek Mu’tezile'de ve gerekse diğer itikadî fırkalarda esas ve temel olan bir prensip vardır. Diğer bütün görüşler bu temel espri çevresinde cereyan eder ve bu doğrultuda fikirler ileri sürülür. Bu bakımdan öncelikle o fırkanın esas görüşü iyice bilinmeli ve dikkate alınmalıdır.
Teklif konusu da esas itibariyle tevhid görüşüne bağlıdır. Yüce Allah yegâne birdir ve O her şeyde olduğu gibi fiillerde de bir ve tekdir, âdildir. O'nun âdil olması fiillerinde çirkin ve kötü olan fiillere yer vermemesiyle anlaşılır. O'nun fiillinden kötü bir şeyin meydana gelmesi doğru değildir. Öyleyse, bütün fiillerinde âdil olan ve kötü iş yaratmayan Yüce Allah'ın insanların faydasına olan tekliflerde bulunması gerekir. Çünkü bu konu, daha önce de geçtiği üzere, Allah'ın yegâne tek oluşu ve O'nun adâleti konusuna girer. Âdil olan Allah'tan ise, insanların zararına olan, dolayısıyla kaldıramayacakları bir teklifin yüklenmesi beklenemez. Zira bu, zulüm olarak telâkki edilmektedir.
Bu farklı görüşlere rağmen, Mu’tezile, teklife külfet ve meşakkat mânâlarını vermekle Ehl-i Sünnetle bir yakınlık ortaya çıkarmakta, bir nevi aynı görüşü
973] Sâbûnî, el-Bidâye, 118
974] 11/Hûd, 20
975] 18/Kehf, 101
976] 2/Bakara, 286
977] Bk. Ş. Gölcük S. Toprak, Kelâm, 223
978] Ş. Gölcük-S. Toprak, Kelâm, 221
HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ
- 243 -
paylaşmaktadır.
Buraya kadar sayılan teklif ile ilgili görüşlerin sıralanmasından sonra; bu konuda şöyle genel bir değerlendirmede bulunmak mümkündür:
İnsana güç verip vermeme doğrudan doğruya Yüce Allah'ın kudreti dâhilindedir. Bu konuda da Allah'ın bir mecbûriyeti yoktur. Allah insana yapılması imkânsız olan bir şeyi yüklemekte tamamen kendi irâdesine sahiptir. İnsana yapılan teklif insanın yapabileceği ölçüdedir. Bu durum ise, Allah'ın adâleti, sünneti doğrultusundadır. Bunları yaparken tamamen mutlak ve hür iradesiyle yapıyor olup, bir zorunlulukla karşı karşıya değildir. İşte Mûtezile ile temelde ayrılan nokta burasıdır. Onlar Yüce Allah'ın insana ancak kaldırabileceği kadar bir teklifi yüklemesini zorunlulukla izah edip, bunu tevhid anlayışlarına bağlamaktadırlar. Ehl-i Sünnet ise, meselenin sonucunda yani teklifinin ancak kapasiteye göre olacağında birleşip, bunun zorunlulukla değil hür irâde ile Yüce Allah'ın sünnetine göre olduğunu kabul etmektedirler. 979
Teklif kelimesinin kökü olan "kelef" bir şeyi sevmek, bir şeye düşkünlük anlamındadır. Teklif ise, bir insanı sevdiği şeyi elde etmede bazı zorlukları göğüslemekle yükümlü tutmaktır. O halde teklifin esâsında yine insanın hür irâdesi ve içten sevip benimsemesi vadır. Aynı kökten gelen külfet, zorluk anlamında, tekellüf ise külfete meydan verme, bir işin olmasını külfete bağlama anlamında kullanılır. Kur'an'da teklif, daima fiil şeklinde 7 yerde, tekellüf de bir yerde kullanılmıştır.
Teklif konusunda Kur'an'ın temel anlayışı şudur: "Allah hiçbir benliği gücünü, kapasitesini aşacak şekilde teklife muhâtap kılmaz." 980 Bu ilke, değişik cümle yapılarıyla, fakat hep aynı kelimeler kullanılarak birkaç kez tekrarlanır. 981 Bunların hepsinde "kişinin güç ve kapasitesini ifâde eden "vüs'at" kelimesi kullanılır ki, esas anlamı genişliktir. Vüs' etimolojik gelişimi içinde zamanla, güç ve kapasite anlamını almış bulunuyor ki Kur'an da onu aynı anlamda kullanmaktadır. Aynı kökten se'a kelimesi de Kur'an'da ekonomik-mâlî genişlik anlamında, yine teklif prensibine yer veren bir âyette kullanılmıştır. Bu âyet, teklifin ekonomik-mâlî yönünü prensibe bağlarken de şöyle diyor: "Genişliği olan, genişliğinden, bağışta bulunsun... Allah hiçbir benliği, ona verdiği nimet dışında bir şey vermekle yükümlü tutmaz. Allah, bir güçlükten sonra bir kolaylık sunacaktır." 982
Kur'an'ın teklif konusundaki bu kabulü şöyle formüllendirilmiştir: "Güç yetirilemeyen şeyle yükümlü kılmak yoktur." Allah'ın kanunu bu olduğuna göre, O'nun güvenilir elçileri nebîler de aynı prensibe uymak zorundadırlar. Kur'an, peygamberlere şu emri veriyor: "De ki... Ben tekellüfe (külfete, zorluğa) yol açanlardan değilim."983 Peygamber, tekellüfe ancak kendi benliğinde gidebilir. O alan, onun hür irâdesiyle kayıtlar ve zorluklar getirebileceği tek alandır. Hitap ettiği kitleye ise tekellüf getiremez, onları sadece teşvik eder, özendirir. Şu âyet, Kur'ânî espriyi Rasûlullah'a hitap ederken şöyle ifâdeye koyuyor: "Allah yolunda çarpış. Sen ancak kendi nefsini külfet altına sokabilirsin. Mü'minlere gelince onları
979] Abdurrahim Güzel, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 171-172
980] 2/Bakara, 286
981] 2/Bakara, 233; 6/En'âm, 152; 7/A'râf, 42; 23/Mü'minûn, 62
982] 65/Talâk, 7
983] 38/Sâd, 86
- 244 -
KUR’AN KAVRAMLARI
teşvik et, özendir." 984
Kapasite üstünde yükümlülük (teklif mâ lâ yutak) fıtrata, Allah'ın irâde ve kanunlarına terstir. Allah, dine bu sakatlığın girmemesi için Kur'an'da gerekli önlem-prensipleri getirmiştir. Bu prensipleri çiğneyenler kendi arzuları yönünde insanları saptıran bilgisiz azmış-zâlimler olarak tanıtılıyor.985 Bunlar, Allah'ın açık açık bildirdiği haram ve helâllere ilâvelerde bulunanlardır. Bunlar, Allah için iş yapmanın güzelliği yerine, Allah adına iş yapmaya kalkıp sonunda örtülü bir biçimde tanrılık iddiâ etme durumuna düşen karanlık ruhlulardır. Allah'ın, tekelinde tuttuğu haram kılma yetkisini kullanmaya kalkarak, gâfil bir biçimde şirke düşerler de hâlâ Allah için iş yaptıklarını sanır, hiyânet ve sapıklıklarını da Allah'ın dinine fatura ederler. Böylelerinin dine ve Allah'a en büyük hizmetleri, dinden uzak durmalarıdır, ama çıkarları ve kurdukları menfaat tezgâhları buna müsâade etmez. Allah'ın dinine iftira ederler de hâlâ kendilerine mücâhid, ehl-i takvâ, sünneti ihyâ edenler vs. gibi sıfatlar vermekten çekinmezler. Eğer bunların iddiâlarında zerre kadar doğruluk olsaydı Kur'an'ın dinine bağlı olanlar bugün böylesi perişan duruma düşerler miydi?
Teklifin işaret edilen Kur'anî boyutlarını destekleyen birkaç prensibi daha verelim: "Allah sizin için hafifletme ister. İnsan zayıf yaratılmıştır."986; "Allah sizin için kolaylık ister, sizin için güçlük istemez."987; "Allah sizin için dinde zorluk yaratmak istemez. O'nun istediği sizi temizleyip arıtmaktır."988; "O size din içinde zorluk getirmemiştir." 989; Allah'ın kendisine farz kıldığı hususlarda nebî üzerine herhangi bir zorluk yoktur." 990
"Allah hiçbir nefse gücünün yeteceğinden fazla yük yüklemez."991 Güneşe çevirebileceği kadar gezegen, ağaca kaldırabileceği kadar dal, insana taşıyabileceği sayıda el takmış. Devenin yükü ayrı, karıncanınki ayrı. Balığa uçmayı, aslana yüzmeyi teklif etmemiş.
İnsanlara da bu imtihan meydanında kuvvetleri oranında hatta bir lütuf olarak, güçlerinin çok altında teklifte bulunmuştur. Allah'ın bütün emirlerini işlemek bütün yasaklarından sakınmak her insanın gücü dâhilinde. Bizim gücümüz için son hudut, namazı beş vakit kılmak, orucu bir ay tutmak mı? Elbette hayır! İnsanlar bu hakikati iyi değerlendirseler, sabretmesini bilip irâdelerini hırpalayıp zaafa uğratmasalar ve en önemlisi birbirlerine yük olmasalar, hepsi de yüklerini rahatlıkla taşıyabilecek ve bu imtihan meydanından yüzlerin akıyla ayrılıp gidecekler.
Zengin olmayan kişinin zekât vermekten sorumlu olmayacağı, kezâ eli yahut ayağı kesik bir insanın abdest alırken bu organlarını yıkamaktan sorumlu olmadığı Bakara, 286. âyetten çıkarılan hükümlerden. Akaid ilimleri ise "güç yetirme" meselesini "akıl" yönüyle ele almış ve sıkça sorulan bir soruya şöyle açıklık getirmişler: "Dünyanın ıssız bir köşesinde yaşayan ve toplum hayatından
984] 4/Nisâ, 84
985] Bk. 6/En'âm, 119
986] 4/Nisâ, 28
987] 2/Bakara, 185
988] 5/Mâide, 6
989] 22/Hacc, 78
990] 33/Ahzâb, 38; Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 584-586
991] 2/Bakara, 286
HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ
- 245 -
habersiz olan bir insan, mücerret aklıyla hangi hakikatleri bilmeye güç yetirebilirse, sadece onlardan sorumlu!" Mücerret aklı, "kendisine İlâhî emirler ulaşmamış, peygamberlik nûruna muhâtap olamamış, rehbersiz bir akıl" şeklinde târif edebiliriz.
“Dünyanın ıssız bir köşesinde yaşayan bir insanın İslâm Dinini bilmesi mümkün değildir. Bu adam, âhirette nasıl sorumlu tutulabilir?” Mâsum bir soru gibi gözüken bu sorunun arkasındaki anlayışı doğru değerlendirmek gerekir. Annesine hakaret, babasına isyan eden, en yakın dostlarını dar zamanlarında yüzüstü bırakan, “benden sonra tûfan” felsefesiyle yaşayan bir adam; bakıyorsunuz, dünyanın öte ucundaki, tanımadığı birinin imanını dâvâ etmeye kalkışıyor! Hemen kararınızı veriyorsunuz: Bu adamın derdi başka!...
Kendisiyle biraz konuşuyor, iç âlemini kurcalıyorsunuz. Karşınıza sinsi ve menhus bir gâye çıkıyor: “Allah’ın adâletine itiraz!” Aslında, bu sanıldığı gibi, yeni bir mesele değil. Asırlar önce tartışılmış, halledilmiş, rafa kaldırılmış bir konu. Şu kadar var ki, “dünyanın öbür ucu” denmemiş de, “ıssız bir dağda, toplum hayatından habersiz yaşayan bir adam” denmiş. Yahut buna benzer bir başka tip üzerinde konuşulmuş.
“Allah, hiçbir nefse gücünün yettiğinden fazlasını teklif etmez.”992 Yani, her şeye taşıyabileceği kadarını yükler. Fertleri güç yetirebilecekleri işlerle mükellef kılar. Her gövdenin üzerine, götürebileceği kadar bir baş yerleştirir. Allah, dağına göre kış verir. Atom çekirdeğine gezegenleri bağlamaz. Âlimlerimiz bu âyeti çeşitli yönlerden tefsir etmişler. Fıkıh âlimleri, bu âyeti fıkıh yönünden, kelâm âlimleri ise itikat yönünden incelemişler. Bu ikinciler, âyette geçen “güç yetme” meselesini akıl yönüyle ele almış ve şu mânada birleşmişler: “Dünyanın ıssız bir köşesinde yaşayan ve toplum hayatından uzak bir insan, mücerret aklıyla, hangi hakikatleri bilmeye güç yetirebilirse, sadece onlardan sorumludur.”
Mücerret akıl denilince, “bir peygambere muhâtap olmamış, kendisine İlâhî emirler ulaşmamış, rehbersiz kalmış” bir aklı anlıyoruz. İşte, böyle bir aklın ulaşabileceği saha konusunda, değişik görüşler ileri sürülmüş: İtikat imamlarından İmam Mâturîdi, “insanın, kendi aklını kullanarak bir yaratıcının olduğunu bilmeye güç yetirebileceği” görüşündedir. Ve böyle bir insanın Allah’a inanmaktan sorumlu tutulacağını, diğer iman rükünlerinden ve ibâdetlerden ise sorumlu olmayacağını ifâde eder. Bir diğer itikat imamı olan Eş’arî ise, böyle bir insanın, peygamber olmaksızın, Allah’ı bilmesinin de mümkün olamayacağı fikrini savunur ve bu adamın bir taşa bile tapsa “necat ehli” yani kurtuluşa erenlerden olacağını söyler.
Görüldüğü gibi, her iki imamın da ittifak ettikleri esas nokta şu: Kişi, içinde bulunduğu şartlarda, neyi bilmeye güç yetirebiliyorsa ondan sorumlu. Şüphesiz, hakikati en iyi bilen Allah’tır. O’nun ilmine havâle ederiz. 993
Mükellef
Mükellef: Yükümlülük sahibi kişi, yükümlü kılınan kişi; Arapça "teklîf" mastarından ism-i mef'ûldür. Bir Fıkıh terimi olarak; "İslâmî emir ve yasakların
992] 2/Bakara, 286
993] Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, c. 1, s. 106-107; c. 3, s. 187-189
- 246 -
KUR’AN KAVRAMLARI
muhâtabı olan ve bunlara uymakla yükümlü bulunan kimse" demektir. "Allah bir kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez" 994 âyeti sorumluluğu gücün yetmesi ile sınırlar.
Dinî emir ve yasaklara muhâtap olabilmesi için kişinin akıl ve fizik bakımından belli olgunluğa ulaşması gerekir. Kişinin, insan varlığına ait hak ve borçlara ehil olma vasfına "ehliyet" denir. Bu ehliyet anne karnındaki ceninden itibaren rüşd yaşına kadar çeşitli safhalar geçirir. Ehliyet, vücub ve edâ ehliyeti olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Vücub ehliyeti: Kişinin lehine ve aleyhine olan hakların sübûtuna elverişli olmasıdır. Bu, borçlanma ve borçlandırma ehliyetidir. Bunun dayanağı insanlık sıfatıdır. Yaş, akıl ve rüşd ile ilişkisi yoktur. Eksik ve tam olmak üzere ikiye ayrılır.
a. Eksik vücub ehliyeti: Bu ana karnındaki cenine ait bir ehliyet olup, doğuma kadar devam eder. Cenin, yalnız lehine olan haklardan yararlanır. Aleyhine olan haklar onun hakkında sabit olmaz. Cenin sağ doğmak şartıyla mirasçı olur, lehine vasiyet edilen mala sahip bulunur, yine lehine vakıf geçerlidir, babası cihetinden nesebi sabit olur. Aleyhine olan medeni haklar ise sâbit olmaz. Meselâ, babasının cenin adına bir şey satın alması veya cenine ait bir malı başkasına hibe etmesi geçerli değildir. Yine cenin, nafaka vb. malî yükümlülüklere muhâtap olmaz.
b. Tam vücub ehliyeti: Şahsın lehine ve aleyhine olan hak ve borçlara ehil olmasıdır. Akıl hastaları ile yedi yaşından küçük olan gayri mümeyyiz küçükler tam vücub ehliyetine sahiptirler. Henüz idrâk ve muhâkeme teşekkül etmediği için bunlarda edâ ehliyeti yoktur. Lehine yapılan hibe, vasiyet ve vakıf geçerlidir. Ayrıca onu borç ve yükümlülük altına sokan satım, kiralama, karz ve rehin gibi medenî akitler velî veya vasî tarafından onun adına yapılır. Bunların semere ve sonuçları akıl hastası veya gayr-i mümeyyiz küçüğe ait olur.
Diğer yandan gayri mümeyyiz küçük, haksız fiillerinden veya velî yahut vasîsinin onun adına yapacağı tasarruflardan doğan borçlardan bizzat sorumludur. Ancak bu bedenî değil yalnız malî bir sorumluluktur. 995
Akıl hastası ve gayri mümeyyiz küçükler malî bütün borçları öderler. Ancak bunlar ibâdetle yükümlü olmadıkları için Ebû Hanîfe'ye göre zekâtla yükümlü bulunmazlar. İmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise zekât mal nimetinin külfeti kabilindendir. Böyle olunca bunların da zekâtta sorumlu tutulmaları gerekir. Ancak bunu velî veya vasî, onun adına öder.
2. Edâ ehliyeti: Kişinin medenî hakları kullanma ehliyetidir. Bu, her insanda tabîî bir vasıf değil akıl ve fizik gelişmeye paralel olarak kazanılan bir vasıftır. Bunun varlığı, temyiz kudreti, belli bir yaşa ulaşma gibi bazı şartlara bağlanmıştır. Kısaca vücup ehliyeti, her şahısta bulunan pasif bir ehliyet iken, edâ ehliyeti aktif ehliyet halidir. Edâ ehliyeti de eksik ve tam olmak üzere ikiye ayrılır.
a. Eksik edâ ehliyeti: Bu ehliyet mümeyyiz küçük ve bunamışda (ma'tuh) söz konusu olur. Yedi yaşla büluğ çağı arasındaki ehliyeti ifade eder. Mümeyyiz
994] 2/Bakara, 286
995] bk. el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Mısır 1327-28/1909-1910, VII,172; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr; Bulak 1315-1317 H., VIII, 324 vd.
HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ
- 247 -
küçük iyi ile kötüyü, alma ile vermeyi, satmayla satın almayı birbirinden ayırt edebilen fikrî, zihnî ve beden olgunluğuna ulaşan kimsedir. İslâm hukukçuları uygulamada kolaylık olsun diye yedi yaşın tamamlamasını temyiz çağının başlangıcı olarak kabul etmişlerdir. Bu yaşın tercih edilmesi Hz. Peygamberin şu hadisine dayanır: "Yedi yaşına girdikleri zaman çocuklarınıza namazı emredin."996 Bu hadis yedi yaşına giren çocuğun namazın ve ibâdetin mânâsını anlayabilecek bir fikir olgunluğuna ulaştığını gösterir. Bu duruma göre; Mümeyyiz küçüğün namaz, oruç, hac gibi ibâdetleri yapması büluğdan önce farz değilse de, edâsı sahihtir ve sevâbı ana-babaya gider.
Hibe ve sadakayı kabulü, mubah malları mülk edinmesi gibi tamamen lehine olan tasarrufları geçerlidir. Bu konuda velî veya vasîsinin izni de aranmaz. Yine başkasına vekil olarak alış veriş, nikâh, talâk, dâvâ ve kabz gibi işlemleri de geçerlidir. Çünkü bunlarda muhtemel zararlar müvekkile âittir. Üstelik bu gibi muâmeleler çocuğun yetişmesine yardımcı olur. Tamamen zararına olan tasarruflar bâtıldır. Bağış, sadaka, vakıf, âriyet verme, borca kefil olma ve boşama gibi tasarrufları geçersizdir. Bunlar, onun adına velî veya vasîsi tarafından da yapılamaz.
Alış-veriş, kiraya vermek, kiralamak, rehin vermek ve almak gibi hem menfaate, hem de zarara ihtimali bulunan tasarruflar velînin icâzetine bu gibi iki yönlü olabilen tasarruflar geçerlidir. Velisinin izin verdiği mümeyyiz küçük "me'zûn"; izin vermediği ise "mahcûr" adını alır.
b. Tam edâ ehliyeti: Kişinin bütün hak ve borçlara ehil olması ve ibâdetlerle yükümlü bulunmasıdır. Bu ehliyet, büluğ çağı ile başlar, rüşd yaşı ile en son şeklini alır. Kişi, lehine ve aleyhine her türlü hukukî tasarrufu yapma ehliyetine erişmiş olur. Büluğ, kişide erkek çocuğun ihtilâm olması, kız çocuğunun aybaşı hali veya gebe olması gibi birtakım fizikî belirtilerin görülmesiyle başlar. Bazen bu belirtilerde gecikme olabilir. Bu takdirde, çoğunluk fakihlere göre büluğ çağının başlangıcı kız çocuklarda 9, erkek çocuklarda 12, sonu ise her iki cinste de 15 yaştır. Ebû Hanîfe'ye göre ise, büluğ çağının sonu erkek çocukları için 18, kız çocukları için 17 yaştır. Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve Şâfiî ise, ergenlik belirtisi görülmeyen erkek ve kız 15 yaşını tamamlamakla büluğ çağına ermiş sayılır. 997
Büluğ çağının asgarî ve âzamî sınırları arasında bulunan erkeğe "mürâhik", kadına "murâhika" denir. Akıl ve bâliğ olan kimse malî tasarruflar dışında diğer iman, ibâdet, hukukî ve sosyal nizamın gerektirdiği bütün görevleri ve sorumlulukları yüklenir ve malı olanlar dışında tam edâ ehliyetine sahip olur. Kendisine namaz, oruç, hacc ve zekât farîzaları gerektiği gibi, haksız fiillerden hem malen hem de bedenen sorumludur. Birisini öldürse kısas uygulanır, zina etse had cezasına muhâtap olur. Ancak had cezalarının uygulanması için suçun işlendiği beldede İslâmî yönetimin iş başında olması gerekir. Çünkü fert olarak hadleri uygulama imkânı ve gücü bulunmaz.
Rüşd sözlükte mâkul davranmak, doğru yolu bulmak demektir. Mecelle'deki tarifi şöyledir: "Rüşd, malın muhâfazası hususunda takayyüd ederek sefeh ve
996] Ebû Dâvud, Salât 26; Ahmed bin Hanbel, II/180, 187
997] el-Kâsânî, a.g.e., VII, 172; el-Cezîrî, Kitâbü'l-Fıkh ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, Kahire 1392, II, 350 vd.; Mecelle, madde, 978; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s. 122 vd.; Muhammed Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, Kahire, (t.y.), s. 331
- 248 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tebzirden tevakkî eden kimsenin vasfıdır. Bu vasfı taşıyana "reşid" denir. Reşidin zıddı "sefih''tir. Sefih malını boş yere sarf ile masarifinde tebzir ve israf ile İzaa ve itlaf eden kimsedir." 998
Rüşd, temyizden farklıdır. İnsan iyiyi kötüden, hayrı şerden ayırır da, malını ve servetini iyi bir şekilde idare etmeyi beceremez. Çünkü malın idaresi ve işletilmesi ayrı bir tecrübe ve yetenek gerektirir. Rüştle büluğ aynı şeyler değildir. Rüşd yaşı eğitim, kültür, iklim şartları ve benzeri etkenlerin altında büluğdan önce teşekkül edebilir. Ancak çoğu zaman büluğdan sonra bu olgunluk hali ortaya çıkar.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Evlenme çağına gelinceye kadar yetimleri deneyin. Eğer rüşde erdiklerini açıkça görürseniz mallarını kendilerine verin."999 Bu âyete göre, mümeyyiz küçük büluğ çağına erişince hemen malı kendisine teslim edilmez ve reşid olup olmadığı araştırılır. İslâm rüşd yaşını belirleme hususunu yöneticilere bırakmıştır.
Ebû Hanîfe'ye göre büluğa eren şahıs sefih ve israfçı da olsa üzerinden malî velâyet kalkar ve tasarruf özgürlüğüne kavuşur. Ancak malı, bir ihtiyat ve tedbir amacıyla reşid oluncaya veya yirmibeş yaşını dolduruncaya kadar kendisine teslim edilmez. Çünkü yirmi beş yaşındaki kimse dede olabilecek bir yaşa gelmiş, bedenî ve fikrî olgunluğa erişmiştir.1000 Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise, kişi reşid oluncaya kadar malı kendisine verilmez. Osmanlı devrindeki uygulamada 1288 tarihli bir irâde, yirmi yaşını doldurmamış şahısların rüşd dâvâlarının reddedilmesi kuralını getirmiştir. 1001
İşte akıl ve fizik bakımından gelişmesini rüşdle tamamlayan bir müslüman artık İslâm'daki bütün emir ve yasakların, malî, bedenî ve cezaî her çeşit hükmün muhâtabı olur. Artık onun fiilleri farz, vâcip, sünnet, müstehap, mubah, haram, mekruh veya müfsit olmak üzere sekiz maddede değerlendirilir. Bu fiillere ef'âl-i mükellefin (yükümlülerin fiilleri) adı verilir. 1002
Güç-Tâkat (ve Kolaylık)
Güç: Fizik, düşünce ve ahlâk yönünden bir etki yapabilme veya bir etkiye direnebilme yeteneği, kuvvet ve kudret demektir. Sınırsız ve mutlak güç Allah'ın gücüdür. Esas anlamıyla O'ndan başka güç ve kuvvet kaynağı yoktur. "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh = Güç ve kuvvet ancak Allah'a aittir." İnsan ve diğer yaratıklar, Allah'ın verdiği kadar, sınırlı ve geçici bir güce sahiptir; onlardaki gücün kaynağı, kendileri değil; Allah'tır.
İnsan, zayıf yaratılmıştır; âcizdir. "Allah sizden (yükünüzü) hafifletmek ister; çünkü insan zayıf yaratılmıştır."1003 Dinî teklifler ve vazifeler, birer yük ve zorluk değildir; tam aksine, insanı dünya ve âhiret hayatında çıkmaza düşmekten, altından kalkamayacağı veya kendisine fayda yerine zarar getirecek olan iş ve davranışlara girmekten alıkoyan, böylece yükünü hafifleten temrinler, düzenlemeler ve irşadlardır. "Ey insanlar! Allah'a muhtaç olan fakirler sizsiniz. Zengin ve övülmeye lâyık
998] Mecelle, mad., 946-947; İbn Abidin, Reddü'l-Muhtar, V, 95
999] 4/Nisâ, 6
1000] el-Kâsânî, a.g.e., V,169 vd.; el-Cezîrî, a.g.e., II, 352
1001] bk. Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, 989. mad. şerhi
1002] Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 338-339
1003] 4/Nisâ, 28
HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ
- 249 -
olan ancak O'dur."1004 Zâlim ve nanköler, görmek istemeseler de tüm güç sadece Allah'a âittir. "... Keşke zâlimler azâbı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah'a âit olduğunu ve Allah'ın azâbının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi." 1005 İnsana zayıflık ve güç veren Allah'tır: "Sözi güçsüz yaratan, sonra güçsüzlüğün ardından kuvvet veren ve sonra kuvvetin ardından güçsüzlük ve ihtiyarlık veren, Allah'tır. O, dilediğini yaratır. O, hakkıyla bilendir, üstün kudret sahibidir."1006; "Âd kavmine gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: 'Bizden daha kuvvetli kim var?' dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah'ın, onlardan daha kuvvetli olduğunu görmediler mi? Onlar Bizim âyetlerimizi (mûcizelerimizi) inkâr ediyorlardı." 1007; "Senin şehrinden -ki ora (nın halkı) seni çıkardı- daha kuvvetli nice şehirleri yok ettik; onlara bir yardım eden de çıkmadı." 1008; "Şüphesiz rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır." 1009 İnsana kuvvet veren Allah olduğu gibi, tevbe edip Allah'tan bağış dilemesiyle insan, O'nun gücünden yardım almış olur. Yağmur vermesiyle O, insanın kuvvetine kuvvet katandır.1010 "Allah güçlüdür, kuvvetlidir. O'nun cezâsı şiddetlidir." 1011; "Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla bilemediler. Hiç şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir, çok üstündür."1012; "Allah: 'Elbette Ben ve rasüllerim/elçilerim gâlip geleceğiz' diye yazmıştır. Şüphesiz Allah güçlüdür, gâliptir."1013; "Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi..."1014 İnsan, bazen kendini yeterli zanneder ve Allah'a ihtiyaç duymadığı anlayışıyla tuğyan eder (azar, taşkınlık yapar). "Gerçek şu ki, insan kendini kendine yeterli görerek tuğyan eder/azar." 1015
Bakara Sûresi 286. âyette geçen "ısr=zorluk" kelimesi, önceki dinlerde bulunan bütün zor hükümlerdir. O zorluklar, ağır yükler, İslâm'dan kaldırılmıştır. İşte Hz. Muhammed (s.a.s.), insanlar üzerindeki bu ağır yükleri kaldırmak, kolay dini yerleştirmek için gönderilmiştir. "O (Peygamber) kendilerine iyiliği emreder, kendilerini kötülükten men eder; onlara güzel şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kılar, üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar..."1016; "Allah size dinde bir güçlük yüklemedi." 1017 âyeti de dinde zorakî, güç bir görev olmadığını; gönülsüz yapılan eylemin din olmayacağını vurgulamaktadır.
Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez. 1018
İmtihan için yaratılan insanoğlu, denemenin gereği olarak birtakım yükümlülükleri yerine getirecek, bazı güçlükleri göğüsleyecek, bazı zor gibi görünen ibâbetleri yapacak, nefsinin çok arzu etmesine rağmen, sınavın bir gereği olarak bazı isteklerinden vazgeçecektir .
1004] 35/Fâtır, 15
1005] 2/Bakara, 165
1006] 30/Rûm, 54
1007] 41/Fussılet, 15
1008] 47/Muhammed, 13
1009] 51/Zâriyât, 58
1010] 11/Hûd, 52
1011] 8/Enfâl, 52
1012] 22/Hacc, 74
1013] 58/Mücâdele, 21
1014] 8//Enfâl, 66
1015] 96/Alak, 6-7
1016] 7/A'râf, 157
1017] 22/Hacc, 78
1018] 2/Bakara, 233, 286; 6/En'âm, 152; 40/Mü'min, 62; 65/Talâk, 7; 7/A'râf, 42
- 250 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Dünyada insan nefsinin hoşuna giden çok şey vardır. Nefis onlara sahip olmak ister. Hatta onlara sahip olmak uğruna yanlış yollara sapabilir, meşrû olmayan işlere meyledebilir. Nefis çoğu zaman Din’in tekliflerini ağır bulur, onları yerine getirme noktasında tembellik yapar. Nefsin, dünyalıklar peşine düşüp daha da azgınlaşması, Din’in tekliflerinden uzaklaşıp kendi hoşuna gideceği şeyleri yapması için şeytan sürekli kışkırtıcı bir rol üstlenir.
İmtihanın gereği bazı zorlukların, daha doğrusu nefsin ağır bulduğu birtakım güçlüklerin olması doğaldır. Aslında Din’in teklifleri insanın yapısına, tabiatına uygundur. Rabbimiz insana taşıyamayacağı hiçbir yük yüklemez.1019 Ancak, yeryüzünde bulunuşunun, var olmasının sebebini anlamayıp, kendi hevâsına göre yaşamayı seçmiş kimseler; Din’in tekliflerini ağır bulurlar. Nitekim müşrikler, kendilerinin Kur’an’a dâvet edilmelerini çok ağır bir teklif olarak kabul etmektedirler. 1020
Dinde Kolaylık Esastır: Allah’ın gönderdiği ölçülere göre yaşayan, yani İslâm’a uyanlar; hem dünya hayatını düzene koyarlar, hem hayat sınavını başarırlar, hem de Allah’ın muttakî kullar için hazırladığı hesapsız nimetlere ve mükâfatlara kavuşurlar. Kullarının bu güzelliklere kendi çabalarıyla kavuşmalarını isteyen Rahmân ve Rahîm olan Rabbimiz, zayıf bir yapıda yaratılmış insan için tekliflerini yumuşatmış, kolaylaştırmış ve onun sırtındaki ağır yükleri indirmiştir. Rabbimiz bu konuda buyuruyor ki: “…Allah size kolaylık (yüsr) ister, sizin için zorluk (usr) istemez.” 1021
İslâm’ın amacı insanları ağır yüklerle zorluğa bırakmak değil, aksine her türlü kolaylığı göstererek, onların iyi birer insan olup İlâhî mükâfatları hak etmelerini sağlamaktır. “Allah (ağır yükleri) sizden hafifletmek ister. İnsan zayıf olarak yaratılmıştır.”1022 İslâm, fıtrat (yaradılış) dinidir, yani insanın yaratılışına uygun, tabiî bir yaşama biçimidir. İnsanı yaratan Rabbimiz, onun fıtratına uygun tekliflerini İslâm adıyla ona göndermiştir. Bunu Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle açıklıyor: “Şüphesiz ki bu Din kolaylıktır. Her kim, (kolay olan) bu dini zorlaştırırsa altında kalır. Onun için orta bir yol tutun ve Dini en uygun bir biçimde uygulayın.” 1023
İslâm’ın prensibi her işte kolaylıktır; zorluk çıkarmak, insanları yokuşa sürmek, zor tekliflerle onlara güçlük vermek, yapamayacaklarını emredip de onları bunaltmak değildir. Allah (c.c.) -hâşâ- kullarına işkence etmez, onlardan intikam almaya kalkmaz. İslâm’ın bu kolaylık prensibini birçok konuda görmemiz mümkündür. Allah (c.c.), Kur’an’ı, okunup anlaşılsın, öğüt alınsın diye kolaylaştırmıştır.1024 Kur’an, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in dilinde de kolaylaştırılmıştır ki, takvâ sahiplerini müjdelesin, inatçı toplulukları da uyarsın. 1025
Mü’minler gerek namazda gerekse günlük hayatlarında Kur’an’dan kolaylarına gelen kısmı okurlar, bu konuda bir sınırlama yoktur.1026 Peygamberimize
1019] 2/Bakara, 286
1020] 42/Şûrâ, 13
1021] 2/Bakara, 185
1022] 4/Nisâ, 28
1023] Buhârî, İman 29
1024] 54/Kamer, 17, 22, 32, 40
1025] 19/Meryem, 97; ayrıca Bk. 44/Duhân, 58
1026] 73/Müzzemmil, 20
HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ
- 251 -
hitâben söylenmiş şu gerçek, Kur’an’ın asıl amacını ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir: “Tâ Hâ. Biz sana bu Kur’an’ı güçlük çekmen için indirmedik. ‘İçi titreyerek korku duyanlara’ ancak öğüt ve hatırlatma olsun (diye indirdik).”1027 Allah (c.c.), Peygamber tebliğini güzel yapsın diye O’nun işini kolaylaştırır, önündeki engelleri aşması için O’na yardım eder. 1028 Kur’an, ödeme güçlüğü çeken borçluya kolaylık sağlanmasını tavsiye ederken,1029 Kıyâmet günü ameli iyi olanların hesabının çok kolay, ameli kötü olanların ise hesabının çok zor olacağını haber vermektedir.1030 Allah (c.c.) takvâ sahiplerine işlerinde kolaylık göstereceğini müjdeliyor.1031 Demek ki, Din’in ve ona ait tekliflerin insana kolay gösterilmesinin sebebi takvâdır ve Allah (c.c.) bu İlâhî bağışı da muttakîlere vermektedir.
Bir başka deyişle takvâ sahibi mü’minler, Allah’a ihlâslı bir şekilde ibâdet ettikleri, Allah’a hakkıyla teslim oldukları için, Din’in tekliflerini kolaylıkla yerine getirirler, onlarda bir zorluk görmezler. Diğer taraftan İslâm karşısında inatçılık edip, Allah’a boyun eğmeyen kibirliler, İslâm’ın emir ve yasakları karşısında sıkıntı duyarlar, bocalarlar; deyim yerinde ise soğuk ter dökerler, zorluğundan bahsederler, kendi statülerine ve zamana uymadığından dem vururlar ve onun hükümlerini tartışmaya açmaya yeltenirler. İnsan, Allah’tan hakkıya korkup sakınabilse, şüphesiz Din’in emirleri ona çok kolay ve çok sevimli gelir. Çünkü onları yerine getirdiği zaman ölçülemeyecek kadar çok karşılığa kavuşacaktır.
Hata ve Hataların Örtülmesi
Hata: İnsanın düşünüşünde ve amelî bir işinde yaptığı yanlış hareket; sehiv; dikkatsizlik yüzünden yapılan sehiv; hedefe erişemeyiş demektir. Bir terim olarak hatâ, kasıt unsuru taşımayan bir söz veya fiil olup, asıl iradeye aykırı olarak vukû bulur. Hatâ kelimesi ve türevleri Kur'ân'da yirmi iki kadar âyette kullanılır. Çoğulu hatâyâ'dır.
İslâm ceza hukuku ile ilgili olarak âyette; "Hatâ dışında bir mü'min diğer bir mü'mini öldüremez. Kim bir mü'mini hatâ ile öldürürse, bir mü'min köle âzâd etmesi, bir de ölünün ailesine diyet vermesi gerekir"1032 buyurulur. Günlük hayatta kişinin söz ve fiillerindeki hatâları için Allah'a duâ etmesi istenir: "...Ey Rabbimız, eğer unutacak veya yanılacak olursak, bizi sorumlu tutma..."1033 Şu âyette, kişinin yanlışlıktan sorumlu olmadığına işaret edilir: "Çocukları yanlışlıkla babalarından başka birinin adıyla çağırmanız hâlinde size bir günâh yoktur. Fakat bunu kasten yaparsanız günaha girersiniz."1034 Hatâ ile günâh birbirinden farklı terimlerdir. Âyette: "Kim bir hatâ yapar veya günâh işler de sonra onu suçsuz birinin üzerine atarsa, şüphesiz o, iftira ve apaçık bir günâh yüklenmiş olur"1035 Çeşitli âyetlerde hatâya düşmenin ağır bir günâh olmamakla birlikte çirkin bir hal olduğuna da yer verilmiştir. Âyetlerde şöyle buyurulur: "Yûsuf'a dönerek: "Yusuf, sen bu olayı görmemiş ol"; Karısına da, "Sen
1027] 20/Tâhâ, 1-3
1028] 92/Leyl, 7-10
1029] 2/Bakara, 280
1030] 84/İnşikak, 7-13
1031] 65/Talak, 4
1032] 4/Nisâ, 92
1033] 2/Bakara, 286
1034] 32/Secde, 5
1035] 4/Nisâ, 112
- 252 -
KUR’AN KAVRAMLARI
de işlediğin günâhtan ötürü tevbe et. Şüphesiz sen günâh işleyenlerden (hatâ edenlerden) oldun" 1036; "Onun irinden başka yiyeceği de yoktur. Onu ancak, günahkârlar (hatâ edenler) yer." 1037
Hadiste şöyle buyurulur: "Şüphesiz Allah, ümmetimden, hatâ, unutma ve yapmaya zorlandıkları şeyi (n hükmünü) kaldırmıştır." 1038
Hatâ hâlinde Allah hakkı ile ilgili günâhın kalktığında görüş birliği vardır. Meselâ, kıble yönünü araştırdığı halde, isâbet edemeyip namazını başka yöne doğru kılan kimse, daha sonra namazını yeniden kılmaz ve günahkâr da olmaz. Müctehid ictihadında yanılsa bile sevâba nâil olur. Hadiste şöyle buyurulur: "Hâkim ictihad yaparak hükmedip, bunda isabet ederse, onun için iki mükâfat vardır. İctihadla hükmedip de yanılırsa, onun için bir mükâfat vardır."1039 Yalnız peygamberler mâsûmdur. Günâh işlemez söz ve fiillerinde yanılmazlar; daha doğrusu beşer olarak onlar da hata edebilir, ancak Peygamber söz ve fiillerinde yanılırsa Allah ona doğruyu gösterir. Peygamberlerden başkası için böyle bir teminat yoktur. Bir müctehidin ictihadı yanılma ihtimali ile birlikte gâlip zanna dayanır. Müctehid mutlaka kendi görüşünün doğru olduğunu iddia edemez. Onun devamlı olarak isabet etmesi gerekmez. Hatâ etmesi de mümkün ve muhtemeldir. Bu yüzden, Ebû Hanife; "Bu bizim ulaştığımız en iyi sonuçtur. Kim bundan daha iyisine ulaşırsa ona uysun" demiştir. İmam Şâfiî'nin de şöyle dediği nakledilir: "bir hadis görürseniz ona sarılın ve benim görüşümü terk edin."1040 Mu'tezile'ye göre, her müctehid ictihadında isâbet etmiş sayılır. Çünkü Allah nezdinde hüküm müctehidin ictihadına tâbidir. Aksi halde insanların güç yetirilemeyecek yükümlülüklerle karşı karşıya bulunması gerekir.1041 İmamiyye, Mutezile'nin bu görüşünü takip ederek kendi müctehidlerinin yanılmadığını söylerler ve onları mâsum (günâhsız günâh işlemez) sayarlar. 1042
Hatâ, kul haklarını düşürmeye elverişli değildir. Bu yüzden bir kimse başkasının malını yanlışlıkla telef veya istihlâk etse tazmin etmesi gerekir. Yanılarak yapılacak boşama geçerlidir. Çünkü boşama arzusu kalple ilgili olup başkasının buna muttalî olması güçtür. İmam Şâfiî'ye göre, hatâ ile boşama geçerli olmaz. Çünkü yanılanın kastı yoktur. Hatâ yolu ile suç işleyene yalnız mâlî sorumluluk vardır. Bedenî ceza gerekmez. Hatâ ile bir mü'mini öldürene diyet ve keffâret cezası gerekir;1043 kısas gerekmez. Hatâ ile yaralamalarda da kısas değil maddî tazminat uygulanır.
Hatâ üçe ayrılır. Fiilde hatâ: Belli bir hedefe atıp, yanlışlıkla bir şahsı öldürmek veya yaralamak gibi. Kasıtta hatâ; Av hayvanı zannederek ateş edilmesi, sonradan insan olduğunun anlaşılması. Bu iki kısma giren hatâ mâlî yükümlülükleri kaldırmaz. Fakat bedenî cezaları kaldırır. Takdirde hatâ: Buna örnek
1036] 12/Yûsuf, 29
1037] 69/Haakka, 36-37
1038] Buhârî, Talâk 2, İlim 44, Şurût 12, Enbiyâ 27; İbn Mâce, Talâk 16-20
1039] Buhârî, İ'tisâm 21; Müslim, Akdiye 15; Ahmed bin Hanbel, Müsned, III/187
1040] M. Ebû Zehrâ, Usûlü'l-Fıkh, s. 400, 401
1041] Ö. N. Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, I, 243
1042] Seyyid Hüseyin Tabatabâî, Shi'ite İslâm, Houston, Inc.1979, s. 190-211; İran Anayasası, madde, 12; Said İsmâîl, Hakîkatü'l-Hılâf beyne Ulemâi'l-Şîa ve Cumhur Ulemâi'l-Müslimîn, Carbondale, s. 12, 13
1043] 4/Nisâ, 92
HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ
- 253 -
olarak doktorların yaptığı bazı hatâlar zikredilebilir. Teşhiste hatâ ile verilen ilaç, hastanın ölümüne sebep olsa; yanlış teşhisle bir uzuv kesilse; ameliyat sırasında yapılan bir hatâ sonucu hasta ölse, bütün bunlar takdirde hatâ sayılır. Doktor o hastalığın mütehassısı ise ve elinden gelen bütün gayret ve ihtimamı göstermişse sorumluluk terettüb etmez.1044 Hanefîlere göre hatâ ile yapılan akitler geçerlidir. Ancak yanılma, karşı tarafın yalan ve hilesi sonucu meydana gelmişse akdi bozma imkânı olabilir. 1045
Hataları Örtmek: İnsan, hata işlemeye müsait bir şekilde yaratılmıştır. Onun bu zaâfı, nefsi aklına galebe çaldığı zaman daha belirgin bir şekilde ortaya çıkar. Bazen de insan farkında olmaksızın, bilmeyerek hata işler. Kısacası insan, beşeri özellikleri sebebiyle, zaman zaman kusur ve hatalar işleyebilir. Ancak, farkına vardığı zaman hemen Allah Teâlâ'dan af veya hakkına tecavüz ettiği kişiden özür dilemesi, güzel bir ahlâk örneğidir. Çünkü "hatadan dönmek de bir fazilettir."
İsimlerinden biri de "Settâr" olan Allah Teâlâ, kullarının kusur ve hatalarını, günahlarını örterek gizler ve diğer kulların bilmesine engel olur. Bu itibarla Cenâb-ı Hakk'ın bir sıfatı da "Settâru’l-Uyûb" (ayıpları örten, gizleyen) dur. Eğer O'nun bu ismi kulları üzerinde tecelli etmeseydi, insanlar birbirlerinin kusurlarına muttali olur ve birbirlerine karşı rezil olurlardı. Böylece toplum içinde çeşitli huzursuzluklar meydana çıkardı.
Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'in birçok âyetinde, mü'minlerin kusur ve hatalarını örttüğünü ifade buyurmaktadır. "İman ederek salih amel işleyenlerin hatalarını andolsun ki, örteriz ve onları yaptıkları amellerden daha güzeli ile mükâfatlandırırız." 1046
Allah Teâlâ'nın, kullar tarafından işlenen hataları örttüğünü bildiren bu gibi âyetlerde bazı ön şartlar vardır. Yani kişinin, Allah'ın affına ve hatalarını gizlemesine ulaşabilmesi için, bazı özelliklere sahip olması lâzımdır. Bu özellikler ise sözkonusu ettiğimiz âyetlerde açıkça görülmektedir. Bunların başında "iman" gelmekte ve hemen ardından "sâlih amel" şartı zikredilmektedir. Konuyla ilgili âyetler şöyledir:
"(Allah) İman eden erkek ve kadınları, içinde temelli kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar ve onların hatalarını örter. Allah katında büyük kurtuluş işte budur." 1047; "Allah'a iman eden ve salih amel işleyenlerin ve Muhammed'e Rablerinden bir gerçek olarak indirilene inanan kimselerin hatalarını Allah örter ve durumlarını düzeltir." 1048; "Sizi toplanma gününde bir araya getirdiği gün, işte o gün, kimin aldandığını ortaya çıkaracağı bir gündür. Kim Allah'a inanmış ve salih amel işlemişse, Allah onun hatalarını örter, onun içinde ebedi kalacağı, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. Büyük kurtuluş işte budur." 1049
Allah Teâlâ hataları örtmeyi iman şartına bağlamaktadır: "Şâyet Ehl-i kitâb (Hıristiyan ve Yahûdiler) iman edip de Allah'a karşı gelmekten sakınsalardı, kötülüklerini
1044] M. Ebû Zehrâ, a.g.e, 354-355
1045] Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 365-366
1046] 29/Ankebût, 7
1047] 48/Feth, 5
1048] 47/Muhammed, 2
1049] 64/Teğâbun, 9
- 254 -
KUR’AN KAVRAMLARI
örterdik ve onları ni'met cennetlerine koyardık." 1050
Konuyla ilgili diğer âyetlerde göze çarpan bir diğer özellik de "takvâ" şartıdır.
"Bu Allah'ın size indirmiş olduğu buyruğudur. Kim Allah'ın buyruğuna karşı gelmekten sakınırsa, Allah da onun kötülüklerini diğer ve mükâfatını yüceltir." 1051; "Zira Allah (takvâ sahibi) mü'minlerin yaptıkları hataları örter ve onlara işledikleri amellerin en güzeliyle karşılık verir." 1052
Allah'ın haram kıldığı günahlardan kaçınmak da bir takvâ işaretidir. "Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız," kusurlarınızı örter ve sizi şerefli bir yere yerleştiririz." 1053 Bu âyetlerin yanında, "Ey mü'minler! Yürekten tevbe ederek Allah'a dönün ki, Rabbiniz de sizin kötülük ve hatalarınızı örtsün, sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere koysun" 1054 âyetinden "tevbe" nin de bir şart olduğunu anlıyoruz.
Kişinin, Allah'ın af ve müsamahasına ulaşabilmesi için, tamamlayıcı bir şartın da "ihlâs" olduğu sâbittir. "Sadakalarınızı açıktan verirseniz ne güzel! Eğer onları gizlice verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Bununla Allah hatalarınızı örter. Allah işlediklerinizden haberdardır."1055 Allah Teâlâ tarafından "akıl sahipleri" olarak nitelendirilen mü'min kulların duası, bu konuda mü'minler için en güzel örnektir: "Onlar ki şöyle derler: Ey Rabbimiz! Doğrusu biz, "Rabbinize iman edin' diye inanmaya çağıran bir davetçiyi işittik ve iman ettik. Rabbimiz! Sen de bizim günahlarımızı bağışla, hatalarımızı ört ve canımızı iyilerle birlikte al." 1056 Bu âyetin devamında da duâlarının kabul edildiği bildirilmektedir: "Rableri duâlarını kabul etti. Sizden kadın olsun, erkek olsun, yaptığınız ameli boşa çıkarmam (dedi). Hicret edenlerin, memleketinden zorla çıkarılanların, benim yolumda savaşan ve öldürülenlerin kusurlarını elbette örteceğim. Andolsun ki, Allah katından bir nimet olarak onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Nimetin en güzeli ise Allah katındadır." 1057
Zikredilen âyetlerin ışığında denilebilir ki, insan gerçek anlamda iman edip, sâlih amel işler, takvâ üzere bulunur ve hatalarından dolayı pişman olup tevbe ederek Allah'a yönelirse, bu kişi Allah'ın affına ve müsamahasına hak kazanır. Dünyada olduğu gibi âhirette de hataları, Allah tarafından gizlenir. Hataları örtmek hususunda, Hz. Peygamber (s.a.s.) mü'minleri teşvik etmektedir: "Kim, dünyada müslüman kardeşinin ayıbını örterse, Allah da onun ayıbını âhirette gizleyip kapatır." 1058
Buna karşılık, Hz. Peygamber (s.a.s.) "Din kardeşini, bir suçundan dolayı ayıplayan kimse, o suçu kendisi de işlemedikçe ölmez."1059 buyurarak, müslümanların, hatalarından dolayı birbirlerini kınamaları ve hor görmelerinin, kendileri için ne derece kötü bir sonuca yol açtığına dikkat çekmiştir. "Kusursuz dost arayan
1050] 5/Mâide, 65
1051] 65/Talâk, 5
1052] 39/Zümer, 35
1053] 4/Nisâ, 31
1054] 66/Tahrîm, 8
1055] 2/Bakara, 271
1056] 3/Âl-i İmrân, 193
1057] 3/Âl-i İmrân, 195
1058] Müslim, Birr 58, 72
1059] Tirmizî, Kıyâmet 53
HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ
- 255 -
dostsuz kalır" sözü gereği, insan başkalarının kusurlarıyla uğraşmamalı ve hataları örten kişi olmalıdır. Bu konuda mü'minin rehber edineceği prensip Allah Teâlâ tarafından şu âyetle açıklanmıştır: "İyilikle kötülük bir değildir. Sen kötülüğü en güzel olan iyi bir hareketle önle. O vakit bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan biri yakın bir dost gibi olmuştur." 1060
Kur’ân-ı Kerim’de Hesap, Allah’ın Hesaba Çekmesi ve Sorumluluk
Kur'an'da, muhâsebe anlamında “hısâb” kelimesi ve türevleri, 48 âyette geçer. Hesaba çekmek, sorgulamak anlamında “Suâl” kelimesi ve türevleri ise 22 âyette kullanılır.
Güç yetirebilmek anlamında “Tâkat” kelimesi ve türevleri 3 âyette geçer: 2/Bakara, 184, 249, 286. Güç, kapasite anlamında “Vüs’at” kelimesi de 5 âyette zikredilir: 2/Bakara, 233, 286; 6/En’âm, 152; 7/A’râf, 42; 23/Mü’minûn, 62. İş, vazife yüklemek, mükellef kılmak anlamında “Teklîf” kelimesi ve türevleri 8 âyette geçer: 2/Bakara, 233, 286; 4/Nisâ, 84; 6/En’âm, 152; 7/A’râf, 42; 23/Mü’minûn, 62; 38/Sâd, 86; 65/Talâk, 7. Yüklenmek, ağır yük olan günahlar anlamında “Haml” ve türevlerinin geçtiği âyetler ise şunlardır: 2/Bakara, 286; 6/En’âm, 146; 20/Tâhâ, 87, 111; 24/Nûr, 54; 33/Ahzâb, 72; 62/Cum’a, 5 (toplam yedi âyet).
Hesap günü olan din/ceza günü; kıyâmetle ilgili âyet-i kerimelerde kıyâmet gününde kimseden kimseye fayda gelmeyeceği belirtilir: 2/Bakara, 48, 123, 254; 14/İbrâhim, 31; 26/Şuarâ, 88-89; 31/Lokman, 33; 44/Duhân, 41; 55/Rahmân, 35; 70/Meâric, 10-15; 82/İnfitâr, 17-19). Herkesin kendi derdine düşeceği vurgulanır: 14/İbrâhim, 31; 16/Nahl, 111, 39/Zümer, 56-58; 42/Şûrâ, 47; 43/Zuhruf, 67; 80/Abese, 33-37.
Hesap günü mahşerde vücut organları dile gelerek neler yaptıklarını Kur'an şu âyetlerde dile getirir: 24/Nûr, 24; 36/Yâsin, 65; 41/Fussılet, 20-22; 50/Kaf, 21; 75/Kıyâme, 14-15. Hesap gününün bir ayırdetme günü olduğu vurgulanır: 77/Mürselât, 13-15, 38-40; 78/Nebe’, 17. Hesap gününde amel defterleri çıkarılır: 25/Furkan, 25; 39/Zümer, 7, 69; 45/Câsiye, 29; 81/Tekvîr, 10. Hesap gününde dünyada yapılan bütün işler açıklanır: 68/Kalem, 42; 69/Haakka, 18; 75/Kıyâme, 13; 86/Târık, 9; 100/Âdiyât, 9-11. Hesap gününde ameller, sevap ve günah yönünden tartılır: 7/A’râf, 8-9; 17/İsrâ, 13-14; 18/Kehf, 49; 21/Enbiyâ, 47; 23/Mü’minûn, 102-103; 45/Câsiye, 29, 33; 101/Karia, 6-9. Hesap gününde hesap vermekten kurtuluş olmadığı bildirilir: 55/Rahmân, 31, 33, 35. Hesap gününde herkese kazandığı verilecektir: 2/Bakara, 281; 3/Âl-i İmrân, 30, 185, 195; 17/İsrâ, 13-14; 18/Kehf, 49; 36/Yâsin, 54; 40/Mü’min, 16-17; 45/Câsiye, 28; 55/Rahmân, 31; 78/Nebe’, 40; 81/Tekvîr, 14; 82/İnfitar, 1-5; 84/İnşikak, 6; 99/Zilzâl, 6-8.
Hesap gününde kişi, kötü amelinden kaçmak isteyecek, ama tabii ki kaçamayacaktır: 3/Âl-i İmrân, 30; 18/Kehf, 49; 69/Haakka, 25-27; 75/Kıyâme, 10-11. Hesap gününde günahkârlar yüzlerinden tanınacaktır: 55/Rahmân, 39, 41. Hesap gününde kitabı (amel defteri, karnesi) sağdan verilenler, kurtuluşa erip Cennetle ödüllendirilir: 17/İsrâ, 71; 56/Vâkıa, 8, 27, 90-91; 69/Haakka, 19-24; 74/Müddessir, 39-40; 84/İnşikak, 7-9; 90/Beled, 12-18. Kitabı (amel defteri) soldan verilenlerin
1060] 41/Fussilet, 34; Mehmet Emin Ay, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 366-367
- 256 -
KUR’AN KAVRAMLARI
feci durumundan şu âyetlerde bahsedilir: 56/Vâkıa, 9, 41; 69/Haakka, 25-37; 84/İnşikak, 10-15; 90/Beled, 19-20. Hesap gününden korkmak ve dünyada iken ona göre tedbir almak gerekir: 13/Ra’d, 21; 76/İnsan8, 7. Hesap gününde peygamberler de sorulacak, sorguya çekilecektir: 7/A’râf, 6-7.
Kur'ân-ı Kerim'de sorumluluktan bahseden âyetler de yeterli açıklıktadır. Herkesin kazandığı amel, kendisinindir: 2/Bakara, 134, 286; 4/Nisâ, 84; 6/En’âm, 132, 164; 22/Hacc, 9, 10; 33/Necm, 39-42; 74/Müddessir, 38. Kimse kimsenin günahından sorumlu olmayacak, her insan, ancak kendi günah yükünü çekecektir: 5/Mâide, 105; 6/En’âm, 31, 52, 164; 10/Yûnus, 108; 16/Nahl, 25; 17/İsrâ, 15; 34/Sebe’, 25, 50; 35/Fâtır, 18; 39/Zümer, 7; 53/Necm, 38. Çünkü dünyada iken işlediği amellerle günah kazanan, kendi aleyhine kazanmış olur: 2/Bakara, 81; 4/Nisâ, 111, 123; 6/En’âm, 120; 30/Rûm, 44.
İnsanlar sorumlu olarak yaratılmıştır; bu sorumluluk ruhlar âleminde verilmiştir: 7/A’râf, 172-174. O yüzden insanlar sadece "inandık" demekle sorumluluktan ve imtihana çekilmekten kurtulamazlar: 29/Ankebût, 2-4. Çünkü insan, başıboş bir varlık değildir: 23/Mü’minûn, 115; 75/Kıyâme, 36. Vücut organları, yaptıklarından sorumludur: 17/İsrâ, 36; 33/Ahzâb, 15; 37/Sâffât, 24. Allah, peygamber ve şeriat göndermeden kullarına sorumluluk yüklememiştir: 39/Zümer, 71. Allah, kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez: 2/Bakara, 286; 6/En'âm, 152; 7/A'râf, 42; 23/Mü'minûn, 62; 65/Talâk, 7. Bazı ameller insana zor gelebilir. Bunun için de insan, gücünün dışında bir şeyle sorumlu tutmaması için Allah'a duâ etmelidir: 2/Bakara, 286. Yine insan, unutarak ve yanılarak işlenecek hatadan sorumlu tutmaması için de Allah'a duâ etmesi gerekir: 2/Bakara, 286. İnsan, göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten kaçındığı emâneti yüklenerek sorumluluğa tâlip (istekli) olmuştur: 33/Ahzâb, 72-73; 59/Haşr, 21.
İnsan, sadece kendinden değil; çevresinden ve özellikle âilesinden de sorumludur. Kendini ve âilesini ateşten koruma sorumluluğu ve görevi vardır: 66/Tahrîm, 6. Kur'an, insanın kendini devamlı gözden geçirmesini, nefis muhâsebesi yapmasını emreder: 3/Âl-i İmrân, 39; 29/Ankebût, 6, 69; 79/Nâziât, 40-41. İstiğnâ duygusu, sorumluluktan kaçmaktır, sorumsuzluktur: 64/Teğâbün, 33, 6; 80/Abese, 5; 92/Leyl, 8; 96/Alak, 7.
“İleride gelecek bir günden korkun ki, o günde hiçbir kimse, başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz. Hiç kimseden (Allah izin vermedikçe) şefaat kabul olunmaz ve fidye (bedel) de alınmaz. Onlara asla yardım yapılmaz.” 1061
“Doğrusu Biz seni hak ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Cehennemliklerden sen sorumlu değilsin.” 1062
“Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorulmazsınız.” 1063
“Onlardan bir kısmı da: ‘Ey Rabbimiz! Bize dünyada bir hasene/güzellik, iyilik, âhirette de hasene ver. Bizi ateş azâbından koru’ derler. İşte onlar için, kazandıklarından (âhirette) büyük bir nasip/hisse vardır. Şüphesiz Allah’ın hesaba çekmesi sür’atlidir.” 1064
1061] 2/Bakara, 48
1062] 2/Bakara, 119
1063] 2/Bakara, 134/141
1064] 2/Bakara, 201-202
HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ
- 257 -
“... Bir insan, ancak gücü yettiğinden sorumlu tutulur. Hiçbir anne çocuğu sebebiyle zarara uğratılmamalı, hiçbir baba da çocuğu yüzünden zarara girmemeli...” 1065
“Ey iman edenler! Kendisinde artık alış-veriş, dostluk ve iltimas bulunmayan gün (kıyâmet) gelmeden önce, size verdiğimiz azıklardan hayır yapın (zekât ve sadaka verin). Gerçekleri inkâr eden kâfirler elbette zâlimlerdir.” 1066
“Göklerde ve yerde bulunanların hepsi Allah’ın mülküdür. Gönlünüzde olanları açığa vursanız da gizleseniz de (farketmez), Allah onunla sizi hesaba çeker, sorgudan sonra dilediğini affeder, dilediğine de azap eder. Allah her şeye kaadirdir.” 1067
“Gönderilen peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, mü’minler de iman ettiler. Onlardan her biri Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. (Biz de onun için) mağfiretini niyaz ederiz. Dönüş yalnızca Sanadır’ dediler.” 1068
“Allah her şahsa, ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler. Herkesin kazandığı, kendi lehine veya aleyhinedir. (Bundan sonra şöyle duâ edin:) ‘Ey Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi hesaba çekme (mağfiret et). Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bizim gücümüzün yetmediği işlerden bizi sorumlu tutma, bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Çünkü Sen, bizim mevlâmızsın/dostumuz ve yardımcımızsın. Kâfir kavimlere karşı bize yardım et.” 1069
“... Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur.” 1070
"De ki: 'İçinizdekileri gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye kaadirdir. Herkesin, iyilik ve kötülük olarak yaptığı her şeyi karşısında hazır bulduğu günde (insan) isteyecek ki kötülükleri ile kendisi arasında uzun bir mesâfe bulunsun. Allah, kendisine (karşı gelmekten) sizi sakındırıyor. Allah kullarına oldukça şefkatlidir." 1071
“...Şüphesiz Allah, hesabı çabuk olandır.” 1072
“...Hesap sorucu olarak Allah yeter.” 1073
“Artık Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın...” 1074
“... Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını arayandır.” 1075
“...Onların (Kâfirlerin) hesabından sana bir sorumluluk; senin hesabından da onlara herhangi bir sorumluluk yoktur...” 1076
1065] 2/Bakara, 233
1066] 2/Bakara, 254
1067] 2/Bakara, 284
1068] 2/Bakara, 285
1069] 2/Bakara, 286
1070] 3/Âl-i İmrân, 19
1071] 3/Âl-i İmrân, 29-30
1072] 3/Âl-i İmrân, 199
1073] 4/Nisâ, 6
1074] 4/Nisâ, 84
1075] 4/Nisâ, 86
1076] 6/En’âm, 52
- 258 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“(Allah’ın azâbından) korunanlara, onların (kâfirlerin) hesabından bir sorumluluk yoktur. Fakat, onlara doğruyu hatırlatın. Umulur ki korunup sakınırlar.” 1077
“... Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz...” 1078
“Elbette kendilerine peygamber gönderilenlere de, gönderilen peygamberlere de soracağız. Ve onlara olup bitenleri tam bir bilgi ile mutlaka anlatacağız; çünkü Biz, onlardan (onların yaptıklarından) uzak değiliz. O gün (amelleri tartacak) terazi haktır. Kimin (sevap) tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Kimin de (sevap) tartıları hafif gelirse, işte onlar, âyetlerimizi inkâr ettiklerinden dolayı kendilerini ziyana sokanlardır.” 1079
“İman edip de sâlih amel işleyenler -ki hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmeyiz- işte onlar cennet ehlidir. Orada onlar ebedî kalacaklardır.” 1080
“İşte Rablerinin emrine uyanlar için (mükâfatın) en güzeli vardır. Ona uymayanlara gelince, eğer yeryüzünde olanların tümü ile bunun yanında onun bir misli daha kendilerinin olsa, (kurtulmak için) onu mutlaka fidye verip fedâ ederler. İşte onlar var ya, hesabın en kötüsü onlaradır. Varacakları yer de cehennemdir. O ne kötü yataktır!” 1081
“...Onlar (akıl sahibi mü’minler) Rablerinden huşû duyup sakınan ve kötü hesaptan korkan kimselerdir.” 1082
“Allah herkese kazandığıyla cezâ vermek için (onları diriltecektir). Kuşkusuz Allah, hesabı çabuk görendir.” 1083
“O bölücülere (azap) indirmişizdir. Onlar, Kur’an’ı parça parça edenlerdir. Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsine yaptıklarından soracağız.” 1084
“Allah dileseydi, hepinizi bir tek ümmet kılardı. Fakat O, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Yaptığınız işlerden mutlaka sorumlu tutulacaksınız.” 1085
“Her insanın amel defterini boynuna astık. İnsan için kıyâmet gününde, açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız. Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” 1086
“... Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir.” 1087
“Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi yaptığından sorumludur.” 1088
"Kitap ortaya konmuştur: Suçluların, onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün. 'Vay halimize!' derler, bu nasıl kitapmış! Küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın (yaptıklarımızın) hepsini sayıp dökmü!' Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır.
1077] 6/En’âm, 69
1078] 6/En’âm, 152
1079] 7/A’râf, 6-9
1080] 7/A’râf, 42
1081] 13/Ra’d, 18
1082] 13/Ra’d, 21
1083] 14/İbrâhim, 51
1084] 15/Hıcr, 90-93
1085] 16/Nahl, 93
1086] 17/İsrâ, 13-14
1087] 17/İsrâ, 34
1088] 17/İsrâ, 36
HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ
- 259 -
Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez." 1089
“İnsanların hesap günleri yaklaştı. Hal böyle iken onlar, gaflet içinde yüz çevirmekteler.” 1090
“Allah, yaptığından sorumlu tutulmaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir.” 1091
"Biz kıyâmet günü için adâlet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş) bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adâlet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak Biz (herkese) yeteriz." 1092
“Biz, hiç kimseyi, gücünün yettiğinden başkası ile yükümlü kılmayız. Yanımızda hakkı söyleyen bir kitap vardır ve onlar haksızlığa uğratılmazlar.” 1093
“Sûr’a üflendiği zaman artık ne aralarında soy sop (çekişmesi) vardır, ne de birbirlerini soruşturacaklardır. Böylece kimlerin tartıları ağır basarsa, işte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir; (çünkü onlar) ebedî cehennemdedirler.” 1094
“İnkâr eden kâfirlere gelince, onların amelleri, ıssız çöldeki serap gibidir ki susayan onu su zanneder; nihâyet ona vardığında orada herhangi bir şey bulamamış, üstelik yanı başında da (inanmadığı, kendisinden sakınmadığı) Allah’ı bulmuştur. Allah ise, onun hesabını tastamam görmüştür. Allah, hesabı çok çabuk görür.” 1095
“De ki: ‘Allah’a itaat edin, Peygamber’e de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şunu iyi bilin ki, Peygamber’in sorumluluğu kendisine yüklenen (tebliğ görevini yapmak), sizin sorumluluğunuz da size yüklenen (görevleri yerine getirmeniz)dir. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş olursunuz. Peygamber’e düşen, sadece açık-seçik tebliğdir/duyurmaktır.” 1096
“O gün ne mal, ne de evlât fayda verir. Ancak Allah’a sağlam ve temiz (iman etmiş) bir kalple gelenler o günde (kurtuluşa erer).” 1097
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır. Yoksa, günahları/kötülükleri yapanlar Bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kadar kötü (ve yanlış) hüküm veriyorlar!” 1098
“Kâfirler, iman edenlere; ‘bizim yolumuza uyun, sizin günahlarınızı biz yüklenelim’ derler. Hâlbuki onların hiçbir günahını yüklenecek (onlardan günahı kaldıracak) değillerdir. Gerçekte onlar, kesinlikle yalan söylemektedirler. (Fakat gerçek şu ki,) elbette kendi yüklerini, kendi yükleriyle birlikte nice yükleri taşıyacaklar ve uydurup durdukları şeylerden
1089] 18/Kehf, 49
1090] 21/Enbiyâ, 1
1091] 21/Enbiyâ, 23
1092] 21/Enbiyâ, 47
1093] 23/Mü’minûn, 62
1094] 23/Mü’minûn, 101-103
1095] 24/Nûr, 39
1096] 24/Nûr, 54
1097] 26/Şuarâ, 88-89
1098] 29/Ankebût, 2-4
- 260 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kıyâmet günü mutlaka sorguya çekileceklerdir.” 1099
“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Babanın evlâdı ve evlâdın da babası için bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” 1100
“... Allah’a verilen ahid/söz, mes’ûliyet gerektirir.” 1101
“...Hesap görücü olarak Allah herkese yeter.” 1102
“Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi; (bununla beraber onun hakkını tam yerine getirmedi). Çünkü o, çok zâlim, çok câhildir. 1103
“De ki: ‘Bizim işlediğimiz suçtan siz sorumlu değilsiniz; biz de sizin işlediğinizden sorulacak değiliz. De ki: Rabbimiz (kıyâmet günü), hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O, en âdil hüküm veren, (her şeyi) hakkıyla bilendir.” 1104
“Artık bugün hiçbir kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz. Siz orada ancak dünyada yaptıklarınıza karşılık alırsınız.” 1105
“O gün, onların ağızlarını mühürleriz. Kazandıklarını (yaptıkları iyi ya da kötü amelleri) bize elleri anlatır. Ayakları da şehâdet eder.” 1106
“De ki: ‘Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Ben, kendimden bir şey teklif edenlerden de değilim. Bu Kur’an, ancak âlemler için bir öğüttür.” 1107
“O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. (Allah onlara sorar ve cevabını verir:) 'Bugün hükümranlık kimindir?' 'Kahhâr olan tek Allah'ındır!' Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir. Bugün haksızlık yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir. Onlara yaklaşan günün tehlikesini anlat. O zaman gamla dolu ve yutkunur oldukları halde, yürekleri gırtlaklara dayanmıştır. Zâlimlerin ne dostu, ne de dinlenecek şefaatçisi vardır. Allah, gözlerin hâin bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir." 1108
“Allah’ın düşmanları ateşe sürülmek üzere toplandıkları gün, hepsi bir araya getirilirler. Nihâyet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şâhitlik edecektir. Derilerine, ‘niçin aleyhimize şâhitlik ettiniz?’ derler. Onlar da, ‘her şeyi konuşturan Allah bizi de konuşturdu. İlk defa sizi o yaratmıştır. Yine O’na döndürülüyorsunuz’ derler. Siz, kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin, aleyhinize şâhitlik etmesinden sakınmıyordunuz, yaptıklarınızdan çoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz. İşte Rabbinizi böyle sanmanız, sizi mahvetti ve ziyana uğrayanlardan oldunuz. Şimdi eğer dayanabilirlerse, onların yeri ateştir. Ve eğer tekrar dünyaya dönüp memnun olmak
1099] 29/Ankebût, 12-13
1100] 31/Lokman, 33
1101] 33/Ahzâb, 15
1102] 33/Ahzâb, 39
1103] 33/Ahzâb, 72
1104] 34/Sebe’, 25-26
1105] 36/Yâsin, 54
1106] 36/Yâsin, 65
1107] 38/Sâd, 86-87
1108] 40/Mü’min, 16-19
HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ
- 261 -
isterlerse, memnun edilecek değillerdir.” 1109
“Doğrusu Kur’an, sana ve kavmine bir ikaz ve öğüttür; yakında ondan sorguya çekileceksiniz.” 1110
“Andolsun insanı Biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve Biz ona şah damarından daha yakınız. Çünkü onun sağında ve solunda oturan, her davranışı yakalayıp tesbit eden iki melek vardır. İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında gözetleyen, dediklerini zapteden (bir) melek hazır bulunmasın. Ölüm sarhoşluğu bir gün gerçekten gelir de, ‘İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir’ denirl. Sûr’a üfürüldümü, işte bu, geleceği vaat edilen gündür. Herkes, yanında bir sürücü ve bir de şâhitle beraber gelmiştir.” 1111
“... Allah hiç kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez. Allah, daima bir zorluktan sonra bir kolaylık yaratır.” 1112
“Rabbinin ve O’nun elçilerinin emrinden uzaklaşıp azmış nice memleketler halkı vardır ki, Biz onları çetin bir hesâba çekmiş ve onları şaşkınlık verecek azâba çarptırmışızdır.” 1113
“O gün (hesap için) huzura alınırsınız; size âit hiçbir sır gizli kalmaz. Kitabı sağ tarafından verilen, ‘alın, kitabımı okuyun; doğrusu ben, hesâbımla karşılaşacağımı zâten biliyordum’ der.” 1114
“Kitabı sol tarafından verilene gelince; o, ‘keşke, der, bana kitabım verilmeseydi de, hesabımın ne olduğunu bilmeseydim! Keşke onunla (ölümümle) her iş olup bitseydi! Malım bana hiç fayda sağlamadı; Saltanatım da benden (koptu) yok olup gitti.” 1115
"Göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneşle ay bir araya getirildiği zaman! (İşte) o gün insan, 'kaçacak yer neresi?' diyecektir. Hayır, hayır! (Kaçıp) sığınacak yer yoktur! O gün varıp durulacak yer, sadece Rabbinin huzurudur. O gün insana, ileri götürdüğü ve geri bıraktığı ne varsa bildirilir. Artık insan, kendi kendinin şâhididir. İsterse özürlerini sayıp döksün." 1116
“Tuğyan eden azgınlar, orada (cehennemde)çağlar boyu kalırlar, orada serinlik ya da bir içimlik meşrûbat tatmazlar, ancak dünyada yaptıklarına uygun karşılık olarak kaynar bir su ve irin tadarlar. Çünkü onlar, bir hesap günü olduğunu ummazlardı (buna inanmazlardı).” 1117
“Kulakları patlatan gürültü geldiğinde, İşte o günde kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün, onlardan her birinin, başından aşan işi (ve derdi) vardır. O gün birtakım yüzler sevinçli, güleç ve müjdelidir. Birtakım yüzlerin de üzerini toz kaplamış ve karanlıklar örtmüştür. İşte onlar kefere-i feceredir/günahkâr kâfirlerdir.” 1118
“Güneş dürülüp ışığı kalmadığı zaman; Yıldızlar düşüp söndüğü zaman; Doğurması
1109] 41/Fussılet, 19-24
1110] 43/Zuhruf, 44
1111] 50/Kaf, 16-21
1112] 65/Talâk, 7
1113] 65/Talâk, 8
1114] 69/Haakka, 18-20
1115] 69/Haakka, 25-29
1116] 75/Kıyâme, 7-15
1117] 78/Nebe’, 23-27
1118] 80/Abese, 33-42
- 262 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaklaşmış develer başıboş bırakıldığı zaman; Yabanî hayvanlar bir araya toplandığı zaman; Denizler kaynatıldığı zaman; Canlar bedenlerle birleştirildiği zaman; Kız çocuğun hangi suçtan ötürü öldürüldüğü kendisine sorulduğu zaman; Amel defterleri açıldığı zaman; Gök, yerinden oynatıldığı zaman; Cehennem alevlendirildiği zaman; Cennet yaklaştırıldığı zaman; İnsanoğlu ne yaptığını görecektir.” 1119
“Cezâ günü nedir, bilir misin? Nedir acaba o cezâ günü? Hiç kimsenin başkasına hiçbir hususta fayda ya da zarar vermeye mâlik olmadığı gündür. O gün, herkesin işi Allah’a kalmıştır (O gün emir Allah’ındır, yalnız Allah emreder).” 1120
“Kimin kitabı sağından verilirse, kolay bir hesapla hesaba çekilecek. Ve sevinçli olarak âilesine dönecek. Kimin kitabı arkasından verilirse, derhal yok olmayı temenni edecek ve alevli ateşe girecek. Bilinsin ki, dünyada âilesi içinde (mal-mülk sebebiyle) şımarıktı. O, hiçbir zaman Rabbine dönmeyeceğini sandı.” 1121
"Gizlenen işlerin ortaya döküldüğü hesap gününde insan için Allah'tan başka ne güç veren vardır, ne de yardım eden." 1122
“Sen hatırlatıp öğüt ver. Çünkü sen ancak öğüt vericisin. Onların üzerinde bir zorba değilsin. Ancak, yüzçevirip inkâr eden kâfir hâriç. İşte öylesini Allah en büyük azap ile cezâlandırır. Şüphesiz onların dönüşü Bizedir. Sonra onların hesabı/sorguya çekilmesi de Bize âittir.” 1123
“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu (onun karşılığını) görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” 1124
"Kabirlerde bulunanlar diriltilip dışarı atıldığı, kalplerde ve gönüllerde olanlar ortaya konduğu vakit düşünmez mi o insan? Acaba hali nice olur? Şüphesiz Rableri o gün onların her halini bilir." 1125
“Kimin tartılan ameli ağır gelirse işte o, hoşnut edici bir yaşayış içinde olur. Ameli hafif olana gelince, işte onun anası ağlamıştır! Nedi o, bilir misin? Kızgın ateş!” 1126
“O gün, dünyada kazanıp harcadığınız nimetlerden hesaba çekileceksiniz.” 1127
Hadis-i Şeriflerde Allah’ın Hesaba Çekmesi ve Sorumluluk
Hesap kelimesi, çeşitli hadislerde sözlük ve terim anlamıyla zikredilmiştir. Cibrîl hadisi diye bilinen hadisin bazı rivâyetlerinde Hz. Peygamber iman esasları içinde âhireti zikrettikten sonra hesabı ayrıca vurgulamış,1128 diğer bir hadiste de akıllı kimsenin, kıyâmette hesaba çekilmeden önce dünyada kendini hesaba çekmesini bilen ve davranışlarına ölümden sonrasını göz önünde bulundurarak yön veren kimse olduğunu bildirmiştir.1129 Dünyanın bir iş görme (amel), âhiretin
1119] 81/Tekvîr, 1-14
1120] 82/İnfitâr, 17-19
1121] 84/İnşikak, 7-14
1122] 86/Târık, 9-10
1123] 88/Ğâşiye, 26
1124] 99/Zilzâl, 7-8
1125] 100/Âdiyât, 9-11
1126] 101/Karia, 6-11
1127] 102/Tekâsür, 8
1128] Ahmed bin Hanbel, I/27, 28; IV/129, 164
1129] Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 25
HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ
- 263 -
ise karşılık bulma (ceza) yurdu olduğu şüphesizdir. Karşılık, yapılan işin türüne göre nimet veya azap şeklinde olacak, bunun da tesbiti hesap ilkesi çerçevesinde yapılacaktır. Kur’an’da yer alan hesap kavramına ve hadislerin açık ifadesine göre kıyâmet gününde inceden inceye hesaba çekilecek kimse hüsrâna ve azâba mâruz kalacaktır.1130 Çünkü yaratana karşı kulluk görevini, yaratılmışlara karşı insanlık vazifesini hakkıyla yerine getirip bunun hesabını vermek imkânsız denecek kadar zordur.
Bununla birlikte gönlü Allah’a bağlı olup genel yönelişi hak çizgisi üzerinde bulunan bir mü’minin yaşı ilerledikçe rûhen erginlik kazanıp Allah’a yaklaşacağı, elli ile yetmiş yaşları arasında kalbindeki İlâhî muhabbet ateşinin alevlenip Allah’ın kendisini seveceği ve hesabını kolaylaştıracağı Enes bin Mâlik’ten rivâyet edilen bir hadiste belirtilmiştir.1131 Bütün mükelleflerin hesabını görme yetkisi şüphesiz ki hesap gününün mâliki olan Allah’a âittir. Allah kulların hesabını çabuk görecektir. Ancak hadiste de belirtildiği üzere1132 kıyâmet gününde hesap öncesi bekleyiş uzun sürecek ve insanlar bundan büyük bir ıstırap duyacaktır. Nihâyet son peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.s.) niyazı üzerine başlayacak olan hesaba onun ümmeti çağrılacaktır.1133 Birçok hadis rivâyetinde Muhammed ümmetinden yetmiş bin kişinin hesaba tâbi tutulmadan cennete gireceği haber verilmiştir. Bu rivâyetlerin bazılarında yer alan ve her bin kişi ile birlikte bin kişinin daha bulunacağı, hatta bunun da ilâvelerinin olacağı tarzındaki nakillere bakılırsa bu ifadelerin çokluktan kinâye olup gerçek sayının bilinmediği anlaşılır. Hesaba tâbi tutulmayacak veya hesabı hafif geçecek olan kişilerin başında Allah yolunda savaşıp şehid düşenler gelir.1134 Buna karşılık zenginlerin çetin bir muhâsebeden geçirileceği ifâde edilir.1135 İslâm dininde namaz, en çok tekrar edilen, bu sebeple de îfâsı sürekli azim ve irâde isteyen, dinî hayatın en belirgin göstergesi konumunda bulunan bir ibâdet niteliği taşıdığı için olmalıdır ki, imandan sonra en değerli amellerden kabul edilmiş1136 ve kıyâmet gününde hesabın namazdan başlayacağı haber verilmiştir. 1137
“Akıllı kimse, nefsini muhâsebe eden ve ölümden sonrası için çalışandır. Âciz de, nefsini hevâsının peşine takan ve Allah'tan temennide bulunan kimsedir." 1138
Açıklama: Akıllı diye tercüme ettiğimiz keyyis, "işlerini iyi çeviren", "işlerini rıfkla, tatlılıkla yürüten", "hayra ulaşmakta en iyi kararı veren" gibi mânâlara da gelmektedir. Şu halde nefis muhâsebesi bu vasıflara uyan bir davranış olmaktadır. İbn Arabî der ki: "Büyüklerimiz, konuştuklarını ve yaptıklarını bir deftere yazarak, yatsıdan sonra kendilerini muhâsebeden geçirirlerdi. Deftere bakıp kendilerinden sadır olan söz ve fiil hepsini gözden geçirirlerdi. Bunlardan tevbe gerekenler için tevbe, istiğfar gerekenler için de istiğfar, şükür gerekenler için de şükrederlerdi. Onlar bu muhâsebeyi yaptıktan sonra uyurlardı. "Acizin Allah'tan
1130] Buhârî, İlim 35, Rikak 49; Müslim, Cennet 79, 80
1131] Ahmed bin Hanbel, II/89, III/217-218
1132] Müslim, İman 327
1133] Ahmed bin Hanbel, I/282, 296; İbn Mâce, Zühd 34
1134] Ahmed bin Hanbel, V/287
1135] Ahmed bin Hanbel, V/259, 427
1136] Müslim, İman 140
1137] Ahmed bin Hanbel, II/290, 475; Tirmizî, Salât 188; Ebû Dâvud, Salât 145
1138] Tirmizî, Kıyâmet 26, hadis no: 2461
- 264 -
KUR’AN KAVRAMLARI
temennisi bazı kuruntulardır. Yani, nefsine uyup, günahlarda ısrar ettiği, tevbe edip dönüş yapmadığı halde, Allah'ın kendisini affedeceği, cennetine koyacağı hususundaki temenni ve ümiddir.
"Biz, ümmetlerin sonuncusuyuz ve hesabı ilk görülecek olanlarız. Orada: 'Ümmî ümmet ve peygamberi nerededir?' denilir. Bilesiniz, biz sonuncu olan ilkleriz (yani, dünyaya gelişte sonuncuyuz, kıyâmet günü hesabı verip cennete girmede ilkleriz.)" 1139
Zübeyr bin Avvâm, şöyle der: "O gün, naîmden (dünyada kazanıp harcadığınız, yediğiniz nimetlerden) hesâba çekileceksiniz." 1140 âyeti indiği zaman dedim ki: "Ey Allah'ın Elçisi, biz hangi nimetten sorulacağız? Elimizde olan şu iki siyah: Hurma ile su'dur (başka nimetimiz yoktur). Buyurdu ki: "İşte o olacaktır (onlardan sorulacaktır)." 1141
"Kıyâmet gününde, kula sorulacak ilk nîmet sorusu şöyledir: 'Biz senin bedenine sağlık vermedik mi, sana su içirmedik mi?" 1142
"Kıyâmet günü şu dört şeyden sorulmadıkça kul bırakılmaz: Ömrünü ne işte geçirdiği, malını nereden kazandığı, nereye harcadığı ve ne iş yaptığı sorulur." 1143
"Allah, sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz; fakat kalplerinize ve amellerinize bakar." 1144
"Kötülük yapmak isteyen bir kimse, onu yapmazsa (içindeki kötülük dürtüsünü uygulamayıp içinden atarsa), ona bir iyilik yapmış gibi sevap yazılır." 1145
"Dikkat edin, vücutta bir et parçası vardır ki o düzeldimi bütün vücut düzelir. O bozuldumu bütün vücut bozulur. Dikkat edin, o kalptir." 1146
Bir gece, Allah'ın Elçisi (s.a.s.), evinden çıktı. Ebû Bekir ve Ömer'e rastladı: "Sizi bu saatte evinizden çıkaran nedir?" dedi. "Açlık yâ Rasûlallah" dediler. "Nefsimi elinde bulunduran hakkı için sizi çıkaran şey, beni de çıkardı, kalkın!" dedi. Birlikte ensârdan bir adamın (Ebu’l-Heysem Mâlik bin Teyyehân’ın (r.a.) evine vardılar. Ebu’l-Heysem: "El-hamdü lillâh, bugün benden daha şerefli konukları olan yoktur!' dedi. Gidip onlara, üzerinde yeni kızarmış, yarı ve tam olgunlaşmış hurmalar bulunan bir hurma dalı getirdi: "Buyurun, bundan yiyin" dedi. Bıçağı aldı, Peygamber (s.a.s.) ona: "Sakın sağılı hayvan kesme!" dedi. Ensârlı onlara (bir koyun veya oğlak) kesti. Koyundan ve hurmalardan yediler, su içtiler. Yemekten doyup suya kanınca, Rasûlullah Ebû Bekir ve Ömer'e: "Nefsimi elinde bulunduran hakkı için kıyâmet gününde size bu nîmetlerden sorulacaktır. Açlık sizi evlerinizden çıkardı, bu nîmet size erişmeden dönmediniz." buyurdu.1147 Ardından da şu âyeti okudu: “O gün, muhakkak bütün nimetlerden hesaba çekileceksiniz” 1148
1139] Kütüb-i Sitte, Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 604
1140] 102/Tekâsür, 8
1141] Tirmizî, Tefsir b. 89, sûre 102, hadis no: 3357
1142] Tirmizî, Tefsir b. 89, sûre 102, hadis no: 3357
1143] Tirmizî, Kıyâmet 1
1144] Müslim, Birr 32; İbn Mâce, Zühd 9; Ahmed bin Hanbel, II/285, 539
1145] Buhârî, Rikak 31
1146] Buhârî, İman 39; Müslim, Müsâkat 107; İbn Mâce, Fiten 14; Dârimî, Büyû' 1
1147] Müslim, Eşribe 140, hadis no: 2038; Muvattâ, Sıfatu'n-Nebî 28, h. no: -2, 932; Tirmizî, Zühd 39, h. no: 2370
1148] 102/Tekâsür, 8
HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ
- 265 -
“Dünya nimetlerinden istifadeyi nasıl düşünebilirim ki, İsrâfil sûru eline almış, Cenâb-ı Hakk’ın emrini beklemektedir. Böyle bir durumda olan insan, gelişigüzel, dünya nimetlerinden nasıl istifâde eder ki?” 1149
"Kim hidâyete/doğru yola çağırırsa, kıyâmet gününe kadar o yola gidenlerin savapları kadar sevap alır. Ötekilerin sevâbından da bir şey eksilmez. Kim de sapıklığa çağırırsa kıyâmet gününe kadar o yola gidenlerin günahları kadar günah alır. Ötekilerin günahından da bir şey eksilmez." 1150
"Allah, yanılarak, unutarak yaptıkları veya zorla kendilerine yaptırılan şeyleri ümmetimden affetti." 1151
"Kalem üç kişiden kaldırılmıştır (artık onlar yaptıklarından sorumlu değildirler): Büluğa erinceye kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uyuyandan, şifâ buluncaya kadar bunamıştan." 1152
Açıklama: 1- İslâm fıkhında büyük bir ehemmiyet taşıyan bu hadis, bütün fukahâca benimsenmiştir. Bu hadis, kişiyi fiilinden sorumlu kılmada aklı ve irâdeyi vazgeçilmez bir şart kabul eder. Aklî kemâle ermeyen çocuğun hukuka ehil olmaması, onlar hakkında himâye edici pek büyük bir rahmet olmuştur. Çağlar boyu Avrupa dahi, bütün cemiyetlerde çocuklar ezilirken, İslâm dünyasında hukukî ehliyetsizlik sebebiyle büluğ çağına kadar sorumlu sayılmamış, mal ve can yönüyle velînin himâyesine tevdî edilmiştir.
İslâm âleminde çocuklar mahkemeye bile nadir hallerde ve belli yaşlardan sonra celbedilirken, Batı'da, işlenen suç sebebiyle büyüklerle aynı cezaya çarptırılarak gerekiyorsa idam bile edilmiş, büyüklerle birlikte aynı hapishanelere atılmıştır. Bu durumun çocuk fıtratına uygun gelmediğini Batı, ilk defa 19. asrın sonlarında anlamaya başlamış, çocukların hukukî ehliyetsizliği, ayrı mahkemelerde muhakemesi, hapisten ziyâde ıslah evlerine, koruyucu ailelerin yanına verilmesi gibi fikir ve müesseseleri geliştirmiş ve bu paralelde bir hayli yol almıştır. Oradan bize de "çocuk mahkemeleri" fikri gecikerek geçmiştir.
2- Âlimler, bu hadise dayanarak çocukların şer fiillerinin yazılmadığını kabul ederken, başka hadislerden hareketle hayırlı fiillerin yazıldığını, bu fiillerin, hem çocuğun terbiyecileri durumundaki anne ve babasına ve hem de kendisine uhrevî faydalar sağlayacağını belirtirler. Nitekim Rasûlullah (s.a.s.), "çocuğun haccının makbul olduğunu, ona hacc yaptıran annesine de sevab geleceğini" beyan etmiştir. Keza bir başka hadiste "Çocuklara namazı emredin" buyurulmuştur. Kısacası çocuklar hakkında hayır kaleminin yazmaya başladığını gösteren rivâyetler mevcuttur. 1153
"İnsanlar kıyâmet günü öylesine ter akıtırlar ki, bu terler yerin içinde yetmiş zira'lık derinliğe kadar iner ve bu ter (yer üstünde de birikerek insanları konuşamaz hale getirmek üzere ağızlarına) gem vurur ve kulaklarına kadar ulaşır." 1154
1149] Tirmizî, Kıyâme 8; Ahmed bin Hanbel, I/36; III/7
1150] Müslim, İlim 6, 16; Buhârî, İ'tisâm 15; Ebû Dâvud, Sünnet 6; Tirmizî, İlim 15; İbn Mâce, Mukaddime 14; Ahmed bin Hanbel, II/397; Dârimî Mukaddime 44
1151] İbn Mâce, Talâk 16
1152] Ebû Dâvud, Hudûd 16, h. no: 4399, 4400, 4401, 4402
1153] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/223-224
1154] Buhârî, Rikak 47; Müslim, Cennet 61, hadis no: 2863
- 266 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Açıklama: Kıyâmet günü, hesap verme esnâsındaki ahvalle ilgili olarak muhtelif hadisler gelmiştir. Bunların birkısmı ter hâdisesi ile ilgilidir. Sadedinde olduğumuz hadis, insanların, hesap vermenin sıkıntısıyla yerin dibine yetmiş arşın inecek ve yerin üstünde de kulaklara kadar yükselip insanları konuşamaz hale getirecek bir derya teşkil edecek kadar çok terleyeceklerini ifade etmektedir. Âlimler, bu ter herkesin kendi teri midir, müşterek terleri midir, bu konuda ihtilâf ederler. İyâz: "Bundan kişinin müşâhede ettiği korkunç haller nisbetinde salacağı terin kastedilmiş olması muhtemel olduğu gibi, hem kendi, hem başkasının teri kastedilmiş olması da muhtemeldir. Böylece bir kısmına çok şiddetli, bir kısmına daha hafif sıkıntı verir. Bütün bunlar, insanların izdiham ve birbirlerine sıkışmasından terin yerin altına yetmiş arşın nüfuz etmesinden sonra, yer üstünde akıp birikmesinden meydana gelir. Tıpkı suyun toprak tarafından emilmesinden sonra bir vadide akması gibi" der. İbn Hacer, bu terleme hâdisesini, bir başka hadisin yardımıyla daha güzel açıklar. Hadis şudur: "Kıyamet günü güneş arza (bir mil kadar] yaklaşır. İnsanlar terlerler. Kimi vardır, teri ökçesine kadar yükselir, kimi vardır ayağının yarısına kadar yükselir; dizine kadar yükselenler, uyluğuna kadar yükselenler, böğrüne kadar yükselenler, omuzuna kadar ve hatta ağzına kadar -ve eliyle işaret eder- yükselenler, vardır. Ağzına kadar yükselen ter, sahibine gem vurmuş olur. Bazılarını ter tamamen bürür -ve bunu söylerken elini başının üzerine vurur.-" Bazı rivâyetlere göre hesap gününün sıkıntısı o kadar şiddetlidir ki, insanlar: "Ey Rabbimiz, cehenneme giderek de olsa bizi bundan kurtar!" diye talepte bulunurlar. Müslim'in bir rivâyetinde tere batmanın, kişinin ameliyle mütenâsip olacağı belirtilmiştir.
Bir başka hadiste bu bekleme müddetinin kırk yıl olacağı; bir diğerinde bir günün yarısının, dünya zamanına göre elli bin yıl olacağı, ancak mü'mine bu günün, güneşin batma anı gibi hafif geleceği belirtilmiştir. Beyhakî'nin bir hadisinde bu sıkıntılı halin kâfirlere mahsus olduğu açıklanmıştır.
"O günün sıkıntısı kâfire çok şiddetlenir. Öyle ki ter onu gemler!" Denildi ki: "Ey Allah'ın Rasûlü mü'minler nerede olurlar?" Buyurdular ki: "Onlar altın kürsüler üzerindedirler, onlara bulutlar gölge yapar." Bazı rivâyetlerde de "amelleri gölge yapar", bazı rivâyetlerde de "güneşin, insanların başlarına iki yay boyu yaklaşacağı" ifade edilmiş ise de, (imanda kemal sahibi) mü'minlere bu harâretin zarar vermeyeceği belirtilmiştir.
Özetle, hesap günü uzun bir müddettir, sıkıntısı çok büyüktür. Ancak mü'minler, amellerine göre o günün sıkıntısını az veya çok az bir derecede atlatacaklardır. İbn Ebî Cemre: "Sadedinde olduğumuz hadis bu sıkıntının bütün insanlara şâmil olacağını ifâde ederse de; başka hadisler, bunun onlar çoğunluk da olsa birkısım insanlara mahsus olduğunu açıklar; peygamberler, şehidler ve Allah'ın diledikleri bundan istisnâ edilmiş, en şiddetli ter sıkıntısının da kâfirlere, sonra kebâir (büyük günah) ehline, sonra bunları tâkip edenlere olacağı, mü'minlerin kâfirlere nisbetle az oldukları belirtilmiştir. "İbn Ebî Cemre, bu hadislerden akla gelebilecek: "İnsanlar muhtelif bazda oldukları halde hepsi nasıl kulaklarına kadar tere banar, bu arada ter bir kısmının ayağını bürümez...?" gibi sorulara: "Bunlar uhrevî, gaybî ihbarlardır, aklî izahı yoktur, kuvvetli iman sahipleri tasdik eder..." mânâsında cevap verdikten sonra der ki: "Bu durumu haber vermenin maksadı dinleyenleri uyarmak, mü'minleri bu korkunç hallere düşmekten koruyacak amellere teşvik etmek, günahlardan tevbeye sevketmek, kerim ve bağışlayıcı olan Rab Teâlâ'ya ilticâ etmeye, bu hallerden ve ateşten
HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ
- 267 -
koruyup, rahmet ve cennetine dâhil etmesini talep etmeye bir sevktir."
"Kimin üzerinde kardeşine karşı ırz veya başka bir şey sebebiyle hak varsa, dinar ve dirhemin bulunmadığı (kıyâmet ve hesaplaşmanın olacağı) gün gelmezden önce daha burada iken helâlleşsin. Aksi takdirde o gün, sâlih bir ameli varsa, o zulmü nisbetinde kendinden alınır. Eğer hasenâtı (sevapları) yoksa, arkadaşının günahından alınır, kendisine yüklenir." 1155
Açıklama: Hadis, mü'minleri, mü'min kardeşine karşı haksızlık yapmamaya, şâyet yapmış ise helâlleşmeye tevşik etmektedir. Bu haksızlık, "ırz"la ifade edilen mânevî varlığına karşı olabilir. "Başka bir şey" tâbiriyle de "bütün çeşitleriyle mal", "yaralama", hatta "tokat"a varıncaya kadar her şey kastedilmiştir. Nitekim Tirmizî'nin rivâyetinde "ırz ve mal nevinden..." denmiştir. Müslim'de bu mânâ bir başka üslûpla ifâde edilmiştir: "Ümmetimden müflis olan o kimsedir ki: Kıyamet günü namazı, orucu ve zekâtı olduğu halde gelir. Ancak birine küfretmiş, diğerinin kanını dökmüş, bir diğerinin de malını yemiştir. Hasenâtı, buna, öbürüne, diğerine dağıtılır. Üzerindeki borçlar bitmeden hasenâtı tükenmişse öbürlerinin günahlarından alınır, üzerine yüklenir ve böylece ateşe atılır." Bu hadis, "Bir günahkârın günahı diğerine yüklenmez" 1156 âyetine muhâlif düşmez. Zira bu kimse, kendi fiili ve zulmü sebebiyle cezalandırılmıştır. Çünkü hasenâtı, Allah'ın kullar hakkındaki adâleti gereği, seyyiâti mukabilinde alınmıştır. Humeydî, Kitabu'l-Muvâzene'de demiştir ki: "İnsanlar üç kısımdır: Hasenâtı seyyiâtına üstün gelenler. Seyyiâtı, hasenâtına üstün gelenler. Hasenâtı ve seyyiâtı eşit olanlar.
Birinciler, Kur'an'ın nassı ile kurtuluşa ereceklerdir. İkinciler, sevâbından fazla olan günahı sebebiyle, nefhadan (İsrafil' in sûra üflemesinden) ateşten çıkanların sonuncusuna kadar, şerrinin azlığı çokluğu nisbetinde azap edilecektir. Üçüncüler, a'raftakilerdir (A'raf cennet ve cehennem arası bir yerdir). "Bu görüşü bazı âlimler: "Allah'ın azâb etmeyi murad ettikleri" diye kayıtlaması, keza üçüncü kısım için de: "Üç görüşten en kuvvetli olanı" diye açıklaması gerekirdi diye tenkit etmişlerdir. Ayrıca Humeydî, "Seyyiâtı hasenâtına galebe çalanlar da iki kısımdır: "Azap çekip şefaatle ateşten kurtulanlar, günahı affedilip, hiç azap çekmeyenler" demiştir.
"Kıyâmet günü hak sahiplerine haklarını mutlaka edâ edeceksiniz. Öyle ki kabış (boynuzsuz) koyun için, boynuzlu koyundan kısas alınacak, taşa (niye bir başka) taş üzerine yüklenip kaldığından; adamın adamı niye yaraladığından sorulacak." (Râvî Ebû Hureyre) der ki: "Biz şunu da işitirdik: "Kıyâmet günü, kişiyi tanımadığı birisi yakalar ve der ki: "Sen beni hata ve münker işlerken görüyordun, fakat ondan men etmiyordun!" 1157
Açıklama: Nevevî, hadisi açıklama sadedinde der ki: "Bu hadis, hayvanların da kıyâmet günü haşredileceği ve tıpkı teklif ehli insanların, çocukların, delilerin ve kendilerine tebliğ ulaşmayanların iadesi (yeniden diriltilmesi) gibi, onların da iade edileceği hususunda bir açıklamadır. Bu hususta Kur'an ve sünnette deliller mevcuttur. Âyet-i kerimede Rab Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Vahşi hayvanlar haşredildiği zaman" 1158 Âyet ve hadiste gelen bir kelimenin zâhirini esas almaya aklî veya şer'î bir engel yoksa onu zâhirine hamletmek vâcip olur. Âlimler derler ki:
1155] Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48; Tirmizî, Kıyâmet 2, hadis no: 2421
1156] 6/En'âm 164
1157] Müslim, Birr 6, hadis no: 2582; Tirmizî, Kıyâmet 2, h. no: 2422
1158] 81/Tekvîr, 5
- 268 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Kıyâmet günü, yeniden diriltilme ve haşredilmek için mücazât, mükâfat veya sevap şart değildir. Boynuzlu keçinin kabış/boynuzsuz keçi için kısas olması, teklif kısası değil, mukabele kısasıdır."
Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: "Rasûlulullah (s.a.s.): "Âhirette kimin hesabı münâkaşa edilirse, azaba mâruz kalacak demektir!" buyurmuşlardı. Ben: "Nasıl olur? Allah Teâlâ (meâlen): "O vakit kimin kitabı sağ eline verilirse; kolay bir hesabla muhâsebe edilecek ve ehline sevinçli olarak dönecek"1159 buyurmadı mı, (bu hesap münâkaşası değil mi)?" dedim. "Hayır! buyurdular, bu (münâkaşa değil) arzdır. Kıyâmet günü hesâba çekilen herkes mutlaka helâk olmuş demektir!" 1160
Açıklama: Burada geçen münâkaşatü'lhesâb tâbiri, hesâbın tahkik ve tedkikini ifâde eder. Zemahşerî, Fâik'te "hesap münâkaşası"nı "hesapta zorluk çıkarmak, az çok hepsini ortaya dökmek, sayıya dâhil etmek" şeklinde açıklar. Kişinin helâk olması, burada "yapılan ince hesap sonucu, fazla gelen günahları sebebiyle azap çekmesi"dir.
Rasûlullah'ın arz diye ifade buyurduğu âyet-i kerime, inceden inceye yapılan bir hesabın sonucunu bildirmemiş olmakta, amelin arzını ifade etmektedir. Tîbî der ki: "Hadiste geçen "bu arzdır" ifadesinin mânâsı şudur: "Âyette mezkür olan hesap, kulun eksikliklerine rağmen Allah'ın dünyadaki lütfunu ve bu eksikliklerin âhiretteki affını bilmesi için mü'minin amellerinin bir arzıdır. "Rasûlullah, bu hadislerinde "hiçbir kimsenin ameliyle cennete gidemeyeceğini" ifade ettiğine göre, ebedî cennet, insanların dünyada yaptıkları amellerin neticesi değildir. Şu halde inceden inceye, amellerimiz üzerine yapılacak hesabın sonucu olarak cennete gitmek mevzûbahis olamaz. Cennet, lutf-u İlâhînin neticesidir. Allah'ın lütfu tecelli edenlerin kitapları sağından verilmiş olacaktır. Şüphesiz ki, İlâhî rahmetin tecellîsinde amel defterinin muhtevâsı etkendir.
"Kıyâmet günü, kişi amelleri arasında önce namazın hesabını verecek. Bu hesap güzel olursa kurtuluşa erdi demektir. Bu hesap bozuk olursa, hüsrana düştü demektir. Eğer farzında eksiklik çıkarsa Rab Teâlâ: ‘Bakın, kulumun (defterinde yazılmış) nâfilesi var mı?’ buyurur. Böylece, farzın eksikleri nâfile (namazları) ile tamamlanır. Sonra, bu tarzda olmak üzere diğer amelleri hesaptan geçirilir." 1161
Açıklama: Hadis, kişinin Allah'a karşı borçları arasında en önemlisinin namaz olduğunu ifade etmektedir. Bu hadis, insanlar arasında kıyâmet günü hesabı görülecek ilk şeyin kan olacağı hususundaki hadise ters düşmez. Çünkü bu ikinci hadis, insanlar arasındaki hukuktan; öbürü ise Allah'a karşı olan hukuktan bahsetmektedir. Âlimler bu iki hukuktan hangisi öncelik kazanır, sorusu üzerinde de durmuş ve önceliğin Allah'a karşı olan hukuk olduğunu belirtmiştir. Deliller bunu göstermektedir.
Hadis, hesap sırasında farzlarda çıkacak eksikliklerin, kulun sünnet ve nâfile nevinden kılmış bulunduğu namazlarla tamamlanacağını, onların da hesaba gireceğini belirtiyor, yeter ki kişinin amel defterinde bu çeşitten ibâdetler yapılmış olsun. Farzdaki eksiklik nedir, sorusu farklı ihtimaller getirmiştir; Bir ihtimale
1159] 84/İnşikak 7-9
1160] Buhârî, İlim 35, Tefsir, İnşikak 1; Rikak 49; Müslim, Cennet 80, h. no: 2876; Ebû Dâvud, Cenâiz 3, h. no: 3093; Tirmizî, Kıyâmet 6, h. no: 2428
1161] Tirmizî, Salât 305, h. no: 413; Nesâî, Salât 9, h. no: 1232
HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ
- 269 -
göre, bununla farz namazların miktarca noksanlığı değil, farz namazlarda yerine getirilmesi gereken huşû, zikirler, duâlar gibi farz sevabını arttıran bazı sünnetler ve meşrû heyetlerin noksanlığı kastedilmiş olabilir. Bu duruma göre, kişi bu sünnetleri farzda ihmal etmiş ve fakat tatavvu (nâfile) namazlarda yerine getirmişse, burada oraya aktarma sûretiyle oradaki eksiklik tamamlanılacak demektir.
Yine; "bu ifade ile farz namazların farzları ve şartlarında ortaya çıkacak eksikliklerin kastedilmiş olması da muhtemeldir" denmiştir. "Bizzat farz namazlarının terki ile hâsıl olan eksikliğin sünnetlerle telâfi edileceği de kastedilmiş olabilir" de denilmiştir. Öyleyse, hadiste, diğer farzlarda bu muhtevada yapılacak eksiklikler, nâfilelerle tamamlanacaktır. Cenâb-ı Hak vaad edince, o, yerine mutlaka gelir. Rasûl-i Ekrem'i de, O'nun nâmına haber verir.
"Kıyamet günü, insanlar arasında hükmedilecek ilk şey kandır." 1162
Bu hadis, insanlarla ilgili hukukta ilk hesaba çekilecek meselenin "kan"la ilgili meseleler olduğunu ifade etmektedir. Bir önceki hadiste ise, ilk hesabın namazla ilgili olduğu belirtilmiştir. Zâhirde bir zıtlık görülür ise de, aslında yoktur. Çünkü biri Allah hakkına ait meselelerde ilkle; diğeri ise kul hakkına ait meselelerde ilkle ilgilidir. Nitekim Nesâi'de gelen bir rivâyet ikisini birlikte zikretmektedir: "Kulun ilk hesaba çekileceği şey namazdır. İnsanlar arasında (cereyan edenlerden) ilk hesabı yapılacak şey de, kandır." İbn Hacer: "En mühim olanla başlamak, prensip olması sebebiyle, bu hadis, kan meselesinin ehemmiyetini nazarlarımıza arzediyor" der. Bazı âlimler: "Kazâ (hüküm) insanlara hastır, hayvanlarla ilgili olarak kazâ yoktur" demiş ise de, İbn Hacer, "Bunun hatalı olduğunu, hadisin insanlar arasındaki kazânın önceliğinden bahsettiğini; bu ifadede, meselâ insanlar arasındaki hükümden sonra hayvanlar arasında da hüküm olacağının nefyedilmediğini" belirtir. Yeri gelmişken kanın ehemmiyetini ifade eden bir başka hadis daha kaydetmek isteriz: "Dünyanın zevali, Allah indinde mü'min bir kulun (haksız yere) öldürülmesinden daha hafif kalır" veya "Mü'minin katli Allah indinde dünyanın zevalinden daha büyük (bir cürüm)dür." Dünyanın zevâlinde, pek çok mü'minin helâki de bulunması sebebiyle hadisin ifadesinde müşkillik bulunduğu ifade edilmiş ise de, daha önce de açıklandığı üzere, burada "Allah nazarında" tâbiri meseleyi halleder: Hadislerde Allah nazarında sinek kadar değeri olmadığı belirtilen dünya, ehl-i hevânın dünyasıdır, dünyanın isyanlarla, cinâyetler ve haksızlıklarla dolu olan yönüdür, nefs-i emmâreleri tatmin eden yönüdür. Bu yönüyle dünyanın Allah nazarında sinek kanadı kadar değeri yoktur. Öyleyse hadiste, Cenâb-ı Hakk'ın esmâsının tecelligâhı veya âbid kullarının ibâdet edip, âhiret için ekim yaptıkları dünya maksut değildir.
"Kıyamet günü, dört şeyden sual edilmedikçe, kulun ayakları (Rabbinin huzurundan) ayrılamaz: Ömrünü nerede harcadığından, ne amelde bulunduğundan, malını nerede kazandığından ve nereye harcadığından ve vücudunu nerede çürüttüğünden." 1163
Açıklama: Bu hadis, başka tariklerden de gelmiştir. Yine Tirmizî'de gelen bir başka veçhine göre "Kişiye beş şey sorulacaktır: Ömrünü nerede tüketti, gençliğini
1162] Buhârî, Diyat 1, Rikak 48; Müslim, Kasâme 28, h. no: 1678; Tirmizî, Diyât 8, h. no: 1396; Nesâî, Tahrîm 2, h. no: 7, 83
1163] Tirmizî, Kıyâmet 1, h. no: 2419
- 270 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nerede çürüttü, malını nerede kazandı, nereye harcadı ve bildiği ile ne derece amel etti?" Bu rivâyette, gençliğin ayrıca mevzubahis edilmesi, insan hayatı içerisinde onun ayrı bir ehemmiyet taşıdığını ifade eder. Ehemmiyetlidir, çünkü ibâdet vs.yi yapmada güç kuvvet bulunan bir devredir. Bu devrede yapılan ibâdetler daha kıymetlidir.
Yine Tirmizî'nin bir hadisi, kişinin Allah huzurunda tek başına hesap vereceğini daha açık olarak ifade eder: "Sizden herbirinize mutlaka, arada herhangi bir tercüman bulunmadan Rabbi, kıyâmet günü konuşacaktır. Kişi sağına bakacak, hayatta göndermiş olduğu (sâlih) amelden başka bir şey göremeyecek. Sonra soluna bakacak, yine dünyada iken gönderdiği (kötü) amelden başka bir şey görmeyecek. Sonra karşısına bakacak, ateşin kendisini beklediğini görecek." Rasûlullah (s.a.s.) bu noktada şu tavsiyede bulunur: "Sizden her kim kendini ateşe karşı, bir yarım hurmayla da olsun, koruyabilirse onu yapsın."
"Kıyâmet günü kul (hesap vermek üzere huzûr-ı İlâhî’ye) getirilir. Allah Teâlâ: ‘Ben sana kulak, göz, mal ve evlat vermedim mi? Sana hayvanları ve ekimi musahhar kılmadım mı? Seni bunlara baş olmak, onlardan istifade etmek üzere serbest bırakmadım mı? Acaba, Benimle bugünkü şu karşılaşmanı hiç düşündün mü?’ diye soracak. Kul da: ‘Hayır’ diyecek. Allah Teâlâ: ‘Öyleyse bugün Ben de seni unutacağım, tıpkı senin (dünyada) Beni unuttuğun gibi!’ buyuracak." 1164
Açıklama: Hadis, sayılan nimetlere mazhar olan bir kimsenin, nimetlere şükürle mukabele etmemesi halinde kıyamet günü, Cenâb-ı Hakk'ın da onu nisyâna (unutulmaya) mahkûm edeceğini bildirmektedir. Allah'ın kulu unutması, onu azâba terketmesi, rahmetini tecelli ettirerek azabtan kurtarmaması demektir.
Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: "(Ashâb, Rasûlullah'a): ‘Ey Allah'ın Rasûlü! Kıyâmet günü Rabbimizi görecek miyiz?’ diye sordular. Allah’ın Rasûlü: "Bulutsuz bir günde, öğle vaktinde güneşi görme hususunda bir itişip kakışmanız olur mu?" diye sordu. Ashab: ‘Hayır!’ deyince: "Bulutsuz (dolunaylı) gecede ayı görmekte itişip kakışmanız olur mu?” diye tekrar sordu. Ashab yine: ‘Hayır!’ deyince: “Nefsim yed-i kudretinde olan Zât-ı Zülcelâl'e yemin olsun, Rabbinizi görme hususunda da hiçbir itişip kakışmanız olmayacak. Tıpkı güneş ve ayı görmede itişip kakışmanız olmadığı gibi. Böylece kul, Rabbiyle karşı karşıya gelecek. Rab Teâlâ: ‘Ey filan! Ben sana ikram etmedim mi? Seni efendi yapmadım mı? Sana zevce vermedim mi? Atı, deveyi sana musahhar (hizmetçi) kılmadım mı? Reislik yapmana, ganimet malından dörtte bir almana müsaade etmedim mi?’ diye soracak. Kul: ‘Evet ey Rabbim!’ diyecek. Rab Teâlâ: ‘Benimle karşılaşacağını hiç düşünmedin mi?’ diyecek. Kul bu soruya: ‘Hayır!’ karşılığını verecek. Rab Teâlâ da: ‘Öyleyse şimdi de ben seni unutuyorum. Tıpkı (dünyada) sen beni unuttuğun gibi!’ diyecek. Sonra ikinci kul Allah'ın karşısına çıkar. Rab Teâlâ ona da aynı şeyleri söyler. Sonra üçüncüye de birinciye söylediklerinin aynısını söyler. Kul: ‘Evet! ey Rabbim!’ der. Rab Teâlâ da: ‘Benimle karşılaşacağını hiç aklından geçirdin mi?’ diye sorar. Kul: ‘Ey Rabbim, sana, kitaplarına ve peygamberlerine inandım. Namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim!’ der ve elinden geldiğince (Hak Teâlâ hakkında) hayır senada bulunur. Rab Teâlâ: "Bu hususta lehine şehadet edecek biri var mı?" diye soracak. Kul: ‘Hayır, yok!’ diyecek. Rab Teâlâ: ‘Şimdi senin aleyhine bir şahit gönderilecek!’ der. Kul kendi kendine: ‘Benim aleyhime şâhitlik yapacak da kim?’ diye içinden düşünür. Kulun ağzı mühürlenir. Uyluğuna: ‘Haydi konuş!’ denir. Uyluğu, eti, kemiği konuşup, onun amelini haber verirler. Bu, onun kendisi
1164] Tirmizî, Kıyâmet 7, h. no: 2430
HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ
- 271 -
için bir özür aramaması içindir. Bu kimse, Allah'ın gadabına uğrayan münâfıktır." 1165
"Mü'min Rabbine yaklaştırılır. Öyle ki, (Allah onun) üzerine himâyesini indirir ve günahlarını itiraf ettirir. Ona sorar: ‘Şu şu günahlarını biliyor musun?’ Mü'min kul, iki kere: ‘Evet ey Rabbim, biliyorum!’ der. Rab Teâlâ da: ‘Dünyada iken bunları örterek seni teşhir etmemiştim. Bugün de onları senden affediyorum!’ buyurur. Sonra ona hasenât defteri verilir. Ama kâfirlere ve münâfıklara gelince, bunlarla ilgili olarak, bütün mahlûkatın huzurunda: ‘Bunlar Allah namına yalan söylemişler (böylece büyük bir zulümde bulunmuşlardır). Haberiniz olsun! Allah'ın lâneti zâlimleredir’ diye nidâ olunur." 1166
Açıklama: Daha önce de temas edildiği gibi, her kul Allah'ın karşısına çıkarılıp, birer birer hesaptan geçirilecektir. Bu muhâsebede Allah mü'min kuluna bir rahmet olarak hususi şekilde hitap edecek, kusurlarını, başkaları duymayacak şekilde sayıp dökecektir. İşte bu hitap necva kelimesiyle ifade edilmiştir. Necvâ, fısıldamak, başbaşa konuşmak, gizli konuşmak gibi mânâlara gelir. Kirmânî: "Bu hitaba necvâ denmesi, kâfire olan hitabın alenî olması sebebiyledir" der.
Hadiste, kişinin gizli yaptığı günahları başkasına açmamasına bir telmih mevcuttur. Çünkü Cenâb-ı Hak dünyada gizli kalan günahları kıyamet günü affettiğini ifade etmektedir. Bu ifadenin mânâ-yı muhâlifinden, alenî yapılan veya aleniyet kazanan günahların affı hususunda garanti olmadığı mânâsı çıkar. Şârihler bu sadedde gelen hadislere dayanarak, kıyâmet günü âsi mü'minlerin iki kısım teşkil edeceğini söylemişlerdir.
Birinci kısım: Günahı kendisi ile Rabbi arasında kalanlar. İbnu Ömer hadisi, bunların da iki kısma ayrıldığını ifade eder: 1- Günahı dünyada örtülenler, Allah kıyamet günü bu günahları onlara karşı örtecektir. 2- Günahları âşikâr olanlar. Hadis bunların kıyâmet günü öncekilerin hilâfına muâmele göreceğini ifade eder.
İkinci kısım: Günahı kendisi ile kullar arasında olanlar. Bunlar da iki kısımdır: 1- Günahları, sevaplarına galebe çalanlar: Bunlar ateşe girerler, şefaatle tekrar çıkarlar. 2- Günah ve sevapları eşit olanlar: Bunlar da aralarında kısaslaşmadan cennete giremezler.
Hz. Aişe (r.a.) anlatıyor: "Bir adam gelerek: ‘Ey Allah'ın Rasûlü! Benim kölelerim var, bana yalan söylüyorlar ve bana ihânet ediyorlar, bana isyan ediyorlar. Ben de onlara şetmediyor ve dövüyorum. Onlar yüzünden (Allah yanında) durumum ne olacak?’ diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.): "Kıyâmet günü onlar, sana olan ihânetleri, isyanları ve yalanları sebebiyle muhâsebe olacaktır. Senin onlara verdiğin ceza ise, eğer cezan onların günahları nisbetinde ise, başabaştır; ne lehine ne de aleyhine olur. Eğer onlara verdiğin ceza günahlarından az ise bu senin için bir fazilet olur. Eğer onlara verdiğin ceza günahlarından çok olursa, bu fazla kısım sebebiyle onlar lehine sana kısas yapılır" buyurdular. Bunun üzerine adam huzurdan çekildi, ağlamaya ve dövünmeye başladı. Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü dedi ki: "Sen Allah'ın kitabını okumuyor musun? (Bak ne diyor!) (Mealen): "Biz kıyamet gününe mahsus adalet terazileri koyacağız. Artık hiçbir kimse hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmayacaktır. (O şey) bir hardal tanesi kadar bile olsa, onu getiririz (mizana koyarız). Hesapçılar olarak da Biz yeteriz."1167
1165] Müslim, Zühd 16, h. no: 2968
1166] Buhârî, Mezâlim 2, Tefsir, Hûd 4, Edeb 60, Tevhid 36; Müslim, Tevbe 52, h. no. 2768
1167] 21/Enbiyâ, 47
- 272 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Adam tekrar: ‘Allah'a yemin olsun, ey Allah'ın Rasûlü! Ben hem kendim ve hem de onlar için, ayrılmalarından daha hayırlı bir şey göremiyorum. Seni şâhid kılıyorum, hepsi hürdür, (âzâd ettim)’ dedi." 1168
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) (bir gün) güldüler ve: "Neye güldüğümü biliyor musunuz?" buyurdular. Biz: ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir!’ dedik. "Kulun Rabbine olan hitabından!" buyurdular ve şöyle devam ettiler: "Kul şöyle der: ‘Ey Rabbim, Sen beni zulümden korumadın mı?’ Rab Teâlâ: ‘Evet korudum’ buyurur. Kul da: ‘Fakat ben bugün, kendime, kendimden başka bir kimsenin şâhit olmasını asla istemiyorum’ der. Rab Teâlâ: ‘Bugün sana tek şâhid olarak nefsin, çok şâhid olarak da kirâmen katibîn kâfidir’ buyurur. Rasûlullah devamla dedi ki: "Ağzına mühür vurulur ve diğer organlarına: ‘Konuş!’ denilir. Onlar adamın amelini haber verirler. Sonra konuşma hususunda serbest bırakılır. Adam organlarına: ‘Yazıklar olsun size! Buradan defolun! Ben sizin için mücâdele etmiştim’ der." 1169
"Aziz ve celil olan Allah (kıyâmet günü), ümmetimden bir adamı mahlûkatın üstünden seçer ve onun için doksan dokuz büyük defter açar. Her defter, gözün alabildiği kadar büyüktür. Rab Teâlâ adama sorar: "Bu defterde yazılı olanlardan bir şey inkâr ediyor musun? Muhâfız kâtiplerim (olmadık şeyler yazarak sana) zulmetmişler mi?" Kul: "Ey Rabbim! Hayır! (Hepsi doğrudur!)" der. Rab Teâlâ sorar: "(Bunları yapmada beyan edeceğin) bir özrün var mı?" Kul der:"Hayır! Ey Rabbim!" Aziz ve celil olan Allah: "Evet! Senin bizim yanımızda (makbul, büyük) bir de hasenen var. Bugün sana zulüm yapmayacağız!" buyurur. Hemen bir etiket çıkarılır. Üzerinde "Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden rasûlallah (şehâdet ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur ve şehâdet ederim ki Muhammed Allah'ın elçisidir)" yazılıdır. Sonra, Rab Teâlâ der: "Ağırlığını (yani amellerinin ağırlığını) hazırla!" Kul sorar: "Ey Rabbim! Bu defterlerin yanındaki bu etiket de ne?" Rab Teâlâ der: "Sana zulmedilmeyecek! Hemen defterler Mizan'ın bir kefesine konur, etiket de diğer kefesine. Tartılırlar. Sonunda defterler hafif kalır, etiket ağır basar. Esasen Allah'ın ismi yanında hiçbir şey ağır olamaz." 1170
Ebu Mes'ud el-Bedrî (r.a.) anlatıyor: "Ey Allah'ın Rasûlü, dendi, biz câhiliye devrinde yaptıklarımızdan hesaba çekilecek miyiz?" Şu cevabı verdiler: "Müslüman olduktan sonra iyi olana, Câhiliye devrinde yaptıklarından sorulmayacaktır. Kötü amel işleyene, hem İslâm'daki ameli hem de önceki ameli sebebiyle hesap sorulacaktır." 1171
Açıklama: Hadis, daha önceleri kâfir iken, sonradan Müslüman olan bir kişinin daha önceki hayatından suale mâruz kalıp kalmama meselesine kayıtlı ve şartlı olarak cevap getirmektedir. İslâm olduktan sonra amel-i sâlih sahibi ise sual yok, değilse var. Hattâbi der ki: "Bu hadisin zahiri, ümmetin icma ettiği "İslâm, öncesini siler" hükmüne muhalefet eder. Allah Teâlâ: "O küfredenlere söyle ki: Eğer (sana düşmanlıktan) vazgeçerlerse geçmiş (günahları) affedilecektir" 1172 buyurmuştur." Hattâbî devamla der ki: "Bu hadisin mânâsı şöyle olmalıdır: "Kâfir, Müslüman oldu mu geçmişinden muaheze olunmaz. İslâm'da çok fazla günah işler ve Müslümanlığına devamla birlikte, aşırı, şiddetli masiyetlere girerse, İslâm'da işlediği
1168] Tirmizî, Tefsir, Enbiyâ, h. no: 3163
1169] Müslim, Zühd 17, hadis no: 2969
1170] Tirmizî, İman 17, (2641)
1171] Buhârî, İstitâbe 1; Müslim, İman 189, hadis no: 120
1172] 8/Enfâl, 38
HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ
- 273 -
cinâyeti sebebiyle muaheze olunur ve küfür sırasında yaptığı başına kakılır. Sanki şöyle denir: "Sen şu kötü işleri kâfirken yapmadın mı? Müslümanlığın seni bunlardan men etmedi mi?" İbn Hacer, bu görüşü: "Önceki amelinden yapılacak evvelki muâheze, başa kakma sûretiyle, sonraki günahların muahezesi, cezalandırma suretiyle olacaktır" diye özetler. Hadiste geçen "isâe" (günah, kötülük) kelimesinden murad küfürdür, çünkü "küfür", "isâe"nin nihâyeti, günahların en şiddetlisidir. Adam irtidat eder ve küfrü üzerine de ölürse, sanki Müslüman olmamış gibidir ve hayatı boyunca yaptığı bütün amellerden muaheze olunur. Buhârî, bu hadisi "Büyük günahların en büyüğü şirktir" hadisinden hemen sona zikretmek sûretiyle, bu söylediğimiz açıklamaya işaret etmiş olmaktadır."
"Bir kimseyi (küfür veya günah gibi) bir şeye çağıran hiç kimse yok ki kıyâmet günü, o çağırdığı şeyle birlikte tevkif edilmemiş olsun. Mutlaka onunla ayrılmaz şekilde beraberdir. Bir adam bir adamı (bir şeye) davet etmiş olsa dahi!" Sonra şu âyeti okudu. (Meâalen): "Onları hapsedin, çünkü onlar mes'uldürler" 1173
Açıklama: Burada kişinin, propagandasını yaptığı şeyden sorumlu olduğu ifade edilmektedir. İnsanları, bir kişi bile olsa her neye davet etmişse ondan ayrılmayacak ise, kötülüğe çağıran kimse, kötülüklerin yer aldığı cehennemde olacak demektir. Âyetteki "mes'uldürler" ifâdesini müfessirler, "akidelerinden, sözlerinden ve hareketlerinden" diye açmışlardır.
Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ey Allah'ın Rasûlü dedim, Kevser havzının kapları nedir?" Şu cevabı lutfettiler: "Nefsimi kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelal'e yemin olsun, onun kapları açık ve karanlık bir gecede gökteki yıldızlardan daha çoktur. Cennetin kaplarından kim içerse artık ömrünün sonuna kadar hiç susamaz. Havzın cennetten çıkan iki oluğu gürül gürül akar. Genişliği uzunluğuna denktir. Bu da Amman'dan Eyle'ye olan mesâfe kadardır. Suyu sütten daha beyaz, baldan daha tatlıdır." 1174
İbn Mes'ud (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Ben havzın başına sizden önce geleceğim. Bana sizden bazı kimseler yükseltilip (gösterilecek). O kadar ki, eğilsem onları tutarım. Ama hemen geri çekilecekler."Ey Rabbim! Bunlar benim ashâbım!" derim. Ama bana:"Senden sonra bunların ne bid'atlar yaptıklarını sen bilmezsin!" denilir. Ben de:"Dini benden sonra değiştirenler rahmetten uzak olsun, rahmetten uzak olsun!" derim." 1175
Müslim'in bir diğer rivâyetinde Ebu Hureyre'den şöyle rivâyet edilmiştir: "Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ümmetim havzın başında yanıma gelecek. Ben, tıpkı devesinden başkasının devesini kovan bir kimse gibi, havzımdan (bazı) insanları kovarım!" Yanındakiler: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bizi tanıyacak mısınız?" dediler."Evet buyurdu. Sizin, başkasında olmayan bir alâmetiniz olacak. Sizler yanıma alın ve abdest uzuvlarında, abdestin eseri olan bir nurla geleceksiniz. Ancak sizden bir grup benden engellenecek, onlar bana ulaşamayacaklar. Ben: "Ey Rabbim onlar benim ashabım, onlar benim ashabım!" diyeceğim. Ama bir melek bana cevap verip:"Senden sonra onlar ne bid'alar ortaya çıkardılar biliyor musun?" diyecek."1176 Bir diğer rivâyette şöyle buyrulmuştur: "Havuzum Eyle ile Aden arasınaki mesâfeden daha geniştir. Onun rengi kardan
1173] 37/Sâffât, 24; Tirmizî, Tefsir Saffat, hadis no: 3226
1174] Müslim, Fezâil 36, l hadis no: 2300; Tirmizî, Kıyâmet 16, hadis no: 2447
1175] Buhârî, Rikak 53, Fiten 1; Müslim, Fezâil 32, hadis no: 2297
1176] Müslim, Tahâret 37, hadis no: 247
- 274 -
KUR’AN KAVRAMLARI
daha beyaz, baldan daha tatlıdır. Onun maşrabaları yıldızlardan daha çoktur."
Yezid İbn Erkam (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Siz (ashâbım), havzın başında yanıma gelenlerin yüz bin cüzünden sadece bir cüzünü teşkil edeceksiniz!" Yezid'e: "O gün siz ne kadardınız?" diye soruldu da: "Yedi yüz veya sekiz yüz kadardık!" diye cevap verdi." 1177
Açıklama: Hadisin Ebû Dâvud'daki aslında şu ziyâde var: "Biz (bir seferde) Rasûlullah (s.a.s.)'la beraber idik. Bir yerde mola verdik. (Bu sırada) buyurdular ki: "...Kaydedilen bu ziyade, Yezid İbn Erkam'ın "Kaç kişi idiniz?" sorusuna verdiği cevaptaki isabetlilik hususunda kanaat verir. Aksi takdirde: "O sıralarda bütün Müslümanların sayısı ne kadardı?" gibi bir muhtevâda anlamak gerekir ki, buna verilen cevap daha az yakin hasıl eder. Ancak Rasûlullah’ın (s.a.s.) burada rakamın hakikatını değil de, kesrette mübâlağa kasdetmiş olması da muhtemeldir.
Son hadisler, âhiretteki havuzla ilgili farklı bilgiler sunmaktadır. Havuz, Kevser havzı diye de adlandırılır. Kur'an-ı Kerim'de Kevser Sûresinde bahsedilen kevserle de bu havzın kastedildiği kabul edilmiştir. Kevser, mütevatir denecek kadar çok sayıda sahâbî tarafından zikredilmiş gaybî bir hakikattır, inanılması şarttır. Bazı tahkiklerde kevserle ilgili rivâyette bulunan sahabilerin sayısı elliden fazladır. Rasûlullah (s.a.s.), Kevser sebebiyle de diğer peygamberlere bir üstünlüğe sahip olacaktır. Rivâyetler, cennetteki kevserin, cennet kapılarının yanında ve el'an mahlûk olduğunu ifade eder. Makbul görüşe göre iki adet kevser mevcuttur. Biri cennetin içindedir, diğeri sırattan öncedir ve mahşer yerindedir. Bir hadis, her peygamberin bir kevseri olduğunu belirtiyor. Ancak onlar Rasûlullah'ın kevseri kadar büyük değildir.
Kevser, sırattan sonra ümmetin bir toplanma yeridir. Rasûlü Ekrem'le bir buluşma, görüşme yeridir. Rasûlullah, oraya kadar gelebilen bir kısım kimselerin oradan kovulacağını belirtmiştir. Bu kovulanlar kimlerdir, bu hususta ihtilaf vardır. Bunlara: "Münafıklar ve mürtedler" diyen olmuş. "Rasûlullah zamanında mü'min olup da sonradan irtidat edenler" diyen olmuştur. Ancak Hattâbî: "Ashâb-ı Kiram'dan irtidat eden yoktur, irtidat edenler çöl Araplarıdır" demiştir. Bazıları: "Bunlar, mü'min olarak ölen büyük günah sahipleri ile bid'atları küfür derecesine ulaşmayan ehl-i bid'attır" demiştir. Bunların cehenneme gitmeleri kat'î değildir. Günahları, kusurları sebebiyle havzın yanından kovulmuş olsalar da, Allah'ın rahmetine mazhar olarak cennete girmeleri de muhtemeldir. İbn Abdilberr: "Havuzdan kovulacaklar zümresini, ehl-i bid'at ile dinde bid'at çıkaranlar, zulümde ileri gidenler, haksız yere mal yiyenler, günah-ı kebireyi alenî işleyenler teşkil edecek" der. Bunların havza kadar yaklaşmalarının, kıldıkları namazların tesiriyle, abdest uzuvları ve alınlarında zuhur eden nur ve parlaklık sayesinde olduğu belirtilmiştir.
Hz. Âişe (r. anhâ) anlatıyor: "Ateşi hatırlayıp ağladım. Rasûlullah (s.a.s.): "Niye ağlıyorsun?" diye sordu."Cehennemi hatırladım da onun için ağladım! Siz, kıyâmet günü, ailenizi hatırlayacak mısınız?" dedim."Üç yerde kimse kimseyi hatırlamaz: Mizan yanında; tartısı ağır mı geldi hafif mi öğreninceye kadar, sahifelerin uçuştuğu zaman; kendi defterini nereye düşecek, öğreninceye kadar: Sağına mı soluna mı;
1177] Ebu Davud, Sünnet 26, hadis no: 4746
HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ
- 275 -
yoksa arkasına mı? Sıratın yanında; cehennemin iki yakası ortasına kurulunca; bunu geçinceye kadar." 1178
Açıklama: Gaybî olan hakikatlerden biri mizandır. Ahirete imanın bir cüz'üdür. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat, bi'l-icmâ "Mizan haktır" demiştir. Hadislerden başka, Kur'an'la da sâbittir. Âyet-i kerimede: "Biz kıyâmet gününe mahsus adâlet terazileri koyacağız. Artık hiçbir kimse hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmayacaktır. (O şey) bir hardal tanesi kadar bile olsa onu getiririz (mizana koyarız). Hesapçılar olarak da Biz yeteriz" 1179 buyurulmuştur. Mizan, kıyâmet günü kurulur. Kulların amellerinin yazılmış olduğu defterler mizanda tartılır. Bu mizanın iki kefesi vardır; biri hasenatın tartılması için, diğeri de seyyiatın. Hasan Basrî'den gelen bir rivâyete göre mizanın bir de dili vardır. 1180
İnsan Bu Mes’ûl...
İnsanoğlu, dünyada geçirdiği ömürden, sıhhat ve âfiyetten, kazanıp harcadığı mal-mülk ve servetten, harcadıklarından, harcamayıp geride bıraktıklarından, birer birer hesap verecektir. Buhârî’nin rivâyet ettiği hadis-i şerifte buyrulduğu gibi, “İki nimet vardır ki insanların çoğu bunların değerinden habersizdir: Sağlık ve boş vakit.” Zira kazanmak ve hayır yapmak bunlara bağlıdır. İnsan, yapması gerekirken yapmadıklarından ve yapmaması gerekirken yaptıklarından, söylemesi gerekirken söylemediklerinden ve söylememesi gerekirken söylediklerinden sorulacaktır. “O gün, dünyada kazanıp harcadığınız nimetlerden hesaba çekileceksiniz.”1181; “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu (onun karşılığını) görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” 1182
İnsan, sorumludur. İnsan yeryüzünün halifesidir; seçme hakkına sahip irâdeli bir varlıktır. Âhirette, dünyada işlediklerinden tek tek sorulacağı gibi, dünyada da sorumsuzca davranışının karşılığını görür. Dilediğini yapan, dilemediği karşılığı alır. Elbette, dünya ceza ve ödül yeri değil; imtihan yeri olduğundan, nice suçlar dünyada cezasız kalabilir. Allah imhâl eder ama ihmâl etmez. Hiçbir suçun ve hayrın karşılığını ihmâl etmez, ama dilediğini sonraya erteler; bu sonra bazen âhiret olur.
İrâde sahibi olup seçme hakkına sahip olmak; sorumluluk doğurur, sonuçlarına katlanmayı gerektirir. İnsan nelerden ve neye karşı sorumludur? Esas sorumluluk Allah’ın emir ve yasaklarına karşı O’na olan sorumluluktur. Allah’a kulluk ve ibâdet için yaratılan insan,1183 bu kulluğu ne oranda yapıp yapmadığıyla ilgili sorguya çekilecektir. Ruhlar âleminde Rabbini tanıyıp1184 O’na kulluk yapmaya söz veren insan, bu ahdinden sorumludur. Dünyada bu sorumluluğu unutan bir tavırla yaşayınca, esas olarak âhirette sorguya çekilecek, bunun karşılığını görecektir. Sorumlu tutulmanın temel şartları: Ergenlik, akıl ve hürriyettir. Allah’a karşı sorumluluk; öncelikle itikadî konularda olur. Allah’ın en büyük hakkı, hiçbir
1178] Ebû Dâvud, Sünen 28, hadis no: 4755
1179] 21/Enbiyâ 47
1180] Kütüb-i Sitte, Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 604
1181] 102/Tekâsür, 8
1182] 99/Zilzâl, 7-8
1183] 51/Zâriyât, 56
1184] 7/A’râf, 172
- 276 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şeyi kendisine şirk/ortak koşmadan O'nu bir’leyip ibâdet/kulluk yapmaktır.1185 Sonra bu imanın gereği olarak itaat etmek, sâlih amel dediğimiz kulluk görevlerini yapmak, her davranışını Allah’a ibâdet bilinciyle ve O’nu görür gibi yerine getirmektir. İnsan O’nu görmüyor olsa da O kendisini her an görmekte, her yaptığı yazılmakta ve tek tek hesabının sorulacağı gün için kayda geçirilmektedir. Bu sorumluluk içinde aynı zamanda ahlâkî ilkeler de yer almaktadır.
Kimlere karşı sorumlu olduğumuz şu âyet-i kerimede belirtilmektedir: “De ki: ‘Yapın (yapacağınızı); yaptığınız işleri Allah da görecek, Rasûlü de, mü’minler de. Sonra görülmeyeni ve görüleni bilene (Allah’a) döndürüleceksiniz. O size yaptıklarınızı bir bir haber verecektir.”1186 Bu âyette sorumlu olduğumuz ilk ve esas mercînin Allah olduğu vurgulanır. Yani O’nun mahkemesi, ceza günü, âhirette hesaba çekilmek. Sonra Rasûl ile ifâdelendirilen İslâmî otorite, şeriat mahkemesi. Diğer bir sorumluluğun “mü’minler” şeklinde ifadelendirildiği görülür, yani kamuoyu mahkemesi. Ve nihâyet kendimize karşı sorumluyuz, yani vicdan mahkemesinde yargılanmamız sözkonusudur.
İnsan, kendine karşı da sorumludur. İnsanın hangi çeşit olursa olsun günah işlemesi, öncelikle kendine karşı bir zulümdür, sorumsuzca davranıştır. Zulüm, hak edene hakkını vermemek demek olduğundan, vücudumuz, organlarımız Allah’a itaat etmek için yaratılmıştır. Allah’a her isyanda insan öncelikle kendisine, kendi organlarına zulmetmiş olmaktadır. Bu zulüm, âhirette cezalandırılarak insan kendine ve organlarına yazık etmiş olacaktır. “Vücut benim değil mi, istediğimi yapar, dilediğime satar, istediğimle yatarım” diyen insan, sorumsuz ve akılsız bir zâlimden başkası değildir. Müslüman bilir ve inanır ki, kalbi, aklı ve vücut organları dâhil, gerçek anlamıyla hiçbir şeyin sahibi değildir. Her şeyin gerçek sahibi, mülkün sahibi Allah’tır. İnsan sadece emânetçidir. Allah dilediği kadar nimeti dilediği kimselere emânet olarak vermiş ve her nimeti nereye kullanması gerektiğini bildirmiş ve bunu yerine getirip getirmediğinden de insanı sorumlu tutacağını açıklamıştır. İnsan, sahip olduğunu zannettiği her şeyin sadece bekçisi ve emânetçisidir, esas sahibi emânetlere ihânet edip etmediğinden onu hesaba çekecektir. Bir veznedar kendisine emânet olarak teslim edilmiş olan paraları istediği şekilde kullanırsa, ne tür bir şeyle karşılaşacaksa; her insanın, emânet edilen imkânları da istediği gibi kullanması aynıdır. Mal, ömür, sağlık, zaman, emrimiz altında bulunanlar, aile üyeleri, el-ayak, göz-kulak, dil-dudak, bilek ve yürek, kısaca tüm nimetler bizden sorulacaktır. İnsanoğlu, hem nefsinin/hevâsının ve hem de emânet olarak verilenlerin çobanıdır. “Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hâinlik etmeyin. Bile bile kendi emânetlerinize hâinlik etmeyin.”1187 İnsan için toplam kalite, sorumluluk bilincine sahip müttakî bir mü’minlikle mümkündür. Dünyanın imtihan dünyası olması, bu sorumlulukla, her şeyden sorguya çekilecek olmasıyla ilgilidir. İmtihanda gülüp oynamak, gafletle vakit öldürmek, herkesin gözü önünde birçok hata yapmak ne kadar yanlışsa; bu dünyadaki Allah’tan uzaklaştıran oyalayıcı şeylerle çocuk gibi oynayıp durmak da o kadar yanlıştır.
İnsan; beden, akıl ve ruhtan meydana gelmiş bir varlıktır. İnsanın kendine karşı vazifeleri de: Bedenî, aklî ve rûhî olmak üzere üçe ayrılır. Hepsine hak ettiği
1185] Buhârî
1186] 9/Tevbe, 105
1187] 8/Enfâl, 27
HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ
- 277 -
kadar hakkını vermek, emânet bilincine sahip sorumlu bir şahsiyet olmak demek olduğu gibi, aynı zamanda bu üç gücü dengelemek, uyumlu ve huzurlu bir insan olmanın dünyadaki güzelliğini tatmak için de şarttır.
Temizlik, sağlığı korumak ve bu konuda tedbirler almak, temiz ve güzel/helâl yiyecek ve giyecekle donanmak, çevre temizliğine dikkat etmekle insan bedenine karşı sorumluluğunu yerine getirir. Akıl ve ruh sağlığı için sağlam bir imanın şart olduğunu belirtelim. Fıtrat olarak sağlam bir şekilde emânet edilen akıl ve ruhun sağlığını korumak için ana kaynak iman ve takvâdır. İlme, yönelmek, ibâdetlere devam etmek, ahlâkî özelliklere riâyet etmek akıl ve ruh sağlığı açısından da çok önemlidir. Akla ve ruha zarar verecek her şeyden sakınmak, içki, kumar, tembellik, ibâdetsiz bir hayat, sorumsuzca bir yaşayıştan kaçınmak bu açıdan da önemlidir. Güzel bir çevre seçmek, çevre şartlarını güzelleştirmek, akla ve ruha gıda verebilecek arkadaşlık ve cemaat tercihinde bulunmak, şahsiyet, özgüven ve güçlü bir irâde, cihad rûhu da akıl ve ruh sağlığı konusunda çok önemlidir. Özgürlük çığlıklarıyla nefsini/hevâsını putlaştıran, günümüz insanı sorumluluklarından kaçmak istiyor. Görev bilincinden, ne yapması gerektiğinden önce, özgürlüklerinden ve haklarından yola çıkıyor. Kendine kimsenin karışmasını istemiyor. Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkerin kendisine yapılmasını da, kendisinin bu görevleri başkalarına yapmasını da istemiyor. “Özgürlük var” diyerek, kendi nefis putuna toz kondurmuyor.
İnsan, bunun dışında nelerden sorumludur? Yaptıklarından: Yapmaması gerektiği halde yaptıklarından. Terkettiklerinden: Yapması gerektiği halde yapmadıklarından. Kötü örnek olduklarından: Özellikle kendisini örnek alan kişilere güzel örnek olması gerektiği, hal diliyle iyiliği tavsiye etmesi gerektiği halde, kötü örnek olduğu her durumdan. Sebep olduğu şeylerden, iş veya olaylardan. Vesîle olduklarından. Emrettiklerinden ve yasakladıklarından. Seyirci kalıp değiştirmeye çalışmadığı kötülük ve zulümlerden. Kısaca; tüm eylemlerinden, ömrünü nerelerde tükettiğinden, ilminden, malından (nasıl kazanıp nerelere sarfedip etmediğinden) sorumludur. Ehlinden, çoluk çocuğundan, eşinden, sözünü dinleyebilecek akrabâlarından, idâresi altında iş yapanlardan, yöneticiyse yönettiklerinden ve yönetiminden, çevresinden ve değiştirmek için ne tür gayret sarfettiği konusunda düzenden sorumludur. Dünya keyfi, rahat ve zevkleri, eğer hesap günü olmasaydı, belki önemli olabilirdi. Ama her şeyden hesaba çekileceğimiz bir durum, ölüm ve ölüm ötesi, tercihlerimizi belirlemelidir. Unutmayalım ki; sorumsuzluk sorunluluktur. Sorunlu olmamak için sorumlu olduğumuzu unutmayan bir yaşayışımız olmalıdır.
“Akıllı kimse, nefsini muhâsebe eden ve ölümden sonrası için çalışandır. Âciz de, nefsini hevâsının peşine takan ve Allah'tan temennide bulunan kimsedir."1188 Ölmeden evvel, büyük hesap günü gelmeden, her şeyin hesabı sorulmadan önce kendini hesaba çeken, bu muhâsebeyi yeterli sıklıkta yapanlara ne mutlu!
‘Ey Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi hesaba çekme (mağfiret et). Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bizim gücümüzün yetmediği işlerden bizi sorumlu tutma, bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Çünkü Sen, bizim mevlâmızsın/dostumuz ve yardımcımızsın. Kâfir kavimlere karşı bize yardım et.” 1189
1188] Tirmizî, Kıyâmet 26, hadis no: 2461
1189] 2/Bakara, 286
- 278 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hesap ve Allah’ın Hesaba Çekmesi, Mes’ûliyet Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Kur'an'da, Muhâsebe Anlamında “Hısâb” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler: 2/Bakara, 202; 3/Âl-i İmrân, 19, 199; 4/Nisâ, 6, 86; 5/Mâide, 4; 6/En’âm, 52, 69; 13/Ra’d, 18, 21, 40, 41; 14/İbrâhim, 51; 17/İsrâ, 14; 21/Enbiyâ, 1; 23/Mü’minûn, 117; 24/Nûr, 39; 26/Şuarâ, 113; 33/Ahzâb, 39; 40/Mü’min, 17; 65/Talâk, 8; 69/Haakka, 20, 26; 78/Nebe’, 27, 36; 84/İnşikak, 8; 88/Ğâşiye, 26.
B- Hesaba Çekmek, Sorgulamak Anlamındaki “Sual” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler: 2/Bakara, 119, 134, 141; 7/A’râf, 6, 7/A’râf, 6; 15/Hıcr, 92; 16/Nahl, 56, 93; 17/İsrâ, 34, 36; 21/Enbiyâ, 13, 23; 25/Furkan, 16; 28/Kasas, 78;29/Ankebût, 13; 33/Ahzâb, 8, 15; 34/Sebe’, 25; 37/Sâffât, 24; 43/Zuhruf, 19, 44; 55/Rahmân, 39; 102/Tekâsür, 8.
C- Güç Yetirebilmek Anlamında Tâkat Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler: 2/Bakara, 184, 249, 286.
D- Güç, Kapasite Anlamında “Vüs’at” Kelimesi: 2/Bakara, 233, 286; 6/En’âm, 152; 7/A’râf, 42; 23/Mü’minûn, 62.
E- (İş, Vazife) Yüklemek, Mükellef Kılmak Anlamında “Teklîf” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler: 2/Bakara, 233, 286; 4/Nisâ, 84; 6/En’âm, 152; 7/A’râf, 42; 23/Mü’minûn, 62; 38/Sâd, 86; 65/Talâk, 7.
F- Yüklenmek, Ağır Yük Olan Günahlar Anlamında “Haml” ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler: 2/Bakara, 286; 6/En’âm, 146; 20/Tâhâ, 87, 111; 24/Nûr, 54; 33/Ahzâb, 72; 62/Cum’a, 5.
G- Hesap ve Hesap Günüyle İlgili Âyet-i Kerimeler
a- Kıyâmet Gününde Kimseden Kimseye Fayda Gelmez: 2/Bakara, 48, 123, 254; 14/İbrâhim, 31; 26/Şuarâ, 88-89; 31/Lokman, 33; 44/Duhân, 41; 55/Rahmân, 35; 70/Meâric, 10-15; 82/İnfitâr, 17-19.
b- Hesap/Kıyâmet Günü Herkes Kendi Derdine Düşer: 14/İsrâhim, 31; 16/Nahl, 111, 39/Zümer, 56-58; 42/Şûrâ, 47; 43/Zuhruf, 67; 80/Abese, 33-37.
c- Hesap/Kıyâmet Günü Mahşerde Vücut Organları Dile Gelerek Neler Yaptıklarını Anlatacaktır: 24/Nûr, 24; 36/Yâsin, 65; 41/Fussılet, 20-22; 50/Kaf, 21; 75/Kıyâme, 14-15.
d- Hesap Günü Bir Ayırdetme Günüdür: 77/Mürselât, 13-15, 38-40; 78/Nebe’, 17.
e- Hesap Günü Mahşerde Amel Defterinin Çıkarılması: 25/Furkan, 25; 39/Zümer, 7, 69; 45/Câsiye, 29; 81/Tekvîr, 10.
f- Hesap Gününde Bütün İşlerin Açıklanması: 68/Kalem, 42; 69/Haakka, 18; 75/Kıyâme, 13; 86/Târık, 9; 100/Âdiyât, 9-11.
g- Hesap Gününde Amellerin Tartılması: 7/A’râf, 8-9; 17/İsrâ, 13-14; 18/Kehf, 49; 21/Enbiyâ, 47; 23/Mü’minûn, 102-103; 45/Câsiye, 29, 33; 101/Karia, 6-9.
h- Hesap Gününde Mahşerde Hesap Vermekten Kurtuluş Yoktur: 55/Rahmân, 31, 33, 35.
i- Hesap Gününde Herkese Kazandığı Verilecektir: 2/Bakara, 281; 3/Âl-i İmrân, 30, 185, 195; 17/İsrâ, 13-14; 18/Kehf, 49; 36/Yâsin, 54; 40/Mü’min, 16-17; 45/Câsiye, 28; 55/Rahmân, 31; 78/Nebe’, 40; 81/Tekvîr, 14; 82/İnfitar, 1-5; 84/İnşikak, 6; 99/Zilzâl, 6-8.
j- Hesap Gününde Kişi, Kötü Amelinden Kaçmak İsteyecektir: 3/Âl-i İmrân, 30; 18/Kehf, 49; 69/Haakka, 25-27; 75/Kıyâme, 10-11.
k- Hesap Gününde Günahkârlar Yüzlerinden Tanınacaktır: 55/Rahmân, 39, 41.
l- Hesap Gününde Kitabı Sağdan Verilenler: 17/İsrâ, 71; 56/Vâkıa, 8, 27, 90-91; 69/Haakka, 19-24; 74/Müddessir, 39-40; 84/İnşikak, 7-9; 90/Beled, 12-18.
m- Hesap Gününde Kitabı Soldan Verilenler: 56/Vâkıa, 9, 41; 69/Haakka, 25-37; 84/İnşikak, 10-15; 90/Beled, 19-20.
n- Hesap Gününden Korkmak: 13/Ra’d, 21; 76/İnsan8, 7.
o- Hesap Gününde Peygamberler de Sorulacaktır: 7/A’râf, 6-7.
H- Sorumluluk
a- Herkesin Kazandığı Kendisinindir: 2/Bakara, 134, 286; 4/Nisâ, 84; 6/En’âm, 132, 164; 22/Hacc, 9, 10; 33/Necm, 39-42; 74/Müddessir, 38.
b- Her İnsan Kendi Günah Yükünü Çeker: 5/Mâide, 105; 6/En’âm, 31, 52, 164; 10/Yûnus, 108; 16/Nahl, 25; 17/İsrâ, 15; 34/Sebe’, 25, 50; 35/Fâtır, 18; 39/Zümer, 7; 53/Necm, 38.
c- Günah Kazanan, Kendi Aleyhine Kazanmış Olur: 2/Bakara, 81; 4/Nisâ, 111, 123; 6/En’âm, 120; 30/Rûm, 44.
d- Sorumluluk Ruhlar Âleminde Verilmiştir: 7/A’râf, 172-174.
HESAP VE ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ
- 279 -
e- İnsanlar Sadece İnandık Demekle Kurtulamazlar: 29/Ankebût, 2-4.
f- İnsan, Başıboş Bir Varlık Değildir: 23/Mü’minûn, 115; 75/Kıyâme, 36.
g- Vücut Organları, Yaptıklarından Sorumludur: 17/İsrâ, 36; 33/Ahzâb, 15; 37/Sâffât, 24.
h- Allah, Şeriat Göndermeden Kullarına Sorumluluk Yüklememiştir: 39/Zümer, 71.
Allah, Kimseye Gücünün Yettiğinden Başkasını Yüklemez: 2/Bakara, 286; 6/En'âm, 152; 7/A'râf, 42; 23/Mü7minûn, 62; 65/Talâk, 7.
j- Gücün Dışında Bir Şeyle Sorumlu Tutmaması İçin Allah'a Duâ: 2/Bakara, 286.
k- Unutarak ve Yanılarak İşlenecek Hatadan Sorumlu Tutmaması İçin Allah'a Duâ: 2/Bakara, 286.
l- İnsanın Sorumluluğa Tâlip (İstekli) Olması: 33/Ahzâb, 72-73; 59/Haşr, 21.
m- Nefsi ve Âileyi Ateşten Koruma Sorumluluğu: 66/Tahrîm, 6.
İ- Nefis Mücâdelesi: 3/Âl-i İmrân, 39; 29/Ankebût, 6, 69; 79/Nâziât, 40-41.
J- İstiğnâ (Sorumluluktan Kaçma, Sorumsuzluk): 64/Teğâbün, 33, 6; 80/Abese, 5; 92/Leyl, 8; 96/Alak, 7.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. TDV İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Y. c. 17, s. 240-242
2. Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 395-397; c. 4, s. 162-163, 338-339; c. 5, s. 430-432; c. 6, s. 170-172
3. Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, Zafer Y. c. 1, s. 106-107; c. 3, s. 187-189
4. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 8, s. 212-224; c. 19, s. 97-119; c. 20, s. 238-240
5. Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, Beyan Y. s. 695-697
6. Esmâu’l-Hüsnâ Konusuyla İlgili Kitaplar

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 16:59

HELÂK

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

HELÂK


- 127 -
Kavram no 69
İlâhî Ceza 2
Bk. Gazap; Cehennem; Fesâd-İfsâd
HELÂK
• Helâk; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’an’da Sünnetullah ve Toplumlarla İlgili Sünnetullah Özellikleri
• Helâk Konusunda Sünnetullah
• Helâklerin Sebepleri
• Zulmün Cezâsı
• Helâk Çeşitleri
• Hangi Toplumlar Helâk Edildi?
• Kâfir Toplumların İmtihanı
• Helâk Sırasında Kâfirlerin “İman Ediyorum!” Demesi Fayda Vermez
• Kur’ân-ı Kerim’de Helâk Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Helâk Kavramı
• Gazâb; Helâk Kavramına Yakın Anlamı Olan Bir Cezâ
• Azâb; Helâk Kavramına Yakın Anlamı Olan Diğer Bir Cezâ
• Kavimlerin Helâki
“Görmediler mi ki, onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları kendilerine verdiğimiz, gökten üzerlerine bol bol yağmurlar indirip evlerinin altından ırmaklar akıttığımız nice nesilleri helâk ettik. Biz onları, günahları sebebiyle helâk ettik ve onların ardından başka nesiller yarattık.” 405
Helâk; Anlam ve Mâhiyeti
“Helâk”in sözlük anlamı, mahvolmak, yok olmak, yıkıma uğramaktır. Kur’an literatüründe “helâk” şekliyle masdar halinde geçmeyen bu kelime, çoğunlukla fiil halinde bulunur. Helâk, yok olmak, ölmek demektir. Râgıb’a göre helâk üç türlüdür:
Birincisi: Var olan bir şeyin yok olması, elden çıkmasıdır. “Heleke annî sultâniyeh ‘Gücüm (saltanatım) benden yok olup gitti” 406 âyetinde bu tür helâkten söz edilmektedir.
İkincisi: Bir şeyin değişim ve bozulma yoluyla yok olmasıdır. “Heleke’t-taâm”: Yemek bozuldu, demektir. “Dönüp gittimi (veya iş başına geçtimi) yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli helâk (yok) etmeye (yühlike) çalışır; Allah da fesâdı/bozgunculuğu sevmez.” 407 âyetindeki ihlâk/helâk etme de de bir şeyi bozarak yok etmektir.
Üçüncüsü de ölmektir: “Senden fetvâ istiyorlar. De ki: ‘Allah size ana-babasız ve
405] 6/En’âm, 6
406] 69/Haakka, 29
407] 2/Bakara, 205
- 128 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çocuksuz kişinin mîrâsı hakkında hükmünü şöyle açıklıyor: Ölen (heleke; helâk olan) kişinin çocuğu yok, bir kız kardeşi varsa, bıraktığı malın yarısı o (kızkardeşi)nindir.” 408; “Daha önce Yûsuf da size açık beyineler/kanıtlar getirmişti. Onun getirdiklerinden de kuşkulanıp duruyordunuz. Nihâyet o helâk olunca/vefat edip ölünce (heleke): 'Allah ondan sonra elçi göndermez' dediniz. İşte Allah, aşırı giden, şüpheci kimseleri böyle saptırır." 409; "Dediler ki: ‘Ne varsa dünya hayatımızdır, başka bir şey yoktur. Ölürüz, yaşarız. Bizi zamandan başkası helâk etmiyor.’ Fakat onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zannediyorlar."410 âyetlerinde helâk, ölüm anlamındadır.
Azâba, korkuya, yoksulluğa da helâk denilir. Râğıb, aşağıdaki âyetleri bu tür helâke örnek vermektedir: “Onlar hem (insanları) ondan (Peygamber’e yaklaşmaktan) menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar. Böylece yalnız kendilerini mahvediyorlar (helâk ediyorlar), ama farkında değiller!”411; “Bunlardan önce nice nesilleri/kuşakları helâk ettik...”412 ve benzeri âyetler. “İçimizden bazı beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helâk mi edeceksin?” 413; “Yahut: ‘(Ne yapalım) Daha önce babalarımız (Allah'a) şirk/ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesil old(uğumuz için öyle yapt)ık. (Gerçekleri) iptal edenlerin yaptıkları yüzünden bizi helâk mi ediyorsun?’ demeyesiniz diye (sizin Rabbiniz olduğum hakkında sizleri şâhid tutmuştuk).” 414
Tehlike (tehlüke): Helâk kökünün türevlerinden olan “tehlüke”: Helâke sebep olan, helâke götüren şeydir: “(Mallarınızı) Allah yolunda infak edip harcayın, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın, ihsân/iyilik edin, doğrusu Allah Muhsinleri, iyilik edenleri sever.”415 Bu âyette müslümanlara, Allah yolunda mallarını infak edip harcamaları, cimrilik edip kendi elleriyle kendilerini tehlikeye atmamaları, iyilik etmeleri, Allah'ın, iyilik edenleri sevdiği buyurulmaktadır.
Savaşla ilgili âyetlerin ardından gelen bu âyet, savaş masraflarını karşılamak için müslümanları Allah için mal-para vermeye teşvik etmektedir. Çünkü savaş, paraya dayanır. Mâlî destek olmadan savaşı sürdürmek mümkün değildir. Savaş masraflarının, müslümanlar karşılanması gerekir. Şâyet Müslümanlar cimrilik eder, savaş masraflarını karşılamazlarsa kendi elleriyle kendilerini tehlikeye atmış olurlar. Çünkü kendilerinden güçlü ordulara, yenilip perişan olurlar. Âyetin sonunda Allah'ın, iyilik edenleri sevdiği belirtilmek sûretiyle Allah yolunda mal-para harcamanın önemi vurgulanıyor.
Buhârî'nin Huzeyfe'den naklettiğine göre âyet sadaka/infak hakkında inmiştir. Müslümanların İstanbul'u kuşattığı sırada bir müslüman, düşman saflarına hücum edip düşmanın arasına dalmış, sonra çıkıp gelmiş, herkes ona: "Subhânellâh! Kendisini tehlikeye attı!" diye bağırmış, Ebû Eyyûb (el-Ensârî) onlara: "Siz, âyeti yanlış yorumluyorsunuz. Bu âyet biz Ensâr hakkında inmiştir. Allah, dinini güçlendirip, dinin yardımcıları çoğalınca biz kendi aramızda: ‘Keşke artık biz mallarımızın başına dönsek de onlara baksak!’ demiştik de Allah bu
408] 4/Nisâ, 176
409] 40/Mü'min, 34
410] 45/Câsiye, 24
411] 6/En'âm, 26
412] 19/Meryem, 98; 50/Kaf, 36
413] 7/A'râf, 155
414] 7/A'râf, 173
415] 2/Bakara, 195
HELÂK
- 129 -
âyeti indirdi." demiştir. 416
Toplumsal Helâkler: Allah Teâlâ insanoğlunu yeryüzüne gönderdiği günden beridir onu kılavuzsuz bırakmamış, görevlendirdiği peygamber ve onlara indirdiği kitaplarla insanlara uyarıda bulunmuştur. İnsanların gerçekleri görüp idrâk etmesi ve peygamberlerin kendi katından olduğunu isbat etmesi için de mûcizelerle desteklemiştir. Allah, uyarıcı olarak görevlendirdiği elçilerine iman etmeyen ve mûcizeleri eğlence konusu yapan toplumları da helâk etmiştir.
“Kendilerine âyetlerimiz ayan beyan okunduğu zaman inkâr edenlere: ‘İki topluluktan hangisinin (dünyadaki) mevki ve makamı daha hayırlı, meclis ve topluluğu daha güzeldir?’ dediler. Onlardan önce de, eşya ve görünüş bakımından güzel olan nice nesiller helâk ettik. De ki: ‘Kim dalâlette/sapıklıkta ise, çok merhametli olan Allah ona mühlet verir. Nihâyet kendilerine vaad olunan şeyi -ya azâbı (mü’minler karşısında yenilgiyi) veya kıyâmeti- gördükleri zaman, mevki ve makamı daha kötü ve topluluğu daha zayıf olanın kim olduğunu çok geçmeden görecekler.” 417
Bir toplumu helâke sürükleyen aşamaları âyetlerden takip edelim: “Nûh’u kavmine peygamber olarak göndermiştik. ‘Ey kavmim’ dedi. ‘Sizin için kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a ibâdet edin; zira ben üzerinize gelecek şiddetli bir günün azâbından korkuyorum!’ Kavminin ileri gelenleri: ‘Biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz!’ dediler. Nûh da şöyle cevap verdi: ‘Ey kavmim, bende hiçbir sapıklık yoktur; fakat ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilen bir peygamberim. Size Rabbimin haberlerini duyuruyorum. Size nasihat ediyorum ve Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Sizi uyarmak için, sakınmanız ve belki merhamet olunmanız için kendi içinizden bir adam vasıtasıyla size Rabbinizden bir ihtarın gelmesine hayret mi ediyorsunuz?’ Onu yalanladılar. Bunun üzerine Biz de onu ve onunla birlikte gemide olanları kurtardık, âyetlerimizi yalanlayanları ise, suda boğduk. Zira onlar kör bir toplumdu.” 418
A’râf sûresinin devam eden âyetleri sırasıyla Âd kavminin, Semûd kavminin, Lût kavminin ve Medyen kavminin helâklerini peşi peşine anlatmaktadır.419 Sonra şu prensip açıklanmaktadır: “Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, halkı (peygambere başkaldırmasınlar ve Bize) yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır. Sonra kötülüğü (yoksulluk ve darlığı) değiştirip yerine iyilik (bolluk) getirdik, nihâyet çoğaldılar ve ‘Atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu’ (onlar da sıkıntılı ve sevinçli günler geçirmişlerdi) dediler. Biz de onları, hatırlarından geçmediği bir anda ansızın yakaladık 420
A’râf sûresi, devam eden âyetlerle yine helâk tarihini anlatmaya devam eder. Mûsâ (a.s.) ve Firavun toplumları arasında geçen olaylar ve sonuçta Hz. Mûsâ’nın kavminin kurtuluşa ermesi, Firavun ve taraftarlarının denizde boğulmak sûretiyle helâk edilişleri dile getirilir.421 Sonra da İsrâiloğullarının çeşitli sebeplerle helâklere uğraması anlatılır.
416] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, II/361-362; İbn Kesir, Tefsir, I/229; Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 25, s. 196-198
417] 19/Meryem, 73-75
418] 7/A’râf, 59-64
419] bk. 7/A’râf, 65-93
420] 7/A’râf, 94-95
421] bk. 7/A’râf, 103-136
- 130 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an’da Sünnetullah ve Toplumlarla İlgili Sünnetullah Özellikleri
Kur’an’da toplumsal sünnetullah özelliklerini şu maddeler halinde, ana başlıklarıyla sunabiliriz:
I. Toplumların Yapılarıyla İlgili Sünnetullah Özellikleri
İnsan, toplumsal bir varlıktır.
Toplumlar canlı (hayatî) bir yapıya sahiptirler.
Toplumlar yasalara (sünen/sünnetler) sahiptir.
Toplumsal yasalarda değişme olmaz.
Toplumların belirli hayat süreçleri (ecel) vardır.
Toplumlar değişkendirler.
Toplumların gelecekleri kendi davranışlarına bağlıdır.
Bütün toplumlar elçiler aracılığıyla uyarılmıştır.
Elçi gönderilmeyen toplumlar helâk edilmezler.
Helâk edilen toplumlarca bütün elçiler yalanlanmıştır.
Toplumun önderleri, toplumdan sorumludur.
Toplumların mânevî yönleri maddî yönlerinden önceliklidir.
II. Mü’min Toplumlarla İlgili Sünnetullah Özellikleri
Yeryüzüne mü’min toplumlar hâkim olacaktır.
Allah mü’minlerle beraberdir ve onlara yardım eder.
Allah, dinine yardım edenlere yardım eder.
Mü’minler, kâfir toplumlar helâk edilirken kurtarılırlar.
Mü’min toplumlar, öncekilerin başına gelenlerle deneneceklerdir.
Mü’minler yeryüzünde baskıya mâruz kalırlarsa, hicret etmelidirler.
III. Kâfir toplumlarla ilgili Sünnetullah Özellikleri
Kâfir toplumlar varlıklarını sürdüremezler.
Kâfir toplumlar hemen helâk edilmezler.
Allah kâfir toplumları, belki inanırlar diye sıkıntılar ve bolluklarla imtihan eder.
Kâfir toplumlar inkârdan vazgeçip inanırlarsa Allah affeder.
Azap geldikten sonra kâfirlerin inanması fayda vermez.
Ataları körü körüne taklit etmek, toplumları felâkete götürür.
HELÂK
- 131 -
IV. Bazı Toplumsal Sünnetullah İlkeleri
a- Allah, kâfirlere karşı mü’minlerin yardımcıdır. 422
b- İster sâlih bir toplum olsun, ister câhilî bir toplum; Allah, kendi nefislerini, benliklerini değiştirmeyen toplumların konumunu değiştirmez. “Bir toplum, kendi öz benliğinde olanları değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez.” 423
c- Bir toplumun niceliği değil; niteliği önemlidir. Kur’an, Tâlut’un az sayıdaki üstün nitelikli kuvvetiyle mü’minlerin, Câlut’un çok sayıdaki nicel açıdan üstün kuvvetini nasıl yendiğini anlatır ve bu konudaki İlâhî sünnetini hatırlatır: “Nice az bir topluluk, Allah’ın izniyle nice çok sayıdaki topluluğa gâlip gelmiştir.”424; “Eğer Allah’ın kimi insanları, diğerleriyle def edip yok etmesi olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada uğrardı.” 425
d- Allah müstaz’aflardan ve muttakîlerden yanadır: “Biz istiyorduk ki; orada müstaz’aflara lütufta bulunalım; onları imamlar/önderler yapalım ve onları yeryüzünde vârisler kılalım.”426; “Zâlimleri mutlaka helâk edeceğiz. Onları yok ettikten sonra yerlerine sizleri yerleştireceğiz. Bu da Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlar ve azap vaadimden korkanlar içindir.” 427
Kur’ân-ı Kerim, toplumların yıkılış biçimlerini ve kötü sonlarını ortaya koyduğu gibi; onları, bu noktaya getiren sebepleri de açıkça beyan eder. Bu nedenlere ilişkin şu örnekler verilebilir:
a. Zulüm, baskı, haksızlık ve günahlar: “Onlara azâbımız geldiği zaman; ‘biz gerçekten zulmedenlerdendik’ demekten başka itirafları olmadı.” 428
b. Lüks, israf, fısk ve bozgunculuk içinde olma: “Biz bir ülkeyi yok etmek istediğimiz zaman, oranın bolluktan şımaranlarına emrederiz. Orada bozgunculuk yaparlar.” 429
c. Cinsel sapıklık, aşırılık ve yol kesme: “Gerçekten siz (Lût kavmi), sizden evvel hiçbir kavmin yapmadığı çok kötü işi yapıyorsunuz. Siz erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve toplantınızda edepsizlik yapıp duracak mısınız?” 430
d. Günah, zulüm, refah ve zevke dalma: “zulmedenler, kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar, mücrimlerden/günahkârlardan oldular.” 431
e. İtaatsizlik, nankörlük: “Bu ülkenin halkı, Allah’ın nimetlerine nankörlük etti. Bu yüzden Allah onlara, yaptıklarına karşılık, korku ve açlık elbisesini/ıstırabını tattırdı.” 432
f. Kitabın (Kur’an’ın) bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak. Bunun cezâsı dünya hayatında rezil olmaktır. 433
422] 48/Fetih, 22-23
423] 13/Ra’d, 11
424] 2/Bakara, 249
425] 2/Bakara, 251
426] 28/Kasas, 5
427] 14/İbrâhim, 13
428] 7/A’râf, 5
429] 17/İsrâ, 16
430] 29/Ankebût, 28-29
431] 6/En’âm, 44
432] 16/Nahl, 112
433] 2/Bakara, 85
- 132 -
KUR’AN KAVRAMLARI
g. Hz. Peygamber’in emrine muhâlefet, fitne/belâ ya da acıklı bir azâbı getirir. 434
h. Önde gelenlerin ve sâlihlerin fesâdı önlememeleri, 435
i. Ekonomik dengesizlik, vurgun ve soygunlar. 436
Helâk Konusunda Sünnetullah
Allah’ın helâk etmesiyle ilgili olarak toplumlarla ilgili değişmez kanunu Kur’an’da çok açık bir şekilde anlatılır. Ana başlıklar halinde bu konudaki sünnetullah’ı şöyle maddeleştirebiliriz:
Toplumların gelecekleri kendi davranışlarına bağlıdır. 437
Bütün toplumlar, elçiler aracılığıyla uyarılmıştır. 438
Elçi gönderilmeyen toplumlar helâk edilmezler. 439
Helâk edilen toplumlarca bütün elçiler yalanlanmıştır. 440
Toplumun önderleri toplumdan sorumludur. 441
Toplumların mânevî yönleri, maddî yönlerinden önceliklidir. 442
Kâfir ve zâlim toplumlar, çok uzun zaman varlıklarını sürdüremezler. 443
Kâfir ve zâlim toplumlar hemen helâk edilmezler. 444
Allah, kâfir ve zâlim toplumları, belki inanırlar diye sıkıntılar ve bolluklarla imtihan eder. 445
Kâfir ve zâlim toplumlar, inkâr ve isyandan vazgeçip iman ederlerse Allah affeder, helâk etmez. 446
Azap geldikten sonra kâfirlerin inanması, fayda vermez. 447
434] 24/Nûr, 63
435] 11/Hûd, 116
436] 11/Hûd, 84-86
437] 10/Yûnus, 44; 8/Enfâl, 51; 13/Ra’d, 31; 30/Rûm, 41; 42/Şûrâ, 30; 37/Saffât, 39; 91/Şems, 14; 7/A’râf, 147; 6/En’âm, 70; 56/Vâkıa, 24; 91/Şems, 9-10
438] 13/Ra’d, 7; 35/Fâtır, 24; 16/Nahl, 36; 15/Hicr, 10; 28/Kasas, 47; 20/Tâhâ, 134; 4/Nisâ, 165, 5/Mâide, 19; 16/Nahl, 35-36
439] 26/Şuarâ, 208-209; 6/En’âm, 130-131; 17/İsrâ, 15; 20/Tâhâ, 133-134
440] 38/Sâd, 14, 16; 50/Kaf, 12-14; 26/Şuarâ, 5, 136; 36/Yâsin, 30, 48; 6/En’âm, 33; 7/A’râf, 77...
441] 7/A’râf, 38; 38/Sâd, 61; 33/Ahzâb, 30-32; 40/Mü’min, 46-47; 34/Sebe’, 31-33; 28/Kasas, 63; 7/A’râf, 86, 90; 10/Yûnus, 83; 9/Tevbe, 34; 11/Hûd, 116
442] 34/Sebe’, 45; 40/Mü’min, 21, 82; 30/Rûm, 9; 41/Fussılet, 15-16; 19/Meryem, 73-74; 8/Enfâl, 19; 2/Bakara, 249; 28/Kasas, 76-82; 68/Kâlem, 17-33
443] 6/En’âm, 6; 7/A’râf, 94-95; 10/Yûnus, 13-14; 17/İsrâ, 16; 18/Kehf, 59; 19/Meryem, 73-75; 22/Hacc, 45
444] 7/A’râf, 182-183; 13/Ra’d, 32; 22/Hacc, 44, 48; 23/Mü’minûn, 54-56; 3/Âl-i İmrân, 178
445] 32/Secde, 21; 7/A’râf, 130; 6/En’âm, 42; 43/Zuhruf, 48; 32/Secde, 21; 30/Rûm, 41; 6/En’âm, 42-44; 7/A’râf, 94-95
446] 5/Mâide, 65-66; 4/Nisâ, 110; 16/Nahl, 119; 6/En’âm, 43, 48; 27/Neml, 11, 46; 10/Yûnus, 98; 37/Saffât, 148
447] 10/Yûnus, 90-91; 4/Nisâ, 18; 40/Mü’min, 84-85
HELÂK
- 133 -
Ataları körü körüne taklit etmek, toplumları felâkete götürür. 448
Helâklerin Sebepleri
Helâkler ve toplumsal çöküşler; itikâdî, ahlâkî, siyasî ve sosyo ekonomik sebeplere bağlanabilir. Ama esas sebep, itikadîdir. Diğer sebepler, bu temel sebebe bağlı hususlardır.
Helâk ve toplumsal çöküşlerin itikadî sebeplerini şirk, küfür, irtidat, nifak, tekzîb, fısk, istikbâr, istihzâ, geleneğe körü körüne bağlılık yani atacılık olarak sınıflandırmak mümkündür.
Ahlâkî nedenleri de günahlar, haddi aşmak, fitne ve fesat, bencillik, ihtilâf ve tefrika, ıslah mekânizmasının olmayışı olarak değerlendirebiliriz.
Siyasî sebepleri ise; zulüm, kötülüğü yaygınlaştırma ve fesat, yönetici seçkinlere (tâğutlara) mutlak itaat olarak özetleyebiliriz.
Sosyo-ekonomik nedenleri ise; nankörlük, zenginlik ve maddî refah, israf ve tebzîr (saçıp savurma), ticârî ilişkilerde adâletsizlik olarak sıralamak mümkündür. 449
Toplumların helâklerinin temel sebeplerini, âyetlerden yola çıkarak şöyle izah etmek mümkündür:
a- Uyarıcıları Yalanlama: Uyarıcıların getirdiği gerçeklere sırt çevirip onların doğru olmadığını, gerçekten Allah katından gelmediğini iddia edip uyarıcıları sapıklıkla itham ederek atalarının yolunda yürümeye devam etmeleri, o toplumun helâke uğramalarının bir sebebidir. 450
b- Başlarına Gelen Belâ ve Musîbetlerden Ders Almama: Allah Firavun’un kavmine, doğru yola gelmeleri için çeşitli belâlar veriyor. Onları ürün kıtlığına uğratıyor, tûfân, çekirge, kurbağa, kan gibi belâlarla karşı karşıya getiriyor, fakat onlar hiç ibret ve ders alma yoluna gitmiyorlar. Başlarına gelen felâketi Hz. Mûsâ ve kavminin uğursuzluğuna yoruyorlar. Bu beladan kurtulunca da, bunu kendi iyiliklerine ve haklılıklarına delil görüyorlar. Zaman zaman Hz. Mûsâ’ya gelip Allah’ın kendilerine musallat ettiği belâları kaldırması için duâ etmesini istiyorlar. Mûsâ (a.s.) da duâ edip Firavun ve taraftarları bu beladan kurtulunca da, yine eski saygısızlıklarına ve zulümlerine devam ediyorlar. 451
c- İstikbâr (Büyüklük Taslama): Helâke uğrayan toplumların başta gelen özellikleri istikbâr ve ona bağlı olarak peygamberlere karşı çıkıştır. Büyüklenerek kendilerini yücelten, hem Allah’a, hem de küçük gördükleri insanlara karşı kibirlenerek kendilerini öne çıkaran toplumlar, büyüklenmeyle birlikte getirdikleri aşırı sosyal farklılaşma ve çözülme, haktan sapma, şımarma, zulüm, baskı ve işkence, hoşgörüsüzlük, toplumsal birliği bozma, ekonomik gücü tekelleştirme ve nihâyet kendilerini bunlardan vazgeçirmek için gelen peygamberi ve Allah’tan getirdiği âyetleri alaya alıp tahkir etme gibi olumsuz davranışları yüzünden
448] 26/Şuarâ, 69-74; 11/Hûd, 109; 37/Saffât, 69-70; 2/Bakara, 170; 5/Mâide, 104; 23/Mü’min, 24; 11/Hûd, 62, 87; 7/A’râf, 70
449] Geniş bilgi için bak. Ejder Okumuş, Kur’an’da Toplumsal Çöküş, İnsan Y.
450] bk. 7/A’râf, 94
451] bk. 7/A’râf, 130-136
- 134 -
KUR’AN KAVRAMLARI
helâk edilmişler, ortadan kaldırılmışlardır.
Helâke uğrayan her toplumun ortak yanlarından birisi, kendilerine azap tehdidi ile gelen uyarıcılara karşı büyüklük kompleksine kapılmak, zayıfları ezip sömürmek olmuştur. Bu kompleks ile Allah’ın âyetlerine kulak tıkayıp sırt çevirmişlerdir. “Kavminin küfreden ileri gelenleri şöyle demişti: ‘Biz seni beyinsizlik içinde görüyoruz ve senin yalancılardan olduğunu sanıyoruz.” 452; “Kavminin büyüklük taslayan ileri gelenleri: ‘Ey Şuayb, ya seni ve seninle birlikte iman edenleri mutlaka ülkemizden çıkaracağız ya da siz bizim yolumuza döneceksiniz!’ dediler.”453; “Biz bir ülkeyi helâk etmeyi murâd ettiğimiz zaman, oranın nimet ve refahtan şımarmış elebaşlarına emirlerimizi bildiririz. Onlar ise orada bozgunculuk yaparlar, kötülük işlerler. Artık onun üzerine hüküm hak olur ve o ülkeyi kökünden helâk ederiz.” 454
Âd kavmi, büyüklenerek Allah’ın âyetlerini yalanladığı için, dondurucu kasırga (sarsar) azâbına uğradı.455 Semûd kavmi, müstekbirliğin sonucu olarak bir sarsıntı tuttu, oldukları yerde diz üstü çöküverdiler.456 Hz. Şuayb’ı ve iman edenleri tehdit eden Medyen halkının bu müstekbirliği yüzünden bir sarsıntı tuttu, oldukları yerde diz üstü çöküverdiler; sanki hiç yaşamamış gibi oldular, izleri bile kalmadı.457 Müstekbirlerin en önemli sembol tipi olan Firavun ve çevresi, bunun karşılığını gördü: Önce su baskını, çekirge, haşerât ve kurbağa istilâsını ve kan musallat oldu. Bunlardan kurtulurlarsa iman etme sözü verdikleri halde, yine sözlerinden cayarak inanmadılar; Sonunda denizde boğuldular. 458
“Zâlimler, ölüm dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara: ‘Haydi (bakalım, bizim elimizden) canlarınızı kurtarın, Allah’a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O’nun âyetlerine karşı istikbâr etmenizden/kibirlilik taslamanızdan ötürü, bugün alçaklık azâbı ile cezâlandırılacaksınız!’ derken onların halini bir görsen!” 459
d- Zulüm: Allah, toplumları zulüm işledikleri için helâk eder. Allah’ın âyetlerine, mûcizelerine, peygamberlerine, mü’minlere zulmeden ve inkârcılıkta direnen toplumlara uyarılar fayda etmeyince Allah’ın gazâbı ve azâbı hak olur. “Nice ülkeler vardır ki, zâlim oldukları için Biz oları helâk ettik. Şimdi o ülkelerde duvarlar, (çökmüş) tavanların üzerine yıkılmıştır. Nice kullanılmaz hale gelmiş kuyular ve (ıssız kalmış) büyük saraylar vardır (oralarda).” 460; “İşte şu ülkeler; zulmettikleri zaman onları helâk ettik. Onları helâk etmek için de belli bir zaman tayin etmiştik.” 461
Zulmün Cezâsı
Hakkın/doğrunun ve adâletin ölçülerini koyan Allah, zâlimleri cezâlandırmak sûretiyle adâleti gerçekleştirmiş olur. Çünkü O, Âdil-i mutlaktır. Zulmün cezâsı esas olarak âhirette verilecektir. Çünkü bu dünya, ödül ve cezâ yeri değil; imtihan yeridir. Hesap ve mahkeme âhirette görülecek, hak edenlere cezâları orada
452] 7/A’râf, 66
453] 7/A’râf, 88
454] 17/İsrâ, 16
455] 41/Fussılet, 15-16
456] 7/A’râf, 77-79
457] 7/A’râf, 91-93
458] 7/A’râf, 132-137
459] 6/En’âm, 93
460] 22/Hacc, 45
461] 18/Kehf, 59
HELÂK
- 135 -
verilecektir. Ancak, bazı azgın zâlimlerin cezâsı dünyada verilmeye başlanır. Çünkü cezâsı en çabuk ve hatta daha dünyada iken verilen suçlardan biri ve en önemlisi, zulüm; özellikle başkalarına yapılan zulümdür. Zulmün bazısı affedilebildiği gibi, bazısı da kesinlikle azâbı, hem de ebedî azâbı gerektirir. Zulmün affı ise, tevbeye bağlıdır. Zâlimlerin tevbesini kabul, Allah’a kalmıştır.462 Allah, insanların zulümlerine rağmen onları bağışlayabilir. Cezâlandırması da çetindir.463 Zulmedenler, âhirette, yeryüzündeki her şeyi, azâbın fidyesi olarak vermeye râzıdır. Ama artık onların hiçbir fidyesi kabul edilmez. 464
Günah işleyip kendisine yazık eden, nefsine zulmedenler, af dilemeli, tevbe etmelidir: “Kim zulmettikten sonra tevbe eder ve halini düzeltirse, Allah da tevbesini kabul eder.”465; “Ve onlar, bir fâhişe/kötülük yaptıklarında veya nefislerine/kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe, istiğfâr ederler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler.”466 Bu tevbe ile affedilen zulüm, başkalarının hukukunun çiğnendiği, başkalarına karşı yapılan zulüm değildir. Bu tür zulmün affedilmesi için, o kişinin hakkını helâl etmesi şarttır.
Allah, zâlimleri sevmediği 467 gibi, onlardan intikamını alır.468 “...Biz ahâlisi zâlim olanlardan başkasını helâk edici değiliz.”469 Bu dünyada helâke uğrayan Nûh kavmi, suda boğulmayla,470 Âd kavmi, korkunç sesli azgın kasırgaya tutulmakla,471 Lût kavmi üstlerinden taş yağmasıyla,472 Medyen halkı depremle,473 Eyke’liler buluttan ateş yağmasıyla,474 Firavun ve adamları suda boğulmakla475 helâk olmayı hak etmişlerdir. Yoksa “Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” 476
Zâlimin Dünyada Cezâlandırılması: Her zaman değilse de, zâlim, başkasına yaptığı zulmünden dolayı, daha dünyada iken cezâ görür. Buna şu hadis delil olmaktadır: "Allah'ın, âhirete saklamakla beraber, bağy (zulüm) ve sıla-i rahim gibi daha dünyada iken sahibine cezâyı lâyık gördüğü hiçbir günah yoktur." 477 Allah, bağy, yani zulüm ve İslâmî yönetime karşı gelmek, bir de sıla-i rahim, yani başta anne baba olmak üzere akrabalarla ilişkiyi kesmek gibi bir günahın cezâsını Allah esas olarak âhirete bırakmakla birlikte, işleyene âcilen verdiği başka bir günahın cezâsı yoktur. "Mazlumun bedduâsından sakınma"yı emreden hadis de, bu cezânın âcilen verildiğini hatırlatır.
462] 3/Âl-i İmrân, 128
463] 13/Ra’d, 6
464] 10/Yûnus, 54; 39/Zümer, 47
465] 5/Mâide, 39
466] 3/Âl-i İmrân, 135
467] 3/Âl-i İmrân, 40, 57
468] 15/Hicr, 78-79
469] 28/Kasas, 59
470] 23/Mü’minûn, 28
471] 23/Mü’minûn, 41
472] 11/Hûd, 82
473] 7/A’râf, 91
474] 26/Şuarâ, 189
475] 7/A’râf, 136
476] 18/Kehf, 49
477] Ebû Dâvud; Avnu'l Ma'bûd, Şerh-i Sünen-i Ebî Dâvud, 13/244
- 136 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Fakat bu dünyevî durum; "her zâlim, daha dünyada iken hemen cezâlanır", şeklinde anlaşılmamalıdır. Çünkü, zâlime mühlet vermesi (imhâl), Allah'ın sünnetindendir. Onu cezâlandırmayı ihmal etmesi sözkonusu değildir; ama imhâl etmesi mümkündür. Bazen onu dünyada cezâlandırmaması, bizim bilmediğimiz, ama Allah'ın bildiği, ona nimet verip zulmünü ve küfrünü artıracak fırsat vererek hak ettiği azâbını artırması gibi bir hikmetten dolayıdır. Veya o mazlum başkalarına zulmetmiştir de, düştüğü durum, onun zulmünün bir cezâsı olarak karşısına çıkmıştır. Ya da Allah, zâlimin ileride düzelip samimi bir tevbe edeceğini veya mazlumun kendine zulmedenden ileride hakkını alacağını biliyordur. Allah'ın zâlimin cezâsını geciktirmesi veya âhirete bırakmasında başka hikmetler de olabilir. Bütün hikmetleri kavramamıza imkân yoktur. Ancak, zulüm, yukarıdaki hadiste belirtildiği gibi, zulmü yapana cezânın tez gelmesini sağlar. Zulme uğrayanın duâsı da makbuldür; Ki o, çoğu zaman kendisine zulmedene âcil bir intikamla bedduâ eder.
Allah, Bazen Bir Zâlimi Diğer Bir Zâlimin Üzerine Musallat Ederek Cezâlandırır: Allah'ın zulüm ve zâlimler hakkındaki bir sünneti/kanunu da, bireyleri birbirine zulmeden bir toplumun başına, yaptıklarının bir cezâsı olarak, zâlim bir yöneticiyi ve yönetimi musallat etmesidir. "İşte kazandıkları (günahları)ndan ötürü zâlimlerden bir kısmını diğer bir kısmının peşine böyle takarız."478 Dolayısıyla Allah, zulmün cezâsı olarak, zâlimi zâlime musallat kılar, o da onları zillet ve felâkete götürür. Nefsine zulmeden günahkâr zâlim, halkına zulmeden zâlim yönetici ve ticaretinde insanlara zulmeden hilekâr tüccar gibi bütün zâlimler bu âyetin tehdit eden kapsamına girmektedir. Fahreddin Râzi, bu âyetin tefsirinde şöyle der: Âyet gösteriyor ki, halk ne zaman zâlim durumda olurlarsa, Allah onlara başka bir zâlimi musallat eder. Bu zâlim yöneticiden (ve yönetimden) kurtulmak istedikleri zaman da zulmü terkederler. Hadis-i şerifte: "Nasılsanız öyle yönetilirsiniz" buyrulmaktadır.479 "Zâlim, Allah'ın kılıcıdır. Yoldan çıkmış azgınları onunla cezâlandırır; sonra o zâlimden de intikamı alır.”480 Bu, zâlimler için bir tehdittir. Eğer zulmünden vazgeçmezse, Allah ona diğer bir zâlimi musallat eder. "De ki: 'Allah'ın azâbı size ansızın veya açıkça gelirse, zâlimlerden başkası mı yok olur!" 481
Zâlimler Kurtulmazlar: Allah'ın zulüm ve zâlimler hakkındaki sünnetinden birisi de, onların, âhirette kurtulmayacakları gibi, dünyada da iflâh olmamalarıdır. "De ki: 'Ey kavmim, gücünüz yettiğince yapacağınızı yapın, ben de yapacağımı yapıyorum. Yakında (dünya) yurdu(nu)n sonunun kimin olduğunu bileceksiniz. Muhakkak ki zulmedenler, kurtuluş yüzü görmezler!" 482
Nice Kavim Kendi Zulümleriyle Helâk Olmuştur: Zulüm ve zâlim konusundaki sünnetullahın biri de toplumların kendi zulümleriyle helâk olmalarıdır. Bu kanunun izahı kabilinden Kur'an'da pek çok âyet bulunmaktadır: "Böylece (hiç bir fert kalmamak üzere) zulmeden toplumun kökü kesildi."483; "Zâlimlerden başkası mı helâk olur!"484; "...Zulmettiklerinden dolayı nice toplumları helâk ettik, (onları helâk etmeseydik
478] 6/Enâm, 129
479] Tefsir-i Âlûsi, 8/27
480] Hadis-i Şerif
481] 6/En'âm, 47
482] 6/En'am, 135
483] 6/En'âm, 45
484] 6/En'âm, 47
HELÂK
- 137 -
bile) iman edecek değillerdi. İşte Biz suçlu kavimleri böyle cezâlandırırız."485; "(Halkı) zâlim olan nice beldeyi kırıp geçirdik; arkasından da başka nice topluluklar vücuda getirdik." 486
Zâlim Toplumların Helâki İçin Belli Bir Ecel (Süre) Vardır: Zâlim milletlerin yok olması için belli bir ecel söz konusudur. "Her ümmetin takdir edilmiş bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman, ne bir saat geri kalırlar, ne de ileri giderler."487 Zâlim milletler, belli bir süre yaşarlar, sonra ecelleri gelir, yok olurlar. Tıpkı ömrünün müddeti bitip eceli geldiğinde bir insanın ölüp yok olması gibi. Bunu şöyle izah etmek mümkündür: Bir millet içerisinde zulüm, insandaki hastalık gibidir. Hastalık, kendisi için takdir edilen sürenin bitiminden sonra hastanın ölümünü hızlandırır. Bu sürenin bitimiyle artık onun ölüm zamanı yaklaşmıştır. Aynı şekilde millet içerisinde zulüm, Allah'ın ecel olarak bildirdiği belirli müddetin bitmesiyle yıkıma, yok olmaya götüren zulüm mikroplarıyla o milletin helâkini hızlandırır. Allah'ın milletlerin ecelleri için koymuş olduğu müddet, adâlet ve zulüm gibi âmillere bağlıdır. Bütün zâlimleri cezâlandırma hususunda O'nun sünneti/kanunu böyledir. Bu her zaman için geçerli bir kanundur. 488
Bir Devlet, Küfür İle Ayakta Durabilir Ama Zulümle Duramaz: "Halkı sâlih ve muslih (ıslahatçı) olduğu halde Rabbin bir haksızlık ile memleketleri (yıkıp) helâk etmez."489 Bir devleti, yalnız küfrü sebebiyle helâk etmesi, Allah'ın sünnetinden değildir. Fakat devlet, küfrüne zulüm eklerse durum farklı olur.
Devletin zulüm sebebiyle helâk olması konusunda Abdülkerim Zeydan şöyle der: Aslında devletin zulmü bertaraf edip mazlumları himâye ederek zâlimleri cezâlandırması beklenir. O yüzden zulmün en ağır ve en acı olanı, seni korumakla yükümlü olandan gelen zulümdür. Zulmün bu ve diğer çirkin çeşitlerini bizzat devlet uygular veya göz yumar, yahut yardımcı pozisyonunda bulunursa, halkın zihninde kötü bir izlenim bırakır; devlet hakkında var olan ümitleri korku ve endişeye dönüşür ve devlete olan güvenleri sarsılır. Ayrıca bu durum, onları devleti önemsememeye, idareyi zayıflatmaya, yönetimin devamından yana olmamaya ve onu müdâfa etmemeye sevkeder. Daha kötüsü, onları devletin yıkımını, düşman istilâsıyla bile olsa yok olup gitmesini isteme gibi bir düşüncenin kucağına atar. Sonra da lisân-ı halleriyle şöyle derler: "Devlet, artık bizim için güven duyduğumuz, himâye gördüğümüz, haklarımızın korunması konusunda huzur içinde olduğumuz ve zâlimlerin düşmanlıklarına meydan verilmeyen büyük bir ev durumunda değildir." Zulüm, bilfiil devlet eliyle devam ederse, zâlimler himâye görür, zulümleri örtbas edilirse, iş, devleti kendilerine düşman gören insanlarla işbirliği yapıp devleti yıkmak üzere harekete geçen mazlumlara kalır. Zulmederek halkını bu hale düşüren, bu konuda zâlime yardımcı olan ve zulme engel olmayan devletin durumu budur." 490
Zulmün Cezâsından Ümmeti Korumanın Yolları: Zulüm, ümmetin helâkine sebep olunca, zulme râzı olmamak, zâlime karşı çıkmak, zulmüne engel olmak, ona boyun eğmemek ve meyletmemek şer'an vâciptir. Ümmet ancak bununla
485] 10/Yûnus, 14
486] 21/Enbiyâ, 11
487] 6/A'râf, 34; 10/Yûnus, 49
488] Abdülkerim Zeydan, İlâhî Kanunların Hikmetleri, s. 150-158
489] 11/Hûd, 117
490] A. Zeydan, a.g.e., s. 161-162
- 138 -
KUR’AN KAVRAMLARI
içine düştüğü zulmün sebep olduğu helâkten ve hak ettiği cezâya çarpılmaktan kurtulur.
Zulme Râzı Olmamak: Zulüm yapana zâlim, zulme uğrayana da mazlum denildiğini hatırlayalım. Zulme rızâ da zulümdür. Bir zâlimin zulmüne engel olmak için çalışmamak, susup oturmak, onun zulmüne ortak olmak demektir. Zulümle mücâdele yalnızca mazlumların görevi değildir. İnsanlık onuru taşıyan, insan haklarının değerini bilen herkes zulümle ve zulmün uygulayıcısı zâlimlerle mücâdele etmelidir.
Kur’an, mü'minlere, zulme uğrayanlar uğruna mücâdele etmeyi, hatta savaşmayı emrediyor.491 Zulme karşı mücâdele edenler haklıdırlar ve onlara bir kınama yoktur. Ama zâlimler için en uygun cezâlar vardır.492 Zulmedenler, tevbe edip zulümlerinden vazgeçmedikçe ve hakları sahiplerine vermedikçe, kendileri için bir kurtuluş yoktur. Zâlimin sonu kötü; zulmün sonu çöküştür. 493
Mü’minler, birbirlerinin dostu olan yahûdi ve hıristiyanları dost edinemez, onları dost edinen onlardandır. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.494 Mü’minlerle din uğrunda savaşanları, onları yurtlarından çıkaranları ve çıkarılmasına yardım edenleri dost edinmek haramdır. Onları dost edinen zâlimdir.495 Böyle olmayanlara iyi ve âdil davranılır, çünkü Allah iyi ve âdil olanları sever. Mü’minler, küfrü imana tercih eden babalarını ve kardeşlerini de dost edinemez. Onları dost edinenler, kendilerine zulüm/yazık etmiş olurlar.496 Zâlimin dostu yine bir zâlimdir.497 Allah, zâlimlerin bir kısmını, kazandıklarından ötürü, diğer bir kısmına musallat eder. 498
İnsanlara zulmedenlere ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere karşı durulmalıdır.499 Bozgunculuğa engel olunmalıdır. Kendilerine verilen nimete karşı haksızlık edenlere uyanlar suçludur.500 Cehennem görevlilerine; zulmedenleri, onlarla işbirliği edenleri cehenneme atmaları emredilir: “(Allah, meleklerine emreder:) ‘Zâlimleri, onların arkadaşlarını/işbirliği edenleri ve Allah’tan başka tapmış oldukları putları toplayın. Onlara cehennemin yolunu gösterin. Böylece onları tutuklayın, çünkü onlar suçludurlar.”501 Hz. Peygamberimiz’e (ve dolayısıyla bütün mü’minlere) zâlimlerden uzak durma emri verilmiştir: “Âyetlerimiz hakkında (ileri geri konuşmaya) dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak ol (meclislerini terk et). Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra (hemen kalk) o zâlimler topluluğu ile oturma.”502 Zulmedenlerden değil; Allah’tan korkmak gerekir.503 Zâlimlere yönelinmez, mü’minlerin Allah’tan başka dostu yoktur, aksi halde yardım da
491] 4/Nisâ, 75
492] 42/Şûrâ, 42
493] 6/En’âm, 135; 28/Kasas, 37
494] 5/Mâide, 51
495] 60/Mümtehine, 9
496] 9/Tevbe, 23
497] 45/Câsiye, 19
498] 6/En’âm, 129
499] 42/Şûrâ, 42
500] 11/Hûd, 116
501] 37/Saffât, 22-24
502] 6/En’âm, 68
503] 2/Bakara, 150
HELÂK
- 139 -
görmezler.504 Zâlimler için Allah’a başvuruda bulunulmaz. 505
Kur’an’ın insanlara gönderiliş sebeplerinden biri de, yaptıklarından vazgeçsinler diye zâlimleri korkutmak ve tehdit etmektir. 506
Her gece yatmadan önce, Rabbimizle ahdimizi tazeliyor, Vitr namazında Kunut duâlarıyla O’na söz veriyoruz: “Yâ Rabbi! Sana karşı fücur işleyen günahkârları, zâlim ve fâcirleri hal’ edeceğiz (makamlarından alaşağı edip indireceğiz). Onları terk edeceğiz.” Mü’min, sözünde duran kimsedir; hele Allah’a verdiği sözden hiçbir şekilde caymaz. Eğer bu konuda gücü yoksa, küfre boyun eğip zillet içinde, ezilmiş ve müstaz’af olarak zâlimlerin emrinde ve zulmünde yaşamaktansa Allah’ın geniş arzında daha müslümanca/özgürce yaşayabileceği yere hicret etmelidir. Zulme uğratıldıktan sonra, Allah yolunda hicret edenleri, Yüce Allah, dünyada güzel bir yerde yerleştirir, âhiret ecri ise daha büyüktür.507 Zulüm beldesinden göç etmeyip, orada müstaz’af (zavallı/ezilen) olarak yaşamayı da, kendine zulüm olarak adlandırır, bunların sorumlu tutulacağını belirtir.508 Buna göre, zulme rızâ gösterip karşı çıkmamak da bir çeşit zulümdür, zâlimle işbirliğidir.
Kur’an’ın savaşa izin veren (seyf/kılıç) âyetinin gerekçesi, zulme uğramaktır: “Kendileriyle savaşılanlara (mü’minlere) zulme/haksızlığa uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak sûrette kadirdir. Onlar, başka değil, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir.”509 Savaş sırasında zulmedenlerden başkasına düşmanlık yoktur. 510
Zulme karşı savaşmak, yalnızca zulme kendisi uğradığında gerekli değildir. Yardım talebinde bulunan müstaz’afların yardımına, bir insanlık borcu olarak koşulur: “Size ne oldu da Allah yolunda ve ‘Rabbimiz! Bizi, halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip çıkan gönder, bize katından bir yardımcı lutf et’ diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? (Bu çağrıya uymayıp, savaştan kaçmaya hakkınız yok). İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; Şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.” 511
Allah’a ve peygamberine itaatsizlik, zulmün görüntüsü ve isbâtıdır. Şüphesiz ki ölçüyü (hükmü ve ilkeleri) Allah ve Rasûlünden almayanlar, onların hükümleriyle hükmetmeyenler zulme mutlaka bulaşırlar. “Bunlar Allah’ın hudutlarıdır. Her kim Allah’a ve Rasûlüne itaat ederse, onu altından ırmaklar akan Cennetine kabul edecektir. Kim de Allah’a ve Peygamberine itaatsizlik eder ve O’nun sınırlarına (İslâm’ın ölçülerine) tecâvüz ederse, onu sonsuza kadar kalmak üzere ateşe atacaktır.”512 Allah’ın sınırlarına da ancak zâlimler tecâvüz ederler. 513
504] 11/Hûd, 113
505] 11/Hûd, 37); 23/Mü’minûn, 27
506] 46/Ahkaf, 12
507] 16/Nahl, 41
508] 4/Nisâ, 97
509] 22/Hacc, 39-40
510] 2/Bakara, 193
511] 4/Nisâ, 75-76; Vecdi Akyüz, Kur’an’da Siyasi Kavramlar, Kitabevi Y., s. 260-261
512] 4/Nisâ, 13-14
513] 65/Talâk, 1
- 140 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Toplumsal ve Siyasal Zulme Karşı Yardımlaşmak: "İnsanlar, bir zâlimi görür, (önlemeye güçleri yettiği halde) ona engel olmazlarsa, bundan dolayı hemen hepsi cezâlanır."514 Zulümden uzak yaşamak, zâlime boyun eğmemek ve ona karşı direnmek, birey olarak engel olamayacakları zulme karşı yardımlaşmak mü'minlerin İslâmî kimlikleri açısından olmazsa olmazları arasındAdır. "Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman, birbirlerine yardım ederler."515 Kurtubî, bu âyeti şöyle açıklar: "Yani, zâlimler tarafından zulme mâruz kaldıklarında teslimiyet göstermezler."516 Sahih-i Buhâri'de İbrâhim en-Nehâî'nin şöyle dediği kayıtlıdır: "Ashâb horlanmaktan, zelil bir duruma düşürülmekten hoşlanmazlardı. Ama güçlü olduklarında da af ederlerdi." 517
Zulmedenlere Az da Olsa Meyletmek: Ümmeti helâke ve cehenneme sürükleyen şey, sadece zulmü işlemek değil; aynı zamanda zulüm işleyenlere az da olsa meyletmektir: "Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, sonra size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka dostunuz yoktur. Sonra (Allah tarafından da) size yardım edilmez."518 Zemahşerî, bu âyetin tefsirinde şöyle der: "Meyl etmenin yasaklığı; zâlimlerin arzularına boyun eğmeyi, onlarla beraber olmayı, sohbetlerine katılmayı, ziyaretlerinde bulunmayı, dalkavukluk etmeyi, yaptıklarına rızâ göstermeyi, onlara benzemeyi, şekilleriyle şekillenmeyi, övgüyü andıran ifâdeler kullanmayı ve tasvip anlamı taşıyacağı için onların süs ve giyimlerine özenip en küçük bakışı bile kapsamaktadır. Rükûn, az bir meyil demektir. Âyette "zulmedenlere" denilip de "zâlimlere" denilmemesinin inceliğini de düşünmek gerekir (Zulmü kendisine âdet edinenlere zâlim denir; zulmü âdet edinmediği halde en ufak bir zulme yeltenene dahi hafif bir meylin olmaması gerektiğine işaret edilmiştir). 519
Zâlimlere meyleden onlardan olur. Zâlimlere verilen cezâ, ona da verilir. Bunları ateş cezâsından kurtaracak dostları da olmayacaktır. "Rabbimiz! Sen kimi ateşe koyarsan, artık onu rüsvay/perişan etmişsindir. Zâlimlerin hiç yardımcıları yoktur." 520 Peygamber Efendimiz'in zâlim yöneticilere yardımcı olma konusundaki hadisleri meşhurdur: "Benden sonra birtakım emirler (yöneticiler) olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik eder ve yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa Benden değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse Benim havzımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez ve onlara zulümlerinde yardımcı olmazsa, o, Bendendir; Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında Bana ulaşacaktır." 521
Zâlime Yardımcı Olmak: Bütün şekil ve türleriyle zâlime meyletmek câiz olmadığına göre, zâlimin zulmüne yardım etmek haydi haydi câiz olmaz. Zâlime yardım edenler, aynen onun gibi zâlim olurlar. "Bir kimse bilerek zâlime yardım kastı ile onunla beraber yürürse, o kimse İslâmiyet'ten çıkmıştır."522 Zâlim bir yönetici, çevresinin ve yandaşlarının yardımıyla zulüm yapmaya imkân bulur, yoksa yalnız kendisi bunca zulmün hakkından gelemez. Hangi şekliyle olursa olsun,
514] Tirmizî; Tuhfetu'l Ahvezî Şerhu Câmiu't Tirmizî, 8/423
515] 42/Şûrâ, 39
516] Kurtubî 16/39
517] Askalânî, Şerh-i Sahih-i Buhâri, 5/99
518] 11/Hûd, 113
519] Tefsir-i Zemahşerî, 2/433
520] 3/Âl-i İmrân, 192
521] Tirmizî; Nesâi; Tâc Tercümesi, c. 3, s. 106
522] Râmuz el-Ehadis, c. 2, s. 445
HELÂK
- 141 -
zâlime yardım câiz değildir. Çünkü bu, onu desteklemek, zulmünü icrâ etmesine müsâade etmek demektir. Bu sebeple zâlim yöneticiye azap geldiği zaman, aynı şekilde (bu zulümleri onaylayan) yardımcılarına ve memurlarına da gelir. Çünkü onlar da onun kadar zâlimdirler.
Nitekim Firavun'a gelen azap, avanesine de gelmişti. "Gerçekten Firavun, Hâmân ve askerleri hatalıydılar/yanılıyorlardı."523 Allah, hepsini bu âyette "hata" vasfı ile bir araya getirmiştir. Hataları, Firavun'un zulmetmesi, yardımcısı Hâmân ve askerlerinin de buna yardımcı olmalarıdır. Bu sebeple azap Firavun'a inince, yardımcılarına da inmişti: "Biz hem onu, hem de askerlerini yakaladık. Onları denize atıp boğduk."524 "Biz onu ve askerlerini tuttuk, denize attık; bak o zâlimlerin sonu nasıl oldu!"525 Allah, hepsini "zâlim" olarak vasıflandırdı. Firavun'a ve ona yardım ettikleri için askerlerine "zâlimler" diyerek hepsini aynı azapla helâk ettiğini Rabbimiz haber vermektedir.
Zâlime Duâ Etmek: Zulmün devamına, zâlimin zulmüne imkân bulacak tarzda yaşamasına duâ edilemez. "Zâlimin bekası için duâ eden kimse, Allah'ın mülkünde O'na âsi olunmasını istemiştir." 526 Süfyânu's Sevrî; "Çölde susuzluktan ölmek üzere olan bir zâlimi görürsek ona su verelim mi?" diye soranlara: "Hayır!" cevabını vermişti. "Ama ölür" denilince de, "Bırakın ölsün!" demişti.527 Allah Teâlâ, Hz. Nûh'a; "Zâlimler için Bana duâ etme, hiç yalvarma!" 528 ihtârında bulunmuştur.
Müslüman Cemaatin Zâlimlere Meyletmeye Benzer Davranışlardan Sakınması: Müslüman cemaatin, iyi niyetle de olsa, zâlimlere meyletme anlamı taşıyan davranışlardan son derece kaçınması lâzımdır. Çünkü iyi niyet, bazen belli şartlar dâhilinde sahibinden günahı kaldırsa da yanlışı doğruya; haramı helâle çevirmez. Onun için, özellikle cemaat liderinin ve kadrosunun, zâlim yöneticilerin arasında bulunması, onları tasvip etmediğini ilân etmeksizin onlarla birlikte halkın önünde görülmesi, cemaatin zâlim idarecilere dalkavukluk ettiği veya onları desteklediğinin intibaını vererek insanları samimiyetlerinde şüpheye düşürücü davranışlarda bulunması câiz değildir. Aksi halde onlar, kendi sorumluluklarına cemaati de ortak ederler.
Müslüman cemaate düşen, halkın kusur ve yükümlülüklerini ümmete göstermesidir. Halkın kusurları, zâlim idarecinin karşısında susmak, eğilmek, ona meyletmek ve destek olmak sûretiyle zulmüne yardımcı olmalarıdır. İşte onların bu kusurları olmasa, zâlim, yetkisini kötüye kullanmayacak ve zulmünü sürdüremeyecekti. Müslümanlara düşen, zâlimi zulme götüren bütün sebepleri ortadan kaldırmaya ciddi bir gayretle yükümlülüklerini yerine getirmektir. Ayrıca, zâlim yöneticiyi onaylamama, ona olan fiilî hoşnutsuzluğu hayata geçirmek için gerekli gücü oluşturma ve fiilen zulmü ortadan kaldırma gibi sorumlulukları da yerine getirmesi gerekir.
Allah, hayat kanunlarını ve toplum içerisindeki genel sünnetlerini insanlar için devre dışı bırakmaz. Kaldı ki, onların durumları, Allah'a Rasûlullah'tan ve
523] 28/Kasas, 8
524] Zâriyât, 40
525] 28/Kasas, 40
526] Beyhakî, Şuabu'l İman; Tefsîr-i Zemahşerî, 2/433
527] Tefsîr-i Zemahşerî, 2/433
528] 23/Mü'minûn, 27
- 142 -
KUR’AN KAVRAMLARI
O'nun arkadaşlarından daha sevimli değildir. Allah onların çektiği eziyet ve Allah yolunda karşılaştığı musibetleri, yeryüzünden zâlimleri ve tâğutları kaldırmak için Allah'ın yardımına mazhar oluncaya kadar olağanüstü fedâkârlıklarını bize anlatır. Müslümanların, tâğutları ve zâlim idarecileri etkisiz ve yetkisiz kılmak için tüm güçlerini harcamaksızın onlardan rahatsızlık duyarak yalnız "of!" çekip üzüntülerini dile getirmeleriyle veya onların müslüman olduklarını delillendirip durmalarıyla sorumluluktan kurtulamayacaklarını bilmeleri lâzımdır. Bazı insanlar kendileri evlerinde oturup, müslümanlıklarıyla övünüp dururken, Allah'ın zâlim idarecileri yok etme gereğinden bahsederler. İsterler ki, Allah meleklerini göndersin de melekler onların yerine savaşsınlar, zâlim idareciyi bertaraf etsinler, neticede onun şerrinden onları kurtarsınlar. Hayır! Yok öyle şey! 529
En büyük zulüm şirk olduğuna530 ve en büyük zâlimin de müşrik olduğuna göre, en vahşî zulmün bedenlere değil; ruhlara yapılan olduğunu unutmamalıyız. Bedene yapılan zulüm, en kötü ihtimalle, sadece dünya hayatını kaybettirdiği halde; ruhun hak nizamdan mahrum bırakılması ise sonsuz mutluluğu kaybettirmek demektir. En acımasız cânî, en büyük zâlim, insanları Allah'ın dininden alıkoyanlardır. İslâm'ın bireysel ve toplumsal alanda egemen olmadığı bir yerde adâletten bahsetmek abestir ve aldatmacadır.
Özel ve tüzel kişiliğin, bir kurumun veya yönetici bir grubun şahsî veya toplumsal muâmelesinde âdil olma niteliği kazanabilmesi için, her şeyden önce "müslüman" vasfına sahip olması şarttır. Çünkü İslâm'sız bir statüye göre işleyen bir mekânizma ile adâlet sağlanamaz ve dağıtılamaz. Nasıl bir hüküm verilirse verilsin, mutlak sûrette zulüm işlenmiş olur. "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir." 531
İslâm’sız insanın yaptığı her şey nefsine, icraatı da diğer insanlara ve topluma zulümdür. Egemen durumda ve hüküm mevkiinde ise, kâfir ve müşrik insanın varlığı bile zulümdür. Çünkü bu insan, kendine yazık ederek kendini bozmakta, toplumu bozmakta ve dünyayı fesada vermektedir. 532
İslâm'da savaş, insanları zorla dine sokmak için emredilmemiştir. Fitne ve zulmü ortadan kaldırmaya çalışmak için savaş emredilmiştir. Dinlerini yaşama ve dine dâvet konusunda müslümanlara engel olan, insanların hürriyetlerini kısıtlayan güç odaklarına karşı savaşmak farzdır. Kur'an, mazlumların, ezilenlerin, sömürülenlerin hakkını korumak için müslümanlara mücâdeleyi emreder. 533
Helâk Çeşitleri
a- Suda Boğulmak: Nûh’un kavmi ve Firavun ve askerleri bu şekilde helâk edilmişlerdir. “Nûh’u yalanlamışlardı. Bunun üzerine Biz de onu ve onunla birlikte gemide olanları kurtarmış, âyetlerimizi yalanlayanları ise boğmuştuk. Zira onlar kör bir kavim idi.” 534
“Tıpkı Firavun hânedanı ile onlardan öncekilerin hali gibi. Onlar da Rablerinin âyetlerini
529] A. Zeydan, A.g.e. s. 165-174
530] 31/Lokman, 13
531] 5/Mâide, 45
532] Ekrem Sağıroğlu, Kur'an'da İnsan ve Toplum, Pınar Y., s. 70-71
533] 4/Nisâ, 75
534] 7/A’râf, 64
HELÂK
- 143 -
yalanlamışlardı da, kendi günahlarıyla onları helâk etmiştik. Firavun hânedanını boğmuştuk. Hepsi de zâlim idiler.” 535
b- Rüzgâr ve Sarsıntı: Âd kavmi, azgınlık ve peygamberleri Hz. Hûd’u yalanlamaları sebebiyle kavurucu bir rüzgârla helâk edildiler. “Âd kavminin kıssasında da bir ibret vardır. Hani üzerlerine kurutucu, kavurucu bir rüzgâr göndermiştik de üzerine uğradığı her şeyi ancak toz haline getirip bırakmıştı.” 536
Semûd kavmi ise peygamberleri Sâlih (a.s.)’in uyarılarına kulak tıkadılar ve mûcize olarak gönderilen deveyi kestikleri için helâk edici bir sarsıntıya tutularak yok olup gittiler. “Semûd kavminden de alınacak ibretler vardır. Hani onlara ‘Bir süreye kadar dünya nimetlerinden faydalanın!’ demiştik. Buna rağmen büyüklük taslayıp Rablerinin emrinden çıkmışlardı da baka baka onları helâk edici bir sarsıntı yakalayıvermişti. Bu yüzden ne ayağa kalkacak bir güç bulabilmişler ve ne de yardım edilenlerden olmuşlardı.” 537
c- Taş Yağmuru: Lût (a.s.)’un sapık kavmi ise, bir çığlık ve taş yağmuru ile helâke uğradılar. “Biz, üzerlerine taş yağdıran bir rüzgâr gönderdik.” 538; “Güneş doğarken helâk edici korkunç ses, onları yakalayıvermişti. Şehrin altını üstüne getirmiş ve üzerlerine sert taş yağdırmıştı. İşte bu yaptıklarımızda görebilenler için bir ibret vardır.” 539; “Emrimiz gelince oranın altını üstüne getirdik, üzerine yığın yığın Rabbin katında işaretlenmiş sert taş yağdırdık. Bu taşlar, zâlimlerden hiçbir zaman uzak değildir.” 540
d- Maymunlaşma ve Domuzlaşma: Yahûdilerin azgınlık ve isyanlarına bir cezâ olarak da helâkin onların maymunlar ve domuzlar haline getirilmesi şeklinde tecellî ettiğini görüyoruz. “Kendilerine hatırlatılanı onlar unutunca, kötülükten men edenleri kurtarmış, zulmedenleri ise, işledikleri fısk yüzünden, şiddetli bir azap ile yakalamıştık. Men olundukları şeyden vazgeçmeyince, Biz de onlara ‘aşağılık maymunlar olun’ demiştik.”541; “Allah katında bundan daha feci bir cezâyı haber vereyim mi? Allah, kimlere lânet edip onlardan maymunlar, domuzlar ve tâğutun kulları/köleleri yapmışsa, işte bunlar, mevki bakımından en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış kimselerdir.” 542
Hangi Toplumlar Helâk Edildi?
Kur’an, sadece örnek vermek ve ibret için bazı toplumların helâk edilişinden bahseder. Yoksa tüm helâk edilen toplumların listesini vermez. İbret almasını bilenler için bu örnekler yeter. Kur’an’ın, helâk edildiğini haber verdiği toplumların başında şunlar gelir:
Nûh (a.s.) Kavmi 543
Âd (Hûd a.s.) Kavmi 544
535] 8/Enfâl, 54
536] 51/Zâriyât, 41-42
537] 51/Zâriyât, 43-45
538] 54/Kamer, 34
539] 15/Hicr, 73-75
540] 11/Hûd, 82-83
541] 7/A’râf, 165-166
542] 5/Mâide, 60
543] 71/Nûh, 1-28; 7/A’râf, 59-64
544] 7/A’râf, 59-64; 9/Tevbe, 70
- 144 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Semûd (Sâlih a.s.) Kavmi 545
Lût ve İbrâhim (a.s.) Kavmi 546
Medyen (Şuayb a.s.) Kavmi 547
Sebe’ Kavmi 548
Tubbâ Kavmi 549
Ress Kavmi 550
Firavun Kavmi 551
İsrâiloğulları 552
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Toplumundaki Müşriklerin Elebaşları. 553
Helâkten Sonra: Helâk, dünya açısından işin sonudur. Helâkten sonra, tevbe imkânı ve bir daha kurtuluş yoktur. Sadece azap üstüne azap vardır. Yani, bu dünyevî cezadan başka ebedî cehennem vardır. “Onlar, yalnızca sonucu mu bekliyorlar? Âkıbet geldiği gün, daha önce onu unutanlar: ‘Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler (onların getirdikleri hak imiş); şimdi bizim için şefaatçiler var mı ki bize şefaat etsinler? Yahut bir geri dönüşümüz mümkün mü, önceden işlediğimizden daha farklı bir iş yapalım?!’ derler. Onlar kendilerini hüsrâna uğratmışlar ve uydurageldikleri şeyler onlardan yok olup gitmiştir.” 554
“Ateşte yüzleri çevrildiği gün, ‘Keşke Allah'a itaat etseydik, keşke Rasûl’e itaat etseydik!’ derler. Ve yine derler ki: ‘Rabbimiz! Biz, liderlerimize ve büyüklerimize itaat ettik; onlar da bizi doğru yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onlara büyük lânet et!” 555
Kâfir Toplumların İmtihanı
Allah’ın kâfir toplumları eziyet ve sıkıntılarla denemesi, onlar hakkında sürekli bir kanundur. Belki bu deneme/imtihan, küfür ve inatlarından vazgeçmelerini sağlar da Rablerine dönüverirler. Bu da olmazsa, onları sıkıntılarla, harp ve darplerle sınar. Sıkıntıların, onları böyle bir sınava çekmesi gibi, belki bu sınama da onları tevbeye sevkeder. “Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, onun halkının yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır. Sonra kötülüğü değiştirip yerine iyilik getirdik de (insanlar) çoğaldılar ve: ‘atalarımıza da darlık ve sevinç dokunmuştu’ dediler ve hemen onları, hiç farkında olmadıkları bir sırada ansızın yakaladık.”556 Yani, peygamberlerini yalanlayan toplumlar hakkında Allah’ın
545] 7/A’râf, 73-79; 9/Tevbe, 70
546] 7/A’râf, 80-84; 9/Tevbe, 70
547] 7/A’râf, 85-93; 9/Tevbe, 70
548] 34/Sebe’, 15-21
549] 50/Kaf, 14; 44/Duhân, 37
550] 50/Kaf, 12, 14; 25/Furkan, 38-39
551] 7/A’râf, 103-136
552] 7/A’râf, 161-166
553] 8/Enfâl, 12-14, 17, 51-54
554] 7/A’râf, 53
555] 33/Ahzâb, 66-68; Kur’an Okulu, Hanif Y. 9. cüz
556] 7/A’râf, 94-95
HELÂK
- 145 -
kanunu (sünnetullah), canlarına, bedenlerine, rızık ve mallarına verdiği zâyiatla onları cezâlandırmasıdır. Allah bunu yapıyor ki, kendisine boyun eğsinler. Çünkü şiddetli bir belânın, fıtratı ikaz etmesi ve inatçıları yaratıcılarına yöneltmesi tabiidir. Böylece O’na boyun eğer, rahmet ve afvını isterler.
Bunu da yapmayınca, Allah onları denemek için verdiği rahatlık ve bollukla cezâlandırır. “Sonra kötülüğü değiştirip yerine iyilik getirdik...” buyruluyor. Yani, şükredip tevbe ve inkıyâdla Rablerine dönsünler diye, onların sıkıntılarını rahata, hastalıklarını sıhhat ve âfiyete, fakirliklerini de zenginliğe çevirdik. Şükür ve tevbe de etmediler. Ne bu, ne öteki; hiç biri onlar hakkında fayda vermedi. Üstelik, “bize gelen sıkıntı ve darlık, sonra da genişlik, aynen geçmişte atalarımıza da dokundu. Demek ki, bazen sıkıntı, bazen de rahatlık, zamanın, doğanın bir kanunudur. Din ve amelimizden ötürü bize Allah’tan bir azap söz konusu değildir” dediler. Böylece kendileri hakkındaki Allah’ın emrine uymadılar, ibret ve öğüt almadılar. Darlık ve bollukla her iki haldeki imtihanı anlamaya yanaşmadılar. Neticede azâbı hak ettiler. Allah “ansızın yakaladık” diyor. Yani, onları ansızın, işin farkında değillerken azapla yakaladık, buyruluyor.
Allah, yine şöyle buyuruyor: "Allah bir kasabayı size örnek verir ki, o, korkudan emin ve sâkindi. Rızkı da, kendisine her bir yandan bol bol geliyordu. Fakat bu kasaba halkı, Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük etti de, Allah onlara, işledikleri kötülükler yüzünden açlık ve korku elbisesini giydirip acıları tattırdı."557; “Senden önce de ümmetlere elçiler gönderdik. (İnkârlarından dönüp Bize) boyun eğsinler/yalvarsınlar diye onları darlık ve çeşitli hastalıklarla yakalayıp cezâlandırdık. Hiç olmazsa kendilerine böyle azâbımız/baskınımız geldiği zaman yalvarsalardı! Fakat kalpleri (inatları yüzünden, iyice) katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını süslü (câzip) gösterdi.”558 Yani onlara peygamberler gönderdik de yalanladılar. Biz de onları fakirlik ve hastalık gibi meşakkatlerle yakaladık ki, tevbe edip, Rablerine dönsünler. Yapmaları gerekeni, âfet ve belâ halinde bile yapmadılar. 559
Helâk Sırasında Kâfirlerin “İman Ediyorum!” Demesi Fayda Vermez
Toplumlar, İlâhî cezâ ile helâk edilmeden önce tevbe edip dönerlerse Allah da azap etmez. Ancak, İlâhî azap gelip de, toplum yok edilirken yapacakları tevbe kabul edilmez. Çünkü bu tevbe, sapıklığı ısrarla sürdürmüş olanların mecbûriyet altında yaptıkları bir tevbedir. Artık günah işleme imkânı kalmamış, bütün kötülük işleme fırsatlarını pervâsızca kullandıktan sonra köşeye sıkışmış kimselerin tevbesidir bu tevbe; onun için de kabul edilmez. Çünkü böyle bir tevbe, ne kalbin ıslah olmasını sağlar, ne hayata düzelme, iyileşme getirir ve ne de kişilikte ve gidişatta olumlu bir değişim göstergesidir.
Son anda tevbenin kabulüne engel olan durum şudur: Ölmek üzere olan insan, birtakım haller ve dehşetler müşahede ettiğinde, bunları görürken zarûri olarak Allah'ı tanıyıp inanabilir. Nitekim Firavun'un imanı böyledir: "İsrâiloğullarını denizden geçirdi; Firavun ve askerleri de zulmetmek ve saldırmak için onların arkalarına düştü. Nihâyet boğulma kendisini yakalayınca (Firavun:) 'Gerçekten İsrâiloğullarının
557] 16/Nahl, 112
558] 6/En’âm, 42
559] A. Zeydan, A.g.e., s. 118-120
- 146 -
KUR’AN KAVRAMLARI
inandığından başka ilâh olmadığına iman ettim, ben de müslümanlardanım!' dedi. ‘Şimdi mi? Oysa daha önce isyan etmiş; bozgunculardan olmuştun!’ (denildi)." 560
Fahreddin Râzi, Firavun'un iman edişinin kabul edilmemesini şöyle izah eder: O tam azap inerken iman etmiştir. O esnadaki iman ise makbul değildir. Çünkü azap inerken durum kaçınılmaz hale gelmiş olur. Bu vakitte ise tevbe makbul olmaz. İşte bu sebepten ötürü Allah; "Fakat hışmımızı gördükleri zaman inanmaları kendilerine bir fayda sağlamadı."561 buyurmuştur.
Kur'an bu gerçeği birkaç yerde daha vurgular: "Kötülükleri yapıp yapıp da nihâyet kendilerine ölüm gelip çatınca; 'Ben şimdi tevbe ettim' diyenlere ve kâfir olarak ölenlere tevbe yoktur (öylelerinin tevbesi makbul değildir). Onlar için acı bir azap hazırlamışızdır."562; "Ne zaman ki hışmımızı gördüler. 'Tek Allah'a inandık ve O'na şirk/ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik' dediler. Fakat hışmımızı gördükleri zaman inanmaları kendilerine bir fayda sağlamadı. Allah'ın kulları hakkında eskiden beri yürürlükte olan yasası budur." 563
Kur’ân-ı Kerim’de Helâk Kavramı
Helâk kelimesinin türediği kök (h-l-k), türevleriyle birlikte Kur’ân-ı Kerim’de toplam olarak 68 yerde geçer. Kur’an’da “helâk” şekliyle masdar halinde geçmeyen bu kelime, çoğunlukla fiil halinde bulunur. “Ehleknâ (Biz helâk ettik)” şeklinde kullanımı en çok olanıdır.
Yüce Allah, elçisine ve dolayısıyla dinine karşı çıkan herkesi mutlak sûrette cezâlandırmıştır, cezâlandıracaktır. Bu cezâ, bazen bir tûfan,564 bazen bir kasırga olur,565 bazen de bir deprem.566 Allah, bazen melekleriyle567 ve bazen görünmeyen askerleriyle568 hak edenleri cezâlandırır. Dilerse, bir sivrisinekle. Her şey, O’nun emrinde askerdir. “Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.”569 İbrâhim kavmi, başta Nemrut olmak üzere, İbrâhim’i (a.s.) ateşe atacak kadar açıkça hakka cephe aldıktan sonra, Allah onları helâk etmiştir.570 Rivâyete göre bu cezâ, sivrisinekle olmuştur. Nemrud’un kavmini sinekler istilâ etmiş ve böylece helâk olmuşlardır. Nemrud’un beynine giren topal bir sivrisinek de onun feci şekilde, inleye inleye ölümüne sebep olmuştur. Burnundan giren sinek, beynine geçmiş, onun ısırmasının acısından dolayı, hizmetçilerine kafasını tokmakla dövdürmek zorunda kalmış, bu şekilde acılar içinde ölmüştür.
Burada önemli olan, Yüce Allah’ın, elçisini hazırlanan tuzaklardan kurtarması, müslüman olmayan putperest toplumu da cezalarından biriyle topyekün cezalandırıp helâk etmesidir. 571
560] 10/Yûnus, 90-91
561] 40/Mü'min, 85
562] 4/Nisâ, 18
563] 40/Mü'min, 84-85; Nuri Tok, Kur'an'da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, s. 86-87
564] 54/Kamer, 11-12
565] 17/İsrâ, 69; 51/Zâriyât, 41
566] 22/Hacc, 1; 99/Zilzâl, 1
567] 3/Âl-i İmrân, 124
568] 9/Tevbe, 40
569] 48/Fetih, 4, 7
570] 21/Enbiyâ, 70
571] 21/Enbiyâ, 70
HELÂK
- 147 -
“Mallarınızı) Allah yolunda infak edip harcayın, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın, ihsân/iyilik edin, doğrusu Allah muhsinleri, iyilik edenleri sever.” 572
“Dönüp gittimi (veya iş başına geçtimi) yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli helâk (yok) etmeye (yühlike) çalışır; Allah da fesâdı/bozgunculuğu sevmez.” 573
“...Onlar, sizinle karşılaştıklarında ‘iman ettik’ derler; kendi başlarına kaldıklarında da, size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: ‘Kininizden (kahrolup) ölün! Şüphesiz Allah kalplerin içindekini hakkıyla bilmektedir.” 574
“Senden fetvâ istiyorlar. De ki: ‘Allah size ana-babasız ve çocuksuz kişinin mîrâsı hakkında hükmünü şöyle açıklıyor: Ölen (heleke; helâk olan) kişinin çocuğu yok, bir kız kardeşi varsa, bıraktığı malın yarısı o (kızkardeşi)nindir.” 575
“Görmediler mi ki, onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları kendilerine verdiğimiz, gökten üzerlerine bol bol yağmurlar indirip evlerinin altından ırmaklar akıttığımız nice nesilleri helâk ettik. Biz onları, günahları sebebiyle helâk ettik ve onların ardından başka nesiller yarattık.” 576
“Onlar hem (insanları) ondan menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar. Böylece yalnız kendilerini mahvediyorlar ama farkında değiller!” 577
“Mûsâ tâyin ettiğimiz vakitte kavminden yetmiş adam seçti. Onları da müthiş deprem yakalayınca Mûsâ dedi ki: ‘Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin. İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah ve fesat) yüzünden hepimizi helâk edecek misin? Bu iş, Senin imtihanından başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize merhamet et. Sen bağışlayanların en iyisisin.” 578
“Yahut: ‘(Ne yapalım) Daha önce babalarımız (Allah'a) ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesil old(uğumuz için öyle yapt)ık. (Gerçekleri) iptal edenlerin yaptıkları yüzünden bizi helâk mi ediyorsun?’ demeyesiniz diye (sizin Rabbiniz olduğum hakkında sizleri şâhid tutmuştuk).” 579
“Öyle bir fitneden sakının ki, o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (tüm insanlara sirâyet eder, hepsini perişan eder). Bilin ki, Allah’ın azâbı şiddetlidir.” 580
“O gün siz, vâdînin yakın kenarında idiniz, onlar da uzak kenarında idiler. Kervan da sizden daha aşağıda idi. Eğer sözleşmiş olsaydınız dahi, sözleştiğiniz vakitte öyle buluşamazdınız. Fakat Allah, yapılması gereken bir işi yerine getirmek için (sizi böyle buluşturdu) ki helâk olan, açık delille helâk olsun; yaşayan da açık delille yaşasın. Çünkü Allah, işitendir, bilendir.” 581
“Andolsun ki Biz sizden önce, peygamberleri kendilerine mûcizeler getirdiği halde
572] 2/Bakara, 195
573] 2/Bakara, 205
574] 3/Âl-i İmrân, 119
575] 4/Nisâ, 176
576] 6/En’âm, 6
577] 6/En'âm, 26
578] 7/A’râf, 155
579] 7/A'râf, 173
580] 8/Enfâl, 25
581] 8/Enfâl, 42
- 148 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(yalanlayıp) zulmettikleri için nice nesilleri helâk ettik. (Onları helâk etmeseydik bile) iman edecek değillerdi. İşte Biz suçlu kavimleri böyle cezâlandırırız. Sonra da sizin nasıl davranacağınızı görmemiz için onların ardından sizi yeryüzünde halifeler (onların yerlerine hükümranlar) kıldık.” 582
“İşte Âd (kavmi)! Onlar Rablerinin âyetlerini bilerek inkâr ettiler, peygamberlerine âsi oldular, inatçı her zorbanın emrine uydular. Böylece onlar hem bu dünyada, hem de Kıyâmet gününde lânete tâbi tutuldular. Bilin ki, Âd (kavmi) Rablerini inkâr ettiler. (Yine) bilin ki Hûd’un kavmi Âd, Allah’ın rahmetinden uzak kaldılar.” 583
“Fir’avn, Kıyâmet gününde kavminin önüne düşecek ve onları (çekip) ateşe götürecektir. Varacakları yer ne kötü yerdir! Onlar burada da, Kıyâmet gününde de lânete tâbi tutuldular. (Onlara) verilen bu armağan ne kötü armağandır!” 584
“Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş emel onları oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler!” 585
“Bunlardan önce nice kuşakları helâk ettik... 586
“Lût’u da (peygamber olarak kavmine gönderdik). Kavmine şöyle demişti: ‘Göz göre göre hâlâ o hayâsızlığı yapacak mısınız? (Bu İlâhî ikazdan sonra hâlâ) siz, ille de kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşacak mısınız? Doğrusu siz, beyinsizlikte devam edegelen bir kavimsiniz! Kavminin cevabı, sadece ‘Lût ailesini memleketinizden çıkarın; baksanıza onlar (bizim yaptıklarımızdan) temiz kalmak isteyen insanlarmış’ demelerinden ibaret oldu. Bunun üzerine onu ve ailesini kurtardık. Yalnız karısı müstesnâ; onun geride (azâba uğrayanların içinde) kalmasını takdir ettik. Onların üzerine öyle bir yağmur indirdik ki... Ne kötü idi uyarılan (fakat aldırmayan)ların yağmuru!” 587
“O (Fir’avn) ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve gerçekten Bize döndürülmeyeceklerini sandılar. Biz de onu ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik. Bir bak, zâlimlerin sonu nasıl oldu?! Onları, (insanları) ateşe çağıran öncüler kıldık. Kıyâmet günü onlar yardım görmeyeceklerdir. Bu dünyada arkalarına lânet taktık. Onlar Kıyâmet gününde de kötülenmişler arasındadır.” 588
“Allah ile birlikte başka bir ilâha/tanrıya tapıp yalvarma! O’ndan başka tanrı yoktur. O’nun zâtından başka her şey helâk (yok) olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.” 589
“Daha önce Yûsuf da size açık beyyineler/kanıtlar getirmişti. Onun getirdiklerinden de kuşkulanıp duruyordunuz. Nihâyet o helâk olunca/vefat edip ölünce (heleke): 'Allah ondan sonra elçi göndermez' dediniz. İşte Allah, aşırı giden, şüpheci kimseleri böyle saptırır.” 590
"Dediler ki: ‘Ne varsa dünya hayatımızdır, başka bir şey yoktur. Ölürüz, yaşarız. Bizi
582] 10/Yûnus, 13-14
583] 11/Hûd, 59-60
584] 11/Hûd, 98-99
585] 15/Hicr, 3
586] 19/Meryem, 98; 50/Kaf, 36
587] 27/Neml, 54-58 ve benzer âyetler için bk. 26/Şuarâ, 165-173; 29/Ankebût, 33-35
588] 28/Kasas, 39-42
589] 28/Kasas, 88
590] 40/Mü'min, 34
HELÂK
- 149 -
zamandan başkası helâk etmiyor.’ Fakat onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zannediyorlar.” 591
“Heleke annî sultâniyeh ‘Gücüm (saltanatım) benden yok olup gitti.” 592
Hadis-i Şeriflerde Helâk Kavramı
Zeyneb bint Cahş (r. anhâ): “Yâ Rasûlallah! Aramızda Sâlihler varken biz helâk mı olacağız?” dedim. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Evet! Fısk u fücur çoğaldığı vakit!” buyurdu. 593
“Altına, gümüşe (paraya), elbiseye (mala mülke) kul olanlar helâk oldu; eğer bunlara mal verilirse hoşlanır, verilmezse hoşlanmaz.” 594
“…Vallahi ben sizin adınıza fakirlikten korkmuyorum. Lâkin ben sizin nâmınıza dünyanın sizden öncekilere serildiği gibi, size de serilmesinden ve dünya için onların yarıştıkları gibi, sizin de yarış etmenizden, dünyanın onları helâk ettiği gibi, sizi de helâk edeceğinden korkuyorum.” 595
“Gerçekten Allah bana yeri topladı da, onun doğusunu batısını gördüm. Hiç şüphe yok ki, ümmetim bana toplanan yerlerin mülküne ulaşacaktır. Bana kırmızı ve beyaz iki define de verildi. Ben Rabbimden ümmetim için onu kıtlık senesiyle helâk etmemesini diledim. Bir de onların üzerine kendilerinden başka bir düşman musallat edip de onların mahvetmemesini istedim. Rabbim: ‘Yâ Muhammed! Ben bir hüküm verirsem, o geri çevrilmez. Ben ümmetin için sana onları umûmî kıtlıkla helâk etmeyeceğime ve üzerlerine kendilerinden başka olup, köklerine kibrit suyu damlatacak bir düşman musallat etmeyeceğime söz verdim. Velev ki, üzerlerine yerin her tarafındakiler -yahut yerin memleketleri arasındakiler demiştir- toplanmış olsunlar. Tâ ki, birbirlerini helâk edip birbirlerini esir alıncaya kadar’ buyurdu.” 596
“Rabbimden üç şey istedim. Bana ikisini verdi. Birini vermedi. Rabbimden ümmetimi açlıkla helâk etmemesini istedim, onu bana verdi. Ondan ümmetimi suda boğmakla helâk etmemesini diledim, onu da verdi. Felâketlerini kendi aralarında vermemesini diledim. Bunu bana vermedi.” 597
Elsem Ebû Imrân et-Tecîbî’den rivâyet edilmiştir. O dedi ki: “(İstanbul’u fethetme niyetiyle cihad için) Rûm şehrinde (İstanbul’da) idik. Rumlardan (Bizanslılardan) karşımıza büyük bir saf çıkardılar. Onlara karşı, onlar kadar veya daha fazla Müslümanlardan çıktı. Mısırlıların başında Ukbe bin Âmir bulunuyordu. Cemaatin kumandanı ise Fedâle bin Ubeyd idi. Müslümanlardan bir asker, Rumların safına hücum ederek onların arasına girdi. Askerler bağırarak ‘sübhânallah!’ dediler, ‘kendi eliyle kendini tehlikeye atıyor!’ Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî, ayağa kalktı ve şöyle dedi: ‘Ey insanlar! Siz bu âyeti bu tarzda te’vil ediyorsunuz. Oysa bu âyet, biz Ensâr topluluğu hakkında nâzil olmuştur. Allah, İslâm’ı
591] 45/Câsiye, 24
592] 69/Haakka, 29
593] Buhârî, Fiten 4, 28, Menâkıb 25, Enbiyâ 7; Müslim, Fiten 1, h. no: 2880, Tirmizî, Fiten 21, 23; İbn Mâce, Fiten 9; Muvattâ, Kelâm 22; Ahmed bin Hanbel, 6/428, 429
594] Buhârî, Rikak 10, Cihâd 70; İbn Mâce, Zühd 8
595] Buhârî, Cizye 1, Meğâzî 12; Müslim, Zühd 6, h. no: 2961; Tirmizî, Kıyâmet 28; İbn Mâce, Fiten 18
596] Müslim, Fiten 19, h. no: 2889; Ebû Dâvud, Fiten 1
597] Müslim, Fiten 20, h. no: 2890
- 150 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kuvvetlendirip İslâm’ın yardımcıları çoğalınca, biz Peygamber’den (s.a.s.) saklı olarak birbirimize ‘mallarımız ziyan oldu, Cenâb-ı Allah, İslâm’ı güçlendirmiş ve İslâm’ın yardımcıları da çoğalmıştır. Artık oturup mallarımızda ziyan olan (ihmal edilen) kısımları onarsak (bozulan maddî durumumuzu düzeltsek)!’ dedik. Bunun üzerine Ulu ve Yüce Allah, söylediğimiz sözü bize çevirerek Peygamberine (s.a.s.) şu âyetini indirdi: “Allah yolunda (mallarınızı) infak edip harcayın ve kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın!”598 Tehlike; malların üzerinde oturmak, onları onarmak ve gazâyı (Allah yolunda cihadı) terk etmektir.’ Ebû Eyyûb (r.a.), Allah yolunda isbât-ı vücûda devam ederek nihâyet Rum toprağında defnedildi.” 599
“Bir kimse ‘insanlar helâk oldu’ derse, (kendini iyi yolda görüp gururlandığından) kendisi onların en ziyâde helâk olanıdır.” 600
“Nefislerine zulmedip de azap gören, helâk olan kavmin evlerine girmeyin. Ancak (mecbursanız), onlara isâbet eden musîbetin benzerinin size de isâbet etmesinden sakınarak ağlar bir tarzda girin.” 601
“…(Hayber Gazvesi dönüşünde) ashâb: ‘Yâ Râsûlallah, helâk olduk, susadık!’ diyorlardı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) “Size helâk yoktur!" buyurdu ve “Bana küçük bardağımı getirin!” dedi. Su kabını da istedi. Artık Rasûlullah döküyor, Ebû Katâde de cemaate su veriyordu. Tüm insanlar o kaptan su içti, hâlâ kapta su vardı…” 602
“Aşırı gidenler helâk oldu.” 603
“Ümmetimi Kureyş’in şu kabilesi helâk edecektir.” Ashâb: ‘Bize ne emir buyurursun?’ dediler. “Keşke insanlar onlardan uzak kalsalar!” buyurdu. 604
“Ümmetimin helâki Kureyş’ten birtakım çocukcağızların (birkaç gencin) elinde olacaktır” Bu hadisi Ebû Hureyre rivâyet ederken, mecliste bulunan Mervân, Ebû Hüreyre’ye: ‘Gençler mi?’ demesi üzerine, Ebû Hüreyre: ‘İstersen filân oğulları, filân oğulları, diye adlarını anabilirim’ demiştir. 605
“Kisrâ (İran kralı) helâk olmuş, ölmüştür (kesinlikle helâk olacak, yok olacaktır). Ondan sonra kisrâ yoktur. Kayser (Bizans kralı) helâk olursa, ondan sonra da kayser yoktur. Nefsim yedinde olan Allah’a yemin ederim ki, size onların hazineleri mutlaka Allah yolunda verilecektir.” 606
Abdullah bin Amr dedi ki: “Bir gün erken erken Rasûlullah’a (s.a.s.) gittim. Derken bir âyet-i kerime husûsunda ihtilâf eden iki adamın seslerini işitti de, Rasûlullah (s.a.s.) yanımıza çıktı. Yüzünde kızgınlık belli oluyordu. Ve: “Sizden
598] 2/Bakara, 195
599] Tirmizî, Tefsîru Sûre 2/19, h. no: 3152; Ebû Dâvud, Cihad 22
600] Müslim, Birr 139, h. no: 2623, Ebû Dâvud, Edeb 77; Muvattâ, Kelâm 2; Ahmed bin Hanbel, 2/272, 342, 465, 517
601] Müslim, Zühd 38, 39, h. no: 2980
602] Müslim, Mesâcid, 311, h. no: 681
603] Müslim, İlim 7, h. No: 2670
604] Müslim, Fiten 74, h. no: 2917; Buhârî, Tecrîd-i Sarih Terc. C. 9, s. 294
605] Buhârî, Menâkıb 25, Fiten 3, Tercrîd- Sarih Terc. C. 9, s. 295; Ahmed bin Hanbel, II/288, 324, 328, 377, 520, 536
606] Müslim, Fiten 75, 76, 77 h. no: 2918, 2919, Buhârî, Menâkıb 25, İman 3; Tecrîd-i Sarih Terc. C. 8, s. 391; Tirmizî, Fiten 41; Ahmed bin Hanbel, 2/233, 312, 467, 501, 5/24, 92, 99
HELÂK
- 151 -
öncekiler, ancak ve ancak Kitap hakkında ihtilâfları sebebiyle helâk oldular” buyurdu. 607
Ebû Hureyre (r.a.)’den rivâyet edilmiştir. O dedi ki: “Kader konusunda birbirimizle çekişmekte iken Rasûlullah (s.a.s.) üzerimize çıkageldi. O kadar kızdı ki, yüzü kırmızılaştı; hatta yanaklarına sanki nar sıkılmıştı. Sonra şöyle buyurdu: “Size bu (kader konusunda münâkaşa) mı emredildi veya ben size bununla mı gönderildim? Sizden önceki (toplum)ler, bu meselede çekiştikleri için helâk oldular. Artık bu konuda münâzaa etmemizi sizden ciddî olarak istiyorum.” 608
“…Sizden önce geçenler ancak çok sual sormaları ve peygamberleri hakkında ihtilâfa düşmeleri sebebiyle helâk olmuşlardır. Ben size bir şey emrettimmi ondan gücünüz yettiği kadarını yapın! Bir şeyden sizi men ettimmi onu derhal bırakın!” 609
"Sizden evvelki (ümmet)ler, ancak şu sebepten helâk olmuşlardır: Onlar, aralarında şerefli bir kimse çaldığı zaman onu, bırakırlardı da, zayıf olan çaldığı zaman ona, cezâ uygularlardı. Allah'a yemin ederim ki, eğer Muhammed'in kızı Fâtıma çalmış olsaydı, muhakkak onun elini de keserdim!" 610
Peygamber’in (s.a.s.) huzuruna gelip zinâsını itiraf edip Peygamber’in kendisini cezâlandırarak temizlemesini isteyen ve sonra recmedilen Mâiz bin Mâlik’in recmedilmesi üzerine ashâb onun hakkında iki fırka olmuştu. Kimisi: ‘Helâk oldu! Onu günahı kuşattı!...’ diyor, bazısı da: Mâiz’in tevbesinden efdal tevbe olmaz! Zira o Peygamber’e gelerek elini onun eline koydu. Sonra: ‘Beni taşlarla öldür!’ dedi’ diyordu. Bu şekilde iki veya üç gün durdular. Sonra, onlar otururken Rasûlullah (s.a.s.) gelerek selâm verdi ve oturdu. Arkasından: “Mâiz bin Mâlik için istiğfâr edin!” buyurdular. Ashâb: ‘Allah Mâiz bin Mâlik’e mağfiret eylesin!’ dediler. Rasûlullah (s.a.s.) de: “Gerçekten o öyle bir tevbe etti ki, bu tevbe bir ümmet arasında taksim edilse onlara yeterdi” buyurdu. 611
“Sizden önce ehl-i kitabı, çok ihtilâf etmeleri helâklerine sebep olmuştur.” 612
“Arapların helâki Kıyâmet alâmetlerindendir.” 613
“İnsanların helâkinin alâmeti nedir?” diye sorulunca buyurdu ki: “Âlimlerinin helâkidir.” 614
“Müslümanlardan bir cemaat veya mü’minlerden bir cemaat beyaz saraydaki kisrâ hânedânın hazinesini mutlaka fethedecektir.” 615
“Şüphesiz ki Allah haseneleri/iyilikleri ve seyyieleri/kötülükleri yazmış; sonra onları beyân etmiştir. Şimdi, kim bir iyilik yapmak ister de yapamazsa Allah onu kendi yanına tam bir hasene olarak yazar. O hayırlı işi yapmaya niyet eder de yaparsa Allah Azze ve
607] Müslim, Ilim 2, h. No: 2666; Ahmed bin Hanbel, I/401, 421, 2/467, 495, 503, 508, 517
608] Tirmizî, Kader 1
609] Buhârî, İ’tisâm 2; Müslim, Hacc, 462, Fezâil 130; Tirmizî, İlim 17; Nesâî, Hacc 1; İbn Mâce, Mukaddime1, Ahmed bin Hanbel, I/401, 421, 452, II/247, 258, 428, 447, 467
610] Buhârî, Hudûd 12, Enbiyâ 54, Meğâzî 53, Fedâilu Ashâb 77; Müslim, Hudûd 8, 9; Nesâî, Kat'u's-Sârik Bâb 6, h. no: 4864-4873; Ebû Dâvud, Hudûd 4, h. no: 4396-4397; Tirmizî, Hudûd, 6, h. no: 1454; İbn Mâce, Hudûd, B. 6, h. no: 2547-2548
611] Müslim, Hudûd 22, h. no: 1695
612] Ahmed bin Hanbel, II/457
613] Tirmizî, Menâkıb 69
614] Dârimî, Mukaddime 26
615] Müslim, Fiten 78, h. no: 2919
- 152 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Celle onu kendi yanına on kattan yedi yüz kata ve daha pek çok katlayarak hasenât yazar. Şâyet kötülük yapmak ister de yapmazsa Allah onu kendi yanına tam bir hasene olarak yazar. O kötülüğü yapmak ister de yaparsa Allah onu bir tek seyyie olarak yazar. Allah o seyyieyi yok eder. Allah’a karşı (isyana) hırslı olandan başka hiçbir kimse helâk olmaz.” 616
“Bir yerde tâun (bulaşıcı hastalık) olduğunu işitirseniz, o yere gitmeyin! Bir yerde tâun zuhur eder, siz de orada bulunursanız, ondan kaçmak için o yerden çıkmayın!” 617
“Helâk edici şu yedi şeyden kaçının: Allah’a şirk/ortak koşmaktan, sihirden, haklı durum hâriç Allah’ın haram kıldığı cana kıymaktan, fâiz yemekten, yetim malı yemekten, savaş günü harpten kaçmaktan, nâmuslu mü’mine habersiz hanımlara iftirâ etmekten.” 618
“Şu beş şey zuhur ederse helâk ümmetim üzerine hak olur: Birbirlerine lânetleşme, içki içme, ipekli elbise giyme, çalgılar ve erkeklerin erkeklerle, kadınların kadınlarla iktifâ etmeleri.” 619
Allah’ın, halkını helâk ettiği bir beldeye uğradığınızda, oradan sür’atle geçiniz.” 620
“Allah, bir kulu helâk etmek istediğinde, önce ondan ‘hayâ’ alınır. O zaman o kimse buğza lâyık olarak Allah’ın huzuruna olduğunda kendisinden ‘emânet’ alınır. Ve hâin olarak tanınır. Böyle olunca ‘rahmetten kovulur’. O zaman lânete lâyık hale gelmiş olur. Ve o zaman da ‘İslâm hırkası’ üzerinden alınır.” 621
“Şu üç şey helâk edici, şu üç şey kurtarıcı, şu üç şey de derece, şu şey de keffârettir.” Denildi ki: ‘Yâ Rasûlallah, helâk ediciler nedir?” Buyurdu ki: “İnsana hâkim olan hasislik, tâbi olan hevâ ve adamın kendini beğenmesi.” Denildi ki: “Kurtarıcılar nedir?” Şöyle buyurdu: “Gizli ve açıkta Allah’tan korkmak, fakirlik ve zenginlikte itidal üzere bulunmak, gazapta ve rızada adâlet üzere olmak.” Denildi ki: “Keffâret nelerdir?” Buyurdu ki: “Mescide gitmek, namazdan sonra (diğer) namazı beklemek, şiddetli soğukta ve soğuk bir günde hakkı ile abdest almak. (Derecâtâ gelince;) Yemek yedirmek, selâmı açıkça vermek, insanlar uykuda iken gece namazı kılmak.” 622
“Ümmetimin helâki üç şeydedir: Asabiyet (ırkçılık ve kabilecilik gayreti gütmek, bağnazlık), kaderiye, aslı olmayan (hadisi) rivâyet.” 623
“Ümmetimin helâki Kitap ve süttedir. Kitaba gelince; Kur’an’ı okurlar, gerçek te’viline (tefsirine) uymayan şekilde yanlış te’vil ederler. Sütü de severler, kıra çıkarlar, cemaati ve cumaları terk ederler.” 624
“Çok mal toplayanlar helâk oldu. Ancak, şöyle şöyle diye infak edip hayra sarfedenler hâriç. Onlar da çok azdır.” 625
“Erkekler kadınlara itaat ettiklerinde helâk olurlar.” 626
616] Müslim, İman 207, 208, h. no: 131
617] Müslim, Selâm 98, h. No: 2219
618] Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud, Nesâî
619] Hâkim, Müstedrek; Deylemî, Râmûze’l-Ehâdîs, Harfu’l-Elif, c. 1, s. 53
620] Taberânî, Kebîr, Râmûze’l-Ehâdîs, Harfu’l-Elif, c. 1, s. 63
621] İbn Mâce, Fiten 27
622] Hatîb, Târih; Râmûze’l-Ehâdîs, Harfu’s-Se, c. 1, s. 260
623] Taberânî, Kebîr; Râmûze’l-Ehâdîs, Harfu’l-Hâ, c. 2, s. 455
624] Ahmed bin Hanbel, 4/105, 2/192
625] Ahmed bin Hanbel; Taberânî, Kebîr; Ebû Ya’lâ; Râmûze’l-Ehâdîs, Harfu’l-He, c. 2, s. 455
626] Ahmed bin Hanbel, 5/45; Taberânî, Kebîr; Râmûze’l-Ehâdîs, Harfu’l-He, c. 2, s. 455
HELÂK
- 153 -
“Lût kavminin işini (cinsî sapıklık/homoseksüellik) yapana Allah lânet etsin!” 627
“Ümmetim için korktuğum şeylerin en korkunç olanı, Lût kavminin ameli (olan çirkin ilişki)dir.” 628
“Kim karısına arka tarafından (ters ilişkiye girer,) varırsa mel’undur!” 629
Gazâb; Helâk Kavramına Yakın Anlamı Olan Bir Cezâ
Allah’ın Sıfatı Olarak Gazap, Helâk ve Azâb: Allah Teâlâ’ya mahsus olan sıfatlardan rahmet ve gazap, mahlûkatın sıfatları gibi değildir. Allah’ın tüm vasıfları ve isimleri her yönüyle mükemmelliği içerdiğinden, beşerî olumsuzluk ve eksikliklerden münezzehtir. “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.”630 O, tüm noksanlıklardan münezzehtir. Allah’ın rahmet ve gazâb sıfatları, Kur’ân’ın birçok âyetinde zikredilmekte ve Allah’ın gazâbına uğrayarak helâk edilen bazı kavimlerden ibret için bahsedilmektedir. Bütün bunların yanında, Allah’ın rahmeti gazâbından daha büyüktür. Bir hadis rivâyetinde Allah şöyle buyurur: “Rahmetim, gazâbımı geçmiştir (kuşatmıştır).” 631
Allah’ın Gazâbına Uğrayanlar
a- Allah'a İsyan Eden Yahûdiler: Bıldırcın ve kudret helvası gibi daha iyi olan Allah’ın nimetlerini daha kötüyle değiştiren yahûdiler için şöyle buyrulur: “... Üzerlerine zillet (alçaklık) ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah’ın gazâbına uğradılar. Bu musîbetler (onların başına), Allah’ın âyetlerini inkâra devam etmeleri, haksız olarak peygamberleri öldürmeleri Sebebiyle geldi. Onların hepsi, sadece isyanları ve düşmanlıkları sebebiyledir.” 632
“... Allah’ın indirdiklerini inkâr edip kendi canlarına karşılık satın aldıkları şey (azap) ve o sebeple de gazap üstüne gazâba uğramaları ne kadar kötü! Ayrıca, kâfirler için ihânet edici bir azap vardır.” 633
“Allah’tan gelmiş olan bir ipe ve insanlar tarafından ortaya konan bir ipe (sisteme) sığınmaları müstesnâ, onlar (yahûdiler) nerede bulunurlarsa bulunsunlar, kendilerine zillet (damgası) vurulmuş, Allah’ın gazâbına/hışmına uğramışlar, miskinliğe mahkûm edilmişlerdir. Bunun sebebi, onların, Allah’ın âyetlerini inkâr etmiş ve haksız yere peygamberleri öldürmüş olmaları, ayrıca isyan etmiş ve haddi aşmış bulunmalarıdır.” 634
b- Putperest Yahûdiler (Altın Buzağıya Tapanlar): “Buzağıyı (tanrı) edinenlere, mutlaka Rablerinden bir gazap ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir. İşte Biz iftiracıları böyle cezâlandırırız.” 635
c- Şirk Koşanlar; Putperest Âdîler (Âd Kavmi): “(Hûd) dedi ki: ‘Artık size Rabbinizden bir azap ve bir gazap inmiştir. Haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sadece
627] Ahmed bin Hanbel, I/309; Tirmizî, Tuhfetu’l-Ahvezî, 5/21
628] Tirmizî, Tuhfetu’l-Ahvezî, 5/23
629] Ebû Dâvud, II/249
630] 42/Şûrâ, 11
631] Buhârî, Tevhid 15, 22, 28, 55; Müslim, Tevbe 14-16
632] 2/Bakara, 61
633] 2/Bakara, 90
634] 3/Âl-i İmrân, 112; Ayrıca, Bk. 1/Fâtiha, 7; 5/Mâide, 60; 20/Tâhâ, 86; 58/Mücâdele, 14
635] 7/A’râf, 152
- 154 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim! Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik.” 636
d- İrtidat Edenler: “Kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse -kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan başka- fakat kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah’ın gazâbı bunlaradır; bunlar için büyük bir azap vardır.” 637
e- Maymunlaşan, Domuzlaşan ve Tâğûta Tapanlar: “De ki: ‘Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size haber vereyim mi? Allah’ın lânetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymunlar, domuzlar ve tâğûta tapanlar çıkardığı kimseler; işte bunlar, yeri (durumu) daha kötü olan ve doğru yoldan daha ziyâde sapmış bulunanlardır.” 638
f- Allah Hakkında Kötü Zanda Bulunan Münâfık ve Müşrikler: “(Bunlar) Allah hakkında kötü zanda bulunan münâfık erkeklere ve münâfık kadınlara, Allah'a şirk koşan erkek ve kadınlara azap etmesi içindir. Kötülük onların başına gelmiştir. Allah onlara gazap etmiş, lânetlemiş ve cehennemi kendilerine hazırlamıştır. Orası ne kötü bir yerdir!” 639
g- Allah Hakkında Tartışmaya Girenler: “Dâveti kabul edildikten sonra, Allah hakkında tartışmaya girenlerin delilleri, Rableri katında boştur. Onlar için bir gazap, yine onlar için çetin bir azap vardır.” 640
h- Mü’minleri Öldürenler: “Kim bir mü’mini kasden öldürürse, cezâsı, içinde ebedî kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” 641
i- Cihaddan Kaçanlar: “Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya diğer bölüğe ulaşıp mevzî tutma dışında, kim öyle bir günde onlara arka çevirirse muhakkak ki o, Allah’ın gazâbını hak etmiş olarak döner. Onun yeri de cehennemdir. Orası, varılacak ne kötü yerdir!” 642
k- Yalancı ve İftiracılar: “Kadının, kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah Adına yemin ile şâhitlik etmesi, beşinci defa da, eğer (kocası) doğru söyleyenlerden ise Allah’ın gazâbının kendi üzerine olmasını dilemesi kendisinden cezâyı kaldırır.” 643
l- Yeme İçmede Taşkınlık ve Nankörlük Edenler: “Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyin, bu hususta taşkınlık ve nankörlük de etmeyin; sonra sizi gazâbım çarpar. Her kim ki kendisini gazâbım çarparsa, hakikaten o, yıkılıp gitmiştir.” 644
m- Rasûlüllah’a Eziyet Edenler: Rasûlüllah (s.a.s.) Uhud günü kırılan dişine
636] 7/A’râf, 71-72
637] 16/Nahl, 106
638] 5/Mâide, 60
639] 48/Fetih, 6
640] 42/Şûrâ, 16
641] 4/Nisâ, 93
642] 8/Enfâl, 16
643] 24/Nûr, 8-9
644] 20/Tâhâ, 81
HELÂK
- 155 -
işaret etti ve şöyle buyurdu: “Peygamberine böyle yapan bir kavme Allah’ın gazâbı/öfkesi arttı. Rasûlüllah’ın Allah yolunda öldürdüğü kişiye de Allah’ın gazâbı şiddetlendi.” 645
Gazap Edilenleri Dost Edinmek: “Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinenleri görmedin mi? Onlar ne sizdendirler ne de onlardan. Bilerek yalan yere yemin ediyorlar. Allah onlara çetin bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları çok kötüdür!”646 Âyette Allah’ın gazâb ettiği yahûdileri kendilerine dost edinenlerin münâfık olduğu bildirilmektedir.
“Ey iman edenler! Kendilerine Allah’ın gazap ettiği bir kavmi dost edinmeyin. Zira onlar, kâfirlerin kabirlerdekilerden (onların dirilmesinden) ümit kestikleri gibi âhiretten ümit kesmişlerdir.” 647
Kur’an’ın özü ve özeti olan Fâtiha sûresinde “Bizi dosdoğru yola ilet; Nimet verdiklerinin yoluna. Kendilerine gazap edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil.”648 buyurulmaktadır. Allah haddi aşanlara, isyancılara, dini inkâr edenlere gazap üstüne gazap göndermiştir. Bunların kıssaları Kur’an’da gayb haberleri şeklinde bildirilmiştir. Gazap edilenler, daha çok, yahûdiler ve yahûdileşenlerdir. Allah’ın gazâbı, tarihteki inkârcı ve isyancıların başına türlü şekillerde gelmiştir. Onları yakalayıveren bir çığlık, bir yer sarsıntısı, ebâbil kuşları, kasırga, dağ gibi deniz dalgalarında boğulma...
Azâb; Helâk Kavramına Yakın Anlamı Olan Diğer Bir Cezâ
Azâb; Otorite sahibi bir kimse tarafından yapılan işkence, ezâ, cefâ; beden ve ruha tesir eden eziyet anlamına gelir. Bir terim olarak, Allah'ın günahkârlara dünya veya âhirette vereceği cezâ, sıkıntı ve eziyet demektir.
Kabir azâbı, Cehennem azâbı. İslâm'da azâb dünyevî ve uhrevî olmak üzere ikiye ayrılır:
1. Dünyevî azâb. Yüce Allah eski devirlerde imandan uzaklaşan, gönderdiği peygamberlere itaat etmeyen, Allah'a isyan eden kavimleri helâk etmiş, onları dünyada azaplandırarak sonraki nesillere ibret yapmıştır. Hz. Nûh’un (a.s.) kavminin sular altında kalması, sadece kendisiyle birlikte bir gemiye binen insanların ve hayvanların kurtulması, Âd ve Semûd kavminin başına gelen felâketler, Nemrud'un ve Firavun'un helâk oluşu, erkeklerin kadınları bırakarak birbirlerine yaklaştığı Lût kavminin yere batırılması dünyadaki azâba örnek verilebilir. Bunlar Kur'an-ı Kerîm'de ibret için zikredilen kıssalardır.
Dünyevî azâbın bir de eziyet, sıkıntı, fakirlik vb. şekillerde imtihan amacıyla karşılaşılan şekli vardır. Bu imtihanların gayesi insanın sabır ve tahammül gücünün ölçülmesi, buna karşılık günahlarının affedilmesi, ya da mânevî derecesinin yükselmesidir. Âyette şöyle buyurulur: “Ey mü’minler! (İtaat edeni âsî olandan ayırt etmek için) Sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden yana eksiltmek ile imtihan ederiz (ey Rasûlüm) sabredenleri müjdele.”649 Buna göre, dünyadaki bazı sıkıntı ve ıstıraplar âhirette sevâba, dünya hayatının sonraki yıllarında
645] Buhâri, Megâzî 24; Müslim, Cihâd 106; Kütüb-i Sitte, 12/126
646] 58/mücâdele, 14-15
647] 60/Mümtehine, 13
648] 1/Fâtiha, 5-7
649] 2/Bakara, 155
- 156 -
KUR’AN KAVRAMLARI
refaha dönüşebilmektedir. Münkirler için dünyadaki azap da âhiretteki azap da aleyhlerinedir. Kur'ân-ı Kerîm'de; "Onlar için dünyada rezillik ve aşağılık, âhirette de elem verici bir azap ve cehennem ateşi vardır" 650 buyurulmaktadır.
2. Âhiretteki azâb: Âhiret azâbı kabir azâbıyla başlar. Kabir hayatı hemen dünya hayatının bitimiyle başladığına göre, insanoğluna azap uzak değildir. Çünkü âyetlerde işâret yoluyla ve hadislerde net bir şekilde azâbın kabirde başlayacağı belirtilmiştir. Cenâb-ı Hakk buyurur: "Kim Benim zikrimden (Kuran'dan) yüz çevirirse, o kimse için (kabirde) dar, sıkıntılı bir yaşayış vardır. Biz onu Kıyâmet gününde kör olarak haşredeceğiz. O şöyle diyecek: Ey Rabbim, beni niçin kör olarak haşrettin? Hâlbuki ben daha önce görüyordum.' Allah diyecek: Bu böyledir. Çünkü sana âyetlerimiz geldi de, sen onları unuttun. Bugün de unutulma sırası sendedir." 651
Hz. Peygamber, “sâlih kullar için kabrin Cennet bahçelerinden bir bahçe olacağını, günahkârlar için ise Cehennem çukurlarından bir çukur hâlini alacağını” bildirmiştir. 652
İbn Ömer'den nakledildiğine göre Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur: "Sizden biriniz vefat ettiğinde sabah ve akşam ona kendi makamı gösterilir: O kimse Cennetlik ise Cennet'e gireceklerin makamı; Cehennemlik ise, Cehennem'in hücrelerinden bir yer gösterilir. Ve ona, ‘burası senin ebedî durağındır. Kıyâmet günü seni Allah buraya göndererektir’ denilir.” 653
Ebû Hüreyre'den, Hz. Peygamber'in şu duâya devam ettiği nakledilmiştir: "Ya Rabbî! Kabir azâbından, hayat ibtilâsından, ölümün şiddetinden, Mesih-Deccalin fitnesinden Sana sığınırım.” 654
Kıyâmete kadar bu şekilde sürecek bir kabir hayatı sonunda, mahşer yerinde hesap ve mizandan sonra sevapları günahlarından fazla gelenler Cennet'e, az gelenler ve inkârcılar ise Cehennem'e gireceklerdir. Günahkâr mü’minler bir süre azap gördükten sonra, sonunda yine Cennet'e gireceklerdir. Kâfirler ise ebedî Cehennem'de kalacaktır. Kur'an-ı Kerîm'in birçok âyetinde Cehennem azâbından, bu azâbın dehşet ve korkunçluğundan söz edilir:
“Defterleri sol tarafından verilen günahkârlara gelince; onlar ne acıklı durumdadırlar. Onlar ateşin alevi ve kaynar su içindedirler. Bir de üzerlerinde Cehennem'in kapkara dumanı olan bir gölge var. O gölge ne serindir, ne de mülâyim. Çünkü onlar dünya hayatında zevklerine düşkün kimselerdi.” 655
İslâm'da azap İlâhî adâletin gerçekleştirilmesi içindir. Dünya hayatında uygulanan cezâ ve azaplar hukukî müeyyidelerdir. Bu da toplum içinde işlenebilecek kötülük ve suçların önlenmesi ve diğer insanlara bir ibret teşkil etmesi içindir. Âhiret azâbı mü’min insanlar için geçicidir. Bu geçici azâbın sonunda Allah'ın bir lûtfu olarak Cennet nimeti verilecektir. Allah'ın bütün emir ve yasaklarının hak olduğuna iman eden, yegâne din ve nizamın onun dini ve nizamı olduğunu kabullenip bütün emir ve yasaklarının yeryüzünde uygulanması gerektiği
650] el-2/Bakara, 114; 22/Hacc, 9
651] 20/Tâhâ, 124
652] Tirmizî, Kıyâme 26
653] S. Buhârî, Tecrîd-i Sarih Terc., 678
654] S. Buhârî, Tecrîd-i Sarih Terc., 677
655] 56/Vâkıa, 41-46
HELÂK
- 157 -
inancında olan, Allah'a hiç bir şekilde şirk koşmayıp, ancak bazen insanî fıtrat gereği olarak günah işleyen kimseler, bu günahlarının karşılığı olan cezâyı çektikten sonra, ebedî azâba çarptırılmayıp, af edilirler. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları dilediği kimse için affeder.”656 Buna göre küfrün dışında kalan diğer günahlar Cenâb-ı Allah'ın irâdesine kalmış bir husustur. O isterse bağışlar isterse azap eder. Fakat O’nun emir ve yasaklarını dinlemeyen, Kur'an'a sırt çevirip hükümlerinin uygulanamayacağını söyleyen veya böyle inananların düşüncesini paylaşan insanlar, küfürde olacakları için, ebedî azâba çarptırılacaklardır.
"Gerçekten küfredip (Peygamberliği ve İslâm'ın bütün hükümlerini reddedip insanları Allah'ın dininden ve hak yoldan alıkoymakla) zulmedenleri, Allah asla mağfiret edecek değildir. Onları Cehennem yolundan başka bir yola erdirecek değildir. Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar...” 657
Allah ve Rasûlü âyet ve hadislerde, âhiret nimetlerini müjdeleme yanında dünyada emir ve yasaklara uymayanlara, haksızlık ve zulüm edenlere, inkâr yoluna sapanlara, Allah'ın hükümlerine sırt çevirenlere azap edileceğini bildirmiştir. Bundan maksat da insanları kötülüklerden ve inançsızlıktan kurtarmaktır. 658
Kavimlerin Helâki
“Bunlar, sana doğru haber (kıssa) olarak aktardığımız (geçmişteki) nesillerin haberleridir. Onlardan kimi ayakta kalmış, (hâlâ izleri var, kimi de) biçilmiş ekin (gibi yerle bir edilmiş, kalıntısı silinmiş)tir. Biz onlara zulmetmedik, ancak onlar kendi nefislerine zulmettiler. Böylece Rabbinin emri geldiği zaman, Allah'ı bırakıp da taptıkları ilâhları, onlara hiçbir şey sağlayamadı, 'helâk ve kayıplarını' artırmaktan başka bir işe yaramadı.” 659
İnsanoğlunu yaratan, onu rûhen ve bedenen şekillendiren, belirli bir ömür süresince yaşatan ve sonra da öldürerek kendi katına alacak olan Allah'tır. Allah insanı yaratmıştır ve "O, yarattığını bilmez mi?”660 âyetine göre, insanı bilen, tanıyan ve ihtiyaçlarını karşılayıp onu eğitecek olan O'dur. Dolayısıyla insanın hayattaki tek amacı, Allah'ı tanımak, O'na yakınlaşmak ve O'na kulluk etmek olmalıdır. Aynı nedenle insan, Allah'ın insanlara elçileri aracılığıyla ulaştırdığı saf mesajını, vahyini kendisine tek yol gösterici edinmelidir.
Allah'ın son kitabı ve bozulmamış tek vahyi ise Kuran'dır. Bundan dolayı bizler, Kur’an’ı kendimize en büyük rehber, en büyük yol gösterici edinmek ve Kur’an’ın tüm hükümlerine titizlik göstermekle yükümlüyüz. Dünyadaki ve âhiretteki kurtuluşun tek yolu budur. Bu durumda Allah'ın Kuran'da bizlere neler bildirdiğini, son derece titiz ve dikkatli bir biçimde incelemek ve bunlar üzerinde düşünmek gerekir. Nitekim Allah, Kur’an’ın gönderiliş amacının insanları düşünmeye yöneltmek olduğunu bildirir: “İşte bu (Kur’an) uyarılıp korkutulsunlar, gerçekten O'nun yalnızca bir tek İlâh olduğunu bilsinler ve temiz akıl sahipleri iyice öğüt alıp düşünsünler diye bir bildirip duyurma (bir belâğ)dır.”661
656] 4/Nisâ, 48
657] 4/Nisâ, 168-169. Ayrıca, 72/Cinn, 23 ve 33/Ahzâb, 65 âyetleri aynı hususu hatırlatmaktadır.
658] Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 183-184)
659] 11/Hûd, 100-101
660] 67/Mülk, 14
661] 14/İbrâhim, 52
- 158 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’ân’ın oldukça büyük bir bölümünü oluşturan geçmiş kavimlerin haberleri de kuşkusuz üzerinde düşünülmesi gereken konulardan biridir. Bu kavimlerin büyük bölümü, kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlamış, hatta onlara düşmanlık göstermiş kavimlerdir. Bu taşkınlıklarından dolayı da Allah'ın azâbıyla karşılaşmışlar ve yeryüzünden silinmişlerdir.
Allah Kuran'da, bu helâk olaylarının sonraki insanlara da birer ibret olması gerektiğini bildirir. Örneğin Allah'a isyan eden bir grup yahûdi'ye verilen bir cezâ anlatıldıktan sonra, "Bunu, hem çağdaşlarına, hem sonra gelecek olanlara 'ibret verici bir cezâ’, takvâ sahipleri için de bir öğüt kıldık ”662 denmektedir.
Kuran, "Allah'a hamdolsun, O size âyetlerini gösterecektir, siz de onları bilip tanıyacaksınız" 663 hükmü ile Allah'ın âyetlerinin dış dünyada görüleceğini vaat etmektedir ve bunları bilip tanımak da insanı imana götüren başlıca yoldur. Kuran'da anlatılan helâk olaylarının hemen hepsi ise, çağımızda yapılan arşiv araştırmaları ve arkeolojik bulgular sâyesinde "görülecek" ve "bilinip tanınacak" hale gelmiştir.
Önceki Nesiller
“Onlara, kendilerinden öncekilerin; Nûh, Âd, Semûd kavminin, İbrâhim kavminin, Medyen ahâlisinin ve yerle bir olan şehirlerin haberi gelmedi mi? Onlara Rasûlleri apaçık deliller getirmişlerdi. Demek ki Allah, onlara zulmediyor değildi, ama onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.” 664
Allah'ın elçileri aracılığıyla insanlara yaptığı İlâhî tebliğ, insan yaratılışından beri bizlere ulaştırılmaktadır. Kimi toplumlar bu tebliği kabul etmişler, kimileri inkâr etmişlerdir. Bazen inkârcı bir toplumun içinden küçük bir azınlık çıkmakta ve sadece bunlar elçiye uymaktadırlar.
Ancak kendisine tebliğ gelen kavimlerin çok büyük bir kısmı bunu kabul etmemişlerdir. Sadece Allah'ın elçisinin kendilerine getirdiği tebliği dinlememekle kalmamış, aynı zamanda elçiye ve ona uyanlara da zarar vermeye çalışmışlardır. Elçiler, birçok kez "yalancılık, büyücülük, delilik, şımarıklık" gibi nitelendirmelerle suçlanmış, hatta birçok kez kavmin önde gelenleri onları öldürmeye teşebbüs etmişlerdir.
Oysaki, her peygamber, kavminden yalnızca Allah'a itaat etmesini istemiştir. Bunun karşılığında para ya da başka bir dünyevî çıkar talep etmemişlerdir. Kavimlerinin üzerine bir zorlayıcı da olmamışlardır. Tek yaptıkları gönderildikleri toplumu gerçek dine dâvet etmek ve kendilerine uyanlarla birlikte o toplumdan farklı bir hayat tarzı yaşamaya başlamaktır.
Hz. Şuayb'ın kendisine gönderildiği Medyen halkıyla arasında geçenler, sözünü ettiğimiz peygamber-kavim ilişkisinin bir örneğidir. Kendilerini Allah'a iman etmeye ve yaptıkları adâletsizliklerden vazgeçmeye çağıran Hz. Şuayb'a, kavminin gösterdiği tepki ve bu yüzden uğradıkları son, gerçekten düşündürücüdür:
“Medyen (halkına da) kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). Dedi ki: 'Ey kavmim, Allah'a
662] 2/Bakara, 66
663] 27/Neml, 93
664] 9/Tevbe, 70
HELÂK
- 159 -
ibâdet edin, O'ndan başka ilâhınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın; gerçekten sizi bir 'bolluk ve refah (hayır)' içinde görüyorum. Doğrusu sizi çepeçevre kuşatacak olan bir günün azâbından korkuyorum.
Ey kavmim, ölçüyü ve tartıyı -adâleti gözeterek- tam tutun ve insanların eşyasını değerden düşürüp eksiltmeyin ve yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın. Eğer mü’minseniz, Allah'ın bıraktığı (helâl işlerden olan kazanç) sizin için daha hayırlıdır. Ben, sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim.
Dediler ki: 'Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor? Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir Adam)sın.
Dedi ki: 'Ey kavmim görüşünüz nedir söyler misiniz? Ya ben Rabbimden apaçık bir belge üzerinde isem ve O da beni kendisinden güzel bir rızık ile rızıklandırmışsa? Ben, size yasakladığım şeylere (kendim sahiplenmek sûretiyle) size aykırı düşmek istemiyorum. Benim istediğim, gücüm oranında yalnızca ıslah etmektir. Benim başarım ancak Allah iledir; O'na tevekkül ettim ve O'na içten yönelip dönerim.'
Ey kavmim, bana karşı gelişiniz, sakın Nûh kavminin ya da Hûd kavminin veya Sâlih kavminin başlarına gelenlerin bir benzerini size de isâbet ettirmesin. Üstelik Lût kavmi size pek uzak değil. Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O'na tevbe edin. Gerçekten benim Rabbim, merhametlidir, sevendir.
‘Ey Şuayb!’ dediler. ‘Senin söylediklerinin çoğunu biz kavrayıp anlamıyoruz. Doğrusu biz seni içimizde zayıf biri görüyoruz. Eğer yakın çevren olmasaydı, gerçekten seni taşa tutar öldürürdük. Sen bize karşı güçlü ve üstün değilsin.’
Dedi ki: ‘Ey kavmim, sizce benim yakın çevrem, Allah'tan daha mı üstündür ki, O'nu arkanızda unutuluvermiş (önemsiz) bir şey edindiniz. Şüphesiz benim Rabbim, yapmakta olduklarınızı sarıp kuşatandır. Ey kavmim, bütün yapabileceğinizi yapın; şüphesiz, ben de yapacağım. Kime aşağılatıcı azap gelecek ve yalancı kimdir, yakında bileceksiniz. Siz gözetleyip durun, ben de sizinle birlikte gözetleyeceğim.’
Emrimiz geldiği zaman, tarafımızdan bir rahmetle Şuayb'ı ve onunla birlikte iman edenleri kurtardık; o zulmedenleri dayanılmaz bir ses sarıverdi de kendi yurtlarında diz üstü çökmüş olarak sabahladılar. Sanki orada hiç refah içinde yaşamamışlar gibi. Haberiniz olsun; Semûd (halkına) nasıl bir uzaklık verildiyse Medyen (halkına da Allah'ın rahmetinden öyle) bir uzaklık (verildi).” 665
Kendilerini yalnızca iyiliğe çağırmaktan başka bir şey yapmayan Hz. Şuayb'ı "taşa tutup öldürmeyi" tasarlayan Medyen halkı, Allah'ın azâbıyla cezâlandırılmış ve üstteki âyetlerde anlatıldığı gibi helâk edilmiştir. Medyen halkı, türünün tek örneği de değildir. Aksine, Hz. Şuayb'ın kavmiyle konuşurken belirttiği gibi, Medyen halkından önce de pek çok toplum helâk edilmiştir. Medyen'den sonra da yine pek çok toplum Allah'ın gazâbına uğramışlardır.
Bu konuyla ilgili olarak Kuran'da dikkat çekilen noktalardan biri, helâk edilmiş olan kavimlerin çoğu kez yüksek bir medeniyet kurmuş olmalarıdır. Kuran'da, helâk olmuş kavimlerin bu özelliği vurgulanırken şöyle denir: “Biz bunlardan önce nice nesiller yıkıma uğrattık ki onlar, zorbaca yakalamak (yakıp yıkmak, baskı ve şiddetle
665] 11/Hûd, 84-95
- 160 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yönetmek, sindirmek) bakımından kendilerinden daha üstündüler; şehirlerde (yerin üstünü altına getirip, sayısız kazı, inşaat ve araştırmalarla her yanı) delik deşik etmişlerdi. (Ama) kaçacak bir yer var mı?” 666
Âyette, helâk edilmiş toplumların iki özelliğine dikkat çekiliyor. Birincisi, "zorbaca yakalamak bakımından üstün" olmalarıdır. Bu, helâk olmuş kavimlerin disiplinli ve güçlü askerî bürokratik sistemler kurdukları ve kaba kuvvet yoluyla yaşadıkları coğrafyada iktidarı ele geçirdikleri anlamına gelir. Vurgulanan ikinci nokta ise, sözkonusu toplumların, mimarî özellikleriyle dikkat çeken büyük şehirler kurduklarıdır.
Dikkat edilirse, bu iki özellik de, tam tamına, bugün teknoloji ve bilim yoluyla süslü bir dünya meydana getirmiş, merkezî devletler, büyük şehirler kurmuş olan ancak tüm bunların Allah'ın verdiği güçle olduğunu unutarak Allah'ı inkâr ya da gözardı eden medeniyetlerin özelliğidir. Ancak âyette bildirildiği gibi, oluşturdukları medeniyet, helâk olmuş kavimleri kurtaramamıştır; çünkü medeniyetleri Allah'ı inkâr ve yeryüzünde bozgunculuk temeline dayanıyordu. İnkâr ve yeryüzünde bozgunculuk temeline dayandığı sürece, bugünkü medeniyetlerin sonu da farklı olmayacaktır.
İşte bazıları Kuran'da bildirilen bu helâk olaylarının önemli bir bölümü, modern çağda yapılan arkeolojik araştırmalar sonunda ortaya çıkarılmıştır. Kuran'da sözü edilen olayların delilleri olan bu bulgular, Kuran kıssalarının "ibret olma" özelliğini daha da açık bir biçimde gösteriyor. Çünkü Allah, Kuran'da "yeryüzünde gezip dolaşılması" ve "öncekilerin uğradıkları sonun anlaşılması" gerektiğini bildiriyor:
“Biz senden önce, şehirler halkına kendilerine vahyettiğimiz kimseler dışında (başkalarını elçi olarak) göndermedik. Hiç yeryüzünde dolaşmıyorlar mı, ki kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görmüş olsunlar? Korkup sakınanlar için âhiret yurdu elbette daha hayırlıdır. Siz yine de akıl erdirmeyecek misiniz?
Öyle ki elçiler, umutlarını kesip de, artık onların gerçekten yalanladıklarını sandıkları bir sırada onlara yardımımız gelmiştir; Biz kimi dilersek o kurtulmuştur. Suçlu/günahkârlar topluluğundan zorlu azâbımız kesin olarak geri çevrilmeyecektir.
Andolsun, onların kıssalarında temiz akıl sahipleri için ibretler vardır. (Bu Kur'an) düzüp uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden öncekilerin doğrulayıcısı, her şeyin 'çeşitli biçimlerde açıklaması' ve iman edecek bir topluluk için bir hidâyet ve rahmettir.” 667
Gerçekten de öncekilerin kıssalarında temiz akıl sahipleri için ibretler vardır. Allah'a isyan ettikleri ve O'nun hükümlerini tanımadıkları için helâk edilmiş olan kavimler, bizlere insanın Allah karşısında ne denli âciz ve zayıf olduğunu göstermektedir.
Nûh tûfânı, livâta/homoseksüellik gibi çirkinliği işlemekten çekinmeyen Lût kavminin yaşadığı şehrin altının üstüne getirilmesi, kumların altına gömülen Âd kavminin yaşadığı Ubar kenti, sulara gömülen Firavun ve kavmi, Arim seli ile helâk olan Sebe’ kavmi, bu ibretlik helâk özelliklerinin Kur’an’da anlatılan prototip kıssalarıdır.
666] 50/Kaf, 36
667] 12/Yûsuf, 109-111
HELÂK
- 161 -
Nûh Tûfânı
“Andolsun, Biz Nûh'u kendi kavmine gönderdik, o da içlerinde elli yılı eksik olmak üzere bin sene yaşadı. Sonunda onlar zulmetmekte devam ederlerken tûfân kendilerini yakalayıverdi.” 668
Hemen her kültürde yer aldığını gördüğümüz Nûh Tûfânı, Kuran'da anlatılan kıssalar arasında, üzerinde en çok durulanlardan biridir. Hz. Nûh'un gönderildiği kavmin uyarılara ve öğütlere kulak asmaması, gösterdikleri tepkiler ve olayın meydana gelişi birçok âyette detaylarıyla anlatılır.
Hz. Nûh, Allah'ın âyetlerinden uzaklaşarak O'na ortaklar koşan kavmini, sadece Allah'a kulluk etmeleri ve sapkınlıklarından vazgeçmeleri konusunda uyarmak amacıyla gönderilmişti. Hz. Nûh, kavmine Allah'ın dinine uymaları konusunda defalarca öğüt verdiği ve onları Allah'ın azâbına karşı birçok kez uyardığı halde, onlar Hz. Nûh'u yalanladılar ve şirk koşmaya devam ettiler. Mü’minûn Sûresi'nde, Nûh Kavmi'nde gelişen olaylar şöyle anlatılıyor:
“Andolsun, Biz Nûh'u kendi kavmine (elçi olarak) gönderdik. Böylece kavmine dedi ki: 'Ey Kavmim, Allah'a kulluk edin. O'nun dışında sizin başka ilâhınız yoktur, yine de sakınmayacak mısınız?'
Bunun üzerine, kavminden inkâra sapmış önde gelenler dediler ki: 'Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karşı üstünlük elde etmek istiyor. Eğer Allah (öne sürdüklerini) dilemiş olsaydı, muhakkak melekler indirirdi. Hem biz geçmiş atalarımızdan da bunu işitmiş değiliz.'
O, kendisinde delilik bulunan bir Adamdan başkası değildir, onu belli bir süre gözetleyin.
Rabbim' dedi (Nûh). 'Beni yalanlamalarına karşılık, bana yardım et.” 669
Âyetlerde anlatıldığı gibi, kavminin önde gelenleri Hz. Nûh'u, onlara karşı üstünlük elde etmeye çalışmak, yani kişisel çıkarlar aramak gibi basit bir suçlamayla karalamaya çalıştılar ve ona "deli" damgası vurmak istediler. Ve onu gözetlemeye, baskı altında tutmaya karar verdiler.
Bunun üzerine Allah Hz. Nûh'a, inkâr edip zulmedenlerin suda boğularak azaplandırılacağını ve iman edenlerin kurtarılacağını haber verdi. Sözü edilen azap vakti geldiğinde, yerden sular ve coşkun kaynaklar fışkırdı ve bunlar şiddetli yağmurlarla birleşerek dev boyutlu bir taşkına neden oldu. Allah, Hz. Nûh'a "Onun içine her ikişer çift ile içlerinden aleyhlerine söz geçmiş onlanlar dışında olan aileni de alıp koy" 670 emrini verdi ve Hz. Nûh'un gemisine binmiş olanlar dışında -Hz. Nûh'un, yakındaki bir dağa sığınarak kurtulacağını sanan "oğlu" da dâhil olmak üzere- tüm kavim suda boğuldu. Tûfân sonucunda sular çekilip, âyetin ifâdesiyle "iş bitiverince" de gemi, Kuran'da bildirildiğine göre, Cûdi'ye, -yani yüksekçe bir yere- oturdu.
Yapılan arkeolojik, jeolojik ve tarihî çalışmalar olayın Kuran'da anlatıldığı şekilde meydana geldiğini göstermektedir. Eski çağlarda yaşamış birçok uygarlığa
668] 29/Ankebût, 14
669] 23/Mü'minûn, 23-26
670] 23/Mü'minûn, 27
- 162 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ait tabletlerde ve elde edilen birçok tarihi belgede, tûfân olayı, kişi ve yer isimleri farklılık gösterse de, çok büyük benzerliklerle anlatılmış ve "sapkın bir kavmin başına gelenler" bir ibret kaynağı olarak çağdaşlarına sunulmuştur.
Tûfân olayı, Tevrat ve İncil'in dışında, Sümer, Asur-Babil kayıtlarında, Yunan efsanelerinde, Hindistan'da Satapatha, Brahmana ve Mahabharata destanlarında, İngiltere'nin Galler yöresinde anlatılan bazı efsanelerde, İskandinav Edna efsanelerinde, Litvanya efsanelerinde ve hatta Çin kaynaklı öykülerde birbirine çok benzer şekillerde anlatılır. Birbirinden ve Tûfân bölgesinden hem coğrafi hem kültürel olarak bu kadar uzak kültürlerde, Tûfân'la ilgili bu denli detaylı ve birbiriyle uyumlu bilgi nasıl yerleşmiş olabilir?
Sorunun cevabı açıktır: Eski dönemlerde birbirleriyle ilişki kurmuş olmaları imkânsız olan bu toplumların yazıtlarında aynı olaydan bahsedilmesi, aslında bu insanların bir İlâhî kaynaktan bilgi aldıklarını gösteren açık bir kanıt durumundadır. Görünen odur ki, tarihin en büyük helâk olaylarından biri olan Tûfân, farklı uygarlıklara gönderilen birçok peygamberler tarafından ibret için anlatılmış ve bu şekilde Tûfân'la ilgili bilgiler çeşitli kültürlere yerleşmiştir.
Bununla birlikte, Tûfân olayı ve Nûh Kıssası birçok kültür ve dinî kaynaklarda anlatılmasına rağmen, kaynakların tahrif edilmesi veya yanlış aktarma ve kasıtlar sebebiyle birçok değişikliğe uğramış, aslından uzaklaştırılmıştır. Yapılan araştırmalardan, temelde aynı olayı anlatan ancak aralarında birtakım farklılıklar da bulunan Tûfân anlatımları içinde, eldeki bilimsel bulgulara uygun yegâne anlatımın Kuran'daki olduğunu görüyoruz.
Kuran'da Hz. Nûh ve Tûfân
Nûh Tûfânı, Kur’an’ın pek çok âyetinde anlatılır. Aşağıda, olayın gelişim sırasına göre âyetler derlenmiştir.
Hz. Nûh'un, Kavmini Dine Davet Edişi: “Andolsun, Biz Nûh'u kendi kavmine gönderdik. Dedi ki: 'Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur. Doğrusu ben, sizin için büyük bir günün azâbından korkmaktayım.” 671
“(Nûh:) 'Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; benim ücretim yalnızca âlemlerin Rabbine aittir. Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin.” 672
“Andolsun, biz Nûh'u kendi kavmine gönderdik. Böylece kavmine dedi ki: Ey Kavmim, Allah'a kulluk edin. Onun dışında sizin başka ilâhınız yoktur, yine de korkup sakınmayacak mısınız?” 673
Hz. Nûh'un, Kavmini Allah'ın Azâbına Karşı Uyarması: “Hiç şüphesiz Biz Nûh'u: Kavmini, onlara acı biz azap gelmeden evvel uyarıp korkut diye kendi kavmine gönderdik.” 674
“(Nûh:) 'Artık siz, ileride bileceksiniz. Aşağılatıcı azap kime gelecek ve sürekli azap
671] 7/A'râf, 59
672] 26/Şuarâ, 107-110
673] 23/Mü’minûn, 23
674] 71/Nûh, 1
HELÂK
- 163 -
kimin üstüne çökecek.” 675
“(Nûh:) 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben size (gelecek olan) acı bir günün azâbından korkarım.” 676
Kavmin Hz. Nûh'u Yalanlaması: “Kavminin önde gelenleri? 'Gerçekte biz seni açıkça bir 'şaşırmışlık ve sapmışlık' içinde görmekteyiz' dediler.” 677
“Dediler ki: 'Ey Nûh, bizimle çekişip-durdun, bu çekişmede ileri de gittin. Eğer doğru söylüyorsan bize vaadettiğini getir (görelim.)” 678
“Gemiyi yapmaktaydı. Kavminin ileri gelenleri kendisine her uğradığında onunla alay ediyordu. O: 'Eğer bizimle alay ederseniz, alay ettiğiniz gibi biz de sizlerle alay edeceğiz' dedi.” 679
“Bunun üzerine, kavminden küfre sapmış önde gelenler dediler ki: 'Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karşı üstünlük elde etmek istiyor. Eğer Allah (öne sürdüklerini) dilemiş olsaydı, muhakkak melekler indirirdi. Hem biz geçmiş atalarımızdan da bunu işitmiş değiliz. O, kendisinde delilik bulunan bir Adamdan başkası değildir, onu belli bir süre gözetleyin.” 680
“Kendilerinden önce Nûh kavmi de yalanlamıştı; böylece kulumuzu yalanladılar ve 'delidir' dediler. O, baskı altına alınıp engellenmişti.” 681
Hz. Nûh'a Uyanların Küçük Görülmeleri: “Kavminden, ileri gelen inkârcılar: 'Biz seni yalnızca bizim gibi bir beşerden başkası görmüyoruz; sana, sığ görüşlü olan en aşağılıklarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz ve sizin bize bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Aksine, biz sizi yalancılar sanıyoruz' dedi.” 682
“Dediler ki: 'Sana, sıradan aşağılık insanlar uymuşken inanır mıyız?' Dedi ki: 'Onların yapmakta oldukları hakkında benim bilgim yoktur. Onların hesabı yalnızca Rabbime aittir, eğer şuurundaysanız (anlarsınız). Ve ben mü’min olanları kovacak değilim. Ben, yalnızca apaçık bir uyarıcı-korkutucuyum.” 683
Allah'ın Hz. Nûh'a Üzülmemesini Hatırlatması: “Nûh'a vahyedildi: 'Gerçekten iman edenlerin dışında, kesin olarak kimse inanmayacak. Şu halde onların işlemekte olduklarından dolayı üzülme.” 684
Hz. Nûh'un Duâları: “(Nûh:) 'Bundan böyle, benimle onların arasını açık bir hükümle ayır ve beni ve benimle birlikte olan mü’minleri kurtar.” 685
675] 11/Hûd, 39
676] 11/Hûd, 26
677] 7/A'râf, 60
678] 11/Hûd, 32
679] 11/Hûd, 38
680] 23/Mü’minûn, 24-25
681] 54/Kamer, 9
682] 11/Hûd, 27
683] 26/Şuarâ, 111-115
684] 11/Hûd, 36
685] 26/Şuarâ, 118
- 164 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Sonunda Rabbine duâ etti: 'Gerçekten ben yenik düşmüş durumdayım. Artık sen intikam al.” 686
“(Nûh) Dedi ki: 'Rabbim, gerçekten ben kavmimi gece ve gündüz davet edip durdum. Fakat benim davet etmem, bir kaçıştan başkasını arttırmadı.” 687
“(Nûh) 'Rabbim' dedi. 'Beni yalanlamalarına karşılık, bana yardım et.” 688
“Andolsun, Nûh Bize (duâ edip) seslenmişti de ne güzel icabet etmiştik.” 689
Geminin Yapılışı: “Bizim gözetimimiz altında ve vahyimizle gemiyi imal et. Zulme sapanlar konusunda da Bana hitapta bulunma. Çünkü onlar suda-boğulacaklardır.” 690
Hz. Nûh'un Kavminin Suda Boğularak Helâk Olması: “Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık, âyetlerimizi yalan sayanları da suda-boğduk. Çünkü onlar kör bir kavimdi.” 691
“Sonra bunun ardından geride kalanları da suda boğduk.” 692
“Andolsun, Biz Nûh'u kendi kavmine gönderdik, o da içlerinde elli yılı eksik olmak üzere bin sene yaşadı. Sonunda onlar zulmetmekte devam ederlerken tûfân kendilerini yakalayıverdi.” 693
“Böylece onu ve onunla birlikte olanları katımızdan bir rahmet ile kurtardık. Âyetlerimizi yalan sayarak inanmamış olanların da kökünü kuruttuk.” 694
Hz. Nûh'un 'Oğlunun' da Helâk Olması: Kuran'da, Tûfân'ın başlangıcında Hz. Nûh ile onun oğlu arasında geçen bir diyalog şöyle anlatılır: “(Gemi) Onlarla dağlar gibi dalga(lar) içinde yüzmekteyken Nûh, bir kenara çekilmiş olan oğluna seslendi: 'Ey oğlum, bizimle birlikte bin ve kâfirlerle birlikte olma.' (Oğlu) Dedi ki: 'Ben bir dağa sığınacağım, o beni sudan korur.' Dedi ki: 'Bugün Allah'ın emrinden, esirgeyen olandan başka bir koruyucu yoktur.' Ve ikisinin arasına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu.” 695
Tûfân'dan Mü’minlerin Kurtulmaları: “Bunun üzerine, onu ve onunla birlikte olanları yüklü gemi içinde kurtardık.” 696
“Böylece Biz onu da gemi halkını da kurtardık ve bunu âlemlere bir âyet kılmış olduk.” 697
Tûfân'ın Fiziksel Özellikleri: “Biz, bardaktan boşanırcasına akan bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de coşkun kaynaklar halinde fışkırttık. Derken su, takdir edilmiş bir işe karşı birleşti. Ve onu da tahtalar, çiviler üzerinde taşıdık.” 698
686] 54/Kamer, 10
687] 71/Nûh, 5-6
688] 23/Mü’minûn, 26
689] 37/Sâffât, 75
690] 11/Hûd, 37
691] 7/A'râfi, 64
692] 26/Şuarâ, 120
693] 29/Ankebût, 14
694] 7/A'râf, 72
695] 11/Hûd, 42-43
696] 26/Şuarâ, 119
697] 29/Ankebût, 15
698] 54/Kamer, 11-13
HELÂK
- 165 -
“Sonunda emrimiz geldiğinde ve tandır feveran ettiği zaman, dedik ki: 'Her birinden ikişer çift (hayvan) ile aleyhlerinde söz geçmiş olanlar dışında, aileni ve iman edenleri ona yükle.' Zaten onunla birlikte çok azından başkası iman etmemişti.” 699
“(Gemi) Onlarla dağlar gibi dalga(lar) içinde yüzmekteyken Nûh, bir kenara çekilmiş olan oğluna seslendi: 'Ey oğlum, bizimle birlikte bin ve kâfirlerle birlikte olma.” 700
“Böylelikle Biz ona: 'Gözetimimiz altında ve vahyimizle gemi yap. Nitekim bizim emrimiz gelip de tandır kızışınca, onun içine her ikişer çift ile içlerinden aleyhlerine söz geçmiş onlar dışında olan aileni de alıp koy; zulmedenler konusunda Bana muhâtap olma, çünkü onlar boğulacaklardır' diye vahyettik.” 701
Geminin Yüksekçe Bir Yere Oturması: “Denildi ki: 'Ey yer, suyunu yut ve ey gök, sen de tut.' Su çekildi, iş bitiriliverdi, (gemi de) Cudi üstünde durdu ve zâlimler topluluğuna da: 'Uzak olsunlar' denildi.” 702
Tûfân Olayı'nın İbret Verici Olması: “Gerçek şu ki, su taştığı zaman, o gemide Biz sizi taşıdık; Öyle ki, onu sizlere bir ibret kılalım. Gerçeği belleyip kavrayabilen kullar da onu belleyip kavrasın.” 703
Allah'ın Hz. Nûh'u Övmesi “Âlemler içinde selâm olsun Nûh'a. Gerçekten Biz ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz. Şüphesiz o, Bizim mü’min olan kullarımızdandı.” 704
Tûfân Yerel Bir Âfet miydi?
Nûh Tûfânı'nın varlığını inkâr edenler, bu iddialarına delil olarak dünya çapında bir tûfânın varlığının imkânsız olduğunu söylemektedirler. Ayrıca böylesine bir tûfânın gerçekleşmemiş olduğu iddiasını, Kuran'a saldırmak amacıyla da öne sürmektedirler.
Oysa bu iddia, Allah'ın indirdiği ve tahrif edilmemiş tek kutsal kitap olan Kur’ân-ı Kerim için geçerli değildir. Çünkü Kuran'da, Tûfân olayına, Tevrat ve çeşitli kültürlerde bahsedilen Tûfân efsanelerinden çok daha farklı bir bakış açısı getirilir. Eski Ahit'in ilk beş kitabını oluşturan muharref Tevrat, bu tûfânın evrensel olduğunu ve tüm dünyayı kapsadığı söylemektedir. Oysa Kuran'da böyle bir bilgi verilmez, aksine, ilgili âyetlerden Tûfân'ın yöresel olduğu ve tüm dünyanın değil, Hz. Nûh tarafından uyarılıp korkutulan Nûh Kavmi'nin cezâlandırıldığı anlaşılmaktadır.
Tevrat'ın ve Kur’an’ın Tûfân anlatımlarına bakıldığında bu farklılık kolaylıkla kendi gösterir. Tarih içinde çeşitli tahrifatlara ve eklemelere maruz kalmış olan Tevrat, Tûfân'ın başlangıcını şöyle açıklamaktadır: “Ve Rab gördü ki, yeryüzünde Adamın kötülüğü çoktu, ve her gün yüreğinin düşünceleri ve kuruntuları ancak kötü idi. Ve RAB yeryüzünde Adamı yaptığına nâdim oldu, ve yüreğinde acı duydu. Ve RAB dedi: Yarattığım Adamı, ve hayvanları, sürünenleri ve göklerin kuşlarını toprağın yüzü üzerinden sileceğim; çünkü onları yaptığıma nâdim oldum. Fakat Nûh, Rabbin gözünde inâyet buldu.” 705
699] 11/Hûd, 40
700] 11/Hûd, 42
701] 23/Mü’minûn, 27
702] 11/Hûd, 44
703] 69/Haakka, 11-12
704] 37/Sâffât, 79-81
705] Tekvin, 6:5-8
- 166 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Oysa Kuran'da tüm dünyanın değil, sadece Nûh kavminin helâk edildiği bildirilmektedir. Tıpkı Âd kavmine gönderilen Hz. Hûd 706 veya Semûd Kavmi'ne gönderilen Hz. Sâlih 707 ve diğer peygamberler gibi Hz. Nûh da yalnızca kendi kavmine gönderilmiştir ve Tûfân da Nûh'un kavmini ortadan kaldırmıştır:
“Andolsun, Biz Nûh'u kavmine gönderdik. (Onlara) 'Ben sizin için ancak apaçık bir uyarıp korkutucuyum. Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben size (gelecek olan) acıklı bir günün azâbından korkmaktayım' dedi.” 708
Helâk olanlar Hz. Nûh'un tebliğini hiçe sayan ve isyanda direten kavimdir. Bu konudaki âyetler hiçbir tartışmaya meydan vermeyecek kadar açıktır: “Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık, âyetlerimizi yalan sayanları da suda boğduk. Çünkü onlar kör bir kavimdi.” 709;“Böylece onu ve onunla birlikte olanları katımızdan bir rahmet ile kurtardık. Âyetlerimizi yalan sayarak inanmamış olanların da kökünü kuruttuk.” 710
Ayrıca Kuran'da Allah, herhangi bir kavme elçi gönderilmedikçe, o kavmin helâk edilmeyeceğini söylemektedir. Helâk için, kavmin kendisine uyarıcı korkutucu gelmiş olması ve bu uyarıcının yalanlanmış olması gerekmektedir. Kasas Sûresi'nde şöyle denilir:
“Senin Rabbin, 'ana yerleşim merkezlerine' onlara âyetlerimizi okuyan bir elçi göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir. Ve Biz, halkı zulmeden şehirlerden başkasını da yıkıma uğratıcı değiliz.” 711
Kendisine uyarıcı gönderilmeyen bir kavmin helâk edilmesi, Allah'ın sünneti değildir. Bir uyarıcı olan Hz. Nûh ise sadece kendi kavmine gönderilmiştir. Bu sebeple Allah, uyarıcı gönderilmemiş olan kavimleri değil, sadece Hz. Nûh'un kavmini helâk etmiştir.
Kuran'daki bu ifâdelerden Nûh Tûfânı'nın tüm dünyayı kaplayan değil, yöresel bir felâket olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Tûfân'ın gerçekleştiği düşünülen arkeolojik bölgede yapılan kazılar da, Tûfân'ın tüm dünyayı kaplayan evrensel bir olay değil, Mezopotamya'nın bir bölümünü etkisi altına almış olan çok geniş bir âfet olduğunu göstermektedir.
Gemiye Bütün Hayvanlar Alındı mı? Kitab-ı Mukaddes yorumcuları, Hz. Nûh'un yeryüzündeki tüm hayvan türlerini gemiye aldığına ve hayvan neslinin Hz. Nûh sayesinde yok olmaktan kurtulduğuna inanırlar. Bu inanışa göre yeryüzündeki tüm hayvanlar toplanmış ve gemiye yerleştirilmiştir.
Bu iddiâyı savunanlar elbette birçok açıdan çok zor duruma düşmektedirler. Gemiye alınan hayvan türlerinin nasıl beslendikleri, gemide nasıl istiflendikleri, birbirlerinden nasıl tecrit edildikleri gibi soruların cevaplanması elbette mümkün değildir. Dahası, farklı kıtalara has hayvanların nasıl toplandığı da merak konusudur; kutuplardaki memeliler, Avustralya'daki kangurular veya Amerika'ya
706] 11/Hûd, 50
707] 11/Hûd, 61
708] 11/Hûd, 25-26
709] 7/A’râf, 64
710] 7/A’râf, 72
711] 28/Kasas, 59
HELÂK
- 167 -
has bizonlar gibi. Ayrıca insan için son derece tehlikeli olan yılan, akrep gibi zehirli olanların ve vahşi hayvanların nasıl yakalandığı, Tûfân'a kadar bunların kendi doğal ortamlarının dışında nasıl yaşatılabildiği gibi sorular da birbirini izlemektedir.
Ancak bunlar Tevrat'ın karşı karşıya kaldığı zorluklardır. Kuran'da ise, yeryüzündeki tüm hayvan türlerinin gemiye alındığına dair bir açıklama bulunmamaktadır. Daha önce belirttiğimiz gibi Tûfân belirli bir bölgede gerçekleşmiştir. Bu nedenle gemiye alınan hayvanlar, Nûh kavminin bulunduğu bölgede yaşayanlar olmalıdır.
Ancak sadece o bölgede yaşayan tüm hayvan türlerinin bile bir araya getirilmesinin mümkün olmadığı açıktır. Hz. Nûh'un ve çok az sayıda oldukları belirtilen mü’minlerin 712 çevrelerindeki yüzlerce hayvan türünden çiftler topladıklarını düşünmek de zordur. Yaşadıkları bölgedeki hayvanlardan sadece böcek türlerinin toplanması bile mümkün değildir; hem de erkek dişi ayrımı yaparak! Bu nedenle, toplanan hayvanların rahatlıkla yakalanıp himaye edilebilecek ve özellikle de insanlara yarar sağlayacak evcil hayvanlar olduğu düşünülebilir. Buna göre, Hz. Nûh muhtemelen, inek, koyun, at, tavuk, horoz, deve ve benzeri hayvanları gemiye almış olabilir. Çünkü Tûfân nedeniyle canlılığını büyük ölçüde yitirmiş olan bölgede yeni kurulacak hayat için gerekli olan temel hayvanlardır bunlar.
Burada önemli olan nokta şudur: Allah'ın Hz. Nûh'a verdiği hayvanları toplama emrindeki hikmet, hayvanların neslini korumaktan çok, Tûfân sonrasında kurulacak yeni yaşama gerekli olan hayvanların toplanması olmalıdır. Çünkü Tûfân yerel olduğu için hayvanların soylarının tükenmesi söz konusu olamaz. Nasıl olsa Tûfân'dan sonra zamanla diğer bölgelerden hayvanlar bu bölgeye göç edip bölgeyi eski canlılığına getireceklerdir. Önemli olan Tûfân'dan hemen sonra bölgede kurulacak yaşamdır ve toplanan hayvanlar temelde bu amaçla toplanmış olmalıdırlar.
Sular Ne Kadar Yükseldi? Tûfân hakkındaki bir başka tartışma ise, suların dağları kaplayacak kadar yükselip yükselmediği konusundadır. Bilindiği gibi Kuran'da, geminin Tûfân sonrası "Cudi"ye oturduğu bildirilmektedir. "Cudi" kelimesi kimi zaman özel bir dağ ismi olarak alınır, oysa kelime Arapça'da "yüksekçe yer-tepe" anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Kuran'da "Cudi"nin, özel bir dağ ismi olarak değil, sadece geminin yüksekçe bir mekâna oturduğunu anlatmak için kullanılmış olabileceği gözardı edilmemelidir. Ayrıca cudi kelimesinin bu anlamından, suların belirli bir yüksekliğe eriştiği, ama yine de büyük dağların seviyesine kadar yükselmemiş olduğu da çıkarılabilir. Yani Tûfân Tevrat'ta anlatıldığı gibi tüm yeryüzünü ve yeryüzündeki tüm dağları yutmamış, sadece belirli bir bölgeyi kaplamış olmalıdır.
Nûh Tûfânı'nın Yeri: Nûh Tûfânı'nın gerçekleştiği yer olarak Mezopotamya Ovası gösterilir. Bu bölgede tarihte bilinen en eski ve en gelişmiş uygarlıklar kurulmuştur. Ayrıca bu bölge, Dicle ve Fırat nehirlerinin ortasında yer alması Sebebiyle, coğrafi olarak büyük bir su baskınına uygun bir zemin teşkil etmektedir. Tûfân'ın etkisini arttıran sebeplerden birisi, büyük bir ihtimalle, bu iki nehrin yataklarından taşıp bölgeyi etkisi altına almış olmasıdır.
712] 11/Hûd, 40
- 168 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu bölgenin Tûfân'ın gerçekleştiği yer olarak kabul edilmesinin ikinci bir Sebebi de tarihseldir. Bölgedeki birçok medeniyetin kayıtlarında, aynı dönemde yaşanmış bir Tûfân'ı anlatan çok sayıda belge ortaya çıkarılmıştır. Nûh kavminin helâk edilmesine tanık olan bu medeniyetler, bu felâketin oluş biçimini ve sonuçlarını tarihsel kayıtlara işleme ihtiyacı hissetmiş olmalıdırlar. Tûfân'ı anlatan efsanelerin çoğunluğunun Mezopotamya kökenli olduğu da bilinmektedir. En önemlisi de arkeolojik bulgulardır. Bunlar, bu bölgede gerçekten de büyük bir su baskınının meydana geldiğini göstermektedir. Bu su baskını, ayrıntılı olarak inceleyeceğimiz gibi, bölgede bulunan uygarlığın bir süre için duraksamasına neden olmuştur. Yapılan kazılarda böylesine büyük bir felâketin açık izleri toprağın altından çıkartılmıştır.
Mezopotamya bölgesinde yapılan kazılardan anlaşıldığına göre, bu bölge tarih içinde birçok kez seller ve Dicle, Fırat nehirlerinin taşması sonucu meydana gelen felâketlerle yüz yüze gelmiştir. Örneğin, MÖ. 2000 civarında Mezopotamya'nın tam güney kısmında bulunan büyük Ur kentinin hükümdarı olan İbbi-sin zamanındaki bir yıl, "gökle yer arasındaki sınırları yok eden bir Tûfân sonrası"713 şeklinde tanımlanmaktadır. MÖ 1700'lerde Babilli Hammurabi zamanında bir yıl da "Eşnunna kentinin bir selle yıkılması" olayıyla tanımlanmaktadır.
MÖ 10. yüzyılda hükümdar Nabu-mukin-apal zamanında Babil şehrinde bir su baskını gerçekleşmiştir.714 Milattan sonra 7., 8., 10., 11. ve 12. yüzyıllarda da bölgede önemli su baskınları vuku bulmuştur. 20. Yüzyılda; 1925, 1930 ve 1954 yıllarında da bu meydana gelmiştir. 715 Anlaşılan odur ki bölge, her zaman için bir sel felâketine açıktır ve Kuran'da belirtildiği gibi büyük çaplı bir selin tüm bir kavmi yok etmesi açıkça mümkündür.
Tûfân'ın Arkeolojik Delilleri: Kuran'da helâk edildiği haber verilen kavimlerin birçoğunun izlerine günümüzde rastlanılması bir tesâdüf değildir. Arkeolojik verilerden anlaşılmaktadır ki, bir kavmin ortadan kaybolması ne kadar ani olursa, buna ait bulgu elde edilmesi şansı da o kadar fazla olmaktadır.
Bir uygarlığın birdenbire ortadan kalkması durumunda -ki bu bir doğal felâket, ani bir göç veya bir savaş sonucu olabilir- bu uygarlığa ait izler çok daha iyi korunmaktadır. İnsanların içinde yaşadıkları evler ve günlük hayatta kullandıkları eşyalar, kısa bir zaman içinde toprağın altına gömülmektedir. Böylece bunlar, uzunca bir süre insan eli değmeden saklanmakta ve günışığına çıkartılmalarıyla geçmişteki yaşam hakkında önemli ipuçları sunmaktadırlar.
İşte Nûh Tûfânıyla ilgili birçok delilin günümüzde ortaya çıkarılması bu sâyede olmuştur. MÖ 3000 yılları civarında gerçekleştiği düşünülen Tûfân, tüm bir uygarlığı bir anda yok etmiş ve bunun yerine tamamen yeni bir uygarlık kurulmasını sağlamıştır. Böylece Tûfân'ın açık delilleri, bizlerin ibret alması için binlerce yıl boyunca korunmuştur.
713] Muazzez İlmiye Çığ, Kuran, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökleri, 2.b., İstanbul: Kaynak Yayınları, 1996
714] Muazzez İlmiye Çığ, a.g.e., aynı sayfa
715] Muazzez İlmiye Çığ, Kuran, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökleri, 2.b., İstanbul: Kaynak Yayınları, 1996
HELÂK
- 169 -
Mezopotamya Ovası'nı etkisi altına alan Tûfân'ı araştırmak için yapılmış birçok kazı vardır. Bölgede yapılan kazılarda başlıca dört şehirde büyük bir tûfân sonucu gerçekleşmiş olabilecek sel felâketinin izlerine rastlanmıştır. Bu şehirler Mezopotamya Ovası'nın önemli şehirleri Ur, Uruk, Kiş ve Şuruppak'tır. Bu şehirlerde yapılan kazılar, bunların tümünün MÖ 3000'li yıllar civarında bir sele maruz kaldıklarını göstermektedir.
Önce Ur şehrinde yapılan kazıları ele alalım: Günümüzde Tel-El Muhayer olarak isimlendirilen Ur şehrinde yapılan kazılarda ele geçirilen medeniyet kalıntılarının en eskisi MÖ. 7000'li yıllara kadar uzanmaktadır. İnsanların ilk uygarlık kurdukları yerlerden birisi olan Ur şehri, tarih boyunca birçok medeniyetin birbiri ardına gelip geçtiği bir yerleşim bölgesi olmuştur.
Ur şehrinde yapılan kazılarda ortaya çıkartılan arkeolojik bulgular, buradaki medeniyetin çok büyük bir sel felâketi sonunda kesintiye uğradığını, daha sonra zaman içinde tekrar yeni uygarlıkların meydana çıkmaya başladığını göstermektedir. Bu bölgede ilk kazıyı yapan kişi, British Museum'dan R. H. Hall'dür. Hall'den sonra kazıyı yürütme görevini devralan Leonard Woolley, British Museum ve Pennsylvania Üniversitesi tarafından ortaklaşa yürütülen bir kazı çalışmasına da başkanlık etmiştir. Woolley'in yürüttüğü ve dünya çapında büyük sansasyon yaratan kazı çalışmaları 1922'den 1934 yılına kadar sürdürülmüştür.
Sir Woolley'in kazıları Bağdat ile Basra Körfezi arasındaki çölün ortalarında gerçekleşti. Ur şehrinin ilk kurucuları, Kuzey Mezopotamya'dan gelmiş olan ve kendilerine "Ubaidyen" ismini veren bir halktı. Bu halka dair bilgi elde etmek için detaylı kazılar başlatıldı. Reader's Digest dergisinde Woolley'in kazıları şöyle anlatılıyor:
Kazı yapılan bölgede, derine inildikçe çok önemli bir buluntu ortaya çıkarılmıştı, bu Ur şehrinin krallar mezarlığıydı. Araştırmacılar Sümer krallarının ve soyluların gömülmüş olduğu bu mezarlıkta birçok efsanevi sanat eserlerine rastladılar. Miğferler, kılıçlar, müzik aletleri, altından ve kıymetli taşlardan yapılmış sanat yapıtları. Bunlardan çok daha önemli olan başka şeyler de vardı; kil tabletlere hayret verici bir ustalık ve beceriyle, yüksek bir teknikle pres edilmiş tarihsel kayıtlar. Araştırmacılar, Ur'da kral listelerindeki aynı Âdları taşıyan yazılar bulmuş, hatta bunların arasında Ur'un ilk krallık ailesini kuran kişinin Adına rastlamıştı. Woolley, mezarlığın ilk Ur Hanedanlığı'ndan önce başladığı neticesine vardı. Bu nedenle, son derece gelişmiş bir medeniyetin ilk hanedandan daha önceleri var olduğu sonucuna vardı.
Kanıtın iyice incelenmesinden sonra Woolley kazıyı daha derinlere, mezarların altına doğru ilerletmeye karar verdi. İşçiler çamur olmuş tuğlaların içinden bir metre kadar derine daldılar ve çanak çömlekleri çıkarmaya başladılar. "Ve sonra birdenbire her şey durdu." Woolley böyle yazıyordu. "Artık ne çanak, ne çömlek, ne kül vardı, yalnız suyun getirdiği temiz çamur."
Woolley kazıya devam etti, iki buçuk metre kadar temiz kil tabakasından geçilerek derine dalındı ve sonra birdenbire işçiler, tarihçilerin son Taş Devri kültürü olarak isimlendirdiği bu devrin insanları tarafından yapılmış zımpara taşından aletler ve çanak çömlek parçalarına rastladılar. Çamur iyice temizlenince altında kalmış bir medeniyet ortaya çıktı. Bu durum, bölgede büyük bir su baskınının
- 170 -
KUR’AN KAVRAMLARI
meydana geldiğini gösteriyordu. Ayrıca mikroskobik analiz, temiz kilden kalın bir katmanın, eski Sümer uygarlığını yok edecek kadar büyük bir tûfân tarafından buraya yığılmış olduğunu gösteriyordu. Gılgamış Destanı ile Nûh'un öyküsü, Mezopotamya Çölü'nde kazılan bir kuyuda ortak bir kaynakta birleşmiş oluyordu (Fred Warshofsky, “Ur of the Chaldees”, Reader's Digest, Aralık 1977).
Ayrıca Max Mallowan kazıyı yürüten Leonard Woolley'in düşüncelerini şöyle aktarıyordu: Woolley, tek bir zaman diliminde oluşmuş böylesine büyük bir mil kütlesinin sadece çok büyük bir sel felâketinin sonucu olabileceğini belirterek; Sümer Ur'u ile Al-Ubaid'in boyalı çanak çömlek kullanan halkı tarafından kurulan kenti ayıran sel tabakasını, efsanevi Tûfân'ın kalıntıları olarak tanımladı.716
Bu veriler, Tûfân'ın etkilediği yerlerden birinin Ur şehri olduğunu gösteriyordu. Alman arkeolog Werner Keller de söz konusu kazının önemini şöyle ifâde etmişti: "Mezopotamya'da yapılan arkeolojik kazılarda balçıklı bir tabakanın altından şehir kalıntılarının çıkması burada bir sel olduğunu ispatlamış oldu." (Werner Keller, Und die Bibel hat doch recht 717
Tûfân'ın izlerini taşıyan bir başka Mezopotamya şehri ise günümüzde Tel El-Uhaymer olarak isimlendirilen, Sümerlilerin Kiş şehridir. Eski Sümer kayıtlarında, bu şehir "Büyük Tûfân'dan sonra başa geçen ilk hanedanlığın başkenti" olarak nitelendirilmektedir.718
Günümüzde Tel El-Fara olarak Adlandırılan Güney Mezopotamya'daki Şuruppak kenti de Tûfân'ın açık izlerini taşımaktadır. Bu kentteki arkeolojik çalışmalar 1920-1930 yılları arasında Pennsylvania Üniversitesi'nden Erich Schmidt tarafından yürütüldü. Kazılarda MÖ 3000-2000 yılları arasında var olan bir uygarlığın doğuşu ve gelişmesi değişik tabakalarda rahatlıkla izlenebiliyordu. Çivi yazılı kayıtlardan anlaşılan oydu ki, bu bölgede MÖ 3000'li yıllarda, kültürel olarak oldukça gelişmiş bir halk yaşıyordu. 719
Asıl önemli nokta ise, bu şehirde de MÖ 3000-2900 yılları civarında büyük bir sel felâketinin gerçekleştiğinin anlaşılmasıydı. Schmidt'in çalışmalarını anlatan Mallowan şöyle diyor: "Schmidt 4-5 metre derinlikte kil ve kum karışımı sarı topraktan bir tabakaya erişti (bu tabaka selle beraber oluşmuştu). Bu tabaka, höyük kesitine göre ova seviyesine yakın bir düzeyde yer alıyordu ve höyüğün her yerinde izlenebiliyordu..." Cemdet Nasr dönemini Eski Krallık döneminden ayıran kil ve kum karışımı tabakayı Schmidt "tamamen nehir kökenli bir kum" olarak tanımlayarak Nûh Tûfânı ile ilişkilendirdi. 720
Kısacası Şuruppak kentinde yapılan kazılarda da yaklaşık MÖ 3000-2900 yıllarına rastgelen bir selin kalıntıları ortaya çıkartılmıştı. Diğer şehirlerle beraber Şuruppak kenti de muhtemelen Tûfân'dan etkilenmişti. 721
716] Max Mallowan, Noah’s Flood Reconsidered, Iraq: XXVI-2, 1964, s. 70
717] The Bible as History; a Confirmation of the Book of Books), New York: William Morrow, 1956, s. 40
718] “Kiş” maddesi, Ana Britannica, Cilt 13, s. 361
719] “Şuruppah” maddesi, Ana Britannica, Cilt 20, s. 311
720] Max Mallowan, Early Dynastic Period in Mesapotamia, Cambridge Ancient History 1-2, Cambridge: 1971, s. 238
721] Joseph Campbell, Doğu Mitolojisi, Ankara: 1993, s. 129
HELÂK
- 171 -
Tûfân'dan etkilendiğine dair elde kanıtlar olan son yerleşim birimi, Şuruppak'ın güneyinde yer alan ve günümüzde Tel El-Varka olarak isimlendirilen Uruk kentidir. Bu kentte de diğerleri gibi bir sel tabakasına rastlanmıştır. Bu sel tabakası da, MÖ 3000-2900'li yıllarla tarihlendirilmektedir. 722
Bilindiği gibi Dicle ve Fırat nehirleri Mezopotamya'yı boydan boya kesmektedir. Anlaşılan odur ki, olay anında, bu iki nehir ve irili ufaklı bütün su kaynakları taşmış, bunlar yağmur sularıyla birleşerek büyük bir su baskını oluşturmuşlardır. Kuran'da olay şöyle anlatılır: “Biz de 'bardaktan boşanırcasına akan' bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de coşkun kaynaklar halinde fışkırttık. Derken su, takdir edilmiş bir işe karşı birleşti.” 723; “Gerçek şu ki, su taştığı zaman, o gemide biz sizi taşıdık.”
Aslında felâketin gerçekleşmesine neden olan öğeler tek tek ele alındığında hepsi gâyet doğal olaylardır. Tüm bu olayların aynı anda olması ve Hz. Nûh'un da kavmini böyle bir felâket için uyarması, olayın mûcizevî yönünü oluşturur.
Yapılan çalışmalar sonucu elde edilen ipuçları değerlendirildiğinde Tûfân'ın oluştuğu alanın boyutlarının yaklaşık olarak doğudan batıya (genişlik) 160 km, kuzeyden güneye (boy) 600 km. olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu tespit de, Tûfân'ın tüm Mezopotamya ovasını kapladığını göstermektedir. Tûfân'ın izlerini taşıyan Ur, Uruk, Şuruppak ve Kiş şehirleri dizilimini incelediğimiz zaman bunların bir hat üzerinde yer aldığını görürüz. Öyleyse Tûfân, bu dört şehri ve çevresini etkilemiş olmalıdır. Ayrıca MÖ 3000'li yıllarda Mezopotamya ovasının coğrafi yapısının günümüzdekinden daha farklı olduğunu söylemek gerekir. O devirlerde Fırat nehrinin yatağı, bugünküne göre daha doğuda bulunmaktaydı; bu akış rotası da Ur, Uruk, Şuruppak ve Kiş'ten geçen bir hatta denk geliyordu. Kuran'da belirtilen "yeryüzü ve gökyüzü pınarları"nın açılmasıyla, anlaşıldığına göre, Fırat nehri taşmış ve yukarıda belirtilen bu dört şehri yerle bir ederek yayılmıştı.
Tûfân'dan Söz Eden Din ve Kültürler: Hak dini tebliğ eden peygamberlerin ağzından hemen her kavme duyurulmuş olan Tûfân, zamanla çeşitli dejenerasyon ve eklemelerle karıştırılarak, sözü edilen toplumların efsaneleri haline dönüştürülmüştür.
Allah, Nûh Tûfânı'nı, insanlara bir ibret ve ders konusu teşkil etmesi için farklı toplumlara gönderdiği peygamberler ve kitaplar yoluyla aktarmıştır. Ancak her defasında metinler orijinalinden uzaklaştırılmış ve Tûfân anlatımlarına mistik, mitolojik öğeler katılmıştır. Arkeolojik bulgularla uyuşan ve onları tasdik eden tek kaynak ise Kuran'dır. Bunun tek nedeni Allah'ın Kur’ân-ı en ufak bir değişikliğe uğramadan korumuş olması ve aslının bozulmasına izin vermemesidir. Kuran, "Hiç şüphesiz zikri (Kur’ân’ı) Biz indirdik Biz; onun koruyucuları da biziz" 724 hükmüne göre, Allah'ın özel koruması altındadır.
Tûfân konusunu tamamlamadan, bu olayın -oldukça bozulup tahrif edilmiş olmakla birlikte- çeşitli kültürlerde, ayrıca Tevrat ve İncil'de nasıl yer aldığını inceleyelim:
722] Bilim ve Ütopya, Temmuz 1996, 176. dipnot, s. 19
723] 54/Kamer, 11-12
724] Hicr Sûresi, 9
- 172 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Tevrat'ta Nûh Tûfânı: Hz. Mûsâ'ya indirilmiş hak kitap olan Tevrat, bilindiği gibi zamanla orijinalliğini yitirmiş, bazı kısımları Yahûdi toplumunun önde gelenleri tarafından değiştirilmiştir. Hz. Mûsâ döneminden sonra İsrailoğulları'na gönderilen peygamberlerin bildirdikleri de aynı sona uğramış ve tahrif edilmiştir. Dolayısıyla orijinalliğini kaybetmiş olan "muharref Tevrat"ın bu özelliği, bizim ona bir kutsal kitaptan çok, bir tarih kitabı gibi bakmamızı gerektirir. Nitekim muharref Tevrat'ın bu yapısı ve barındırdığı çelişkiler, -bazı bölümlerinde Kuran ile paralellikler içermekle birlikte-, Nûh kıssasında da kendini gösterir.
Tevrat'a göre, Allah, Hz. Nûh'a yeryüzünün zorbalıklarla dolu olması sebebiyle, inananların dışındaki tüm insanların yok edileceğini bildirir. Bunun için kendisine gemi yapmasını emreder ve gemiyi nasıl yapacağını etraflıca tarif eder. Ayrıca, gemiye ailesiyle beraber üç oğlunu ve onların üç karısını ve tüm canlılardan ikişer Âdet ve birtakım yiyecek erzak da almasını söyler.
Yedi gün sonra Tûfân vakti geldiğinde, yerin bütün kaynakları yarılmış, göklerin pencereleri açılmış ve büyük bir sel ortaya çıkmıştır. Bu kırk gün, kırk gece devam etmiştir. Gemi, bütün yüksek yerleri ve dağları örten sular üzerinde yüzmüştür. Böylece Hz. Nûh ile beraber gemide olanlar kurtulmuşlar, geride kalanlar ise Tûfân'ın sularına kapılıp gitmiş ve boğularak ölmüşlerdir. 40 gün 40 gece süren tûfândan sonra yağmurlar kesilmiş ve bundan 150 gün sonra sular alçalmaya başlamıştır.
Bunun üzerine gemi yedinci ayda, ayın on yedinci gününde, Ararat (Ağrı) dağları üzerine oturur. Hz. Nûh, suların iyice çekilip çekilmediğini anlamak için birkaç defa güvercin yollar ve sonunda güvercin geri dönmeyince suların iyice çekildiği anlaşılır. Bunun üzerine Allah da Hz. Nûh'a yeryüzüne yayılmaları için gemiden çıkmalarını söyler.
Tevrat'ta yer alan Nûh Tûfânı ile ilgili bazı bölümler şöyledir: “Ve Allah Nûh'a dedi: Önüme bütün beşerin sonu geldi; çünkü onların Sebebiyle yeryüzü zorbalıkla doldu, ve işte, ben onları yeryüzü ile beraber yok edeceğim. Kendine gofer ağacından bir gemi yap; Ve ben, işte ben, göklerin altında kendisinde hayat nefesi olan bütün beşeri yok etmek için yeryüzü üzerine sular tûfânı getiriyorum; yeryüzünde olanların hepsi ölecektir. Fakat seninle ahdimi sabit kılacağım; ve sen ve seninle beraber oğulların, ve senin karın ve oğullarının karıları gemiye gireceksiniz. Ve seninle beraber sağ kalmak için her yaşayan, bütün beden sahibi olanlardan, her nevinden ikişer olarak gemiye getireceksin; erkek ve dişi olacaklar. Ve Nûh Allah'ın kendisine emrettiği her şeye göre yaptı; öyle yaptı.” 725
“Ve gemi yedinci ayda, ayın on yedinci gününde, Ararat dağları üzerine oturdu.” 726
“Bütün yeryüzü üzerinde zürriyetlerinin sağ kalması için, kendine her temiz hayvandan, erkek ve onun dişisi olarak yedişer ve temiz olmayan hayvanlardan, erkek ve onun dişisi olarak ikişer... ” 727
“Ve ahdimi sizinle sabit kılacağım, ve bütün beşer artık tûfânın suları ile
725] Tekvin, 6/13-22
726] Tekvin, 8/1-19
727] Tekvin, 7/1-24
HELÂK
- 173 -
silmeyecektir, ve yeryüzünü helâk etmek için artık tûfân olmayacaktır. ” 728
Tevrat'a göre, tüm dünyayı kaplayan bir Tûfân'la "yeryüzünde olanların hepsi ölecektir" hükmü gereği, tüm insanlar cezâlandırılmış, Tûfân sonrasında yaşayan yegâne insanlar Hz. Nûh ile gemiye binenler olmuştur.
İncil'de Nûh Tûfânı: Bugün elimizde var olan İncil de gerçek anlamda İlahi bir kitap değildir. Yeni Ahit, Hz. İsa'nın sözlerini ve eylemlerini içeren, onun göğe yükselişinden 30 ila 50 yıl sonra, onu hiç görmemiş ya da bir süre yanında bulunmuş kişiler tarafından yazılmış dört "İncil"le başlar; Matta, Markos, Luka ve Yuhanna. Bu dört İncil arasında çok belirgin çelişkiler vardır, özellikle Yuhanna İncili, birbirlerine büyük ölçüde paralel olan diğer üçünden (Snoptik İnciller) çok farklıdır. Yeni Ahit'in diğer kitapları ise Hz. İsa'dan sonra onun havarilerinin yaptıkları işleri anlatan ve havârîler veya Tarsuslu Pavlus (sonradan Aziz Paul) tarafından yazılan mektuplardan oluşur. Dolayısıyla bugünkü İncil de İlâhî bir metin değil, bir tarih kitabı niteliğindedir.
İncil'de Nûh Tûfânı kısaca şöyle geçmektedir: Nûh peygamber sapkın ve itaatsiz kavme gönderilmiş, ancak kavmi ona uymayıp sapkınlıklarına devam etmiştir. Bunun üzerine Allah tûfân ile inkâr edenleri yakalamış, Nûh peygamberi ve inananları gemiye bindirip kurtarmıştır. Konuyla ilgili bazı İncil bölümleri şöyledir:
“Nûh'un günlerinde nasıl olduysa, İnsanoğlu'nun gelişinde de öyle olacak. Nûh'un gemiye bindiği güne dek, tûfândan önceki günlerde insanlar yiyip içiyor, evlenip evlendiriliyorlardı. Tûfân gelinceye, hepsini süpürüp götürünceye dek başlarına geleceklerden habersizdiler. İnsanoğlu'nun gelişi de öyle olacak.”729; “Tanrı, eski dünyayı da esirgemedi. Ama Tanrısızların dünyası üzerine tûfânı gönderdiği zaman, doğruluk yolunu bildiren Nûh'u ve yedi kişiyi daha korudu.” 730
Tûfân'la İlgili Diğer Kültürlerdeki Bilgiler
Sümerlerde: Enlil isimli bir tanrı, diğer tanrıların insanlığı yok etmeye karar verdiklerini, kendisinin de onları kurtarmaya niyetli olduğunu insanlara açıklar. Olayın kahramanı Sippar kentinin sofu kralı Ziusudra'dır. Tanrı Enlil, Ziusudr'aya Tûfân'dan kurtulmak için ne yapması gerektiğini anlatır. Metnin kayığın yapılışını anlatan parçası yitiktir, ancak böyle bir parçanın varlığı, Tûfân'ın gelip, Ziusudra'nın nasıl kurtulduğunu anlatan bölümlerinden anlaşılmaktadır. Tûfân'ın Babilonya versiyonuna dayanılarak, olayın eksiksiz Sümer versiyonunda, Tûfân'ın nedeni ve kayığın yapılışı hakkında çok daha doyurucu ayrıntının bulunduğu sonucuna varılabilir.
Sümer ve Babil kayıtlarına göre, Xisuthros ya da Khasisatra, ailesi, arkadaşları, kuşlar ve hayvanlarla birlikte 925 metre uzunluğunda bir gemiyle Tûfân'dan kurtulmuşlardır. "Sular göğe doğru uzandı, okyanuslar kıyıları örttü ve nehirler yataklarından taştı." denir. Gemi daha sonra Gordiyen Dağı'na oturmuştur.
Asur-Babil kayıtlarına göre ise Ubaratutu ya da Khasisatra, ailesi, uşakları, sürüleri ve vahşi hayvanlarla birlikte 600 kübit uzunluğunda, 60 kübit yüksekliğinde
728] Tekvin, 9/11
729] Matta, 24/37-39
730] II. Petrus, 2/5
- 174 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve genişliğinde bir tekneyle kurtulmuştur. Tûfân 6 gün 6 gece sürmüştür. Gemi Nizar Dağı'na gelince uçurulan güvercin dönmüş ama karga dönmemiştir.
Bazı Sümer, Asur ve Babil kayıtlarına göre de, Utnapishtim, ailesiyle birlikte 6 gün 6 gece süren Tûfân'ı atlatmışlardır: "Yedinci gün Utnapishtim dışarı baktı. Her şey çok sessizdi. İnsanoğlu tekrar çamura dönmüştü" diye anlatılır. Gemi Nizar Dağı'nda karaya oturunca Utnapishtim bir güvercin, bir karga ve bir de kırlangıç gönderir. Karga cesetleri yemek için kalır, fakat diğer iki kuş geri dönmez.
Hindistan'ın Satapatha, Brahmana ve Mahabharata destanlarında, Adı geçen Manu, Rishiz ile birlikte Tûfândan kurtulmuştur. Efsaneye göre Manu'nun yakalayıp yaşamını bağışladığı bir balık birdenbire büyüyüp, bir gemi inşa edip boynuzlarına bağlamasını söylemiştir. Balık gemiyi dev dalgaların üzerinden aşırıp, kuzeye, Himavat Dağı'na çıkarmıştır.
Britanya'nın Galler yöresi efsanelerine göre, Dwyfan ve Dwyfach büyük felâketten bir gemiyle kurtulmuşlardır. Dalgalar Gölü Adı verilen Llynllion'un patlaması sonucu oluşan korkunç seller durulunca, Dwyfan ve Dwyfach yeniden Britanya halkını oluşturmaya başlarlar.
İskandinav Edna efsaneleri Bergalmer ile eşinin büyük bir tekneyle Tûfân'dan kurtulduğunu anlatır.
Litvanya efsanelerinde ise birkaç çift insanın ve hayvanın yüksek bir dağın tepesinde bir kabuğun içinde barınarak kurtuldukları anlatılır. 12 gün 12 gece süren rüzgârlar ve seller yüksek dağa erişip oradakileri de yutacağı zaman, Yaratıcı onlara dev bir ceviz kabuğu atar. Dağdakiler ceviz kabuğu ile yolculuk yaparak felâketten kurtulurlar.
Çin kaynaklı öyküler Yao Adında birisinin 7 kişiyle birlikte, ya da Fa Li, eşi ve çocuklarıyla birlikte bir yelkenliyle sel ve depremlerden kurtulduğu anlatır. "Dünya paramparça oldu. Sular fışkırıp her tarafı kapladı." diye söylenir. Sonunda sular çekilir.
Tüm bu bilgiler bizlere somut bir gerçeği göstermektedir. Tarihte her topluluğa İlâhî vahyin mesajı ulaşmıştır ve bu sayede de pek çok toplum Nûh Tûfânı ile ilgili bilgileri öğrenmişlerdir. Ancak insanların İlâhî vahyin özünden uzaklaşmalarıyla birlikte Tûfân ile ilgili bilgiler de çeşitli değişikliklere uğramış, efsanelere ve mitolojiye dönüşmüştür.
Hz. Nûh'un ve onun inkârcı kavminin gerçek hikâyesini öğrenebileceğimiz yegâne kaynak ise, İlâhî vahyin bozulmamış tek kaynağı olan Kuran'dır.
Kur’an’ın bu özelliği, yalnızca Nûh Tûfânı değil, başka tarihsel olaylar ve kavimler hakkında da doğru bilgileri edinmemizi sağlar. İlerleyen bölümlerde bu gerçek bilgileri araştırmaya devam edeceğiz.
HELÂK
- 175 -
Hz. İbrâhim ve Kavmi
“İbrâhim, ne yahûdi idi, ne de hıristiyandı: ancak, o hanif (muvahhid) bir müslümandı, müşriklerden de değildi. Doğrusu, insanların İbrâhim'e en yakın olanı, ona uyanlar ve bu peygamber ile iman edenlerdir. Allah, mü'minlerin velisidir.” 731
Hz. İbrâhim, Kuran'da kendisinden sıklıkla bahsedilen ve Allah'ın insanlara örnek gösterdiği bir peygamberdir. Putlara tapan kavmine Allah'ın mesajını getirmiş ve onları uyarıp korkutmuştur. Kavmi ise Hz. İbrâhim'in uyarılarını dinlememiş, aksine ona cephe almıştır. Kavminin baskıları artınca Hz. İbrâhim, eşi, Hz. Lût ve beraberindeki birkaç kişiyle beraber bir başka yere göç (hicret) etmek zorunda kalmıştır.
Kuran'da, öncelikle Hz. İbrâhim'in Hz. Nûh'un soyundan geldiği belirtilmektedir. “Âlemler içinde selâm olsun Nûh'a. Gerçekten Biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz. Şüphesiz o, bizim mü'min olan kullarımızdandı. Sonra diğerlerini suda boğduk. Doğrusu İbrâhim de onun (soyunun) bir kolundandır.” 732
Hz. İbrâhim'in zamanında Mezopotamya ovasında, Orta ve Doğu Anadolu'da yaşayan birçok kavim, göğe ve yıldızlara tapıyorlardı. En büyük tanrıları Ay tanrısı "Sin" idi. Ay tanrısı uzun sakallı ve elbisesinin üzerinde hilâl şeklinde ay bulunan bir insan sûretinde canlandırılıyordu. Ayrıca bu kavimler bu tanrılara ait birçok kabartma resim ve heykelcik yapıyor ve bunlara tapıyorlardı. Oldukça yaygın olan bu inanç, özellikle Yakındoğu'da kendisine oldukça uygun bir yaşam sahası bulmuş ve bu sayede uzun zaman varlığını sürdürmüştü. Bölgede yaşayan insanlar MS 600'lü yıllara kadar bu tanrılara tapmaya devam ettiler. Bu inancın bir sonucu olarak, Mezopotamya'dan Anadolu'nun içlerine kadar olan bölgelerde "Ziggurat" ismiyle bilinen ve hem gözlem evi hem de tapınak olarak kullanılan yapılar inşa edilmiş ve buralarda başlıca Ay tanrısı "Sin" olmak üzere çeşitli tanrılara tapınılmıştı... 733
Günümüzde ancak arkeolojik kazılarla belirlenebilen bu inanç şeklini, Kuran'da bulabilmek mümkündür. Kuran'da belirtildiğine göre, Hz. İbrâhim bu ilâhlara tapmayı reddetmiş ve sadece tek gerçek ilâh olan Allah'ı tanımıştı. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. İbrâhim'in bu davranışı şöyle anlatılır:
“Hani İbrâhim, babası Azer'e (şöyle) demişti: 'Sen putları ilâhlar mı ediniyorsun? Doğrusu, ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum.'
Böylece İbrâhim'e, -kesin bilgiyle inananlardan olması için- göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk.
Gece, üstünü örtüp bürüyünce bir yıldız görmüş ve demişti ki: 'Bu benim rabbimdir." Fakat (yıldız) kayboluverince: Ben kaybolup gidenleri sevmem' demişti.
Ardından Ay'ı, (etrafa aydınlık saçarak) doğar görünce: 'Bu benim rabbim' demiş, fakat o da kayboluverince: Andolsun, demişti, 'Eğer Rabbim beni doğru yola erdirmezse gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum."
731] 3/Âl-i İmran, 67-68
732] 37/Sâffât, 79-83
733] Everett C. Blake, Anna G. Edmonds, Biblical Sites in Turkey, İstanbul: Redhouse Press, 1977, s. 13
- 176 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sonra güneşi (etrafa ışıklar saçarak) doğar görünce: 'İşte bu benim rabbim, bu en büyük' demişti. Ama o da kayboluverince, kavmine demişti ki: 'Ey kavmim, doğrusu ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım."
Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim.” 734
Kuran'da Hz. İbrâhim'in doğduğu ve yaşadığı yer hakkında ayrıntılı bir bilgi verilmez. Ancak verilen önemli bir bilgi, Hz. İbrâhim ve Hz. Lût'un aynı zamanda ve yakın coğrafyalarda yaşadıklarıdır. Çünkü Lût kavmine gönderilen melekler, Hz. Lût'u ziyaret etmeden önce Hz. İbrâhim'e gelmişler ve karısına bir çocuk müjdesi vermişlerdir.
Kuran'da Hz. İbrâhim hakkında bahsedilip de, Eski Ahit'te bahsedilmeyen bir konu Kâbe'nin inşaasıdır. Kuran'da Kâbe'yi Hz. İbrâhim'in oğlu İsmail ile beraber inşa ettikleri anlatılmaktadır: “İbrâhim, İsmail'le birlikte Evin (Kâbe'nin) sütunlarını yükselttiğinde (ikisi şöyle duâ etmişti): 'Rabbimiz bizden (bunu) kabul et. Şüphesiz, Sen işiten ve bilensin.” 735
Bugün Kâbe'nin geçmişi hakkında bilinen yegâne şey ise, buranın çok eski zamanlardan itibaren kutsal bir yer olarak kabul edildiğidir. Bu nedenle, Kâbe'ye peygamberimiz öncesindeki Câhiliye döneminde putların yerleştirilmesinin, Hz. İbrâhim tarafından tebliğ edilen İlâhî dinin zaman içinde yozlaştırılmasının ve dejenere edilmesinin bir sonucu olduğunu söylemek mümkündür.
Eski Ahit'te Hz. İbrâhim'in Doğum Yeri: Hz. İbrâhim'in doğduğu yerin neresi olduğu sorusu her zaman için üzerinde tartışılan bir konu olmuştur. Hıristiyanlar ve Yahûdiler Hz. İbrâhim'in Güney Mezopotamya'da doğduğunu söylerlerken, İslâm dünyasındaki yaygın kanı, İbrâhim peygamberin doğum yerinin Urfa-Harran civarı olduğudur. Eldeki bazı yeni bulgular, Yahûdi ve Hıristiyan tezlerinin tam olarak doğruyu yansıtmadığını göstermektedir.
Yahûdiler ve Hıristiyanlar, Hz. İbrâhim'in doğum yerinin Güney Mezopotamya olduğunu söylerlerken dayanakları, Tevrat'tır. Tevrat'ta Hz. İbrâhim'in doğum yerinin Güney Mezopotamya'daki Ur şehri olduğu söylenmektedir. Hz. İbrâhim, bu şehirde doğup büyüdükten sonra Mısır'a gitmek için yola çıkmış, Türkiye sınırları içinde bulunan Harran bölgesini geçerek uzun bir yolculuk sonunda Mısır'a varmıştır.
Oysa yeni bulunan bir Eski Ahit nüshası, bu bilginin doğruluğu hakkında ciddi şüphelerin oluşmasına yol açmıştır. Zira bugüne kadar bulunan en eski Eski Ahit nüshası olarak kabul edilen MÖ 3. yüzyıla ait bu Yunanca kopyada, "Ur" şehrinin ismi bile geçmemektedir. Bugün birçok Eski Ahit araştırmacısı, "Ur" kelimesinin bir yanlış yazılma veya sonradan eklenme olduğunu söylerler. Buna göre Hz. İbrâhim, Ur şehrinde doğmamış, belki de hayatında hiç Mezopotamya bölgesine gitmemiştir.
Ayrıca şu bilinmektedir ki, zaman içinde bazı yerlerin isimleri ve kapsAdıkları bölgeler değişebilmektedir. Günümüzde Mezopotamya ovası dendiği zaman, herkes kabaca Fırat ve Dicle nehirlerinin arasında kalan Irak topraklarının güney
734] 6/En’âm, 74-79
735] 2/Bakara, 127
HELÂK
- 177 -
kesimlerini anlamaktadır. Oysa günümüzden 2000 yıl önce Mezopotamya olarak tanımlanan yer, daha kuzeyde, neredeyse Harran'ı da içine alan ve Türkiye topraklarına kadar uzanan bir bölgeydi. Bu sebeple Eski Ahit'te yazan Mezopotamya Ovası ifâdesinin doğru olduğunu kabul etsek bile günümüz Mezopotamyası ile 2000 yıl öncesinin Mezopotamyası’nın aynı yerler olduğunu düşünmek yanlış olacaktır.
Hz. İbrâhim'in doğum yeri olarak gösterilen Ur şehri hakkında ciddi şüpheler ve anlaşmazlıklar varsa da, Hz. İbrâhim'in yaşadığı yerin Harran ve çevresi olduğu konusunda bir fikir birliği vardır. Hatta Eski Ahit üzerinde yapılacak kısa bir inceleme, burada bile Hz. İbrâhim'in doğum yerinin Harran olarak gösterildiğine dair bazı ifâdeler ortaya çıkartır. Örneğin Eski Ahit'te Harran bölgesine "Aram bölgesi" ismi verilmektedir.736 Hz. İbrâhim'in soyundan gelen kişilerin ise kendilerini bir "Arami'nin oğlu" olarak tanıttıkları söylenmektedir.737 Hz. İbrâhim'in bir Arami olarak tanınıyor olması, onun bu bölgede hayatını sürdürdüğünü göstermektedir.
Nitekim İslâmi kaynaklarda da Hz. İbrâhim'in doğum yerinin Harran ve Şanlıurfa olduğu yönünde güçlü bir kanı vardır. "Peygamberler şehri" olarak nitelendirilen Şanlıurfa'da Hz. İbrâhim'le ilgili birçok hikâye ve efsane bulunmaktadır.
Eski Ahit Neden Değiştirildi? Eski Ahit ve Kuran iki ayrı Hz. İbrâhim'den bahseder. Kuran'da Hz. İbrâhim putperest bir topluluğa elçi olarak gönderilmiştir. Kavmi göğe, yıldızlara, aya ve çeşitli putlara tapmaktadır. O ise kavmiyle mücâdele eder, onları batıl inanışlarından geri çevirmeye çalışır, bu nedenle de başta babası olmak üzere tüm kavmin düşmanlığı ile karşılaşır.
Oysa bunların hiçbiri Eski Ahit'te yer almaz. Hz. İbrâhim'in ateşe atılması, kavminin putlarını kırması gibi olaylar da Eski Ahit'te bulunmaz. Hz. İbrâhim'in Eski Ahit'teki konumu, daha çok Yahûdilerin atası şeklindedir. Eski Ahit'teki bu tablonun "ırk" kavramını ön plana çıkartmak isteyen Yahûdi önde gelenleri tarafından çizildiği ise açıktır. Kendilerinin Allah tarafından ebediyen seçilmiş ve üstün kılınmış bir halk olduklarına inanan Yahûdiler, bilerek ve isteyerek Kutsal Kitaplarını tahrif etmişler ve söz konusu inanış doğrultusunda eklemeler ve çıkarmalar yapmışlardır. Bu sebepten dolayıdır ki Eski Ahit'te anlatılan Hz. İbrâhim, sadece Yahûdilerin atasıdır.
Eski Ahit'e inanmakta olan Hıristiyanlar da Hz. İbrâhim'in Yahûdilerin atası olduğunu düşünürler; ancak bir farkla: Hıristiyanlar'a göre Hz. İbrâhim bir Yahûdi değil, bir Hıristiyan'dır. Irk kavramını Yahûdiler kadar önemsemeyen Hıristiyanlar'ın bu tutumu, bu iki dinin arasında bir çatışmaya ve tartışmaya yol açmıştır. Allah, Al-i İmran Sûresi, 65-68. âyetlerinde bu tartışmalara şöyle bir açıklama getirir:
“Ey Kitap ehli, İbrâhim konusunda ne diye çekişip tartışıyorsunuz? Tevrat da, İncil de ancak ondan sonra indirilmiştir. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz?
İşte sizler böylesiniz; (diyelim ki) hakkında bilginiz olan şeyde tartıştınız, ama hiç bilginiz olmayan bir konuda ne diye tartışıp duruyorsunuz? Oysa Allah bilir, sizler bilmezsiniz.
736] Tekvin, 11/31 ve 28/10
737] Tesniye, 26/5
- 178 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İbrâhim, ne Yahûdi idi, ne de Hıristiyan'dı: ancak, O hanif (muvahhid) bir müslümandı, müşriklerden de değildi.
Doğrusu, insanların İbrâhim'e en yakın olanı, ona uyanlar ve bu peygamber ile iman edenlerdir. Allah, mü'minlerin velîsidir.” 738
Kuran'da Hz İbrâhim, Eski Ahit'te yazandan tamamen farklı olarak kavmini uyarıp korkutan ve onlarla mücâdeleye girişen bir kişidir. Küçük yaşlardan başlayarak putlara tapmakta olan kavmini uyarmış ve onlara bu davranışlarından vazgeçmelerini öğütlemiştir: “İbrâhim de; hani kavmine demişti ki: Allah'a kulluk edin ve O'ndan sakının, eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.”739; “Eğer yalanlarsanız, sizden önceki ümmetler de (elçilerin çağrısını) yalanlamışlardır. Elçiye düşen ise, yalnızca açık bir tebliğdir.” 740
Kavminin Hz. İbrâhim'e olan cevabı ise onu öldürmeye teşebbüs etmek olmuştur: “Bunun üzerine kavminin (İbrâhim'e) cevabı yalnızca: 'Onu öldürün ya da yakın' demek oldu. Böylece Allah onu ateşten kurtardı. Şüphesiz bunda, iman eden bir kavim için âyetler vardır.” 741
Kavminin kötülüklerinden kurtarılan Hz. İbrâhim bu olaylardan sonra hicret etmiştir: “Ona bir düzen (tuzak) kurmak istediler, fakat biz onları daha çok hüsrana uğrayanlar kıldık.” 742; “Sizden ve Allah'tan başka taptıklarınızdan kopup ayrılıyorum ve Rabbime duâ ediyorum. Umulur ki, Rabbime duâ etmekle mutsuz olmayacağım.” 743
Lût Kavmi ve Altı üstüne Getirilen Şehir:
“Lût kavmi de uyarıları yalanladı. Biz de onların üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Yalnız Lût ailesini (bu azaptan ayrı tuttuk;) onları seher vakti kurtardık; Tarafımızdan bir nimet olarak. İşte Biz, şükredenleri böyle ödüllendiririz. Oysa andolsun zorlu yakalamamıza karşı onları uyarmıştı. Fakat onlar bu uyarıları kuşkuyla karşılayıp yalanlamakta direttiler.” 744
Lût Peygamber, İbrâhim peygamberle aynı dönemde yaşamıştır. Hz. Lût, Hz. İbrâhim'e komşu kavimlerden birine elçi olarak gönderilmişti. Bu kavim, Kur’an'da belirtildiğine göre, o güne kadar dünya üzerinde görülmemiş bir sapıklığı, eşcinselliği uyguluyordu. Hz. Lût, onlara bu sapıklıktan vazgeçmelerini söylediğinde ve onlara Allah'ın İlâhî tebliğini getirdiğinde onu yalanladılar, peygamberliğini inkâr ettiler ve sapıklıklarına devam ettiler. Bunun sonucunda da kavim, korkunç bir felâketle helâk edildi.
Hz. Lût'un yaşadığı bu şehrin, Eski Ahit'te geçen ismi Sodom'dur. Kızıldeniz’in kuzeyinde kurulmuş olan bu kavmin aynı Kur’an'da belirtilenlere uygun bir şekilde helâk edildiği anlaşılmıştır. Yapılan arkeolojik çalışmalardan anlaşıldığına göre şehir, İsrail-Ürdün sınırı boyunca uzanan Tuz Gölü'nün (Ölü Deniz) yakınlarında bulunmaktadır.
738] 3/Âl-i İmran, 65-68
739] 29/Ankebût, 16
740] 29/Ankebût, 18
741] 29/Ankebût, 24
742] 21/Enbiyâ, 70
743] 19/Meryem, 48
744] 54/Kamer, 33-36
HELÂK
- 179 -
Bu helâk olayının kalıntılarını incelemeden önce, Lût Kavmi’nin neden bu cezâya çarptırıldığına bakalım: Kuran'da, Hz. Lût'un kavmine yaptığı uyarı ve onların cevabı şöyle anlatılır: "Lût (kavmi) de, gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Lût: 'Sakınmaz mısınız?' demişti. 'Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca âlemlerin Rabbine aittir. Siz insanlardan (cinsel arzuyla) erkeklere mi gidiyorsunuz? Rabbinizin sizler için yaratmış bulunduğu eşlerinizi bırakıyorsunuz. Hayır, siz sınırı çiğneyen bir kavimsiniz.' Dediler ki: 'Ey Lût, eğer (bu söylediklerine) bir son vermeyecek olursan, gerçekten (buradan) sürülüp çıkarılanlardan olacaksın.' Dedi ki: 'Gerçekten ben, sizin bu yaptığınıza öfke ile karşı olanlardanım." 745
Kendilerini doğru yola dâvetine karşılık kavminin Hz. Lût'a karşı cevabı onu tehdit etmek olmuştu. Lût Kavmi, kendilerine doğru yolu göstermesinden dolayı Hz. Lût'a karşı öfke duyuyor, onu ve onunla birlikte iman edenleri sürgün etmek istiyorlardı. Başka âyetlerde olay şöyle anlatılır:
"Hani Lût da kavmine şöyle demişti: 'Sizden önce âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayâsız çirkinliği mi yapıyorsunuz? Gerçekten siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın) bir kavimsiniz.' Kavminin cevabı: 'Yurdunuzdan sürüp çıkarın bunları, çünkü bunlar çokça temizlenen insanlarmış!' demekten başka olmadı." 746
Hz. Lût, kavmini apaçık bir doğruya çağırıyor ve anlaşılır bir şekilde uyarıyordu. Ancak kavim hiçbir uyarıyı dinlemiyor ve Hz. Lût'u inkâr etmeye ve onun haber vermekte olduğu azâbı yalanlamaya devam ediyordu:
"(Lût da; hani kavmine demişti: 'Siz gerçekten, sizden önce âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı 'çirkin bir utanmazlığı' yapıyorsunuz. Siz, (yine de) erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve bir araya gelişlerinizde çirkinlikler yapacak mısınız?' Bunun üzerine kavminin cevabı yalnızca: 'Eğer doğru söylüyor isen, bize Allah'ın azâbını getir!' demek oldu." 747
Kavminden bu cevabı alan Hz. Lût, Allah'tan yardım istedi: Dedi ki: "Rabbim, fesat çıkaran (bu) kavme karşı bana yardım et."748; "Rabbim, beni ve ailemi bunların yaptıklarından kurtar." 749
Hz. Lût'un isteği üzerine Allah, erkek kılığına girmiş iki melek gönderdi. Bu melekler, Hz. Lût'a gelmeden önce Hz. İbrâhim'e gitmişlerdi. Hz. İbrâhim'e yaşlı karısının bir çocuk doğuracağı müjdesini veren elçiler asıl gönderiliş sebeplerini de açıkladılar: Azgın Lût Kavmi, helâk edilecekti.
"(İbrâhim) dedi ki: 'Şu halde sizin asıl isteğiniz nedir, ey elçiler?' 'Doğrusu biz, suçlu/günahkâr bir kavme gönderildik' dediler. 'Üzerlerine çamurdan (iyice sertleşip kaskatı kesilmiş) taşlar yağdırmak için. (Ki bu taşların her biri,) Rabbinin katında ölçüyü taşıranlar için (herkese ayrı ayrı) işaretlenmiştir." 750
"Ancak Lût ailesi hâriçtir; biz onların tümünü muhakkak kurtaracağız. Ama karısını
745] 26/Şuarâ, 160-168
746] 7/A’râf, 80-82
747] 29/Ankebût, 28-29
748] 29/Ankebut, 30
749] 26/Şuarâ, 169
750] 51/Zâriyât, 31-34
- 180 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(kurtaracaklarımız) dışında tuttuk, o, geride kalanlardandır." 751
Elçilikle görevlendirilmiş melekler Hz. İbrâhim'in yanından çıktıktan sonra Hz. Lût'a geldiler. Elçileri tanımayan Hz. Lût önce endişeye kapıldı, ancak onlarla konuştuktan sonra yatıştı:
“Elçilerimiz Lût'a geldiği zaman, onlardan dolayı kaygılandı, göğsünü bir sıkıntı bastı ve: ‘Bu, zorlu bir gün!’ dedi.” 752
“(Lût) Dedi ki: ‘Sizler gerçekten tanınmamış bir topluluksunuz.’ ‘Hayır’ dediler. ‘Biz sana, onların hakkında kuşkuya kapıldıkları şeyle geldik. Sana gerçeği getirdik, biz şüphesiz doğru söyleyenleriz. Hemen aileni gecenin bir bölümünde yola çıkar, sen de onların ardından git ve sizden hiç kimse arkasına bakmasın; emrolunduğunuz yere gidin.’ Ve onlara şu emri verdik: ‘Sabaha çıkarlarken onların arkası mutlaka kesilecektir." 753
Bu sırada kavim, Hz. Lût'un konuklarının geldiğini haber almıştı. Bu konuklara da sapıkça bir eğilimle yaklaşmaktan çekinmediler. Evin etrafını çevirdiler. Konuklarına mahçup olmaktan endişelenen Hz. Lût, kavme şöyle seslendi:
Lût onlara: 'Bunlar benim konuğumdur, beni utandırıp dillere düşürmeyin' dedi. “Allah'tan korkup sakının ve beni küçük düşürmeyin.” 754
Kavminin cevabı ise, Hz. Lût'a çıkışmak oldu: "Dediler ki: 'Biz seni herkes(in işin)e karışmaktan alıkoymamış mıydık?" 755
"Elindeki tüm imkânları kullanan Hz. Lût, misafirlerine ve kendisine bir kötülük yapılacağı endişesiyle şöyle dedi: 'Size yetecek gücüm olsaydı veya sağlam bir yere sığınabilseydim!" 756
Misafirleri ise, Hz. Lût'a Allah'ın elçileri olduklarını hatırlatarak şöyle dediler: "(Elçiler) Dediler ki: 'Ey Lût, biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana kesin olarak ulaşamazlar. Gecenin bir parçasında ailenle birlikte yürü (yola çık). Sakın, hiçbiriniz dönüp arkasına bakmasın; fakat senin karın başka. Çünkü onlara isâbet edecek olan, ona da isâbet edecektir. Onlara vaad olunan (azâb) sabah vaktidir. Sabah da yakın değil mi?" 757
Şehir halkının azgınlığının son noktaya varmasıyla beraber Allah, meleklerin yardımıyla Hz. Lût'u kurtardı. Sabah vakti de, kavmin üzerine Hz. Lût'un uyardığı azap gönderildi: "Andolsun onlar, onun konuklarından da murâd almak için baskı yaptılar. Biz de onların gözlerini silip kör ettik. 'İşte azâbımı ve uyarmamı tadın.' Andolsun onları bir sabah vakti erkenden, üzerlerinde kararını kılmış bir azâb yakalayıp bastırıverdi." 758
Âyetlerde, kavmin helâki şöyle tarif ediliyor: "Derken, tan yerinin ağarma vaktine girdiklerinde onları (o korkunç ve dayanılmaz) çığlık yakalayıverdi. Ânında (yurtlarının) altını üstüne çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş taş yağdırdık. Elbette bunda 'derin
751] 15/Hicr, 59-60
752] 11/Hûd, 77
753] 15/Hicr, 62-66
754] 15/Hicr, 68-69
755] 15/Hicr, 70
756] 11/Hûd, 80
757] 11/Hûd, 81
758] 54/Kamer, 37-38
HELÂK
- 181 -
bir kavrayışa sahip olanlar' için gerçekten âyetler vardır. O (şehir de) gerçekten bir yol üstünde (hâlâ) durmaktadır." 759
"Böylece emrimiz geldiği zaman, altını üstüne çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık; Rabbinin katında 'belli bir biçime sokulmuş, damgalanmış' olarak. Bunlar zâlimlerden uzak değildir." 760
"Sonra geride kalanları yerle bir ettik. Ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık; uyarılıp korkutulanların yağmuru ne kötü! Gerçekten, bunda bir âyet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, merhametlidir." 761
Kavim helâk olurken içlerinden Hz. Lût ve sayıları ancak "bir ev halkı" kadar olan iman edenler kurtarıldı. Hz. Lût'un karısı iman etmemişti ve o da helâk edildi: "Bunun üzerine biz, karısı dışında onu ve ailesini kurtardık; o (karısı) ise (helâke uğrayanlar arasında) geride kalanlardandı. Ve onların üzerine bir (azap) sağanağı yağdırdık. Suçlu günahkârların uğradıkları sona bir bak!" 762
Böylece Hz. Lût, karısı dışındaki ailesiyle ve kendisine iman edenlerle beraber kurtarıldı. Sapık kavim ise, yerle bir oldu.
Lût Gölü'ndeki "apaçık âyetler" Hûd Sûresi'nin 82. âyeti "böylece emrimiz geldiği zaman, altını üstüne çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık" ifâdesiyle, Lût Kavmi'nin başına gelen felâketin şeklini açıkça bildirir.
Âyetin başında geçen "altını üstüne çevirmek" fiilinin şiddetli bir deprem ile bölgenin yerle bir olduğunu anlatıyor olması mümkündür. Nitekim, helâk olayının yaşanmış olduğu bölge olan Lût Gölü, böyle bir depremin oluştuğuna dair "apaçık deliller" taşımaktadır.
Alman arkeolog Werner Keller konu hakkında şöyle diyor: Bu bölgede bir gün kendini göstermiş olan çok büyük bir çökmede patlamalar, yıldırımlar, yangınlar ve doğal gazlarla birlikte korkunç bir deprem olmuş ve Siddim Vâdisi ile birlikte Lût kavminin şehirleri yerin derinliklerine gömülmüşlerdi. 763
Zaten Lût Gölü, ya da diğer Adıyla Ölü Deniz, aktif bir sismik bölgenin, yani bir deprem kuşağının tam üstünde yer almaktadır: Ölü Deniz'in tabanı Rift Vâdisi denilen tektonik kökenli bir çöküntü içinde yer alır. Bu vâdi kuzeyde Taberiye Gölü'nden, güneyde Arabah Vâdisi'nin ortasına kadar 300 km.'lik bir uzantıda yer alır. 764
Âyetin devamında "üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık" cümlesiyle ifâde edilen olayın ise, Lût Gölü kıyısında meydana gelen volkanik bir patlama ve bunun sonucunda püsküren "pişirilmiş kıvamdaki" kaya ve taşlar olması mümkündür. (Şuarâ Sûresi'nin 173. âyetinde bu olay "...ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık; uyarılıp korkutulanların yağmuru ne kadar da kötü!" şeklinde bildirilmiştir.)
759] 15/Hicr, 73-76
760] 11/Hûd, 82-83
761] 26/Şuarâ, 172-173
762] 7/A’râf, 83-84
763] Werner Keller, Und die Bibel hat doch recht (The Bible as History; a Confirmation of the Book of Books), New York: William Morrow, 1956
764] “Le Monde de la Bible”, Archeologie et Histoire, Temmuz-Ağustos 1993
- 182 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Werner Keller bu konuda da şöyle diyor: Bu deprem sırasında, yer kabuğunun çatlayıp çöküşü, kabuğun altında uyuyan volkanlara serbest yol vermiştir. Şeria'nın yukarı vâdisinde bugün de sönmüş kraterlere rastlanmakta olup buralarda kireç katmanları üzerinde geniş lav kütleleri ve bazalt katmanları yer almıştır. 765
İşte bu lâv ve bazalt katmanları, zamanında burada volkanik bir patlamanın ve depremin olduğunu gösteren en büyük kanıtlardır. Kur’an'da, "üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık" ifâdesiyle tarif edilen olay da büyük olasılıkla bu volkanik patlamadır. Aynı âyette "...emrimiz geldiği zaman altını üstüne çevirdik" şeklinde ifâde edilen olay da Rift Vâdisi'nde tektonik kökenli olan ve volkanların yeryüzüne büyük bir şiddetle çıkmasına sebep veren deprem ile onun getirdiği yarılma ve çöküntüler olmalıdır.
Lût Gölü'nün taşıdığı "apaçık âyetler" gerçekten de son derece dikkat çekicidir. Kur’an’da anlatılan kıssalar ve bildirilen olaylar, genelde, Ortadoğu, Arap Yarımadası ve Mısır etrafında yoğunlaşır. İşte bu toprakların hemen ortasında Lût Gölü vardır. Lût Gölü, etrafında geçen olaylar kadar jeolojik olarak da dikkat çekicidir. Göl, Akdeniz'in yüzeyinden yaklaşık 400 metre daha alçaktadır. Gölün en derin yeri de 400 metre olduğundan, göl tabanı Akdeniz'in yüzeyinden 800 metre alçaktadır. Burası, dünyanın en alçak noktasıdır: Dünyanın deniz yüzeyinden aşağı olan başka bölgelerinde alçaklık en fazla 100 metre kadardır. Lût Gölü'nün başka bir özelliği de suyundaki tuz yoğunluğunun çok yüksek olması, tuz miktarının %30'u bulmasıdır. Bundan dolayı gölde balık ya da yosun gibi herhangi bir canlı yaşayamaz. Batı dillerinde Lût Gölü'ne "Dead Sea" (Ölü Deniz) denilmesinin sebebi de budur.
Kur’an'da anlatılan Lût kavmi ile ilgili olay, tahminlere göre yaklaşık MÖ 1800 yıllarında olmuştur. Alman araştırmacı, Werner Keller, arkeolojik ve jeolojik incelemelere dayanarak yaptığı açıklamalarda Lût kavminin yaşadığı Sodom ve Gomorra şehirlerinin yerlerinin Siddim Vâdisi denilen ve Lût Gölü'nün en alt ucunda bulunan bölgede olduğunu ve zamanında buralarda büyük ve geniş yerleşim alanlarının bulunduğunu belirtiyor.
Lût Gölü'nün en dikkat çekici yapısal özelliği ise, Kur’an'da anlatılan helâk olayının nasıl yaşandığını gösteren bir kanıttır: Lût Gölü'nün doğusunda bir yarımada oluşturan ve dile benzeyen bir kısım, gölün içine uzanır. Bu kısma Araplar "el Lisan" yani "dil" Adını vermişlerdir. Burada suyun tabanında, âdeta gölü ikiye ayıran fakat görülmeyen keskin bir dirsek uzanmaktadır. Bu yarımadanın sağında taban 400 metre derin olduğu halde, sol tarafı şaşılacak kadar sığdır. Son yıllarda yapılan ölçümlerden burasının derinliğinin ancak 15-20 metre kadar olduğu anlaşılmıştır. Daha sonradan oluştuğu tesbit edilen bu sığ bölge, deprem ve bu deprem sonucu oluşan kütlevi bir çöküntünün eseridir. Eskiden Sodom ve Gomorra'nın bulunduğu, yani Lût kavminin yaşadığı yer işte burasıdır:
Zamanında buradan karşı kıyıya yürüyerek geçmek mümkündü. Eskiden Siddim Vâdisi'nde bulunan Sodom ve Gomorra şehirlerini, şimdi Ölü Deniz'in alt bölümünün düzgün yüzeyi örtüyor. MÖ 2. bin yılın başlarında korkunç bir doğal
765] Werner Keller, Und die Bibel hat doch recht (The Bible as History; a Confirmation of the Book of Books), New York: William Morrow, 1956
HELÂK
- 183 -
felâket sonucu tabanın çökmesi, kuzeyden gelen tuzlu suyun bu yeni oluşan boşluğa akmasına ve buranın dolmasına sebep oldu.766
Lût kavminin izleri, gözle de görülebilir... Kayıkla Lût Gölü'nün bu alt ucunda gezildiğinde, güneş ışınları da suya uygun bir açıyla yansıyorsa, insan şaşılacak bir görünümle karşılaşır. Kıyıdan biraz ötede suyun içinde ağaçların belirdiği görülür. Bunlar da gölün son derece yoğun olan tuzlarının konserve ettiği ağaçlardır. Derinlerde yeşil renkte görülen ağaç gövdeleriyle ağaç artıkları çok eskidir. Bir zamanlar bu ağaçların yapraklarının yeşillendiği ve çiçek açtığı yer yani Siddim Vâdisi, bölgenin en güzel yerlerinden biriydi.
Lût kavminin uğradığı felâketin teknik yönü, jeologların araştırmalarından anlaşılıyor. Buna göre, Lût kavmini yok eden deprem, oldukça uzun bir yerkabuğu çatlağı (fay hattı)nın sonucunda oluşmuştur: Şeria Nehri'nin yatağını oluşturan 190 kilometrelik mesafe boyunca Şeria Nehri toplam 180 metrelik bir düşüş yapar. Bu durum ve Lût Gölü'nün deniz seviyesinden 400 metre alçak olması, burada bir zamanlar büyük bir jeolojik olayın meydana geldiğini gösteren önemli delillerdendir.
Şeria Nehri ile Lût Gölü'nün bu ilginç yapısı da, yerkürenin bu bölgesinden geçen bir yarık ya da çatlağın ancak bir parçasından ibârettir. Bu çatlağın durumu ve uzunluğu son zamanlarda saptanmış bulunmaktadır.
Bu çatlak, Toroslar'ın eteklerinden başlayıp güneye doğru Lût Gölü'nün güney kıyılarından ve Arap çölü üzerinden Akabe Körfezi'ne uzayıp oradan da Kızıl Denizi geçerek Afrika'da son bulmaktadır. Bu uzun çöküntünün uzayıp gittiği yerlerde kuvvetli yanardağ hareketlerinin olduğu anlaşılmaktadır. Öyle ki, İsrail'deki Galilee Dağları'nda, Ürdün'ün yüksek yayla kısımlarında, Akabe Körfezi ve diğer yakın yerlerde siyah bazalt ve lavlar bulunmaktadır.
Tüm bu kalıntılar ve coğrafî özellikler, Lût Gölü'nde büyük bir jeolojik olayın yaşandığını göstermektedir. Werner Keller bu jeolojik olayı şöyle anlatıyor: Bu bölgede bir gün kendini göstermiş olan çok büyük bir çökmede patlamalar, yıldırımlar, yangınlar ve doğal gazlarla birlikte korkunç bir deprem olmuş ve Siddim Vâdisi ile birlikte Lût kavminin şehirleri de yerin derinliklerine gömülmüşlerdir. Bu deprem sırasında, yer kabuğunun çatlayıp çöküşü, kabuğun altında uyuyan volkanları harekete geçirmiştir. Şeria'nın yukarı vâdisinde bugün de sönmüş kraterlere rastlanmakta olup buralarda kireç katmanları üzerinde geniş lav kitleleri ve bazalt katmanları yer almıştır. 767
National Geographic ise Aralık 1957 sayısında konu hakkında şöyle diyordu: Sodom tepesi, Ölü Denize doğru yükselir. Hiç kimse şimdiye dek yok olan şehirler Sodom ve Gomorra'yı bulamadı, fakat bilim Adamlarına göre bu şehirler kayalıkların karşısındaki Siddim Vâdisi'nde duruyorlar. Büyük ihtimalle Ölü Deniz'in taşkın suları ve depremin altında kaldılar. 768
Pompei de Aynı Sona Uğramıştı: Kur’an'da, Allah'ın kanunlarında hiçbir
766] Werner Keller, The Bible as History in Pictures, New York: William Morrow, 1964
767] The Bible as History; a Confirmation of the Book of Books, New York: William Morrow, 1956, s. 88
768] G. Ernest Wright, “Bringing Old Testament Times to Life”, National Geographic, Vol. 112, Aralık 1957, s. 833
- 184 -
KUR’AN KAVRAMLARI
değişiklik olmadığı şöyle haber verilir: "...Onlara uyarıcı/korkutucu geldiğinde, nefretlerinden başkasını arttırmadı. (Hem de) Yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp kuşatmaz. Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler? Sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın." 769
Evet, "Allah'ın sünnetinde (kurallarında) hiçbir değişiklik" yoktur. Allah’ın kurallarına aykırı giden, O'na başkaldıran herkes, aynı İlâhî kanunla karşılık görür. Roma İmparatorluğu'nun dejenerasyonunun sembolü olan Pompei de, aynı Lût kavmi gibi, cinsel sapkınlıklara batmıştı. Sonu da Lût kavmiyle benzer oldu.
Pompei'nin helâki, Vezüv Yanardağı'nın patlamasıyla gerçekleşmişti. Vezüv Yanardağı, İtalya'nın, özellikle de Napoli kentinin sembolüdür. Yaklaşık, 2000 yıldan beri suskun olan Vezüv "İbret Dağı" şeklinde adlandırılır. Vezüv'ün bu şekilde tanımlanması boşuna değildir. Ünlü Sodom ve Gomorra kentlerinin başına gelen felâketle, Pompei fâciası birbirine çok benzemektedir.
Vezüv'ün batı yamacında Napoli, doğu yamacında ise Pompei kenti yer alır. Yaklaşık 2000 yıl önce yaşanan bir lav ve kül felâketi, bu kentin insanlarını ânî bir biçimde yakalamıştı. Felâket öylesine ânî olmuştu ki, her şey 2000 yıl öncesinde olduğu gibi kaldı. Sanki zaman dondurulmuştu.
Pompei'nin böyle bir felâketle yeryüzünden silinmesinde elbette ders çıkarılabilecek bir yön vardı. Tarihî kayıtlar, şehrin yok olmadan önce tam bir sefâhet ve sapkınlık merkezi olduğunu gösteriyor. Şehrin en belirgin özelliği, fuhşun çok yaygın olmasıydı. Ancak Vezüv'ün lavları bir anda tüm kenti haritadan sildi. Olayın en ilginç yanı ise, kentin günlük yaşantısı içinde, Vezüv'ün korkunç patlamasına rağmen, kimsenin kaçmamış ve âdeta büyülenerek felâketin farkına bile varamamış olmalarıydı. Yemek yiyen bir aile, o andaki gibi aynen taşlaşmıştı. Cinsel birleşme halinde, sayısız taşlaşmış çift bulunmuştu. Daha da önemlisi, bu çiftler arasında, aynı cinsten olanlar, küçük erkek ve kız çocuklar da vardı. Pompei kalıntılarından çıkarılan taşlaşmış insan cesetlerinin, bazılarının yüzleri hiç bozulmadan kalmıştı. Yüzlerin genel ifâdesi, şaşkınlıktı.
İşte fâcianın en akıl almaz yönü buradadır. Nasıl olmuş da binlerce insan hiçbir şey görmeden ve duymadan, âdeta ölümün gelip kendilerini yakalamasını beklemişlerdir? Olayın bu yönü, Pompei'nin yok oluşunun Kur’an'da anlatılan helâk olaylarına benzediğini gösteriyor. Çünkü Kur’an'da, helâk olayları anlatılırken "birden yok olma" üzerinde durulur. Örneğin Yâsin Sûresi'nde anlatılan "şehir halkı", tek bir anda topluca ölmüşlerdir. Sûrenin 29. âyetinde bu durum şöyle anlatılır: "(Onlara) Yalnızca bir tek çığlık (yetti); ânında sönüverdiler." 770
Kamer Sûresi'nin 31. âyetinde Semûd kavminin helâki anlatılırken de yine "ânında yok olma" olayına dikkat çekilir: "Çünkü Biz onların üzerine bir tek çığlık gönderdik. Böylece onlar, ağıldaki çalı-çırpı olan kuru ot gibi oluverdiler. " 771
Pompei halkının ölümü de âyetlerde anlatıldığı şekilde, "ânında yok olma"
769] 35/Fâtır, 42-43
770] 36/Yâsin, 29
771] 54/Kamer, 31
HELÂK
- 185 -
tarzında gerçekleşmiştir. Tüm bunlara rağmen, Pompei'nin eski yerinde, bugün de olaylar pek fazla değişmiş değil. Napoli'nin sefâhet mahalleleri, Pompei'den hiç aşağı kalmıyor. Kapri adası, eşcinsellerin ve çıplakların kamp yaptıkları bir üs durumunda. Kapri adası turizm reklâmlarında "Eşcinseller Cenneti" olarak tanımlanıyor. Sonuçta, yine bölge halkının aynı tür bir yaşamı seçtikleri görülüyor. Yalnızca Kapri'de ve İtalya'da değil, dünyanın hemen hemen her tarafında bu tür bir ahlâki dejenerasyon yaşanmakta ve insanlar geçmiş kavimlerin başlarına gelen felâketlerden ders almamakta ısrar etmektedirler.
Âd Kavmi ve Kumların Atlantis’i Ubar Kenti
"Âd (halkın)a gelince; onlar da, uğultu yüklü, azgın bir kasırga ile helâk edildiler. (Allah) Onu, yedi gece ve sekiz gün, aralık vermeksizin üzerlerine musallat etti. Öyle ki, o kavmin, orada sanki içi kof hurma kütükleriymiş gibi çarpılıp yere yıkıldığını görürsün. Şimdi onlardan hiç arta kalan (bir şey) görüyor musun? " 772
Kur’an’ın çeşitli sûrelerinde sözü geçen bir başka helâk olmuş kavim ise, adı Nûh Kavmi'nden sonra anılan Âd Kavmi'dir. Âd Kavmine gönderilen Hz. Hûd tüm peygamberler gibi kavmini ortak koşmadan Allah'a iman etmeye ve kendisinin söylediklerine itaat etmeye çağırır. Kavim, Hz. Hûd'a düşmanlıkla cevap verir.
Âd Kavmi'nden bahseden diğer bir sûre ise Şuarâ Sûresi'dir. Bu sûrede Âd Kavmi'nin bazı özelliklerine dikkat çekilir. Buna göre Âd, "yüksek yerlere anıtlar inşa etmekte" ve "ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları edinmekte" olan bir kavimdir. Ayrıca bozgunculuk yapıp, zorbaca davranmaktadır. Hz. Hûd, kavmini uyardığında ise, onun sözlerini "geçmiştekilerin geleneksel tutumu" olarak yorumlarlar. Başlarına bir şey gelmeyeceğinden de son derece emindirler: "Âd (kavmi) de gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Hûd: 'Sakınmaz mısınız?' demişti. 'Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca âlemlerin Rabbine aittir. Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz? Tutup yakaladığınız zaman da zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz? Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeylerle size yardım edenden korkup sakının. Size hayvanlar, çocuklar (vererek) yardım etti. Bahçeler ve pınarlar da. Doğrusu, ben sizin için büyük bir günün azâbından korkuyorum.' Dediler ki: 'Bizim için fark etmez; öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da. Bu, geçmiştekilerin geleneksel tutumundan başkası değildir. Ve biz azap görecek de değiliz.' Böylelikle onu yalanladılar, Biz de onları yıkıma uğrattık. Gerçekten, bunda bir âyet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, merhamet edendir." 773
Hz. Hûd'a düşmanlık eden ve Allah'a başkaldıran kavim, gerçekten de yıkıma uğradı. Korkunç bir kum fırtınası Âd'ı "sanki hiç yaşamamışçasına" yok etti...
İrem Şehri Hakkındaki Arkeolojik Bulgular: 1990'lı yılların başında dünyanın tanınmış gazeteleri çok önemli bir arkeolojik bulguyu "Muhteşem Arap Şehri Bulundu", "Efsanevî Arap Şehri Bulundu", "Kumların Atlantis’i Ubar" başlıklarıyla verdiler. Bu arkeolojik bulguyu daha ilgi çekici hale getiren özelliği, isminin
772] 69/Haakka, 6-8
773] 26/Şuarâ, 123-140
- 186 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kuran'da anılıyor olmasıydı. O güne kadar Kuran'da bahsi geçen Âd kavminin bir efsane olduğunu veya hiçbir zaman bulunamayacağını düşünen birçok kişi, bu yeni bulgu karşısında hayrete düştüler.
Kuran'da sözü edilen bu şehri bulan kişi, amatör bir arkeolog olan Nicholas Clapp idi (Thomas H. Maugh II, “Ubar, Fabled Lost City, Found by LA Team”, The Los Angelas Times, 5 Şubat 1992). Bir Arap uzmanı ve belgesel yapımcısı olan Clapp, Arap tarihi üzerine yaptığı araştırmalar sırasında çok ilginç bir kitaba rastlamıştı. Bu, 1932 yılında İngiliz araştırmacı Bertram Thomas tarafından yazılmış olan Arabia Felix idi. Arabia Felix, Romalıların Arap Yarımadası’nın güneyinde bulunan ve günümüzdeki Yemen ve Umman'ı kapsayan bölgeye verdikleri isimdi. Bu bölgeye Yunanlılar "Eudaimon Arabia", Ortaçağdaki Arap bilginleri ise "Al-Yaman as-Saida" ismini veriyorlardı (774).
Bu isimlerin tümü "Şanslı Araplar" anlamına geliyordu. Çünkü eski zamanlarda bu bölgede yaşayan insanlar o devrin en şanslı kavimleri olarak biliniyorlardı. Peki, böylesine bir yakıştırmanın sebebi neydi acaba?
Bunun sebebi, bu bölgenin stratejik konumuydu. Bölge, Hindistan ve Kuzey Arabistan arasında yapılmakta olan baharat ticaretinin merkezi durumundaydı. Ayrıca bölgede yaşayan kavimler "frankicense" isminde nâdir bulunan bir bitkinin üretimini yapıyor ve bunu pazarlıyorlardı. Eski toplumlar tarafından oldukça rağbet gören bu bitki, çeşitli dinsel âyinlerde tütsü olarak kullanılıyordu. Bu bitki, o zamanlar neredeyse altın kadar değerliydi.
Kitabında bütün bunlardan bahseden İngiliz araştırmacı Thomas, sözünü ettiği bu "şanslı" kavimleri uzun uzun tarif ediyor ve bunlardan bir tanesinin kurmuş olduğu bir şehrin izini bulduğunu iddia ediyordu. Bu, bedevîlerin "Ubar" ismini taktıkları şehirdi. Bölgeye yaptığı araştırma gezilerinden bir tanesinde çölde yaşayan bedevîler, kendisine eski bir patika yolu göstermişler ve bu patikanın Ubar isimli çok eski bir şehre ait olduğunu anlatmışlardı. Konuyla çok ilgilenen Thomas, bu araştırmalarını tamamlayamadan ölmüştü.775
İngiliz araştırmacı Thomas'ın yazdıklarını inceleyen Clapp de, kitapta bahsedilen bu kayıp şehrin varlığına inanmıştı. Çok vakit kaybetmeden araştırmalarına başladı. Clapp, Ubar'ın varlığını kanıtlamak için iki ayrı yola başvurdu. Önce bedevîler tarafından var olduğu söylenen patika izlerini buldu. NASA'ya başvurarak bu bölgenin resimlerinin uydu aracılığıyla çekilmesini istedi. Uzun bir uğraşıdan sonra, yetkilileri bu bölgenin resimlerinin çekilmesi için iknâ etmeyi başardı. 776
Clapp daha sonra Californiya'da Huntington kütüphanesinde bulunan eski yazıtları ve haritaları incelemeye başladı. Amacı, bölgenin bir haritasını bulmaktı. Kısa bir araştırmadan sonra buldu da. Mısır-Yunan coğrafyacısı Batlamyus tarafından MS 200 yılında çizilmiş bir haritaydı bulduğu. Haritada, bölgede bulunan eski bir şehrin yeri ve bu şehre doğru giden yolların çizimi gösterilmişti.
Bu sırada NASA'dan resimlerin çekilmiş olduğu haberi de geldi. Resimlerde,
774] Kamal Salibi, A History of Arabia, Caravan Books, l98O
775] Bertram Thomas, Arabia Felix: Across the “Empty Quarter” of Arabia, New York: Schrieber’s Sons 1932, s. 161
776] Charles Crabb, “Frankincense”, Discover, Ocak 1993
HELÂK
- 187 -
yerden çıplak gözle görülmesi mümkün olmayan, ancak havadan bir bütün halinde görülebilen bazı yol izleri ortaya çıkmıştı. Bu resimleri elindeki eski haritalarla karşılaştıran Clapp, sonunda beklediği sonuca vardı. Hem eski haritada belirtilen yollar, hem de uydudan çekilen resimlerde görülen yollar birbirleriyle kesişiyorlardı. Bu yolların bitiş noktası ise eskiden bir şehir olduğu anlaşılan geniş bir alandı.
Sonunda bedevîlerin sözlü olarak anlattıkları hikâyelerin konusu olan efsânevî şehrin yeri bulunabilmişti. Kısa süre sonra kazılara başlandı ve kumların içinden eski bir şehrin kalıntıları çıkmaya başladı. Bu nedenle de bu kayıp şehir "Kumların Atlantis’i Ubar" olarak tanımlandı.
Peki, bu eski şehrin Kuran'da bahsedilen Âd Kavmi’nin şehri olduğunu kanıtlayan şey neydi? Yıkıntılar ilk olarak ortaya çıkarıldığı andan itibaren bu yıkık şehrin Kuran'da bahsedilen Âd Kavmi ve İrem'in sütunları olduğu anlaşılmıştı. Zira kazılarda ortaya çıkartılan yapılar arasında, Kuran'da varlığına dikkat çekilen uzun sütunlar yer alıyordu. Kazıyı yürüten araştırma ekibinden Dr. Zarins de, bu şehri diğer arkeolojik bulgulardan ayıran şeyin yüksek sütunlar olduğunu ve dolayısıyla bu şehrin Kuran'da bahsi geçen Âd Kavmi’nin kenti İrem olduğunu söylüyordu. Kuran'da, İrem'den şöyle söz ediliyordu: "Rabbinin Âd (kavmin)e ne yaptığını görmedin mi? 'Yüksek sütunlar' sahibi İrem'e? Ki, şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi." 777
Âd Kavmi’nin İnsanları: Buraya kadar, Ubar'ın Kuran'da bahsi geçen İrem şehri olabileceğini gördük. Kuran'a göre bu şehrin halkı, kendilerine mesaj getiren ve uyarıp korkutan peygamberlerini dinlememişler ve böylece helâk edilmişlerdi.
İrem şehrini kuran Âd Kavmi’nin kimliği de tartışmalara yol açmış bir konudur. Tarih kayıtlarında böylesine gelişmiş kültüre sahip bir halktan ve bunların kurmuş oldukları medeniyetten bahsedilmemektedir. Böyle bir halkın isminin, tarih kayıtlarında bulunmamasının oldukça garip bir durum olduğu düşünülebilir.
Aslında bu halkın varlığına kayıtlarda ve eski devletlerin arşivlerinde rastlanmamasına çok fazla şaşırmamak gerekir. Zira bu halk, Ortadoğu ve Mezopotamya bölgesinde bulunan diğer kavimlerden uzak bir bölge olan Güney Arabistan'da yaşıyordu ve onlarla olan ilişkileri sınırlıydı. Haklarında pek az şey bilinen bir devletin kayıtlarda geçmemesi olağan bir durumdu. Bununla birlikte, Ortadoğu'da Âd Kavmi hakkında halk arasında dilden dile anlatılan hikâyelere rastlamak mümkündür.
Âd Kavmi’ne yazılı kayıtlarda rastlanılmamasının en önemli sebebinin ise bu tarihlerde, bu bölgede henüz yazılı iletişimin yaygın olarak kullanılmaması olabilir. Âd Kavmi’nin bir devlet kurmuş olduğunu, ancak bu devletin tarih kayıtlarına geçirilmediğini düşünmek mümkündür. Bu devlet biraz daha uzun yaşasaydı, belki de günümüzde bunlar hakkında çok daha fazla şey biliniyor olacaktı.
Âd kavmi ile ilgili tarihsel bir kayıt yoktur, ama onların "torunları" hakkında önemli bilgiler bulmak ve bu bilgiler sâyesinde Âd Kavmi hakkında fikir
777] 89/Fecr, 6-8
- 188 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yürütmek mümkündür.
Âd'ın Torunları Hadramîler: Âd Kavmi insanlarının ya da onların torunlarının kurdukları olası bir medeniyetin izlerinin araştırılması gereken ilk yer, "Kumların Atlantis’i Ubar"ın bulunduğu ve "Şanslı Araplar"ın bölgesi olarak nitelendirilen Güney Yemen'dir. Güney Yemen'de Yunanlılar tarafından "Şanslı Araplar" olarak isimlendirilmiş dört halk yaşamıştır. Bunlar Hadramîler, Sebe’liler, Minalar ve Katabanlılar'dır. Bu dört halk uzunca bir süre birbirlerine yakın bir coğrafyada hüküm sürmüşlerdir.
Günümüzde birçok tarihçi, Âd kavminin bir değişim süreci içine girdiğini ve tarih sahnesine tekrar çıktığını söyler. Bunlardan Ohio Üniversitesi'nde araştırmacı olan Dr. Mikail H. Rahman, Âd Kavmi’nin Güney Yemen'de yaşamış bulunan dört kavimden birisi olan Hadramîlerin ataları olduğuna inanmaktadır. Ortaya çıkışları MÖ 500'lü yıllara rastlayan Hadramîler, "Şanslı Araplar" olarak nitelendirilen insanlar içinde en az bilinenlerdir. Bu kavim, çok uzun bir süre Güney Yemen bölgesinin kontrolünü elinde tutmuş, uzun bir zayıflama sürecinin sonunda da MS 240 yılında tamamen ortadan kalkmıştır.
Hadramîlerin Âd Kavmi’nin torunları olabileceğinin bir belirtisi, bunların isimlerinde gizlidir. MÖ 3. yüzyılda yaşamış Yunanlı yazar Pliny, bu kavimden "Âdramitai" -bu kelime Hadramî demektir- olarak bahsetmektedir. 778 "Âdramitai" kelimesinin isim hali ise "Âdram"dır. Kuran'da "Âd-ı İrem" olarak ismi geçen bu kelimenin zaman içinde meydana gelen bozulma sonucu "Âdram" haline gelmiş olması mümkündür.
Yunan coğrafyacı Batlamyus (MS 150-160) da, "Âdramitai" isimli kavmin yaşadığı yer olarak Arap Yarımadası'nın güneyini gösterir. Nitekim bu bölge, yakın bir tarihe kadar da "Hadramût" ismiyle bilinmiştir. Hadramî Devleti’nin başkenti Sabwah, Hadramût vâdisinin batısında yer almıştır. Bu arada birçok eski efsâneye göre de Âd Kavmi’ne elçi olarak gönderilmiş olan Hz. Hûd'un mezarı Hadramût'tadır.
Hadramîler’in Âd Kavmi’nin devamı olduğu düşüncesini güçlendiren bir diğer etken, bunların zenginlikleridir. Yunanlılar, Hadramîleri "dünya üzerindeki en zengin ırk" olarak nitelendirmişlerdir. Tarih kayıtları, Hadramîlerin o çağların değerli bitkisi "frankinsce"in tarımında çok ileri gittiklerini söylemektedir. Bitkinin yeni kullanım alanlarını bulmuşlar ve kullanımını yaygınlaştırmışlardır. Hadramîlerin yaptığı tarım üretimi, bu bitkinin günümüzdeki üretiminden çok daha fazladır.
Hadramîler’in başkenti olduğu bilinen Sabwah'ta yapılan kazılarda bulunanlar oldukça ilginçtir. 1975 yılında başlanan kazılarda, yoğun kum yığınları sebebiyle arkeologların kentin kalıntılarına ulaşması son derece zor oldu. Kazılar sonunda elde edilen bulgular şaşırtıcıydı; çünkü ortaya çıkartılan antik şehir, o güne kadar rastlanılanların içinde en muhteşemlerinden bir tanesiydi. Şehri çevreleyen kalenin duvarları, Yemen'de bulunanların arasında en kalın ve en kuvvetli olanıydı. Krallık sarayının ise artık bir harâbe halinde olmasına rağmen, bir zamanlar çok muhteşem bir bina olduğu anlaşılmaktaydı.
778] Nigel Groom, Frankincense and Myrrh, Longman, 1981, s. 81
HELÂK
- 189 -
Hadramîler’in bu mimarî üstünlüklerini, ataları olan Âd Kavmi’nden miras aldıklarını varsaymak son derece mantıklıydı kuşkusuz. Nitekim Hz. Hûd, Âd Kavmi’ni uyarırken onlara şöyle demişti: "Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz?" 779
Sabwah'ta bulunan yapıların bir başka dikkat çekici özelliği de gösterişli sütunlardı. Yemen'deki birçok şehirde sütunlar, kare şeklinde ve yekpâre olarak yapılmışlardı. Sabwah'tan çıkartılan sütunlar ise bölgede bulunan diğer şehirlerin sütunlarına hiç benzemiyordu; bunlar yuvarlak yapılıydılar ve dizilişleri de dairesel şekildeydi. Sabwah halkı, ataları Âd Kavmi’nin mimarî tarzını miras olarak almış olmalılardı. MS 9. yüzyılda yaşamış Bizans İstanbul Başpiskoposu Photius, günümüzde kaybolmuş eski Yunan yazıtlarını, özellikle Agatharacides'in (MÖ 132) yazdığı Kızıl Deniz Hakkında isimli kitabı kullanarak, Güney Arapları ve onların ticarî faâliyetleri hakkında birçok araştırma yapmıştı. Photius bir yazısında şöyle diyordu: "Şu söyleniyor ki onlar (Güney Araplar) üzeri gümüş ve altınla kaplı birçok sütunlar inşa etmişlerdi. Bu sütunların yerleştirilişi de görülmeye değerdi." 780
Photius'un bu ifâdesi, doğrudan Hadramîlere işaret etmese bile, bu bölgede yaşayan halkların zenginliğini ve mimarî alanındaki gelişmişliğini göstermesi bakımından dikkate değerdir. Yunanlı klasik yazarlar Pliny ve Strabo da bu şehirlerden "çarpıcı güzellikte tapınaklar ve saraylarla bezeli" yerler olarak bahsetmektedirler.
Bu şehirlerin sahiplerinin Âd Kavmi’nin torunları olduğunu düşündüğümüzde Kur’an’ın, Âd Kavmi’nin yurdunu "sütunlar sahibi İrem" 781 olarak tanımlamasının nedeni açıkça anlaşılmaktadır.
Âd Kavminin Pınarları ve Bahçeleri: Günümüzde Güney Arabistan'a seyahat eden bir kişinin en sık karşılaşacağı şey, geniş çöl alanları olacaktır. Şehirlerin ve sonradan ağaçlandırılmış bölgelerin dışında kalan yerlerin çoğu kumlarla kaplıdır. Bu çöller, yüzlerce belki de binlerce yıldır burada bulunmaktadırlar.
Ancak Kuran'da, Âd Kavmini anlatan âyetlerin birinde önemli bir bilgi verilir. Kavmini uyaran Hz. Hûd, onlara Allah tarafından bahşedilmiş olan pınarlara ve bahçelere dikkat çekmektedir: "Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeylerle size yardım edenden korkup sakının. Size hayvanlar, çocuklar (vererek) yardım etti. Bahçeler ve pınarlar da. Doğrusu, ben sizin için büyük bir günün azâbından korkuyorum." 782
Ama belirttiğimiz gibi, İrem şehriyle özdeşleştirilen Ubar, veya bölgede Âd kavminin yaşaması muhtemel olan herhangi bir yer, bugün tümüyle çöllerle kaplıdır. Öyleyse Hz. Hûd neden kavmini uyarırken böyle bir ifâde kullanmıştır?
Cevap, tarihteki iklim değişimleridir. Tarihsel kayıtlar, günümüzde çölleşmiş bulunan bu yerlerin, bir zamanlar oldukça verimli ve yeşil bir toprak olduğunu göstermektedir. Bölgenin büyük bir kısmı, günümüzden birkaç bin yıl öncesine
779] 26/Şuarâ, 128-129
780] Nigel Groom, Frankincense and Myrrh, Longman, 1981, s. 72
781] 89/Fecr, 7
782] 26/Şuarâ, 131-135
- 190 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kadar Kur’an'da anlatıldığı gibi yeşil alanlarla ve pınarlarla kaplıydı, bölge halkları da bu nimetlerden faydalanıyordu. Ormanlar, bölgenin sert iklimini yumuşatıyor ve yaşamaya daha uygun hale getiriyordu. Çöl yine vardı, ancak günümüzdeki kadar geniş bir alan kaplamıyordu.
Güney Arabistan'da, Âd Kavmi’nin yaşadığı bölgelerde bu konuya ışık tutacak önemli ipuçları elde edildi. Bunlar, bölgede yaşayan kavimlerin gelişmiş bir sulama sistemi kullandıklarını gösteriyordu. Bu sulama sistemi tek bir amaca hizmet ediyor olabilirdi: Sulu tarım. Günümüzde yaşamaya elverişli olmayan bu bölgelerde insanlar bir zamanlar tarım yapıyorlardı.
Uydudan çekilen resimlerde Ramlat at Sab'atayan isimli bir yerleşim bölgesinde çeşitli sulama kanalları ve baraj kalıntıları bulunmuştu. Bu yapıların şekilleri ve boyutları, bunların bu bölgede yaşayan 200.000 kişilik bir topluluğa yetecek kadar büyük olduklarını gösteriyordu. 783
Araştırmayı yürüten arkeologlardan Doe şöyle demişti: "Ma'rib çevresinde bulunan alan o kadar verimliydi ki, bir zamanlar Ma'rib ve Hadramût arasında kalan bölgede çok yüksek verimli bir tarım yapıldığı söylenebilir." 784
Yunanlı klasik yazar Pliny de yazılarında bu bölgede bulunan verimli topraklardan, sislerle kaplı, ağaçlıklı dağlardan ve kesintisiz uzanan ormanlardan bahsediyordu. Hadramîlerin başkenti Sabwah yakınlarında erken döneme ait bazı tapınaklardaki yazıtlarda, bu bölgede hayvanların avlandığından ve bunların kurban edildiklerinden söz ediliyordu. Bütün bunlar, bu bölgede bir zamanlar çöllerin yanı sıra verimli toprakların da geniş bir alan kapladığını gösteriyordu.
Bir bölgenin çölleşmesi için geçerli olan süre, çeşitli araştırmalara konu olmuştur. Bunlardan biri, Smithsonian Enstitüsü'nün Pakistan'da yaptığı araştırmadır. Ortaçağ'da verimli bir arâzî olduğu bilinen bir bölgenin günümüzde 6 metrelik bir kum tepesine dönüştüğü görülmüştür. Kumlar, günde 15 cm. kadar kalınlaşabilmekte ve böylece en yüksek yapıları bile zaman içinde yutabilmekte, bunları sanki hiç var olmamış gibi örtebilmektedir. Yemen'de Timna bölgesinde 1950'li yıllarda başlatılan kazılar sonucu ortaya çıkartılan yapılar, günümüzde tekrar kumlara gömülmüştür. Mısır piramitleri de bir zamanlar tümüyle kumlar altındaydı ve ancak çok uzun süren kazılar sonucunda tekrar yeryüzüne çıkartılabilmişlerdi. Kısacası, bugün çöl olarak bilinen bir bölgenin geçmişte daha değişik bir görünüme sahip olması olası bir durumdur.
Âd Kavmi Nasıl Helâk Edildi? Kuran'da, Âd Kavmi’nin helâk edilme şeklinin "kulakları patlatan bir kasırga" vâsıtasıyla gerçekleştirildiği söylenmektedir. Âyetlerde bu kasırganın yedi gece ve sekiz gün sürdüğünden ve Âd Kavmi insanlarını tümden yok ettiğinden de bahsedilir: “Âd (kavmi) de yalanladı. Şu halde Benim azâbım ve uyarmam nasılmış? Biz, o uğursuz (felâket yüklü ve) sürekli bir günde üzerlerine 'kulakları patlatan bir kasırga' gönderdik. İnsanları söküp atıyordu; sanki onlar, kökünden sökülüp kopmuş hurma kütükleriymiş gibi.” 785; “Âd (halkın)a gelince; onlar da, uğultu yüklü, azgın bir kasırga ile helâk edildiler. (Allah) Onu, yedi gece ve sekiz gün, aralık vermeksizin üzerlerine musallat etti. Öyle ki, o kavmin, orada sanki içi kof hurma
783] Joachim Chwaszcza, Yemen, 4 PA Press, I992
784] Joachim Chwaszcza, Yemen, 4PA Press, I992
785] 54/Kamer, 18-20
HELÂK
- 191 -
kütükleriymiş gibi çarpılıp yere yıkıldığını görürsün.” 786
Daha önceden uyarılmış olan kavim, hiçbir uyarıya kulak asmamış ve elçisini sürekli yalanlamıştı. Hatta öylesine bir gaflet içindeydiler ki, helâkin kendilerine gelmekte olduğunu gördüklerinde bile bunu kavrayamamış ve inkâra devam etmişlerdi: "Derken, onu (azâbı) vâdilerine doğru yönelerek gelen bir bulut şeklinde gördükleri zaman, ‘Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur’ dediler. Hayır! O, kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir rüzgâr; onda acı bir azap vardır." 787
Âyette, kavmin kendisine azap getirecek olan bulutu gördüğü, ancak bunun gerçekte ne olduğunu anlayamadıkları ve bir yağmur bulutu sandıkları belirtilmektedir. Bu durum, kavme gelen azâbın ne şekilde olduğu konusunda önemli bir gösterge sayılabilir. Çünkü çöl kumunu kaldırarak ilerlemekte olan bir kasırga da uzaktan bir yağmur bulutuna benzer. Âd Kavmi insanlarının da bu görüntüye aldanmış ve azâbı fark etmemiş olmaları mümkündür. Güney Arabistan'da araştırmalar yapan Doe, bir kum fırtınasını şöyle tarif etmektedir: Bir (kum fırtınasının) ilk işareti, kuvvetli rüzgârla savrulan ve yükselmekte olan akımlarla yüzlerce metre yükseğe çıkan kumla dolu bir buluttur 788.
Nitekim Âd Kavmi’nin kalıntısı olduğu düşünülen "Kumların Atlantis’i Ubar" da, metrelerce kalınlıktaki bir kum tabakasının altından çıkarılmıştır. Anlaşılan Kur’an’ın ifâdesiyle "yedi gün ve sekiz gece" süren kasırga, şehrin üzerine tonlarca kum yığmış ve kavmin insanlarını diri diri toprağa gömmüştür. Ubar'da yapılan kazılar da aynı gerçeği gösterir. Fransız Ça m'Interesse dergisi aynı tespiti şu ifâdeyle bildirir: "Ubar, çıkan bir fırtına neticesinde 12 metre kumun altına gömülmüştü." 789
Âd Kavmi’nin bir kum fırtınası ile toprağa gömüldüğünü gösteren en önemli delil ise, Kuran'da Âd Kavmi’nin yerini belirtmek için kullanılan "ahkaf" kelimesidir. Ahkaf Sûresindeki âyette geçen ifâde şöyledir: "Âd'ın kardeşini hatırla; onun önünden ve ardından nice uyarıcılar gelip geçmişti; hani o, Ahkaf'taki kavmini: 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azâbından korkarım' diye uyarıp korkutmuştu." 790
Ahkaf Arapça'da "kum tepeleri" demektir ve "kum tepesi" anlamına gelen "hikf" kelimesinin çoğuludur. Bu ise Âd Kavmi’nin "kum tepeleri"yle dolu bir bölgede yaşadığını gösterir ki, bir kum fırtınası ile toprağa gömülmüş olmasının bundan daha mantıklı bir zemini olamaz. Bir yoruma göre, Ahkaf "kum tepeleri" anlamından çıkarak doğrudan bir bölgenin, güney Yemen'de Âd Kavmi’nin yaşadığı bölgenin adı haline gelmiştir. Ama bu da kelimenin kökeninin kum tepeleri olduğu gerçeğini değiştirmez, sadece kelimenin bu bölgedeki yoğun kum tepeleri nedeniyle yöreye has hale geldiğini gösterir.
Verimli topraklar üzerinde tarım yaparak yaşayan ve kendisine barajlar ve su kanalları yapan Âd Kavmi’ne "insanları içi boş hurma kütükleri gibi söküp atan" kum fırtınasıyla beraber gelen helâk, tüm kavmi kısa sürede yok etmiş olmalıdır.
786] 69/Haakka, 6-7
787] 46/Ahkaf, 24
788] Brian Doe, Southern Arabia, Thames and Hûdson, 1971, s. 21
789] Ça m’Interesse, Ocak 1993
790] 46/Ahkaf, 21
- 192 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kavmin tüm verimli ekili tarlaları, su kanalları, barajları kumlarla kaplanmış, tüm şehir ve içindekiler diri diri kuma gömülmüşlerdir. Kavim helâk edildikten sonra da zamanla genişleyen çöl, bu kavimden hiçbir iz bırakmayacak şekilde üzerlerini örtmüştür.
Sonuç olarak şöyle söylenebilir ki, tarihsel ve arkeolojik bulgular, Kur’an'da bahsi geçen Âd Kavmi’nin ve İrem şehrinin varlığını ve Kuran'da anlatıldığı biçimde helâk olduklarını ispatlamaktadır. Yapılan araştırmalarla bu kavmin kalıntıları, kumların içinden çıkarılmıştır.
İnsana düşen, kumların içine gömülmüş olan bu kalıntılara bakarak Kuran'da çok defa üzerinde durulan şekilde ibret almaktır. Allah Kuran’da, Âd Kavmi’nin kibirlenme nedeniyle doğru yoldan saptığını bildirir ve "yeryüzünde haksız yere büyüklenerek, 'kuvvet bakımından bizden daha üstünü kimmiş?" dediklerini haber verir. Âyetin devamında da şöyle denir: "Onlar, gerçekten kendilerini yaratan Allah'ı görmediler mi? O, kuvvet bakımından kendilerinden daha üstündür..." 791
İşte insana düşen, bu değişmez gerçeği her zaman görmek, en büyük ve en üstün olanın her zaman için Allah olduğunu ve sadece O'na kulluk etmekle kurtuluşa erişilebileceğini bilmektir.
Semûd Kavmi
“Semûd (kavmi) de uyarıları yalanladı. Dediler ki: ‘Bizden biri olan bir beşere mi uyacağız? Bu durumda gerçekten biz bir sapıklık (dalâlet) ve çılgınlık içinde kalmış oluruz. Zikr (vahy) içimizden ona mı bırakıldı? Hayır, o çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarıktır.’ Onlar yarın, kimin çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarık olduğunu bilip öğreneceklerdir.” 792
Kur’an'da belirtildiğine göre Semûd kavmi de, aynı Âd kavmi gibi Allah'ın uyarılarını göz ardı etmiş ve bunun sonucunda helâk olmuştur. Günümüzde arkeolojik ve tarihsel çalışmalar sonunda Semûd kavminin yaşadığı yer, yaptığı evler, yaşama biçimi gibi birçok bilinmeyen, gün ışığına çıkartılmıştır. Kuran'da bahsedilen Semûd kavmi, bugün, hakkında birçok arkeolojik bulguya sahip olunan bir tarihsel gerçektir.
Semûd kavmiyle ilgili bu arkeolojik bulgulara bakmadan önce, elbette, Kuran'da anlatılan kıssayı incelemekte ve bu kavmin peygamberlerine çıkardıkları zorlukları gözden geçirmekte yarar var. Zira Kur’an her çağa hitap eden bir kitap olduğundan, Semûd kavminin kendisine gelen tebliği inkâr etmesi de her çağ için ibret alınması gereken bir olaydır.
Hz. Sâlih'in Tebliği: Kur’an’da Semûd kavmini uyarıp korkutması için Hz. Sâlih'in gönderildiğinden bahsedilir. Hz. Sâlih, Semûd halkı içinde tanınan bir kişidir. Onun hak dini tebliğ etmesini ummayan kavim ise, kendilerini içinde bulundukları sapkınlıktan uzaklaşmaya çağırması karşısında şaşkınlığa düşmüştür. İlk tepki, yadırgama ve kınamadır:
“Semûd (halkına da) kardeşleri Sâlih'i (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur. O sizi yerden (topraktan) yarattı ve onda ömür
791] 41/Fussılet, 15
792] 54/Kamer, 23-26
HELÂK
- 193 -
geçirenler kıldı. Öyleyse O'ndan bağışlanma dileyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz benim Rabbim, yakın olandır, (duâları) kabul edendir.’ Dediler ki: ‘Ey Sâlih, bundan önce sen içimizde kendisinden (iyilikler ve yararlılıklar) umulan biriydin. Atalarımızın taptığı şeylere tapmaktan sen bizi engelleyecek misin? Doğrusu biz, senin bizi dâvet ettiğin şeyden kuşku verici bir tereddüt içindeyiz." 793
Sâlih Peygamber'in çağrısına halkın az bir kısmı uydu, çoğu ise anlattıklarını kabul etmedi. Özellikle de kavmin önde gelenleri Hz. Sâlih'i inkâr ettiler ve ona karşı düşmanca bir tavır takındılar. Hz. Sâlih'e inananları güçsüz duruma düşürmeye, onları baskı altına almaya çalıştılar. Hz. Sâlih'in kendilerini Allah'a ibâdet etmeye çağırmasına öfke duyuyorlardı. Bu öfke sadece Semûd halkına özgü de değildi aslında; Semûd kavmi, kendisinden önce yaşayan Nûh ve Âd Kavimleri’nin yaptığı hatayı yapıyordu. Kur’an’da bu üç toplumdan şöyle söz edilir: “Sizden öncekilerin, Nûh kavminin, Âd ve Semûd ile onlardan sonra gelenlerin haberi size gelmedi mi? Ki onları, Allah'tan başkası bilmez. Elçileri onlara apaçık delillerle gelmişlerdi de, ellerini ağızlarına götürüp (öfkelerinden ısırdılar) ve dediler ki: ‘Tartışmasız, biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeyden de gerçekten kuşku verici bir tereddüt içindeyiz.” 794
Hz. Sâlih'in uyarılarına rağmen kavim, Allah hakkında kuşkulara kapılmaya devam etti. Ancak yine de Hz. Sâlih'in peygamberliğine inanmış bir grup vardı ki bunlar, daha sonra azap geldiğinde Hz. Sâlih ile beraber kurtarılacaklardı. Önde gelenler ise, Hz. Sâlih'e iman etmiş olan topluluğa zorluk çıkarmaya çalıştılar: “Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler), içlerinden iman edip de onlarca zayıf bırakılanlara (müstaz'aflara) dediler ki: ‘Sâlih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?’ Onlar: ‘Biz gerçekten onunla gönderilene iman edenleriz’ dediler. Büyüklük taslayanlar (müstekbirler de şöyle) dedi: ‘Biz de, gerçekten sizin inandığınızı inkâr edip tanımayanlarız.” 795
Semûd kavmi hâlâ Allah ve Hz. Sâlih'in peygamberliği hakkında kuşkulara kapılmaktaydı. Üstelik bir kısmı, Hz. Sâlih'i açık olarak inkâr ediyordu. Hatta, inkâr edenlerden bir grup -hem de sözde Allah Adına- Hz. Sâlih'i öldürmek için planlar yapıyordu: “Dediler ki: ‘Senin ve seninle birlikte olanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık.’ (Sâlih) Dedi ki: ‘Sizin uğursuzluğunuz (başınıza gelenler) Allah katında (yazılı)dır. Hayır, siz imtihan edilmekte, denenmekte olan bir kavimsiniz.’ Şehirde dokuzlu bir çete vardı, yeryüzünde bozgun çıkarıyorlar ve dirlik düzenlik bırakmıyorlardı. Kendi aralarında Allah adına and içerek, dediler ki: ‘Gece mutlaka ona ve ailesine bir baskın düzenleyelim, sonra velîsine: ‘Âilesinin yok oluşuna biz şâhit olmadık ve gerçekten bizler doğruyu söyleyenleriz’ diyelim.’ Onlar hileli bir düzen kurdu. Biz de (onların hilesine karşı) onların farkında olmadığı bir düzen kurduk.” 796
Hz. Sâlih, Allah’ın vahyi üzerine, kavminin Allah'ın emirlerine uyup uymayacaklarını belirlemek için Allah’tan bir mûcize olmak üzere son bir deneme olarak onlara dişi bir deve gösterdi. Kendisine itaat edip etmeyeceklerini sınamak için kavmine, sahip oldukları suyu bu dişi deve ile paylaşmalarını ve ona zarar vermemelerini söyledi. Böylece kavim bir denemeden geçirildi. Kavminin
793] 11/Hûd, 61-62
794] 14/İbrâhim, 9
795] 7/A’râf, 75-76
796] 27/Neml, 47-50
- 194 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Sâlih'e cevabı ise, bu deveyi öldürmek oldu. Şuarâ Sûresi'nde, bu olayların gelişimi şöyle anlatılır: “Semûd (kavmi) de, gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Sâlih: ‘Sakınmaz mısınız?’ demişti. ‘Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; Siz burada güvenlik içinde mi bırakılacaksınız? Bahçelerin, pınarların içinde, ekinler ve yumuşak tomurcuklu göz alıcı hurmalıklar arasında? Dağlardan ustalıkla zevkli evler yontuyorsunuz. Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Ve ölçüsüzce davrananların emrine itaat etmeyin. Ki onlar, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyor ve dirlik düzenlik kurmuyorlar (ıslah etmiyorlar).’ Dediler ki: ‘Sen ancak büyülenmişlerdensin. Sen yalnızca bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsin; eğer doğru sözlü isen, bu durumda bir âyet (mûcize) getir görelim.’ Dedi ki: ‘İşte, bu bir dişi devedir; su içme hakkı (bir gün) onun, belli bir günün su içme hakkı da sizindir. Ona bir kötülükle dokunmayın, sonra büyük bir günün azâbı sizi yakalar.’ Sonunda onu (yine de) kestiler, ancak pişman oldular.” 797
Hz. Sâlih ile kavmi arasındaki mücâdele Kamer Sûresi'nde ise şöyle bildirilir: “Semûd (kavmi) de uyarıları yalanladı. Dediler ki: ‘Bizden biri olan bir beşere mi uyacağız? Bu durumda gerçekten biz bir sapıklık (dalâlet) ve çılgınlık içinde kalmış oluruz. Zikr (vahy) içimizden ona mı bırakıldı? Hayır, o çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarıktır.’ Onlar yarın, kimin çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarık olduğunu bilip öğreneceklerdir. Gerçek şu ki Biz, bir fitne (imtihan ve deneme konusu) olarak o dişi deveyi kendilerine göndereniz. Şu halde sen onları gözleyip bekle ve sabret. Ve onlara, suyun aralarında kesin olarak pay edildiğini haber ver. Su alış sırası (kiminse, o) hazır bulunsun. Derken arkadaşlarını çağırdılar, o da bıçağını kapıp hayvanı ayağından biçip yere devirdi.” 798
Deveyi öldürdükten sonra kendilerine azâbın çabucak gelmemesi, kavmin azgınlığını daha da arttırdı. Hz. Sâlih'i rahatsız etmeye, onu eleştirmeye ve yalancılıkla suçlamaya başladılar: “Böylelikle dişi deveyi öldürdüler ve Rablerinin emrine karşı çıkıp (Sâlih'e de şöyle) dediler: ‘Ey Sâlih, eğer gerçekten gönderilenlerden (bir peygamber) isen, vaad ettiğin şeyi getir bakalım!” 799
Allah, inkâr edenlerin kurdukları hileli düzenleri boşa çıkarttı ve Hz. Sâlih'i kötülük yapmak isteyenlerin ellerinden kurtardı. Bu olaydan sonra artık kavme her türlü tebliği yaptığını ve hiç kimsenin öğüt almadığını gören Hz. Sâlih, kavmine kendilerinin üç gün içinde helâk olacaklarını bildirdi: “...(Sâlih) Dedi ki: 'Yurdunuzda üç gün daha yararlanın. Bu, yalanlanmayacak bir vaaddir.” 800
Nitekim üç gün sonra Hz. Sâlih'in uyarısı gerçekleşti ve Semûd kavmi helâk edildi: “O zulmedenleri dayanılmaz bir ses sarıverdi de kendi yurtlarında diz üstü çökmüş olarak sabahladılar. Sanki orada hiç refah içinde yaşamamışlar gibi. Haberiniz olsun; Semûd (halkı) gerçekten Rablerini inkâr etmişler, O’na nankörlük yapmışlardı. Haberiniz olsun; Semûd (halkına Allah'ın rahmetinden) uzaklık (verildi).” 801
Semûd Kavmi Hakkındaki Arkeolojik Bulgular: Günümüzde Semûd kavmi, Kur’an’da bahsi geçen kavimler içinde hakkında en fazla bilgiye sahip
797] 26/Şuarâ, 141-157
798] 54/Kamer, 23-29
799] 7/A’râf, 77
800] 11/Hûd, 65
801] 11/Hûd, 67-68
HELÂK
- 195 -
olunanlardan bir tanesidir. Tarih kaynakları da, Semûd isimli bir kavmin yaşadığına deliller sunmaktadır.
Kuran'da bahsi geçen Hicr halkı ve Semûd kavminin aslında aynı kavim oldukları tahmin edilmektedir; zira Semûd Kavmi’nin bir başka ismi de Ashâb-ı Hicr'dir. Bu durumda "Semûd" kelimesi bir halkın ismi, Hicr şehri ise bu halkın kurduğu şehirlerden biri olabilir. Nitekim Yunan coğrafyacı Pliny'nin tarifleri de bu yöndedir. Pliny, Semûd kavminin oturmakta olduğu yerlerin Domatha ve Hegra olduğunu yazmıştır ki, buralar günümüzdeki Hicr kentidir. 802
Semûd kavminden bahseden, bilinen en eski kaynak, Babil Kralı II. Sargon'un bu kavme karşı kazandığı zaferleri anlatan Babil devlet kayıtlarıdır (MÖ 8. yüzyıl). Sargon, Kuzey Arabistan'da yaptığı bir savaş sonunda onları yenmiştir. Yunanlılar da bu kavimden bahsetmekte ve Aristo, Batlamyus ve Pliny'nin yazılarında isimleri "Thamudaei", yani "Semûdlar" olarak anılmaktadır.803 Peygamberimizden önce, yaklaşık MS 400-600 yılları arasında ise izleri tamamen silinmiştir.
Kuran'da Âd ve Semûd kavimlerinin isimleri daima birlikte anılır. Dahası Allah âyetlerde, Semûd kavmine Âd kavminin helâkinden ders almalarını öğütlemektedir. Bu ise, Semûd kavminin Âd kavmi hakkında detaylı bir bilgi sahibi olduğunu gösterir: “Semûd (toplumuna da) kardeşleri Sâlih'i (gönderdik. Sâlih:) ‘Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur... (Allah'ın) Âd (kavminden) sonra sizi halifeler kıldığını ve sizi yeryüzünde (güç ve servetle) yerleştirdiğini hatırlayın. Ki onun düzlüklerinde köşkler kuruyor, dağlardan evler yontuyordunuz. Şu halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın, yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın.” 804
Âyetlerden anlaşıldığına göre Âd kavmi ve Semûd kavmi arasında bir ilişki vardır, hatta belki de Âd kavmi, Semûd kavminin tarihinin ve kültürünün bir parçasıdır. Hz. Sâlih, Semûd kavmine Âd kavminin örneğini hatırlamalarını ve bundan ders almalarını emretmektedir.
Âd kavmine de kendilerinden önce yaşamış olan Nûh kavminin örnekleri gösterilmiştir. Âd kavminin Semûd kavmi için tarihsel bir önemi olması gibi, Nûh kavminin de Âd kavmi için tarihsel bir önemi vardır. Bu kavimler birbirlerinden haberdardırlar ve belki de aynı soydan gelmektedirler. Oysa Âd kavmi ve Semûd kavimlerinin yaşadıkları yerler, birbirlerinden coğrafî olarak uzak bir konumdadırlar. Bu iki kavim arasında görünüşte herhangi bir bağlantı yoktur; öyleyse âyette Semûd kavmine hangi sebepten dolayı Âd kavmini hatırlamaları söylenmektedir?
Cevap, biraz araştırıldığında ortaya çıkar. Âd ve Semûd kavimleri arasındaki coğrafî uzaklık aldatıcıdır. Semûd kavmi Âd kavmini bilmekteydi, çünkü bu iki kavim, büyük bir olasılıkla aynı kökenden geliyorlardı. Ana Britannica Ansiklopedisi "Semûdlar" başlığı altında bu kavimden şöyle bahseder: Semûd, Eski Arabistan'da önem taşıdığı anlaşılan kabile ya da kabileler topluluğudur. Güney Arabistan kökenli oldukları, ancak içlerinden büyük bir grubun çok eskiden kuzeye göç ederek Aslab Dağı yamaçlarına yerleştiği sanılmaktadır. Hicaz ve Şam
802] “Hicr” maddesi, İslâm Ansiklopedisi: İslâm Âlemi, Tarihi, Coğrafya, Etnoğrafya ve Bibliyografya Lugati, Cilt 5/1, s. 475
803] Phillip Hitti, A History of the Arabs, London: Macmillan, I970, s. 37
804] 7/A’râf, 73-74
- 196 -
KUR’AN KAVRAMLARI
arasında yaşayan Semûdlar, Ashâb-ı Hicr olarak bilinir. Son arkeolojik araştırmalarda, Arabistan'ın orta kesimlerinde Semûdlar'a ait çok sayıda kaya, resim ve yazı ortaya çıkartılmıştır 805.
Semûd medeniyetinin kullandığı bir çeşit alfabenin (buna "Semûdik alfabe" ismi verilir) çok benzeri bir alfabeye hem Hicaz'da, hem Güney Arabistan'da rastlanmıştır. Bu alfabe, ilk defa Orta Yemen'deki bugünkü Semûd kasabası yakınlarında bulunmuştur. Bu bölgenin kuzeyinde Rub al-Khali, güneyinde Hadramût ve batısında da Sabwah kenti vardır.
Daha önce Âd kavminin, Güney Arabistan'da yaşayan bir kavim olduğunu görmüştük. Âd kavminin yaşadığı bölgede, özellikle Âd'ın torunları olan Hadramîler'in yaşadıkları bölgenin ve başkentlerinin yakınlarında Semûd kavmine âit bulguların elde edilmesi ise son derece önemlidir. Bu durum, Kur’an’da işaret edilen Âd-Semûd kavimlerinin bağlantısını da açıklar. Bu bağlantı, Hz. Sâlih'in, Semûdların Âd kavminin yerine geldiklerini belirten sözünde şöyle açıklanmaktadır: “Semûd (toplumuna da) kardeşleri Sâlih'i (gönderdik. Sâlih:) ‘Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur... (Allah'ın) Âd (kavminden) sonra sizi halifeler kıldığını ve sizi yeryüzünde (güç ve servetle) yerleştirdiğini hatırlayın.” 806
Kısacası Semûd kavmi, Allah'ın elçilerine uymamanın karşılığını helâk olarak ödemiştir. Yapmakta oldukları yapılar, sanat eserleri kendilerini azaptan koruyamamıştır. Semûd kavmi, daha önceki ve sonraki birçok inkârcı kavim gibi şiddetli bir azapla helâk edilmiştir.
Sulara Gömülen Firavun
"Firavun ailesinin ve onlardan öncekilerin gidiş tarzı gibi. Onlar, Rablerinin âyetlerini yalanladılar; biz de günahları dolayısıyla onları yıkıma uğrattık. Firavun ordusunu suda boğduk. Onların tümü zulmeden kimselerdi." 807
Eski Mısır medeniyeti, Mezopotamya'da aynı tarihlerde kurulmuş şehir devletleriyle birlikte, tarihin en eski uygarlıklarından biri ve döneminin en ileri sosyal düzenine sahip organize devleti olarak bilinir. MÖ 3000'ler civarında yazıyı bulup kullanmaları, Nil nehrinden faydalanmaları ve ülkenin doğal yapısı sayesinde dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı korunmuş olmaları Mısırlılar'ın sahip oldukları medeniyetin ilerlemesine büyük katkıda bulunmuştu.
Ancak bu uygarlık, Kuran'da inkâr sisteminin en açık ve net tarif edildiği "firavun yönetiminin" geçerli olduğu bir medeniyetti. Büyüklük taslamışlar, sırt çevirmişler ve inkâr etmişler, bunların neticesinde de ileri medeniyetleri, sosyal ve siyasal düzenleri, askeri başarıları onları helâk olmaktan kurtaramamıştı.
Firavunların Otoritesi: Mısır uygarlığının temelinde Nil nehrinin bereketi vardı. Bu nehrin hayat verici özelliği sayesinde Mısırlılar Nil vaadisinde yerleşmiş ve yağmur mevsimlerine bağımlı kalmAdan nehirden sağladıkları suyla tarım yapabilmişlerdi. Tarihçi Ernst H. Gombrich, bu konuda şunları söyler: "Afrika sıcaktır. Aylarca yağmur yağmaz. Bundan dolayı bu büyük kıtanın pekçok yeri kuraktır. Ülkenin o bölümleri çöllerle kaplıdır. İşte Mısır'ın sağı ve solu da bu durumdadır.
805] “Semûdlar” maddesi, Ana Britannica, Cilt 19, s. 232
806] 7/A’râf, 73-74
807] 8/Enfâl, 54
HELÂK
- 197 -
Mısır'da da aslında çok az yağmur yağar. Ama orada yağmura pek ihtiyaç yoktur, çünkü Nil ırmağı boydan boya ülkenin ortasından akar gider." 808
Böylesine büyük önemi olan Nil nehrini kontrolü altında tutan, aynı zamanda Mısır'ın en önemli ticaret ve tarım kaynağını da kontrol edebilmekteydi. Firavunlar da işte bu yolla Mısır üzerinde büyük hâkimiyet kurmuşlardı.
Nil vâdîsinin dar ve uzunlamasına yapısı, nehrin etrafına kurulan yerleşim birimlerinin fazlaca genişlemesine olanak vermemiş, büyük şehirlerden oluşan bir uygarlık yerine daha ufak çaplı kasaba ve köylerden oluşan bir medeniyet şekillenmişti. Bu faktör de firavunların halk üzerindeki hâkimiyetini perçinledi.
Tarihte ilk olarak Kral Menes'in MÖ 3000 dolaylarında eski Mısır'ı büyük üniter bir devlet olarak kendi hâkimiyeti altında birleştirdiği ve ilk Mısır firavunu olduğu bilinir. Aslında, "firavun" nitelendirmesi ilk zamanlarda Mısır kralının yaşadığı sarayı tanımlamaktayken, zamanla, Mısır krallarının ünvanı haline geldi. Bu nedenle Eski Mısır'ın hükümdarları olan krallar zamanla "firavun" olarak anılmaya başlandı.
Tüm devletin ve ülke topraklarının sahibi, yöneticisi ve hükümdarı olan bu firavunlar, eski Mısır'ın çok tanrılı çarpık dininde, en büyük tanrının dünyadaki bir yansıması olarak kabul edildiler. Mısır topraklarının idaresi, paylaştırılması, gelirleri kısacası ülke sınırları içindeki her türlü mal ve hizmet üretimi firavun için gerçekleştiriliyordu.
Yönetimdeki mutlakiyet, ülkenin yöneticisi olan firavunu, her dilediğini yaptırabilecek bir güç sahibi kılmıştı. Henüz ilk sülalenin kurulmasıyla birlikte, Mısır'ın ilk kralı olan Menes döneminde, Nil suyunun kanallar vasıtasıyla halka ulaştırılmasına başlanmış, ayrıca ülkede yapılan üretim kontrol altına alınarak tüm mal ve hizmet üretiminin krala aktarılması sağlanmıştı. Bu mal ve hizmetleri kral, halkının ihtiyacı olduğu oranda dağıtıyor, paylaştırıyordu. Ülkede böyle bir hâkimiyet kuran kralların, halkı boyunduruk altına almaları zor olmadı. Mısır kralı, yani daha sonra yaygınlaşacak sıfatıyla firavun, halkının tüm ihtiyaçlarını karşılayan büyük kudret sahibi birisi olarak kutsal bir varlık sayıldı ve tanrılaştırıldı. Firavunlar da, zamanla kendilerinin tanrı olduklarına kesin olarak inandılar.
Kuran'da bahsedilen Firavun'un Hz. Mûsâ ile yaptığı konuşmalardaki bazı sözleri bunu kanıtlar niteliktedir. Hz. Mûsâ'yı "andolsun, benim dışımda bir ilâh edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım" 809 diyerek tehdit etmesi, ya da yakın çevresindeki insanlara "sizin için benden başka ilâh olduğunu bilmiyorum"810 demesi kendisinin bir tanrı olduğuna inanmasından kaynaklanıyordu.
Dinî İnançlar: Tarihçi Heredot'a göre Eski Mısırlılar dünyanın en "dindar" insanlarıydılar. Ancak dinleri "Hak Din" değil, çok tanrılı sapkın bir dindi ve içinde bulundukları koyu tutuculuk Sebebiyle bu sapkın dinlerinden bir türlü vazgeçemiyorlardı.
Eski Mısır kavmi, içinde yaşadığı doğal çevre şartlarından çok etkilenmişti. Mısır'ın doğal coğrafyası ülkeyi dış saldırılara karşı çok iyi koruyordu. Mısır'ın
808] Ernst H. Gombrich, Dünya Tarihi, Çev. Ahmet Mumcu, İstanbul: İnkilap Kitabevi, 1997, s. 25
809] 26/Şuarâ, 29
810] 28/Kasas, 38
- 198 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dört bir yanı çöllerle, dağlık arâzîlerle ve denizlerle çevriliydi. Ülkeye yapılabilecek saldırıların iki geçiş yolu bulunuyordu ve bu yolları da savunmak Mısır orduları için son derece kolaydı. Böylece Mısırlılar, bu doğal koşullar sayesinde dış ülkelerden soyutlanmış olarak kaldılar. Ancak geçen yüzyıllar, bu soyutlanmayı koyu bir taassuba dönüştürdü. Böylece Mısırlılar yeni gelişmelere ve yeniliklere kapalı, dinleri konusunda son derece tutucu bir görünüm kazandılar. Kuran'da sıkça bahsedilen "ataların dini" onların en önem verdikleri değerleri haline geldi.
Bu nedenle Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun, Firavun'a ve yakın çevresine Hak Din'i tebliğ ettiklerinde "Onlar: Siz ikiniz, bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize inanacak değiliz" 811 diyerek yüz çevirmişlerdi.
Eski Mısır'ın dini bir kaç kola ayrılmıştı. Bunların en önemlileri devletin resmi dini, halkın inanışları ve ölümden sonraki yaşam ile ilgili inanışlardan oluşuyordu.
Devletin resmî dinine göre Firavun, kutsal bir varlıktı. O, tanrılarının dünyadaki bir yansımasıydı ve görevi de dünyada insanlara adâlet dağıtmak ve onları korumaktı. Halkın arasında yaygın olan inanışlar son derece karışıktı ve devletin resmi dini ile çatışan inançlar da Firavun yönetimi tarafından baskı altına alınmıştı. Temelde çok tanrıya inanılıyor, bu tanrılar genellikle hayvan başlı ve insan vücutlu olarak tasvir ediliyordu. Ancak bölgeden bölgeye değişebilen yerel geleneklerle de karşılaşmak mümkündü.
Ölümden sonraki hayat Mısır inançlarının en önemli bölümünü oluşturuyordu. Beden öldükten sonra ruhun yaşamaya devam ettiğine inanıyorlardı. Onlara göre ölünün ruhu görevli melekler tarafından Yargıç Tanrı ve şahitlik için hazır bulunan kırk iki yargıcın karşısına çıkarılıyor, ortaya bir tartı koyuluyor ve ruhun kalbi bu tartı ile tartılıyordu. İyilikleri ağır gelenler güzel bir mekâna geçiyor ve mutluluk içinde yaşıyor, kötülükleri ağır gelenler ise büyük işkenceler görecekleri bir yere yollanıyorlardı. Burada "Ölülerin Yiyicisi" Adı verilen garip bir yaratık tarafından sonsuza dek işkence görüyorlardı.
Mısırlılar'ın âhiret hakkındaki bu inanışlarının tevhid inancıyla ve hak dinle bir paralellik gösterdiğini fark etmemek mümkün değildir. Sadece ölümden sonraki hayata inanç bile eski Mısır medeniyetine de hak dinin ve tebliğin ulaşmış olduğunu fakat bu dinin sonradan bozulmaya uğradığını, tek tanrı inancının da bu bozulmayla birlikte çok tanrı inancına döndüğünü ispatlar niteliktedir. Nitekim dönem dönem insanları Allah'ın birliğine ve O'na kul olmaya çağıran uyarıcıların eski Mısır'a da gönderildiği bilinmektedir. Bunlardan biri, hayatı Kuran'da detaylıca anlatılan Hz. Yusuf'tur. Hz. Yusuf'un tarihi, İsrailoğulları'nın Mısır'a gelmeleri ve burada yerleşik düzene geçmelerinin başlangıcını teşkil etmesi açısından da son derece önemlidir.
Öte yandan, tarihi kaynaklarda Hz. Mûsâ öncesinde kavmi tek ilâhlı dinlere çağıran Mısırlılar'dan da bahsedilmektedir. Bu, Mısır tarihinin en dikkat çekici firavunu Neferkheperure Amenhotep'dir, yani IV. Amenofis.
811] 10/Yûnus, 78
HELÂK
- 199 -
Tek Tanrıya İnanan Firavun; IV. Amenofis: Mısır firavunları çoğunlukla zorba, baskıcı, savaşçı ve acımasız kişilerdir. Bu firavunların ortak özellikleri; Mısır'ın çok tanrılı dinini benimsemeleri ve bu din sayesinde kendilerini tanrılaştırmalarıdır.
Ancak Mısır tarihinde bir tek Firavun vardır ki, diğerlerinden çok farklıdır. Bu Firavun tek bir Yaratıcı'ya inanılması gerektiğini savunmuş, bu yüzden Amon Rahipleri ve bunlara destek veren bazı askerler tarafından büyük baskıya maruz kalmış, sonunda da öldürülmüştür. Bu Firavun MÖ 14. yüzyılda başa geçmiş olan IV. Amenofis'tir.
IV. Amenofis MÖ 1375'te tahta çıktığında yüzyılların getirdiği bir tutuculuk ve gelenekçilik ile karşılaştı. Bu döneme dek toplum yapısı ve halkın kraliyet sarayı ile olan ilişkileri değişmeden gelmişti. Toplum, dış olaylara ve dinsel yeniliklere kesin olarak kapılarını kapalı tutuyordu. Antik Yunan gezginleri tarafından da tespit edilen bu çılgın tutuculuk, yukarıda da açıkladığımız gibi, Mısır'ın doğal coğrafi koşullarından kaynaklanmaktaydı.
Firavunların halka benimsettirdiği resmi din, eski ve geleneksel olan her şeye katıksız bir bağlılığı zorunlu kılıyordu. Oysa IV. Amenofis, resmi dini benimsemiyordu. Tarihçi Ernst Gombrich şöyle yazıyor: Eski geleneğin kutsadığı bir çok alışkanlığı kaldırıp, halkının, garip bir biçimde betimlenmiş sayısız tanrısına saygı göstermek istemedi. Onun için tek bir yüce tanrı vardı, o da Aton'du. Aton'a taptı ve onu güneş biçiminde imgeleştirtti. Öteki tanrıların rahiplerinin etkisinden korunmak için, sarayını bugünkü El-Amarna'ya taşıdı 812.
Babasının ölümünden sonra genç yaştaki IV. Amenofis, büyük bir baskıya maruz kaldı. Bu baskının Sebebi, geleneksel çok tanrılı Mısır dinini değiştirerek tek tanrı inancına dayalı bir din getirmiş olması ve her alanda köklü değişikliklere girişmesiydi. Ancak Teb önde gelenleri bu dini tebliğ etmesine müsâade etmediler. IV. Amenofis ve ahalisi Teb şehrinden uzaklaşarak Tell El-Amarna'ya yerleştiler. Burada "Akh-en-aton" Adında yeni ve modern bir şehir inşa ettiler. IV. Amenofis de "Amon'un Hoşnutluğu" anlamına gelen Adını, Akh-en-aton yani "Aton'a Boyun Eğen" olarak değiştirdi. Amon, çok tanrılı Mısır dininde en büyük toteme verilen isimdi. Aton ise, Amenofis'e göre "göklerin ve yerin yaratıcısı" idi, ki bu sıfatla Allah'ı kast etmiş olması kuvvetle muhtemeldir.
Bu gelişmelerden hoşnut olmayan Amon Rahipleri, ülkenin içinde bulunduğu bir ekonomik krizden de faydalanarak Akhenaton'un gücünü elinden almak istediler. Düzenlenen bir komplo ile Akhenaton zehirlenerek öldürüldü. Ondan sonra gelen firavunlar da hep rahiplerin etkisi altında kaldılar.
Akhenaton'dan sonra başa asker kökenli firavunlar geçti. Bunlar eski geleneksel çok tanrılı dini yeniden yaygınlaştırdılar ve eskiye dönüş için önemli bir çaba harcadılar. Yaklaşık bir yüzyıl sonra da Mısır tarihinin en uzun süre hükümdarlık yapacak firavunu II. Ramses başa geçti. Ramses, birçok tarihçiye göre İsrailoğulları'na eziyet eden ve Hz. Mûsâ ile mücâdele eden firavundu. 813
812] E. H. Gombrich, Sanatın Öyküsü, Çev. Bedrettin Cömert, 4.b., İstanbul: Remzi Kitabevi, 1992, s. 41
813] Eli Barnavi, Historical Atlas of The Jewish People, London: Hutchinson, 1992, s. 4; “Egypt”, Encyclopædia Judaica, Cilt 6, s. 481 ve “The Exodus and Wanderings in Sinai”, Cilt 8, s. 575; Le Monde de la Bible, No: 83, Temmuz-Ağustos 1983, s. 50; Le Monde de la Bible, No:102, Ocak-Şubat 1997, ss. 29-32; Edward F. Wente, The Oriental Institute News and No-
200 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Mûsâ'nın Gelişi: Eski Mısırlılar koyu taassupları Sebebiyle putperest inanışlarından vazgeçmiyorlardı. Tek bir Allah'a ibâdet edilmesi gerektiğini tebliğ eden kişiler gelmişti ama Firavun'un kavmi hep eski sapkın inanışlarına geri dönmüştü. Sonuçta Hz. Mûsâ, hem Mısır halkının hak dine karşı batıl bir sistemi benimsemiş olduğu ve hem de İsrailoğulları'nın köleleştirilmiş olduğu bir dönemde Allah tarafından Elçi (Rasûl) olarak gönderildi. Hz. Mûsâ, hem Mısır'ı hak dine davet etmek hem de İsrailoğulları'nı kölelikten kurtararak doğru yola iletmekle görevlendirilmişti. Kuran'da, bu konuya şöyle dikkat çekilir:
“Mü'min olan bir kavim için hak olmak üzere, Mûsâ ve Firavun'un haberinden (bir bölümünü) sana okuyacağız. Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır'da) büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp Kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı. Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mirasçılar kılmak istiyoruz. Ve (istiyoruz ki) onları yeryüzünde 'iktidar sahipleri olarak yerleşik kılalım', Firavun'a, Haman'a ve askerlerine, onlardan sakındıkları şeyi gösterelim.” 814
Firavun yeni doğan erkek çocukların hepsini öldürterek İsrailoğulları'nın sayıca artmasını engellemek istiyordu. Bu sebeple annesi, Hz. Mûsâ'yı Allah'ın ilhamıyla, bir sepetin içine yerleştirerek nehre bıraktı. Onu Firavun'un sarayına götürecek bir yoldu bu. Kuran'da bu konuyla ilgili âyetler şöyledir:
“Mûsâ'nın annesine: ‘Onu emzir, şâyet onun için korkacak olursan, onu suya bırak, korkma ve üzülme; çünkü onu biz sana tekrar geri vereceğiz ve onu gönderilen (elçilerden) kılacağız’ diye vahyettik (bildirdik). Nihâyet Firavun'un ailesi, onu (ileride bilmeksizin) kendileri için bir düşman ve üzüntü konusu olsun diye sahipsiz görüp aldılar. Gerçekte Firavun, Haman ve askerleri bir yanılgı içindeydi. Firavun'un karısı dedi ki: ‘Benim için de, senin için de bir göz bebeği; onu öldürmeyin; umulur ki bize yararı dokunur veya onu evlât ediniriz.’ Oysa onlar (başlarına geleceklerin) şuurunda değillerdi.” 815
Firavun'un karısı Hz. Mûsâ'nın öldürülmesini engelledi ve onu evlat edindi. Böylece Hz. Mûsâ çocukluk yıllarını Firavun'un sarayında geçirdi. Allah'ın yardımıyla kendi öz annesi de ona süt annesi olarak saraya getirildi.
Bir dönem sonra, Hz. Mûsâ İsrailoğulları'ndan birisinin bir Mısırlı tarafından eziyete uğratıldığını görünce duruma müdahale etti. Fakat şehrin önde gelenleri bu davranışın karşılığını ölüm cezâsı olarak belirlediler. Bunun üzerine Hz. Mûsâ Mısır'dan uzaklaştı ve Medyen'e geldi. Burada geçirdiği sürenin sonunda Allah onunla konuşacak ve ona peygamberlik görevi verecekti. Görevi Firavun'a geri dönmek ve Allah'ın dinini tebliğ etmekti.
Firavun'un Sarayı: Hz. Mûsâ ve kardeşi Hz. Hârun, Allah'ın emri doğrultusunda Firavun'a gittiler ve ona Hak Din'i tebliğ ettiler. İstekleri de, artık Firavun'un İsrailoğulları'na eziyet vermemesi ve onları serbest bırakarak Hz. Mûsâ ile birlikte gitmelerine izin vermesiydi. Firavun için yıllarca yanında tuttuğu birinin, karşısına çıkıp böyle konuşması kabul edilemez bir durumdu. Bu sebeple Firavun tes, No:144, Kış 1995; Jacques Legrand, Chronicle of The World, Paris: Longman Chronicle, SA International Publishing,1989, s. 68; David Ben-Gurion, A Historical Atlas Of the Jewish People, New York: Windfall Book, 1974, s. 32
814] 28/Kasas, 3-6
815] 28/Kasas, 7-9
HELÂK
- 201 -
onu nankörlükle suçladı: “(Gittiler ve Firavun:) Dedi ki: ‘Biz seni içimizde daha çocukken yetiştirip büyütmedik mi? Sen ömrünün nice yıllarını aramızda geçirmedin mi? Ve sen, yapacağın işi (cinâyeti) de işledin; sen nankörlerdensin.” 816
Firavun Hz. Mûsâ'ya duygusallıkla yaklaşmaya çalışıyordu. Mâdemki onu büyütüp yetiştirenler kendileriydi, Hz. Mûsâ'nın onlara uyması gerekiyordu. Firavun'un yaratmaya çalıştığı bu duygusal atmosfer, kavmin önde gelenlerini de etkilemeye yarayacaktı. Onlar da Firavun'a hak vereceklerdi böylece.
Öte yandan, Hz. Mûsâ'nın tebliğ ettiği Hak Din, Firavun'un gücünü elinden alıyor, onu diğer insanların mertebesine indiriyordu. Böylece Hz. Mûsâ'ya uyması gerekecekti. Sonra, İsrailoğulları'nı serbest bırakırsa elindeki iş gücünün önemli bir kısmını da kaybedecekti.
Tüm bu sebeplerden dolayı Firavun, Hz. Mûsâ'nın anlattıklarını dinlemedi bile. Aklınca onunla alay etmeye çalıştı, saçma sorular sorarak konuyu dağıtmaya gayret etti. Bu arada Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun'u düzeni bozmaya çalışan kişiler olarak gösterip onları suçlu çıkarmaya da çalışıyordu. Sonuç olarak ne Firavun, ne de yakın çevresindeki kavmin önde gelenleri Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun'a itaat etmediler. Kendilerine açıklanan Hak Din'e de uymadılar. Bunun üzerine Allah, üzerlerine çeşitli felâketler gönderdi.
Firavun'a ve Yakın Çevresine Gelen Felâketler: “Felâketler tüm memleketi sarmıştı. Her yerde kan vardı.817 Firavun ve yakın çevresi kendi çok tanrılı sistemlerine, putperest inanışlarına, yani "atalarının dini"ne öylesine koyu bir taassupla bağlanmışlardı ki, hiçbir şekilde bundan dönmeyi göze almıyorlardı. Hz. Mûsâ'nın getirmiş olduğu iki mûcize, yani elinin beyaz çıkması ve asasının yılana dönüşmesi bile, onları batıl inançlarından döndürmemişti. Üstelik bunu açıkça ifâde ediyorlardı. Şöyle demişlerdi: “Onlar: Bizi büyülemek için mûcize (âyet) olarak her ne getirirsen getir, yine de biz sana inanacak değiliz.” 818
Bu tutumlarının karşılığında Allah, onlara dünyada da bir azap tattırmak için âyetin ifâdesiyle "ayrı ayrı mûcizeler"819 olarak felâketler yolladı. Bunlardan ilki kuraklık ve dolayısıyla elde edilen ürünlerin azalmasıydı. Konuyla ilgili Kuran âyeti şöyledir: “Andolsun, Biz de Firavun aile (çevre)sini belki öğüt alıp düşünürler diye yıllar yılı kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık.” 820
Mısırlılar tarım sistemlerini Nil nehrine dayandırmışlardı ve bu sayede doğal şartların değişimi onları etkilemiyordu. Ancak Firavun ve yakın çevresinin Allah'a karşı büyüklenmesi ve Allah'ın peygamberini tanımaması Sebebiyle kendilerine beklenmedik bir felâket gelmişti. Büyük bir ihtimalle, çeşitli sebeplerle Nil'in seviyesinde büyük bir düşüş yaşanmış ve nehirden çıkan sulama kanalları yeterli miktarda suyu tarım arâzîlerine taşıyamamıştı. Aşırı sıcaklar da ürünlerin kurumasına sebep olmuştu. Böylece, Firavun ve önde gelenler hiç beklemedikleri bir yönden, çok güvendikleri Nil nehrinden kaynaklanan bir felâketle karşılaştılar. Bu kuraklık, kendi kavmine "Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan
816] 26/Şuarâ, 18-19
817] Ipuwer Papirüsü, 2. Bölüm, 5-6
818] 7/A’râf, 132
819] A’râf Sûresi, 133
820] 7/A’râf, 130
- 202 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?"821 diye seslenen Firavun'u da en güzel biçimde yalanlıyordu.
Fakat âyette de belirtildiği gibi "öğüt alıp düşünmeleri" gerekirken, bu olanları Hz. Mûsâ'nın ve İsrailoğulları'nın getirdiği bir uğursuzluk olarak kabul ettiler. Bâtıl inançları ve atalarının dini Sebebiyle böyle bir düşünceye saplanmışlardı. Bu yüzden de büyük sıkıntılar çekmeye mahkûmdular. Ancak başlarına gelecekler bununla sınırlı değildi. Bu, daha başlangıçtı. Ardından Allah, bir seri felâket gönderdi. Bu felâketler Kuran'da şöyle bildirilmiştir: “Bunun üzerine, ayrı ayrı mûcizeler (âyetler) olarak üzerlerine tûfân, çekirge, buğday güvesi, kurbağa ve kan Musallat kıldık. Yine büyüklük tasladılar ve suçlu/günahkâr bir kavim oldular.” 822
Allah'ın Firavun'a ve çevresindeki inkârcı kavme yolladığı bu felâketlerden Tevrat'ta da Kuran ile bir mutabakat halinde ayrıntılarıyla bahsedilir:
“Ve eğer sen salıvermek istemezsen, işte, ben senin bütün sınırlarını kurbağalarla vuracağım. Ve ırmak kurbağalarla kaynayacak, ve çıkacaklar, ve senin evine, ve senin yatak odana, ve senin yatağının üzerine, ve kullarının evlerine ve kavmine ve fırınlarına ve hamur teknelerine girecekler.” 823
“Ve Rab Mûsâ'ya dedi: Hârun'a de: Değneğini uzat ve yerin tozuna vur, ta ki bütün Mısır diyarında tatarcık olsun.” 824
“Ve bütün Mısır diyarı üzerine çekirge çıktı, ve Mısır'ın bütün Hûduduna kondu; gâyet çok idiler, ondan evvel böyle çekirge, bunun gibisi olmamıştı, ondan sonra da böylesi olmayacaktır.” 825
“...Fakat Rabbin söylediği gibi Firavun'un yüreği katılaştı, ve onları dinlemedi.” 826
Firavun'a ve yakın çevresine üst üste korkunç felâketler geliyordu. Bu felâketlerin önemli bir özelliği, bunların bir kısmının putperest kavmin tanrı olarak tapındığı şeylerden kaynaklanmasıydı. Örneğin Nil nehri ya da kurbağalar onlar için kutsaldı ve bunları tanrılaştırmışlardı. Onlar "tanrılarından" medet umar ve yardım dilerken, Allah hatalarını görmeleri ve yaptıkları günahların karşılığını almaları için onları bu "tanrıları" aracılığıyla azaplandırdı.
Tevrat yorumcularına göre "kan", Nil nehrinin kana dönmesidir. Mecazi anlamda bu, nehrin renginin kıpkırmızı olmasıyla açıklanabilir. Nehre bu rengi veren özellik ise, bir yoruma göre, bir bakteri çeşitidir. Mısırlılar'ın ana hayat kaynakları Nil'di. Bu kaynağa herhangi bir zarar gelmesi, tüm Mısır için ölüm anlamına gelirdi. Eğer Nil nehrini bakteriler kırmızıya çevirecek kadar yoğun oranda kaplamışsa bu, suyu kullanan her canlının da bu bakterilerden zarar görmesine yol açacaktı.
Bugüne dek yapılan araştırmalarda, kırmızı renge sebep olarak; protozoalar, zooplanktonlar, tatlı ve tuzlu su planktonları (phytoplankton) ve
821] 43/Zuhruf, 51
822] 7/A’râf, 133
823] Çıkış, 8/2-3
824] Çıkış, 8/16
825] Çıkış, 10/14
826] Çıkış, 8/19
HELÂK
- 203 -
dinoflagellatesler gösterilmektedir.827 Tüm bu jenerasyonlar (bitki, mantar ve protozoa) suyu desoksijene ederek canlılar için zehir etkisi taşıyan zararlı toksinler üremesine sebep olurlar.
ABD Ulusal Balıkçılar Birliği'nden Patricia A. Tester, New York Bilimler AkÂdemisi Yıllığı'na yazdığı bir yazısında, en az 50 cins phytoplanktonun toksit olduğunu, ve bunların deniz hayatına zarar verdiğini açıklamıştır. Aynı yayında KanAda Sağlık Bakanlığı'ndan Ewen C. D. Todd ise, tarihsel verilere dayanarak yaklaşık 25 çeşit phytoplanktonun dünya çapında çeşitli salgınlara sebep olduğunu iddia etmiştir. W. W. Carmichael ve I. R. Falconer ise, tatlı sularda yaşayan mavi yeşil algler'n sebebiyet verdiği hastalıkların bir listesini çıkarmışlardır. Kuzey Carolina Devlet Üniversitesi'nden Deniz ekolojisti Joann M. Burkholder ise, Pfiesteria piscimorte isimli bir dinoflagellate tanımlamıştır. Bu, türünün Adından da anlaşıldığı gibi, balıkları öldüren bir cinstir.
Firavun zamanında da bu şekilde zincirleme bir felâketler serisi yaşanmış olabilir: Nil zehirlendiğinde balıklar da ölür ve Mısırlılar önemli bir gıda maddesinden yoksun kalırlar. Bu sırada yumurtaları balıklar tarafından tüketilmeyen kurbağalar da aşırı oranda üreyerek etrafı istila ederler, ancak daha sonra onlar da zehirlenerek ölürler. Balıkların ve kurbağaların ölümü, Nil'in zehiri ile birlikte verimli toprakları da zehirler. Kurbağa neslinin tükenmesi ise, çekirge ve buğday güveleri gibi böceklerin aşırı üremesine Sebebiyet verir.
Elbette bu sayılanlar sadece birer yorumdur. Sonuç olarak, felâketler her nasıl cereyan etmiş ve her ne etki bırakmışlarsa da, ne Firavun ne de kavmi bundan öğüt alarak Allah'a tevbe etmediler, yine büyüklenmeye devam ettiler. Firavun ve yakın çevresi öylesine ikiyüzlüydüler ki, akıllarınca Hz. Mûsâ'yı ve dolayısıyla Allah'ı (Allah'ı tenzih ederiz) kandırmayı planlıyorlardı. Korkunç azap üzerlerine gelince hemen Hz. Mûsâ'yı çağırmış, kendilerini bundan kurtarmasını istemişlerdi: “Başlarına iğrenç bir azâb çökünce, dediler ki: ‘Ey Mûsâ, Rabbine -sana verdiği ahid Adına- bizim için duâ et. Eğer bu iğrenç azâbı üzerimizden çekip giderirsen, andolsun sana iman edeceğiz ve İsrailoğullarını seninle göndereceğiz. Ne zaman ki, onların erişebilecekleri bir süreye kadar, o iğrenç azâbı çekip giderdik, onlar yine andlarını bozdular.” 828
Mısır'dan Çıkış: Firavun'a ve yakın çevresine Hz. Mûsâ vasıtasıyla sakınmaları gereken şeyler açıklanmış, Allah onları uyarmıştı. Buna karşılık onlar isyan edip, peygamberi delilik ve yalancılıkla suçladılar. Allah da onlar için alçaltıcı bir son hazırladı. Ve Hz. Mûsâ'ya olacakları vahyetti: “Mûsâ'ya: 'Kullarımı gece yürüyüşe geçir, çünkü izleneceksiniz' diye vahyettik. Bunun üzerine Firavun şehirlere (asker) toplayıcılar gönderdi. ‘Gerçek şu ki bunlar azınlık olan bir topluluktur. Ve elbette bize karşı da büyük bir öfke beslemektedirler. Biz ise uyanık bir toplumuz’ (dedi). Böylelikle biz onları (Firavun ve kavmini) bahçelerden ve pınarlardan sürüp çıkardık. Hazinelerden ve soylu makam(lar)dan da. İşte böyle; bunlara İsrailoğullarını mirasçı kıldık. Böylece (Firavun ve ordusu) güneşin doğuş vakti onları izlemeye koyuldular. İki topluluk birbirini gördükleri zaman Mûsâ'nın Adamları: ‘Gerçekten yakalandık’ dediler.” 829
Tam böyle bir ortamda, İsrailoğulları yakalandıklarını zannettikleri ve
827] http://www.plaguescape.com/a/plaguescape/
828] 7/A’râf, 134-135
829] 26/Şuarâ, 52-61
- 204 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Firavun'un Adamları da onları yakalayacaklarını sandıkları bir sırada Hz. Mûsâ Allah'ın yardımından asla ümit kesmedi ve "Hayır, şüphesiz Rabbim, benimle beraberdir; bana yol gösterecektir." 830 dedi. Allah da tam bu sırada denizi yararak Hz. Mûsâ ve İsrailoğulları'nı kurtardı. Firavun ve adamları ise azgın suların altında boğuldular: “Bunun üzerine Mûsâ'ya: "Asanla denize vur" diye vahyettik. Deniz hemencecik yarılıverdi de her parçası kocaman bir dağ gibi oldu. Ötekileri de buraya yaklaştırdık. Mûsâ'yı ve onunla birlikte olanların hepsini kurtarmış olduk. Sonra ötekileri suda boğduk. Şüphesiz, bunda bir âyet vardır. Ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve hiç şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, merhametlidir.” 831
Hz. Mûsâ'nın asası mûcizevî özelliklere sahipti. Allah Hz. Mûsâ'ya indirdiği ilk vahiyde onu bir yılana dönüştürmüş, sonra bu asa Firavun'un büyücülerinin büyülerini yutmuştu. Şimdi de Hz. Mûsâ aynı asa ile denizi yarıyordu. Bu, Hz. Mûsâ'ya verilen en büyük mûcizelerden biriydi.
Firavun ve Adamlarının Suda Boğulmaları: Kuran'da, denizin yarılması olayının önemli noktaları anlatılır. Buna göre, Hz. Mûsâ kendisine itaat eden İsrailoğullarını yanına alarak Mısır'dan ayrılmak üzere yola çıkmıştır. Ancak Firavun kendi izni olmadan yapılan bu çıkışı hazmedemez. "O ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla" 832 mü’minlerin peşlerine düşerler. Deniz kıyısına geldiklerinde Firavun ve ordusu onlara yetişir. İsrailoğulları'ndan bazıları bunu görünce Hz. Mûsâ'ya isyan etmeye başlarlar. Tevrat'a göre Hz. Mûsâ'ya "bizi niçin yurdumuzdan çıkardın, orada köleydik ancak yaşıyorduk, şimdi ise öleceğiz" derler. Gösterdikleri bu zaafiyet, Kuran'da da şöyle ifâde edilmiştir: “İki topluluk birbirlerini gördükleri zaman Mûsâ'nın Adamları: 'Gerçekten yakalandık' dediler.” 833
Aslında İsrailoğulları'nın gösterdiği bu tevekkülsüz tavır ne ilkti ne de son olacaktı. Daha önce de kavmi Hz. Mûsâ'ya şöyle yakınmıştı: “Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da eziyete uğratıldık.” 834 Kavmindeki bu tevekkülsüzlüğe karşılık, Hz. Mûsâ Allah'a karşı son derece büyük bir güven duygusu içerisindeydi. Hakkıyla Allah'a güvenmekteydi. Mücâdelesinin en başından beri Allah, yardımının onunla olacağını bildirmişti: “Korkmayın, çünkü Ben sizinle birlikteyim, işitiyorum ve görüyorum.” 835
Firavun'un büyücüleriyle ilk karşılaştığında Hz. Mûsâ "kendi içinde bir tür korku" duymuştu. 836 Bunun üzerine Allah ona korkmamasını ve muhakkak üstün geleceğini ilham etmişti.837 “Sonuçta, kendi kavminden insanlar yakalanmış olmaktan korkarlarken Hz. Mûsâ şöyle demişti: ‘Hayır... Şüphesiz Rabbim benimle beraberdir, bana yol gösterecektir. 838
Allah Hz. Mûsâ'ya asasını denize vurmasını vahyetti. Bunun üzerine
830] 26/Şuarâ, 62
831] 26/Şuarâ, 63-68
832] 10/Yûnus, 90
833] 26/Şuarâ, 61
834] 7/A’râf, 129
835] 20/Tâhâ, 46
836] 20/Tâhâ, 67
837] 20/Tâhâ, 68
838] 26/Şuarâ, 62
HELÂK
- 205 -
"deniz hemencecik yarıldı ve her parçası kocaman bir dağ gibi oldu." 839. Bu durumda, Firavun'un böyle bir mûcizenin gerçekleştiğini gördüğü anda ortada bir olağanüstülük olduğunu, İlâhî bir müdahale ile karşı karşıya bulunduğunu anlaması gerekirdi. Deniz, Firavun'un öldürmeye çalıştığı insanların önünde açılarak onlara yol veriyordu. Üstelik onlar geçtikten sonra suların kapanmayacağından emin olunamazdı. Ancak buna rağmen İsrailoğulları'nın ardından suya girdiler. Büyük bir ihtimalle, Firavun ve ordusu, içinde bulundukları azgınlık ve düşmanlık Sebebiyle sağlıklı düşünebilme yeteneğinden yoksun kaldılar ve bu durumun mûcizevî niteliğini kavrayamadılar.
Firavun'un son anlarını Allah, Kuran'da şöyle bildirir: “Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun): ‘İsrailoğulları'nın kendisine inandığı (ilâhtan) başka ilâh olmadığına inandım ve ben de müslümanlardanım’ dedi.” 840
Burada Hz. Mûsâ'nın bir mûcizesini daha görmek mümkündür. Bunun için şu âyeti hatırlayalım: “Mûsâ dedi ki: ‘Rabbimiz, şüphesiz Sen, Firavun'a ve önde gelen çevresine dünya hayatında bir çekicilik (güç, ihtişam) ve mallar verdin. Rabbimiz, Senin yolundan saptırmaları için (mi?) Rabbimiz, mallarını yerin dibine geçir ve onların kalplerinin üzerini şiddetle bağla; onlar acı azâbı görecekleri zamana kadar iman etmeyecekler.” 841
Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Hz. Mûsâ, Firavun'un acı azap kendisine gelince iman edeceğini önceden haber vermişti. Nitekim sular yükseldiğinde Firavun gerçekten de iman ettiğini söylemeye başladı. Ancak bu davranışın samimiyetsizliği, sahtekârlığı çok açıktı. Firavun kendisini ölümden kurtarabilmek için böyle demişti.
Sonuç olarak Firavun'un son anda iman etmesi, bağışlanma dilemesi Allah tarafından kabul edilmemiş, Firavun ve ordusu sular altında kalarak ölmekten kurtulamamışlardır: “Şimdi, öyle mi? Oysa sen önceleri isyan etmiştin ve bozgunculuk çıkaranlardandın. Bugün ise, senden sonrakilere bir âyet (tarihi bir belge, ibret) olman için seni yalnızca bedeninle kurtaracağız (herkese cesedini göstereceğiz). Gerçekten insanlardan çoğu, bizim âyetlerimizden habersizdirler.” 842
Dikkat edilirse, Firavun'un yanı sıra askerleri de azaptan paylarına düşeni almışlardır. Firavun ordusunun da Firavun gibi "azgın ve düşman" 843 oldukları, "bir yanılgı içinde"844 oldukları, "zulmettikleri",845 "yeryüzünde haksız yere büyüklendikleri ve gerçekten Allah'a döndürülmeyeceklerini sandıkları"846 için Allah'ın azâbı onlar için de hak olmuştu. Böylece Allah hem Firavun'u hem de tüm ordusunu yakalayıp suda boğmuştu.847
“Allah onlardan intikam almış ve âyetleri yalanlamaları ve bunlardan habersizmiş gibi davranmaları nedeniyle onları suda boğmuştu.”848 Firavun'un bu dehşetli ölümü839]
26/Şuarâ, 63
840] 10/Yûnusi, 90
841] 10/Yûnus, 88
842] 10/Yûnus, 91-92
843] 10/Yûnus, 90
844] 28/Kasas, 8
845] 28/Kasas, 40
846] 28/Kasas, 39
847] 28/Kasas, 40
848] 7/A’râf, 136
- 206 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nün ardından olanları da Allah Kuran'da şöyle açıklamıştır: “Kendisine bereketler kıldığımız yerin doğusuna da, batısına da o hor kılınıp-zayıf bırakılanları (müstaz'afları) mirasçılar kıldık. Rabbinin İsrailoğulları'na olan o güzel sözü (vaadi), sabretmeleri dolayısıyla tamamlandı (yerine geldi).” 849
Sebe’ Halkı ve Arîm Seli
"Andolsun, Sebe’ (halkı)nın oturduğu yerlerde de bir âyet vardır. (Evleri) Sağdan ve soldan iki bahçeliydi. (Onlara demiştik ki:) "Rabbinizin rızkından yiyin ve O'na şükredin. Güzel bir şehir ve bağışlayan bir Rabb(iniz var)." Ancak onlar yüz çevirdiler, böylece Biz de onlara Arim selini gönderdik." 850
Sebe’ halkı, Âd Kavmi bölümünde bahsettiğimiz, Güney Arabistan'da yaşamış olan dört büyük uygarlıktan birisidir. Bu kavmin kuruluş tarihi hakkındaki tahminler MÖ 1000-750 seneleri arasında değişir, yıkılışı da MS 550'li yıllarda İranlılar'ın ve Müslüman Araplar'ın iki yüzyıl süren saldırılarıyla olmuştur.
Sebe’ Devleti’nin kuruluş tarihi anlaşmazlık konusudur. Sebe’ Kavmi, devlet tutanaklarını MÖ 600'lü yıllarda işlemeye başlamıştı. Bu sebeple Sebe’liler'in bu tarihten öncesine ait kayıtları bulunmamaktadır.
Sebe’ Kavmi’nden bahseden en eski kaynaklar, Asur kralı II. Sargon'un zamanından kalma savaş yıllıklarıdır. (MÖ 722-705) Sargon, bu yazıtlarda kendisine vergi ödeyen devletlerden söz ederken Sebe’ Kralı Yis'i-amara'dan bahsetmektedir. Bu kayıt, Sebe’ Devleti hakkında bilgi veren en eski yazılı kaynaktır. Ancak sadece bu kaynağa dayanarak Sebe’ Devleti’nin MÖ 700 yılında kurulduğunu söylemek doğru olmayacaktır; zira Sebe’ Devleti’nin yazılı kaynaklara geçirilmeden uzun bir ömür sürmüş olması oldukça kuvvetli bir ihtimaldir. Yani Sebe’ Devleti’nin tarihi, bilinenden çok daha eskilere dayanıyor olabilir. Nitekim Ur Krallığı’nın son hükümdarlarından Arad-Nannar'ın kitabelerinde "Sebe’liler memleketi" anlamına geldiği düşünülen "Sabum" kelimesi yer almaktadır.851 Eğer bu kelimenin gerçek anlamı buysa, bu, Sebe’ devletinin tarihinin MÖ 2500'lü yıllara kadar uzandığını gösterir.
Sebe’ kavmini anlatan tarihi kaynaklar, bunun Fenikeliler gibi yoğun ticari faaliyetlerde bulunan bir devlet olduğunu söylerler. Buna göre Kuzey Arabistan ticaret yollarının bir kısmı, bu kavmin elindeydi. Sebe’li tüccarların, Kuzey Arabistan yoluyla Akdeniz'e ve Gazze'ye mal götürebilmeleri için bütün o bölgelerin yeni hâkimi olan II. Sargon'dan izin almaları veya ona vergi vermeleri gerekiyordu. Bunların Asur Krallığı'na vergi vermeye başlamalarıyla beraber isimleri de bu devletin yıllıklarına işlenmeye başladı.
Sebe’liler, tarihte medeni bir kavim olarak bilinmişlerdir. Sebe’ hükümdarlarının yazıtlarında "onarma", "vakfetme", "inşa etme" gibi kelimeler ağırlıktadır. Bu kavmin en önemli eserlerinden olan Marib Barajı da, ulaştıkları teknolojik seviyenin önemli göstergelerindendir.
Sebe’ devleti, bölgenin en güçlü ordularından birisine sahipti. Ordusu
849] 7/A’râf, 137
850] 34/Sebe’, 15-16
851] “Seba” maddesi, İslâm Ansiklopedisi: İslâm Âlemi, Tarihi, Coğrafya, Etnoğrafya ve Bibliyografya Lugati, Cilt 10, s. 268
HELÂK
- 207 -
sayesinde yayılmacı bir politika izleyebiliyordu. Eski Kataban devleti topraklarını ele geçirmişti. Afrika kıtasında birçok toprağa sahipti. MÖ 24 yılında başkenti Marib'e sefer yapan dönemin tartışmasız en güçlü devleti olan Roma İmparatorluğu'nun Mısır valisi Marcus Aelius Gallus yönetimindeki bir ordusunu ağır bir yenilgiye uğratmıştı. Sebe’, ılımlı bir politika izleyen, ancak gerektiğinde şiddet kullanmaktan da çekinmeyen güçlü bir devlet tablosu çiziyordu. Gelişmiş kültürü ve ordusuyla Sebe’ devleti, tam anlamıyla zamanında o bölgenin bir "süper gücü" idi.
Sebe’ devletinin bu dikkat çekici derecede güçlü ordusundan Kuran'da da bahsedilmektedir. Sebe’ ordusunun komutanlarının Kuran'da aktarılan bir ifâdesi, bu ordunun kendisine ne kadar güvendiğini göstermektedir. Komutanlar, Sebe’nin Kadın yöneticisine (Melikesi'ne) şöyle derler: “Biz kuvvet sahibiyiz ve zorlu savaşçılarız. İş konusunda karar senindir, artık sen bak, neyi emredersen (biz uygularız).” 852
Sebe’ ülkesinin başkenti, bulunduğu coğrafyanın avantajlı konumu Sebebiyle oldukça zenginleşmiş olan Marib idi. Başkent, bölgede bulunan Âdhana Irmağı'nın çok yakınındaydı. Bu nehrin Cebel Balak'a girdiği nokta, baraj yapımına çok uygundu; bundan yararlanan Sebe’liler de daha uygarlıklarını kurma aşamasındayken buraya bir baraj inşa etmişler ve sulama yapmaya başlamışlardı. Bu baraj sayesinde de çok ileri bir refah seviyesine kavuşmuşlardı. Başkent Marib o dönemin en gelişmiş şehirlerinden bir tanesiydi, bölgeyi gezen ve bu diyarı oldukça öven Yunanlı yazar Pliny, buranın ne kadar yeşil bir bölge olduğundan bahsetmekteydi. 853
Marib'deki bu barajın yüksekliği 16 metre, genişliği 60 metre ve uzunluğu da 620 metreydi. Hesaplara göre baraj aracılığıyla sulanabilen toplam alan 9.600 hektardı ki, bunun 5.300 hektarı güney, geri kalanı ise kuzey ovasına aitti. Bu iki ova, Sebe’ kitabelerinde bazen "Marib ve iki ova" diye anılırdı.854 İşte Kuran'daki "sağdan ve soldan iki bahçe" ifâdesi, muhtemelen bu iki vadideki gösterişli bağ ve bahçelere işaret eder. Bu baraj ve sulama tesisleri sayesinde bölge, Yemen'in en iyi sulanan ve en verimli kesimi olarak ün yapmıştı. Fransız J. Holevy ve Avusturyalı Glaser, Marib setinin çok eski devirlerden beri var olduğunu yazılı belgelerle ispat ettiler. Himer lehçesiyle yazılan belgelerde bu barajın ülke topraklarını verimli kıldığı yazılıydı.
Bu baraj, MS 5. ve 6. yüzyıllarda geniş çaplı onarımlar görmüştü. Ancak bu onarımlar barajın MS 542 yılında yıkılmasını önleyemedi. Bu tarihte yıkılan baraj, Kuran'da bahsedilen "Arim seli"ne yol açmış ve büyük tahribata neden olmuştu. Sebe’ Halkı’nın yüzlerce seneden beri işletmekte olduğu bağları, bahçeleri ve tarım alanları tamamen yok olmuştu. Barajın yıkılmasından sonra Sebe’ Kavmi’nin de hızlı bir gerileme sürecine girdiği görülmektedir; barajın yıkılmasıyla başlayan bu sürecin sonunda Sebe’ devletinin de sonu gelmiştir.
Sebe’ Devleti'ne Gönderilen Arim Seli: Yukarıda belirttiğimiz tarihsel gerçekler ışığında Kuran âyetlerini incelediğimiz zaman, ortada çok somut bir uyum
852] 27/Neml, 33
853] Hommel, Explorations in Bible Lands, PhilÂdelphia: 1903, s. 739
854] “Marib”, İslâm Ansiklopedisi: İslâm Âlemi, Tarihi, Coğrafya, Etnoğrafya ve Bibliyografya Lugati, Cilt 7, ss. 323-339
- 208 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olduğunu görürüz. Arkeolojik bulgular ve tarihsel gerçekler, Kuran'da yazanlara işaret etmektedir. Âyette belirtildiği gibi, kendilerine gönderilen peygamberin uyarılarını dinlemeyen ve Allah’ın nimetine nankörlük eden halk, sonunda korkunç bir sel felâketiyle cezâlandırılmıştır. Kuran'da Sebe’ Devleti’ne gönderilen sel felâketi şöyle tarif edilmektedir: “Andolsun, Sebe’ (halkı)nın oturduğu yerlerde de bir âyet vardır. (Evleri) Sağdan ve soldan iki bahçeliydi. (Onlara demiştik ki:) "Rabbinizin rızkından yiyin ve O'na şükredin. Güzel bir şehir ve bağışlayan bir Rabb(iniz var)." Ancak onlar yüz çevirdiler, böylece biz de onlara Arim selini gönderdik. Ve onların iki bahçesini, buruk yemişli, acı ılgınlı ve içinde az bir şey de sedir ağacı olan iki bahçeye dönüştürdük. Böylelikle nankörlük etmeleri dolayısıyla onları cezâlandırdık. Biz (nimete) nankörlük edenden başkasını cezâlandırır mıyız?” 855
Yukarıdaki âyetlerde de vurgulandığı gibi, Sebe’ Halkı, estetik yönüyle çarpıcı, bereketli bağ ve bahçeleri olan bir toprakta yaşıyordu. Ticaret yolları üzerinde bulunan ve bu nedenle de refah düzeyi oldukça yüksek olan Sebe’ ülkesi, dönemin en gözde beldelerinden biriydi.
Hayat şartlarının ve ortamın böylesi olumlu olduğu ülkede Sebe’ Halkına düşen, âyette söylendiği gibi "Rablerinin rızkından yemek ve O'na şükretmek"ti. Ama öyle yapmadılar. İçinde bulundukları refahı sahiplenme yoluna gittiler. O ülkenin kendilerine ait olduğunu, içinde bulundukları olağanüstü ortamı kendi kendilerine elde ettiklerini sandılar. Şükretmek yerine kibirlenmeyi seçtiler. Âyetin ifâdesiyle, Allah'tan "yüz çevirdiler…"
Ve içinde bulundukları refahı sahiplenmeye kalkmaları nedeniyle onu kaybettiler. Âyette bildirildiği gibi, Arim seli bütün ülkeyi yerle bir etti. Kuran'da Sebe’ Kavmi’ne gönderilen azaptan "Seyl-ül Arim" yani "Arim seli" olarak bahsedilmektedir. Kuran'da geçen bu ifâde, aynı zamanda bu selin meydana geliş şeklini göstermektedir. Zira "Arim" kelimesinin anlamı, baraj ya da settir. "Seyl-ül Arim" kelimesi de, setin yıkılması sonucunda meydana gelen bir seli anlatmaktadır. Bu konuyla ilgili İslâm yorumcuları da Kuran'da Arim seli ile ilgili olarak kullanılan terimlerden yola çıkarak, konuyla ilgili tutarlı yer ve zaman tespitlerinde bulunmuşlardır. Mevdudi, tefsirinde şöyle yazar:
Metindeki (Seyl-ül Arim) ifâdesinde kullanıldığı gibi "arim" kelimesi "baraj, set" anlamına gelen ve Güney Arapçası'nda kullanılan "arimen" kelimesinden türemiştir. Yemen'de yapılan kazılarda ortaya çıkarılan harabelerde bu kelime sık sık bu anlamda kullanılmıştır. Mesela Yemen'in Habeşli hükümdarı Ebrehe'nin büyük Marib seddinin tamirinden sonra yazdırdığı MS 542 ve 543 tarihli bir kitabede, bu kelime tekrar baraj (set) anlamında kullanılmıştır. O halde Seyl-ül Arim, "bir set yıkıldığında meydana gelen sel felâketi" anlamına gelir.
Ve onların iki bahçesini, buruk yemişli, acı ılgınlı ve içinde az bir şey de sedir ağacı olan iki bahçeye dönüştürdük." 856 Yani setin (barajın) yıkılmasından sonra meydana gelen sel sonucu bütün ülke harab oldu. Sebe’liler'in dağların arasına setler inşa ederek kazdıkları kanallar yıkıldı ve bütün sulama sistemi bozuldu. Bunun sonucu daha önceden bir bahçe gibi olan ülke yabani otların yetiştiği bir cangıl haline geldi ve küçük bodur ağaçların kiraza benzer yemişi dışında
855] 34/Sebe’, 15-17
856] Sebe’ Sûresi,16
HELÂK
- 209 -
yenebilecek hiçbir meyve kalmadı. 857
"Kutsal Kitap Doğruyu Söyledi"858 kitabının yazarı Hıristiyan arkeolog Werner Keller de, Arim selinin Kuran'a uygun olarak gerçekleştiğini kabul ederek şöyle yazar: "Böyle bir barajın olması ve yıkılarak şehri tamamen harap etmesi, Kuran'daki bahçe sahipleriyle ilgili verilen örneğin gerçekten de meydana geldiğini kanıtlıyor." 859
Arim seliyle beraber gelen felâketten sonra bölgede çölleşme başlamış ve tarım alanlarının yok olmasıyla Sebe’ kavminin en önemli gelir kaynağı da ellerinden çıkmıştı. Allah’ın kendilerini iman etmeye ve şükretmeye çağırmasına kulak asmayan halk, sonunda böylesine bir felâketle cezâlandırıldı. Selin verdiği büyük tahribattan sonra kavim çözülme sürecine girdi. Halk, evlerini terkediyor ve Kuzey Arabistan'a, Mekke'ye ya da Suriye'ye göç ediyordu. 860
Sebe’ halkının yaşadığı ve artık tümüyle ıssız bir harabe konumuna gelmiş olan Marib, şüphesiz, Sebe’ Halkıyla aynı hatayı işleyen herkes için bir ibrettir. Sebe’, sel ile altüst edilen kavimlerin tek örneği değildir. Kehf Sûresi'nde iki bahçe sahibi anlatılır. Birinin, aynı Sebe’ Halkı gibi, çok gösterişli ve verimli bir bahçesi vardır. Hatası da Sebe’ Halkı'yla aynıdır: Allah'tan yüz çevirmek. Kendisine nimet olarak verilenleri, kendisine "ait" sanır ve şöyle der: “...Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: 'Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm.' Kendi nefsinin zâlimi olarak (böylece) bağına girdi (ve): 'Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum' dedi. 'Kıyâmet-saati'nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım.' ...(Derken) Onun ürünleri (âfetlerle) kuşatılıverdi. Artık o, uğrunda harcadıklarına karşı avuçlarını (esefle) ovuşturuyordu. O (bağın) çardakları yıkılmış durumdaydı, kendisi de şöyle diyordu: 'Keşke Rabbime hiç kimseyi ortak koşmasaydım.' Allah'ın dışında ona yardım edecek bir topluluk yoktu, kendi kendine de yardım edemedi…” 861
Âyetlerden anlaşıldığı gibi, bahçe sahibinin hatası, Allah'ın varlığını inkâr etmek değildir. O, Allah'ın varlığını inkâr etmez, tam tersine "eğer Allah’a döndürülecek olsa" daha da iyi bir sonuçla karşılaşacağını öne sürer. İçinde bulunduğu durumu ise, kendi başarısı olarak görmektedir.
Zâten Allah'a ortak koşmanın bir yönü de budur. Tümü Allah'a ait olan şeyleri sahiplenmeye kalkmak ve Allah korkusundan uzaklaşmak... Bu, Sebe’ halkının da yaptığı şeydir. Karşılaştığı cezâ da aynı olmuştur, tüm yurdu darmadağın edilmiştir. Ki mülkün "sahibi" olmadığını, o mülkün kendisine "verildiğini" anlasın...
Hz. Süleyman ve Sebe’ Melîkesi
“Ona: ‘Köşke gir!’ denildi. Onu görünce derin bir su sandı ve (eteğini çekerek) ayaklarını açtı. (Süleyman:) Dedi ki: ‘Gerçekte bu, saydam camdan olma düzeltilmiş bir köşk-zemindir. Dedi ki: ‘Rabbim, gerçekten ben kendime zulmettim; (artık) ben Süleyman'la
857] Mevdûdî, Tefhîmü’l Kuran, İnsan Yayınları, c. 4, s. 517
858] Und Die Bibel Hat Doch Recht
859] Werner Keller, Und die Bibel hat doch recht (The Bible as History; a Confirmation of the Book of Books), New York: William Morrow, 1956, s. 230
860] New Traveller’s Guide to Yemen, s. 43
861] 18/Kehf, 34-36, 42-43
- 210 -
KUR’AN KAVRAMLARI
birlikte âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum." 862
Kur’an'da yer alan Hz. Süleyman ve Sebe’ Melikesi'nin buluşması ile ilgili tarihsel kayıtlar, Güney Yemen'deki eski Sebe’ ülkesinde yapılan incelemeler sonucunda gün ışığına çıktı. Kalıntılar üzerinde yapılan incelemeler MÖ 1000 ile 950 seneleri arasında burada bir "melike"nin (kraliçe) yaşadığını ve kuzeye (Kudüs'e) bir yolculuk yaptığını gösteriyordu.
İki hükümdarın aralarında geçenler, ülkelerin ekonomik ve siyasal gücü, yönetim şekilleri ve bazı detaylar Neml Sûresi'nde anlatılmıştır. Neml Sûresi'nin büyük bölümünü kapsayan kıssa, Hz. Süleyman'ın ordusuna dâhil olan Hüdhüd'ün Hz. Süleyman'a haber vermesiyle birlikte, Sebe’ Melikesi'nden söz etmeye başlar. Hüdhüd, Hz. Süleyman'a şu bilgileri verir: “Derken uzun zaman geçmeden geldi ve dedi ki: 'Senin kuşatamadığın (öğrenemediğin) şeyi, ben kuşattım ve sana Sebe’den kesin bir haber getirdim. Gerçekten ben, onlara hükmetmekte olan bir Kadın buldum ki, ona her şeyden (bolca) verilmiştir ve büyük bir tahtı var. Onu ve kavmini, Allah'ı bırakıp da güneşe secde etmektelerken buldum, şeytan onlara yaptıklarını süslemiştir, böylece onları (doğru) yoldan alıkoymuştur; bundan dolayı onlar hidâyet bulmuyorlar. Ki onlar, göklerde ve yerde saklı olanı ortaya çıkaran ve sizin gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı bilen Allah'a secde etmesinler diye (yapmaktadırlar). O Allah, O'ndan başka ilâh yoktur, büyük Arş'ın Rabbidir. (Süleyman:) 'Durup bekleyeceğiz, doğruyu mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun?' dedi.” 863
Hz. Süleyman, Hüdhüd'den bu bilgileri aldıktan sonra ona şu talimatı verir: “Bu mektubumla git, onu kendilerine bırak sonra onlardan (biraz) uzaklaş, böylelikle bir bakıver, neye başvuracaklar?” 864
Kuran'da bundan sonra Sebe’ Melikesi'nin mektubu almasından itibaren gelişen olaylardan da bahsedilir: “(Sebe’ Melikesi) Dedi ki: 'Ey önde gelenler gerçekten bana oldukça önemli bir mektup bırakıldı. Gerçek şu ki, bu, Süleyman'dandır ve şüphesiz Rahman ve Rahim olan Allah'ın Adıyladır. Bana karşı büyüklük göstermeyin ve bana müslüman olarak gelin' diye (yazılmaktadır). Dedi ki: 'Ey önde gelenler, bu işimde bana görüş belirtin, siz (her şeye) şahidlik etmedikçe ben hiçbir işte kesin (karar veren biri) değilim.' Dediler ki: 'Biz kuvvet sahibiyiz ve zorlu savaşçılarız. İş konusunda karar senindir, artık sen bak, neyi emredersen (biz uygularız).' Dedi ki: 'Gerçekten hükümdarlar bir ülkeye girdikleri zaman, orasını bozguna uğratırlar ve halkından onur sahibi olanları hor ve aşağılık kılarlar; işte onlar, böyle yaparlar. Ben onlara bir hediye göndereyim de, bir bakayım elçiler neyle dönerler.' (Elçi hediyelerle) Süleyman'a geldiği zaman: 'Sizler bana mal ile yardımda mı bulunmak istiyorsunuz? Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır; hayır, siz, hediyenizle sevinip övünebilirsiniz' dedi. 'Sen onlara dön, biz onlara öyle ordularla geliriz ki, onların karşı koymaları mümkün değil ve biz onları ordan horlanmış-aşağılanmış ve küçük düşürülmüşler olarak sürüp çıkarırız.' (Elçinin gitmesinden sonra Süleyman:) 'Ey önde gelenler, onlar bana teslim olmuş (müslüman)lar olarak gelmeden önce, sizden kim onun tahtını bana getirebilir?' dedi. Cinlerden ifrit: 'Sen daha makamından kalkmadan, ben onu sana getirebilirim, ben gerçekten buna karşı kesin olarak güvenilir bir güce sahibim.' dedi. Kendi yanında kitaptan ilmi olan biri dedi ki: 'Ben, (gözünü açıp kapamadan) onu sana getirebilirim.' Derken (Süleyman) onu kendi
862] 27/Neml, 44
863] 27/Neml, 22-27
864] 27/Neml, 28
HELÂK
- 211 -
yanında durur vaziyette görünce dedi ki: 'Bu Rabbimin fazlındandır, O'na şükredecek miyim, yoksa nankörlük edecek miyim diye beni denemekte olduğu için (bu olağanüstü olay gerçekleşti). Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir, kim nankörlük ederse, gerçekten benim Rabbim Gani (hiçbir şeye ve kimseye ihtiyacı olmayan)dır, Kerim olandır.' Dedi ki: 'Onun tahtını değişikliğe uğratın, bir bakalım doğru olanı bulabilecek mi, yoksa bulmayanlardan mı olacak? 'Böylece (Belkıs) geldiği zaman ona: 'Senin tahtın böyle mi?' denildi. Dedi ki: 'Tıpkı kendisi. Bize ondan önce ilim verilmişti ve biz müslüman olmuştuk.' Allah'tan başka tapmakta olduğu şeyler onu (müslüman olmaktan) alıkoymuştu. Gerçekte o, inkâr eden bir kavimdendi. Ona: 'Köşke gir' denildi. Onu görünce derin bir su sandı ve (eteğini çekerek) ayaklarını açtı. (Süleyman) Dedi ki: 'Gerçekte bu, saydam camdan olma düzeltilmiş bir köşk-zemindir.' Dedi ki: 'Rabbim, gerçekten ben kendime zulmettim; (artık) ben Süleyman'la birlikte âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum.” 865
Hz. Süleyman'ın Sarayı: Sebe’ Melikesi'nden bahseden Sûre ve âyetlerde aynı zamanda Hz. Süleyman'dan da bahsedilir. Kuran'da Hz. Süleyman'ın muhteşem sarayı ve hükümranlığı hakkında birçok detay verilir.
Bu bilgilere göre, Hz. Süleyman'a Allah tarafından döneminin en ileri tekniği verilmişti. Sarayında gözalıcı sanat eserleri ve görenleri hayran bırakıp etkileyen değerli eşyalar vardı. Sarayın giriş bölümünün tabanı da camdan yapılmıştı. Kuran'da, bu estetik yapı ve bunun Sebe’ Melikesi üzerinde yaptığı etki şöyle vurgulanır: “Ona: "Köşke gir" denildi. Onu görünce derin bir su sandı ve (eteğini çekerek) ayaklarını açtı. (Süleyman) Dedi ki: "Gerçekte bu, saydam camdan olma düzeltilmiş bir köşk-zemindir." Dedi ki: "Rabbim, gerçekten ben kendime zulmettim; (artık) ben Süleyman'la birlikte âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum.” 866
Hz. Süleyman'ın sarayının ismi, Yahûdi literatüründe "Süleyman Tapınağı"dır. Sarayın ya da tapınağın bugün yalnızca "Batı Duvarı" ayaktadır ve burası aynı zamanda Yahûdiler'in "Ağlama Duvarı" olarak Adlandırdıkları yerdir. Hz. Süleyman'ın sarayının ve Kudüs'teki birçok yerin yıkılmasının sebebi ise Yahûdiler'in bozguncu ve kibirli oluşlarıdır. Kuran'da, bu sır şöyle haber verilir: “Kitapta İsrailoğullarına şu hükmü verdik: "Muhakkak siz yer(yüzün)de iki defa bozgunculuk çıkaracaksınız ve muhakkak büyük bir kibirleniş/yükselişle kibirlenecek yükseleceksiniz. Nitekim o ikiden ilk vaid geldiği zaman, oldukça zorlu olan kullarımızı üzerinize gönderdik de (sizi) evlerin aralarına kadar girip araştırdılar. Bu yerine getirilmesi gereken bir sözdü. Sonra onlara karşı size tekrar 'güç ve kuvvet verdik', size mallar ve çocuklarla yardım ettik ve topluluk olarak da sizi sayıca çok kıldık... Sonunda vaad geldiği zaman, (yine öyle kullar göndeririz ki) yüzlerinizi 'kötü duruma soksunlar', birincisinde ona girdikleri gibi mescid (Kudüs)e girsinler ve ele geçirdiklerini 'darmadağın edip mahvetsinler.” 867
Bundan önceki bölümlerde bahsedilen tüm kavimler Allah'a isyanları ve O'nun nimetlerine olan nankörlükleri Sebebiyle azâbı hak etmiş ve başlarına muhakkak bir felâket gelmiştir. Yüzyıllar boyunca yurtsuz ve devletsiz oradan oraya göç eden ve Hz. Süleyman döneminde kutsal topraklarda yurt edinen Yahûdiler, yine haddi aşmaları, bozgunculukları ve itaatsizlikleri nedeniyle yıkıma uğradılar. Yakın tarihte kendilerine tekrar aynı yerleri yurt edinen Yahûdiler, aynı birinci vaatte olduğu gibi, bozgunculuk çıkararak "büyük bir kibirleniş-yükselişle
865] 27/Neml, 29-44
866] 27/Neml, 44
867] 17/İsrâ, 4-7
- 212 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kibirlenip yükselmiş" durumdalar.
Ashâb-ı Kehf
“O gençler, mağaraya sığındıkları zaman, demişlerdi ki: "Rabbimiz, katından bize bir rahmet ver ve işimizden bize doğruyu kolaylaştır (bizi başarılı kıl).” 868
Kur’an’ın "Kehf" (mağara) isimli 18. Sûresinde, Allah'ı tanımayan, inananlara karşı baskı ve zulüm uygulayan bir rejimden sakınmak için bir mağaraya sığınan gençlerden söz edilir. Konuyla ilgili âyetler şöyledir:
“Sen, yoksa Kehf ve Rakim Ehlini bizim şaşılacak âyetlerimizden mi sandın? O gençler, mağaraya sığındıkları zaman, demişlerdi ki: 'Rabbimiz, katından bize bir rahmet ver ve işimizden bize doğruyu kolaylaştır (bizi başarılı kıl)'
Böylelikle mağarada yıllar yılı onların kulaklarına (ağır bir uyku) vurduk.
Sonra iki gruptan hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap ettiğini belirtmek için onları uyandırdık. Biz sana onların haberlerini bir gerçek (olay) olarak aktarmaktayız. Gerçekten onlar, Rablerine iman etmiş gençlerdi ve biz de onların hidâyetlerini arttırmıştık.' Onların kalpleri üzerinde (sabrı ve kararlılığı) rabtetmiştik;
(Krala karşı) kıyam ettiklerinde demişlerdi ki: 'Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi'dir; ilâh olarak biz O'ndan başkasına kesinlikle tapmayız, (eğer tersini) söyleyecek olursak, andolsun, gerçeğin dışına çıkarız. Şunlar, bizim kavmimizdir; O'ndan başkasını ilâhlar edindiler, onlara apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Öyleyse Allah'a karşı yalan düzüp-uydurandan daha zâlim kimdir?'
(İçlerinden biri demişti ki): 'Mâdemki siz onlardan ve Allah'tan başka taptıklarından kopup-ayrıldınız, o halde, (dağlara çekilip) mağaraya sığının da Rabbiniz size rahmetinden (bolca bir miktarını) yaysın ve işinizden size bir yarar kolaylaştırsın.'
(Onlara baktığında) görürsün ki, güneş doğduğunda onların mağaralarına sağ yandan yönelir, battığında onları sol yandan keser geçerdi ve onlar da onun (mağaranın) geniş boşluğundalardı. Bu, Allah'ın âyetlerindendir. Allah, kime hidâyet verirse, işte hidâyet bulan odur, kimi de saptırırsa onun için asla doğru yolu gösterici bir veli bulamazsın.
Sen onları uyanık sanırsın, oysa onlar (derin bir uykuda) uyuşmuşlardır. Biz onları sağ yana ve sol yana çeviriyorduk. Onların köpekleri de iki kolunu uzatmış yatmaktaydı. Onları görmüş olsaydın, geri dönüp onlardan kaçardın, onlardan içini korku kaplardı.
Böylece, aralarında bir sorgulama yapsınlar diye onları dirilttik (uyandırdık). İçlerinden bir sözcü dedi ki: 'Ne kadar kaldınız?' Dediler ki: 'Bir gün veya günün bir (kaç saatlik) kısmı kadar kaldık' Dediler ki: 'Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir; şimdi birinizi bu paranızla şehre gönderin de, hangi yiyecek temizse baksın, size ondan bir rızık getirsin; ancak oldukça nazik davransın ve sakın sizi kimseye sezdirmesin. Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar veya dinlerine geri çevirirler; bu durumda ebedi olarak kurtuluş bulamazsınız.'
Böylece, Allah'ın va'dinin hak olduğunu ve gerçekten Kıyâmetin, kendisinde şüphe bulunmadığını bilmeleri için (şehir halkına ve sonra ki insan kuşaklarına) onları buldurmuş olduk. (Onları bulanlar) kendi aralarında durumlarını tartışıyorlardı, (bir kısmı) dedi ki:
868] 18/Kehf, 10
HELÂK
- 213 -
'Onların üstüne bir bina inşa edin, Rableri onları daha iyi bilir.' Onların işine galip gelen (sözleri geçen)ler ise: 'Üstlerine mutlaka bir mescid yapmalıyız' dediler.
(Sonra gelen kuşaklar) diyecekler ki: 'Üçtüler, onların dördüncüsü de köpekleridir.' Ve: 'Beştirler, onların altıncısı köpekleridir' diyecekler. (Bu), bilinmeyene (gayba) taş atmaktır. 'Yedidirler, onların sekizincisi de köpekleridir' diyecekler. De ki: 'Rabbim, onların sayısını daha iyi bilir, onları pek az (insan) dışında da kimse bilemez' Öyleyse onlar konusunda açıkta olan bir tartışmAdan başka tartışma ve onlar hakkında bunlardan hiç kimseye bir şey sorma.
Hiçbir şey hakkında: 'Ben bunu yarın mutlaka yapacağım' deme. Ancak: 'Allah dilerse' (yapacağım, de). Unuttuğun zaman Rabbini zikret ve de ki: 'Umulur ki, Rabbim beni bundan daha yakın bir başarıya yöneltip iletir.'
Onlar mağaralarında üçyüz yıl kaldılar ve dokuz (yıl) daha kattılar.
De ki: 'Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybı O'nundur. O, ne güzel görmekte ve ne güzel işitmektedir. O'nun dışında onların bir velisi yoktur. Kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz.” 869
Hem Hıristiyan hem de İslâm kaynaklarında övülen Ashâb-ı Kehf'in (Mağara Ehli) karşı karşıya oldukları zâlim hükümdar, genel kabule göre, Roma İmparatoru Decius olduğu tahmin edilmektedir. Decius'un baskı ve zulmü ile karşılaşan gençler, bulundukları topluma Allah'ın dinini terketmemeleri konusunda birçok uyarılarda bulunmuşlardır. Toplumun yaptıkları tebliğlere kayıtsız kalması, imparatorun baskıyı arttırması ve ölüm ile tehdit edilmeleri Sebebiyle gençler yaşadıkları yerden uzaklaşmaya karar vermişlerdir.
Tarihsel belgelerin de ortaya koyduğu gibi, henüz dejenere olup bozulmamış Hıristiyanlığın (İseviliğin) temsilcisi olan mü’minlere yönelik sindirme, baskı ve zulüm politikaları, birçok imparator tarafından yoğun bir şekilde uygulanıyordu.
Kuzey Batı Anadolu'da bulunan Roma Valisi Piliniyus'un (MS 69-113) İmparator Trayanus'a yazdığı mektupta "İmparator'un heykeline tapınmadıkları için cezâlandırılan Mesihçiler"den (Hıristiyanlar'dan) bahsedilir. Bu mektup, o dönemde İsevilere yapılan baskıları anlatan önemli belgelerden birisidir. İşte böyle bir ortamda kendilerinden Allah'ı bırakıp imparatora veya din karşıtı bir sisteme boyun eğmeleri istenen gençler, bunu kabul etmemişler ve şöyle demişlerdir: “Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi'dir; ilâh olarak biz O'ndan başkasına kesinlikle tapmayız, (eğer tersini) söyleyecek olursak, andolsun, gerçeğin dışına çıkarız. Şunlar, bizim kavmimizdir; O'ndan başkasını ilâhlar edindiler, onlara apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Öyleyse Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zâlim kimdir?” 870
Ashâb-ı Kehf'in yaşadığı yer konusunda ise birkaç iddia vardır. Bunlardan en makul görünenleri ise Efes ve Tarsus'tur. Hemen hemen tüm Hıristiyan kaynaklar, gençlerin sığındıkları mağaranın bulunduğu yer olarak Efes'i gösterirler. Bazı müslüman araştırmacı ve Kuran yorumcuları da Efes konusunda Hıristiyanlar'la hemfikirdirler. Bazıları da bölgenin Efes olmadığını uzun uzadıya açıkladıktan sonra, olayın geçtiği yerin Tarsus olduğunu ispatlamaya çalışmışlardır. Biz bu çalışmada iki ihtimal üzerinde de duracağız. Tüm bu araştırmacı ve yorumcular
869] 18/Kehf, 9-26
870] 18/Kehf, 14-15
- 214 -
KUR’AN KAVRAMLARI
-Hıristiyanlar da dâhil- olayın Roma İmparatoru Decius (veya başka bir ismiyle Decianus) zamanında, yani MS 250 civarında geçtiğini belirtirler.
Decius, Neron'la birlikte Hıristiyanlar'a en çok zulmeden Roma İmparatoru olarak bilinir. İktidarda bulunduğu kısa dönemde, hâkimiyeti altında yaşayan herkesin Roma tanrılarına kurban Adamalarını zorunlu kılan bir kanun çıkarmıştır. Herkes bu putlara kurban Adamakla, dahası bunu yaptıklarını gösteren bir onay belgesi almak ve devlet görevlilerine göstermekle yükümlü tutulmuştur. Karara uymayanlar için de idam cezâsı uygulanmıştır. Hıristiyan kaynakları bu dönemde Hıristiyanlar'ın önemli bir bölümünün "şehirden şehire" kaçarak ya da daha gizli sığınaklara giderek bu putperest ibâdetinden kaçındıklarını yazarlar. Ashâb-ı Kehf, büyük olasılıkla, bu İsevilerin içinden sâlih bir gruptur.
Bu arada vurgulanması gereken bir nokta vardır: Konu, bazı Hıristiyan ve müslüman tarihçi ve yorumcular tarafından hikâye tarzında anlatılmış, birçok uydurma ve eklenen rivâyetler neticesi efsaneye dönüştürülmüştür. Oysa ki olay tarihi bir gerçektir.
Ashâb-ı Kehf Efes'te mi?: Ashâb-ı Kehf'in yaşadığı şehir ve sığındığı mağara konusunda çeşitli kaynaklarda değişik yerler gösterilmektedir. Bunun en büyük Sebebi, halkın, bu denli cesur ve yiğit insanların kendi yaşadıkları ortamda olmalarını istemeleri ve bu bölgelerdeki mağaraların birbirine çok benzemesidir. Örneğin bu yerlerin hemen hepsinde mağaraların üzerine yapıldığı belirtilen birer mabed vardır.
Bilindiği gibi Efes Hıristiyanlarca kutsal kabul edilir. Çünkü Efes'te şimdi kiliseye dönüştürülmüş olan ve Hz. Meryem'e ait olduğu söylenen bir ev vardır. Ashâb-ı Kehf'in Hıristiyanlarca kutsal kabul edilen bu yerlerde yaşamış olması da onlara göre büyük ihtimaldir. Hatta bazı Hıristiyan kaynakları yer konusunda kesinlik bildirirler.
Konuyla ilgili en eski kaynak Suriyeli rahip Saruclu James'e aittir. (Doğumu MS 452) Ünlü tarihçi Gibbon Roma İmparatorluğunun Çöküşü Adlı kitabında James'den birçok alıntı yapmıştır. Buna göre, yedi Hıristiyan gence işkence yaparak onları mağaraya sığınmaya zorlayan kralın ismi, İmparator Decius'tur. Decius Roma İmparatorluğu'nu MS 249-251 yılları arasında yönetmiştir ve onun dönemi Hz. İsa'yı takip edenlere yapılan işkencelerle ünlüdür. Müslüman tefsircilere göre olayın geçtiği yer "Aphesus" veya "Aphesos"tur. Gibbon'a göreyse bu yerin ismi Ephesos (Efes)tir. Yani Anadolu'nun batı sahilinde, Roma'nın en büyük limanlarından ve en büyük şehirlerinden biri... Bu şehrin harabeleri bugün de Efes Antik Kenti olarak bilinmektedir.
Gençlerin uzun uykularından uyandıkları dönemin İmparatorunun Adı ise müslüman araştırmacılara göre Tezusius, Gibbon'a göre ise II. Theodosius'tur. Bu İmparator, Roma İmparatorluğu Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra MS 408-450 yıllarında tahtta bulunuyordu.
Bazı tefsirlerde aşağıdaki âyeti açıklarken, mağaranın ağzının kuzeye baktığından ve bu nedenle güneş ışığının içeri girmediğinden söz edilir. Böylece mağaranın önünden geçen birinin içeriyi görmesi de mümkün değildir. Nitekim âyette de şöyle denmektedir: “(Onlara baktığında) görürsün ki, güneş doğduğunda onların mağaralarına sağ yandan yönelir, battığında onları sol yandan keser geçerdi ve
HELÂK
- 215 -
onlar da onun (mağaranın) geniş boşluğundalardı. Bu, Allah'ın âyetlerindendir.” 871
Arkeolog Dr. Mûsâ Baran da, Efes Adlı kitabında gençlerin yaşadığı yer olarak Efes'i gösteriyor ve ekliyor: Milattan önce 250 yılında Efes'te yaşayan 7 genç Hıristiyanlığı seçer ve putperestliği reddederler. Kaçış yolu arayan gençler, Pion dağı'nın doğu yamacında bir mağara bulurlar. Romalı askerler bunu görüp mağara girişine bir duvar örerler. 872
Bugün bu kalıntı ve mezarların üzerlerine birçok dini yapı inşa edildiği biliniyor. 1926'da Avusturya Arkeoloji Enstitüsü tarafından bölgede yapılan kazılardan sonra, Panayır (Pion) Dağı'nın doğu yamacında bulunan kalıntıların, V. yüzyılın ortalarında (II. Theodosius dönemi) Ashâb-ı Kehf Adına yapılmış olan yapıya ait olduğu bilinmektedir. 873
Ashâb-ı Kehf Tarsus'ta mı? Ashâb-ı Kehf'in yaşadığı yer olarak gösterilen ikinci yer Tarsus'tur. Gerçekten de Tarsus'un kuzeybatısında Encilüs veya Bencilüs adıyla bilinen dağda Kuran'daki tariflere uygun bir mağara vardır.
Tarsus fikri birçok İslâm aliminin de ortak görüşüdür. Kur’an tefsircilerinin en ünlülerinden biri olan Taberi, Tarihu’l-Ümem isimli kitabında, Ashâb-ı Kehf'in mağarasının bulunduğu dağın Adını "Bencilüs"olarak belirtmiş, bu dağın da Tarsus'ta olduğunu söylemiştir. 874
Yine tanınmış tefsircilerden olan Muhammed Emin, dağın isminin "Pencilüs" olduğunu ve Tarsus'ta bulunduğunu belirtmiştir. "Pencilüs" olarak telaffuz edilen isim bazen "Encilüs" olarak da söylenmektedir. Ona göre, buradaki isim farklılığı, "B" harfinin farklı söylenmesi veya "tarih aşındırması" denen kelimenin harf kaybından ibarettir. 875
Bir diğer tanınmış Kuran alimi olan Fahreddin Râzî de eserinde, "bu yere Efsus denilse de, buradan kasıt Tarsus'tur, zira Efsus, Tarsus'un başka bir Adıdır" diyor. 876
Bunlardan başka, Kadı Beyzavi'nin ve Nesefi'nin tefsirlerinde, Celaleyn ve Tıbyan tefsirlerinde, Elmalılı'nın, Ö. Nasuhi Bilmen'in ve diğer birçok alimin tefsirlerinde bu yerin ismi olarak "Tarsus" verilmiştir. Ayrıca tüm bu müfessirler 17. âyetteki "güneş doğduğunda onların mağaralarına sağ yandan yönelir, battığında onları sol yandan keser geçerdi" cümlesini, bu dağdaki mağaranın ağzının kuzeye bakıyor olmasıyla açıklarlar. 877
Ashâb-ı Kehf'in yaşadığı yer, Osmanlı İmparatorluğu zamanında da merak edilmiş ve bununla ilgili bazı araştırmalar yapılmıştır. Başbakanlık Osmanlı arşivlerinde konuyla ilgili bir dizi yazışma ve bilgi mevcuttur. Örneğin Tarsus mahalli idaresinin Osmanlı Devleti Hazine Amirine gönderdiği bir mektupta, Tarsus'ta bulunan Bencilus Dağı'ndaki Ashâb-ı Kehf mağarasının koruma ve temizliği ile
871] 18/Kehf, 17
872] Mûsâ Baran, Efes, ss. 23-24
873] L. Massignon, Opera Minora, c. III, s. 104-108
874] Taberî, Tarihu’l-Ümem
875] Muhammed Emin
876] Fahreddin Râzi, Mefatihu’l Gayb
877] Kadı Beyzavi’nin, Nesefi’nin, Celaleyn ve Tıbyan tefsirlerinde, Elmalılı’nın, Ö. Nasuhi Bilmen’in tefsirlerinde
- 216 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ilgilenenlere maaş bağlanması konusundaki talebini bildiren bir dilekçe ve mektup yer alır. Bu mektuba cevap olarak, istenen maaşların devlet hazinesince ödenebilmesi için, burasının hakikaten Ashâb-ı Kehf'in yaşadığı yer olup olmadığı konusunun araştırılması gerektiği bildirilmiştir. Bunun için yapılan araştırmalar da Ashâb-ı Kehf'in mağarasının yerinin tesbitinde yararlı olmuştur.
Meclis tarafından yaptırılan bir araştırmadan hazırlanan raporda şöyle denmiştir: "Adana eyâletine bağlı bulunan Tarsus'un kuzeyinde ve Tarsus'a iki saat uzaklıktaki dağda bir mağara bulunmaktadır ve bu mağaranın ağzı Kuran'da bildirildiği gibi kuzeye bakar."878
Ashâb-ı Kehf'in kimler olduğu, ne zaman yaşadıkları ve nerede yaşadıkları gibi konular her zaman ilgili insanları araştırmaya yöneltmiş bu konu ile ilgili birçok yorum yapılmıştır. Ancak bu yorumların hiçbirisi bir kesinlik içermemektedir, dolayısıyla Mağaraya sığınan bu inançlı gençlerin hangi tarihlerde yaşadıkları, âyetlerde zikredilen mağaranın nerede olduğu sorularına kesin cevaplar verilememektedir.
Kavimlerin helâki ile ilgili son olarak şunları söyleyebiliriz: "Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler. Onlar, güç bakımından kendilerinden daha üstün idiler, toprağı alt-üst etmişler (ekmişler, mâdenler, sular arayıp çıkarmışlar) ve onu, kendilerinin imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi. Elçileri de, onlara açık delillerle gelmişti. Demek ki Allah onlara zulmetmiyordu, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı." 879
Buraya kadar incelediğimiz tüm kavimlerin Allah'a başkaldırmak, O'na ortak koşmak, yeryüzünde haksız yere büyüklenmek, insanların mallarını haksızlıkla yemek, cinsel sapmalara ve azgınlığa yönelmek gibi ortak bazı özellikleri vardı. Bir başka ortak özellikleri ise, yanlarındaki müslümanlara karşı baskı ve zulüm uygulamalarıydı. Müslümanları sindirmek için her türlü yolu deniyorlardı.
Kur’an’ın bütün bunları hatırlatmaktaki amacı, elbette tarih bilgisi vermek değildir. Kuran’da, peygamber kıssalarının "ibret" alınması için anlatıldığı bildirilir. Önceden helâk olanlar, sonrakileri doğruya yöneltmelidir: "Kendilerinden önceki kuşaklardan nicelerini yıkıma uğratmamız, onları doğruya yöneltmedi mi? (Oysa bugün kendileri) onların kaldıkları yerlerde (tarihî kalıntıları üzerinde) gezinip durmaktadırlar. Şüphesiz bunda sağduyu sahipleri için âyetler vardır." 880
Eğer tüm bunlara "ibret" gözüyle bakarsak, bugün içinde bulunduğumuz toplumun bazı kesimlerinin de helâk olmuş kavimlerden hiç de az sayılmayacak bir bozulma ve taşkınlık içinde olduğunu görebiliriz.
Özellikle -sosyete olarak da bilinen- "kavmin önde gelenlerinin" önemli bir bölümü, kıssalarda anlatılan helâk olmuş kavimlerden pek farklı değildir. Bu kesim, büyük çoğunluğu İslâm'ın hükümlerini bildiği halde, her türlü taşkınlığı ve sapkınlığı uygulamaktan çekinmemektedir. Müslümanlara karşı olan düşmanlıkları da herkesçe bilinmektedir.
İşin daha da ilginç yanı, içinde bulunduğumuz toplumda sayısı oldukça
878] Ahmet Akgündüz, Tarsus Tarihi ve Ashâb-ı Kehf
879] 30/Rûm, 9
880] 20/Tâhâ, 128
HELÂK
- 217 -
kabarık bir "Lût Kavmi"nin bulunmasıdır. "Kavmin önde gelenleri"yle birlikte toplu seks partilerine katılan homoseksüeller, Sodom ve Gomora'lı benzerlerini geride bırakacak sapkınlıklar sergiliyorlar. Özellikle İstanbul'da yaşayan belli bir kesim, Pompei'yi bile "aşmış" durumda...
İncelediğimiz bütün kavimler, mutlaka doğal sebeplerle gelen âfetler neticesinde cezâlandırılmışlardır (deprem, sel, fırtına, vs. gibi). Günümüzde aşırı giden ve eski kavimlerin işlediği suçları işleyen toplumlar da, benzer yöntemlerle cezâlandırılabilirler. Ülkemizde de durum pek farklı değildir. Özellikle İstanbul, halkı müslüman olan ülkeler arasında, eşcinsellik, cinsel sapıklık, dini inkâr etme ve alaya alma, sosyal adâletsizlik konularında önde giden bir şehir olmuştur.
Unutulmamalıdır ki Allah, dilediği anda dilediği insanı ya da toplumu helâk edebilir. Ya da dilediğini dünya hayatı boyunca normal bir şekilde yaşatır ve âhirette azaplandırır. Kuran’da, bu konuda şöyle bildirilir: "İşte Biz, onların her birini kendi günahı ile yakalayıverdik. Böylece onlardan kiminin üstüne taş fırtınası gönderdik, kimini şiddetli bir çığlık sarıverdi, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmedici değildi, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı." 881
Kuran’da, Hz. Mûsâ döneminde Firavun ailesinden olup da imanını gizlemekte olan bir mü’minin kavmine olan seslenişi de şöyle aktarılır: "Dedi ki: ‘Ey Kavmim, ben o fırkaların gününe benzer (bir günün felâketine uğrarsınız) diye korkuyorum. Nûh kavmi, Âd, Semûd ve onlardan sonra gelenlerin durumuna benzer. Allah, kullar için zulüm istemez ve ey kavmim, doğrusu ben sizin için o feryat gününden korkuyorum. Arkanızı dönüp kaçacağınız gün; sizi Allah'tan koruyacak yoktur. Allah, kimi saptırırsa artık onu doğruya yöneltecek bulunmaz." 882
Gönderilen tüm peygamberler imanını saklayan bu mü’min kişi gibi kavmini uyarmış, Kıyâmet gününü haber vermiş ve onları Allah'ın azâbı ile korkutmuşlardır. Her peygamber ve uyarıcının hayatı bu gerçekleri anlatmakla geçmiştir. Ancak her defasında gönderildikleri toplumlar onları yalancılıkla, maddî çıkar elde etmeye çalışmakla ya da üstünlük peşinde koşmakla suçlamış ve onların anlattıklarını düşünmeden, kendi yaptıklarını yargılamadan uygulamakta oldukları sistemlerini devam ettirmişlerdir. Bir kısmı daha da ileri giderek mü’minleri öldürmeye veya toplumdan sürmeye çalışmıştır. Peygambere iman edip itaat eden mü’minlerin sayısı ise her defasında çok sınırlı olmuş ve Allah yalnızca peygamberi ve ona inananları kurtarmıştır.
Aradan binlerce sene geçmesine ve mekânların, şekillerin, teknoloji ve medeniyetlerin değişmesine rağmen bahsedilen toplum yapısında ve inkâr sisteminde değişen pek bir şey yoktur; az önce vurguladığımız gibi, yaşadığımız toplumun bir kesimi, Kuran'da anlatılan kavimlerin tüm özelliklerini üzerinde barındırıyor. Tartıda adâletsizlik yapan Semûd Kavmi gibi bugün de sahtekâr ve dolandırıcılar azımsanmayacak sayılarda. Veya cinsel sapmaların doruğa ulaştığı Lût Kavmi'nden hiç de aşağı kalmayan ve her fırsatta da bazı çevreler tarafından savunulan bir "eşcinseller topluluğu" var. Ya da en az Sebe’ halkı kadar Allah'ın nimetlerine nankör ve isyankâr, İrem halkı kadar verilen zenginliğe şükretmeyen, Nûh Kavmi gibi itaatsiz ve mü’minlere karşı alaycı, Âd Kavmi kadar sosyal
881] 29/Ankebût, 40
882] 40/Mü’min, 30-33
- 218 -
KUR’AN KAVRAMLARI
adâlete önem vermeyen bir kitle, toplumun büyük bir kesimini oluşturuyor.
Bunlar çok önemli işaretlerdir... Unutulmamalıdır ki, toplumlarda ne türlü değişiklik olursa olsun, teknolojik yönden ulaşılan seviye veya edinilen imkânlar, hiçbir önem taşımamaktadır. Bunlar, kimseyi Allah'ın azâbından kurtarıcı değildir. Kuran’da bu gerçek şöyle hatırlatılır: "Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler. Onlar güç bakımından kendilerinden daha üstün idiler, toprağı alt üst etmişler (ekmişler, mâdenler, sular arayıp çıkarmışlar) ve onu, kendilerinin imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi. Peygamberleri de onlara açık delillerle gelmişti. Demek ki Allah onlara zulmetmiyordu, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı." 883
Tarihin helâk olayları tekrarlanmasın, eski kavimlerin başına gelen bu âfetler, içinde yaşadığımız toplumlara ulaşmasın istiyorsak, helâk sebeplerini tümüyle terk etmek mecbûriyetimiz vardır. İbret alınmadığı müddetçe tarihin tekerrür edeceğini unutmamalıyız. Kur’an sırf ibret alalım, bizden öncekilerin başına neler gelmiş görelim ve aynı tehlikeli yolu tutmayalım diye yeryüzünde gezip eski kavimlerin durumunu öğrenmemizi ister. Bu gerekçelerle helâk olan kavimleri anlatır.
Türkçe’de tehlike olarak bilip kullandığımız kelimenin aslı, helâk kavramıyla ilgilidir. Helâk kelimesiyle tehlike kelimesi aynı kökü paylaşırlar. Tehlike (aslı, tehlüke): Helâke sebep olan, helâke yani yok olmaya, büyük zarara sebep olabilecek durum demektir. İnsanlar tehlikeden, tehlikeli olan şeylerden kaçınmak ister. Bu, doğaldır; insanın kendini koruma fıtratıyla ilgilidir. Yok olmak, helâk olmak istemez insan. Ama insanların çoğu, tehlikenin ne olup olmadığı ve esas tehlikeye karşı nasıl bir tedbir aldıkları konusunda çoğunlukla aldanmaktadırlar.
Tehlike konusu, aynı zamanda şeytanın istismârına, insanın kendi hevâsına ve çevre putlarına uymasına da sebep olabilmektedir. Şeytan insana sanal tehlikeler gösterir. Esas tehlikeyi unutturur, hatta insanı esas tehlikeden kurtaracak şeyleri tehlike diye sunmaya çalışır. İnsanları özellikle mal ve dünyalıklar konusunda korkuya düşürür. Onların dünyalıklara hırslarının artması için fakirliği silâh olarak kullanır, cimriliği ve aç gözlülüğü teşvik eder. Allah yolunda fedâkârlık yapmayı, infak etmeyi tehlike olarak gösterir. Maldan ve dünyalıklardan başka bir kutsal tanımayan insanlar, elbette şeytanın istediği noktaya gelen kimselerdir. Şeytan, bu gibi kimseleri çok rahat güdebilir. Onlara çok rahat kötülükleri yapmalarını emreder. “Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği emreder/telkin eder…” 884
İblis, kendine bağladığı, Hakk'tan yüz çeviren kimselerin yaptıklarının doğru, üzerinde bulundukları yolun sağlam olduğunu, inançlarında, sözlerinde ve işlerinde bir yanlışlık bulunmadığını onlara telkin eder. Onların yanlış ve sapık işlerini allayıp pullar. Böylece onların bu kötülüklere devam etmelerini sağlar. 885
Şeytan günahı, haramları, sağlığa zararlı, birey ve toplum için tehlikeli olan şeyleri tehlikeli olarak göstermeyip, içinde câzibe gösterir. “Şeytan, onların
883] 30/Rûm, 9 ; Hârun Yahya, Kavimlerin Helâki, Vural Y.
884] 2/Bakara, 268
885] 27/Neml, 24; 16/Nahl, 63
HELÂK
- 219 -
amellerini ziynetleyip süsler.”886 Tehlikeli olanları unutturmakla yetinmez; insanları Allah'ın rahmetinin ve affının geniş olması ile aldatır ve onları âhiretleri ve hatta dünyaları için tehlikeli şeylere teşvik eder, günahları süsler. Onlara sanki 'yiyin, için, zevkinize bakın, ibâdeti sonra yaparsınız, Allah nasıl olsa affedicidir, sizi de affeder' der. İman açısından, âhiret ve dünya saâdeti açısından tehlikeli olan şeyleri unutturarak, te’vil ettirerek, hiç değilse önemsiz göstererek insanları helâke sürükler. "...Sizi ğarûr/aldatıcı (olan şeytan), sakın Allah'a güvendirerek aldatmasın." 887
Şeytan, insanları kendi yoluna dâvet etmek için birtakım araçlardan yararlanır. Bu araçların başında putlara tapmak, şirk, içki, kumar gibi şeyler gelir 888. Bu gibi şeyler, esasen şeytanın pis işlerindendir. Bunlardan sakınmak, şeytanın aldatmasından kurtulmak anlamına gelir. İçki ve kumar gibi alışkanlıklara dalanların akıl ve şuurları yerinde olmadığı için şeytanın oltasına kolay takılırlar. Bütün kötülüklerin anası olan içki, şeytanın işini kolaylaştırır. Şüphesiz ki İblis'in en önemli tuzaklarından biri de içki ve uyuşturucudur. İçki, insanın hem âhireti ve hem dünyası için ciddi bir tehlikedir. Günümüzde içkinin ve uyuşturucunun çokça tüketildiği toplumlarda şeytanın saltanatı ve düzeni hâkimdir. O toplumlarda yaşayan insanların çoğu, şeytanın iki ayaklı askerleri haline gelmişlerdir.
İçki gibi bütün günahlar, başta şirk ve küfür olmak üzere insanın âhiretini ve dünyasını mahveden tehlikelerdir. Kur’an, sırât-ı müstakîm yolcusuna bu tehlikeli hususları kırmızı ışık gibi “haram” işaretleriyle uyarmakta, tehlikeyi ve helâki bildirmektedir. Başta şirk olmak üzere her çeşit haram, tehlike ve uyarı işaretleriyle, Cennet yolcusu mü’min, yoldan sapmaması, kazâya uğramaması için İlâhî rahmet ikazlarıyla uyarılmaktadır. Peygamberler ve onların izinden giden âlim ve sâlih insanlar, bu yoldaki trafik görevlileri gibidir. Onların temel görevlerinden biri inzâr (uyarı, ikaz ve korkutma)dır.
Esas tehlike nedir? “(Mallarınızı) Allah yolunda infak edip harcayın, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın, ihsân/iyilik edin, doğrusu Allah muhsinleri, iyilik edenleri sever.”889 Bu âyette müslümanlara, Allah yolunda mallarını infak edip harcamaları, cimrilik edip kendi elleriyle kendilerini tehlikeye atmamaları, iyilik etmeleri, Allah'ın, iyilik edenleri sevdiği buyurulmaktadır. Buhârî'nin Huzeyfe'den naklettiğine göre âyet infak/sadaka hakkında inmiştir. Müslümanların İstanbul'u kuşattığı sırada bir müslüman, düşman saflarına hücum edip düşmanın arasına dalmış, sonra çıkıp gelmiş, herkes ona: "Subhânellâh! Kendisini tehlikeye attı!" diye bağırmış, Ebû Eyyûb (el-Ensârî) onlara: "Siz, âyeti yanlış yorumluyorsunuz. Bu âyet biz Ensâr hakkında inmiştir. Allah, dinini güçlendirip, dinin yardımcıları çoğalınca biz kendi aramızda: ‘Keşke artık biz mallarımızın başına dönsek de onlara baksak!’ demiştik de Allah bu âyeti indirdi." Demiştir. 890
Esas tehlike, Allah yolunda infak etmemek, fedâkârlık yapmamak, cihadın tüm şûbelerini hayata geçirmede yeterli gayret sarfetmemektir. Kısaca, Allah’ın tüm emirlerine tam bir teslimiyetle itaate yönelmemek, tüm yasaklarından kaçmaya çalışmamaktır. Helâk budur, tehlike budur. Esas tehlike, esas helâk;
886] 16/Nahl, 63; 27/Neml, 24; 29/Ankebût, 28…
887] 31/Lokman, 33; 35/Fâtır, 5
888] 5/Mâide, 90-91
889] 2/Bakara, 195
890] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, II/361-362; İbn Kesir, Tefsir, I/229
- 220 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dünyada başa gelenler değil; âhiretteteki ebedî felâketlerdir.
“Allah ile birlikte başka bir ilâha/tanrıya tapıp yalvarma! O’ndan başka tanrı yoktur. O’nun zâtından başka her şey helâk (yok) olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.”891 Var eden de, helâk edip yok eden ve edecek olan da Allah’tır. O’nun izni dışında helâk yoktur. O yüzden O istemedikçe dünyadaki bütün insanlar ve imkânları bir araya gelse bir insana en küçük bir zarar veremezler. O yüzden tehlike insanlardan gelecek olan şeyde değil; kendi elimizle yapacağımız suçların cezâsı olarak Allah’ın cezâlandırmasındadır.
İnsanoğlu, suçlu olduğunu, elleriyle yaptıklarından dolayı helâki hak ettiğini vicdân mahkemesinin kararıyla anladığından dolayı, yakın gelecekteki helâk endişelerinin cezâsını şimdiden çekmeye başladı. Medyada sık sık yakın gelecekteki kıtlıktan, kuraklıktan, iklim değişikliklerinden bahsediliyor. “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde (şehirde ve kırda) fesat yayıldı, düzen bozuldu ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.”892 Toplumsal fesada ve yeryüzünün düzenini bozacak çevre felâketlerine yol açacak zararlı davranış ve kötü fiillere, ibret olsun diye dünyadayken verilen karşılıklar için “bir kısmı” denmekte ve asıl cezânın âhirette olduğuna işaret edilmektedir.
Kur’an’a teslim olup onun hükmünü tatbik etmeyen insanlar, kendini ve nesillerini de mahvedip helâk edilmesine sebep olacak fesattan kurtulamıyorlar. Ozon tabakasının delinmesi, uzayın bir sürü uydularla kaplanması, “yıldızlar savaşı” diye ad verilen, içinde toplu katliamlara yol açacak silâhların uzayda bile cirit atması, ormanların mahvedilmesi, zararlı zannedilerek sayısız haşeratın topraklardan, arâzilerden yok edilmesi, denizlerin petrol ve benzeri atıklarla kirletilmesi, insanın helâkini hazırlayan ve kısmen şimdiden cezâsını çektiği fesat cinsinden hemen sayılabileceklerdir. Bu fesat ve fitnenin cezâsı, sadece onu yapmaktan çekinmeyen uluslara ve devletlere has değildir. Dünyayı kirletip fesada boğanlar, bunun cezâsını mâsum insanlara da çektiriyorlar. Kur’an, bizi uyarmaktadır: “Öyle bir fitneden sakının ki, o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (tüm insanlara sirâyet eder, hepsini perişan eder). Bilin ki, Allah’ın azâbı şiddetlidir.”893; “...İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah ve fesat) yüzünden hepimizi helâk edecek misin? ...Bizi bağışla ve bize merhamet et. Sen bağışlayanların en iyisisin.” 894
Filmlerde çeşitli tehlike sahneleri, artık yerini helâk sahnelerine bırakıyor. Toplumsal helâk senaryoları romanların ve filmlerin temel konusu gibi oldu. Armagedon, Altıncı Element, Yarından Sonra gibi filmler, bir taraftan yaklaşan helâkin sinyallerini verirken, diğer yandan bu yaşayışın çıkmaz sokağını, yolun sonunun nasıl bir helâk olduğunun cezâsını da düşündürüyor, hatta sanal âlemde de olsa, psikolojik olarak kısmen yaşatıyor. Küresel ısınma, çölleşme, buzullaşma gibi insanın iklim değişikliklerine sebep olabilecek küresel fitne ve fesatlarının sonuçlarını, Allah bilir, ama bu çağın insanı tadacağa benziyor. Batının gidişi, teknolojinin aldığı boyut, uygarlık diye takdim edilen İslâm dışı dünya görüşünün durumu, toplu helâkleri paratoner gibi çekiyor. Kıyâmet senaryoları yetmiyor, Tanrıyı kıyâmete zorlama(!) faâliyetleri için Ortadoğudaki
891] 28/Kasas, 88
892] 30/Rûm, 41
893] 8/Enfâl, 25
894] 7/A’râf, 155
HELÂK
- 221 -
Müslümanlar, uygar Batının insanat bahçelerini dolduranlar tarafından, sözüm ona insan eliyle helâk edilmeye çalışılıyor. Aslında kıyâmeti, çevre felâketlerinin yol açacağı bir tabiat olayı olarak düşünmek, Kur’an’daki kıyâmet olayını çarpıtmak demektir. Bütün bunlarla birlikte, Kıyâmeti unutan, Kıyâmet sonrasına hazırlanmayan, hatta Kur’an’daki Kıyâmet olayını inkâr eden insan, bunun dehşetini istemese de daha şimdiden yaşıyor. Ne dersiniz, bu tehlikeli gidiş tümüyle helâke doğru değil mi? Toplumlar şimdiden helâki yaşamaya başlamadılar mı? Helâk gelip çatmadı mı?!
“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” 895
“Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.” 896
“Mü’minin konuşması zikir, susması fikir, bakışı ibrettir.” 897
“Dört şeyde tehlike vardır: Sultana/yöneticilere yakınlık, kötülerle dostluk, dünya sevgisi, kadın düşkünlüğü.”
“Kötü insanlar vardır ki, hiç iyi tarafları olmasa, daha az tehlikeli olurlardı.”
“Helâk ve felâket gibi hoca az bulunur.”
“Bir musîbet, bin nasihatten evlâdır.”
“Helâk ve felâket gelip çatmadan önce, açık veya kapalı bir şekilde geleceğini mutlaka haber verir.”
“Helâk ve felâket, çoğu zaman güle oynaya gelir.”
“Büyük tehlike, asla küçük tehlikeyi göze almadan yenilemez!”
“Hiçbir tehlikenin baş göstermeyeceğine inanmak, çok tehlikelidir.”
“Dünyevî tehlikeler, âhiretteki büyük tehlikeden korkan insanları yıldıramaz!”
“Korkacaksan, asıl âhiretinin mâruz kaldığı tehlikelerden kork. Korumak istiyorsan, önce mânevî varlığını koru!”
“Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş emel onları oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler!” 898 Yakında, çok yakında!
895] 42/Şûrâ, 30
896] 4/Nisâ, 79
897] Hadis-i Şerif rivâyeti
898] 15/Hicr, 3
- 222 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Helâk Kavramıyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Helâk Kelimesi (H-l-k) ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 68 Yerde): 2/Bakara, 195, 205; 3/Âl-i İmrân, 117; 4/Nisâ, 176; 5/Mâide, 17; 6/En’âm, 6, 6, 26, 47, 131; 7/A’râf, 4, 129, 155, 155, 164, 173; 8/Enfâl, 42, 42, 54; 9/Tevbe, 42; 10/Yûnus, 13; 11/Hûd, 117; 12/Yûsuf, 85; 14/İbrâhim, 13; 15/Hıcr, 4; 17/İsrâ, 16, 17, 58; 18/Kehf, 59, 59; 19/Meryem, 74, 98; 20/Tâhâ, 128, 134; 21/Enbiyâ, 6, 9, 95; 22/Hacc, 45; 23/Mü’minûn, 48; 26/Şuarâ, 139, 208; 27/Neml, 49; 28/Kasas, 43, 58, 5959, 78, 88; 29/Ankebût, 31; 32/Secde, 26; 36/Yâsîn, 31; 38/Sâd, 3; 40/Mü’min, 34; 43/Zuhruf, 8; 44/Duhân, 37; 45/Câsiye, 24; 46/Ahkaf, 27, 35; 47/Muhammed, 13; 50/Kaf, 36; 53/Necm, 50; 54/Kamer, 51; 67/Mülk, 28; 69/Hakka, 5, 6, 29; 77/Mürselât, 16; 90/Beled, 6.
B- Helâki Hak Eden Kâfir Kavimlerin Bazı Özellikleri
a- Kâfirler, Peygamberlerden İnanmayacakları Mûcizeler İsterler: 6/En'am, 37, 57-58; 10/Yunus, 48-53; 11/Hûd, 32-33; 14/İbrâhim, 9-10; 15/Hıcr, 14-15; 18/Kehf, 55; 20/Tâhâ, 133-135.
b- Kâfirler, Allah’ın Nimetinden Dünyada Faydalanırlar: Bakara, 126; A’râf, 32; Hıcr, 3; İsra, 20; Taha, 131; Enbiya, 44; Mürselat, 46.
c- Kâfirlerin Yaptıkları İyi İşler Boşa Gider: Bakara, 217; Al-i İmran, 117; Maide, 5; A’râf, 147; İbrâhim, 18; Kehf,103-106; Nur, 39-40; Furkan, 23, 77; Zümer, 47; Muhammed, 1, 3, 8-9, 32.
d- Allah ve Melekler Kâfirlere Lanet Eder: Bakara, 161-162
e- Kâfirlerin Malları ve Evlatları Kendilerine Fayda Vermez: Al-i İmran, 10, 91, 116; Maide, 36; En’am, 70; A’râf, 48; Ra’d, 18; Meryem, 77-80; Casiye, 10; Mücâdele, 17; Hakka, 25-29; Leyl, 8-11; Hümeze, 2-6; Leheb, 1-3.
f- Kâfirler, Allah'a Zarar Veremezler, Zararları Kendilerinedir: Al-i İmran, 176-177; Muhammed, 32.
g- Allah Kâfirlere Mühlet (Süre) Verir: Al- İmran, 178; En’am, 44; A’râf, 182-183, 186; Yunus, 11; Hûd, 8; Ra’d, 32; Hıcr, 2; Meryem, 75; 83-84; Enbiya, 39-40; Hacc, 44; Lokman, 24; Şura, 21; Mürselat 46; Tarık, 17.
h- Kâfir Olarak Öleceklerin Tevbesi: Nisa, 18, 168-169.
C- Kâfirlerin Cezâsı ve Helâki
a- Kâfirlerin Cezâsı: Bakara, 39, 104, 161-162, 210, 217, 257; Al-i İmran, 11, 56, 151, 176-177; Nisa, 56; Maide, 36-37; 86; En’am, 70; A’râf, 38, 40-41, 50-51; Yunus, 4, 7-8; Hûd, 111; Ra’d, 5; İbrâhim, 2-3; 16-17; Nahl, 24-25, 29, 104; Kehf, 29, 106; Hacc, 19-22, 51, 57; Nur, 57; Furkan, 34; Ankebut, 68; Secde, 14; Ahzab, 64-65; Fâtır, 7, 36; Zümer, 32; Fussılet, 26-28; Şura, 8, 26; Zuhruf, 74-76; Casiye, 10-11; Muhammed, 11; Teğabün, 10; Hakka, 35; İnşikak, 24; Fecr, 1-5.
b- Kıyâmet Günü Kâfirlerin Durumu: A’râf, 38-39, 48; Yunus, 45-46, 54; İbrâhim, 21-22, 28-29, 49-50; Hıcr, 2, 922-93; Nahl, 27, 84-85; İsra, 72; Kehf, 102-104, 124-127; Furkan, 11-14, 22, 27-29; Neml, 83-85; Rum, 12, 14-16, 55-57; Secde, 12; Ahzab, 66-68; Fatır, 36-37; Yasin, 48-53; Zümer, 47-48, 71-72; Mü’min, 10-12, 71-72; Fussılet, 19-24; Şura, 22, 44-46; Duhan, 47-50; Casiye, 27, 31-35; Ahkaf, 20, 34; Tur, 11-16; Kamer, 6-8; Rahman, 39, 41, 43-44; Vakıa, 41-46, 51-56; Teğabün, 9; Tahrim, 7; Mülk, 6-11; Müddessir, 8-10; İnsan, 4; Mürselat, 19, 24, 29-37, 45, 47-49; Nebe’, 21-30; Naziat, 34-39; İnfitar, 14-16; Mutaffifin, 15-17; inşikak, 10-14; Tarık, 10; A’la, 11-12.
c- Kâfirler, Azâbı Gördükleri Zaman Tekrar Dünyaya Dönmek İsteyecekler: Fatır, 37; Mü’min, 10-11; Fussılet, 24; Şura, 44; Fecr, 24.
d- Kâfirlerin Ölümü: Nahl, 28-29, 33-34; Muhammed, 34; Vakıa, 83-87, 92-94; Naziat, 1, 4.
e- Küfre Önderlik Edenlerin Cezâsı: Nahl, 24-25, 88.
f- Kâfirler, Azâbı Gördüklerinde Yok Olmak İsteyeceklerdir: Furkan, 13-14; Zuhruf, 77-78; Nebe’, 40; İnşikak, 10-11.
g- Kâfirlerin Amellerinin Misali: Nur, 30-40.
h- Kâfirler, Kurtuluşa Eremezler: Kasas, 82.
D- Zâlimlerin Cezâsı
a- İnkâr Ederek Zâlim Olanlar ve Cezâları: 2/Bakara, 165, 254; 5/Mâide, 29; 6/En'âm, 33; 10/Yûnus, 39, 52; 11/Hûd, 19, 113; 14/İbrâhim, 22; 19/Meryem, 72; 21/Enbiyâ, 29; 25/Furkan, 37, 207; 40/Mü'min, 52; 42/Şûrâ, 8, 21-22, 42; 68/Kâlem, 12.
b- Zâlimlere Verilen Mühlet (Süre): 11/Hûd, 100-102; 14/İbrâhim, 42-43; 16/Nahl, 61.
c- Zâlimler Lânetlenmişlerdir: 7/A'râf, 44; 11/Hûd, 18.
d- Zâlimler, Kurtuluşa Eremezler: 6/En'âm, 21, 135; 12/Yûsuf, 23; 28/Kasas, 37.
e- Kıyâmet Günü Zâlimler Azâbı Görünce Tekrar Dünyaya Dönmek İsterler: 14/İbrâhim, 42-44;
HELÂK
- 223 -
25/Furkan, 27; 39/Zümer, 24.
f- Mü'minlere Zulüm Yapanların Cezâsı: 85/Bürûc, 10.
g- Allah, Zâlimlerin Kimini Kimine Musallat Eder: 6/En'âm, 129.
h- Allah, Zâlimleri Başarıya Ulaştırmaz: 2/Bakara, 258; 6/En'âm, 21; 14/İbrâhim, 27; 46/Ahkaf, 10.
i- Zâlimler, Allah'ın Rahmetine Eremezler: 2/Bakara, 124.
j- Allah Zâlimleri Affetmez: 4/Nisâ, 168-169; 5/Mâide, 72.
k- Allah'ın Azâbı Zâlimleredir: 6/En'âm, 47; 11/Hûd, 100-102, 117; 22/Hacc, 45; 27/Neml, 52; 29/Ankebût, 40; 32/Secde, 22.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
34. Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y.
35. Kavimlerin Helâki, Hârun Yahya, Vural Y.
36. Allah’ın Yok Etmesi ve Yok Olan Toplumlar, Veysel Özcan, Mirfak Y.
37. Allah’ın Gazapları, (Tarihî roman), Râgıp Şevki Yeşim, 4 cilt, Huzur Y.
38. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. Helâk ve Tehlüke md. c. 25, s. 196-198
39. Sünnetullah md. Muhiddin Bağçeci, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 463-465
40. Kur’an’da Toplumsal Çöküş, Ejder Okumuş, İnsan Y.
41. Kur’ân-ı Kerim’de Kavimler ve Toplumlar Âd, Semûd, Medyen, S. Süleyman Nedvî, İnkılâb Y.
42. Lânetlenmiş Kişiler ve İşler, Mehmet Emre, Erhan Y.
43. Rabbenî Yol ve Sünnetullah, Said Hâkim, İnsan Dergisi Y.
44. Sünnetullah, -Bir Kur’an İfâdesinin Kavramlaşması-, Ömer Özsoy, Fecr Y.
45. İlâhî Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah), Abdülkerim Zeydan, çev. Nizameddin Saltan, İhtar Y.
46. Kitabu’l-Esnâm, İbn Kelbî, Tevhid Y.
47. Kur’an Kıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y.
48. Kur’an Kıssaları Üzerine, İdris Şengül, Işık Y.
49. İlmî ve Edebî Yönleriyle Kur’an Kıssaları, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y.
50. Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, Cevdet Said, çev. İlhan Kutluer, İnsan Y.
51. Toplumsal ve Kültürel Değişme, Mahmut Tezcan, Ank. Üniv. Eğitim Bilimleri Fak. Y.
52. Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Emre Kongar, Bilgi Y.
53. Türkiye’nin Çöküşü, Hüseyin Kâzım Kadri, Hikmet Neşriyat
54. Sosyal Meselelerimiz ve Sosyal Değişme, Mustafa Erkal, Mayaş Y.
55. Toplumsal Değişim Kuramları, Richard A. Appelbaum, çev. Türker Aklan, T. İş B. Kültür Y.
56. Modern Dünyaya Başkaldırı, Jius Evola, çev. Fevzi Topaçoğlu, İnsan Y.
57. el-Medinetü’l-Fâzıla, Fârâbî, çev. Naifiz Danışman, MEB Y.
58. Kur’an’a Göre Hz. Mûsâ, Firavun ve Yahûdiler, Necati Kara, Seha Neşriyat
59. Firavun, Hâmân ve Karun Karşısında Hz. Mûsâ, Ali Sayı, İz Y.
60. Kur’an’da Tarih Kavramı, Mazharuddin Sıddîkî, çev. Süleyman Kalkan, Pınar Y.
61. İslâm’ın Tarih Yorumu, İmâdüddin Halil, çev. Ahmet Ağırakça, Risale Y.
62. Tarihin Yorumu, İmâdüddin Halil, Mazharuddin Sıddîkî, terc. M. Beşir Eryarsoy, Düşünce Y.
63. İslâm Tarihi Bir Yöntem Araştırması, İmâdüddin Halil, çev. Ubeydullah Dalar, İnsan Y.
64. İslâmî Açıdan Tarihe Bakışımız, Muhammed Kutub, çev. Talip Özdeş, Risale Y.
65. Tarih ve Toplum, Murtaza Mutahharî, terc. Cengiz Şişman, Yöneliş Y.
66. İnsan ve Tarih, M. H. Beheşti, C. Bahonar, terc. Ahmet Erdinç, Bir Y.
67. Tarihselciliğin Sefaleti, Karl R. Popper, çev. Sabri Orman, İnsan Y.
68. Kur’an Coğrafyası, Ali Akpınar, Fecr Y.
69. Niçin İslâm Sosyolojisi, İlyas Ba-Yunus, çev. İlham Güner, AKâbe Y.
70. İslâm Sosyolojisi Bir Giriş Denemesi, Ba-Yunus, çev. Rıdvan Kaya, Bir Y.
71. Din Sosyolojisi, Amiran Kurtkan Bilgiseven, Filiz Kitabevi
72. Sosyoloji Tarihi, N. Şazi Kösemihal, İst. 1974
73. Mukaddime, İbn Haldun, çev. Süleyman Uludağ, Dergâh Y.
- 224 -
KUR’AN KAVRAMLARI
74. İbn Haldun’a Göre İnsan-Toplum-İktisat, İbrâhim Erol Kozak, Pınar Y.
75. Ana Konularıyla Kur’an, Fazlurrahman, çev. Alpaslan Açıkgenç, Fecr Y.
76. Modern Çağda İslâmî Meseleler, Ebu’l Mevdûdî, çev. Yusuf Işıcık
77. İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, Toshihiko İzutsu, çev. Selahaddin Ayaz, Pınar Y.
78. Kur’an ve Psikoloji, M. Osman Necati, çev. Abbas Arab,
79. Kur’an’da Edebî Tasvir, Seyyid Kutub, çev. Süleyman Ateş, Hilal Y.
80. Kur’an’da Günah Kavramı, SAdık Kılıç, Hibaş Y.
81. İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, çev. Ali Turgut, Yöneliş Y.
82. Kur’an ve Sünnet Üzerine Makaleler, Hikmet Zeyveli, Birun Y. (Kur’an Kıssaları, ) s. 161-170
83. Her Nemrud'a Bir İbrâhim, Zübeyir Yetik, Beyan Y. s. 80-100
84. İmamlar ve Sultanlar, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 8-10
85. Kötülük Odakları, Firavun, Zübeyir Yetik, Beyan Y.
86. Kur'an'da Firavun, Mevdudi, Çizgi Y.
87. Firavun, Hâmân ve Karun Karşısında Hz. Mûsâ, Ali Sayı, İz Y.
88. TDV İslâm Ansiklopedisi, Celâl Kırca, Âd md.
89. El Kirliyse Yıkanır, Ya Toplum Kirliyse, Mehmet Ali Kılıçbay, Türkiye Günlüğü, s. 30, Eyl-Ek. 94
90. Kur’an Sosyolojisi, Lütfullah Cebeci, İslâmî Araştırmalar, s. 3, Ocak 1987
91. İbn Haldun Sosyolojisi, Satı el-Husrî, çev. Mehmet Bayyiğit, SÜİFD, sayı 4, Konya 1994
92. Hz. Nûh Aleyhisselâm, M. Necati Bursalı, Ölçü Y.
93. Nûh Tûfânı, Ahmed Ersöz, T.Ö.V. Y.
94. Nûh’un Gemisine Binmek, Ali Bulaç, İz Y.
95. Nûh Peygamberin Seyir Defteri, Yalçın Pekşen, Cep Kitapları Y.
96. Peygamberler, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y.
97. Peygamberler Aydınların Önderleri, Abdülkerim Süruş, Kıyam Y.
98. Peygamberler Tarihi, M. Âsım Köksal, T. Diyanet Vakfı Y.
99. Peygamberler Tarihi, İlhami Ulaş, Osmanlı Y.
100. Peygamberler Tarihi, Bünyamin Ateş, Nesil Basım Yayıyn
101. Peygamberler Tarihi, Mustafa Necati Bursalı, Ölçü Y.
102. Peygamberler Tarihi, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
103. Peygamberler Tarihi, 1, 2, 3, Ahmet Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
104. Peygamberler Tarihi, Ahmet Behçet, Uysal Kitabevi Y.
105. Peygamberlerden Kıssalar, Muhammed el-Habeş, İklim Y.
106. Peygamberlerin Hayatı, Seyyid Kutub, Ravza Y.
107. Peygamberlerin Hayatı, S. Kutub-Abdülkadir Cûde es-Sahhar, İslâmoğlu Y.
108. Peygamberlerin Hayatı, Ebu'l Hasan en-Nedvî, Risale Y.
109. Peygamberlerin Kıssaları, Ebu'l Hasan en-Nedvî, Arslan Y.
110. Peygamberlerin Mûcizeleri, H. İbrâhim Acıpayamlı, Tuğra Y.
111. Peygamberlik ve Peygamberler, Muhammed Ali Sâbûni, Kültür Basın Yayın Birliği Y.
112. Kur'an-ı Kerim'e Göre Peygam. ve Tevhid Mücâdelesi, 1, 2, 3, M. Solmaz, İ. L. Çakan, Nesil/Ensar Y.
113. Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi ve Hz. Peygamberin Hayatı, Mevdudi, Pınar Y. s. 305-308
114. Peygamberler Tarihi, Çekirdek Y. Ferhat Koç, s. 16-20
115. Kur'an'da Peygamberler ve Peygamberimiz, Afif Abdülfettah Tabbara, Gonca Y.
116. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber, Muhittin Akgül, Işık Y.
117. Kur'an'ın Tanıttığı Peygamberler, A. Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
118. Âyetler Işığında Peygamberler Tarihi, Muhammed Ali Sâbûnî, Ahsen Y. s. 301-331
119. İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler, Abdullah Aydemir, T.D.V. Y. s. 47-55
120. Kur'ân-ı Kerim Işığında Nebîler Silsilesi, Osman Nuri Topbaş, Erkam Y.
121. Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, Ahmed Cevdet Paşa, Akit Y. c. 1, s. 8-9
122. Tefsirde İsrâiliyyât, Abdullah Aydemir, D.İ.B. Y. s. 281-291
HELÂK
- 225 -
123. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber, Muhittin Akgül, Işık Y.
124. Tevhid, Rasüllerin Ortak Çağrısı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
125. Kur'an'da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 78-80
126. İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Beşir İslâmoğlu, Denge Y. s. 28-35
127. Kur’an Okulu, Hanif Y. 9. cüz
128. Kütüb-i Sitte, c. 4, s. 215-216, 340-343; c. 6, s. 400; c. 12, s. 374-382; c. 17, s. 167; 7/109-110 (Helâkin gelmesi); 6/254 (Lût kavmi); 4/384-385 (Sâlih kavminin helâki);
129. Tebliğ Sürecinde Kur’an Kıssaları, Cengiz Duman, Haksöz sayı, 30, Eylül 93
130. Nûh Peygamber’in Tebliğ Mücâdelesindeki Örneklik, Hak Söz, Cengiz Duma, sayı 50, (Mayıs 1995), s. 39-41
131. Kur’ân-ı Kerim ve Kıssalar, -Kur’an Kıssalarının Vâkiliği Problemi-, Ömer Mahir Alper, Haksöz, sayı 50, Mayıs 95
132. Lût Kavminin İzlerini Ararken, Ahmet Sarbay, Tarih ve Medeniyet Dergisi, 12, Şubat 1995
133. Kur’an’ın Kur’an’la Tefsiri Metoduna Bir Örnek: Bağî ve Âdî, Şeyh Muhammed Hâdi Ma’rifet, Evrensel Mesaj, Ekim 99
134. Âd Kavmi ve Hz. Hûd, Cengiz Duman, Haksöz, sayı 38, Mayıs 94
135. Sâlih (a.) ve Semûd Kavmi, Cengiz Duman, Haksöz, sayı 39, Haziran 94
136. Cinsellik Bunalımı ve Hz. Lût, Cengiz Duman, Haksöz, sayı 40, Temmuz 94
137. Yunus (a.s.) ve Tevhidî Mücâdelede Sabır, Cengiz Duman, Haksöz, sayı: 35-36, Şubat-Mart 94
138. Hz. Yusuf’un Mücâdele Örnekliği I-II, Cengiz Duman, Haksöz, sayı: 55-56, Ekim-Kasım 95
139. Büruc Sûresi ve İşkence, Cengiz Duman, Haksöz 41-42 (Ağustos-Eylül 94) s. 66-68
140. Yeryüzünde İlâhî adâleti Uygulama Görevi Mü’minlerindir, Fevzi Zülaloğlu, Haksöz 71 (Şubat, 97)

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 16:55

HAYVANLARDAKİ İBRETLER

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

HAYVANLARDAKİ İBRETLER


- 1 -
Kavram no 68
Nimet 7
Bk. Bakara ve Icl; Mesh; Put ve Puta Tapma; Haram-Helâl
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
• Hayvanlar ve Hayvanlardaki İbretler
• İslâm’ın Hayvanlara Bakışı
• Kur’ân-ı Kerim’de Hayvanlar ve Hayvanlardaki İbretler
• Kur’an’da Dikkatimize Sunulan Bazı Hayvanlar
• Av ve Avcılık
• Eti İçin Hayvan Kesmek
• Hayvan Etlerinden Yiyeceklerin Helâl ve Haramlığı
• Hayvanları Putlaştırıp Onlara Tapmak
• Eski Türkler’de Hayvanlarla İlgili İnançlar
• Arabistan Câhiliyyesinde Hayvanlarla İlgili İnançlar
• Günümüzde Hayvanları Kutsallaştırma
• Batılılara Göre Köpek, Çocuktan Çok Daha Önemli
• İçgüdü mü, İlâhî Program mı?
• Edebiyatta Hayvan; Fabller ve Hayvan Masalları
• Basit Gördüğümüz Hayvanlarda Bile Büyük İbretler Vardır
• Hadis-i Şeriflerde Hayvanlarla İlgili Konular
“Hayvanları da O yarattı. Onlarda sizin için ısıtıcı (şeyler) ve birçok faydalar vardır. Onlardan bir kısmını da yersiniz. Sizin için onlardan ayrıca akşamleyin getirirken, sabahleyin salıverirken, bir güzellik vardır. Bu hayvanlar sizin ağırlıklarınızı, ancak, canlara eziyet ederek varabileceğiniz bir memlekete taşırlar. Şüphesiz Rabbiniz çok şefkatli, çok merhametlidir. Atları, katırları ve eşekleri binmeniz ve süslenmeniz için (yarattı). Allah şu anda bilemeyeceğiniz daha nice (ulaşım araçları) yaratır/yaratmaktadır.” 1
“Şüphesiz sizin için hayvanlarda da büyük bir ibret vardır. Zira size, onların karınlarındaki fers (yarı sindirilmiş gıdalar) ile kan arasından (gelen), içenlerin boğazından kolayca geçen hâlis bir süt içiriyoruz. Hurma ve üzüm gibi meyvelerden hem içki, hem de güzel gıdalar edinirsiniz. İşte bunlarda da aklını kullanan kimseler için büyük bir ibret vardır. Rabbin bal arısına vahyetti: ‘Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına git.’ Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar. Onda insanlar için bir şifâ vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır.” 2
Hayvanlar ve Hayvanlardaki İbretler
“Hayvan” kelimesi, Arapça “hayy” kelimesinden türemiştir, aslı “hayevân”dır,
1] 16/Nahl, 5-8
2] 16/Nahl, 66-69
- 2 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Türkçe karşılığı hayat sahibi, canlı varlık demektir. Tanım olarak ise; özellikle organik katı maddelerle beslenen, bunları bir ağız aracılığıyla yutan, bir iç aygıtta sindiren ve sindirim ürününü vücudunun bütün organlarına dağıtan canlı varlık demektir. Daha dar anlamda canlı, fakat akıl ve muhâkemeden yoksun varlık; insan ve bitki dışındaki canlı yaratık anlamına gelir. Mecâzî olarak; selim akıl ve idrâkten yoksun, kabiliyetsiz, kaba-saba anlayışsız insan için de kullanılır. Arapçada ve eski Türkçede daha çok, hayat ve dirilik anlamında kullanılırdı. İki çeşit hayvandan (canlı varlıktan) bahsedilirdi: a- Hayvân-ı gayr-ı nâtık: Konuşamayan hayvan/canlı varlık; İnsan dışındaki yaratıklar için kullanılırdı. b- Hayvân-ı nâtık: Konuşan hayvan/canlı varlık; İnsan. “Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa (anlaşır)” deyimi, insanların konuşma yeteneklerini anlaşmak için kullanmaları gerektiğini, hayvanlardan bu yönüyle farklı olduklarını anlatır.
Yine atasözü şeklinde şöyle denir: “Hayvanların alacası dışında, insanın alacası içinde.” Yani, hayvanların kusurları, kötü nitelikleri dışarıdan hemen anlaşılır; insanınki ise…” Hayvânât: Hayvanlar demektir ve hayvanlar ilmi, zooloji, hayvan bilgisi anlamında kullanılır. Hayvanat bahçesi: Çeşitli iklimlerde yetişen hayvanların kendi şartları oluşturularak yaşatıldığı ve halka teşhir edildiği yer demektir. Hayvanî: Hayvanla ilgili, hayvana ait, hayvana has, hayvanca demektir. Ekonomik gerekçelerle hayvan yetiştirme işine hayvancılık denilir. Hayvanlaşmak: Hayvan haline gelmek, insanlıktan uzaklaşmak, kaba-saba ve duygusuz bir hal almak anlamında kullanılır. Kur’ân-ı Kerim; kalbi olup da onunla düşünüp kavramayan, gözleri olup onunla hakkı görmek istemeyen, kulakları olup da onunla hakkı işitmeyen kimselerin hayvanlar gibi olduklarını, hatta daha da şaşkın ve aşağıda bulunduklarını” 3 belirtir.
Hayvanlar da bitkiler gibi, insanlar için yaratılmış, onların hizmetine sunulmuş canlılardır. İnsanlar, besin ihtiyacını karşılamada, giyim eşyalarının yapımında, taşımacılıkta tarih boyunca hayvanlardan istifade etmişlerdir. Teknik ne kadar gelişirse gelişsin hayvanlardan yararlanma hiç eksilmemiştir. Hayvanlar insanlar için hem iyi bir arkadaş olmuş, hem de çevrenin güzelliği ve ekolojik dengenin korunmasına önemli katkılar sağlamışlardır. Hayvanlar; tıp, psikoloji, astronomi ve savaş gibi bilim dallarında da önemli bir denek olarak kullanılmaya ve bu alanlarda da insanlığa hizmet etmeye devam etmektedirler. Evrende sayısız renk, çeşit ve özellikte yaratılmış olan hayvanlar, Allah’ın insana bahşettiği nimetlerin başında yer alırlar. İnsanlar öteden beri hayvanlarla iç içe bir hayat yaşamışlardır. Onlardan kimini evlerinde ağırlamış, kimi onların av hayatlarında mücâdele ettikleri hasımları olmuş, kimi bilimsel araştırmaların konusu olmuş, kimi de şiir ve edebiyat parçalarını süslemiştir. İşte Kur’an, pek çok âyetinde hayvanların insan hayatındaki önemli yerine ve hayvanların yaratılışındaki İlâhî kudrete dikkat çekmektedir.
Allah’ın yarattığı canlılar âleminde dikkatimizi çeken önemli varlık çeşidinden biri hayvanlardır. Hayvanlar 1 milyondan fazla türü olan canlılardır. Cins olarak milyondan fazla çeşidi olduğu kabul edilir. Yeryüzünün her yerinde; karada, havada ve suda milyonlarca hayvan türü yaşar. Bunlardan çoğunu çevremizde sık sık gördüğümüz için yakından tanırız; oysa bazı ender türlerle karşılaşma şansımız çok azdır. Bazıları da o kadar değişik yapıdadır ki, hayvan oldu anlaşılmaz bile.
3] 7/A’râf, 179
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 3 -
Canlılar âleminin en önemli gruplarından biri hayvanlar, öbürü bitkilerdir. Üstün yapılı bir canlının hayvan mı yoksa bitki mi olduğunu uzman olmayan birisi bile çoğu zaman kolayca ayırt edebilir. Ama çok küçük, genellikle tekhücreli olan basit ve ilkel yapılı canlılar hem hayvanlarla hem bitkilerle ortak özellikler taşıdıklarından, bu ayrım bilim adamlarını bile uğraştıracak kadar güçleşir. Yakın yıllara kadar biyoloji bilginleri, bazı özellikleriyle hayvanlara benzeyen basit yapılı canlıları hayvanlardan; bitkilere benzeyen ilkel yapılı canlıları da bitkilerden sayarak bütün canlıları hayvanlar âlemi ve bitkiler âlemi olarak iki gruba ayırmışlardı. Günümüzde böyle bir sınıflandırmanın çok yetersiz olduğu anlaşılmış ve üstün yapılı hayvanlar ile bitkileri içeren iki büyük âlemin dışında, basit yapılı canlıları içeren iki âlem daha benimsenmiştir. Aslında, Kur’an ışığında düşünüp değerlendirdiğimizde cansız varlığın olmadığını, yerde ve gökteki tüm varlıkların hep secde ettiğini,4 ancak bu “canlı olma” özelliğinin canlı türlerinde farklı boyutlarda olduğunu kabul etmek zorundayız.
Hayvanlar ile bitkiler arasında bazı farklar vardır. Bu temel farklardan biri beslenme biçimleridir. Bitkilerin çoğu, doğadan aldıkları su ve inorganik tuzlar gibi basit maddelerle kendi besinlerini üretebildikleri halde, hayvanlar besinlerini başka canlılara borçlu olan dışbeslek canlılardır. Çünkü hayvan hücresinin su ve inorganik tuzları karbonhidrat ya da protein gibi karmaşık yapılı temel besinlere dönüştürme yeteneği yoktur. Bu maddeleri bitkilerin ya da başka hayvanların dokularından hazır olarak almak zorundadır. Beslenme biçimleri ve hücre yapılarındaki farklılıklardan başka hayvanların çoğu bitkiler gibi bir yere bağlı olarak yaşamaz. Süngerler ve bazı mercanlar dışında hepsi kendine özgü hareket organlarıyla serbestçe yer değiştirebilir. Bütün canlılar gibi bitkiler de dış uyaranlara tepki verir; ama hayvanların tepkileri, bitkilerin ve basit yapılı canlıların sınırlı tepkileriyle karşılaştırılamayacak kadar karmaşıktır. Çünkü hayvanların duyu ve hareket hücrelerinden beyne, beyinden bu hücrelere mesaj taşıyan bir sinir sistemi vardır.
Hayvanların Sınıflandırılması: Bazı yeni sınıflandırmada hayvanlar âlemi 28 büyük bölüme ayrılır. Soyu tükenmiş olanlar ve pek az bilinenler elenince, hayvanlar âleminin şu sınıflardan oluştuğu görülür:
Kordalılar a- Omurgalılar (Memeliler, kuşlar, sürüngenler ve bazı balık çeşitleri), b- batraklar, c- tulumlular,
Derisidikenliler (Denizyıldızları, Denizkestaneleri vb.),
Yarımkordalılar (yılan vb.),
Kılçeneliler,
Eklembacaklılar (Yengeçler, örümcekler, böcekler vb.),
Halkalısolucanlar (sülükler, yer ve deniz solucanları),
Yumaşakçalar (salyangozlar, midyeler, ahtapotlar vb.),
Yosunhayvanları,
Dikenbaşlılar,
4] 22/Hacc, 18
- 4 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İpliksolucanlar,
Rotiferler,
Yassısolucanlar (Tenyalar, karaciğer kelebekleri),
Taraklılar,
Knitliler (ya da) Selentereler (Mercanlar, Denizanaları),
Süngerler.
Bu tasnifler, bilimsel kategorilerdir. Halk açısından pratik önemi bakımından hayvanlar, evcil, vahşi, koşum ve binek hayvanları, büyükbaş ve küçükbaş hayvanlar olarak tasnif edilir. Gözle görülmeyecek kadar küçük yapıda olan bakteri ve mikroplardan tonlarca ağırlığa sahip balinalara kadar, pireden deveye ve file kadar bir milyondan daha fazla hayvan türü vardır. Sadece böcek türlerinin bile 60 binden fazla çeşit içerdiği bilim adamlarınca belirtilmektedir. Tabii, tüm hayvan cinslerini/türlerini tek tek saymak insanlar için imkân hâricidir. Hayvan türlerinin hepsinin ayrı şekli, yapısı, silâh ve korunma özellikleri, birbirleriyle yardımlaşmaları, uyumları, güzellikleri Allah’ın muhteşem sanatına örnektir. Bunun yanında, bütün hayvanların insanlara farklı yönlerden hizmetleri çok dikkat çekicidir. Hayvanların etleri, sütleri, yumurtaları, yünleri, kılları, derileri hep insanlar için istifade kaynağıdır. Yine hayvanlar, insanların kendilerini ve yüklerini sırtlarında taşıyarak, tarımda, sanayide ve savaşta insanlara değişik fayda sağlayarak insanlar işlerini kolaylaştırır. Büyükbaş, küçükbaş ve tavuk gibi kanatlı hayvanlar, beslenmede hayli önemli olduğundan, hayvancılığın ülkelerin ekonomisinde oynadığı rol büyüktür. “O (Allah), yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı…” 5; “Hayvanları da O yarattı. Onlarda sizin için ısıtıcı (şeyler) ve birçok faydalar vardır. Onlardan bir kısmını da yersiniz.”6 Bu ve diğer özellikleriyle hayvanlar büyük bir ibrettir. 7
Hayvanların Ümmet Olması; Hayvan Topluluklarının Varlığı: “Yeryüzünde hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler olmasın.8 Günümüzde hayvan ve kuş ekolojilerinde yapılan incelemeler sonucunda, tüm hayvanların ve kuşların ayrı topluluklar halinde yaşadıkları bilinmektedir. Uzun süreli ve kapsamlı araştırmalar sonucu hayvanlar hakkında elde edilen bilgiler, hayvanlar arasında oldukça sistemli bir sosyal düzen olduğunu ortaya koymuştur.
Örneğin sosyal hayatları ile bilim adamlarını hayrete düşüren bal arıları, koloniler halinde ağaç kovuklarında veya benzeri kapalı mekânlarda kendilerine yuva yaparlar. Bir arı kolonisi, bir kraliçe, birkaç yüz erkek ve 10.000 - 80.000 işçi arıdan oluşur. Bilindiği gibi, arı kolonilerinin her birinde sadece bir kraliçe bulunur ve kraliçenin temel görevi yumurtlamaktır. Bundan başka, koloninin bütünlüğünü ve kovandaki sistemin işleyişini sağlayan önemli maddeler de salgılar. Erkeklerin ise tek fonksiyonları kraliçeyi döllemektir. Kovanda petek örme, yiyecek toplama, arı sütü üretme, kovan ısısını düzenleme, temizlik, savunma gibi akla gelebilecek tüm işleri ise işçi arılar yaparlar. Arı kovanındaki hayatın her aşamasında bir düzen vardır. Larvaların bakımından, kovanın genel ihtiyaçlarının
5] 2/Bakara, 29
6] 16/Nahl, 5
7] 16/Nahl, 66; 23/Mü’minûn, 21
8] 6/En’âm, 38
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 5 -
teminine kadar her görev hiç aksamadan yerine getirilir.
Karıncalar da dünyanın en kalabalık nüfusuna sahip olmalarına rağmen, teknoloji, kolektif çalışma, askerî strateji, gelişmiş iletişim ağı, hiyerarşik düzen, disiplin, kusursuz bir şehir planlaması gibi pek çok alanda insanlara örnek olacak bir düzen sergilerler. “Koloniler” denen topluluklar halinde yaşayan karıncalar, öylesine gelişmiş bir düzen içindedirler ki, bu açıdan insanlarınkine benzer bir uygarlığa sahip oldukları bile söylenebilir.
Karıncalar besinlerini üretip depolarken, yavrularını gözetir, kolonilerini korur ve savaşırlar. Hatta “terzilik” yapıp, “tarım”la uğraşan, “hayvan yetiştiren” koloniler bile vardır. Aralarında çok güçlü bir iletişim ağı bulunan bu hayvanlar, toplumsal örgütlenme ve uzmanlaşma açısından bakıldığında, hiçbir canlı ile kıyaslanmayacak üstünlüktedirler.
Topluluk halinde yaşayan hayvanlar düzenli yaşantılarının yanı sıra, tehlikeye de birlikte karşı koyarlar. Örneğin küçük kuşlar, doğan veya baykuş gibi yırtıcı kuşlar bölgelerine girdiklerinde topluca bu hayvanların çevresini sararlar. Bu arada çevredeki diğer kuşları da bölgeye çekmek için özel bir ses çıkartırlar. Küçük kuşların topluca gösterdikleri saldırgan hareketler, yırtıcı kuşları genellikle bölgeden uzaklaştırır.
Bir arada uçan bir kuş sürüsü de aynı şekilde tüm sürü üyeleri için bir koruma sağlar. Örneğin, sürü halinde uçan sığırcıklar, aralarında geniş bir mesafe bırakarak uçarlar. Ancak bir doğan gördüklerinde aralarındaki boşlukları kapatırlar. Böylelikle doğanın sürünün ortasına dalmasını zorlaştırırlar, doğan bunu yapsa bile kanatlarını sakatlar ve avlanamaz. Memeli hayvanlar da sürülerine bir saldırı olduğunda, toplu olarak hareket ederler. Örneğin zebralar düşmanlarından kaçarken yavrularını sürünün ortasına alırlar. Yunuslar da hep grup halinde gezerler ve en büyük düşmanları olan köpekbalıklarına karşı grupça karşı koyarlar.
Hayvanların sosyal hayatları ile ilgili verilebilecek sayısız örnek ve çok fazla detay vardır. Hayvanlarla ilgili elde edilen bu bilgiler, uzun yıllar boyunca yapılan kapsamlı araştırmalar neticesinde elde edilebilmiştir. Görüldüğü gibi her alanda olduğu gibi hayvanlarla ilgili Kur’an’da verilen bilgiler de, onun Allah’ın sözü olduğunu göstermektedir. 9
Yeryüzünde yürüyen canlıların ve uçan kuşların her türü de insanlar gibi birer ümmettir. Onlar da insanlar gibi sınıf sınıftır. Yürüyen veya sürünen hayvanlardan her tür bir ümmet, kuşlar bir ümmet, insanlar bir ümmet, cinler bir ümmettir. “Yeryüzünde hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler olmasın.”10 Bu âyette insanların da yeryüzündeki canlılardan bir sınıf olduğu belirtiliyor. Gerçekten insan da, tek hücreliden omurgalılara, sürüngen ve ayaklarıyla yürüyenlere varıncaya dek çok çeşitli yaratıklardan bir sınıftır. Ancak yaratıkların en şereflisidir. Hayvanların her cinsi, birer sınıf oluşturur. Her sınıfın kendine özgü toplu yaşam kuralları vardır. Allah tek hücreliden insana kadar yüzbinlerce sınıf canlının, o kadar hayvanın toplu sınıflarının/cinslerinin ve her sınıfa dâhil bireylerin hareketlerini kontrol eder, yönetir. Hiçbiri hiçbir an O'nun yönetimi dışına çıkamaz. Her birinin rızkını O verir, ihtiyacını O karşılar.
9] Kur’an Mûcizeleri, 2, s. 56-58
10] 6/En’âm, 38
- 6 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu kadar sayısız hayvanları ve bunların tâbi olduğu kanunları yaratmaktan ve yönetmekten daha büyük mûcize olur mu? Bu mûcizeleri her zaman gördükleri halde Allah'a ve O'nun elçilerine inanmayanlar, başka hangi mûcizeye inanacaklar? Bir kuşun gökte uçması, bir damla sudaki milyonlarca spermin sadece birinden şu mükemmel insanın yaratılması, şu alınan besinlerden bu insan ve hayvan tohumlarının oluşması az mûcize midir? Gözlerinin önünde her zaman yinelenen milyarlarca mûcize varken daha ne mûcize istiyorlar? "Göklerde ve yerde nice mûcizeler var ki onların yanından, onlara hiç aldırış etmeden geçip giderler." 11
Biyomimetik: Canlılardaki Tasarımları Örnek Alma: “Sizin için hayvanlarda da elbette ibretler vardır. Size onların karınlarındaki fers (yarı sindirilmiş gıdalar) ile kan arasından, içenlerin boğazından kolaylıkla kayan dupduru bir süt içirmekteyiz.”12; “Gerçekten hayvanlarda da sizin için bir ibret (ders) vardır; karınlarının içinde olanlardan size içirmekteyiz ve onlarda sizin için daha birçok yararlar var. Sizler onlardan yemektesiniz. Onların üzerinde ve gemilerde taşınmaktasınız.” 13
Bugün pekçok bilim adamı ve araştırma-geliştirme (arge) uzmanı projelerine başlamadan önce, bunun canlılardaki örneklerini araştırmakta, onlardaki sistem ve tasarımları taklit etmektedirler. Diğer bir deyişler bilim adamları, Allah’ın doğada yarattığı tasarımları görüp incelemekte ve bunlardan ilham alarak yeni teknolojiler geliştirmektedirler.
Bu yönelim yeni bir bilim dalı doğurmuştur: Biyomimetik”. “Doğadaki canlılardan taklit” anlamına gelen bu bilim dalı, özellikle son dönemlerde teknoloji dünyasında yaygın bir uygulama alanı bulmuştur. Kur’an’da 23/Mü’minûn Sûresinin 21. ve 16/Nahl Sûresinin 66. âyetlerinde “ders alma, öğüt, önem, önemli şey, örnek” anlamlarına gelen “ibret” kelimesinin kullanılması bu bakımdan çok hikmetlidir.
Biyomimetik, insanların doğada bulunan sistemleri taklit ederek yaptıkları maddelerin, âletlerin, mekanizma ve sistemlerin tümünü ifade eden bir terimdir. Doğadaki tasarımlar örnek alınarak yapılan âletlere, özellikle nanoteknoloji, robot teknolojisi, yapay zekâ (AI), tıbbî endüstri ve askerî donanım gibi alanlarda kullanılmak için gerek duyulmaktadır.
Biyomimetik (biyomimikri), ilk defa Montanalı bir yazar ve bilim gözlemcisi olan Janine M. Benyus tarafından ortaya atılmış bir kavramdır. Türkçe karşılığı “biyotaklit” olan bu kavram, daha sonra pekçok kişi tarafından yorumlanmış ve uygulamaya geçirilmiştir. Biyomimetik hakkında yapılan yorumlardan biri şöyledir:
Biyomimikrinin ana teması doğadan model, ölçü ve akıl olarak öğrenecek çok şeyimiz olduğudur. Bu araştırmacıların ortak noktası, doğadaki tasarıma saygı göstermeleri ve insanların karşılaştıkları problemlerin çözümünde bunları kullanarak ilham almalarıdır.
Ürün kalitesini ve verimini artırmada doğadan faydalanan şirketlerden biri olan İnterface’in ürün stratejisti David Oakey de biyomimetik konusunda şunları
11] 12/Yûsuf, 105
12] 16/Nahl, 66
13] 23/Mü’minûn, 21-22
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 7 -
söyler: “Doğa, benim iş ve tasarım konularında akıl hocam, yaşam tarzım için bir model. Doğanın sistemi milyonlarca senedir çalışıyor. Biyotaklit, doğadan öğrenmenin bir yoludur.”
Son yıllarda bilim adamları hızla yaygınlaşan bu fikri benimsediler; önlerindeki benzersiz ve kusursuz modelleri örnek alarak çalışmalarına hız kazandırdılar. Doğadaki tasarımlar, en az malzeme ve enerji ile en fazla verim almaları, kendi kendilerini onarma özellikleri, geri dönüşümlü ve doğadostu olmaları, sessiz çalışmaları, estetik, dayanıklı ve uzun ömürlü olmaları bakımından teknolojik çalışmalara örnek teşkil ederler. High Country News adlı gazetede biyomimetik bilimsel bir hareket olarak tanımlanmış ve şöyle bir yorum yapılmıştır: “Doğal sistemleri model alarak, bugün kullandığımızdan çok daha uzun süreli teknolojiler oluşturabiliriz.”
Doğada gördüğü mükemmellikler üzerinde düşünerek, doğadaki modellerin taklit edilmesi gerektiğine inanan Janine M. Benyus’un, Biyomimikri adlı kitabında verdiği örneklerden bazıları şunlardır:
Arı kuşlarının 10 gramdan daha az bir yakıtla Meksika Körfezi’ni geçebilmeleri,
Yusufçukların en iyi helikopterlerden bile daha iyi manevra yapabilmeleri,
Termit kulelerinde bulunan iklimlendirme ve havalandırma sistemlerinin, donanım ve enerji sarfiyatı bakımından insanların yaptıklarından çok daha üstün olmaları,
Yarasanın çok frekanslı ileticisinin, insanların yaptığı radarlardan daha verimli ve duyarlı çalışması,
Işık saçan alglerin vücut fenerlerini aydınlatmak için çeşitli kimyasalları bir araya getirmeleri,
Kutup balıkları ve kurbağaların donduktan sonra yeniden hayata dönmeleri ve organlarının buz nedeniyle hasara uğramaması,
Bukalemun ve mürekkep balığının, bulundukları ortamla tam bir uyum içinde olacakları şekilde derilerinin renklerini, desenlerini ânında değiştirmeleri,
Arıların, kaplumbağaların ve kuşların haritaları olmadan uzun mesafeleri kat etmeleri,
Balinaların ve penguenlerin oksijen tüpü kullanmadan dalmaları…
Yukarıda sadece birkaç örneğine yer verdiğimiz doğadaki hayranlık uyandıran bu gibi mekanizma ve tasarımlar, teknolojinin birçok alanını zenginleştirme potansiyeline sahiptir. Bilgi birikimimizin artması ve teknolojik imkânların gelişmesi ile birlikte bu potansiyel her geçen gün daha da ortaya çıkmaktadır.
Hayvanların her biri, insanları hayrete düşüren birçok yaratılış özelliklerine sahiptir. Kimileri suda hareket etmelerini sağlayan en ideal şekle (hidrodinamik) sahipken, kimileri de bizim için oldukça yabancı olan duyuları kullanır. Bunların birçoğu insanların ilk defa karşılaştıkları, daha doğrusu yeni farkına vardıkları özelliklerdir. Bazen bir canlının tek bir özelliğini bile taklit etmek için bilgisayar, mekanik, elektronik, matematik, fizik, kimya ve biyoloji gibi bilim dallarının
- 8 -
KUR’AN KAVRAMLARI
önde gelen isimlerinin bir araya gelmesi gerekmektedir.
Bilim adamları her geçen gün doğada keşfettikleri benzersiz yapılar ve sistemler karşısında hayrete düşmekte ve bunlara duydukları hayranlığı insanlık yararına yeni teknolojiler üretmek için kullanarak göstermektedirler. Doğada var olan mükemmel sistemlerin, uygulanan olağanüstü tekniklerin bilim adamlarının bilgisinin ve aklının çok üstünde olduğunun, mevcut problemlere benzersiz çözümler sunduğunun farkına varan bilim adamları, artık senelerce uğraşarak çözüm getiremedikleri pekçok konuda doğadaki tasarımların yardımına başvurmaktadırlar. Bunun sonucu olarak da kısa zamanda, başarılı sonuçlar elde etmeleri mümkün olmaktadır. Ayrıca doğanın taklidi ile birlikte bilim adamları gerek vakit ve emek açısından, gerekse maddî kaynakların isabetli kullanılması bakımından da çok önemli kazançlar sağlamaktadırlar.
Bugün görmekteyiz ki, gelişen teknoloji, yaratılış mûcizelerini tek tek keşfetmekte ve “biyomimetik” biliminde olduğu gibi canlılardaki olağanüstü tasarımları örnek alarak insanlığa hizmet etmektedir. Janine M. Benyus da, doğayı taklit ettiğimiz takdirde yiyecek ve enerji üretimi, bilgi depolama, sağlık gibi birçok alanda kendimizi rahatlıkla geliştirebileceğimizi belirtmiştir.
19. Yüzyılda doğanın taklidi sadece estetik açıdan uygulama sahasına sahipti. Dönemin ressam ve mimarları doğadaki güzelliklerden etkilenmiş, yaptıkları eserlerde bu yapıların dış görünüşlerini örnek almışlardı. Ama doğadaki tasarımların olağanüstülüğünün ve bunların taklidinin insanlar için fayda sağlayacağının anlaşılması, ancak doğal mekanizmaların moleküler seviyede incelenmesiyle -20. y.y.da- başlamıştır. Bugün bilim adamları ve araştırmacılar Kur’an’da yaklaşık 1400 sene evvel bildirdiği gibi canlılardan ibret/ders almaktadırlar. 14
Mikroskobik Hayatın Varlığı: “Yerin bitirdiklerinden, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden bütün çiftleri yaratan (Allah, çok) yücedir.”15; “…Daha sizlerin bilmediğiniz neleri yaratmaktadır.”16 Bu âyetlerde, Kur’an’ın indirildiği dönemde insanların bilmediği hayat formlarının olduğuna işaret edilmektedir. Nitekim mikroskobun keşfi ile birlikte insan gözünün göremediği küçüklükte yeni canlılar keşfedilmiştir. Böylece Kur’an’da dikkat çekilen, bu canlıların varlığı hakkında insanlar bilgi sahibi olmaya başlamışlardır. Çıplak gözle görülemeyen ve genellikle tek bir hücreden ibâret olan mikro canlıların varlığına işaret eden diğer âyetler ise şöyledir: “…Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey O’ndan uzak (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın.” 17
Yeryüzünün her yanına yayılmış olan bu gizli dünyanın üyeleri, yani mikroorganizmalar, yeryüzündeki hayvanların 20 katı kadardırlar. Gözle görülemeyecek kadar küçük bu mikroorganizmalar topluluğu, bakteriler, virüsler, mantarlar, su yosunları ve akarlardan oluşur. Bu mikrocanlılar, yeryüzündeki yaşam dengesinin önemli bir unsurudur. Örneğin Dünya üzerinde yaşamın oluşumunu sağlayan temel ögelerden bir tanesi olan azot döngüsü, bakteriler tarafından sağlanır. Bitkilerin topraktaki mineralleri alabilmelerini sağlayan en önemli unsur ise
14] Kur’an Mûcizeleri, 2, s. 59-64
15] 36/Yâsin, 36
16] 16/Nahl, 8
17] 10/Yûnus, 61
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 9 -
kök mantarlarıdır. Salata veya et gibi nitrat içeren besinlerden zehirlenmemizi ise dilimizde bulunan bakteriler önler. Aynı zamanda bazı bakteriler ve algler, dünyada canlılığın var olmasının temel unsuru olan fotosentez yapabilme yeteneğine sahiptirler ve bu görevi bitkilerle paylaşırlar. Bazı akar türleri organik maddeleri parçalayarak besinleri bitkilerin kullanabileceği hale dönüştürebilirler. Görüldüğü gibi ancak teknolojik âletlerle hakkında bilgi edinebildiğimiz bu küçük canlılar, insan yaşamı için vazgeçilmez öneme sahiptirler.
Kur’an’da asırlar öncesinden gözle gördüğümüz âlemlerin dışında da canlılar olacağına dikkat çekilmesi, kuşkusuz Kur’an’ın bir başka mûcizesidir. 18
Hayvanlar ve Modern Ulaşım Araçları: “Onlara binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri (yarattı). Ve daha sizlerin bilmediğiniz neleri yaratmaktadır.”19 Bu âyette ulaşım aracı olarak sayılan hayvanların dışında, insanların bilgi sahibi olmadıkları ulaşım araçlarının da olacağına dikkat çekilmektedir. Şu âyette ise gemi gibi toplu taşıma araçlarının olacağına işaret edilmektedir: “Onların soylarını dolu gemilerde taşımamız da kendileri için bir âyettir. Ve onlar için binmekte oldukları bunun benzeri (nice) şeyleri yaratmamız da.” 20
Bu âyetler, biz mü’minleri, binilecek ve her türlü ihtiyaç için kullanılacak vasıtaları icad etmeye teşvik etmekte ve adı geçen hayvanların dışında, özellikle günümüzde kullanılan taşıt araçlarının icat edileceğine işaret etmektedir. Bu sürecin sonu yoktur. Bu sahadaki ilerleme kapısı kıyâmete kadar açıktır. Bu da Kur'ân-ı Kerim’in mûcize olduğunu gösteren delillerden bir tanesidir.
Hayvanlar ve İnsanlar: Örümceğin ağ örmesi, kuşun havada uçması hârika hareketlerdir. Fakat hayvanlar yaptıkları hareketlerin farkında bile değildir. Öyleyse canlıların yaratılışı, düşünmesini bilen biz insanlar içindir. İbretle bakıp canlılar aynasında Allah’ı sıfatlarıyla tanımak gerekir.
Hayvanlar bir başka âlemde tahsil ve eğitim görmüş gibi, doğduktan kısa zaman sonra kendilerine âit işleri ve sanatları hemen öğrenirler. Fakat (istisnâ dışında) sonra yeni bir şey öğrenemezler. İnsanlar câhil doğar, ama öğrenme yetenekleri vardır. Ömür boyu öğrenmeye, anlamaya muhtaçtırlar. Demek ki insanın esas görevi ilimdir; Kimin sâyesinde beslenip yaşatıldığını öğrenip bilmek, O’na duâ ve ibâdet etmektir.
İnsana verilen zekâ, diğer hayvanların hiçbirinde olmadığı için insan, yeryüzüne ve öteki hayvanlara egemen olmuştur. Yüce Allah, insanı yeryüzüne halîfe seçtiği ve Allah’ın koyduğu kurallarla yeryüzünü yönetmekle görevlendirildiği için hiçbir fiziksel canlıya vermediği akıl, zekâ ve beceriyi Allah insana lutfetmiştir.
Kur'ân, "Allah her canlıyı sudan yarattı. Onlardan kimi karnı üzerinde sürünerek yürür, kimi iki ayak üstünde yürür, kimi de dört ayak üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır. Çünkü O, her şeyi yapabilendir."21 âyetiyle, insanı da yeryüzünde yaratılmış canlılardan (hayat sahibi anlamında hayvanlardan) bir tür saymaktadır. Ayrıca "İnsanlardan,
18] Kur’an Mûcizeleri, 2, s. 54-55
19] 16/Nahl, 8
20] 36/Yâsin, 41-42
21] 24/Nûr, 41, 45
- 10 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var."22 âyetinde de insanın canlı türlerinden biri olduğu belirtildiği gibi, "Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, (onlar da) sizin gibi birer ümmet olmasınlar."23 âyetinde de diğer hayvanların da insanlar gibi topluluklar olduğu söylendiğine göre demek ki insan da yeryüzündeki hayvan (canlı) türlerinden bir türdür. Ancak Allah, yarattığı hayvanların her türüne, yaşamlarını sürdürebilmek için kendilerini savunma imkânı vermiştir. Hayvanlardan kimi, Allah'ın verdiği beden gücüyle kendini savunur: Filler, aslanlar ve camuslar gibi. Kimi düşmanından kaçma imkânıyla kendini korur: Geyikler, tavşanlar ve kuşlar gibi. Kimi yuvalarına gizlenerek kendini korur: Fareler, yılanlar ve haşereler gibi. Yüce Allah, hikmeti gereği her hayvana, yaşamını sürdürmek, türünün bekasını sağlayabilmek için gerekli organları vermiştir. Ne fazla, ne eksik. Bundan dolayı biçimleri, organları ve türleri çok çeşitli hayvanlar var olmuştur.
Ruh, nefis ve bedenden oluşan insan, yaratıkların en şereflisi ve özüdür. Allah, insanı ruh ve beden bakımından en güzel biçimde yaratmış, ona gizli ve açık olarak konuşma yeteneği ve akıl vermiş; dışını duyularla ve büyük yeteneklerle; içini de en değerli güçlerle donatmış; nefs-i nâtıka (konuşan ruh için) beyni hazırlamış ve bedenin en üstüne yerleştirdiği beyni düşünme, anımsama ve bellek ile süslemiş ve ona akıl cevherleri salmış ki nefis (ruh) insanın hükümdarı, akıl vezîri, güçler askerleri, duyular mürîdi, organlar hizmetçileri, beden de ülkesi olsun. Ayrıca, düşünme yeteneğini “kalp”le bağlantılı kabul ederek esas faydalı düşüncenin kalpte bulunan imanla, sevgi ile vicdanla ilişkisini vurgulamış, bu ilişki kopunca insanın hayvandan daha aşağı olacağını belirtmiştir. 24
İnsan küçük bir âlemdir. Beslenip büyümesine bakarak insana "bitki", duyumlarla hareket etmesine bakarak insana "hayvan", eşyanın hakikatini bilmesine bakarak insana "melek" diyenler bile vardır. Ama bütüncül bakarak, insanın bunlardan biri değil; olumsuz ve olumlu özellikleriyle “insan” olduğu ve Allah’a ibâdet için yaratıldığı, yaratıklar içinde en güzel sûrette/şekilde25 var edildiği unutulmamalıdır. Bu anlamların hepsini (bitki, hayvan, melek olma vasıflarını) kendinde toplamış olan insan, düşünce ve çabasını bu yönlerden birine yöneltebilir. Şâyet düşünce ve çabasını sadece doğa yönüne çevirirse dünyada beslenmeye ve boşaltıma râzı olur; bir bitki gibi, ot gibi yaşar. Eğer düşünce ve çabasını hayvanlığa çevirirse ya yırtıcı vahşi hayvanlar gibi kızgın, ya öküz gibi obur, ya domuz gibi arsız, ya köpek gibi sızlanan, havlayıp duran; ya deve gibi kindar, ya kaplan gibi kibirli, ya tilki gibi hîlekâr olur; ya da bunların hepsini kendinde toplar da azgın bir şeytan olup çıkar. “Andolsun, Biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da aşağıdırlar, şaşkındırlar. İşte asıl gâfiller onlardır.”26; “Allah katında, yürüyen canlıların (hayvanların) en kötüsü kâfir olanlardır. Çünkü onlar iman etmezler.” 27
"Şâyet insan, düşünce ve çabasını meleklik yönüne (Allah’a ibâdet ve kulluğa)
22] 35/Fâtır, 28
23] 6/En'âm, 38
24] 7/A’râf, 179
25] 95/Tîn, 4
26] 7/A’râf, 179
27] 8/Enfâl, 55
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 11 -
çevirirse yüce âleme yönelir, aşağılarda kalmaya râzı olmaz. Böylece “Andolsun Biz, Âdem oğullarına çok ikram ettik: Onları karada ve denizde (hayvanlar ve taşıtlar üzerinde) taşıdık. Onları güzel azıklarla besledik ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.”28 âyetinin bildirdiği üzere Allah'ın yaratıklarının pek çoğunun üstüne çıkar.
Bugünkü materyalist ve vahyi reddeden bilimden farklı olarak Kur’an cansız kabul edilen nesnelerin/şeylerin tümünün de Allah’ı tesbih ettiğini,29 yeryüzünde ve gökyüzündeki varlıkların tümünün tesbih ettiklerini,30 secde ettiklerini31 belirtir. “Görmez misin ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah'a secde ediyor...”32 Yine günümüz bilimince canlı olmadığı kabul edilen taşlardan bir kısmının Allah korkusuyla yukarıdan aşağı yuvarlandığını,33 dağlar ve kuşların Dâvud’la (a.s.) beraber tesbih ettiklerini34 anlatır. Ayrıca, emanetin, yüklenmeleri için insandan önce göklere, yeryüzüne ve dağlara teklif edildiği ve onların bunu yüklenmekten çekindikleri, (sorumluluğundan) korktukları35 Kur’an’da bahsedilir. Ağaçların ve hayvanların secdesi, Allah’ın irâdesi doğrultusunda kendi türlerinin gereğini yerine getirerek fonksiyonlarını îfâ etmeleri şeklinde yorumlanmıştır. Çeşitli hadislerde de ağacın zikir ve tesbihte bulunduğu,36 ezanı duyduğu ve ve ezan okuyan hakkında hüsn-i şehâdette bulunacağı,37 bir nevi haberleşme görevi yaptığı38 ifâde edilir. Yerdeki ve gökteki cansız ve hareketsiz olduğu zannedilen varlıklar da dâhil olmak üzere, bütün eşya atomlardan meydana gelmiştir. Atom çekirdeklerinin etrafındaki elektronlar, sürekli ve muntazam bir şekilde çekirdeğin etrafında dönmektedirler. İşte bu hareket ve böylece İlâhî kanuna, en ufak bir sapma göstermeksizin boyun eğmeleri, yaratılmış tüm şeylerin Allah’ı zikr ve tesbihi olarak değerlendirilebilir. Eşyanın secdesinin böyle olduğu kabul edilse bile, bir gölgenin nasıl secde ettiğini anlamak şu anki bilgilerimizle pek mümkün gözükmemektedir. Gölgenin aslında bir “şey” olduğu bile tartışılır, görüntüden ibârettir; atom veya hücreleri yoktur. Bununla birlikte Allah eşyanın gölgelerinin bile secde ettiğini belirtir: “Allah’ın yarattığı herhangi bir şeyi görmediler mi? Onun gölgeleri, küçülerek ve Allah’a secde ederek sağa sola döner. Göklerde bulunan şeyler ve yeryüzünde bulunan şeyler ve bütün melekler, büyüklük taslamadan Allah’a secde ederler.”39 Bir gölgenin secdesi, tesbihi nasıl olmaktadır? “…O’nu hamd/övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız.” 40
Son zamanlarda bilimin de tesbit ettiği çiçeklerin sevgiden ve insan davranışlarından anlayıp ona göre tepki verdikleri, bunun ötesinde cansız sayılan su
28] 17/İsrâ, 70
29] 17/İsrâ, 44
30] 24/Nûr, 41; 59/Haşr, 24; 62/Cum’a, 1; 64/Teğâbün, 1
31] 13/Ra’d, 15; 16/Nahl, 49
32] 22/Hacc, 18
33] 2/Bakara, 74
34] 38/Sâd, 18; 21/Enbiyâ, 79
35] 33/Ahzâb, 72
36] bk.Tirmizî, Hac 14; İbn Mâce, Menâsık 15
37] bk. İbn Mâce, Ezân 5
38] bk. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 32; Müslim, Fiten 82; Ahmed bin Hanbel, Müsned III/67
39] 16/Nahl, 48-49
40] 17/İsrâ, 44
- 12 -
KUR’AN KAVRAMLARI
moleküllerinin duâ, besmele ve benzeri güzel sözlere olumlu tepkiler verdikleri ve düzenli bir görüntüye büründükleri Japon bilim adamlarınca özel fotoğraf makineleriyle tesbit edilmiş bir vâkıadır. Bütün bu gerçeklerden yola çıkarak cansız, (adına akıl demesek bile) düşünce ve idrâkten tümüyle yoksun, Allah’a secde ve itaat etmeyen varlığın bulunmadığını kabullenmek gerekmektedir. Tüm hayvanların direkt veya dolaylı insana hizmet etmesi ve Allah’ın kendi fıtratlarına yazdığı ölçülerin dışına çıkmayarak, O’na itaat ve secde ettiklerini hesaba kattığımızda, en güzel sûrette ve yetenekte yaratıldığı halde bu özelliklere hayvanlar kadar bile uymayan insan, hayvandan daha aşağı olmakta,41 esfel-i sâfilîne, yani aşağıların en aşağısına yuvarlanmaktadır. 42
İslâm’ın Hayvanlara Bakışı
Dinimizde Hayvanlara Verilen Önem: Dünyadaki beşerî hayatın kıvam üzere devamı, hayvanlara sıkı sıkıya bağlıdır. Gıda, elbise, ulaşım gibi en zarûrî ihtiyaçlarımızın giderilmesinden süslenmeye varıncaya kadar ikinci derecede gereksinimlerimizin bile karşılanmasında hayvanlara muhtacız. Hatta küçük yavrularımızın terbiyesinde hayvanların ve hayvanları temsil eden oyuncakların yeri de düşünülmeli. Şu halde farklı yönleriyle meseleye eğilince, hayvansız beşerî ve bireysel hayatın da medenî ve sosyal hayatın da düşünülemeyeceğini anlarız. Yâni onlar, hayatımızın bir parçası olmakta ve dünyayı onlarla ortaklaşa yaşamak, paylaşmak zorunda kalmaktayız.
Öyleyse insan için faydalı ve zararlı olan her şeye, fayda ve zararı nisbetinde yer veren, onları konu edinen dînimiz, hayvanlar için ne tür hükümler getirmiş, bize neler tavsiye etmiştir? Genel ölçüler içinde bunları görmeye çalışalım:
Hayvanların Korunması: Çevre sağlığına giren en önemli meselelerden biri de çevredeki doğal dengedir. Bu dengenin ana unsurlarından birini de hayvanlar oluşturmaktadır. Sağlıklı bir çevre için, onun ağaçlandırılıp temiz tutulması ve sularının korunması yeterli değildir. Öncelikle hayvanlar yönüyle de çevrenin ele alınması, gerek ehlî ve gerekse vahşî her çeşit hayvanın -en azından bir kısım böceklerin- korunması gerekmektedir. Dinimiz, hem Kur'ân'ın ve hem de Peygamberimiz’in (s.a.s.) diliyle bu konuda da çokça ikaz ve tavsiyelerde bulunmuştur.
Kur'ân'da Hayvana Verilen Yer: Kur'ân-ı Kerîm, hayvanların da insanlar gibi birer ümmet olduklarını, Kitap'ta onları da ihmal etmediğini bildirir: "Yerde yürüyen hayvan ve iki kanadıyla uçan kuşlardan hepsi, ancak sizin gibi ümmetlerdir. Biz Kitap'ta hiçbir şeyi noksan bırakmadık. Sonra ancak Rabbine toplanıp getirilirler."43 Âyette, Kitap'ta ihmal edilmedikleri bildirilen hayvanlardan sinek,44 sivrisinek,45
41] 7/A’râf, 179
42] 95/Tîn, 5
43] 6/En'âm, 38
44] 22/Hacc, 73
45] 2/Bakara, 22
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 13 -
örümcek,46 karınca,47 arı,48 kurt,49 eşek,50 katır,51 at,52 öküz ve inek,53 deve,54 koyun,55 yılan,56 domuz,57 maymun,58 köpek,59 gibi pekçok vahşi ve ehlî hayvanın ismi çeşitli vesîlelerle Kur'ân-ı Kerîm'de zikredilmektedir. Ayrıca bâzı sûreler de isimlerini o sûrede zikri geçen hayvanlardan alır.
Kur'ân-ı Kerîm, beşer hayatında büyük rol oynayan deve, at, katır gibi bir kısım hayvanlara daha dikkat çekici ifâdelerle yer vererek önemlerine parmak basmaktadır: “Hem kendilerine binesiniz, hem de zînet olsun diye atları, katırları, merkebleri yarattı”60; “(O kâfirler ibret gözüyle) bakmazlar mı deveye, nasıl yaratılmış?” 61; “Andolsun soluyarak koşanlara (gâzilerin atlarına), o tırnaklarıyla ateş çıkaranlara...” 62 vs.
Hz. Peygamber'in Sünnetinde Hayvanın Yeri: Dinimizin hayvanlarla ilgili tâlimâtını hadisler tamamlar. Bu mevzu üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) çok durmuştur. Onun hayvanlarla ilgili olarak hüküm koyup tavsiye ettiği ayrıntılara başka dinlerde ve başka büyüklerin sözleri arasında rastlamak mümkün değildir. Hayvanlara gösterilmesi gereken merhametten, eziyet ve hakareti yasaklamaya; onları sevip okşamaya, gıda ve temizliklerine özen göstermeden yavrularının bakım ve korunmasına kadar hiçbir şeyi ihmal etmemiştir. Bunları kısaca görelim:
İyi Muâmele ve Merhamet: Hayvanlarla ilgili olarak gelen hadislerde en çok onlara karşı almamız gereken tavırla ilgili olanlar dikkatimizi çeker. Zîra pek çok hadis merhamet ve iyi davranış üzerinedir. Önce şunu belirtelim ki, iyi muâmele ve merhamet, her müslümanda, her hususta bulunması gereken bir vasıftır. Bunun hayvanlara karşı da gösterilmesi ayrıca istenmektedir. Bir hadiste şöyle buyrulur: "Merhametli olanlara Rahmân (yâni merhamet sâhibi olan Allah) merhamet eder. Yerde olanlara merhametli olun ki, gökte olanlar da (melekler) size rahmet etsinler..." Burada geçen "yerde olanlara" tâbirindeki ıtlâkı (geniş anlamı) nazar-ı dikkate alan âlimler "buraya müslüman, kâfir, köle, hayvan gibi her çeşit canlının dâhil olduğu" hükmünü çıkarmışlardır. Yine mutlak bir ifâde ile: "Merhametten nasîbi olmayanın hayırdan da nasîbi yoktur" buyrularak daha tehditkâr bir üslûpla merhametli olmak istenmiştir.
Hayvan Hakları: Bâzı hadislerde, hayvanların, üzerimizde riâyet etmemiz gereken bir kısım "hakları"nın olduğu, bunların ihlâli hâlinde Kıyâmet gününde hesap sorulacağı ifâde edilmektedir. Üsâme İbn-i Zeyd'e Peygamberimiz (s.a.s.):
46] 29/Ankebût, 41
47] 27/Neml, 18
48] 16/Nahl, 68
49] 12/Yûsuf, 13, 14, 17
50] 62/Cum'a, 5; 2/Bakara, 259; 16/Nahl, 8
51] 16/Nahl, 8
52] 3/Âl-i İmrân, 14; 8/Enfâl, 60; 16/Nahl, 8
53] 2/Bakara, 67-71; 6/En'âm, 144, 146; 12/Yûsuf, 43, 46
54] 6/En'âm, 144, 88/Gâşiye, 17
55] 6/En'âm, 146, 21/Enbiyâ, 78; 20/Tâhâ, 18
56] 20/Tâhâ, 20; 7/A'râf, 107 vs
57] 2/Bakara, 173; 5/Mâide, 60 vs.
58] 2/Bakara, 65; 5/Mâide, 60
59] 7/A'râf, 176; 18/Kehf, 22
60] 16/Nahl, 8
61] 88/Gâşiye, 17
62] 100/Âdiyât, 1-2
- 14 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Ey Üsâme, acıkan ciğer sâhibi her hayvan husûsunda dikkatli ol, Kıyâmet günü Allah'a şikâyet edilirsin" demiştir. Hayvan hakları fikrini te'kîd eden bir başka hadiste: "Eğer hayvanlara yaptığınız haksızlıklardan dolayı Allah sizi affedecek olursa, sizi pek çok affa mazhar kılmış demektir" buyrulur.
Sünnet'e göre, hayvanların riâyet edilmesi gereken hakları çeşitlidir ve onlara karşı uygulanması gereken iyi muâmele ve merhamet bunların yerine getirilmesi ile gerçekleşir. Bunların başlıcalarını şöylece sıralayabiliriz: Hayvanların hayat haklarına riâyet, gıdalarına özen göstermek, temizlik ve bakım, yavrularına önem vererek hayvan neslini korumak, fazla yük vurmamak, hayvanları fıtrî ve doğal vazîfelerinde kullanmak, eziyet etmemek... Şimdi bunları biraz açıklayalım:
Hayat Haklarına Riâyet: Bu, sayıları belli ve sınırlı zarar veren birkaç hayvan dışında kalan bütün hayvanların fuzûli yere öldürülmemesi gerektiğini, aksi takdirde mes'ûliyeti gerektirdiğini ifâde eder. Hz. Peygamber (s.a.s.) karga, çaylak, akrep, fare, kelb-i akûr (köpek veya yırtıcı hayvanlar) ve yılan gibi gerek insanlara ve gerekse diğer hayvanlara zararlı olanlar hâriç "ruh sâhibi mahlûkların" faydasız ve keyfî bir şekilde öldürülmesini yasaklamıştır. Dârimî ve Nesâî'nin, "Herhangi bir hayvanı fuzûli yere öldürmenin hükmü" başlığı altında sundukları bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurur: "Haksız olarak serçeyi öldürenden Cenâb-ı Hak Kıyâmet günü hesap soracaktır." Ashâb: "Kuşun hakkı da nedir?" diye sorunca: "Onu kesmesi ve sonra da yemesidir" cevâbını verir. Münâvî, Rasûlullah’ın (s.a.s.) burada serçeyi zikretmekle, büyük hayvanların hukukunun daha önemli olduğuna dikkat çektiğini belirtir.
Bu meyanda kurbağa, karınca, arı, hüdhüd, çekirge gibi birkısım hayvanların öldürülmesinin de kesin bir dille yasaklandığını kaydedelim. Özellikle karıncalar hususunda ısrarla duran Rasûlullah (s.a.s.), ısırdığı için karınca yuvasını yaktıran bir peygamberin, "Seni ısıran bir tek karınca idi, sen ise tesbih eden bir ümmeti yakıp helâk ettin" diye vahiy gelerek, Allah tarafından, itâb edildiğini, azarlandığını anlatır.63 O peygamber devrinde ateşle cezânın yasaklanılmamış olabileceğini söyleyen şârihler, bunun İslâm şeriatinde Rasûlullah’ın (s.a.s.), "Ateşle azâb vermek, sadece ateşin sâhibine (Allah’a) âittir."64 hükmüne binâen yasaklandığını ifâde ederler. Karıncalara karşı şefkati son derece ileri görünerek, onların yuvalarının yakınlarında ateş yakılmasını da yasaklayan Hz. Peygamber (s.a.s.) onlar hakkında bir de şu kıssayı anlatır: "Bir peygamber ümmetiyle yağmur duâsına çıkmıştı, bu esnada ayaklarından bazılarını havaya kaldırmış vaziyette bir karınca görmüştü ki, ümmetine: ‘Dönün artık, karıncanın durumu sebebiyle duânız kabûl edilmiştir’ demiştir."
Rasûlullah’ın (s.a.s.) karınca ve diğer hayvanlar karşısındaki tutumu arkadan gelen nesiller üzerinde fazlasıyla etkili olarak, "hayvanın insan üzerindeki hakkı" fikrini şuur hâline getirmiştir. Rivâyete göre, Ashâb'tan Adiyy İbn-i Hâtim (r.a.), ekmek ufalayarak karıncalara atar ve şöyle derdi: "Bu mahlûklar komşularımızdır, üzerimizde hakları vardır."
Fıkıh kitaplarımızın nafaka ile ilgili bölümlerinde hayvanların nafakalarına da bölüm ayrıldığını yer gelmişken belirtmemizde fayda var. Osmanlılar
63] Buhârî, Cihad 152, Bed’ü’l-Halk 14; Müslim, Selâm 148, h. no: 2241
64] Ebû Dâvud, Cihad 122, h. no: 2675, Edeb 176, h. no: 5268
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 15 -
zamanında Makam-ı Meşîhât'ca tedvin edilen Kitâbu'n-Nafakât'da: "At ve İnek Gibi Hayvanâtın Nafakâtı vs. Beyânındadır" başlığına yer verilir ve bu mes'eleye altı madde tahsîs edilir.
Gıdalarına Özen Gösterme: Hayvanlara karşı sorumluluğu gerektiren önemli hususlardan biri, onların gıdalarıyla ilgilidir. Susamış bir köpeği sulayan yolcunun (bir başka rivâyette kötü yola düşmüş bir kadının) bu davranışından ötürü Allah'ın rızâsına mazhar olması ve bütün günahlarının affedilmesiyle ilgili meşhûr hadisten65 anlaşıldığına göre, hangi hayvana olursa olsun yapılan herhangi bir iyilik makbûl ve sevabı gerektiren bir ameldir. Mezkûr rivâyette Ashâb'tan bir kısmının, "Yâ Rasûlallah, hayvanlara yaptığımız iyilikten dolayı bize ücret/ecir, sevap da mı var?" diye sorması üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) şu meşhûr ve dikkat çekici cevabı verir: "Evet, her bir yaş ciğer sâhibine yapılan iyilik için ücret/ecir vardır."66 Bâzı âlimler bu hadisle kıyas yaparak "yapılan her iyiliğin mükâfatı varsa, her kötülüğün de cezası olacağına" hükmetmişlerdir. Nitekim yine meşhur bir başka hadiste, "Kedisini hapsederek açlıktan ölmesine sebep olan kadının, cehennemde bir kedi tarafından tırmalanmak sûretiyle azâba mâruz bırakılacağı"67 bildirilir.
Hayvanların gıdalarına gösterilmesi gereken ihtimamın önemini ifâde eden bu rivâyetlerden ayrı olarak, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) başka tavsiyeleri de mevcuttur. Yolculuk sırasında münbit bir yere uğradığı vakit hayvanın sırtından inerek hayvanlara "otlardan hakkının" verilmesi, otsuz yerlerden de sür'atle geçilmesi emredilmektedir. Hz. Enes: "Bir yerde mola verince, hayvanlarımızın istirahatini sağlayıncaya kadar ibâdet etmezdik" der. Âlimler bu rivâyetleri esas alarak, yolcu, bir yerde mola verince, hayvanın otunu vermeden, kendisinin yemeğini yememesini müstehap saymıştır.
Temizlik ve Bakımı: Hayvanlarla ilgili görevler, gıdalarına dikkat etmekle bitmiyor. Hz. Peygamber (s.a.s.) onların temizlik vs. hususlarıyla da ilgilenilmesi için birtakım tâlimatlar vermiştir. Ebû Hüreyre’den (r.a.) gelen bir rivâyette şöyle denmektedir: "Koyunların burunlarını silin, ağıllarını temizleyin, ağıllarına yakın yerde namaz kılın, zîra onlar cennet hayvanıdır." Yine, keçilerin temizlenmesi için de emir verildiği kaydedilir.
Sevâde İbn Rebî'nin bir rivâyetinde sağmal hayvanın sağılması sırasında incitilmemesi için bile Rasûlullah'ın talimât verdiğini görmekteyiz. Rivâyet aynen şöyle: "Annemle Rasûlullah’a (s.a.s.) gidip (maddî yardım) talep ettik. Bize birkaç keçi verilmesini emretti ve anneme şunu tenbihledi: "Oğullarına emret, tırnaklarını kessinler, böylece sağdıkları zaman hayvanları incitmemiş, memelerini kanatmamış olurlar. Yine oğullarına emret ki, (keçi) yavrularının gıdalarını iyi yapsınlar."
Yavruya İhtimam ve Hayvan Neslinin Korunması: Sevâde İbn Rebî'nin yukarıdaki rivâyetinde görüldüğü üzere, Hz. Peygamber (s.a.s.) hayvan yavrusunun gıdasına dikkat edilmesi için emir vermiştir. Abdullah İbn Amr'dan gelen bir rivâyet de bunu te'yîd eder. Der ki: "Rasûlullah (s.a.s.) bir keçiyi sağmakta olan bir adama uğramıştı, ona: "Ey filan, sağınca, yavrusu için de süt bırak..." dedi."
65] Müslim, Tevbe 155, h. no: 2245
66] Buhârî, Şirb 9, Vudû’ 33, Mezâlim 23, Edeb 27; Müslim, Selâm 153, h. no: 2244
67] Buhârî, Bed’ü’l-Halk 17, Şirb 9, Enbiyâ 50; Müslim, Birr 151, h. no: 2242
- 16 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sağmal hayvanları sağarken yavrunun ihmâl edilmemesi hususunu, kendisine uğrayanlara da tenbîh etmiştir.
Bundan başka, yavrularla ilgili olarak Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kuş yuvalarının bozulmaması, yumurtalarının ve yavrularının alınmaması için emir verdiğine, alınmış olan yavru ve yumurtaları yerlerine iâde ettirdiğine dâir rivâyetleri nazara alacak olursak, hayvan neslinin korunması hususunda da bâzı tedbirlerin dikkate alındığını anlarız. Bu cümleden olarak Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından Medîne'nin etrafında belli bir bölgenin “harem” ilân edilerek, bitkilerinin koparılmasının, hayvanlarının da öldürülmesinin yasaklandığını biliyoruz. Avcılıkla ilgili olarak beyân edilen kerâhetin de hayvan neslinin korunmasına mâtuf olduğunu belirtelim.
Fazla Yük Vurmamak: Özellikle yük hayvanları için dikkat edilmesi gereken önemli bir husus, onlara vurulan yük miktarının, hayvanların kapasitelerini aşmamasıdır. Ebu'd-Derdâ, fazla yük vurulduğu için yerden kalkmakta zorluk çeken bir deveyi görünce fazlalıkları atarak, Hz. Peygamber’ın (s.a.s.): "Allah bu dilsizler hakkında hayırhah olmanızı tavsiye etmektedir, onlara güçleri seviyesinde yük vurun" dediğini hatırlatır.
Hz. Âişe'nin bir rivâyetine göre, Vedâ Haccı sırasında, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) berâberine aldığı zevcelerinden Safiyye'nin yükü, Hz. Âişe'nin yükünden daha ağırdır ve Hz. Âişe'nin devesi, Hz. Safiyye’nin (r. anhâ) devesinden daha güçlü-kuvvetlidir. Yolda durumu farkeden Hz. Peygamber (s.a.s.), Hz. Safiyye'nin yükünün Hz. Âişe'nin devesine, Hz. Âişe'nin yükünün de Hz. Safiyye'nin devesine aktarılmasını emreder.
Hayvanlara vurulacak yük konusunda aynı titizliği gösteren Hz. Ömer'in Mısır'da bir deveye 1.000 rıtıl ağırlığında yük vurulduğunu işitince ilgili yöneticiye yazarak: "Bundan böyle 600 rıtıldan fazla yük vurulmamasını" emreder.
Hayvanları Fıtrî Görevlerinde Kullanmak: Hz. Peygamber’in (s.a.s.) özellikle ehlî hayvanlarla ilgili olarak üzerinde durduğu bir husus, onların fıtrî vazifelerine muvâfık düşmeyen tasarruflardan kaçınmaktır. Zîra bu, onlara her şeyden önce bir eziyet ve işkencedir. Meselenin başka mahzurları/sakıncaları da mevcuttur. Binek hayvanlarını durdurup, üzerinde iken sohbet etmeyi yasaklayan rivâyetin Ebû Dâvud'daki vechinde Rasûlullah: "Bunlara sâlimen binin, sâlimen terk edin. Onları, yollardaki ve pazarlardaki sohbetlerinizde minber yerine tutmayın, zîra, Allah onları sizi bir yerden bir yere taşımaları için emrinize amâde kıldı" demektedir. Buhârî'nin bir tahrîcinde Hz. Peygamber (s.a.s.) bu yasağı farklı bir üslûpla ifâde etmektedir. Ebû Hüreyre tarîkiyle gelen rivâyet aynen şöyle: "Rasûlullah (s.a.s.) bir gün sabah namazını kıldıktan sonra, cemaate yönelerek; "Adamın biri sığırını sürüyordu ki, bir ara sırtına bindi ve vurmaya başladı. Bunun üzerine hayvancağız (dile gelerek): ‘Biz bunun için yaratılmadık’ dedi" buyurdu...
Eziyet ve İşkenceden Men: Hayvana şefkat ve iyi muâmelenin tezâhürlerinden biri de onlara eziyet ve işkenceden kaçınmaktır. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hayvanlarla ilgili olarak koyduğu önemli yasaklardan biri de budur. Eziyet sadece dövmekle olmayıp çeşitli şekillerde olabileceği için, bütün çeşitleriyle bunun yasaklandığını görmekteyiz. İbn Ömer (r.a.) Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu yasağını umumî bir ifâde ile: "Nebî (s.a.s.) hayvanlara işkence yapanlara lânet etti"
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 17 -
diyerek haber verir.
Diğer rivâyetlerde, yasaklanan çeşitli eziyet çeşitleri belirtilmektedir: "Canlı hayvanların hedef yerine konularak atış yapılması", özellikle "yüzüne vurularak dövülmesi" ve "yüzünden, kulaktan, burundan enlenmesi", "yüzüne dövme (veşm) yapılması" dövüştürülmeleri için "hayvanların kızıştırılmaları", "binek hayvanını durdurup üzerinden inmeden sohbet yapılması" -ki bu davranış hayvanları "sandalye" ve minber yerine koymak" olarak tavsîf edilmektedir-, "hayvanı kulağından tutarak çekmek."
Hz. Âişe'nin anlattığına göre, Hz. Peygamber (s.a.s.) hazîneye âit develerden (yulara gelmeyen) huysuz bir deve(yi okyaşıp hayırlı olması için duâ ettikten sonra) verir ve: "Ey Âişe bunu al (te'dîb et ve) müşfik ol, zîra şefkat bir şeye girdi mi onu mutlaka güzelleştirir, bir şeyden de çıktı mı onu mutlaka çirkinleştirir" der. Buhârî'nin el-Edebü'l-Müfred'de yaptığı tahricte, Hz. Âişe'nin bindiği deve serkeştir, bu yüzden Hz. Âişe ona vurmaya başlamıştır. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) müdâhale ederek hayvana karşı şefkatli olmasını istemiştir. Bir seferinde arkadan gelen bedevîlerin bineklerini hızlandırmak için hayvanlarına bağırmaya ve vurmaya başladıklarını işiten Hz. Peygamber (s.a.s.) geri dönerek: "Sâkin olun, telâşla eziyet etmede hayır yoktur" der.
Bu hadislere dayanan âlimler, hayvanı dövme konusunda şu hükmü getirmişlerdir: “Hayvan, ayak sürçmesi gibi, sâbık hatasından dolayı ceza olarak dövülemez. Ürkme gibi, müstakbel te'dibi için -hafifçe- dövülebilir.” Eziyetin belki de en önemlilerinden olan, hayvanların yaralı bırakılmaları da yasaklanmıştır. Bu cümleden olarak avcılıkta, avı öldürücü olmaktan çok, göz çıkarıcı, diş kırıcı olan sopanın kullanılması yasaklanmıştır. Öldürülmesi emredilen zehirli kelerin bir vuruşta öldürülmesinin, iki-üç vuruşta öldürülmesine nazaran daha efdal olacağına dâir rivâyet de hayvanların yaralı bırakılarak eziyet çektirilmemesi prensibiyle îzah edilebilir. Ulemânın sebep olarak kaçabileceği ihtimalini zikretmesi de aynı endişeyi ifâde eder.
Az önce zikredilen, hayvan sağanlara "tırnaklarını kessinler, sağım sırasında uzun tırnaklarla hayvanların memelerini kanatmasınlar" diye Rasûlullah’ın (s.a.s.) gönderdiği tâlimât da onları eziyetten koruyucu tedbirler arasında zikre değer. Yine, Hz. Peygamber (s.a.s.) hayvan boğazlanmadan, yani canlı iken, herhangi bir uzvunun kesilmesini de yasaklamıştır. Rivâyetler, Hz. Peygamber (s.a.s.) Medîne'ye geldiği zaman, Medînelilerin çok sevdikleri için, devenin hörgücü ile koyunun kuyruğunu, hayvanlar henüz boğazlanmamışken kesip koparmakta olduklarını bildirir. Bu durumdan haberdâr olan Rasûlullah (s.a.s.), "Sağ iken hayvandan koparılan şey meyte hükmündedir (haramdır)" diyerek bu çirkin geleneği yasaklar.
Hayvanı keserken bile ona merhamet etmeyi ve şefkatli olunmasını emreden Rasûlullah: "Kesilene merhamet edene, Allah Kıyâmet günü rahmet eder" müjdesini vermiştir. Kesilen hayvana merhamet cümlesinden olarak, özellikle bıçağın bilenerek keskinleştirilmesini, hayvanın gözünden saklanmasını ve hayvanın sür'atle kesilmesini sayar. Hayvanı kesmek üzere yatırıp, bıçak bilemeye başlayan birisine rastladığı vakit Rasûlullah ona şöyle müdâhale etmiştir: "Sen onu iki sefer mi öldürmek istiyorsun? Niye hayvancağızı yatırmadan önce bıçağını bilemedin?"
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hayvanlara şefkat ve alâkasını gösteren başka
- 18 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rivâyetler de vardır. Bunlardan birinde, yirmi sene hizmetten sonra, yaşlandığı için sahibi tarafından kesilmek istenen deveyi, bizzat satın alarak salıverdiği ve devenin uzun müddet serbest yaşadığı belirtilir. Bir başka rivâyette, yayılma imkânı olmaksızın, gelişigüzel bağlanmış bir devenin sâhibine, "Bunun hakkında Allah'tan korkmuyor musun?" diyerek müdâhale ettiğini görüyoruz.
Belirtmekte fayda umduğumuz bir başka vak'ayı Abdullah İbn Ca'fer anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) bir gün Ensardan birinin bahçesine girdi. Orada bir deve vardı. Deve, Rasûlullah'ı görünce birtakım sesler çıkardı ve gözlerinden yaşlar aktı. Rasûlullah (s.a.s.) hayvana yaklaşarak başını ve boynunu hörgücüne kadar elleriyle okşadı. Hayvan sakinleşti. Rasûlullah (s.a.s.): "Bunun sâhibi kim?" diye sordu. Ensâr'dan bir genç gelerek: "Deve benimdir ey Allah'ın Rasûlü" dedi. Rasûlullah (s.a.s.): "Bunu sana mülk kılan Allah'tan bu deve hakkında korkmuyor musun? Hayvan, onu aç bırakıp üstelik de yorduğun için senden şikâyetçi" der."
Rasûlullah'ın hayvanlara karşı gösterdiği şefkat örneklerinden bir diğeri, daha ilgi çekicidir: Bir sefer sırasında, bir ceylanın, güneşin harâretine karşı bir ağacın gölgesine çekilerek uyumakta olduğunu farkeder. Rasûlullah (s.a.s.) hayvancağızın kimse tarafından rahatsız edilmemesini emreder ve emre uyulur.
Hayvan dâhil tüm âcizlere şefkat ve iyi muâmelede bulunmaya teşvîk husûsunda, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) şu sözü de burada kayda değer: "Eğer süt emen çocuklar, beli bükük yaşlılar, otlayan hayvanlar olmasaydı, üzerinize azâb sel gibi gelirdi."
Savaş sırasında bile, düşman eline geçecek endişesiyle hangi çeşitten olursa olsun, hayvan öldürmeyi, "Zira ruh sâhibidirler, kendilerine yapılandan elem duyarlar, onların ise hiçbir kabahati yok" diyerek reddeden İmâm Şâfii, hükmüne delîl olarak şu hadisi zikreder: "Haksız yere bir serçe veya daha küçük bir hayvan öldürenden Allah hesap soracaktır."
Rahatsız Etmekten Men: Şunu da belirtelim ki, çevre ile ilgili bazı tavsiye ve tedbirler aynı zamanda, hayvanların menfaatine yöneliktir. Onların korunması, rahatsız edilmemesi gözönüne alınmıştır. Sözgelimi Rasûlullah (s.a.s.) yolculuk sırasında yol üzerinde konaklamayı veya küçük ya da büyük abdest bozmayı yasaklarken, sebep olarak: "Zîra yol, hayvanların geçidi, yılan ve vahşilerin sığınağıdır" demiştir. Bir başka hadiste de "Kırlardaki yeraltı deliklerine abdest bozmayın" diye emretmiştir. Bu yasağın da o deliklerde yaşayan hayvanlara eziyet vermemek maksadına yönelik olduğu âlimlerce belirtilmiştir.
Hakaretten Men: Sünnet, hayvana sadece -çeşitli şekilleriyle- maddî eziyeti yasaklamakla kalmıyor, mânevî eziyeti, sözle yapılacak hakareti de yasaklıyor. Esâsen genel bir prensip olarak kendi nefsine, çocuğuna, malına ve hayvanına bedduâ ve kötü sözü yasaklamış bulunan Hz. Peygamber (s.a.s.) konunun ciddiyetini göstermek için lânetlenmiş bulunan hayvandan istifa edilmemesini emretmiştir: Rivâyete göre, bir yolculuk sırasında Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kulağına bir lânetleme sesi ulaşınca: "Bu da ne?" diye sorar. Kendisine, bir kadının, bindiği hayvana lânet okuduğu haber verilince: "Üzerindekileri alıp hayvanı salıverin, zîra artık o lânetlenmiştir, mel'ûndur" diyerek hayvanın kullanılmamasını emreder ve öyle yapılır.
Rivâyetlerde horoz ve hattâ pire gibi hayvanlara bile lânet okumanın
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 19 -
yasaklandığı görülünce bunun genel bir yasak olduğu anlaşılır.
Hz. Peygamber'in Hayatında Hayvan: Hayvan-insan münâsebetine yukarıda belirtildiği şekilde son derece önem veren Hz. Peygamber’in (s.a.s.) şahsî hayatında, her gün mübâşeret hâlinde bulunduğu bir kısım hayvanlar mevcuttur. Konumuzun bütünlüğü açısından kısaca bunlardan da bahsedelim:
Ebû Kebşeti'l-Enmârî, Rasûlullah’ın (s.a.s.) turunç ve kızıl güvercini seyretmeyi sevdiğini haber verir. At da çok sevdiği hayvanlar arasındadır. Atın fazîletleri ve at beslemenin önemi, atın cinsleri vs. üzerine pek çok hadis îrad etmiştir. At ve deveyi elleriyle okşadığı, özellikle atın alnından ve sağrısından okşanmasını emrettiği rivâyetlerde gelmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) attan başka binek olarak çeşitli develeri de kullanmıştır. Yirmi kadar da sağmal devesi, pek çok davarı -ki bunlardan yedi adedi keçidir- vardır. Rivâyetlerden, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) özellikle koyun, keçi cinsinden küçük hayvanlarla daha çok haşir-neşir olduğu, bunların, ekmek yaptığı sırada uyuklayan Hz. Âişe’nin (r. anhâ) hamurundan yiyecek kadar içerilere girme serbestisine sahip oldukları anlaşılmaktadır.
Ümmü Seleme'den gelen bir rivâyetten Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu evcillerle yakından ilgilendiğini anlıyoruz: Bunlardan biri gıyâbında, öldüğü vakit, onu göremez olunca "Ne oldu?" diye sormuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.) cennet hayvanlarından olduğunu belirttiği keçiyi bereket olarak adlandırmıştır. Bir kimseye: "Evinizde kaç tane bereket var?" diye sorar ve bununla keçiyi kasteder. Diğer bâzı rivâyetlerde koyuna da bereket dediğine şâhit olmaktayız: "Sahibi için koyun berekettir, deve de izzettir. Ata gelince, hayır onun alnına bağlanmıştır." Ümmü Hâni'ye, "Koyun besleyin, zira onda bereket vardır" demiştir.
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) evindeki hayvanlardan biri de “evin bir unsuru (min metâ'i'l-beyt)” ve hattâ “âilenin bir ferdi (min ehli'l-beyt)” olarak vasıflandırdığı kedidir. Abdest almak için hazırlandığı sırada, kedinin abdest suyundan içmekte olduğunu görünce, o içinceye kadar bekler, daha sonra abdestini alır. Orada bulunanlardan biri: "Yâ Rasûlallah, su necis olmadı mı?" diye sorunca: "Hayır, kedi âile efrâdından biridir, hiçbir şeyi kirletmez" cevâbını verir.
Yalnızlıktan şikâyet edenlere bir çift güvercin edinmelerini tavsiye edecek kadar insan hayatında hayvana önem veren sünnetin telkîn ve tesirleriyle "kedi, güvercin ve horozdan hâlî olan evin mâmur olmayacağı", "beyaz horozun namaz vakitlerini, gayret, şecâat, cömertlik ve kesret-i cimâı öğretmek gibi beş özelliği bulunduğu" şeklinde hayvanlarla ilgili çeşitli kabuller ahlâk kitaplarımıza girmiştir.
Av Sınırlanması: İslâm dini, gerek Kur'ân ve gerekse hadiste gelen nasslarla kara ve deniz avcılığını meşru ve helâl kılmıştır. Bu konunun ayrıntılarını açıklayan hadisler çoktur ve bütün hadis kitaplarında Kitâbu's-Sayd adıyla müstakil bir bölüm teşkil eder. Şüphesiz, burada bu konunun ayrıntılarına girecek değiliz. Ancak bir husus, üzerinde durduğumuz konuyu ilgilendirmektedir. Şöyle ki: Avcılık esasta helâl olmakla beraber, Hz. Peygamber (s.a.s.) sırf eğlence ve zevk için yapılanları hoş görmemiştir. Şöyle buyurur: "Kim av peşine düşerse gâfil olur."
İslâm âlimleri, bu hadisi açıklarken, farklı ifâdeler kullansalar da, eğlence
- 20 -
KUR’AN KAVRAMLARI
maksadıyla yapılan avcılığın kerâhetinde ittifak ederler. Meselâ, Sindî, avcıda av sevgisinin kalpte galebe çalarak başka hususlarda avcıyı gaflete atacağını söyler. Aliyyü'l-Kârî, avcının tâat, ibâdet, cemaat ve cumaya iştirakten gaflet edeceğini belirttikten sonra, yüce duyguları kaybederek kalbin katılaşacağına dikkat çeker: "Avcı hayvanları öldürmede vahşi ve yırtıcı hayvanlara benzediği için, zamanla şefkat ve merhamet duygularından uzaklaşır" der.
Bâzı âlimlerimiz bu kerâhetin, ihtiyaç değil de eğlence için yapılan avcılığa yönelik olduğunu daha açık şekilde ifâde ederler: "Kim zevk ve eğlence için avcılığı âdet haline getirirse, gâfil olur. Zîra zevk ve eğlence ölmüş kalpten hâsıl olur. Fakat kim de gıdasını temin için avlanırsa, bu câizdir, zîra ashâbdan bir kısmı avlanmıştır."
Ağaç ve hayvan yönüyle tabiî/doğal dengenin bozulup, çevrenin her iki yönden de tahrip edilmesinde büyük rol oynamış bulunan avcılığın disipline edilmesinde Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu çeşit tavsiyelerinden istifâde yoluna gidilmelidir.
Çocuk Terbiyesi ve Hayvan: Çocukların normal bir gelişim göstererek dengeli bir şahsiyete kavuşmasında, sosyal hayatın bütün unsurları ile tam bir uyum içerisinde yetişmelerinin gerektiği mâlumdur. Çocuğun normal gelişiminde önem taşıyan bir diğer ilişki halkası da hayvanlarla olanıdır. Zîra onlarsız beşerî hayat mümkün değildir. Hayvanlar çocukları belli bir ölçüde eğlendirip meşgûl etmekten başka, hayatları boyunca işlerine yarayacak olan sevgi, şefkat gibi bazı rûhî erdemlerini kazanma ve geliştirmelerinde de onlara yardımcı olmaktadırlar. Hayvanlara iyi muâmele yapmaya, onları sevmeye alıştırılan çocuklar, bu hislerinin gelişmesinde ilk temrinlerini/antrenmanlarını onlarla yapmış olmaktadırlar. Nitekim hayvanlara kötü muâmele yapan çocukların bu davranıştan şiddetle yasaklandıkları rivâyetler de gelmiştir.
Çocukların hayatlarında hayvana yer verilmesi, onların hayvanla temâs imkânlarının sağlanması gerektiğine işâret eden bazı hadis rivâyetleri de gelmiştir. Her şeyden önce bizzat Hz. Peygamber'in çocukluğunda, Medîne'de Benû Adiyy İbn'n-Neccâr kabîlesinde, dayılarının yanındaki ikameti sırasında, diğer çocuklarla birlikte kuş uçurttuğu bildirilmektedir.
Enes'ten gelen bir rivâyetten, Enes'in küçük kardeşinin bir kuşu olduğunu, Rasûlullah’ın (s.a.s.), mezkûr kuş öldüğü için üzgün bulduğu çocuğu teselli etmek maksadıyla özel bir ilgi gösterdiğini ve bu meyânda: "Kuşun ne oldu?" diye sorduğunu öğreniyoruz. Bir başka rivâyet ise, Hz. Peygamber'in torunları Hasan (veya Hüseyin)'in bir köpek yavrusuna sahip olduğunu, bunun bir gün Hz. Peygamber'in odasına, karyolanın altına kadar girmiş bulunduğunu ve hattâ orada öldüğünü haber vermektedir.
Âlimler yukarıda verdiğimiz Enes rivâyetine dayanarak çocukların kuşla oynamalarını, kuşun bâzı şartlara riâyet kaydıyla kafese konmasını, çocuklara oynamaları için velîlerinin bunlardan te'min etmelerini tecviz etmişlerdir. Kezâ, yavru ve yumurta elde etmek, yalnızlıkta ünsiyet temin etmek, mektup taşıtmak vs. gibi başka meşrû maksatlarla da güvercin beslemenin câiz olduğu belirtilmiştir. 68
68] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., c. 7. s. 280-291
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 21 -
Kur’ân-ı Kerim’de Hayvanlar ve Hayvanlardaki İbretler
Kur’ân-ı Kerim, kendine muhâtap olarak insanları seçmiştir. Asıl hedef de insanlardır. İnsanların çevresinde bulunan varlıklar insanla ilgisine göre Kur’an literatüründe yerini almıştır. Kur’ân-ı Kerim’de hayvanlar Allah’ın varlığının (birliğinin ve yüceliğinin) delili olarak zikredilmektedir.69 Bu bakımdan bazen genel adlarıyla zikredilmektedirler. Meselâ en’âm70 ve dâbbe71 bunun bâriz örnekleridir. En’âm kelimesi deve için kullanılmış olsa da, burada genel bir anlam ifâde etmektedir.72 Dâbbe, yavaş yürüyen canlı için konulmuş olsa da Kur’an’da böcekler ve hayvanlar için genel bir isimdir.73 Bazen de cins isimleriyle anılmaktadırlar. Bakara/inek,74 ibil/deve,75 neml/karınca76 örneklerinde olduğu gibi.
Kuşlar: Hayvanlar âleminin kanatlılar grubunu teşkil eden kuşların 85080 (seksen beş bin seksen) tür oldukları bilinmektedir. Kendi aralarında 27 gruba ayrılmışlardır. Cenâb-ı Hak Kur’an’da hayvanları yerde yürüyenler ve gökte uçanlar olarak ikiye ayırmaktadır.77 Ayrıca uçan ve yürüyen hayvanların insanlar gibi “ümmet” oldukları beyan edilmekte, ümmet olma şuurunu veren emr (faktör) açıklanmamaktadır.78 (Ümmet; dinî, zamanî veya mekânî bir faktörün -emr- topladığı her gruba denir79).
Dikkate şâyan olan şu ki, Kabil’e öldürdüğü kardeşi Hâbil’i nasıl defnedeceğini öğreten kargadan,80 Hz. Süleyman’ın ordusunda askerlik görevi yapan kuşlardan, yine Süleyman’a (a.s.) istihbârât görevi yapan Hüdhüd kuşundan81 alacağımız çok dersler vardır.
Kur’an’da konu edilen kuşları değişik açılardan ele alabiliriz:
a) Dinî ve fennî yönden kuşlardan alınacak dersler vardır. Allah’ın emrine boyun eğerek gök boşluğunda uçan kuşları o boşlukta tutan Allah’ın kanunudur. Biz insanların da bu fizikî olaydan alacağı dersler vardır.82 Buradaki alınacak ders kuşların tesbihâtı83 ve onların fizikî yönden uçabilmeleri için gerekli şartların nasıl oluştuğunu araştırarak, insanların da kuşlar gibi uçmalarını sağlamak olabilir. Bunlar açıklanmamış, insanların araştırmasına bırakılmıştır.
b) Kuşlar Kur’an’da teşbih unsuru olarak anılmış, müşrikler gökten düşüp kuşun kaptığı şeye benzetilmiştir. 84
69] 2/Bakara, 164; 36/Yâsin, 71
70] 35/Fâtır, 28
71] 2/Bakara, 164; 22/Hacc, 18; 35/Fâtır, 28
72] Râğıb, el-Müfredât, s. 400
73] 24/Nûr, 145; Râgıb, el-Müfredât, s. 164
74] 2/Bakara, 67
75] 6/En’âm, 144
76] 27/Neml, 18-19
77] 6/En’âm, 38
78] 6/En’âm, 38
79] Râgıb, el-Müfredât, s. 23
80] 5/Mâide, 31
81] 27/Neml, 12-27
82] 16/Nahl, 79; 67/Mülk, 19
83] 24/Nûr, 41
84] 22/Hacc, 31
- 22 -
KUR’AN KAVRAMLARI
c) Süleyman’a (a.s.) kuşların dilinin öğretildiği bildirilmektedir.85 Fakat bu konuda tafsilât verilmemektedir. Bundan anlayabileceğimiz mesaj, insanların kuşların dilini öğrenebilme imkânının olabileceğidir. Ayrıca insanların, cinlerin ve kuşların düzenli ordular halinde Süleyman’a (a.s.) hizmet etmelerinden de buna benzer dersler çıkarmak mümkündür.
d) Kuşlar peygamberlerin mûcizelerine de konu olmuşlardır: Hz. İsa’nın çamurdan Allah’ın izniyle kuş yapması,86 İbrâhim’in (a.s.) dört kuşu parçalayarak dağ başlarına koyması,87 Hz. Yusuf’un hapishane arkadaşının rüyasında başının üstündeki ekmekten kuşun yemesini görmesindeki88 kuşların adları ve türleri belli değildir. Burada asıl hedef kuşların türleri ve adları olmaktan ziyâde, kuş olma fonksiyonlarıdır.
e) İsrâiloğullarına çölde ikram edilen bıldırcın kuşunun eti de güzel rızıklar arasında sayılmaktadır. Ancak hangi yönden güzel olduğu belirtilmemiştir. 89
f) Sâmi kavimlerinde kuşlara nispet edilen bir uğursuzluk geleneği anlayışının olduğu belirtilmektedir. Bu anlayışa Kur’ân-ı Kerim’de atıflar yapılmıştır.90 Kur’ân-ı Kerim’de yirmi âyette “kuş” ifâdesi geçmektedir. Bunlar bize kuşlar âleminin Kur’an’da önemli bir yeri olduğunu göstermektedir.
Ashâb-ı Kehf’in Köpeği: Kur’an’da üç ayrı yerde “köpek” adı zikredilmektedir. Bunlar da Ashâb-ı Kehf’in köpeği,91 av yakalayan hayvanlar,92 heveslerine uyarak Allah’ın âyetlerini yalanlayan kişi, bunalmış bir köpeğe benzetilmiştir.93 Ashâb-ı Kehf’in kendileri gibi köpekleri de sırlarla kaplıdır. Köpeğin kimin olduğu belli değildir. Adı, rengi ve cinsi konusunda değişik görüş ve rivâyetler vardır. 94
Yusuf’u Yiyen Kurt: Bu kurt, tamamen müphemdir. Çünkü yalanın motifidir. Kur’ân-ı Kerim Hz. Yakup ile oğulları arasında, yani aile içinde geçen dramatik bir rekabeti anlatma sadedinde kurtu konu etmiştir. 95
Dâbbetü’l-Arz: Dâbbe, yavaş yürüyen küçük hayvancık demektir. Dâbbetü’l-arz terimi kıyâmet alâmetleri içinde geçen müphem bir alâmettir. Yerden çıkması insanlarla konuşması gibi özellikleriyle,96 tamamen müphemliklere bürünmektedir. Bu bakımdan her devirde değişik yaklaşımlarla bu alâmet karşımıza çıkmaktadır (Günümüzde AIDS olarak takdim edildiği gibi; bk. Harun Yahya, AIDS Kur’an’da Bahsi Geçen Dâbbetü’l-Arz mı? adlı kitap). 97
85] 27/Neml, 16-17
86] 3/Âl-i İmrân, 49; 5/Mâide, 110
87] 2/Bakara, 260
88] 12/Yûsuf, 36, 41
89] 2/Bakara, 57; 7/A’râf, 160; 20/Tâhâ, 80-81
90] 7/A’râf, 131; 27/Neml, 47; 36/Yâsin, 18-19
91] 18/Kehf, 18, 22
92] 5/Mâide, 4
93] 7/A’râf, 177
94] Abdullah Aydemir, İsrâiliyât, s. 170-171
95] 12/Yûsuf, 13-14
96] 27/Neml, 82
97] Hüseyin Yaşar, Kur’an’da Anlamı Kapalı âyetler, Beyan Y., s. 266-270
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 23 -
Hayvan Cinsleri Konusuyla İlgili Âyet-i Kerîmeler
Tüm hayvanları kapsayan genel bir ifâde olan ve hayvanlar anlamında kullanılan dâbbe ve çoğulu devâbb kelimeleri (toplam 18 yerde),
Deve, sığır, koyun cinsi anlamındaki “en’âm” kelimesi 32 yerde,
Sığır (inek) anlamına gelen “bakar”, “bakara” ve çoğulu “bakarât” kelimeleri, (toplam 9 yerde),
Deve anlamına gelen “cemel” 1 ve çoğulu “cimâle” 1 yerde; Deve veya sığır cinsinden olup, Mekke’ye hedy olarak gönderilen kurbanlık hayvan anlamındaki “bedene” kelimesinin çoğulu olan “budn” kelimesi 1 yerde; Eşek, yük taşıyan hayvanlar ve beş yaşına basmış deve anlamındaki “beîr” kelimesi “yük hayvanı” anlamında 2 yerde; Deve anlamında “dâmir” 1 yerde; Gebe develer anlamında “ışâr” 1 yerde; Deve anlamında “ibil” kelimesi, 2 yerde; Deve anlamında “nâka” 7 yerde, (değişik kelimelerle deve toplam 16 yerde),
At Anlamındaki “hayl” kelimesi 5 yerde, “âdiyât” kelimesi 1 yerde, “ciyâd” kelimesi 1 yerde (değişik kelimelerle at toplam 7 yerde)
Koyun anlamında “da’n” kelimesi 1 yerde, koyun anlamında “ğanem” kelimesi 3 yerde, koyun anlamında “na’ce” 4 yerde (değişik kelimelerle koyun toplam 8 yerde),
Kuş anlamında “tayr-tâir” toplam 20 yerde,
Sivrisinek anlamına gelen “beûd(a): 1 yerde,
Katırlar anlamına gelen “biğâl” kelimesi 1 yerde,
Örümcek anlamında ankebût kelimesi 2 yerde,
Çekirge anlamındaki “cerâd” kelimesi 2 yerde,
Ağaç kurdu anlamındaki “dâbbetu’l-arz” 1 yerde,
Kurbağalar anlamındaki “dafâdi’ ” kelimesi 1 yerde,
Kuş sürüsü anlamındaki “tayran ebâbîl” 1 yerde,
Fil anlamındaki “fîl” kelimesi 1 yerde,
Karga anlamındaki “ğurâb” kelimesi 2 yerde,
Eşek anlamında “hımâr” 2 yerde, “hamîr” 2 yerde, “humur” 1 yerde, (değişik kelimelerle eşek toplam 5 yerde),
Domuz anlamında hınzîr kelimesi 4 yerde, bunun çoğulu “hanâzîr” 1 yerde (domuz toplam 5 yerde),
Bir kuş adı olan “hüdhüd” 1 yerde,
Arslan anlamında “kasvera” 1 yerde,
Köpek anlamında “kelb” kelimesi 5 yerde,
Maymun anlamında “kırade” 3 yerde,
Haşerat anlamında kummel kelimesi 1 yerde,
- 24 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Keçi anlamında “ma’z” 1 yerde,
Arı anlamında “nahl” 1 yerde,
Karınca anlamında “neml” 3 yerde,
Bıldırcın anlamında “selvâ” 3 yerde,
Balık anlamında “hût” 4 yerde, balık anlamında “hîtân” 1 yerde, balık anlamında “nûn” 1 yerde (değişik kelimelerle balık toplam 6 yerde),
Yılan anlamında “sü’bân” 2 yerde, yılan anlamında “hayye” 1 yerde, (yılan toplam 3 yerde),
Kurt anlamında “zi’b” kelimesi 3 yerde,
Kara sinek anlamında “zübâb” kelimesi 2 yerde zikredilir.
Bunun yanında; 2/Sûre-i Bakara, 6/Sûre-i En’âm, 16/Sûre-i Nahl, 27/Sûre-i Neml, 29/Sûre-i Ankebût, 100/Sûre-i Âdiyât, 105/Sûre-i Fîl gibi sûreler de isimlerini o sûrede zikri geçen bu hayvanlardan alır.
“ … Şüphesiz yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah'ın varlığını ve birliğini isbatlayan) birçok deliller vardır.” 98
“Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet, insanlara ‘süslü ve çekici' kılındı. Bunlar dünya hayatının metâıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır.” 99
“Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi ümmetlerdir/topluluklardır. Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihâyet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecekler.” 100
“Hayvanlardan yük taşıyanı ve tüyünden döşek yapılanları yaratan O'dur. Allah'ın size verdiği rızıktan yiyin, şeytanın ardına düşmeyin; şüphesiz o sizin için apaçık bir düşmandır.” 101
“Andolsun, Biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gâfiller onlardır.” 102
“Allah katında, yürüyen canlıların (hayvanların) en kötüsü kâfir olanlardır. Çünkü onlar iman etmezler.” 103
“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerinedir. Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekânı bilir. (Bunların) hepsi açık bir kitapta (levh-i mahfuz'da) dır.” 104
98] 2/Bakara, 164
99] 3/Âl-i İmrân, 14
100] 6/En’âm, 38
101] 6/En’âm, 142
102] 7/A’râf, 179
103] 8/Enfâl, 55
104] 11/Hûd, 6
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 25 -
“Hayvanları da O yarattı. Onlarda sizin için ısıtıcı (şeyler) ve birçok faydalar vardır. Onlardan bir kısmını da yersiniz. Sizin için onlardan ayrıca akşamleyin getirirken, sabahleyin salıverirken, bir güzellik vardır. Bu hayvanlar sizin ağırlıklarınızı, ancak, canlara eziyet ederek varabileceğiniz bir memlekete taşırlar. Şüphesiz Rabbiniz çok şefkatli, çok merhametlidir. Atları, katırları ve eşekleri binmeniz ve süslenmeniz için (yarattı). Allah şu anda bilemeyeceğiniz daha nice (ulaşım araçları) yaratır/yaratmaktadır.” 105
“İçinden taze et (balık) yemeniz ve takacağınız bir süs (eşyası) çıkarmanız için denizi emrinize veren O'dur. Gemilerin denizde (suları) yara yara gittiklerini de görüyorsun. (Bütün bunlar) onun lütfunu aramanız ve nimetine şükretmeniz içindir.” 106
“Şüphesiz sizin için hayvanlarda da büyük bir ibret vardır. Zira size, onların karınlarındaki fers (yarı sindirilmiş gıdalar) ile kan arasından (gelen), içenlerin boğazından kolayca geçen hâlis bir süt içiriyoruz. Hurma ve üzüm gibi meyvelerden hem içki, hem de güzel gıdalar edinirsiniz. İşte bunlarda da aklını kullanan kimseler için büyük bir ibret vardır. Rabbin bal arısına vahyetti: ‘Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına git.’ Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar. Onda insanlar için bir şifâ vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır.” 107
“Allah, evlerinizi sizin için bir huzur ve sükûn yeri yaptı ve sizin için davar derilerinden gerek göç gününüzde, gerekse konaklama gününüzde, kolayca taşıyacağınız evler; yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından bir süreye kadar (faydalanacağınız) bir ev eşyası ve bir ticaret malı meydana getirdi.” 108
“Görmez misin ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah'a secde ediyor; birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur. Allah kimi hor ve hakir kılarsa, artık onu değerli kılacak bir kimse yoktur. Şüphesiz Allah dilediğini yapar.” 109
“Durum böyle. Her kim, Allah'ın emir ve yasaklarına saygı gösterirse, bu, Rabbinin katında kendisi için daha hayırlıdır. (Haram olduğu) size okunanların dışında kalan hayvanlar size helâl kılındı. O halde, pislikten, putlardan sakının; yalan sözden sakının.” 110
“Biz, büyük baş hayvanları da sizin için Allah'ın (dininin) işaretlerinden (kurban) kıldık. Onlarda sizin için hayır vardır. Şu halde onlar, ayakları üzerine dururken üzerlerine Allah'ın ismini anınız (ve kurban ediniz). Yan üstü yere düştüklerinde ise, artık (canı çıktığında) onlardan hem kendiniz yiyin, hem de ihtiyacını gizleyen-gizlemeyen fakirlere yedirin. İşte bu hayvanları Biz, şükredesiniz diye sizin istifadenize verdik.” 111
“Hayvanlarda sizin için elbette ibretler vardır. Onların karınlarındakinden (sütlerinden) size içiririz. Onlarda sizin için birçok faydalar daha vardır; etlerinden de yersiniz. Onların üzerinde ve gemilerde taşınırsınız.” 112
105] 16/Nahl, 5-8
106] 16/Nahl, 14
107] 16/Nahl, 66-69
108] 16/Nahl, 80
109] 22/Hacc, 18
110] 22/Hacc, 30
111] 22/Hacc, 36
112] 23/Mü’minûn, 21-22
- 26 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür... Allah dilediğini yaratır; şüphesiz Allah her şeye kadirdir.” 113
“O söz, başlarına geldiği (kıyâmet yaklaştığı) zaman, onlara yerden bir dâbbe (mahlûk) çıkarırız da, bu onlara insanların âyetlerimize kesin bir iman getirmemiş olduklarını söyler.” 114
“İki deniz birbirine eşit olmaz. Bu tatlıdır, susuzluğu keser, içilmesi kolaydır. Şu da tuzludur, acıdır (boğazı yakar). Hepsinden de taze et (balık) yersiniz ve giyeceğiniz süs eşyası çıkarırsınız. Allah'ın lütfundan (nasibinizi) arayıp da şükretmeniz için gemilerin, denizi yarıp gittiğini görürsün.” 115
“İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var. Kulları içinden ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allah, daima üstündür, çok bağışlayandır.” 116
“Görmüyorlar mı ki, Biz kudretimizin eseri olmak üzere onlar için birçok hayvan yarattık. Bu sayede onlar bunlara sahip olmuşlardır. Bu hayvanları onların emrine verdik. Onların bazısını binek olarak kullanırlar, bazısını besin olarak yerler. Bu hayvanlarda onlar için nice faydalar ve içilecek sütler vardır. Hâlâ şükretmezler mi?” 117
“Hani ona akşama yakın, bir ayağını tırnağı üstüne diken, öbür üç ayağı ile toprağı kazıyan, yağız atlar sunulmuştu. Süleyman: Gerçekten ben mal sevgisini, Rabbimi anmak için istedim, dedi. Nihâyet güneş battı. (O zaman:) Onları (atları) tekrar bana getirin, dedi. Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.” 118
“Allah sizi bir tek nefisten (Âdem'den) yarattı, sonra ondan da eşini yarattı. Sizin için hayvanlardan sekiz çift (erkeği ve dişisiyle deve, sığır, koyun ve keçi) meydana getirdi… 119
“Allah, kimine binesiniz, kimini yiyesiniz diye sizin için hayvanları yaratandır. Onlarda sizin için daha nice faydalar vardır. Gönüllerinizdeki bir arzuya, onlara binerek ulaşırsınız. Onların ve gemilerin üstünde taşınırsınız.” 120
“Bütün çiftleri O yaratmıştır. Ve size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar var etti. Ki, böylece onların sırtına binip üzerlerine yerleşince, Rabbinizin ni'metini anarak: Bunu bizim hizmetimize vereni tesbih ve takdis ederiz, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik, diyesiniz.” 121
“Andolsun harıl harıl koşanlara, (Nallarıyla) çakarak kıvılcım saçanlara, (Ansızın) sabah baskını yapanlara, Orada tozu dumana katanlara…” 122
“Görmediler mi ellerimizin yaptıklarından kendilerine nice hayvanlar yarattık da kendileri onlara mâlik olmaktadırlar. Onları kendilerine boyun eğdirdik, işte binekleri
113] 24/Nûr, 45
114] 27/Neml, 82
115] 35/Fâtır, 12
116] 35/Fâtır, 28
117] 36/Yâsin, 71-73
118] 38/Sâd, 31-33
119] 39/Zümer, 6
120] 40/Mü’min, 79-80
121] 43/Zuhruf, 12-13
122] 101/Âdiyât, 1-4
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 27 -
onlardandır ve onlardan yiyorlar. Kendileri için onlarda daha birçok faydalar ve içecekler var. Hâlâ şükretmiyorlar mı?”123 Bu âyetlerde insanların yararı için Allah'ın, küçük ve büyük baş hayvanları yaratıp insanlara boyun eğdirdiği; insanların, onlardan kimini binek olarak kullandıklarını, kiminin etinden, sütünden yararlandıkları ve daha birçok yarar sağladıkları; Allah'a şükretmeleri gerekirken bunu yapmayıp Allah'tan başka ilâhlara tapmakla Allah'a karşı nankörlük ettikleri bildiriliyor ve bu akılsız davranışları, inkâr tarzında bir soru ile kınanıyor.
“Allah'tır ki kimine binmeniz, kiminden yemeniz için size hayvanları var etti. Onlarda sizin için (sütleri, derileri, tüyleri gibi daha birçok) faydalar var. Onların üstünde gönüllerinizdeki arzuya erersiniz (dilediğiniz yere gidersiniz); onların ve gemilerin üstünde taşınırsınız.”124 Allah'ın, kullarına olan ni'metlerini anımsatan bu âyetlerde Allah'ın, hayvanları insanların hizmetine verdiği; insanların, bu hayvanlardan kimini binek olarak kullandıkları, kiminin de etinden, sütünden yararlandıkları belirtilir. Bunların hepsi Allah'ın, insanlara lütfu olduğuna göre insanların da, kendilerine bu lütuflarda bulunan Allah'a şükretmeleri gerekir.
“O ki bütün çiftleri yarattı ve size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar var etti. Ki onların sırtına binesiniz, sonra onlara bindiğiniz zaman Rabbinizin nimetini anasınız ve (şöyle) diyesiniz: ‘Bunu bizim hizmetimize veren (Allah)ın şânı yücedir, yoksa biz bunu (hizmetimize) yanaştırmazdık.”125 Bu âyetlerde de Allah'ın, bütün çiftleri yarattığı; insanların sırtına binip taşındıkları gemileri ve hayvanları var ettiği; bunlara binerken insanların da bunları kendilerinin hizmetine veren Allah'ın şanını kutsamaları gerektiği anlatılmaktadır.
43/Zuhruf, 12'nci âyette Allah'ın, bütün çiftleri yarattığı belirtiliyor ki bundan Allah'ın zâtından başka bütün varlıkların çift olduğu anlaşılır. Gerçekten evrende her şey çift çifttir. Yer, gök; alt, üst; sağ, sol; ön, arka; geçmiş, gelecek; yaz, kış; atomun elektronu, protonu; elektriğin negatifi, pozitifi; bitkilerin, hayvanların erkeği, dişisi vardır. Bu ifâde de Kur'ân'ın bilimsel mûcizelerinden biridir. Allah insanlara binecekleri gemileri ve hayvanları yaratmıştır. Korkunç deniz insanlara itaat edip gemileri başının üstünde taşımaktadır. İnsanlardan güçlü hayvanlar, insanlara hizmet ve itaat edip onları sırtlarında taşır. İnsanlara bu ni'metleri veren Allah'tır. Öyle ise Allah'ın lütfuyla gemilere ve hayvanlara bindikleri zaman bu nimetlerin, sadece Allah tarafından kendilerine verildiğini anmaları ve Allah'ı tesbih etmeleri: “Sübhânellezî sahhara lenâ hâzâ ve mâ künnâ lehû mukrinîn; Bunu bizim hizmetimize veren Allah'ın şânı yücedir. O bunu bize boyun eğdirmeseydi biz bunu hizmetimize yanaştıramazdık" demeleri gerekir.
İnsan gemi ile veya hayvan sırtında bir yerden bir yere gider. Âyetin sonunda: "Biz Rabbimize döneceğiz" cümlesiyle insanın ebedî seyahatine de işaret edilmektedir. Ruh, şu beden bineği üzerinde Rabbine seyahat etmektedir. Asıl yolculuk da Allah'a olan seyahattir.
“Hayvanları da yarattı. Onlarda sizin için ısınma(nızı sağlayan şeyler) ve daha birçok yararlar vardır. Ve onlardan kimini de yersiniz. Ve akşamleyin mer'adan getirdiğiniz,, sabahleyin mer'aya götürdüğünüz zaman onlarda sizin için bir güzellik de vardır. (Onların
123] 36/Yâsîn, 71-73
124] 40/Mü'min, 79-80
125] 43/Zuhruf, 12-13
- 28 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gidiş gelişleri size ayrı bir güzellik ve zevk verir). Ağırlıklarınızı öyle (uzak) şehirlere taşırlar ki, (onlar olmasa) canlar(ınız), büyük zahmetler çekmeden oraya varamazdınız). Doğrusu Rabbiniz, çok şefkatli, çok merhametlidir. Binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri (yarattı) ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyler yaratmaktadır.”126 Bu âyetlerde de, Allah'ın, insanlara lütufları arasında, yünlerinden giysiler ve çadırlar yaparak soğuktan korundukları; etlerinden, sütlerinden yararlandıkları ve daha birçok faydalar sağladıkları; otlağa gidip gelirken insanların hoşuna giden güzel bir görünüm sergileyen, insanların kendilerini ve yüklerini uzak yerlere taşıyan hayvanlar yarattığı belirtilmektedir.
Son âyetin sonundaki süreklilik bildiren “yahluku (yaratmaktadır)” ifâdesinden, Allah'ın yaratmasının her zaman devam ettiği, her an yeni yeni canlılar yarattığı anlaşılmaktadır. Denizde ve karada irili ufaklı nice hayvanların yaratıldığı; haşerelerin, tek hücreli mikropların nasıl sür'atle üredikleri düşünülürse âyetin anlamı daha iyi kavranır.
Müfessirlere göre insanların, tüylerinden, sütlerinden yararlandıkları; etlerini yedikleri hayvanlar: Deve, sığır, koyun ve keçidir. Yüce Allah, bunların etlerinden yararlanıldığını belirttiğinden etleri yenilir. Fakat sekizinci âyette zikredilen at, katır ve eşekleri binmek ve süs için yarattığını buyuruyor. Bunların etlerinden yararlanılacağını söylemiyor. Demek ki birinciler yararlanmak, ikinciler binmek ve süs içindir. Bundan dolayı bazı fakîhler bu âyetten at, katır ve eşek etinin haram olduğu anlamını çıkarmışlardır. Ebû Hanîfe ve Mâlik de bunlardandır. Taberî'nin rivâyetine göre bu görüş, İbn Abbâs'a dayanır: "Allah, 'Hayvanları da yarattı, onlarda sizin için ısınma ve daha birçok yararlar vardır ve onlardan kimini de yersiniz.' buyuruyor. Bu hayvanlar yemek içindir. 'At, katır ve eşek de yarattı ki binesiniz' buyurmuştur. Bu hayvanlar da binmek içindir." 127
Tabii bu, İbn Abbâs'ın kendi anlayışı olabilir. Âyette atın, katırın, eşeğin etinin yenilemeyeceğine dair bir hüküm yoktur. Âyet bir vâkı'ayı dile getiriyor: İnsanlar, at, katır ve eşeği binmek ve süs için kullanırlardı. Bunları bir evin şânı, şerefi kabul ederlerdi. İşte âyette bindikleri, evlerinin süsü saydıkları bu hayvanları kendilerine Allah'ın verdiği belirtiliyor.
Âyetin amacı helâl-haram belirtmek değildir. Taberî de âyette, bu hayvanların etlerinin haram olduğuna dair bir işaret bulunmadığını, el-Esved'in, at eti yediğini, evcil eşek ile katır etinin bu âyetle değil, peygamberin beyanıyla haram olduğunu söylüyor. 128
Gerçekten bu hayvanların etleri haram olsaydı, konu ile ilgili olan ve muhtelif zamanlarda inmiş bulunan âyetlerde belirtilirdi. Kur'ân'da haram olan etlerin dört çeşit olduğu, birkaç kez yinelenmiştir. Bunlar: Ölü eti, akmış kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilen hayvanların etidir.
“Allah her canlıyı sudan yarattı: Onlardan kimi karnı üzerinde sürünerek yürür, kimi iki ayak üstünde yürür, kimi de dört ayak üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır. Çünkü O, her şeyi yapabilendir.”129 Bu âyette Allah’ın, yeryüzünde deprenen, debelenen her
126] 16/Nahl, 5-8
127] Câmi'u'l-Beyân, 14/82
128] Câmi'u'l-Beyân, 14/84
129] 24/Nûr, 45
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 29 -
canlıyı sudan yarattığına, sudan yaratılan bu canlılardan kiminin karnı üzerinde süründüğüne, kiminin iki, kiminin dört ayak üzerinde yürüdüğüne dikkat çekiliyor ve Allah'ın, her şeyi yapabilecek güçte olduğu vurgulanıyor.
Hayvanların hepsinin bünyesinde su vardır. Daha önceki âyetlerde, bulutların oluşumu ve onlardan yağmurun nasıl yağdırıldığı anlatıldıktan sonra, burada hayvanların da sudan yaratıldığı; böylece suyun, gerek bitkilerin, gerek hayvanların en önemli hayat kaynağı olduğu belirtiliyor. Her canlının yaşamı suya bağlıdır ve hayatın temel kaynağı sudur. Canlıların çoğu nutfeden yaratılır. Hepsi demiyoruz, çünkü bölünme ile üreyen canlılar da vardır. Gerek sperm ve yumurta ile gerek bölünme ile üreyen canlıların hepsinin temel elemanı sudur.
Karnı üzerinde yürüyen hayvanlar, tek hücrelilerden sürüngenlere kadar bütün canlıları kapsar. İki ayaklı, dört ayaklı hayvanlar yanında çok ayaklı hayvanlar da vardır. Âyette insanların en çok karşılaştıkları hayvanlara işaret edilmiştir. Çünkü insanlar, bilip gördükleri, tanıdıkları şeylerden ibret alırlar. Bu hayvanların anılması, Allah'ın yaratma gücüne dikkatleri çekmek içindir.
Bu âyette hemen bütün hayvanlara genel bir işaret yapılmıştır. Fakat çeşitli sûrelerde insanların en çok karşılaştıkları hayvan türleri anılmış ve bunların yaratılıp yönetilmesinde Allah'ın kudreti vurgulanmıştır. Kur'ân'dan feyiz ve ilham alan İslâm bilginleri, bilimin çeşitli alanlarında olduğu gibi hayvanlar dalında da eserler yazmışlardır. Bunlar arasında Kazvînî'nin Acâibu'l-Mahlûkat'ı ve Demîrî'nin Hayâtu'1-Hayevân'ı çok ünlüdür.
Kur’an’da Dikkatimize Sunulan Bazı Hayvanlar
Sivrisinek
Be'ûd: Sivrisinek demektir. Kuran'da Allah sık sık insanları, doğayı incelemeye ve burada yaratılmış olan "âyetler"i görmeye çağırır. Çünkü evrendeki canlı-cansız tüm varlıklar, "yaratılmış" olduklarını gösteren işaretlerle doludur ve kendilerini "yaratan"ın/"yapan"ın güç, bilgi ve sanatını göstermek için vardırlar. İnsan, aklını kullanarak bu işaretleri görmek ve Allah’ı tanımakla sorumludur.
Tüm canlılar böyleyken, bir de Allah'ın özel olarak dikkat çektiği bazı canlılar vardır. Sivrisinek, bunlardan biridir. Kur’an’da sivrisinekten şöyle bahsedilir: “Şüphesiz Allah, bir (dişi) sivrisineği de, ondan üstün olanı da, (herhangi bir şeyi) örnek vermekten çekinmez. Böylece iman edenler, kuşkusuz bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler; inkâr edenler ise, ‘Allah, bu örnekle neyi amaçlamış?’ derler. (Oysa Allah,) Bununla birçoğunu saptırır, birçoğunu da hidâyete erdirir. Ancak O, fâsıklardan başkasını saptırmaz.” 130
Âyete göre değersiz ve sıradan bir canlı gibi görülen sivrisinek bile aslında Allah'ın âyetlerini taşıması bakımından dikkat edilmesi, incelenmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir hayvandır. İşte bu nedenle de Allah "sivrisineği de, ondan üstün olanı da, (herhangi bir şeyi) örnek vermekten çekinmez."
İnsanların hakîr gördüğü sivrisinek, aslında yaratılış itibarıyla çok inceliklere, hikmetlere sahiptir. Onun için sivrisineğin mesel olarak anlatılması, küçümsenmemelidir. Bunun anlatılmasıyla insan, o hayvancıktaki İlâhî kudreti düşünmeğe
130] 2/Bakara, 26
- 30 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sevk edilmektedir. Sivrisineğin, göründüğünün çok üstündeki hassas yaratılışı ve işlevi üzerinde kısa açıklama yapalım:
Sivrisineklerle ilgili olarak genelde bilinen, onların kan emici yaratıklar oldukları ve kanla beslendikleridir. Oysa bu pek de doğru bir bilgi değildir. Çünkü sivrisineklerin tamamı değil sadece dişileri kan emer. Ayrıca dişilerin kan emme sebepleri beslenme ihtiyaçları değildir. Hem dişiler hem de erkeklerin besinleri çiçek özleridir. Dişilerin, erkeklerden farklı olarak kan emmelerinin tek nedeni, taşıdıkları yumurtaların olgunlaşmak için kanda bulunan proteinlere ihtiyaç duymalarıdır. Başka bir deyişle dişi sivrisinek sadece türünün devamını sağlamak için kan emer.
Sivrisineklerin diğer özelliklerine geçmeden önce bir noktanın sürekli hatırda tutulmasında fayda vardır. Allah’ın âyette dikkat çektiği bu canlıdaki kusursuz tasarım, şuurlu ve bilinçli davranışlar incelendiğinde sivrisineklerin tesadüfen oluşamayacakları gerçeği açıkça görülmektedir. Sivrisinekler de yeryüzündeki bütün canlılar gibi Allah tarafından yaratılmışlardır.
Sivrisineğin en olağanüstü ve hayranlık uyandırıcı özelliklerinden bir tanesi de gelişim sürecidir. Bir canlının küçük bir kurttan, çeşitli değişiklikler geçirerek sivrisineğe dönüşümünün kısa öyküsü şöyledir:
Kanla beslenen ve olgunlaşan sivrisinek yumurtaları, yaz ya da sonbahar aylarında, nemli yaprakların üzerine veya kurumuş gölcüklere dişi sivrisinek tarafından bırakılırlar. Anne sivrisinek ilk önce karnının altındaki hassas alıcılar yardımıyla, zeminde yumurtalar için uygun koşullar arar. Gereken özelliklere sahip bir yer bulduğunda yumurtlamaya başlar. Uzunlukları 1 milimetreyi dahi bulmayan yumurtalar tek tek ya da gruplar halinde olmak üzere sırayla dizilirler. Bazı türler ise yumurtalarını bir sal oluştururcasına birbirine yapışmış şekilde bırakırlar. Bu yumurta gruplarının bazılarında 300 kadar yumurta bulunur.
Anne sivrisineğin özenle yerleştirdiği beyaz renkli yumurtalar hemen koyulaşmaya başlar ve bir-iki saat içinde de tamamen simsiyah hale gelirler. Bu koyu renk, böceklerin ve kuşların kendilerini fark etmelerini engellediğinden yumurtalar için önemli bir koruma sağlar. Yumurtalardan başka bazı larvalar da bulundukları mekâna göre renk değişimine uğrarlar ve bu sayede korunurlar.
Çeşitli etkenlerden faydalanarak renk değiştirmek oldukça karmaşık kimyasal işlemlerin sonucunda gerçekleşir. Elbette ki sivrisineklerin değişik evrelerindeki renk değişimlerinden ne yumurtaların, ne larvaların, ne de anne sivrisineğin haberi yoktur. Bu canlıların böyle bir sistemi kendilerinin oluşturması ya da bu sistemin tesadüfen ortaya çıkmış olması da söz konusu değildir. Sivrisinekler ilk ortaya çıktıkları andan itibaren bu sistemlerle birlikte yaratılmışlardır.
Yumurtadan Çıkış: Kuluçka dönemi tamamlandığında kurtçuklar hemen hemen aynı zamanda yumurtadan çıkmaya başlarlar. Aralıksız bir şekilde beslenen kurtçuklar süratle büyürler. Kısa bir zamanda derileri daha fazla büyümelerini engelleyecek kadar gerginleşir. Bu ilk deri değişimi zamanının geldiğinin bir göstergesidir. Bu evrede, oldukça sert ve gevrek olan deri kolayca kırılır. Sivrisinek kurtçuğu, gelişimini tamamlayıncaya kadar iki kez daha deri değiştirecektir.
Kurtçukların beslenmesi için tasarlanmış olan yöntem oldukça ilginçtir.
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 31 -
Kurtçuklar, tüylerden oluşan yelpaze biçimindeki iki uzantıyla su içinde küçük girdaplar oluşturarak, bakteri ve diğer mikroorganizmaların ağızlarına doğru akmalarını sağlarlar. Su içinde baş aşağı duran kurtçukların solunumu ise dalgıçların kullandığı "şnorkel" benzeri bir hava hortumuyla sağlanır. Vücutlarında salgılanan yapışkan bir salgı da suyun hava aldıkları deliklerden içeri kaçmasını engeller. Görüldüğü gibi bu canlı, birçok hassas dengenin bir arada işlemesi sayesinde yaşamını sürdürmektedir. Hava hortumu olmasa sivrisinek kurtçuğu yaşayamayacak, yapışkan salgı olmasa hortum suyla dolacaktır. Bu iki sistemin birbirinden farklı zamanlarda oluşması sivrisineğin bu evrede ölmesi demektir. Bu da sivrisineğin bütün sistemleriyle eksiksiz ortaya çıktığını yani yaratıldığını kanıtlar.
Kurtçuklar bir kez daha deri değiştirmişlerdir. Son deri değiştirme diğerlerinden oldukça farklıdır. Bu evrede kurtçuklar gerçek bir sivrisinek olmak için son aşama olan "pupa" dönemine girmişlerdir. İçinde bulundukları kılıf iyice gerginleşmiştir. Bu da pupanın artık bu kılıftan kurtulma zamanının geldiğini gösterir. Kılıfın içinden öylesine farklı bir canlı çıkar ki, bunların aynı canlının farklı gelişim evreleri olduğuna inanmak gerçekten zordur. Görüldüğü gibi bu değişim, ne kurtçuğun, ne dişi sivrisineğin tasarlayamayacağı kadar karmaşık ve hassas bir işlemdir...
Bu son değişim sırasında bir boru aracılığıyla suyun üstüne uzanmış olan solunum delikleri kapanacağından, hayvan havasız kalma tehlikesiyle yüz yüze gelir. Ama yeni çıkan canlının solunumu artık bu kanaldan değil, baş tarafında beliren iki boru aracılığıyla yapılacaktır. Bu yüzden kılıf değiştirmeye başlamadan önce bunlar su yüzüne çıkar. Pupa kozasının içindeki sivrisinek artık iyice gelişmiştir. Bir anten biçimindeki duyargaları, hortumları, ayakları, göğsü, kanatları, karnı ve başının büyük bölümünü kaplayan gözleri ile sivrisinek artık uçmaya hazırdır.
Pupanın kozası baş taraftan yırtılır. Bu aşamada en büyük tehlike kozanın içine su girmesidir. Ancak yırtılan kozanın baş tarafı, sineğin kafasının su ile temasını engelleyecek yapıda özel bir yapışkan sıvıyla kaplanmıştır. Bu an çok önemlidir; en ufak bir rüzgâr bile suya düşüp ölmesine yol açacağı için sivrisinek suya sadece ayakları değerek çıkmak zorundadır. Bunu başarır.
Acaba ilk sivrisinek böyle bir dönüşümü geçirecek "yeteneğe" nasıl ulaşmıştır? Bir kurtçuk, kendi kendine, üç kez deri değiştirip bir sivrisineğe dönüşmeye "karar" mı vermiştir? Elbette hayır, açıktır ki, Allah'ın örnek verdiği bu canlı özel olarak bu şekilde yaratılmıştır. Sivrisineğin "kan emme" tekniği ise akıllara durgunluk verecek kadar detaylı yapıların birlikte işlemesiyle oluşan kompleks bir sisteme bağlıdır. Hedef üzerine konan sivrisinek, hortumundaki dudakçıklar aracılığıyla önce bir nokta seçer. Sivrisineğin bir şırıngaya benzeyen iğnesi özel bir kılıfla korunmuştur. Kan emme işlemi sırasında işte bu kılıf iğneden sıyrılır.
Deri, sanıldığı gibi iğnenin basınçla deriye batırılması yöntemiyle delinmez. Buradaki asıl görev, bıçak keskinliğindeki üst çene ve üzerinde geriye doğru eğimli dişlerin bulunduğu alt çeneye düşmektedir. Alt çene testere gibi ileri-geri hareket eder ve deri üst çenenin yardımıyla adeta kesilir. Açılan yarıktan içeri sokulan iğne kan damarına ulaşınca delme işlemine son verilir. Sivrisinek artık kan emmeye başlayacaktır.
- 32 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ancak bilindiği gibi insan vücudu, damarlardaki en ufak bir zedelenme karşısında kanı anında pıhtılaştırarak, o bölgedeki kan akışını durduran bir enzime sahiptir. Aslında bu enzimin sivrisinek için büyük bir problem oluşturması gerekmektedir. Çünkü sineğin açtığı deliğe de vücut anında tepki gösterecek, o noktadaki kan hemen pıhtılaşmaya başlayacak ve yara onarılacaktır. Tabii ki bu da sivrisineğin hiç kan emememesi demektir.
Ama sivrisinek için bu sorun tamamen ortadan kaldırılmıştır. Sivrisinek kan emmeye başlamadan önce, vücudunda salgıladığı özel bir sıvıyı soktuğu canlının damarında açtığı deliğin içine bırakmaktadır. Bu sıvı, kandaki pıhtılaşmayı sağlayan enzimi etkisiz hale getirir. Böylece, pıhtılaşma sorunu olmadan, sivrisinek besinine ulaşabilir. Sivrisineğin soktuğu yerde oluşan kaşıntı ve şişmeye neden olan da işte bu pıhtılaşmayı engelleyici sıvıdır.
Bu, kuşkusuz olağanüstü bir işlemdir ve karşımıza şu soruları çıkarır:
1) Sivrisinek, insan vücudunda bu tür bir pıhtılaştırıcı enzim olduğunu nereden bilmektedir?
2) Bu enzime karşı kendi vücudunda bir salgı geliştirmesi için, enzimin içeriğini (kimyasını) bilmek zorundadır. Bu nasıl olabilir?
3) Böyle bir bilgiye ulaşsa(!) bile, nasıl olup da kendi vücudunda böyle bir salgı üretip, bunu iğnesine aktaracak "teknik donanım"ı oluşturabilir?
Aslında bütün bu soruların cevabı basittir: Sivrisinek bunların hiçbirini başaramaz. Ne bunun için gerekli akla, ne kimya bilgisine, ne de salgıyı üretecek "laboratuar" donanımına sahiptir. Bahsettiğimiz varlık, bir kaç milimetre büyüklüğünde akılsız ve bilinçsiz bir sinektir, o kadar!... Onu böyle inanılmaz, olağanüstü ve hayranlık verici bir sisteme sahip kılan ise, insanı da sivrisineği de yaratan, “göklerin, yerin ve her ikisi arasındakilerin Rabbi olan” Allah’tır. 131
Dişi Sivrisinek: “Şüphesiz Allah bir dişi sivrisineği de, onun üstündekileri de örnek vermekten çekinmez.”132 Birçok Kur’an mealinde “dişi sivrisinek” diye tercüme ettiğimiz ifâde sadece “sivrisinek” olarak tercüme edilmektedir. Arapçada dişilik bir kelimeyle değil; kelime içindeki bir takıyla (tâ’u’t-te’nis/müennes tâ’sı ile) ifade edilir. Bazı meal verenler bu dişilik takısını tercümelerinde vurgulamayıp, kelimeyi sadece “sivrisinek” olarak çevirmişlerdir. Hâlbuki Kur’an’ın tek bir harfi bile yersiz değildir. Bunu dişi sivrisinek örneğinde tekrar anlıyoruz.
Sivrisinekler genelde kan emen ve kan ile beslenen bir canlı türü olarak bilinmektedir. Bunun sebebi, insanların çevrelerindeki sivrisinekleri, kanlarını emmek için kendilerine yaklaştıkları zaman fark etmeleridir. Oysa sivrisineklerin sadece dişi olanları yumurtalarını beslemek için kan emer. Bu yüzden bizim tanıdığımız sivrisinek dişidir. Dişi sivrisinekler döllendikleri zaman, yumurtlayabilmek için bir ya da birkaç kez kan emme gereksinimi duyarlar. Yumurtalarının olgunlaşması için kanda bulunan proteinlere ihtiyaçları vardır. Az kan emmiş olan dişilerin yumurtalıklarındaki yumurtalar olgunlaşmaz. Emilen kan vücut ağırlığının yarısından çok olursa, yumurtalarda gelişme başlar. Sivrisinek türünün varlığı dişi sivrisineğin emdiği kana bağlıdır. Erkek sivrisinekler sadece dişileri döllemekle
131] Cavit Yalçın, Düşünen İnsanlar İçin, s. 6-13, Vural Yayıncılık, İstanbul, 1997
132] 2/Bakara, 26
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 33 -
vazifeli oldukları için sadece çiçek özleriyle beslenirler ve eşlerini dölledikten kısa bir süre sonra ölürler.
Sivrisinekler hakkında detaylı bilimsel araştırmalar 1800’lü yıllarda yapılmaya başlanmıştır. Kur’an’ın indirilişinden 1200 sene sonra… 133
Tirmizî: "Eğer Allah katında dünyânın bir sivrisineğin kanadı kadar değeri olsaydı, kâfire bir içim su dahi vermezdi."134 mealinde bir hadîs rivâyet etmiştir. Yine bir hadis rivâyeti şöyledir: “Kıyâmet gününde öyle iri yapılı, şişman adam getirilir ki Allah katında bir sinek kanadı kadar dahi ağırlığı (değeri) yoktur. İsterseniz 'Onlar için Kıyâmet gününde bir tartı koymayız' 135 âyetini okuyunuz." 136
Buhârî'nin anlatımına göre Abdu'r-Rahmân ibn Ebî Nu'aym demiş ki: "Ben Abdullah ibn Ömer'in yanında otururken kendisine sivrisineğin kanını (herhalde bu kanın temiz olup olmadığını) sordu. Ona nereli olduğunu soran Abdullah, adamın Iraklı olduğunu söylemesi üzerine şöyle dedi: ‘Şuna bak, bana sivrisineğin kanını soruyor. Kendileri Allah Rasûlünün kızının oğlunu öldürdüler, onu düşünmüyor da (sivrisineğin kanıyla ilgileniyor). Oysa Allah Elçisi onlar için "Onlar benim iki reyhânımdır!" dediğini işitmiş idim." 137
Balarısı
Arıların ürettiği bal dediğimiz maddenin insan vücudu için ne denli önemli bir besin maddesi olduğunu artık hemen herkes bilmektedir. Fakat bu değerli besin maddesini üreten arının olağanüstü özellikleri çok az kişi tarafından bilinir.
Arıların besin kaynağı bilindiği gibi çiçek özleridir. Ancak kış aylarında çiçek özü bulmaları mümkün değildir. Bu sebeple, topladıkları çiçek özlerini vücutlarındaki özel salgılarla birleştirerek, yeni bir besin maddesini yani balı üretir ve bunu kış için depolarlar.
Burada dikkat çeken nokta, arıların, ihtiyaçlarının çok üzerinde bal depolamalarıdır. Tabii akla gelen ilk soru, arı için gereksiz zaman ve enerji kaybı gibi gözüken bu "aşırı üretim"den niçin vazgeçilmediğidir. Sorunun cevabı ise arının aldığı, âyette bahsedilen "vahiy"de gizlidir. Arılar yaratılışları gereği sadece kendilerine değil insanlara da bal yapmaktadırlar. Yani arılar da yeryüzündeki birçok canlı gibi insanların hizmetine sunulmuşlardır. Tıpkı her gün kendisine pek faydası olmamasına rağmen en az bir yumurta veren tavuk veya yavrusunun ihtiyacının çok üstünde süt üreten inek gibi...
Kovan İçindeki Mükemmel Organizasyon: Arıların kovan içi yaşantıları ve bal üretimleri de son derece ilginç bilgiler içerir. Biz, fazla ayrıntıya girmeden, arıların "sosyal yaşam"ını temel özellikleriyle tanıyalım. Arıların yapmaları gereken çok sayıda "iş" vardır ve mükemmel bir organizasyonla bu işlerin üstesinden gelirler:
Nemin Ayarlanması ve Havalandırma: Bala önemli derecede koruyucu
133] S. Alpsoy, Kur’an En Büyük Mucize, s. 86
134] Tirmizî, Zühd 13
135] 18/Kehf, 105
136] Buhârî, Tefsîr, sûre 18; Müslim, Münâfikîn b. 2, h. 18; İbn Mâce, Zühd 3; İbn Hanbel, Müsned 5/154, 177
137] Buhârî, Fedâilu's-sahâbe 22, Edeb 18; Tirmizî, Menâkıb 30
- 34 -
KUR’AN KAVRAMLARI
özellik kazandıran kovan içi nem daima belli bir sınırda olmalıdır. Kovanın içindeki nemin normalin altında veya üstünde olması durumunda bal, hem besleyici hem de koruyucu özelliğini kaybedecek, yani bozulacaktır. Aynı şekilde kovanın ısısı da on ay müddetince tam 32 santigrat derece olmak zorundadır. Kovandaki ısı ve nemin devamlı olarak gerekli sınırlarda tutulması için özel bir 'vantilatör grubu' görevlendirilmiştir.
Sıcak bir günde arıların kovanlarını havalandırdıkları kolayca görülebilir. Kovan girişi arılarla dolar, zemin tahtasına âdeta kenetlenir ve kanatlarıyla kovanı yelpazelerler. Standart bir kovanda hava, bir taraftan girip öteki taraftan çıkması için zorlanır. Kovanın içindeki ekstra yelpazeciler de havayı dört bir tarafa sürerler. Kovan içi havalandırma sisteminin bir diğer yararı da, kovanı dumandan ve havadaki kirlilikten korumaktır.
Sağlık Sistemi: Arıların balın niteliğinin bozulmaması için gösterdikleri çaba sadece ısı ve nem ayarı ile sınırlı değildir. Kovanda, bakteri üremesine neden olan bütün olayları kontrol altında tutmak için mükemmel bir sağlık sistemi çalıştırılır. Bu sistem ilk olarak bakteri üretmesi ihtimali olan maddelerin ortadan kaldırılmasını hedefler. Sağlık sisteminin ana prensibi yabancı maddelerin kovana girmesini engellemektir. Bu nedenle kovanın girişinde daima iki nöbetçi bulundurulur. Bu tedbire rağmen içeri yabancı bir böcek ya da cisim girmişse, bunun en kısa zamanda kovandan uzaklaştırılması için arılar seferber olurlar ve bunu hemen dışarı atarlar.
Kovan dışına atılamayacak büyüklükteki yabancı cisimler için ise başka bir korunma mekanizması devreye girer: Arılar bu yabancı cisimleri “mumyalar”lar. Arılar böyle durumlar için "propolis (arı reçinesi)" adı verilen bir madde üretir ve bununla mumyalama işlemini gerçekleştirirler. Çam, kavak, akasya gibi ağaçlardan topladıkları reçinelere bazı özel salgılar ekleyerek üretilen arı reçinesi kovan içindeki çatlakların yamanmasında da kullanılır. Arılar tarafından çatlak üzerine sürülen reçine hava ile temasa geçtiğinde kuruyarak sert bir yüzey oluşturur, böylece her türlü dış etkiyi engeller. Arılar pek çok işlerinde bu maddeyi kullanırlar.
Bu noktada akla pek çok soru gelecektir. Propolisin özelliği, içinde bakteri barınamamasıdır. Bu da propolisi mumyalama işi için ideal bir madde haline getirir. Arılar bu maddenin mumyalama için ideal bir madde olduğunu nereden bilmektedirler? Belli seviyede bir kimya bilgisi ile laboratuvarlarda ve teknoloji kullanılarak üretilebilecek bir maddeyi arılar nasıl üretmektedirler? Bir böcek öldüğünde bakteri üreyeceğini ve bunun mumyalama işlemi ile önleneceğini nasıl bilmektedirler?
Arının bu konu hakkında bir bilgisinin de, vücudunda bir laboratuvarın da bulunmadığı açıktır. Arı sadece 1-2 cm.lik bir böcektir ve sadece kendisine Rabbi tarafından öğretileni yapmaktadır.
En Az Malzeme İle En Fazla Depolama: Balarıları küçük balmumu parçalarına şekil vererek, 30.000 arının yaşayabileceği ve birlikte çalışabileceği bir kovan inşa ederler. Kovan, herbir yüzünde yüzlerce küçük hücre bulunan balmumu duvarlı peteklerden oluşur. Bütün petek hücreleri tamı tamına aynı büyüklüktedir. Bu mühendislik hârikası, binlerce arının birlikte çalışmasıyla yapılır. Arılar, bu
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 35 -
hücreleri, besin depolamak ve genç arıların bakımı için kullanırlar.
Balarıları, petek hücrelerini milyonlarca yıldır (100 milyon yıl öncesine ait arı fosili bulunmuştur) altıgen şeklinde inşa ederler. Acaba neden sekizgen veya beşgen gibi geometrik şekiller değil de özellikle altıgen seçilmiştir? Bu sorunun cevabını matematikçiler veriyor: "Birim alanın maksimum kullanımı için en uygun geometrik şekil altıgendir." Petekler altıgen yerine başka bir biçimde inşa edilseydi kullanılmayan bölgeler ortaya çıkacak, böylece daha az bal depolanabilecek ve kovandan daha az sayıda arı yararlanabilecekti.
Derinlikleri aynı olduğu sürece üçgen ve dörtgen hücrelerde de altıgen hücrelerdeki kadar bal depo edilebilirdi. Ancak bu şekillerden çevresi en kısa olan altıgendir. Aynı hacime sahip olmasına rağmen, altıgen hücreler için kullanılan malzeme üçgen veya dörtgen için kullanılandan daha azdır. Bu durumda şu sonuca varılır: Altıgen hücre, en çok miktarda bal depolarken, inşası için en az balmumu gerektiren şekildir. Karmaşık geometri işlemleri ile ortaya çıkan bu sonuç, elbette arılar tarafından hesaplanmış değildir. Bu küçük hayvanlar, altıgeni, yaratılışlarının bir gereği olarak, yalnızca kendilerine öğretildiği, bir başka deyişle "vahyedildiği" için kullanmaktadırlar.
Arıların altı köşeli hücreleri her yönden kullanışlı bir tasarımdır. Hücreler birbirine uygun ve duvarları ortaktır. Bu, yine en az balmumuyla en fazla depolamayı sağlar. Hücre duvarları oldukça ince olmalarına rağmen kendi ağırlıklarının birkaç katını taşıyabilecek güçtedirler. Arılar hücrelerin yan yüzeylerinin yanında, dip taraflarını da yaparken en çok tasarruf ilkesini göz önünde bulundururlar. Petekler, sırt sırta vermiş iki sıralı bir dilim şeklinde yapılır. Bu durumda iki hücrenin birleşim noktaları problemi doğacaktır. Bu sorun, hücre tabanlarının, üç eşkenar dörtgeni birleştirerek inşa edilmesiyle çözülmüştür. Peteğin bir yüzünde üç hücre yapılması, tabanın öteki yüzdeki bir hücre tabanının kendiliğinden yapılmış olması demektir. Taban eşkenar dörtgen şeklindeki balmumu plakalarından oluştuğundan, bu yöntemle yapılan hücrelerin dibinde aşağı doğru bir derinleşme görülür. Bu hücrenin hacminin, dolayısıyla da depolanacak balın miktarının artması demektir.
Petek Hücrelerinin Diğer Özellikleri: Bal arılarının petek inşası sırasında dikkat ettikleri bir başka özellik, hücrelerin eğimidir. Hücreler her iki yana doğru 13'er derece yükseltilerek yere tam paralel olmaları engellenir. Böylece bal, ağız kısmından akıp gitmez.
İşçi balarıları çalışırken birbirlerine halkalar şeklinde asılarak salkım biçiminde toplanırlar. Bundaki amaç, balmumu üretimi için gerekli olan ısının sağlanabilmesidir. Karınlarındaki torbacıklar saydam bir sıvı üretirler. Bu sıvı, dışarı sızar ve beyaz ince balmumu tabakalarını sertleştirir. Arılar, balmumunu ayaklarındaki küçük kancalarla toplarlar. Bu balmumunu ağızlarına koyarlar ve yumuşayıncaya kadar ağızlarında işlerler ve peteklerde onu şekillendirirler. Birçok arı birlikte hareket ederek, balmumunun yumuşak ve işlenebilir halde kalması için çalışma yerinin tam istenilen ısıda olmasını sağlarlar.
Peteğin inşasında çok ilginç bir nokta daha vardır: Peteğin yapılmasına kovanın üst kısmından başlanır ve aynı anda iki-üç dizi aşağı doğru örülür. Bir petek dilimi her iki yana doğru genişlerken, önce içerdiği iki sıranın tabanları birleşir.
- 36 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu iş gâyet uyumlu ve düzenli bir şekilde gerçekleşir. Öyle ki peteğin farklı iki ya da üç parçadan meydana getirildiğini farketmek mümkün değildir. Aynı anlarda değişik uçlardan yapılan petek dilimleri o kadar düzgündür ki, yüzlerce açı barındırmasına rağmen tek parça bir yapı izlenimi verir.
Bunun oluşabilmesi için, arıların başlangıç ve birleşme noktaları arasındaki uzaklıkları önceden hesaplayıp, hücrelerin boyutlarını ona göre planlamaları gerekir. Binlerce arının bu kadar hassas bir hesabı tutturabilmesi bilim adamlarını hayretler içinde bırakmıştır. İnsanların bile altından kalkamayacağı bu işi arıların düzenleyebileceklerini düşünmenin akılcı olmadığı ortadadır. O kadar ince bir hesap ve ayrıntılı bir organizasyon vardır ki, bunu kendi kendilerine başarmaları mümkün değildir.
Öyleyse arılar bunu nasıl başarmaktadırlar? Evrim taraftarlarının bu konuda söyleyecekleri tek şey, olayın "içgüdü" sayesinde başarıldığıdır. Ama bu içgüdü denilen, nasıl bir şeydir ki, aynı anda binlerce arıya hitap etmekte ve onların kollektif bir iş yapmalarını sağlamaktadır? Çünkü arıların her birinin kendi "içgüdüleri" ile böyle bir işe yönlendirilmeleri yetmez; yaptıkları işin birbiriyle uyumlu olması da gerekmektedir. Bu sebeple aynı merkezden gelen bir "içgüdü" ile yönlendirilmelidirler. Farklı noktalardan kovanı inşa etmeye başlayan, en sonunda da hiçbir açıklık kalmadan ve tüm altıgenler eşit olacak biçimde inşa ettiklerini birleştiren arılar, hiç şüphesiz ki aynı merkezden "içgüdü"sel mesajlar alıyor olmalıdırlar!....
Yaptığımız açıklamada kullandığımız "içgüdü" kelimesi aslında Yusuf Sûresi’nin 40. âyetinde yer alan "kuru isim"lerden başka bir şey değildir. Böylesine apaçık gerçekleri örtbas edebilmek endişesiyle "kuru isimler" üzerinde ısrar etmenin bir faydası yoktur. Arılar, topluca tek bir yerden yönlendirilmekte ve böylece normalde asla yapamayacakları işleri başarmaktadırlar. Onları buna yönelten de ismi konulmuş fakat hiçbir tanımı olmayan içgüdüler değil, Nahl Sûresi'nde bildirildiği üzere, "vahiy"dir. Bu küçük hayvanlar, kendilerini belirli bir görev için yaratmış olan Allah'ın, kendilerine verdiği "program"ı uygulamaktan başka bir şey yapmamaktadırlar.
Yönlerini Nasıl Tayin Ediyorlar? Arılar çoğu zaman yiyecek bulmak için uzaklara giderek geniş alanları taramak zorunda kalırlar. Kovanlarının 800 m. ötesine kadar uzanan bir alan içerisinde, kır çiçeklerinden bal özü ve çiçek tozu toplarlar. Çiçekleri bulan arı, bunların yerini haber vermek üzere kovanına döner. Ancak bu arı, kovandaki arkadaşlarına çiçeklerin yerini nasıl anlatacaktır?
Dans yoluyla!... Kovana dönen arı bir çeşit dans yapmaya başlar. Bu dans, diğer arıların, çiçeklerin yerini bulabilmeleri için kullanılan bir anlatım yoludur. Arının yaptığı tekrarlı dans, diğer arılara hedefe ulaşmak için gereken doğrultu, yön, uzaklık gibi bütün bilgileri eksiksiz olarak verir. Dans, arının devamlı olarak çizdiği "8" şeklinden ibarettir. Arı, sekizin ortasını, kuyruk kısmını titreterek zik-zaklar halinde çizer. Zikzaklı yolun güneş-kovan arasındaki doğrultuyla yaptığı açı, çiçek kaynağının tam yönünü verir.
Kaynağın yönünü bilmek de tek başına bir işe yaramaz. İşçi arılar bal özü toplayabilmek için, ne kadar uzağa gitmeleri gerektiğini de "bilmeli"dir. Kovana dönen arı, diğer arılara, yine belirli vücut hareketleriyle çiçek polenlerinin
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 37 -
bulunduğu uzaklığı "anlatır". Bunu gövdesinin alt kısmını sallayıp ani hava akımları oluşturarak belirtir. Diğer arılar da antenleri ile bu akımları algılayarak gidecekleri besin kaynağının uzaklığını tesbit ederler. Örneğin; 250 metre uzaklıktaki yeri "tarif etmek" için yarım dakikalık bir süre içinde vücudunun alt kısmını 5 kez sallar. Böylece belirtilen açı ve uzaklıkla hedefin yeri kesin olarak belirtilmiş olur.
Ama kaynağa gidiş-geliş süresi uzun süren uçuşlarda, arıyı yeni bir sorun bekler: Besin kaynağını sadece güneşe göre tarif etme yeteneğine sahip olan arı, kovana dönene kadar, güneş her 4 dakikada bir 1 derece yer değiştirir. Buna göre arı, yolda geçirdiği her 4 dakika için arkadaşlarına verdiği yönde bir derece hata yapacaktır.
Elbette arının böyle bir problemi de yoktur. Çünkü gözü yüzlerce minik altıgen mercekten oluşur. Her mercek tıpkı bir teleskopta olduğu gibi çok dar bir alanı görür. Günün belirli bir anında güneşe doğru bakan bir arı, uçarken sürekli olarak yerini bulabilir. Ayrıca arının bu hesabı, zamana göre güneşin verdiği aydınlığın değişmesinden faydalanarak yaptığı tahmin edilmektedir. Sonuçta arı, güneş ilerledikçe kovanda vereceği yönde düzeltme yaparak hedefin yönünü hatasız olarak belirler.
Çiçek İşaretleme Yöntemi: Balarıları, bir çiçeğin nektarının daha önce başka arılarca tüketildiğini konar konmaz anlar ve hemen çiçeği terk eder. Bu sayede hem vakit hem de enerji kaybından kurtulur. Peki arı çiçek üzerinde inceleme yapmadan nektarın tükendiğini nereden anlamaktadır?
Çünkü çiçekten faydalanan ve nektarı tüketen "arkadaşları" o çiçeği, özel kokulu bir damla bırakarak işaretlerler. Onlardan sonra gelen herhangi bir arı çiçeğe konar konmaz önceden bırakılan kokuyu alır ve çiçeğin işe yaramaz olduğunu anlayarak hemen başka bir çiçeğe yönelir. Böylece birden fazla arının aynı çiçekle zaman kaybetmeleri engellenmiş olur. 138
Dişi Bal Arısı: Kendisine verilen vahy/ilham sâyesinde bal yaptığı belirtilen arıdan bahseden 16/Nahl sûresi 68-69. âyetlerde arıyla ilgili dikkat çeken bir ifâde vardır. Arapçada iki çeşit fiil kullanımı vardır ve fiillerin bu kullanımından, öznenin erkek mi yoksa dişi mi olduğu anlaşılmaktadır. Bu âyetlerde arı için kullanılan fiiller, fiilin dişi için kullanılan şekliyle ifade edilmiştir. Böylece Kur’an’da bal yapımında çalışan arıların dişi olduğuna işaret edilmektedir.
Her arının çok fazla görevinin olduğu arı kolonilerindeki tek istisnâ erkek arılardır. Erkek arılar ne kovanın savunmasına, ne temizliğine, ne besin toplamaya, ne de petek veya bal yapımına bir katkıda bulunurlar. Erkek arıların kovan içindeki tek fonksiyonları kraliçe arıyı döllemektir. 17 Çiftleşme organları dışında diğer arılarda bulunan özelliklerin hemen hemen hiçbirine sahip olmadıkları için erkek arıların kraliçe arıyı döllemekten başka bir iş yapmaları da mümkün değildir.
Uzunluğu 1-3 cm. arasında değişen arının vücudu; baş, göğüs ve karın olmak üzere üç bölümden oluşur. En arkadaki karın bölümü gövdenin öbür bölümlerinden daha uzundur ve halka biçimindeki bölütlerden oluşur. Âyette tekil dişi
138] Düşünen İnsanlar İçin, s. 26-33
- 38 -
KUR’AN KAVRAMLARI
arıda "karınlar" olduğu vurgulanmaktadır. Âyetin Arapça metninde "butûnihâ" ifâdesiyle belirtilir. Kelimenin sonundaki "hâ" dişi ve tekil şahsı belirtir. Eğer çoğul dişi arılardaki karınlar vurgulanmak istenseydi bu ifâde "butûnihinne" olurdu. Böylece âyet arının bölütlü, parçalı karın yapısına da işaret etmektedir. Bu parçalı karın yapısıyla arı "karınların" sahibi olarak nitelenmektedir. Arıların bu karın yapısının iç kısmında birine bal torbası, diğerine de kursak adı verilen iki mide vardır.
Unutulmamalıdır ki, arılarla ilgili bu gerçeğin insanlar tarafından bundan 1400 sene önce bilinmesi mümkün değildir. Ama Allah bu gerçeği, Kur’an’ın bir mûcizesini daha gözlerimiz önüne sererek ortaya koymuştur 139
Bal Mûcizesi: Allah'ın küçücük bir hayvan kanalıyla insanlara sunduğu balın ne denli büyük bir besin kaynağı olduğunu biliyor musunuz?
Bal, fruktoz ve glukoz gibi şekerlerin yanısıra magnezyum, potasyum, kalsiyum, sodyum klorür, kükürt, demir ve fosfor gibi minerallere sahiptir. Nektar ve polen kaynaklarının niteliklerine göre değişmekle birlikte, balda B1, B2, C, B6, B5 ve B3 vitaminleri bulunmaktadır. Ayrıca bakır, iyot, demir ve çinko da az miktarlarda bulunur. Balın içeriğinde bunların dışında bazı hormonlar da vardır.
Bal, Kur’an âyetinde vurgulandığı gibi, "insanlara şifâ" olma özelliği taşımaktadır. 20-26 Eylül 1993'te Çin'de yapılan Dünya Arıcılık Kongresi'nde bilim adamlarının bal hakkındaki yorumları da bunu doğrulamaktadır: "Kongre'de, arı ürünleri ile tedavi konusu ağırlık kazandı. Özellikle ABD'li bilimadamları bal, arı sütü, polen ve arı reçinasının (propolis) birçok hastalığı tedavi ettiğini bildirdiler. Romanyalı bir doktor balı katarakt hastaları üzerinde denediğini ve 2094 hastadan 2002'sinin (% 95) bal sayesinde tam olarak iyileştiğini açıkladı. Polonyalı doktorlar ise arı reçinasının hemoroid, deri hastalıkları, kadın hastalıkları gibi birçok hastalığa iyi geldiğini tespit ettiklerini bildirdiler." 140. Bilimde en ön sıraları alan ülkelerde arıcılık ve arı ürünleri artık başlıbaşına bir araştırma dalı durumundadır. Balın diğer yararları ise şöyle sıralanabilir:
Kolayca sindirilir: İçindeki şekerlerin bir başka cins şekere (fruktozun glukoza) dönüşebilme özelliği sayesinde bal, yüksek miktarda asit içermesine rağmen en hassas mideler tarafından bile kolaylıkla sindirilir. Aynı zamanda bağırsakların ve böbreklerin daha iyi çalışmasına yardımcı olur.
Süratle kana karışır: Bal ılık suyla karıştırıldığında 7 dakika içinde kana karışır. İçerdiği serbest şekerlerden dolayı beynin çalışması kolaylaşır.
Kan yapımına destek olur: Bal, kan yapımı için vücudun gereksinim duyduğu enerjinin önemli bir bölümünü karşılar. Ayrıca kanın temizlenmesine de yardımcı olur. Kan dolaşımını hem düzenleyici, hem de kolaylaştırıcı yönde etkisi vardır. Damar sertliğine karşı önemli bir koruyucudur.
İçinde bakteri barınamaz: Balın bakteri barınmasına olanak tanımayan özelliği "inhibine etki" olarak adlandırılır. Yapılan deneyler sulandırılmış balın bakteri öldürücü özelliğinin saf bala göre iki kat arttığını göstermiştir. İşin ilginci, arı kolonisine yeni dâhil olacak kurtçukların, kendilerine bakmakla görevli arılarca
139] S. Alpsoy, Kur’an En Büyük Mucize, s. 85
140] Hürriyet, 19 Ekim 1993
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 39 -
-sulandırılmış balın bu özelliğini bilirmişçesine sulandırılmış balla beslenmeleridir.
Arı Sütü: Arı sütü, kovandaki işçi arıların ürettiği bir maddedir. Çok besleyici olan arı sütünde şeker, protein, yağ ve birçok vitamin bulunur. Vücudun kuvvetsiz düştüğü durumlarda ve doku yaşlanmalarından ileri gelen bozukluklarda kullanılır.
Arıların ihtiyaçlarından çok fazla ürettikleri balı, insanlar için ve insanlara uygun olarak yaptıkları açıktır. Bu inanılmaz görevi "kendi başlarına" yapamayacakları da...
Örümcek
"Allah'tan başka veliler (dostlar, yönetici ve liderler) edin(ip onlara bağlan)anlar (kendisine) bir ev edinen örümceğe benzerler. Evlerin en çürüğü örümcek evidir. Keşke bilselerdi."141 Burada kâfirlerin kurdukları düzen ve sistemler, sürdürdükleri yönetimler son derece zayıf ve her an yıkılmağa ve çökmeye hazır olduğundan en zayıf bir yapı olan örümcek ağına benzetiliyor. Örümcek ağı bir ev ve barınak olarak ne kadar çürük ise, kâfirlerin tapındığı putlar, tutundukları tâğût ve düzenler o kadar âciz ve o kadar zayıftır.
Ankebût: Dişi örümcek demektir. Çoğulu anâkib'dir. Erkek örümceğe ankeb denilir Geceleri avlanan, ağının ipliklerine asılarak avını sabırla bekleyen, ağına düşen sinek ve benzeri haşerâtı sımsıkı sararak kanını emen örümcek, Câhiz'e göre olağanüstü bir yaratıktır. Çünkü yavruları, kendilerine herhangi bir şey öğretilmeden, doğar doğmaz ağ örmeyi bilir. Çok ayaklı ve çok gözlü bir hayvan olan örümceğin, akrep gibi zehirli olan türleri de vardır.
29/Ankebût sûresi, 41. âyette örümcek ağının, sığınanlar için çok gevşek olduğu, yani koruyucu olmadığı anlatılmaktadır. Aslında kapasitesine göre örümceğin yaptığı ağ, hayli sağlamdır. O kadar ki örümcek ağının iplikçikleri, aynı kalınlıktaki çelik telden güçlüdür. Bir örümceğin salgıladığı 0.007 mm. kalınlığındaki aminoasit zincirinden oluşan bir telin % 22 uzama kapasitesi vardır ve 4 gram ağırlık taşıyabilir. Bunun iki katı kalınlığa sahip 0,011 mm. çapındaki ipek tel sadece % 13 uzayabilir ve 3.8 gram taşıyabilir.
"Örümceğin, oldukça ince olmasına rağmen aynı kalınlıktaki çelik halatlardan çok daha sağlam olan ipliğinin taklidedilebilmesi için bilim adamları çalışmaktadırlar." 142
Dişi Örümcek ve Evlerin En Çürüğü
29/Ankebût Sûresi, 41. âyetinde, sûreye ad veren ve âyette de geçen “ankebût” dişi örümcek anlamına gelir. Arapçada erkek örümceğin karşılığı “ankeb”dir. Âyette bahsedilen örümceğin özellikle dişi olmasının hikmeti ne olabilir? Örümcekler üzerinde yapılan detaylı incelemeler sonucunda dişi örümceklerle ilgili çok ilginç tespitler yapılmıştır.
Örümcek ağı, örümceğin cirmine oranla sağlam ise de insana göre zayıftır, dokunma ile yırtılabilir. Ayrıca âyette önemli bir incelik vardır: Birçok örümcek türünde dişi örümcek, çiftleşmeden sonra ağındaki eşini ve ağa düşen sinek ve
141] 29/Ankebüt 41
142] Düşünen İnsanlar İçin, s. 163
- 40 -
KUR’AN KAVRAMLARI
böcekleri öldürür. Canlıların genelinde erkekler dişilere göre daha iri yapılı ve kuvvetlidir. Ama örümceklerin dişileri erkeklerine nazaran daha büyüktür ve bu yönleriyle istisnâ oluştururlar.
Canlılar evlerini sığınmak ve sıcaktan, soğuktan, düşmanlardan ve her türlü zarardan korunmak için inşâ ederken örümcekler, yok etmek, zarar vermek, evine yanlışlıkla uğrayanları yemek için inşâ ederler. Dişi örümcek, cinsel ilişkiye girdikten sonra kendi erkeğini de yemektedir. Genellikle erkek örümcek çiftleşmeden önce aç dişiyi savuşturmaya çalışır, ama dişiyi dölleme isteği baskın çıkar ve çiftleşme sırasında ölür. Dişi örümcek, türün devamı için gereken spermin yanı sıra, besinini de almış olur. Bu nedenle evlerin en güvenilmezi dişi örümceğin evidir; kendi erkeği için bile güvenilmezdir. Eğer erkek örümcek çiftleşmeden sonra kaçmayı başarabilirse ender şanslı erkeklerden biri olur, aksi takdirde dişisinin evi kendi mezarı haline gelir.
Demek ki dişi örümceğin yaptığı ev, en yakın dostuna bile güven sağlamamakta, tersine felâket getirmektedir. Can güvenliği bakımından dişi örümceğin evi nasıl felâket dolu bir sığınak ve aldanarak içine giren erkek örümcekler yahut öteki böcekler için nasıl bir ölüm tuzağı ise, korunmak için Allah'tan başka evliyâ/dost edinmek ve sahte tanrılara sığınmak da öyle bir felâket tuzağıdır. İşte âyette tapanlarına bir felâket ve helâk tuzağı olan uydurma tanrılar ve sahte velîler/dostlar, içine giren erkek örümcekler ve öteki böcekler için bir felâket tuzağı olan dişi örümcek ağına benzetilmiştir. Bu ağa sığınanlar nasıl sonunda mahvoluyorsa, Allah'tan başkasına sığınanlar da sonunda öyle mahvolacaklardır. Bunun için âyette özellikle dişi örümcek (ankebût) zikredilmiştir. Gördüğümüz gibi Kur’an çok ince bir ayrıntı kullanarak yine çok ince bir ayrıntıya işaret ediyor. Hiç kimsenin bu küçük varlıkların dünyasından haberi olmadığı bir dönemde.
Dişi Karınca
“Karınca vâdisine geldiklerinde, bir dişi karınca dedi ki: ‘Ey karınca topluluğu, kendi yuvarınıza girin! Süleyman’ın orduları siz farkında olmaksızın kırıp geçirmesin.”143 Kur’an Hz. Süleyman’ın ordularından bahsederken karıncalar arasında çok gelişmiş bir haberleşme sistemi olduğuna işaret eder. Bu ufacık canlıların insanı hayrette bırakan özel dünyaları üzerinde yapılan araştırmalar, karıncaların çok kompleks ve organize bir sosyal yaşantıları olduğunu ve bu organizasyonun gereği olarak aralarında inanılması zor bir iletişim kurduklarını göstermektedir.
Herhangi bir karıncaya, küçücük başındaki karmaşık duyu organlarıyla, milyonlarca hatta daha fazla sayıdaki kimyasal ve görsel sinyali yakalama kabiliyeti verilmiştir. Beyinlerinde 500.000 sinir hücresi bulunur, gözleri birleşiktir; antenlerini insanın burnunu ve parmak uçlarını hareket ettirdiği gibi hareket ettirir. Ağzının altındaki projeksiyonlar tadı algılar, kılları dokunmaya karşılık verir.
Kur’an’da özellikle karıncaların alarm verdiğine ve bunun dişi karınca tarafından yapıldığına dikkat çekilir. Karıncalar üzerinde yapılan araştırmalarda karınca kolonilerinin büyük bir kısmının dişilerden oluştuğu anlaşılmıştır. Erkek karıncalar olgunlaştıklarında sadece genç bir kraliçeyle çiftleşmek üzere görevlendirilmişlerdir. Erkek karıncalar bu çiftleşmeden kısa bir süre sonra ölürler.
143] 27/Neml, 18
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 41 -
Koloninin bütün işini yapan işçi karıncalar kısır dişilerdir. Koloni, anne ve kızlarının hâkim olduğu bir dünyadır.
Bu durumda Hz. Süleyman’ın ordusunun yaklaştığını, nöbetçi ya da yiyecek toplayan karıncalar haber verdiyse, bunlar işçi olan dişi karıncalardır. Eğer bu haberi kolonideki en seçkin üye getirdiyse o da kraliçe karıncadır ve dişidir. Kur’an karıncaların genel olarak dişi olmalarına ve toplum halinde yaşamalarına, insanların bu gerçeği keşfetmesinden yüzlerce yıl önce dikkat çekmiştir. 144
Köpek
Köpek, et yiyiciler grubunun köpekgiller familyasından evcil bir hayvandır. Hayvanlar içerisinde insana en yakın olan köpek, aynı zamanda hayvanların en zeki olanlarından biridir. Köpeğin gebelik süresi dokuz hafta olup bir batında altı ile on arasında yavru doğurur. İki yüz elli kadar çeşidi vardır. Köpekler kullanılışları bakımından koruyucu köpekler, av köpekleri, iş köpekleri ve süs köpekleri olarak bir tasnife tabi tutulabilir. İnsanlara bağlılıkları ile bilinirler. Köpekler, evleri korumak için kullanıldığı gibi, savaşlarda da onlardan istifade edildiği olmuştur. Ama en çok avcılıkta kullanılmaktadırlar.
Eski Mısır'da köpek kutsal sayılırdı. Onlar için mezarlıklar yapmışlar ve buraları birer kutsal mekân edinmişlerdi. Putperest Türklerde köpek kutsal sayılan hayvanlar arasında idi. On iki hayvanlı Türk takviminde yıllardan biri köpek yılıdır. Deyim olarak köpek, çok ağır ve onur kırıcı bir hakaret olarak kullanılır.
Köpek Beslemek: Av, ziraat, sürü, ev bekletme vb. sebeplere dayalı olarak köpek beslemenin câiz olduğu konusunda ulema ittifak etmiştir. Ancak hırsız korkusu gibi zaruri bir sebep olmaksızın evde bulundurulmasını hoş karşılamamışlardır.145 Hz. Peygamber (s.a.s.) ziraat, koyun, ev bekletme, av gibi bir sebep olmaksızın köpek besleyenin sevabından her gün bir kırat (bir başka rivâyette iki kırat) eksileceğini,146 ayrıca içinde köpek bulunan eve meleklerin girmeyeceğini haber vermiştir.147 Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) Cebrail ile belli bir saatte buluşmak üzere sözleşmişler, ancak içeride bulunan köpek sebebiyle Cebrail gelmemiş ve köpeği farkeden Rasûlüllah derhal çıkarılmasını emretmiş ve köpek çıkarıldıktan sonra Cebrail'le görüşebilmiştir.148 Şâfiiler ihtiyaç yokken köpek edinmenin haram olduğu görüşündedirler. 149
İçinde köpek bulunan eve meleklerin girmemelerinin sebebi onların pis kokmaları, pislik yemeleridir. Bundan dolayı gereksiz yere köpek edinen kimse evine melek girmekten mahrum bırakılmak sûretiyle cezalandırılmıştır.150 Ayrıca aralarında köpek ve çan bulunan yolcularla meleklerin arkadaşlık etmeyeceği de Hz.
144] S. Alpsoy, Kur’an En Büyük Mucize, s. 89
145] ibnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Bulak 1319, VI, 246; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, Kahire 1386-89/1966-69, V, 226-227
146] Buhârî, "Hars", 3, "Bed'ül-halk" 7, 17; "Zebâih" 6; Müslim, "Müsâkât" 51-60; Nesâî, "Sayd" 10-14, 24
147] Buhârî, "Bed'ül-halk" 7, 17
148] Buhârî, "Bed'ü'l-halk" 7, 17, "Meğâzî" 12, "Libâs" 88,94; Müslim, "Libâs" 81-84; Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, Kahire 1934-62, XXXI, 210
149] Nevevî, Şerhu'l-Müslim, Kahire 1347-49/1929-30, X, 236
150] Nevevî, a.g.e., XIV, 84; Aynî, Umdetü'l-Kârî, Kahire 1348, XV, 139
- 42 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Peygamber tarafından ifade edilmiştir. 151
Hadiste geçen "kırat", lüzumsuz olarak köpek edinen mü'minin sevabından Allah katında mâlum bir miktarın eksilmesini ifade eder.152 Buradaki kırat konusunda ise farklı görüşler vardır. Bu fark insanlara eziyet konusunda birbirinden farklı iki tür köpeğe nisbetle yapılmış olabileceği gibi, köy-kent ayrımına göre de ifade edilebileceği belirtilmektedir. Zira fazla insanın yaşadığı yerde rahatsız olanların sayısı da artmaktadır. Bunun yanında daha önce bir kırat olan ceza, ağırlaştırmak suretiyle iki kırat'a çıkarılmış olduğu üzerinde de durulmuştur.153 İhtiyaç olmaksızın köpek edinmenin yasaklanması konusunda özellikle durulması ve köpek besleme konusunda ağır bir müeyyidenin getirilmesi onun kudurganların % 92,5 kısmını teşkil etmesi ve kuduza yakalanma ve yayma konusunda hayvanlar içinde ilk sırada bulunmasından da kaynaklanabilir. Kuduzu, saldıran köpekler verebileceği gibi, kendisini sevdiren, serbestçe istediği insanı yalayan hatta kendine acındıranlar da aşılayabilirler. Bu durumdaki hastalık, tedbir almakta kusur ettirdiğinden çok daha tehlikeli olduğu düşünülürse bu konudaki titizlik daha kolay anlaşılır. Hiç evden çıkarılmayan veya diğer köpeklerle temas etmeyen köpekler bile evdeki kudurmuş olan bir kediden veya fareden de mikrobu alıp hastalığı yayabileceği gibi Ekinokok (kist idatik) hastalığını aşılamak cihetinden de tehlike arzeder. Kuduz, hayvanın yalnız ısırmasıyla değil yalaması veya salyasının bulaşmasıyla da sirâyet edebilir. 154
Bu açıdan bakıldığında fukahânın köpeğin artığını necis sayması ve yaladığı kabın cumhura göre yedi, Ebû Hanîfe'ye göre üç defa yıkanmasının gerekli olduğu155 konusundaki görüşleri ve saldırgan köpeğin öldürüleceği konusunda ittifak'ın bulunması156 çok mânidardır.
Köpeğin Satışı: Hasan el-Basrî, Rabîa, Hammad b. Süleyman, Evzaî, Şafiî, Ahmed b. Hanbel, Dâvûd ez-Zâhirî, bir rivâyette imam Mâlik, köpek satışından elde edilen paranın haram olduğu görüşündedirler. Atâ b. Ebî Rabah, İbrâhim en-Nehâî, Ebû Hanîfe ve bazı Mâlikîlere göre kendisinden faydalanılan köpeğin satışı câiz ve parası mubahtır. Ebû Hanife ve Ebû Yusuf eğitimi kabul etmeyen saldırgan köpeğin satışını câiz görmemişlerdir. 157
Köpeğin Cinâyetleri: İmam Ebû Yûsuf'a göre bir kimse köpeği, ısırmak üzere bir başka şahsın üzerine kışkırtır ve bunun neticesinde köpek bunu yaparsa kışkırtan bundan sorumludur ve diyetini öder. Çünkü köpeği bu şekilde kışkırtmak, onu insanın üzerine salıvererek telef olmasına sebebiyet vermek gibidir. Fetva bu görüşe göredir. Ebu Hanife'ye göre ise hareket, kışkırtma neticesinde değil köpeğin ihtiyarıyla meydana geldiğinden tazminat vermek gerekmez. Çünkü hayvanların kendiliğinden yaptığı cinâyetler hederdir, tazmini gerektirmez.158 Köpeğin, bulunduğu eve sahibinden izinli veya izinsiz olarak giren şahsı ısırarak
151] Müslim, Libâs, 103
152] Tecrîd-i Sarih Tercümesi, VII, 131
153] Nevevî, a.g.e., X, 239; Aynî, a.g.e., XV, 203
154] S. Buhârî Tecrid-i Sarih Tercümesi, VII, 133- 143
155] Azîmâbâdî, Avnu'l Mabûd, Medine 1388/1968, I, 135
156] Nevevî, a.g.e., X, 235; Avnî, a.g.e., XV, 202; ibn Cüzey, el-Kavânînü'l Fıkhiyye, Beyrut, ty., s 294
157] İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, İstanbul 1985, II, 105; İbnü'l-Hümam, a.g.e., Vl, 245; S. Buhârî Tecrid-i Sarih Tercümesi, VI, 380
158] Kâsânî, Bedâyiu's-Sanayî, Kahire 1327-28/1910, VII, 273
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 43 -
telef etmesi halinde sahibine tazmin gerekmez.159 Ancak köpeğin sahibi daha önceden uyarılmış ve o da ihmal etmiş ise zarardan sorumludur. 160
Hanbelî hukukçuları, izinle girilmesi halinde köpeğin yaptığı zarardan sahibinin sorumlu olduğu görüşündedirler.161 Nitekim Kadı Şurayh da evin köpeği tarafından dağarcığı parçalanan şahsa, izinle girmiş olması halinde zararın tazmin edilmesi gerektiğini söylemiştir.162 Isırıcı bir köpek edinen şahıs gündüz yahut gece bir insanı veya hayvanı ısırması, elbiseyi yırtması vb. durumlardaki zarardan sorumludur.163 Şâfiîlere göre ise sahipleri köpeğin tehlikeli ve zararlı olduğunu biliyorlarsa gerekli tedbiri almakla mükelleftirler. İhmal neticesi meydana gelecek zarardan sorumludurlar. 164
Kelb, Arapça’da erkek köpek demektir. Dişisine kelbe denilir. Çoğulu kilâb ve kelîbdir. Kelb, çok riyâzetli (açlık ve susuzluğa dayanıklı) vefâlı bir hayvandır. Yırtıcılarla behîme hayvanlar arasında bir yerdedir. Yırtıcılardan olsaydı insanlarla birlikte yaşamazdı, tam behîme (evcil hayvan) olsaydı et yemezdi. Fakat hadîste kelb (köpek) de behîmeden sayılmıştır. 165
Köpeklerdeki Güçlü Sezgi: Depremden sonra âfet bölgesindeki enkazların altından birçok canlı çıkaran köpeklerin, depremi önceden sezinleyip olağanüstü biçimde havlayarak bunu anlatmaya çalıştıkları çok kimse tarafından bildirilen bir hakikattir. Çinli bilim adamları, bazı hayvanların, depremden önce garip davranışlar sergilediğini ortaya çıkardı. Araştırmalarda bazı gelişmeler kaydeden bilim adamları, fareler üzerinde yaptıkları deneylerde, bu hayvanların depremden hemen önce binaların dışına çıktıklarını ve insanlardan korkmalarına rağmen, ortalıkta koşuşmak gibi garip davranışlar sergilediklerini belirledi. Bilim adamları özellikle altıncı hisleri çok güçlü olan köpeklerin, depremden önce insanların duyamayacağı küçüklükteki sesleri duyarak havladıklarını ifade ediyorlar.
Mançurya'yı da Kurtarmışlardı: 1970’lerin sonunda büyük bir deprem felâketinin yaşandığı Mançurya'da, kent yöneticileri altıncı hissi kuvvetli olan hayvanların içgüdülerinde bir anormallik olduğunu tespit etmişlerdi. Tüm köpeklerin havlamaları üzerine harekete geçen kent yöneticileri, depremden üç saat önce binaları boşaltmışlardı. Yerle bir olan kentte, binlerce insan köpeklerin havlamasını dikkate alan kent yöneticileri sayesinde ölümden kurtulmuştu. Hayvanların, sadece depremi değil, özellikle orman yangını ve fırtınalar gibi doğal âfetleri de önceden hissederek yer değiştirdikleri de ifade ediliyor.
İnançsız insanların psikolojik durumları, Kur’ân-ı Kerim’de sıcaktan bunalan köpeğin durumuna benzetilmiştir: “Dileseydik elbette onu o âyetlerle yükseltirdik, fakat o, yere saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu, tıpkı şu köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, onu bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayanların durumu budur. Bu kıssayı anlat, belki düşünür öğüt alırlar.”166
159] Kâsânî, a.g.e., VII, 273
160] Ali Haydar, Dürerü'l Hukkâm, İstanbul 1330, II, 929; Mecelle, mad. 929
161] İbn Kudâme, el-Muğnî, Beyrut 1392-93/1972-73, X, 358
162] İbn Hazm, el-Muhallâ, Kahire, ty., Mektebetü Dâri't-Türâs, XI, 10
163] İbn Kudâme, a.g.e., X, 358
164] Nevevî, a.g.e., XI, 225; Saffet Köse, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 395-397
165] Müslim, Selâm b. 41, h.154
166] 7/A'râf, 176
- 44 -
KUR’AN KAVRAMLARI
âyetinde, Allah'ın âyetlerinden tamamen sıyrılıp şeytânın tuzağına düşerek aşağılanan kimsenin durumu, bitkinlikten dilini çıkarıp soluyan köpeğin durumuna benzetilmektedir. Allah dileseydi, âyetleriyle o insanı yükseltirdi. Fakat o, ebediyyen yerde kalmayı yeğledi, yükselmek istemedi, keyfine uydu. Bu yüzden Allah onu âyetleriyle yükseltmedi. Çünkü yasası gereği Allah, irâdesini hayra kullanan kimseyi yükseltir. Kötülüğü yeğleyip, Allah'ın hükümlerini kabul etmeyeni yükseltmez. Bu adam, durmadan soluyup duran köpeğe benzer. Sıcakta köpeğin dilini çıkarıp soluması, bir bunaltı halini sembolize eder. Allah'ın âyetlerini inkâr edenler de üstüne varılsa da, varılmasa da (kovalansa da, kendi haline bırakılsa da) sıcaktan bunalım içinde dilini sarkıtıp soluyon köpek gibi, bunalım içindedirler. Meşakkatleri olmasa da mutlu değillerdir. Çünkü imarısızlık, vicdanlarını rahatsız eder, bunalıma sokar. 167
Ashâb-ı Kehfin Köpeği
“Uykuda oldukları halde sen onları uyanıklar sanırsın. Onları (uykuda) sağa sola çeviririz. Köpekleri de girişte iki kolunu (ön ayaklarını) uzatmış vaziyettedir. Onların durumunu görseydin, mutlaka onlardan dönüp kaçardın. Ve onlardan içine korku dolardı...” “Görülmeyene taş atar gibi: ‘Onlar üçtür, dördüncüleri köpekleridir’ diyecekler; Beştir, altıncıları köpekleridir’ diyecekler. ‘(Hayır,) Yedidir, sekizincileri köpekleridir’ diyecekler. De ki: ‘Onların sayısını Rabbim daha iyi bilir. Onları bilen azdır. Onun için onlar hakkında, yüzeysel tartışma dışında, derin tartışmaya girme ve onlar hakkında bunlardan hiçbirine bir şey sorma.” 168
Kehf 18'nci âyette, Mağarada uyuyakalan Ashâb-ı Kehfin köpeklerinin de, Mağaranın girişinde ön ayaklarını uzatarak uyumuş olduğu; 22'nci âyette de Ashâb-ı Kehfin öyküsünü anlatanlardan kiminin, bunların üç kişi olup köpekleriyle dört olduklarını; kiminin beş kişi olup köpekleriyle altı; kiminin de yedi kişi olup köpekleriyle sekiz olduklarını söylediği; gerçekte bunların sayısını ancak Allah'ın bildiği belirtilmekte; Hz. Muhammed’e (s.a.s.), bunlar hakkında kimseye bir şey sormaması emredilmektedir. Çünkü bu konuda söylenenler kesin bilgiye değil, tahmine dayanan rivâyetlerdir.
Avcı Köpeklerin Yakaladığı Hayvanlar Helâldir:
“Sana, kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: "Size iyi ve temiz şeyler helâl kılındı. Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı köpeklerin, sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın, Allah'tan korkun. Çünkü Allah, hesabı çabuk görendir.”169 âyetinde de köpek isminden yapılmış teklîb kökünden ism-i fâil kipinin çoğulu kullanılmaktadır. Teklîb köpeklik öğretme, yani avcılık eğitimi verme demektir. Avcılık öğretme eylemi teklîb, bunu yapan mükellib, çoğulu mükellibîn'dir.
Köpeğin kendine has özellikleri vardır. İyi koku alır, iz sürer. Gece bekçilik yapar, gündüz buna ihtiyaç olmadığı zaman uyur. Uykuda bile kulağı hassastır ve dikkatlidir. Uyurken göz kapaklarını tam kapatmaz. Doğasında yaltaklanma, sevme, ülfet vardır. O kadar ki dövülüp kovulduktan sonra çağrılsa yine dönüp gelir. Sahibiyle oynarken incitmeyecek biçimde onu ısırır, dişlerini batırmaz.
167] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Y., 8/100-102
168] 18/Kehf, 18, 22
169] 5/Mâide, 4
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 45 -
Öğretim ve eğitim kabul eder. Her durumda ekmek yediği evi bekler, korur. En çok uykuya gereksinim duyduğu zamanda bile uyanık durur. Daha çok gündüzleri uyur.
Her çeşit köpeğin eti haramdır. Köpek familyasından olan tilkinin etinin haram olup olmadığı tartışma konusudur. Köpek besleyen kimse ya onu yedirip doyurur veya hayvanın rızkını bulması için onu salıverir. Ya da ondan yararlanmak isteyen birine verir. Hapsedip açlıktan ölüme terk etmesi helâl değildir.
Peygamber’in (s.a.s.) av köpeği ve koyun köpeği beslemeğe izin verdiği hadîsler yanında köpeklerin öldürülmesini emrettiğini söyleyen hadisler de vardır. Ancak köpeklerin öldürülmesi hakkındaki emrin, bütün köpekler için değil; saldırgan, zararlı, kuduz köpekler hakkındadır. Yoksa zararsız köpekleri öldürmek câiz değildir.
Hz. Ebûbekir rüyâsında Mekke'den çıkan bir köpeğin, insanların üstüne saldırdığını gördü. İnsanlar ona yaklaşınca o köpek sırt üstü yattı ve iki memesinden süt damlamaya başladı. Bu rüyâsını haber verdiği peygamber (s.a.s.) buyurdu ki: "Köpekleri gitti, yararları gelmeye başladı. Bundan böyle onlarla karşılaşacaksınız; akrabalık hakkına sizden merhamet dileyecekler. Eğer Ebûsüfyân'ı görürseniz onu öldürmeyin!" Müslümanlar Mekke'nin fethine geldikleri zaman bazıları çarpıştı, Peygamber'in dediği gibi oldu.
Büyükbaş Hayvanlar
Ne'am (çoğulu “en’âm”): Dilcilere göre ibil ve şât (deve, koyun)dur. Erkek ve dişiyi gösteren cins isimdir. Fakîh(hukukçu)lara göre ne'am deve, öküz, koyun ve keçiyi gösterir. Tekil olarak Mâide 95'nci âyette geçmektedir: “Ey inananlar, ihramda iken av öldürmeyin. Sizden kim kasden onu öldürürse, öldürdüğünün dengi olan bir ne'am (hayvan) cezası vardır ki (bu, öldürülene denk olduğuna) içinizden iki âdil kişinin karar vereceği, Kâbe 'ye varacak bir kurban; yahut yoksullara yedirme şeklinde keffâret; ya da buna denk oruçtur. Tâ ki böylece (o insan), yaptığı işin vebalini tadsın. Allah, geçmişi affetmiştir. Kim düşmanlık ederse Allah ondan öc alır. Allah, dâima galiptir, öc alandır." Çoğul olarak en'âm nice âyetlerde170 geçmektedir.
“İnsan şu yiyeceğine baksın. Biz suyu iyice döktük. Sonra toprağı güzelce yardık da, Orada bitirdik: dâne, Üzüm, yonca, Zeytin, hurma, İri ve gür bahçeler, Meyva ve çayır; Sizin ve hayvanlarınızın geçimi için.”171 âyetlerinde Allah'ın, insanlar ve hayvanlar için yağmur yağdırarak çeşitli bitkiler, ürünler yetiştirdiği vurgulanmaktadır. “Görmediler mi ellerimizin yaptıklarından kendilerine nice hayvanlar yarattık da kendileri onlara mâlik olmaktadırlar? Onları kendilerine boyun eğdirdik, onlardan bazıları binekleridir ve onlardan bazılarını da yerler.” 172; “Hayvanlarda da sizin için ibret vardır: Karınlarının içindekinden size içiriyoruz. Onlarda sizin için daha birçok faydalar var, aynı zamanda onlardan yersiniz. O(hayva)nların üzerinde ve gemiler üzerinde taşınırsınız.”173 âyetlerinde de Allah'ın, kendi eliyle yarattığı en'âmı, insanlara boyun eğdirdiği, bunlardan kimine bindikleri; kiminin de sütünü içtikleri; tüyünden yararlandıkları; etini yedikleri; kendilerinden çok daha güçlü hayvanların üzerinde ve suyun üstünde
170] 7/A'râf, 179, 36/Yâsîn, 71, 25/Furkan, 44, 49; 35/Fâtır, 28, 20/Tâhâ, 54 vb.
171] 80/Abese, 32
172] 36/Yâsîn, 71-72
173] 23/Mü'minûn, 21-22
- 46 -
KUR’AN KAVRAMLARI
akıp giden gemilerde taşındıkları; bütün bunların, Allah'ın lütfü olduğu; bunlardan ibret alıp bu ni'metleri kendilerine lütfeden Allah'a şükretmeleri gerektiği anlatılmaktadır.
Bu ve benzeri âyetlerde ne'am'ın çoğulu olan en'âm, küçük, büyük baş hayvanlar anlamında kullanılmıştır. Bunlar gerçekten çok yararlı canlılardır. Demîrî'nin ifadesiyle bunlarda ne dâbbelerin huysuzluğu, ne de sibâ'(vahşî hayvanların ürkekliği vardır. İnsanların gereksinimini karşılamak için Allah bunlara yırtıcıların paralayıcı dişleri, sivri tırnakları; haşerâtın ısırgan dişleri ve sokan iğneleri gibi dişler ve iğneler vermemiş, bunları zorluklara, açlık ve susuzluğa dayanıklı ve uysal kılmıştır. Bunlara korunmaları için savunma silâhı olan boynuzlar vermiştir. Otla beslendikleri için bunların ağızlarını geniş yaratmış, keskin diş ve dâneleri öğütmek için de sert dişler vermiştir. 174
“Allah size, evlerinizi oturma yeri yaptı ve size hayvan derilerinden, göç gününüzde (yolculukta) ve ikamet gününüzde (oturma zamanlarınızda) kolayca kullanacağınız hafif evler (çadırlar, portatif evler) ve yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından bir süreye kadar (yararlanacağınız) giyilecek, döşenecek eşya ve geçimlik (ticâret malı) yaptı.”175 Bu âyette de Allah'ın, insanlara olan çeşitli lütuf ve ni'metleri sayılmaktadır: İnsanlara ev yapma, hayvan derilerinden çadırlar, yünlerinden, kıllarından, tüylerinden giysiler, ev eşyası, geçim araçları yapma olanağı vermiştir. Bunların hepsi Allah'ın insanlara lütfudur. İnsanların, kendilerine bu ni'metleri veren Allah'ın yanında, hiçbir yararı olmayan putlara da tapmaları, elbette Allah'a karşı nankörlüktür.
Deve
İbil: Deve demektir. “Ve deveden iki, sığırdan iki. De ki: ‘İki erkeği mi haram etti, iki dişiyi mi, yoksa iki dişinin Rahimlerinde bulunan(yavru)ları mı? Yoksa Allah'ın size böyle vasiyyet ettiğine şâhidler mi oldunuz?’ (Allah, böyle tavsiye ederken siz O'nun yanında mıydınız?) Öyle bilmeden insanları saptırmak için Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir? Allah o zâlim topluluğu doğru yola iletmez.”176; “Bakmıyorlar mı develere, nasıl yaratılmış?"177 Bu âyetlerde Allah'ın yarattığı ibil'e dikkat çekilmektedir. Deve anlamına gelen ibil, çoğul bildiren bir cins ismidir. Dişil kabul edilir. Çünkü Arapçada insan dışındaki canlı isimlerinden, tekili olmayan çoğul isimler dişil kabul edilir. İbil'in tasgirine tâ getirilerek (übeyle: devecik) denilir. Çoğulu âbâl, nisbesi İbelî’dir. İbn Mâce'nin aktardığı bir hadîste Hz. Peygamber’in şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "İbl sahibi için izzet (onur), ğanem (koyun, keçi) de berekettir. Atın alnına da Kıyâmet gününe dek hayr bağlanmıştır." 178
Benâtu'l-leyl (gece kızları) sıfatıyla da anılan ibil’in (devenin) körpesine ba'îr denilir. Erkek ve dişisi de aynı adla anılır. Çoğulu (eb'ire) ve (bi'rân)dır. (şârık) ise yaşlı devedir. "Dediler ki: ‘Kralın su tasını kaybettik (onu arıyoruz). Onu getirene bir deve yükü (mükâfat) var. Ben buna kefilim" 179 âyetinin tefsirinde Mücâhid, ba'îri himâr (eşek) diye açıklamıştır. Bazı Araplar himâra ba'îr derlerse de bu, şâz bir söylemdir.
174] Hayât, 2/367
175] 16/Nahl, 80
176] 6/En'âm, 144
177] 88/Ğâşiye, 17
178] İbn Mâce, Ticârât 69
179] 12/Yûsuf, 72
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 47 -
Arapçada deveye verilen isimler çoktur, fakat en fazla kullanılanlar ibil, cemel, ba'îr, nâka, hecin, fâlic ve buht'tur. İbil, çöl şartlarına uygun, hârika hayvanlardandır. İri gövdeli, uysal, üstüne yüklenen ağır yüklerle yerinden kalkabîlen, yükleriyle birlikte çökebilen, yularını farenin dahi tutup götürebileceği kadar uysal bir hayvandır. Sırtına hevdec denilen, insanın bütün eşyasıyla birlikte içinde rahatça oturabileceği bir oda yapılır. İşte bunun için "Bakmıyorlar mı develere, nasıl yaratılmış?"180 âyetinde bu hârika hayvanın yaratılışına dikkat çekilmektedir.
Deve, ağır bir yükle çok uzak mesafeyi, birkaç hafta bir şey yiyip içmeden ve günde 200 km.ye kadar yürüyerek katedebilen tek hayvandır. Deve, gerektiğinde besin olarak kullanılmak ve birtakım karmaşık kimyasal işlemler sonucu suya çevrilmek üzere yağ depolayan hörgücü, tüm fırtınalarına karşı özel perdelerle donatılmış burnu, çift sıra kirpikli gözleri, içi tüylü kulakları, dikenli bitkileri yemeğe uygun sindirim sistemi, aşırı sıcak ve soğuğa dayanma kabiliyeti ve bir defada 60 litre su içebilmesi gibi özellikleriyle Allah'ın kudretinin açık bir göstergesidir. Güçlü bir hâfızası olan deve, fırtınalarda kum tepelerinin yer değiştirmesine rağmen çöllerde yolunu şaşırmaz. Çölde haftalarca süren uzun yolculuklarda zor duruma düşen Araplar, devenin vücudundaki sudan yararlanırlar. Bizansa karşı Ebu Ubeyde'ye yardım için ordusunu çölden geçirerek Irak cephesinden Suriye cephesine intikal ettiren Hâlid ibn Velîd, bu sayede askerlerini büyük bir felâketten kurtarmıştır. 181
“Bakmıyorlar mı o deveye; nasıl yaratıldı? Göğe, nasıl yükseltildi? Dağlara; nasıl oturtulup kuruldu? Yere; nasıl yayılıp döşendi? Artık sen, öğüt verip hatırlat. Sen, yalnızca öğüt verici bir hatırlatıcısın.”182 Bu âyette üzerinde dikkatle düşünülmesi ve ibret alınması gereken bir hayvandan, “deve”den bahsedilmektedir. Deveyi “özel bir canlı” yapan, en ağır şartlardan bile etkilenmeyen vücut yapısıdır. Bu öyle bir vücuttur ki, açlık ve susuzluğa günlerce dayanır, günler boyu, sırtında yüzlerce kilogram ağırlıkla yol katedebilir. Devenin kurak ortamlar için özel bir yaratılışla var edildiğini ve insanın hizmetine verildiğini göstermektedir. Devenin bu özel yaratılışını yakından görelim:
Besin deposu hörgüç: Bir yağ yığıntısı şeklindeki hörgüç, Hecin devesinin kıtlık ânında periyodik olarak beslenmesini sağlar. Hayvan bu sâyede üç hafta su içmeden yaşayabilir. Bu sırada vücut ağırlığının % 33’ünü kaybeder. Aynı şartlar altında insan, vücut ağırlığının % 8’ini kaybeder ve 36 saat içinde vücut suyunu tamamen yitirerek (normal şartlarda) ölür.
Isıya karşı yalıtkan kürk: Bu kürk, vücudunu sıcağa ve soğuğa karşı koruyan, su kaybını azaltan kalın ve keçeleşmiş tüylerden oluşmuştur. Hecin devesi gündüzleri iç sıcaklığını 41 dereceye kadar çıkararak terlemeyi geciktirir. Böylece su kaybını engellemiş olur. Kalın kürkü sâyesinde Asya’nın yazın artı 50 dereceye varan sıcağına, kışın ise eksi 50 dereceye kadar ulaşan soğuğuna dayanabilir.
Kumdan korunan baş: Kirpikleri birbiri içine geçebilen bir sisteme sahiptir. Herhangi bir tehlike ânında otomatik olarak kapanırlar. İç içe geçen kirpikler, hayvanın gözüne en ufak bir toz tanesinin bile girmesine izin vermezler. Burun
180] 88/Ğâşiye, 17
181] Ahmet Önkal, Nebi Bozkurt, Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, 9/224
182] 88/Ğâşiye, 17-21
- 48 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve kulaklar, kum ve tozdan korunması için uzun kıllarla kaplıdır. Uzun boynu yerden üç metre yükseklikteki yaprakları bile yemesine imkân tanır.
Her türlü araziye uygun ayaklar: Ayaklar, esnek bir yastıkla birleşmiş iki parmakla donanmıştır. Hayvanın toprağı daha iyi kavramasını sağlayan bu yapı, yağımsı dört toptan oluşmuştur. Her türlü arazi şartlarına uygundur. Tırnaklar ayağı herhangi bir çarpışmadan dolayı oluşacak zararlardan korur. Dizler bir boynuz kadar sert ve kalın bir zardan oluşan nasırla kaplıdır. Bu nasırlar hayvan kumlara yattığında onu aşırı sıcak olan zeminden ve yaralanmalardan korur.
Açlık ve susuzluğa olağanüstü dayanma yeteneği: Deve, 50 derece sıcaklıkta 8 gün aç-susuz kalabilir. Bu süre içinde toplam ağırlığının % 22’sini kaybeder. İnsan, vücudunda bulunan suyun % 12’sini kaybettiğinde ölürken; deve, vücudundaki suyun % 40’ını kaybettiği halde ölmez. Devenin susuzluğa dayanıklılığının diğer bir sebebi de, gündüz vücut ısısını 41 dereceye kadar çıkartan bir mekanizmaya sahip olmasıdır. Bu sâyede gündüz aşırı çöl sıcağında su kaybını minimum seviyede tutabilmektedir. Soğuk çöl gecelerinde ise vücut ısısını 30 dereceye kadar düşürebilmektedir.
Mükemmel su kullanım ünitesi: Develer, 10 dakikada ağırlıklarının üçte biri oranında su içerler. Bu miktar kimi zaman 130 litreyi bulabilmektedir. Bunun yanı sıra deve, insana oranla 100 kat daha geniş alanı kaplayan bir burun mukozasına sahiptir. Hayvan, çok büyük ve kıvrımlı burun mukozası sâyesinde, havadaki nemin % 66’sını yutabilmektedir.
Besinlerden ve sudan maksimum istifâde: Hayvanların çoğu, böbreklerinde biriken üre kana karıştığı anda zehirlenerek ölürler. Oysa deve, vücudunda oluşan üreyi defalarca karaciğerinden geçirerek, sudan ve besinlerden maksimum derecede istifâde edebilmektedir. Devenin kan ve hücre yapısı da, çöl şartlarında uzun süre susuz yaşayabilmesini sağlayabilecek şekildedir.
Hücre duvarları, hücrelerinin fazla su kaybetmesini engelleyecek bir yapıdadır. Kan yapısı ise, devenin vücudunda su minimuma indiğinde bile kan akışında bir ağırlaşmaya imkân vermeyecek biçimdedir. Ayrıca kanında, susuzluğa dayanıklılığı artıran albümin enzimi, diğer canlılardan daha fazla miktarda bulunmaktadır.
Devenin bir başka destekleyicisi de hörgücüdür. Hörgüçlerde vücut ağırlığının beşte biri kadar yağ depo edilmiştir. Devede yağın tek bir noktada toplanması, vücudun -yağa bağlı olarak- her yerinde yoğun oranda su atılmasını engeller. Bu da devenin suyu minimum oranda kullanmasına sebep olur. Bir hörgüçlü deve, normalde günde 30-50 kilogram besin alabilirken, zor şartlarda günde sadece 2 kg. kuru otla bir ay boyunca yaşayabilmektedir. Devenin ağız ve dudak yapısı, ayakkabı köselesini delecek kadar sivri dikenleri bile rahatlıkla yiyebileceği şekildedir. Dört yüzlü midesi ve sindirim sistemi ise önüne çıkan her şeyi öğütebilecek kadar güçlüdür. Normalde yiyecek sınıfına girmeyen kauçuk gibi maddelerden bile istifâde etmesini bilir. Kurak ortamlarda bu özelliğin ne kadar değerli olduğu açıktır.
Hortumlara ve fırtınalara karşı önlem: Devenin gözleri iki kat kirpiklidir. Kirpikler, kapan gibi iç içe geçerek, gözü şiddetli kum fırtınalarına karşı tam bir korumaya alır. Develer ayrıca burun deliklerini de kum girmesini engellemek
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 49 -
için kapatabilirler.
Kavurucu sıcağa ve dondurucu soğuğa karşı önlem: Bütün vücudunu kaplayan sık tüyler, çölün yakıcı güneşinin hayvanın derisine ulaşmasına engel olurlar. Bunlar aynı zamanda soğukta da hayvanın ısınmasını sağlarlar. Çöl develeri 70 derecelik sıcaklıktan etkilenmezken, çift hörgüçlü develer, sıfırın altında 52 derecelik soğuklarda yaşayabilmektedir. Bu tip develer, 4.000 metrelik yüksek yaylalarda bile hayatlarını sürdürebilmektedirler.
Kızgın kumlar için önlem: Bacaklarına oranla son derece büyük olan ayakları da özel olarak “dizayn” edilmiş, hayvan kuma batmadan yürüyebilsin diye genişletilip yayılmıştır. Ayak tabanlarındaki özel kalın deri ise kızgın çöl kumlarına karşı alınmış bir tedbirdir.
Tüm bu bilgilerin ışığında düşünelim: Deve, kendi vücudunu çöl ortamına göre kendisi mi ayarlamıştır? Burun mukozasını kendisi oluşturup, tepesindeki hörgücü o mu meydana getirmiştir? Ya da hortum ve fırtınalara karşı göz ve burun yapısını kendisi mi tasarlamıştır? Kan ve hücre yapısını, devenin kendisi mi “su harcamama esası” üzerine düzenlemiştir? Vücudundaki tüylerin dokusunu o mu seçmiştir? O mu kendisini “çöl gemisi”ne dönüştürmüştür?
Deve -canlıların tümünde olduğu gibi- elbette ki bunları yapamaz. “Bakmıyorlar mı o deveye, nasıl yaratıldı?” 183 âyeti, gerçekten de bu olağanüstü hayvanın varoluşunu en iyi biçimde açıklamaktadır. Deve de, diğer bütün varlıklar gibi yaratılmış, özelliklerle bezenmiş ve Allah’ın yaratmadaki üstünlüğünün bir işareti olarak yeryüzüne yerleştirilmiştir.
Deve, bu tür üstün fiziksel özelliklerle yaratılırken, insana hizmetle görevlendirilmiştir. İnsan ise, tüm varlık âleminin içindeki buna benzer yaratılış mûcizelerini görmek ve tüm varlıkların yaratıcısı olan Allah’ı bilip tanımakla, O’na ibâdet ve kulluk yapmakla… 184
Ağırlıkları kaldırabilmesi için uzun boyunlu yaratılmış olan deveye, sabrından ve susuzluğa dayanıklığından dolayı sefînetu'1-berr (kara gemisi) denilmiştir. Hz. peygamber'in hayatının önemli bir kısmı deve sırtında geçmiştir. Küçük yaşlarında amcalarının yanında, gençliğinde ve Hz. Hatice'nin ortağı olarak ticaret kervanlarını yönettiği dönemde develerle yakından ilgilenmiş, peygamberlikten sonra da hicret, gazalar ve hac münâsebetiyle develerden yararlanmış, Medine'deki evini de devesinin çöktüğü yere yaptırmıştır.
Bir hadis rivâyeti şöyledir: “Deveye sövmeyiniz Çünkü deve, (diyet verilmek sûretiyle) kan akıtılmasını önler, kızlara da mehir olarak verilir.”185 Bu hadîsin başka kaynağını bulamadım). Bu hadis rivâyeti, devenin değerine işaret etmektedir. Ayrıca peygamber (s.a.s.), tekrar edilmeyince, ezberlenen Kur'ân'ın bellekten gideceğini, bağlanmayan devenin kaçmasına benzetmiştir: "Muhammed'in nefsini elinde bulunduran Allah hakkı için Kur'ân, bağlı devenin çözülüp kaçmasından daha çabuk kaçar."186 İbn Ömer'in rivâyetinde ise: "Kur'an, bağlı deveye benzer. Deve, sahibi
183] 88/Ğâşiye, 17
184] Düşünen İnsanlar İçin, s. 37-42
185] Hayâtu'l-Hayavân, 1/23
186] Müslim, Müsâfirîn b. 33, h. 231; Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân 4; İbn Hanbel, Müsned 4/146, 150, 153, 397
- 50 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bağına dikkat ederse yerinde durur; dikkat etmezse seyplenip gider. Kur'an sahibi (hâfız) da gece gündüz okursa onu belleğinde tutar; okumazsa unutur." 187
Çeşitli yer ve toplumlara nisbetle farklı isimleri bulunan deve, son derece kindar bir hayvandır. Dişisiyle ancak senede bir kez ilişkide bulunur. Ancak anasına atlamaz. Rivâyete göre bir adam üstünü bir kumaşla örttüğü dişi devenin üstüne onun yavrusunu salmış. Erkek deve sonradan işin farkına varınca cinsel organını yaralamış ve kin beslediği adamı da sonunda öldürmüş. Benzeri bir olayda da işin farkına varan devenin intihar ettiği rivâyet edilir.
Cemel erkek deve demektir. Dişi deveye nâka denilir. Cemel'in çoğulu cimâl, ecmâl, cemâil, ve cimâlât gelir. Abdullah ibn Abbâs'a göre cimâlât, gemi halatı demektir. Sanki onun attığı kıvılcım, sarı gemi halatıdır"188 âyetinde cehennem ateşinin, halat gibi kalın kıvılcımlar attığı anlatılmaktadır.
A'râf Sûresinde ise devenin iriliği ile iğne deliğinin küçüklüğü arasında ilginç bir ilgi kurularak, inkârcı kâfirin cennete girmesinin imkânsızlığı anlatılır: “Bizim âyetlerimizi yalanlayan ve onlara inanmağa tenezzül etmeyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak ve deve, iğne deliğinden geçinceye kadar onlar cennete giremeyeceklerdir! İşte suçluları böyle cezalandırırız.” 189
Ebû Eyyûb, Ebû Safvân gibi künyeleri bulunan cemel, özellikle Cemel Olayı denilen bir va'aya adını vermiştir. Talha ile Zübeyr'in başını çektiği, Alî'ye karşı başkaldırı hareketinde, Hz. peygamber'in zevcesi Hz. Âişe, deve üzerindeki hevdeci içinde yönettiği bu başkaldırı hareketi Cemel Olayı (Deve Olayı) adını almıştır.
Nâka: Dişi deveye verilen addır. Çoğulu nevak tenvuk gelir. Fakat vâv üzerine damme ağır olduğundan vâvla nûn'a yer değiştirilerek evnuk demişlerdir. Eynuk, Eyânik ve niyâk şeklinde de çoğulları vardır. Ümmü Bevv, Ümmü Hâil, Ümmü Mes'ûd gibi künyeler taşıyan nâkaya Bintu'l-fahl ve bintu niyâk da denilir. Yüce Allah, Salih Aleyhisselâm'a mûcize olarak bir nâka vermiştir: “Biz onlara, kendilerini sınamak için dişi deveyi göndereceğiz. Hele sen onları gözetle, sabret. Onlara, suyun aralarında paylaştırılacağını, (bir gün devenin ve bir gün de kendilerinin su içme nöbeti olacağını) haber ver; içme sırası kiminse o gelip suyunu alsın. Bir arkadaşlarını çağırdılar, o da bıçağı çekip (deveyi) kesti. Ama azabım ve uyarılarım nasıl oldu?” 190
91/Şems, 11-15. âyetlerde de azgınlığın, Semûd kavmini, yalanlamaya ve sonunda helâke sevk ettiği bildirilmektedir. İçlerinde türeyen en azgın biri (Kaddâr ibn Sâlif) veya onların en azgın grubu, bütün kavmi bozarak azdırmış, Peygamber'i yalanlamaya sevk etmiş; kendilerine gelen, Allah’ın elçisi Hz. Salih, bir mûcize olarak ortaya çıkarılan deveye ve onun su içme hakkına dokunmamalarını söylemiş; fakat onlar onu yalanlamışlar, peygamberliğini kabul etmemişler; deveyi ayaklarından biçerek öldürmüşler. Bu günâhları yüzünden Allah onların başlarına azap kırbacını indirip onları yerle bir etmiştir.
Şems sûresi, 14. âyette Semûd kavminin kestiği bildirilen nâka, kavmin mûcize
187] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân 22; Müslim, Müsâfirîn 226; İbn Hanbel, Müsned 2/17, 23, 30, 64, 112
188] Mürselât: 33/33
189] 7/A'râf, 40
190] 54/Kamer, 27-30
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 51 -
istemeleri üzerine Hz. Salih 'e mûcize olarak verilmiş olan devedir. Müfessirler bu devenin kayanın içinden çıktığını söylerler ve devenin vasıfları, öldürülmesi hakkında hayli ayrıntılara girerler ki bu ayrıntıların sağlam bir temeli yoktur. 191
Hadîslerde de nâka çok geçer. Bunlardan ikisi şöyledir: "Bir adam, yıllarıyla bir deveyi getirip: Bu, Allah yolunda sadakadır, dedi. Peygamber (s.a.s.): “Buna karşılık sana Kıyâmet gününde yedi yüz yularlı deve verilecektir” buyurdu." 192
"Bir adam da Peygamber’e (s.a.s.) gelip: Yâ Rasûlallah, devemi salıverip Allah'a tevekkül edeyim (mi?) dedi. Peygamber (s.a.s.): “Hayır, önce onu bağla, sonra Allah'a tevekkül et!” dedi.193 Tirmizî, Enes'ten garîb bir rivâyet olarak nitelediği bu hadîsi biraz farkla şöyle vermektedir: "Bir adam geldi, 'Yâ Rasûlallah, dedi, onu bağlayıp mı tevekkül edeyim, yoksa salıverip mi tevekkül edeyim?' Peygamber (s.a.s.): 'Bağla da tevekkül et' dedi." 194
Bedene: Çoğulu budun yahut (budn)dür. İri, bedenli hayvanlar olduğu için büyük baş hayvanlardan deve ve sığıra beden denilir. Fakat Nevevî'ye göre bedene, kurbanlık yaşına gelmiş deveye denilir. Dilcilere göre bu isim, hem deve, hem sığır için kullanılır. Ancak Müslim'de bulunan bir hadîs, bu adın, sırf develere özgü olduğunu gösterir: "Cuma günün olunca melekler mescidin kapısında durur, ilk gelenleri yazarlar. En erken gelen bir bedene kurban etmiş sevabı alır. İkinci gelen bir sığır kurban etmiş sevabı alır. Üçüncü gelen, boynuzlu bir koç kurbanı sevabını alır. Dördüncü gelen bir tavuk sadaka vermiş sevabı alır. Beşinci gelen bir yumurta sadaka vermiş sevabı alır. İmam Minbere çıkınca melekler defterlerini kapatıp hutbeyi dinlerler" 195
Hac Sûresinde, Kâbe'ye takdîm edilen bedene'nin çoğulu budn geçmektedir: "Biz o kurbanlık develeri de size Allah'ın (dîninin) işaretlerinden yaptık. Onlarda sizin için hayır vardır. Onlar ön ayaklarını sıra halinde yere basmış durumda iken üzerlerine Allah'ın adını anın (da boğazlayın) yanları yere düş(üp canları çık)ınca da onlardan yiyin, kanâat eden (fakîr)e de; isteyen(fakîr)e de yedir in. O(kocaman hayva)nları, size böyle boyun eğdirdik ki şükredesiniz. Onların etleri ve kanlan Allah'a ulaşmaz. Fakat sizin takvânız O'na ulaşır. Allah onları size böyle boyun eğdirdi ki, sizi doğru yola ilettiği için O'nun büyüklüğünü anasınız. (Ey Muhammed), güzel davrananları müjdele." 196
Kâbeye ilk bedene kurbanı takdim eden, İlyâs ibn Mudar'dır. Bu zâtın, Kâbe yıkıldıktan sonra İbrâhîm Makamını ilk kuran kişi olduğu söylenir.
Râhile Yola gitmeğe, yük taşımaya uygun, güçlü dişi deveye râhile denilir. Deve üzerinde bu bilgiyi verdikten sonra Demîrî, deve üzerine yapılan meselleri (deyimleri, atasözlerini) verir. Bu deyimlerden biri de Hz. peygamber'in şu sözüdür: "İnsanlar deve gibidir. Yüz tane deve olur da içinde bir tane râhile (yük taşıyan, işe yarayan) biri olmaz." (Râhile, yük taşıyan, güçlü, güzel devedir. Hadîs, insanlar içinde güçlüklere dayanabilen, halinden memnun insan az olduğunu anlatmaktadır.)197 Hadisteki bu ifâde,
191] Câmiu’l-Beyan, 30/214; Fethu’l-Kadîr, 5/449
192] Müslim, İmâret 131; Nesâ'î, Cihâd 46; Dârimî, Cihâd 12; İbn Hanbel, Müsned 4/121, 5/274
193] İbn Adî, el-Kâmil, Beyhakî, es-Sünen
194] Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâmet 60
195] Buhârî, Cum'a 31; Müslim, Cum'a 24; Nesâ'î, İmame 59, Cum'a 13-14; İbn Mâce, İkamet 82; Dârimî, Salât 193; İbn Hanbel, Müsned 2/239, 259, 272, 280, 457, 460, 505
196] 22/Hacc, 36-37
197] Buhârî, Rikak 35; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 232; Tirmizî, Edeb 82; İbn Mâce, Fiten 16; İbn Hanbel, Müsned 2/7, 44, 70, 88, 90, 121-123, 139'
- 52 -
KUR’AN KAVRAMLARI
insanlar içinde halinden memnun olanın çok az olduğunu anlatır.
At
Feres: At demektir. At sürüsü anlamına gelen tekilidir. Feres'in çoğulu efrâsdır. Atın çok ismi vardır. Cevâd, hisân da at demektir. Tabii bu isimlerin her biri, atın bir çeşidini gösterir. 38/Sâd, 33. âyette Süleyman’ın (a.s.), kendisine verilmiş olan ciyâd’ı (sâf kan Arap atlarını) yoklayıp okşadığı belirtilir.
“Binmeniz ve süs için atları, katırları ve eşekleri (yarattı) ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyler yaratmaktadır.”198 Bu âyette Allah'ın, insanların binmeleri, kendilerine süs ve san olmak için atlar, katırlar, eşekler yarattığı ve daha bilmedikleri nice şeyler yaratmakta olduğu belirtilmektedir. “Kadınlardan, oğullardan, kantarlarca yığılmış altın ve gümüşten, salma atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük, insanlara süslü (câzip) gösterildi. Bunlar, sadece dünyâ hayâtının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, Allah'ın yanındadır.” 199 Bu âyette de el-haylu'l-musevveme, İnsana doğal olarak sevdirilen şeyler arasında anılmaktadır. Hayl: bir şeyi düşünmek, sûretini hayalinde taşımak demektir. Herhalde sür'atle koşup gözden kaybolarak hayali düşüncede kaldığından atlara hayl adı verilmiştir. Hayl, hem at sürüsü, hem de güzel yahut işaretli anlamlarına gelir. el-Haylu'l-musevveme otlağa salınmış atlar, yahut çok güzel veya işaretlenmiş, damgalanmış atlar anlamına gelir. Âyette at sevgisinin doğuştan gelen bir tutku olduğu belirtilmektedir. Şimdi at sevgisinin yerini otomobil sevgisi almıştır.
“Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihâd için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Bununla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız tam olarak size ödenir, hiç haksızlığa uğratılmazsınız.”200 Bu âyette müslümanlara, Allah'ın ve müslümanların, bilinen ve bilinmeyen düşmanlarını korkutmak, sindirmek, İslâm’a başkaldırmalarını önlemek için gerekli at ve her türlü kuvvet hazırlamaları, bu uğurda Allah için mal harcamaktan geri durmamaları emrediliyor ve Allah yolunda harcadıklarının, eksiksiz olarak kendilerine verileceği vurgulanıyor.
Âyette, bilinen ve bilinmeyen Allah düşmanlarını korkutmak, onların müslümanlara saldırı cesaretlerini kırmak için elden geldiğince kuvvet hazırlanması emredilmektedir. Kuvvet, savaş için gerekli her şeydir. Bir zaman at, ok, yay, kılıç, kalkan savaş aracı idi. Peygamber (s.a.s.) zamanında savaş bunlarla yapıldığından âyette genel anlamda söylenen kuvvet yanında özellikle savaş için bağlanan atların hazırlanması emredilmiş; Peygamber’in (s.a.s.) hadîslerinde de savaş için at beslemenin fazileti üzerinde durulmuştur. Bundaki amaç sadece at hazırlamak değil, zamanın gereğine göre savaş aracı hazırlamaktır. At burada kuvveti temsil etmektedir. Zaten Peygamber (s.a.s.): "İyi bilin ki kuvvet atmaktır!"201 sözünü üç defa yineleyerek atım tarzındaki silâhların önemini belirtmiştir.
Allah'ın Elçisi, ata binmek, ok atmak gibi savaş eğitimleri yapmaya teşvik
198] 16/Nahl, 8
199] 3/Âl-i İmrân, 14
200] 8/Enfâl, 60
201] Müslim, İmâret 167; Ebû Dâvûd, Cihâd 23; Tirmizî, Tefsîr, sûre 8; İbn Mâce, Cihâd 19; Dârimî, Cihâd 14; İbn Hanbel, Müsned 4/157
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 53 -
etmiş: "Atınız, bininiz; atmanız, binmenizden daha iyidir!"202 hadîsleriyle de atış eğitiminin önemini vurgulamıştır. Başkalarına saldırmak için değil, fakat saldırıyı önlemek için savaşa hazırlıklı olmak gerekir. "Hazır ol cenge eğer, ister isen sulh-u salâh." İslâm’ın amacı özgürlük ve barışı korumaktır.
“Allah'ın, onlardan Elçisine verdiği ganimetlere gelince, siz (onu elde etmek için) üzerine ne at, ne de deve sürdünüz. Fakat Allah, elçilerini, dilediği kimselerin üzerine salar (onlara üstün getirir). Allah her şeyi yapabilir.”203 âyetinden de atın bir savaş aracı olduğu ve savaşta at kullanmanın, bir külfet ve masrafı gerektirdiği, bu tür harcamaları yapmanın elbette bir ağırlığı olacağı anlaşılır.
Berâ ibn Âzib'in rivâyetine göre sahâbîlerden biri, Kur'ân okuyordu, yanında da bir kısrak bağlı idi. Adamın üst tarafında peyda olan bir bulut gittikçe yaklaşmaya başladı. O kadar ki at ürktü. O sahâbî, olayı Peygamber'e anlattı, Peygamber (s.a.s.): "O sekînedir, Kur'ân için inmiştir!" dedi. 204
Aslında bu olay, Buhârî'nin kaydettiği, Useyd ibn Hudayr'in menkıbesi olarak aktarılan olaydır. Şöyle ki: "Useyd, bir gece Bakara veya Kehf Sûresini okuyordu. Atı da yanında bağlı idi. O Kur'ân okurken atı, yerinde şahlanmaya başladı. Useyd sustu, at sakinleşti. Useyd, atın, hemen yanıbaşında bulunan oğlu Yahya'yı çiğneyeceğinden korktuğu için okumayı kesti. Oğlunu beriye çekerken başını kaldırıp göğe baktı, gökte bir ışık kümesi gördü. Sabahleyin olayı anlattığı Allah'ın Elçisi ona: “Ey Hudayr oğlu oku(saydın, ey Hudayr oğlu oku(saydın)” dedi. Useyd: Yâ Rasûlallah, atın, Yahya'yı çiğneyeceğinden korktum, onun için gidip çocuğu aldım, başımı kaldırıp göğe baktım, gökyüzünde bulut gölgesi gibi bir şey içerisinde kandiller gibi bir ışık kümesi gördüm. Bu beyaz gölge tabakası içinde bulunan ışık kümesi, göğe doğru çekildi, artık onu göremez oldum. Allah'ın Elçisi (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Onlar ne idi, biliyor musun?” Useyd: Hayır, dedi. Allah'ın Elçisi buyurdu ki: “Onlar meleklerdi. Senin sesine gelmişlerdi. Eğer okumaya devam etseydin, sabaha dek seni dinlerlerdi. İnsanlar da (sabahleyin) bakıp onları görürdü. İnsanlardan gizlenmezlerdi.” 205
Tarihten önceki dönemlerden beri Asya ve Avrupa'nın çeşitli yerlerinde yabanî halde yaşayan atların, evcilleştirilerek insan hizmetinde kullanılması, büyük bir evrim sayılır. Zîrâ ot yiyen hayvanlar arasında adale gücü en fazla, doğal zorluklara en dayanıklı, değişik iklimlerde yaşayabilen ve sürekli hızda rakipsiz olan at, tarihi ve sosyal hayatta olduğu gibi din, edebiyat ve sanat alanlarında da büyük gelişmelere imkân vermiştir. İlk defa at sayesinde fark edilen sür'at kavramı, mesafelerin kısalması ve kazanılan zaman dolayısıyla insanlığa derin bir zihniyet değişikliği getirmiş, özel bir meharet ve cesaret isteyen ata binme işi, at üstünde olana, yayalar üzerinde egemenlik kurma yolunu açmıştır.
Ülke, nüfus miktarı, idare bakımlarından dar sınırlar içinde kapalı eski site devleti sınırlarını aşarak kıtalara yaygın, çok uluslu ve o nisbette hukukî toleransa sahip geniş imparatorluklar kurma şartlarını hazırlamış ve atın özellikle savaş aracı olarak kullanılması dünya savaş tarihinde, orduların makineleştirildiği ikinci dünya savaşına kadar "at çağı" dönemini başlatmıştır. Atın ehlîleştirilmesi,
202] Ebû Dâvûd, Cihâd 23; Nesâ'î, Hayl 8; İbn Mâce, Cihâd 19; Dârimî, Cihâd 14
203] 59/Haşr, 6
204] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân 11; Müslim, Müsâfirîn 240-241
205] Buhârî, Fadâilu'l-Kur'ân, Bâbu Nüzûli's-Sekîneh
- 54 -
KUR’AN KAVRAMLARI
günümüzde uzay çalışmaları kadar uygar bir atılım olarak görülmektedir. Tarihte ilk defa atı kimlerin evcilleştirdiği üzerinde çeşitli varsayımlar öne sürülürse de bunu ilk defa Türklerin yapmış olması kuvvetle muhtemeldir.
At Eti: Kur'an-ı Kerîm'de atlardan savaş aracı olarak söz edilir. “Allah, binmeniz ve süs hayvanı edinmeniz için atları, katırları ve merkepleri yarattı.”206 Hz. Peygamber, Kur'an'da haram olduğu bildirilen hayvanların dışında, bazı hayvan isimleri vererek veya vasıflarını belirterek bu konuda yasaklar koymuştur.
Câbir’den (r.a.) rivâyete göre, şöyle demiştir: "Nebî (s.a.s.), Hayber gününde bizi katır ve merkep (eti yemek)'ten menetti. Bize atı yasaklamadı." 207
Diğer yandan Hz. Peygamber'in at etini yasakladığına dair de birtakım rivâyetler gelmiştir. 208
Yukarıdaki delillere göre, İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed, İmam Şâfiî ve İmam Ahmed b. Hanbel, prensip olarak at eti yemenin câiz olduğuna hükmetmişlerdir. Ebû Hanîfe ise bu konuda, yasak bildiren hadisleri de dikkate alarak at etinin tenzihen mekruh olduğunu söylemiştir. Mâlikîlerin meşhur görüşüne göre ise, at eti yemek haramdır. 209
Hadiste at etinin yasaklanması necis (pis) oluşundan dolayı değil, zamanında cihat aracı olduğu için hürmetendir. Bu yüzden onun artığı da necis sayılmamıştır. 210
At Sütü: Eti yenen hayvanların ve insanın sütü temizdir. Domuz, merkep, katır gibi eti haram kılınan hayvanların sütü ise necis olup, yenilemez. Atın sütüne gelince, bazı âlimler, bunun içilmesinde bir sakınca yoktur, demişlerdir. Çünkü atın sütünün içilmesinde savaş vasıtasını zayıflatma yoktur. Diğer yandan bazı hadislerde at etinin yasaklanması, onun necis (pis) sayılmasından değil, önemli bir savaş aracı olmasından dolayıdır. Fıkıh kaynaklarında had cezaları açıklanırken at sütü için mubah denilmiş, bu sütü içenin cezası hakkında; "Beng gibi, kısrak sütü gibi mubah olan bir şeyden olan sarhoşluk, had cezasını gerektirmez" ifadeleri kullanılmıştır.
Ebû Hanîfe'ye göre at etinin mekruh sayılmasının illeti, atın bir savaş aracı olması, savaşa ara verilmesin, ordunun gücü azalmasın diyedir. Bu yüzden, bu kerâhet onun sütüne sirâyet etmez. Yani onun sütü helâldir. Zaten atın etini meşrû sayanlara göre, sütünün de meşrû olması asıldır. 211
Ebâbil Kuşları
Kâbe'yi yıkmak üzere büyük bir orduyla gelen Yemen valisi Ebrehe'nin
206] 16/Nahl, 8
207] Buhârî, Cihad, 130; Meğâzî, 35, 62; Zebâih, 27, 28; Ebû Dâvûd, Cihâd, 45, 63, 98; At'ime, 33; Nesâî, Hayl,1; İbn Hanbel, VI, 346
208] Ebû Dâvûd, At'ime, 25; Nesâî, Sayd, 30; İbn Mâce, Zebâih, 14
209] Zeylaî, Nasbu'r-Râye, IV, 196, 198; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, I, 455
210] İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, Terc. A. Davudoğlu, İstanbul 1987, XV, 234; Seyyid Sabık, Fıkhu's-Sünne, Kahire, (t.y),III, 254, 255; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletühû, Dimeşk, 1405/1985, III, 508, 509; Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 174
211] İbn Mâce, Zebâih, 12; Ebû Dâvud, At'ime, 25; Nesâî, Sayd, 30; A. b. Hanbel, VI, 346; İbn Âbidîn Terc., XV, 234, 235, XVI 70, 71; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletühû, I,144, 145; Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 174
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 55 -
ordusuna saldıran kuşlara ebâbil kuşları denir. Ebâbil, Arapça'da "bölükler, sürü, sürüler" demektir. Kelime, Kur'ân-ı Kerim'de Fil sûresinin üçüncü âyetinde geçmektedir. Fil sûresinde olay şöyle anlatılmaktadır: "Görmedin mi Rabbin fil sahiplerine ne yaptı? Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üstlerine sürü sürü kuşlar gönderdi. Onlara çamurdan sertleşmiş taşlar atıyorlardı. Nihâyet onları yenilmiş ekin yaprağı gibi yaptı." 212
Bu olay Hz. Peygamber'in doğduğu yıl olmuş ve orduda bulunan fil/fillerden dolayı Araplar arasında "Fil Vak'ası", geçtiği yıl ise "Fil Yılı" olarak meşhur olmuştur. Olay kaynaklarda şöyle zikredilmektedir:
Habeşistan Kralı Necâşi Ashame'nin, Yemen'e hükümdar tâyin ettiği Ebrehe b. Sabbah el-Eşrem, Mekke'ye giden kervan ve Kâbe ziyaretçilerini çekmek ve San'a şehrini ticaret merkezi haline getirmek üzere burada Kulleys veya Kalis denilen bir tapınak (kilise) yaptırdı. Ancak tapınağa gelen olmadığı gibi Fukaym kabilesine mensup bir Arap veya bir grup Arap kiliseye girerek pislediler. Bunu öğrenen Ebrehe çok kızdı ve Kâbe'yi yıkacağına yemin etti. Büyük bir ordu ve gâyet iri cüsseli "Mamud" adlı fili önde olduğu halde Mekke'ye yöneldi. M.S. 570 veya 571 yılında altmış bin asker ve on yahut dokuz fille yola çıktı. 213
Ebrehe yolda Yemen kralı Zû Neferi bozguna uğrattı, ardından Has'amlıları yendi ve bunların Nufeyl b. Nubeyb adındaki liderinin hayatını bağışlayarak kendisine Mekke'ye gidişte rehber yaptı. Taif'teyken Sakif'liler tanrıları Lât'ı korumak uğruna Ebrehe ile işbirliğine yanaşıp Ebû Regal'i ona rehber olarak verdiler. Ebrehe'nin fillerin desteğindeki muazzam ordusunun karşısında hiçbir ordu dayanamadı ve Kureyş'liler bu gelişe bakarak Kâbe'nin yıkılacağına kesin olarak inanmaya başladılar.
Mekke yakınında Mugammes denilen yerde Ebrehe ordusu çadırlarını kurdu ve çevredeki Mekke'lilere âit develeri yağmaladılar. Burada, Ebû Regal öldü. Develerin içinde Abdülmuttalib'in de iki yüz devesi vardı. Ebrehe'nin elçisi Hınata el-Himyeri Mekke'ye giderek Kureyş'lilerin ileri gelenleriyle görüştü ve "Kâbe'yi tavaf etmeyi bıraktıkları takdirde onlara saldırmayacaklarını" söyledi. Onlara sadece Kâbe'yi yıkmak için geldiklerini, kendileri ile savaşmayacaklarını bildirdi. 214
Abdülmuttalib, "Biz onunla savaşmak istemiyoruz, buna gücümüz de yetmez. Orası Beytullah'tır, eğer korursa O (Allah) Harem'i korur" dedi; develerini görüşmek üzere Ebrehe'nin yanına vardı. Abdülmuttalib'e iyi davranan ve önce onu takdirle karşılayan Ebrehe, Abdülmuttalib develerini isteyince şöyle dedi: "Seni ilk gördüğümde gözüme büyük bir şahsiyet olarak görünmüştün. Ama sen Kâbe'nin korunmasını isteyeceğin yerde develerinin peşine düşünce gözümden düştün." Abdülmuttalib, "Ben develerin sahibiyim. Kâbe'nin de sahibi var, O onu korur" dedi.
Abdülmuttalib develerini alıp Kureyş'lilerin yanına döndü, onlara olup biteni anlattı ve hepsi, muhtemel bir katliâma karşı Mekke'den ayrılıp dağlara çekildiler. Sabaha karşı Ebrehe, Mekke'ye ilerledi. Mamud denilen büyük fil, şehre yaklâşınca yere çöküverdi; kalkması için çok uğraştıkları halde kalkmadı. Öteki
212] 105/Fîl, 1-5
213] İbnü'l-Esir, el-Kâmil fi't Târih, Nşr: Tornberg, Beyrut 1965, I, 442
214] İbnü'l-Esir, a.g.e., s.443
- 56 -
KUR’AN KAVRAMLARI
fillerin de, Kâbe yönünde sürüldüklerinde yere çöktükleri, başka bir yöne yöneltildiklerinde koşarak kaçmaya çalıştıkları görüldü. Bu mûcizeyi olayın sıhhati Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Kusva adlı devesinin Mekke yakınlarında çökmesi olayında, Nebi’nin (s.a.s.) söylediği sözlerle sâbit olmuştur: Devesi çökünce Rasûlullah'ın ashâbı, "Deve çöktü" dediğinde, Rasûlullah; "Hayır, Kusva çökmedi, yalnız onu 'Fili engelleyen' engelledi" buyurmuştur. Buhâri ve Müslim'de, Rasûlullah’ın (s.a.s.) Mekke'nin fethi günü şöyle dediği nakledilmektedir: "Yüce Allah filleri Mekke'ye girmekten alıkoydu. Ama Rasûlünü ve mü'minleri oraya gönderdi. Dün olduğu gibi bugün de oranın hürmeti iâde olmuştur. Dikkat edin, hazır olan olmayana bildirsin. "
Ebrehe ordusu Mekke'ye girerken deniz tarafından, daha önce o bölgede hiç görülmemiş, kırlangıca benzer kuş sürüleri bir anda ortaya çıkarak Ebrehe ordusuna saldırdılar. Gaga ve pençelerinde taşıdıkları taşları ve çamurdan balçıkları askerlerin üzerine bıraktıklarında onlar, kurumuş, paramparça olmuş ağaç yaprakları gibi dağıldılar. Rehberleri Nufeyl kaçtı, askerler kuş saldırısında telef olup feci şekilde öldüler; yolda kalanlar, geriye dönenler de helâk oldular. Mekke'liler bu mûcizeyi dağlardan seyrederken Allah'ın irâdesi karşısında hayret ve dehşet içindeydiler. Ebrehe, bu saldırıda etleri parçalanmış, çürümüş halde San'aya dönerken, Hasm kabilesinin yaşadığı bölgede göğsü ikiye yarılarak acıklı şekilde öldü. 215
Kuşlar ve attıkları taşlar hakkında çeşitli rivâyetler vardır. Bu olay Rasûlullah'ın dünyaya geldiği yılda vukû bulduğundan, Peygamberimizin ilk mûcizelerinden sayılmıştır. Muhammed b. İshak ve İkrime o yıl çiçek hastalığının Mekke'de yaygınlaştığını söylemişlerdir. Muhammed Abduh (ö. 1905) bu rivâyetlerden hareketle Kur'ân'da geçen "Tayran Ebâbile" ifâdesiyle kastedilenin "sinekler" olduğunu ayaklarında salgın hastalık mikrobu taşıyan sinek sürülerini Allah'ın, Ebrehe ordusuna musallat kıldığını belirtmektedir. Yeryüzünün en ihtişamlı ordusu ve hayvanları (filleri) ile gelen Ebrehe ve ordusunu Allah, bir ibret olsun diye gözle görülemeyen küçük canlılarla mikroplarla helâk etmiştir. Bu görüşü yukarıda zikrettiğimiz gibi daha önce ilk siyercilerden Muhammed b. İshak da kaydetmiştir.
Bu tefsirde önemli olan husus; Muhammed Abduh, Reşid Rıza ve diğer bazı müfessirlerin; Allah'ın, olağanüstü, fevkalâde, harikulâde mûcizesi ile bu Allah düşmanı orduyu helâk edişini dile getirmeleridir. Tefsirlerde kuşların mâhiyeti hakkında değişik görüşler bulunmaktadır. İbn Abbas ile Dahhak, Ebâbil'i "birbiri arkasından gelenler" diye yorumlamışlardır. Hasan-ı Basri ile Katâde, "çok" mânâsına; İbn Zeyd "çeşitli, sağdan soldan gelenler" mânâsına; Mücâhid, "toplu halde arka arkaya gelen" mânâsına geldiğini söylemişlerdir. Kuşların, bölük bölük, karışık türde oldukları anlaşılmaktadır. Rivâyetlerde kuşlar; kırlangıca, kekliğe, sığırcığa, yarasaya, hatta "zümrüdü anka"ya benzetilmektedir.
"Siccil" kelimesi, taş ve çamur demektir. Yahut çamurla sıvanmış taş anlamına gelir. "Asf" kelimesi, ağaç yaprağı anlamına gelir. Haşerelerin ağaç yaprağını yiyip ufalttıklarında yaprak yenik yenik hale gelir ki, sûrede anlatılmak istenen budur.
215] Kadı Beydâvî, Envârü't-Tenzil, Fil Sûresi tefsiri
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 57 -
Sûrenin anlamı; Allah'ın, Kâbe'nin müdafaasını müşriklere bırakmadığını, saldırganları alışılmadık şekilde helâk ettiğini bize anlatmaktadır. Fil olayı, Müzdelife ve Mina arasındaki Muhassab vadisi arasında bulunan Muassıb'da meydana gelmiştir. Müslim ile Ebû Dâvûd, Câbir'den rivâyetle onun şöyle dediğini yazarlar: "Rasûlullah Müzdelife'den Mina'ya hareket ettiği zaman Muassıb vadisin de hızlanmıştı." İmam Nevevî bunu şöyle izah etmiştir: "Ashâb-ı Fil olayı burada cereyan etmiştir. Onun için, sünnet olan, hacıların buradan hızla geçmesidir"
İmam Mâlik de Hz. Peygamber'den, "Müzdelife durma yeridir, ama Muassıb vadisinde durulmamalıdır" hadisini nakleder. Müşrik Kureyşlileri bu olay o kadar etkilemiştir ki, üç yüz altmıştan fazla Kâbe putunu unutup yedi yahut on sene Allah'a tapmışlardır. Fil sûresin de Allah, Ashâb-ı Fil'in acı âkıbetinin fecâatine sadece ana hatlarıyla değinmiş ve müşriklere, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) dâvetine karşı çıktıklarında, onların başlarına gelebilecek acıklı azabı hatırlatmıştır. 216
Bakar: Öküze verilen cins ismidir. Dişi ve erkek için kullanılır. Tekili “bakara”dır. Tekilinin sonuna gelen tâ, te'nîs (dişil) tâsı değil, birlik bildiren tâdır. Bakar'ın çoğulu bakarâttır. Ancak Kâmil 'in açıklamasına göre sığırın erkekle dişisini ayırdetmek için erkeğe bakar, dişiye bakara denmiştir. Bâkır ise çobanıyla birlikte sığır sürüsüdür. Alî Zeyne'l-âbidîn'in oğlu Muhammed, ilmin derinlikleri içine girebildiğinden dolayı “Bâkır” sıfatıyla anılmıştır.
Bakar (öküz), güçlü, çok yararlı, çift tırnaklı ve geviş getiren memeli bir hayvandır. Burulmamış erkeğine boğa, dişisine inek, burulmuş erkeğine öküz, yeni doğmuş yavrusuna buzağı, bir yaşına kadar olan yavrulara dana, iki yaşına kadar olanların erkeğine tosun, dişisine düve denilir. Öküz, eskiden koşum hayvanı olarak çok kullanılırdı. Ancak traktörün çıkmasıyla öküze olan ihtiyaç yok denecek kadar azaldı. Şimdi sığır daha çok kesim için yetiştirilmektedir.
Allah onu insanın hizmetine verdiği için, çok güçlü olmasına karşın, yırtıcı hayvanlar gibi güçlü bir silahla donatılmamıştır. Sığırın evcilleştirilmesi, 4500 yıl kadar gerilere gider. Önceleri açlık günleri için yedek et rezervi sayılan sığırlar, daha sonra özellikle sütü için yetiştirilir oldu. Öküzün çeşitleri vardır. Camus, öküzün daha irisi ve daha güçlüsüdür. Dişi camusun sütü de daha boldur. Kur'ân-ı Kerîm'de önce 12/Yûsuf Sûresinin 43 ve 46. âyetlerinde Yûsuf (a.s.) dönemindeki Firavun'un gördüğü rüyânın anlatımında geçer. En'âm Sûresi, 144-146. âyetlerde de zikredilir.
Bakara Sûresinde, vukubulmuş bir cinâyet olayında katilin ortaya çıkarılması için İsrâîloğullarına bir sığır kesmelerinin emredildiği anlatılır:
Bakara Olayı
Bakara sûresine de bu adın verilmesine sebep olan “bakara olayı” Bakara sûresi, 67-73. âyetlerde açıklandığı üzere, Hz. Mûsâ döneminde meydana gelmiştir. Tefsirlerde geçtiği şekilde olay şöyle gelişmiştir: İsrâiloğulları içinde zengin bir adam vardı. Bunun da bir kızı ve fakir bir yeğeni vardı. Yeğeni amcasından kızını istedi. Adam kabul etmedi. Genç de buna kızarak “yemin ederim, amcamı öldürüp malını da kızını da alacağım” dedi. Delikanlı amcasına gelerek; “amca, şuraya tâcirler/satıcılar gelmiş, onlara gidelim de bir şeyler satın alayım.
216] M. Sait Şimşek, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 1-2
- 58 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Seni yanımda görürlerse bana mal verirler” dedi. Amcası da geceleyin yeğeni ile birlikte çıktı. Yeğeni yolda onu öldürüp evine döndü. Sabah olunca da, hiçbir şey bilmiyormuş gibi amcasını aramaya başladı. Bulamayınca akşamki yere doğru gitti. Birkaç kişi amcasının başında toplanmıştı. Onlara: “amcamı siz öldürdünüz” diyerek diyetini istedi. Ağlayıp üstünü başını yırtmaya başladı.
Durumu Hz. Mûsâ’ya arz etti. Hz. Mûsâ da onlara diyet vermelerini emretti. Onlar da; “Yâ Mûsâ, biz katil değiliz; Rabbine duâ et, katili meydana çıkarsın” dediler. Mûsâ (a.s.) da onlara bir inek kesmelerini, etinden bir parçayı maktûle dokundurmalarını söyledi. Onlar da “böyle şey olur mu?” diye garipsediler. Hz. Mûsâ’nın bu talebinden kurtulmak ve başlarından savmak için ineğin nasıl bir inek olduğunu sordular. Her seferinde Hz. Mûsâ’ya karşılık vererek bu emri hemen yerine getirmekten kaçındılar. Çok uzun tereddütlerden sonra vasıfları yukarıdaki ilgili âyetlerde belirtilen ineği bulup kestiler. Etinin bir kısmını maktûle dokundurunca maktûl dirilip kendisini yeğeninin öldürdüğünü söyledi ve tekrar düşüp öldü. Bunun üzerine katile miras vermediler; bu olaydan sonra da bu hüküm devam etti.
Tefsirlerde anlatılan bu olay, Kitab-ı Mukaddes’te de geçmektedir.217 Bu olayda, öldükten sonra dirilmeye açık işaret olduğu gibi; yahudileşen İsrâiloğullarının Mısırlılardan görerek benimsedikleri sığıra tapma olayının kaldırılması, tanrılaştırılan sığırın kesilip âcizliğinin vurgulanması vardır.
Buzağı
Icl: İneğin yavrusudur (buzağı). Çoğulu ucûl gelir. Tekili için iccûl, bunun çoğulu olarak da acâcîl, dişisi için de ıcle denilir. Deylemî'nin Müsned'inde Hz. peygamber'in: "Her ümmetin bir ıcli vardır, bu ümmetin ıcli de dînâr ve dirhemdir" 218 dediği rivâyet edilmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de ıcl kelimesi, İsrâîloğullarıyla ilgili olarak geçmektedir: “Mûsâ kavmi kendisin(in, Rabbi ile mülâkata gitmesin)den sonra kendilerinin zinet takımlarından yapılmış böğürmesi olan bir buzağı heykelini (tanrı diye) benimsediler. Görmediler mi ki o, ne kendilerine söz söylüyor, ne de onlara yol gösteriyor? Onu benimsediler ve zâlimler(den) oldular. Ne zaman ki (pişmanlıklarından ötürü) başları elleri arasına düşürüldü ve kendilerinin gerçekten sapmış olduklarını gör(üp anla)dılar, dediler ki: ‘Eğer Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsa, elbette ziyana uğrayanlardan oluruz!’ Mûsâ, kavmine kızgın ve üzgün bir halde dönünce: ‘Benden sonra arkamdan ne kötü işler yaptınız? Rabbinizin emrini (beklemeyip) acele mi ettiniz?’ dedi, levhaları yere attı ve kardeşinin başını tutup kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi): ‘Anamın oğlu, dedi, bu insanlar beni hırpaladılar, az daha beni öldürüyorlardı. (Ne olur) Düşmanları üstüme güldürme, beni bu zâlim kavimle beraber tutma!’ (Mûsâ): ‘Rabbim, dedi, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetinin içine sok, merhametlilerin en merhametlisi sensin!’ Buzağıyı (tanrı diye) benimseyenlere, muhakkak Rablerinden bir öfke ve dünyâ hayatında bir alçaklık erişecektir! İşte biz iftiracıları böyle cezalandırırız. Ama kötülükler yaptıktan sonra ardından tevbe edip inananlar(a karşı), muhakkak ki Rabbin, o (tevbe ve ima)ndan sonra, elbette bağışlayan, esirgeyendir.” 219
217] Sayılar, 7/63-68; Tesniye, 21/1-9
218] Hayâtu’l Hayevân, 2/16; naklen, S. Ateş, Kur’an Ans. 8/92
219] 7/A'râf, 148-153
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 59 -
Hz. Mûsâ, kavmini kurtarıp Filistin'e getirdikten sonra, Allah'ın buyruğu ile Tûr-i Sînâ'ya çekilmiş, orada kırk gün kalıp gece gündüz ibâdetle meşgul olmuştu. Bu ibâdet ile ruhsal olgunluğunu tamamlamış, Allah'ın bizzat hitabını işitmiş, kendisine Tevrat levhaları verilmişti. Fakat Mûsâ'nın Tur'da bulunduğu sırada toplumu, kuyumcu Sâmirî'nin yaptığı altun buzağıya taptı. Kavminden bazıları, Mûsâ'nın yerine vekil bıraktığı Harun'un sözünü dinleyip tevhîdden ayrılmamıştı ama diğerleri altun buzağıya tapınışlardı.
Mûsâ döndüğü zaman kavminin durumuna esef etmiş, "Ardımdan ne kötü davrandınız!" demiş, öfkesinden elindeki Tevrat levhalarını yere atmış, kavminin sapmasına engel olmadığı için kardeşi Harun'un başından tutup çekmiş. Fakat kardeşinin, kabahatli olmadığını, düşmanları üstüne güldürmemesini, kendisini zâlimlerle bir tutmamasını söyleyip özür dilemesi üzerine onu bırakıp hem kendisi, hem de kardeşi için Allah'tan af ve mağfiret dilemiştir.
Tâhâ Sûresinde İsrâîloğullarını kimin kandırıp altun buzağıya tapmaya yönelttiği anlatılmaktadır: "Seni kavminden çabucak ayrıl(ıp gel)meye sevk eden nedir? (Niçin onları hemen bırakıp geldin) ey Mûsâ ?’ (dedik). Dedi: ‘Onlar benim arkamdan geliyorlar, ya Rabbi râzı olasın diye sana çabuk geldim.’ (Allah): ‘Biz senden sonra kavmini sınadık. Samiri onları saptırdı’ dedi. Bunun üzerine Mûsâ, çok kızgın ve üzüntülü bir halde kavmine döndü: ‘Ey Kavmim, dedi, Rabbiniz size güzel bir vaidde bulunmamış mıydı? (Ayrılış) süre(m) mi size uzun geldi? Yoksa Rabbinizden bir gazabın üstünüze inmesini mi istediniz ki, bana verdiğiniz sözden caydınız (beni izleyip gelmediniz)’ Dediler ki: ‘Kendi malımızı harcamak sureti ile senin sözünden çıkmadık.’ Fakat o milletin (yani Mısırlıların) süs (eşyası)ndan bize yükletil(ip taşıtıl)mıştı. Onları (ateşe) attık. Aynı şekilde Samiri de attı. Onlara, böğürmesi olan bir buzağı heykeli ortaya çıkardı. Dediler ki, ‘Bu sizin de tanrınız, Mûsâ'nın da tanrısıdır, fakat o unuttu.’ Onlar görmüyorlar mı ki o (buzağı) kendilerine bir söz söyleyemez; ne bir zarar, ne de yarar veremez? Önceden Harun, kendilerine: ‘Ey kavmim, andolsun siz bununla sınandınız. Rabbiniz, o çok merhametli (Allah)dır. (Gelin) Siz bana uyun, emrime itaat edin!’ demişti. (Hayır,) Dediler: ‘Mûsâ bize dönünceye kadar buna tapmaktan vazgeçmeyeceğiz!’ (Mûsâ) ‘Ey Harun, oların saptıklarını gördüğün zaman sana ne engel oldu (da önlemedin)?’ dedi. ‘Neden bana uymadın (niçin benim yolumu takip etmedin, benim yaptığım gibi kızıp onların sapmalarına mani olmadın)? Emrime karşı mı geldin?’ dedi (ve kardeşinin sakalından tutup çekmeğe başladı). (Harun, kardeşini yumuşatabilmek için): ‘Ey anamın oğlu, dedi, sakalımı, başımı tutma. Ben senin İsrâîloğulları arasında ayrılık çıkardın, sözümü tutmadın diyeceğinden korktum (da onun için idare yoluna gittim).’ (Bu defa Mûsâ, Samiri'ye döndü): ‘Ey Sâmirî, ya senin kasdın nedir (nedir bu yaptığın senin)?’ dedi. (Samiri): "Ben dedi, onların görmediklerini gördüm. Elçinin izinden bir avuç aldım, onu attım; nefsim bana böyle (yapmayı) hoş gösterdi.’ (Mûsâ): ‘(Defol)! git dedi. Artık hayat boyunca sen: 'Bana dokunmayın' diyeceksin sana va'dedilen bir ceza var ki ondan asla şaşırılmayacaksın (mutlaka o cezanı tam zamanında bulacaksın). Şimdi durup taptığın tanrına bak. Biz onu yakacağız, sonra onu ufalayıp denize savuracağız.’ ‘Sizin ilâhınız/tanrınız ancak kendisinden başka tanrı olmayan Allah'tır. O'nun bilgisi her şeyi kuşatmıştır.” 220
Hz. Mûsâ, Firavun'un helâkinden sonra otuz gece Rabbine ibâdet etmeyi adamış, yerine kardeşi Harun'u bırakarak Tûr'a gelmiş, orada ibâdete çekilmiş, otuz geceyi de kırka tamamlamıştır. Allah, huzurunda ibâdetle meşgul bulunan
220] 20/Tâhâ, 83-98
- 60 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mûsâ'ya, niçin hemen kavmini bırakıp çabucak geldiğini sormuş; o da kavminin, ardından gelmekte olduğunu; Rabbi memnun etmek için çabucak O'nun huzuruna koştuğunu söylemiştir. Allah da Mûsâ'ya, kendisinden sonra kavmini sınadığını, Sâmiri'nin onları yoldan çıkardığını bildirmiştir. Durumu öğrenen Mûsâ, esefle kavmine gelmiş: "Ey Kavmim, dedi, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmamış mıydı? (Ayrılış) süre (m) mi size uzun geldi? Yoksa Rabbinizden bir gazabın üstünüze inmesini mi istediniz ki, bana verdiğiniz sözden caydınız (beni izleyip gelmediniz)?" demiş.
İsrâîloğulları, özür dileme tarzında bu buzağıyı kendi mallarından değil, Mısırlılardan emanet alıp getirdikleri zînet eşyasından yaptıklarını söylemişlerdir. Mısır'dan kaçacakları sırada Mısırlılardan zînet eşyası, yardım almışlar, bunları beraberlerinde getirmişlerdi. Başkasının malını almanın günâhından kurtulmak için Sâmirî'nin teşvikiyle bunları ateşe atmışlar, Sâmirî de kendi elindekini atmış ve bu altun ve gümüş eşyayı eritip, havanın girmesiyle ses çıkaran bir buzağı heykeli yapmıştır. İbn Abbâs'ın rivâyetine göre Sâmirî, buzağıyı o şekilde yapmış ki heykelin arkasından giren rüzgâr, ağzından ses çıkarıyormuş. İsrâîl oğullarına: "İşte sizin de, Mûsâ'nın da tanrısı budur, fakat o unuttu" demiş. 88'nci âyetin sonundaki "fîilinin zamîri Mûsâ'ya da, Sâmirî'ye de gidebilir. Birinci takdirde unutan Mûsâ, ikinci takdirde Sâmirî'dir. Yani Sâmirî, "İşte sizin de, Mûsâ'nın da tanrısı budur, dedi de (Allah'ın birliğini veya Mûsâ'ya verdiği sözü) unuttu" demektir.
Maymun:
Kırd: Maymun demektir. Çoğulu kurûd, dişili kırde, künyesi Ebû Hâlid, Ebû Habîb, Ebû Halef, Ebû Reyyân'dır. Abdullah ibn Abbâs ve talebesi İkrime şöyle demişler: "Allah, her şeyi güzel, sağlam yaratmıştır. Maymunun poposu güzel değil ama sağlamdır. Güzellik dereceleri farklı da olsa bütün hayvanlar güzeldir."
Maymun bir defada on-oniki yavru doğurur. Erkeği, dişisini çok kıskanır. Demîrî, bu hayvanın çoğu hallerinin insana benzediğini belirtiyor: İnsan gibi güler, oynar, oturur, eliyle bir şey tutar. Eli, parmakları, tırnakları vardır. Eğitim kabul eder, insanlarla arkadaş olur. Dört ayak üzerinde yürüdüğü gibi iki ayak üzerinde de yürür. Gözlerinin alt kapağının kirpikleri vardır. Diğer hayvanların hiçbiri böyle değildir. Bu hayvan, tıpkı insan gibi iyi yüzme bilmediği için suya düşünce boğulur. Şehvetlidir, eşini kıskanır. Bunlar (yani kadına düşkünlük ve eşini kıskanmak) insana özgü iki değerli özelliktir. 221
“Kibirlerinden dolayı kendilerine yasak kılınan şeylerden vazgeçmeyince onlara: ‘Aşağılık maymunlar olun!’ dedik.”222 Bu âyette sınırı aşıp Allah'ın yasağını çiğneyen bazı Yahudilerin, maymun kılığına sokuldukları anlatılmaktadır. Aynı husus, Bakara 65-66. ve Mâide 60. âyette de anılmaktadır:
“İçinizden, Cumartesi günü(avlanma yasağı)nı çiğneyenleri elbette bilmişsinizdir; işte onlara: ‘Aşağılık maymunlar olun!’ dedik. Ve bunu, önündekilere ve ardından geleceklere ibret bir ceza, (Allah'ın azâbından) korunanlara da bir öğüt yaptık.”223 Bu âyetlerde de Cumartesi yasağına uymadıkları için Allah'ın gazabına uğrayıp maymun kılığına sokulmuş olan Yahûdî cemâatinden söz edilmektedir.
221] Hayâtu'l-Hayavân, 2/20
222] 7/A'râf, 166
223] 2/Bakara, 65-66
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 61 -
Tefsirlerde anlatıldığına göre İsrâiloğullarına, Cumartesi denizde avlanma yasaktı. Deniz kıyısında bulunan bir köy halkı, Cumartesi çok miktarda gelen balıkları avlamak için şöyle bir çareye başvurdular: Cumartesinden önce denize attıkları ağlarını, Cumartesinden sonra topladılar. Yahut Cumartesi, çokça gelen balıkları yakalamak için bir kanal açtılar. Kanala gelen balıklar, su azalınca tekrar denize dönemiyorlardı. Köylüler de ertesi gün, kanalda kalan balıkları yakalıyorlardı.224 Böyle bir hîle ile Allah'ın yasağını çiğniyorlardı. Allah da yasayı çiğneyen bu insanları, cezalandırıp maymunlar kılığına soktu.
Bir insanın şeklinin değiştirilip bir hayvan biçimine sokulmasına mesh denilir. Müfessirlere göre eski uluslarda mesh olurdu. Bu, bozulan insanlara, Allah tarafından verilen bir ceza idi. Ancak bunun gerçekten insanın maymun kılığına sokulması mı, yoksa ahlâken bozulup maymun gibi taklitçilik ve açgözlülük durumuna düşürülmesi mi olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. Eğer âyet, ahlâkî bir dejenerasyona (bozulmaya) işaret ise bu, her zaman ve hur ulusta olur. İnsanlar nefislerinin zebunu oldukları zaman şeklen değil, fakat sîreten yani huy ve karakter itibariyle herhangi bir hayvanın karakterine girmiş olurlar. Bunlar şeklen insan görünseler de mânada hayvan mertebesindedirler.
Eğer âyet, şeklen bir değişim bildiriyorsa o takdirde bazı insanların, bozula bozula maymun kılığına dönmüş olmaları düşünülebilir. Ancak eski milletlerde vukubulduğu söylenen bu şeklî dönüşüm (mesh ) olayı bu ümmetten kaldırılmıştır. Yalnız insan, ahlâkını korumalıdır ki insan ahlâk ve sıfatından çıkıp herhangi bir hayvanın huy ve sıfatına bürünmesin, nefsinin tutsağı olmasın.
Müfessirlerin çoğu, bu insanların görünürde meshedilip maymun kılığına sokulduklarını söylemişlerse de Mücâhid ve yandaşları, meshin ma'nevî olduğunu, onların şekillerinin değil, gönüllerinin (ruhlarının) maymun kılığına sokulduğunu söylemişlerdi. 225
"Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayan (hükümlerini uygulamayanların durumu, Kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir."226 âyetinde de Tevrat'ın hükümleri uyarınca hareket etmeyenler, Kitâb taşıyan eşeğe benzetilmektedir. Bu âyetten de onların eşeğe ve maymuna benzetilmelerinin, bir kınama ve ma'nevî durumlarını anlatma amacını taşıdığı anlaşılır.
Maymun taklitçidir, düşünce ile hareket etmez, ancak gördüklerini taklid eder. İşte düşünmeden, gördükleri her hareketi taklidedenler de görünüşte olmasa bile gerçekte maymun huyuna, karakterine girmiş, maymun sîretine bürünmüş olurlar. Bazı İsrâiloğlu kabileleri, Allah'tan gelen bunca âyetleri düşünmeden, sıradan insanlardan gördükleri kötü hareketleri taklit ettikleri için maymun karakterini almış, maymun sîretine büründürülüp süründürülmüşlerdir. Böylece hak yoldan çıkanların ne kötü bir sonuca düşeceklerine dair dünyâ uluslarına ibret olmuşlardır.
“De ki: ‘Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size söyleyeyim mi? Allah kim(ler)e la'net ve gazab etmiş, kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytâna tapanlar yapmışsa,
224] İbn Kesîr, Tefsîr, 1/106
225] Mefâtîhu'1-Ğayb, 15/40; İbn Kesîr, Tefsir, 1/105-106
226] 62/Cum'a, 5
- 62 -
KUR’AN KAVRAMLARI
işte onların yeri daha kötüdür ve onlar düz yoldan daha çok sapmışlardır.”227 Bu âyette de İslâmın gelişmesini istemeyen, müslümanlar aleyhine kötü propagandalar yapan Yahûdîlere, Allah katında asıl yeri kötü olanların, Allah'ın la'net ve gazabına uğramış, putlara tapmış; bazıları Allah tarafından maymun, domuz ve tâğûta tapar yapılmış kimseler olduğu belirtilmiştir.
Müfessirlere göre bu âyette de kıredeh (maymunlar) haline getirildiklerinden söz edilenler, Cumartesi avlanma yasağını çiğneyen Yahûdî cemâatidir. Hanâzîr (domuzlar) ile kasdolunanlar da İsâ'ya inen sofrayı inkâr edenlerdir. Başka rivâyete göre de her iki mesih de Cumartesi yasağını çiğneyenlere yapılmıştır. Bunların gençleri maymun kılığına, yaşlıları domuz kılığına sokulmuşlardır. 228
Keçi:
Ma'z: Keçi dediğimiz, yay boynuzlu, geviş getiren, kıllı, kısa kuyruklu, otçul hayvandır. Çoğul bildiren ma'z'in tekili mâiz’dir. Dişisine mâize denilir. Erkek keçiye teyyis (teke) denilir. Diğer hayvanların yiyemediği besinlere ulaşabilir ve bitkice çok fakir ortamlarda yaşayabilir. Maltız keçisi gibi bol süt veren ırkları vardır. Ankara keçisinin de tiftiği çok makbuldür.
En'âm Sûresinin 143'ncü âyetinde koyunu ve keçiyi Allah'ın yarattığı; bunlar üzerinde bir yasak koymadığı belirtilmek sûretiyle insanların, kendi düşünceleriyle bu havyanlar hakkında koydukları bazı yasaklamalar kınanmaktadır. Bezzâr ve İbn Kani'in çıkarımlarına göre, rivâyette Hz. peygamber: "Keçiye iyi bakın, eziyet veren şeylerini giderin. Çünkü o cennet hayvanlarındandır" demiştir. Keçi, cildinin kalınlığı, sütünün çokluğu bakımından koyundan üstün tutulur.
Dâbbetu’l-Arz
Yer hayvanı, kıyâmetin büyük alâmetlerinden biri. Debb ve debîb; hafif yürüme ve debelenme demektir. Hayvanlar ve çoğunlukla haşereler için kullanılır. İçkinin bedene yayılması ve bir çürüklüğün etrafına sirâyeti gibi hareketi gözle görülmeyen şeyler için de kullanılır. Dâbbe de debelenen, hareket eden demektir. Şu halde tren, otomobil, bisiklet vb. şeylere lügate göre dâbbe denebilirse de ıstılahta daha çok hayvanlar için kullanılır.
"Allah bütün canlıları (her dâbbeyi) sudan yaratmıştır. Kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla, kimi de dört ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır. Allah şüphesiz her şeye kaadirdir." 229 âyetinden anlaşılacağı üzere her hayvana dâbbe denir. "Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların (her dâbbenin) rızkı ancak Allah'a aittir." 230 âyetinden de anlaşılan budur.
"Dâbbetü'l-Arz" da; kıyâmetin kopmasına yakın, ortaya çıkacağı bildirilen ve kıyâmetin büyük alâmetlerinden kabul edilen bir yaratıktır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Söylenmiş olan (tehdit edildikleri şey) başlarına geldiği zaman onlara yerden bir dâbbe çıkarırız da, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler."231 buyrulmaktadır. Bu âyetten anlaşılan, dâbbenin bir hayvan-ı nâtık
227] 5/Mâide, 60
228] Mefâtûhu'l-Ğayb, 12/36
229] 24/Nûr, 45
230] 11/Hûd, 6
231] 27/Neml, 82
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 63 -
yâni konuşan bir canlı olduğudur. Râğıbü'l-İsfahânî, yukardaki âyete dayanarak şöyle demektedir: "Dâbbe, tanıdığımız hayvanlara benzemeyen bir hayvandır. Ortaya çıkması kıyâmete yakın bir dönemde olacaktır. Bir de denildi ki: Bununla, câhiliyyede hayvan mertebesinde olan kötü insanlar kasdedilmiştir.
Müfessirler yukardaki âyete232 dayanarak "Dâbbetü'l-Arz"ın kıyâmete yakın bir zamanda ortaya çıkacağını söylerler. İbn Ömer'e göre, "dâbbe"nin çıkması hadisesi, dünyada iyiliğe emreden ve kötülükten sakındıran hiçbir fert kalmadığı zaman vuku bulacaktır. İbn Merdûye'nin Ebu Saîd el-Hudrî'den rivâyet ettiği bir hadîse göre, aynı şeyi bizzat Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kendisinden Ebu Saîd de duymuştur. Bu da, insanın başkalarını iyilik yapmaya teşvik ve kötülükten sakındırma (emr bi'lma'rûf, nehyi ani'l-münker) vazifesini terkettiği zaman Allah'ın, kıyâmetin hemen öncesinde son ihtar vazifesini görmek üzere bir "dâbbe" meydana çıkaracağını gösterir. Mâmafih onun tek bir hayvan mı, yoksa bütün yeryüzünü istilâ edecek bir hayvan türü mü olduğu açık değildir.
Akaid kitaplarına, kıyâmetin alâmetlerinden biri olarak geçmiş olan "Dâbbetü'l-Arz" hakkında Peygamber’den (s.a.s.) şöyle rivâyet edilir:"İlk çıkacak kıyâmet alâmeti, güneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanların üzerine "dâbbe''nin çıkmasıdır. Bu alâmetlerden hangisi önce belirirse, ötekisi onu kısa zamanda takip edecektir."
Rivâyetlere göre; "Dâbbe, yanında Hz. Mûsâ’nın (a.s.) asâsı ve Hz. Süleyman’ın (a.s.) mührü olduğu halde çıkacaktır. Mü'minin yüzünü asa ile parlatacak, kâfirin burnunu da mühürle mühürleyecek. İşte o dönemde yaşayan insanlar bir araya gelecekler ve mü'minler, kâfir belli olacaktır."
Bu konudaki rivâyetler pek çoktur, ancak hiçbiri mütevâtir olmadığından, kıyâmet gibi tamamen gaybî olan bir meselede delil olamazlar. Bunun için, "Dâbbetü'l-Arz"la ilgili teferruâtı bir yana bırakıp, Cenâb-ı Allah'ın bizi bununla ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim'de bildirdikleriyle yetinmemiz, işin iç yüzünü ve mâhiyetini O'na havale etmemiz en doğru yoldur. Unutmayalım ki; "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. O'ndan başkası onları bilemez... " 233
Domuz
Hınzır: Domuz demektir. Demîrî'ye göre Arapçada Ebü Cehm, Ebû Zür'a, Ebû Dulef, Ebû Utbe, Ebû Kadim vb. künyeler taşır. Kendisinde bir yandan ehlîlik, bir yandan da yırtıcılık özelliği vardır. Çok şehvetli bir hayvandır. Onsekiz aylık olan erkek domuz, ergen olur. Dişisi de altı ay gebelikten sonra yavrusunu doğurur. Domuz, en üretken hayvanlardandır.
Domuz Eti: İslâm dini birtakım hayvanların etlerini yemeyi serbest bırakmışken, bazılarını yasaklamıştır. Meşrû kılınan veya yasaklanan hayvan çeşitleri incelendiğinde insan sağlığı için yararlı hayvanların etinin meşnî, zararlı olanların ise yasaklanmış olduğu anlaşılır. İşte domuz da beslenme tarz, görünüşü, insanı tiksindiren tabiatı ve bünyesinde, etini yiyenlere geçebilen trişin vb. zararlı unsurlar taşıması nedeniyle yasaklanmıştır.
Kur'ân'ı Kerîm'de Allah domuz etini kesin şekilde haram kıldığını beyan
232] 27/Neml, 82
233] 6/En'âm, 59; Halid Erboğa, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 351
- 64 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etmiştir: "Allah sizlere yalnız leşi, kanı, domuz etini, bir de Allah'tan başkası adına kesilenleri haram kıldı."234 Şu âyette de domuzun çirkin hâline işaret edilmiştir: "...Allah kime lânet eder ve gazabına uğratırsa ve kimlerden de maymunlar, domuzlar ve tağûta kullar yaparsa, işte bunlar, makamları en kötü, yolları da en sapık olanlardır." 235
Câbir b. Abdillah'tan, Allah Rasûlünün Mekke'nin fethi yılında Mekke'de iken şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Şüphesiz Allah ve Rasûlü şarabın, ölü hayvan etinin, domuzun ve putların alım-satımını haram kılmıştır." 236
Domuz eti diğer birçok dinlerde de yasaktır. Meselâ yahudilerin kitabı Tevrat'ın Tesniye bölümünde yenilmesi yasak olan hayvanlar sıralanırken "... ve domuz... çünkü tırnaklıdır fakat geviş getirmez. O size murdardır bunların etinden yemeyeceksiniz ve leşlerine dokunmayacaksınız"237 denilmektedir.
Allah insanlara rızıkların güzel ve temiz olanlarından yemeyi ve buna karşılık da şükretmeyi emretmiştir. Helâl yemek duânın ve ibâdetin kabulüne sebeptir. Haram yemek ise bunların geri çevrilmesine sebep olur. Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar, şüphesiz Allah temizdir, ancak temiz olanı kabul eder. Şüphesiz Allah, mü’minlere, peygamberlere emrettiği şeyleri emretmiştir. Allah şöyle buyurmuştur: Ey peygamberler, güzel rızıklardan yiyin, sâlih amel işleyin, ben sizin yaptıklarınızı bilirim."238 Yine buyurdu: “Ey iman edenler, size rızık olarak verilenlerin temiz olanlarından yiyiniz.”239 Sonra Allah Rasûlü, uzun yolculuğa çıkan, saçı başı karışmış, toza batmış, ellerini göğe kaldırmış, ey Rabbim, ey Rabbim, diye dua eden bir adamı zıkretti: "Bu kimsenin yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, haramla beslenmiş, duası nasıl kabul olunsun?" 240
Âyette şöyle buyrulur: "O, pis olan bütün şeyleri insanlara haram kılar." 241
Domuz etinin insana zararlı olduğu tıp tarafından da ortaya konulmuştur. Doktor Glen Shepherd, Washington Post gazetesinin 31 Mayıs 1952 tarihli nüshasında yazdığı bir makalede bu konuda özetle şunları yazmıştır: "ABD ve Kanada'da yaşayan insanların 1/6'nin adalelerinde, trişinli domuz eti yedikleri için, trişin kurtları vardır. Bunların çoğunda hastalık arazı görülmez. Yavaş yavaş iyileşir, bazıları da ölür. Bir kısmının sol tarafı felç olur. Hepsi de dikkatsizce domuz eti yemişlerdir. Bu hastalığın bağışıklık ve tedavisi yoktur. Ne antibiyotikler, ne de diğer ilaç ve aşılar bu küçük ve öldürücü kurda tesir etmez. Tek çare bu mikrobun bulaşmasını önlemektir... Trişinlerin sebep olduğu hastalığın belirtileri elliden fazla hastalığın belirtilerine benzer. Etleri tuzlama ve tütsüleme gibi metotlar trişinleri öldürmez. Mezbaha kontrolleri de trişinli etleri teşhis için yeterli değildir."
Bu konuda birçok araştırıcılar domuz eti yemeğe devam etmenin insandaki kıskançlık duygusunu zayıflattığını söylerler. Çünkü hayvanlar içinde dişisini
234] 2/Bakara, 173; 16/Nahl, 115
235] 5/Mâide, 60
236] Buhârî, Büyü' 112; Tecrîd-i Sarih Tercümesi VI, 537, 538
237] Tevrat, Tesniye, bab, 14/8
238] 23/Mü'minûn, 51
239] 20/Tâhâ, 81
240] Müslim, Tirmizî, Ahmed b. Hanbel
241] 7/A’'râf, 157
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 65 -
kıskanmayan tek hayvan domuzdur. Diğer yandan beslendiği yerde her türlü pisliği yediği için, çevreye hoş olmayan bir koku yayar ve eti, proteindeki kimyevî maddeler bakımından düşük değerdedir. Domuz etinin trişin kurdundan temizlenmesi fennî bakımdan imkansız görülmüştür. Yeryüzünün hıfzısıhha otoritelerinden Prof. Hirs bunu açıkça belirtmiştir.
İşte tıbbın bir kısım zararlarını ortaya koyduğu domuz etini yemek önceki bazı dinlerde yasaklandığı gibi İslâm'da da yasaklanmıştır. 242
Av ve Avcılık
Eti yenilsin, yenilmesin yaratılışı icabı vahşî olup insandan kaçan hayvana av; böyle bir hayvanı kaçmaz hale getirip yakalamaya da "avlama" denir.
İslâm'da gerek kara ve gerekse deniz hayvanlarını avlamak mubahtır. Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Size temiz olanlar helâl kılındı. Allah'ın size öğrettiği üzere alıştırıp yetiştirerek öğrettiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın." 243
"Deniz avı size helâl kılındı."244 Ancak sadece eğlence maksadıyla avlanmak mekruhtur. Hac ve ihramdayken avlanmak haramdır. Av hayvanlarının bir kısmının eti yenir, bir kısmınınki ise yenmez. Bunlar ya derisi, yünü ve dişleri gibi kısımlarından faydalanmak için, ya da şerlerinden korunmak için avlanırlar.
Avlanan hayvanın etinin helâl olması için birtakım şartlar vardır. Bu şartların bir kısmı avcı, bir kısmı av hayvanı ve bir kısmı da av âletiyle ilgilidir.
1- Avcıda bulunması gereken şartlar:
a- Avcı; müslüman, mümeyyiz, âkîl veya Hıristiyan ve Yahûdî gibi ehl-i kitaptan olmalıdır. Bunların dışındakilerin kestikleri hayvan yenmediği gibi avları da yenmez.
b- Avcı avına silâh atarken ya da onu yakalayacak hayvanı gönderirken besmele çekmelidir. Kasden besmeleyi terkederse av eti yenilmez.
c- Avcı silâhı ile vurduğu veya eğitilmiş hayvana yakalattığı avı elde etmek için başka bir şeyle meşgul olmayıp hemen harekete geçmelidir. Bazen atılan mermi ava isabet edip onu öldürmeyebilir. Bu nedenle avcının avını araması ve canlı olarak bulduğunda kesmesi gerekir. Aramayıp başka bir işle meşgul olur da sonra hayvanı ölü olarak bulursa eti yenilmez. Fakat oturup beklemeksizin ya da başka bir işle meşgul olmaksızın yaraladığı avını arayıp da ölü olarak bulursa eti yenir. 245
d- Ava silâh atma veya avı yakalayacak hayvanı gönderme işi bizzat ehil olan avcı tarafından yapılmalı, ava ehil olmayan biri buna karışmamalıdır. Rasûlullah (s.a.s.), taşla, sapanla, sopayla avlanmayı yasak etmişlerdir. Müslim'de rivâyet edilen bir hadis şöyledir: "Taş ne avlar, ne de düşmanı yaralar. Ancak o, diş kırar, göz patlatır."
242] Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, VII, 537 vd.; Yusuf el-Kardâvî, İslâm'da Helâlve Haram, Terc. Mustafa Varlı, Ankara 1970, 50-53; Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 414
243] 5/Mâide, 4
244] 5/Mâide, 96; ayrıca bk. 5/Mâide, 1, 2, 94, 96
245] Meydanî, el-Lübab, III, 220
- 66 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Avcı avını vurur ve fakat onu kaybederek bir müddet sonra bulur. Bununla ilgili olarak Adiy b. Hâtem’den (r.a.) aşağıdaki hadisler rivâyet edilmiştir: "Okunu attığın zaman, suya düşmemiş olmak kaydıyla avı ölü bulursan ye... Aksi halde, suyun veya okun onu öldürdüğünü kestiremezsin." "Eğer onda bir yırtıcı hayvan izi bulamaz ve "senin okunun onu öldürdüğüne hükmedersen ye..." "Okunu attıktan üç gün sonra avı kokmadan bulursan ye..."
Avcılıkta dikkat edilmesi gerekli hususların başında elbette merhamet ve ihtiyaç gelmektedir. İhtiyacı için avlanan bir müslüman merhameti elden bırakmamalı, hayvanların üreme ve yavrulama zamanlarında avlanmamalıdır. Av hayvanlarının nesillerini kurutacak, tabiatın dengesini bozacak bir avcılık, mü’mini vebâle sokar.
2- Av hayvanında aranan şartlar:
Avlanan hayvan, eti yenen cinsten olmalıdır.
Yaratılışı icabı vahşî olup evcil olmamalıdır.
Haşeret cinsinden olmamalıdır.
Deniz hayvanlarından ise balık cinsinden (tatlı veya acı su balığı) olmalıdır.
Hayvan av tesiri ile ölmüş olmalıdır. Avcı yaralanan avına ölmeden önce yetişirse kesmesi lâzımdır. Aksi takdirde eti yenilmez.
3- Av âleti:
Av hayvanı ya eğitilmiş köpek, atmaca, doğan, şahin gibi hayvanlarla veya ağ, tuzak kurmak gibi vasıtalarla, ya da yaralayıcı silâhla avlanır. Avlamada kullanılan hayvanlarda aşağıdaki şartların bulunması gerekir:
a- Ava salıverildiği zaman gitmelidir.
b- Av için yetiştirilmiş olmalıdır. Köpeğin eğitilmiş olması; üç defa yakaladığı hayvanı yememesi, doğan ve şahin gibi hayvanların da çağırıldığında geri dönmeleri ile bilinir.
c- Yakaladığı hayvanın etinden yememelidir.
d- Avı boğarak öldürmemelidir. Yaraladıktan sonra başka bir tesirle ölürse eti yenmez.
e- Avlama işinde ona eğitilmemiş tilki vb. başka bir hayvan yardım etmemelidir.
Av, günümüzde genellikle silâhla yapılmaktadır. Yukarıda belirttiğimiz gibi avcı ava silâh atarken besmele çekmeli, hayvanı vurunca hemen koşup yanına varmalı, ölmemiş ise kesmelidir. Yetişmeden silâhın tesiri ile ölmüşse bir şey gerekmez, eti yenir. 246
Yırtıcı Hayvan
Sebu': Yırtıcı hayvan demektir. Çoğulu esbu' vahşî hayvanı çok alan yere
246] Meydanî, a.g.e. III, 217 vd.; Durak Pusmaz, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 175-176
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 67 -
denilir. “Kestikleriniz hâriç, yırtıcı hayvanın yediği hayvanların eti size haramdır.”247 âyetinde yırtıcı hayvanın parçaladığı hayvan etinin haram olduğu bildirilmektedir.
Sebu' adı, bütün yırtıcı hayvanları kapsar. Aslan, kaplan, kurt, tilki vb. ne kadar yırtıcı hayvan varsa hepsi bu adın altında toplanır. Onun için Kur'ân'daki hayvanlar üzerinde tez yapmak isteyen kimse, Kur'ân'ın bu adla işaret ettiği bütün yırtıcı hayvanları inceleyebilir. Sebu' lafzıyla bütün yırtıcı hayvanlara, tayr lafzıyla bütün kuş türlerine, behîme lafzıyla dört ayaklı bütün hayvanlara ve dâbbe lafzıyla da tek hücreli, çok hücreli, iki ayaklı, dört ayaklı veya çok ayaklı bütün canlılara işaret etmiş olan Kur'ân, böylece bütün biyoloji âlemine dikkat çekmiş, hayvanların hepsinden genel ifade ile söz etmiştir.
Kuş:
Tayr: Kuşlar demektir, tekili tâirdir. Kuş deyince hatıra uçmak gelir. Kur'ân-ı Kerîm de, insanın dikkatini, havada kanatlarını açıp yumarak uçan kuşlara çekmektedir: “Göğün boşluğunda, O'nun emrine boyun eğdirilmiş olan kuşlara bakmadılar mı? Onları Allah'tan başka tutan yoktur. Şüphesiz bunda, inanan bir kavim için âyetler (Allah'ın büyüklüğüne işaretler) vardır.” 248; “Üstlerinde (kanatlarını) açıp yumarak uçan kuşları görmüyorlar mı? Onları (havada) Rahman'dan başkası tutmuyor. Doğrusu O, her şeyi görmektedir.” 249. Bu iki âyette insanların üstlerinde kanatlarını açıp yumarak uçan kuşları düşünüp Allah'ın büyüklüğünü ve birliğini anlamaları; zira onları havada tutanın Allah'tan başkası olmadığı; Allah'ın her şeyi görüp bildiği vurgulanmaktadır.
“Görmedin mi göklerde ve yerde olan kimseler, kanatlarını çırparak uçan kuşlar Allah'ı tesbîh ederler? Her biri kendi duasını ve teşbihini bilmiştir. Allah da onların ne yaptıklarını bilmektedir...”250 Bu âyette de göklerde ve yerde bulunan tüm canlıların, kanatlarını açıp (yumarak) uçan kuşların Allah'ı tesbîh ettiği; her birinin kendine özgü tesbîhi bildiği; Allah'ın da herkesin ne yaptığını bildiği vurgulanmaktadır.
Kuş türlerinin havada küme küme uçuşları, tam bir sosyal olaydır. Halk arasında "Her kuş kendi zümresiyle uçar" sözü, kuşların kendi aralarında sosyal sınıflar oluşturduklarını ve toplumsal yaşadıklarını belirtir. Nitekim “Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, (onlar da) sizin gibi birer ümmet olmasınlar. Biz Kitâbda hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır. Sonra (onlar), Rableri(nin huzuru)na toplanacaklardır.”251 âyeti de yeryüzünde yürüyen canlıların ve uçan kuşların her türünün de insanlar gibi belli kurallara göre hareket eden birer topluluk oluşturduklarını bildirmektedir. Onlar da insanlar gibi sınıf, sınıftır. Yürüyen veya sürünen hayvanlardan her tür bir ümmet, kuşlar bir ümmet, insanlar bir ümmettir.
Kuşların biyolojisi de olağanüstülükleri içerir: Bazı türlerde görkemli çiftleşme öncesi gösterileri, değişik biçimde ve çeşitli malzemeyle yuva yapımı, büyük uzaklıklara göç vb.
247] 5/Mâide, 3
248] 16/Nahl, 79
249] 67/Mülk, 19
250] 24/Nûr, 41
251] 6/En'âm, 38
- 68 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Kuşların çiftleşme gösterileri de ilgi çekicidir. Bu gösteriler sırasında bazı cennet kuşları baş aşağı asılır. Erkek firkateyn kuşu, gagasının altındaki kırmızı "torbayı" şişirir. Çiftleşme gösterisinde aktif olan, genellikle erkektir: İnsan duygularıyla söylersek, sanki dişiyi baştan çıkarmaya çalışır. Tepeli dalgıç da erkek ve dişi, suda karşı karşıya durur, başlarını sallayıp tepeliklerini dikleştirirler. Erkek lirkuşu, kocaman kuyruğunu sırtına yatırır, öyle ki vücudu bu kuyruğun altında tamamen kaybolur. Yenikaledonya'daki bahçe kuşu, bir çeşit çardak yapar, dişisine vermek üzere yanına birtakım süslü şeyler yığar." 252
Tüy tek başına kuşları belirtmeğe yeter. Gerçekten de kuş dışındaki hayvanlarda tüy yoktur. Kuşta ön üyeler kanatlara dönüşmüştür. Uçma yetisi birtakım anatomik karakterleri gerektirir (içi boş kemikler, hava keseleri, vb.). Kuş, henüz bütün sırları bilinmeyen olağanüstü bir uçucudur.
Kuşlar belli zamanda ve birlikte göç ederler. Fakat bunlar aynı yerden göçe başlamazlar. Çünkü hepsi aynı yerde bulunmaz. Çoğu tür, önce belirli bir yerde toplanır, sonra hep birlikte göçe başlarlar. Ama bu zamanlamayı nasıl yapmaktadırlar? Bu denli düzenli bir sistemin kendi kendine oluşması düşünülebilir mi?
Kuşlar uçmak için büyük enerji harcarlar. Harcanan bu enerjiyi karşılayabilmek için kara ve denizdeki tüm canlılardan daha çok yakıta ihtiyaç duyarlar. Meselâ 3.000 km.lik Hawai-Alaska mesafesini katedebilmek için birkaç gramlık, minik "sarısalkım kuşu", yolculuğu boyunca 2.5 milyon kez kanat çırpmak zorundadır. Buna rağmen 36 saat gibi uzun bir süre havada kalabilmektedir. Bu yolculuğu sırasındaki sürati ise saatte ortalama 80 km.dir. Bu kadar yorucu bir uçuş sırasında, kuşların kanındaki asit miktarı aşırı derecede artar ve yükselen vücut ısısı nedeniyle de kuş bayılma tehlikesiyle karşılaşır. Bazı kuşlar bu tehlikeyi karaya inerek engellerler. Peki, engin denizlerin üzerinde göç edenler nasıl kurtulacaktır? Onun denizin üzerinde iken inebileceği bir kara parçası bulması imkânsız gibidir. Kuşbilimci Wörner Nachtiyall, bu durumda kuşun kanatlarını mümkün olduğu kadar açıp, kendini bırakarak serinlediğini gözlemiştir.
Göçmen kuşların metabolizmaları bu işi kaldıracak kadar güçlüdür. Meselâ en küçük göçmen kuş olan "Kolibrin"in vücudundaki metabolizma hareketi, bir filinkinden yirmi kat daha fazladır. Bu sebeple kuşun vücut sıcaklığı, 62 dereceye ulaşır.
Uçuş Teknikleri: Kuşlar, böyle zorlu uçuşlar için uygun bir tarzda yaratılmış olmalarının yanında, bir de elverişli rüzgârlardan faydalanmalarını sağlayacak yeteneklerle donatılmışlardır. Meselâ leylek, yükselmekte olan ılık hava akımlarıyla 2000 metreye kadar çıkar, ardından kanat çırpmaksızın bir sonraki ılık hava akımına doğru süzülür. Kuş sürülerinin bir başka uçuş tekniği ise "V" şeklindeki uçuştur. Bu sayede önde giden güçlü ve büyük kuşlar, karşı hava akımına karşı bir çeşit kalkan oluşturarak, daha zayıf olanların işlerini kolaştırırlar. Uçak mühendisi Dietrich Hummel bu şekilde bir organizasyonun, sürü genelinde %23 tasarruf sağladığını ispatlamıştır.
Mükemmel Duyma Yeteneği: Kuşlar göçleri sırasında hava olaylarına da dikkat ederler. Örneğin, yaklaşan bir fırtınanın odağına girmemek için yollarını değiştirirler. Kuşların bu özelliğini araştıranlardan ornitolog Melvin L. Kreithen
252] Memo Larousse I, s. 103, Aydın Kitaplar, İstanbul, 1991
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 69 -
bazı kuşların atmosferde çok uzak mesafelere yayılan son derece küçük frekanslı sesleri işittiklerini saptamıştır. Bu sayede göçmen kuş, bulunduğu yerden çok uzaktaki bir dağın üzerinde patlayan fırtınayı veya yüzlerce km. ileride, denizin üzerindeki gök gürültüsünü işitebilmektedir. Ayrıca kuşların göç yollarını, hava şartlarının tehlikeli olduğu bölgelerden uzak tuttukları da bilinmektedir.
Yön Algılama: Kuşlar, binlerce km.lik uçuşları sırasında, pusula, harita, ya da benzeri yön belirleyicilerden yoksun olarak nasıl doğru yönü bulmaktadırlar?
Yapılan araştırmalarda dünyânın manyetik alanının, özellikle kuş türleri üzerinde etkili olduğu; kuşların, yerin manyetik alanından yararlanarak yönlerini bulmalarını sağlayan oldukça gelişmiş bir "manyereseptör" (manyetik alan algılayıcısı) sistemine sahip oldukları anlaşılmıştır. Bu sistem sayesinde kuşlar, göç sırasında dünyânın, değişen manyetik alanını hissederek, yönlerini belirlemektedirler. Deneyler, göçmen kuşların, manyetik alandaki %2’lik bir değişimi bile algıladıklarını göstermiştir. 253
Hz. peygamber, kuşların rızıklarını aramak üzere sabahleyin yuvalarından çıkıp dolaşmalarını, tevekküle (Allah'a güvenmeğe) örnek vermiştir: "Siz, hakkıyla Allah'a tevekkül etseydiniz O, kuşları beslediği gibi sizi de beslerdi. Sabahleyin kursağı boş çıkan kuşlar, akşamleyin tok dönerler." 254
Bu hadîs, bir yandan Allah'a tevekkülün önemini anlatırken, bir yandan da kuşların çalışkanlığına ve çalışmanın önemine dikkat çekmektedir. Zîrâ kuşlar, tevekkül edip de yuvalarında kalmıyorlar, rızıklarını aramak üzere yuvalarından çıkıp dolaşıyor, aradıkları rızıklarına ulaşıyorlar. Sabahleyin karnı aç çıkan kuşlar, akşamleyin kursağı tok olarak dönüyorlar. İşte tevekkül budur. Allah'ın, rızkını vereceğine güvenerek çalışmak, rızkın sebeplerine yapışmaktır.
Zi'b: Zi'b, erkek kurt anlamına gelir, dişisine zi'be denilir.
Çoğulu ziâb, zü'bân, kıllet cem'i ez'üb gelir. Seyyid, Serhan, Amles isimlerini de taşıyan kurt, aslan gibi açlığa dayanıklıdır. Saldırganlığına rağmen bulamadığı zaman sabreder. Çok uluyan bir hayvandır.
“(Ya'kûb) Dedi ki: "Onu götürmeniz beni üzer; korkarım ki, sizin haberiniz yokken onu kurt yer!" Dediler ki: "Biz bir topluluk olduğumuz halde onu kurt yerse, o zaman biz tamamen beceriksiz kimseleriz, demektir!" Nihâyet onu götürüp de kuyunun dibine atmağa topluca karar verdikleri zaman biz, Yûsuf a: "Andolsun sen onların bu işlerini, hiç farkında olmayacakları bir sırada kendilerine haber vereceksin!" diye vahyettik. Akşamleyin ağlayarak babalarına geldiler. "Ey babamız, dediler, biz gittik, yarışıyorduk; Yûsuf u yiyeceğimizin yanında bırakmıştık. Onu kurt yemiş! Ama biz doğru söylesek de sen bize inanmazsın!"255 âyetlerinde, Yûsuf'u kıskanan kardeşlerinin, onu kıra götürüp kuyuya attıkları ve babalarına döndüklerinde kendileri kırda yarışırken Yûsuf'u kurt götürmüş olduğunu söyledikleri anlatılmaktadır.
Vahşî Hayvanlar
(Vuhûş): Vahşî Hayvanlar demektir. Tüm yabanî hayvanların ortak adıdır.
253] Cavid Yalçın, Düşünen İnsanlar İçin, s. 145-151 -özetle-
254] İbn Mâce, Zühd 14; Tirmizî, Zühd 33; İbn Hanbel, Müsned 1/30, 52
255] 12/Yûsuf, 13-17
- 70 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Çoğulu vühûş. Yaban eşeği, yaban öküzü, yabanî insan denilir. "Vahşî hayvanlar haşrolunduğu zaman" 256 âyetinden, vahşî hayvanların da Kıyâmet olayında salıverileceği yahut İlâhî Mahkemeye getirileceği anlaşılmaktadır. Hayvanların haşredilmesi konusunda üç görüş vardır:
Birine göre Kıyâmet günü hayvanlar da diriltilir, birbirlerinden haklarını alırlar, sonra toprak olurlar. İkincisine göre hayvanların haşri, Kıyâmetin dehşeti sırasında hepsinin ölmesidir. İnsanlardan ve cinlerden başkası diriltilip mahşere getirilmez. Bu görüş İbn Abbâs'a atfedilir. Üçüncüsüne göre hayvanların haşri, Kıyâmetin dehşetinde bir araya toplanması ve birbirine karışmasıdır. 257
Taberî de son anlamı tercih etmiştir. Gerçekten bu anlam daha uygundur. Çünkü âyetlerin amacı, Kıyâmetin korkunçluğunu belirtmektir. O günün korku ve telâşı içinde en kıymetli develerin dahi başıboş bırakılacağını, artık kimsenin malına sâhip olamayacağını, çevrelerine toplanan vahşî hayvanları kovalamayacağını anlatmaktır. İnsanlar, mallarını, hayvanlarını korumak, develerinin, koyunlarının parçalanmasını önlemek için vahşî hayvanları kovalarlardı. Ama o gün mal mülk düşünmediklerinden, ortalığa yayılan vahşî hayvanları kovalamazlar.
Bu arada "Vahşî hayvanlar haşredildiği zaman" âyetinde insanlar gibi bütün canlıların da diriltilip, İlâhî Mahkemede birbirlerinden ve insanlardan haklarını alacaklarına da işaret vardır. Ancak diriltilen hayvanların tekrar öldürülmesinin hikmetini anlamak güçtür. Müslim'in rivâyet ettiği hadîste boynuzsuz koyunun, boynuzludan hakkını alacağı belirtilmiştir:
Ebûzer (r.a.) diyor ki: "Biz Allah'ın Elçisi’nin (s.a.s.) huzurunda idik. İki keçi birbirine tos vurdu. Allah'ın Elçisi: Niçin dövüştüklerini biliyor musunuz? diye sordu. Hayır, dedik. Fakat Allah biliyor ve aralarında hüküm verecektir, buyurdu."258 Ebû Hüreyre'den rivâyet edilen bir hadîste Allah'ın Elçisi (s.a.s.): "Kıyâmet gününde boynuzsuz hayvan, (kendisine tos vuran) boynuzlu hayvandan hakkını alacaktır"259 buyurmuştur. Hz. peygamber'in şöyle buyurduğu da rivâyet edilmiştir: "Yüce Allah'ın yüz rahmeti vardır. Onlardan sadece birini yaratıklara ayırmıştır. İşte yaratıklar o bir rahmet fle birbirlerine acır, şefkat ederler. Onunla vahşî hayvanlar yavrularına acırlar. Kendi yanında bulunan doksandokuz rahmeti ile de Kıyâmet gününde kullarına acır (onlara merhamet eder)." 260
Ağaçları, meyveleri, suları, ırmakları olan cennetin, cıvıl cıvıl kuşlardan, renk renk, her biri ayrı bir güzellikte hayvanlardan boş olması, pek zevke uygun düşmez. Nitekim Enes ibn Mâlik'in rivâyet ettiği bir hadiste peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Cennette buhtler (uzun boyunlu, makbul develer) gibi kuşlar vardır, cennetin ağaçlarında beslenirler.” Ebubekir (r.a.): 'Yâ Rasûlallah, onlar ne güzel kuşlar!' dedi. Buyurdu ki: “Onların yenilmesi, kendilerinden daha güzel, daha hoştur!” Bu sözünü üç kez yineledi ve: 'Ey Ebûbekir! Senin de onları yiyenlerden olmanı umarım' dedi." 261
256] 81/Tekvîr, 5
257] Câmi'u'l-Beyân, 30/67; et-Teshîl, 4/180
258] İbn Hanbel, Müsned 5/162, 173
259] İbn Hanbel, Müsned 2/235, 301
260] Hayâtul-Hayavân, 2/411
261] el-Fethu'r-Rabbânî, 24/188
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 71 -
Bureyde el-Eslemî'nin rivâyetine göre de: "Peygamber’e (s.a.s.) bir adam geldi: 'Yâ Rasûlâllah, ben atları severim, cennette at var mıdır?' dedi. 'Alllah seni cennete soktuktan sonra kırmızı yakuttan ata binmek iste sen, binersin ve biner binmez seni dilediğin cennete götürür' buyurdu. Kendisine bir başka adam geldi: 'Yâ Rasûlâllah, cennette deve var mıdır?' dedi. 'Ey Allah'ın kulu, Allah seni cennete sokarsa, orada canının çektiği, gözünün hoşlandığı her şey senin için var olur' buyurdu." 262
Bezzâr ve İbn Kani'in çıkarımlarına göre Hz. peygamber'in: "Keçiye iyi bakın, eziyet veren şeylerini giderin. Çünkü o, cennet hayvanlarındandır" demiş olduğunu yukarıda anmıştık. Bu hadîsler, cennette çeşit çeşit kuşların, atların, develerin, koyunların, keçilerin ve insanın görmek istediği her çeşit hayvanın bulunacağını ifâde etmektedir. Bunlardan daha kesin olarak yüce Allah Vakıa Sûresinde cennetliklerin ni'metlerini sayarken, 21'nci âyette: "Canlarının çektiği kuş etleri" yiyeceklerini buyurmaktadır. Demek ki cennette kuşlar var ki kuş etleri de vardır. O halde hayvanların toprak olacağındaki haberler, Kur'ân'ın ruhuna ve hadîslere terstir.
Bizce bazı müfessirlerin sandıkları gibi hayvanların haşri, sadece öc veya hak alıp sonra toprak olmak için değildir. Dünyada bulunan hayvanlar, âhirette de daha mükemmel biçimde var olacaklardır. Ruh taşıyan her şey, bu âlemden o âleme intikal eder. Ruh ölmez. Bedeninden ayrılan her ruh, kendisine özgü, kendi düzeyindeki bir rûhânî âleme gider. Hayvanlar da kendi düzeylerindeki hayvanlarla beraber olur. Âhiret hayatı, dünyâ hayatının uzantısı, daha mükemmeli; hayâtın gölgesi değil, gerçeğidir. Burada var olan her canlı, orada da vardır. Orada hayvanların, birbirinden haklarını aldıktan sonra toprak olacakları hakkındaki rivâyet doğru değildir. Yüce Allah, sadece hayvanların birbirinden haklarını alması için onları diriltip sonra toprak etmez. Toprak olacaklarsa haklarını alsalar ne yararı var? Bu, İlâhî hikmete uygun değildir. Ruh, maddeden soyutlanınca ölmez, toprak olmaz. Ölüm, şu dünyadaki maddeye özgüdür. O âlemde ölüm yoktur, orası ölümsüzlük âlemidir. Nitekim yüce Allah: "Orada ilk ölümden başka ölüm tadmazlar" 263 buyurmuştur. Orada ölüm yok ise dirilmiş olan hayvanlar da bir daha ölmeyecektir. Gerçeği Allah bilir.
Sinek:
Zübâb: Sinekler anlamında çoğul bildiren bir cins ismidir. Tekili zübâbe ve zibbân Demîrî'ye göre zübâb, en aptal hayvanlardandır. Çünkü kendini helake (ölüme) atar. Bataklık yerlerde ürer. Zübâb, Hac Sûresinde putların zayıflığını belirten bir meselde geçer: “Ey insanlar, size bir temsil verildi, onu dinleyin: O Allah'tan başka yalvardıklarınız (var ya), onların hepsi bir araya toplamalar, bir sinek dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan kurtaramazlar: İsteyen de âciz, istenen de.” 264
Taberânî ve İbn Ebî'd-Dunyâ'nın, Ebû Umâme'den nakline göre peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Mü'mine, kendisini korumak için yüzaltmış melek görevlendirilmiştir. Onu, mukadder olmayan olaylardan korurlar. Meselâ gözü koruyan yedi melek vardır: Sıcak yaz gününde sinekler bal çanağındaki balı
262] el-Fethu'r-Rabbânî, 24/203
263] 44/Duhân, 56
264] 22/Hacc, 73
- 72 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nasıl savunursa onlar da gözü öyle savunurlar. Eğer size görünseler, onları her düzlükte ve dağda görürsünüz: Hepsi elini sermiş, ağzını açmış vaziyette (sizi beklemektedir). Eğer kul, bir göz açıp yumma kadar bir zaman kendi kendine bırakılsa şeytânlar onu kapar." 265
Hayvanlarla İlgili Doğaya Aykırı Uygulamalar
“(O şeytan) Ki Allah ona la'net etti ve o da, ‘Elbette senin kullarından belirli bir pay alacağım.’ dedi. Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim: Hayvanların kulaklarını yaracaklar; onlara emredeceğim: Allah'ın yaratışını değiştirecekler! Kim Allah'ın yerine şeytanı dost tutarsa, muhakkak ki açık bir ziyana uğramıştır.”266 Bu âyetlerde la'netli şeytanın, Allah'ın birtakım kullarını yoldan şaşırtacağına, onları kuruntulara düşürüp hayvanların kulaklarını yarmaya, Allah'ın yaratışını değiştirmeye yönelteceğine and içtiği belirtilmekte; Allah'ı bırakıp şeytana uyanların, açık bir ziyana uğrayacakları vurgulanmaktadır. 119'ncu âyette belirtilen hayvanların kulaklarını yarma, Allah'ın yaratışını değiştirme şöyle olurdu: Bir dişi beş defa doğurur, beşinci yavru erkek olursa, bahire adını verdikleri o hayvanı putlarına adarlar, kulağını yarıp salıverirlerdi. Artık onu hizmette kullanmazlar, su ve otlaktan men etmezler, kesmezlerdi.
Hayvanın kulağını yarmak, hem hayvana eziyet, hem de onu çirkinleştirmektir. Allah'ın yaratışını değiştirme, doğal biçimi değiştirme, çirkinleştirme anlamındadır. Tek Allah'a kulluk etmek demek olan İslâm da insanın doğal dinidir. Buna şirk karıştırmak, doğal dini bozmak anlamına gelir. Kur'ân: "Sen yüzünü Allah'ı birleyici olarak doğru dine çevir: Allah'ın insanları yarattığı fıtrata (doğaya) uygun olan dine. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din odur."267 buyurmuştur. Bu, Allah'ın yarattığı doğayı değiştirmeyiniz, insanları doğal halinde bırakınız, demektir. Hz. peygamber (s.a.s.) de: "Her çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra onun ana babası, onu ya Yahudi, ya hırıstiyan, ya da Mecûsî yapar. Nasıl ki hayvan da organları tam bir hayvan doğurur. Hiç kulağı kesik görür müsünüz?" 268 buyurmuştur.
Allah'ın yaratışını değiştirme hakkında çeşitli sahabe ve tabiîlere atfedilen tefsirler vardır. Bunlara göre Allah'ın insanlığa uygun gördüğü tevhîd dinini değiştirmek, Allah'ın yaratışını değiştirmek olduğu gibi, hayvanların kulaklarını kesmek, organlarını sakatlamak, insanın doğal güzelliğini bozmak; kadının erkeğe, erkeğin kadına benzemesi gibi şeyler hep Allah'ın yaratışını değiştirmektir.
Hz. peygamber'in, hayvanları ve insanları iğdiş etmekten menettiği gibi,269 dövme yapanlara, yüzünün kıllarını çekenlere la'net ettiği rivâyet edilir.270 Hayvanların ve insanların kısırlaştırılması, Allah'ın yaratışına aykırıdır. Neslin devamı için Allah'ın açtığı üreme yollarını kapatmaktır. Kulak dilme, hayvanı sakatlamaktır. Döğüm yapma da insanı güzelleştirmez, çirkinleştirir. Böyle hayvanları ve insanları sakatlayan, doğal güzelliği bozan işlemler, âyetin delaletiyle haram olduğu gibi hadîslerle de yasaklanmıştır.
265] Kavzînî, Acâibu'l-Mahlûkat, 47; el-îmânu bi'l-Melâikeh, s. 161; Hayâtu'l-Hayavân, 1/502
266] 4/Nisâ, 118-119
267] 30/Rûm, 30
268] Buhârî, Cenâiz Bâbu mâ kîle fî evlâdi'l-muşrikîn
269] İbn Hanbel, Müsned 2/24
270] Buhârî, Tefsîr, Hadîd Sûresi
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 73 -
Ancak yüzün kıllarını çekmek gibi, özellikle kadınların yaptıkları bazı süslenmeleri haram sayan hadîslerin sağlığı üzerinde düşünmek gerekir. Çünkü güzelleşme, özellikle kadının ihtiyacıdır. Allah'ın Elçisi, yas zamanı dışında kadınların süslenmelerine müsâade buyurmuştur, da Hz. Âişe'nin anlattığı bir hadîs ilginçtir: Hz. peygamber (s.a.s.), sakalını boyardı.271 Bir yere gitmiş olan kimsenin, evine geceleyin arısızın çıkıp gelmesini hoş görmez, kadınlara taranıp süslenme fırsatı tanınmasını emrederdi.272 Câbir ibn Abdullah diyor ki: "Biz Allah'ın Elçisi ile beraber bir gazadan döndük. Medine 'ye geldiğimizde evimize gitmek istedik. Buyurdu ki: 'Durunuz, yatsı vakti evlerimize girelim ki saçı tozlanmış, karışmış olan kadınlar taransınlar, kocası yanında bulunmayan kadınlar kıllarını gidersinler." 273
Demek ki âyette kötü görülen şey, süslenmek, güzelleşmek değil, Allah'ın yarattığı doğayı değiştirecek biçimde doğal durumu bozmak, doğal güzelliği çirkinleştirmektir. Hz. peygamber (s.a.s.), hayvanın yüzüne damga vurulduğunu görünce, her canlının en güzel yerinin yüz olduğunu, damga vurarak yüzü çirkinleştirmemelerini, mutlaka damga vurmak gerekiyorsa yüzüne değil, kalçasına vurmalarını buyurmuştur.
Hayvanlar Çift Yaratılmıştır
“Ne yücedir O (Allah) ki toprağın bitirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır.”274 Bu âyette bitkileri, hayvanları ve daha bilmedikleri nice şeyleri çift; erkekli dişili yaratan Allah'ın şânının yüceliği vurgulanıyor. “Subhâne”: Ne yücedir, eksikliklerden uzaktır, anlamına gelir.
Dünyada her şey alternatifli, zıtlı, erkekli, dişilidir. İnsanlar erkekli, dişili olduğu gibi ağaçların, bitkilerin çiçekleri de öyledir. Bütün maddelerin temeli olan atomlarda da bu çiftlilik görülür: Pozitif elektrik yüklü çekirdek ve onun çevresinde korkunç sür'atle dönen negatif elektrik yüklü elektronlar. "Âlemdeki her şeyin bir benzeri veya zıddı bulunur: Ruh ve beden; madde ve kuvvet; cevher ve araz; enfüs ve âfâk; yer ve gök; karanlık ve aydınlık; dünyâ ve âhiret. Elektrik bile pozitif ve negatif diye ikiye ayrılır. Ancak burada asıl kasıt, bütün âlemin yaratıklarını anlatmak değil, bir şerîk ve nazîri bulunan bütün eşlerin, bütün çiftlerin yaratılmış olduğunu, yaratılmışların da yaratıcı olamayacağını anlatarak yaratıcının nezâhet ve birliğini ispat etmektir. Bundan başka ezvâc tabir olunmasında diğer bir nükte daha vardır ki insan hayatı için önceki ni'metlerden daha önemli olan evlenme ni'metinin yaratılmasına işaret ile şükre teşvik ifâde eder." 275
Her ağaç, her bitki ancak erkek ve dişi tohumlarının birleşmesiyle ürün verir. Ağaçların çoğunda erkek ve dişi organlar vardır. Bazı türlerde de erkek ve dişi organlar ayrı ağaçlardadır. Ağaçların çoğunda erkek ve dişi aynı çiçekte bulunur. Bazılarında ise ayrı çiçeklerde olur.276 Yüce Allah, yalnız bitkileri değil, bütün canlıları böyle çiftli, erkekli dişili yaratmıştır.
271] Ebû Dâvûd, Libâs, bâb fi’l-mesbûğ bi's-sufrati
272] Buhârî, Nikâh, bâb lâ yatruk ehlehû leylen; Müslim, İmaret, b. 56, h. 180
273] Müslim, İmâret, b. 56, h. 181
274] 36/Yâsîn, 36
275] Hak Dini Kur'ân Dili, 5/4028
276] el-Cevâhir fî Tefsîri’I-Kur’an, 7/80-81
- 74 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Gökleri ve yeri yoktan var edendir. Sizin için kendinizden çiftler, hayvanlardan da çiftler yaratmıştır. Bu(düzen içi)nde sizi üretiyor. O'na benzer hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.”277 Allah, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. İnsanlara, yine kendilerinden zevçler yarattığı gibi hayvanlardan da zevçler yaratmıştır. Onların da erkeği, dişisi vardır. Allah, insanları, hayvanları zevçlerin (karşıt çiftlerin) birleşmesiyle, anne rahminde yaratmaktadır. Bitkiler de yine bu çiftleşme ile yaratılır. Tozlanma ile erkek tohum, dişisini aşılar, bundan ürünler oluşur. Bu düzeni koyan ve yürüten Allah'ın benzeri gibi kudretli, hikmetli hiçbir varlık yoktur, O işitendir, görendir.
Hayvanlara Merhamet
“De ki: ‘Göklerde ve yerde olanlar kimindir?’ ‘Allah'ındır’ de. O, rahmet etmeyi Kendi üstüne yazmıştır (merhameti Kendisine prensip edinmiştir). Sizi elbette varlığında şüphe olmayan Kıyâmet gününde toplayacaktır. Ama kendilerini ziyana sokanlar, inanmazlar.” 278 Bu âyette göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın, rahmeti kendisine prensip edinmiş olduğu; insanları vukubulacağında kuşku olmayan Kıyâmet gününde toplayacağı, o gün inançsızların, canlarına yazık edecekleri belirtilmektedir.
Rahmet, kalbdeki acıma duygusudur. Bu duygu, sahibini, acınan objeye karşı lütuf ve ihsana sevk eder. Allah'ın kuluna rahmeti (acıması), kulun acıması gibi değil, kulunu esirgemesi, ona iyilik etmesi demektir. Âyetteki: "O, rahmet etmeyi kendi üstüne yazmıştır (merhameti Kendisine prensip edinmiştir).” cümlesi şu anlama gelir: Allah merhameti, acımayı Kendisine prensip edinmiştir. O'nun, inançsızlara, haksızlara fırsat vermesi, bu ezelî acıma prensibinin gereğidir. O, yaratıklarına acıdığından dolayı inkârcıları ve haksızları hemen cezalandırmaz; doğru yola gelmeleri için onlara fırsat verir. Yine kullarına acımasından dolayı onları mutlaka Kıyâmet gününde toplayacaktır. Tâ ki herkes dünyada yaptığının karşılığını görsün. Eğer dünyada zulme uğrayan, âhirette hakkını almazsa; ömrünü sefalet içinde geçirmiş, Hak ve hakikate bağlı kul, âhirette sabrının ödülünü görmezse ona haksızlık olur. İşte Allah, rahmeti gereği insanları bir araya toplayacak, onlara dünyada yapmış oldukları iyilik veya kötülüklerin karşılığını verecektir. Âhiret, Allah'ın rahmetinin eseridir. Cennet O'nun rahmetinin, cehennem gazabının görüntüsüdür.
Ancak Allah'ın rahmeti, gazabından fazladır, peygamber (s.a.s.): "Allah, yaratmayı bitirince 'Rahmetim gazabımı geçti' diye yazdı!"279 buyurmuştur. Allah, gazabının eseri olan cehennemi yedi kapılı (yani yedi bölümlü)280 rahmetinin eseri olan cenneti de sekiz kapılı yaratmıştır. (Cennetin sekiz kapılı olduğuna dair hadisler vardır: "Kim, 'Allah'tan başka tanrı yoktur, O birdir, ortağı yoktur; Muhammed O'nun kulu ve elçisidir. İsâ Allah'ın kulu, cariyesinin oğlu, Meryem'e attığı kelimesi ve O'nun ruhudur. Cennet haktır, ateş haktır' derse Allah onu, cennetin sekiz kapısından hangisinden dilerse oradan cennete sokar." 281; "Güzelce abdest alıp üç defa 'Allah'tan başka tanrı olmadığına, O'nun bir olup ortağı bulunmadığına tanıklık ederim. Muhammed'in, Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna tanıklık ederim' diyen kimseye, cennetin sekiz kapısı açılır,
277] 42/Şûrâ, 11
278] 6/En'âm, 12
279] Buhârî, Tevhîd 15, 22, 28, 55; Müslim, Tevbe 14-16; İbn Mâce, Zühd 35; İbn Hanbel, Müsned 2/242, 258
280] 15/Hıcr, 44
281] Müslim, İmân 46
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 75 -
dilediği kapıdan girer." 282
Allah'ın rahmetinin, gazabından çok fazla olduğunu vurgulayan Peygamber (s.a.s.), İlâhî rahmetin genişliğini şu ilginç misalle anlatmıştır: "Allah rahmeti yüz parça yarattı, 99'unu yanında tuttu, yeryüzüne sadece bir parçasını indirdi. İşte bu bir parça rahmet iledir ki yaratıklar birbirine acımaktadırlar. At, süt emen yavrusuna engel olmaması için ayağını o rahmet sayesinde kaldırır."283 Bu hadîs, Allah'ın merhametinin, yaratıkların acıma duygusundan 99 kat fazla olduğu anlaşılır. Namazın her rek'atinde okunan Fatiha Sûresinde Allah'ın, "âlemlerin rabbi" olduğu belirtildikten sonra O'nun çok kapsamlı rahmetini bildiren Rahman ve Rahîm sıfatlan vurgulanmaktadır.
Müslümanın en mühim özelliklerinden biri de merhametli,284 yufka yürekli olmasıdır. Hz. Muhammed Aleyhisselâm, Allah'ın sıfatlarından olan "rahîm; çok merhametli" sıfatıyla anıldığı gibi sahâbîlerinin de öyle acıma duygusuyla dolu oldukları belirtilmiştir: "Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar da birbirlerine karşı çok merhametlidirler." 285
Yaratıcı Allah her şeyi istemiş, beğenmiş, yaratmıştır. Her şey, O'nun sonsuz koruması ve rahmeti altına sığınmış, yaşamasına devam etmektedir. Her işimizin başında Allahü Zülcelâl'in şu iki sıfatını anarak O'na iltica eder, O'ndan yardım bekleriz: Bismillâhirrahmânirrahîm: Rahmân ve Rahîm; Merhamet edip bağışlayan Allah'ın adıyla başlarım." Şu âyet dilimizden düşmez: "Allah koruyanların en hayırlısı ve acıyanların en merhametlisidir." 286
Hz. Ömer (r.a.) şöyle demiş: "Peygamber Aleyhisselam'ın huzuruna esirler getirildi. Bir kadın göğsünden sütü sağıyor, esirler arasında bulduğu bir çocuğu göğsüne yapıştırıp emziriyordu. Peygambar (s.a.s.) bize: "Bu kadının, çocuğunu ateşe atmasını zanneder misiniz?" dedi. "Hayır, dedik, atmak elinde olduğu müddetçe atmaz.” “O halde, dedi, Allah kullarına, bu kadının çocuğuna karşı olan merhametinden daha merhametlidir."
Öyle Rahimdir Allah ki bu kadar hatâlarına, isyanlarına rağmen kullarının azıklarını kesmez, verir. Mahlûkatına bu kadar merhametli olan Allah, yaratıklarına başkalarının dokunmasına, zulmetmesine razı olur mu? Allah en küçük bir böceğinden dahi vazgeçmez. Allah’ın mahlûkuna acımak O’nun rızâsını kazandırır. "Yetimin başını okşayan kimse onun tüyleri sayısınca sevaba nâil olur."
Yalnız insanlara değil, canlı olan her varlığa acımak lâzımdır. Hayvan hakkı, insan hakkından daha mühimdir. Ağzı dili olmayan hayvanlara yapılan zulmü Allah affetmez. Gerçi İslâmda avlanmak mubahtır ama bu sadece bir menfaat için yapılabilir. Onu da ifrata götürmemek lâzımdır. Hayvanları döllenme zamanlarında avlamak günâhtır. Öldürme zevkini tatmin için masum hayvanlara kıyanlar, şu hadîsteki uyarıyı düşünmelidirler: "Bir kimse haklı bir sebep olmadan bir serçeyi öldürürse o hayvan, Kıyâmet gününde feryad ü figanıyla Allah'a gelir ve: 'Yâ
282] İbn Mâce, Tahâret 57, 60; Cenâiz 57). Kezâ bakınız: Nesâ'î, Tahâret 108; Dârimî, Mukaddime 19; İbn Hanbel, Müsned 4/14
283] Buhârî, Edeb 19
284] 9/Tevbe, 128
285] 48/Fetih, 29
286] 12/Yûsuf, 64
- 76 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Rabbi, falan adam bir yararı olmadan (yokyere) beni öldürdü!' der." 287 Hadîsin başka varyantlarında: "Her kim, bir serçeyi ya da ondan büyük bir hayvanı haklı bir neden olmadan öldürürse, Yüce Allah, Kıyâmet gününde onu ondan sorar.” Hayvanı öldürmek için haklı sebep nedir? diye sormuşlar. Peygamber: "Hayvanı kesip yemendir, başını kesip ortalıkta bırakman değildir!" buyurmuştur. 288
İhramlıya kara avını yasaklayan 5/Mâide 96. âyetin sonundaki "Huzuruna toplanacağınız Allah'tan korkun!" ifâdesi, hayvanlara merhamet konusunda önemli bir mesaj vermektedir. Burada şöyle denmek isteniyor: Sizin yanınıza hayvanlar uçup konmakta, yanınızda toplanmaktadırlar. Onlara dokunmazsanız, Allah da sizi korur. Ama siz, yanınıza gelen hayvanlara dokunursanız, huzuruna gideceğiniz Allah size bunun hesabını sorar. Siz, o zayıf yaratıklara karşı nasıl güçlü iseniz, Allah da size karşı güçlüdür. Haksız yere yaratıklarını inciten, öldürenleri cezalandırır. İşte Allah'ın huzuruna gidip yaptıklarınızdan hesap vereceğinizi düşünerek, yanınıza sokulan hayvanlara dokunmayınız, canlara kıymayınız.
Bir menfaat temini veya bir zararın defi için hayvan öldürülebilir, ama burada da hayvana asla zahmet vermemek şarttır: "Bir menfaat temini, bir zarar defi bahis konusu olmadan, değil hayvan öldürmek, hattâ bir otu bile kesmek câiz değildir. Çünkü "Hiçbir şey yoktur ki Allah'ı hamd ile tesbih etmesin, fakat siz onların tesbihini anlamazsınız" 289 buyuruluyor.
Kaldı ki serçeler, arılar, birçok böcekler, hattâ hor gördüğümüz solucanlar tarıma çok faydalar sağlar. Döllenmede, zararlı haşereleri öldürmede, toprağın oksijenlenmesinde büyük rolleri olur. Allah'ın bizim hizmetimize verdiği hayvanlar dövülmez. "Allah kullarına güçleri üstünde bir şey teklif etmez."290 İnsanlar da böyle davranmalıdır. Hayvanın tahammülü ancak elli kilogramlık yükü çekmek ise ona altmış kilo yüklemek, merhametsizliktir.
Her zaman köylerde, şehir caddelerinde rastlıyoruz, burnumuzun kemikleri sızlıyor: Adam arabasına koşmuş zayıf bir at. Yükleyebildiği kadar da yüklemiş. Sonra dikmiş yokuşa. Hayvan zorlanır, omurga kemikleri katlana katlana zorlanır, fakat götüremez. Kuvveti yetmez ki çeksin hayvancağız. Ama kızgınlıkla adam zavallı hayvanın sırtına, kalçalarına şimşek gibi kırbaçlar indirir. Ey insan, vurduğun, saatlerce sırtından inmediğin o hayvanın da bir ruhu var. Onun da Allah ile irtibatı var. Vurulan kamçılar, dürtülen zakutlar, Allah'ın hışmına değiyor da haberin yok.
Allah unutmaz, ihmal etmez, imhâl eder (bir süre fırsat verir). Gizli ve aşikâr her yaptığımızı bilir. Her amel, defter-i a'mâle kaydedilir, cezası, ya burada, ya da âhirette verilir. Şu Hadîs-i Şerifleri unutmamak gerekir: "Fahişe bir kadın, susuzluktan nerdeyse ölecek olan bir köpeğin bir kuyunun başında dolanıp durduğunu gördü. Pabucunu çıkarıp örtüsünü urgan yaparak, pabucuna bağladı. Onunla kuyudan su çıkarıp köpeği suladı. Bu yüzden affedildi.”291 Ebû Hüreyre'den gelen başka bir rivâyette hadîs şöyledir: "Yolda yürümekte olan susamış bir bir adam, yol üstünde gördüğü bir kuyuya inip su içti. Çıktığında susuzluktan soluyan, toprak yiyen bir köpek gördü. 'Bana
287] Nesâ'î, Dahâyâ 42, Sayd 34; Dârimî, Adâhî 16; İbn Hanbel, Müsned 2/166
288] Nesâ'î, Dâhâyâ, 42 -men katele usfûran bi gayri hakkına-
289] 17/İsrâ, 44
290] 2/Bakara, 286
291] Müslim, Selâm b. 41, h. 154
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 77 -
ulaşan susuzluk buna da ulaşmış' deyip kuyuya indi, pabucunu çıkarıp su doldurdu, ağzıyla da tutarak çıktı ve köpeği suladı. Allah ona teşekkür edip onu bağışladı.” ‘Ey Allah 'in Elçisi, bu hayvanlara iyiliğimizden ötürü bize sevap verilir mi?’ diye sordular. “Her ıslak ciğer sahibine yapılan iyilikten ötürü sevap vardır” buyurdu. 292
Ebubekir'in kızı Esma rivâyet ediyor: "Güneş tutulduğu gün, Peygamber (s.a.s.) namaz kıldı ve sonra dedi ki: Cehennem bana o derece yaklaştı ki: 'Ya Rabbi, dedim, ben de onlarla beraber miyim (yoksa)?' Birden bir kadın gördüm. (Esma diyor ki: Zannedersem, Peygamber şöyle devam etti:) O kadını bir kedi tırmalıyordu. (Peygamber): 'Bu nedir?' dedi. Dediler ki: '(Bu kadın) Kediyi hapsetti, kedi açlıktan öldü'." 293 Abdullah ibn Ömer (r.a.) de Rasûlullah'ın şöyle dediğini naklediyor: "Bir kadın, açlıktan ölen bir kedi yüzünden azâb edildi. Bu yüzden cehenneme girdi. Allah onu şöyle azarladı: 'Sen onu yedirmedin, sulamadın, yeryüzünde nasibini arayıp bulması için onu serbest de bırakmadın!" 294
Süleyman Hoca anlatıyor: "Benim, Mehmet isimli bir şoför komşum vardı. Biraz zenginleşti. Bir gün kedi, evde bir leğen sütü içmiş veya devirmiş. 'Vay, bu kedi hırsızlık yaptı!' diye kızmış, benzini döküp kediyi cayır cayır yakmış.
Ben bunu duyunca bir gün kendisine:
‘Yahu, Mehmet sen ne yapmışsın? Hiç Allah'ın mahlûku yakılır mı?’ dediysem de
‘Aman hoca, dedi, siz de bu lâfları söyleye söyleye kulaklarımızı tırmaladınız. Ben böyle şeylere inanmam.’
Aradan bir zaman geçti. Bir gün Mehmet otomobilini tamir için arabanın altına girmiş, uğraşıyormuş. Yanında da yanık sigarasını yere koymuş. Sigaranın ateşiyle benzin tutuşmuş ve Mehmet alevler içinde yanmış.
Hemen hastaneye kaldırmışlar. Duyunca sormaya gittim. Ama adam her şeyden habersiz, sadece bir noktaya gözlerini dikmiş, şöyle bağırıyordu:
“Kediyi uzaklaştırın! Kediyi!..”
İşte böyledir. Mazlumun âhı zâlimde kalmaz.
Hayvanların Haşri
“Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, (onlar da) sizin gibi birer ümmet olmasınlar (onların durumları, rızıkları, ecelleri takdir edilmiş, yazılmıştır). Biz Kitâbda hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır. Sonra (onlar), Rableri(nin huzuru)na toplanacaklardır.” 295 Yeryüzünde yürüyen canlılar ve uçan kuşların her türü de insanlar gibi birer ümmettir. Onlar da insanlar gibi sınıf, sınıftır. Yürüyen veya sürünen hayvanlardan her tür bir ümmet, kuşlar bir ümmet, insanlar bir ümmet, cinler bir ümmettir. Âyetin sonunda bütün canlıların, nihâyet Allah'a götürüleceği belirtiliyor: “Sonra Rablerine haşredileceklerdir.” Bu ifâdeden Kıyâmet gününde yalnız insanların değil, hayvanların da diriltilip Allah'ın huzuruna götürülecekleri
292] Müslim, Selâm b. 41, h. 153
293] Buhârî, Enbiyâ 54, Şirb 9. bablar
294] Buhârî; Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, 7/310-311
295] 6/En'âm, 38
- 78 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlaşılır. Âhiret dünyânın özü, ruhudur. Her ruh sahibi o âlemde var olacaktır. "Vahşî hayvanlar haşrolunduğu zaman" 296 âyeti de bunu belirtiyor. Ebûzer (r.a.) diyor ki: "Biz Allah'ın Elçisi’nin (s.a.s.) huzurunda idik. İki keçi birbirine tos vurdu. Allah'ın Elçisi: Niçin dövüştüklerini biliyor musunuz? diye sordu. Hayır, dedik. “Fakat Allah biliyor ve aralarında hüküm verecektir” buyurdu."297 Ebû Hüreyre'den rivâyet edilen bir hadîste Allah'ın Elçisi (s.a.s.): "Kıyâmet gününde boynuzsuz hayvan, (kendisine tos vuran) boynuzlu hayvandan hakkını alacaktır."298 buyurmuştur.
Müfessirler, hayvanların dünyada çektikleri elemlerin ödüllerini görmek, haklarını almak için haşredileceklerini, sonra toprak olacaklarını söylüyorlar. Bizce haşr, sadece öc veya hak alıp sonra toprak olmak için değildir. Dünyada bulunan hayvanlar, âhirette de daha mükemmel biçimde var olacaklardır. Ruh taşıyan her şey, bu âlemden o âleme intikal eder. Ruh ölmez. Bedeninden ayrılan her ruh, kendisine özgü, kendi düzeyindeki bir rûhânî âleme gider. Hayvanlar da kendi düzeylerindeki hayvanlarla beraber olur. Âhiret hayatı, dünyâ hayatının uzantısı, daha mükemmeli; hayâtın gölgesi değil, gerçeğidir. Burada var olan her canlı, orada da vardır. Orada hayvanların, birbirinden haklarını aldıktan sonra toprak olacakları hakkındaki rivâyet doğru değildir. Yüce Allah, sadece hayvanlar birbirinden haklarını almak için onları diriltip sonra toprak etmez. Toprak olacaklarsa haklarını alsalar ne yararı var? Bu, İlâhî hikmete uygun değildir. Ruh, maddeden soyutlanınca ölmez, toprak olmaz. Ölüm, şu dünyadaki maddeye özgüdür. O âlemde ölüm yoktur, orası ölümsüzlük âlemidir. Nitekim yüce Allah: "Orada ilk ölümden başka ölüm tatmazlar" 299 buyurmuştur. 300
Eti İçin Hayvan Kesmek
İslâm'da eti helâl olan hayvanları şer'î ölçülere göre boğazlamaya hayvan kesmek diyoruz. Arapçada eti yenilen hayvanı kesmek ve boğazlamak anlamında kullanılan üç terim vardır. Bunlar zebh, nahr ve tezkiye kelimeleridir. Zebh; boğazlamak, hayvanın boğazına bıçak vurup damarlarını kesmek demektir. Boğazlanmış veya boğazlanacak hayvana da "zebîh" veya "zebîha" denir. Ancak bu terim daha çok sığır, koyun ve keçi gibi hayvanların çene altından meşrû şekilde kesimini ifade eder.301
Kur'ân-ı Kerîm'de bu çeşit kesime yer verilir: "Allah size bir sığır kesmenizi (zebhi) emrediyor."302; "Ve İbrahim'e oğulunun yerine fidye olarak büyük bir (koç) kurbanlık verdik." 303
Nahr; bir hayvanı göğsü üzerinden bıçak vurup, boğaz damarlarını kesmek, demektir. Bu, deve cinsi hayvanın kesim şeklidir. Deveyi çene altından kesmek (zebh) mekruh olduğu gibi, koyun ve sığır cinsini de göğsü üzerinden kesmek (nahr) mekruhtur. Ancak bununla birlikte etleri yenilebilir.304 Tezkiye ise, gerçek
296] 81/Tekvîr, 5
297] İbn Hanbel, Müsned 5/162, 173
298] İbn Hanbel, Müsned 2/235, 301
299] 44/Duhân, 56
300] Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c.2, s. 384-385
301] es-Serahsî, el-Mebsût, Beyrut, t.y, XII, 3; el-Mevsilî, el-İhtiyâr, İstanbul 1984, cz. V, 9
302] 2/Bakara, 67
303] 37/Saffât, 107
304] el Mevsilî, a.g.e., cz. V, 11; el-Fetâvâ-i Hindiyye, V, 288
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 79 -
kesimi veya av tüfeği üzerine besmele çekmek gibi hükmî kesimi kapsamına alır.
Kesimin meşrûiyeti Kitap, Sünnet ve icmâ delillerine dayanır: "Ölü, kan, domuz, Allah'tan başkası adına kesilen, boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan yuvarlanmış, süsülmüş, canavar yırtılmış olup da ölenler, dikili taşlar üzerinde onlar adına kesilen hayvanlar. Üzerinize haram kılınmıştır."305; "O halde Allah'ın âyetlere inanıyorsanız, üzerine O'nun adı anılan hayvanlardan yiyin."306 İlk âyette sayılan hayvanlardan eti yenilenler, ölmeden önce yetiştirilerek meşrû şekilde kesilirse helâl olurlar.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Hayvanı keseceğiniz vakit, bıçağı keskinletiniz ki onu rahat ettiresiniz." 307
"Hayvan kan akıtan her şeyle kesilir. Üzerine de Allah'ın ismi anılırsa o kesileni yiyiniz. Yalnız diş ve tırnak müstesnadır. Sebebi şudur diş bir kemiktir, tırnak ise Habeşlilerin kesme âletidir." 308
Kesimin Meşrû Sayılması İçin Gerekli Şartlar
a. Kesenin müslüman veya ehl-i kitaptan olması. Âyette; "... ancak usûlüne göre kestikleriniz müstesnâ" buyurularak, mü'minlere hitab edilmiştir.309 "Bugün size temiz olanlar helâl kılındı. Kitap verilenlerin (Ehl-i Kitabın) yemeği size, sizin yemeğiniz de onlara helâldir." 310
İslâm, kestiğinin yenilmesi konusunda ehl-i kitabı yani hıristiyan ve yahudileri müşrik ve münkirlerden ayrı tutmuştur. Çünkü ehl-i kitap temelde vahye, peygamberliğe ve genel anlamda dinin aslına inandıkları için mü'minlere daha yakındır. "Ehl-i kitabın yemeği" ifadesi, onların her türlü yemeğini kapsamına alır. Kestikleri hayvanlar da buna dâhildir. Ancak leş, akan kan ve domuz eti gibi bizzat haram olanlar bundan müstesnadır. Bunlar haramdır. Diğer yandan kestikleri hayvan üzerine Mesîh, Üzeyir, haç ve benzeri, Allah'tan başkasının ismini zikretmemeleri de gereklidir. 311
b. Besmele çekmek: İslâm, bir hayvanı keserken üzerine Allah'ın adının anılması prensibini getirmiştir. Başka ilâh anılarak, putlar adına veya kasten besmele terkedilerek kesilen hayvanın etini haram kılar. "Kesilirken üzerine Allah'ın adı anılmayan hayvanları yemeyiniz." 312 Hz. Peygamber (s.a.s.): "Allah'ın adı anılarak, kanı akıtılan hayvanın etini yeyiniz"313 buyurmuştur. Hz. Aişe'den şöyle dediği nakledilmiştir: "Bir grup insan Allah Rasûlüne gelerek şöyle dediler: Bazı kimseler bize et getiriyor. Fakat biz, bu kesilen hayvanın üzerine Allah'ın adının anılıp anılmadığını bilmiyoruz". Hz. Peygamber cevaben: "Üzerine besmeleyi çekip,
305] 5/Mâide, 3
306] 5/Mâide, 5
307] İbn Mâce, Zebâih 3
308] Buhârî, Zebâih 15; Tecrid-i Sarih Tercümesi, VII, 426
309] el-Mevsili, a.g.e, cz. V, 10
310] 5/Mâide, 5
311] el-Kâsânî, Bedâyîu's-Sanayî, V, 45; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, cz.1, 365 vd; el-Cezîrî, Kitabü'l-Fıkh alel-Mezâhibi'l-Erbaa, 11, 22 vd.; el-Kardâvî, İslâm'da Helâl ve Haram, terc. Ramazan Nazlı, İstanbul 1967, s. 64 vd.
312] 6/-En'am, 121
313] Buhârî, Zebâih, 20
- 80 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ondan yiyiniz" buyurdular.314
Âyette, üzerine Allah'ın adı anılmayanı yememek emredilirken, bazı hadislerde konuya esneklik getirilmesi, değişik görüşlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, hayvanı keserken besmele hatırlanırsa, çekmek farzdır. Fakat unutulduğu zaman eti yenilir. Bunlara göre sadece kasden terkedilince, kesilen hayvanın eti yenmez. İbn Abbas'tan rivâyet edildiğine göre, bir gün hayvan kesen, fakat besmeleyi unutan birisinin durumu sorulduğunda şöyle demiştir: "Aziz ve Celîl olan Allah'ın adı, her müslümanın kalbinde mevcuttur. Onun kestiğini yiyin." 315
Şâfiîlere göre, hayvan kesilirken üzerine besmele çekmek sünnettir. Âyette, haram kılınan şeyler; leş, akıtılmış kan ve domuz eti olarak sayılmış, kesilirken besmele terkedilen hayvan zikredilmemiştir.316 Hz. Peygamber bu üç şeyin dışındakilerin haram kılındığını söylemekle yükümlü tutulmuştur. Kesilen bir hayvanın haram olması, üzerine Allah'tan başkasının adını anma yüzündendir. 317
Mâlîkî ve Zâhirîler ise "Kesilirken üzerine Allah'ın adı zikredilmeyen hayvanların etini yemeyin." âyetinde unutma veya terketmeden söz edilmediği için, besmeleyi mutlak olarak farz kabul ederler. Bu prensiple çelişen Hz. Âişe'nin naklettiği yukarıda zikrettiğimiz hadisi de neshedilmiş sayarlar.
c. Kesim şekli: Hayvanın nefes ve yemek borusu ile iki şah damarının (vedec) kesilmesi gerekir. Ebû Hanîfe'ye göre, bunlardan üçünün kesilmesi yeterlidir. Ebû Yusuf'a göre ise, nefes ve yemek borusu ile iki damardan en az birinin kesilmesi gerekir. 318
Kurban niyetiyle Allah rızası için, usûlüne göre kesilen büyük ve küçükbaş hayvanın sevabı, istenilen bir müslümana bağışlanabilir. Mezar ve türbelere veya bir kimseyi karşılamak için kesilecek kurbanda Allah'a ortak koşma belirtilerinden sakınmak gerekir. Kurban bir takım nimetlere kavuşmanın şükrü olarak Allah rızası için kesilir. Misafire ikram etmek için hayvan kesimi câizdir. 319
Hayvan Etleri Cinsinden Yiyeceklerin Helâl ve Haramlığı
İslâm, beden ve ruh sağlığına büyük çapta önem vermiş, sıhhati korumayı ibâdet kabul etmiş, sağlığı zedeleyici özelliği bulunan maddelerin eğlence, gıda ve tedavi için alınmasını haram kılmıştır.
Yiyecek ve içecekler konusunda tarih boyunca toplumların ve bazı filozofların düşünce ve davranışları farklı olmuştur; bunları ifrat, tefrit ve itidâl ölçüleri içinde toparlamak mümkündür. Hayvanın da insan gibi can taşıdığını, kıymaya hakkımız bulunmadığını ileri sürerek et yemeyi haram sayan Brehmenler ile bazı filozoflar ifrâta gitmişlerdir. "Vejetaryen" denilen et yemeyen, eti kendine haram sayan anlayış da bazı çevrelerce bir ayrıcalık ve inanç gibi değerlendirilir. Umumiyetle bitkiler, hayvan ve insanlar için; hayvanlar, bazı hayvanlar ile
314] Buhârî, Zebâih, 21; İbn Mâce, Zebâih 4
315] Buhârî, Zebîrih, 9; Ebû Dâvûd, Sayd, 2; el Kasânî, a.g.e., V, 47; Mevsılî, cı. V, 9
316] el-En'âm, 6/145
317] el-Kâsanî, a.g.e., V, 46
318] el-Mevsılî, cz. V, 110, el-Fetâvâ-i Hindiyye, V, 287
319] Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c.2, s. 384-385
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 81 -
insanlar için; insanlar ise Allah'a kulluk için yaratılmıştır; tabiî nizam budur.
Brehmenler, tefrit yönünü alırken ifrâta kaçanlar da olmuştur: “Ağızdan giren değil; çıkan onu pisler” diyen Pavlos’a dayanarak yeme içme sınırını çok geniş tutan hıristiyanlar da aşırıya sapmışlardır. Meşrû yoldan elde edilen temiz ve faydalı şeyleri helâl kılan İslâm ise itidâli temsil etmektedir. 320
Kur’ân-ı Kerim’de haram olan yiyecekler, bazı âyetlerde özetlenerek, bâzısında ise teferruâta girilerek ifade edilmiştir. Birinci çeşit âyetlerde “boğazlanmadan ölmüş (murdar) hayvan, vücuttan akmış kan, domuz ve Allah’tan başkası adına kesilmiş hayvanlar”321 olmak üzere haram yiyecekler dört adettir. “Leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilenler, -canları çıkmadan önce kesmemişseniz- boğulmuş, bir yerine vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından süsülmüş, yırtıcı hayvanlar tarafından yenmiş olanlar, dikili taşlar üzerine boğazlananlar ve fal okları ile kısmet aramanız size haram kılındı; bunlar fâsıklıktır.”322 Bu âyette etleri haram olan hayvanların on çeşit olduğunu görüyoruz. Ancak bunlardan beşinci ilâ dokuzu arasındakiler, “boğazlanmadan ölmüş hayvan” mefhumuna dâhildir. Dördüncü ve onuncusu ise, “Allah’tan başkası adına kesilen” nevi içinde yer almaktadır.
Allah ve Rasûlü, bazı yiyecek ve içecekleri, bazı giyecekleri, bir kısım iş ve davranışları haram kılmış, yasaklamışlardır. Bunların bir kısmının hikmetini, haram kılınış sebeplerini açıklamışlar, bazılarını ise açıklamamışlardır. Açıklanan ve deneyerek zararlarını anladığımız nice haram ve yasaklardan uzaklaşmanın, birey ve toplum halinde insanların faydasına, iyiliğine olduğunu, ebedî saâdetlerini hedef aldığını görünce, insaflı bir düşüncenin şu neticeye varması zarûrî oluyor: “Aklımız ve bilgimizin kavrayabildiği bunca haramda, bu ölçüde büyük hikmet ve faydalar olduğuna göre, aynı kaynaktan gelen diğer yasakların da -şimdilik bilgimiz dışında kalan- hikmetleri olacaktır."
İnsanların yasaklama ve engellemeleri -en azından başlangıçta- zararı çekmeden önce değil; zararı denedikten ve acıyı çektikten sonra olabilmektedir. İnsanın ruh ve beden sağlığı üzerindeki çalışmalar, insanlık tarihi kadar eskidir. Meselâ bin yıllık âmiyâne tecrübe ve otuz yıllık da ilmî araştırma sonunda bir yiyecek veya içeceğin insan sağlığı için zararlı olduğu anlaşılırsa, bu zarar bu kadar uzun bir zaman sineye çekilmiş olmaktadır. Daha önce aynı şekilde bilmek imkânı olsaydı elbette tedbirler de o zaman başlayacak, zarar asgariye inecekti. Durum böyle olunca ihtimaliyet hesabı -bilimsel ölçülere göre zararını bilemediğimiz, fakat- ciddî (müslümanlar açısından en temel) bir kaynağın zararlı veya haram olduğunu bildirdiği şeyden çekinmemizi gerektirir.
Böyle bir ihtimali hiçe saymak ve zararını bilimsel olarak bilemediğimiz bir şeyi sakınmadan yemek için insanlığın, bilinebilecek her şeyi bilmiş, meçhûlü kalmamış olması gerekir. Hâlbuki doğu ve batının ilim adamları, insanlığın bildiğinin, bilmediği yanında denizden bir damla, güneşten bir ışıncık kadar olduğunu itiraf etmektedirler.
320] 2/Bakara, 168
321] 2/Bakara, 172-173; 6/En’âm, 145
322] 5/Mâide, 3
- 82 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Haram Yiyecekler:
Bu genel değerlendirmeden sonra, haram yiyecekleri teker teker ele alabiliriz:
1- Kendiliğinden Ölmüş -Murdar- Hayvan (Meyte): Meyte’den maksat, insanlar tarafından yenilmek üzere kesilerek öldürülmüş olmayıp müdâhalesiz ölen kara hayvanıdır. Haram kılınış hikmeti için şunlar kaydedilebilir:
a- Tarih boyunca insanlar bundan tiksinmiş ve bütün semâvi din sâlikleri böyle hayvanları yememişlerdir.
b- Müdâhalesiz ölen hayvanlar, genellikle şiddetli zayıflık, zehirlenme ve mikrobik hastalıklar sebebiyle ölürler. Bunların yenmesi tehlikeli neticeler doğurabilir.
c- İnsanlar bu hayvanları yemeyince yaşayan kuşlar ve hayvanlar gıda bulma imkânına kavuşurlar.
d- Murdar ölen hayvanı yiyemeyeceğini bilen sahibi, onun bakım ve tedavisine dikkat eder, kendi haline bırakmaz.
2- Akmış Kan: Hayvan şer’î usulüne göre boğazlanınca vücuttaki kanın büyük bir kısmı dışarıya akar; az bir miktar da ince damarlarda kalır. İşte bu dışarıya akan kanı yemek, içmek haramdır. İnce damarların içinde, dalak, ciğer gibi organlarda kalan kan ise akmış sayılmadığından, et ve sakatat ile birlikte yenilebilir.
3- Domuz: Domuz, doğası gereği pislik, ekşimiş, kokuşmuş nesneler yiyen, pislik içinde yüzen, pis kokan bir hayvandır. Bu sebeple de eti, başta trişin ve tenya olmak üzere birçok mikroba yuvalık etmektedir. Bu hayvanı özel bakıma tâbi tutmak ve etini tıbbî kontrolden geçirmek suretiyle muhtemel zararın önlenebileceği iddiasına karşı iki şey söylenebilir:
a- Bu tedbirler her zaman, her yerde ve her yiyen tarafından alınamaz, alınamamıştır.
b- Genel değerlendirmede de işaret edildiği üzere, domuzun haram kılınmasının hikmeti, bizim bugüne kadar bildiklerimizden ibaret değildir. Dün bilinmeyenler bugün biliniyor; yarınlar da bugünün meçhullerini -kısmen de olsa- aydınlığa kavuşturacaktır.
4- Allah’tan Başkası Adına Kesilenler: İnsan hayatına ancak Allah Teâlâ son verir. Hayvanların hayatına son vermek, yine Allah’ın kudreti ve irâdesiyle olmakla beraber insanlar, faydalanmak için öldürme fiilini işlerler. Bu faaliyete izin veren de Allah Teâlâ’dır. Hayvanı öldürürken O’nun ismini anmak, bu izni tazelemek, ölümün O’nun kudret ve irâdesiyle olduğunu hatırlamaktır. Putlara, uydurma mâbutlara kesilen, bunların adı anılarak boğazlanan hayvanlar yenmez; çünkü yaratan ve öldüren Allah’tır. Putlara ve tanrılaştırılan liderlere kesilen hayvan, O’nun iznine ve ismine dayanmamıştır. Bu yasak, aynı zamanda putperestliğin kökünü kazımak ve tevhidi perçinlemek hikmetini taşır.
5- Meyte Sayılanlar: İlgili âyet, boğazlanmadan, başka sebeplerle öldürülen ve ölen hayvanların da yenmeyeceğini ifade ediyor. Bunların haram oluş hikmeti, meyteninki ile ortaktır. Ayrıca hayvan artığını yemek, insanın yüce vasıflarına
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 83 -
ters düşmektedir.
6- Diğer Kara Hayvanlarından Helâl ve Haram Olanlar: Yukarıda meâli verilen âyet, sarih ve kesin olduğu için âlimler, zikredilen dört şeyin haram olduğunda ittifak etmişlerdir. Bunların dışında kalan hayvanlara gelince: Kur’an’da Rasûl-i ekrem’i kast ederek “onlara temiz şeyleri helâl kılar, pis şeyleri de haram kılar”323 buyrulur. Burada pis şeyler diye tercüme edilen “el-habîs”in tefsirinde müctehidler ihtilâf etmişlerdir. Bazı müctehidlere göre habîs, Allah ve Rasûlü’nün haram kıldıklarıdır; yani haram oldukları hakkında âyet veya hadis bulunan şeylerdir; Bu sebeple haşarât, kurbağa, yengeç, kaplumbağa gibi hayvanlar haram değildir.
Ebû Hanîfe, Şâfiî gibi müctehidlere göre ise, “habîs”, umumiyetle insanların (veya Kur’an inzâl olduğu sırada Arap toplumunun) tiksindiği, iğrendiği şeylerdir; dolayısıyla yukarıda sayılan canlılar ve benzerleri haramdır. Pislik ve leş yiyen hayvanlar da “habîs”ler içinde değerlendirilmiştir. Hz. Peygamber, Hayber günü ehlî eşek etini yasaklamıştır 324. Bu nass sebebiyle cumhûra göre ehlî eşek ve katır haramdır. At, Ebû Hanîfe’ye göre helâl değildir, İmameyn’e ve Şâfiî’ye göre helâldir. Rasûlullah’ın (s.a.s.) “Bütün köpek dişli yırtıcılar ile yırtıcı pençesi olan kuşları yemeyi” yasakladığı rivâyet edilmiştir.325 Hanefîler, bu hadiste geçen “sibkâ” kelimesini et yiyenler şeklinde anlamışlar ve bu çeşit hayvanları haram saymışlardır. İmam Şâfiî “insanlara saldıran ve parçalayan” şeklinde anladığı için tilki ve çakalı istisnâ etmiştir. İmam Mâlik, yırtıcılar için haram yerine, mekrûh tabirini kullanmıştır.
7- Deniz Hayvanları: Ulemânın ekseriyeti, deniz hayvanlarının tümünün helâl olduğu görüşündedirler. Ancak karada yaşayan ve yenmesi haram olan insan ve domuz, köpek, ayı gibi hayvanların ismini taşıyan deniz hayvanlarında ihtilâf etmişler; bazıları bunların helâl olmadığını ifade etmiştir. İmam Mâlik’e göre yalnızca deniz domuzu mekruh; diğerleri helâldır. Deniz hayvanları için helâl sınırını çok geniş tutan bu görüşün delili âyetlerdir: “Taze et yemeniz, takındığınız süsleri edinmeniz ve Allah’ın bol nimetinden faydalanmanız için denize -ki gemilerin onu yara yara gittiğini görürsün- boyun eğdiren de O’dur...” 326
Hanefîlere göre, deniz hayvanlarından yalnızca -bütün çeşitleriyle- balık helâldır. Bu hayvanın boğazlanması gerekmez. Kendiliğinden ölen yenmez. Dalga, taş, havasızlık, avlanma gibi sebeplerle öleni yenir, diğer deniz hayvanları ya iğrençtir yahut da -boğazlanmadığı için- meyte hükmündedir.
"Ehlî eşekler, onların atları, katırları, vahşi hayvanlardan her bir kesici dişi (köpek dişi) olan, kuşlardan da pençeleri olanlar haramdır." 327
Hayvanları Putlaştırıp Onlara Tapmak
Hayvanlara Tapmanın Menşei: Özellikle muvahhid bir mü’minin selim aklı, insanın nasıl olup da Yaratıcısını bırakıp, basit bir maddeden ibaret taşa, demire,
323] 7/A’râf, 157
324] Buhâri, Megâzi 38; Zebâih 27, 28; Müslim, Nikâh 30
325] Müslim, Sayd 15, 16; Ebû Dâvud, Et’ıme 32; Tirmizî, Sayd 9-11
326] 5/Mâide, 96
327] Ebû Dâvud, Et'ıme 26, hadis no: 3790, 33, hadis no: 3806; Nesâî, Sayd 30, 31; Buhârî, Zebâih 29; Müslim, Sayd 12-16; Tirmizî; Et'ıme 1,hadis no: 1477, 1478, 1479; İbn Mâce, Sayd 13, hadis no: 3232, 3234
- 84 -
KUR’AN KAVRAMLARI
betona; bunlardan yapılmış heykele/puta ya da kendinden daha âciz, daha düşük yaratıklar olan hayvanlara taptığını anlamakta zorluk çekebilir. Anlayamamasında da haklıdır; ancak unutulan bir şey var, o da; müşriklerin müslümanlar gibi olmadıkları, akıllarını kullanmayıp hayvanlaştıkları ve hatta hayvandan daha aşağı seviye göstermeleri. Ancak Allah'a ibâdet/kulluk yapan kimse, aklını vahiy ve fıtrat istikametinde kullanıp Allah'tan başkası önünde eğilmez; izzetli, onurlu, şahsiyetli ve özgür olabilir. Ancak mü’min, yeryüzünde halife olduğunu, diğer yaratıkların insan için yaratılıp onun emrine boyun eğecek şekilde hizmetine verildiğini kabul ederek, buna teşekkür/şükür için sadece Allah'a ibâdet ve itaat edilmesi gerektiğine inanır.
Allah'a teslim olup sadece O’na kulluk yapmamak için olmadık gerekçeler üretmeye kalkan insanın, fıtratındaki inanma ihtiyacını doğru yöne kanalize edemeyince ne kadar alçaldığının bir örneğidir hayvanlara tapmak. Sonu şirkle, hayvanlara tapmayla sonuçlanan bu tavır, tevhidin hayata yeterince aksettirilemediğinden, tavhidî bilinç ve yaşayıştan tâvizler verilerek giderek tevhidin unutulmasından ve bu boşluğun başka şeylerle doldurulmasından oluşmuştur. Tabii ki, imtihan için verilen irâdenin şeytan, hevâ/kötü arzular gibi soyut ve zâlim/müşrik yöneticiler gibi, egemen güçler gibi somut saptırıcıların da rolü olmuştur, olacaktır.
En büyük ahmaklık ve aşağılık olan hayvana tapma ile sonuçlanacak yol, büyük bir ihtimalle, tevhidden önemsiz görülen sapmalarla, küçük tâvizlerle başlamıştır. Şirke meyil de, bazı varlıklara gerektiğinden fazla değer vermekle başlamış, tevhidden tâviz veren insanlar, görmedikleri için uzakta kabul ettikleri Allah'a böyle aracılarla ulaşabilecekleri saflığına kapılmıştır. Giderek bazı basit maddî varlıkları, elleriyle yaptıkları heykelleri, ya da değersiz bir hayvanı sevgi veya korkunun, ya da her ikisinin yöneltildiği bir kutsal varlık olarak düşünmüşlerdir. Başlangıçta sadece birer sembol olarak gördükleri totemlerini, kutsallaştırarak tanrısal bazı özellikleri olan, küçük tanrı, yarı tanrı ve tanrı kabul etmeye başlamışlardır. Sonu esfel-i sâfilîn olan çıkmaz yola insan, tevhidden ve selim akıldan küçük sapmalarla sürüklenmiştir. İnsan, animizm denilen cansız varlıklarda bir ruh kabul etme anlayışını, şeytanî teorilerle hayal ve zanna dayalı yorumlarla totemleştirip kutsallaştırmıştır. Bundan sonrası, kendiliğinden gelmiş ve insana gerçek anlamda hiçbir fayda ve zarar veremeyecek, yol gösteremeyecek basit varlıkların putlaştırılmasına geçilmiştir.
Bazı hayvanları kutsal kabul edip onlara tapmak, çok eskidir ve totem anlayışından türediği kabul edilir. Birçok ulus, farklı hayvanları kutsal saymış, nice ulus ve kavim de hayvanları tanrı kabul etmiştir. Özellikle eski Mısır, hayvana tapmanın bütün çeşitlerini yüzyıllar boyunca sürdürmüş bir ülkedir. Eski Mısır’da öküzlere, ineklere, kedilere, leyleklere, timsahlara, farelere, su aygırlarına tapılmıştır. Öyle anlaşılıyor ki, bazı hayvanların zararından kaçınmak ve korunmak için o hayvanlara tapınılmış, bazıları da üstün özellikler vehmedilerek kutsallaştırılmıştır. Ünlü tarihçi Herodotos, kulakları ve ön ayakları mücevherlerle süslü kutsal timsahlar gördüğünü yazmaktadır.
Bazı arkeologlar, yaptıkları kazılarda kutsal boğaların yerleştirilmiş olduğu sandukalar içinde özel mezarlar bulmuştur. Anlaşılıyor ki, tevhid dininden uzaklaşan eski insanlar için hayvan, insandan çok daha esrarlıydı. Milâttan önce 6.
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 85 -
yüzyılda Mısır’a saldıran İranlılar, savaş taktiği olarak ordularının önüne kedilerle leylekleri yerleştirmişlerdi. Mısırlılar, karşılarında tanrılarını görünce onlara karşı silâh kullanma gücünü gösteremediler. Hindistan’da ineklere, timsahlara, fillere ve maymunlara; Finlandiya ve Kuzey Sibirya’da ayılara; Pasifik okyanusunda kertenkeleye; Afrika’da aslanlara ve yılanlara; Girit’te boğalara tapılmıştır. Birçok eski Yunan klanları hayvan adları taşımaktadır.
Tarihsel süreçte hayvan tapımı, hayvan-tanrılardan hayvan başlı tanrılara, onlardan da tanrıların arkadaşı hayvanlara geçildiğini göstermektedir. Mısır tanrıları çeşitli hayvanlarla simgelenmiştir. Ptah ve Osiris, Apis öküzünde belirmektedir. Hathor inek, Horus leylek, Ganeş fil, Toth maymun, Kepre bokböceği kafalıdır. Yunan tanrılarının yanlarından hiç ayırmadığı çeşitli hayvanlar vardır; Zeus’un kartalı, Athena’nın baykuşu, Apollon’un kertenkelesi bu gibi tanrı arkadaşı-hayvanlara örnektir.
Yunan tanrılarının çoğu çeşitli serüvenlerinde çeşitli hayvan kılıklarına girerler. Meselâ, Zeus kuğu kuşu kılığına girerek Leda’yı, boğa kılığına girerek Europa’yı kaçırır; İo inek kılığına girerek dünyayı dolaşır. Hint tanrıları ve Buda, çeşitli avatar’larında değişik hayvan kılıklarına bürünürler. Mısır inançlarında tanrı Ra, bir yumurtadan kaz biçiminde çıkar ve uçmaya başlar, onun uçuşuyla göğün karanlığı aydınlanır ve yeryüzü canlanır. Slav inançlarında Vseslaviç kimi yerde kurt, kimi yerde kartal kılığına girer; bir savaşta da sansar kılığına girip düşmanın silâhlarını kemirir, bütün ordusunu karınca kılığına sokup düşmana saldırtır.
Çeşitli inançlarda tanrılık niteliğindeki gerçek hayvanların yanında, tasarlanmış mitolojik hayvanlar da vardır. Çinlilerin ejderleri, Hintlilerin naga adlı çok kafalı yılanları, makara adlı deniz canavarları, garuda adlı acaip kuşları bu hayal ürünü hayvanlardandır. 328
Çok eski zamanlardan günümüze kadar çeşitli hayvan türleri, dinî açıdan ya ibâdet objesi ve aracı olarak saygı görmüş veya bir kütle ilgili kabul edilmiştir. Mitolojilerde bolca işlendiği gibi, hayvanların bilgeliğini, sihir veya kehânetteki fonksiyonlarını açıklamaya yönelik çok sayıda efsanenin bulunduğu bilinmektedir.
Hayvanlarla ilgili dinî inançların, tarihin çok eski devirlerinden beri var olduğu bilinmektedir. Özellikle tabiatüstü güç taşıdıklarına ilişkin inançlar Neolitik dönem öncesinde insanlarla aralarında geçen mücadelenin başlangıcına kadar çıkarılabilir. Tarih öncesi dönemlerdeki avlanmaya dayalı yaşama biçiminde insanların hayvanları yakından tanımaları bu konudaki dinî inançlar yönüyle hayvanlara saygı duyulması yolunun açılmasına sebep olmuştur. İnsan ve hayvan arasındaki bu ilk ilişkinin sonucunda oluşan inançlar, hayvanın kanı içerisinde bulunduğuna inanılan bir ruh (can) fikri etrafında biçimlenmiştir. Buna göre ruh bir anlamda kanda ikamet eden maddemsi bir varlıktır.
Özellikle Sâmî kavimlerde görüldüğü haliyle kan, ruh veya hayat bahşedici bir unsur olarak kutsaldır ve boş yere akıtılmaz veya ancak belli dinî amaçlarla akıtılabilir. Bundan dolayı kan serpme, törenlerin vazgeçilmez rüknüdür. Aynı şekilde Sâmî kavimlerle sınırlı kalmayan inşâ edilmiş bir mekânın, kutsal sayılan
328] Orhan Hançerlioğlu, İnanç Sözlüğü, s. 231
- 86 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir alanın, yeni inşâ edilen bir yapının veya bir nesnenin hayat kazanması ya da uğur getirmesi için hayvan kanı akıtılması geleneği de bu inançla yakından ilgilidir. Öte yandan kanın yeni bir hayat bahşettiği inancıyla (İslâm dışı) kurban fikri arasında da yakın bir bağ vardır ve kanlı kurban kavramının oluşmasına zemin hazırlayan başlıca unsurlardan biri budur. Hatta işlenen bir suçun, kan dökmekle, yani yeni bir hayat bahşetmekle telâfi edilebileceği inancı da hayvan kurban etme fikrini pekiştirmiştir denilebilir.
Günümüzde hâlâ geçerliliğini sürdüren, kültürlü kültürsüz hemen her ülkedeki câhiliyye insanını etkileyen fallara konu olan burçlar da, çoğunlukla hayvan adlarını alan burçlar aracılığıyla gündeme getirilmektedir. Günümüzde bazı ilkel topluluklarda da sıkça rastlanan bir başka inanç ise, hayvanın kehânet veya falcılıkta kullanılmasıdır. Genel olarak tarih boyunca hayvanların kehânette kullanılması ikiye ayrılmaktadır.
a) Hayvan hareketlerini gözlemek. Buna göre kuş, yılan, balık, bazen deve, koyun vb. hayvanların hareketlerine bakarak istenilen şeyin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği konusunda bir kehânette bulunulur. Özellikle totemlerden seçilen bu “kâhin hayvanlar”ın, tabiatüstü yetenekleriyle kabile fertlerine mesaj iletecekleri inancına dayanan bu kehânette bilhassa hayvanın gidiş istikameti, çığlığı veya izi değerlendirilmiştir. İnsanlara öğüt veren “bilge hayvanlar” mitosu da bu inançla ilgilidir.
b) Hayvanların iç organlarına bakarak gelecekte vuku bulacak şeyleri önceden kestirmek. Bedenin merkezî organı olarak düşünülen karaciğer, birtakım bölgelere ayrılarak bu bölgeler üzerinde görülen şekillerin hayalî yorumuna dayanılarak gelecekten haber vermeye çalışılmıştır. Bu tip kehânetlerde zaman zaman kalp, kemik, böbrek gibi başka organlar da kullanılmıştır. Bazen bu organlar kötü güçleri uzaklaştırma veya tılsım gibi sihrî amaçlar çerçevesinde de değerlendirilmiştir.
Bu bağlamda bir başka inanç biçimi de totem ve hayvan arasındaki münasebet sonucunda ortaya çıkmıştır. Kabilenin hayatını sürdürmesine katkıda bulunan veya kabilenin varlığını tehdit eden hayvanlar totem sayılmış, ayrıca bu hayvan totemler kabilenin veya fertlerin şahsî sembolleri haline getirilerek insanlar arasında bir nevi iletişim sistemi oluşturulmuştur. Diğer taraftan totem sayılan hayvanın gücüne kavuşabilmek için o hayvanın hareketlerine benzetilerek yapılan danslar da özellikle şaman konumundaki insanların öteki âleme geçmek için başvurdukları temel metodun dayanağını teşkil etmiştir.
Yakındoğunun zengin hayvan varlığı, dinî inançlara doğrudan doğruya yansımıştır. Batı İran ve Anadolu’dan Mısır’a, Mezopotamya’dan Kafkasya’ya kadar uzanan bu geniş coğrafyada geliştirilen hayvanlarla ilgili inançlar birbirine çok benzemektedir. Bunun en önemli sebebi, fauna içinde yer alan ortak hayvanların sayıca fazla olması ve bölgedeki göç güzergâhlarının aynı yolları izlemesidir. Bununla birlikte farklı coğrafyalarda aynı hayvanlara daima aynı rol ve sembolik değerlerin yüklendiği söylenemez.
“Icl”in/Buzağının Putlaştırılması
Kur’an, İsrâiloğullarının “ıcl”e/buzağıya, daha doğrusu buzağı/dana şeklinde temsil edilen heykele taptıkları bir zamanın olduğunu bildirir. Buzağıya
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 87 -
tapınma, eski dünyada geniş bir alana yayılmıştı. Hindistan’da İndra, Mısır’da Ammon, Sümerlerde ve Filistin’de Baal ismi verilen tanrı heykelleri boğa şeklindeydi. Babil’in ay tanrısı Sin “güçlü Enlîl buzağısı”, Ur’un ay tanrısı, Nannar ise “göğün güçlü genç boğası, Enlîl’in en üstün oğlu” diye nitelenirdi. Yunanistan’da Zeus da boğa şeklinde temsil edilmiştir. Kısaca, tanrıyı boğa şeklinde temsil etmek, Hindistan, İran, Sümer, Babil, Filistin, Fenike, Mısır ve dünyanın birçok yerinde görülür.
Allah, İsrâiloğullarını Hz. Mûsâ vasıtasıyla tevhide eriştirdiği halde, onlar civarın/çevrenin tesiriyle putçuluğa özenip meyletmişlerdi. “İsrâiloğullarını denizden geçirdik, orada kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine: ‘Ey Mûsâ! Onlara ait tanrılar gibi bizim için de bir tanrı yap!’ dediler. Mûsâ, ‘Gerçekten siz câhil bir toplumsunuz’ dedi. Şüphesiz bunların (Amalika kavminin) içinde bulundukları (din) yıkılmıştır ve yapmakta oldukları da bâtıldır. Mûsâ dedi ki: ‘Allah sizi âlemlere üstün kılmışken ben size Allah’tan başka bir tanrı mı arayayım?”329 İsrâiloğulları, bu âyette belirtildiği gibi Firavun’un zulmünden apaçık bir mûcize ile kurtulup denizi geçtikten sonra, buzağıya tapan Amalika kavmine rastladılar, kendi peygamberlerinden, onların tanrıları gibi, buzağı şeklinde bir tanrı yapmasını istediler. Hz. Mûsâ onların teklifini reddetti ve onları cehâletle suçladı.
Henüz Hz. Mûsâ aralarında iken, altın buzağı heykeli yaparak ona tapmaya başlayıp tevhidden dönmüşlerdi. “(Tûr’a giden) Mûsâ’nın arkasından kavmi, zînet takımlarından, böğürmesi olan bir buzağı heykelini (yapıp tanrı) edindiler. Görmediler mi ki o, onlarla ne konuşuyor, ne de onlara yol gösteriyor? Onu (tanrı olarak) benimsediler ve zâlimler oldular.”330 Hz. Mûsâ’nın Tûr’da Rabbi ile mülâkatı esnasında İsrâiloğullarından Sâmirî adında bir sanatkâr, zînet takımlarını toplayarak bir buzağı heykeli yaptı ve ‘sizin de Mûsâ’nın da tanrısı budur. Fakat Mûsâ tanrısını unuttu’ dedi. Sâmirî, buzağıyı öyle bir ustalıkla yapmıştı ki, İbn Abbas’ın rivâyetine göre, heykelin arkasından giren rüzgâr, ağzından ses çıkarıyor; rüzgâr estikçe böğürmeye benzer bir ses duyuluyordu. “Buzağıyı (tanrı) edinenlere, mutlaka Rablerinden bir gazap ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir. İşte Biz iftiracıları böyle cezalandırırız.” 331
Şimdiki muharref Tevrat, buzağıyı yapmayı Hz. Hârun’a nisbet eder.332 Kur’an, bu işin doğrusunu söyleyerek bu peygamber hakkındaki iftirayı düzeltir. Allah’ın emriyle Hz. Mûsâ’nın İsrâiloğullarından bir sığır (buzağı, boğa vs.ye şâmildir) boğazlamalarını istemesi üzerine, onların gösterdiği mukavemet meşhurdur.333 Bu emir, şu hikmete mebnî olmalıdır: Allah Hz. Mûsâ ümmetini çevrenin şirkinden temizlemek istiyordu. Fakat her şeye rağmen, yahûdilerin bundan kurtulamadıklarını, Kur’an belîğ bir şekilde ifade eder: “Küfürleri yüzünden buzağı (sevgisi) kalplerine sindirildi.”334 Apaçık âyetlerden, delillerden sonra, onların buzağıyı benimsemelerini takbih eder, kınar: “Eh-i Kitap senden, kendilerine gökten bir Kitap indirmeni istiyor. Onlar Mûsâ’dan, bunun daha büyüğünü istemişler: ‘Bize Allah’ı apaçık göster’ demişlerdi. Zulümleri sebebiyle hemen onları yıldırım çarptı. Bilâhare kendilerine
329] 7/A’râf, 138
330] 7/A’râf, 148; Benzer âyetler için Bk. 20/Tâhâ, 85-98
331] 7/A’râf, 152
332] Kitab-ı Mukaddes, Çıkış 32. bap
333] 2/Bakara, 67-71
334] 2/Bakara, 93
- 88 -
KUR’AN KAVRAMLARI
açık deliller geldikten sonra buzağıyı (tanrı) edindiler. Sonra da onları affettik. Ve Mûsâ’ya apaçık delil (ve yetki) verdik.” 335
İsrâiloğullarının, zaman zaman buzağıya tapınmaya döndüklerini, Kitab-ı Mukaddes’te de görüyoruz. Peygamber Hoşea, buzağıya tapan yahûdilerle mücadele eder.336 Sâmiriye bölgesinde 7. İsrâil kralı Ahab (M.Ö. 874-853) devrine ait bir kitâbe üzerinde, tanrı adı için çok mânidar bir isim bulunmuştur: Egelyo (Boğa); yani yahûdilerin tanrısı Yahova, bir boğadır. Kur’an’ın buzağıyı yapma işini Sâmirî’ye nisbet etmesiyle egel (ıcl) kelimesine, bu münasebetle dikkat çekmek gerekiyor. Yahova’nın bir boğa şeklinde temsil edilmesine de çok rastlandığı belirtilir.
Kur’an, bu sapmadaki mânâsızlığa ve mantıksızlığa temas etmektedir: “...O buzağının kendilerine söz söylemediğini ve yol da göstermediğini görmediler mi? Onu tanrı olarak benimseyip kendilerine yazık ettiler.”337 Bir başka yerde, bu tanrının “fayda da zarar da vermediği”338 bildirilir. Hz. Mûsâ’nın dilinden şöyle denilir: “Durup üzerinde titrediğin tanrına bak! Onu yakacağız, sonra da onu parça parça edip denize atacağız. Sizin tanrınız ancak kendisinden başka tanrı olmayan Allah’tır; ilmi her şeyi kuşatmıştır.” 339
Deylemî’nin Müsned’inde Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu rivâyet edilir: “Her ümmetin bir ıcl’i vardır; bu ümmetin ıcl’i de dînâr ve dirhemdir (küçük ve büyük paradır).” 340
Sığırın Kutsallaştırılıp Tanrılaştırılması
Bilindiği gibi, İsrâil oğulları, Mısır’dan çıktıktan sonra, çölde su içmek için indikleri bir vahada ineğe tapan bir toplumla karşılaştılar. Bu toplumun Amalika kavmi olduğu belirtilir. Tevhidi tebliğ eden Hz. Mûsâ’ya ve vahye inandıkları halde, onlar civarın/çevrenin tesiriyle putçuluğa özenip meylettiler. “İsrâiloğullarını denizden geçirdik, orada kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine: ‘Ey Mûsâ! Onlara ait tanrılar gibi bizim için de bir tanrı yap!’ dediler. Mûsâ, ‘Gerçekten siz câhil bir toplumsunuz’ dedi. Şüphesiz bunların (Amalika kavminin) içinde bulundukları (din) yıkılmıştır ve yapmakta oldukları da bâtıldır. Mûsâ dedi ki: ‘Allah sizi âlemlere üstün kılmışken ben size Allah’tan başka bir tanrı mı arayayım?”341 Zaten, kendilerini köle edip ülkelerinden çıkaran Mısır’lıların tanrılarından biri inek anlamına gelen Hotor’dur. Gözleriyle görüp şâhid oldukları asa ve özellikle deniz mûcizeleriyle kendilerini kölelikten ve her çeşit zulümden kurtaran Allah’a tapmak yerine; kendilerini köleleştiren Mısırlıların ilâhlarına tapmak gibi iğrenç bir nankörlük işlediler.
Boğa: Hayvanlara tapmanın en önemli örneklerinden biri olan boğayı kutsal ve ulûhiyetin simgesi saymak, hemen bütün tevhid dışı inançlara sahip ilkel inançlarda yer alır. Boğa, yaratıcı tanrının veya tanrının yaratıcılığının sembolü
335] 4/Nisâ, 153
336] K. Mukaddes, Hoşea, 8/5-6
337] 7/A’râf, 148
338] 20/Tâhâ, 89
339] 20/Tâhâ, 97-98; Suat Yıldırım, Kur’an’da ulûhiyet, s. 363-364
340] Hayâtu’l Hayevân, 2/16; naklen, S. Ateş, Kur’an Ans. 8/92
341] 7/A’râf, 138
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 89 -
ve kutsal hayvanı olarak kabul edilirdi. Sümerler arasında güçlü yapısından dolayı boğa, fırtına tanrısının kutsal hayvanı ve aynı zamanda kozmik düzenin sembolü kabul edilmiştir. Sümerlerde boğa, erkek-insan başlı olarak da tasvir edilmiştir. Ayın hilâl şeklindeki görünüşü ile boğanın boynuzları birbirine benzediği için Sümerler bu hayvanla ay arasında da ilişki kurmuşlardır.
Bütün mitolojilerde olduğu gibi, Asur-Bâbil kültünde de boğa güç, bereket ve dölleyiciliğin, erkeklik gücünün sembolü olarak görülür; ayrıca büyük kapıların iki yanına koruyucu heykelleri konurdu. Bu heykellerle, Tevrat’ta cennetin yolunu bekledikleri söylenen Kerûbîler342 arasında benzerlik bulunduğu ileri sürülmüştür. Tevrat’a göre boğa, güç ve kudret sembolü olarak kabul edilmekte,343 ulûhiyeti temsil için seçilmektedir. Hz. Mûsâ Sina’da iken kavmi buzağı yapıp ona tapmış,344 on kabilenin ayrılışında kral Yeroboam, Bethel ve Dan’da yaptığı mâbedlere birer boğa heykeli dikerek bu tapınmayı yeniden tesis etmiştir.345 Mısır’da, boynuzları arasında bir güneş diski taşıyan boğa başının bereket sembolü ve Osiris’le ilintili olarak, ölüm ve yeniden doğuş tanrısı gibi kabullenildiği de bilinmektedir.
Hititler, boğaya hem tapıyor, hem de etini yiyorlardı; kanını da tanrılarına sunmaktaydılar. Hititler’de gök, Urartular’da savaş tanrısının kutsal hayvanı boğadır. Mısır’da ise bu küt, özellikle delta bölgesinde yaygındır ve Apis adı verilen boğa – tanrı, tanrı Ptah ile Osiris’in bedenleşmiş şekli kabul edilmiştir. Boğanın kutsallığı, bütün müşrik Sâmî dinlerinde süregelerek Antikçağ Yunan ve Roma inançlarına kadar gelmiştir. Boğa, eski Yunan’da Zeus’un, Roma’da Jupiter’in simgesidir. Eski İran’da da yaygın olan boğa kültü, Mitraizmde tanrı Mitra’nın kutsal hayvanı olarak görülürdü.
Genel olarak göçebe toplumlar, büyük baş hayvan besiciliği ile uğraşmaktaydılar. Onun üretim işlevindeki rolünün bilinci altında olmaları nedeniyle, boğa bir çoban tanrısı olarak tabulaştırılıyor ve sürünün tanrılaşmış önderi oluyordu. Yaratıcı gücün sembolü kabul edilen boğanın, bronzdan yapılmış başlarının, dinî törenlerde bir mızrak veya sopa üzerine takılarak taşınması olayı, ilk olarak M.Ö. 3. binden itibaren, Anadolu’da görülmüş ve dinsel amblemlerin prototipi olmuştur.
Neolitik çağdan itibaren, boğa ve şimşek ilişkisi, mutluluk göstergesi ve atmosferik tanrılarla ilişkili tutulan semboller arasına girmişlerdir. Bu bakımdan boğanın böğürmesi, tarıma dayalı toplumlarda, bereketin habercisi olan gök gürültüsü ve yağmur getiren fırtına ile eşdeğer tutulmuştu.
Öküz: Eski Mısır inançlarındaki Apis öküzleri ilâhî gücü simgeler ve bu öküzün tanrı niteliğinde olduğuna inanılır. Yine Hz. Mûsâ döneminde Amalika kavminin sığır heykellerine taptıklarını Kur’an ve tefsirlerden öğrenmekteyiz. Amerika yerlilerinden İnka’lar da öküze tapmışlardır. Hititlerin tanrısal öküzü Hurris, İbrânîlerin kutsal boğaları, Hitit’lerden önce Anadolu’da yaşamış olan çeşitli ulusların Seris ve Hurra adını taşıyan boğaları, Girit boğası, sığıra tapmanın ne kadar yaygın olduğunu gösterir. Sığırı kutsal sayma anlayışının günümüz
342] Tekvin, 3/24
343] Sayılar, 23/22; Tesniye, 33/17; Mezmurlar, 22/12
344] Çıkış, 32/4
345] 1. Krallar, 12/28-29
- 90 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Anadolu’sunda bile hâlâ sürdüğü görülür. Anadolu’da pek çok evin kapılarına boynuzlu hayvan başları asılır ve o başın ya da boynuzun eve birçok kötülüklerin girmesine engel olacağına inanılır.
Apis Öküzü: Alnında ay biçiminde ak bir leke bulunan kara öküz. Eski Mısır’da güneş diski ve kıvrılmış kobra suretlerini taşıyan bir boğa şeklinde tasavvur edilen kutsal varlık. Eski Mısır’ın şirk inançlarından biri olarak, hayvanları tanrı sayma yerine, bazı hayvanların tanrıların ruhlarını taşıdığına inanılırdı. Apis öküzleri, bu inancın en gelişmiş örneğidir. Alnında beyaz bir ay, dil altında bir domuzlan ve sırtında akbabalardaki gibi lekeler bulunan bu kara öküze Mısır dilinde Hapi denirdi ve onun, tanrı Ptah’la tanrı Osiris’in ruhlarını taşıdığına inanılırdı. Yaşarken güneş tanrısı Ptah’ın ruhunu taşıyan Apis öküzü, ölünce Osiris-Apis oluyordu. Mumyalanır ve serapeum denilen özel bir mezara gömülürdü. Ölünce, yerine bu renklerde yeni bir Apis bulununcaya kadar yas tutulurdu. Sağken bir tapınakta özenle beslenen Apis öküzüne, özellikle Menfis’te tapılmıştır. Başlangıçta Nil tanrısı Hapi biçiminde olan Apis, muhtemelen bereketle ilişkili bir tanrı kabul edilirdi.
Eski İran’da Mazdeizmin çıkışı da öküz ve ineklere bağlanır. Göçebeler öküz ve ineklerin değerini bilmiyorlar, onları horluyorlardı. Öküzün ruhu, içine düştüğü kötü durumu gökyüzüne haykırmakta, bir koruyucu bulmak için yalvarmaktaydı. İşte Zerdüşt böyle bir ortamda bir tarım reformcusu olarak ortaya çıktı ve Mazdeizmi ekonomik ve toplumsal bir temele oturttu.
İnek: Üretkenliği ve besleyiciliği dolayısıyla eski dünyanın pek çok yerinde önemli bir kült hayvanı olan inek, özellikle Hindistan’da giderek bir inanç sistemine kaynaklık etmiştir. Veda’lar çağında tapılmıştır. Hindistan’da inek kültünde, inekle yeryüzü, gök, güneş şuaları, konuşma ve ilâhi söyleyen kişi arasında mistik bir ilişki kurulur. Yeryüzünün, ineğin altında bulunduğuna inanılmaktadır. Bazı efsanelerde yeryüzü inek şeklinde gösterilmiştir. Hint kültüründe ineğin öldürülmesi haram olup Mahabharata’da ineği öldüren kişinin hayvanın vücudundaki kıl sayısı yıl kadar cehennemde kalacağı belirtilmiştir. İnek tabusu, Hindistan’da varlığını hâlâ sürdürmektedir. Müslümanlarla mecûsîler arasındaki birçok savaş, ineğin kesilmesi yüzünden çıkmıştır. Eski Mısır’da da kutsal sayılmış, gökyüzü ayaklarını yeryüzüne dayamış bir inek olarak tasvir edilmiştir. Gökyüzü-tanrıçası Hathor ya da Nut da inek biçiminde tasarımlanırdı. İskandinav mitolojisinde de gece bir inektir.
İstanbul boğazına batılılar Bosphor (Bosfor) derler. Bosfor, Yunanca inek geçidi anlamına gelir. Kudurmuş hamamböceği şeklindeki Hera’dan kurtulmak için İo, bosfordan atlayarak asya topraklarına bu boğazdan geçmiştir. Yunan mitolojisine göre, Zeus’un Hera’nın kıskançlığından korumak için, beyaz bir inek veya öküz biçimine soktuğu sevgilisi İo, Bosfor’dan yani İstanbul boğazından Anadolu kıyısına bir sıçrayışta aşıp geçtiği için boğaza Bosphoros (inek -veya öküz- geçidi) denilmiştir.
Boynuz: Boynuz, eski çağ kültür ve mitolojilerinde mânevî yükseliş ve güçlülüğün sembolü olmuştur. Aynı zamanda koç boynuzunun güneş; boğa boynuzunun ise ay benzeri bir özyapıya sahip olduğu varsayılmaktaydı. Yunan-Roma mitolojilerinde bereket ve mutluluğun bir sembolü olarak yerleştiğini gördüğümüz bu boynuzun içi, aşırı bolluk anlamında, buğday daneleri ve dışarıya taşmış
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 91 -
meyvelerle doludur. Hitit tanrıları da boğa boynuzlu olarak gösterilmişlerdi.
Tarihte pek çok örneği bulunan ve adına Latince corniculum denilen boynuzlu miğfer, özellikle geç devirlerde Galyalılar’ın ve Vikingler’in sembolü haline gelmiştir. Büyük İskender Mısır’ı fethettiği zaman, halkın sevgi ve saygısını kazanabilmek için, baş tanrı Amon’un oğlu olduğunu iddia etmiş ve böylece, zaten binlerce yıldan beri firavunların tanrılığına inanmış olan Mısır halkına, kendisinde ilâhî bir güç bulunduğunu kolaylıkla kabul ettirmiştir. Tanrı Amon’un koç başlı olduğuna inanıldığı ve heykelleri boynuzlu yapıldığı için, İskender de mânen boynuzlu farzedilmiş ve ölümünden sonra adına bastırılan paralarda/sikkelerde koç boynuzlarıyla resmedilmişti.
Özellikle boğa boynuzu, tarihin ilk günlerinden beri güç kuvvet sembolü olarak kabul edilmiş ve bu sebeple eski uygarlıkların hemen hepsinde tanrı ve mukaddes yaratık tasvirleri boynuzlu yapılmıştır. Boynuzun güç sembolü olarak klasik müslüman kültürüne de girdiği görülmektedir. Nitekim Celâleddin Rûmî’nin Mesnevi’sinde, Hz. Mûsâ’nın ağzından Firavuna hitaben şöyle denilmektedir: “Sivri, keskin boynuzların nice ciğerler deldi; işte şu asam da senin küstah boynuzunu kırdı.”
Son asırlarda Avrupa’dan dünyaya yayılan karısı tarafından aldatıldığını bilen koca için kullanılan “boynuzlu” tâbirinin eski boynuz kültü ile herhangi bir münasebeti mevcut değildir. Bu tâbir, semizleşmelerini temin gayesiyle kısırlaştırılan horozların, diğerlerinden ayırt edilebilmeleri için ve artık dövüşemeyeceklerinden dolayı işlerine de yaramayacak olan mahmuzlarının kesilerek ibiklerine takılması (fes püskülü gibi) ve boynuza benzeyen bu mahmuzlar sebebiyle bu horozlara “boynuzlu horoz” denilmesinden (mahmuzlu horoz denilemez; çünkü o zaman mahmuzu kesilmemiş horozlar akla gelir) kaynaklanmakta olup “dişisini kıskanmayan, onun uğruna dövüşmeyen erkek” mânâsında kullanılmaktadır. Avrupa’daki bu “boynuzlu” tâbirinin fazla eskilere gitmemesi gerekir. Çünkü eskiden beri bilinse ve kullanılsaydı, Michelangelo (1475-1564), bu çirkin manayı göz önünde tutar ve ünlü Hz. Mûsâ heykelini boynuzlu yapmazdı.
Daha çok mitolojik metinlerde teşhis edilebildiği kadarıyla eski Yakındoğuda hayvanlarla ilgili diğer köklü inançlar şu şekilde sıralanabilir:
Aslan: Aslan, bütün Yakındoğu medeniyetlerinde koruyucu bir figür olarak kullanılmış ve şehir, saray veya tapınak girişlerine normal şekliyle yahut sfenks ve grifon (yarı kartal yarı aslan şeklinde mitolojik bir kuş) gibi karışık yaratıklar halinde yerleştirilmiştir.
Yılan: Yılan, Mezopotamya’da derisini değiştirmesi sebebiyle sürekli yenilenen sonsuz hayatı, gelişmiş içgüdüsü dolayısıyla da bilgeliği ve dişiliği sembolize eder; Mısır’da ise tanrı-kral firavunun simgesidir. Hindistan’da yılan canavar Vritra kaosu temsil eder.
At: Hindistan’da ilâhî atlar (asvin) güneşin taşıyıcısıdır. Eski Türk kültünde de atlar önemli bir yer tutar.
Ayı: Japonya’da Aynular arasında yaygın bir ayı kültü vardır. Bu ülkede hayvanlarla ilgili olarak sayılamayacak kadar çok ve çeşitli kehânet ve sihir sistemleri geliştirilmiştir.
- 92 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Deve: Deve, dayanıklılığı dolayısıyla sabır ve irâdeyi temsil ederken özellikle Sâmî kavimler arasında kurban ve kehânet amacıyla kullanılmıştır.
Kedi: Mısır’daki önemli kült hayvanlarından bir de temizlik, özgürlük, egoizm ve şehvetin sembolü olan kedidir. Ana tanrıça Bast, kedi başlı bir kadın şeklinde tasvir edilir; mumyalanarak gömüldüğü bilinen kedi, ayrıca tanrıça İsis’in de kutsal hayvanıdır.
Maymun: Maymun, Mısır’da insan dilini anlayan kutsal bir hayvan olarak saygı görmüş, şafakta çıkardığı sesler güneş tanrısına duâ etmesi şeklinde yorumlanmıştır. Tasvirî sanatta bilgelik tanrısı Toth, bir maymun şeklinde yapılırdı. Maymun, hayvanlara tapmanın geçerli olduğu hemen bütün bölgelerde kutsal sayılıp tapınılan hayvanlardan biridir. Bununla birlikte, en çok eski Mısır’da kutsal kabul edilir. Bilgelik tanrısı Toth’un maymun biçiminde cisimleştirilmesi bunu göstermektedir.
Maymun kültünün en fazla Hindistan’da önem kazandığı görülür. Burada maymun, tanrı Hanuman adını almış ve özellikle Ârî öncesi yerli halklar arasında tapınılmıştır; en büyük tapınağının Benâres’te olduğu bilinmektedir. Ramayana destanının beşinci kitabında maymun, ilâhlar veya kahramanlar arasında aracılık yapan tabiatüstü güçlere sahip bir varlıktır; ayrıca Rama’ya karşı gösterdiği sadakatten dolayı dostluğu sembolize eder. Çin halk inançlarında ise maymun, uğur getirici bir hayvan olarak bilinir. Sun wu -K’ung adıyla tanınan bir maymun, kahramanlıkları dolayısıyla meşhurdur. Öte yandan maymun, çelişkili bir şekilde hilebazlığın ve çirkinliğin de sembolü sayılır. Java’da ve komşu bölgelerde kısırlığı iyileştirceği inancıyla maymunlara çeşitli takdimeler sunulur.
Kartal: Kartal, bütün Yakındoğuda kudreti ve hâkimiyeti sembolize eder. Bütün coğrafyalara yayılan ilkel kabullerden, câhiliyye inançlarından kartalla ilgili olanları şöyle özetleyebiliriz: Başlıbaşına kuvvet ve yücelik sembolü, göklerin hâkimi ve tüm gök yaratıklarının kralıdır. Kartal, göğün en üst katında bulunur ve onun kapısını korur. Diğer geniş kanatlı olan yırtıcı kuşlar gibi tanrısal bir güce sahiptir. Yeryüzünün üstünde uçarak onu kötülüklerden korur. Orta Asya Yakut Türkleri, kartal üzerine ant içiyorlardı. Türk büyüklerinin çoğunun ismi kartal benzeri yırtıcı bir kuş olmuştu. Kartal, gözlerini kırpmadan güneşe bakabilen bir kuş olduğundan, onun ateşin bile üstesinden geleceğine inanılmıştı. Hız ve kapıcılığından dolayı yıldırımla, uzun süre yaşaması sebebiyle sağlıklı hayatla da özdeşleştirilmiştir. Başı sola dönük olan kartal, kötülük ve faydasızlığı; sağa dönük olan ise iyilik ve verimlilik ifade etmektedir. Kartal, yılanın baş düşmanıdır. Kötü ruhları simgeleyen bu yaratıkları öldürücü gücünden dolayı, sevilen bir kuş olmuştur. İslâm öncesi Türklerde şamanların babası olarak nitelenirdi.
Çift başlı kartal: İlkin Hititlerde görülür. Orta Asya’da Gaznelilerin de kullandığı bir amblemdir. Selçukluların bunu, bir imparatorluk amblemi olarak, Bizans’la temasa geçmeden çok önceleri kullanmakta oldukları kesindir. Bizans’a gelince, onların bazen tek, bazen çift başlı olan kartal motifini Selçuklulardan uyarlamış olmaları büyük bir ihtimaldir. Çift başlı kartalın toplumların birbirlerini etkileyen kültürleri sonucu ortaya çıkıp yayıldığı akla yakın gelmektedir. Ancak, kartal motifinin Hitit ve Selçuklularda diğerlerine oranla daha yaygın bir biçimde kullanıldığını görüyoruz. Çift başlı olan kartal, her iki yönden gelebilecek tehlikelere karşı uyanık olur ve onları zamanında önleyebilir; iki baş, kartala bu
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 93 -
türden çoğaltılmış güç vermektedir. Hitit kartalında baş üzerinde kulak yoktur ve kanatları daima açık durumdadır. Selçuklu kartalı, başlara birer kulak eklemiş, böylece ona gecelerin yırtıcı kuşu olan puhu kuşunun en güçlü vasfı olan, geceleyin duyma yeteneğinin verilmesi amaçlanmıştır. Çünkü kartal, karanlıkta görme duygusundan yoksundur.
Roma’da imparator ölümlerinde yapılan gömü törenlerinde havaya bir kartal uçuruluyordu. Çünkü kartal, ölünün gökteki tanrılara giden ruhunu simgeliyordu. Vaftiz sembolü görüldüğünden, ilk hıristiyanlar, vaftiz yapılan teknelerin üzerine bir kartal motifi işlemekteydiler. Kartalın uçuşu, bazı fanatik zümrelere göre, Hz. İsa’nın göğe çıkışı ile özdeşleştirilir. Hıristiyanlıkta Elie (Hızır)’ye ithaf edilmiş kabul edilen kartal, hıristiyanlara göre adaletin güçlü olan erdemini simgeler. Uzaklara sabit bir şekilde bakışı ile etrafında olup bitenlerden habersizmiş gibi görünür ama onun her şeyi gördüğü ve bildiği kabul edilir.
Güvercin: Güvercin, özellikle Yakındoğuda saflığı ve ruhu sembolize ediyordu. Güvercin, hemen her coğrafyada görülen anlayışa göre, suçsuz/günahsız mâsum insanların ruhu olduğuna inanılan bir kuştur. Tasavvuf inançlarında güvercin, evliyanın/ermişlerin ruhudur; her ermiş uyurken ruhu bir güvercin olarak bedeninden çıkar ve bütün kutsal yerleri dolaşır. Halk inançlarına göre Hızır, güvercin kılığına girer ve insanların karşısına çıkar. Hıristiyanlara göre güvercin, kutsal ruhtur.
Elimizdeki Tevrat’a göre, Nuh tûfanı sırasında, çevrede kara olup olmadığını anlamak için Hz. Nûh’un, gemisinden uçurduğu kuş güvercindir. Güvercin bir kara parçası bulduğunu belirtmek için ağzında bir zeytin dalıyla dönmüş, gemideki canlıların ve özellikle insanların karaya çıkıp hayatlarını sürdürebilmeleri de böylece sağlanabilmiştir. Bundan ötürü, güvercin, tûfanı gerçekleştiren Allah’la insanlar arasında bir barışı simgelediğine inanılır, ağzında zeytin dalı bulunan güvercin, uluslar arası barış simgesi kabul edilir.
Yakındoğuda kutsal sayılan veya bir kültle ilişkilendirilen diğer önemli hayvanlar şu şekilde sıralanabilir: Timsah (Mısır), inek (Sümer, Asur-Bâbil, Mısır), karga (Asur-Bâbil), keçi, geyik ve özellikle iri balıklar başta olmak üzere balık türleri, sinek, baykuş ve koyun (bütün Mezopotamya; Mısır’da büyük tanrı Amon koç başlı idi.
Zerdüştî gelenekte bütün hayvanlar iyi ve kötü olmak üzere iki gruba ayrılmıştır. Bündahişn’e göre iyi hayvanları yaratan Hürmüz, kötü hayvanları yaratan ise Ehrimen’dir. Starestan adlı geç dönemlere ait bir Zerdüştî eser, iyi hayvanları faydalı, kötü hayvanları ise zararlı olmalarına bağlar. Bu araştırmalar, zerdüştîlerin iyi hayvanları faydalı, kötü hayvanları ise zararlı olmalarından yola çıkarak sınıflandırdıklarını gösterir. Zerdüştîlikte gece cinlerini kovduğuna inanılan horoz ve insanları her türlü kötülükten koruyan köpek en gözde hayvanlardır; ayrıca domuz ve kartal da kutsallığa sahiptir. Ehrimen’in yarattığı kötü hayvanların başında ise karınca, kertenkele ve yılan gelir.
Zerdüşt dininde inek ve köpek kutsaldır. Bazı Hindu dinlerinde hayvanı keserek veya başka şekilde öldürmek de yasaktır. Eski Mısır dini, hayvana tapma şeklinde idi: Apis öküzü bu konuda hayli meşhurdur. Mısır’da ayrıca timsah ve kartala da tapılırdı. Aşağı Mısır’da köpek aynı durumda idi. Tanrı sayılan bu
- 94 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hayvanları öldürmek, idamı gerektirirdi. Eski Yunan inancına göre “yer altı”nı üç başlı bir köpek (Cerberos) beklerdi.
Uzakdoğuda, Yakındoğudakine benzer biçimde ortak bir fauna coğrafyası vardır. Hayvan kurbanı fikri, Uzakdoğuda azalmış, fakat tamamen ortadan kalkmamıştır. Bununla birlikte Hindistan’da Budizm, Çin’de Taoizm ve Konfüçyanizm’in getirdiği tabiata yönelik hayat tarzı ve vejetaryen kültür, hayvan kurbanı fikrinin gelişmesini ciddi olarak engellemiştir. Bu bölgede tanrılara hayvan kurbanı yerine; daha çok meyve, çiçek ve sebze yemekleri sunulmakta, bunlar törenle heykellerin önüne veya kutsal mahallere bırakılmaktadır. Ayrıca hayvanla ilgili inançlar takvimde, hatta günün belli saatlerinin temsilinde kullanımına varıncaya kadar pratik hayatla bütünleşmiştir.
Uzakdoğuda dinî-sembolik değeri yüksek hayvanların başında fil gelir. Zekâsı dolayısıyla fil, Hindistan’da bilgelik tanrısı (Ganeş) olarak saygı görmüştür. Mahabharata’yı ilham eden de odur. Hindû folklorik inancında yeryüzü yedi filin üzerinde durmaktadır; bazı inançlara göre kuyruğundaki kılların koruyucu tılsım özelliği vardır. Budist kutsal metinlerinden Lalitavistara’da Buda’nın ana rahmine düştüğünde bir fil şeklinde olduğu nakledilmektedir; bundan dolayı fil, Buda’nın yeryüzüne gelişini sembolize eder. Çin’de ise bu hayvan güç, zekâ ve ölümsüzlüğün sembolüdür; Çin Hindi’nde de özellikle beyazı kutsal ve uğurlu sayılmaktadır.
Çin’de turnalar, uzak mesafelere uçabilme kabiliyetleri ve uçuş sırasındaki düzenlilikleri dolayısıyla hasret ve iletişimin, aralarındaki hiyerarşik yapıyı sürekli biçimde korudukları için de baba ile oğul arasındaki ilişkinin, Japon adalarında ise halkın güvenlik ve huzurunun sembolü olarak görülmüştür.
Köpek: Eski Çin coğrafyasında her şeyden önce kötü cinleri kovaladığına inanılan köpek, özellikle Güney ve Batı Çin’de uğurlu bir hayvan kabul edilmiştir. Korkutuculuğundan dolayı Japonya’da tapınak girişlerine köpek heykelleri konurdu. Hindistan’da ise köpeğin yağmur yağmasında fonksiyonu olduğu düşünülürdü. Grekler arasında en popüler kahramanlardan biri, öbür dünyayı koruduğuna inanılan üç başlı köpek Cerberus’tur.
Kaplumbağa: Uzakdoğunun dinî inançlar açısından önemli bir başka hayvanı olan kaplumbağanın Çin kozmolojisinde güçlü bacakları ve dayanıklı kabuğuyla dünyayı sırtında taşıdığına inanılmış, kabuğunun sertliğiyle evrenin sürekliliğinin, çok yaşamasıyla da uzun ve sağlıklı ömrün sembolü olmuştur. Çin’de erken tarihlerden beri kaplumbağanın kabuğu üzerindeki şekillere bakılarak kehânette bulunma geleneği yaygındır. Hindistan’da ise kaplumbağa tanrı Vişnu’nun ikinci enkarnasyonudur; ayrıca yerli geleneklerinde kaplumbağa kurbanı mevcuttur.
Grek ve Roma dinleri, büyük oranda yerli Avrupa halklarının öğretileriyle Doğu ve Mısır menşeli dinlerin karışımı mâhiyetindedir; bundan dolayı hayvanlar üzerine geliştirilen inançlar da aynı karışım sürecini yarısıtır.
Fransa ve İspanya’daki mağaralarda tesbit edilen tarih öncesi duvar resimlerinden anlaşıldığı kadarıyla yerli Avrupa halkları arasında özellikle boğa, ayı, kurt, tilki ve yaban domuzu ile ilgili çok sayıda kült oluşturulmuş, Grek ve Roma dinleri de büyük oranda bu mirası devralmıştır. Domuz, Greklerde tanrıça Demeter’in ve kahraman Atalante’nin, Romalılar’da savaş tanrısı Mars’ın kutsal
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 95 -
hayvanıdır. Ayı: Grek mitolojisinde Artemis, Arkadyalı Prens Callisto’yu ayıya çevirir.
Kuzey Avrupa’nın yerli mitolojisinde tanrı Odin, ayı suretine girer. Cermen kabilelerinde arı ölülerin ruhlarını taşır. Mısır’da kutsal kabul edilen kedi, Grek ve Roma topraklarına taşınmış ve tanrıça Diana’nın kutsal hayvanı olmuştur. Yunus Balığı, Grekler arasında sevgi ve yardımlaşmanın sembolü kabul edilmiştir; deniz tanrısı Poseidon’un kutsal hayvanı da yunustur. Grekler’de ilâhî bilginin tanrıçası olan Pellas Athena’nın ve Roma’daki bilgelik tanrıçası Minerva’nın kutsal hayvanı baykuştur. Ayrıca, gerek Grekler ve gerekse Romalılar arasında hayvan kurbanı ve hayvanla ilgili kehânetlerin hayli gelişmiş olduğu bilinmektedir. 346
Eski Türkler’de Hayvanlarla İlgili İnançlar
Eski Türkler’de hayvanlarla ilgili inançlar, on iki hayvanlı takvimden şamanların vecd halinde yukarı âleme çıkmasına aracı olduklarına inandıkları hayvanların konumuna kadar uzanan geniş bir yelpazede yayılmıştır. Tarih öncesi dönemlerden beri göçebe Türk hayatının hayvancılığa dayalı olması, bu inançların oluşmasını derinden etkilemiş ve büyük bir kısmının İslâmiyet’i kabul ettikten sonra dahi özellikle sanatta ve folklorda yaşamasına yol açmıştır.
Eski Türk dünyasında geliştirilen hayvanlarla ilgili temel inançların totemizmle ilişkili olduğu kanaati yaygındır. Kabile mensuplarının kendisinden türediğine inanılan ve onları akrabalık bağlarıyla birbirine bağlayan totemler, tipik göçebe karakterini yansıtacak şekilde hayvanlardan seçilmiştir. Öte yandan animizme dayalı bir dinî yapı arzeden eski Türk inançları, hayvanla insan arasındaki farklılığı ya ortadan kaldırmış veya en aza indirmiştir. Bu homojen kozmolojik anlayışta insanlar ve hayvanlar kolayca birbirine dönüşebilmekte veya klasik şaman âyinlerinde olduğu gibi hayvanlar insanların bir başka âleme geçmesinde aracılık fonksiyonunu üstlenmektedir. Kabilenin toplumsal sembolü sayılan en gözde hayvanlar arasında kurt, kartal ve geyik yer almaktadır. Bu hayvanların klasik totem tanımına uyacak şekilde üstlendikleri bir başka fonksiyon da “rehber hayvan” olmalarıdır. Buna göre totem olan bu hayvanlar, kabilenin göç edeceği herhangi bir yere doğru onlara öncülük edip yol gösterir.
Kurt: Eski Türklerde ata ve kutsal kabul edilen hayvan, kurttur. Kurdun kutsallığı, bozkırların korkulu bir hayvanı olarak, özellikle hayvan sürüleri için büyük tehlike teşkil etmesi dolayısıyla, ona karşı duyulan korku ile karışık bir saygı hissinden ileri geldiği anlaşılıyor. Bozkurtun, Göktürk’lerin atası olduğuna inanılır. Orta Asya Türklerinde Boz renkli kurt inancı, ilkel totemciliğin kalıntısıdır. Hemen bütün Türk boyları bir bozkurttan türediklerine inanırlar. Değişik biçimleri bulunan bu inancın en yaygın olanı şudur: Çok eski çağlarda Türkler bir saldırıya uğramış, bu saldırıda sadece küçük bir erkek çocuk sağ kalmış. Dişi bir bozkurt, onu büyütmüş ve ondan gebe kalmış. Türkler bu yarısı insan yarısı kurt atadan türemişler. Türklerin kurt totemi, hem olağanüstü bir güçlülük, hem de ilâhî/kutsal bir nitelik taşıdıkları yolundaki inançlarını temellendirir.
Örnek olarak, kurt soyundan gelme Türk hakanı Asena, Yunan tanrıları gibi,
346] Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s.81-83
- 96 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yellere ve yağmurlara egemendir; onlara dilediğini yaptırabilecek ilâhî bir gücü vardır. Türklerin bu inancı, öteki Orta Asya ırklarına da yayılmıştır. Moğolların, soyundan geldiklerine inandıkları erkek bozkurta borte-çine adı verilir. Moğol inancı, ulusunun soyunu, bu bozkurtla dişi ak geyiğin çiftleşmesine bağlar. Bu birleşmeden doğan Bataçihan’ın ataları olduğuna inanırlar. Yine, bilindiği gibi Roma’nın kurucusu sayılın tanrı oğulları olan Remus ve Romulus adındaki ikiz kardeşleri bir kurt emzirip beslemiştir. Yerleşecek toprak arayan Samnit’lere de bir kurt kılavuzluk etmiştir. İskandinav mitolojisindeki Loki’nin oğlu Fenris de bir kurttur. Tanrı Votan’ın yanında da her zaman iki kurt gezer. Yine İskandinav mitolojisine göre, güneşle ay, peşlerine iki tane vahşi kurt takıldığından, uzayda durup dinlenmeden koşmak zorundaymışlar.
Eski Türklerde çok eskilerden beri bir kartal kültünün mevcut olduğunu biliyoruz. Selçukluların günümüze kadar ayakta kalmış birçok medrese, künbet ve câmii mimarisinde, özellikle kapı ve duvarlardaki motiflerde bazen aslanlarla birlikte çift başlı kartal motifine çokça rastlanır. Araştırıcılara göre, kartal, güneş (daha ziyade Gök) tanrının sembolü sayılmıştır. Yuvasını sarp vadilerde yalçın kayalar üzerine yapan ve çok yükseklerde uçabilen kartalın böyle telakki edilmesi, eski Türk bozkır hayatında büyük yeri olan avcılık dolayısıyla bazı kuşlara da yaygınlaşmıştır.
At: Hayvanların üstlendiği bir başka önemli görev de kurban inancıyla ilgilidir. Eski Türkler arasında en yaygın kurbanlık hayvan attır. Göktürk kağanı Bumin’in kardeşi İstemi öldüğünde at kurban edilmiştir. Atın insanları kötü ruhlardan ve büyülerden koruduğuna inanılır. Başkırtlar, Tulgar adını verdikleri mitolojik kanatlı atın kendilerine yukarı âlemden haber getirdiğini düşünürlerdi. Atın yukarı âlemle aşağı âlemi birleştirici fonksiyonu Anadolu Türkmen geleneklerinde uzunca bir zaman varlığını sürdürmüştür. Efsaneye göre Babaîler isyanının lideri Baba İlyas, Amasya Savaşında ölmemiş, atına binerek gökyüzüne çekilmiştir. Anadolu’da sıkça rastlanan at mezarları, bu inancın uzantısıdır.
Eski Türk inançlarında kuş motifi de çok yaygındır. Kartal, hem totem hem de gök tanrının sembolüdür. Macarlar arasında Turul adını alan kuş, Macar milletini kuran Arpad’a yol göstermiştir; aynı kuşa Tuğrul adıyla Orta Asya Türkleri arasında da rastlanmaktadır. Başkırt folklorunda semrük denilen mitolojik kuş, Hint-İran geleneğindeki simurgdur. Mitolojik bir sürüngen olan ejder motifi, eski Türkler’de kaosun ve bazı yörelerde aynı zamanda yeryüzünün sembolüdür. Çok eski zamanlardan beri bir ongun (totem) olarak saygı gören aslan ve kaplan ise, güç ve cesareti temsil etmiştir; ayı da aynı özelliğe sahip kabul edilir.
Arabistan Câhiliyyesinde Hayvanlarla İlgili İnançlar
Arabistan yarımadasında dişi ilâhların etkinliğine347 ve uzak geçmişteki ana ağırlıklı aile yapısına bakılarak, ortak Semitik dinî kültürün ana soylu bir aile sistemiyle yakından ilişkili olduğu söylenebilir. Böylece câhiliyye toplumundaki “kızların tanrılara kurban edilmesi” ve adak merasimlerinde özellikle dişi hayvanların seçilmesi (bahîre, hâm, vasîle...) geleneği daha açık biçimde anlaşılır. Öte yandan bazı itirazlar olsa da ortak Sâmî mirasın bir başka önemli özelliği de totemizmdir. Buna göre her kabile özellikle hayvanlardan seçilen totemler
347] lât, Menât, Uzzâ, Aster/Zühre
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 97 -
etrafında yapılanmıştır. Bununla birlikte eski İbrânîler’de olduğunun aksine câhiliyye Araplarının bu totemlerden türediğine dair hiçbir inanç yoktur; bu totemler ortak hayvan-ata değil; daha ziyade bir işaret ya da kabile sembolü niteliğindedir. Bu tip totemik inançlara Kur’an da îmada bulunur. Nûh kavminin önemli tanrılarından348 Yeğûs (aslan), Yeûk (at) ve Nesr’e (kerkenez kuşu, kartal, akbaba) câhiliyye Arapları da tapıyorlardı. Bunlardan Nesr, Talmut ve bazı meşhur eserlerde Arap tanrısı Neshra diye geçer; Nesr, akbaba349 anlamıyla Eski Ahid’de sıkça anılır. 350
Bu inancın etkisiyle pek çok Arap kabilesinin totem hayvan adıyla adlandırıldığı görülmektedir. Benî Esed (aslan oğulları), Benî Kureyş (köpek balığı oğulları) gibi. Ayrıca Nabatîler arasında balıklardan seçilme çok sayıda totem mevcuttu ve özellikle bunların en çok sevileni olan yunus adına tapınaklar inşâ edilmişti. Ayrıca kişi adları arasında pek çok hayvan adı bulunuyordu.
Kur’an’da ve câhiliyye şiirinde rastlanan bilgilerden, kurban veya adak olarak kullanılan hayvanların başında deve ve koyunun geldiği öğrenilmektedir. İlk doğan hayvanların kurban edilmesine “fera’” adı verilirdi. Ayrıca receb ayında putlara “atîre” denilen bir kurban sunulurdu. Kur’an’da işaret edilen develer ve koyunlar adak özelliklerine göre bahîre (deve), sâibe (deve), vasîle (koyun) ve hâm (deve) adını alırdı 351. İslâm öncesi şiirlerden anlaşıldığı kadarıyla hayvanlar bazı maddî ve mânevî değerlerin sembolü olarak düşünülüyordu. Meselâ baykuş ölümün habercisi veya intikam için yeryüzüne dönmüş bir insanın ruhu idi. Horoz cömertliğin, kertenkele ihânetin, toy kuşu aptallığın, aslan cesaretin, koç kahramanlığın, karga gecenin ve kederin, deve sabır ve dayanıklılığın, at savaşçılığın ve gücün sembolüydü. Deve, at, koyun, inek ve arıda bereket (uğur) vardı; köpek, kedi, karga ise uğursuz hayvanlardandı.
Câhiliyye döneminde pek çok hayvan, kehânet ya da falcılıkta kullanılıyordu. Câhiliyye Araplarının özellikle hayvan hareketlerinin gözlenmesi türünden kehânetlerde usta oldukları bilinmektedir. Mekke’de bu amaçla çok sayıda kuş yetiştirilirdi. Câhiliyye folklorunda belki de mesh inancının bir uzantısı olarak gûl veya cinlerle ilgili bazı hikâyeler bulunmaktadır. Buna göre bir nevi cin olan gûlün zaman zaman hayvan kılığına girerek ıssız yerlerde insanlara saldırdığına inanılırdı. Gûl (gûlyabâni) ile ilgili bâtıl inançlar, sonraları bazı müslümanların kültüründe de varlığını sürdürmüştür. 352
Günümüzde Hayvanları Kutsallaştırma
Hayvanları kutsallaştırma ve hatta onlara tapma, eski câhiliyye dönemlerinde, insanlığın ilkel dönemlerinde mi kaldı zannediliyor? Okullarda ve “câhil”lerin eserlerinde, Dinler Tarihi diye resmî söylemlere uygun bazı ders kitaplarında yazılıp okutulduğu gibi; ilk insanların dini şirk değildi; insan kendi kendine din kavramını icat etmiş, yavaş yavaş geliştirmiş de değildi. Tabiat güçlerini kutsallaştırmakla din ihtiyacını tatmin etmeye başlamış, korkularını bununla yenmiş
348] 71/Nûh, 23
349] Türkçe Kitab-ı Mukaddes’te “kartal”
350] Meseller, 30/17; Hoşea, 8/1
351] 5/Mâide, 103; 6/En’âm, 139, 143, 144
352] Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s.83-84
- 98 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve sonra hayvanları tanrı kabul etme aşamasına geçmiş, çok tanrılı dinlerden kademe kademe tek yaratıcı fikrine yönelmiş değildi. İlk insan, bilindiği ve tüm müslümanların inandığı gibi ilk İslâm peygamberi idi ve tevhid dinini Allah’tan aldığı vahiy doğrultusunda diğer insanlara bildirmiş ve uygulamıştı. İnsanlar, uzun dönem muvahhid olarak yaşadıktan sonra; tevhide gereken önemi vermekte ihmalkâr davranıp dünyevîleştikleri, yönetici ve varlıklı kişilerin saptırmaları karşısında gerekli tavrı gösteremedikleri için, yavaş yavaş putçuluğa kaymışlar ve halifesi olarak yaratıldıkları eşyanın ve hayvanların kulları haline gelmişlerdir.
Tarihte nasıl tevhid önemsenmeyip egemen çevrenin ve müşrik yöneticilerin etkisi ve yönlendirmesiyle, insan kendi şerefini unutup, basit maddeden ibaret heykellere ve kendinden çok zayıf hayvanlara tapmaya başladı ise, günümüz câhiliyyesinde de benzer durum söz konusudur. Küfür ve şirk cephesinde değişen bir şey yoktur. Savaş yaparken, ön safa karşıdaki düşmanın taptığı veya kutsal saydığı hayvanları koyarak, düşmanları kendi tanrılarına karşı silâh kullanma gücünü gösteremeyince kolaylıkla mağlûp eden açıkgöz savaş taktikleri tarihte kalmış olabilir. Ama günümüzde yine hayvanlar savaşlara konu olabilmektedir. Amerika’nın Irak’a saldırmasının haklılığı olarak Saddam’ın petrol kuyularını sabote etmesi sonucu petrole batmış karabatak kuşu, tv.lerde bıkılmadan onlarca defa gösterilir.
Ankara’nın en merkezî alanında Eti’lerin boynuzlu geyiğinin heykeli bulunur ve nice insana göre şehrin sembolü kabul edilir. İstanbul’da Kadıköy’ün göbeği Altıyol’da Apis öküzü şeklinde bir boğa heykeli vardır; hem de Sâmirî kadar usta olmayan bir heykeltıraşın elinden çıkmıştır; yani böğürmesi bile olmayan dolayısıyla sanat eseri bile sayılamayacak basit bir heykel!
Toplumun en fazla ilgilendiği alanlardan birinin politika, diğerinin futbol olduğunu kabul etmeyen herhalde yoktur. Politik partilerin tamamına yakınının sembollerinin hayvan olduğunu görüyoruz. Futbol kulüplerinin de çoğunun bir hayvanla sembolize edildiğine şahit oluyoruz. Bozkurt, hâlâ bazılarınca kutsal bir semboldür, Türklere çıkış yolunu göstermeye devam eder. At, eski Türklerin kutsadığı bir hayvan olduğu gibi, günümüzde nice fedâkârlıklara da kır at için katlanılır. İslâm’a irtica adıyla karşı çıkanlar, yahudi kültürünün açık etkisinin görüldüğü “barış güvercini”ni partileri için amblem ve sembol olarak kullanır. Bu arada arı ve yunus balığını unutmamak gerekiyor; eski partilerden birinin sembolü koç, bir diğerinin de horoz olduğunu da hatırlatalım. Tabii, bu kadar hayvanların sembollüğüyle sürüye dönen yere bir çoban gerekecektir; Çoban Sülü’ler sürüleri gütmek için otuz sene işbaşında kalır.
Aslan Galatasaray, Sarı Kanarya’yı yutmaya çalışır; derken Kara Kartal hücuma geçer. Bazı oyuncular, timsah yürüyüşüyle gol sevincini sembolize eder. İstanbul Boğaları, Denizli Horozları ve Bursa Timsahları da birbirlerini yemeye/yenmeye çalışırlar. Olay, iş dünyasına da sıçrar; Uzakdoğunun aslanları varsa, bizim de Anadolu kaplanlarımız vardır. Cinciler, falcılar hâlâ hayvanlardan yararlanarak kehânetlerde bulunur. İşporta usûlü şans çekilişi yapan bazı tezgâhlar, şans çekilişi için güvercin ve tavşan gibi hayvanları kullanır. Baykuş, uğursuz kuş olma inancına konu olmaya devam ederken, bazılarının başına yine talih kuşu konar. Bazı ev ve işyeri kapılarına Anadolu’da hâlâ at nalı, koç başı veya boynuz asılır.
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 99 -
Ev ve işyerinin kaza ve belâya uğramaması için kan akıtılması ve kanın binaya, insanın alnına sürülmesi gerektiği inancı devam eder.
Tasavvufî konuşmalarda kedi ve çoğunlukla köpek, müslüman için örnek alınması gereken onun özelliklerinin taşınması istenen hayvan özelliğini sürdürmeye devam eder. Tasavvufta, sûfî olmadığı halde sûfîlerin arasında bulunan kimseye kıtmîr denir. Kıtmîr, ashâb-ı Kehf’in, köpeğinin adı olarak meşhurdur. Dervişler ve müridler, bir köpek sadâkati ile şeyhlerinin kapısında beklemeyi ve ulumayı en büyük şeref bilirler 353. Nakşîliğin kurucusu Bahâeddin Nakşbend, A. Geylânî’nin türbesine şu ibarenin yazılmasını emretti: “Pirlerin kapısında köpek ol, eğer Hakk’a yakın olmak istersen. Zira aslanlardan daha şereflidir, Geylânî’nin kapısındaki köpek.”354 Bazı gözü yaşlı hocalar, ismi Kıtmîr diye meşhur olmuş köpek olmayı arzuladığını sık sık vurgular. Fakir gariban vatandaşlardan bazıları çıkar, “doğuda insan olmaktansa, Hindistan’da inek olmayı tercih ederim” der. Avrupa’da hayvanlara verilen değerin burada insanlara verilmediğini görenlerden kimi, eğer reenkarnasyon gerçekse, ikinci olarak Avrupa’da bir ev köpeği olarak dünyaya gelmek istediğini belirtir. Çünkü sosyetenin Paris’ten getirttiği mama ile beslenen lüx salonlarda yaşatılıp özel kuaförlere götürülerek sık sık bakımı yaptırılan sosyete köpeği için harcanan parayı gariban rüyasında bile görememektedir.
Süsleme sanatlarında çiçeklerle hayvanlar yine başrolü oynamaya devam ederler. İnsanlara yine Kumru, Ceylân, Âhu (ceylân), Dudu (papağan), Aslan, Alpaslan, Kartal, Şahin, Doğan, Tuğrul (ak doğan), Esed (aslan) gibi isimler konulmaya devam edilir. Soyadlarının önemli bir bölümünü hayvanlar teşkil eder. Aslan gibi cesur insanımız arı gibi, karınca gibi çalışkandır. Öyle değil mi ya, aslan yatağından belli olur. Sözü uzatmak ve ona buna sataşmak zararlıdır; Çünkü bülbülün çektiği dili belâsıdır. Katır gibi inatçı olmaktansa; kuzu gibi uysal olmak daha az zararlıdır. Bilindiği gibi yürük at, yemini kendi arttırır. Balık kavağa çıkınca doğan aslan parçası çocuğun, kaz gibi aptal değil; tilki gibi kurnaz olduğu, şahin bakışlarından anlaşılmaktadır.
Hümanizmin, insancıllığın modası geçti, şimdi insanlar, hayvancıl takılmaktadır. Hayvan hakları savunucuları sık sık medyaya konu olur. Koyunların kurban olarak kesilmesine barbarlık diyen barbarlar çıkıyor, hayvan hakları için sokağa dökülüyor. Denilebilir ki, akrabaların haklarını savunmak suç mudur? Doğru; onlar, maymundan türemişlerdir; Orta Asya Türkü gibi kurttan değil. Zaten insanı da, konuşan hayvan, düşünen hayvan diye tanımlamıyorlar mı? Vejetaryen modası genişleyeceğe benzemektedir; hayvancıllar, helâl et yerine haram birayı tercih etmekteler. Bazı hayvanlarca, maskara maymunun, insanın atası olarak kabul edilmesi, onu kutsallaştırmak kabul edilebilir.
Günümüzde Sığıra Tapma: Günümüzde hâlâ sığırlara tapıldığını, özellikle Hindistan’ın bazı bölgelerinde ineğin kutsal kabul edilip dokunulmazlığı olduğunu biliyoruz. Bir Hintli’nin inek ve onun ferci hakkında dört ciltlik bir kitap yazdığını söylersek, gerisini siz tahmin edebilirsiniz. İnsan, ancak bu kadar aşağılara yuvarlanabilir 355. Kur’an, kalbi olduğu halde fıkhetmeyen, akletmeyen,
353] S. Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 315
354] a.g.e. s. 315-316
355] 95/Tîn, 5
- 100 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kulakları olup da hakkı duymayan, gözleri olduğu halde hakkı görmeyen, yani iman etmeyen kimselerin hayvan gibi, hatta daha aşağı olduğunu haber verir.356 İnsanlık şerefini unutup hayvanlara (ineğe, inek fercine, fareye, bokböceğine varıncaya kadar) tapan, dolayısıyla kendisini kutsallaştırdığı hayvanlardan daha aşağıda kabul eden canlıların varlığı, heykellerin ve hayvanların kullarının günümüzde bile bulunması, Kur’an’ı nasıl doğrulamakta, Kur’an’ın evrensel ve çağlar üstü kitap olduğunu nasıl ispatlamaktadır? Kur’an’ın en uzun sûresi olan Bakara sûresine bu adın verilmesine sebep olan bakara ve ıcl’e tapma olayının tarihsel ve güncel ve de evrensel boyutları değerlendirildiğine, olayın sadece Mısır civarında ve Hz. Mûsâ dönemine has tarihî bilgi olarak değil; her dönem ve her coğrafyaya şâmil bir problemin vurgulanması olarak görüyor ve Kur’an’a saygımızın bir kat daha arttığına inanıyoruz.
Hindistan’da, câmiiye giren ineği kovalayan müslümanların, dokunulmaz tanrıya dokunup onun rahatını bozdu diye öldürülmesine hâlâ devam edilmektedir. Tabii et ihtiyacı veya kurban için bir sığır kesmeye görsün bir müslüman; tanrıya uzanan eller kesilecektir. İneğin kutsallığı günümüzde de sürdürülür. İnek, ana yola çıkmışsa, trafiği altüst edebilir. Tren yoluna yatınca, ineğin özgür isteğine kimse müdâhale etmeden, seslenmeden insanlar, tanrılarının yoldan kalkmak için keyfini bekleyecektir. İnek tanrı, trafiğe, günlük hayata müdâhele etmektedir; gel de Hindistan’da laikliği uygula bakalım! Ama laikler Hindistan’daki ineğe müdâhale edilmesinin gerektiğini savunmazlar; onlara göre, ineğe ve inekliğe müdâhale eden müslümanlara tavır alınmalıdır sadece.
Eski dönemlerde sığıra tapılmasında temel espri, onun bereketi, bolca süt ve et verdiği için rızkı/gıdayı temsil etmesidir. Günümüzde de sosyalistler emeği, kapitalistler ekmeği, eskilerin ineği sembol kabul etmesi gibi kutsallaştırırlar. Bu anlayışa göre dünya, sadece Allah’a kulluk için yaratıldığımız, âhiretin tarlası bir sınav alanı değil; geçim dünyasıdır. Ekmek parası için her yol mubahtır. Bu inanca göre elbette çalışmak ibâdettir; namaz gibi başka ibâdetlere gerek yoktur veya geçim endişesinden ona sıra gelmemektedir. İhtilâl paşası Evren, kendisini devlet başkanı seçtirdikten sonra yaptığı halka karşı bir konuşmasında şu örneği veriyordu: Bir rafta ekmek varsa, onu almak için boyu yetişmeyen bir kimse, başka bir şey yok ve sadece Kur’an varsa, onun üzerine basar ve ekmeği alır; ama yukarıdaki Kur’an’ı almak için ekmeğin üzerine ayağını basamaz. Çünkü ekmek, halkın da anlayışına göre kutsaldır, hem de Kur’an’dan daha kutsal! Ekmek, günümüzde rızkı, bereketi, maddî doyumu, materyalizmi simgelemektedir; eskiden sığırı kutsal sayanların da gerekçeleri bunlar idi. Ekmek parası kazanacağım diyerek her yolu mubah gören ekmeği/geçimi kutsallaştıran insanın durumu, ineği kutsal gören insandan pek farklı değildir.
“Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Hâlâ akıllanmaz mısınız?” 357
Batılılara Göre Köpek, Çocuktan Çok Daha Önemli
İngiltere’de ülke çapında bir araştırma yapıldı. Araştırmanın neticesi, evli çiftler arasında şok tesiri yaptı. Psikologlar, psikiyatrisler ve doktorlar tarafından
356] 7/A’râf, 79
357] 21/Enbiyâ, 67
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 101 -
yapılan bu araştırma sonucunda, evli her 100 kişiden 60’ının beslediği kedi, köpek, balık ve kuş gibi ev hayvanını, karısı veya kocasından daha çok sevdiği anlaşıldı. Bu insanların, hayvanlarına, eşlerinden daha fazla ilgi gösterdikleri de araştırmayla tesbit edildi.
İslâm, insana neyi ne kadar ve niçin sevmesi gerektiği şuurunu verir. İnsan, İslâm’ın tevhîdî öğretilerinden bağını koparınca, sevmesi gerekeni gerektiği gibi sevmeyecek, sevilmeyecek şeylere gönlünü verecek, sevgide aşırıya gitmenin problemlerini yaşayacaktır. Neyi ne kadar sevmemiz gerektiğini bize tevhid öğretir. Sevginin kaynağı olan insan gönlü, Allah’ın elindedir. Müslümanlara imanı sevdiren, onu gönüllere süs yapan; küfrü, fıskı ve isyânı çirkin gösteren ancak Allah’tır.358 Peygamber sevgisinde bile aşırılığın putlaştırma olduğunu ve insanı şirke götürüp kâfir ettiğini359 belirten Kur’an, “insanlardan bazısının, Allah’tan başkasını Allah’ı sever gibi sevdiğini, böylece bu sevgisiyle Allah’a şirk koştuğunu”360 ifâde eder. Tarih boyunca insanların kendinden daha aşağı yaratılmış varlıklara ve hayvanlara taptığını biliyoruz. Modern hayatta da bunun farklı biçimlerde hâlâ devam ettiğini de görmemek mümkün değil. Bunun bir örneği olarak; insanlardan tevhîdî iman, mânevî duygular, aile kudsiyeti, sadâkat ve vefâ gibi üstün hisler koparılıp atılınca, onlardan doğan boşluk hayvan sevgisi ile doldurulmak isteniyor. Bir zamanlar hümanizm (insanı yüceltmek) moda idi, insanseverlik, insancıllık bâtıl bir din şekline gelmişti. Şimdi bir adım daha ileri (geri) gidilerek, hayvancıllık, hayvanseverlik modası başladı; bir din şeklinde. Hayvan yüzünden insanı dövecek, öldürecek boyutlara taşındı. Hayvan haklarını savunmak ve hayvanları sevmek ayrı bir şey, hayvan sevgisini putlaştırmak ayrı bir şey. Biz, ikincisini eleştiriyoruz. En güzel şekil ve kıvamda yaratılan insanoğlu, İslâmî inançtan yoksun kalınca dört ayaklılardan daha hakîr duruma düşüveriyor.
Batıda her yerleşim biriminde köpekler için kuaförler, özel bakım evleri, oteller, lokantalar, mezarlıklar, şampuanlar, losyonlar, parfümler, kremler var. İstanbul’un Batılılaşmış sosyete semtlerinde de bunların hemen hepsi bulunabiliyor. Amerikalıların köpek mamalarına ayırdıkları bir günlük para ile Afrika’da aç insanlar bir yıl rahat karınlarını doyururlar. Ama Batılıların gözünde Afrikalı bir insanın köpek kadar kıymeti yoktur. USA Today gazetesinin “İstatistiklere Bakış, Milleti Yönlendirir” adlı köşesinde ABD’de köpeklerin yiyeceğine harcanan paranın, insan yavrusu bebeklere harcanandan daha fazla olduğu bildirildi. Bakım zahmeti çok, anne ve baba adayının özgürlüğünü kısıtlıyor, eğlencesine ve zevklerine engel oluyor gibi (hayvandan daha aşağı düşüncelerle) çocuk edinmek istemeyen Batılı, evlât sevgisinin boşluğunu köpeklerle gidermeye çalışıyor. Birkaç çocuğu olan aileler gibi nice ailenin üç-beş köpek beslediği de oluyor. Çocuksuz aile, mirasısçısı da köpekleri oluyor. Köpeklerine yüz binlerce dolar miras bırakan insanların sayısı hayli fazla. Meselâ, Hollanda’da, kimlik kartı olan, yani evlerde sahipleriyle yaşayan köpeklerin sayısı, insan nüfusundan daha fazla. Allah için ibâdet etmeyen insan, sabah namazı vakti kalkıyor, sokakta-parkta köpek gezdiriyor. Ona hizmet ediyor, bakımını yapıyor, onu mutlu etmeye çalışıyor. Allah’a kul olmak istemeyenler köpeklere kul oluyor. Türk insanı da köpeklere kul olanlara özeniyor, onların kulluğunu ister tavırlara devlet yönlendirmesiyle
358] bk. 49/Hucurât, 7
359] 5/Mâide, 17, 72, 73
360] 2/Bakara, 165
- 102 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zorlanıyor. Kendi araştırmalarına göre bazı Batılılar başka ihtiyaçları için de bu köpeklerini kullanıyor. O yüzden olacak, yalnız yaşayan bayanların çoğunlukla erkek köpekleri tercih ettikleri gözleniyor.
Sokaklarda köşe başlarında kayıp köpek ilanlarından geçilmiyor. Bulanlara verilecek ödül, çok sıfırlı rakamlarla uzaktan göze batacak şekilde ilan ediliyor. Acı sirenlerle trafikte yol açan üç ambulanstan ikisinin, bir köpeği özel tedavi merkezine götürmek üzere seferber olduğunu Batıda yaşayanlar iyi bilir. Zaten devletler, köpeklerin sağlık sigortalarını mecbur eden, onların problemlerini çözmeye yönelik çok sayıda kanun çıkarmak zorunda kalıyor. Türk işçilerinin “sokaklara kimse çöp atmaz, yalasanız yalanacak şekilde tertemizdir sokaklar, caddeler, kaldırımlar…” diye öve öve bitiremedikleri kaldırımlar, parklar köpek pisliğinden zor geçilecek şekilde olduğunu nedense görmezden geliyor. Hindistan’ın ineğe verdiği değerle, Batılıların köpeğe verdiği değer arasında büyük çapta paralellik olduğu belirtilir. Batının insana verdiği değer mi? Cevabı için Guantenamo’ya, Afganistan’a, Iarak’a, Filistin’e, Çeçenistan’a, Bosna’ya, Afrika’ya… bakıverin; Batılıların orada yaşayan insanlara revâ gördüklerine. Ebu Gureyb zindanlarına, CIA uçaklarıyla taşınan uluslararası hapishanelere, işkence merkezlerine…
Bu köpek sevgisinin arka planında, insanın sevmeye ve sevilmeye ihtiyacının da önemli bir payı var. Bencil ve materyalist Batıda sadâkat ve vefâ duygularının insanlar arasında kolay kolay görülememesinin rolü büyük. İnsanları kazıklayan ve insanlardan birçok kazık yiyen kişi, sâdık bir dost, ihânet etmeyecek vefâlı bir arkadaş denilince aklına hemen köpek geliyor. İnsanın kalbinden yüce duygular silinince, “dört ayaklılardan daha aşağı” damgası alınlarına vurulunca, köpeklerin kıymeti artıyor. “Arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” sözünü Batılıları daha iyi tanımak için de, onların en iyi arkadaş ve dostlarının itler olduğundan yola çıkarak kullanabiliriz. Bu münâsebetle Peygamberimiz’den Ebû Zerr’in rivâyet ettiği bir hadis rivâyetini hatırlayalım: “Kıyâmet yaklaştığında, bir kimsenin köpek yavrusunu yetiştirmesi, kendi çocuğunu yetiştirmekten daha câzip gelir.” 361
İçgüdü mü, İlâhî Program mı?
Canlılar Âlemindeki Hârikulâdelikler, Ona Basit Bir İsim Takmakla Anlaşılmaz: Dakikada yüzlerce mantık işlemi yapan, binlerce bilgi ünitesi depolayabilen bilgisayarlar, günümüz insanının en fazla dikkat ve hayranlığını çeken yeniliklerden biridir. Fakat şunu hatırdan çıkarmamalıdır: “Hiçbir zaman, hiçbir kompüter kendi kendine düşünmez. Onun düşünmesi demek, uzmanlarca hazırlanmış emirleri izlemesi ve gereken işlemleri otomatik olarak yapmasıdır.” Hangi işlemi nasıl ve ne şekilde yapacağı uzmanlar tarafından tesbit edildikten sonra, bu bilgiler bilgisayarın hâfızasına yerleştirilir. Daha sonra bilgisayar, dakikanın binde biri gibi bir zamanda, çözülecek problem için lüzumlu bilgiyi hâfıza kısmı içinden bulur, çıkarır ve lüzumlu matematik-mantık işlemlerini yaparak kontrol edip neticeyi gösterir.
Elektronikte olduğu gibi, doğa bilimleri alanında araştırmalar da derinleşmiştir. Bunun neticesinde canlılar âlemindeki göz kamaştırıcı sırlar, düşünebilenleri
361] Taberânî; Tahâvî
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 103 -
âdeta büyülemektedir. Isısı kutup soğuğu ile tropikal bölgeler sıcağı arasında değişen her yerde, karlı tepelerden tutun da okyanusların derinliklerine varıncaya kadar dünyanın her köşesindeki bütün hayvanlarda görünen hayat faâliyetleri, araştırmacıları hayrete düşürmektedir.
Bir arının, yuvasını en dakik ve ince mimarî hesaplara göre yapması, bir örümceğin, ağını en sağlam şekilde örmesi, termit böceği ordularının gökdelenlerini inanılmaz mükemmellikte inşâ etmesi, bir tırtıl sineği veya bir sivrisineğin operatör doktor gibi çalışması karşısında hayret etmemek mümkün değil gerçekten. İlk bakışta şuurlu davranış hissini veren bu tarz hareketler, aslında organizmalarda verâset (kalıtım) yoluyla nesilden nesile geçmektedir. Tıpkı göz rengi, vücut yapısı, kanat şekli vs. gibi bir karakter olup, sonradan kazanılmış değildir. Meselâ; yumurtasından henüz yeni çıkmış ufacık örümcekler, tamamen düzgün örülmüş ağlarını dokumayı, annelerinin nasıl yaptığını görmedikleri halde aynı işi aynı mükemmellikle başarmaktadırlar. Bu mükemmellik insanı hayrete sevkedecektir. Hayret ise hayranlığa…
Hayranlık hissedecek olgunluğa varamamış olan kimseler, çevrelerindeki mükemmellikleri basitleştirmek arzusu içindedirler. Fikirler arzuların üzerine binince hârikulâdeliklere basit bir isim verilerek geçiştirilmektedir. Derinlemesine düşünmeyi engellemek için kullanılan bu basit ve soğuk kelimelerden biri de “içgüdü”dür. Bu konudaki düşüncesini Wolfgang Bechtle, şu cümlede özetliyor: “İçgüdü kelimesini kullanmayı sevmem. Bu kelime daha çok insanî bir gurur ifâde etmekte, hayrete düşmemizi engellemektedir.”
Pek çok şuursuz hayvanın birkaç gün içinde ortaya koyduğu eserler, yıllarca ilim tahsil etmiş ihtisas sahibi bilim adamlarını geride bırakmaktadır. Hayvanlar ölçüp biçmeyi, statik hesaplarına uygun şekilde yuvalarını inşâ etmeyi düşünmeden, otomasyon olarak yapmaktadır. Aynen bir bilgisayar gibi, kafasının içindeki bölümde programlanmış emirleri takip etmekte ve yapılması gereken işleri programa göre en üstün şekilde uygulamaktadırlar. Örümcek, mimarlık fakültesini bitirmemiştir. Tırtıl sineğinin cerrahlık öğrenimi yapmasına imkân yoktur. Arı, geometri ilmini tahsil etmemiştir. Fakat buna rağmen, bütün bu ilimleri biliyormuşçasına hareket etmeleri, ancak bu havyaların dünyaya gönderilmeden önce, onları dünya şartlarına göre programlanması ile izah edilebilir.
Otomasyon Sistemi: İlâhî sevk ile hareket eden hayvanları, otomasyon sistemi ile çalışan fabrikatlara benzetebiliriz. Fabrikadaki otomasyon sistemi insan eli ile düzenlemekte ve bilgisayarların yapacakları işlemlere göre programlanması yapılmaktadır. Sistem bu tarzda düzenlenirken, bilgisayarın, nerede, hangi işlemin yapılması için ne çeşit emirler vereceği ayarlanmaktadır.
Bütün, işlem ve kontrollerin, bilgisayarlar tarafından yapıldığı, “imalât hattı” yanında çalışan hiçbir insanın bulunmadığı sistemlere “full otomasyon” sistemi denilmektedir. Full otomasyon sistemi ile çalışan bir fabrikaya giren bir insanın takdir ve hayranlık hislerinin coşmaması mümkün değildir. Seri üretim, yükleme, boşaltma, taşıma gibi fonksiyonların hiç insan eli değmeden zincirleme olarak yapıldığını gördükten sonra bütün bu fevkalâde faâliyetlerin daha önceden hâfızada programlandığını düşünecek ve o programcıyı içinden tebrik edecektir. Çünkü nerede, hangi işlemin yapılması için ne çeşit emirler verileceğini şuursuz mâdenî cihazların programlayamayacağı açıktır. Ayrıca otomasyon sisteminin bir
- 104 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gâyeye yöneltilmiş olması, her ne kadar fabrikada yönetici görünmese bile, yöneticinin varlığını ortaya koymaktadır.
Kim Programlamış? Bir arı, bir örümcek, bir tırtıl, topraktaki maddeler ve suyun belirli bir kompozisyonundan teşekkül etmiştir. Ne arı, ne örümcek, ne de diğerleri akıl ve ilim sahibi değildir. Organizmada yer alan su ve topraktaki hiçbir elementin de ilim ve akıl sahibi olduğunu kabul etmek, zâten mümkün değildir. Yalnız insanlarda ilim tahsil etmek ve ilmin ışığında akıl yürütebilmek kabiliyeti vardır. Fakat şu da kesindir ki, belirli konularda hayvanlar akıl düzenine insanlardan daha çok yakındır. Âdeta insanlardan daha akıllıca hareket etmektedirler. Meselâ; ortalama 36 günlük ömrü olan arı, bazı profesörlerin yanıldığı hesapların tatbikatını şaşmaz bir doğrulukla yapmaktadır. Termitler termitaryum denilen gökdelenlerini inanılmaz mükemmellikte inşâ etmektedir. Bütün hayvanların kâinat ile olan münâsebetlerindeki âhengi sağlayacak program en mükemmel şekilde hazırlanmıştır.
Hayvanların belirli hayat devrelerinde görülen bizi durup düşünmeye sevkeden icraatların programlanmasını acaba kim yapmıştır? Hava mı, su mu, toprak mı? Kendileri mi? Yoksa, ilmi ezelden ebede uzanan, sonsuz kudret ve rahmet sahibi olan Allah mı?
Full otomasyon sistemi ile çalışan bir fabrikanın programlaycısını tebrik eden her akıl sahibinin, yeryüzündeki sayısız hayvanların akıllara durgunluk veren hârika faâliyetlerini programlayan Allah’ı takdir ve tâzim etmesi gerekmez mi? Akıl ve ilimden uzak hayvanların âlimâne, dâhiyâne icraatları içgüdü-dışgüdü gibi kelimelerle değil; ancak İlâhî program ile izah edilebilir. İçgüdü gibi kelimelerle olayı ifâde eden zihniyet, konuyu Allah’a bağlamamak, bu muhteşem özelliklerin yaratıcısının Allah olduğunu düşündürmemek için böyle demektedir. Bilinçsiz müslümanlar da düşünmeden bu kalıplaşmış ifadeleri tekrarlamakta sakınca görmemekteler.
Hayvanlar Âleminde Temizlik: Hastalığı önleyecek tedbirlerin başında temizliğin geldiğini hepimiz biliriz. Temizlik kurallarının çok küçük yaşlardan beri insanlara öğretilmesi lâzımdır. Hâlbuki hayvanların çoğu ebeveyninden görmemesine rağmen temizlik bilgilerine sahiptirler.
Birçok kimse, ev hayvanlarının dışındaki bütün hayvanları pis zannetmek hatasına düşerler. Gerçekten temiz sayılamacak domuz gibi istisnâî hayvanlara bakıp bütün hayvanları suçlamak doğru değildir. Çünkü hükümler istisnâî hallere göre değil; ekseriyete göre verilir. Allah, hayvanların hepsini temizlik bilgileri ile birlikte dünyaya göndermiştir. Temizlikle ilgilenmeyen hayvan hemen hemen yok denecek kadar azdır. Ve bu nizam, dünya kurulalıdan beri devam etmektedir. Meselâ yeraltındaki sarayında yatıp kalkan porsuk, pis hayvanlardan sayılmasına rağmen, gerçekte hayvanların en temizlerinden biridir. Kürkünü daima temiz tutmakta ve sık sık değiştirdiği bir yeri tuvalet olarak kullanmaktadır. İninde birikmiş çöpleri dışarıya taşıyarak yuvasına uzak bir bir yere yığmaktadır.
Kürklü hayvanlar, postlarını temizlemek için çok kere garip usullere başvururlar. Meselâ; tilki, ağzına koca bir yosun demeti almakta ve bununla suya girmektedir. Bütün vücudunu yavaş yavaş suya gömmekte, bu arada yalnız ağzı ile ağzında tuttuğu yosunlar dışarıda kalmaktadır. Postundaki bütün pireler bu
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 105 -
durumda boğulmamak için yosun demetinin üzerine çıkmaktadırlar. İş bu dereceye gelince, tilki pireli yosunları atmakta ve temizlenmiş vaziyette soğuk sudan çıkmaktadır.
Filler derilerini temizlemek için çamurların içinde yuvarlanırlar. Hortumları bu arada onlara duş görevi görür. Bahçe hortumu gibi vücutlarının çeşitli yerlerine su fışkırtırlar. Bazen vücutları çamurla kaplanırsa da kuruyan çamur çok geçmeden dökülür ve bütün pislikleri beraberinde götürür. Aslan, kaplan ve bütün büyük yırtıcı hayvanlar, ev kedileri kadar temizdirler. O yüzden “aslan yattığı yerden belli olur” denir. Kürklü küçük hayvanların çoğu, vakitlerinin büyük bir kısmını tuvaletlerine, temizlik ve bakımlarına ayırırlar. Meselâ sıçanlar, uyanık kaldıkları zamanın yarısında kürklerini dişleri ve ayakları ile sistematik bir sûrette temizlemekle meşgul olurlar.
Foklarla gergedanlar kuvvetli masaj taraftarıdırlar. Bu maksatla taşlara sürtünerek vücutlarını zamanla ayna gibi cilâlarlar. Samur, yaşlı ağaç gövdelerinin içinde kendine bir oyuk oymakta ve güzel kürkündeki son toz taneciği de düşünceye kadar bunun içinde yuvarlanmaktadır. Dişleri olan bütün hayvanlar, ağızlarının bakımına önem verirler. Kurdun dişleri çirkin bir sarı renkte olabilir. Ama bu renk, o dişlerin doğal rengidir. Yoksa daima temiz tutulan bu dişlerde besin artığı arasanız bulamazsınız.
Tuvaletlerine, bakımlarına özellikle düşkün olan kurtlar, tüylerini pirelerden ve bitlerden temizleyen toz banyosu yaparlar. Hemen hemen bütün kuşlar suya girerek yıkanmakta ve esâret hayatında bile bu alışkanlıklarından vazgeçmemektedirler. Ayrıca kuşların çoğunun kuyruk çevresinde küçük bir yağ guddesi vardır. Hayvan yıkanıp temizlendikten sonra, bunun sâyesinde tüylerini yağlayıp yumuşatır. Kuşların yuvalarının temizliğine de diyecek yoktur. Yuvasını pisleten kuş yoktur denilse yeridir. Yavrularının temizlikle ilgileri olmadığı müddetçe, anne bunların pisliğini gagasıyla toplar ve yuvasından aşağıya atacak yerde, biraz öteye uçtuktan sonra uygun yere bırakır.
Hayvanlarda Doktorluk: İnsanın, hastalandığında ilk yapacağı iş, muhakkak bir doktora veya bir hastahaneye müracaat etmektir. Hayvanların hastalandığında ne yaptıklarını düşündük mü? Onların kendilerini muâyene edip tedavi edecek doktorları yoktur tabii. Fakat yapılması gerekeni de en güzel şekilde yapabilirler. Çünkü yaratılışları ile birlikte, hastalıklardan korunma ve tedavi hususunda ihtiyaçları olan bilgilerle programlanmışlardır. Büyük bir hayvanat bahçesinin müdürü şöyle diyor: Hayvanlardan birisi hastalanır da rahatsızlığının ne olduğunu anlayamazsak, doğup büyüdüğü memlekette yetişen her türlü bitkiyi getirip önüne koyarız. O çoğu zaman kendisine lâzım olan ilâcı bulur çıkarır, onu yer ve iyileşir. Ancak bu usûl fayda vermediği takdirde veteriner çağırmayı düşünürüz.
Doğa bilginleri, hayvanların hastalık veya yaralanma karşısında çok mantıkî davrandıklarını ve tatbik ettikleri metodların da en modern tıbbî buluşlar ayarında olduğunu belirtmekteler. Doktor Wilbur Pearson’a göre; hayvanlar en amansız hastalıklarla ne şekilde mücâdele etmek gerektiğini mükemmelen bilmekteler. Meselâ doktorlarımız vitaminin vücuda lüzumunu yeni yeni anladıkları halde, onlar vitaminlerden çoktandır faydalanmaktaydılar. Hayvanlar bundan başka güneş ışınlarının bazı ağrılara ne kadar faydalı olduğunu bilirler. Bazı
- 106 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hallerde de dinlenmenin ve gölgenin lüzumuna göre davranırlar. Temizlik hususunda hassâsiyetle durmakta, kırılmış kemikleri yerine koyabilmekteler.
İlkbahar gelince bütün hayvanlar, inekler, koyunlar, atlar, keçiler niçin çayırlara akın ediyorlar dersiniz? Bütün kış boyunca yedikleri samanla artık yetinmez oluyorlar da ondan. Dışarıda bulabildikleri yeşillik az olsa da, bütün gün otlayarak aldıkları besini belki de yarım saat içinde yiyebileceklerdir. Fakat bunun bir rolü olmuyor. Acaba hayvanlar yeşilliğin A vitaminin kaynağı olduğunu mu keşfetmişler? Dr. Pearson’un tetkikleri akılsız hayvanların akıllı insanlardan daha akıllıca ve düzenli bir hayat sürdüklerini ortaya koymuştur. Yırtıcı bir hayvan, avını parçaladığı zaman, ilkönce karaciğerini yemeyi tercih eder. Karaciğer ise vücudun vitamin bakımından en zengin olan kısmıdır. Aynı zamanda güneş ışığının D vitaminini meydana getirdiğini ve bunun kemik hastalıklarına çok faydası olduğunu da göz önünde tutarlar.
Hayvanların yaratılışları ile birlikte Yaratıcısı tarafından yapılan programa uygun hareket etmeleri hayvanların çok seyrek hastalanmalarının başlıca sırrıdır. Hayatı büyük ölçüde idare eden bu programlar sâyesinde, hastalanan bir hayvan ilk başvurulacak ilâcın müshil olduğunun farkındadır. Bir kediyi veya köpeği ot yerken görmüş olabilirsiniz. Otlar onlara müshil etkisi yapar. Hem et hem de meyve yiyen bir kısım ayıların bildikleri bir cins böğürtlen onlar için en mükemmel müshil ilâcıdır.
Ayıların kış uykusundan kalkar kalkmaz ilk yaptıkları iş bu böğürtlenlerden bulup yemektir. Yalnız bitkiyle beslenen geyikler, sindirim cihazlarının aşırı faâliyetini önlemek için, meşe gibi ağaçların ince kabuklarını ve dallarını yerler.
Hayvanlar gerektiği zaman çok sıkı bir perhiz takip etmesini de bilirler. Ateşi olan bir hayvan, derhal serin, havadar, gölgeli ve su kıyısında bir yere çekilir. Orada sessizlik içinde oturarak çok az yer ve her zamankinden fazla su içerler. Ateşimiz olunca doktorlar bize de aynı şeyleri tavsiye etmezler mi?
Romatizma ağrıları çeken bir hayvan, kendine derhal güneşli ve kuru bir yer arar. Doktorların yakın bir zamanda ortaya çıkardıkları bir gerçeği, ısının romatizma gibi hastalıkları meydana getiren toksinleri (zehirleri) vücuttan attıklarını, hayvanlar programlama neticesinde bilmektedirler.
Bazı vahşi hayvanlar ise yaralandıklarında mağaralardaki sarımsı şap parçaları ile yaralarını itinayla ovuşturmakta ve böylece kanamayı durdurmaktadırlar. Çünkü şapın sıkıştırıcı ve kanamayı durdurucu özelliği vardır. Yılanların en büyük düşmanlarından biri olan mangoların yılanlarla mücâdelesi hemen hemen her zaman mango tarafından kazanılmaktadır. Fakat mangonun bazen mağlûp olduğu da olur. Yerli halk, zehirli yılan tarafından ısırılan mangonun derhal ormana daldığı ve bazı bitki köklerini panzehir olarak yediğini söylerler.
Hayvanlar âlemindeki bu kabil hârikulâdelikleri içgüdü kelimesiyle bir çırpıda izah etmek mümkün müdür? İçgüdü en kısa tarifiyle “hayvanların doğuştan getirdikleri, irsî özellikte bir türe mahsus çoğu kere hayatî önemi hâiz davranış modelleri”dir. Fakat bu tarifle bu davranışlar izah edilebilir mi? Yapılan şey burada, birtakım hayret verici davranışlara bir isim vermekten ibâret oluyor. The World Book Encyclopedia’nin içgüdü ile ilgili maddesinde şöyle deniliyor: “Birçok psikologlar artık anlayamadıkları kompleks davranışlar için içgüdü olduğunu
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 107 -
söylemekle onu hiç de izah etmiş olmadıklarını biliyorlar. Genellikle içgüdü kelimesi ‘henüz anlaşılamayan davranışlar’ı ifâde ediyor. Filozof John Dewey’in dediği gibi ‘bir davranışın içgüdü olduğunu söylemekle; uyku ilâcı, uyku getirici özelliğinden dolayı insanı uyutur, demek arasında bir fark yok.”
“İnsanların mâhiyetini anladıkça büyülendikleri bu program; Dünya ve içindekileri yaratan Yüce Allah’ın ilim, hikmet ve irâdesiyle yazılmıştır” hükmü, bütün bilimsel araştırmaların ışığında açıkça görünmektedir. 362
Edebiyatta Hayvan; Fabller ve Hayvan Masalları
Fabl: Daha çok öğretici bir gâyeye yönelik, ahlâk dersi vermek isteyen hayvan hikâyeleri bu adla anılır. Eğitim ve öğretimde kullanılan fabllerde konu oldukça kısa olup kahramanlar insan karakter v edavranışlarına sahip hayvan, bitki ve cansız varlıklardan meydana gelir. Çok defa olağanüstü masal unsurlarıyla örülü olayların anlatıldığı fabllerde olaylar insandan başka varlıkların başından geçiyormuş gibi gösterilir.
Eski Türk edebiyatında “kıssadan hisse” adı verilen bu türün geniş örneklerine Sâdî’nin Bostan ve Gülistan ve Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden başlayarak birçok eserde rastlamak mümkündür. Fabl türünde sayılabilecek en dikkate değer bir örnek de XV. asır şâirlerinden Şeyhî’nin Harnâme’sidir. Hesiod, Aisopos (Ezop), Fhaedrus ve La Fontaine gibi isimler dünya fabl edebiyatının en tanınmış yazarlarıdır. Doğuda ise Kelile ve Dimne adlı kitabıyla Hint yazarı Beydeba ün kazanmıştır. Fabl türü yeni Türk edebiyatında da belirlir bir yer tutar. Şinasi’nin başlangıçta La Fontaine’den yaptığı birkaç tercümeden sonra kendi yazdığı bazı manzum fabl örnekleri, Ahmed Midhat Efendi’nin Hümâyunnâme adıyla Kelile ve Dimne tercümesi, Kıssadan Hisse adıyla birkaç fıkrayı fabl şekline sokması; Orhan Veli ve Sabahattin Eyüboğlu’nun başarılı La Fontaine tercümeleri anılabilir. (Hüseyin Karatay’ın Avrupa Görmüş Maymun adlı eseri de müslümanca bir bakış açısıyla yazılmış fabl denemesi türündendir). 363
Hayvan Masalları: Kahramanları hayvan olan masallardır. Bütün hayvanlar masallarda yer alabilir. Bazen insanların da görüldüğü bu masallarda hayvanlar insanlar gibi konuşur ve onları temsil ederler. Bazılarında açıkça söylenen, fakat hepsinde bulunan bir ders vardır. Bu tür masalların en eskileri anonimdir. Daha sonraları bazı şâirler tarafından nazmedilip edebî bir havaya büründürülmüştür. Bu işi yapanlar arasında Greklerden Aisopos (Ezop) (M.Ö. 620-560), Latinlerden Pheadrus (M.Ö. 50-15), Fransızlardan Jean La Fontaine (1621-1695)’i sayabiliriz. İslâm dünyasında da hayvan masallarına sık sık mürâcaat edilmiş, çeşitli kitaplar yazılmıştır. Aslı Sanskritçe olan Kelile ve Dinme, İranlı şâir Feridüddin Atar (1193-1235)’ın nazmettiği Mantıku’t-Tayr ve bunun Türkler tarafından yapılan tercümelerini sayabiliriz. Tanzimat döneminde Şinasi, Recaizade Mahmud Ekrem gibi şairler, tercüme ve telif yoluyla türkçeye hayvan masalları kazandırmışlardır. (Hayvan masallarının ille şiir tarzında, fabl türünde yazılması da gerekmez. Ama en meşhurları nazımla yazılmıştır.) Modern masal araştırmacılığında hayvan masallarının özel bir yeri vardır. 364
362] Âdem Tatlı-Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Y., s. 276
363] Türk Dili ve Edebiyatı Ans. Dergâh Y., c. 3, s. 137-138
364] Türk Dili ve Edebiyatı Ans. Dergâh Y., c. 4, s. 184
- 108 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Günlük hayatta ve edebiyatın hemen her dalında “hayvan” çokça yararlanılan bir konudur. Hikâye ve masalların vazgeçilmez ögelerinden birini hayvanlar oluşturur. Halk deyimlerinde ve atasözlerinde hayvanlardan çokça örnekler verilir. Günlük konuşma dilinde mecaz olarak, simge olarak hayvanlardan çokça bahsedilir. İnsanlar, sevdiklerini de kızdıklarını da hayvanlara benzetirler. Hem sevgi ve hem de hakaret, hem övgü hem de sövgü ifadesi olarak hayvan ve türleri devreye girer.
Biraz kabalık yapan bir adam gördüğümüzde, ya da bir kimse akılsız, beceriksiz bir davranış sergilediğinde, hayvanlara hakaret olur mu, diye düşünmeyiz ve hemen damgayı basarız: “Hayvan!” Kaba bir adam bizde “ayı”yı çağrıştırır, obur bir adam “öküz”ü. Bazı insanların “domuz” gibi arsız, “eşek” veya “katır” gibi inatçı, ya da “deve” gibi kindar, “tilki” gibi kurnaz veya hilekâr olduğunu söyleriz. Bunun yanında sevdiğimiz insanı da hayvanlara benzettiğimiz olur. Çocuklar “kuş” gibi cıvıldar, bazıları “bülbül” gibi şakır, cesur kahramanlara “aslan” deriz. Hakaret amaçlı çokça kullandığımız “köpek” cinsinin sadâkat gibi erdemlerini de örnek göstermekten kaçınmayız. Yılanı tıpta sembol kabul ederiz. Hayvanlara muhtacız, onlarsız hayallerimiz, simge ve imgelerimiz ne kadar eksik olurdu. Meselâ “Bülbül” olmasa Divan Edebiyatı olur muydu? Bunlarla yetinmeyip “at”lara kanat takıp pegasus diye bir hayvan hayal ederiz. Bazıları kadın başlı aslan vücutlu heykeller yapar, adına sfenks takar. Boynuzlu “at”lar hayal eder. Büyük bir hayvan hayal edip masalların başrollerinde yer veririz. Büyük “goril” hayal eder, King Kong filmlerini çevirtiriz. Ağzından alevler fışkıran yedi başlı “ejderha”ları gündeme getiririz. Yaramaz çocukları “canavar”larla korkuturuz. Akşam dinlediği masala gerçekten daha çok inanan çocuk, dere kenarında gördükleri “kurbağa”nın, aslında bir prens olduğundan ve yeniden insan olmak için bir öpücük beklediğinden çok emindir. Çocuklara, hatta gençlere model kahramanlar da hayvanî özellikleri ağır basanlardan seçilmektedir artık modern çağda; Batman (yarasa adam), spiderman (örümcek adam) uydurma film karakterleri değil; gerçek kahramanlardır sinema çocuklarının gözünde. Korkunç kahramanlardan mı hoşlanıyorsunuz? Alın size wolfman (kurt adam). Sinemanın meşhur ettiği bu hayal kahramanlarını sayarken, ormanda hayvanlar tarafından büyütülen tarzanı ve hayvan arkadaşlarını da unutmayalım.
Nedir bu hayvanların bizim elimizden ve dilimizden çektiği. Bunca hizmetin karşılığı bu mu olmalıydı? Bülbül ya da muhabbet kuşu güzel öttüğü için insanlar tarafından hapse mahkûm edilir, orman saraylarından alınır, evlerdeki kafeslerde yaşatılır. Şirin mi şirin, rengârenk desenli küçük balık, güzelliğinin cezasını evlerdeki akvaryumların dar alanında zindan hayatı yaşayarak çeker ve doğal köşkü olan denizinden mahrum edilir. Gece boyunca hiç uyumadan sahiplerine bekçilik yapan ve gerektiğinde hayatını bile fedâ etmekten çekinmeyen köpek, bu hizmetlerine takdir bile görmez, hâlâ hakaretlere ve bazen tekmelere muhâtap olur. Hayvanat bahçesinde yaşamaya mahkûm edilen hayvanlar da ayrı bir konu. İbret tarafı, canlı zooloji dersi öğretmenleri oluşları işin hoş tarafları. Ama doğal ortamlarından koparılıp insanlarla iç içe yaşamak zorunda bırakılan yabanî hayvanlar, herhalde bundan memnun olmasa gerek. En çok da maymunlar bu bahçede ziyaretçi toplar. İnsanlar, kendilerini çok gülünç kabul ediyorlar ki, kendilerine benzemeye çalışan, kendini taklit eden maymunu komik ve eğlenceli buluyorlar. Çarşılar, caddeler de nazîre yaparcasına insanat bahçesi halini
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 109 -
almış, düşünmüyorlar. İnsana benzemeye çalışan hayvan komik oluyor da; hayvana benzeyen, onlar gibi çıplak ve onlar kadar özgür olmak isteyen, onlar gibi namazsız-oruçsuz yaşayan insanlar komik, trajikomik olmuyor mu dersiniz?
Oyun ve eğlence etmesi yetmez, nice çirkin insan nice hayvanı çirkin kumarlarına da âlet eder. Keyif ve kumar için horoz dövüştürür, sadistçe zevk alır. Deve güreşlerinin modası çoktan geçmiştir. Atlar artık kumar için altılı ganyan vb. adlarla yarıştırılır. Büyü malzemesi olarak kullanılmaktan kurtulamaz masum hayvanlar; Kara tavuk, kara kedi, kara kurbağa veya beyaz at gibi hayvan türleri bu çirkin harama âlet edilir.
Aslında hayvanlar, insanların sadece yardımcısı değil; aynı zamanda dostudur. Atın kahramanlığı, köpeğin sadâkatı, kedinin sahibini arayış ve buluşu herkes tarafından kabul edilir. Fıtratı bozulmamış çocuk, hayvanları candan sever, oyuncaklarının çoğunu hayvanları simgeleyen oyuncaklardan seçer. Hayvan masallarıyla büyür, onlarla eğitilir, ahlâkî erdemleri onlar aracılığıyla öğrenir.
Bazı Doğu toplumlarında hâlâ geçerli olduğu gibi, eskiden insanlar, takvimlerini oluştururken de hayvanları unutmazlardı; ay adlarını hayvan cinslerinden oluştururlardı. Burçlara ad olarak çoğunlukla hayvanları kullandıkları gibi.
Hadis-i Şeriflerde Hayvanlarla İlgili Konular
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Bir adam yolda, yürürken susadı ve susuzluğu arttı. Derken bir kuyuya rastladı. İçine inip susuzluğunu giderdi. Çıkınca susuzluktan soluyup toprağı yemekte olan bir köpek gördü. Adam kendi kendine: "Bu köpek de benim gibi susamış" deyip tekrar kuyuya inip, mestini su ile doldurup ağzıyla tutarak dışarı çıktı ve köpeği suladı. Allah onun bu davranışından memnun kaldı ve günahlarını affetti." Rasûlullah'ın yanındakilerden bazıları: "Ey Allah'ın Rasûlü! Yani bize hayvanlar (a yaptığımız iyilikler) için de ücret mi var?" dediler. Peygamberimiz (s.a.s.): "Evet! Her "yaş ciğer" (sahibi) için bir ücret vardır" buyurdu." 365
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah(s.a.s.) buyurdular ki: "Bir kadın, eve hapsettiği bir kedi yüzünden cehenneme gitti. Kediyi hapsederek yiyecek vermemiş, yeryüzünün haşerâtından yemeye de salmamıştı." 366
Muhammed İbn İshak kendisine Ebû Manzûr denen Şamlı bir zattan naklediyor, bu da amcasından, o da Hadır'ın kardeşi Âmiru'r-Râm'dan nakletmiştir. Âmir der ki: "Bizim için bayraklar ve sancaklar yükseltildiği zaman memleketimizde idik. Ben: "Bu nedir?" diye sordum.
"Rasûlullah’ın (s.a.s.) sancağı!" dediler. Yanına gittim. Bir ağacın altında oturuyordu. Ashâbı da etrafını sarmıştı. Ben de yanlarına oturdum. Bir ara Rasûlullah (s.a.s.) hastalıklardan ve dertlerden bahsedip dedi ki:
"Mü'mine bir hastalık gelir, sonra da Allah ona şifa verirse, bu hastalık onun geçmiş günahlarına kefâret, geri kalan hayatı için de bir öğüt olur. Şâyet münâfık hastalanır, sonra da âfiyet verilirse o, sahibi tarafından bağlanıp sonra da salıverilen fakat niçin
365] Buhârî, Şirb 9, Vudû 33, Mezâlim 23, Edeb 27; Müslim, Selâm 153, h. no: 2244; Muvatta, Sıfatu'n Nebi 23, h. no: 2, 929-930; Ebû Dâvud, Cihâd 47, h. no: 2550
366] Buhârî, Bed'ü'l-Halk 17, Şirb 9, Enbiyâ 50; Müslim, Birr 151, h. no: 2242
- 110 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bağlandığını, niçin salıverildiğini bilmeyen bir deve gibidir."
Aleyhissalâtu vesselâm'ın etrafında oturanlardan biri:
"Ey Allah'ın Rasûlü, eskâm (hastalıklar) nedir? Ben asla hiç hastalanmadım?" diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.): "Kalk! Sen bizden değilsin" buyurdu." 367
Açıklama:
1- Teysîr müellifi, hadisi taktî yaparak aktarmış. Yani Ebû Dâvud'daki aslında hadisin devamı var. Esâsen rivâyetin sadedinde olduğumuz bâbla ilgili olan kısmı, terkedilen, yani Teysîr'e alınmayan kısmıdır. Biz bu nakilde, bir hata olabileceğine hükmederek rivâyetin arkasını aynen kaydetmeyi gerekli bulduk:
"... Biz bu şekilde Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanında otururken üstünde kisâ bulunan bir adam, elinde -üzeri sarılı- bir şey olduğu halde geldi ve:
"Ey Allah'ın Rasûlü! dedi, seni görünce buraya yöneldim. Gelirken bir ağaç kümesinin yanından geçiyordum ki kulağıma kuş yavrularının sesleri geldi. Hemen onları alıp kisâmın içine koydum. Derken anneleri gelip başımın üstünde dönmeye başladı. Ben de yavrularının üzerini annelerine açtım, kuş gelip üzerlerine konmaz mı! Ben de kisamı tekrar üstlerine kapayıverdim. Şimdi onlar işte burada benimle beraberler" dedim. Rasûlullah (s.a.s.):
"Onları hemen bırak!" diye emretti. Ben de bıraktım. Ama anneleri yavrularını terketmedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) Ashâbına sordu:
"Şu yavruların annesindeki şefkate şaşıyor musunuz?"
"Evet!" dediler.
"Beni hak ile gönderen Zât u Zülcelâl'e yemin olsun. Allah'ın kullarına karşı rahmeti, yavruların annesinin yavrularına karşı taşıdığı şefkatten fazladır. Onları götür aldığın yere koy, anneleri de berâber olsun!" dedi. Adam da onları tekrar geri götürdü."
2- Tîbî der ki: "Mü'min hastalanır ve tekrar sıhhate kavuşursa kendine gelir ve anlar ki, bu hastalık geçmiş günahlarının bir neticesidir. Derhal pişman olur, artık bir daha geçmişe dönmez. Böylece bu ona bir kefâret olur."
Hadis münâfığın hastalıktan ders almayacağını, tevbeye yönelmeyeceğini, hastalığının ne geçmişteki hataların affı husûsunda, ne de gelecekte günah işlememek hususunda bir fayda te'min etmeyeceğini ifâde etmektedir. Bunlar, âyet-i kerîmenin ifâdesiyle, "Hayvanlar gibidir, hatta daha da beterdir, onlar gâfillerdir." 368
Âişe (radıyallâhu anhâ) bir rivâyette şunu söyler: "Kendisinde dikbaşlılık olan bir deveye bindim. (Hırçınlık etmeye başlayınca ilerigeri sürmeye başladım. Bunun üzerine Rasûlullah(s.a.s.): "Rıfkla, tatlılıkla davran! diye müdâhale etti..." 369
Hâlid İbn Ma'dân -merfu olarak (yani Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sözü olarak)- rivâyet ediyor: "Rasûlullah buyurdular ki: "Allah refikdir, (yumuşaklık, kolaylık, müsâmaha sahibi). Bu sebeple rıfkı sever, rıfk sebebiyle razı olur, rıfk (sahibin)'e
367] Ebû Dâvud, Cenâiz 1, h. no: 3089
368] 7/A'râf, 179
369] Müslim, Birr 79, h. no: 2594
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 111 -
mahsus bir yardımı vardır ki, şiddet sahipleri bu yardımı göremez. Öyleyse bu, dili olmayan hayvanlara bindiğiniz zaman bunlara konaklama yerlerinde mola verin. Eğer geçtiğiniz arazi çoraksa, oradan hayvanın iliğini kurutmadan çıkın. Gece yürüyüşünü tercih edin. Zîra geceleyin arz, gündüzleyin dürülmeyecek şekilde dürülür. Yol üzerine (geceleyin) konaklamaktan kaçının. Çünkü o, hayvanların yolu, yılanların sığınağıdır."
Urve İbn'l-Ca'd (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Atın alnına hayır bağlanmıştır: "Bu hayır), sevap ve ganîmettir. Bu hal kıyâmete kadar bâkidir." 370
Cerîr (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah’ı (s.a.s.) atın alnındaki tüyleri parmaklarıyla bükerken gördüm. Büküyor ve şöyle diyordu: "Atın alnına Kıyâmet gününe kadar hayır bağlanmıştır. Bu hayır sevap ve ganimettir." 371
Câbir (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Denizin sahile attığı ve geri çekilmekle sahilde bıraktığı avı yiyiniz. Denizde ölüp de su yüzüne çıkan avı yemeyiniz." 372
Ümmü Hâni radıyallahu anhâ anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) bana "Koyun ve keçi edin. Zira onda bereket vardır" buyurdular." 373
Urve el-Bârikî radıyallahu anhümâ, "Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın şu sözünü nakletmiştir: "Deve, sahipleri için bir izzet vesilesidir. Koyun ve keçi de berekettir. Hayır, Kıyâmete kadar atın alnına bağlanmıştır." 374
İbn Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor: "Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Koyun ve keçi cennet hayvanlarındandır." 375
Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm zenginlere koyun-keçi edinmelerini emretti ve buyurdu ki: "Zenginlerin tavuk edinmeleri halinde, Allah, köylerin helak olmasına izin verir." 376
Aişe (r. anhâ) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Hayvanlardan beş tanesi vardır ki bunların her biri fâsıktır (zararlıdır). Harem bölgesinde olsun, Hill (denen Harem dışı) bölgesinde olsun bunlar öldürülür: Karga, çaylak, akrep, sıçan, kelb-i akur (yırtıcılar)." 377
Müslim'in bir rivâyetinde Hz. Aişe şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a.s.) beş fâsığın hill'de ve Harem'de öldürülmesini emretti." (Ebû Dâvud, Ebû Hüreyre’den (r.a.) kaydettiği bir rivâyetinde, karga yerine "yılan" demiştir. 378
Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) göçeğen kuşu (surad),
370] Buhârî, Cihâd: 43, 44, Humus: 8; Müslim, İmâret: 98, h. no: 1873; Tirmizî, Cihâd: 19, h. no: 1694; Nesâî, Hayl: 7, h. no: 6, 222
371] Müslim, İmâret: 97, h. no: 1872; Nesâî, Hayl: 7, h. no: 6, 221
372] İ. Canan, 17/407
373] İ. Canan, 17/265
374] İ. Canan, 17/265
375] İ. Canan, 17/266
376] İ. Canan, 17/266
377] Buharî, Bed'u'l-Halk 16, Cezâu's-Sayd 7; Müslim, Hacc 66-67, h. no: 1198; Muvatta, Hacc 90, h. no: 1, 357; Tirmizî, Hacc 21, h. no: 837; Nesâî, Hacc 113, h. no: 5, 208
378] İ. Canan, K. Sitte, 14/149
- 112 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kurbağa, karınca ve hüdhüd kuşunu öldürmeyi yasakladı." 379
Ebû Hüreyre ve Hz. Câbir (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Deve, sığır veya davar sâhibi olup da, bunlardaki Allah'ın hakkını eda etmeyen herkese Kıyâmet günü, bu mallar, olduğundan daha çok ve mümkün olduğunca iri ve şişman olarak geleceklerdir. Adam, onlar için, düz ve geniş bir yere oturtulacak, hayvanlar bacakları ve tabanlarıyla onun üzerinden geçecekler. Geçiş sırasında boynuzlarıyla toslayacaklar ve ayaklarıyla ezecekler. İçlerinde boynuzsuz veya boynuzu kırık biri bulunmayacak. Bu şekilde sonuncusu da onun üzerinden geçince, birincisi aynı geçişe tekrar başlayacak. Mahlûkatın hesabı tamamlanıp hüküm verilinceye kadar bu hâl devam edecek. Keza "kenz"e (hazineye) sâhip olup da ondaki (Allah'ın) hakkını ödemeyen herkese, Kıyâmet günü hazinesi, dazlak başlı bir yılan olarak gelecek, ağzını açıp peşine düşecektir. Yılan yaklaştıkça adam ondan kaçacak. Sonunda yılan ona: "Gizlediğin hazîneni al! Ben ondan müstağniyim!" diye bağırır. Adam, neticede yılandan kaçma çaresinin olmadığını anlaşınca, elini ağzına sokar. Yılan da onu, aygırın (alafı) kemirmesi gibi kemiriverecek." 380
Ebû Saîd (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Kimin yanında fazla hayvan varsa, onu hayvanı olmayana versin. Kimin de fazla azığı varsa onu azığı olmayana versin." Rasûlullah, bazı mal çeşitlerini bu sûretle saymaya devam etti. Öyle ki, bizden hiç kimsenin (yol sırasında) herhangi bir fazlalıkta hakkı olmadığı düşüncesine vardık. 381
Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Şu üç şeyde armağan vardır: Deve yarışı veya at yarışı veya ok yarışı." 382
Enes (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah’ın (s.a.s.) Adbâ adında bir devesi vardır. Bu bütün yarışları kazanırdı. Bir gün binek devesi üzerinde bir bedevi geldi ve yarışta Adbâ'yı geçti. Bu durum Ashâb'ın ağrına gitti. Rasûlullah (s.a.s.), üzüntülerini yüzlerinden okuyunca şu açıklamayı yaptı: "Yeryüzünde, yükselttiği her şeyi arkadan alçaltmak Allah üzerine bir haktır." 383
Binicilik
Hz. Peygamber (s.a.s.), atıcılığı biniciliğe takdim etmekle beraber, bunun da ihmal edilmeyip behemahal öğrenilmesi ve çocuklara öğretilmesi, mümkün mertebe günlük eğlenceler arasına dâhil edilmesi için ısrar etmiş at ve deve yarışlarına teşvik etmiştir.
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) zaman zaman koşu yarışları tertiplediği, bunları maddî ödüllerle mükâfatlandırdığı rivâyetlerden anlaşılmaktadır. Bazı rivâyetlere göre -bizzat Hz. Peygamber de, bir seferinde, antrenmanlı, bir seferinde antrenmansız deveyle olmak üzere- iki defa yarışa katılmış antrenmanlı deve ile altı mil mesafe tutan Hafya ile Seniyyetü'l-Vedâ arasında, antrenmansız
379] İ. Canan, 17/404
380] Buhârî, Zekât 3, Tefsir, Âl-i İmrân 14, Berâet 6, Hiyel 3; Müslim, Zekât 26, h. no: 987; Muvatta, Cihâd 3, h. no: 2, 444; Ebû Dâvud, Zekât 32, h. no: 1658, 1659, 1660; Nesâî, Zekât 2, 6, h. no: 5, 12-14
381] Müslim, Lukata: 18, h. no: 1728; Ebû Dâvud, Zekât: 32, h. no: 1663; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 8/27
382] Ebû Dâvud, Cihad: 67, h. no: 2574; Tirmizî, Cihâd: 22, h. no: 1700; Nesâî, Hayl: 14, h. no: 6, 226, 227; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 8/48
383] Buhârî, Cihâd: 59, Rikâk: 38; Ebû Dâvud, Edeb: 9, h. no: 4802; Nesâî, Hayl:14, h. no: 6, 227
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 113 -
deve ile bir mil mesafe tutan Seniyyetü'l-Vedâ ile Mescid-i Züreyk arasında koşmuştur. Fakat şu rivâyete bakarsak Hz. Peygamber'in daha fazla binme yarışları yapmış olabileceği hükmüne varılabilir. Hz. Enes anlatıyor: "Hz. Peygamber'in Adbâ adındaki devesini hiçbir deve geçemezdi. (Bir gün) bir bedevi devesiyle geldi. Hz. Peygamber onunla yarıştı. Müsâbakayı bedevî kazanmıştı ki bu durum müslümanların ağırına gitti. Rasûlullah onları teskin için şunu söyledi: "Dünyada her yükselişe bir alçalış, (her kemale bir zeval), vermek Allah üzerine bir haktır."
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) deve ile atı da yarıştırdığı rivâyetlerde gelmiştir. Deve ve ata binme yaşı ile de ilgili olarak, Hz. Peygamber'in katıldığını zikrettiğimiz yarışlarla ilgili rivâyeti verebiliriz. Zîra bu rivâyetlerde, yarışmadaki müsâbıklardan birinin Abdullah İbn Ömer olduğu belirtilir. Hadisenin yılı tasrih edilmemiş olmakla beraber Abdullah'ın Hendek savaşı sırasında 15 yaşına basarak harbe katılabildiğini biliyoruz. Mezkür yarışın Hendek harbinden önce cereyan etmiş olabileceği ihtimali nazara alınınca, askere katılma yaşlarına (yani 14-15 yaşlarına) gelmiş bulunan bir kimse, yarışa katılabilecek seviyede binicilikte hazâkat kazanmış olmaktadır. Esasen bu yaşta askere alınması demek, bu yaşa kadar askerliğin icap ettirdiği ok atma, kılıç kullanma, ata, deveye binme gibi maharetleri öğrenmiş olması demektir.
Son olarak, mezkûr yaş meselesinde fiilî tatbikat hususunda bir fikir vermek üzere Kâbusnâme müellifinin bir kaydına nazar atabiliriz. Müellif çocuk için: "Kur'an'dan sonra (...) buğur bir silahşor üstada ver, ta ki silahşorluk öğrene ve bile ki her bir silaha nice iş buyurmak gerek, yani oku nice atmak gerek, süngüyü nice dürtmek gerek ve kılıç nice urmak gerek ve ata nice binmek gerek bile. Çünkü tamam bu hünerleri öğrene ve fariğ ola gerektir ki oğlana suda yüzmek dahi öğredesin..." dedikten sonra hatıralarını anlatma zımnında, kendisinin Ebû Mansur Hâcib isminde bir silahşora 10 yaşında iken verilerek askerî eğitim aldığını, "ata binmek, süngü oynatmak, zıpkın atmak ve çevgen ile top vurmak ve kement atmak..." vs. öğrendiğini kaydeder. 384
Hayvanlarla Oynamak
Bu, bazı hayvanları tahrik edip dövüştürmek şeklinde olduğu gibi, yarıştırma şeklinde de olabilir. Birinciye misal, horozların dövüştürülmesi; ikinciye misal güvercin peşinde koşmaktır. Hadislerde her iki çeşit oyun da yasaklanmıştır. Güvercinle oynayan kimse hakkında Hz. Peygamber (s.a.s.) şiddetli bir üslub kullanmıştır. 385Bu çeşit hadislere rağmen, İslâm âleminde, diğer bir kısım yasaklar gibi, güvecinle meşguliyetinde zaman zaman yaygın bir moda hâlini aldığını görülmüştür. Kalkaşandî, 565/1169 yılında Nureddin Zengî ile başlatılan güvercinle meşguliyetin kısa zamanda yaygınlık kazanarak, devrin en ileri gelenlerini bile saran bir moda hâlini aldığını, kuşlara neseb defterleri tutulacak, tanesi 1000 dinara satılacak kadar ileri gidildiğini, güvercinlerin tam bit ticaret metâı halini aldığını vs. anlatır. 386
Âlimlerin oyun ve eğlence karşısındaki bu sert tutumları, bidâyette de temas ettiğimiz gibi, en başta zamanın boş geçmesine sebep olmasıyla izah
384] İ. Canan, 8/63-64
385] Ebû Dâvud, Edeb: 57; el-Edebü'l-Müfred: 2/683
386] Kalkaşandî, 14/390-391
- 114 -
KUR’AN KAVRAMLARI
edilmektedir. Dehlevî şöyle der: "Yasak işler meyanında teselli vericilerle meşgul olmayı da saymalıyız. Bu işler dünya ve âhiret endişesine karşı teselli veren, zamanı boşa geçirten şeylerdir. Çalgılar, satranç, güvercinle oynamak, hayvanları kızıştırıp dövüştürmek gibi. Bu eğlencelere dalan kimseler, yeme içme gibi zaruri ihtiyaçlarını dahi ihmal ederler. Öyle ki, üzerlerine sıkışırlar da bevl etmek için kalkmaktan bile sarf-ı nazar ederler. Şâyet bu gibi eğlencelerle meşguliyet câri bir adet haline gelecek olsa, insanlar cemiyet üzerine bir yük, bir parazit haline gelir ve nefislerini ıslâha yönelmezler." 387
Hz. Süleyman ve Hayvanlar
Hz. Süleyman aleyhisselâm'la ilgili Kur'ânî kıssanın mühim bir mesajı hayvanlarla ilgili: Hz. Süleyman hayvanların dillerini bilmekte, Hüdhüd vs. ile konuşmaktadır. Âyette karınca ile de konuşmasına dikkat çekilmesi ayrı bir ehemmiyet taşır. Karıncaların, insanlarca işitilen bir sesi, görülen bir kulağı yok. Buna rağmen Hz. Süleyman onlarla muhabere edebilir. Öyleyse araştırıldığı takdirde, insanoğlu, onların bile muhabere sistemine girebilecektir.
Hz. Süleyman'ın bu mûcizesini aktaran Kur'ânî kıssa, sesi işitilebilen pek çok hayvanın -belki de tamamının- muhabere sistemlerine insanların girip onları, insanlığın lehinde birkısım mühim hizmetlerde istihdam edilebileceklerine semavî bir irşad olmaktadır. Son çekirge istilasının, bir kere daha hatırlattığı, Said Nursi’ye ait mevzumuzu ilgilendiren bir mülahaza şöyle: "... Meselâ çekirge âfetinin istilâsına karşı, çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar istifadeli bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir. İşte kuşlardan şu nevî istifade ve teshîri ve telefon ve fonoğraf gibi câmidatı konuşturmak ve tuyûrdan istifade etmek; en münteha hududunu şu âyet çiziyor..." 388
İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) (dövüştürmek için) hayvanların arasını kızıştırmayı yasakladı." 389
Yine İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Kendisinde ruh olan hiçbir canlıyı (atışlarınıza) hedef ittihaz etmeyin." 390
Abdullah İbn Cafer İbn Ebi Talib (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.), bir keçiyi hedef ittihaz ederek ok atmakta olan bir kalabalığa rastlamıştı. Bu halden hiç hoşlanmadı ve: "Hayvanlara eziyet vermeyin!" buyurdu." 391
Şerid İbn Süveyd (r.a.) anlatıyor: "Kim bir kuşu boş yere sırf eğlence olsun diye öldürürse kıyâmet günü, o kuş, sesini yükselterek Allah'a şöyle seslenir: "Ey Rabbim! Falan beni boş yere öldürdü, bir menfaat için öldürmedi." 392
Câbir (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) hayvanlardan herhangisi olursa
387] İ. Canan, 12/324-325
388] İ. Canan, 12/373
389] Ebû Dâvud, Cihad 56, h. no: 2562; Tirmizî, Cihad 30, h. no: 1708, 1709
390] Müslim, Sayd 58, h. no: 1957; Tirmizî, Sayd 1, h. no: 1475; Nesâî, Dahaya 41, h. no: 7, 238, 239
391] Nesâî, Dahâyâ 42, h. no: 7, 239
392] Nesâî, Dahâyâ 42, h. no: 7, 239
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 115 -
olsun, "sabran" öldürülmesini yasakladı." 393 (Sabran öldürme, hayvanı kasd-ı mahsusla bir yere bağlayarak atışa hedef yaparak öldürmektir.)
Hayvana Temâs
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.): "Kim bir hayvana temas ederse onu öldürün, hayvanı da beraber öldürün" buyurdu." İbn Abbâs'a: "Hayvanın günahı ne (o niçin öldürülsün?)" diye soruldu. Şu cevabı verdi: " (Bu hususta Rasûlullah'tan bir şey işitmedim). Tahminimce eti yenmesin veya ondan istifade edilmesin diyedir. Zîra ona, bu muâmele yapılmıştır." 394
Ebû Dâvud ve Tirmizî'de şu rivâyet de gelmiştir: "Hayvana temas edene bir hadd takdir edilmemiştir." 395
Açıklama: Şârihler, dört mezhep imamlarının, hayvana temas eden kimsenin öldürülmeyip ta'zir cezasına maruz bırakılacağında müttefik olduklarını belirtirler. Hadis bu büyük amelden zecre (yasaklamaya) hamledilmiştir. Ulemâ, bu mevzuda İbn Abbâs’ın (r.a.) şu sözünü esas almıştır: "Hayvana temas edene hadd yoktur." Atâ da bir soru üzerine, hayvana temas mevzuunda hadd olmadığını söyledikten sonra, "Bu kabih bir ameldir, kabihi takbih edin" diye cevap vermiştir. 396
Bir diğer cinsî tatmin yolu sayılabilecek hayvana temâs da yasaklanmıştır. Ancak yasağın buradaki sertliği, insanlarla olan gayr-i meşru tatmindeki (zinâ) derecede değildir. Fiilin gayr-ı meşrûluğu bizzât lisân-ı nübüvvetle mübâlağalı olarak ifâde edilmiştir: "Bir kimse hayvana temâs edecek olursa, temâs edeni de hayvanı da öldürün." Fukâha bu meyânda Ebû Hanife, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed bu konuda hadd bulunmadığı ve hadiste geçen "Öldürün" emriyle "zecrde şiddet" kastedildiği hususunda ittifak etmiştir. Atâ da bu mevzuda bir suâl üzerine hakkında hadd olmadığnı söyledikten sonra "Bu kabih bir ameldir, kabîh olanı takbih edin" demiştir. 397
Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Kim Allah'a iman ederek ve va'dini tasdik ederek, Allah yolunda (kullanmak üzere) bir at "tutarsa" bu atın yediği, teri, gübresi, bevli kıyâmet günü terâzisine girecektir, yani sahibine sevap olacaktır." 398
"Kıyâmete kadar atın alnına hayır bağlanmıştır. At, (besleyenler için) üç durumdadır: At vardır, besleyenine ücrettir, at vardır besleyenine (ateşe karşı) perdedir, at vardır sahibinin sırtına vebâldir.
1) Ücret olan at: Bu, sâhibi tarafından Allah yolunda kullanılmak üzere beslenen attır. Bu at, her ne yiyip karnına gönderirse, sâhibine, her birisi, bir ücret olur. Şâyet (yolda giderken) önüne bir çayırlık çıksa ve sahibi onu oraya veya bir bahçeye bağlasa, ipinin uzanabildiği yere kadar çayır ve bahçeden yiyebildiği her şey ona bir ücret olur. At, ipini koparıp başını alıp bir kaç tepe gitse, bütün izleri -Hâris'in rivâyetinde- bu esnada
393] Müslim, Sayd 60, h. no. 1959
394] Ebû Dâvud, Hudud 30, h. no: 4464; Tirmizî, Hudud 23, h. no: 1454
395] İ. Canan, 6/255
396] İ. Canan, 6/255
397] İ. Canan, 3/316
398] Buharî, Cihâd 46; Nesâî, Hayl 11
- 116 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bıraktığı bütün gübreleri sahibine ücret olur. Şâyet at, bir nehre uğrasa ve ondan su içse, -sahibi orada sulamak istememiş bile olsa- bu da sahibine ücret olur.
2) Perde olan at: Bu, kişinin binek ihtiyacını görmek, bu işte başkasına muhtaç olmamak maksadıyla beslediği attır. Şu şartla ki, hayvana terettüp eden zekât, ihtiyaç sahiplerine iâreten vermek gibi Allah'ın haklarını unutmaz, öder. İşte bu at sâhibine (kıyâmette ateşe karşı) perdedir.
3) Vebal olan at: Bu, sahibinin övünmek, gösteriş yapmak ve Müslümanlarla husumette bulunmak üzere beslediği attır. İşte bu at sahibinin üstüne bir yüktür..." 399
Ebû Mes'ud el-Bedrî (r.a.) anlatıyor: "Bir adam, Rasûlullah’a (s.a.s.), yularlanmış bir deve getirerek: "Bu Allah yoluna bağışımdır" dedi. Rasûlullah (s.a.s.) adama: "Buna karşılık sana, kıyâmet günü, her biri yularlanmış yedi yüz deve vardır!" dedi. 400
Basit Gördüğümüz Hayvanlarda Bile Büyük İbretler Vardır
Bir Örümcek Ağının Düşündürdükleri
Gününü evinde geçiren bir insanın da düşünebileceği pek çok şey vardır. Örneğin temizlik yaparken evin bir köşesine ağını örmüş bir örümcek görebilir. Eğer normalde kimsenin önemsemediği bu hayvan hakkında düşünmesi gerektiğini fark ederse kendisine yeni kapılar açıldığını görecektir. Çünkü karşısında gördüğü küçük böcek bir tasarım hârikasıdır. Bu örümceğin ördüğü ağda mükemmel bir simetri vardır. Bu şaşırtıcı kusursuzluktaki tasarımı küçücük bir örümceğin nasıl başardığını merak edip biraz araştırdığında başka gerçeklerle karşılaşır: Örümceğin kullandığı ip, aynı kalınlıktaki kauçuktan % 30 daha esnektir. Örümceğin ürettiği bu iplik öylesine üstün bir özelliğe sahiptir ki, insanlar tarafından kurşungeçirmez yelek yapımında örnek alınmaktadır. Yani çoğu insanın basit bir örümcek ağı olarak gördüğü şey, aslında dünyadaki en ideal endüstri malzemeleriyle eşdeğer bir maddedir.
Çevresindeki canlılarda kusursuz bir tasarıma şâhit olan insan bu konuda düşünmeye devam ettikçe daha da şaşırtıcı gerçeklerle karşılaşır. Sürekli karşılaştığı halde hiç umursamadığı, hatta sinirlenip öldürmeye çalıştığı bir sineği incelediğinde onun çok titiz ve ayrıntılı bir temizlik anlayışına sahip olduğunu görür. Sinek sık sık bir yere konarak ellerini ve ayaklarını ayrı ayrı temizler. Daha sonra da kanatlarını, yüzüne bulaşan tozları elleri ve ayakları ile ince ince temizler. Temizliğinden emin oluncaya kadar da bu işlemleri sürdürür. Diğer tüm sinek ve böcek çeşitleri de aynı şekilde ve aynı önem ve titizlik içerisinde temizlenirler. Bu da onlara temizlenmeyi tek bir Yaratıcı'nın öğrettiğini göstermektedir.
Aynı sinek uçarken kanatlarını saniyede yaklaşık olarak 500 kere çırpar. Böyle bir sürate insan yapısı hiçbir makine dayanamaz, sürtünmeden paramparça olur ve yanar. Fakat sineğin ne kanatlarına ne kaslarına ne de eklemlerine hiçbir zarar gelmez. Rüzgârın şiddetini ve yönünü de hesaplayarak istediği yöne doğru sapmadan uçabilir. İnsan şu an sahip olduğu teknolojiyle bile bu üstün özelliklere, uçuş tekniklerine sahip bir makine üretmekten çok uzaktır. Ama sinek
399] Kütüb-i Sitte /Cihad
400] Müslim, İmâret 132, h. no: 1892; Nesâî, Cihâd 46, h. no: 6, 49
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 117 -
deyip de geçtiği ve umursamadığı bir canlı, insanın başaramadığı büyük bir işi başarmaktadır. Elbette bunu sineğin kendi kabiliyetleri ve zekâsıyla yaptığını iddiâ etmek mümkün değildir. Sinekteki bu üstün özellikler Allah’ın ona verdiği yeteneklerdir.
İnsan şöyle bir etrafına baktığında gördüğü her noktada gözle görülen ve görülmeyen bir canlılık vardır. Dünya üzerinde canlılığın var olmadığı tek bir santimetrekare dahi mevcut değildir. İnsanlar, bitkiler, hayvanlar görebildiği canlılardır, ama bir de bunların yanında göremediği ama varlıklarından haberdar olduğu canlılar vardır. Örneğin oturduğu evin içinde her yer "akar" ismi verilen mikroskobik canlılarla doludur. Aynı şekilde soluduğu havada sayısız virüs gezmektedir, ya da bahçesindeki toprakta yaşayan bakterilerin sayısı umulmadık kadar yüksektir.
Dünya üzerindeki inanılmaz yoğunluktaki canlılığı düşünen insanın aklına bir de bu canlılardaki kusursuz sistemler gelir. Gördüğü canlıların tümü Allah’ın sanatının apaçık birer delilidir, ama aynı şekilde mikroskobik canlılarda da büyük mûcizeler gizlidir. Gözle göremediğimiz bir virüsün, bakterinin veya akarın kendilerine ait vücut mekanizmaları vardır. Her birinin yaşadığı ortam, beslenme şekli, üreme, savunma sistemleri Allah tarafından yaratılmıştır. Bunları düşünen kişinin aklına Allah’ın âyetleri gelir: “Kendi rızkını taşıyamayan nice canlı vardır ki onu ve sizi Allah rızıklandırır. O, işitendir, bilendir.” 401
Bahçede Gezerken Gördüğümüz Bir Karınca Üzerinde Hiç Düşündük mü? İnsanlar genellikle çevrelerinde gördükleri canlılar üzerinde düşünmeyi çok gerekli görmezler. Her gün gördükleri canlıların çok ilginç özellikleri olabileceği akıllarına gelmez. Oysa iman eden bir insan için Allah’ın yarattığı her canlı kusursuz bir yaratılışın izlerini taşır. İşte karıncalar da bu canlılardandır.
İman eden bir insan bahçede dolaşırken gördüğü bir karıncayı görmezlikten gelerek geçip gitmez. Onun şaşkınlık verici özelliklerini görerek Allah’ın kusursuz yaratışına şâhit olur. Örneğin, bir karıncanın yürüyüşünü dahi incelemek düşündürücüdür. Milimetrik bir inceliğe sahip olan bacaklarını son derece düzenli bir şekilde arka arkaya hareket ettirir, üstelik hangi bacağının önce, hangisinin sonra geleceğini çok iyi bilir. Hiç şaşırmadan hızlı hızlı hareket edebilir.
Bu küçücük böcek, kendi bedeninden çok daha büyük kırıntıları yüklenir. Canla başla onları yuvasına taşır. Kendi bedeniyle kıyaslandığında çok uzun mesafeler kat eder. Uçsuz bucaksız bir toprak zeminde görünürde hiçbir yol gösterici olmamasına rağmen yuvasını bulabilir. Üstelik bu yuvanın girişi insanın dahi tespit etmekte hayli zorlanacağı küçüklükte olmasına rağmen, o hiç yanılmaz ve nerede olursa olsun bu yuvayı bulur.
İnsan bahçede arka arkaya dizilmiş, büyük bir gayretle yuvalarına yiyecek taşımaya çalışan karıncaları görünce bu küçücük canlının böylesine canla başla çalışması için ne gibi bir amacı olabilir diye düşünür. Ardından bir karıncanın sadece kendisi için değil, kolonisindeki diğer bireyler, kraliçe karınca ve yavrular için de sürekli yiyecek taşıdığını fark eder. Bu kadar küçük ve gelişmiş bir beyni bile olmayan karıncanın bu çalışkanlığı, disiplini, fedâkârlığı nereden bildiği, üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Tüm bunları düşündükten sonra
401] 29/Ankebût, 60
- 118 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vardığı sonuç ise şöyledir: Karıncalar da tüm diğer canlılar gibi Allah'ın ilhamı ile hareket ederler, yalnızca O'nun emrine uyarlar. 402
Bundan sonra insan, bir adım daha atmak ve şöyle demek zorundadır: En küçüğünden en büyüğüne varıncaya kadar hayvanlar, niçin yaratılmışlarsa o görevleri eksiksiz yerine getiriyorlar ve Yaratıcılarının kendileri için gerekli gördüğü kuralların dışına hiç çıkmıyorlar. Yaratılışları gereği Allah’a hal dilleriyle kulluk ve secde ediyorlar; direkt veya dolaylı olarak insanlara hizmet ediyorlar.
Onlardan çok daha üstün yaratılan insan da, Allah’a ibâdet ve kulluk için yaratılmış olduğuna göre, niye her konuda O’na teslimiyet gösterip itaat etmesin? Hayvanlardan ve bitkilerden, yaratılan her şeyden ibret alıp Allah’a niye yönelmesin?! Yoksa üstünlük kime geçer? “Allah katında hayvanların en şerlisi/kötüsü, düşünmeyen (aklını kullanmayan), sağırlar ve dilsizlerdir (Yani, hakkı işitip kabul etmeyen, hakkı söylemeyen kâfirlerdir).” 403; “Allah katında hayvanların en şerlisi/kötüsü, kâfir olanlardır. Çünkü onlar iman etmezler.” 404
“Hayvanın iyisi otlukta, insanın iyisi kıtlıkta ve kullukta”
“Esas sevilecek zât sadece Allah olmakla birlikte, insanların en iyisi, Allah için insanları sevmek şartıyla, hayvanları da sevmeyi bilendir.”
“Açlıktan ölmek üzere olan bir köpeği kurtarın, sizi ısırmayacaktır. Allah’tan korkmayan insan ile köpek arasındaki başlıca fark budur.”
“Evcil hayvanların en vahşîsi, dalkavuklardır.”
“Hayvanları sevmeyen insandan kendinizi koruyun.”
“Beslediğiniz atın size çifte atması, sırtına binmediğiniz içindir.”
“Dizginler kısa tutulduğu zaman, atın azgınlığı çabuk yatışır.”
“At sahibine göre kişner.” “At binicisini bilir.”
“Kuş kanadıyla, adam atıyla.”
“Atlar her zaman uysal olsalardı, ağızlarına gem vurmak kimsenin aklına gelmezdi.”
“Atının huyunu senden daha iyi kimse bilmez.”
“Bir çivi yüzünden bir nal, bir nal yüzünden bir at, bir at yüzünden bir atlı, bir atlı yüzünden bir ordu mahvolabilir.”
“Biz de at oynatırız, dur hele meydan olsun!”
“Atları güçlerine göre değil, cinslerine göre değerlendirirler.”
“Atın dört ayağı vardır ama gene de bazen tökezler.”
“Bir sürçmekle at ayağı kesilmez.”
“Arap atı zayıf da olsa, bu haliyle bir ahır dolusu eşekten iyidir.”
402] Derin Düşünmek
403] 8/Enfâl, 22
404] 8/Enfâl, 55
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 119 -
“Atla eşeği ayıran semerdir.”
“Eğer at kendi gücünü bilse, boyunduruk altına girecek kadar akılsızlık etmez.”
“Nice yürük atlar yollarda kalmışken, topal eşek sağ-sâlim konağa ulaşır.”
“Üstünde eğlenmez tezcene iner. / Emanet ata binen demişler.”
“Deveyi sağlam bağla, sonra Allah’a tevekkül et.”
“Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur.”
“Deve büyüktür ama beşini bir eşek yeder.”
“Deve ahmak olduğundan kılavuzu eşektir.”
“Tazılar, kendileri için koşar, ama avı efendileri için yakalarlar.”
“Sana candan bağlı olan bir köpek, sana kızgın bulunan bir dosttan daha iyidir.”
“Köpeklerle yatan, pire ile kalkar.”
“Köpek sahibini izlemeli, sahibi köpeği değil.”
“Köpeğe gem vurma, kendini at sanır.”
“Eti tadan bir köpek, artık kuru ekmeğe dönmez.”
“Kemik parçası bulan bir köpeğin etrafında bir sürü köpek dolaşır.”
“Bir sürü için, o sürü köpeğinin kurtla arkadaşlık etmesinden daha büyük bir belâ yoktur.”
“Köpeğin ölümü de köpekçe olur.”
“Köpektir, zevk alan sayyâd-ı bî insâfa (insafsız avcıya) hizmetten.”
“On insan bir sofrada yemek yer, iki köpek bir leşin başında uyuşamazlar.”
“Isıracak köpek dişini göstermez.”
“Arkadan dil uzatan itlere verme kıymet / Yedikleri herzeyi göm toprağın altına.
Her havlayan köpeğe bir taş atarsan eğe / Taşın dirhemi çıkar gitgide bin altına.”
“Köpekler tanımadıklarının arkasından havlarlar.”
“Uzaktan havlayan köpek ısırmaz.”
“İt ürür, kervan yürür.”
“İt ağzını kemik tutar demişler.”
“Köpek bile ekmek veren kapıyı tanır.”
“Köpek bile bal yediği çanağa pislik etmez.”
“Köpek artığı ile aslan beslenmez.”
- 120 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Köpeğin duâsı kabul olsa gökten kemik yağar.”
“Köpek sahibini ısırmaz.”
“Komşularından av kapmak, aslanlara göre ayıptır, köpeklere değil.”
“Köpeğin karnı doyarsa daha çok serkeşleşir.” “Fazla beslenirse köpek kudurur.”
“Koyununu köpeğe teslim eden kebabı ele yedirir.”
“Dünya şâhit iken sadâkatine / Kurdu severim de köpeği sevmem.”
“Bize Tâhir Efendi kelb demiş / İltifâtı bu sözde zâhirdir.
Mâlikî mezhebim benim zîrâ / İtikadımca kelb tâhirdir.”
“Bir itin ölümü yakın gelince / Câmi divarına siyer demişler.”
“Eğer kedinin kanadı olsaydı, dünyadan serçenin kökünü kazırdı.”
“Kedi, sevgilisinde muhakkak tırmık izi bırakır.”
“Kediyle oynayan, tırmalanmayı göze almış demektir.”
“Eldivenli kedi, fare tutamaz.”
“Kedi gidince, fareler küstahlaşır.”
“Kedi evden dışarı çıkınca, fareler oyuna başlarlar.”
“Hangi kabadayı fare, kedinin boynuna çıngırak takabilir?”
“Fare huylulara kedi, bey olur.”
“Fareyi tutarken, kedi aslandır; kaplanla savaşınca fareye döner.”
“Kedi var aslanın yerini tutmuş / Aslan var adına kedi söylenir.”
“Yüz koyun bir kurda ne yapar?”
“Zavallı koyun sürüsü! Çobanı da besler, çoban köpeğini de, kurdu da…”
“Canlılar arasında eşekten daha kendinden emin, daha vurdumduymaz, daha içine kapalı, daha ciddi, daha ağırbaşlı olanı var mıdır?”
“Eşekler anırmaya başladığı zaman, bülbüllerin sesini duyamazsınız.”
“Eşeğin anırmazı olmaz.” “Eşeğin anırtısı kendine hoş gelir.”
“Eşeğe fazla sokulan çifte yemeğe hazır olsun.”
“Yolda doğru gitmez yularsız eşek.”
“Eşeğe giydirsen nakışlı bir çul / At olmaz, huyunca zırlar demişler.”
“Eşek altın yular taksa, yine eşek yine eşek.”
“Eşek bile bir düştüğü yere bir daha düşmez.”
“Eşek bile makamla anırır.”
“Eşek yüklü olunca anırmaz.”
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 121 -
“Eşek çamura batınca yol gösteren çok olur.”
“Eşek baş olunca encam hayır olmaz.”
“Etme beyhûde felekten şekvâ / Hoşça hazmet yediğin darbeleri /
Eskidir, hiç değişmez bu usûl / Eşek oldun mu vururlar semeri.”
“Mazlum eşeğe herkes biner.”
“Kurtlar birbirine düştüğü zaman, aralarında koyun rahat eder.”
“Bir kurt, bütün bir koyun sürüsü için çok fazladır.”
“Kurtların içinde, ceylân masumiyetiyle ömür sürülmez.”
“Kurtlarla sofraya oturan, kendisini konuk mu yoksa yemek mi saydıklarını bilemez.”
“Kurdu kurtaran koyunları öldürmüş olur.”
“Kurt kurdu yemez.”
“Bir sürüyü kurttan köpek korur. Köpek kurt olursa o sürünün hali ne olur?”
“Bir sürünün çobanı kurt olursa, koyunları kim koruyacak?”
“Kurtla yaşayan, ulumasını öğrenir.”
“Kurdun yanında kuş da geçinir.”
“Kurt dumanlı havayı sever.”
“Kurt kocayınca köpeklere maskara olur.”
“Koyunun bulunduğu yerde kurt eksik olmaz.”
“Kurt tüyünü değiştirir, huyunu değiştirmez.”
“Kurdun dâvetine gidersen köpeği beraber al.”
“Her ne kadar insan elinde büyümüş olsa bile, kurdun yavrusu sonunda kurt olur.”
“Öküze boynuzu ağır gelmez.”
“Öküz, yem bitince çifte gideceğini bilir.”
“Maymunu ateşe atmışlar, yavrusunu ayağının altına almış.”
“Yılana yumuşak diye el sunma.” (Atasözü)
“Yuvasını yakmadıkça yılanın kökü kesilmez.”
“Yılanı küçükken ez, büyütme ha! / Büyütürsen olur başına belâ.”
“Yılan doğrulmayınca deliğine giremez.”
“Yılan kendi eğrisin bilmez, deveye boynu eğri der.”
“Uçuşu ne kadar sessiz olursa, yırtıcı kuş da o kadar tehlikeli olur.”
“Suçunu öder / Yavaş uçarsa, kartallara, kuş.”
- 122 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Her kuş kapana düşmez, hatta altın yaldızlı olsa da.”
“Kuşa altın kafes zindandır.”
“Kartalın beğenmediğini kargalar kapışır.”
“Bir güvercini yemek, bir kartal için şeref değildir.”
“Kuş olmayanın, uçurumlar üzerine yuva kurmaması gerekir.”
“Tavus kuşuna haddini bildiren ayaklarıdır.”
“Karga kekliği taklit ederken yürüyüşünü şaşırmış.”
“Besle kargayı, oysun gözünü.”
“Kuş, ancak kendi cinsinden olan kuşlarla uçar.”
“Kuşlar ki göklerden gelir bize / Ağaçlar ki, topraktan. /
Fakat nasıl âşinâlık var, / Kuşlar ağaçlara konduğu an.”
“Kuş uçtuktan sonra kafesin kapısını kapatmak ne işe yarar?”
“Eldeki serçe, uçan turnadan iyidir.”
“Bülbül, tavuk sergisinde mükâfat almamıştır.”
“Bağı süsleyen bülbüldür, fakat incirini kargalar yer.”
“Çalışsa bin sene, bülbül gibi karga fasîh olmaz. / Balonla âsumâna çıksa bir âdem Mesîh olmaz.”
“Çimende gezmekle karga bülbül olmaz.”
“Koyamam kargayı gül yerine / Çiçek açmış dikeni gül yerine.”
“Bülbül ötmesinden gül incinir mi?”
“Bu gülistanda bilür kendi çektiğin herkes / Cefâ-yı gül ne imiş bülbül olmayan bilmez.”
“Örümceğin sofrasındaki kebap, ancak sinek olur.”
“Bilir pekmezciyi, görünce sinek.”
“Arının evini yıkan, balın tatlılığıdır.”
“Bal yiyen, arısından gocunmaz.”
“Ağzında bal olan arının kuyruğunda iğnesi vardır.”
“Balı yapan da arıdı, insanı sokan da.”
“Ben arıya arı demem, / Arının balı olmalı.”
“Peteksiz arının balı yalandır.”
“Arının kahrını çekmeyen / Ne bilür balın kıymetin.”
“Zannetme, çocuk, istediğin her şey olur: / Bin bir arının bir teki -yalnız- bey olur.”
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 123 -
“İğnesini kaybeden yabanarısı, artık vızıldamaktan başka bir şey yapamaz.”
“Yumurtayı seven tavukların patırtısına katlanmalı.”
“Kör tavuk da, kimi zaman, buğday tanesini bulur.”
“Kara tavuğun da yumurtası ak olur.”
“Tavuk, yalnız alıştığı yerde yumurtlar.”
“Sansar ininin olduğu yerde tavuk yumurtlamaz.”
“Ni’metin kadrini bil verene şükret / Küfranda bulunma Mevlâ’yı zikret.
Bir tavukça tavuk su içse, fikret; / Baş kaldırır göğe bakar demişler.”
“Balık yeme tapar.”
“Acemi avcıların oltasına takılacak ahmak balıklar çoktur.”
“Yaş”, “kuru”, “nemli” kelimeleri, balıkların lügatında yoktur.”
“Balığa denizden başkası azaptır.”
“Balığı deniz tutmaz.”
“Balıktan başka her şey suya kandı.”
“Suda erimeyen bir şey söyle: Balık.”
“Her gün balığa çıkılabilir; fakat her seferinde eli dolu dönülmez.”
“Balık balıkçıyı sevebilir mi?”
“Balık baştan kokar, bunu bilmemek / Seyrânî, gâfilin ahmaklığından.”
“Yaptığın hatadan habersiz sanma / Kara karıncayı gece gören var.”
“Ne karınca zayıf olmakla aç kalır, ne de aslan, pençesinin ve kuvvetinin zoruyla karın doyurur.”
“Ayağının altındaki karıncanın halini bilmiyorsun; unutma ki, filin ayağı altında da sen öylesin.”
“Çokluk erliği bozar, karınca kesretle (çoğalmakla) arslanı öldürür.”
“Süleyman ol, hakir görme bir karıncayı.”
“Karıncanın götürdüğünü kimse götüremez.”
İnsan bu, tuhaftır; bazen sevdiklerini benzetir hayvana, bazen hiç sevmediklerini.
- 124 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hayvan Cinsleri Konusuyla İlgili Âyet-i Kerîmeler
Tüm Hayvanları Kapsayan Genel Bir İfâde Olan ve Hayvanlar Anlamında Kullanılan Dâbbe ve Çoğulu Devâbb Kelimesin Geçtiği Âyet-i Kerîmeler (Toplam 18 Yerde): 2/Bakara, 164; 6/En’âm, 38; 8/Enfâl, 22, 55; 11/Hûd, 6, 56; 16/Nahl, 49, 61; 22/Hacc, 18; 24/Nûr, 45; 27/Neml, 82; 29/Ankebût, 60; 31/Lokman, 10; 34/Sebe’, 14; 35/Fâtır, 28, 45; 42/Şûrâ, 29; 45/Câsiye, 4.
Deve, sığır, koyun cinsi anlamındaki “en’âm” kelimesi 32 yerde (3/Âl-i İmrân, 14; 4/nisâ, 119; 5/Mâide, 1; 6/En’âm, 136, 138, 138, 138, 139, 142; 7/A’râf, 179; 10/Yûnus, 24; 16/Nahl, 5, 66, 80; 20/Tâhâ, 54; 22/Hacc, 28, 30, 34; 23/Mü’minûn, 21; 25/Furkan, 44, 49; 26/Şuarâ, 133; 32/Secde, 27; 35/Fâtır, 28; 36/Yâsin, 71; 39/Zümer, 6; 40/Mü’min, 79; 42/Şûrâ, 11; 43/Zuhruf, 12; 47/Muhammed, 12, 79/Nâziât, 33; 80/Abese, 32.
Kuş anlamında “tayr-tâir” toplam 20 yerde (2/Bakara, 260; 3/Âl-i İmrân, 49, 49; 5/Mâide, 110, 110; 6/En’âm, 38; 12/Yûsuf, 36, 41; 16/Nahl, 79; 21/Enbiyâ, 79; 22/Hacc, 31; 24/Nûr, 41; 27/Neml, 16, 17, 20; 34/Sebe’, 10; 38/Sâd, 19; 56/Vâkıa, 21; 67/Mülk, 19; 105/Fîl, 3.
Ç- Sığır (inek) anlamına gelen “bakar”, “bakara” ve çoğulu “bakarât” kelimeleri, (toplam 9 yerde): 2/Bakara, 67, 68, 69, 70, 71; 6/En’âm, 144, 146; 12/Yûsuf, 43, 46. Buzağı (Dana) Anlamındaki Icl Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 10 Yerde): 2/Bakara, 51, 54, 92, 93; 4/Nisâ, 153; 7/A’râf, 148, 152; 11/Hûd, 69; 20/Tâhâ, 88; 51/Zâriyât, 26.
Deve anlamına gelen “cemel” 1 (7/A’râf, 40) ve çoğulu “cimâle” 1 yerde (77/Mürselât, 33)
Deve veya sığır cinsinden olup, Mekke’ye hedy olarak gönderilen kurbanlık hayvan anlamındaki “bedene” kelimesinin çoğulu olan “budn” kelimesi 1 yerde (22/Hacc, 36)
Eşek, yük taşıyan hayvanlar ve beş yaşına basmış deve anlamındaki “beîr” kelimesi “yük hayvanı” anlamında 2 yerde (12/Yûsuf, 65, 72)
Deve anlamında “dâmir” 1 yerde (22/Hacc, 27) Gebe develer anlamında “ışâr” 1 yerde (81/Tekvîr, 4) Deve anlamında “ibil” kelimesi, 2 yerde (6/En’âm, 144; 88/Ğâşiye, 17)
Deve anlamında “nâka” 7 yerde (7/A’râf, 73, 77; 11/Hûd, 64; 17/İsrâ, 59; 26/Şuarâ, 155; 54/Kamer, 27; 91/Şems, 13) (değişik kelimelerle deve toplam 16 yerde)
Koyun anlamında “da’n” kelimesi 1 yerde (6/En’âm, 143),
Koyun anlamında “ğanem” kelimesi 3 yerde (6/En’âm, 146; 21/Enbiyâ, 78; 20/Tâhâ, 18),
Koyun anlamında “na’ce” 4 yerde (38/Sâd, 23, 23, 24, 24) (değişik kelimelerle koyun toplam 8 yerde),
At Anlamındaki “hayl” kelimesi 5 yerde (3/Âl-i İmrân, 14; 8/Enfâl, 60; 16/Neml, 8; 59/Haşr, 6; 17İsrâ, 64);
“Âdiyât” kelimesi 1 yerde (100/Âdiyât, 1),
“Ciyâd” kelimesi 1 yerde (38/Sâd, 31) (değişik kelimelerle at toplam 7 yerde)
Balık anlamında “hût” 4 yerde (18/Kehf, 61, 63; 37/Sâffât, 142; 68/Kalem, 48)
Balıklar anlamında “hîtân” 1 yerde (7/A’râf, 163),
Balık anlamında “nûn” 1 yerde (21/Enbiyâ, 87) (değişik kelimelerle balık toplam 6 yerde),
Ğ- Eşek anlamında “hımâr” 2 yerde (2/Bakara, 259; 62/Cum’a, 5),
Eşek anlamında “hamîr” 2 yerde (16/Nahl, 8; 31/Lokman, 19),
Eşek anlamında “humur” 1 yerde (74/Müddessir, 50), (değişik kelimelerle eşek toplam 5 yerde),
Domuz anlamında hınzîr kelimesi 4 yerde (2/Bakara, 173; 5/Mâide, 3; 6/En’âm, 145; 16/Nahl, 115); Bu kelimenin çoğulu “hanâzîr” 1 yerde (5/Mâide, 60) (domuz toplam 5 yerde)
I- Köpek anlamında “kelb” kelimesi 5 yerde (7/A’râf, 176; 18/Kehf, 18, 22, 22, 22)
Karınca anlamında “neml” 3 yerde (27/Neml, 18, 18, 18)
Bıldırcın anlamında “selvâ” 3 yerde (2/bakara, 57; 7/A’râf, 160; 20/Tâhâ, 80)
Yılan anlamında “sü’bân” 2 yerde (7/A’râf, 107; 26/Şuarâ, 32),
yılan anlamında “hayye” 1 yerde (20/Tâhâ, 20), (yılan toplam 3 yerde)
Maymun anlamında “kırade” 3 yerde (2/Bakara, 65; 5/Mâide, 60; 7/A’râf, 166)
Kurt anlamında “zi’b” kelimesi 3 yerde (12/Yûsuf, 13, 14, 17)
Çekirge anlamındaki “cerâd” kelimesi 2 yerde (7/A’râf, 133; 54/Kamer, 7)
Ö- Kara sinek anlamında “zübâb” kelimesi 2 yerde (22/Hacc, 73, 73)
Karga anlamındaki “ğurâb” kelimesi 2 yerde (5/Mâide, 31, 31)
Katırlar anlamına gelen “biğâl” kelimesi 1 yerde (16/Nahl, 8)
HAYVANLARDAKİ İBRETLER
- 125 -
Ağaç kurdu anlamındaki “dâbbetu’l-arz” 1 yerde (27/Neml, 82)
Kurbağalar anlamındaki “Dafâdi’ ” kelimesi 1 yerde (7/A’râf, 133)
Ş- Sivrisinek anlamına gelen “beûd(a): 1 yerde (2/Bakara, 26)
Kuş sürüsü anlamındaki “tayran ebâbîl” 1 yerde (105/Fîl, 3)
Fil anlamındaki “fîl” kelimesi 1 yerde (105/Fîl, 1)
Bir kuş adı olan “hüdhüd” 1 yerde (27/Neml, 20)
Arslan anlamında “kasvera” 1 yerde (74/Müddessir, 51)
Haşerat anlamında kummel kelimesi 1 yerde (7/A’râf, 133)
Keçi anlamında “ma’z” 1 yerde (6/En’âm, 143)
Arı anlamında “nahl” 1 yerde (16/Nahl, 68)
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 8, c. 9,
2. Şamil İslâm Ansiklopedisi, c.2, s. 384-385
3. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y., c. 8, s. 40-160
4. Kur’an Coğrafyası, Ali Akpınar, Fecr Y., s. 51-57
5. Varlıkların Yaratılış Hikmetleri, İmam-ı Gazali, Dede Korkut Y., s. 125-134
6. Kur’an Hiç Tükenmeyen Mûcize, Kur’an Araştırmaları Grubu, İstanbul Y., s. 156-157, 160, 329-330
7. Kur’an-ı Kerim’den Âyetler ve İlmî Gerçekler, Halûk Nurbaki, TDV Y., s. 116-121
8. Kur’an’da Anlamı Kapalı Âyetler, Hüseyin Yaşar, Beyan Y., s. 266-270
9. Kur’an ve Hadislerde Günümüzde Ortaya Çıkan İlmî Gerçekler, Hasan Günaydın, Türdav Y., s. 98-100
10. Müsbet İlimlerde Kur’an Mûcizesi, Hikmet Özdemir, Gonca Y., s. 92-94, 108-109, 124-126
11. Kur’an ve Fen Bilimleri, Celal Kırca, Marifet Y., s. 210-211, 277- 292-296
12. Semboller ve Yorumları, Necmettin Ersoy, Özel Y.
13. Kur’an En Büyük Mûcize, Said Alpsoy, Miraç Kitapları, s. 84
14. Kur’an Mûcizeleri II, Harun Yahya, Araştırma Y., s. 16-30, 41-49, 69
15. İlimler ve Yorumlar, Hekimoğlu İsmail, H. Hüseyin Korkmaz, Türdav Y.
16. Hayvanlar Âlemi, Harun Yahya, Vural Y.
17. Hârika Canlılar, Harun Yahya, Vural Y.
18. Hayvanlarda Göç Mûcizesi, Harun Yahya, Vural Y.
19. Canlılardaki Fedakârlık ve Akılcı Davranışlar, H. Yahya, Vural Y.
20. Karınca Mûcizesi, Harun Yahya, Vural Y.
21. Sivrisinek Mûcizesi, Harun Yahya, Vural Y.
22. Balarısı Mûcizesi, Harun Yahya, Vural Y.
23. Konuşan Kuşlar Mûcizesi, H. Yahya, Vural Y.
24. Örümcekteki Mûcize, H. Yahya, Vural Y.
25. Termit Mûcizesi, H. Yahya, Vural Y.
26. Becerikli Baraj İnşaatçıları Kunduzlar, H. Yahya, Vural Y.
27. Küçük Dostlarımız Karıncaların Dünyası, H. Yahya, Vural Y.
28. Kusursuz Petekler İnşa Eden Balarıları, H. Yahya, Vural Y.
29. Âhir Zaman ve Dâbbetü’l-Arz, H. Yahya, Vural Y.
30. Acâibu'l-Mahlûkât, Kazvînî Zekeriyyâ İbn Muhammed İbsn Mahmûd el-Kazvînî, Mısır, 1401/1980
31. Hayâtu'1-Hayevâni’l-Kübrâ, Demîrî, Kemâlüddin Muhammed bin Mûsâ, Mısır, 1398/1978
32. El-Kur’an ve Âlemu’l-Hayavân, Abdurrahman Muhammed Hamid, Hartum
33. Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y., c. 7. s. 280-291

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 16:50

HAYIR ŞER

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

HAYIR ŞER


- 963 -
Kavram no 67
İmtihan 3
Bk. İtaat-İsyan
HAYIR - ŞER
• Hayır; Anlam ve Mâhiyeti
• Şer; Anlam ve Mâhiyeti
• İnsanın Hayırla ve Şerle Denenmesi
• Kur’ân-ı Kerim’de Hayır ve Şer
• Hadis-i Şeriflerde Hayır ve Şer
• Her Şeyi Yaratan Allah’tır; Fakat Şer İnsanlardandır
• Merhametli Allah’a Rağmen Dünyada Şerlerin Bulunması
• Hayrın İki Yönü
• Müslümanın Hayatında Hayır ve Şer
• İslâm Düşüncesinde Hayır-Şer
• Şerrin Ehveni Olur mu?
• Ehven-i Şer Mantığı ve Sistem İçi Kabuller
“Namazı kılın, zekâtı verin, önceden kendiniz için yaptığınız her hayrı/iyiliği Allah’ın katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı noksansız görür.” 4480
Hayır; Anlam ve Mâhiyeti
Türkçe’de “hayır” ve “şer” olarak kullandığımız kelimelerin Arapça asılları “hayr” (noktalı hı ile) ve “şerr”dir. “Hayr” taşıdığı özellik dolayısıyla istenilen, arzu edilen, değerli, dünya ve âhirette faydalı, yarayışlı olan her şeydir. Hayr, ister bir davranış, ister bir ibâdet, ister mal, yani dünyalık yönünden olsun; dünya ve âhirete ait meselelerde faydalı olan, arzu edilen şeyleri ifade eder. Hayır; istenilen, kötü karşılanmayan, kendisine rağbet edilen bir değerdir. “Hayr”ın karşıtı “şerr”dir. Hayr, iyi ve faydalı, rağbet edilen tercihleri ifade ettiği için; ibâdet, iyilik etmek, Allah yolunda harcamak, faydalı mal, kişiye sevap veya şeref kazandıran şeyler hakkında da kullanılmaktadır.
Aynı kökten gelen ‘hayrât’, beğenilen özellikler, davranışlar, sevap amacıyla yapılan iyilikler ve sadaka-i câriye (devam eden sadaka) olan şeyler demektir. Yine aynı kökten gelen ‘ihtiyar’, seçmek, dilemek, irâdesini kullanmak; ‘muhtar’, özgür iradeyle seçilen, beğenilen şey; ‘istihâre’, hayırlı bir işi dilemek; ‘hıyare (çoğulu ahyâr)’, hayırlı kimseler, seçilmişler demektir.
Kur’an’ın geniş kapsamlı kavramlarından biri, hayır kelimesidir. Bu kelimenin hem dünya işlerini, hem de âhiretle ilgili değerleri anlatan birkaç boyutu bulunmaktadır. Hayır ve onun karşıtı olan şer meselesi İslâm tarihinde üzerinde çokça tartışılan konulardan biridir. İslâm ıstılahında “ma’rûf”, her türlü hayrı; “münker” de her türlü şerri ifade eder.
4480] 2/Bakara, 110
- 964 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şer; Anlam ve Mâhiyeti
‘Şerr’ sözlükte, istenmeyen, arzu edilmeyen, her açıdan kendisinden kaçınılan şey demektir. Bunun yanında fesat, bozukluk, kötülük, kötü şey, zulüm, cezayı gerektiren iş anlamında da kullanılmaktadır. Bazen de sıkıntı, belâ ve musîbet mânâsına gelir. ‘Şerr’in çoğulu “şurûr” ve “eşrâr”dır. Şer her türlü hayrın ve iyiliğin karşıtıdır.
Hayır ve şer ölçüleri, ya mutlak olur, ya da izafi (göreceli) olur. Meselâ, akıl, adâlet, iyilik duygusu her zaman mutlak olarak hayırdır. Zulüm, kötülük, hırsızlık gibi şeyler de mutlaka şerdirler. Bazı şeyler bazıları için geçici olarak hayır veya şer olabilir. Meselâ, mal sahibi olmak şer olmadığı halde, bazıları için şer olabilir. Birisi mal ile kötülük veya zulüm yapıyorsa mal o insan için hayır değildir. Şer, istenmeyen, arzu edilmeyen durumları anlattığı gibi, kötü olan ve insana zararı dokunan şeyleri de ifade etmektedir. Kur’an, akletmeyen sağır ve dilsizleri (inkârcıları) yerde debelenen varlıkların en şerlisi saymaktadır 4481. Çünkü onların yaptıkları hayır olmaz, tuttukları yol yanlıştır. Azgınlıkları yüzünden yeryüzünde hep fesat ve şer olmaktadır.
Şer, bir yönüyle insanın kendisine isâbet eden kötülüktür, yani mutsuzluk veya talihsizlik halidir. İnsan sürekli kendine göre iyi şeyleri ister; ancak, kendisine bir şer (kötülük) dokunursa ümitsizliğe düşer. Biraz rahata kavuşunca da nimetin kimden geldiğini unutur, nankörlük yapar.4482 Hayır, Allah rızâsı düşünülmüş ve takvâya uygun bütün davranış ve işlerdir. Şer ise, Allah’ın rızâsına uymayan bütün işlerdir. Birisi mü’minin halini ortaya koyarken, diğeri de günahı ve kâfirin amellerini nitelendirmektedir. Şirk, küfür, nifak, zulüm gibi tavırların hepsi de şerdir. Bunun sonucu olarak kim zerre miktarı hayır işlerse onun karşılığını, kim de zerre miktarı şer işlerse onun karşılığını görecektir. 4483
Şer, bazen sû’ yani günah işleme duygusunu anlatır. Hayır ve şer kavramları iman ve küfür, itaat ve isyan yerine de kullanılır. Âmentü’de hayrın da şerrin de Allah’tan geldiğine, yani her ikisinin de Allah (c.c.) tarafından yaratıldığına iman ettiğimizi söyleriz. Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Hayır ve şer Allah’tan geldiğine göre bizim çabamız ne işe yarar? İnsan, hür irâdeyle yaratılmış ve dünyaya gönderilmiştir. Hayrı da şerri de seçme yeteneği vardır. Allah (c.c.) onu başıboş bırakmamış, hayrı ve şerri anlatan peygamberler de göndermiştir. Bundan sonra dileyen hayır işler, dileyen şer işler. Ancak hayrı da şerri de yaratan Allah’tır. Bu bir anlamda denemek için Allah’ın insana izin vermesi ve onu hareketlerinde serbest bırakmasıdır.
Allah (c.c.) insanı hayır ve şer konusunda denemektedir.4484 Cimrilik edip de mallarını Allah yolunda harcamayanların bu yaptıkları kendileri hakkında bir hayır değil, şerdir.4485 Bazı insanlar mü’minlerden hoşlanmazlar. Allah onlara bundan daha şer olan bir sonucu haber veriyor; Allah’ın lânet ettiği, kızdığı, başka şekillere çevirdiği, tâğuta tapanlar yaptığı kimselerin durumu4486 daha kötüdür.
4481] 8/Enfâl, 22, 55
4482] 41/Fussilet, 49-50
4483] 99/Zilzâl, 7-8
4484] 21/Enbiyâ, 35
4485] 3/Âl-i İmrân, 180
4486] 5/Mâide, 60
HAYIR ŞER
- 965 -
Cehenneme gidecek olanlar, halk arasında en şerli kimselerdir.4487 Mü’minler, şeytanın şerrinden, yaratıkların, gecenin, düğümlere üfleyenlerin, hasetçilerin, vesvese verenlerin şerrinden Allah’a sığınırlar. 4488
Çevremizde olup bitenlere ve insanların işledikleri fillere hayır ve şer hükmünü verebilmemiz için elimizde sağlam bir ölçü olmalıdır. Bu ölçü de ancak Allah tarafından bütün insanlara gönderilen son din İslâm’dır. İnsanların aklı ve tarihsel tecrübeleri bu konuda kesin bir ölçü olamaz. Ancak hayır ve şer hükümleri akılla anlaşılır ve uygulanır. 4489
İnsanın Hayırla ve Şerle Denenmesi
İnsan, nimetle/hayırla da sınava tâbi olur, külfetle/şerle de. Mutlak olanın dışındaki, kaynağı beşerî olan hayır ve şer, insan açısından göreceli olduğundan, denendiği şerrin ya da şer zannetiğinin kendisi için büyük hayırlara dönüşmesi mümkündür. Bazı insan, şerle imtihanı kazanır, ama hayırla imtihanda kaybeder veya tersi olabilir. Ama özellikle müslümanların mutlaka, korku, açlık ve fakirlikle sınanacağını4490 biliyoruz. İnsan bazen risk taşıyan mal, mülk, evlât ve sağlık gibi hayırlarla veya hayır zannedilenlerle; bazen de yokluk, hastalık, şeytan ve düşmanlar gibi şerler ve şer zannedilenlerle imtihan edilir. İnsan, hayatın geçici güzellikleriyle sınava çekilir4491 ki, o kişi için bu geçici nimetler, kalıcı hayırlara dönüşebilir. Mal, evlât, bu kabilden bir deneme aracıdır.4492 Bol rızık ve verilen nimetler birer sınama olduğu gibi,4493 başa gelen üzüntü ve kederler,4494 belâ ve musîbetler de birer imtihandır. 4495
İnsana bazen iyilik halinin bazen sıkıntının isâbet etmesi aslında bir denemedir: “Sizi deneme olsun diye, önce kötülük (şer) ve iyilik (hayır) ile deneriz. Sonra Bize geri döndürülürsünüz.”4496 Şer ile imtihan karşısında müslümanın en önemli dayanağı sabır ve duâdır. Mü’min, kendine göre şer saydığı belâ, musibet, keder ve mahrumiyet anında, kararlı davranarak, bütün bunların bir deneme olduğunu düşünerek sabreder. Denemeyi başarmak için Rabbine niyaz eder. Yalnızca O’ndan yardım diler, halini yalnızca O’na arzeder. Çünkü mü’min duâ ile evrenin dehşet verici sessizliği içerisinde yalnız olmadığını anlar, duâ ile Rabbini yanı başında ve kalbinde bulur.
Hayır ve şer konusundaki hükümler, insanın onlardan hoşlanıp hoşlanmamasına göre değil, onların insanı götürdüğü sonuca göre verilmelidir. Çünkü bu konudaki değerlendirmeler çoğu zaman izafi (göreceli) olmakta ve karar vermekte acele edilmektedir. Kur’an, bu konuda tipik iki örnek vermektedir: “Hoşunuza gitmediği halde üzerinize savaş yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki sevdiğiniz bir şey de sizin için şerdir. Allah bilir de siz
4487] 98/Beyyine, 6
4488] 113/Felâk ve 114/Nâs Sûreleri
4489] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 623-624
4490] 2/Bakara, 155
4491] 20/Tâhâ, 131
4492] 8/Enfâl, 28; 64/Teğâbün, 15
4493] 39/Zümer, 49
4494] 20/Tâhâ, 40
4495] 9/Tevbe, 126; 22/Hacc, 11
4496] 21/Enbiyâ, 35
- 966 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bilemezsiniz.” 4497 “…(Hanımlarınızla) güzellikle geçinin. Şâyet onlardan hoşlanmadınızsa, belki, bir şey hoşunuza gitmez, ama Allah onda çok hayır kılar.” 4498
“İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan pek acelecidir.” 4499 Bu âyet, insanın önemli bir psikolojik yönüne işaret etmektedir. Gerçekten insan, öfkelendiği, sıkıldığı ya da bir güçlükle karşılaştığında, sabır ve güzel duâ iplerine yapışmadıysa, öfkelendiklerine bedduâ eder, güçlüklerden kurtulmak için sabır ve metânetle çaba göstereceği yerde, acelecilik göstererek hemen kurtulmak ister. Halk deyimiyle denize düştüğünde yılana sarılır. Hemen kurtulamayınca da, ümitsiz ve kötümser bir hâlet-i rûhiye içinde, “Allah’ım, canımı al da, beni bu sıkıntıdan kurtar!” gibi kendisi için bile bedduâ eder. Elbette bu davranış, doğru değildir.
İnsanın bilgisi, hele Allah’ın ilmi ile kıyaslanınca yok sayılacak kadar azdır. O, kendi hayrına ve şerrine olan şeyleri de yeterince bilemez. Bir de hevâsı/kötü arzuları, geçici dünya rahatı işin içine girince hayır ve şer kavramlarını karıştırır. Bir şeyin hayırlı veya şerli oluşunun, bir insanın o şeyi sevmesi ya da ondan hoşlanmaması ile temelde hiçbir ilgisi yoktur. Asıl önemli olan, o şeyin bizi götürdüğü nihâî sonuca nazaran hüküm verilmesi gerekmektedir. Yani hayır, Allah’ın hoşlandığı şeydir; bu, bizim hoşlanmadığımız şey olabilir. Nefsin hoşlandığı her şeyi yerine getirmek, Kur’an tâbiriyle hevâyı ilâhlaştırmak 4500 ile Allah’ı râzı etmenin 4501 ayrıldığı noktadır hayır ve şer tanımı.
İşte bu noktada Vahy devreye girmekte ve Rahmân olan Rabbimiz, bize hayır ve şerri göstermekte, sırât-ı müstakîme hidâyet etmektedir: “Hoşunuza gitmediği halde savaş size yazıldı/farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha şer/kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”4502 Savaş, aslında sevilen, nefsin hoşlandığı bir şey değildir. Fakat bazen insan savaşmak zorunda kalır. İslâm’ın emrettiği cihadda iki güzelden biri vardır: Şehid olup cennete gitmek veya gâzi olup zafer kazanmak, ğânîmet alıp zengin olmak. Savaş ve cihaddaki sırrı insan tümüyle bilemez; Allah bilir. Bazı toplumlar cezaya müstahak olunca, Allah onları çeşitli belâlarla cezalandırır. İşte onlardan biri de savaştır. Nitekim Kur’an, “Allah, insanları birbiriyle def etmeseydi (savıp hizaya getirmeseydi) yeryüzünde nizam bozulurdu”4503 buyrulmuştur.
Vahy, mutlak hayırdır. Vahiyle irtibatı olan ilim ve hikmet de hayırdır.“Allah dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır ve üstünlük verilmiştir. Gerçekleri ancak akıl sahipleri anlar.”4504 Bu âyette geçen “hikmet”, Kur’an ilimleri demektir. Derin ve yararlı ilme hikmet denir. Allah’ın, kendisine hikmet verdiği kimseler öncelikle peygamberler, ilmiyle amel eden âlimlerdir. İlim sahibi olmanın en çok değer verilen tarafı, insanlığa faydalı olmak, onlara hayrı dokunmaktır. Doğruluk, adâlet, ihlâs, sevgi, saygı, başkalarına faydalı olmak, cömertlik gibi yüksek vasıfları Allah rızâsı için taşıyan kimseler de hikmet ehlinden sayılır;
4497] 2/Bakara, 216
4498] 4/Nisâ, 19
4499] 17/İsrâ, 11
4500] 25/Furkan, 43; 45/Câsiye, 23
4501] 5/Mâide, 119
4502] 2/Bakara, 216
4503] 2/Bakara, 251
4504] 2/Bakara, 269
HAYIR ŞER
- 967 -
dolayısıyla hayırlı insan kabul edilir. Kur’an’ın emirlerini öğrenip noksansız uygulamak için çaba sarfeden, tüm kötülüklerden uzak durma gayreti içinde olan kimse hikmet sahibidir ve kendisine büyük hayır verilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de Hayır ve Şer
“Hayr” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 176 yerde, türevleriyle birlikte ise toplam 196 yerde geçer. “Şerr” kelimesi ise 31 yerde zikredilir. Kur’ân-ı Kerim’de hayır kavramı, “iyi, güzel, değerli, faydalı ve mal mülk gibi arzulanan şeyler” anlamlarında kullanılır. Hayır, kavram olarak bazen hem mal, hem de o malı Allah yolunda sarf etme iyiliğini veya infak anlayışını ifade etmektedir. Allah’ın insana verdiği mal, -her ne kadar bazıları için şer olsa da- bizzat hayrın kendisidir. Meselâ, Kur’an, Hz. Süleyman’a (a.s.) verilen atlara “hayır” demektedir. Bir başka yerde, ölen birisinin geride bir hayır/mal bırakması durumunda onunla ilgili vasiyette bulunması gerekir denilmektedir. 4505
Mü’minler, Allah yolunda hayırdan ne infak ederlerse; bu, kendileri içindir. Onlar hayır olarak infak ettiklerinin karşılığını tastamam alacaklardır.4506 Görüldüğü gibi burada hayır, hem sahip olunan mal, hem de bu maldan Allah yolunda infak edilen pay, sadaka anlamına gelmektedir. Bir başka âyette ise ‘hayr’ yine ikili bir anlam ifade ederek hem sahip olunan şey, hem takvâya bağlı olarak yapılan amel (iş) yerinde kullanılmaktadır: “Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: ‘Hayır olarak infak edeceğiniz şey, ana-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışadır. Hayır olarak ne yaparsanız, Allah onu şüphesiz bilir.”4507 Hayır, yine maddî anlamlarda refah, bolluk, zenginlik gibi anlamlarda kullanılır. 4508
Hayır kavramı Kur’an’da şu anlamlarda da kullanılmaktadır:
a) Allah’ın sayısız (maddî ve mânevî) nimeti anlamında,4509
b) Bütün hayırların kaynağı olan vahy ve peygamberlik anlamında, ki vahye uyan mü’minler birçok nimetlere, güzelliklere, sağlam bir inanca ve aralarında kardeşlik duygularına sahip olurlar. Bütün bunlar hayrın ta kendisidir, 4510
c) Gerçek iman, ya da iman etme eğilimi, samimiyet ve iyi niyet anlamında, 4511
d) İman etmenin güzel sonucu, imanın olumlu etkisi anlamında,
e) Sâlih amel, hayırlı iş, kulluk ve sonucu güzel olan işler anlamında, 4512
f) İslâm,4513
g) hikmet4514 anlamında “hayır” kavramı kullanılır. Bütün bu açıklamalardan sonra, hayır kelimesinin Kur’an’da “ma’rûf (iyilik)”, şer kelimesinin de “münker
4505] 2/Bakara, 180
4506] 2/Bakara, 272-273
4507] 2/Bakara, 215
4508] 6/En’âm, 17; 10/Yûnus, 107; 21/Enbiyâ, 35; 70/Meâric, 21
4509] 3/Âl-i İmrân, 26
4510] 2/Bakara, 105 ayrıca Bk. 16/Nahl, 30
4511] 8/Enfâl, 70
4512] 2/Bakara, 110; 5/Mâide, 48; 21/Enbiyâ, 90
4513] 3/Âl-i İmrân, 104; 68/Kalem, 12
4514] 2/Bakara, 269
- 968 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(kötülük)” anlamında kullanıldığını söyleyebiliriz.
Hayır ve karşıtı olan şer, şu âyette birlikte kullanılmıştır: “İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister (Hayra duâ eder gibi şerre de duâ etmektedir). İnsan pek acelecidir.” 4515 Âyette aceleci olan insanın, hayrı ister gibi şerri istediği; hayra duâ eder gibi şer için duâ ettiği belirtilmektedir. İnsanın hayrı ister gibi şerri istemesi, üç anlama gelebilir:
1) Bundan kasıt, Kur’an’a inanmayan kişilerin: “Allah’ım, eğer bu hak ise başımıza taş yağdır” gibi sözlerle Hz. Peygamber’le alay edip azap istemelerini kınamaktır. Allah Teâlâ, o insanların Kur’an’a inanıp doğru yola gelecekleri yerde bu hayrı bırakıp şerri istedikleri anlatılmakta, böyle doğru yoldan ayrıldıkları için türlü azaplara, sıkıntılara uğrayan yahûdilerin sonlarına benzer bir cezaya çarpılacaklarını îmâ etmektedir. Âyetlerin söz akışına en uygun mânâ budur.
2) İkinci ihtimale göre, insanın şer istemesi, bunaldığı zaman kendi aleyhine duâ (bedduâ) edip lânet okumasıdır. Bazı insanlar bunalınca “ölsem de kurtulsam!” gibi sözler söyler. Veya çoluk çocuğuna bedduâ eder. Hâlbuki o istediği şey, kendi lehine değil; aleyhinedir, yani şerdir. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Canınız ve malınız aleyhine duâ (bedduâ) etmeyin. Sonra Allah’ın kabul saatine (zamanına) rastlarsınız da duânızı kabul eder.” 4516 buyurmuştur.
3) Üçüncü ihtimale göre insan, bazen aleyhine olacak bir şeyi hayır sanarak ister, olması için duâ eder, yalvarır, olmayınca üzülür. Gerçekten onun olması, kendi aleyhinedir, şerdir; olmaması hayırdır. Ama insan, işlerin içyüzünü bilmediği için farkına varmadan aleyhine olacak şeyleri ister. Hayrı istediği gibi o şerli şeyi de hayır sanarak ister. Âyette bu üç anlam da muhtemeldir. Daha doğrusu, âyet, bu mânâların hepsini kapsar; fakat siyak ve sibaka göre daha uygun ve temel anlam, birincisidir.4517 “Eğer Allah, insanlara, onların hayrı çabukça istemeleri gibi şerri de acele verseydi, elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu (ve hepsi de helâk olurlardı). Fakat Biz, Bize kavuşmayı beklemeyenleri azgınlıkları içinde bocalar bir halde (kendi başlarına) bırakırız.” 4518
“Hoşunuza gitmediği halde üzerinize savaş yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki sevdiğiniz bir şey de sizin için şerdir. Allah bilir de siz bilemezsiniz.”4519 Bu âyette, hoşlarına gitmese de savaşın, mü’minlere farz kılındığı; hoşlarına gitmeyen bazı şeylerin yararlarına; hoşlarına giden bazı şeylerin de zararlarına olabileceği, işlerin içyüzünü ancak Allah’ın bildiği belirtilmektedir. Evet, insan ne kadar bilgili olsa da, onun bilgisi, ancak duyuların verilerine bağlıdır. Duyulara çarpan olaylardan gelir. Yargısı da görünüşlere göredir. İnsan, olayların iyi veya kötü olduğu, bunlardan doğacak yarar veya zararları deney ile bilir. Çoğu kez bir olayı denemeye imkân olmaz. Denemeye kalkıldığı zaman da iş işten geçmiş olur. İnsan, olayların ancak dışyüzünü bilir; hâlbuki Allah, her şeyi yaratan kendisi olduğundan, her şeyin dışını da içini de bilir. Bu bilgisi uyarınca insanın yararına olan şeyleri emreder, zararına olan şeyleri de yasaklar. O’nun emrettiği her şey, zâhiren hoş görünmese de gerçekte hoştur, hayırdır.
4515] 17/İsrâ, 11
4516] Müslim, Zühd 74; Ebû Dâvud, Salât
4517] Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 8, s. 29-30
4518] 10/Yûnus, 11
4519] 2/Bakara, 216
HAYIR ŞER
- 969 -
Savaş da görünüşte hoş değildir; çünkü insanın ölümüne sebep olabilir. Ama birkaç kişinin ölümüyle bir toplumun hürriyeti, şeref ve nâmusu kurtarılır. Ölenler de cennette ebedî diriliğe ve mutluluğa erişirler. Peygamberlere arkadaş olmak şerefine ererler. Gerçekten, cihad eden İslâm toplumları yükselmişler, cihadı bırakınca dünya haritasındaki yerleri küçülmeye başlamış, sonunda güzelim ülkeleri yabancılar ve onların güdümündeki yerliler tarafından sömürülmüştür. Cihadı bırakmak, yalnız cepheye gitmemek değildir. Düşmana karşı kuvvet hazırlamayı ihmal etmek, düşman atom bombası yaparken piyade tüfeğiyle yetinmek de cihadı bırakmak demektir.
Âyetten çıkarılacak birinci hüküm, birinci ders cihada katılmak ve cihadı sürdürmektir. İkinci ders de, bazı hoşumuza gitmeyen şeylerin hakkımızda hayırlı olabileceğidir. Nice üzüldüğümüz şeyler vardır ki, sonunda bizim için çok hayırlı olmuş ve nice sevdiğimiz şeyler vardır ki, bizim için kötü sonuç doğurmuştur. O halde, biz elimizden geldiği, gücümüzün yettiği kadar yararlı işler yapıp durumumuzu düzeltmeğe, kötü sonuç doğuracak işlerden kaçmaya, tehlikelerden sakınmaya çalışmalıyız. Fakat Allah’tan başımıza bir olay geldiği, hoşumuza gitmeyen, bizi üzen bir olayla karşılaştığımız zaman da kendimizi üzüntü girdâbına atmak yerine sabretmeli, işin sonunu beklemeliyiz. Bir babanın, küçük çocuğunu bazı şeylerden men etmesi, çocuğun zoruna gitse de onun yararınadır. Doktorun verdiği ilâç acı da olsa hastanın şifasına sebep olabilir. Doktor, zulmünden değil; şefkatinden ötürü o ilâcı hastasına vermektedir. Her arzu ettiğini vermek, hastayı ölüme sürükleyebilir. Şâyet Yüce Allah da sana istediğin bir şeyi vermiyorsa, seni yoksul yaşatıyorsa, seni çocuksuz yapmışsa veya çok sevdiğin bir şeyi elinden almışsa üzülme, sabret; bu hoşuna gitmeyen işlerin içinde senin için kim bilir nice faydalar, hayırlar olabilir. Ya bu vesile ile Allah sana ileride çok yararlı şeyler verecek yahut seni bu olaylarla deneyip ruhunu olgunlaştıracak, mânevî dereceni yükseltecektir.
Biz Rabbimizin her an, her nefes bin türlü nimetiyle besleniyoruz. Bir nefes alış, vücuda oksijen götürür; nefes veriş, vücutta biriken zehirli gazı dışarı atar. Bir nefes alış verişte Allah’ın bize iki lütfu, iki nimeti var. Bir vakit de O’ndan bir sınavla karşı karşıya kalırsak elbette sabretmemiz gerekir. Sabredersek acı olaylar tatlılaşır, Allah olayları hikmetle örmüştür. Bazen hayırlı sonuçları görünüşte insanın hoşuna gitmeyen olaylara bağlamıştır. Şerri hayır yapacak yine O’dur. “Allah tevbe edip güzel iş yapanların kötülüklerini iyiliklere çevirir.” 4520 Meyveler güneşin karşısında dura dura tatlılaşır. Hakkın rızâsına boyun eğenler de rûhen olgunlaşır, iki cihan mutluluğuna ererler. 4521
“Namazı kılın, zekâtı verin, önceden kendiniz için yaptığınız her hayrı/iyiliği Allah’ın katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı noksansız görür.” 4522
“Herkesin yüzünü kendisine doğru çevirdiği bir yön vardır. Öyleyse hayırlarda birbirinizle yarışın…” 4523
“...Hayır işlerden neyi yaparsanız Allah onu bilir. (Ey mü’minler!) Âhiret için azık toplayın. Bilin ki, azığın en hayırlısı takvâdır (Allah korkusudur). Ey akıl sahipleri! Yalnız Benden
4520] 25/Furkan, 70
4521] S. Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 19, s. 308-309
4522] 2/Bakara, 110
4523] 2/Bakara, 148
- 970 -
KUR’AN KAVRAMLARI
korkun.” 4524
“Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: ‘Hayır olarak infak edeceğiniz şey, ana babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışadır. Hayır olarak ne yaparsanız, Allah onu şüphesiz bilir.” 4525
“Hoşunuza gitmediği halde üzerinize savaş yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki sevdiğiniz bir şey de sizin için şerdir. Allah bilir de siz bilemezsiniz.” 4526
“İman edinceye kadar müşrik/putperest kadınlarla evlenmeyin. İman etmiş bir câriye, beğenseniz bile müşrik bir kadından kesinlikle daha hayırlıdır/iyidir. İman edinceye kadar müşrik erkekleri de evlendirmeyin. Mü’min bir köle, beğenseniz bile müşrik bir kişiden kesinlikle daha hayırlıdır. Onlar ateşe çağırır. Allah ise izni ve inâyeti ile cennete ve mağfirete çağırır; âyetlerini insanlara açıklar. Umulur ki düşünüp anlarsınız.” 4527
“Güzel söylemek ve hoşgörü, peşinden başa kakılan, gönül inciten sadakadan daha hayırlıdır.” 4528
“Allah dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır ve üstünlük verilmiştir. Gerçekleri ancak akıl sahipleri anlar.” 4529
“...Hayır olarak infak ettiklerinizden (harcadıklarınızdan) hepsi, kendiniz içindir (ondan Allah değil; siz faydalanırsınız). Yapacağınız infakı/harcamayı, ancak Allah’ın rızâsını kazanmak için harcayın. Hayır kasdıyla verdiğiniz ne varsa, size tam olarak noksansız verilir. Ve siz asla haksızlığa uğramazsınız.” 4530
“De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini aziz kılar yüceltir; dilediğini de zelil kılar alçaltırsın. Her türlü hayır/iyilik Senin elindedir. Gerçekten Sen her şeye kadirsin.” 4531
“Sizden, insanları hayra çağıran, ma’rûfu (iyiliği) emredip münkeri (kötülüğü) men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” 4532
“Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; ma’rûfu (iyiliği) emreder, (münkerden) kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz...” 4533
“Onlar, Allah’a ve âhiret gününe iman ederler; ma’rûfu/iyiliği emreder, münkerden/kötülükden men ederler; hayırlı işlere koşuşurlar. İşte bunlar sâlihlerdendir. Onların, hayır cinsinden yaptıkları şeyler karşılıksız bırakılmayacaktır. Allah, takvâ sahiplerini çok iyi bilir.” 4534
“Allah’ın, kereminden kendilerini (infakta) cimrilik gösterenler, sanmasınlar ki o,
4524] 2/Bakara, 197
4525] 2/Bakara, 215
4526] 2/Bakara, 216
4527] 2/Bakara, 221
4528] 2/Bakara, 263
4529] 2/Bakara, 269
4530] 2/Bakara, 272
4531] 3/Âl-i İmrân, 26
4532] 3/Âl-i İmrân, 104
4533] 3/Âl-i İmrân, 110
4534] 3/Âl-i İmrân, 114-115
HAYIR ŞER
- 971 -
kendileri için hayırlıdır; tersine bu onlar için şerdir. Cimrilik ettikleri şey de kıyâmet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” 4535
“…(Hanımlarınızla) güzellikle geçinin. Şâyet onlardan hoşlanmadınızsa, belki, bir şey hoşunuza gitmez, ama Allah onda çok hayır kılar.” 4536
“...Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şeriatlerde) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse hayrâtta (hayırlı/iyi işlerde) birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri(n gerçek tarafını) O haber verecektir.” 4537
“Eğer Allah sana bir zarar verirse, onu kendisinden başka giderecek yoktur. Ve eğer sana bir hayır verirse, (bunu da giderecek yoktur), şüphesiz O her şeye kadirdir.” 4538
“Allah katında hayvanların en şerlisi/kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir (Hakkı işitip kabul etmeyen kâfirlerdir).” 4539
“Allah katında hayvanların en şerlisi/kötüsü, kâfir olanlardır. Çünkü onlar (Allah’a) iman etmezler.” 4540
“Eğer Allah, insanlara, onların hayrı çabukça istemeleri gibi şerri de acele verseydi, elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu (ve hepsi de helâk olurlardı). Fakat Biz, Bize kavuşmayı beklemeyenleri azgınlıkları içinde bocalar bir halde (kendi başlarına) bırakırız.” 4541
“İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan pek acelecidir.” 4542
“Sanıyorlar mı ki, onlara verdiğimiz servet ve oğullar ile kendilerine hayırlar/faydalar sağlamak için can atıyoruz? Hayır! Onlar işin farkına varmıyorlar.” 4543
“Sizi deneme olsun diye, önce kötülük (şer) ve iyilik (hayır) ile deneriz. Sonra Bize geri döndürülürsünüz.” 4544
“...Onlar (peygamberler) hayır işlerinde koştururlar; umarak ve korkarak Bize yalvarırlardı; onlar Bize huşû (derin saygı) duyarlardı.” 4545
“Ey iman edenler! Rukû edin, secdeye varın, Rabbinize ibâdet edin ve hayır işleyin: umulur ki kurtuluşa erersiniz.” 4546
“Doğrusu onlar (İbrâhim, İshak ve Ya’kub a.s.) Bizim yanımızda seçkin ve hayırlı/iyi kimselerdendir. İsmâil’i, Elyesa’yı, Zülkifl’i de an. Hepsi de hayırlılardandır.” 4547
“İnsan, hayır istemekten usanmaz (Her şeyinin olmasını ister). Fakat kendisine bir şer/
4535] 3/Âl-i İmrân, 180
4536] 4/Nisâ, 19
4537] 5/Mâide, 48
4538] 6/En’âm, 17
4539] 8/Enfâl, 22
4540] 8/Enfâl, 55
4541] 10/Yûnus, 11
4542] 17/İsrâ, 11
4543] 23/Mü’minûn, 55-56
4544] . 21/Enbiyâ, 35
4545] 21/Enbiyâ, 90
4546] 22/Hacc, 77
4547] 38/Sâd, 47-48
- 972 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kötülük dokunursa hemen karamsar olur, (Allah’ın rahmetinden) ümidini keser. Andolsun ki, kendisine dokunan bir zarardan sonra Biz ona bir rahmet tattırırsak, ‘Bu, benim hakkımdır, kıyâmetin kopacağını sanmıyorum. Rabbime götürülmüş olsam bile muhakkak O’nun yanında benim için daha güzel şeyler vardır’ der. Biz o inkâr edenlere yaptıklarını mutlaka haber vereceğiz ve mutlaka onlara ağır azaptan tattıracağız. İnsana bir nimet verdiğimiz zaman yüz çevirir ve kendine yönelir. Fakat ona bir şer dokunduğu zaman da yalvarıp durur.” 4548
“Kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu(n karşılığını) görür. Kim de zerre ağırlığınca şer işlerse, onu(n karşılığını) görür.” 4549
Hadis-i Şeriflerde Hayır ve Şer
“...Allah’ım! Hayrın tamamı Senin elindedir; şer ise Sana izâfe edilemez.” 4550
“İnsanlardan öylesi var ki, hayrın anahtarı, şerrin kilididir. Öylesi de var ki, şerrin anahtarı, hayrın kilididir. Eline Allah tarafından hayır anahtarları verilene müjdeler olsun! Eline şer anahtarları verilene de yazıklar olsun!” 4551
“Rıfktan (yumuşak huylu, şefkatli ve merhametli olmaktan) mahrum olan, her hayırdan mahrum olmuştur.” 4552
“Başınızdakiler en hayırlılarınız olduğu, zenginleriniz hoşgörülü davrandığı ve işleriniz aranızda görüşülüp danışılarak yürütüldüğü sürece sizin için yerin üstü, altından daha hayırlıdır.” 4553
“Allah, bir insanın ellerini hayrın anahtarı yapmışsa, ne mutlu ona!” 4554
“İnsanların en hayırlısı, iyiliği beklenen, kötülük etmesinden korkulmayan kimsedir.” 4555
“İnsanların en hayırlısı, toplum içinde yaşarken bir taraftan o toplumun hakkını ödeyen, diğer taraftan Rabbine ibâdet eden, savaşa çıktığında ise düşmana korku salan kimsedir.” 4556
“Mü’minin işi tuhaftır, her işi hayırdır. Bu, yalnız mü’mine özgüdür. Sevindirici bir işle karşılaşsa şükreder, o iş kendisi hakkında hayırlı olur. Üzücü bir işle karşılaşsa sabreder, kendisi için hayırlı olur.” 4557
“Kişinin kendinden sonra bıraktığı şeylerin en hayırlısı üç tanedir: Kendisine duâ edecek sâlih evlât, kendisine sevâbı ulaşacak olan sadaka-i câriye ve kendisinden sonra onunla amel edilecek ilim.” 4558
“İnsanların en hayırlısı, -savaş zamanında- malı ve canıyla savaşan, -barış zamanında- ise
4548] 41/Fussilet, 49-51
4549] 99/Zilzâl, 7-8
4550] Müslim, Müsâfirîn 26, 1/534; Tirmizî, Deavât 32, 5/485; Ebû Dâvud, Salât, 1/201; Nesâî, İftitah 17, 2/130
4551] İbn Mâce, Mukaddime 237, 1/86
4552] Müslim, Birr 75
4553] Tirmizî, Fiten 78
4554] İbn Mâce, Mukaddime 19
4555] Timizî, Fiten 76
4556] Tirmizî, Fiten 15
4557] Müslim, Zühd, 64; Dârimî, Rikak 61; Ahmed bin Hanbel, V/24
4558] İbn Mâce, Mukaddime 20
HAYIR ŞER
- 973 -
Rabbine ibâdet etmekle meşgul olup kendini insanlara zarar vermekten alıkoyan kimsedir.” 4559
“Üst el, alt elden (veren el, alan elden) hayırlıdır. Sen üst el olmaya bak! Sadakanın en hayırlısı da zenginlikten verilenidir. Kim haramdan sakınıp şerefini kurtarmak isterse, Allah onu iffet ve şerefli kılar. Kim de müstağnî davranırsa Allah onu zengin kılar.” 4560
“Andolsun ki, Allah yolunda bir sabah veya bir akşam savaşmak, dünyadan da, dünyada olan şeylerden de hayırlıdır.” (Diğer bir rivâyette:) ...Üzerine güneşin doğup battığı şeylerden hayırlıdır.” 4561
“Allah yolunda harcanan bir gün, o yolda harcanmayan bin günden hayırlıdır.” 4562
“Allah, hiçbir mü’mine, yaptığı tek hayrın bile karşılığını ihmal etmek sûretiyle zulümde bulunmaz. Yaptığı her hasenenin karşılığı hem dünyada, hem de âhirette kendisine verilir. Kâfir ise, yaptığı hayır sebebiyle dünyada öylesine yedirilir ki, âhirete varınca, karşılığı verilecek tek hayrı kalmaz.” 4563
“Allah Teâlâ bir kulun hayrını diledimi onu isti’mâl eder!” “Onu nasıl isti’mâl eder?” diye soruldu. “Ölümden önce sâlih amel işlemede muvaffak kılar” buyurdu. 4564
“Hiç kimse, elinin emeğinden (kendi kazancından) yediğinden daha hayırlı bir şey yiyemez. Allah’ın peygamberi Dâvud (a.s.) da kendi elinin emeğini yiyip geçinirdi.” 4565
“Sizin hayırlınız, Kur’an’ı öğrenen ve öğretendir.” 4566
“Yâ Ebâ Zer! Sabahleyin kalkıp da Allah’ın Kitabından bir âyet öğrenmen, yüz rekât (nâfile) namaz kılmandan daha hayırlıdır. Ve yine sabahlayıp da ilimden bir bab (bölüm) öğrenmen bin rekât (nâfile) namaz kılmandan daha hayırlıdır.” 4567
“Bu ilme, henüz ortadan kalkmadan istekli olun, sarılın! Onun kalkması, yeryüzünden ref olunmasıdır. Âlim ile ilim öğrenen (öğrenci) ecirde müşterektirler. Diğer insanlarda ise, hayır yoktur.” 4568
“Allah Teâlâ katında, arkadaşların en hayırlısı, arkadaşına en hayırlı olanıdır. Komşuların en hayırlısı, komşusuna en hayırlı olanlarıdır.” 4569
“Kıyâmet günü, Allah indinde, derece itibarıyla insanların en şerlisi, başkasının dünyası uğruna âhiretini hebâ eden kuldur.” 4570
“Allah’a andolsun ki, Allah’ın senin vâsıtanla bir adamı hidâyete erdirmesi, kızıl tüylü develerden oluşan sürülerden senin için daha hayırlıdır.” 4571
4559] Buhârî, Rikak 34; Nesâî, Zekât 74
4560] Buhâri, Zekât, 2/112; Müslim, Zekât 94, 2/717, hadis no: 1033
4561] Buhârî, Cihad 4/17; Müslim, İmâre 112, 115, 3/1499, hadis no: 1880
4562] Nesâî, Cihad, 6/40
4563] Müslim, Sıfatu'l-Münâfıkîn 56, hadis no: 2808
4564] Tirmizî, Kader 8, hadis no: 2134
4565] Buhârî
4566] Buhârî, Fazlu’l-Kur’an 6/108
4567] İbn Mâce, Mukaddime 219, 1/79
4568] İbn Mâce, Mukaddime 228, 1/83
4569] Tirmizî, Birr 28; Ahmed bin Hanbel hadis no: 6566
4570] Kütüb-i Sitte Terc. 4/265
4571] Buhârî, Ashâbu’n Nebî 9; Müslim, Fedâilu’l-Ashâb 34, hadis no: 1787; Ebû Dâvud, İlm 10
- 974 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Âlimin âbide olan üstünlüğü, benim sizin en aşağınıza olan üstünlüğüm gibidir. Şüphesiz ki Allah, melekleri, gökler ve yer ehli, hatta delikteki karınca, denizdeki balık bile insanlara hayır/iyilik öğretene salevât verirler (duâ ve istiğfârda bulunurlar).” 4572
Hadis-i şeriflere göre, insanların (veya müslümanların) en hayırlıları; “dostlarına ve komşularına hayrı dokunan”; 4573 “ömrü uzun, ameli güzel olan”; 4574 “geç öfkelenip çabuk yatışan”;4575 “borcunu güzellikle ödeyen kimse”dir.4576 Ticâret ehlinin en hayırlısı da borcunu güzellikle ödeyen, alacağını güzellikle isteyendir.4577 En hayırlı yönetici ise halkının kendisini sevip hayır duâda bulunduğu kişidir. 4578
“Amellerin en hayırlısı, namaz” 4579; “mescidlerin en hayırlısı geniş olanıdır.” 4580; “Oruç tutmak, sadaka vermek ve geceleyin namaz kılmak ‘hayır kapıları’dır.” 4581; “Hayâ, bütünüyle hayırdır.” 4582
Her Şeyi Yaratan Allah’tır; Fakat Şer İnsanlardandır
Her şeyi yaratan ancak Allah’tır. Fakat hayra rızâsı olduğu halde, şerre yoktur. Kaldı ki hayır ve şer dediğimiz, yapılan işin, işlenen fiilin Allah’ın emir ve rızâsına uygun olup olmamasıyla ilgili. Yani, fiilin kendisiyle değil; sıfatıyla alâkalı. Konuşma, görme, işitme, yürüme... hepsi birer fiil; Hayır olsun şer olsun bütün bu fiilleri yaratan Allah’tır. İşlenen fiil, İslâm’a uygun ise hayır; aksi halde şer olur. Zaten Allah’ın birliğine iman eden bir insan, O’nu bütün bu işlerin, bu fiillerin tek yaratıcısı olarak bilmiş olmuyor mu?
İnsan bir işi yapmayı sadece arzu eder ve cüz’î irâdesini o işi yapmaya sarfeder. Neticeyi yaratan ise Allah’tır. Hakikat böyle bilinmezse ortaya şöyle bir tezat çıkar: Aynı fiil hayır olunca Allah tarafından yaratılır, aksi halde... Görme fiilinin yaratıcısı Allah’tır. Göz fabrikası O’nun. Işık ham maddesi O’nun. Görülen bütün eşya da O’nun. O halde bir insan neye bakarsa baksın görmeyi yaratan Allah’tır. Baktığı helâl ise, bu bakış hayır olur, haramsa şer.
Gerek fenalık ve kötülük anlamında olsun; gerek musîbet, belâ, felâket ve sıkıntı anlamlarında olsun insanların şerre dönüştüreceği şeyleri de yaratan Allah’tır. Çünkü her mümkini ve her işi yaratan Allah’tır. O’ndan başka yaratıcı yoktur. Zâtı ekmel olup mutlak kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğu için Allah’ın zat, esmâ (isimler), sıfat ve fiillerinde hiçbir şer yoktur. Şer, insanlarda, insanların işlerinde ve insanın zannına göre yaratıklardadır. Allah insanların şerre dönüştüreceği şeyleri de hikmet ve İlâhî adâletin bir gereği olarak yaratmıştır.
Yüce Allah, insanı bu dünyaya akıl ve irâde vererek imtihan etmek için getirmiştir. Bu sınav âleminde şerrin bulunmaması, dünyanın ve içindeki insanın
4572] Tirmizî, İlm 10/157-158; Ebû Dâvud, İlm
4573] Tirmizî, Birr 28
4574] Tirmizî, Zühd 21, 22
4575] Ahmed bin Hanbel, Müsned III/19; Tirmizî, Fiten 26
4576] Buhârî, İstikrâz 4, 6; İbn Mâce, Ticâret 62
4577] Ahmed bin Hanbel, Müsned III/19
4578] Tirmizî, Fiten 77
4579] Muvattâ, Tahâret 36; İbn Mâce, Tahâret 4
4580] Ahmed bin Hanbel, Müsned III/18; Ebû Dâvud, Edeb 12
4581] Tirmizî, İman 8
4582] Müslim, İman 61; Ebû Dâvud, Edeb 6
HAYIR ŞER
- 975 -
yaratılış hikmetine aykırı düşerdi. Allah bu evrende insanlara, içlerinden peygamberler göndererek doğru yolu göstermiştir: “Biz ona (insana) iki yol gösterdik.”4583 Üstelik insanın ruhuna şerden sakınmanın ve şerri tanımanın bilgilerini koymuş ve ilham etmiştir: “Her nefse (insan ruhuna) ve onu düzenleyene, sonra da ona kötülüğü (n ne olduğunu) ve bundan sakınmayı ilham edene and olsun ki onu (nefsini/ruhunu günah ve şerden) temizleyen felâha ermiştir.”4584
Allah, insanlara şer ve kötülük yaptırmasaydı, zorlasa ve şer için fırsat vermese, onların hepsini kendisine iman eden, tâat ve hayırda/iyilikte bulunan kimseler yapsaydı, daha iyi olmaz mıydı? Allah, böyle yapsaydı, insanın sözgelimi arıdan veya başka herhangi bir hayvandan farkı kalmazdı. Arı, Allah’ın nefsine (canına) koyduğu bir ilham (içgüdü) ile baldan başka bir şey yapamaz. Onun ne aklı ne de hür bir irâdesi vardır. Fakat Allah, insana akıl, şuur, bilgi edinme ve irâde özellikleri olan bir ruh vererek onu hayvanlardan üstün kılmış ve yeryüzüne halife yapmıştır. İyilik ve hayrın kıymeti, zorlayarak ortaya çıkarılan değildir; şuur ve serbest bir tercih ile yapılmayan hayrın/iyiliğin kıymeti yoktur. “Eğer Rabbim dileseydi, yeryüzünde bulunan bütün insanların hepsi iman ederlerdi.”4585 Allah böyle yapsaydı, insanlar akıllarını kullanarak, vicdanlarına tâbi olarak serbest irâdeleriyle hürriyet içinde iman ve hayrı seçmeselerdi, imanın küfre karşı ne değeri olurdu? Küfür ve şer olmasaydı, irâde ve istekle iman ve hayır uğrunda çekilen meşakkatin ne kıymeti kalırdı? Küfrün bilfiil varlığı olmasaydı iman ve kelimetullah nasıl bu kadar yüce ve değerli olurdu? Her şeyin kıymeti, zıddı ile bilinir. Eğer Nuh kavminin küfrü olmasaydı Tûfan mûcizesi meydana gelmezdi. Diğer peygamberlere iman etmeyen kavimlerde helâk âyetleri kendini göstermezdi.
İnsanların şerre dönüştüreceği şeyleri yaratmak şer değildir. Fakat şerri kazanıp şer ile vasıflanmak şerdir. İnsan, aklını kullanarak irâdesini şerre yöneltip kudretini buna sarf ederse, Allah da bunu yaratır. Her şey, Allah’ın dileyip yaratmasıyla vukua geldiği için, kulun irâdesini yöneltip kudretini sarf ederek işlediği işi de sırf husûle gelmesi ve imtihanın gerçekleşmesi için yaratır. Ancak, Allah’ın şerre yardımı ve rızâsı yoktur.
Bazen insan, bir şeyi hayırlı bulmayıp şer zanneder. Fakat Allah kula terbiye olması, aklını başına alması için musîbet verir; günahlarının affolması veya bir kısmından vazgeçilmesi ve o kişinin ecirler kazanması için hastalık, musîbet veya bazı sıkıntılar verir. Allah, bize şer şeklinde görünen sıkıntı ve musîbetleri hayra vesile olması için yaratır. Eşya ve olayların mâhiyet ve kıymetleri, zıtlarıyla anlaşılır. Hastalık olmazsa sıhhatin, cehâlet olmazsa ilmin kıymeti anlaşılamazdı. Yağmur ve karın yağmasında, rüzgârların esmesinde, insanlara zararlı mikrop ve hayvanların yaratılmasında görülen cüz’î şerler, bunların hayır ve faydaları yanında yok gibidir.
Yüce Allah’ın âhirette kâfirler ve günahkârlara vereceği cezalar da adâlet ve hayırdır. Çünkü cezaları hak edenlere verir. Cezayı hak eden ve buna lâyık olan kimselere verilen cezalar, bu kimselere nisbetle şerdir. Çünkü kendilerine acı ve sıkıntı verir.
4583] 90/Beled, 10
4584] 91/Şems, 7-9
4585] 10/Yûnus, 99
- 976 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Eski İran’da mecûsîler ve zındıklar, “âlemdeki bütün hayırları yaratan âlemin tanrısı Hürmüz’dür (Ahura Mazda). Kötülüklerin kaynağı/yaratıcısı ise Ehrimen’dir (Angra Mainyu)” derlerdi. Bunların iddialarına göre, dünyada bu iki kuvvet mutlak hâkimiyeti sağlamak için sürekli mücâdele halindedirler.4586 Her şeyin yaratıcısının Allah olduğu unutulan tahrif edilmiş veya uydurulmuş bâtıl dinlerde hayrı yaratan Allah, şerri yaratmaz denilerek, şer için başka hâlık kabul edilmiştir. Bazıları da şerri şeytanın yarattığını ileri sürmüşlerdir. Bunlar, şerrin yaratılmasını Allah’a yüklemenin hata olacağı düşüncesiyle hareket edenlerdir. Bu yüzden Kur’an, Allah’tan başka yaratıcı bulunmadığını anlatmak için her şeyin hâlıkı Yüce Allah’tır4587 buyurarak, fiilin kulun eseri olduğu bildirilirken, hâlıkının Kendisi olduğunu açıklamıştır. “Ona iki yolu (hayrı ve şerri) göstermedik mi?”4588 buyrulur. Şerri seçenin, kötülüğü yapanın kul olduğu bildiriliyor. O yüzden şerri meydana getirenin Allah olduğunu söylemek doğru olmaz. Şerri meydana getirenin insan olduğunu, Allah’ın ise tek yaratıcı olmasından dolayı insanı ve onun fiillerini yaratan olduğu, birbirine karıştırılmamalıdır. Hayır da şer de kulun fiilidir. Ama imkânları ve fiili meydana getiren kulu, Cenâb-ı Hakk’ın yaratmış olması yönüyle hâlıkı Allah olur.
Kâinatta olan biten her şey Allah’ın meşîeti (yaratması/dilemesi) dâhilindedir. Ama Allah şerri irâde etmez, kâinatta şerrin olmasını, insanların şerde bulunmalarını dilemez. İnsanların hoşuna gitmeyen bazı şeylerin hayır olabileceği Kur’an’da açıklandığı gibi,4589 şerrin de kesb, yani insanların kazanmalarının/amellerinin sonucunda var edildiği belirtilir ve “insanın, işlediği zerre miktarı hayır ve zerre miktarı şerrin karşılığını göreceği”4590 ilân edilir. Dolayısıyla Allah’ın, insanın şerre dönüştüreceği şeyleri yaratması şer değil; tümüyle hayırdır; fakat kulun şerri kazanması, yani kesbi şerdir. Eğer, kulun şerri kesbi neticesinde Allah onu yaratmamış olsaydı, bu defa, kul irâde sahibi olmuş olmazdı.
Kâinatta şeytan gibi, mutlak şer olan (insan açısından mutlak şer değil; hayrı şerrinden fazla olduğundan) yaratıkları da yaratan ve netice itibarıyla onun azmasına fırsat veren de Allah’tır. Yani, şeytanın azması, Allah’ın meşîeti dâhilindeydi. İnsan yeryüzüne imtihan için gönderilmiş ve kendisine irâde verilmiştir; o bu irâdesini kullanarak en alçak bir mevkîye düşebildiği gibi, en yükseğe de çıkabilir. Ortada yüz yumurta olsa, sadece yüz yumurta olarak değer ifade eder; ama bir tavuğun altına konulsa ve yirmisi civciv olup sekseni bozulsa, o zaman yirmi civciv mi daha kıymetlidir; yoksa yüz yumurta mı? Civcivlerin yumurta yanındaki değerleri bir yana, ileride her civciv tavuk olduğunda belki yüzlerce yeni yumurta verecektir. İşte, yeryüzünde insanların belki yüzde sekseni şeytana uyar, ama yüzde yirmisi gerçekten insan olur ve yüceliklere ulaşır; ama hepsi ot gibi kalsa, o zaman insana ne gerek olacaktır? Bu noktada, şeytan gibi mahzâ şer varlıkların varlığı tavzîfîdir (görevlendirme icabıdır). Kaldı ki, şeytanı şeytan yapan, onun kendisidir. Meleklerle birlikte tâbi tutulduğu bir imtihanda bir daha geri dönüşü ve telâfisi mümkün olmayacak bir kayba uğramıştır. Demek oluyor ki, Allah’ın yaratması yönüyle her şey, hayırdır; melekût cihetinde şer yoktur; şer
4586] Muhiddin Bağçeci, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 28
4587] 13/Ra'd, 16
4588] 90/Beled, 10
4589] 2/Bakara, 216
4590] 99/Zilzâl, 7-8
HAYIR ŞER
- 977 -
kesb iledir ve mülk cihetindedir.4591
Allah için yapılan her amel hayır; bunun dışındaki ameller ise şerdir. Kul, Allah Teâlâ’nın yarattığı imkânları, emirlerine uygun olarak kullanırsa, hayır; emrinin aksine kullanırsa şer olur. Bunlardan herhangi birini seçmek ve yapmak, kulun yetkisindedir. Eğer kötülüğü yapmak imkânına sahip olmasaydı, elbette yapamazdı. Şu halde yaratılan, aslında hayır ve şer değil; bunların yapılmasına elverişli imkânlardır. Bu sebeple de bu imkânları yaratan, fiilin hâlıkı olur. Çünkü O’ndan başka yaratan, imkân sağlayan yoktur. Halk etme Allah’a mahsus olduğundan, kulun fiili için bu tâbir kullanılamaz. Çünkü kul, fiilin meydana gelişini sağlayan çeşitli sebeplerden yalnız birinin (işi meydana getiren gücün) sahibidir. Kula fiilin hâlıkıdır demek, işin oluşmasında rol alan diğer bütün âmilleri hesap dışı bırakmak olur. Görme fiilinin yaratıcısı Allah’tır. Göz fabrikası O’nun. Işık hammaddesi O’nun. Görülen bütün eşya da O’nun. O halde insan, neye bakarsa baksın görmeyi yaratan Allah’tır. Baktığı helâl ise bu bakış “hayır” olur, haramsa “şer.”
Kâinatta, gerçek mânâda “şer” vasfına lâyık olanlar, insanların dalâletleri ve günahlarıdır. Bu noktada, “kader sırrı” karşımıza çıkıyor. Dalâlet ve günahlarda insanın fâil ve muhtar olduğunu kabul etmek zorundayız. Bir insan olarak düşündüğümüzde, vicdânî bir muhâsebeye giriştiğimizde, fiillerimizdeki, bu arada kötü eylemlerimizdeki rolümüzü idrâk etmekten kendimizi alıkoyamayız. Yani sorumluluğumuzu ve mahcûbiyetimizi içimizde yaşarız. Fiillerimizin yaratıcısı Allah Teâlâ olduğuna istinad ederek, kötülüklerimizi O’na izâfe etmeye kalksak bile, bunu bir suçluluk hissi ile, aşağılık duygusu ve bahane arama anlayışıyla yaparız.
Kadere inanıyoruz. Ama, takdiri önceden bilemediğimize göre ve işlerimizde güç yetirebileceğimizi hissettiğimize göre, kaderi bahane ederek sorumluluğumuzu atamayız. Dünyada hiçbir insan, kendisine yapılan haksızlık ve zulümler karşısında, “ne yapayım, kader böyle imiş!” diye, başına gelene rızâ göstermez; elinden geliyorsa, hakkını almaya uğraşır. Yani, pratikte kader inancı kimseyi bağlamamaktadır. Aleyhimize bir hükmü gerektirdiği zaman, nazar-ı itibara almadığımız bu inancı, Allah’a karşı kullanmak, böylece mes’ûliyeti atmayı ummak, olsa olsa, insan fıtratındaki bencillik ve haksız yere nefsini müdâfaa çabasıdır. O yüzden, insanların kâinatta “şer” olarak isimlendirdikleri keyfiyetler, ya aslında şer değildir; veya, onun sorumlusu insandır. Bundan dolayı bu şerler ile Cenâb-ı Allah’ın rahmân, alîm, hakîm, kadîr, mahlûkatına hiç zulmetmez oluşu bir tenâkuz/zıtlık arzetmemektedir.4592
Kur’ân-ı Kerim’de hiçbir âyette “şer” Allah’a nispet edilmez:
“Sana gelen hasene/iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir/kendindendir…” 4593
“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” 4594
4591] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Nil Y. s. 257-258
4592] Lütfullah Cebeci, Kur’an’da Şer Problemi, Akçağ Y., s. 307-311
4593] 4/Nisâ, 79
4594] 42/Şûrâ, 30
- 978 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“İnsanların kendi elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde (çölde, kırda ve şehirde) fesat çıkar. Böylece, onlar yaptıklarının bir kısım karşılığını daha dünya hayatında görürler.” 4595
“Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunanı değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir.” 4596
“İnsanların elleriyle kazandıklarından dolayı karada ve denizde (çölde, kırda ve şehirde) fesat ortaya çıktı.” 4597
“Eğer Allah’ın, insanları bir kısmıyla bir kısmını def edip savması olmasaydı, yeryüzü fesâda uğrardı; ama Allah âlemlere karşı lütuf sahibidir.” 4598
“İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan pek acelecidir.” 4599
“Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.” 4600
“Sizden önceki nesillerden akıllı kimselerin, (insanları) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan men etmeleri gerekmez miydi? Fakat onlar arasından, ancak kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı. Zulmedenler ise kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar ve suç işleyenler olup çıktılar. Halkı ıslahatçı kimseler olsaydı, Rabbin o şehirleri haksız yere helak edecek değildi.” 4601
Allah Güzeldir; Her Yaptığı ve Yarattığı da Güzeldir: Allah’ın isim-sıfatlarından biri “muhsin” (güzel yapıp eden)dir. Allah muhsin olduğu için her yarattığını güzel yaratmıştır. O, insanı da güzel, hatta en güzel biçimde yaratmıştır.4602 İnsanın ürettiği tüm güzelliklerin gerçek sahibi ve yapıp edicisi Allah olup bu üretimde, insanın beynini, gönlünü, elini, dilini kullanmaktadır.
Allah’tan daima güzellik zuhur eder. Kötü ve çirkin (seyyie), insan nefsinin ürünüdür.4603 Allah, yaratıcıların en güzelidir.4604 Var ettiklerine en güzel boyayı vuran da Allah’tır.4605 Allah, aynı zamanda hüküm verme bakımından da en güzel olandır.4606 Rızkın en güzeli de Allah’tan gelir. O, rızık verme yönüyle de en güzeldir.4607 Sözün de en güzelini bir kitap halinde indiren O’dur, O’nun kelâmı da tüm güzellikleri içerir.4608 Bu yüzden insana, indirilen sözün en güzeline uyması emredilir. İnsana inen sözlerin en güzeli Allah’ın sözüdür.4609 Bu yüzden, gü4595]
30/Rûm, 41
4596] 8/Enfâl, 53
4597] 30/Rûm, 41
4598] 2/Bakara, 251
4599] 17/İsrâ, 11
4600] 8/Enfâl, 25
4601] 11/Hûd, 116-117. Yine, kötülüğün ve musîbetin insanın kendi yaptığı sebebiyle olduğu konusuyla ilgili bak. 4/Nisâ, 62, 16/Nahl, 34; 28/Kasas, 27; 30/Rûm, 36; 39/Zümer, 51; 42/Şûrâ, 48
4602] Bk. 32/Secde, 7; 40/Mü'min, 64; 64/Teğâbün, 3; 59/Haşr, 24; 95/Tîn, 4
4603] 4/Nisâ, 79
4604] 40/Mü'min, 14; 37/Sâffât, 125
4605] 2/Bakara, 138
4606] 5/Mâide, 50
4607] 65/Talâk, 1; 11/Hûd, 88; 22/Hacc, 58; 16/Nahl, 75
4608] 39/Zümer, 23
4609] 39/Zümer, 55
HAYIR ŞER
- 979 -
zel insanların bir niteliği, sözü dinleyip onun en güzeline uymaktır.4610 En güzel din, güzellikler sergileyerek Allah’a teslim olanların dinidir.4611 Allah, fiil, söz ve hükmüyle en güzelin kaynağı olduğundan, en güzel isimler (esmâu’l-hüsnâ) da O’nundur. 4612
Merhametli Allah’a Rağmen Dünyada Şerlerin Bulunması
İnsanlar, bazıları meraklarından, bazıları ateist anlayışları için fırsat ve bahane kabul ettiklerinden dolayı, şeytana bir kapı açmışlar ve şu soruya cevap aramaya çalışmışlardır: Merhametli Tanrı’nın şerleri yaratması veya O’na rağmen kâinattta şerlerin bulunmasını nasıl izah ederiz? Hâlbuki, insanların çoğunluk itibarıyla bedbaht ve kötü oldukları, şerrin kol gezdiği bir dünyada yaşıyoruz. Şer, dünyada olanca dehşetiyle vâki olduğuna göre, Allah’ın mutlak kudretini ve sırf hayır olan iyiliğini nasıl telif edebiliriz? Bazıları, bu kapıdan şeytana daha fazla dâvetiye çıkararak, şöyle demeye yeltenmişlerdir: “İnsana Tanrı yokmuş gibi geliyor. Çünkü, eğer iki zıttan birisi mutlak olursa, diğerinin mevcut olmaması gerekir. Bundan dolayı eğer Tanrı var idiyse, şer olmamalıydı. Fakat dünyada şer var, öyle ise Tanrı yok mu?” Bu yoldan giderek bazı insanlar, şerrin varlığının Tanrı’nın yokluğuna delil olduğunu ileri sürmüşler, Tanrı’nın hayır isteyen ve ancak hayırların menbaı olması gerektiğine kail olmuşlardır. Günümüzün ateist, materyalist, hümanist Batı dünyasında bu anlayış(sızlık), giderek yayılıyor.
Kur’an, şerri bir vâkıa olarak kabul etmektedir. İster insanların isimlendirmelerine göre, ister hakikî mânâsında olsun “şer”, birtakım olay ve eşyanın vasfı olarak Kur’an’da geçmektedir. Fakat Kur’an’ın tenzih esasına dayanan ulûhiyet telâkkisi, bu gerçekle zıt gibidir. Çünkü rahmeti, kudreti, irâdesi ve ilmi sonsuz, zerrece zulmetmekten münezzeh olan Allah Teâlâ’nın, kâinattaki şerleri dileyip yaratmış olması, izaha muhtaçtır. Bu müşkil şu şekilde çözülür:
Şerlerin bulunduğu mekân kâinattır. Allah, kâinatı insan için yaratmıştır. İnsan da, Kur’an’ın ifadesiyle, ibâdet etsin diye yaratılmıştır.4613 İbâdet, çok geniş mânâlara gelmektedir. Bazı âyetlerde, insanın, imtihan içinde olduğu beyan edilmiştir. “İmtihan” ile “ibâdet” içiçedir. İnsana, ibâdet mükellefiyetinden önce, kabiliyetler verilmiştir ve böylece, teklifin icaplarını yerine getirmeye hazırlanmıştır. İnsanın yetenekleri çift yönlüdür; hem hayra, hem şerre imkân verir. İnsan, bu çift özelliğiyle, bir savaş meydanını andırır. İnsanlara, Allah, iyilik yapmalarını emretmiş, kötülüklerden de onları nehyetmiştir. Ama O, iyilik yapmak için, kötülüğe meyilli nefsini ve onun en büyük destekçisi şeytanın vesveselerini altetmesi gerekmektedir. Bunun için, melek ilhamları desteğindeki kalbinin, aklının ve ruhunun kuvvetlendirilmesi şarttır. Peygamberlerin tebliğiyle sınırları belirtilmiş sorumluluklarının îfâsı için Allah’tan istimdât penceresi açıktır.
İnsan, ibâdet dışında, bazı belâlarla denenerek terbiye edilir. Böylece çeşitli merhalelerden geçirilip kendisi için mukadder kemâle yöneltilir. Bunda insanın en büyük silâhı sabırdır. İnsanın terbiyesinde mühim bir yeri olan bu belâlar, şerrin bir çeşididir. Cenâb-ı Allah, insanı hayırlarla ve şerlerle terbiye ederek,
4610] 39/Zümer, 18
4611] 4/Nisâ, 125
4612] 7/A'râf, 180; 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr, 24
4613] 51/Zâriyât, 56
- 980 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rubûbiyetinin “terbiye” vechesini en güzel bir biçimde göstermektedir. Bu, müslümanlar içindir. Her ne kadar buna, insanların perspektifinden bakılarak “şer” ismi verilmişse de, bu belâlar hakikatte sırf hayırdır. Bu durumda, imtihanın bitişi demek olan “ölüm”, mühim iki unsur olarak karşımıza çıkan “nefs” ve “şeytan”, şer olmaktan öte, birçok kemâlâtın tezâhürünü temin eden, hayırlı vesilelerdir.
İnsan, imtihanında ve sorumluluklarında hatalar yapmaktadır. Ya âfâkî ve enfüsî çeşitli sebeplerle Allah’ı inkâr ederek, yaratılış gâyesinden tamamen sapmakta veya inanmakla birlikte, mükellefiyetini hakkıyla yerine getirememektedir. Kur’an’ın telâkkisinde bunlar da “şer”dir. Gerek dalâleti, gerekse kötü fiilleri yaratan bizzat insan olmayıp, Allah Teâlâ ise de, İslâm âlimlerince “kesb” ve “irâde-i cüz’iyye” denilen hisse insana aittir. Dolayısıyla insan fâildir ve yaptıklarından mes’uldür.
Şerrin üçüncü ve sonuncu çeşidi, kötülüklerimizin cezası olarak karşımıza çıkan ve nefsimize “şer” görünen musîbetlerdir. Allah Teâlâ, kâinattaki sünneti çerçevesinde, insanların kötü fiil ve fikirlerine, kalbin mühürlenmesi gibi, aynı cinsten cezâlar vermektedir. Kur’an’da bu kabil “şer”ler, “şu işiniz sebebi ile”, “bu suçunuzdan dolayı” gibi kalıplarla takdim edilmiştir ki, bunların birer cezâ olduğu anlaşılsın. Buna göre de, gerek fert, gerek toplum olarak başımıza gelen felâketler; zelzeleler, kıtlıklar, salgın hastalıklar, seller ve savaşlar, ya şerle imtihanın bir unsuru veya kötülüklerimizin cezâlarıdır. Binâenaleyh bunlar aslında şer değillerdir.
Hâdise ve fiillere “hayır” veya “şer” gibi bir vasıf verebilmek için, elimizde sağlam bir ölçü olmalıdır. Bu ölçü, ancak “din”dir. Bu ölçüye göre, şerrin ilk ve sonuncusu esasında şer değildir. İşaret ettiğimiz üzere, imtihan ve özellikle de terbiye vâsıtası olan hiçbir şey, selim akıl sahiplerince “şer” olarak tavsif edilemez. Adâletin tahakkuku demek olan cezâlandırma da, suçlu açısından hoş karşılanmadığı için şer olarak nitelendirilmiş olmakla birlikte, aslında “hayır”dır. Bunların Kur’an’da “şer” diye isimlendirilmesinin, Kur’an’ın bir üslûp özelliği olarak, Allah’ın “tenezzülât-ı ilâhiyye”lerle, bazı kavramları, insanların anladığı veya anlayabilecekleri şekillerde beyan etmesinin neticesi olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bunun yanısıra, (kaynağı beşerî olan ve göreceli hayır ve şer anlayışları açısından) insanların yanılmamaları için, şer olduğu halde hayır zannedilen, hayır olduğu halde şer zannedilen hallerin bulunduğu da hatırlatılmıştır.
Bu durumda, kâinatta, gerçek mânada “şer” vasfına lâyık olanlar, insanların dalâletleri ve günahlarıdır. Bu noktada, “kader sırrı” karşımıza çıkıyor. Dalâlet ve günahlarda insanın fâil ve muhtar olduğunu kabul etmek zorundayız. Bir insan olarak düşündüğümüzde, vicdânî bir muhâsebeye giriştiğimizde, fiillerimizdeki, bu arada kötü eylemlerimizdeki rolümüzü idrâk etmekten kendimizi alıkoyamayız. Yani sorumluluğumuzu ve mahcûbiyetimizi içimizde yaşarız. Fiillerimizin yaratıcısı Allah Teâlâ olduğuna istinad ederek, kötülüklerimizi O’na izâfe etmeye kalksak bile, bu bir suçluluk hissi ile, aşağılık duygusu ve bahane arama anlayışıyla yaparız.
Kadere inanıyoruz. Ama takdiri önceden bilemediğimize göre ve işlerimizde güç yetirebileceğimizi hissettiğimize göre, kaderi bahane ederek sorumluluğumuzu atamayız. Dünyada hiçbir insan, kendisine yapılan haksızlık ve zulümler karşısında, “ne yapayım, kader böyle imiş!” diye, başına gelene rızâ göstermez;
HAYIR ŞER
- 981 -
elinden geliyorsa, hakkını almaya uğraşır. Yani, pratikte kader inancı kimseyi bağlamamaktadır. Aleyhimize bir hükmü gerektirdiği zaman, nazar-ı itibara almadığımız bu inancı, Allah’a karşı kullanmak, böylece mes’ûliyeti atmayı ummak, olsa olsa, insan fıtratındaki bencillik ve haksız yere nefsini müdâfaa çabasıdır. O yüzden, insanların kâinatta “şer” olarak isimlendirdikleri keyfiyetler, ya aslında şer değildir veya onun sorumlusu insandır. Bundan dolayı bu şerler ile Cenâb-ı Allah’ın rahmân, alîm, hakîm, kadîr, mahlûkatına hiç zulmetmez oluşu bir tenâkuz/zıtlık arzetmemektedir. 4614
Hayrın İki Yönü
Hayrın mânâlarına bakarsak onun iki yönü bulunduğunu görürüz: Birincisi, kaynağı Allah olan hayır; ikincisi, kaynağı insan olan hayır. Bu iki durumda da hayrın anlamı, İslâm’ın bakış açısıyla faydalı, değerli olduğuna hükmedilecek bir şeydir.
Hayır ve şer ya mutlaktır (kesin), ya da izâfîdir (göreceli). Sözgelimi, adâlet, iyilik duygusu, akıl, erdem sahibi olmak gibi şeyler her durumda herkes için hayır’dır. Zulmetmek, haklara tecavüz, yalan, hırsızlık gibi şeyler de herkes için her zaman şerdir. �����������������������������������������������������������������İzâfî (göreceli) hayır ve şer nitelemesi, kişilere ve onların du-durumlarına göre değişiklik gösterebilir. İzâfî hayrın başında mal sahibi olmak gelir. Mal, servet, dünyalıklar bazılarına hayır olabilir, bazılarına da şer. Helâldan kazanılıp helâla harcanmayan bir mal, sahibi için hayır değildir. Kendisinden İslâm’ın çizdiği sınırlar içerisinde faydalanılmayan mala “hayırlı mal” denilemez. Meselâ, cimrilik yüzünden Allah yolunda harcanmayan bir malda, onun sahibi bir hayr olduğunu sanmamalıdır.4615 Demek ki helâldan kazanılan ve Allah rızâsı uğruna harcanabilen bir mal veya kazanç, az da olsa, sahibi için hayırdır.
Allah (c.c.) mü’minlere gerektiği zaman kendi yolunda, kendi dini uğruna cihad etmeyi, savaşmayı emretmektedir. Mü’minlerden bazıları böyle bir şeyi kendileri için şer (zorluk, meşakkat, ağır bir imtihan, zararlı) sayabilirler. Ancak Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: “…Olabilir ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için şerdir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.” 4616 Kur’an, kadınlara güzel davranılmasını emrettikten sonra şöyle ilâve ediyor: “…Şâyet onlardan hoşlanmadınızsa, belki, bir şey hoşunuza gitmez, ama Allah onda (sizin için) çok hayr yaratır.” 4617
Kur’an’ın ifadesine göre imtihan için yaratılan insan, çeşitli olaylarla, sıkıntı ve belâlarla imtihan edilir. Başına felâket gelir, zorluğa uğrar, malı elinden gider, yakını ölebilir, zulme uğrayabilir, baskı ve işkence görebilir, dinini yaşamak uğruna zorluklarla karşılaşabilir. Hepsi de denemek içindir. O yüzden insan çoğu zaman kendisi için neyin hayır, neyin şer olduğunu bilemez. Allah (c.c.) insanları bir sınav olmak üzere hayır ve şer ile denemektedir.4618 Bazı insanlar kendisi hakkında hayırlı olanı, faydalı olanı durmadan ister. Bir şerle karşılaştığı zaman ümitsizliğe kapılır. Bir bolluğa ulaştığı zaman da Allah’ın nimet verici olduğunu
4614] Lütfullah Cebeci, Kur’an’da Şer Problemi, s. 307-311
4615] 3/Âl-i İmrân, 180
4616] 2/Bakara, 216
4617] 4/Nisâ, 19
4618] 21/Enbiyâ, 35
- 982 -
KUR’AN KAVRAMLARI
unutur ve inkârcılığa kalkışır. 4619
Mutlak hayır insan tarafından bilinebilir. Daha doğrusu Büyük Yaratıcı görevlendirdiği elçiler aracılığıyla bütün insanlara hayrı da şerri de açıklamıştır. Bunun dışında olan ve insanların zaman zaman karşılaşacakları olayların, elde ettikleri şeylerin ve kendilerinden kaynaklanan bazı davranışların hayır olup olmadığını bilmek zordur. Ancak iman edip, imanın nuruyla basiret sahibi olan müttakî mü’minler, çoğunlukla kendileri hakkında hayır olan şeyleri anlarlar. Örneğin, bu gibi mü’minler başlarına gelen bir musibeti şer sayıp isyan etmezler. Bilakis onu bir imtihan sebebi sayar, sabreder ve o denemenin gereğini yaparlar.
Müslümanın Hayatında Hayır ve Şer
Mü’minler, kendileri şerre sebep olmazlar, şerri üretmezler. Hayır sayılan işlerin takipçisi olurlar. Kendi irâdeleri dışında bir şerle karşılaştıkları zaman sabrederler, ya da şerri hayra çevirmeye çalışırlar. Hayrı ve şerri yaratan Allah’tır. İnsan, kendi özgür irâdesiyle bunlardan birini isteyerek yapar. Ancak onun tercih ettiği hayır ve şer işlerin yaratıcısı Allah’tır. Bir başka deyişle hayır ve şer olan işlerin yapılmasına izin veren, bu konuda insana hürriyet veren Rabbimizdir. Kimilerine göre Allah (c.c.) hayrı yaratır, şerre râzı olmaz. İnsanın hayır ve şer ile denendiğini, onun yaptığı bütün hareketlerden dolayı hesaba çekileceğini düşünürsek; insana şer işleme irâdesinin verilmesini anlarız. Şüphesiz ki mutlak yaratıcı yalnızca Allah’tır.
Hayır, bir anlamda Allah’tan ittika etme (korkup sakınma) şuuruyla işlenen bütün sâlih ameller, yapılan iyilikler, faydalı işlerdir. Bunun zıddı olan şer ise, bütün kötülükler, faydasız ve zararlı işlerdir. Bu bağlamda denilebilir ki, hayır imanın gereği, şer ise, inkârın ve isyânın diğer adıdır. Kur’an şöyle diyor: “Artık kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu(n karşılığını) görür. Kim de zerre ağırlığınca şer işlerse, onu(n karşılığını) görür.” 4620
Allah (c.c.) kullarının şer işlemlerine izin verse bile, şer yapılmasını istemez; buna râzı değildir. O yüzden kullarını sürekli hayra ve hayır işlemeye dâvet eder. Kullarının yanlışlarını ve hatalarını hatırlatarak hayır olanı onlara göstermektedir.4621 Kur’an, bazı amelleri, davranışları ve pozisyonları daha hayırlı saymaktadır. Meselâ, en hayırlı azık, takvâdır.4622 Yetime bakmak,4623 başa kakılan bir sadakadan daha fazîletli olan güzel bir söz,4624 Allah yolunda tasaddukta bulunmak,4625 inkârcıların hilelerine karşı Allah’ın kurduğu tuzak, Allah’ın mü’minlere olan yardımı,4626 âhiret hayatı,4627 rızık verici olarak Allah,4628 eşler arasındaki sulh/barış 4629 ve bunlara benzer birçok şey, daha hayırlıdır.
4619] 41/Fussilet, 49-50
4620] 99/Zilzâl, 7-8
4621] 2/Bakara, 54, 103, 184, 281; 4/Nisâ, 25; 7/A’râf, 85 vd.
4622] 2/Bakara, 198
4623] 2/Bakara, 220
4624] 2/Bakara, 236
4625] 2/Bakara, 280
4626] 3/Âl-i İmrân, 150
4627] 6/En’âm, 32
4628] 5/Mâide, 114
4629] 4/Nisâ, 128
HAYIR ŞER
- 983 -
İslâm ümmeti insanlar arasından çıkarılmış en hayırlı topluluktur. Çünkü onlar Islâma iman eder, ma’rûfu emreder, münkerden sakındırırlar.4630 Kur’an, “Sizden, insanları hayra çağıran bir topluluk bulunsun…” 4631 buyurmaktadır. Tefsircilere göre buradaki hayır, İslâm’dır; İslâm’ın ilkeleridir, sâlih ameldir, faydalı olan her türlü iş ve ahlâktır.
Kur’an, her türlü hayrın kaynağı olarak vahyi göstermektedir. Hayra ulaşmak, hayırlı ameller işlemek ve bunların sonunda da hayırlı bir neticeye ulaşmak isteyen insan, vahyin doğrultusunda hareket etmek zorundadır. Toplumların işlerinin hayır olması da iş başında hayra gönül vermiş kimselerin olmasına bağlıdır. En şerlilerin yönettiği toplumlarda hayır barınamaz. Dünyada da âhirette de gerçek kurtuluşun yolu, hayır sayılan amelleri işlemekle mümkün olur. Bu anlamda hayır, sâlih amelin ta kendisidir. “Ey iman edenler! Rukû edin, secdeye varın, Rabbinize ibâdet edin ve hayır işleyin; umulur ki kurtuluşa erersiniz.” 4632
İnsanlar farklı farklı hedeflere yönelirler. Kendilerince önemli buldukları işleri yaparlar. Birçokları da kendi yaptıklarıyla övünür. İslâm’a göre ise hayat bir hayır işleme yarışıdır: “Herkesin yüzünü kendisine doğru çevirdiği bir yön vardır. Öyleyse hayırlarda birbirinizle yarışın…”4633 Mü’minlere düşen Allah’ın gösterdiği hayrı işlemek, hayırda yarışmak, hayrât sahibi olmak, hayırlı mal kazanıp hayra sarfetmek, hayırlı evlat yetiştirmek, ölmeden önce elinden geldiği kadar hayır olan şeyleri tercih etmek ve bütün bu güzel amellerle beraber Kur’an’ın övdüğü “ahyâr”dan/hayırlılardan olmaktır.4634 Mü’min, ölüm gelmeden önce hayırlı ameller konusunda acele eder. 4635
Kur’ân-ı Kerim ve hadislerle diğer İslâmî kaynaklarda hayır kelimesinin, başta mâlî fedâkârlıklar olmak üzere her türlü yardım severliği ifade eden bir anlamda kullanılması ve müslümanların bu tür faâliyetlere teşvik edilmesi, erken dönemlerden itibaren müslümanlar arasında güçlü bir dayanışma ruhu geliştirdiği gibi çeşitli kişi ve kuruluşlarca başta vakıf kurumu olmak üzere, dâruşşifâ (hastane ve sağlık ocağı), dâruleytâm (yetimler yurdu), dârulaceze (düşkünler yurdu, huzur evi), dâruşşafaka (şefkat yurdu, öksüz, yetim ve mağdur çocuklar yurdu ve okulu), imâret (külliye, yoksullara yardım maksadıyla meydana getirilen kuruluş, fakirlere ve öğrencilere yiyecek verilen yer), sebil (yol kenarlarında kurulmuş olan Allah rızâsı için su dağıtılan yapı), köprü, câmi, mektep, medrese, Kur’an Kursu, İmam-Hatip gibi kamuya hizmet veren birçok hayır eserinin meydana getirilmesini sağlamıştır. İslâm dünyasının ekonomik, sosyal, költürül ve siyâsî krizlere mâruz bulunduğu 20. yüzyılda bu tür faâliyetlerde bir gerileme süreci yaşanmışsa da, yine de hayır faâliyetleri kesilmemiştir. Sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıfları gibi çağdaş yöntemlerle faâliyet gösteren kurumlar günümüzde de oluşturulmakta; bunun yanında özellikle sivil toplum anlayışının yaygınlaşmasına paralel olarak sivil toplum kuruluşu olarak pek çok gayr-ı resmî kişi ve kurumlarca, başta eğitim ve öğretim olmak üzere pek çok alanda hayır faâliyetlerinde bulunan vakıf ve dernekler
4630] 3/Âl-i İmrân, 110
4631] 3/Âl-i İmrân, 104
4632] 22/Hacc, 77
4633] 2/Bakara, 148
4634] 38/Sâd, 47
4635] Tirmizî, Zühd 3, hadis no: 2306, 4/552; Nesâî, Cenâiz 123; Kütüb-i Sitte, 15/181; Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 259-262
- 984 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kurulmaktadır. 4636
İslâm Düşüncesinde Hayır-Şer
İslâm düşünürlerine göre şerrin varlığı, aslî değil; ârızîdir. Mutlak hayrın aksine mutlak şer mevcut değildir. Şerrin zâtı yoktur. Çünkü şer, bir şeyin veya bir kemâlin yokluğudur; yani şer, bir tür eksikliktir. Varlıklarda şer olarak bilinen durumlardan her biri, bir şeyin yokluğuna sebep olan şerden ibârettir. Eğer var olan bir şey herhangi bir varlığın zâtına veya güzellik, îtidâl, yetkinlik gibi niteliğine halel getirmiyorsa, herhangi bir şekilde yokluğa sebebiyet vermiyorsa böyle bir şeyin varlığı bir zarar doğurmuyor demektir. Buna göre şerre sebep olmayan şeyin kendisi de şer değildir.
İslâm düşüncesinde hayır ve şer problemi, geniş ölçüde iyimser bir yaklaşımla ele alınmıştır. Konuya felsefî yöntemle ilk yaklaşan âlimlerden biri olan Câhiz, başlangıcından itibaren dünya düzenini hayırla şerrin, faydalı ile zararlının imtizâcına (bağdaşmasına) bağlar. Câhiz’e göre eğer dünyada yalnız şer bulunsaydı bütün varlıklar helâk olurdu. Aksine eğer sırf hayır bulunsaydı, o zaman da bir yükümlülük (imtihan, külfet) düzeninden söz edilemezdi. Ayrıca şerden kurtulup hayrı gerçekleştirmek için düşünmenin kalkmasıyla da hikmet yok olurdu.
İlâhî hikmet, âlemin en güzel, en mükemmel ve en sağlam bir şekilde kurulmasını gerektirmiştir. Âlem hayır olan bir asıldan meydana geldiği için, düzeni de hayır olmuştur. Her ne kadar dünyada bazı sebeplerin çatışmasından bir şer ve bozulma (fesâd) doğar ve meselâ âlem için sırf hayır olarak yaratılan yağmur bazen zarar verirse de bu husus, yağmurun genel düzendeki hayır işlevini sarsmayan cüz’î ve ârızî bir durumdur. Şu halde yağmurun büsbütün yokluğu küllî şer, ara sıra zarara sebebiyet vermesi de cüz’î şerdir. Âlem ise cüz’îye göre değil; küllî nizâma göre işler.
Allah’ın, evrendeki her varlığa genel düzen içindeki yeri bakımından lâyık olduğu hayrı eksiksiz vermesi O’nun cömertliğinin, merhametinin ve Rablığının bir sonucudur. Bununla birlikte İslâm düşünürleri, şerrin yokluğunun da savunulamayacağını, ancak şerrin varlık düzeninde amaçlanmış bir durum olmadığını, ayrıca dünyada hayrın şerden daha çok olduğunu belirterek ölçülü bir iyimserlik görüşüne sahip olmuşlardır. Meselâ su serinletir, ateş ısıtır ve onlardaki bu nitelikler varlık düzeni için tamamen hayırdır. Bir insanın suda boğulması veya ateşte yanması birer şer ise de, bunlar su ve ateşin yaratılışında birinci derecede amaçlanmış hususlar değildir; ayrıca bunlar, genel hayır düzenini ve hayrın mutlaklığını sarsacak sıklıkta vuku bulmayıp ara sıra ortaya çıkan kötülüklerdir. Bu iyimser anlayış, insanla ilgili durumlara da uygulanarak ilâhî irâde ve inâyetin, yeryüzünün halîfesi olan insan türünün kıyâmete kadar dünyada yaşayacak ve orayı hükümranlığı altına alıp îmar edecek şekilde düzenlediği belirtilir ve buna “birinci maksat” denilir. Buna karşılık tek tek kişilerin karşılaştığı durumlar, tâlî dereceden amaçlanmış olan ârızî olaylardır. Bu olaylara bütün halinde bakıldığında bunların küllî yapıya bir düzen olarak yansıdığı görülür. Nitekim canlı tabiattaki başlıca şer çeşitlerinden elemler (acılar, ağrılar, üzüntüler) görünüşte şer gibiyse de canlıların varlıklarını sürdürmelerine katkıda bulunması bakımından hayır sayılmalıdır. Meselâ açlık elemi, canlıya beslenme ihtiyacını hissettirmesi
4636] Mustafa Çağrıcı, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 46
HAYIR ŞER
- 985 -
bakımından hayırdır.
İslâm düşünürlerinin evrende hayır düzeninin hâkim olduğu şeklindeki iyimser felsefesi, Gazzâlî’ye nisbet edilen ve zamanla bir vecîze haline gelen, “Leyse fi’l-imkân ebdau mimmâ kân -Var olandan daha mükemmeli mümkün değildir-” şeklinde özetlenmiştir. Gazzâlî, hem tertibindeki güzellik, hem de yaratılışındaki mükemmellik bakımından bu âlemin “sûret”inden daha mükemmelinin bulunmadığı şeklindeki düşüncesini açıklarken aksine bir görüşün Allah’ın cömertliği ve kudretiyle bağdaştırılamayacağını belirtir. Gazzâlî’nin devam ettirdiği bu iyimser felsefe, daha sonraki dönemlerde geniş kabul görmüştür.
İbn Teymiyye ise, şerri sırf yokluk ve kısmî yokluk şeklinde ikiye ayırarak var olan bir şeyin sırf şer olamayacağını ifade eder. Çünkü var olan her şeyde mutlaka bir yarar, bir hayır bulunması gerekir. Allah hiçbir şeyi hikmetsiz yaratmamıştır; bu hikmet, varlığın hayır tarafıdır. Özü itibarıyla yokluk sayılan şer ve kötülükler varlık değeri taşımadığından bunları Allah’ın yarattığı söylenemez. Çünkü Kur’an’da, “Allah bütün varlıkların yaratıcısıdır” 4637 denilmiştir. Sonuç olarak küllî olgular yalnızca hayırdır ve kulların yararınadır.
İslâm düşünürleri ahlâkı da âlemdeki genel hayır düzeni çerçevesinde açıklamışlardır. Buna göre kötü fiiller ve bunların kaynağı olan kötü huylar, ruhun kendine has bazı yetkinliklerini kaybetmesinin sonucudur. Aslında insanın kötü denilen fiilleri de temelde onun yetkinliğinin bir parçası olan, dolayısıyla iyi sayılması gereken bazı niteliklerinden kaynaklanmaktadır. Meselâ İbn Sinâ’nın örneğiyle, nefsin öfke gücü hâkimiyet kurmak sûretiyle yetkinlik kazanır; fakat öfke ve hâkimiyet, bazen şerre de yol açabilir. Bu durum, yine nefsin bir gücü ve yetkinlik aracı olan aklın öfke gücüne baskın gelmesiyle önlenir. Bu şekilde akıl, hem nefiste kötü ahlâkın gelişmesini hem de zulüm gibi kötü fiillerin ortaya çıkmasını önlemiş olur. Bu sebeple insan, her türlü aşırılıktan kurtulmak için kendini sürekli olarak akıl ve düşüncenin denetimi altında bulundurmalıdır. 4638
Şerrin Ehveni Olur mu?
Özellikle Hakkın hâkim olmadığı, şer ve fesâdın devlet ve çevre eliyle mecbûrî istikamet olarak gösterildiği yerlerde çoğu zaman iki şerden birini kabul etme mecbûriyetinde kalırız. Bu takdirde yapılacak iş, şerrin ehvenini, yani daha hafifini kabul etmekten geçer. Burada hayırla şerrin karşılaştırması yapılıyor değil. Elbette ki hayırla, ehven-i şer karşı karşıya gelince hayır işlenecektir. İki şerden birinin tercih edilmesinden başka bir seçenek olmadığı durumda ne yapılacağı, nasıl hareket edileceğiyle ilgili olarak, ehven-i şerrin tercih edilmesi, zararın en az atlatılması olarak değerlendirilmelidir. Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusunda bu gerçek, “iki fesâd teâruz ettikde (karşı karşıya geldiğinde) ehaffı (daha hafifi) irtikâb olunur” şeklinde kurallaştırılır ve iki ayrı misalle açıklanır: “Yangında, yangın yerine yakın evlerin yıkılması, yangının büyümesini önleyecekse bu yola tereddütsüz gidilir.” “Batmaya yüz tutan geminin bir kısım yükleri denize atılır.”
Ehven-i şer için, naklî delil olarak, “Fitne, katilden daha büyüktür (beterdir).” 4639 âyet-i kerîmesi getiriliyor. Yani, fitneye sebep olacakları katletmek,
4637] 13/Ra’d, 16
4638] M. Çağrıcı, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 45
4639] 2/Bakara, 191, 217
- 986 -
KUR’AN KAVRAMLARI
fitneye yakalanmaktan daha ehven. Mutlak mânada, adam öldürme elbette arzulanmaz. Ama bu adamlar fitneye sebep olacaklar ve bu yüzden nice insanların maddî ve mânevî hayatları tehlikeye girecekse, bu katl olayı ehven kalır. “Hayr-ı kesîr için, şerr-i kalîl kabul edilir.” Yani, çok hayır için, (başka bir yol yoksa) az bir şer kabul edilir. Büyük bir hayrın gelmesi, az bir kısım şerlere bağlıysa o şerler, istenmeyerek de olsa, kabul edilecektir. Kangren olmuş ve kesilmesi gereken bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir. Hâlbuki, zâhiren şerdir. Parmak kesilmezse el kesilir; şerr-i kesîr olur.” Parmağın kesilmesi elbette şer. Ama elin kurtulması için bir parmağın fedâ edilmesi gerekiyorsa bunu yapmak gerekir; aksi halde şer büyür; parmak yerine el kaybedilir.
“Hayır”, bir tek hakikat olduğu halde, sonsuz denecek kadar çok şûbelere ayrıldığı gibi, şer de öyledir. Onun da nice alt birimleri, yan kolları vardır. Meselâ, sağ el ile yemek sünnet ve hayır; sol elle yemek ise bunun zıddı, yani şer. Aynı şekilde, namaz kılmak hayır, bunun terki ise şer. O halde, ehven-i şer yoktur diyerek, sol elle yemek yemeyi, namaz kılmamakla eşit tutmak mümkün mü? Ticarî hayatta da kâr gibi, zararın da nice dereceleri var. Zarar da şerdir, iflâs da. Ama bunları eşit kabul edemeyiz. “Zararın neresinden dönülürse kârdır” deriz. Kur’an’da, “mü’minlere en şiddetli düşmanlığı yahûdilerin ve müşriklerin yaptığı beyan edilir.4640 Hıristiyanlar ise, bu iki gruba göre daha ehven sayılır.4641 Kendi halinde, kimseye karışmayan sıradan bir kâfirle, İslâm’a karşı her imkânıyla savaşan İslâm düşmanı bir harbîyi eşit kabul edemeyiz.
Üç kişi düşününüz: Birisi alkolik olsun, diğeri hem alkol alsın, hem de kumarbaz olsun. Üçüncüsü ise, hem alkolik, hem kumarbaz ve hem de hırsız olsun. Bunların üçünün de yaptıkları şer ve bunların üçü de şerli kimseler. Ama birinci ikinciye, ikinci de üçüncüye göre ehven. Hepsi kara, ama tonları farklı.
Mü’min, mecbur kaldığında, ehven-i şerle amel ettiği gibi; onun en büyük düşmanı olan şeytan da tam aksine, “a’zam-ı şer” (şerrin en büyüğü) ve “ehven-i hayır” (hayrın en hafifi) ile amel eder ve ettirmeye çalışır. Bunlar, onun vazgeçilmez prensipleridir. Onun en büyük hedefi insanları şirke bulaştırmaktır. Bir mekruhu veya haramı gözde fazla büyüterek Allah’tan ümit kestirmek ya da “ölmüş eşek kurttan korkmaz” dedirterek, “bu yanlışı yaptın, öyleyse şu şirki ve küfrü de işle, nasıl olsa aynı şey” diye telkinlerde bulunarak insana yaklaşır. Böylece haramlarla şirki aynı terazide tartan şeytan, insanı müşrik etmekle de yetinmez; zâlim bir müşrik yapmaya çalışır. Bununla da kalmaz, onu şirk adına, gece gündüz çalışan İslâm düşmanı bir dâvâ adamına dönüştürmeye gayret eder. Bu onun son hedefidir. Zira dâvâ sahibi olmayan bir müşrik, şeytanın kölesi ise, şirki dâvâ edinen savaşçılar onun can yoldaşıdır; Kur’an tâbiriyle “şeytanın askerleri/hizbi.” Bütün bunlar, şeytanın, “a’zam-ı şer” ile amel ettiğine örneklerdir.
Şeytan, bütün oyunlarını boşa çıkararak hakkı, doğruyu, hayrı seçen mü’minlerde taktik değiştirir. Onlar hakkında ehven-i hayırla amel eder. Mü’minin imanına ilişemeyeceğini anladımı, onun ibâdetiyle uğraşır; ibâdetsiz bir mü’min olmasını arzu eder. Bunu başaramazsa, farzlarla yetinmesini, sünnetlere, nâfilelere yanaşmamasını ister. Bu isteği de gerçekleşmezse, onun sadece şahsî ibâdetlerle meşgul olmasını, başkalarına tebliğ etmemesini arzu eder. Ve
4640] 5/Mâide, 82
4641] Bk. 5/Mâide, 82
HAYIR ŞER
- 987 -
mü’minlere şu yollu telkinlerde bulunur: “Her koyun, kendi bacağından asılır!”, “Koyunu koyun, keçiyi keçi ayağından asarlar!” Şeytanın, “ehven-i hayır” ve “a’zam-ı şer” ile amel etmesi ne kadar desîse/entrika gereği ise; bizim de onun tam tersine, “a’zam-ı hayır” ve “ehven-i şer” ile amel etmemiz o kadar hikmetli olacaktır.4642 Tabii ki, hayrın ve hakkın olduğu veya uygulanabileceği yerde, ehven de olsa şerre itibar edilmez.
Bazı müslümanlar, “şerrin ehveni olmaz!” derler. Bu söz, hiçbir günahın küçük görülmemesi mânâsına söyleniyorsa, takvâ kasdıyla ifade ediliyorsa, dinin temel esaslarından tâviz verilmemesi gerektiği dillendiriliyorsa, doğrudur. Siyasi ve sosyal küfrü savunmak amacıyla şerri ehven vasfıyla temize çıkararak bize sunan zihniyete karşı biz de haykırıyoruz: “Şerrin ehveni olmaz!” diye. Ama baş ağrısını kanserle bir tutma kabilinden, mekruhu haramla veya günahı şirk ve küfürle aynı görmek söz konusu ise, bu söze katılmak mümkün değildir. Edille-i şer’iyye dediğimiz dinin emir ve yasakları konusunda, “yapılması gerekenler” ve “yasaklar” gibi iki liste yoktur. Bu tür hikmetlerden dolayı, farzdan, vâcibe, sünnete, müstehaba ve mubaha varan bir merdiven vardır. Haramlar için de aynı durum söz konusudur: Şirk/küfür, haram, tahrîmen mekruh, tenzîhen mekruh gibi dereceler. Örneğin, bir müstahabı veya sünneti yerine getireceğim diye bir haramın işlenmesi hiçbir şekilde, naklen ve aklen uygun görülmez.
Bu konuda unutulmaması gereken husus, “hayır” ve “şer” tanımları ve hayrın/hakkın tercih edilmesi için bütün yolların tıkalı olmasıdır. “Hayrın çok olması”, mutlak hayır olması ve âhiretten bağımsız olmayan hayır anlamında ele alınmalıdır. “Şerrin az olması” da, şerrin izâfî/göreceli olması, dinin temel yasaklarını içermemesi demektir. Yani bu konuda ölçü, dinin tâviz verilemeyecek esaslarından olmayan bir şer ile dünyâ ve âhiret hayrının kast edilmesidir. Meselâ, “âhiret karşılığında dünya hayatını satın almak”4643, “Allah’ın âyetlerini az bir karşılık (dünyevî çıkar) ile satmak”4644, “hakka bâtılı karıştırmak, bile bile hakkı gizlemek”4645 gibi konular hiçbir zaman ve hiçbir şekilde ehven bir şer kabul edilemez. Dünya menfaati ile âhiret azabı karşılaştırıldığında hangisinin ehven olup diğerine tercih edilebileceği, “ehven-i şer ve tâviz” tanımları açısından önemlidir. Bu konu, şeytanın tâviz için insana yaklaşabileceği bir alan olması hasebiyle, çok dikkatli olunmasını gerektiren, hassâsiyet, ehliyet ve samimiyetle değerlendirilmesi zorunlu bir husustur.
Hayır ve şerrin ölçüsü bellidir: Allah’ın râzı olacağı şeyler hayır; râzı olmadıkları da şer. Hayrın tümü elinde olan Allah4646 sadece hayırlı şeyleri emreder ve şerleri yasaklar; O’nun her emrettiği hayırdır; yasakladığı her şey de şer. Haramlara hayır denmediği gibi; harama sebep olacak, sonucu haram olan şeyler de hayır değildir. Mü’minin ölçüsü, nefsi/hevâsı değildir. O, duyu ve duygularının, hevâsının değil; Allah’ın kuludur. Hoşlandığı ve hoşlanmadığı her konuda Rabbine itaat edecektir müslüman. İmanı oranında duyu ve duygularını da selim kılacak, onları da Rabbine teslim edecek, o zaman nefis de mutmain olacak, Rabbinin emirlerinden râzı ve hoşnut olma seviyesine çıkacaktır. O anda, Allah’ın
4642] Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, c. 2, s. 104-108
4643] 2/Bakara, 86
4644] 2/Bakara, 41
4645] 2/Bakara, 42
4646] 3/Âl-i İmrân, 26; Müslim, Müsâfirîn, 20
- 988 -
KUR’AN KAVRAMLARI
emirlerindeki hayrın hikmetlerine vâkıf olacaktır.
Hayır sanılan şeyler, ancak Allah rızâsı gözetilerek yapılırsa hayır sayılır. Helâl yoldan kazanılmayan para, kişi için hayır olmadığı gibi; mal ve servet, ne kadar çok olursa olsun, Allah’ın rızâsı olmayan yerlere harcanırsa yine hayır değil; şer olur. Gerçek hayır, neticesine göre hüküm alandır. Hoşlanmadığımız şeyleri Allah hayırlı kılmış olabilir.4647 Hayırlı bir ümmet/toplum olmanın yolu, hayırlara yapışmakla olacaktır; Kur’an bunun şartlarını açıklar.4648 Müslüman, Allah’ın hayır olarak gösterip emrettiğine teslim olmalı, kendisi ve insanlık için hayrı istemeli, hayırda yarışmalı, insanları hayra teşvik etmeli, Allah’ın yasakladığı her çeşit şerden uzaklaşıp başkalarını da uzaklaştırmaya çalışmalıdır.
Hastanın durumuna göre ilaç verilmesi gerektiği bir vâkıadır. Aynı doktor, bir hastaya su içmeyi yasaklarken, başka bir hastaya bol su içmeyi tavsiye eder. Hatta aynı hastaya, bir zaman yasakladığı bir şeyi başka bir zaman tavsiye edebilir. Bu durum, doktorda çelişki ile izah edilemez. Aynen böyle. Küfürle bir haramı aynı gören ve her ikisini de şer kabul edip aralarında bir ayrım gözetmeyen kimseye, dememiz gereken şey; elbette: “İkisi de şerdir, ama biri ehvendir, diğeri daha büyük şerdir. Haramla küfür, şer yönüyle aynı değildir” demek olacaktır. Tam tersine, böyle birisine: “Tabii, şer şerdir, ehveni filan olmaz; haram da birdir, küfür/şirk de. Hangisini yaparsan yap!” diyebilir miyiz?
Ama, bir diğer şahıs: Dinin bazı konularını tâviz masasına yatırıp küfrün bir kutsalını övmek için dinden bir konuyla kıyas ediyor ve bir şerri (Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen hükümeti desteklemeyi, demokrasiyi, oy vermeyi vb. şeyi) hayır olarak sunamadığı için şer kabul ediyor, ama ehven kabul ederek insanlara sevdirmeye çalışıyor ve böylece çok ciddi bir şerri “ehven” göstererek Müslümanlara tavsiye ediyorsa; o zaman “ne yapalım, İslâm yasaklıyor, ama bu önemli bir yasak değildir; şerdir, ama ehvendir, kabul edelim” mi dememiz gerekir? Elbette, böyle bir durumda: “Hayır var olduğu müddetçe; şer şerdir; ehveni filan olmaz; şerden Allah râzı olmaz; ehven de olsa, kötüdür” demek en doğrusudur.
Ehven-i Şer Mantığı ve Sistem İçi Kabuller
İşlenen fiil, İslâm’a uygun ise hayır; aksi halde şer olur. Allah için yapılan her meşrû amel hayır; bunun dışındaki ameller ise şerdir. Kul, Allah Teâlâ’nın yarattığı imkânları, emirlerine uygun olarak kullanırsa, hayır; emrinin aksine kullanırsa şer olur. Olaylara ve fiillere “hayır” veya “şer” gibi bir vasıf verebilmek için, elimizde sağlam bir ölçü olmalıdır. Bu ölçü, ancak “din”dir.
Ehven-i şer, daha az kötü, daha az fena olan demektir. Hayrın ve hakkın olduğu veya imkân nisbetinde uygulanabileceği yerde, ehven de olsa şerre itibar edilmez.
Şer’î ise, şeraite uygun, şeraitle ilgili demektir. İslâmiyet’in temel kurallarına ve İslâm dininin emrettiği dünya nizamına uygun olan demektir. Şer kelimesiyle bir ilgisi yoktur; şeriat kelimesiyle aynı kökü paylaşır.
Müslümanlar olarak bu oyunların ne zaman farkına varacağız? Dişimizi kıran taşın, rengi pirince en çok benzeyen taş olduğunu, basit kazanımlar peşinde
4647] 2/Bakara, 216; 4/Nisâ, 19
4648] 3/Âl-i İmrân, 110
HAYIR ŞER
- 989 -
bâtıl düzenlerin kurtarıcılarını desteklerken, aslında şer bataklığının içine çekildiğimizi ne zaman kavrayacağız? Ne zaman at gözlüklerimiz çıkartıp hayrı göreceğiz, duygularımızın esiri olmayı bırakacağız? Benimsenmesi ve giderek hayır zannedilip savunulması yönüyle en zararlı şerrin, ehven-i şer olduğunu ne zaman anlayacağız?
Beyazın siyahı, yakının uzağı, haksızın haklısı, güzelin çirkini… Bu tamlamalar ne kadar anlamsız ve saçma geliyor kulağımıza değil mi? Hiç beyazın siyahı olur mu? İçerisinde siyah bulunan renk, artık beyazlıktan çıkmamış mıdır? Ya haksızın haklısı!
Ama bunlara çok benzeyen ve de çok sık kullandığımız bir deyim var dilimizde. “kötünün iyisi” diye. Alıştık, alıştırıldık bu tamlamaya. Hiç düşünmedik bir şey hem kötü, hem de iyi nasıl olur diye. Bakışlarımızı sadece şer tarafına çevirmemiz istendi; taktığımız at gözlükleri başka şeyleri örneğin hayrı görmemize engeldi. Bu şer çöplüğünde sıtma da vardı, ölüm de. Ölümü gösterdiklerinde bize, sıtmaya razı olduk; sağlıklı bir ömrü aklımızın ucundan bile geçirmeden.
Gözümüz şer tarafına kaymış, burnumuzu bu pisliğin içine sokmuştuk ya işte bu şeytanın arayıp da bulamadığı bir fırsattı. Artık melek postuna bürünüp bizi kandırabilirdi, aynen Âdem ve eşine yaptığı gibi. Hani nasıl da onlara dost görünmüş, sonsuzluk ve güç vaad ederek Allah’ın yasakladığı ağaçtan yedirmişti.4649 Deseydi ki “Ben sizin düşmanınızım, bu ağaçtan yiyin ki Allah sizi cezalandırsın”, o ağaçtan yerler miydi hiç? Şeytan, Allah’a giden dosdoğru yolun üzerinde oturuyordu4650 ve bu yaklaşım da şeytanın sağdan yanaşmasıydı,4651 şeytanın Allah ile aldatmasıydı. 4652
Popülist câhiliyye kültürünün, hayatımızın her alanında şerde hayır aramamızı empoze ettiğine şahit oluyoruz. Cehenneme giden yolların üzerindeki iyi niyet taşlarıdır “ehven-i şer” anlayışı. İman ve küfür arasındaki çizgiyi, hakla bâtıl, hayırla şer arasındaki sınırı silip atan bir anlayıştır bu.
Ehven-i şer anlayışının meşruiyeti var mıdır?
Hayrı, yani vahyin tavsiye ettiği hususu tercih etmeyip şerlerden birini tercih etmek gibi bir yanlış seçim karşısında olan insan bilmeli ki; şer olması hasebiyle hiçbir günah, küçük ve basit görülemez; hiçbir şer de şer olması hasebiyle ehven olamaz.
Şer şerdir. Hayra ulaşmak mümkün olduğu halde, şerler arasında tercih yapılamaz. Kur’an, ehven de olsa şerre tâbi olmayı, onunla uzlaşmayı hiçbir şekilde câiz görmez.
“Şerrin az veya hafif (ehven) olması” da, şerrin izâfî/göreceli olması da, dinin temel yasaklarını içermemesi anlamında kullanılabilir. Dinin tâviz verilemeyecek esaslarından birini pazarlık konusu yapmak, küfürle, tâğutlarla uzlaşmak, şerrin hafifi, ehveni midir; yoksa en büyüklerinden birisi mi? Kendisinde hayır bulunmayan bir şer ile, ya da hayır ve şerrin karıştığı için hakla bâtılın senteze girdiği
4649] 7/A’râf, 21
4650] 7/A’râf, 16
4651] 7/A’râf, 17
4652] 31/Lokman, 33; 35/Fâtır, 5
- 990 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir tavırla dünyâ ve âhiret hayrı nasıl umulabilir? Meselâ, “âhiret karşılığında dünya hayatını satın almak”,4653 “Allah’ın âyetlerini az bir karşılık (dünyevî çıkar) ile satmak”,4654 “hakka bâtılı karıştırmak, bile bile hakkı gizlemek”4655 gibi konular, bir muvahhid mü’min tarafından nasıl ve ne şekilde ehven bir şer kabul edilebilir? Dünya menfaati ile âhiret azabı karşılaştırıldığında hangisinin ehven olup diğerine tercih edilebileceği, “ehven-i şer” tâbirini sık kullananlar açısından cevaplanması gereken önemli bir sorudur. Kapitalizmi savunan birileri tarafından komünizme göre kapitalizm ehven-i şer olduğu için desteklenmelidir. Nitekim, “lâ”sı olmayan ılıman bir dini savunan ve dış ülkelere de açılan uzlaşmacı büyük bir grup yıllarca bu mantıkla masonları, İslâm düşmanı yöneticileri savunmadı mı? Sosyalizm ve komünizmi savunan kimseler de Müslüman olduklarını iddia eden bazılarına, sosyalizmi ehven-i şer diye takdim edip kapitalizmi destekletebilirler. PKK bile bu konudan yararlanıyor; aynı argümanı kullanarak TC ile kendi örgütü arasında hangisinin ehven olduğu hususunu sorarak bir tercih yaptırmaktadır. Bu konu, şeytanın tâviz için insana yaklaşabileceği bir alandır.
Şer, Allah’ın rızâsına uymayan bütün işlerdir. Şer, temelde başta şirk olmak üzere Allah’a isyânı, her çeşit günahı ve kâfirin amellerini nitelendirmektedir. Şirk, küfür, nifak, zulüm gibi sapık inanç ve tavırların hepsi şerdir. Kur’an’da şer kavramı, daha çok şirk, küfür ve isyan yerine kullanılır. Kur’an’da şer kelimesiyle, bazen sû’ yani günah işleme duygusu da anlatılır.
Kur’an, akletmeyen sağır ve dilsizleri (inkârcıları) yerde debelenen varlıkların en şerlisi saymaktadır.4656 Çünkü onların yaptıkları hayır olmaz, tuttukları yol yanlıştır. Azgınlıkları yüzünden yeryüzünde hep fesat ve şer olmaktadır. Allah (c.c.) insanı hayır ve şer konusunda denemektedir. 4657
Muvahhid mü’min için hayırla şer arasında nasıl bir tercih yapması gerektiği gibi bir soru, gereksiz bir soru olması icap ettiği halde, maalesef “vahy” demek olan mutlak hayrı tercih etmenin göreceli zorluğuna katlanmak istemeyen tavizci kesim kendine göre şerler arasında bir tercih yaparak ehven kabul ettiği şerri (hayra rağmen) tercih edebilmektedir. Unutmayalım: “vahy”, mutlak hayırdır. Vahiyle irtibatı olan ilim ve hikmet de hayırdır. “Allah dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır ve üstünlük verilmiştir. Gerçekleri ancak akıl sahipleri anlar.” 4658
Şer olan bir sistemin herhangi bir kurumundan şer’î olan bir uygulama yapılması beklenebilir mi?
Cehennemden saraylar, köşkler beklenirse, şer olan bir sistemden veya onun bir kurumundan da şer’î bir uygulama beklenebilir. Şer, zaten şeriata ters olan, Allah’ın rızâsına uymayan işlerdir. Şerden şeraite uygun bir uygulama kesinlikle beklenemez. Şer şerrî bir uygulamayı neticelendirir, şer’î uygulamayı değil.
Şerden ancak şer doğar, mahzâ hayır olan şeriat (şer’î uygulama) değil. Şerre
4653] 2/Bakara, 86
4654] 2/Bakara, 41
4655] 2/Bakara, 42
4656] 8/Enfâl, 22, 55
4657] 21/Enbiyâ, 35
4658] 2/Bakara, 269
HAYIR ŞER
- 991 -
sebep olan herhangi bir şey de şerdir. Baştan aşağı şer kabul edilecek tâğutî düzenlere oy vermek veya onların devamından ve güçlenmesinden yana tavır almak da tümüyle şerdir; böyle bir tavrın hayır adına savunulacak hiçbir yönü yoktur. Muvahhid mü’minler, kendileri şerre sebep olmazlar, şerri üretmezler, şerre destek olmazlar. Bilirler ki, hayra destek ve vesile olmak o hayrı işlemek gibidir; şerre destek ve vesile olmak da o şerri işlemek gibi insanı günahkâr yapar. “…İyilik ve takvada (Allah’ın yasaklarından sakınma üzerinde) yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.”4659 Allah’tan ittika etme (korkup sakınma) şuuruyla işlenen bütün sâlih ameller “hayır”dır. Bunun zıddı olan şer ise, bütün günahlar ve faydalı zannedilse bile aslında zararlı olan, en azından faydasız olan işlerdir. Bu bağlamda denilebilir ki, hayır imanın gereği, şer ise, inkârın ve isyânın diğer adıdır.
Hak, apaçık ortadadır. Bâtıl rengine bürünemez. Bâtıl görünümünde hak veya hak görünümündeki bâtıl, olsa olsa “ehven-i şer”dir. Ehven-i şerri tercih etmek de şerre râzı olmak demektir. Müslüman hakka tâlip olmak zorundadır. Ehven-i şer mantığı ise, hayra giden yolu tıkayacağı, şerri sevdireceği ve tâbî kılacağı için, esas büyük şerden de daha zararlı olabilir.
İçinde yaşadığımız cahili toplumların oluşturup yaşattığı cahili sistemlerden ilkesel ve zihinsel planda ayrışmak, sistemin ideoloji ve ilkelerinden koparak Allah’a doğru hicret etmek ve sistemle temel ilkelerimize ve tevhide aykırı düşen hiçbir ilişki içine girmemek esas olandır. Bilindiği üzere, ilk inen surelerle başlatılan cahiliye ile ayrışma süreci çok büyük titizlikle sürdürülmüş. Mekke’de egemen sistemle Rasûlullah’ın (s.a.s.) oluşturduğu yapı arasında tam ve çok yönlü bir kopuş yaşanmıştır. Cahilî toplumu değiştirme ve egemen sistemi dönüştürme iddiasıyla köklü bir inkılâbın temelleri atılmış, sistemle bütünleşmemek, uzlaşmamak için elden gelen gayret gösterilmiştir.
Mücadelenin sonuç vermesi, başarılı olabilmesi, daha önemlisi Rabbimizin razı olacağı bir seyir izlemesi için en gerekli ve en önemli mesele saf ve katışıksız bir İslâmi kimlikle ve İslâmi ölçüleri referans alarak mücadele sahasında yer alabilmektir. Gerek tağuti sistemlerin, kurum, kural ve yönlendirmelerinden, dayatmalarından bağımsız, gerek toplumun ve geleneğin cahili etki ve kalıplarından uzak olarak, uzlaşmacı, sentezci anlayışları, pratikleri bünyesinde bulundurmayan bir netlik ve tavizsizlikle, yalnızca vahyi ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) vahyi uygulamasını belirleyici kılmak İslâmî bir mücadelede vazgeçilemeyecek esası teşkil eder. Tevhidi ölçü ve ilkelerin belirleyici ve yönlendirici tesirinden sıyrılarak, pratikte dünyevi anlamda bazı başarılar(!) elde edilse de, o pratikler İslâmî olma özelliğini kaybedecek, Allah’ın rızasını da kazandırmayacaktır. Sistem içi alanlarda yer edinebilmek için sıklıkla meydana gelen İslâmi kimliğe yabancılaşma; kendini gayri İslâmi kavram, değer ve ilkelerle tanımlama, vasıflandırma eylem ve söylemleri, fıtri ve vahyi olandan, nefsi olumsuzluklara ve dünyevileşmeye doğru bir kaçış ve bir sapmadır. Bu tür bir yabancılaşma, tevhidi bağın parçalanmasına ve farklı kimliklerin üremesine yol açmakta, tevhidin belirleyiciliğinden ve İslâmi kimlikten sıyrılanlarda, kimlik çözülmesi meydana gelmektedir.
Bu mânada ülkemizde en büyük sorun olan tesettür sorununu ehven-i şer mantığıyla çözme girişimlerine ne dersiniz?
4659] 5/Mâide, 2
- 992 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Önce, sorunun adını doğru koyalım: Bu ülkede en büyük sorun, tesettür sorunu değil; tevhid sorunudur, iman sorunudur. İslâm’ın gönüllere, amellere, sosyal ve siyasal hayata hâkim olmaması sorunudur. Tesettür de bu temel sorunun bir uzantısıdır. Uzlaşmacı büyük kesim, tesettürü başörtüsüne indirgedi, istekleri de sadece üniversite öğrencileriyle sınırladı. Elbette tesettür büyük bir sorundur, özellikle okullarda okuyan müslüman öğrenciler açısından. Bu sorun da, bireysel çapta, uğrunda her çeşit fedakârlığı yapabilecek bir imana sahip olmakla, toplumsal alanda da topyekün İslâmî değişim ve dönüşümle çözüme kavuşabilir.
Ehven-i şer mantığı ile önemli hiçbir sorunun çözüldüğü görülmemiştir ki tesettür sorunu çözülsün. Çöpleri hasıraltına koymak, şimdilik sorun yokmuş havası estirmektir ehven-i şer mantığı. Çözümü erteleyip ötelemenin, herhangi bir sorun yokmuş gibi davranmanın, daha fecisi hakla-bâtılın karıştırılmasının adıdır ehven-i şer. Bu uzlaşmacı mantık, belirli oranda da olsa şerri kabul edip onayladığı için mutlak hayra giden yolu da tıkar. Yakın gelecekte Allah’ın râzı olduğu İslâm’ın tahrif edileceği ve muvahhid mü’minlerin tümüyle etkisiz hale getirileceği “ılıman İslâm” projesi, ehven-i şer anlayışı üzerinde bina edilmektedir. Tesettür konusunu yozlaştıran, daha karmaşık ve çözümsüz hale getiren en önemli etken, ehven-i şer mantığıdır. Bu mantık, “Rabbimizin kesin emridir, bundan zerre kadar taviz vermeyiz” diyen hayır taraflarına engel olan ve “peruk”, “şapka”, Artema usûlü “aç-kapa” (okul kapısına kadar kapa, okula girerken ve okulda aç) anlayışlarını din adına savundu. Hizmet için başın açılmasına fetvalar üretti. Tesettür düşmanları, karşılarında direnen bir ümmet göremedi. Bu anlayış, sadece tesettür meselesini çözümsüzlüğe mahkûm etmedi; aynı zamanda dini de tahrif eden bir çizgiyi savundu. Dinin emirlerini teferruat kabul eden, basit dünyevî çıkarları İlâhî emirlere tercih eden bir anlayışı “din” diye takdim etti.
Soruya cevabı tersinden vermek de mümkün: Evet, tesettür sorununu değilse de, başörtüsünü ehven-i şer mantığı tümüyle çözdü; bu mantık sayesinde artık başörtüler çözüldü, başörtülüler ve bunu savunanlar da çözüldü.
Öyleyse müslümanın (ferdî, âilevî ve toplumu kapsayan tüm alanlarda) şer olan bir sistemden ehven-i şer mantığıyla çözümler beklemesi meşrû mudur?
Hem meşrû değildir, hem de mantıklı değildir. Harama rızâ haram, küfre rızâ küfürdür. “İyilikte ve takvada yardımlaşın. Haram işlerde, günahlarda ve düşmanlıkta yardımlaşmayın. Allah’tan sakının. Allah’ın cezâsı şiddetlidir.”4660 “Şerre delâlet eden, sebep ve yardımcı olan o şerri yapan gibidir” hükmüne göre, tekrar düşünelim: Küfrün hâkimiyetine, tâğûtî kanunların tatbik edilmesine, düzenin devam etmesine oyuyla, sözüyle... yardımcı olanların, küfrün hâkimiyetindeki veballere ortak olacaklarını. Yoksa farkında olmadan veya olarak, İslâm nizamı gelsin diyerek veya demeyerek, câhiliyye hükümlerinin uygulanmasını mı istiyor bazı müslümanlar? Câhiliyye hükümleri uygulansın, ama müslümanlar veya müslüman zannedilenler eliyle mi uygulansın, bu mu isteniyor? “Onlar, hâlâ câhiliyye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Kimmiş Allah’tan daha güzel hüküm veren, hüküm koyan? Fakat bunu, gerçekten anlayış sahibi olan bir toplum bilir.” 4661
İslâm, Allah’a teslim olmak ve O’nun dışında bir güç ve hâkimiyet tanımamaktır.
4660] 5/Mâide, 2
4661] 5/Mâide, 50
HAYIR ŞER
- 993 -
Kelime-i Tevhid’de bu ifâde tüm kapsamıyla belirdiğinden dolayı, müslüman için her türlü tâğutun, her çeşit egemenliğini reddetmek; Allah’a iman ve O’nun tek ilâh olduğunu kabul etmenin en önemli şartıdır. Hatta İslâm’ın dışındaki bütün sistem ve görüşler ve bunların uygulayıcıları anlamına gelen “tâğut”u reddetmek; Allah’a imandan da önce gelir ki; kalp, kafa, el ve dildeki tüm sapıklıklar ve sahte ilâhların egemenlikleri evvelâ “lâ-hayır!” süpürgesi ile temizlenmiş olsun ve boşalan yere de hakiki İlâh’ın kabulü yerleşsin. “Kim tâğûta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve Allah’a iman ederse, o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah, kemâliyle işiten ve bilendir.” 4662
İslâm, kelime-i tevhid’deki lâ=hayır kılıcıyla şerle (şerrin bir kısmıyla), tâğutla işbirliğini, onunla yardımlaşmayı, ona taviz vermeyi, onunla uzlaşmayı kesip atar. Bir tevhid eri için “lâ” ile isyan bayrağını çektiği şirk ve şerle uzlaşma ve ehven kabulü nasıl mümkün olabilir? Rabbimiz bu konuda bakın ne buyuruyor: “(Yâ Muhammed!) Az kalsın seni bile, sana vahyettiğimizden başka bir şeyi Bize karşı uydurman için fitneye düşüreceklerdi. İşte o zaman seni dost edinirler. Eğer Biz sana sebat vermemiş olsaydık, muhakkak, az da olsa sen onlara meyledecektin (tâviz verecektin). O takdirde dünya ve âhiret azâbını kat kat tattırırdık. Sonra Bize karşı kendin için hiçbir yardımcı bulamazdın.”4663 Ehven-i şerre râzı, yani şerrin bir kısmını kabullenen tâvizci bir edâ ile, hak-bâtıl karışığı, dâvet, tebliğ ve hizmet yolunu Hz. Allah yasaklamaktadır: “Hakkı bâtıla karıştırmayın. Ve bile bile hakkı gizlemeyin.” 4664
“Lâ”sı olmayan bir inanç yaygınlaştırılıyor; itaat ve olumlu anlamda isyanı olmayan, Allah’a isyan edenlere ve âsîlerin düzenine uygun bir din dayatılıyor. Her şeyle, özellikle egemen tüm güçlerle, onların ilâh ve rab anlayışlarıyla uzlaşan, Allah’ın hor gördüklerini hoş görmek için bin dereden su getiren, tepkisiz, laik müslümanlık(!) hâkim kılınmak isteniyor. Allah’a inanan, ama tâğuta itaatten ayrılmayan, Allah’a inanan ve isyankârların ilke ve hükümlerini kabul ettiğini ifade eden, altısı içinden altısı dışından bir din, her çeşit bâtılı reddeden tevhid dininin yerine geçirilmek isteniyor.
Kelime-i tevhid, “lâ” ile, yani isyanla başlar. Tüm sahte ilâhlara, tâğuta isyan anlamı ve eylemi vardır tevhid mesajında. Yani, Allah’a isyan edenlere isyan! Bütün peygamberler bu anlamda kutsal isyan ateşini tutuşturan isyan önderleridir. “Andolsun ki Biz, ‘Allah’a kulluk edin ve tâğuttan (Allah’ın hükmüne isyan edip azgınlaşan ve insanları Hakk’a isyana zorlayan egemen şahıs ve anlayışlardan) kaçının diye (emretmeleri için) her topluma bir peygamber gönderdik.” 4665
Nereden başlamalıyız? Kur’an’ın, Peygamber’in başladığı yerden başlamalıyız. Din “lâ” diye başlıyor. Biz de lâ diyerek başlamalıyız. İnançta lâ denmesi gerekenler var, ibâdette, hukukta, hükümde, itaat anlayışında, ahlâkta lâ denilmesi gereken yerler var: Tümüne lâ diyoruz.
“Kim tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse, sapasağlam kulpa yapışmış olur.”4666 İllâllah’tan önce lâ diyor, imandan önce tâğuta küfrediyor, onu inkâr ve reddediyoruz. Her çeşit tâğuta, her gruptaki bel’amlara, her kesimden Karun’lara, her
4662] 2/Bakara, 256
4663] 17/İsrâ, 73-75
4664] 2/Bakara, 42
4665] 16/Nahl, 36
4666] 2/Bakara, 256
- 994 -
KUR’AN KAVRAMLARI
görevdeki Hâmânlara lâ diye karşı çıkıyoruz. Tüm putlara ve sahte ilahlara hayır diyoruz. Şerle, küfürle uzlaşmıyor, şerrin tümüne, ehvenine de karşı çıkıyoruz.
İnsanımız, çok yönlü savaşın kurbanı olarak ehven-i şer anlayışı gibi tuzaklarla bilinçsizleştiriliyor, güzel duygulardan arındırılıyor, tepkisiz ve dâvâsız hale getiriliyor. Kendisiyle ilgili oynanan oyunu anlamasın diye başka oyuncaklarla avutulup uyutuluyor. Top kafalı, müzik tutkunu, TV. tiryakisi, şans oyunları denen çeşitli kumarların esiri, paramparça “para”lanmak için koşturan bir makine haline getiriliyor. Hüsrandır, kaostur, zulümdür bu; esas kriz budur. İnsanımızın kimliksizleştirilmesinden, inançsızlaştırılmasından ve buna seyirci kalınarak zulme dolaylı da olsa destek verilmesinden daha büyük kriz olamaz. Müslüman olduğunu iddia eden insan, yaratılış gâyesini unutmuş; kime, niçin ve nasıl itaat veya isyan etmesi gerektiğini düşünemeyecek hale gelmişse tabii, her şey ters yüz olacak, bireysel günahlar fesâda, fesât fitneye, fitne toplumun dünya huzurunu ve âhiret saâdetini kemirmeye başlayacaktır.
Günümüzde şirkin her çeşidinin yaygın olduğunu görüyoruz. Müslüman mahallede pazarlanan bin bir çeşit şirk içinde, çok yaygın olmasından ötürü, belki en önemli örneklerinden biri itaat ve isyan konusuyla ilgili şirktir. Müslümanların sırât-ı müstakim’i şaşırıp yanlış işaretlerle mecburi istikamet diye gösterilen cehennem yolu üzerinde “dur!” diye ellerini makas gibi açanlar çıkmadıkça ve yoldaki işaretleri doğrusuyla değiştirme çabasına yeterli sayıda insan girmedikçe, uçurumlara yuvarlananlara ağıt yakacak kimse bile kalmayacaktır.
Müslümanın asıl söylemi ve eylemi hangi minvalde olmalı, Rabbanî yol ve sünnetullah çerçevesinde nasıl bir yol izlenmelidir?
Büyük şehid, merhum Seyyid Kutub’un dediği gibi; “Bu dine sahip çıkanların şu gerçeği iyi bilmeleri gerekir. Bu din nasıl Rabbânî bir din ise, onun hareket metodu da tamâmen Rabbânîdir, esas tabiatına uygundur. Ve şurası bir gerçektir ki, bu dinin hakikatini, amelî metodundan ayırmak imkân hâricidir.” İslâm, öyle büyük bir nizamdır ki, onu vaz’ eden Rabbimiz, gâyeyi gösterdiği gibi, vâsıtaları da göstermiştir. İnsan için Allah’a kulluk, ibâdet ve O’nun rızâsını kazanmak gâye olduğuna göre; bu nasıl olacak, hangi vâsıtalarla bu gerçekleşecek Kitab’ın hükümleri ve Rasûl’ün pratik uygulamalarıyla açıklanmıştır. Bir kimse İslâm’da zinânın, fâizin, içkinin olmadığını, bunların yasaklandığını bildiği (veya bilmesi gerektiği) halde, “zinâ yaparak, içki içerek veya fâiz vâsıtasıyla İslâm’ı getireceğiz, bunlarla İslâm’a hizmet edeceğiz” demesi ne kadar İslâm dışı ve saçma ise, şer olan bir sistemin herhangi bir kurumunun şer’î zannettiği bir uygulaması da en az o kadar İslâm’a ve mantığa terstir. Bilinmelidir ki şerle hayra gidilmez. Şer’an pis kabul edilen bir sıvı ile, meselâ şarapla abdest alınmaz. Haram parayla, fâizle hayır yapılmasının câiz olmadığı gibi. Küfre âit bir vâsıtayla İslâm’a, şeytana âit bir atla cennete gidilmez. Gâvurun atına binen onun kılıcını sallar. Bâtıl, ancak Hak’la zâil olur; Başka bir bâtılla değil.
Tevhidî bilince sahip, vahyin inşa ettiği bir iman ve hayat tasavvuruna sahip mü’minlerin, bu tür sistem içi değişimlere meyletmeleri, destek vermeleri ise, aydınlıktan karanlığa savrulmaktır, gerçek anlamda “irtica”dır, geriye gidiştir. Bilinçli bir mü’min, tevhidi bir yönelişle, her şartta Hak’ka bağlanmak, Hak’kı temsil etmek ve Hak’kı Batıla hâkim kılmak üzere çalışmak ve hiçbir sebeple hak ile batılı karıştıracak konumlara savrulmamak sorumluluğunu taşımak zorundadır.
HAYIR ŞER
- 995 -
Mü’min şahsiyet, “şer” (kötü) ile şerden bir şube olan “ehven-i şer” (daha az zararlı kötü) arasındaki tercihe kendisini kapatarak, “iyi ve maruf” olanı tercih dışı bırakma konumuna düşemez. Her şartta iyiyi arzulamak, ehven yolunda çaba göstermek ve bu tercihinden asla taviz vermeden uzun soluklu ilkeli bir duruş ve yürüyüşü istikrarlı bir biçimde sürdürmek mü’min olmanın en temel gereğidir... Bu sebeple hiçbir mü’min, ikrah olmadıkça, Hak ile Batılı karıştıran şirke dayalı düşünce, model, yol ve yöntemlere yönelemez, küfrü, şirki benimsediğini söyleyemez, küfre, şirke dayalı ideoloji ve ilkelere bağlılık sözü veremez ve İslâm şeriatını dışlayarak, Allah’ın kullarına, küfür ve şirk hükümleriyle hükmetmeyi tercih edemez.
Toplumu dönüştürme iddiası olan muvahhidlerin, öncelikle kendilerinin toplumu taşımak istedikleri değerler, ilkeler, ölçüler alanında istikameti koruyan tavizsiz bir yürüyüşü ve tutarlı bir örnekliği/şahidliği ısrarlı ve istikrarlı bir biçimde sürdürmeleri gerekir. Allah’ın “emrolunduğun gibi dosdoğru ol, istikameti koruyun, aşırı gitmeyin” ve “zâlimlere meyletmeyin size ateş dokunur” uyarılarına rağmen, kendi ürettikleri kimi maslahatlar, çıkarlar ve marjinallikten kurtulmak adına istikameti terk edip toplumun cahili eğilimlerine, cahili sistemin partilerine savrulanların toplumu tevhidi istikamette dönüştürmeye vesile olmaları da, topluma Allah’ı razı edecek bir örneklik oluşturmaları da mümkün değildir.
Ehven-i şer Kur’an ve sünnette geçiyor mu? Geçiyorsa nasıl geçiyor?
Kur’an’da ve Sünnette “ehven-i şer” tâbiri yoktur. Yani “Kur’an ve Sünnet” şiarını öne çıkaran kimselerin “ehven-i şer” diye bir ölçüleri söz konusu değildir; onlar kendilerine göre şerlerin ehven olanlarını seçmekle değil; şerleri tümüyle yok etmeye çalışıp “hayr”a yapışmakla emrolunmuşlardır.
Tevhidî istikameti bulamayan kitlelerin özgürlük ve adâlet arayışı ile şer yerine “ehven-i şer”e yönelmeleri mazur, hatta şer’in en şedidinden kaçış anlamında görece bir olumluluk iken, muvahhid mü’minlerin “ehven-i şer”e yönelmeleri, ehveni teşkil eden tevhid yolunu alternatif olmaktan çıkarma, davetin muhatabı kitlelerin sığlığına sürüklenerek sıradanlaşmaları ve inkılabi (devrimci) ruhu kaybetmeleri sonucunu doğurmaktadır. Bu sebeple, Müslümanlar olarak, yukarıda bahsedilen dönüştürme projelerinin farkına vararak, her şart altında, tevhidi İslâmi kimlik ve ilkelerimize sadakati, sabiteler alanındaki değişmez değer ve ölçülerimizi savunup yaşamlaştırmayı ısrarla sürdürmeliyiz.
Görece bir özgürleşme ve zenginleşme uğruna, taktik ve konjonktürel özgürleşme ihtiyacımızı gidermek için, bizi biz yapan, bize şahsiyet, kimlik ve imanımızı kazandıran temel ilke ve değerlerimizi, yaratılış gâyemiz olan “sadece Allah’a kulluk” anlamındaki stratejik hedefimizi feda edebilir miyiz?”
Doğru ve sahih bir din anlayışını topluma taşıyabilmek için, toplumun vahyin belirleyiciliğine, tevhidî akideye doğru dönüşümüne vesile olabilmek için, öncelikle hiçbir şartta ve hiçbir gerekçeyle taviz verilmemesi gereken ve değiştirilemez, terk edilemez vahye dayalı temel ilke ve değerlerde ısrar eden, vahyin şahidliğini âdil ve emin bir kimlikle ortaya koyan davetçi kadrolara ihtiyaç vardır. Kendilerini özgün İslâmî kavramlarla tanımlayan, bu durumdan bir eziklik ve kompleks duymayan, vahyin getirdiği kavram, ilke ve değerleri eylem ve söylemlerine egemen kılmaktan ve bunları bıkmadan usanmadan yaşayıp, topluma
- 996 -
KUR’AN KAVRAMLARI
taşımaktan usanmayan ve utanmayan, tam tersine onur duyan şahsiyetli Müslümanlara ihtiyaç vardır.
Müslümanların yozlaşmasında ehven-i şerrin yeri nedir?
Hakkı savunan insan için ise ehven-i şer diyerek şerle uzlaşma, en hafif deyimle bir bid’at ve dalâlet, bir sapma, dünyayı âhirete tercih etme ve sahip olunması gereken müslümanca şereften mahrum olmadır. İlkesizliktir, günü kurtarmaya çalışmaktır, idâre-i maslahatçılık ve pragmatizmdir. Hakkı olmadığı halde Allah’ın dini üzerine pazarlık yapmaktır. Suça ve suçluya göz yummaktır.
Hak dâvânın mensuplarından Cenâb-ı Hakk’ın istediği şeyler: Hakkı eğip bükmeden söylemek, Allah’ın hükümlerini tebliğ edip uygulamak, emrolunduğu şekilde sırât-ı müstakim çizgisinde sapmadan dosdoğru hareket etmek, bâtıla karşı net tavır koymak, takvâ, cihad ve sabır silâhlarını kuşanmak, şerrin ehvenine de rızâ göstermeyip tâviz ve uzlaşmaya yanaşmamaktır. Bir müslümanın vahiyle belirlenmiş herhangi bir prensipten vazgeçmesi, Allah’ın yasakladığı bir şerri ehven diye savunması, hakkında nass olan bir konuda pazarlık yapması inancıyla bağdaşacak bir tavır değildir. Allah’ın emirlerinin büyüğü-küçüğü, temeli-teferruatı, önemlisi-önemsizi, tâviz verilecek olanı-olmayanı olmaz. İman esasları ve dinin ilkeleri, bölünme kabul etmeyen bir bütündür. Rasûller ve onların vârisleri âlimler başta olmak üzere İslâmî hareket mensupları, Allah’ın rızâsından başka beklentileri olmayan âhireti dünyaya tercih eden dâvâ erleridir. Onlar, etkin ve yetkin müşriklerin tehdit ve zulümlerinden korkmayacakları gibi, dâvâlarını ve kendilerini pazarlık aracı yapamazlar, kiralayamaz ve satamazlar. Bir müslümana Allah’ın vereceği karşılıktan/ödülden daha büyük bir bedel icad edilememiştir, edilemeyecektir. Onlar, halktan bir karşılık istemezler, onların ücretlerini Allah verecektir. 4667
Her tâviz, yeni ve daha büyük tâvizler doğurur. Amellerdeki tâvizler, inançlardaki tâvizlere yol açabilir. Tâviz vererek inandığını yaşamayan, yaşadığı gibi inanmaya başlar. Bâtıl zihniyetin özelliğidir bu; kendi çıkarlarını sürdürmek için her zaman ve her mekânda hak dâvâyı savunanları tâviz ve uzlaşmayla etkisiz hale getirmeye çalışmak. Bu konuda oltaya taktıkları en önemli yemleri de “ehven-i şer” solucanıdır. “Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.”4668
İslâm’la câhiliyyenin kesişmesi, uyuşması mümkün değildir. Hakla bâtılın, imanla küfrün birleşip bir araya gelmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Aralarında tarih boyunca süren ve Kıyâmete kadar da sürecek olan uzlaşmaz bir mücâdele söz konusudur. Uzlaşmayı, kesin nasslara rağmen kabul edenler, neticede Allah’ın hor gördüğü kâfirleri hoş görmeye, beşerî düzenleri kutsallaştırmaya, İslâm demokrasisinden veya demokratik İslâm’dan bahsetmeye kadar vardılar. Artık resmî devlet İslâm’ı, Atatürk tipi, onun ilkelerine uygun İslâm(!) gibi tuhaf sentezler uygulama alanları bulmakta. Hıristiyanlık benzeri, uzlaşarak tahrif edilmiş bu İslâm’ların elbette Allah’ın dini olan İslâm’la hiç bir ilgisi yoktur, bazı benzer yönleri olsa da.
Müslümanın İslâm’dan tâviz vererek, başka beşerî görüşlerle uzlaşarak,
4667] 26/Şuarâ, 109, 127, 145, 164, 180; 11/Hûd, 29, 50-51, 80; 36/Yâsin, 21 vd.
4668] 68/Kalem, 9
HAYIR ŞER
- 997 -
İslâm’ın bazı cüzlerini, bazı esaslarını pazarlık aracı görmesi mümkün değildir. Uzlaşma neticesinde kâfirlerin ve küfrün egemenliği -şeklen ve kısmen de olsa- kabul edilmiş olur ki, bu da tevhidî akîde ile bağdaşmaz. İslâm, Allah’a teslim olmak ve O’nun dışında bir güç ve hâkimiyet tanımamaktır. Kelime-i tevhidde bu ifade tüm kapsamıyla belirdiğinden dolayı, müslüman için her türlü tâğutun her çeşit egemenliğini reddetmek; Allah’a iman ve O’nun tek ilâh olduğunu kabul etmenin en önemli şartıdır. Hatta, İslâm’ın dışındaki bütün sistem, görüş ve bunların uygulayıcıları anlamına gelen “tâğut”u reddetmek; Allah’a imandan da önce gelir ki; kalp, dil ve kafadaki tüm sapıklıklar ve sahte ilâhların egemenlikleri öncelikle “lâ = hayır” süpürgesi ile temizlenmiş olsun ve boşalan yere de hak/gerçek İlâhın kabulü yerleşsin. “Kim tâğuta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve Allah’a iman ederse o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah kemâliyle işiten ve bilendir.” 4669
Ehven-i şer mantığı, şerle ve şerri dayatanlarla uzlaşma demektir. Uzlaşma; düşüncelerde, değerlerde, ölçülerde, prensiplerde, sosyal ve siyasal tavırlarda çöküş içine girmek, sivil itaatsizliği bile becerememektir. Uzlaşma, kaypaklıktır, ilkesizliktir. Olduğu gibi görünmemek, göründüğü gibi olmamaktır. Uzlaşma, psikolojik mağlubiyettir. İzzetin Allah katında ve mü’minlerin hakkı olduğunu unutmak, zelil olanları aziz kılmaya çalışmaktır. Düşmanı gözde büyütmek, bükemediği eli öpmektir; o elin az sonra boğazını sıkmaya hazırlandığını unutmaktır. Uzlaşma, hak ölçülerle uyuşmaz ama kapitalizm, pragmatizm ve makyavelîzmle uyuşan ve örtüşen yönleri az sayılmaz; her şeyi pazarlık konusu yapmaktır uzlaşma; faydayı dâvânın önüne geçirebilmektir. Rasyonel/akılcı olmak ve dâvâ eri mücâhide Allah’ın yardım vaadlerini ve dâvânın Allah’la bağlantısını göz ardı etmek, kâfirler hangi yoldan başarılı oluyorsa o yolları denemektir. (Hâlbuki Kur’an’dan açık bir şekilde anlaşılmaktadır ki, mü’minlerle ilgili sünnetullah, kâfirlerle ilgili sünnetullahtan çok farklıdır.) Mutlak doğruyu, vahye ait hakikatleri, babasının malı imiş gibi değerlendirmektir. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın deyip yılanların yaşamasına yardımcı olmak, ömürlerini uzatmaktır. Haktan taviz ve uzlaşma, yok olmak İlâhî kaderi olan, her an komada yaşayıp can çekişen bâtılın iskeletine kan pompalamaktır.
Hakkı ketm etmek (gizlemek) ve hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılı karıştırmak, Din’i kuşa benzetmektir. Hak Din’in etkisizleştirilmesi, atmalar ve katmalar yoluyla olmuştur. Atma, hakkı gizlemek; katma ise hakka bâtılı karıştırmaktır. Hakkı/İslâm’ı bâtılın/kâfirlerin istediği, râzı olduğu şekle koymak veya konulan bu şekle karşı çıkmamaktır. O yüzden dinin temel ilkelerinden tâviz, itikadı ilgilendiren bir vakadır; ihanettir veya en azından ihanete seyirci kalmaktır.
Ehven-i şerciliği, tâvizi, uzlaşmayı reddetmek, geçici bir protesto hareketi değil; ölüme kadar tevhid kelimesindeki “lâ”yı hayatıyla tefsir edip, eylemleriyle yorumlamaktır. Uzlaşmayı red, hak ve bâtıl her şeye karşı çıkmak, farklı anlayıştaki mü’minlerle ve değişik İslâmî yaklaşımlarla da iyi geçinme yollarını aramayıp onlarla mücadele etmek, ya da isyankâr fakat marazî/hastalıklı bir psikolojik yapı değildir. Hakk’ın mutlak doğruları ile beşerin göreceli doğrularını birbirine karıştırmak, itikadî olanlarla itikadî olmayanı aynı kefede görmek, bir hata ile haramı, bir günah ile şirki karıştırıp hepsine aynı şiddette reaksiyon göstermek
4669] 2/Bakara, 256
- 998 -
KUR’AN KAVRAMLARI
değildir. Uzlaşmayı reddetmek deyince, insanca münasebetleri, sosyal ilişkileri kesip uzlet içinde yaşamayı, toplumsal bağları koparmayı kast etmiyoruz; İbrahimî ve Muhammedî tavrı hayata geçirmeyi kast ediyoruz. Onlar küfürle/bâtılla uzlaşsalardı ateşe atılır, memleketlerini terk etmeye mecbur kalır, ölümle burun buruna olurlar mıydı?
Bugün, nâfileleri, ihmal edilen nice farzların önüne geçirmenin, ibâdetlere tevhid ve şirke ait hususlardan daha fazla önem vermenin çok yanlış olduğunu vurgulamalıyız. Evvelâ insanımızın gönlündeki şirk virüslerini yok etmek gerekiyor. Bu mikropları yok sayarak sadece ibâdetleri anlatmak veya bunlarla uğraşmak, çöp kutusuna temiz gıda atmaya benzer…
Din ‘Lâ ilâhe’ ile başlar. Önce bir red, bir isyan, bir ‘hayır’, bir temizlik mekanizması, cahiliye pisliğine her yönüyle bir direnişte bulunan bir tavır gerekir ki; o temizlenen yere tertemiz bir İlâh anlayışı yerleşmiş olsun. Öteki türlü hakla bâtılın karıştırıldığı bir ortam oluşturulur. Bu da Müslümanlığın doğru anlaşılmasını zorlaştırır.
Bizim, bugün var olan ve giderek ivme kazanma eğilimindeki ‘Ilımlı İslâm Anlayışı’na net ve sert tepki göstermemiz; İslâmî değişim ve dönüşüm talebi olmayan, uzlaşmacı, ulusalcı, sağcı, muhafazakâr çizginin Kur’an İslâm’ına birinci derecede engel olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Tabii bu vurgu, boşalan yerin tevhidî bir yaklaşımla doldurulmasını gerekli kılıyor. Kolay işler değil bunlar… Bunu halka net bir şekilde sunabilecek imkânlara sahip değiliz. Halkın, Allah’ın anlattığı dini, peygamberin vurguladığı tevhidi anlayacak altyapısının -şu an için- olmadığını zannediyoruz. Sesimiz de çok güçlü çıkmadığından, nebevî öncelik ve nebevî usûlle anlatılan şeyler cahiliye toplumu tarafından kabullenilmeyebilir. Çünkü yıllardır din adına farklı şeyler öğretildi insanımıza.
“Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O’ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun keremini geri çevirecek (hiçbir güç) yoktur. O, hayrını kullarından dilediğine eriştirir. O çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” 4670
“De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini aziz kılar yüceltir; dilediğini de zelil kılar alçaltırsın. Her türlü hayır/iyilik Senin elindedir. Gerçekten Sen her şeye kadirsin.” 4671
4670] 10/Yûnus, 107
4671] 3/Âl-i İmrân, 26
HAYIR ŞER
- 999 -
Hayır ve Şerle İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Kur’ân-ı Kerim’de Geçen “Hayır” Kelimeleri (Türevleriyle toplam 196 yerde): 2/Bakara, 54, 61, 103, 105, 106, 110, 148, 158, 180, 184, 184, 184, 197, 197, 215, 216, 220, 221, 221, 263, 269, 271, 272, 272, 273, 280; 3/Âl-i İmrân, 15, 26, 30, 54, 104, 110, 110, 114, 115, 150, 157, 178, 180, 198; 4/Nisâ, 19, 25, 46, 59, 66, 77, 114, 127, 128, 149, 170, 171; 5/Mâide, 48, 114; 6/En’âm, 17, 32, 57, 158; 7/A’râf, 12, 26, 85, 87, 89, 155, 155, 169, 188; 8/Enfâl, 19, 23, 30, 70, 70; 9/Tevbe, 3, 41, 61, 74, 88, 109; 10/Yûnus, 11, 58, 107, 109; 11/Hûd, 31, 84, 86; 12/Yûsuf, 39, 57, 59, 64, 80, 109; 16/Nahl, 30, 30, 76, 95, 126; 17/İsrâ, 11, 35; 18/Kehf, 36, 40, 44, 44, 46, 46, 81, 95; 19/Meryem, 73, 76, 76; 20/Tâhâ, 13, 73, 131; 21/Enbiyâ, 35, 73, 89, 90; 22/Hacc, 11, 30, 36, 58, 77; 23/Mü’minûn, 29, 56, 61, 72, 72, 109, 118; 24/Nûr, 11, 12, 27, 33, 60; 25/Furkan, 10, 15, 24; 28/Kasas, 24, 26, 60, 68, 68, 80, 84; 29/Ankebût, 16; 30Rûm, 38; 33/Ahzâb, 19, 25, 36; 34/Sebe’, 39; 35/Fâtır, 32; 37/Saffât, 62; 38/Sâd, 32, 47, 48, 76; 41/Fussılet, 40, 49; 42/Şûrâ, 36; 43/Zuhruf, 36, 52, 58; 44/Duhân, 32, 37; 46/Ahkaf, 11; 47/Muhammed, 21; 49/Hucurât, 5, 11, 11; 50/Kaf, 25; 54/Kamer, 43; 55/Rahmân, 70; 56/Vâkıa, 20; 58/Mücâdele, 12; 61/Saff, 11; 62/Cum’a, 9; 11, 11; 64/Teğâbün, 16; 66/Tahrîm, 5; 68/Kalem, 12, 32, 38; 70/Meâric, 21, 41; 72/Müzzemmil, 20, 20; 87/A’lâ, 17; 93/Duhâ, 4; 97/Kadr, 3; 98/Beyyine, 7; 99/Zilzâl, 7; 100/Âdiyât, 8.
B- Kur’ân-ı Kerim’de Geçen “Şerr” Kelimeleri (Türevleriyle toplam 31 yerde): 2/Bakara, 216; 3/Âl-i İmrân, 180; 5/Mâide, 60, 60; 8/Enfâl, 22, 55; 10/Yûnus, 11; 12/Yûsuf, 77; 17/İsrâ, 11, 83; 19/Meryem, 75; 21/Enbiyâ, 35; 22/Hacc, 72; 24/Nûr, 11; 25/Furkan, 34; 38/Sâd, 55, 62; 41/Fussılet, 49, 51; 70/Meâric, 20; 72/Cinn, 100; 76/İnsan, 7, 11; 77/Mürselât, 32; 98/Beyyine, 6; 99/Zilzâl, 8; 113/Felak, 2, 3, 4, 5; 114/Nâs, 4.
C- Hayır ve İyilik
a- Hayır ve Şer İmtihandır: 21/Enbiyâ, 35.
b- Allah, Bir Kişi Hakkında Hayır Dilerse Onu Geri Çevirecek Yoktur: 10/Yûnus, 114.
c- Allah’tan Hayır İstemek: 26/Şuarâ, 84.
d- Hoşa Gitmeyen Bir Şey Hayır Olabilir: 2/Bakara, 216; 31/Lokman, 34.
e- Hayır Allah’ın Elindedir: 3/Âl-i İmrân, 26.
f- Hayır İşlerinde Yarışmak: 2/Bakara, 148; 5/Mâide, 48; 23/Mü’minûn, 61.
g- Hayra Engel Olmak: 2/Bakara, 217; 68/Kalem, 12.
D- Şer ve Kötülük
a- Hoşa Giden Bir Şey Şer Olabilir: 2/Bakara, 216; 31/Lokman, 34.
b- Kötülük Eden Kendi Aleyhine Eder: 41/Fussılet, 46; 45/Câsiye, 15.
c- Kötülük Yapmakta Yardımlaşmak Yasaktır: 5/Mâide, 2.
Konuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhârî, İstikrâz 4, 6; Rikak 34; Sahih-i Buhâri Tecrîd-i Sarih Terc. 1/235; 5/185; 12/1984
Müslim, İman 61; Müsâfirîn, 201
Tirmizî, Zühd 3, 21, 22; İman 8; Fiten 15, 26, 76, 77, 78; Birr 28
Nesâî, Cenâiz 123; Zekât 74; İftitâh 17
İbn Mâce, Mukaddime 19, 20; Tahâret 4; Ticâret 62
Ebû Dâvud, Edeb 6, 12
Muvattâ, Tahâret 36
Ahmed bin Hanbel, Müsned III/18, 19
Kütüb-i Sitte; 2/549; 3/401-402; 4/265; 13/37-38, 282; 14/16, 19, 23; 16/500; 17/168, 471, 551.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 245-248
2. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 257-261, 622-623
3. Nur’dan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 1, s. 112, c. 2, s. 104-108
4. TDV. İslâm Ansiklopedisi, Mustafa Çağrıcı, T.D.V. Y. c. 17, s. 43-49
5. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Halid Erboğa, Şâmil Y. c. 2, s, 83, 381-382; Muhiddin Bağçeci, 6/27-29
6. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 8, s. 26-31; c. 19, s. 307-310
- 1000 -
KUR’AN KAVRAMLARI
7. İnsan Psikolojisi Üzerine Etüdler, Muhammed Kutub, İşaret Y. s. 395-412
8. Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. s. 286-291
9. Kur’an’da Şer Problemi, Lutfullah Cebeci, Akçağ Y.
10. Kur’an’da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hizmet Kitabevi Y.
11. Şer İttifakı ve Sözcüsünü Arayan 1 Milyar Müslüman, Muhammed Han Kayani, İnkılab Y

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 16:48

HASTALIK

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

HASTALIK


- 913 -
Kavram no 66
İmtihan 2
Bk. Fitne; Hayır-Şer; Hamd
HASTALIK
• Meraz/Hastalık; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Hastalık ve Şifâ Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Hastalık ve Tıbb-ı Nebevî
• Duâ ile Tedâvi; Hasta İçin Duânın Önemi
• Hasta Ziyâreti
• Hastalık ve Hikmetleri
• Allah Niçin Kullarını Bir Yaratmadı? Kimini Kör, Kimini Topal Veya Sakat Yarattı?
• Şifâ İlâçta mı?
• Hastalık Hükümleri
• İbâdetler Sağlık Kaynağı; İslâm Dışı Hayat da Hastalık Sebebidir
• Esas Büyük Hastalık Mânevî Olandır, Kalbin Hastalığıdır
• Kur’an’da Ruh Sağlığı, Psikolojik Denge ve Huzur
“Oruç size sayılı günler olarak yazıldı (farz kılındı). Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa, tutamadığı günler kadar diğer günlerde oruç tutar. İhtiyarlık veya şifa umudu kalmamış hastalık gibi devamlı mâzereti olup da oruç tutmağa güçleri yetmeyenlere fidye gerekir. Fidye, bir fakir doyumu miktarıdır. Bunun dışında kim gönüllü bir hayır yaparsa, bu, kendisi için daha hayırlıdır/iyidir. Eğer gerçekleri anlıyorsanız, her güçlüğe rağmen oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır. Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve hidâyeti/doğruyu eğriden ayırmanın (furkanın) açık delilleri olarak kendisinde Kur’an indirilen aydır. Sizden her kim hilâli (Ramazan ayının ilk hilâlini) görürse oruç tutsun (oruca başlasın). Kim o anda hasta veya yolcu olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah size kolaylık ister, zorluk dilemez. O, sayıyı tamamlamanızı, size doğru yolu gösterdiği için Allah’ı ta’zim etmenizi ister. Umulur ki, şükredersiniz. “ 4189
Meraz/Hastalık; Anlam ve Mâhiyeti
Hastalık, sağlık ve sıhhatin az veya çok, geçici veya kalıcı olarak bozulması, kaybolması demektir. Arapça’da hastalık karşılığı olarak “meraz” kelimesi kullanılır. “Meraz”, bedensel hastalıklar için kullanıldığı gibi, Kur’an’da çoğunlukla mecaz olarak mânevî hastalık için kullanılır. Haktan, doğruluktan ve güzel ahlâktan ayrılma, nifak (ikiyüzlülük), hased (kıskançlık), şehvet (aşırı şehvânî/hayvanî duygular ve meyiller), fücur (günah ve zinâ arzusu şeklinde ahlâksızlığa) niyetlenme gibi nefsî hastalıklar için kullanılır.
Sağlık; Büyük Nimet: Sağlık, en büyük nimetlerden biridir. Onun değerini bilmek, korumak ve sağlıklı hayat için Allah’a hamd ve şükretmek gerekir. Hastalığın da, çoğunlukla bizim ihmal ve hatalarımızdan kaynaklandığını, ama her
4189] 2/Bakara, 184-185
- 914 -
KUR’AN KAVRAMLARI
durumda bunun imtihan olduğunu değerlendirerek, sabretmeli ve tedâviye başvurup çaresini aramalıdır. “(O Allah) Hastalandığım zaman bana şifâ verendir.” 4190 Doğal ve daha güzel olan sağlıktır, âfiyettir. İnsanın psikolojik ve bedensel sağlığı yerinde olmayınca, çoğunlukla dinî görevlerini de aksatır, en azından sağlıklı gibi tüm şartlarını ikmâl edip yeterli bir huşû ile yapamaz. Vücudumuz ve gönlümüz, Allah’ın bize çoğunlukla sağlam olarak verdiği emânetidir. Sağlığımızı koruyup korumadığımızdan, onu hangi yolda kullandığımızdan, sıhhat ve vücut emânetine ihânet edip etmediğimizden sorguya çekileceğiz. “Allah, sıhhatte ve âfiyette olmanı sever.”4191; “Allah’a göre, kuvvetli mü’min, zayıf mü’minden daha hayırlı ve daha sevimlidir.”4192; “Her kim âilesi emniyette ve vücudu sıhhatli olarak sabahlarsa, yanında günlük yiyeceği de bulunursa, sanki bütün dünya ona verilmiştir.” 4193
“İnsanlardan çoğunun aldandığı (kıymetini bilemediği) iki nimet vardır: Vücut sıhhati, boş vakit.”4194; “Yedi şey gelmeden önce iyi ameller işlemekte acele edin: ...(Bedenî güçleri bozan) hastalık...” 4195
Peygamberimiz’in sağlığı koruma (koruyucu hekimlik) ve tedâvi konusunda, bugün için de önemini hiç kaybetmeyen çok değerli tavsiyeleri vardır. Bu tavsiyelere “tıbb-ı nebevî” denilir. Sağlığın korunması için emredilen bu kurallara uyma yanında, hastalık durumunda bir yandan mümkün olan tedâvi yöntemlerine başvururken, bir yandan da güvenle Allah’a yönelmek ve gönülden gelen duâlarla O’ndan şifâ dilemek gerekir. Peygamberimiz, şifâ için hem maddî sebeplere yapışılarak tedâvi olmayı, hem de mânevî sebeplere yapışılıp Allah’a yönelip duâ edilmesini emretmiş ve her ikisini de uygulamıştır.
Kendi hatamız veya imtihan vesilesiyle hastalanınca, hem sabretmeli, hem duâ etmeli, hem de esas olarak tedâvi olmalıyız: “Her derdin bir devâsı vardır. Onun için, derdin devâsı bulunduğu zaman o dert iyi olur.”4196; “Ey Allah’ın kulları! Tedâvi olun, çünkü Allah, yarattığı her hastalık için mutlaka bir şifâ veya devâ yaratmıştır. Ancak bir dert müstesnâ; o da ihtiyarlıktır.” 4197
Rasûlullah, Mescidinin yanında bir çadır hastane yaptırmıştı. İslâm tarihinde ilk hastane sayılan bu çadırda, Rufeyde isimli bir hanım sahâbî, hastabakıcılık görevi yapar, yardıma muhtaç olanların yardımına koşardı. Rufeyde, ilk müslüman hemşire ve doktor kadın sayılır.4198 Hendek Savaşında kol damarı kesilmiş bulunan Sa’d ibn Muâz da bu hanım sahâbînin çadırında tedâvi görmekte iken, Kurayza olayında hakem olarak atanınca buradan alınıp Kurayza yurduna götürülmüştür.
“Sonra o gün, naîmden (bütün nimetlerden) sorulacaksınız.”4199 Naîm: Lezzet alınan, zevk veren her türlü nimeti kapsar. Hayat, sağlık, âfiyet, hatta içilen bir yudum
4190] 26/Şuarâ, 80
4191] Tirmizî, Zühd 59
4192] Müslim, Kader 34; İbn Mâce, Zühd 14
4193] Tirmizî, Zühd 34; İbn Mâce, Zühd 9
4194] Buhârî, Rikak 1; Tirmizî, Zühd 1; Ahmed bin Hanbel, I/258
4195] Tirmizî, Zühd 3
4196] Buhârî, Tıb 1; Müslim, Selâm 69, Fedâil 92; Ebû Dâvud, Tıb 1
4197] Tirmizî, Tıb 2; Ebû Dâvud, Tıb 1; İbn Mâce, Tıb 1; Ahmed bin Hanbel, III/156
4198] Sîretu İbn Hişâm, II/5-6
4199] 102/Tekâsür, 8
HASTALIK
- 915 -
tatlı su dahi naîmdir. Zübeyr ibn el-Avvâm’ın şöyle dediği rivâyet olunur: “O gün, naîmden sorulacaksınız” âyeti indiği zaman dedim ki: “Ey Allah’ın Rasûlü, biz hangi nimetten sorulacağız? Elimizde olan şu iki siyah; hurma ile sudur (başka nimetimiz yoktur).” Buyurdu ki: “İşte o olacaktır (onlardan sorulacaksınız).” 4200 Hadisin başka varyantına göre, bu âyet indiği zaman halk: “Yâ Rasûlallah, demişler, biz hangi nimetten sorulacağız? Bizdeki nimet, sadece iki siyah (hurma ile su)dur. Düşman karşımızda, silâhlarımız da omuzlarımızda (beklemekteyiz).” Allah’ın elçisi: “İşte o olacaktır (onlardan sorulacaksınız)” buyurmuştur. 4201
“Kıyâmet gününde, kula sorulacak ilk nimet sorusu şöyledir: ‘Biz senin bedenine sağlık vermedik mi, sana su içirmedik mi?” 4202; “Kıyâmet günü şu dört şeyden sorulmadıkça kul bırakılmaz: Ömrünü ne işte geçirdiği, malını nereden kazanıp nereye harcadığı ve ne amel/iş yaptığı sorulur.” 4203
Bu hadis rivâyetlerinin temel esprisi, insanın, kendisine verilen nimetlerden sorgulanacağını belirtmektedir. Âyetlerin açık anlamı geneldir. Hadisler de kendisine verilen nimetlerden, sağlık ve âfiyetten sorgulanacağını bildirmektedir. Zaten hayatın amacı da sınavdır: “Allah, hanginizin daha güzel amel/iş yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı.” 4204 Kanuni Sultan Süleyman’ın:
“Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi!”
beytinde güzel ifâdesini bulduğu üzere, sağlıklı yaşam, nimetlerin en büyüğüdür. Allah insanı yaşadığı hayatta sınamaktadır. Bu ömür sonunda sağlığını, ömrünü nasıl geçirdiğini kendisine soracaktır. Allah’ım, Seni daima anmak ve Sana şükür halinde bulunmak için bize yardım eyle! 4205
Kur’ân-ı Kerim’de Hastalık ve Şifâ Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de “meraz/merzâ (hasta ve hastalık) kelimesi ve türevleri 24 yerde geçer. “Şifâ” kelimesi ve türevleri ise, 8 yerde kullanılır.
Meraz/hastalık kelimesi, Kur’an’da fiziksel hastalıklar için de kullanılmakla birlikte, çoğunlukla mecaz olarak mânevî hastalık için kullanılır. Haktan, doğruluktan ve güzel ahlâktan ayrılma, nifak (ikiyüzlülük), hased (kıskançlık), şehvet (aşırı şehvânî/hayvanî duygular ve meyiller), fücûra (günah ve zinâ arzusu şeklinde ahlâksızlığa) niyetlenme4206 gibi nefsî hastalıklar için kullanılır
Şâfî olan, şifâ veren sadece Allah’tır. O, hastalanan kimseye şifâ verendir.4207 Kur’an sûreleri ve âyetleri de, mü’minler için şifâ ve rahmettir.4208 Kur’an, doğru yolu gösteren bir kılavuz ve şifâdır.4209 O, Rabbimizden bir öğüt, gönüllerde olan
4200] Tirmizî, Tefsir b. 89, sûre 102
4201] Tirmizî, Tefsir b. 89, sûre 102, hadis no: 3357
4202] Tirmizî, Tefsir b. 89, sûre 102
4203] Tirmizî, Kıyâmet 1
4204] 67/Mülk, 2
4205] S. Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 18, s. 293-295
4206] 33/Ahzâb, 32-60; 47Muhammed, 20-29; 74/Müddessir, 31
4207] 26/Şuarâ, 80
4208] 17/İsrâ, 82
4209] 41/Fussılet, 44
- 916 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(dertlere) bir şifâdır, mü’minler için bir hidâyet ve rahmettir. 4210
Kur’an, mü’minlerin imanlarını kuvvetlendirip4211 onlara devâ olurken, münâfıkların da kalplerindeki hastalıklarını arttırmaktadır.4212 Kur’an, zâlimler için şifâ olmak bir tarafa, onların yalnızca ziyanını arttırır4213 İman etmeyenler için Kur’an bir körlüktür. 4214
Kur’an’a göre esas önemli olan hastalık, kalplerde olan mânevî hastalıktır, inanç hastalığıdır. Münâfıkların kalplerinde hastalık (nifak ve haset hastalığı) vardır. Allah da onların bu hastalığını çoğaltmıştır.4215 Kur’an açısından hastalığın en önemlisi, mânevî olduğu gibi; şifâ da, esas olarak mânevî alan için söz konusudur. Onun dışındaki hastalıklar, nice hikmetlerle ilgili olarak peygamberlere de verilmiştir. Bu hastalıkların imtihan, günahlara keffâret, derecelerin arttırılması, sabır ve direnme gücü vererek insanı olgunlaştırması... gibi olumlu yönleri de vardır. Hâlbuki kalbî hastalıkların hiçbir olumlu yönü yoktur.
Kâfir ve münâfıklarla savaş, onların mü’minler eliyle rezil edilip Allah’ın azâbına uğramaları için gerekli olduğu gibi, Allah’ın mü’minleri gâlip kılması ve mü’min toplumun kalplerine şifâ vermesi için de bir sebeptir.4216 Bu sünnetullahtan yola çıkarak, bugünkü toplumun stres gibi çeşitli bunalımlar ve problemler içinde yüzmesinin bir sebebi de Allah yolunda cihadı terk etmeleridir diyebiliriz.
Bazı yiyeceklerde şifâ olduğu ve bu şifâ kaynağında Rahmânî vahiy ve ilhâmın, İlâhî rahmetin olduğu da Kur’an’dan anlaşılmaktadır. Vahiy/ilham gereği meyvelerin her birinden yiyip onların içindeki özlerden bal çıkaran arının bu ürününde insanlar için bir şifâ vardır. 4217
Allah her şahsa, ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler.4218 Allah insanlara kolaylık ister, zorluk dilemez.4219 Kim Ramazan ayında hasta veya yolcu olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar.4220 İhtiyarlık veya şifa umudu kalmamış hastalık gibi devamlı mâzereti olup da oruç tutmağa güçleri yetmeyenlerden Ramazan orucu istenmez; onun yerine böyle bir hasta veya yaşlı, bir fakir doyumluluğu kadar fidye verir. 4221
Yine, mü’minler için önemli farzlardan/görevlerden olan Allah yolunda savaşa katılmamalarından ötürü zayıflara ve hastalara bir günah yoktur; ancak, onların boş durmamaları, dille cihad olan tebliğ ve insanlara öğüt vermeleri gerekmektedir. 4222
Yine, görme özürlüye, topala ve hastaya güçlük yoktur (Bunlara
4210] 10/Yûnus, 57
4211] 9/Tevbe, 124
4212] 2/Bakara, 10; 9/Tevbe, 125
4213] 17/İsrâ, 82
4214] 41/Fussılet, 44
4215] 2/Bakara, 10
4216] 9/Tevbe, 14
4217] 16/Nahl, 68-69
4218] 2/Bakara, 286
4219] 2/Bakara, 185
4220] 2/Bakara, 185
4221] 2/Bakara, 185
4222] 9/Tevbe, 91
HASTALIK
- 917 -
yapamayacakları görevler yüklenmez; yapamadıklarından dolayı günahkâr olmazlar). 4223
“Oruç size sayılı günler olarak yazıldı (farz kılındı). Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa, tutamadığı günler kadar diğer günlerde oruç tutar. İhtiyarlık veya şifa umudu kalmamış hastalık gibi devamlı mâzereti olup da oruç tutmağa güçleri yetmeyenlere fidye gerekir. Fidye, bir fakir doyumu miktarıdır. Bunun dışında kim gönüllü bir hayır yaparsa, bu, kendisi için daha hayırlıdır/iyidir. Eğer gerçekleri anlıyorsanız, her güçlüğe rağmen oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır. Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve hidâyeti/doğruyu eğriden ayırmanın (furkanın) açık delilleri olarak kendisinde Kur’an indirilen aydır. Sizden her kim hilâli (Ramazan ayının ilk hilâlini) görürse oruç tutsun (oruca başlasın). Kim o anda hasta veya yolcu olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah size kolaylık ister, zorluk dilemez. O, sayıyı tamamlamanızı, size doğru yolu gösterdiği için Allah’ı ta’zim etmenizi ister. Umulur ki, şükredersiniz. “ 4224
“Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın. Eğer (elde olmayan bir sebeple) bunlardan alıkonursanız, kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban, yerine varıncaya kadar, başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden her kim hasta olursa yahut başından gelen bir rahatsızlığı varsa, oruç veya sadaka ya da kurban olmak üzere fidye vermesi gerekir...” 4225
“Ey iman edenler! Siz sarhoş iken -ne söylediğinizi bilinceye kadar-, cünüp iken de -yolcu olan müstesnâ- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur veya bir yolculuk üzerinde bulunursanız, yahut sizden biriniz ayak yolundan gelirse veya kadınlara dokunup da bir su bulamamışsanız o zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin; yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır.” 4226
“Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi ve başlarınızı meshedip, topuklara kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp oldunuz ise, boy abdesti alın. Hasta, yahut yolculuk halinde bulunursanız, veya biriniz tuvaletten gelirse, ya da kadınlara dokunmuşsanız (cinsî birleşme yapmışsanız) ve bu hallerde su bulamamışsanız temiz toprakla teyemmüm edin de yüzünüzü (ve dirseklere kadar) ellerinizi onunla meshedin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemiyor; fakat sizi tertemiz kılmak ve size (ihsan ettiği) nimetini tamamlamak istiyor; umulur ki şükredersiniz.” 4227
“Kalplerinde hastalık bulunanların: ‘Başımıza bir felâketin gelmesinden korkuyoruz’ diyerek onların (yahûdi ve hıristiyanların) arasına koşuştuklarını görürsün. Umulur ki Allah bir fetih, yahut katından bir emir getirecek de onlar, içlerinde gizledikleri şeyden dolayı pişman olacaklardır.” 4228
“Onlarla savaşın ki Allah, sizin ellerinizle onlara azap etsin, onları rezîl etsin, sizi onlara gâlip kılsın ve mü’min toplumun kalplerine şifâ versin.” 4229
“Allah ve Rasûlü için (insanlara) öğüt verdikleri takdirde, zayıflara, hastalara ve (savaşta) harcayacak bir şey bulamayanlara (savaşa katılmamalarından ötürü) bir günah yoktur. Zira iyilik edenlerin aleyhine (kınanmasına) bir yol yoktur. Çünkü Allah çok bağışlayan ve
4223] 24/Nûr, 61
4224] 2/Bakara, 184-185
4225] 2/Bakara, 196
4226] 4/Nisâ, 43
4227] 5/Mâide, 6
4228] 5/Mâide, 52
4229] 9/Tevbe, 14
- 918 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çok merhamet edendir.” 4230
“Kalplerinde hastalık (kâfirlik ve münâfıklık) olanlara gelince, (bu sûre) onların murdarlığına murdarlık katar. Onlar artık kâfirler olarak ölürler.” 4231
“Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerde olan (dertlere) bir şifâ, mü’minler için bir hidâyet ve rahmet (olarak Kur’an) gelmiştir.” 4232
“Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa onu yine O’ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse O’nun keremini geri çevirecek (hiçbir güç) yoktur. O hayrını kullarından dilediğine eriştirir. Çünkü O bağışlayan ve pek esirgeyendir.” 4233
“Rabbin bal arısına vahyetti: ‘Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına git. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar.’ Onda insanlar için bir şifâ vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır.” 4234
“Biz Kur’an’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü’minler için şifâ ve rahmettir; zâlimlerin ise yalnızca ziyanını arttırır.” 4235
“A’mâya güçlük yoktur, topala güçlük yoktur, hastaya da güçlük yoktur (Bunlara yapamayacakları görevler yüklenmez; yapamadıklarından dolayı günahkâr olmazlar)...” 4236
“(O Allah) Hastalandığım zaman bana şifâ verendir.” 4237
“Eğer Biz onu, yabancı bir (dilde) okunan bir kitap kılsaydık, diyeceklerdi ki, ‘Âyetleri tafsîlâtlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Muhâtapları Arap olduğu halde Arapça olmayan bir kitap mı geldi?’ De ki: ‘O, iman edenler için hidâyeti/doğru yolu gösteren bir kılavuz ve şifâdır. İman etmeyenlere gelince onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur’an onlara göre bir körlüktür. Sanki onlar uzak bir yerden çağrılıyorlar.” 4238
“İman etmiş olanlar ‘Keşke cihad hakkında bir sûre indirilmiş olsaydı!’ derler. Ama hükmü açık bir sûre indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık olanların, ölüm baygınlığı geçiren kimsenin bakışı gibi sana baktıklarını görürsün. Korktukları başlarına gelsin!” 4239
“Köre vebâl yoktur, topala da vebâl yoktur, hastaya da vebâl yoktur (Bunlar savaşa katılmak zorunda değildir). Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de geri kalırsa, onu acı bir azâba uğratır.” 4240
“(Rasûlüm!) Senin, gecenin üçte ikisine yakın kısmını, (bazen) yarısını, (bazen de) üçte birini yatmadan (ibâdetle) geçirdiğini ve beraberinde bulunanlardan bir topluluğun da
4230] 9/Tevbe, 91
4231] 9/Tevbe, 125
4232] 10/Yûnus, 57
4233] 10/Yûnus, 107
4234] 16/Nahl, 68-69
4235] 17/İsrâ, 82
4236] 24/Nûr, 61
4237] 26/Şuarâ, 80
4238] 41/Fussılet, 44
4239] 47/Muhammed, 20
4240] 48/Fetih, 17
HASTALIK
- 919 -
(böyle yaptığını) Rabbin elbette biliyor. Gece ve gündüz (içinde olup bitenleri iyiden iyiye) ölçüp biçen ancak Allah’tır. O sizin, bunu sayamayacağınızı bildiği için, sizi bağışladı. Artık, Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun. Allah bilmektedir ki, içinizden hasta(lanan)lar olacak, diğer bir kısmınız Allah’ın lutfundan (rızık) aramak üzere yeryüzünde yol tepecekler, başka bir kısmınız da Allah yolunda çarpışacaklardır. O halde Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a gönül hoşluğuyla ödünç verin. Kendiniz için önden (dünyada iken) ne iyilik hazırlarsanız Allah katında onu bulursunuz; hem de daha üstün ve mükâfatça daha büyük olmak üzere. Allah’tan mağfiret dileyin, şüphesiz Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” 4241
Hadis-i Şeriflerde Hastalık
“İnsanlardan çoğunun aldandığı (kıymetini bilemediği) iki nimet vardır: Vücut sıhhati, boş vakit.” 4242
“Allah’a göre, kuvvetli mü’min, zayıf mü’minden daha hayırlı ve daha sevimlidir.” 4243
“Allah, sıhhatte ve âfiyette olmanı sever.” 4244
“Her kim âilesi emniyette ve vücudu sıhhatli olarak sabahlarsa, yanında günlük yiyeceği de bulunursa, sanki bütün dünya ona verilmiştir.” 4245
“Yedi şey gelmeden önce iyi ameller işlemekte acele edin: (Kulluk vazifelerini) Unutturan yoksulluk, azdıran zenginlik, (bedenî güçleri bozan) hastalık, bunaklık getiren yaşlılık, ansızın gelen ecel, Deccal ve Kıyâmet. Kıyâmet daha ağır ve acıdır.” 4246
“Allah’ım! Bedenime, gözlerime ve kulaklarıma sıhhat bahşet.” 4247
“Ey Allah’ın kulları! Tedâvi olun, çünkü Allah, yarattığı her hastalık için mutlaka bir şifâ veya devâ yaratmıştır. Ancak bir dert müstesnâ; o da ihtiyarlıktır.” 4248
“Her derdin bir devâsı vardır. Onun için, derdin devâsı bulunduğu zaman o dert iyi olur.” 4249
“Allah Teâlâ hastalığı da ilâcı da indirmiş ve her hastalığa bir ilâç var etmiştir. Öyleyse tedâvi olun. Ancak, haram olan şeyle tedâvi olmayın.” 4250
Yaralanıp kanı kesilmeyen bir adam için Hz. Peygamber Benû Enmâr kabilesinden iki kişiyi çağırıp “Tıp ilmini hanginiz daha iyi biliyor?” diye sorunca, birisi “tıbbın faydası var mıdır?” diye sormuştu. O zaman Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Derdi veren dermânını da vermiştir.” 4251
“Bu (bulaşıcı vebâ) hastalığın bir yerde çıktığını işittiğiniz zaman oraya gitmeyin. Hastalık sizin bulunduğunuz yerde ortaya çıkarsa ondan kaçmak için sakın o yerden
4241] 73/Müzzemmil, 20
4242] Buhârî, Rikak 1; Tirmizî, Zühd 1; Ahmed bin Hanbel, I/258
4243] Müslim, Kader 34; İbn Mâce, Zühd 14
4244] Tirmizî, Zühd 59
4245] Tirmizî, Zühd 34; İbn Mâce, Zühd 9
4246] Tirmizî, Zühd 3
4247] Ebû Dâvud, Edeb 101; Ahmed bin Hanbel, V/42
4248] Tirmizî, Tıb 2; Ebû Dâvud, Tıb 1; İbn Mâce, Tıb 1; Ahmed bin Hanbel, III/156
4249] Buhârî, Tıb 1; Müslim, Selâm 69, Fedâil 92; Ebû Dâvud, Tıb 1
4250] Ebû Dâvud, Tıb 11
4251] Muvattâ, Ayn, 16
- 920 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ayrılmayın.” 4252
“Muska asan, ona bırakılır (Allah ondan elini çeker).” 4253
“Yarasını dağlayan, afsun yaptıran tevekkülden uzak olmuştur.” 4254
“Ümmetim içinde yetmiş bin kişi, hesapsız cennete girecektir. Onlar: Şûm tutmayan, yaralarını dağlamayan, afsun yapmayan ve yalnız Allah’a tevekkül eden kimselerdir.” 4255
“Birinizin yemeğine yahut içeceğine sinek düşerse onu yemeğine yahut içeceğine daldırsın da sonra atsın. Çünkü sinek bir kanadında hastalık taşıyorsa diğerinde de şifâ taşıyor.” 4256
“Kim tıptan anlamadığı halde tabîblik (doktorluk) yapmaya kalkarsa, zararı kendisine ödettirilir.” 4257
Hadislerde Hastalıklar ve Tedâvi Yolları
a) Perhiz:
“Hastanızı yemeye (ve içmeye) zorlamayın. Çünkü onlara Allah Teâlâ yedirir ve içirir.” 4258
“Allah bir kulu sevdiği vakit onu dünyadan korur; tıpkı sizden birinizin hastasını sudan koruması gibi.” 4259
“Telbîne (bulamaç şeklinde sütlü gıdâ) hastanın kalbine rahatlık verir, üzüntüleri de giderir.” 4260
Ümmü’l-Münzir’den şöyle rivâyet edilmiştir: “Hz. Peygamber (s.a.s.), Hz. Ali ile bana geldi. Bizim de asılı hurma salkımlarımız vardı. Rasûl-i Ekrem onlardan yemeye başladı. Hz. Ali de onunla beraber yiyordu. Rasûlullah Hz. Ali’ye şöyle dedi: “Ali, sakın ha! (Yeme,) çünkü sen nekâhet devresindesin.” Bunun üzerine Hz. Ali oturdu. Rasûlullah ise yemeye devam ediyordu. Sonra onlara pancar ve arpa ekmeği pişirdim; o zaman Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Ey Ali, bundan çekinmeden ye. Bu senin için en münâsip yemektir.” 4261
b) Kan Aldırma: “Kan alan (hacamatçı) köle ne iyidir. Kan almak sulbün (yükünü) hafifletir ve gözleri kuvvetlendirir.” 4262
İbn Mes’ud’dan (r.a.) şöyle rivâyet edilmiştir: “Hz. Peygamber isrâ ve mi’râc gecesini anlattı: Meleklerden hangi topluluğa uğradı ise kendisine ‘ümmetine kan almayı emret’ dediler.” 4263
4252] Buhârî, Tıb 30; Müslim, Selâm 98
4253] Tirmizî, Tıb 24
4254] Tirmizî, Tıb 14
4255] Buhârî, Tıb 42
4256] Buhârî, Bed’u’l-Halk 17, Tıb, 58; Ebû Dâvud, Et’ıme 48; İbn Mâce, 31; Ahmed bin Hanbel, II/229, 246; Dârimî, Et’ıme 12
4257] Ebû Dâvûd, Diyet 23
4258] Tirmizî, Tıb 4; İbn Mâce, Tıb 4
4259] Tirmizî, Tıb 1
4260] Buhârî, Tıb 8, Et'ıme 24; Müslim, Selâm 90
4261] Tirmizî, Tıb 1; İbn Mâce, Tıb 3
4262] Tirmizî, Tıb 12; İbn Mâce, Tıb 20
4263] Tirmizî, Tıb 12; İbn Mâce, Tıb 20; Ahmed bin Hanbel, I/354
HASTALIK
- 921 -
Rasûl-i Ekrem, kan aldırmanın en iyi bir tedâvi şekli olduğunu 4264 söyler, aç karnına kan almayı tavsiye eder,4265 kendisi her ayın 17, 19 ve 21’inde4266 ensesinin yan iki damarından ve iki omur arasındaki damardan kan aldırırdı. 4267
c) Su ile Serinletme: “Hummâ (ateşli hastalığın harâreti) Cehennemin şiddetindendir. Sizler o harâreti su ile serinletin.” 4268
d) Hava Değişikliği, Tebdîl-i Mekân:
“Yolculuğa çıkın, sıhhat bulursunuz.” 4269
“Hz. Peygamber bahçelerde namaz kılmayı severdi.” 4270
“Biriniz güneşte oturur da ona gölge gelirse, yerini değiştirsin (vücudunun bir kısmı güneşte, bir kısmı gölgede kalmasın).” 4271
e) Haram Madde ile Tedâvi:
“Allah Teâlâ hastalığı da ilâcı da indirmiş ve her hastalığa bir ilâç var etmiştir. Öyleyse tedâvi olun. Ancak, haram olan şeyle tedâvi olmayın.” 4272
“Allah, sizin için haram kıldıklarında şifâ yaratmamıştır.” 4273
“Şarap (alkollü içkiler) devâ değil; bilâkis derttir.” 4274
“Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır.” 4275
“Kim zehir içerek kendini öldürürse, cehennem ateşinde ebedî kalarak daima o zehri içmekle meşgul olacaktır.” 4276
f) İlâçla Tedâvi:
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.)’den şöyle rivâyet edilmiştir: “Rasûl-i Ekrem’e bir kişi gelerek ‘yâ Rasûlallah, kardeşimin karnı ağrıyor (ishal oldu) demişti. Rasûl-i Ekrem de: “Bal şerbeti içir” buyurdu. Sonra bu adam ikinci defa gelerek hastalığının geçmediğini söyledi. Hz. Peygamber yine “bal şerbeti içir” buyurdu. Adamın üçüncü gelişinde de Hz. Peygamber yine “bal şerbeti içirin” dedi. Adam, dördüncü gelişinde; “içirdim, (fakat ishali ve ağrısı geçmedi, arttı) deyince, Hz. Peygamber: “Allah sözünde doğrudur, fakat kardeşinin karnı yalancıdır, haydi yine bal şerbeti içir” buyurdu. Hasta, dördüncü defa içince iyileşti.” 4277
4264] Buhârî, Tıb 13; Müslim, Müsâkât 62
4265] İbn Mâce, Tıb22
4266] Tirmizî, Tıb 12; Ebû Dâvud, Tıb 5; Ahmed bin Hanbel, I/354
4267] İbn Mâce, Tıb 21
4268] Buhârî, Tıb 28; Müslim, Selâm 78
4269] Ahmed bin Hanbel, II/38
4270] Tirmizî, Salât 136
4271] Ahmed bin Hanbel, II/383
4272] Ebû Dâvud, Tıb 11
4273] Tâc, III/212
4274] Müslim, Eşribe 12; Ebû Dâvud, Tıb 11; Tirmizî, Tıb 8; Dârimî, Eşribe 6
4275] Ebû Dâvud, Eşribe 5; Tirmizî, Eşribe 3
4276] Buhârî, Tıb 56; Müslim, İman 175; Ebû Dâvud, Tıb 11; Tirmizî, Tıb 7; Nesâî, Cenâiz 68; İbn Mâce, Tıb 11
4277] Buhârî, Tıb 4, 24; Müslim, Selâm 91
- 922 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Şifâ üç şeydedir: Bal şerbeti içmek, kan aldırmak, vücudu ateşle dağlamak. Fakat ümmetimi ateşle dağlamaktan men ederim.” 4278
“Şu kara tane (çörek otu) sâm’dan başka her hastalığa şifâdır.” Hz. Âişe sordu: ‘Sâm nedir?’ Rasûl-i Ekrem: “Ölümdür” diye cevap verdi. 4279
“Kim sabahleyin acve denilen hurmadan yedi tane yerse, o gün zehir ve sihir ona zarar vermez.” 4280
“Yer mantarının (kem’e) suyu göze şifâdır.” 4281
Gözü ağrıyan kimse için Hz. Peygamber (s.a.s.) “Gözlerini sabir ile tedâvi et” buyurmuştur. 4282
Rasûlullah, ramed denilen göz ağrısı için sürme taşını tavsiye ederek şöyle buyurmuştur: “Sürme taşı (ismid) ile sürme çekin. Çünkü ismid, gözü açar ve kirpikleri besler.” 4283
“Niçin boğaz hastalığını çocuklarınızın boğazını elle sıkıştırıp dürtmek sûretiyle tedâvi ediyorsunuz? Şu ûd-i Hindîyi kullanmaya devam edin. Çünkü bu Hint bitkisinde yedi türlü şifâ vardır. Bu, aynı zamanda zâtü’l-cenb hastalığının da ilâcıdır. Uzre hastalığı için burundan, zâtu’l-cenb hastalığı için de ağızdan verilir.” 4284
Umeys’in kızı Esmâ’ya Rasûlullah (s.a.s.): “Müshil olarak ne kullanıyorsun?” diye sorduğunda Esmâ: ‘Şubrum kullanıyorum’ diye cevap verince Hz. Peygamber: “O keskin ve ağırdır” buyurdu. Esmâ diyor ki: ‘Sonra senâ otu (sinameki) kullandım, bunun üzerine Rasûl-i Ekrem: “Kendisinde ölüme karşı şifâ bulunan bir ilâç olsaydı senada (sinamekide) olurdu.” buyurdu.’ 4285
g) Yarayı Dağlama:
“Şifâ üç şeydedir: Bal şerbeti içmek, kan aldırmak, vücudu ateşle dağlamak. Fakat ümmetimi ateşle dağlamaktan men ederim.” 4286
İmrân bin Husayn (r.a.) diyor ki: “Hz. Peygamber, yarayı dağlamayı men etti, buna rağmen biz dağladık; fakat hastalıktan kurtulamadık.” 4287
h) Duâ:
“Kim, henüz eceli gelmemiş bir hastayı ziyâret eder de onun başucunda yedi kere; ‘Es’elullahe’l-azîm Rabbe’l-arşe’l-azîm en yeşfiyeke (Büyük arşın sahibi Yüce Allah’tan seni iyi etmesini dilerim)’ diye duâ ederse, Allah o hastayı iyi eder.” 4288
İbn Abbas (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre, Nebî (s.a.s.), hasta bir bedevîyi
4278] Buhârî, Tıb 3, 4, 10; Müslim, Selâm 71
4279] Müslim, Selâm 88
4280] Buhârî, Et’ıme 43, Tıb 52
4281] Tirmizî, Tıb 22; Ahmed bin Hanbel, V/346, 351
4282] Müslim, Hacc 89; Ebû Dâvud, Menâsik 36; Tirmizî, Hacc 104
4283] Ebû Dâvud, Libâs 13; Tirmizî, Libâs 22
4284] Buhârî, Tıb 10, 23, 26; Müslim, Selâm 86, 87
4285] Tirmizî, Tıb 30; Ahmed bin Hanbel, II/369
4286] Buhârî, Tıb 3, 4, 10; Müslim, Selâm 71
4287] Tirmizî, Tıb 10; Ahmed bin Hanbel, IV/227, 430
4288] Ebû Dâvud, Cenâiz 8; Tirmizî, Tıb 32
HASTALIK
- 923 -
ziyâret etti. Her hastayı ziyâret ettiğinde yaptığı gibi ona da şöyle buyurdu: “Geçmiş olsun, hastalığın günahlarına keffâret olur inşâallah!” 4289
Hz. Âişe (r.a.) şöyle diyor: “Rasûlullah hastalandığında kendi üzerine muavvizât sûreleri (İhlâs, Felak, Nâs sûreleri) okumak îtiyadında idi. Hastalığı şiddetlendiği zaman ona ben okur ve elinin bereketini ümit ederek kendi eliyle kendisini meshederdim.” 4290
Hadislerde Koruyucu Hekimlik
a) Temizlik:
“Temizlik imanın yarısıdır.” 4291
“Ellerinde et ve yağ kokusu olduğu halde yatan kimse hastalığa yakalanırsa ancak kendisini suçlu görsün.” 4292
“Uykudan uyandığınızda ellerinizi üç kere yıkamadıkça başka bir kap içine sokmayın; çünkü ellerinizin nerelerde gecelemiş olduğunu bilemezsiniz.” 4293
“Kim ki evinde Allah’ın bereketini arttırmasını istiyorsa, yemek hazırlandığı ve kaldırıldığı zaman abdest alsın (ellerini yıkasın).” 4294
Selmân (r.a.) anlatıyor: ‘Tevrat’ta okudum: ‘yemeğin bereketi, yemekten sonra (el ve ağzı) yıkamadadır’ diyordu. Bunu Rasûlullah (s.a.s.)’a söyledim. “Yemeğin bereketi, yemekten önce ve sonraki yıkamalardadır!” buyurdu.’ 4295
“Bir kimse küçük abdestini bozarken zekerini sağ eliyle tutmasın, tuvalette sağ eliyle silinmesin. (Bir şey içerken) kabın içine hohlamasın.” 4296
Hz. Peygamber (s.a.s.), en az haftada bir defa yıkanmayı lüzumlu görmüştür. Bu hususta Hz. Âişe şöyle der: “Halk Hz. Peygamber zamanında Medine civarındaki evlerinden ve köylerden gelerek nöbetleşe Cuma namazında bulunurlardı. Sırtlarındaki yün abalarından vücutlarına toz toprak sindiği için kendilerinden ter kokusu yayılırdı. Bir defa bunlardan birisi Hz. Peygamber (s.a.s.) benim yanımda iken Onun huzuruna gelince Rasûl-i Ekrem (s.a.s.): “Hiç olmazsa bugün iyice yıkanıp temizlenseniz!” buyurdu.” 4297
“Misvak kullanın, çünkü misvak ağzı temizler.” 4298
“Eğer mü’minlere meşakkat verecek olmasaydım, onlara her namaz başında misvak kullanmayı emrederdim.” 4299
4289] Buhârî, Tevhid 31, Menâkıb 25, Merdâ, 10, 14
4290] Müslim, Selâm 51
4291] Müslim, Tahâret 1; Tirmizî, Deavât 86; Ahmed bin Hanbel, IV/260; Dârimî, Vudû’ 2
4292] Ebû Dâvud, Et’ıme 53, 54; Tirmizî, Et’ıme 48; İbn Mâce, Et’ıme 22
4293] Buhârî, Vudû’ 26; Müslim, Tahâret 87, 88
4294] Tirmizî, Et’ıme 39, 45
4295] Ebû Dâvud, Et’ıme 12; Tirmizî, Et’ıme 39
4296] Buhârî, Vudû 18; Müslim, Tahâret 63
4297] Müslim, Cum’a 1, 3, 5
4298] Buhârî, Savm 27; Nesâî, Tahâret 4; İbn Mâce, Tahâret 7
4299] Buhârî, Cum’a 8, Savm 27; Müslim, Tahâret 42; Ebû Dâvud, Tahâret 25; Tirmizî, Tahâret 18; Nesâî, Tahâret 6; İbn Mâce, Tahâret 7
- 924 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Ümmetimden abdest alırken ve yemekten sonra ağızlarını ve dişlerini temizleyenler ne güzel iş yapmış olurlar.” 4300
“Beş şey fıtrattandır: Sünnet olmak, kasıkları tıraş etmek, tırnakları kesmek, koltuk altındaki kılları yolmak ve bıyıkları kısaltmak.” 4301
“Şu on şey fıtrattandır; bunların yapılmasında doğal ihtiyaç vardır: Bıyığı kısaltmak, sakal bırakmak, misvak kullanmak (dişleri fırçalamak), burnu su çekerek yıkamak, tırnakları kesmek, (elleri güzelce yıkayıp) parmak aralarını temizlemek, koltuk ve kasıklardaki kılları gidermek, istincâ (tuvaletten sonra avret yerini temizlemek).” 4302
“Allah’ın, müslüman üzerindeki haklarından biri de müslümanın, haftada bir defa başını ve bütün vücudunu yıkamak sûretiyle yıkamasıdır.” 4303
“Sizden birine, ne oluyor da, Rabbine yönelmiş olduğu bir yerde önüne tükürüyor? Sizden birisi, yüzünü çevirdiğinde kendisine tükürülmesini ister mi? Eğer biriniz tükürmek zorunda kalırsa, sol tarafına ve ayağının (ayakkabısının) altına tükürsün; şâyet bu mümkün değilse, o zaman mendiline tükürsün.” 4304
b) Beslenme:
“Kuvvetli mü’min zayıf mü’minden daha hayırlıdır.” 4305
Her gün oruç tutan, geceyi tamamen ibâdetle geçiren Abdullah bin Amr bin Âs’a Rasûlullah (s.a.s.) şöyle demişti: “Böyle yapma. Bazen oruç tut, bazen de tutma. Geceleyin hem ibâdet et, hem de uyu. Muhakkak ki vücudunun senin üzerinde hakkı vardır.” 4306
“Akşam yemeğini terk etmek ihtiyarlığa sebep olur.” 4307
“Hastanız bir şey isteyince, onu (iştahını çeken, kendisine zarar vermeyen şeylerden) yedirin!” 4308
“Zeytin yağı yiyin ve sürünün. Çünkü o, mübârek bir ağacın ürünüdür.” 4309
Ebû Hüreyre (r.a.)’den şöyle rivâyet ediliyor: “Nebî (s.a.s.)’ye pişmiş et getirildi, kendisine kol tarafı verildi ve o da yedi; çünkü bunu severdi.” 4310
Ebû Mûsâ el-Eş’arî (r.a.)’den şöyle rivâyet edilmiştir: “Peygamber (s.a.s.)’i tavuk eti yerken gördüm.” 4311
Hz. Peygamber sütü de severdi. Hz. Ebû Bekir (r.a.) şöyle diyor: “Rasûlullah
4300] Ahmed bin Hanbel, I/214
4301] Buhârî, Libâs 51, 63, 64; Müslim, Tahâret 49, 50; Ebû Dâvud, Teraccül 16; Tirmizî, Edeb 14; Nesâî, Tahâret 8, 10, Ziynet 1, 55; İbn Mâce, Tahâret 8
4302] Müslim, Tahâret 56; Ebû Dâvud, Tahâret 29; Nesâî, Ziynet 1
4303] Müslim, Cum’a 9; Buhârî, Cum’a 12; Ahmed bin Hanbel, II/10, V/363
4304] Buhârî, Salât 33-39, Ezân 94, Edeb 75; Müslim, Mesâcid 50-53, Zühd 74; Ebû Dâvud, Salât 22; Nesâî, Mesâcid 32, 35; İbn Mâce, Mesâcid 10, İkame 61
4305] Müslim, Kader 34; İbn Mâce, Zühd 14; Ahmed bin Hanbel, II/366, 370
4306] Buhârî, Teheccüd 20; Müslim, Sıyâm 181
4307] Tirmizî, Et’ıme 46
4308] İbn Mâce, Tıb 2, Cenâiz 1
4309] İbn Mâce, Et’ıme 34
4310] Tirmizî, Et’ıme 34
4311] Buhârî, Zebâih 26; Müslim, Eymân 9
HASTALIK
- 925 -
ile (hicret esnâsında) Mekke’den Medine’ye doğru yola çıktığımız zaman bir çobana uğradık. Biraz süt sağarak Rasûlullah’a getirdim, o da içti. Ben de onun susuzluğunu giderdiğimi anlayıp sevindim.” 4312
“Rasûlullah (s.a.s.) hiçbir zaman herhangi bir yemeği ayıplamazdı. İştahı varsa yer, yoksa yemezdi.” 4313
“Mü’min karnını tamamen doyurmaz.” 4314
“Mü’min bir karın dolusu, kâfir ise yedi karın dolusu yer.” 4315
“Âdemoğlu, midesinden/karnından daha şerli/fena bir kap doldurmamıştır. Belini doğrultacak birkaç lokmacık ona yeter. Yok, birkaç lokma ile yetinmeyecekse (nefsinin galebesiyle) ille de midesini dolduracaksa hiç olmazsa onu üçe ayırsın: (karnının) üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğine/suya, üçte birini de nefesine (ayırsın, üçte birden fazlasına yemek koymasın).” 4316
“Muhakkak suyu üç nefeste içmek; daha kandırıcı, zararsız (herhangi bir hastalığa sebep olmaz) ve boğazdan daha kolay akıcıdır.” 4317
“Deve gibi bir nefeste içmeyin. İki, üç nefeste için. Bir şey içeceğiniz zaman besmele çekin; içtikten sonra da ‘elhamdü lillâh’ deyin.” 4318
“Bir kimse, bir şey içerken kabın içine hohlamasın.” 4319
“Sizden biriniz ayakta su içmesin.” 4320
“Sarhoşluk veren şeyi içmeyin.” 4321
“Sarhoşluk veren her şey haramdır.” 4322
c) Uyku:
Hz. Peygamber (s.a.s.) yatsıdan sonra konuşmayı sevmez 4323, gecenin ilk saatlerini uyuyarak, sonunu da namaz kılarak ihyâ ederdi (Buhârî, Teheccüd 15; Müslim, Müsâfirîn 129). İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: “”Rasûlullah (s.a.s.) uykuya yatıp gece yarısı kalkarak bir miktar namaz kılar, sonra sabah namazına kadar tekrar uyurdu.”4324 Geceleri hiç uyumaksızın ibâdet eden Abdullah bin Amr bin Âs’a Hz. Peygamber: “Böyle yapma, gecenin bir kısmında ibâdet et, bir kısmında da uyu; muhakkak vücudunun senin üzerinde hakkı vardır”4325 buyurmuştu.
4312] Buhârî, Menâkıb 45; Müslim, Eşribe 90
4313] Buhârî, Menâkıb 23; Müslim, Eşribe 187
4314] Dârimî, Vesâyâ 1, hadis no: 108
4315] Buhârî, Et’ıme 12; Müslim, Eşribe 182-186; Tirmizî, Et’ıme 20; İbn Mâce, Et’ıme 3
4316] Tirmizî, Zühd 47; İbn Mâce, Et’ıme 50
4317] Müslim, Eşribe 123
4318] Tirmizî, Eşribe 13
4319] Buhârî, Eşribe 25, Vudû 18-19; Müslim, Tahâret 63, 65, Eşribe 121; Ebû Dâvud, Eşribe 20; Tirmizî, Eşribe 15, 16; Nesâî, Tahâret 42
4320] Müslim, Eşribe 16
4321] Müslim, Edâhî 37; Nesâî, Cenâiz 100, Eşribe 40; İbn Mâce, Eşribe 14
4322] Buhârî, Vudû 71; Müslim, Eşribe 67, 68
4323] Buhârî, Mevâkît 13, 23; Müslim, Mesâcid 235
4324] Buhârî, Vudû 30; Müslim, Müsâfirîn 182
4325] Buhârî, Teheccüd 20; Müslim, Sıyâm 181
- 926 -
KUR’AN KAVRAMLARI
d) Bulaşıcı Hastalıklardan Korunma:
“Cüzzamlıdan arslandan kaçar gibi kaç.” 4326
“Bir yerde ‘tâun’un (vebâ) bulunduğunu işitirseniz oraya gitmeyin. Bulunduğunuz yerde meydana gelmişse oradan da ayrılmayın.” 4327
“Yeryüzünde yaşayan, zararlı beş çeşit hayvanı öldürene hiçbir günah yoktur. Onlar şunlardır: Akrep, karga, çaylak, fare ve kuduz köpek.” 4328
“Köpek bir kabı yalarsa, onu hemen yedi defa yıkayın, sekizincide toprakla ovalayın.” 4329
Tıbb-ı Nebevî
Peygamberimiz’in tıpla ilgili bilgilerine, tavsiye ve uygulamalarına İslâmî literatürde ve İslâm tıp tarihi içinde “Tıbb-ı Nebevî” adı verilmiştir. Peygamberimiz, ciddî şekilde tıbbî bilgilere sahip olduğu, bizzat tıp ve sağlıkla yakından ilgilendiği, kendisinden bize ulaşan hadislerinden anlaşılmaktadır. Bu hadislerde tedâvi usulleri bulunduğu gibi, ilâç olarak tavsiye ettiği birtakım bitkilerin isimleri geçmekte, bazı hastalık çeşitleri sayılmakta ve bunlar için tedbirler tavsiye edilmektedir. Bütün bunlar, tıbb-ı nebevînin konusunu teşkil eder.
Peygamberimiz, koruyucu hekimlikle ilgili tavsiyelerde bulunmuş, hastalık, tedâvi ve ilâçlar hakkında bilgiler vermiş, mü’minlerin sağlığını korumak için ferdî ve genel sağlığa dikkat ve itina gösterilmesi konusunda kesin prensipler koymuştur. Temizlikle (ellerin, vücudun, dişlerin, çevrenin temizliği vb.), beslenme ile (faydalı/şifâlı ve zararlı/haram gıdalar, yeme ve içme âdâbı, perhiz, az yeme vb.), sağlığın önemi ve imtihan olduğu, sabredilmesi, perhiz, kan aldırma ve duâ ile tedâvi, çeşitli ilâçlarla tedâvi, hava değişikliği ile tedâvi vb.), bulaşıcı hastalıklara karşı tavır, mikrop ve mikroplu ortamlarla ilgili tavsiyeler gibi, tıbb-ı nebevîyi konulara ayırmak mümkündür.
Bu hadislerde zikredilen tıbbî esaslar ile o günün tıbbını karşılaştıracak olursak, Rasûl-i Ekrem ile yeni bir tıp anlayışının başladğını, tıpta devrim niteliğinde atılımlar olduğunu görmemek mümkün değildir. Meselâ, o günkü Arapların vebadan korunmak için eşek gibi anırdıklarını, göz şaşılığını, hastayı dönen değirmen taşına baktırarak tedâviye çalıştıklarını, üstlerinde bir tavşanın topuk kemiğini bulundurmakla hastalığa karşı muâfiyet kazanacaklarını zannettiklerini, yılan sokmuş adamı, vücuduna zehir yayılır diye uyutmadıklarını, bir devenin burnundaki yaranın iyi olması için başka ve sağlam bir deveyi dağladıklarını hatırlamak yeterli olur. Yine, bir şeyden korkan kadına yüreği soğumuş diye sıcak su içirdiklerini, çocukların çürük dişlerini güneşe doğru atıp, böyle yapmakla yeni dişlerin muntazam ve sağlam çıkacağını zannettiklerini biliyoruz. Tıbb-ı nebevîde ise bütün bu normal akla ve gerçeğe uymayan tedâvi şekillerinin reddedildiğini, o günün tıbbına müdâhale edildiği, yerlerine bugünkü modern
4326] Buhârî, Büyû 36, Tıb 19, 25, 43, 45, 53, 54; Müslim, Selâm 102-109, 111-114, 116; Ebû Dâvud, Tıb 24; Tirmizî, Siyer 46, Kader 9; İbn Mâce, Mukaddime 10, Tıb 43
4327] Buhârî, Tıb, 30, 168, 169; Müslim, Selâm 92, 93, 94, 98, 100
4328] Buhârî, Bed’u’l-Halk 16; Müslim, Hac 67-73, 76-79; Ebû Dâvud, Menâsik 39; Nesâî, Hac 82-84, 86-88, 113-119
4329] Müslim, Tahâret 93
HASTALIK
- 927 -
tıbbın bile tasvip ettiği prensiplerin getirildiğini görüyoruz. Her hastalık için bir devâ olduğu, bu devâyı bulabilmek için çeşitli ilâçlar yapıp denenmesi gerektiği, şâyet bu ilâç hastalığa uygun gelirse, Allah’ın izniyle hastanın iyileşebileceği zikredilmektedir. O günün tıbbında uygulanan kan almaya (hacamat) izin verilirken, yarayı dağlama yasaklanmakta, ancak son çare olarak istisnâî şekilde izin verilmektedir. Bütün bunlar Hz. Peygamber’in o günün tıbbında uygulanan âdetleri aynen devam ettirmediğini, onlara müdâhale edip tashih ettiğini, yeni prensipler koyduğunu göstermektedir.
Hadislerde o günün tıbbının tespit edemeyeceği açıklamaları da görmek mümkündür. Meselâ, bulaşıcı hastalık için karantina sistemi.4330 Meselâ, mikrop ve sineğin hastalık taşıyan mikroplara sahip olduğu. Bir hadiste şöyle buyrulur: “Birinizin yemeğine yahut içeceğine sinek düşerse onu yemeğine yahut içeceğine daldırsın da sonra atsın. Çünkü sinek bir kanadında hastalık taşıyorsa diğerinde de şifâ taşıyor.” 4331
Hadis, sineğin mikrop ve kir taşıdığını inkâr etmiyor, “kanatlarından birinde mikrop var” diyor. Sinekle mücâdeleden de menetmiyor. Ancak, şâyet yiyecek ve içeceklere konarsa sineğin tamamını daldırmamızı, ondan sonra atmamızı, zira bir kanadında mikrop varsa da, ötekinde de şifâ bulunduğunu söylüyor ki, işte tartışma konusu burasıdır. İlk bakışta, hastalık taşıyan bu böceğin şifâ taşıması akla aykırı gibi gelir, insan da bunda şüpheye düşer. Fakat hadis, senet ve mânâ bakımından sahihtir. Hadis iki anlam taşımaktadır:
a) Sineğin mikrop taşıdığı ki, bugünkü bilim de bunu isbat etmiştir.
b) Diğer kanadında bu mikrobun şifâsını taşıdığı. İşte münâkaşa noktası burasıdır. Bilim, uzun zamandan beri Hz. Peygamber’in çok önceden haber vermiş olduğu sineğin mikrop taşıdığı gerçeğine ulaşıldığını ve sinekler ile mücâdele edilmesi, onlardan sakınılması gerektiğini açıklamaktadır. Fakat hadis, her çabaya rağmen şâyet sinek yine yiyeceklere konarsa, o zaman yiyeceği dökmek yerine, sineğin tamamını daldırıp sonra atmamızı söyleyerek, onun taşıdığı mikrop ilâcına (panzehire) işaret etmiştir.
Bu durum karşısında modern tıbbın görüşüne geçmeden önce birkaç önemli noktayı hatırlatalım:
a) Eskiden beri bazı zararlı hayvanların zehirlerinde fayda ve devâ olduğu bilinmektedir. Bazen İlâhî kudret, tek bir hayvanda iki zıddı birleştirmiştir. Meselâ akrebin iğnesindeki zehirden panzehir de yapılır. Âlim Torbustî diyor ki: “Sineğin bir kanadında mikrop, diğerinde şifâ ve devâ olması, Cenâb-ı Hakk’ın hârika yaratıklarının bir alâmetidir.” Arı da böyledir. Arı zehrini, romatizma, lumbago, ülser gibi hastalıkların tedâvisinde kullandıkları gibi trahom tedâvisinde de faydalı görülmüştür.
b) Tıpta yılan ve zehirli haşerât zehrinden, yılan ve akrep sokmalarına karşı kullanılan bir serum yapılmıştır. Bu, yerince hastalığı (seretan) ağrılarında da faydalı olmuştur.
c) Modern tıp, kirli maddelerden, tedâvi tekniğinde yeni bir çığır açan
4330] Buhârî, Tıb 30, 168, 169; Müslim, Selâm 92, 93, 94, 98, 100
4331] Buhârî, Bed’u’l-Halk 17, Tıb, 58; Ebû Dâvud, Et’ıme 48; İbn Mâce, 31; Ahmed bin Hanbel, II/229, 246; Dârimî, Et’ıme 12
- 928 -
KUR’AN KAVRAMLARI
maddeler bulmuştur. Küften penisilin, kabir toprağından streptomicin elde edilmiştir. İş böyle olduğuna göre sinekte de taşıdığı mikropları imhâ edebilecek hayvancıkların bulunması, yani meydana getirdiği hastalığın devâsını taşımış olması mümkündür.
d) Hastalığı yapan, mikropların kendisi değil; onların salgıladıkları zehirler (toksinler)dir. Beden bu toksinlere karşı antitoksin çıkararak kendini korur. Acaba sineğin vücudunda bu toksinlere karşı antitoksin meydana gelemez mi?
Bu, aklen mümkün olduğu gibi, tıbben de birtakım deliller ile isbat edilmiştir Ama tıp, felsefe gibi teorik delil ve kıyas kabul etmez, tecrübeye, deneylere dayanır. Bu hususu tecrübe eden, inceleyen bilginler çıkmış mıdır ki, hadisin aklen ve ilmen sıhhati meydana çıksın?
1871’ye Alman profesörü Brifeild, Almanya halkı ev sineğinin, İmposa Mosouy adını verdiği mantar cinsinden bir parazite müptelâ olduğunu keşfetti. Bu asalak, devamlı olarak sineğin vücudunda yaşayıp geçinmektedir. Profesör yaptığı incelemede bu parazitin, İntomophteraly adında bağlı yahut birleşik yosun mantarları (Sygmomysis) denilen bir yosun mantarı türüne mensup olduğunu gördü. Bu parazit, su yosunu mantarı denen (Phycomclspristiti) nin ikinci çeşidindendir. Bu asalak, hayatını, sineğin vücudunda mevcut, içinde özel bir salgı olan yuvarlak hücreler şeklindeki yağ tabakasında geçirir. Sonra bu yuvarlak hücreler uzar, meydana gelen açıklıklardan yahut sineğin karın halkaları mafsallarından dışarıya çıkar ve sineğin vücudunun dışına çıkmış olur.
Bu çıkış devri, bu mantarın üreme devresidir. Bu devrede mantarın tohumları hücrenin içinde toplanır. Hücrenin iç basıncı artar. Nihâyet bu iç basınç o dereceye ulaşır ki hücre cidarları buna tahammül edemeyerek patlar ve içteki tohumlar itme kuvvetiyle hücrenin 2 cm. dışına fırlar. Cam içerisine bırakılmış ölü bir sineğe bakarsak iki şey görürüz: 1- Sineğin etrafında mantar tohumlarının dolanma alanı, 2- Sineğin son kısmı olan üçüncü kısımdan sineğin karnına ve sırtına doğru içinden tohumların fırladığı, uzun hücrelerin başları meydana çıkmış birtakım patlak hücreler.
Modern bilginlerin keşifleri, Brifeild’in teorisini kuvvetlendirecek şekilde gelişmiştir:
a) 1945’de mantar bilgisinde en büyük üstad olan Profesör Langiron devamlı olarak sineğin karnında yuvarlak hücreler şeklinde yaşayan bir mantarda Anzim denen ayrışma gücü yüksek bir salgı bulunduğunu açıkladı.
b)1947-1950 yılları arasında iki Alman bilgini Arnstaine, Cook ve İsviçreli bilgin Rolius, javaein dedikleri bir madde buldular. Bu maddeyi, sinekte yaşayan mantar türünden elde ettiler. Bu maddenin hayatiyete zıt olduğunu (antibiotive) tifo ve dizanteri gibi birçok mikropları öldürdüğünü anladılar.
c) 1948’de Berlin Courtes, Heming, Geferies ve Mackjohan, Clotinsine dedikleri hayatiyete zıt bir madde buldular. Bunu yine sinekte yaşayan aynı tür mantardan elde etmişlerdi. Tifo, dizanteri vs. mikroplara karşı etkiliydi.
d) 1949’da iki Alman bilgini Omcy ve Farmer ve İsviçre’den German, Roth, Athlenger ve Blathner, iniatin adını verdikleri tek hücrelilerin yaşamasına zıt bir madde elde ettiler. Bunu da sinekte yaşayan mantar türüne mensup bir
HASTALIK
- 929 -
mantardan elde etmişlerdi. Bu maddenin dizanteri, tifo ve kolera gibi hastalık mikroplarına karşı etkili olduğunu gördüler.
e) 1947’de Moftiş, sinek ve vücudunda yaşayan mantarlara mahsus bir kültürden tek hücreli canlılara zıt maddeler elde etti. Bunların dizanteri, tifo ve benzeri mikroplara karşı kuvvetle etkili olduğunu gördü. Yine bunlar, hummalı/ateşli hastalıklara sebep olan mikroplara karşı da tesirleri kuvvetli idi. Bu maddenin bir gramı, mezkûr mikroplarla pislenmiş yüz litre sütü koruyacak güçte idi.
Yiyecek ve içeceklere düşen sineği bu maddelere daldırma hareketi, sineğin vücudunda bulunan mantar hücresine basınç yapar, içindeki tohumları ve sıvıyı sıkıştırır, bu sıkışma neticesinde hücre patlar ve hücrenin içinden mikropları öldüren anzimler çıkar. Bunlar sineğin taşıdığı mikroplara saldırıp onları öldürür. Bu sûretle yiyecek ve içecekler, hastalık yapan mikroplardan temizlenmiş olur.
Modern ilim, zehirli mikropları şiddetle imhâ eden bir parazitin bulunduğunu, bu maddenin ancak sineğin düştüğü maddeye daldırılması sûretiyle meydana gelen basınç etkisiyle hücresinden çıkabileceğini isbat etmiştir. İşte hadiste ifâde edilen de budur. 4332
Netice olarak diyebiliriz ki; vahyin kontrolü ve irşâdı altında olan Hz. Peygamber (s.a.s.) yalnız şeriatı öğretmek için gönderilmiş olmayıp, dünyevî konularda, dolayısıyla tıp konusunda da en güzel örnektir. O, Arapların uyguladıkları tıbbı aynen almayıp, tashih ederek, ferdî ve genel sağlığa dikkat edilmesi hususunda kesin prensipler koyup yeni bir tıbbı başlatmış, birçok konuda bugünün tıbbının da dikkatini çekmiştir. Kendisi tedâvi olmuş, tedâvi şekillerini ve tecrübeyle faydası tespit edilen bazı ilâçları tavsiye etmiştir. Ashâb da diğer dünyevî konularda olduğu gibi, tıbbî konularda da Onu örnek edinmiştir. 4333
Duâ İle Tedâvi; Hasta İçin Duânın Önemi
Doktora gidip tedâvi olmak, hastalığın ilâcını bulup kullanmak önemlidir, ama bunun yanında Allah’a duâ edip O’ndan şifâ dilemek de ihmal edilmemesi gereken öneme sahiptir. Hz. Muhammed (s.a.s.), hastalık ânında hem kendisi için, hem de âilesi için duâ ettiği gibi, kendisine gelen bazı hastalara da duâ etmiş ve duâ etmelerini tavsiye etmiştir. Çünkü duâ, hem şifâ kaynağını doğru bilip O’na yönelmeye, sabır, kader ve tevekkül gibi inanç ve sâlih amelle ilgili prensiplere kapı açar, hem ibâdet sevâbına ulaştırır ve hem de en azından hasta için çok önemli olan ruh sağlığına büyük katkıda bulunur. Duâ, insana moral verir. İnsan gönülden duâ eder de duâsının kabul edileceğine inanırsa bu hal, ondaki ruh gücünü, hastalığa karşı savunma sistemini faâliyete geçirir. Yani insanın moral gücünü işleve geçiren duâ, vücutta da bir doping yapar. Zaten Yüce Allah, insan organizmasını son derece mükemmel yaratmış, dışarıdan gelecek mikroplara karşı gâyet güzel, düzenli bir savunma sistemiyle donatmıştır. Ama bu savunma sistemi tam çalışmazsa hastalıklar başgösterir. Bedende mikroplara karşı antikorlar vardır. İşte duâ, bu savunma sistemini tam kapasite ile işler duruma sokabilir. Psikologlar, psikiyatristler, duânın moral gücü üzerindeki olumlu etkisini tecrübe etmiş ve kanıtlamışlardır.
4332] Sadettin Raslan, Terc. Süleyman Ateş, Hakses Mecmuası, Mayıs 1966, sayı 17, s. 4
4333] Mahmud Denizkuşları, Peygamberimiz ve Tıb, s. 37
- 930 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Normal insan beyninin, ancak % 7-10 kadar bir kapasitesi kullanılmaktadır. Beynin % doksanı kullanılmamaktadır. En zekî insanlarda bile kapasite kullanımı, %12-15’i geçmez. Belki peygamberlerde ve Allah’ı hakkıyla tanıyan takvâ sahibi mücâhid âlimlerde daha yüksek oranda beyin kapasitesi kullanılınca basîret, ferâset, hikmet, irfan dediğimiz açılımlar olmaktadır. İhtimal ki, bedendeki savunma sisteminin de tamamı kullanılmış olsa, insan vücudu, her hastalığı yenebilir. İşte duânın, savunma sistemi kapasitesini arttırmada büyük rolü vardır.
Peygamberimiz’in hadislerine ve uygulamalarına bakarak rahatlıkla diyebiliriz ki, Allah’tan şifâ istemek için duâ etmek ve âyet okumak câizdir, güzeldir. Ama, Peygamberimiz’in ve sahâbenin hastaya nüsha (muska) yazdıklarına veya muska taşıdıklarına veya buna cevaz verdiklerine dâir hiçbir delil yoktur. Şifâyı Allah’tan değil de, afsuncudan, muskacıdan beklemek, Allah’a tevekkülü bırakıp üfürükçülerin peşine düşmek de câiz değildir. Duâ ve Kur’an okumak, ruhsal bir telkin ve tedâvidir, birinin şifâsı için Allah’a niyazdan, yalvarmadan ibârettir. Şifâyı veren Allah’tır. Bunun ötesinde muskacılık, üfürükçülük yapıp bu yolla geçim sağlamak, İslâm dinine ve Peygamber yoluna aykırıdır. Muska yapanları görüp onların şahıslarında müslümanlıkla alay edenlere şaşmamak mümkün değildir. Bunlar, İslâm dininin muskacılığı, üfürükçülüğü emrettiğini; muskacılığın, bir İslâm geleneği veya emri olduğunu sanarak İslâm ile alay etmeye kalkarlar. Onların bu tutumu, cehâletlerinin sonucudur. Düğümlere okuyup üfleyenlerden Allah’a sığınmayı emreden, büyüyü haram kılan, büyü yapanı da en ağır biçimde cezâlandıran İslâm dininin, muskacılıkla ve üfürükçülükle ilgisi yoktur. O tas kurup cin çıkarmalar, yazdıkları muskaların mikroplu mürekkeplerini hastalara içirip onları daha da perişan durumlara sokanlar elbette günah işlemektedirler. Peygamberimiz (s.a.s.): Bir düğüm bağlayıp ona üfleyen büyü yapmış olur. Büyü yapan şirk koşmuş olur. Vücuduna muska asan, ona havâle edilir (Allah ondan elini çeker, onu astığı muskaya bırakır).”4334 buyurmuştur. Bununla birlikte, iyi niyetle bir hastalığa Allah’tan şifâ dilemek için okumak, duâ etmek böyle değildir, bunu üfürükçülük ve muskacılıkla, büyücülükle karıştırmamak gerekir. Her şey Allah’ın yasaları çerçevesinde olur. Allah’a gönülden bağlılık ve içtenlikle O’na duâ, nice darlıkları, sıkıntıları kaldırır; nice onulmaz hastaları şifâya kavuşturur; nice umutsuzlara gönül ferahlığı, umut ve yaşama şevki verir. 4335
Duâ, En Tesirli İlâçtır
Meşhur bir tıp doktoru olan Lary Dossey, ibâdetin tedâvideki rolünden bahsederek, “İbâdetin iyileştirme gücü, artık bir iman meselesi olarak nazara alınacaktır” diyor. O, yirmi senelik tıbbî tecrübelerinden sonra iman eden bir insan oldu. Çünkü duâ ve ibâdetin bir iyileştirme faktörü olduğunu gösteren deliller gittikçe artıyor. Tıp şehri Dallas Hastahanesinde eski bir şef olan Dossey, bu meselenin tıpta en iyi gizlenen sırlardan biri olduğunu anladım, diyor. O, “İyileştiren Kelimeler: İbâdetin Gücü ve Tıbbî Tecrübeler” isimli kitabın yazarıdır. Dossey, kitabında tansiyon, kalp sektesi, yara, baş ağrıları ve vesveseden muzdarip hastalara ibâdetin nasıl faydalar sağladığını araştırmalarla izah ediyor.
O, çeşitli dinler ve ibâdetler üzerine çoğu 30 senedir yapılmış 130 araştırmadan deliller gösteriyor. “İnsan zihni, duâ durumuna girdiği zaman, duâ edilenlere
4334] Nesâî, Tahrîm 19
4335] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 7, s. 496
HASTALIK
- 931 -
güzel şeyler vuku bulmaya başlıyor” diyor. “Ancak, bu önemli araştırmalar, şimdiye kadar kasıtlı olarak gözardı edildi ve bir kenara atıldı” diye ekliyor.
Şimdi, araştırmacılar, duânın, sade psikolojik etkisinden yola çıkmıyorlar. Plisibo (placebo: İlâç tesiri olmayan maddelerin hastanın ilâç aldığına inanması) etksini bertaraf ederek hareket ediyorlar. Dindar bir kardiyolog olan Randolph Byrd duâda doğrudan doğruya Allah’ın müdâhalesi olduğunu gösteren şöyle bir deney yapıyor: Hiçbir özel ayrıma tâbi tutmadan rastgele 393 kalp hastası seçiyor. Fakat hastaların hiçbiri kendileri için duâ edildiğini bilmiyor. Bunları tedâvi eden doktor ve hemşireler de bilmiyorlar. Byrd araştırması sonunda kendileri için duâ edilen hastaların daha az antibiyotiğe ihtiyaç duyduklarını ve daha az sıkıntı çektiklerini tespit ve isbat ediyor.
Duâ ve kendisi için duâ edilenin de bunu bilmesi, etkiyi daha çok artırıyor. Nöroloji, hissiyat ve düşünce ile ilgili beyin sahasıyla, bağışıklık sistemleri arasındaki bağları duânın harekete geçirdiği değerlendiriliyor. Byrd’inki gibi çalışmalar ve bakteriler, su yosunları, kan hücreleri, bitkiler ve hayvanlar için yapılan duâlarla ilgili çalışmalar, duâda doğrudan doğruya Allah’ın tesir sahibi olduğunu araştırma ve tecrübelerle gösteriyor. 4336
Duânın etkisinin kabulü için, ille de Batıda ve adına bilimsel ya da tıbbî çalışma denen şeylerle isbatlanmasına müslümanın ihtiyacı yoktur. Bir müslüman kendi veya yakınları üzerinde de duânın faydalarını, duâ ile iyileşen nice kişileri görmüş, duymuştur. Hatta bunlara da şâhit olmasa bile, o şifâ verenin Allah olduğunu bilir; ilâçla tedâvi gibi duânın da birer sebep ve vesile olduğunu, esas sebebin Allah olduğunu kabul eder ve Allah’tan başka şifa veren gerçek bir etki olmadığı inancıyla Kur’an ve Sünnet esasları içinde O’na yönelir. Din tedâviyi emrettiği için tedâviyi önemser, ama onun şifa için esas değil, sadece bir sebep olduğunu unutmaz. Yine din, duâ etmeyi de ısrarla emrettiği için onu da ihmal etmez, Allah’ın faydasız bir şey emretmediğini, emrettiği her ibâdet ve amelin insana dünya ve âhirette nice kazanç; hastalıklar için çeşitli faydalar ve şifâlar sebebi olduğunu unutmaz. “Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa onu yine O’ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse O’nun keremini geri çevirecek (hiçbir güç) yoktur. O hayrını kullarında dilediğine eriştirir. Çünkü O bağışlayan ve pek merhametlidir.”4337
Allah, duâ edenin duâsını işitir, cevap verir. “Rabbiniz (şöyle) buyurdu: ‘Bana duâ edin, size icâbet edeyim.”4338 Duâ edene huzur ve ferahlık vererek sıkıntısını ve korkusunu giderir. Ancak icâbet etmek/cevap vermek, duâda mutlaka istenileni vermek demek değildir. Allah Teâlâ, hikmeti gereği ya istenilenin aynısını verir, ya da daha iyisini, daha hayırlısını verir ya da hiç vermez. Tıpkı hasta bir çocuğun doktordan tatlı bir şey istemesine karşılık doktorun şifâlı, fakat acı şurup vermesi gibi, Allah da duâ eden kuluna istediğinden daha hayırlı bir şey vererek duâsına icâbet edebilir. Duâ, bir ibâdet olduğundan onun esas mükâfatı âhirette verilecektir. Hastalık ve sıkıntılar, duânın önemli vakitleridir. Bu zamanlarda kul âcizliğini ve zayıflığını anlayıp Allah’a daha içten sığınmalıdır, O’na yönelip ilticâ
4336] H. Hüseyin Korkmaz, Sağlıklı Yaşam ve Başarı, s. 85-86
4337] 10/Yûnus, 107. Bu konuda ayrıca Bk. 8/Enfal, 10; 42/Şûrâ, 31, 29/Ankebut, 22; 2/Bakara, 107
4338] 40/Mü’min, 60
- 932 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etmelidir.
İbn-i Abbas (r.a.)’dan; O demiştir ki: Bir gün Rasûlullah’ın (s.a.s.) terkisinde idim. Buyurdu ki; “Evlât, sana birkaç söz belleteyim: Allah’ı (yani emir ve yasaklarını) gözet ki, Allah da seni gözetsin. Allah’ı gözet ki O’nu karşında bulasın. (Bir şey) istediğin vakit Allah’tan iste, yardım dilediğin vakit Allah’tan dile. Şunu bil ki, bütün yaratıklar elbirliğiyle sana bir fayda vermek isteseler, Allah’ın sana yazdığından fazla bir şey yapamazlar. Aynı şekilde tüm yaratıklar elbirliğiyle sana bir zarar vermek isteseler, Allah Teâlâ’nın sana takdir ettiği zarardan fazlasını yapamazlar. Kalemler (işleri sona erip) kaldırılmış, sayfalar da (üzerlerindeki yazılar tamam olup) kurumuştur.” 4339
Alexis Carrel’e göre duânın aslında; rûhun maddî olmayan dünyaya doğru bir çekilişi, bir gerilimi olduğu gözlenmektedir. Bir başka deyimle denebilir ki duâ; rûhun Allah’a doğru yükselişi ve O’na açıkça tapınış durumudur. Duâ, hayat denilen mûcizeyi yaratan varlığa karşı derin sevgi ve ilticâ ifadesi, O’nunla ilişkiye geçme gayretidir. Muhammed İkbal’e göre duâ, kâinatın dehşet verici sessizliği içinde insanoğlunun kendisine bir cevap bulabilmek için hissettiği derin hasret ve şiddetli arzunun ifadesidir.
Belki dayatılan eğitim anlayışı ve hayat tarzının etkisiyle, belki de içinde yaşadığımız şartların baskıcı karakteri sebebiyle müslümanlar olarak bazılarımız da çoğu kez rasyonalist bir anlayışla meselelere yaklaşabiliyor. Sorunları tanımlarken ve çözmeye çalışırken gözetilmesi gereken hususları göz ardı edebiliyoruz. Çoğunlukla, yaptığımız amellerin/eylemlerin neticesini hemen almak ve somut bir şekilde görmek istiyoruz. Çoğu kez, sadece maddî boyutu yerine getirerek -ki bunu da yeterli yaptığımız şüphe götürür- sonuca gitmeye çalışıyoruz. Oysa bütün yapılanlardan sonra Allah’a yalvarmak ve yapılanın tesirini halk etmesi için O’na niyazda bulunmak da gerekmektedir. Allah’tan “sabır ve salâtla yardım talep etmemizi “ bizzat Allah öğütlüyor.4340 Yani, hem sabır ve direnme olacak, hem de duâ ile yardım talep edilecek.
“Duâlarımız kabul edilmiyor herhalde” diyerek karamsarlığa saplanmak da yanlıştır. İçinde bulunduğumuz şartların zorluğu hiçbir zaman bizi duâdan alıkoymamalıdır. Allah, kendi ifadesiyle duâ edenin dileğine karşılık vereceğini söylüyor. “Rabbiniz (şöyle) buyurdu: ‘Bana duâ edin, size icâbet edeyim.”4341 Allah’ın güzel isimleri arasında “Mücîb” i de zikreden Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Herhangi bir günah yahut sıla-i rahmi kesme gibi bir mâsiyet olmadıkça kulun Allah’a yapmış olduğu duânın karşılığında Allah ona ya istediğini verir, ya eş değerde bir belâyı ondan uzaklaştırır, ya da onun için âhirette daha iyisini hazırlar.” 4342
Duâ, Ruhun Gıdâsı ve İlâcıdır: Duâ; keyfiyetine, şiddetine ve güçlü söylenişine bağlı olarak ruh ve cismimizi etkiler. Gerek ihtiyaçlar ve hatalar sebebiyle Allah’a başvurmak, gerekse nimetleri sebebiyle O’nu hatırlamak ve anmak kişide psikolojik bakımdan bir rahatlık, huzur ve mutluluk doğurur.
Allah, kulunun duâ etmesini ister; bunu yapmazsa kendisine değer vermeyeceğini bildirir. “(Rasûlüm!) De ki: ‘(Kulluk ve) duânız/yalvarmanız olmasa, Rabbim
4339] Tirmizî
4340] 2/Bakara, 153
4341] 40/Mü’min, 60
4342] Tirmizî; Rûdânî, hadis No: 9223
HASTALIK
- 933 -
size ne diye değer versin?!”4343 Kendisini unutmuş, yabancı ellere düşmüş olanların hidâyete ermeleri için, “yalvarsınlar diye” musîbetler gönderir.4344 “Beni çağırın, Bana duâ ederek Benden isteyin, duânıza icâbet edeyim.” der.4345 Hikmeti gerektirirse, kulunun faydasına göre istenileni verir. 4346
Allah’ın çaresiz kalana icâbet ettiğini insanlar, hatta müşrikler bildikleri için, muztar kalınca O’na yalvarırlar. Kur’an, insanlardaki bu özelliği, çarpıcı tablolarıyla sergilemektedir. Dehşetlerin kendisini kuşattığı anda kalbine ve aklına bulaşmış olan pisliklerden insan sıyrılır ve Allah’ın kendisi üzerine yarattığı fıtratı, asâletiyle ortaya çıkar. Öyle anlarda insan; sığınağının, koruyucusunun yalnız Allah olduğunu, muhâkemesiz olarak şimşek hızıyla çakan bir sezgiyle fark eder, âdetâ bir refleksle O’na yalvarır. Etkisine mâruz kaldığı şokun ânî tesiriyle bir hâfıza kaybına uğramışcasına, koştuğu bütün ortakları unutmuştur. Fakat unutkan ve nankör insan, felâketi atlatınca “daha önce sızlanan, yakaran kendisi değilmiş gibi”4347 döner, bu kere de Allah’ı unutur. “Kullarım sana, Beni sorduğu vakit, de ki: Ben yakınım. Bana duâ edenin duâsını, Bana duâ ettiği anda işitir, ona karşılık veririm. O halde kullarım da Benim dâvetime uysunlar ve Bana inansınlar. Umulur ki doğru yolu bulurlar.” 4348
Duânın Psikolojik Cephesi: Tatmin edilmemiş sonsuz istek ve arzularımız şuur altına atılarak bizde umulmayan zamanlarda çeşitli buhranlara, çeşitli iç sıkıntılarına yol açar. Duâ ile en gizli, en mahrem duygularımızı dile getirir, içimizi boşaltır, ümidimizi kuvvetlendirir, korkularımızı hafifletiriz. İçimize eşsiz bir rahatlık verir, gerginlikleri gideririz. Duâ ile kendimizi Allah’a daha yakın hissederiz. Duâsız bir insan, ışıksız bir mahzene benzer. Duâsız insan, yalnızlığın karanlık hapishanesi içinde çırpınan bir zavallıdır. Duâ ile benlik duvarlarını aşabiliriz. Çünkü duâ, engel ve uzaklıklar tanımaz. Zaman ve mekânlar ona engel olamaz. Duâ ile sonsuz aczimizi Yüce Allah’ın sonsuz kudretine bağlama saâdetine ereriz. Duâ ile ruh gücümüzü kanatlandırırız. Duâda iç varlığımız aydınlanır. Duâda kendi gücümüzle değil, Allah’ın sonsuz gücüyle iç ve dış düşmanlarımıza meydan okuruz.
Dolayısıyla duâ; ruhun, kalbin ve gönlün, kısacası insanın mânevî varlığının Allah’a yönelişidir. Duâ esnâsında insanın, bu yönelişe engel olan hususlardan ilgi ve alâkayı kesip duâ için hazır hale gelmesi gerekir. Duâ, çağırmak, dâvet etmek anlamında olduğu için, iç dünyamıza Rabbimizi dâvet edeceğimiz zaman, dâvetten önce, gelecek misafirin rahatsız olacağı şeylerden iç mekânımızı temizlememiz gerekiyor. İçimizde O’na aykırı duygular olmaması gerekir. Meselâ, parayı her şeyden çok seven bir insan, bu putu içinde taşıdığı müddetçe Allah’ı kalbine nasıl yerleştirecek?
Evimize çok saygı duyduğumuz bir kimse geleceği zaman tedirgin oluruz. Bu tedirginliği “acaba gereken hürmeti, saygıyı gösterebilecek miyiz? Rahat ettirebilecek miyiz? Bu konuda bir yanlışlık yapar mıyız?” diye yaşarız. İşte Rabbimiz
4343] 25/Furkan, 77
4344] 7/A'râf, 64
4345] 40/Mü'min, 60
4346] 2/Bakara, 216; 6/En'âm, 41; 17/İsrâ, 11
4347] 10/Yûnus, 12
4348] 2/Bakara, 186
- 934 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gibi, varlığımızın kendisine fedâ olduğu ve karşısında bir “hiç” olduğumuz varlık karşısında duâ ederken aynı his ve duyguları duymamız gerekir.
Duânın hakikati, kulun Rabbinden yardım dilemesidir. İstenilen varlık, her zaman isteyenden üstündür. Kul, isteyen makamında olduğu için, zillet ve perişanlığını Allah’a arz etmeli ve duâ ederken bu makamda olduğunu unutmamalıdır. Yoksulluğunu sevgi ve saygıyla Allah’a sunmalıdır.
Sözlü ve Fiilî Duâ Dille duâ, vazifelerimizden sadece biridir. Sebeplere yapışmadan sadece dille yapılan duâ ile yetinmek, sünnetullahı, Allah’ın kanununu bilmemek ve ona uymamak demektir. İslâm’ın yeryüzüne hâkim kılınması, sadece duâ etmekle olacak olsaydı, insanlar içerisinde duâsı en çok kabul edilmesi gereken Hz. Peygamber (s.a.s.)’di. O bu kadar eziyetlere katlanmaksızın duâ ederdi ve görevini tamamlardı. Yani o Mekke günlerini yaşamaya gerek yoktu. Fakat O böyle yapmadı. Önce üzerine düşen sorumluluğu fiilî olarak yerine getirdi. Arkasından da ellerini açıp duâ etti. Allah da O’nu mahcup etmedi. Hastalıktan kurtulmak için de böyle. Sadece dille duâ yeterli olsaydı, Rasûlullah tedâvi olmaya gerek duymaz ve kimseye bunu tavsiye de etmezdi.
Biz bu noktadan hareketle duâyı iki kısma ayırabiliriz: Fiilî duâ, Sözlü duâ. Fiilî duâ, kişinin herhangi bir arzusu karşısında elinden gelen her şeyi tamamen yapmasını ifade eder. Meselâ, hastasına Allah’tan şifâ dileyen kimsenin tıbbın gerektirdiği şeyleri imkânları çerçevesinde yerine getirmesidir fiilî duâ. Bunu yerine getirmedikçe, ellerini açıp Allah’tan şifâ dilemesi yeterli olmayacaktır. Çünkü Allah yeryüzündeki her şeyi birtakım sebeplere bağlamıştır. Gerçi Cenâb-ı Hak, bazen sebepsiz de yaratır, sebepsiz de verebilir, ama bunu beklemek, Allah’ın hayata koyduğu kanunlara aykırıdır. Biz o sebepleri yerine getirmekle mükellefiz.
Sözlü duâ ise, kişinin elinden geleni yaptıktan sonra Allah’tan yardım istemesidir. Fiilî duâ her zaman sözlü duâdan önce gelir. Ama ikisini birbirinden ayrı düşünemeyiz. Çünkü fiilî duâ bedenin eylemi ise; sözlü duâ da rûhun eylemidir. Zaten insan bu beden ve ruh ikilisinden oluşan bir varlıktır. İslâm, duâyı sorumluluktan veya işten kaçmak için emretmemiştir. İslâm’ın emrettiği duâ, tüm hazırlıklardan ve işten sonra yapılan duâdır. Ancak tüm hazırlıkları eksiksiz yerine getirdikten sonra “artık bu iş tamamdır” deyip de duâdan uzaklaşmak da yanlıştır. İşler ancak duâ ile tamam olur.
Duâyı, sorumluluktan kaçan, tembel, acz içerisinde olan insanların ellerinden alarak sorumluluğun bilincinde olan ehil insanların ellerine verirsek, o zaman duâ bir anlam ve aksiyon kazanacaktır. Duâ mert çehrelerde güzellik kazanır. Hz. Ali gibi, kılıcı savaş alanında ölüm yağdırırken, dili âcizliğini, inleyişini duyurur, gözleri yaş döker.
Hz. Âişe (r.a.) şöyle diyor: “Rasûlullah hastalandığında kendi üzerine muavvizât sûreleri (İhlâs, Felak, Nâs sûreleri) okumak îtiyadında idi. Hastalığı şiddetlendiği zaman ona ben okur ve elinin bereketini ümit ederek kendi eliyle kendisini meshederdim.” 4349
Osman bin Ebi’l-Âs, müslüman olduğu günden beri vücudunda bir rahatsızlık hissettiğini söyleyince Hz. Peygamber (s.a.s.) ona: “Kendi elini vücudunda
4349] Müslim, Selâm 51
HASTALIK
- 935 -
ıstırap duyduğun yerin üzerine koyarak üç defa ‘bismillâh’ de, yedi defa: ‘Eûzü billâhi ve kudretihî min şerri mâ ecidü ve ühâziru’ (Hissetmekte olduğum ve sakınıp sığınmağa çalıştığım şeyin şerrinden Allah’a ve O’nun kudretine sığınıyorum) de” buyurdu. Ben de bu şekilde yaptım ve Allah bendeki ağrıyı giderdi. Şimdi âileme ve başkalarına hep bunu tavsiye ediyorum.” 4350
Hz. Peygamber (s.a.s.), bir hasta için şu şekilde şifâ temennîsinde bulunurdu: (Şehâdet parmağına tükrüğünden bulaştırarak parmağını toprağa sürer ve parmağına bulaşan toprakla hastayı mesheder ve şöyle derdi:) “Bismillâhi türbetü ardınâ, bi rîkati ba’dınâ, li yüşfâ bihî sakîmünâ bi-izni Rabbinâ’ (Allah’ın ismi ile (şifâ temennî ederim), şu bizim bazımızın tükrüğü ile yurdumuzun toprağıdır. Bundan Rabbimizin izni ile hastamız şifâlanır.” 4351
Hz. Âişe diyor ki: “Bir kimse hastalandığı zaman Rasûlullah onu sağ eli ile mesheder ve şöyle derdi: “Ezhibi’l-be’se Rabbe’n-nâsi, ve’şfi ente’ş-Şâfî lâ şifâe illâ şifâüke, şifâen lâ yüğâdiru sakamen’ (Ey insanların Rabbi! Şu hastalığı gider. Şifâ ihsan et. Ancak Sen şifâ vericisin. Senin şifândan başka hiçbir şifâ yoktur. (Yâ Rabbi, bu hastaya) öyle bir şifâ ver ki, hasta üzerinde hiçbir hastalık izi bırakmasın.)” 4352
“Kim, henüz eceli gelmemiş bir hastayı ziyâret eder de onun başucunda yedi kere; ‘Es’elullahe’l-azîm Rabbe’l-arşe’l-azîm en yeşfiyeke (Büyük arşın sahibi Yüce Allah’tan seni iyi etmesini dilerim)’ diye duâ ederse, Allah o hastayı iyi eder.” 4353
İbn Abbas’dan (r.a.) rivâyet edildiğine göre, Nebî (s.a.s.), hasta bir bedevîyi ziyâret etti. Her hastayı ziyâret ettiğinde yaptığı gibi ona da şöyle buyurdu: “Geçmiş olsun, hastalığın günahlarına keffâret olur inşâallah!” 4354
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre Cebrâil (a.s.), Nebî’ye (s.a.s.) gelerek: ‘Ey Muhammed, hasta mısın?’ diye sordu. Hz. Peygamber de: “Evet” dedi. Cebrâil (a.s.): “Allah’ın ismiyle, seni rahatsız eden her şeyden sana okurum. Her nefsin veya hasetçi her gözün şerrinden Allah sana şifâ versin. Allah’ın adıyla sana okurum” diye duâ etti. 4355
Rasûlullah bir müslüman hastayı ziyâret etmiş, ona şöyle duâ etmeyi öğretmiştir: “Allahumme Rabbenâ âtinâ fiddünyâ haseneten ve fi’l- âhireti haseneten ve gınâ azâbe’n-nâr (Allah’ım, bize dünyada her çeşit güzellik ve iyilik ver, âhirette de güzellik ve iyilik ver ve bizi cehennem azâbından koru).” 4356
“Kendisine isâbet eden bir zarardan dolayı sizden biriniz ölümü istemesin. Eğer mutlaka istiyorsa şöyle desin: ‘Allah’ım! Benim için hayat hayırlı ise bana hayat ver, ölüm hayırlı ise beni öldür.” 4357
Ebû Saîd el-Hudrî ve Ebû Hüreyre’den (r.a.)n rivâyet edildiğine göre, bunlar Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle buyurduğuna şâhit oldular:
4350] Müslim, Selâm 67; Tirmizî, Tıb 29, Deavât 125; İbn Mâce, Tıb 36; Ebû Dâvud, Tıb 19
4351] Buhârî, Tıb 38; Müslim, Selâm 54; Ebû Dâvud, Tıb 19; İbn Mâce, Tıb 36
4352] Buhârî, Merdâ 20, 38, 40; Müslim, Selâm 46-49; Ebû Dâvud, Tıb 18, 19; Tirmizî, Deavât 111; İbn Mâce, Cenâiz 64, Tıb 36, 39
4353] Ebû Dâvud, Cenâiz 8; Tirmizî, Tıb 32
4354] Buhârî, Tevhid 31, Menâkıb 25, Merdâ, 10, 14
4355] Müslim, Selâm 40
4356] 2/Bakara, 201; Tirmizî, Deavât 112
4357] Buhârî, VI/157
- 936 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Kim, ‘lâ ilâhe illâllahu ve’llahu ekber (Allah’tan başka ilâh yoktur ve Allah büyüktür)’ derse; Allah onu doğrulayarak: ‘Benden başka ilâh yoktur, Ben büyüğüm’ buyurur. Kul:
‘Lâ ilâhe illâllah, lehu’l-mülkü ve lehu’l-hamd (Allah’tan başka ilâh yoktur. Mülk de O’nun, hamd de O’nundur)’ dediğinde Allah Teâlâ: ‘Benden başka ilâh yoktur, hamd de Benimdir, mülk de Benimdir’ buyurur. Kul:
Lâ ilâhe illâllah, lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh (Allah’tan başka ilâh yoktur, güç kudret yalnız Allah’ındır)’ dediği zaman Allah Teâlâ: ‘Benden başka ilâh yoktur, kuvvet ve kudret ancak Benimdir, Benimledir’ buyurur.
Bu açıklamalardan sonra Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) sözüne devam ederek; “Bu duâları bir kimse hastalığında söyler de sonra ölürse, cehennem ateşi ona dokunmaz” buyurdu. 4358
“Ölmek üzere olanlarınıza ‘lâ ilâhe illâllah’ demeyi telkin ediniz!” 4359
“Kimin son sözü, ‘lâ ilâhe illâllah’ kelâmı olursa, o kişi cennete girer.” 4360
Hasta Ziyâreti
Hasta bir mü’mini ziyâret etmek, dinimizin önemli bir tavsiyesi, Peygamberimiz’in sünnetidir. Hasta birini ziyâret eden kişi, hem hastaya moral vermiş, hem de kendisi sevap kazanmış olur. 4361
Hastalıklar birer imtihan olduğu için, kazâ ve kadere iman eden bir mü’min için, hastalıklara karşı tevekkül ve sabır göstermek ve Allah’a teslimiyetle yönelmek gerekir. Allah’ın her hastalığın şifâsını yarattığı unutulmamalıdır. Peygamberimiz (s.a.s.), hastaların ziyâret edilmesini, cenâzelerin tâkip edilmesini, zira bunların âhireti hatırlatacağını söylemiştir. 4362
Hasta ziyâreti, müslüman için bir görevdir. Çünkü Rasûlullah, mü’minleri bir vücudun organları gibi birbirine bağlı görmüş, “sevilmede, merhamet ve şefkatte mü’minleri bir vücut gibi görürsün. O vücudun herhangi bir organı rahatsız olursa diğer uzuvlar da onunla beraber ıstırap duyarlar.”4363 buyurmuştur. Yine bir hadis-i şerifte müslümanın müslüman üzerindeki haklarından birinin hastalandığında, bir mü’min kardeşini ziyâret etmek olduğu belirtilmiştir.4364 En güzel ahlâkı yaygınlaştıran Rasûlullah, en insanî duygularla donatılmış bir yardımlaşma ve kardeşlik ortamı oluşturmuştur. Hasta ziyâreti, insanî duygulardan biridir. Çünkü hasta, böylece kendini yalnız hissetmekten kurtulur, acıları hafifler.
Mü’min bir kul, hastalığından dolayı, ziyâretçilerine şikâyet etmezse, Allah onu âzâd eder, hastalıktan önceki etine karşılık daha iyi et, kanına karşılık daha iyi kan verir, sonra sıhhat bulur ve yeniden işe başlar. Hastalık halinde hasta da ziyâretçiler de sabırsızlık göstermemelidir. Kahırlanmak, feryat ve figan ederek ağlayıp sızlanmak, hatta ölümü istemek iyi değildir. “Kendisine isâbet eden
4358] Tirmizî, Deavât 36
4359] Müslim, Cenâiz 1, 2; Ebû Dâvud, Cenâiz 16; Tirmizî, Cenâiz 7; Nesâî, Cenâiz 4; İbn Mâce, Cenâiz 3
4360] Ebû Dâvud, Cenâiz 20
4361] Tirmizî, Edep 45; Nesâî, Cenâiz 53
4362] Buhârî, Cihad 171, Et’ıme 1
4363] Buhârî, VII/12
4364] Tirmizî, Edeb 1; Nesâî, Cenâiz 52; İbn Mâce, Cenâiz 1
HASTALIK
- 937 -
bir zarardan dolayı sizden biriniz ölümü istemesin. Eğer mutlaka istiyorsa şöyle desin: ‘Allah’ım! Benim için hayat hayırlı ise bana hayat ver, ölüm hayırlı ise beni öldür.”4365 Hastalığı gizlemek de, abartmak da yanlıştır. Fâsık müslüman da, gayr-i müslim hasta da ziyâret edilebilir. Hasta, tebliğe açıktır, his yönleri ön plandadır, hasta ziyâretinde sıkmadan onu sabra ve Allah’a yöneltmeye çağırmak uygun olur, özellikle ölümü beklenen hastalara tevhid telkini çok önemlidir. Hastaya canı çeken şeylerden hediye götürmek İslâmî edeplerdendir. Zaten hastalıkta, insanın canı çekip alamadığı, yiyemediği şeyler vardır.4366 Yine, hasta zaman zaman yakınlarından sorulmalıdır. Yasak savma kabilinden bir ziyâretten sonra hastayla ilgiyi kesmek, sünnetten kaçınmak gibidir. 4367
“Ashâbım! Hastaları ziyâret edin, açları doyun, elinizin altındaki köleleri salıverin.” 4368
“Müslümanın, müslüman üzerindeki hakkı beştir: Selâm almak, hasta ziyâret etmek, cenâzenin arkasından yürümek, dâvete icâbet etmek ve aksırana ‘yerhamukellah’ demek.” 4369
“Bir müslüman, hasta bir müslüman kardeşini ziyârete gittiğinde, dönünceye kadar cennet hurfesi içindedir.” ‘Ey Allah’ın elçisi, cennet hurfesi nedir?’ diye sordular. Rasûl-i Ekrem şöyle buyurdu: “Cennet yemişidir.” 4370
“Bir müslüman, hasta olan bir müslüman kardeşini sabahleyin ziyârete giderse, yetmiş bin melek akşama kadar ona rahmet okur. Eğer akşamleyin ziyâret ederse, yetmiş bin melek onun için sabaha kadar istiğfâr eder. Ve o kişi için cennette toplanmış meyveler de vardır.” 4371
“Hastayı sormaya gittiğiniz zaman onu yaşamağa teşvik edin; rahatlatıcı, teselli edici sözler söyleyin. Çünkü bu, kaderi değiştirmez ama hastanın moralini düzeltir.” 4372
“Allah Teâlâ, kıyâmet gününde şöyle buyurur:
-‘Ey Âdemoğlu!’ Hastalandım, Beni ziyâret etmedin.’ Âdemoğlu:
-Sen âlemlerin Rabbi iken ben Seni nasıl ziyâret edebilirdim? der. Allah Teâlâ:
-‘Falan kulum hastalandı, ziyâretine gitmedin. Onu ziyâret etseydin, Beni onun yanında bulurdun. Bunu bilmiyor musun? Ey Âdemoğlu! Senden su istedim, vermedin’ buyurur. Âdemoğlu:
-Ey Rabbim! Sen âlemlerin Rabbi iken ben Sana nasıl su verebilirdim? der. Allah Teâlâ:
-‘Falan kulum senden su istedi, vermedin. Eğer ona istediğini verseydin, verdiğinin sevâbını katımda bulurdun. Bunu bilmez misin?’ buyurur.” 4373
Hz. Peygamber (s.a.s.) ashâbından birisi hasta olsa onu ziyârete giderdi. Hattâ kâfirlerden hasta olanları da ziyâret ederdi. Enes (r.a.)’den rivâyete göre
4365] Buhârî, VI/157
4366] İbn Mâce, Cenâiz 1
4367] Buhârî, isti’zân 29
4368] Buhârî, Et’ıme 1, Cihâd 171, Merdâ 4, Nikâh 71; Ahmed bin Hanbel, IV/299; Dârimî, Siyer 62
4369] Buhârî, Cenâiz 2; Müslim, Selâm 4; İbn Mâce, Cenâiz 1
4370] Müslim, Birr 40-42; Tirmizî, Cenâiz 2
4371] Tirmizî, Cenâiz 2; Ebû Dâvud, Cenâiz 3; İbn Mâce, Cenâiz 2
4372] Tirmizî, Tıb 35
4373] Müslim, Birr 43
- 938 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Rasûl-i Ekrem’e hizmet eden bir yahûdi genci hastalanınca Peygamberimiz onu ziyârete gidip başucuna oturarak ona müslüman olmasını teklif etmiş o da babasına bakınca, babası: “Oğlum! Ebu’l-Kasıma’a itaat et” demiş, genç de müslüman olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.) hastanın yanından çıkınca; “Şu genci Cehennem azâbından kurtaran Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâlar olsun” buyurdu. 4374
Hastalık ve Hikmetleri
Allah, insanı yaşadığı hayatta sınamaktadır. Bu ömür sonunda sağlığını, ömrünü nasıl geçirdiğini kendisine soracaktır. Her şey gibi hastalık da bir imtihandır. Hastalığın bildiğimiz ve bilemediğimiz büyük hikmetleri vardır. Mü’min açısından, hastalığın derece terfîine ve günahların affolunmasına sebep olacağı ümid edilir.
İmam Gazzâlî, insanların başına gelen musîbet ve hastalıkları üç kısma ayırmıştır:
1- Münâfığın hastalık ve musîbeti: Allah’a itirazda bulunduğu için ona gelen musîbet ve hastalıklar cezâ olur.
2- Mü’minin hastalık ve musîbeti: Allah’tan geldi diyerek sabrettiği için onun musîbeti günahlarına keffâret olur.
3- Şükür makamında olan mü’minin musîbeti: Bu da hastalığında Allah’a hamd ve şükürde bulunduğu için hastalığı Allah indinde derecesinin yükselmesine sebep olur.
“Hangi müslümana hastalık isâbet ederse ağacın hazan vakti yaprakları döküldüğü gibi, Allah onun hatâ günahlarını döker.” 4375
“Müslümana fenâlık, hastalık, keder, hüzün, eziyet ve iç sıkıntısından tutun da bir diken batmasına kadar uğradığı her musîbete karşılık Cenâb-ı Hak onun suçlarını ve günahlarını örter.” 4376
“En büyük imtihana tâbi olanlar peygamberlerdir.” 4377
“Allah, hayır dilediği kimseyi musîbetlerle imtihan eder.” 4378
“Sevabın çokluğu, belânın büyüklüğüyle beraberdir. Allah, bir toplumu sevdiği zaman şüphesiz onları (sıkıntı, musibet ve belâlarla) imtihan eder. Artık kim bir (imtihan edildiği belâ ve musibetlere) rızâ gösterirse, Allah’ın rızâsı (ve sevabı) o kimseyedir. Kim de (imtihan edildiği belâ ve musibetlere) öfkelenir (İlâhî hükme rızâ göstermez) ise, Allah’ın gazabı (ve azâbı) o kimseyedir.” 4379
Sahabelerden Sa’d rivâyet ediyor: Dedim ki: ‘Yâ Rasûlallah, insanların belâsı/imtihanı en çetin olanı kimdir? Buyurdu ki: “Peygamberler ve sonra da derece derece mü’minlerdir. Kişi, dini oranında belâ görür/imtihan edilir. Dini kuvvetli ve sağlam ise belâsı ağır olur. Dininde zayıflık söz konusu ise, dini kadar belâ görür/imtihana tâbi tutulur.
4374] Buhârî, Cenâiz 80, Merdâ 11; Ebû Dâvud, Cenâiz 2; Ahmed bin Hanbel, III/175
4375] Buhârî, Merdâ 13
4376] Müslim, Birr 52
4377] Buhârî, Merdâ 3; Tirmizî, Zühd 57; ibn Mâce, Fiten 23
4378] Buhârî, Merdâ 1
4379] İbn Mâce, Fiten 23, hadis no: 4034
HASTALIK
- 939 -
Belâ insanın yakasına öylesine yapışır ki, günahsız gezene kadar peşini bırakmaz.” 4380
“İnsanların belâ/imtihan yönünden en şiddetlisi, en çok belâya mübtelâ olanları peygamberlerdir, sonra sâlihler, sonra da derece derece iyi hal sahibi diğer mü’minlerdir.” 4381
İbn Mes’ûd’dan (r.a.) rivâyet edildiğine göre şöyle demiştir: “Bir zaman Nebî’nin (s.a.s.) yanına girdim, kendisi sıtmaya yakalanmıştı. Elimi vücuduna dokundurdum ve: ‘Gerçekten şiddetli bir sıtma nöbetine tutulmuşsunuz’ dedim. “Evet, sizden iki kişinin çekebileceği kadar ıstırap çekiyorum” buyurdu.” 4382
“Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki O, bir mü’min için hayrına olmayan bir şeyle hükmetmez. Bu, ancak mü’minler içindir. Şâyet mü’mine bir iyilik isâbet ederse o buna şükreder ve kendisi için hayırlı olur. Şâyet bir sıkıntı isâbet ederse sabreder. Bu da kendisi için hayırlı olur.” 4383
“Mü’mine bir hastalık gelir, sonra da Allah ona şifa verirse, bu hastalık onun geçmiş günahlarına kefâret, geri kalan hayatı için de bir öğüt olur. Şâyet münâfık hastalanır, sonra da âfiyet verilirse o, sahibi tarafından bağlanıp sonra da salıverilen fakat niçin bağlandığını, niçin salıverildiğini bilmeyen bir deve gibidir.”
Ekrem Rasûl’ün etrafında oturanlardan biri: “Ey Allah’ın Rasûlü, eskâm (hastalıklar) nedir? Ben asla hiç hastalanmadım?” diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.): “Kalk! Sen bizden değilsin” buyurdu.” 4384
Mü’min hastalanır ve tekrar sıhhate kavuşursa kendine gelir ve anlar ki, bu hastalık geçmiş günahlarının bir neticesidir. Derhal pişman olur, artık bir daha geçmişe dönmez. Böylece bu ona bir kefâret olur. Hadis münâfığın hastalıktan ders almayacağını, tevbeye yönelmeyeceğini, hastalığının ne geçmişteki hataların affı husûsunda, ne de gelecekte günah işlememek hususunda bir fayda te’min etmeyeceğini ifâde etmektedir. Bunlar, âyet-i kerîmenin ifâdesiyle, “Hayvanlar gibidir, hatta daha da beterdir, onlar gâfillerdir.” 4385
“Yüce Allah buyuruyor ki: ‘Mü’min bir kulumu bir hastalığa müptelâ ettiğim zaman Bana hamd ederse anasından doğduğu günkü gibi günahlarından temiz olarak yatağından kalkar. Yüce Allah buyuruyor ki: ‘Ben kulumu bağladım, sınadım (şimdi ey meleklerim:) sağlam iken ona yazdığınız sevaplar gibi hastalık zamanı için de aynı sevapları yazın.” 4386
Sahâbelerden Abdullah ibn Mes’ûd diyor ki: ‘Rasûlullah’ın huzuruna girdim; Yâ Rasulallah, dedim, çok ateşin var. “Evet dedi, “Ben sizden iki kişinin hastalığı kadar hastalanırım.” Ben: ‘Şu halde, senin için ecir vardır’ deyince buyurdu ki: “Evet, aynen öyle. Hiçbir müslüman yoktur ki, ona bir diken ve daha küçük bir şey de olsa eziyet veren bir şey isâbet etsin de, Allah o şeyi, ağacın yapraklarını dökmesi gibi, o müslümanın günahlarına keffâret kılarak günahları ondan dökmesin.” 4387
4380] Tirmizî, c. 7, s. 78-79; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, c. 1, s. 136; Ahmed bin Hanbel
4381] Dârimî, c. 2, s. 320; Sabuni, Muhtasaru Tefsir-i İbn Kesir, III/28; Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr c. 1, s. 136; Keşfü’l-Hafâ, I/144
4382] Buhârî, Merdâ 3, 13, 16; Müslim, Birr 45
4383] Müslim, Zühd 64; Ahmed bin Hanbel, V/24; Dârimî, Rikak 61
4384] Ebû Dâvud, Cenâiz 1, h. no: 3089
4385] 7/A'râf, 179
4386] Ahmed bin Hanbel, Müsned IV/123
4387] Buhâri; Askalânî, S. Buhâri Şerhi, c. 10, s. 111
- 940 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Allah, bir kulu sevdiği zaman onu dünyadan korur. Tıpkı sizden birinizin hastasını sudan korumaya devam etmesi gibi.” 4388
“Allah Teâlâ buyurur ki: ‘Kulumu iki sevgilisiyle (iki gözüyle) imtihan edip de kulum (şikâyet etmeyip) sabrederse iki gözüne karşılık olarak ona Cenneti veririm.” 4389
“Bu hastalığa tutulup sabrederek ecir umarsan, karşılık olarak sana Cennet vardır.” 4390
İbn Abbas, bir arkadaşına şöyle demiştir: “Ey Atâ! Sana Cennet kadınlarından bir kadın göstereyim mi?” O da “evet, gösterin” demesi üzerine İbn Abbas şöyle demiştir: “Şu (gördüğün iri yapılı ve uzun boylu habeşî) siyah kadın yok mu? Bu kadın bir kere Nebî’ye (s.a.s.) gelip: ‘Yâ Rasûlallah! Ben sâra hastasıyım, sâra nöbetim gelince de (bayılıyor) açılıyorum, Allah’a benim için duâ buyurun’ dedi. Hz. Peygamber: “Ey kadın! İstersen hastalığına sabret. Buna karşılık sana Cennet vardır. Veya sıhhat vermesi için Allah’a duâ edeyim” buyurdu. Kadın ‘hastalığıma sabrederim; ancak, açılıyorum, açılmamam için Allah’a duâ buyurun’ deyince Rasûl-i Ekrem duâ buyurdu (Mahrem yerleri açılmaz oldu).”
“Bir musîbet, bin nasihatten iyidir.” (Atasözü)
Allah Niçin Kullarını Bir Yaratmadı? Kimini Kör, Kimini Topal Veya Sakat Yarattı?
Allah mülk sahibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Evvelâ, kimse O’na karışamaz. O’nun icadına müdâhale edemez. Senin zerrelerini yaratan, terkibini düzenleyen Allah’tır. İnsanî hüviyeti bahşeden Allah’tır. Sen daha evvel bir şey vermemişsin ki, O’nun karşısında hak iddia edesin. Eğer karşılığında Allah’a bir şey vermiş olsaydın, “bir göz verme, iki göz ver!” demeye belki hak kazanırdın. “Bir el verme, iki el ver bana” demeye; “niye iki tanede değil de; bir ayak verdin?” diye itiraz etmeye belki hak kazanırdın. Sen Allah’a bir şey vermemişsin ki, -hâşâ- Allah’a adâletsizlik isnâdında bulunasın. Haksızlık, ödenmeyen bir haktan gelir. Senin ne hakkın var ki, yerine getirilmedi de haksızlık yapılmış olsun!
Allah Teâlâ, seni yokluktan çıkarıp var etmiş; hem de insan olarak... Dikkat etsen, senin altında birçok mahlûkat var ki, onlara bakıp nelere mazhar olduğunu düşünebilirsin.
Yüce Allah bazen insanın ayağını alır; onun karşılığında âhirette pek çok şey verir. Ayağını almakla o kimseye aczini, zaafını, fakrını hissettirir. Kalbini Kendisine çevirtip o insanın duygularında inkişaf başlatırsa, çok az bir şey almakla, pek çok şeyler vermiş olur. Demek ki, bu ona, Allah’ın lutfunun ifâdesidir. Tıpkı şehid etme gibi... Bir insan Allah yolundaki bir cihadda şehid olur ve büyük mahkemede, Allah’ın huzurunda, sıddıkların, sâlihlerin gıpta edeceği bir makama yükselir. Onu gören başkaları: “Keşke Allah bizi de cihad meydanında şehid ettirseydi!” derler. Dolayısıyla böyle bir insan, çok şey kaybetmiş sayılmaz. Belki aldığı şey, ona oranla çok daha büyüktür.
Çok nâdir olarak bazı kimseler bu konuda küskünlük, kırgınlık, bedbinlik ve aşağılık duygusu ile yoldan çıkıp azgınlaşsa bile, pek çok kimselerde bu çeşit
4388] Tirmizî, Tıbb 1, hadis no: 2107
4389] Buhârî, Merdâ 7; Ahmed bin Hanbel, III/144
4390] Buhârî, Edebü’l-Müfred, I, hadis no: 532
HASTALIK
- 941 -
eksiklikler, daha fazla Allah’a yönelmeye vesile olmuştur, olabilir. Zararlı haşereler çeşidinden bir kısım insanların bu meseledeki kayıplarının bahane edilmesi yerinde değildir. Bu konuda esas olan keyfiyettir. 4391
Yaratılışımızın icabı olarak, her kişi kendisinde noksan olan şeyin hasretini duymaktadır. Bunun yanında her şeyi tamam olan insan, sahip olduklarının kadrini bilmiyor ve çok kere, sanki bir mirasyedi gibi, onların farkında bile olamıyor. Konuyu şu meşhur örnek ile açıklayabiliriz: Bir çocuk, ayakkabısı olmadığı için ağlayıp dururken, birden bire gözüne iki ayağı bulunmayan sakat bir çocuk ilişiyor. Dehşete kapılmış durumdadır, gözyaşlarını silip “Yâ Rab, Sana şükürler olsun ki, benim ayaklarım var; meğer ben ne kadar şanslıymışım, beni affet Allah’ım!” diye, yalvarıp huzura kavuşuyor. O halde insan, haline şükredici olmalıdır. Kendisinde mevcut olanları iyi tanımalı ve onların kıymetini takdir etmelidir. Yoklukta kendimizden aşağı olanlara bakıp tesellî bulmalı. Varlıkta, ilimde ve takvada bizden üstün olanlara bakıp onlara yetişebilmek için gayret gösterebilmeliyiz.
İnsanoğlu bu dünyada daima adâlet aramıştır. Öncelikle bilmek lâzımdır ki, dünyada asla hakiki adâlet yoktur. Mutlak adâlet, kıyâmet gününde ortaya çıkacaktır. Dünya bir eğitim ve imtihan meydanıdır. Burada aklımızın ermediği, duygu ve hassalarımızın fark edemediği çok karışık meseleler vardır. Bazı örnekler verelim: Işıklar âlemi içinde görünür ışınların yeri, sadede % 4 kadar bir yer işgal eder. Diğerleri: Alfa, Beta, Gamma, Radyo, Televizyon, IKS, Ultrason, Infraruj, Ultraviole, Mion, Laser, Radar ve diğer kozmik ışınlardan ibâret, görünmeyen tabiattadırlar. O halde % 96’lık göremediğimiz yanında sadece % 4’lük görüş alanımız vardır. Dolayısıyla istatistikî yönden bizim görüyoruz zannettiklerimiz bile şüpheli mevkide kalıyorlar. Yani biz çok az şeyi görebiliyoruz.
Dokunma hissimizi ele alırsak, gözlerimizin göremediği nice küçük varlıkları ve uzaktaki galaksiler ve gezegenler gibi nice büyük yaratıkları temas ederek tanımamız mümkün değildir. Diğer hislerimizin güçleri de hemen hemen bu misallerdeki gibi zayıftır ve her şeyi anlamamıza yetmez. Ancak, hislerimizin üstünde “akıl” dediğimiz en kıymetli bir varlığımız mevcut. Birçok noksan yanlarımızı onunla tamamlamak mecbûriyetindeyiz. Nitekim aklımız sâyesinde birçok cihazlar imal edilmiş ve bazı meçhullerin bilinmesi veya farkedilmesi mümkün hale gelmiştir. Lâkin meçhullerin sayıları az değil ki...
Yine akıl sâyesinde, dünyada görülen bazı dengesizliklerin sebeplerini inceleyebiliriz. Meselâ, doğuştan bir organı eksik yaratılmış olan bir yavru üzerinde düşünelim. Bazılarımızın zannettiği gibi böyle bir doğuş, asla “Allah’ın adâletsizliği” değildir. Bu tabloda aklını çalıştıran insan için büyük ibretler vardır. Allah’ın mülkü olan bu dünyada, Cenâb-ı Hak insan neslinin devamını ve huzurlu olmasını ister. O sebeple diğer insanların hallerine şükretmeleri ve hallerinden memnun olmaları takdir olunmuştur. Genelde kendisi sağlam olan kişi, herkesin aynı şekilde bulunduğunu zannedecektir. Noksansız bir vücudun bir lütuf olduğunu fark edebilmek, ancak sakat kişileri görmekle mümkün hale gelebilir. İşte bu yüzden bizim nazarımızda birer zavallı gibi kabul edilen sakatların, insanlık âleminin selâmet yolunu bulabilmesinde büyük hizmetleri vardır. Dolayısıyla onlar, Allah katında birer gâzi kadar mübârek kişiler olabilirler. Ancak, insanoğlu buna benzeyen daha birçok hikmetleri anlamaktan uzaktır. Bizzat sakatların ve
4391] M. F. Dahhâk, Asrın Getirdiği Tereddütler, s. 35-36
- 942 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hastaların, Cenâb-ı Hakk’ın bu takdirinden haberleri bile olmayabilir.
O halde, tekrar edersek: Dünyaya noksanlıkla doğanlar veya sonradan sakatlananların durumlarında adâletsizlik yoktur. Ortada sadece çok anlamlı hizmetler ve derin hikmetler mevcuttur. Bir taraftan diğer insanların onları görerek, hallerine şükretmeleri ve gönül huzuruna kavuşmaları murat edilmiştir. Diğer taraftan alkol, sigara, uyuşturucu maddeler, zararlı ışınlara mâruz kalış, hastalıklar vesâir zararlı şeylerden ve tehlikelerden korunulmasının gerektiği, aksi halde o kişilerin kazanacağı yavruların bunlar gibi sakat olacağı -insanın gözüne sivri kalem batırılırcasına- hikmet olarak anlatılmak istenmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın bu lütuflarına rağmen, günden güne iz’ansız, ferâsetsiz, hissiz, şükürden uzak ve bencil özellikteki kişilerin sayıları artmakta ve sakat gençlerin sayıları da o oranda çoğalmaktadır.
Yine, gayrimeşrû çocuk edinmeler, boşanmalar, üveylikler, âile geçimsizlikleri gibi Allah Teâlâ’nın emirlerine uymayan bütün hareketlerin, netice olarak gençlik problemlerini arttırdığı herkesçe biliniyor. Fakat insan, dünyadaki bu hârikulâde ibret tabloları karşısında hissiz ve bir nevi kör hali ile hâlâ gönül huzuru ve saâdet arıyorsa, elbette bulamayacaktır. Genç nesil, hatalı ana ve babaların yanlışlarını görüp hiç olmazsa kendileri doğru istikamete yönelmezlerse, insanlığın gelecek nesilleri için çok daha karamsar olmak icap eder. 4392
Hastalık İnsanı Melekleştirir: Özellikle uzun süren hastalıklara yakalanan insanlar için hastalık, güzel bir mânevî hal verir. O kimseler, âdetâ bir ayağı dünyada, bir ayağı âhirette gibi yaşarlar. Her an Allah’a duâ eder, O’ndan medet isterler. Dünyayı kalben terk eder, gönüllerini âhirete bağlarlar. Meselâ, ölümcül bir hastalığa yakalanmak, dış görünüşü itibarıyla kötü olabilir; fakat sürekli âhirete hazır bir halde bulunmak, mânen çok lezzetlidir. Âdeta her an şehâdeti bekleyen bir Allah askeri gibi, hâlis ve sırf Allah rızâsını gözeten bir ruh hâleti vardır.
Bir de hastaya bakanların durumu vardır. Görünüşte çok zor, zahmetli, sıkıntılı olan bu hizmet de hem çok sevaplı, hem çok hikmetlidir. Hastanın kazandığı mânevî hal ve sevabın bir benzeri, hastaya bakanlar için de geçerlidir. Eğer evimizde baktığımız hasta, babamız veya annemiz ise, bu hizmet bize âhiretimizi kazandıracaktır. Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: Allah’ın Rasûlü (s.a.s) bir gün: “Burnu sürtülsün, burnu sürtülsün, burnu sürtülsün!’ dedi. ‘Kimin burnu sürtülsün ey Allah’ın Rasûlü?’ diye sorulunca şu açıklamada bulundu: ‘Ebeveyninden her ikisinin veya sadece birinin yaşlılığına ulaştığı halde cenneti kazanamayanın.” 4393 Demek ki onları memnun etmek, Cenneti kazandıran bir hizmettir.
İyileşmek İçin Çırpının! Tedâvisi uzun süren ağır hastaların karşılaştığı en büyük tehlike, moral bozukluğudur. Gerçekten de hastalığınızın kanser olduğunu öğrenseniz, duygu dünyanızda kopacak olumsuz fırtınayı tahmin edebilirsiniz. Oysa her olumsuzluk için olduğu gibi, ağır hastalıkları yenmek için de gerekli olan ilk ve en önemli kuvvet, yüksek moraldir. Aşırı kötümser hava, korku, panik, moral çöküntüsü, hastalığı artırmaktan başka bir işe yaramaz. “Hastayı sormaya gittiğiniz zaman onu yaşamaya teşvik edin; rahatlatıcı, teselli edici sözler söyleyin. Çünkü
4392] Münip Yeğin, Sakatlık ve Hastalıkta Ne Gibi Hikmetler Var, Merak Ettiklerimiz, s. 407-409
4393] Müslim, Birr 9; Tirmizî Deavât 110
HASTALIK
- 943 -
bu, kaderi değiştirmez ama hastanın moralini düzeltir.” 4394
Moralin yüksek tutulabilmesi için beynimize iyice yerleştirmemiz gereken ilk husus şudur: Her derdin bir devâsı, her meselenin bir hal çâresi vardır. Hastalık ne kadar ağır olursa olsun, mutlaka bunun bir çâresi, bir iyileşme yolu bulunur. Onu bulmak için hem duâ ederek hastalığı veren Şâfi-i Hakiki’den (Şifanın gerçek kaynağı, tek şifâ verici olan Allah’tan) yardım istemek, hem de O’nun dünya eczânesine yerleştirdiği ilâcı bulmak için gayret göstermek gerekir.
Şuna çok kimse şâhittir ki, nice ölümcül hastalar şifâ bulmuş, nice ümitsiz vak’alar tedâvi edilebilmiştir. Çünkü hayat bilemediğimiz fırsatlarla doludur. Cenâb-ı Hak bir anda geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirebilir. Diriden ölüyü, ölüden diriyi çıkaran O’dur.
Uğradığı hastalığın mutlaka bir çâresi olduğuna inanan insan, iki bakımdan kâr eder. Birincisi, moralini yüksek tutmuş olur. İkincisi, çâre arayışlarını yılmadan sürdürür. Bakarsınız her şeyin bittiğini sandığınız bir anda Cenâb-ı Hak yepyeni bir ilâcın keşfini veya o güne dek uygulanmayan bir ameliyat şeklini ilham eder. Sizin dertleriniz bir anda biter, gözyaşlarınız gülmelere dönüşür, bayram edersiniz.
Acelecilik Mahveder, Sabır Yaşatır: Belki kendini kötümserliğe ve ümitsizliğe atan kimse, birkaç gün sonra öğreneceği yeni bir tedâvi usûlünü göremeden gitmiş veya ümitsiz yaklaşımından dolayı tedâviye kapılarını kapayarak kendini o hale mahkûm etmiş olacaktır. Medyaya yansıdığı şekliyle, 17 Ağustos depreminde iki kişi aynı göçük altında kalmış; birisi sabırla kurtarılmayı beklerken, diğeri dayanamayıp intihar etmiş. Oysa intihardan birkaç saat sonra enkaz açılmış ve kurtarıcılar gelmişti. Sabreden kurtuldu, diğeri güzel olmayan bir şekilde öldü. Sabırsızlığın sonunu görüyorsunuz. Aynı husus, hastalıklar için de geçerlidir.
Devamlı olarak sabır, şükür, duâ ve arayışla morali yüksek tutmak gerekir. Moral; sevinç, mutluluk, huzur ve gülümsemek demektir. Ağır bir hastalık geçiriyorsanız, ne yapıp edip sizi üzüntüye sevk edecek unsurlardan uzak durmalı, sizi sevindirecek yolları keşfedip uygulamalısınız. Tek başına “tebessüm”ün bile en zor hastalığı iyileştirdiği çokça görülen olaylardandır. Ağır hastaya kesinlikle kızmadan, onu kırmadan, sürekli iyi davranmak, güler yüzlü ve tatlı dilli olmak gerekir. Eğer hasta duâ ve tevekkülle kendisini besliyorsa iki kat mutlu olur.
Savaşıyorsanız Yeneceğinize İnanın: Evham, gereksiz korku, telâş ve panik, bir hastalığı belki de on katına çıkaracak kadar zararlıdır. Kişinin Allah’ın izniyle hastalığını yenebileceğine inanması ve onu küçük görmesi gerekir. Eğer savaşıyorsanız, karşınızdakini yenebileceğinize inanmalısınız. Basit bir nezle veya grip hastalığına yakalandınız diyelim. Eğer onu gözünüzde fazla büyütür, çalışmaya isteksiz görünürseniz yataktan kalkamazsınız. Ama onu yenebileceğinize inanır, azimli olursanız hastalığı ayakta atlatabilirsiniz.
Yüksek bir moralle birlikte maddî tedâvi için de mümkün olan her yola başvurmak gerekir. Bunun için ilk önce hastalığın doğru teşhisi gerekir. Bazen uzun süren hastalıklarda yanlış teşhis konabiliyor. Bunu yenmek için farklı, ama uzman doktorlara gidilebilir, iyi tahliller ve araştırmalar yaptırılabilir. Yanlış teşhis,
4394] Tirmizî, Tıb 35
- 944 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hastalığın ilerlemesini ve tedâvisinin başarısızlığını netice verir. Doğru teşhisten sonra tedâvinin muntazaman sürdürülmesi gerekir. Bunun için de sürekli arayış içinde olunmalıdır. Çünkü alternatif tıp denilen, farklı tedâvi usullerini bilmek, yeni gelişmeleri izlemek, kısa sürede iyileşmeyi sağlayabilir. Ağır ve uzun süren hastalıkların tedâvi giderleri çok fazladır. Bu konuda da arayış içinde bulunmak, sürekli fırsatları kollamak yeni ufuklar açabilir. 4395
Bitkisel ilâçların yan etkisi sıfıra yakın olduğundan, yan etkileri olan ve pahalı ilâçlar yerine onları tercih etmek gerekir.
Hastayı huzurlu ve mutlu edecek davranışların, duâ ve ibâdetlerin insan psikolojisi üzerinde çok büyük olumlu etkileri vardır ve fiziksel hastalıklar dâhil her çeşit rahatsızlığın kesinlikle psikolojik boyutu vardır. Yaşadığımız zaman diliminde psikolojik hastalıklar, fiziksel hastalıklardan daha yaygın. Bu tür rahatsızlıkların ıstırabı ve olumsuz etkisi de daha büyük olduğu gibi, fiziksel hastalıkların birçoğunun ortaya çıkması, iyileşme süreci ve şiddeti de kişinin ruhsal durumuyla bire bir irtibatlıdır. “Haberiniz olsun ki, vücutta bir et parçası vardır, o sağlam olursa bütün vücut sağlam olur, o bozuk/kötü olursa bütün vücut bozuk olur. Dikkat edin o kalptir.” 4396 hadisini konumuz yönüyle de değerlendirebiliriz.
Eyyûb (a.s.) ve Dertlerle İmtihanı
“Eyyûb’u da an. O, Rabbine: ‘Bu dert bana dokundu, Sen merhametlilerin en merhametlisisin’ diye duâ etmişti. Biz onun duâsını kabul ettik, kendisine bulaşan derdi kaldırdık; ona tarafımızdan bir rahmet ve ibâdet edenler için bir öğüt olarak âilesini ve onlarla beraber bir katını daha verdik.”4397 Eyyûb’a (a.s.) dokunan dert hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bazı tefsirlerde ve peygamberler tarihinde, bazen çok abartılı ve bir peygamber için düşünülmeyecek itici hastalıklar isnâd edilmiştir. Bunların sıhhati sâbit değildir. Şeklini tam olarak bilmesek de, şurası bir gerçektir ki, Eyyûb (a.s.) istenmedik bazı durumlarla imtihan edilmiş, bazı dertlerden muzdarip olmuştur. Bu istenmedik durumdan kurtulmayı, kendisine sıkıntı veren şartların değişmesini, dertlerin giderilmesini Allah’tan istemektedir. Fakat Eyyûb’un (a.s.) tutum ve düşüncesinde herhangi bir taşkınlık, isyan, bağırıp çağırıp sızlanma görülmemektedir. Allah’a olan güveni, O’na dayanması, derdinin giderilmesi için O’ndan yardım istemesi, dertten kaynaklanan fiziksel ve ruhsal acılara katlanmaya çalışması, içinde bulunduğu şartları olduğu gibi kabullenmesi, Eyyûb’u (a.s.) örnek bir kişilik olarak ön plana çıkarmıştır: “Gerçekten Biz onu sabreden bir kul bulmuştuk. Ne güzel kuldu. O daima Bize başvururdu.” 4398
Peygamberler de birer insan oldukları için, hastalanabilirler. Bu doğaldır ve câizdir. Gülerler, ağlarlar, ıstırap çekerler. Bunlarda hiçbir anormallik yoktur. Ama Eyyûb’a (a.s.) nisbet edilen hastalık üzerinde çok fazla durulmuş, hakkında ileri geri pek çok lüzumsuz ve anlamsız şeyler söylenmiştir. Peygamberler hakkında asla câiz görülmeyecek haller kendisine nisbet edilmiştir. Bu konudaki asılsız haberler, asırlardan beri, işin iç yüzünü bilmeyenlerce, bir gerçekmiş gibi halka anlatılmış, böylece de güya Eyyûb’un (a.s.) ne sabırlı bir peygamber olduğu
4395] Cemil Tokpınar, Hastalık Hikmet Deposu, Beyan 39, Mayıs 2002, s. 50-51Cemil Tokpınar, Hastalık Hikmet Deposu, Beyan 39, Mayıs 2002, s. 50-51
4396] Buhârî, İmân 39; Müslim, Musâkat 107
4397] 21/Enbiyâ, 83-84
4398] 38/Sâd, 44
HASTALIK
- 945 -
gösterilmeye çalışılmıştır. Gözyaşı döken cemaatler, hatipleri biraz daha coşturmuş ve böylece de Eyyûb Peygamber’in ismi etrafında söylentiler, hayallerin hızı nisbetinde her gün biraz daha mecrâsından saptırılmıştır. Hâlbuki gerçek, hiç de öyle değildir.
Eyyûb’un (a.s.) hastalığı ile ilgili bildiğimiz tek hak nokta, onun duâsı esnâsında Allah’a şöyle niyaz etmesidir: “Başıma bir belâ geldi (Sana sığındım), Sen merhametlilerin merhametlisisin.” 4399; “Kulumuz Eyyûb’u da an; Rabbine ‘Doğrusu şeytan bana yorgunluk ve azâb verdi’ diye seslenmişti.” 4400 Meal itibarıyla birbirine yakın bu iki cümle dışında Kur’an ve hadislerde Eyyûb’un (a.s.) hastalığının mâhiyeti ile ilgili hiçbir bilgi yoktur. O halde Kur’an’ın verdiği bu bilgi ile yetinmeli ve teferruata girmemelidir.
Bazı Tefsir ve İslâm Tarihi kitaplarında, Eyyûb’un (a.s.) hastalığının uyuz veya çiçek ya da cüzzam olduğu söylenmiştir. Fakat bunların hiçbirine itibar edilemez, doğruluklarına inanılamaz. Bu eserlerde anlatıldığına göre, güya yıllarca devam eden hastalık sonucu Eyyûb’un vücuduna kurtlar düşmüş ve bu kurtlar yaraların içinde ve dışında, sağda-solda fokur fokur kaynar vaziyete gelmişlerdir. Yaraların kurtlanması sonucu dayanılmaz kokular hâsıl olmuş ve yanına kimse sokulamamıştır. Bu halde iken bile Eyyûb (a.s.), yaralardan düşen kurtları geri koymuş ve “Ye! Senin daha nasibin var” demiştir.
Hz. Eyyûb’un sabrının ne dereceye ulaştığını isbat husûsunda ortaya atılan bu rivâyetler yalandır, asılsızdır. Bunlar reddi gerekli olan İsrâilyyât cinsindendir. Eyyûb’un ibtilâsı konusunda olduğu gibi, sabrı konusunda söylenenler de İsrâiyyatla dolmuş ve gerçekler gölgelenmiştir. Allah’ın seçkin bir kulu ve nebîsi olan bir kişiye yakıştırılan bu halleri kitaplara yazmak, bunları hak adına halka anlatmak günahtır. Bir peygamberin sabrını ortaya koymak için yaralarına kurt düşürmek şart mıdır? Kezâ düşen kurtları yerden alıp tekrar yaraya koymak çok mu gereklidir? Bunlarla insanlar dine ısındırılmak isteniyorsa, hata ortadadır. Temizliği bir ölçüde benimsemiş kişi bunları duyunca nefret eder. Hatta Eyyûb’a (a.s.) atıp tutar. Bu yolla da insanlar peygamberlerden soğur ve uzaklaşır. Bu tür rivâyetleri ortaya atan ve bunları halk arasında yayanların muhtemelen, böyle hâince maksatları da olabilir.
Rivâyetlere bakılacak olursa, Eyyûb’un yaralarına kurt düşüp çevreyi çok fena ve dayanılmaz bir koku sarınca kasaba halkı kendisini şehirden çıkarmış ve bir çöplüğe atmıştır. Eşinden başka herkes ondan uzaklaşmış, yanına kimsecikler uğramaz olmuştur. Kendisi yıllarca bu çöplükte kalmıştır.
Allah elçileri maddeten ve mânen temiz insanlardır. Görevleri gereği toplum içinde yaşarlar. Hiçbir peygamber, insanları nefrete boğacak, çöplüklere atılacak tarzda hasta olmaz. Bunlar, câiz görülmesi aklen ve naklen asla mümkün olmayan ve yalan olduğuna inanmanın gerekli olduğu İsrâiliyyat türündendir. Rivâyetleri doğrulayacak elimizde hiçbir sahih senet yoktur. Bilinmelidir ki, nefret uyandıran hastalık ile peygamberlik birbirine zıt şeylerdir. 4401
4399] 38/Sâd, 44
4400] 38/Sâd, 41
4401] Abdullah Aydemir, İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler, s. 103-105
- 946 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şifâ İlâçta mı?
Şifânın ilâçta olup olmadığı sorusunun bilimsel cevabını plâsebo’da bulabiliriz. Plâseboyu sözlükler “hastayı tatmin etmek için verilen etkisiz madde” veya “hastanın faydasına olmaktan çok, onu memnun etmek için uygulanan madde” olarak târif ederler. Yeni bulunan bir ilâcın başarılı olup olmadığı denenirken plâsebolardan faydalanılır. Hastaların bir kısmına, tesir ettiği iddiâ edilen madde; diğer kısmına ise içinde bir şey olmayan, tadlandırılmış boyalı su veya haplar verilir. İşte bu sahte ilâcın adı plâsebodur. Plâsebo, diğer maddeyle aynı ambalâj ve görünüşle sunulur. Ve aradaki tedâvi farkı değerlendirilerek, yeni ilâcın tesirli olup olmadığı ispat edilir.
Baş ağrısı, uykusuzluk, anksiete (yersiz endişe), çeşitli ağrılar, korku, sıkıntı, deniz tutması gibi pek çok rahatsızlıkta, plâsebo ile oldukça iyi sonuçlar alındığı dikkati çeker. Plâsebo verilen 10 hastadan 6’sının başağrısı geçmişse, analjezis (ağrı dindirici) alan 10 hastadan yine 6-7’sinin düzeldiği hayretle müşâhede edilir. (Bu durum, halk arasında “grip ilâçla bir haftada, ilâçsız yedi günde geçer” şeklinde dile getirilir.)
Doktorlar, uykusuzluk şikâyeti ile gelen hastalara, alışkanlık yaptığından dolayı uyku ilâcı vermek istemezler. Bunun yerine verilen plâsebonun genellikle ilâçlar gibi iyi sonuçlar verdiği görülür. Yani, tıbben uykuyu kolaylaştırıcı hiçbir tesirli maddeye sahip olmayan haplar, hastayı mışıl mışıl uyutabilmektedir. Tabii hasta, hapların kendini uyutacağına iknâ edilmişse...
Âcil servise bazen şiddetli sıkıntı, başağrısı, sancı gibi bir krizle ve “falanca” iğnenin kendisine vurulduğu zaman düzeldiğini söyleyen hastalar gelir. Bunlara, kendilerine iyi gelen iğnenin o olduğu söylenerek, “serum fizyolojik” adlı plâsebo enjekte edildiği zaman, hastanın gerçekten düzeldiği dikkat çeker. Krizi ilâç değil; hastanın inancı yenmiştir. Şu tip hastalarla sık sık karşılaşılaşılır: Hastanın iddiasına göre, bir doktorun verdiği ilâç yaramazken, bir başka doktorun yazdığı ilâcı “bu beni iyi etti” diye gösterirler. İki ilâç karşılaştırıldığında, sadece piyasa isimlerinin farklı olduğu ve içlerinde aynı maddeyi taşıdıkları görülür.
Plâsebonun tesiri üzerine çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Başarıda; tedâviye olan inançla, iyi olma arzusu ve irâdesi büyük bir rol oynar. Plâsebonun tesir edişinde, doktora güvenmenin veya hastaya bakan hemşirenin davranışlarının da rolü büyüktür. Meselâ hekimin öğretim üyesi olması, hastasını bıkmadan dinlemesi ve özenle muâyene ederek ona güven vermesi, tedâvinin başarısını büyük ölçüde arttırır.
Köylünün biri müzminleşen hastalığı için, ünlü bir doktora gitmişti. Doktor, hastasını muâyene etti ve reçeteyi yazarak: “Bu ilâcı kaynatıp suyunu günde üç kere içeceksin, bir şeyin kalmayacak” dedi. Bir süre sonra iyileşen köylü, doktora teşekküre gelerek, “Doktor bey, dedi. Tavsiyenize aynen uydum ve verdiğiniz kâğıdı (reçeteyi) kaynatıp günde üç kere suyunu içtim. Tamamen düzeldim, sağolun.”
Ağrı veya ıstırapların plâsebo ile birdenbire kaybolmasının, kuruntudan ibâret olmadığı da gösterilmiştir. Plâsebolar ve daha başka yardımcı araçlar, vücutta ölçülebilen tesirlere sebep olurlar. Plâseboya inanç, birtakım ağrı hafifletici maddeler (beyindeki endorphinler gibi) üretilmesine sebep olmaktadır. Bugün
HASTALIK
- 947 -
vücuttaki hastalıkların hepsinin % 50-80 oranında rûhî sistemimizle alâkalı olduğu kabul edildiğine göre, plâseboların bu geniş ölçüdeki tesirleri de şaşırtmamaktadır.
Plâsebonun bu kadar etkili oluşu, bize şifânın ilâçlardan olmadığını ve Allah’tan geldiğini göstermektedir. İlâç sadece vesiledir. Cenâb-ı Hak şifâ murâd ettimi, boyalı su bile faydalı olmakta, etmediğinde ise hasta için ne yapılsa fayda etmemektedir. 4402
Şâfî olan, şifâ veren sadece Allah’tır. O, hastalanan kimseye şifâ verendir. 4403 Kur’an sûreleri ve âyetleri de, mü’minler için şifâ ve rahmettir 4404 “(O Allah) Hastalandığım zaman bana şifâ verendir.” 4405
Hastalık Hükümleri
“...Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa, tutamadığı günler kadar diğer günlerde oruç tutar...” 4406 Hastalık, namazın rükünlerinden bir kısmının düşmesine, oruç ve hac gibi ibâdetlerin ertelenmesine neden sayılır. Hasta olan kimse, ayakta duramayacak kadar halsiz veya ayakta durmak kendisine zararlı ise ayakta durmaz, oturduğu yerde rükû ve secdesini yaparak namazını kılabilir. Kolayına geldiği biçimde oturabilir: Diz çöker, kalçası üzerine çöküp dizlerini dikerek oturur, bağdaş kurar, nasıl rahat ediyorsa öyle oturabilir.
Rükû ve secde de yapamayacak durumda ise oturduğu yerde îmâ ile, yani başını eğip doğrultarak namazını kılar. Dinde güçlük yoktur. Allah her şahsa, ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yüklerb.4407 Allah insanlara kolaylık ister, zorluk dilemez.4408 İmrân bin Husayn (r.a.) der ki: “Bende dizanteri vardı. Peygamber’e (s.a.s.) ‘nasıl namaz kılacağımı’ sordum. “Ayakta kıl, yapamıyorsan oturarak kıl, bunu da yapamıyorsan yan üzere yatarak kıl” buyurdu.” 4409
Hasta, yapabileceği kadar namazı ayakta kılar, hepsini kılamazsa bir-iki rekâtını ayakta kılar. İftitah tekbîrini alacak veya bir âyet okuyacak kadar ayakta durabiliyorsa bunları ayakta yapar; namaza ayakta başlar; bir rahatsızlık duyunca hemen oturur. Ayakta durabilen, fakat rükû ve secde yapamayan kimse ayakta durur, rükû ve secdeyi başını eğerek yapabilir, ama oturarak yapması daha iyidir. Kıyâmı ayakta yapar, rükû ve secde zamanında oturup îmâ ile rükû ve secdeleri yapar.
Oturamayan kimse, sırt üstü yatıp yüzü de kıbleye dönmesi için ensesine bir yastık koyar, başını eğip doğrultarak namazını kılar. Ayağını da kıbleye uzatmamak için mümkünse dizlerini toplar.
Ayakta idrarını tutamayıp oturarak tutabilen, oturarak namaz kılar.
Oturduğu yerde namaz kılarken birden iyileşen, namazın geri kalanını
4402] Sefâ Saygılı, Şifa İlâçta mı? Merak Ettiklerimiz, s. 181-183
4403] 26/Şuarâ, 80
4404] 17/İsrâ, 82
4405] 26/Şuarâ, 80
4406] 2/Bakara, 184
4407] 2/Bakara, 286
4408] 2/Bakara, 185
4409] Buhârî, Taksîru’s-Salâh 17
- 948 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ayakta kalkıp normal biçimde tamamlar.
Cuma’ya gitmek, hastalığına zarar verecek olan kişilere Cuma namazı farz değildir. Hastabakıcı da hasta durumundadır. Hastaya kendisinden başka bakacak kimse yoksa o hastabakıcı da Cuma’ya gitmek zorunda değildir.
Hastalık, oruç borcunu ertelemeyi meşrû kılan özürlerdendir. Oruç tuttuğu takdirde hastalığının artacağından yahut geç iyileşeceğinden korkan kimse, oruç tutmayabilir veya başladığı orucu bozabilir. İyileştikten sonra tutamadığı günleri kazâ eder.
Kim Ramazan ayında hasta veya yolcu olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar.4410 İhtiyarlık veya şifa umudu kalmamış hastalık gibi devamlı mâzereti olup da oruç tutmağa güçleri yetmeyenlerden Ramazan orucu istenmez; onun yerine böyle bir hasta veya yaşlı, bir fakir doyumluluğu kadar fidye verir. 4411
Yine, mü’minler için önemli farzlardan/görevlerden olan Allah yolunda savaşa katılmamalarından ötürü zayıflara ve hastalara bir günah yoktur; ancak, onların boş durmamaları, dille cihad olan tebliğ ve insanlara öğüt vermeleri gerekmektedir. 4412
Yine, görme özürlüye, topala ve hastaya güçlük yoktur (Bunlara yapamayacakları görevler yüklenmez; yapamadıklarından dolayı günahkâr olmazlar). 4413
İbâdetler Sağlık Kaynağı; İslâm Dışı Hayat da Hastalık Sebebidir
İman ve ibâdetler insanı rûhen yüceltir, cennete ehil hale getirir. Üstün ahlâklı ve sağlam karakterli kişiler, ancak imanı kuvvetli, ibâdetleri düzenli olan kişilerdir. İman ve ibâdetlerin mânevî ve ahlâkî faydalarının yanı sıra, bedenimize, sıhhatimize de faydalı olduğuna dâir bilinen ve tecrübe edilenlerin yanında, yeni bir tespit daha yapılmıştır. Bu tespit, hem de ezici çoğunluğun mâneviyattan uzak, maddeci bir hayat yaşadığı Amerika’da yapılmıştır. Araştırmaya, Purdue Üniversitesinden K. F. Ferraro başkanlık etmiştir. Bu araştırma neticesinde, düzenli ibâdet edenlerin, diğerlerinden daha sağlıklı oldukları tespit edilmiştir. Araştırmacılar, 1473 kişiyle yaptıkları mülâkatlarla şu neticeleri buldular:
Düzenli ibâdet etmeyenlerin % 9’u sağlıklarının kötü olduğunu söylemiştir. Hâlbuki düzenli ibâdet edenlerin sadece % 4’ü sağlıklarının kötü olduğunu belirtmişlerdir. Düzenli ibâdet etmeyenlerin sadece % 26’sı sağlıklarının çok iyi olduğunu söylerken, düzenli ibâdet edenlerin % 36’sı sağlığının çok iyi olduğunu söylemişlerdir.
Eğer bu araştırma, muntazam ibâdet eden müslümanlarla, etmeyenler ve dinsizler arasında yapılsaydı, ibâdetin vücudumuza faydası daha bâriz olarak görülecekti. Araştırmayı yapan Ferraro şöyle diyor: “Kendi inançlarında dindar olanlar, hayatlarını ona göre tanzim ediyorlar. Cemaatler, strese ve âilevî
4410] 2/Bakara, 185
4411] 2/Bakara, 185
4412] 9/Tevbe, 91
4413] 24/Nûr, 61
HASTALIK
- 949 -
meselelere karşı fertlerine destek veriyorlar. Birçok din, sigarayı, alkolü yasaklayarak sağlığı koruyor ve orta yolda harekete teşvik ediyor.”
İslâm, hem bu dünya, hem de âhiret için saâdet ve rahmet dinidir. Kur’an, Peygamberimizin âlemlere rahmet olarak gönderildiğini beyan eder.4414 Bu sebeple, tıbb-ı nebevîde, İslâm’ın emir, yasak ve tavsiyelerinde, ibâdet ve sünnete uygun yaşayışta derin hikmetler, hadsiz faydalar vardır. Başta tıp olmak üzere hiçbir ilim dalı İslâmî ibâdetler kadar sağlığı koruyucu rol oynayamaz. Namaz, oruç ve her çeşit sünnetlere uyma gibi ibâdetlerin, insan sağlığına kazandırdığı pekçok keşifler, tespitler yapılmıştır. Bunlardan bir-iki küçük örnekler verelim:
Meselâ namazda rükûa gitmenin beldeki kireçlenmeye iyi geldiği bilim adamlarınca tespit edilmiştir. Müslümanların Allah’a en yakın olduğu an olan secdede, kan beyne fazla gidiyor ve beyin o anda daha iyi besleniyor. Abdest alırken vücuda birikmiş olan zararlı elektrik boşalmaktadır. Müslümanların günde kıldığı en az 40 rekât namaz, aynı zamanda mükemmel bir spordur...
Almanya’da yapılan bir araştırmada oruç tutmanın, böbrek ve karaciğer hastalığı tehlikesini % 70 oranında azalttığı tespit edilmiştir. Almanya’da yayımlanan Bunte dergisinin haberine göre, senede en az 14 gün oruç tutan bir insanın böbrek ve karaciğeri, 10 sene gençleşmektedir. Araştırmacılara göre oruç esnâsında böbrek ve karaciğer zehirlerden arınmaktadır. Bu neticeye 1000 hasta üzerinde yapılan tecrübelerle varılmıştır. Orucun sadece bu iki uzvumuza değil; bütün vücudumuza faydası vardır. Çünkü oruç esnâsında vücut; yaşlı, hasta ve ölü hücreleri yaktığından, bütün hücreler yenilenip gençleşmektedir.
İbâdetler insana devamlı Cenâb-ı Hakk’ı hatırlatır ve vicdânî olan imanı korur ve sâbitleştirir. Böylece insan Allah korkusu ve sevgisiyle yaşayayışını bir kayıt ve disiplin altına alır, ifrat ve tefrite düşmekten kurtulur. İrâde-i cüz’iyesi, kısmî seçme özelliğiyle tekâmülünü sağlamak için insana, sınırı geniş şekilde şehvet, gazap, çeşitli hisler ve akıl kuvvetleri verilmiştir. Allah’tan korkmayan, İslâm’ın getirdiği emir ve yasaklar manzûmesine uymayan insandan, hem kendine, hem de etrafına zararlı davranışlar çıkar. Bu sebeple müslüman toplumlarda içki, kumar, zinâ, fuhuş, saldırı, cinâyet yoktur. Çünkü böyle günahlardan kaçınmak ibâdet cümlesindendir. Bugün batılı insanda ve müslümanım dediği halde batılı gibi yaşayanlarda iman yokluğu veya azlığından, ibâdet yok denecek hale geldiğinden, müthiş bir bunalım vardır. AIDS, alkolizm, uyuşturucu kullanımı, tecavüz gibi problemlerden insanlar ve toplumlar muzdariptir. 4415
İbâdetler için gerekli olan abdest gibi, diş, elbise, vücut ve çevre temizliği, haram gıdâlardan kaçınma, sağlığın emânet olduğu bilinciyle vücudun hakkını verme ve her çeşit Kur’ânî emirler ve hayli ayrıntılı tıbb-ı nebevî mü’minin sağlığı konusunda hem koruyucu, hem tedâvi edici büyük unsurlar taşır. Yine, hastalanınca duâ ve Kur’an okuma gibi ruhî tedâviye ve ziyâret gibi moral değerlere katkısında din ve ibâdetin faydaları gözden uzak tutulmamalıdır.
Ancak, ibâdetin rûhu ihlâstır. Yani, ibâdetler, sıhhat kazanmak veya başka bir dünyevî fayda için yapılmaz, Allah emrettiği için yerine getirilir. Aksi halde ibâdet için yaptığımız fiiller, ibâdet olmaktan çıkar, özelliğini kaybeder. Fakat
4414] 21/Enbiyâ, 107
4415] H. Hüseyin Korkmaz, Sağlıklı Yaşama ve Başarı, s. 82-84
- 950 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ibâdetlerdeki dünyevî menfaatler, asıl gâye olmamak şartıyla ikinci, üçüncü derecede tercih sebebi, hikmet kaynağı olabilirler.
Esas Büyük Hastalık Mânevî Olandır, Kalbin Hastalığıdır
Meraz/hastalık kelimesi, Kur’an’da fiziksel hastalıklar için de kullanılmakla birlikte, çoğunlukla mecaz olarak mânevî hastalık için kullanılır. Haktan, doğruluktan ve güzel ahlâktan ayrılma, nifak (ikiyüzlülük),4416 hased (kıskançlık), şehvet (aşırı şehvânî/hayvanî duygular ve meyiller), fücûra (günah ve zinâ arzusu şeklinde ahlâksızlığa) niyetlenme 4417 gibi nefsî hastalıklar için kullanılır
Kur’an, mü’minlerin imanlarını kuvvetlendirip,4418 onlara devâ olurken, münâfıkların da kalplerindeki hastalıklarını arttırmaktadır.4419 Kur’an, zâlimler için şifâ olmak bir tarafa; onların yalnızca ziyanını arttırır. 4420. İman etmeyenler için Kur’an bir körlüktür.4421
Kur’an’a göre esas önemli olan hastalık, kalplerde olan mânevî hastalıktır, inanç hastalığıdır. Münâfıkların kalplerinde hastalık (nifak ve haset hastalığı) vardır. Allah da onların bu hastalığını çoğaltmıştır.4422 Kur’an açısından hastalığın en önemlisi, mânevî olduğu gibi; şifâ da, esas olarak mânevî alan için söz konusudur.
Kur’an’da, kalplerin günah ve şirkle hastalıklı hale gelmiş değişik durum ve özellikleri şöyle sıralanabilir: Galiz (kaba ve katı) kalpler,4423 eğri kalpler,4424 gâfil ve gaflete düşürülmüş kalpler,4425 taş gibi katı kalpler,4426 kılıflı kalpler, 4427 hasta kalpler, 4428 mühürlü kalpler, 4429 bağlı kalpler,4430 kapalı kalpler, 4431 kör kalpler, 4432 kilitli kalpler.4433
Kalplerin hastalığı ve giderek mühürlenmesinin sebepleri: Kur’an’dan yola çıkılarak kalbin hastalıklarına ve mühürlenmesine sebep olan mikropları şöyle sıralayabiliriz: Dünya sevgisi, kötü çevre, kötü kimselerle arkadaşlık, çok yemek ve çok gülmek, başta büyük günahlar olmak üzere her çeşit haramlar, en sinsî hastalık: Nifak ve ölümcül hastalık: Şirk.
4416] 2/Bakara, 10; 5/Mâide, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53; 24/Nûr, 50; 33/Ahzâb, 12-32
4417] 33/Ahzâb, 32-60; 47Muhammed, 20-29; 74/Müddessir, 31
4418] 9/Tevbe, 124
4419] 2/Bakara, 10; 9/Tevbe, 125
4420] 17/İsrâ, 82
4421] 41/Fussılet, 44
4422] 2/Bakara, 10
4423] 3/Âl-i İmran, 159
4424] 3/Âl-i İmran, 7
4425] 18/Kehf. 28
4426] 2/Bakara, 74
4427] 2/Bakara, 88
4428] 2/Bakara, 10; 33/Ahzâb, 32
4429] 45/Câsiye, 23
4430] 7/A'râf, 100
4431] 41/Fussılet, 5
4432] 22/Hacc, 46
4433] 47/Muhammed, 24
HASTALIK
- 951 -
Kalp hastalıklarının ilâcı ise; Kur’an-ı Kerim’i düşünerek, anlayarak okuyup kendi hayatına ve toplum hayatına geçirmeye çalışmak. Öğüt dinlemek. Zikir, tevbe ve istiğfar. Huşû ve anlayış. Kalbi arındırma yollarına mürâcaat edip güzel ahlâk ve ihlâslı ibâdet üzere olmak. Cesâret, ins ve cin şeytanlarına tavır almak.
Kur’an’ı gerektiği gibi anlamak için kalbin kilitli olmaması gerekir.4434 Kalbin, görevini yapabilmesi için, selîm olması; hastalıklı ve ârızalı bulunmaması gerekir. Kalplerin selim olmayıp, marazlı (hastalıklı) olmasını Kur’an, hemen daima nifak illetiyle irtibatlı gösterir. 4435 Bu âyetlerden yola çıkarak şu tespitleri yapabiliriz:
Kalbi perişan eden hastalıkların başında samimiyetsizlik ve riyâkârlık gelmektedir. Münâfıklığın en tipik özelliği kalp hastalığıdır.4436 Kalp hastalığının diğer belirtileri arasında doymazlık, hırs,4437rics (pislik, iğrençlik, sefihlik), şeytan fitnesine yataklık dikkat çeker (). Kalp marazı/hastalığı; kalp katılığı, kalp kararması (kasvet) getirir. Kur’an, bu kalp kasvetinden çokça bahseder ve onu insanın sonsuzluğa, güzele, iyiye, kısaca Allah’a giden yolunu tıkayan bir belâ olarak gösterir. “Yazıklar olsun kalbi kasvetle dolmuş olanlara.”4438 Kalp kasvetini azdıran en önemli sebep, sonu gelmez arzu ve emeller, hırslar ve tutkulardır 4439. Kalp kasvetinin en tipik temsilcileri yahûdilerdir.
İnsanın kalbini tahrip eden tutum ve davranışları, giderek kalbi paslandırır. Kalbin paslanması, hak ve hakikate açılabilecek pencerelerin kapanma noktasına yaklaşması demektir. Bu duruma gelen kişi, Yaratıcı ile arasına tam bir perde çekmiş olur 83/Mutaffifin, 13-154440. Hastalanan ve paslanan kalp, nihâyet körleşir. Ve insan için esas körlük budur 4441. Kalbin körelmesi, kalp gözünün, yani basîretin kör olmasıdır ki, insanın kâinatı, varlıkları ve kendi nefsini okumasını (en azından doğru okumasını) engeller. Böyle olunca da, kalp körlüğü insan ve evrenin sırlarını çözmeye götüren bütün organ ve araçları dumûra uğratır ve bütün girişimleri aksatır. Nitekim Kur’an, kalple akıl arasında devamlı ilişki kurmuş, iş görmez hale gelen bir kalp gözünün akıl faâliyetini de fonksiyonunu icra edemez hale getireceğine işaret etmiştir 4442. Kur’an, bu konuda “akıl işleten, akıl faâliyeti yürüten kalpler” deyimini kullanıyor. 7/A’râf, 179. âyeti ise, inceden inceye düşünüp sırları keşfedemeyen kalplerden söz eder ve bu kalplerin sahiplerini gözleri görmez, kulakları işitmez olarak nitelendirdikten sonra onların yerlerini hayvanlardan daha aşağılarda gösterir.
Kalp körlüğünü; kalbin damgalanması, kilitlenmesi, perdelenmesi ve mühürlenmesi izler. Bu son aşama, insanın evrensel hak ve hakikate, imana açılan tüm kapılarının kapanmasıdır. Bu aşamadan dönüş yoktur. Dünya planındaki imtihanın kesin kaybıdır bu. Kur’an’da bu son aşamayı ifade için kalbin tab’ edilmesi 4443; hatmedilmesi/mühürlenmesi 4444 ve kalbe kilit vurulması, kalbe perde
4434] Muhammed, 22
4435] 2/Bakara, 10; 5/Mâide, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53; 24/Nur, 50; 33/Ahzâb, 12
4436] 2/Bakara, 10
4437] bk. 33/Ahzâb, 32
4438] 39/Zümer, 22
4439] 57/Hadîd, 16
4440] 83/Mutaffifin, 13-15
4441] 22/Hacc, 46
4442] 22/Hacc, 46
4443] 7/A’râf, 101; 9/Tevbe, 87, 93; 10/Yûnus, 74; 30/Rûm, 56
4444] 2/Bakara, 7; 45/Câsiye, 23; 6/En’am, 46
- 952 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çekilmesi4445 deyimleri kullanılmaktadır. Bu hale düşenlerin diğer duyu organlarının da ödevlerini insana yaraşır biçimde yapamayacağına dikkat çekilir.
Kalbi taşlaşmışların gözleri yaşsız olur.4446 Bu hal, kalp mühürlenmesi açısından önemlidir. Kalbin sevgi ve merhametten aldığı öyle yüce bir zevk vardır ki; böyle zengin gönüllerde dokulara kan veren kalp, sanki bir başka zevkle çarpmaktadır.
Bir insan, Allah’a karşı sorumluluk ve şükran hissi duymaz, takvâ özelliklerine sahip olmazsa; kalp, kulak ve gözünde meydana gelen cereyan kesilmesi (mühür ve perde) onun idrak cevherini yok eder. Ona gerçekleri en kesin bir dille anlatsanız da; o, bunu fark edemez. Çünkü Allah’ın yaratış sırrında güzellikler ve ihtişam vardır. Gözü perdeli, kalbi ve kulağı mühürlü olan bunu fark edemez. Dolayısıyla onların uyarılması ve uyarılmaması eşittir; inanmazlar.
Bütün kâfirlerin değil; insanî değerlerden soyutlanmış küfürde inatçı kimselerin kalpleri mühürlenir. Cenâb-ı Hak, küfre düşen bir kimseyi sonsuz rahmetiyle uzun süre gözetimde tutar; yani kalbini hemen mühürlemez. Ona dönüş şansı tanır. Fakat gurur, cimrilik ve azgınlıkta direnirse, İlâhî gazap mührünü vurur ve artık o iflâh olmaz. Artık bu kimse Fâtiha’daki “mağdûb-i aleyhim” grubuna girmiştir. Diğer kâfirler ise “dâllîn”dir; günün birinde, kendi tavırlarıyla liyâkat kesbettiğinde Rabbimiz hidâyet verebilir.
“Müslüman açısından kalplerin mühürlenmesi gerçekleşmez; öyleyse bu konu sadece azgın kâfirleri ilgilendirir” diyemeyiz. Günümüzde günahlar çok kolaylaşmış, bilerek veya bilmeyerek şirke, küfre düşmek olağan hale gelmiştir. Bir müslümanın, kalplerin mühürlenmesi, Allah’ın lânetine uğramasına giden yolları iyi bilmesi gerekir ki o tehlikeli istikamete meyl etmesin. Günahtan küfre, küfürden kalp mühürlenmesine giden korkunç tehlikelerden uzak kalmak için çok hassas olmalıyız. Şeytanın ve nefsin günah işletmekten muradı; bizi sadece günahkâr kılmak değil; fırsatını bulup kalbi mühürletecek noktaya getirmektir. Her günah da, tevbe edilmediği ve ısrar edildiği müddetçe sonu ümitsizliğe, uydurma te’villerle haramı helâlleştirmeye, kalp katılığına, dolayısıyla küfre açılan bir kapıdır. Kur’an, bu nedenle günahlardan kaçmamızı ısrarla emretmektedir. Bir insan günah işleye işleye, adım adım küfre yaklaşır. Günah işleyen, daima günah çevresinde günahkârlarla dost olacağından, yavaş yavaş günahkârlığı karakter çizgisi haline getirir.
Günah işleyen, suçuna karşılık te’vil yolları arar. En tehlikeli oyun da budur. Bu te’vil hastalığı ilerleyerek Kur’an’a saygıyı azaltır. Sonunda küfre götürebilir. Zaten tevbenin temel sırrı budur. Günah işleyen, hiçbir mâzeret, bahane icat etmeden, te’vile kapılmadan suçunu idrâk ve kendine itiraf etmelidir. Bu kabul, te’vilden ve küfürden kurtarır. Bu konuda İblis ile Hz. Adem’in işledikleri hata konusundaki tavırları Kur’an’da ibret alacağımız şekilde vurgulanır. Günah kompleksine düşerek de insan küfre doğru yönelebilir. Şeytanın bir oyunu da, günah işleyen insanı paniğe kaptırarak saflarına almaktır. Yani “sen nasıl olsa büyük günahkârsın; sen artık iflâh olmazsın, öyleyse günaha devam; battı balık yan gider” sloganıdır. Bu yorum, temelden yanlış bir yargıdır. “Allah’ın rahmetinden ümit
4445] 6/En’âm, 24; 18/Kehf, 57
4446] 2/Bakara, 74
HASTALIK
- 953 -
kesmeyiniz. Allah, (vazgeçilip tevbe edilince) bütün günahları mağfiret eder.” 4447
Kalp hastalığı ve giderek kalbin mühürlenmesi, boş arzuları ilâh edinme, 4448 Allah’ın nimetlerine nankörlük,4449 azgınlık, zulüm,4450 bilgisizlik4451 gibi sebeplerden olmaktadır. Kalbi mühürlenenler artık insanca ne görebelir, ne duyabilir, ne anlayabilir, ne de yaşayabilirler. 4452 Küfre götüren günahlar açısından önemli bir konu, günahın cinsidir. Her günah çirkindir, kaçınılması gereken bir yasaktır. Ama şeytan, bazen küçük günahları gözümüzde büyütürken; büyük günahları ve şirki basitleştirir. Elfâz-ı küfür, şirk ihtimali olan konular, müslümanın gözünde cehenneme düşmekle eş görünümünde olmalıdır. Namazı terk etmeyi alışkanlık haline getirmek de küfür yoluna sapmaktır. Bunun yanında, insanın kendini, hevâ ve hevesini putlaştırmaya götüren gurur ve istiğnâ çok önemli bir günahtır. Bir günah, zulümle ilgiliyse, gönül incitiyorsa çok ciddi sonuçları olacak bir vebaldir. Zulüm, Kur’an’ın üzerinde ısrarla durduğu kalbi mühürlü kâfirlere ait bir özelliktir. Zâlimin kalbi mühürlenmeye baş adaydır. Ve şirk en büyük zulümdür.4453 Yine, küfre düşmemek açısından günah üreten günahlardan şiddetle sakınmamız gerekmektedir. Bazı günahlar, başka günahlara yataklık ederler. Bunların başında yalan ve içki gelir. Yalanın günah barajını aşarak, nifak ve küfrü temsil ettiği konusunda ciddi uyarılar vardır.
Hastalık ve bozukluklardan arınmış bir kalp, Kur’an dilinde selîm kalp adını almaktadır.4454 Allah’ın, insandan son hesap gününde istediği tek şey, O’nun huzuruna selîm bir kalple gelmiş olmasıdır.4455 Din hayatının, müslümanca yaşayışın amacı, insana selîm kalbi kazandırmaktır. Selîm kalbin olmadığı kişide, din sadece bir kuru iddia ve aldanıştır. İlginçtir ki, gâye olan, kalbe sıfat yapılan “selîm” kelimesi, tevhid yolunun genel adı olan İslâm’la aynı köktendir. Yani selâm ve selâmet kökünden. O halde selîm kalp barış, huzur, güven, aklık ve sükûnetle dolu olan kalp demektir ki, İslâm da bu değerlerin elde ediliş yoludur. Bu değerlerin sembol ve ufuk adı Allah’tır. Bu yüzden İslâm’ın teknik anlamı, Allah’a teslimiyet olarak verilmiştir. Buradan bakınca selîm kalp, Allah’a gereğince teslim olmuş kalp demek olacaktır.
Kalbin imtihanını4456 başarıyla verenlerin onu rahmet ve re’fet (sıcaklık, merhamet, kaynaşma) ile doldurduklarını görüyoruz.4457 Bu kalpler kasvete uzaktır. Hasta kalbin yolu kasvete; rahmetle dolu kalbin yolu lînete, yani yumuşaklığa çıkar. Kalp yumuşaklığının yokluğu, kalp gılzatı, yani katılık ve kabalık getirir ki, bu, insanları nefretle kaçıran bir illettir. 4458 Kur’an, kalplerin, Allah’ı zikirle yumuşadığını belirtir.4459 Allah’ı zikir, yani şuurlu anma, kalbi titretir, yumuşatır ve
4447] 39/Zümer, 53
4448] 45/Câsiye, 23
4449] 7/A’râf, 101
4450] 10/Yûnus, 74
4451] 30/Rûm, 56; 9/Tevbe, 87, 93
4452] 2/Bakara, 7; 63/Münafıkun, 3; 9/Tevbe, 87, 93; 6/En’âm, 46
4453] 31/Lokman, 13
4454] 26/Şuarâ, 89; 37/Saffât, 84
4455] 26/Şuarâ, 89
4456] 49/Hucurât, 3
4457] 57/Hadîd, 27
4458] 3/Âl-i İmrân, 159
4459] 39/Zümer, 23
- 954 -
KUR’AN KAVRAMLARI
daha sonra da onu itmînân ile, yani sükûnet, ferah, huzur ve doygunluk ile doldurur. Ve Kur’an’a göre kalplerin itmînânı yalnız ve yalnız Allah’ı zikirle mümkündür. Allah yerine başka şeylerin sevgili seçildiği bir kalbin doyması, mutlu olması beklenemez. 4460
Kur’an, mühürlenmiş kalplerin mütekebbir, müstekbir kalpler olduğunu beyan eder.4461 “Allah, mütekebbir cebbar (büyüklük taslayan her zorbanın) kalbini mühürler.”4462 Burada mütekebbir sıfatına, cebbar vasfının eklendiğini görüyoruz. Cebbar; cebre, şiddete, zora, dehşet ve baskıya başvuran demektir. Anlaşılan o ki, Kur’an, mütekebbirlerde cebbarlık sıfatının da kaçınılmaz olduğunu vurguluyor.
Mühürlenmiş hastalıklı kalplerin bir dâvâ çevresinde birleşmeleri mümkün değildir. Çünkü onlar, birliğin en emin yolunu, tevhidi, yani Allah’ın birliğini kabullenmeyerek kaosa düşmüşlerdir; artık birleşemezler. Onların vücut verebilecekleri birlik ve beraberlik ancak dış planda bedensel ve maddesel olabilir. “Sen onları toplu, birlik ve beraberlik içinde sanırsın; oysaki onların kalpleri parça parçadır.” 4463
Kalp hastalığının ve bozukluğunun insan hayatındaki en tehlikeli pratik görünümü, insanın kalbiyle dilinin farklılığıdır. Kur’an bunu imansızlığın, şahsiyetsizliğin, dejenerasyonun bir belirişi olarak tespit ediyor. Kalple dilin uyuşmazlığı, insanın kalbine karşı günah işlemesi, kalbine ihânetidir. 4464
Kur’an’ı, tedebbürle yani düşünerek, anlayarak okumamak, kalbin kilitli olmasının en önemli belirtisidir. “Peki, bunlar, Kur’an’ın anlamını inceden inceye düşünmüyorlar mı: Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?” 4465 Âyette geçe tedebbür, okunan şeyin anlamı üzerinde iyiden iyiye düşünmek demektir. Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Kur’an’ın ne dediğini anlamadan okumanın insanı bir yere getirmesi mümkün değildir. Kur’an’ın mânâsı üzerinde düşünmemek veya “biz Kur’an’dan bir şey anlayamayız” diyerek Allah’ın kelâmını rafa kaldırmak, kalbin hasta olduğuna ve mühürlendiğine işarettir. Nitekim bu âyetin öncesinde4466 lânetlenmiş, kulakları tıkanmış, gözleri körelmiş insanlardan söz ederek dolaylı bir yoldan Kur’an’ı tedebbür etmeyenlerin kimler olduğuna dikkat çekilmiştir. “Kalpleri üzerinde kilitler mi var?” sorusundan şu sonuçlar çıkmaktadır: Ya bu insanlar Kur’an’ı dikkatle okuyup anlamamaktadırlar veya anlamaya çalışmalarına rağmen onun emirleri, anlamları ve amaçları kalplerine yerleşmemiştir.
“İman edenlerin, Allah’ı zikir ve O’ndan inen Kur’an sebebiyle kalplerinin ürperip saygı dolu bir korku ile yumuşaması zamanı daha gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış fâsık kimselerdi.”4467 Âyet, iman ettikten sonra ayağı sürçen ve Allah’ın kitabına farkında olmadan sırt dönen insanları uyarmakta mûcize bir beyandır. Aynı hatalı yoldan giderek perişan olan kitap ehli örnek gösterilmiştir. Hitap, son derece açık ve ürperticidir. İman sahipleri Allah’ın zikri4460]
13/Ra'd, 28; 57/Hadîd, 16; 22/Hacc, 35; 23/Mü'minûn, 60; 8/Enfâl, 3
4461] 16/Nahl, 22
4462] 40/Mü'min, 35
4463] 59/Haşr, 14
4464] 2/Bakara, 283; Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 269 ve devamı
4465] 47/Muhammed, 24
4466] 47/Muhammed suresi, 23. âyette
4467] 57/Hadîd, 16
HASTALIK
- 955 -
ne, yani Kur’an’a sırt dönmemek konusunda uyarılmaktadır. İkinci olarak, ehl-i kitabın zamanla bozulduklarına, kalplerinin hastalanıp karardığına ve saptıklarına dikkat çekilerek Allah’ın kitabına uzak kalmanın sonucu örneklendirilmiştir. Bu âyet, zaman içinde Kur’an’a uzak düşüp vahyin kabulleri yerine, geleneğin kabullerini koyan İslâm dünyasına mûcize bir Kur’an ihtarıdır. Kalpler katılaşmış, şekil ruhu örtmüş, iç dünyalar kararmıştır. Bu çoraklık ancak Kur’an’ın nefesiyle canlılık ve berekete döndürülebilir.
Kalplerin hastalanmasından ve katılaşmasından sonra fasıklıktan başka ne gelir? Doğrusu şu insan kalbi çabucak değişiverir, çabucak unutuverir. Kur’an nûruyla aydınlandıktan sonra uzun bir süre Allah’ı zikretmekten uzak kalınca hastalanıp katılaşır, aydınlığını yitirir, körelir ve kararıp söner. Gönüllerin huşû ve huzur ile Allah’ı anmaları gerekir. Aydınlanıp arınmalar için sürekli uyanık tutulması icap eder. Fakat donmuş, katılaşmış, hareketsiz hale gelmiş bir kalpten hemen ümit kesilmemelidir. Çünkü onda yeniden hayat emâresinin görülmesi, aydınlıkların parlaması ve böylece Allah’ın zikrine koşması mümkündür. Çünkü Allah, öldükten sonra yeryüzünü de diriltir, hayat doldurur, bitkilerle süsler, yiyecek meyveler bitirir. Kalpler de tıpkı böyle Allah dilediği zaman dirilir. Allah, ölüden diri çıkarır.4468 Yeryüzünün dirilişi gibi bu Kur’an da kalpleri diriltir. Ona gıda verir, sular, yumuşatır ve ısındırır.
Allah, kâfirlere sevgi göstermeyip buğz eden, onları dost kabul etmeyen mü’minlerin kalplerine imanı yazar ve onlara yardım eder. 4469
İnsanın kalbi, iki farklı ânında aynı durumda olmaz; her şeyden daha çok kendi amellerinden etkilenir. İyi ve nurlu bir eylem kalbe nur verir; kötü ve karanlık bir amel ise kalbin nurunu alır, onu karartır. Sâlih amel, insanın kalbini yumuşatır, öğütleri, hakkı ve hakikati kabul etmesini sağlar. İnsanın fıtratıyla bağdaşmayan ameller ise, insanın kalbini hastalandırır, sertleştirir, katılık getirir. İnsanın kalbi, Kur’an’dan ışığını kesip, Allah’ın nuruyla bağını koparınca öylesine hastalanıp kararır ki, Kur’an tâbiriyle artık onun işi bitmiş ve onun kalbi mühürlenmiş sayılır.
Takvâ sâyesinde Kur’an’ın hidâyetiyle, Allah’ın nûruyla bakıp, görünmezleri keşfeden, perdenin arkasındaki parıltıları görebilen insan; bu ışıkla irtibatı kendi irâdesiyle kestiğinde körlüğü seçmiş olur. Artık, her şeye perdelenmiş gözlerle bakar. Görülmesi gerekenleri göremez. Kendi gözleriyle bazı şeyleri görür, ama sanki hiç görmemiş gibidir; sanki gözlerinin önüne perde çekilmiş olur. Kalbi de imandan, sevgiden ibâdetten zevk almaz olur ve küfrü, isyânı, fesâdı güzel görmeye başlar. Bunlar küfrün etkileridir; küfrün nedenleri değildir. “Onlar sapınca, Allah da kalplerini saptırmış, eğriltmiştir.” 4470
Kur’an’da Ruh Sağlığı, Psikolojik Denge ve Huzur
Kur’ân-ı Kerim, hastalık nedenleri olarak rûhî etkilere büyük ölçüde yer verir. Üzüntü ve rûhî bunalımları hastalıkların baş nedeni sayar: “Dediler ki: ‘Vallahi sen, Yusuf’u ana ana hasta olacaksın yahut öleceksin!”4471 Hastalıkların nedenlerini ge4468]
3/Âl-i İmrân, 27
4469] bk. 58/Mücadele, 22
4470] 61/Saff, 5
4471] 12/Yûsuf, 85
- 956 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nellikle rûhî etkenlerde gören Kur’an, ruh hekimliğinin önemine işaret etmiştir. İnsanları özellikle psiko-somatik hastalıklardan korumayı hedeflemiştir. Ruh hastalıkları daha çok, sıkıntı, elem, çatışma, kaldıramayacak kadar ağır yük yüklenme gibi nedenlerden kaynaklanır.
Kur’an Allah’a, kadere, âhirete imanı, tevekkül ve sabrı emrederek, ruhsal gerilimleri hafifletici, sıkıntıları giderici, bunalımları yok edici esaslarıyla psikoz ve nevroz gibi hastalıkların büyük ölçüde önüne geçer.
Kur’anda ruhsal hastalıkları önlemeye yönelik genel esaslar vardır: “De ki: ‘Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” 4472; “Sapıklardan başka kim Rabbinin rahmetinden umut keser?” 4473; “Ve de ki: ‘Rabbim, şeytanların dürtüklemelerinden Sana sığınırım.” 4474; “Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa onu, yine O’ndan başka kaldıracak yoktur ve eğer sana bir hayır dilerse, O’nun keremini de geri çevirecek yoktur. Hayrını, kullarından dilediğine verir. O bağışlayan, merhamet edendir.” 4475
Kur’an, insanın ruh sağlığının esası olan iç huzurunun sağlanması yolunda somut adımlar atar. Bu somut adımların başında “zikrullah” gelir. İman eden insanlar Allah’ı zikredip anmakla, Allah’a bağlılıklarını hissetmekle iç huzuru elde ederler. Yalnızlıktan doğan tedirginlik ve gerginlikten kurtulurlar. Bu iddiâyı özellikle hastalar ve yaşlılar üzerinde yapılan gözlemler isbat etmektedir. Yalnız kimselerin “zikrullah”ın verdiği iç huzuru sâyesinde psikolojik bir dinamizm kazandıkları görülmüştür. Ruhun dinçleşmesi insan bedenine de müsbet bir şekilde yansımaktadır. Bu gerçek Kur’an’da şöyle ifâdesini buluyor: “Onlar iman eden ve Allah’ı zikretmekle gönülleri huzur bulan kimselerdir. İyi bilin ki ancak Allah’ı zikretmekle gönüller huzur bulur.”4476 Bu âyet-i kerimede, ancak Allah’ın zikriyle gönüllerin mutmain olup huzur bulacağı belirtiliyor. Gönüllerin huzur bulacağı, doyuma ulaşacağı zikir; Kur’an okumak, dinlemek, sübhânallah, elhamdü lillâh, Allahu ekber, lâ ilâhe illâllah gibi ifâdelerle Allah’ı hatırlayıp anmak veya Allah’ı kalpte ve zihinde tutmaktır. Allah’ı zikir, insanın gönlüne sevinç ve huzur verir.
Gönüller Allah’tan başka hangi şeye yönelip ulaşsa, hepsinin ötesi bulunduğundan hiç birinde karar kılamaz, hiç biri ruhunu doyuramaz, heyecanını dindiremez. Haz ve lezzette daha yükseğe erişmek ister. Fakat Allah’ı zikretmekten zevk almağa başladığında bütün arzuların ve isteklerin Allah’a râci olduğunu anlar ve artık ondan yüksek bir mercî ve maksûda yönelmeye imkân bulunmadığını anlar. Bundan dolayıdır ki, iman etmeyenlerin ve gâfillerin kalpleri hiçbir zaman ıstıraptan kurtulamaz, iç huzuru bulamaz, çırpınır durur. Sıkıntı, bunalım ve huzursuzluklar ise ruh sağlığını tehdit eden en büyük etmenlerdendir. Bu etmenlere ve bunları doğurabileceği psikolojik hastalıklara şifâ olarak Kur’an reçetesi, “zikrullah” ilâcını teklif ve tavsiye eder. 4477
“İnsan, iki nimet hakkında yanılgıdadır: Sağlık ve boş vakit.” (Hadis-i Şerif)
4472] 39/Zümer, 53
4473] 15/Hicr, 56
4474] 23/Mü’minûn, 97
4475] 10/Yûnus, 107
4476] 13/Ra’d, 28
4477] Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 97-99
HASTALIK
- 957 -
“İki şeyin elden gitmeden değerini takdir etmek zordur: Sağlık ve gençlik.” (Hz. Ali)
“Biri bütün gece hastanın başında ağladı. Sabah olunca o öldü, hasta iyileşti.” (Sâdi)
“Acının ve hastalığın erişmediği ölümlü yoktur.”
“Hastalık, ruh ile vücut arasındaki dengenin bozulmasıdır.”
“Hastalık, hiç aldatmayan bir nasihatçi ve ikaz eden bir mürşiddir.”
“Hastalık, bazılarına önemli bir definedir, çok kıymetli bir İlâhî hediyedir.”
“Eğer hastalığın mânâsı güzel bir şey olmasa idi, Rahîm olan Yaratan, en sevdiği kullarına hastalıkları vermezdi.”
“Bir derdin dermanı, başka bir derde zehir olabilir. Bir derman, haddinden geçse, dert getirir.”
“Hastalıklar, kötü zevklerin ücretidirler.”
“Hastalık, ölümün hizmetçisidir.”
“Hastalık ölümün elçisidir; ondan yüz çevirme!”
“Hastalık seni hastalık olmayan âleme çağırır.”
“Hastalık hissedilir de, sağlık hissedilmez.”
“Kendini sağlam bilen hastanın tedâvisi olmaz.”
“Hastalık her şeyden çok, sağlığı korur.”
“Hastalık dediğin şey, atla gelir; yaya gider. Kiloyla girer; gram gram çıkar.”
“İnsan tuhaftır; binlerce hastalıktan bir-ikisine sahip, diğer yönlerden sağlıklı ise, çoğa bakarak şükredeceğine ‘hastayım’ der, şikâyet eder.”
“Musîbetlerden sonra, insanı terakkî ettiren ikinci faktör, hastalıklardır. İnsan, musîbetleri de, hastalıkları da Rabbinin ihsanlarından saymalı ve şükür içinde sabretmeli.”
“Hastalığın kaynağı mide, şifânın temeli perhizdir.”
“Ümitsiz bir hastaya mânevî bir teselli, bin ilâçtan daha faydalıdır.”
“Sağlıktan daha tatlı bir şey yoktur, derler. Ama hasta olmadan önce hiç de öyle düşünmezler.”
“Sağlığın değeri, hastalıkta belli olur.”
“Sağlık, bir vücut değil; bir kafa ve gönül işidir.”
“Bedenimizde görülen bazı hastalıklar, ruhlarımızda saklanan hastalıkların küçük parçalarıdır.”
“Sağlık, hiç kimsenin kesin olarak güvenemeyeceği tek nimettir.”
“Doktorlar, bedenin hastalığını iyileştirmeye çalışırlar, dâvetçi âlimler de ruhun/kalbin hastalığını.
- 958 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Hazreti Eyüp’ten miras kalmıştır
Derde sabredene dermân bulunur.”
“Dertli derdini anlatırken dertsizin uykusu gelir.”
“Kendi dertlerini unutmak isteyenler, başkalarının dertlerine yardımcı olmaya çalışmalıdır.”
“Geçmiş bir dert için yakınmak, yeni dertler edinmektir.”
“Huzurlu ve mutlu olmak istiyorsan, derdini gözünde büyütme.”
“Bir dert atladıldıktan sonra insana bir kazanç olur.”
“Herkesin kendine göre birtakım derdi vardır; ama bu kiminde gramladır, kiminde kiloyla. Ya da kimi aynı derdi duymaz, kimi inlemeden duramaz.”
“Dünyada herkes dert çeker; Sen Allah için, O’nun yolunda dert çeken dâvâ adamı ol ki, dertler bitmeyen zevklere dönüşsün!”
“Başkalarını kendi dertleri karşısında soğukkanlı gördükmü överiz; ama soğukkanlılığı bizim dertlerimize karşı gösterdilermi darılır, kızarız.”
“Hangi dertli, içini dökmeye doymuş, usanmıştır ki...”
“Gönülde olup da söylenmeyen dert cana benzer, ruh gibidir. Görünmezse de, eseri vücudun her tarafına yayılır.”
“Dert daima insana yol gösterir.”
“İnsanı kâmil olmaya iten derttir.”
“Derde dert ile devâ, zehire panzehir ile şifâ gerek.”
“Derdi veren dermânını da verir.”
“Derdini saklayan derman bulamaz.”
“Her derdin olur çâresi, her inleyen ölmez.
Her mihnete bir âhir olur, her gâma pâyân.”
“Muvakkıt u müneccim ne bilür şeb-i yeldâyı
Mübtelâ-yı gâma sor, giceler kaç saat?”
“Hepimizde başkalarının dertlerine dayanacak kadar güç vardır.”
“Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi!”
“Kader deyince ne anlardı, dinle bak ashâb:
Ebû Ubeyde’ye imdada eylemişti şitâb,
Maiyyetindeki askerle bir zaman Fârûk.
-Tereddüt etme sakın, çünkü vak’a pek mevsûk-
Tarîk-ı Şâm’ı tutup doğru “Surg”a indi Ömer.
HASTALIK
- 959 -
Ebû Ubeyde hemen koştu almasıyla haber.
Halîfe, Hazret-i Serdâr’a: “Nerdedir ordu?
Ne yaptınız? Yapacak şey nedir?” deyip sordu.
Ebû Ubeyde: “Vebâ var!” deyince askerde;
Tevâbi’iyle Ömer durdu kalkacak yerde.
“Vebâya karşı gidilmek mi, gitmemek mi iyi?”
Muhâcirîn-i kirâmın soruldu hep re’yi.
Bu zümreden kimi: “Maksad mühim, gidilmeli” der;
“Hayır, bu tehlikedir” der, kalan muhâcirler.
Halîfe böyle muhâlif görünce efkârı;
Çağırdı: Aynı tereddüdde buldu ensârı.
Dağıttı hepsini, lâkin sıkıldı... Artık ona,
Muhâcirîn-i Kureyş’in müsinn olanlarına
Mürâcaat yolu kalmıştı; sordu onlara da.
Bu fırka işte bilâ-kayd-ı ihtilâf arada:
“Vebâya karşı gidilmek hatâ olur” dediler;
“Yarın dönün!” diye ashâba emri verdi Ömer.
Ale’s-seher düzülürken cemâatiyle yola,
Ebû Ubeyde çıkıp: “Yâ Ömer, uğurlar ola!
Firârınız kaderu’llah’tan mıdır şimdi?”
Demez mi, Hazret-i Fâruk döndü: “Doğru, dedi,
Şu var ki bir kaderu’llah’tan kaçarken biz,
Koşup öbür kaderu’llah’a doğru gitmedeyiz.
Zemîni otlu da, etrâfı taşlı bir derenin
İçinde olsa devenin yâ Ebû Ubeyde, senin;
Tutup da onları yalçın bayırda sektirsen,
Ya öyle yapmıyarak otlu semte çektirsen,
Düşün: Kaderle değildir şu yaptığın da nedir?”
Ömer bu sözde iken İbn-i Avf olur zâhir,
Hemen rivâyete başlar hadîs-i tâûnu
Ebû Ubeyde tabîî susar duyunca bunu.
Muhâcirîn-i Kureyş’in, kibâr-ı ashâbın,
- 960 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şerîatin koca bir rüknü: İbn-i Hattâb’ın;
Kader denince ne anlardı hepsi, anladın a!...
Utanmadan yine kalkışma Hakk’a bühtâna. 4478
“Rabbimiz! Bize dünyada hasene (iyilik, güzellik, sağlık, âfiyet ve hayır), âhirette de hasene ver. Bizi ateş azâbından koru.” 4479
4478] Mehmed Âkif Ersoy, Safâhat, Fâtih Kürsüsünde, s. 235-236
4479] 2/Bakara, 201
HASTALIK
- 961 -
Hastalık Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Kur’ân-ı Kerim’de Meraz/Merzâ (Hasta ve Hastalık) Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (24 yerde): 2/Bakara, 10, 10, 184, 185, 196; 4/Nisâ, 43, 102; 5/Mâide, 6, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 91, 125; 22/Hacc, 53; 24/Nûr, 50, 61; 26/Şuarâ, 80; 33/Ahzâb, 12, 32, 60; 47/Muhammed, 20, 29; 48/Fetih, 17; 73/Müzzemmil, 20; 74/Müddessir, 31.
B- Kur’ân-ı Kerim’de Şifâ Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (8 yerde): 3/Âl-i İmrân, 103; 9/Tevbe, 14; 9/Tevbe, 109; 10/Yûnus, 57; 16/Nahl, 69; 17/İsrâ, 82; 26/Şuarâ, 80; 41/Fussılet, 44.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 7, s. 472-500, 18, s. 293-295
2. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 2, s. 358-360
3. Şübheler Üzerine, Safvet Senih, TÖV Y. s. 13-18, 47-51
4. Merak Ettiklerimiz, Adem Tatlı, Mehmet Dikmen, Cihan Y. s. 175-197, 264-275, 407-409
5. Asrın Getirdiği Tereddütler, M. F. Dahhâk, Silm Ofset, s. 35-36
6. Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 97-99
7. Kur’an’da İman Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 239-240
8. Âdem’den Hâtem’e Kişilik, Abdurrahman Kasapoğlu, İzci Y. s. 52-53
9. Hadis ve Psikoloji, Muhammed Osman Necati, Terc. Mustafa Işık, Fecr Y. s. 307-309
10. İslâm Dininin İnsan Sağlığına Verdiği Önem, Halûk Nurbaki, D.İ.B. Y.
11. İslâm’da Sağlığın Önemi, Mustafa Kapçı, Bayrak Y.
12. İslâm Geleneğinde Sağlık ve Tıp, Değişim ve Kimlik, Fazlur Rahman, Ankara Okulu Y.
13. Kur’ân-ı Kerim ve Hadislerde Tıp, Mahmut Denizkuşları, Marifet Y.
14. Peygamber Efendimizin Maddî-Mânevî Sağlık Öğütleri, İbn Kayyim Cevziyye, İslâmî Neşriyat
15. Peygamberimiz ve Tıp (Tıbb-ı Nebevî), Mahmud Denizkuşları, Marifet Y.
16. Tıbb-ı Nebevî Ansiklopedisi, Ali Rıza Karabulut, 2 cilt, Mektebe Y.
17. Tıbb-ı Nebevî, Hüseyin Remzi, Sümer Kitabevi Y.
18. Hadislerde Koruyucu Hekimlik, Ahmet Turhanoğlu, Rağbet Y.
19. Kur’an ve Hadislerde Çocuk Sağlığı, Murat Yurdakök, Altınkalem Y.
20. Hayatın Dert ve Üzüntülerine Peygamberimiz’den Teselliler, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
21. Hayat Umuttur, Şaban Döğen, Gençlik Y.
22. Doktorunuz Diyor ki, Sefa Saygılı, Timaş Y.
23. Alternatif Tıp, Andrew Stanway, İnsan Y.
24. Tıbbın Hastalığı, 1, 2, Brian İnglis, çev. Murad D. Çekin, İnkılâb Y.
25. Sağlık Kılavuzu, Ahmet Erdem, Seha Neşriyat
26. Tıbbî Gerçekler, Hakkı Gökbel, TÖV Y.
27. Âile Sağlığı Ansiklopedisi, Sefa Saygılı, Timaş Y.
28. Dengeli Beslenme ve Sağlıklı Zayıflama, Sefa Saygılı, Timaş Y.
29. Hastalıkta ve Sağlıkta Beslenme, Hüsrev Hatemi, Altın Kitaplar Y.
30. Sağlıklı Beslenme Kılavuzu, Sıdıka Bulduk, Seha Neşriyat
31. Bulaşıcı Hastalıklarla Savaş ve İslâm Dini, Ekrem Kadri Unat
32. Psiko-Sosyal Sağlığın Korunması, Koruyucu Ruh Sağlığı, Kemal Çakmaklı, Seha Neşriyat
33. Sağlıklı Beslenmede Anne Sütü, H.İbrahim Erbıyık, Nesil Y.
34. İlk Yardım Kılavuzu, Ahmet Erdem, Seha Neşriyat
35. Kadının Sağlık Kılavuzu, Naciye Akyıldız, Seha Neşriyat
36. Âilede Herkesin Doktoru, Nuri Ergene, İnkılap Kitabevi Y.
37. Sağlıklı Yaşama ve Başarı, H. Hüseyin Korkmaz, Nesil Y.
38. Nasıl Sağlıklı Yaşanır? Hasan Günaydın, Türdav Y.
39. Türkiye’de Sağlık, Tüses Bilgi Kongar, Yeni Yüzyıl Kitaplığı
40. Sağlık Terimleri Sözlüğü, Mustafa Güler, Timaş Y.
41. Strese Son, Sefa Saygılı, Türdav A.Ş. Y.
42. Çocuk Hastalıkları, Hüseyin Akan, Seha Neşriyat
- 962 -
KUR’AN KAVRAMLARI
43. Çocuk Sağlığı, Olcay Neyzi, Çocuk Vakfı Y.
44. Çocuklarda ve Gençlerde Psiko-Sosyal Sağlık, Kemal Çakmaklı, Seha Neşriyat
45. Kur’ân-ı Kerim’de Besinler ve Şifa, Davut Aydüz, Timaş Y.
46. Şifalı Bitkiler ve Tıbb-ı Nebevî, Abdülkadir Eroğlu, 6 cilt, Demir Kitabevi Y.
47. Şifâlı Bitkiler, Âdil Âsımgil, Timaş Y.
48. Şifalı Bitkiler ve Reçeteleri, Vedat Sağlam, Kahraman Y.
49. Şifalı Bitkiler ve Doğal İlaçlarla Tedavi, Abdülmecid Yıldız, Risale Y.
50. Şifalı Bitkilerle Tedavi, Arif Pamuk, Pamuk Y.
51. Hastalar Risâlesi, B. Said Nursi, Envâr Y/İhlâs-Nur Y/Sözler Y/Yeni Asya Gaz. Neş.
52. Hastalar ve Işıklar, Rasim Özdenören, İz Y.
53. Hasta Toplum, Güçlü Millet; Abdülkadir Duru, Özden Y.
54. Hastahanede Karşılaşma, Şehid Bintü’l-Hudâ, Çev. Habeşî, Kültür Bas. Yay. Bir. Y.
55. Hastalar İnsandır, Mehmet Oğuz Yenidünya, Şûle Y.
56. Hasta Tedavileri, (Duâlar), Ömer Dönmez, Hisar Y.
57. Mutluluk Yolları Hayat Kitabı, Ahmed Muhtar Büyükçınar, Hikmet Y.
58. Mutluluk Esasları, Kemaleddin Tuncel, Marifet Y.
59. Mutluluğun Kazanılması, Râgıb el-İsfahanî, çev. Lütfi Doğan, Bahar Y.
60. Kitap ve Sünnete Göre Mutluluğun Kazanılması, M. Zekeriyya Kandehlevi, Terc. H. Ünal,VahdetY.
61. Angoisse (Sıkıntı), Dr. Mehmet Tevfik Özcan, Özel Y.
62. Dinî Hayatın Psiko-Sosyal Temelleri, Ali Murat Daryal, İFAV Y.
63. İnsan Psikolojisi Üzerine, Muhammed Kutub, İşaret Y.
64. İslâm’a Göre İnsan Psikolojisi, Muhammed Kutub, Hicret Y.
65. Kur’an’da Karakter Eğitimi, Musa Kâzım Gülçür, Işık Y.
66. Kur’an ve Psikoloji, Prof. Muhammed Osman Necati, Fecr Y.
67. Hadis ve Psikoloji, Prof. Muhammed Osman Necati, Fecr Y.
68. Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Hayati Aydın, Timaş Y.
69. Kur’an’da Ahlâk Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y.
70. Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y.
71. Strese Karşı Çözüm Yolları, Diyanet İşleri Başk. Y.
72. Doğal Âfetler ve Din, T. Küçükcan-Ali Köse
73. Sefer Vakti, Esma Yakar, Timaş Y.
74. İlaç Şirketleri Kızacak Ama, Neşe Kutlutaş, Kim Y.

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 16:24

HARAM - HELÂL

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

HARAM - HELÂL


- 827 -
Kavram no 65
Haramlar 10
Bk. İslâm; İtaat-İsyan
Bk. Günah; Fesâd-İfsâd; Cehennem; Dalâlet
HARAM - HELÂL
• Haram; Anlam ve Mâhiyeti
• Helâl; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Haram ve Helâl
• Hadis-i Şeriflerde Haram ve Helâl
• Haram-Helâl Konusunda Genel Kurallar/Prensipler
• Yiyecek ve İçeceklerde Haramlar
• İsraf; Helâlı Haram Eden Ölçüsüzlük ve Taşkınlık
• Giyecekler ve Süslenmede Haramlar
• Ev Eşyalarında ve Ev Gereçlerinde Haramlar
• İş, Kazanç, Meslek ve Ticarî İlişkilerde Haramlar
• Kadın-Erkek İlişkileri ve Âile Hayatıyla İlgili Haramlar
• İnanışlar ve Taklit, Hurâfe ve Âdetlerde Haramlar
• Büyü, Gaybı Bilme İddiası ve Benzeri Konularda Haramlar
• Eğlence Hayatı, Oyun, Sporla İlgili Haramlar ve Kumar
• Sosyal İlişkilerde Haramlar
• Gayr-i Müslimlerle ve Hayvanlarla İlgili Haramlar
• Haramdan Temizlenmek; Haramı Elden Çıkarmak, Tevbe ve Helâlleşmek
• Haramın Devlet Eliyle İşlenmesi
• Haramı Helâl ve Helâlı Haram Kılma
• Şüpheli Şeyler
“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin, eğer siz yalnız Allah’a kulluk ediyorsanız O’na şükredin. Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur. Şüphe yok ki Allah çokça bağışlayan, çokça merhamet edendir. Allah’ın indirdiği kitaptan bir şeyi (âhir zaman peygamberinin vasıflarını) gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyâmet günü Allah ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır.” 3732
“Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yiyin, şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır. O size ancak kötülüğü, çirkini ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.” 3733
3732] 2/Bakara, 172-174
3733] 2/Bakara, 168-169
- 828 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Haram; Anlam ve Mâhiyeti
Haram, sözlükte, yasaklama, mahrum etme anlamlarına gelir. Haram, dince yapılması yasak olan şeydir. Herhangi bir şeyi yemek, bir fiili yapmak, bir davranışta bulunmak, bir sözü konuşmak dince yasaklanmış olabilir. Yükümlünün böyle şeylerden mahrum edilmesi, yani bunların ona yasak edilmesi ‘haram’ kelimesiyle ifade edilmektir.
Dinimiz, inanan insanlara birtakım şeyleri yapmayı emreder, bazı şeyleri yapmayı da yasaklar. Bunlara emirler ve nehiyler (yasaklar) denir. Yapılmaması istenen şeyler haram veya mekruhtur. Yapılması istenen şeyler de farz veya vâciptir, ya da sünnettir. Kavram olarak haram; şâri’nin (şeriat koyucunun) bir şeyin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı bir tarzda istemesidir. İnsan dünyaya denenmek için gönderilmiştir. Kişi kendi isteği ile iyi veya kötü olabilir; İtaat edebilir veya isyan edebilir; İnanıp şükreden bir kul olabilir, kâfir olup nankörlükte bulunabilir. Rabbimiz insana iyiyi de kötüyü de Peygamberi ve Kitabı aracılığıyla bildirmiştir. Kur’an, doğruyu ve yanlışı göstermiştir. İman eden kimse, Kur’an’ın emir ve yasaklarını yerine getirmekten sorumludur. İman etmenin mantığı ve gereği, inanılan dinin emirlerini yapmak, yasaklarından kaçmaktır.
Rabbimiz kullarına bazı şeyleri yapmalarını, bazı şeyleri yapmamalarını söylüyor. Bu bir taraftan Allah’a bağlılığı, O’nu sevmeyi, O’na itaatı gösterdiği gibi; diğer taraftan da yararlı şeyleri kazanmayı, zararlı şeylerden kurtulmayı da beraberinde getirir. Allah, insana faydalıyı, güzel şeyleri emretmiş, zararlı olan şeyleri de yasaklamıştır. İslâm’ın bütün emirlerinde insan için hayır/fayda, bütün yasaklarında da şerler/zararlar vardır.
Kişi emirlere uyduğu, yasaklardan kaçındığı müddetçe imanın gereklerini yerine getirmiş, Allah’a hakkıyla itaat etmiş, Allah’ın Rabliğini doğrulamış, kendini kötülüklerden arındırmış ve şeytanın yoluna gitmediğini göstermiş olur. Haramlar, insanları çirkinliklerden ve onları aşağılık şeylerden korumak için konulmuştur. Haramlara uyma şuuru kişiyi koruyan, kişinin nefsini temizleyen, kişiyi olgunlaştıran en güzel yoldur.
Haramın Çeşitleri: Haramlar; ya ‘li-aynihî haram’, ya da ‘li-gayrihî haram’ şeklinde olurlar. “Li-aynihî haram”; kendisinde bulunan bir zarar ve kötülük sebebiyle yasaklanmış şeydir. Ölü hayvanın etini yemek, zinâ etmek, içki içmek, hırsızlık yapmak, yalan söylemek gibi.
“Li-gayrihî haram”; kendisi esasen haram olmadığı halde, başka bir sebep dolayısıyla yasaklanan şeylerdir. Başkasının malını haksız yere yemek, cumâ namazı saatinde cuma kendisine farz olanların çalışması gibi. Ekmek yemek haram değildir, ama başkasının ekmeğini çalarak yemek helâl olmaz. Çalışmak haram olmadığı halde cuma saatinde erkek müslümanların çalışması haram sayılmıştır. Çünkü o saat cuma namazına ayrılmıştır.
Bazı haramlar kesindir (kat’î haram). Bazı hususlar, Kur’an ve hadislerde açık bir sözle haram olduğu belirtilmiştir; bunu herkes anlar. Böyle bir haramı inkâr etmek kişiyi İslâm çizgisinin dışına çıkarır. Bazı haramlar ise kesin değildir (zannî haram). Bazı din âlimleri (müctehidler) ellerindeki kaynaklara (delillere) göre bir şeye haram demiş olabilirler. Ama başkaları aynı kaynağı zayıf gördüğü için ona helâl diyebilir. Bu gibi haram kararlarında müctehid din âlimlerinin görüşlerine
HARAM - HELÂL
- 829 -
başvurmakta yarar vardır. Ancak onların ictihadlarını Kur’an ve hadislerde açık bir şekilde belli olan haram hükümleri gibi saymamak gerekir. Örneğin, bazılarına göre bütün deniz hayvanlarının etleri yenir, bazılarına göre ise balığın dışındakiler yenmez. Böyle bir durumda ictihadın birine mutlak doğru, diğerine İslâm’a aykırı denilemez. Müslümanlar, hangi müctehidin delilini daha kuvvetli bulurlarsa onun ictihadıyla amel edebilirler.
Müslüman, haramlar konusunda titiz olan insandır. O haram olan bir davranışı yapmaz, haram bir şeyi yemez içmez, haram olan bir sözü konuşmaz. Farzlara dikkat eder. Bilir ki farzları terk etmek de haramdır. Haramlar, Allah’ın müslümanlar için çizdiği sınırlardır. Mü’min insan bu sınırları dikkatlice korur. 3734 Allah (c.c.), insanlar için koyduğu sınırları (hudûdu) aşanları sevmemekte, onları Cehennem azabı ile tehdit etmekte, sık sık ‘Allah’ın sınırlarına tecavüz etmeyin’ diye uyarmaktadır. 3735
Helâl; Anlam ve Mâhiyeti
Sözlükte, haram durumu terk etme, haram olan yerden ayrılma, haramlığın giderilmesi gibi anlamlara gelir. Yapılmasında herhangi bir sakınca olmayan, yapıldığı zaman kişiye günah kazandırmayan işler (ameller) için kullanılır.
Yapılması, yenilip içilmesi, söylenilmesi haram olmayan bütün işler ‘helâl’dır. İslâm’a göre yapılmasında sakınca (vebâl) olmayan her şey ‘helâl’ sınırları içerisindedir. Helâl bu açıdan mubahtan daha kapsamlıdır. Hatta birtakım helâl olan şeyleri yapmak kişiye sevap bile kazandırabilir. Mubah ve câiz kelimeleri de ‘helâl’ kelimesi yerine kullanılabilir. Mubah, yapılmasında veya yapılmamasında sevap veya günah olmayan her işe denir. Câiz de aynı anlamda kullanılmaktadır.
Helâl Ölçüsü Koyma Yetkisi: İslâm’a göre bir şeyin ‘helâl’ veya ‘haram’ olmasının hükmü insan aklına veya insanlar tarafından meydana getirilmiş otoritelere bağlı değildir. Hiç kimse kendi kafasından ‘şu helâldır, bu haramdır’ deme hakkına sahip olamaz. Hiç bir beşerî otorite sahibi de kendi anlayışına göre helâl ve haramlar tespit edip insanlara dayatamaz.
Haram kesin bir yasaktır. ‘Helâl’ ise sonuna kadar bir serbestliği ve sakıncasızlığı anlatır. İnsanlar için faydalı ve zararlı nice şeyler vardır. İnsanlar ne tek başlarına, ne de toplu olarak kendi haklarındaki mutlak faydalıyı ve mutlak zararlıyı bilemezler. Zararlı olan şeyleri bilip insanlara yasaklayan, ya da onları belli konularda serbest bırakan; ancak her şeyi insanlardan daha iyi bilen, insanlardan daha yüce olan bir makam olmalıdır.
Bir başkası için yasak hükmü koymak, onlara bazı emirler vermek; ya da bazı konularda onları serbest bırakmak; bir gücü, bir otoriteyi, bir üstünlüğü ifade eder. Yasak koyan veya emir veren, diğerlerine nisbeten daha üstün bir konumdadır. İnsanlar kul olmaları açısından birbirlerine temelden bir üstünlükleri yoktur. Öyleyse onların bir kısmının diğerleri için -İslâm’ın belirlediği şekilde- haram ve helâl koyması doğru değildir. Bu hak, yalnızca insanın asıl sahibi ve onun üzerinde sonsuz, sınırsız ve mutlak otoritesi olan Allah’a aittir. “Dillerinizin yalan yere
3734] 9/Tevbe, 112
3735] 4/Nisâ, 14; 2/Bakara, 229; 58/Mücâdele, 4 vd.; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 252-254
- 830 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nitelendirmesi dolaysıyla; ‘Şu helâldir, bu haramdır’ demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.” 3736
İnsana yakışan, kafasına estiği gibi, işine geldiği gibi ‘helâl’ ve ‘haram’ ölçüsü uydurmak değil; Rabbin ölçülerine teslim olup, ‘helâl’ olan şeylerle yetinmek, haramlardan uzak kalmaktır. Çünkü güzel olan bir hayat, ancak ‘helâl’ olan şeyleri yapmakla sağlanır.
Eşyada Asıl Olan Mubah/Helâl Olmaktır: İslâm’a göre eşyada asıl olan mubah (helâl) olmadır. Bir şeyin yapılması, yenilmesi, kullanılması, söylenmesi açık deliller ile haram kılınmamışsa, o dinen helâldir. Ancak o şey hakkında şer’î bir yasak varsa, ya da zararlı olduğu anlaşılırsa, o zaman helâl olmaktan çıkar.
Haramlar sınırlı sayıdadır; Haram veya günah olan şeyler helâl olanlara göre çok daha azdır. İnsanlara bazı şeylerin helâl bazı şeylerin haram edilmesi, dünya sınavının bir gereğidir. Hayır ve şer ile denenmenin bir sonucudur. 3737 İnsanın önüne çok geniş bir mubah (helâl) alanı açılmaktadır. Bu ‘helâl sahada hayatı en güzel bir biçimde yaşayabilmek için bazı kurallara uymak, yasaklardan kaçınmak gerekir. Haramlar, insan için çizilmiş güvenlik ve tedbir sınırlarıdır. ‘Helâl’ olanlarla yetinilmez de haram olan şeyler yenir, içilir ve yapılırsa; insan hem günah kazanır, hem de en güzel bir şekilde (sulh halinde) Allah tarafından tanzim edilmiş olan hayatı fesâda çevirir, tekâmülün önüne engel koymuş olur.
Tekrar ifade edelim ki insanlara bir şeyi ‘helâl’ veya ‘haram’ yapma yetkisi yalnızca Allah’a aittir. Peygamberler, Allah’ın izniyle ya vahiyle bildirilen haram ve helâli açıklarlar ya da vahyin kapalı bıraktığı şeyleri yine vahyin izniyle insanlara bildirirler. Onların haram kıldıkları da tıpkı Kur’an’ın haramları gibidir. 3738
İslâm fıkhında, Kitap ve Sünnet’te açıkça belli olmayan haramlar ve helâllar hakkında yapılan ictihadlar, haram ve helâli tespit etme, mü’minleri haramlardan koruma gayretidir. Müctehidlerin ictihadları akîde yönünden bağlayıcı değildir, ama Sünnet’te yeterince açık olmayan ve orada yer almayan, ya da daha sonradan ortaya çıkan konuların çözümünde bunlara ihtiyaç vardır.
Ancak böyle bir durum olmadan, Allah’ın ve O’nun peygamberinin koyduğu çok açık haram ve helâl ölçülerini tanımayarak, İslâm’ın haramlarını helâl sayanlar, ya da başka otoritelerin İslâm’a aykırı koydukları haram ve helâl ölçülerini kabul edenler, hevâlarını veya başka şeyleri ilâh haline getirirler. Bu gibiler, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmediklerinden kâfirlerdir, zâlimler ve fâsıklardır. 3739 Kendi hevâlarından şeriat ve din uyduranlardır. 3740
Kur’an şöyle diyor: “De ki: ‘Allah’ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır?…”3741 Yerde ve gökte yaratılanların -haram kılınanlar hâriç- hepsi de insanlar içindir.3742 Allah (c.c.) insanlara bütün temiz şeyleri helâl, pis (rics ve
3736] 16/Nahl, 116
3737] 21/Enbiyâ, 35
3738] Ebû Dâvud, Sünnet, hadis no: 4604, 4/200; İbn Mâce, Mukaddime 2, hadis no: 12, 1/6; Tirmizî, İlim 10, 2663, 5/37; Ahmed bin Hanbel, 6/8
3739] 5/Mâide, 44, 45, 47
3740] 42/Şûrâ, 21
3741] 7/A’râf, 32
3742] 2/Bakara, 29
HARAM - HELÂL
- 831 -
necis) olan şeyleri de haram kılmıştır. 3743
Mü’minler, helâl yoldan kazanırlar, helâl yerlere harcarlar, helâl yiyecekleri yerler, helâl içecekleri içerler, helâl davranışlarda bulunurlar, helâl eğlencelerle yetinirler; kısaca helâl anlayışı üzerine hayatlarını sürdürürler. Helâlden ayrılmayarak Allah’ın rızâsını isterler. 3744
Kur’ân-ı Kerim’de Haram ve Helâl
“O yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı...” 3745
“Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yiyin, şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır. O size ancak kötülüğü, çirkini ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.” 3746
“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin, eğer siz yalnız Allah’a kulluk ediyorsanız O’na şükredin. Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur. Şüphe yok ki Allah çokça bağışlayan, çokça merhamet edendir. Allah’ın indirdiği kitaptan bir şeyi (âhir zaman peygamberinin vasıflarını) gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyâmet günü Allah ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır.” 3747
“Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını, yalan yemin ve şehâdet ile yemeniz için o malları hâkimlere (reislere, yetkili yöneticilere veya mahkeme hâkimlerine el altından) vermeyin.” 3748
“Fâiz yiyen kimseler (kabirlerinden), tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali, ‘alış veriş (ticaret) de fâiz gibidir’ demelerindendir. Oysaki Allah, ticareti helâl, fâizi haram kılmıştır...” 3749
“Ey iman edenler! Aranızda karşılıklı rızâya dayanan ticaret olması hali müstesnâ, mallarınızı bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size merhamet edendir.” 3750
“Leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taş, ağaç vb. ile) vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş (hayvanlar ile) canavarların yediği hayvanlar -ölmeden yetişip kestikleriniz hâriç- , dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar fısktır (yoldan çıkmaktır... Kim gönlünden günaha yönelmiş olmamak üzere, zaruret olarak, açlık halinde dara düşerse (haram etlerden yiyebilir). Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir.” 3751
3743] 5/Mâide, 5
3744] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 262-264
3745] 2/Bakara, 29
3746] 2/Bakara, 168-169
3747] 2/Bakara, 172-174
3748] 2/Bakara, 188
3749] 2/Bakara, 275
3750] 4/Nisâ, 29
3751] 5/Mâide, 3
- 832 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Kendileri için nelerin helâl kılındığını sana soruyorlar. De ki: Bütün iyi ve temiz şeyler size helâl kılınmıştır. Allah’ın size öğrettiğinden öğretip avcı hale getirdiğiniz hayvanların sizin için yakaladıklarından da yiyin ve üzerine Allah’ın adını anın (besmele çekin). Allah’tan korkun. Allah’ın hesabı pek çabuktur.” 3752
“Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilen (yahûdi, hıristiyan vb.nin) yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir...” 3753
“Ey iman edenler! Allah’ın size helâl ettiği temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın, sınırı aşmayın. Doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez. Allah’ın size verdiği rızıktan temiz ve helâl olarak yiyin. İnandığınız Allah’tan korkup sakının.” 3754
“Ey iman edenler! Şarap (alkollü içkiler), kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içkide ve kumarda, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ı zikretmekten/hatırlayıp anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?” 3755
“Hem size, hem de yolculara fayda olmak üzere deniz avı yapmak ve onu yemek size helâl kılındı. İhramlı olduğunuz müddetçe kara avı size haram kılındı. Huzuruna toplanacağınız Allah’tan korkun.” 3756
“Allah’ın âyetlerine iman ediyorsanız, yalnızca Allah’ın adı anılarak kesilen şeylerden (hayvanlardan) yiyin.” 3757
“Üzerine Allah’ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin; bunu yapmak fısktır, Allah’ın yolundan çıkmaktır...” 3758
“Bilgisizlikleri yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah’ın kendilerine verdiği rızkı, Allah’a iftira ederek haram kılanlar, muhakkak ki ziyana uğramışlardır. Onlar, gerçekten sapmışlardır ve doğru yolu bulacak değillerdir.” 3759
“Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde zînetli elbiselerinizi giyin; yiyin, için, fakat israf etmeyin; Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” 3760
“De ki: Allah’ın, kulları için çıkardığı (yarattığı) zîneti/süsü ve güzel rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında (kâfirlerle birlikte) mü’minlerindir. Kıyâmet gününde ise yalnız mü’minlerindir. İşte, bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.” 3761
“...O Peygamber, onlara ma’rûfu emreder, münkerden nehy eder, onlara temiz (ve güzel) şeyleri helâl, pis (ve zararlı) şeyleri haram kılar...” 3762
“Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve Rasûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini (kendine) din edinmeyen
3752] 5/Mâide, 4
3753] 5/Mâide, 5; ayrıca bk. 7/A’râf, 157
3754] 5/Mâide, 87-88
3755] 5/Mâide, 90-91
3756] 5/Mâide, 96
3757] 6/En'âm, 118
3758] 6/En'âm, 121
3759] 6/En'âm, 140
3760] 7/A’râf, 31
3761] 7/A’râf, 32
3762] 7/A'râf, 157
HARAM - HELÂL
- 833 -
kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.” 3763
“Allah, içinden taze et (balık) yemeniz ve takacağınız bir süs (eşyası) çıkarmanız için, denizi emrinize verendir... (Bütün bunlar) O’nun lutfunu aramanız ve nimetine şükretmeniz içindir. “ 3764
“Allah, güven (ve) huzur içinde olan bir şehri misal verir ki, o şehrin (halkının) rızkı her taraftan bol bol gelirdi. Fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler de yapmakta oldukları şeylerden dolayı Allah, onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı. Andolsun ki, onlara kendilerinden peygamber geldi de onu yalanladılar. Onlar (kendilerine) zulmederlerken azap onları hemen yakalayıverdi.” 3765
“Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden helâl ve temiz olarak yiyin. Eğer (gerçekten yalnız) Allah’a ibâdet ediyorsanız, O’nun nimetlerine şükredin.” 3766
“Dillerinizin yalan yere nitelemesinden ötürü, ‘Şu helâldir, bu haramdır’ demeyin. Sonra Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise iflâh olmazlar.” 3767
“Elini bağlı olarak boynuna asma (cimri olma). Onu büsbütün de açıp savurma (israf etme). Sonra kınanmış bir halde oturup kalırsın.” 3768
“Size verdiğimiz rızkın temizlerinden yiyin. Ama bu hususta taşkınlık etmeyin; sonra gazabım üzerinize iner. Kimin üstüne gazabım inerse artık o, (ateşe) düşmüştür.” 3769
“Kâfirler (dünyadan) faydalanırlar, hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri ateştir.” 3770
“O size yeri boyun eğer yaptı. Haydi, onun omuzlarında yürüyün ve Allah’ın rızkından yiyin.” 3771
Hadis-i Şeriflerde Haram ve Helâl
“Helâl, Allah’ın, Kitabında (açık veya kapalı olarak) helâllığını bildirdiği; haram da, Allah’ın, Kitabında (açık veya kapalı olarak) haramlığını bildirdiği şeydir. Kitab’ın söz etmediği (yani helâl veya haram olduğunu belirtmediği ) şey de, Allah’ın affettiği (yani mubah kıldığı) şeylerdendir.” 3772
“Siz, sizi bırakıp teklif etmediğim hususlarda beni, kendi halime bırakın. Sizden evvelki ümmetler, ancak çok soru sormaları ve peygamberlerine karşı ihtilâfları sebebiyle helâk olmuşlardır. Ben, sizleri bir şeyden nehyettiğim zaman, ondan sakının. Size bir şeyi emrettiğim zaman da emrimi tutun. Gücünüzün yettiği kadar onu yerine getirin.” 3773
Abdullah bin Mes’ud şöyle dedi: “Dostlar! Bilen, bildiğini söylesin. Bilmeyen
3763] 9/Tevbe, 29
3764] 16/Nahl, 14
3765] 16/Nahl, 112-113
3766] 16/Nahl, 114
3767] 16/Nahl, 116
3768] 17/İsrâ, 29
3769] 20/Tâhâ, 81
3770] 47/Muhammed, 12
3771] 67/Mülk, 15
3772] İbn Mâce, Et’ıme 60, hadis no: 3367; Tirmizî, Libâs 6, hadis no: 1780
3773] Buhârî, İ’tisâm, 19; Müslim, Fedâil 130; İbn Mâce, Mukaddime 2; Tirmizî, İlim, 17, hadis no: 2819; Nesâî, Menâsik 1, hadis no: 2609-2610
- 834 -
KUR’AN KAVRAMLARI
de ‘Allah bilir’ desin. Zira insanın bilmediği konuda ‘Allah bilir’ demesi de bir ilimdir. Allah Teâlâ, Peygamber’ine şöyle buyurmuştur: “De ki: Kur’an’ı tebliğden ötürü sizden bir ücret istemiyorum. Ben, kendiliğinden bir şeyler uydurup size dayatmak isteyen biri de değilim.” 3774
“Rabbim buyuruyor ki: ‘Ben bütün insanları hanîf (tevhid dini, sâlim fıtrat) üzere dünyaya gönderdim. Sonra şeytanlar onları dinden saptırdılar. Benim helâl ettiklerimi onlara haram ettiler, insanlara Bana şirk/ortak koşmalarını söylediler. Oysa o ortaklar hakkında hiçbir delil indirmemiştim.” 3775
“Allah Teâlâ da kıskanır. O’nun kıskanması, kulun İlâhî yasakları çiğnemesi sebebiyledir.” 3776
“İlk peygamberlerden itibaren halkın hatırında kalan bir söz vardır: ‘Utanmadıktan sonra dilediğini yap!” 3777
“Öyle bir devir gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helâlden mi, haramdan mı olduğuna hiç aldırmayacak.” 3778 Rezîn rivâyetinde şu ziyâde vardır: “... Böyle kimselerin hiçbir duâsı kabul edilmez.”
“Muhakkak helâl belli, haram da bellidir. Lâkin aralarında helâle de harama da benzer şüpheli şeyler vardır ki, onları insanların çoğu bilmez. Şüpheli şeylerden kaçınan bir kimse; dinini, ırzını/insanî kıymetini korumuş olur. Şüpheli şeylere dalan bir kimse, harama düşme tehlikesindedir. O, tıpkı sınır kenarında hayvan otlatan ve nerede ise yasak yerde otlatacak bir çoban gibidir. Bilin ki, her hükümdarın hudûdu vardır; Allah’ın sınırları ise haramlardır. Haberiniz olsun, bedende bir küçük et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün vücut iyi olur, bozuk olursa bütün beden bozulur. İşte o (et parçası), kalptir.” 3779
“Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyeni yap! Doğruluk gönül rahatlığı, yalan ise kuşkudur.” 3780
“İyilik, ahlâkın güzelliğidir. Günah ise, kalbinde rahatsızlık uyandıran ve başkalarının muttalî olmasından hoşlanmadığın şeydir.” 3781
“İyilik, ruhunun yatıştığı (mutmain olduğu) şeydir. Kötülük ise, insanlar sana fetvâ verseler de, içini tırmalayan ve göğsünde tereddüt duyduğun şeydir.” 3782
“Kul, mahzurlu olan şeye düşmekten çekinerek mahzurlu (sakıncalı) olmayan şeyi bırakmadıkça takvâlı kişilerden olma derecesine ulaşamaz.” 3783
“Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, dinde aşırı gittiklerinden ötürü
3774] Buhârî, Tefsîru Sûre (30, 38), 3; Müslim, Münâfıkîn 39, 40
3775] Müslim, Cennet 63; Ahmed bin Hanbel, 4/162
3776] Buhârî, Nikâh 107; Müslim, Tevbe 36; Tirmizî, Radâ' 4
3777] Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78; Ebû Dâvud, Edeb 6; İbn Mâce, Zühd 17
3778] Buhârî, Büyû' 7, 23; Nesâî, Büyû' 2
3779] Buhârî, İman 45, Büyû’ 5; Müslim, Müsâkat 107-108; İbn Mâce, Fiten 14, hadis no: 3984; Nesâi, Büyû’ 2, hadis no: 4431; Tirmizî, Büyû’ 1, hadis no: 1219; Ebû Dâvud, Büyû’ 1, hadis no: 3329-3330; İbn Mâce, Fiten 3984
3780] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 22, hadis no: 2637; Nesâî, Eşribe 50, hadis no: 5677; Dârimî, Büyû’ 2, hadis no: 2535
3781] Müslim, Birr 14-15; Tirmizî, Zühd 40, hadis no: 2497; Dârimî, Rikak 73, hadis no: 2792
3782] Ahmed bin Hanbel, 4/227; Dârimî, Büyû’, 2, hadis no: 2536
3783] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 14, hadis no: 2568; İbn Mâce, Zühd 24, hadis no: 4215
HARAM - HELÂL
- 835 -
helâk oldular.” 3784
“Sözde ve işte ince eleyip sık dokuyan, haddi aşan kimseler helâk oldular.” (Rasûlullah bu sözü üç defa tekrarladı. 3785
Abdullah bin Ömer (r. anhümâ) şöyle dedi: “Biz tekellüften (gereksiz zorluklardan, külfetten) nehy olunduk.” 3786
“Ey insanlar, şüphesiz ki Allah, Tayyib’dir. Tayyibden (temiz, hoş ve helâl olandan) başka bir şey kabul etmez. Allah, mü’minlere de, Rasullere emrettiği şeyi emreder: ‘Ey Rasuller, helâl olan şeylerden yiyin ve sâlih amellerde bulunun. Çünkü Ben, sizin yaptıklarınızı bilirim.’ 3787 ve ‘Ey iman edenler, size verdiğimiz rızıkların tayyiblerinden (helâl ve hoş/temiz olanlarından) yiyin.’ 3788 buyurmuştur.” dedi. Sonra devam etti: “Bir kimse (Hak yolunda) uzun sefere çıkar, saçları dağılmış, toza-toprağa bulanmış bir halde ellerini semâya kaldırarak: ‘Yâ Rabbi, Yâ Rabbi’ diye duâ eder. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, kendisi haramla beslenmiş olursa, böyle birinin duâsı nasıl kabul edilir?” 3789
“Yedi helâk ediciden kaçının!” Sahâbîler: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bunlar nelerdir?’ diye sordular. Hz. Peygamber: “Allah’a şirk/ortak koşmak, sihir (büyü) yapmak, Allah’ın haram kıldığı bir canı haksız yere öldürmek, fâiz yemek, yetim malı yemek, savaş meydanından kaçmak, evli, nâmuslu ve hiçbir şeyden haberi olmayan kadınlara zinâ isnad etmektir.” 3790
“Büyük günahlar şunlardır: Allah’a şirk/ortak koşmak, ana babaya itaatsizlik etmek, haksız yere bir kimseyi öldürmek ve yalan yere yemin etmek.” 3791
“Münâfığa ‘efendi’ (efendim, sayın, beyefendi vb.) demeyin. Eğer onu efendi sayacak olursanız, Aziz ve Celil olan Rabbinizin kızgınlığını çekmiş olursunuz.” 3792
“Rüzgâr, Allah’ın kullarına bir nimetidir. Bazen rahmet, bazen de azap getirir. Rüzgârı gördüğünüz zaman ona sövmeyin. Onun hayrını isteyin; şerrinden de Allah’a sığının.” 3793
“Bir adam din kardeşine ‘ey kâfir!’ derse, bu söz ikisinden birine döner. Eğer böyle denilen kişi söylenildiği gibi ise söz doğrudur; yerini bulmuş olur. Aksi takdirde bu söz söyleyene geri döner.” 3794
“Mü’min; insanları kötüleyen, lânetleyen, kötü söz ve çirkin davranış sergileyen kimse değildir.” 3795
3784] Dârimî, Siyer 45; Ahmed bin Hanbel, 4/127, 5/318, 330
3785] Müslim, İlim 7; Ebû Dâvud, Sünnet 5
3786] Buhârî, İ’tisâm 3
3787] 23/Mü’minûn, 51
3788] 2/Bakara, 172
3789] Müslim, Zekât 65; Tirmizî, Tefsîrul’l-Kur’an 3, hadis no: 3173; Dârimî, Rikak 9, hadis no: 2720
3790] Buhârî, Vesâyâ 23, Tıb 38, Hudûd 44; Müslim, İman 145; Ebû Dâvud, Vesâyâ 10; Nesâî, Vesâyâ 12
3791] Buhârî, Eymân 16, Diyât 2, İstitâbetü'l-Mürteddîn 1; Tirmizî, Tefsîru Sûre (4) 6; Nesâî, Tahrîm 3, Kasâme 48
3792] Ebû Dâvud, Edeb 83; Ahmed bin Hanbel, V/346
3793] Ebû Dâvud, Edeb 104
3794] Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111; Tirmizî, İman 16
3795] Tirmizî, Birr 48; Ahmed bin Hanbel, I/405, 416
- 836 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Sizden biriniz ‘nefsim pis ve murdar oldu’ demesin; fakat ‘nefsim yaramazlaştı’ desin.” 3796
Ebû Berze’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.s.), yatsı namazından önce uyumayı, yatsı namazından sonra da konuşmayı hoş karşılamazdı. 3797
“Bir erkek hanımını yatağına çağırır, o da gelmez ve kocası kendisine kızgın vaziyette gecelerse, melekler o kadına sabaha kadar lânet eder.” 3798
“Gözler de zinâ eder; onların zinâsı bakıştır.” 3799
Peygamberimiz, Hz. Ali’ye şöyle demiştir: “Ali! Arka arkaya bakma; birinci bakış hakkındır, ama ikinci bakışa hakkın yoktur.” 3800
Cerîr (r.a.) şöyle dedi: Rasûlullah’a (s.a.s.) ansızın görmenin hükmünü sordum. “Hemen gözünü başka tarafa çevir!” buyurdu. 3801
“Erkek, erkeğin avret yerine, kadın da kadının avret yerine bakamaz. Bir erkek başka bir erkekle; bir kadın da başka bir kadınla bir örtü altında yatamaz.” 3802
“Hiçbiriniz, yanında mahremi bulunmayan bir kadınla başbaşa kalmasın.” 3803
“(Yanında mahremi bulunmayan) Kadınların yanına girmekten sakının!” Bunun üzerine ensârdan birisi: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Kocanın erkek akrabası hakkında ne dersiniz?’ diye sordu. Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Onlarla halvet, ölüm demektir.” 3804
Câbir (r.a.) şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.s.) kabrin kireçlenmesini, üzerine oturulmasını ve kabir üzerine binâ yapılmasını yasakladı.” 3805
Nebî (s.a.s.), bir adamın bir kişiyi övdüğünü ve övmede çok ileri gittiğini işitti. Bunun üzerine: “Adamı mahvettiniz (veya adamın bel kemiğini kırdınız)” buyurdu. 3806
“Bir yerde bulaşıcı hastalık ortaya çıktığını duyduğunuz zaman oraya girmeyin. Bulunduğunuz yerde bulaşıcı bir hastalık ortaya çıkarsa, oradan da çıkmayın.” 3807
Huzeyfe (r.a.) şöyle dedi: Şüphesiz Nebî (s.a.s.) bize ipek ve atlastan yapılmış elbise giymeyi, altın ve gümüş kaplardan içmeyi yasakladı ve: “Bunlar dünyada kâfirlerin, âhirette ise sizlerindir.” buyurdu. 3808
“Allah bir şeyi haram kılınca, onun bedelini de haram kılar.” 3809
3796] Buhârî, Edeb 100; Müslim, Elfâz 17; Ebû Dâvud, Edeb 76
3797] Buhârî, Mevâkît 23; Müslim, Mesâcid 236; Tirmizî, Mevâkît 11; Nesâî, Mevâkît 20; İbn Mâce, Salât 12
3798] Buhârî, Bed'ü'l-Halk 7, Nikâh 85; Müslim, Nikâh 122; Ebû Dâvud Nikâh 40
3799] Buhârî, İsti’zân 12; Müslim, Kader 20
3800] Tirmizî, Edeb 28; Müslim, Edeb 45; Ebû Dâvud, Nikâh 43
3801] Müslim, Âdâb 4; Ebû Dâvud, Nikâh 43; Tirmizî, Edeb 28
3802] Müslim, Hayz 74; Tirmizî, Edeb 38; İbn Mâce, Tahâret 137
3803] Buhârî, Nikâh 11, Cihâd 140; Müslim, Hac 424; Tirmizî, Radâ’ 1; Fiten 7
3804] Buhârî, Nikâh 111; Müslim, Selâm 20; Tirmizî, Radâ’ 16
3805] Müslim, Cenâiz 94; Tirmizî, Cenâiz 58; Nesâî, Cenâiz 96, 98; İbn Mâce, Cenâiz 43
3806] Buhârî, Şehâdât 17, Edeb 54; Müslim, Zühd 67
3807] Buhârî, Tıb 30; Müslim, Selâm 100
3808] Buhârî, Eşribe 28, Libâs 27; Müslim, Libâs 3, 4; Ebû Dâvud, Eşribe 17; Tirmizî, Eşribe 10; İbn Mâce, Eşribe 17
3809] Ebû Dâvud, Büyû' 38, 63, 64
HARAM - HELÂL
- 837 -
“Bilmiş ol ki, haramdan gıdasını alıp büyüyen bir ete ancak ateş evlâdır.” 3810
“Muhakkak insanlara öyle bir zaman gelecek ki, o vakit kişi eline geçirdiği malı helâldan mı, yoksa haramdan mı kazandığını düşünmeyecektir.” 3811
“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden önce o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsı, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa, kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” 3812
“Her müslümanın öteki müslümana kanı, ırzı (nâmusu) ve malı haramdır.” 3813
“Âdemoğluna zinadan nasibi takdir olunmuştur. O buna mutlaka erişir. Gözlerin zinâsı bakmak, kulakların zinâsı dinlemek, dilin zinâsı konuşmak, elin zinâsı tutmak, ayakların zinâsı yürümektir. Kalbe gelince o, arzu eder, ister. Üreme organı ise, bunu ya gerçekleştirir, ya da boşa çıkarır.” 3814
“Yollarda oturmaktan kaçının!” Sahâbiler: ‘Biz buna mecbûruz. Meselelerimizi orada konuşuyoruz’ dediler. Bunun üzerine Rasûlullah: “Oturmaktan vazgeçemeyecekseniz o halde yolun hakkını verin!” buyurdu. ‘Yolun hakkı nedir ey Allah’ın Rasûlü?’ dediler. Şöyle cevapladı: “Harama bakmamak, gelip geçenleri incitmemek, selâm almak, mârufu emredip münkerden nehy etmektir.” 3815
İbn Abbas (r.a.) şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.s.), kadınlaşan erkeklere ve erkekleşen kadınlara lânet etti. Buhârî’nin bir başka rivâyetinde de3816 “Rasûlullah (s.a.s.), kadınlara benzemeye çalışan erkeklere ve erkeklere benzemeye çalışan kadınlara lânet etti.” denilmektedir. 3817
Rasûlullah (s.a.s.) kadın gibi giyinen erkeğe, erkek gibi giyinen kadına lânet etti.” 3818
“Cehennemliklerden kendilerini dünyada henüz görmediğim iki grup vardır: Biri, sığır kuyrukları gibi kırbaçlarla (coplarla) insanları döven bir topluluk. Diğeri, giyinmiş oldukları halde çıplak görünen ve öteki kadınları kendileri gibi giyinmeye zorlayan ve başları deve hörgücüne benzeyen kadınlardır. İşte bu kadınlar cennete giremedikleri gibi, şu kadar uzak mesâfeden hissedilen kokusunu bile alamazlar.” 3819
Abdullah İbn Ömer (r.a.) şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.s.), başın bir kısmını tıraş edip bir kısmının (perçem olarak) bırakılmasını (Amerikan tıraşı, alaburs) yasakladı.” 3820
3810] Tirmizî, Salât 429, hadis no: 609; Dârimî, Rikak 60, hadis no: 2779
3811] Buhârî, Büyû’ 35; Nesâî, Büyû’ 2, hadis no: 4432; Darîmî, Büyû’ 5, hadis no: 2539
3812] Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48
3813] Müslim, Birr 32; Tirmizî, Birr 18
3814] Buhârî, İsti'zân 12, Kader 9; Müslim, Kader 20-21; Ebû Dâvud, Nikâh 43
3815] Buhârî, Mezâlim 22, İsti'zân 2; Müslim, Libâs 114; Ebû Dâvud, Edeb 12; Tirmizî, İsti'zân 30
3816] Libâs, 61
3817] Buhârî, Libâs 62; Ebû Dâvud, Libâs 28; Tirmizî, Edeb 24; İbn Mâce, Nikâh 22
3818] Ebû Dâvud, Libâs 28; Ahmed bin Hanbel, II/325
3819] Müslim, Cennet 52
3820] Buhârî, Libâs 72; Müslim, Libâs 72, 113; Ebû Dâvud, Teraccül 14; Nesâî, Ziynet 5, 58; İbn Mâce, Libâs 38
- 838 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Rasûlullah (s.a.s.) bir gün saçının bir kısmı tıraş edilmiş bir kısmı bırakılmış bir çocuk gördü, âile fertlerini böyle yapmaktan men edip şöyle buyurdu: “Ya hep tıraş edin ya hep bırakın!” 3821
Esmâ’dan (r.a.) rivâyet edildiğine göre bir hanım Rasûlullah’a (s.a.s.): ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Yakalandığı bir hastalık sebebiyle kızımın saçları döküldü. Ben onu evlendirmiştim de. Ona saç (peruk) taktırayım mı?’ diye sordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Saç takana da taktırana da Allah lânet etmiştir.” buyurdu.’ 3822
Abdullah bin Ömer’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.s.), saçlarına saç ekleten ve ekleyen, döğme yapan ve yaptıran kadınlara lânet etmiştir. 3823
“Beyaz saçları yolmayın. Zira o beyaz saç, kıyâmet günü müslümanın nûrudur.” 3824
“Ölenin arkasından yüzünü gözünü tırmalayan, yakasını paçasını yırtan, câhiliyye insanı gibi bağıra çağıra ağıt yakıp kendisine bedduâ eden bizden ve bizim yolumuzu izleyenlerden değildir.” 3825
“Kim çalıntı veya yitik bir malın yerini haber veren kimseye (arrâfa) gidip ondan bir şey sorar, söylediğini de tasdik ederse, o kişinin kırk gün hiçbir namazı kabul olunmaz.” 3826
“Kuşları ürkütüp isimlerinden, seslerinden ve hareketlerinden mânâlar çıkarmak, uğursuzluğa inanmak, kum üzerine çizgiler çizerek geleceğe yönelik hükümler çıkarmak bir çeşit sihir ve kehânettir.” 3827
“Kıyâmet günü azâbı en şiddetli olanlar, sûret (put amaçlı heykel ve resim) yapanlardır.” 3828
“İçinde köpek ve sûret (put amaçlı heykel ve resim) bulunan eve melekler girmez.” 3829
Ebu’l-Heyyâc Hayyân İbn Husayn şöyle dedi: Ali İbn Ebû Tâlib (r.a.) bana: “Seni, Rasûlullah’ın (s.a.s.) beni görevlendirdiği bir işi yapmakla görevlendireyim mi? Nerede canlı sûreti bulursan onu tanınmaz hale getir, rastladığın yüksek kabirleri de yerle bir et!” dedi. 3830
Abdullah İbn Ömer (r.a.), “hayır, Kâbe hakkı için” diye yemin eden bir adamı işitmişti. Bunun üzerine o, adama şöyle dedi: “Allah’tan başkasının adına yemin etme. Çünkü ben Rasûlullah’tan (s.a.s.) şöyle buyururken işittim: “Allah’tan başkası adına yemin eden kimse küfre veya şirke düşmüş olur.” 3831
“Yalan yere yemin ederek bir müslümanın hakkını gasbeden kimseye Allah cehennemi vâcip, cenneti de haram kılar.” Bunun üzerine bir kişi: ‘Eğer o hak, önemsiz bir
3821] Ebû Dâvud, Teraccül 14
3822] Buhârî, Libâs 85; Müslim, Libâs 115; İbn Mâce, Nikâh 52
3823] Buhârî, Tefsîru Sûre (59) 4, Libâs 83, 85, 87; Müslim, Libâs 115, 117, 119; Ebû Dâvud, Teraccül 5; Tirmizî, Libâs 25, Edeb 33; Nesâî, Ziynet 22-24; İbn Mâce, Nikâh 52
3824] Ebû Dâvud, Teraccül 17; Tirmizî, Edeb 56; Nesâî, Ziynet 13; İbn Mâce, Edeb 25
3825] Buhârî, Cenâiz 36, 38, 39, Menâkıb 8; Müslim, İman 165; Tirmizî, Cenâiz 22, 25; Nesâî, Cenâiz 17; İbn Mâce, Cenâiz 52
3826] Müslim, Selâm 125; Ahmed bin Hanbel, II/429; IV/68, V/380
3827] Ebû Dâvud, Tıb 23; Ahmed bin Hanbel, III/477, V/60
3828] Buhârî, Libâs 89, 91, 92, 95; Müslim, Libâs 96, 97, 98; Nesâî, Ziynet 113
3829] Buhârî, Libâs 88, Bed'ü'l-Halk 7; Müslim, Libâs 83, 87
3830] Müslim, Cenâiz 93; Ebû Dâvud, Cenâiz 68; Tirmizî, Cenâiz 56; Nesâî, Cenâiz 99
3831] Tirmizî, Nüzûr 8
HARAM - HELÂL
- 839 -
şey ise yine böyle midir, yâ Rasûlallah?’ diye sordu. Peygamberimiz şöyle cevap verdi: “Misvak ağacından bir dal parçası olsa bile böyledir.” 3832
“Kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa, yanında mahremi olmayan bir kadınla yalnız kalmasın; çünkü -bu takdirde- üçüncüleri şeytandır.” 3833
“Yanında mahremi olmayan kadınla kimse başbaşa kalmasın!” 3834
“Kim görmediği bir rüyâyı ‘gördüm’ deyip anlatırsa, âhirette yerine getirmesi mümkün olmayan bir işe, iki arpa tanesini birbirine düğümleme cezasına çarptırılır. Kim, bir topluluğun duyulmasını istemediği bir sözü öğrenmeye çalışır (kulak hırsızlığı yapar)sa, kıyâmet günü kulaklarına eritilmiş kurşun dökülür. Kim de herhangi bir canlının resim ve heykelini yaparsa, o da kıyâmette, yapamayacağı halde, ‘haydi buna can ver!’ diye zorlanarak azâb edilir.” 3835
“Birbirinize kin tutmayın, haset etmeyin, sırt çevirmeyin ve ilginizi kesmeyin. Ey Allah’ın kulları, kardeş olun! Bir müslümanın, din kardeşini üç günden fazla terk etmesi helâl değildir.” 3836
“Zandan sakının. Çünkü zan (yersiz itham), sözlerin en yalan olanıdır. Başkalarının (aralarında özel) konuştuklarını dinlemeyin, ayıplarını araştırmayın, birbirinize karşı övünüp böbürlenmeyin, birbirinizi kıskanmayın, kin tutmayın, yüz çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları! Allah’ın emrettiği gibi kardeş olun...” 3837
“Müslüman kardeşini hor görmesi kişiye kötülük olarak yeter.” 3838
“Bize silâh çeken bizden değildir. Bize hile yapıp bizi aldatan da bizden değildir.” 3839
“Üç sınıf insan vardır ki kıyâmet günü Allah, onlarla konuşmaz, yüzlerine bakmaz, onları temize çıkarmaz. Hem de onlar için can yakıcı bir azap vardır.” (Râvi Ebû Zer dedi ki;) Rasûlullah bu cümleyi üç kere tekrarladı. Ebû Zer: ‘Bu kimseler tam bir mahrûmiyete ve hüsrâna uğramışlar. Bunlar kimlerdir, ey Allah’ın Rasûlü?’ diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.) de şu cevabı verdi: “Elbisesini kibirle yerlerde sürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve yalan yere yemin ederek ticaret malını iyi bir fiyatla satmaya çalışandır.” 3840
“Bir müslümanın, din kardeşini üç gün üç geceden fazla terk edip küs durması helâl değildir; İki müslüman karşılaşırlar, biri bir tarafa öteki öbür tarafa döner. Hâlbuki o ikisinin en iyisi önce selâm verendir.” 3841
“Müslümanın din kardeşine üç günden fazla küs durması helâl olmaz. Kim müslüman
3832] Müslim, İman 218; Nesâî, Âdâbu'l-Kudât 30; İbn Mâce, Ahkâm 9
3833] Ahmed bin Hanbel, I/222, III/339
3834] Buhârî, Nikâh 111-112; Müslim, Hacc 424
3835] Buhârî, Ta’bîr 45; Ebû Dâvud, Edeb 88; Tirmizî, Rüyâ 8; İbn Mâce, Rüyâ 8
3836] Buhârî, Edeb 57, 58, 62; Müslim, Birr 23, 24, 28, 30-32; Ebû Dâvud, Edeb 47; Tirmizî, Birr 24; İbn Mâce, Duâ 5
3837] Müslim, Birr 30
3838] Müslim, Birr 32; Ebû Dâvud, Edeb 35; Tirmizî, Birr 18; İbn Mâce, Zühd 23
3839] Müslim, İman 164, Fiten 16; Ebû Dâvud, Büyû' 50; Tirmizî, Büyû' 72; İbn Mâce, Ticâret 36
3840] Müslim, İman 171; Ebû Dâvud, Libâs 25; Tirmizî, Büyû' 5; Nesâî, Zekât 69, Büyû' 5, Ziynet 103; İbn Mâce, Ticaret 30
3841] Buhârî, Edeb 62, İsti'zân 9; Müslim, Birr 23, 25, 26; Ebû Dâvud, Edeb 47; Tirmizî, Birr 21, 24; İbn Mâce, Mukaddime 7
- 840 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kardeşini üç günden fazla terk eder ve o hal üzere ölürse cehenneme girer.” 3842
“Bir kadın, ölünceye kadar hapsettiği bir kedi yüzünden azâb edildi ve bu sebeple cehenneme girdi. Hayvanı hapsettiğinde ona bir şey yedirmemiş, içirmemiş, yerdeki haşereleri yemesine bile izin ve imkân vermemişti.” 3843
“İnsanlara haksız yere dünyada azâb edenlere Allah, mutlaka azâb eder.” 3844
“Ateşle (hayvanları) azâb etmek, ateşin yaratıcısından başka hiç kimse için uygun ve meşrû değildir.” 3845
Rasûlullah (s.a.s.) yüze vurmayı ve yüzü damgalamayı yasakladı.” 3846
Yeme İçmeyle ilgili Haramlar Konusunda Bazı Hadis-i Şerifler:
“Her kim helâl lokma yer, Sünnet (Şeriat) gereğince amel eder ve insanlar da onun kötülüklerinden emin olurlarsa, mutlaka cennete girer.” Bunun üzerine bir adam: “Yâ Rasûlallah, bugün halk arasında bu (vasıfta kişiler) pek çoktur’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu: “Benden sonraki asırlarda da bulunacaktır.” 3847
“Kim, helâl kazancından bir hurma değerinde bir sadaka verirse -ki Allah helâl maldan verilen sadakadan başka hiçbir sadakayı kabul etmez- işte Allah, bu helâl sadakayı sağ eli ile kabul eder. Sonra o tek hurma değerindeki sadakayı dağ gibi oluncaya kadar, sizin birinizin sütten ayrılmış tayını büyütüşü gibi, sadaka sahibi için dikkatle büyütür.” 3848
“Hiçbir kimse el emeğinden daha hayırlı yiyecek yememiştir ve Allah’ın peygamberi Dâvud da el emeğini yerdi.” 3849
“Allah, haramdan verilen hiçbir sadakayı ve abdestsiz (su veya toprakla temizlenmeden) de hiçbir namazı kabul etmez.” 3850
“Âdemoğlu, midesinden/karnından daha şerli/fena bir kap doldurmamıştır. Belini doğrultacak birkaç lokmacık ona yeter. Yok, birkaç lokma ile yetinmeyecekse (nefsinin galebesiyle) ille de midesini dolduracaksa hiç olmazsa onu üçe ayırsın: (karnının) üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğine/suya, üçte birini de nefesine (ayırsın, üçte birden fazlasına yemek koymasın).” 3851
“Mal, yeşil (taze) ve tatlıdır. El açıklığıyla (cömertlik ve ikramla) onu ele geçirenin malına bereket verilir. İnsanlara zulmetmek için kazananın malı ise bereketlenmez. Onun durumu, yiyip doymayan kimse gibidir. Üstteki el, alttaki elden hayırlıdır.” 3852
“Benden sonra, ümmetim için üç hususta korkuyorum. Bunlar, sapık arzular, bilgiden
3842] Ebû Dâvud, Edeb 47
3843] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Selâm 151, 152, Birr 133, 134
3844] Müslim, Birr 117-119; Ebû Dâvud, İmâre 32
3845] Ebû Dâvud, Cihad 112, Âdâb 164
3846] Müslim, Libâs 106
3847] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 22, hadis no: 2640
3848] Buhârî, Zekât 14, Tevhid, 57; Müslim, Zekât 63; Tirmizî, Zekât, 28, hadis no: 656; Nesâî, Zekât 48, hadis no: 2515; İbn Mâce, Zekât 28, hadis no: 1842
3849] Buhârî, Büyû' 15
3850] Ebû Dâvud, Tahâre 31, hadis no: 59; Nesâî, Zekât 104, hadis no: 139; İbn Mâce, Tahâre 2, hadis no: 271-274; Dârimî, Tahâre 21, hadis no: 692
3851] Tirmizî, Zühd 47 -2381-; İbn Mâce, Et’ıme 50 -3349-
3852] Buhâri; Askalani, S. Buhâri Şerhi, c. 3, s. 335
HARAM - HELÂL
- 841 -
sonra gaflet, çok yemek ve şehvetlere tutulmaktır.” 3853
“Yiyin, için, sadaka verin ve giyinin. Ancak kibirlenmeyin ve israf etmeyin. Şüphesiz Allah (c.c.) nimetinin eserini (görüntüsünü) kulunun üzerinde görmek ister.” 3854
“Gerçekten Allah, çalışıp kazanan mü’min kulunu sever.” 3855
“İnsanların yediği şeylerin en temizi (helâli), kendi kazancından olanıdır ve kişinin çocuğu onun kazancındandır.” 3856
“Ehlî eşekler, onların atları, katırları, vahşi hayvanlardan her bir kesici dişi (köpek dişi) olan, kuşlardan da pençeleri olanlar haramdır.” 3857
“Allah Teâlâ hastalığı da ilacı da indirmiştir. Ve her hastalığa bir ilaç var etmiştir. Öyleyse tedâvi olun. Ancak haram olan şeyle tedâvi olmayın.” 3858
“Allah sizin için haram kıldıklarında şifâ yaratmamıştır.” 3859
“Alkollü içkiler devâ değil; derttir.” 3860
“Allah, alkollü içkileri içen kişiye Cehennem’de azab göreceklerin irinlerini içirmeye and içmiştir.” 3861
“...İçki içme. Çünkü içki, bütün şerlerin/kötülüklerin anahtarıdır.” 3862
“Her sarhoşluk veren şey hamrdır ve her hamr haramdır” 3863
“Çoğu sarhoş eden şeyin bir avucu da haramdır.” 3864
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse, üzerinde içki içilen sofraya/masaya asla oturmasın!” 3865
“Allah şaraba (alkollü içkilere), yapanına, yaptıranına, taşıyanına, taşıtanına, alım satımında bulunanına, parasını yiyenine, kendisi için satın alınanına, garsonuna ve içenine lânet etti.” 3866
“İçki içilmesini yasaklayan Allah Zülcelâl, içkinin alım ve satımını da haram kılmıştır.” 3867
3853] Câmiu’s Sağîr, 1/13
3854] Buhârî, Libas 1, 7/182; İbn Mâce, Libas 23, Hadis no: 3605, 2/1192; Nesâi, Zekât 66; K. Sitte, 16/361
3855] İbn Kesir, c. 4, s. 397
3856] Ebû Dâvud, Büyû’ 77, hadis no: 3528; İbn Mâce, Ticâre 1, hadis no: 2137-2138; Nesâî, Büyû’ 1, hadis no: 4427-4430; Tirmizî Ahkâm 22, hadis no: 1372; Dârimî, Büyû’ 6, hadis no: 2540
3857] Ebû Dâvud, Et'ıme 26, hadis no: 3790, 33, hadis no: 3806; Nesâî, Sayd 30, 31; Buhârî, Zebâih 29; Müslim, Sayd 12-16; Tirmizî; Et'ıme 1,hadis no: 1477, 1478, 1479; İbn Mâce, Sayd 13, hadis no: 3232, 3234
3858] Ebû Dâvud, Tıbb 11, hadis no: 3874
3859] Tâc, c. 3, s. 212
3860] Câmiu’s Sağîr, 1/72
3861] Tâc, c. 3, s. 145
3862] İbn Mâce, hadis no: 4034
3863] Müslim, Eşribe 73-75; Buhârî, Edeb 80, Ahkâm 21
3864] Tirmizî, Eşribe 3; Ebû Dâvud, Eşribe 5; Nesâi, Eşribe 25
3865] Tirmizî, Edeb 43; Ebû Dâvud, Et’ıme 18
3866] Tirmizî, Büyû 58; İbn Mâce, Eşribe 6
3867] Müslim, hadis no: 930
- 842 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Allah bir şeyi haram kılınca, onun bedelini de haram kılar.” 3868
“Kazancın en şerlisi zinâ bedelidir.” 3869
Ebû Cuhayfe (r.a.) şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s.), kan alma bedelinden, kadın kölenin (haram olan) kazancından neyetti. Ve yine Rasûlullah döğme yaptırana, ribâ (fâiz) yiyene, ribâ kazancı yediricisine lânet etti. Sûret yapan musavvir kişiye de lânet etti.” 3870
“Fâiz, yetmiş çeşidi olan günahtır. Bunların en hafifi, erkeğin kendi annesi ile zinâ etmesi (veya evlenmesi) günahı kadardır.” 3871
Câbir bin Abdullah (r.a.) şöyle der: “Rasûlullah (s.a.s.); Ribâyı (fâizi) yiyene, yedirene, kâtibine ve şâhitlerine lânet etti ve “Bunlar, eşittirler” buyurdu.” 3872
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, fâiz yemeyen hiçbir kimse kalmayacaktır. Kişi, fâiz yemese bile, kendisine onun buharından/tozundan bulaşacaktır.” 3873
“Fâizi yemek için hileli yollara saptığınız, öküzlerin kuyruklarına yapışıp ziraatla geçindiğiniz ve cihadı terk ettiğiniz zaman Allah üzerinize zilleti (aşağılanma, horlanma, zaafa düşmeyi) musallat kılar ve dininize dönmedikçe onu üzerinizden sıyırmaz.” 3874
“Haramla beslenen vücut (cennete girmez;) ona ancak ateş yaraşır.” 3875
“...Bir kimse ellerini semâya kaldırarak: ‘Yâ Rabbi, yâ Rabbi, diye duâ eder. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, kendisi haramla beslenmiş olursa, duâsı nasıl kabul edilir?” 3876
“Kim helâl lokma yer, Sünnet (Şeriat) gereğince amel eder ve insanlar da, onun kötülüklerinden emin olurlarsa, o kişi muhakkak cennete girer.” 3877
“Sizden birinin ipini alarak odun demetini sırtlanıp onu satması, -Allah onu dilencilikten korusun- versinler, vermesinler dilenmesinden daha hayırlıdır.” 3878
“Gümüş kaptan bir şey içen kimse karnına cehennem ateşi doldurmuş olur.” 3879 Müslim’in bir rivâyetinde: “Gümüş ve altın kaplardan yiyen ve içen kimse...” şeklindedir. 3880
Dille İşlenilen Haramlarla İlgili Bazı Hadis-i Şerifler
“Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların emin olduğu kişidir. Muhâcir de
3868] Ebû Dâvud, Büyû' 38, 63, 64
3869] Müslim; S. Müslim ve Terc. M. Sofuoğlu, 5/87
3870] Buhârî, Büyû’ 180
3871] İbn Mâce, Ticâret 58, hadis no: 2274
3872] Müslim, Müsâkat 106; Tirmizî, Büyû’ 2, hadis no: 2277; Nesâî, Ziynet 25, hadis no: 5071-5073
3873] Ebû Dâvud, Büyû, 3, hadis no: 3331; İbn Mâce, Ticâret 58, hadis no: 2278; Nesâî, Büyû’ 2, hadis no: 44333
3874] Ebû Dâvud, Büyû' 54
3875] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2787; Keşfu’l Hafâ, hadis no: 2632
3876] Müslim, Zekât, 65; Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'an, 3173; Dârimî, Rikak 2720
3877] Tirmizî, Sıfatu'l Kıyâmet, 2640
3878] Askalâni, S. Buhâri Şerhi, c. 3, s. 335
3879] Buhârî, Eşribe 28; Müslim, Libâs 1; İbn Mâce, Eşribe 17
3880] Müslim, Libâs 1
HARAM - HELÂL
- 843 -
Allah’ın yasakladıklarını terk edendir.” 3881
“Kim bana iki çenesi arasındaki (dili) ile iki budu arasındaki (üreme) organını koruma sözü verirse, ben de ona cennet sözü veririm.” 3882
“Allah kimi, iki çenesi ve iki budu arasındakinin şerrinden korursa, o kişi cennete girer.” 3883
“Kul, iyice düşünüp taşınmadan bir söz söyleyiverir de bu yüzden cehennemin, doğu ile batı arasından daha uzak bir yerine düşer gider.” 3884
“Kul, Allah’ın râzı/hoşnut olduğu bir sözü önemsemeksizin söyleyiverir de Allah onun derecesini yüceltir. Yine bir kul Allah’ın gazabını gerektiren bir sözü hiç önemsemeksizin söyleyiverir de Allah onu bu sözü sebebiyle cehennemin dibine atar.” 3885
“İnsan sabahlayınca, bütün organları dil’e başvurur ve (âdeta ona) şöyle derler: ‘Bizim haklarımızı korumakta Allah’tan kork. Biz ancak senin söyleyeceklerinle ceza görürüz. Biz, sana bağlıyız. Eğer sen doğru olursan, biz de doğru oluruz. Eğer sen eğrilir, yoldan çıkarsan biz de sana uyar, senin gibi oluruz.” 3886
“... İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, ancak dillerinin ürettikleridir.” 3887
Ebû Bekre (r.a.) şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.s.): “En büyük günâhı size haber vereyim mi?” Biz: ‘Evet, yâ Rasûlallah, dedik. Rasûlullah; “Allah’a şirk koşmak, ana babaya itaatsizlik etmek” buyurduktan sonra, yaslandığı yerden doğrulup oturdu ve: “İyi belleyin, bir de yalan söylemek, yalancı şâhitlik yapmaktır” dedi. Bu son cümleyi sürekli tekrarladı. Biz daha fazla üzülmesini arzu etmediğimiz için “keşke sussa” diye temennîde bulunduk.” 3888
“Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete ilerit. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye kaydedilir. Yalancılık, fücûra/yoldan çıkmaya sürükler. Fücur da cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır.” 3889
“Her duyduğunu nakletmesi, kişiye yalan olarak yeter.” 3890
“Yalan olduğunu zannettiği hadisi benden nakleden kimse, yalancılardan biridir.” 3891
“En büyük yalan, görmediği düşü/rüyâyı ‘gördüm’ diye kişinin gözlerine iftirâ etmesidir.” 3892
3881] Buhârî, İman 4, 5, Rikak 26; Müslim, İman 64-65; ebû Dâvud, Cihad 2; Tirmizî, Kıyâmet 52, iman 12; Nesâî, İman 8, 9, 11
3882] Buhârî, Rikak 23; Tirmizî, Zühd 61
3883] Tirmizî, Zühd 61
3884] Buhârî, Rikak 23; Müslim, Zühd 49, 50
3885] Buhârî, Rikak 23; Tirmizî, Zühd 10; İbn Mâce, Fiten 12
3886] Tirmizî, Zühd 61
3887] Tirmizî, İman 8, İbn Mâce, Fiten 12
3888] Buhârî, Şehâdât 10, Edeb 6, İsti’zân 35, İstiâbe 1; Müslim, İman 143; Tirmizî, Şehâdât 3, Birr 4, Tefsîru Sûre (4) 5
3889] Buhârî, Edeb 69; Müslim, Birr 103-105; Ebû Dâvud, Edeb 80; Tirmizî, Birr 46; İbn Mâce, Mukaddime 7, Duâ 5
3890] Müslim, Mukaddime 5
3891] Müslim, Mukaddime rakamsız (-1, 9-); Tirmizî, İlim 9
3892] Buhârî, Ta’bîr 45
- 844 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“İnsanların arasını düzeltmek maksadıyla birinden ötekine uygun sözler taşıyan (veya hayırlı konuşan) yalancı sayılmaz.” 3893
Ümmü Külsûm (r.a.) şöyle dedi: “Ben Rasûlullah’ın (s.a.s.) şu üç hal dışında, halkın yalan söylemesine ruhsat verdiğini hatırlamıyorum: Savaşta, kişilerin arasını düzeltmekte, (âile dirliğini sağlamak için) kocanın hanımına, hanımın kocasına söylediği sözlerde.” 3894
“Gıybet nedir, bilir misiniz?” “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dediler. Hz. Peygamber: “Gıybet, din kardeşini hoşlanmadığı bir şey ile anmandır” buyurdu. “Söylenen ayıp, eğer o kardeşimde varsa, ne dersiniz?” diye soruldu. Rasûllullah şöyle buyurdu: “Eğer söylediğin şey onda varsa gıybet ettin; yoksa, o zaman ona iftirâ ettin demektir.” 3895
“Koğuculuk yapan cennete giremez.” 3896
“Kim (din) kardeşinin ırz ve nâmusunu onu gıybet edene karşı savunursa, Allah da kıyâmet günü o kimseyi cehennemden korur.” 3897
“Kim İslâm’dan başka bir din adına bilerek yalan yere yemin ederse, o kişi dediği gibi (yalancının biri)dir. Kim, ne ile intihar ederse, kıyâmet günü onunla azâb olunur. Sahip olmadığı bir şeyi adayanın adağı geçersizdir. Mü’mine lânet etmek, onu öldürmek gibidir.” 3898
“Hiç kimse, bir başkasına ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ demesin. Şâyet itham altında bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa, o söz, onu söyleyene döner.” 3899
“Müslümana sövmek fâsıklık, onunla savaşmak küfürdür.” 3900
“Kul, herhangi bir şeye lânet ettiğinde o lânet gökyüzüne çıkar. Semânın kapıları ona kapanır. Sonra yere iner, yeryüzünün kapıları da ona kapanır. Sonra sağa sola bakınır, girecek yer bulamaz da lânet edilen kişiye döner. Eğer gerçekten lânete lâyık ise onda kalır, değilse lânet edene döner.” 3901
Süfyân İbn Abdullah (r.a.) şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bana kesinlikle yapmam gereken bir iş söyle” dedim. Efendimiz: “Rabbim Allah’tır de, sonra dosdoğru ol!” buyurdu. Ben: “Ey Allah’ın Rasûlü! Hakkımda (zararını göreceğimden) en çok endişe ettiğin şey nedir?” dedim. Efendimiz, o güzel dilini eliyle tuttu ve: “İşte budur!” buyurdu. 3902
“Allah’ı zikretmeksizin çok konuşmayın. Allah’ın zikri dışında çok söz söylemek, kalbi
3893] Buhârî, Sulh 2; Müslim, Birr 101; Ebû Dâvud, Edeb 50; Tirmizî, Birr 26
3894] Müslim, Birr 101
3895] Müslim, Birr 70; Ebû Dâvud, Edeb 35; Tirmizî, Birr 23
3896] Buhârî, Edeb 49, 50; Müslim, İman 168, 169, 170; Ebû Dâvud, Edeb 33; Tirmizî, Birr 79
3897] Tirmizî, Birr 20
3898] Buhârî, Cenâiz 84, Edeb 44, 73, Eymân 7; Müslim, İman 176, 177; Tirmizî, Nüzûr 16; Nesâî, Eymân 7, 11, 31; İbn Mâce, Keffârât 3
3899] Buhârî, Edeb 44
3900] Buhârî, İman 36, Edeb 44, Fiten 8; Müslim, İman 116; Tirmizî, Birr 51, İman 15; Nesâî, Tahrîm 27; İbn Mâce, Mukaddime 7, 9, Fiten 4
3901] Ebû Dâvud, Edeb 45, Tirmizî, Birr 48
3902] Tirmizî, Zühd 61, İbn Mâce, Fiten 12
HARAM - HELÂL
- 845 -
katılaştırır. Katı kalpli olanların ise, Allah’tan en uzak kimseler olduğu kesindir.” 3903
Haram-Helâl Konusunda Genel Kurallar/Prensipler
Haram hükmü konusunda şu prensipleri gözden uzak tutmamak gerekir:
1- Eşyada asıl olan mubahlıktır, yani helâl olmasıdır.3904 Bir yiyecek, içecek veya davranış, fikir ve söz hakkında açık bir haram hükmü yoksa o esasen mubahtır. Ancak yiyecek ve içecekler, hakkında açık haram hükmü olan şeylere benziyorlarsa, o zaman onlar da haram olurlar. Davranışlar, sözler ve fikirler; Kur’an’ın açık âyetlerine ve Peygamberimizin açık sünnetine aykırı olurlarsa haram hükmü gündeme gelir.
2- İslâm, müslümanlara kendileri için zararlı olan şeyleri yasaklamış, faydalı olanları da emretmiştir. Bunun yanında temiz ve faydalı olan yiyecek ve içecekleri helâl kılmıştır. “Bugün size iyi ve temiz şeyler helâl kılındı.” 3905
3- Helâl ve haram hükümlerinin kaynağı Allah’tır (c.c.).
Bir şey haram olduğu için onu yememe, içmeme veya bir hareketi yapmama; yani haram hükmü verilen bir yasağa uyma, bu hükmü veren makamı yüce tanıma ve onun önünde bir ibâdettir. İnsanlar Allah’a kulluk yapmaktan sorumlu olduklarına göre helâl ve haram ölçülerini de yalnızca O’ndan almalıdırlar. İnsanlar kendi kafalarından ve işlerine geldiği gibi helâl ve haram ölçüleri koyamazlar. Bunu yapanlar Allah (c.c.) katında bir vebâl kazanırlar. “Dillerinizin yalan yere nitelemesinden ötürü, ‘Şu helâldir, bu haramdır’ demeyin. Sonra Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise iflâh olmazlar.” 3906
İnsanların hevâlarından çıkan helâl ve haram ölçülerine uyulduğu zaman yeryüzünde hep fesat olur. “Eğer hak, onların arzularına (hevâ ve heveslerine) uysaydı, gökler, yer ve bunların içinde bulunanlar bozulur giderdi…” 3907 Peygamberimiz (s.a.s.) de bazı konularda Allah’ın kendisine bildirdiği haramları ümmetine açıklamıştır. O şöyle buyurmaktadır: “Dikkat edin, bana Kitap ve onun bir misli verildi. Dikkat edin, karnı tok birinin koltuğuna yaslanarak size: ‘Bu Kur’an’a uymanız gerekir. Onda helâl bulduklarınız helâl, haram bulduklarınız haramdır (başka kaynağa ihtiyacınız yoktur)’ demesi yakındır. Dikkat edin Allah elçisinin haram kıldıkları, Allah’ın haram kıldıkları gibidir.” 3908
4- Herhangi bir kimsenin veya otoritenin haram veya helâl hükümlerini İslâm’ın ölçülerine zıt olmasına rağmen kabul etmek, onları rab olarak tanımak anlamına gelir. Kur’ân-ı Kerim şöyle buyuruyor: “Onlar hahamlarını ve râhiplerini ayrı rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) de. Oysa kendilerine tek ilâh olan Allah’a ibâdet etmeleri emredilmişti. O’ndan başka ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeyden uzaktır.” 3909
3903] Tirmizî, Zühd 62
3904] 7 A’râf, 32-33
3905] 5/Mâide 5; ayrıca bk. 7/A’râf, 157
3906] 16/Nahl, 116
3907] 23/Mü’münûn 71
3908] Ebû Dâvud, Sünnet, hadis no: 4604, 4/200; İbn Mâce, Mukaddime 2, hadis no: 12, 1/6; Tirmizî, İlim 10, 2663, 5/37; Ahmed bin Hanbel, 6/8
3909] 9/Tevbe, 31
- 846 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Câhiliyye döneminde cömertliği meşhur Hâtem-i Tâî’nin oğlu Adiyy bir gün boynunda altından bir haç asılı olduğu halde Peygamberimizi ziyarete geldi. Kendisine Adiyy b. Hâtem’in geldiği haber verildi. Rasûlullah (s.a.s.) o sırada bu âyeti okuyordu. Orada söylenenleri duyunca dedi ki; “Ben yahûdileri ve hıristiyanları tanırım, onlar hahamlarına ve papazlarına ibâdet etmiyorlar.” Peygamberimiz buyurdu ki; “Evet, onlar (onların önünde secde ederek) ibâdet etmiyorlar, fakat onlar halka bir şeyi helâl veya haram kılıyorlar, halk da din adamlarının bu hükümlerini kabul edip uyuyorlar. İşte onları rab haline getirmenin mânâsı budur.” Sonra Peygamberimiz onu Islâma davet etti, o da müslüman oldu. 3910
İnsanlara bir şeyi haram veya helâl yapma yetkisi yalnızca onları yaratan ve onları Ahirette hesaba çekecek olan Allaha aittir. Kur’an’ın ve Sünnet’in açık ölçülerini bir tarafa atıp, onların var olan hükümlerini reddederek; başka güç merkezlerinin ölçülerini kabul etmek, sonra da o ölçülere uygun davranmak, iman iddiası ile bağdaşmaz. Böyleleri Allah’ın yanında başka otoriteleri de rabb haline getirmiş olurlar. (Örneğin; Kur’an’da kumar açıkça haram kılındığı halde ‘piyangoyu madem ki devlet yasaklamıyor, yani oynanmasına izin veriyor; o halde böyle bir kumar helâldir’ demek devlet gücünü rab olarak saymak anlamına gelir.)
5- Haram hükmü geneldir ve herkes için geçerlidir. İslâm’da seçkin elitler ve ruhbanlar sınıfı olmadığından A şahsı için haram veya helâl olan bir şey, B şahsı için de haram veya helâldir.
6- İslâm’a göre haram da bellidir, helâl de. Arada şüpheli olan bazı şeyler olabilir. Onlardan sakınmak ise müslümanın takvâsıdır. 3911
7- İslâm’ın haram kıldığı bir şeyi helâl saymak büyük bir hatadır, Allah’ın hükümlerine korkusuzca karşı gelmektir. Ancak helâl kıldığı şeyleri insanlara haram saymak bundan daha büyük bir hatadır. Allah’ın kulları için helâl kıldığı, meşru hale getirdiği bir şeyi birileri haram kılamaz, onu insanlara yasaklayamaz. Bunu yapanlar ya da yapmaya kalkışanlar haddi aşmış kimselerdir. “De ki: ‘Allah’ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti?’ De ki: ‘O, dünya hayatında mü’minlerindir, Kıyamet günü de yalnız onlarındır.’ İşte Biz, bilen bir topluluk için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.” 3912
Abdullah İbn Abbas’ın anlattığına göre adamın Peygamberimize gelerek şöyle dedi: “Ben et yediğim zaman kadınlara ilgim artıyor ve şehvetim kabarıyor. Onun için et yemeyi nefsime haram ettim.” Bunun üzerine şu âyet indi: “Ey iman edenler! Allah’ın size helâl ettiği temiz şeyleri haram kılmayın, sınırı aşmayın. Doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez. Allah’ın size verdiği rızıktan temiz ve helâl olarak yeyin. Inandığınız Allahtan korkup sakının.” 3913
8- Zarûretler, bazen haramları helâl hale getirebilir. İnsan mecbur kaldığı zaman, mâzereti sona erinceye kadar haramı kullanabilir, yiyebilir. 3914
3910] Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292
3911] Müslim, Müsâkât 107, hadis no: 1599, 3/1219. Ebû Dâvud, Büyû’ 3, hadis no: 3329-3330, 3/243; Tirmizî, Büyû’ 1, hadis no: 1205, 3/511; Nesâî, Büyû’ 2, 7/213
3912] 7/A’râf, 32
3913] 5/Mâide, 87-88) (Tirmizî Tefsir 6, hadis no: 3054, 5/255
3914] 2/Bakara, 173; 6/En’âm, 145; 16/Nahl, 115
HARAM - HELÂL
- 847 -
Yiyecek ve İçeceklerde Haramlar
Her kültürün, her medeniyetin kendine has bir kıyafeti, kendine has mutfağı vardır. İslâm’ın da özel bir mutfağı, yemek kültür ve âdâbı vardır. Müslüman kalmanın şartları arasında, İslâm kıyafetinin muhâfazası gibi, mutfağının da korunması icap eder. Kâmil mânâda müslüman olmak için İslâm mutfağından yemek şarttır. Başka bir ifade ile, gayr-ı müslim mutfaktan beslenerek müslüman kalmak zordur, kendi kendisini aldatmaktır. İslâm mutfağında haram yiyecekler ve haramla elde edilmiş gıdalara yer yoktur. İslâm mutfağında sözgelimi, şarap, domuz, leş, yırtıcı hayvan eti, besmelesiz kesilmiş hayvan eti, böcek, haşerat yoktur. İslâm, kendine has bir medeniyettir. Kur’an ve hadis, bu kültürel müesseseye geniş yer verir. Sadece haram helâl konulara değil, en küçük âdâbına kadar her şeyini ele alır. Kendi hükmünü eksiksiz verir, bir başka kültürden taklit ve iktibasa yer bırakmaz. Müslümana, yeme içme ile hükümleri, sünnet ve edepleri öğrenip tatbik etmek düşer.
Kur’ân-ı Kerim’de Yeme İçme ile İlgili Âyetler: Yeme anlamına gelen “ekl” türevleriyle birlikte Kur’an’da 109 yerde geçer. İçme anlamına gelen “ş-r-b” kelimesi ise türevleriyle birlikte 39 yerde kullanılır. Kur’an’ın en uzun sûrelerinden birinin adı, “Mâide”, yani sofra’dır. Bu surenin baş tarafı, yiyecekle ilgili temel meseleri, haram ve helâl yiyecekleri açıklar. Kur’an’da yenilip içilmesi haram olan gıdalar sayılır, sayılan az miktardaki gıdaların dışındaki tüm yiyecek ve içeceklerin, bazı şartlara riâyet edilerek helâl olduğu belirtilir,3915 Allah’ın haram kıldıklarını helâl kılmaya veya helâl kıldıklarını haramlaştırmaya kimsenin hakkı olmadığı belirtilir.3916 Kur’an’ın bu konuda vurgu yaptığı şeylerden biri, yenilecek gıdaların “helâl ve temiz” olmasının gereğidir.3917 Helâl olan gıdalar da olsa, yeme içme konusunda aşırılığa kaçıp israf etmeyi de Kur’an yasaklar. 3918
Yiyeceklerin Temizinden ve Helâlından Faydalanmak: Helâl kılmak da, haram kılmak da Allah’a ait bir haktır. Hiç kimsenin, zühdünden, yani dünyaya rağbet etmemesinden dolayı, nefsini kırmak için ve Allah’ın mubah kıldığı bir şeyi, lezzet verdiği için haram kılması caiz değildir. Bir şey, helâl ise, nefsimizin hoşuna gidecek şekilde temiz ve lezzetli de olsa, ondan yararlanmak caiz olur. Çünkü İslâm, mubah oldukça lezzet veren şeylerden faydalanmayı kişiye yasaklamamıştır. Eğer o şey, haram ise, ondan uzak durmak ve o nitelik onda oldukça onu kullanmamak gerekir. Allah, haram kılmadığı bir zîneti, süsü veya temiz rızıkları haram sayanları reddeder. “De ki: ‘Allah’ın, kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti?’ De ki: ‘O, dünya hayatında mü’minlerindir; kıyamet günü de yalnız onlarındır.’ İşte Biz, bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.” 3919
Müslümana düşen, helâlinden ne bulduysa yemesi, leziz olana kendini zorlamaması ve bunu âdet ve alışkanlık haline getirmemesidir. Tiryakilik, alışkanlık yapan, onsuz yapamadığımız şeyler, giderek helâl olmaktan çıkan bir duruma gelebilir. Tiryakilik yapan gıdalardan sakınmaya çalışmalıdır. Peygamberimiz, bulduğu zaman karnını helâl yiyeceklerle doyurur, ama yemede aşırıya, lüks ve
3915] 6/En'âm, 119; 7/A'râf, 32
3916] 5/Mâide, 87; 6/En'âm, 140; 66/Tahrim, 1; 9/Tevbe, 37
3917] 2/Bakara, 168; 5/Mâide, 88; 8/Enfâl, 69; 16/Nahl, 114
3918] 6/En'âm, 141; 7/A'râf, 31
3919] 7/A'râf, 32
- 848 -
KUR’AN KAVRAMLARI
israfa kaçmaz ve şükreder; bulamayınca da sabrederdi. Eline geçtikçe tatlı yer, rastladıkça bal şerbeti içer, buldukça et yerdi. Bunların hiç birini özellikle yapmadığı gibi; âdet ve alışkanlık da edinmemişti.
“Size verdiğimiz rızkın temizlerinden yiyin. Ama bu hususta taşkınlık etmeyin; sonra gazabım üzerinize iner. Kimin üstüne gazabım inerse artık o, (ateşe) düşmüştür.” 3920
Hz. Peygamber’in sünneti, az yeme ve sofradan doymadan kalkma konusunda ciddî tavsiyelerde bulunur. Fakat bu konu, fıkıh açısından, haram ve helâl hükümleriyle yanlış değerlendirilmemelidir. İslâm fıkhı açısından hüküm şudur: Az yemek, sofradan doymadan kalkmak sünnet; doyuncaya kadar yemek câiz; doyduktan sonra yemek ise haramdır. Helâl ve temiz yiyecekleri doyduktan sonra yemeye devam etmek, öncelikle israf olduğu için haramdır. “Yiyin, için; fakat israf etmeyin. Çünkü Allah müsrifleri (israf edenleri) sevmez.”3921 Ayrıca, doyduktan sonra yemek, fıtratı zorlamaktır ve vücuda zararı kesindir. Bu yönlerden dolayı da câiz olmaz.
Allah, insanların ve canlıların ihtiyaç duyduğu her şeyi yaratarak, yeryüzüne depo etmiştir. İnsana düşen; hem bu dünyadaki, hem ahiretteki rızkı için gayret sarfetmektir. Ama gayretin yönü ve içeriği ile rızkın helâlını veya haramını tercih etmiş olacaktır. Böylece de âhiret rızkını bu dünyadan kendisi göndermiş veya sadece burada tüketmiş olacaktır.
“Câhiller, ‘Üzümünü ye, bağını sorma’ dese de, ey müslüman! Sen, bağını sormadığın -şüpheli- üzümü yeme!”
Hamd olsun, bizlere temiz ve helâl rızıklar ihsân eden Allah’a. Şükürler olsun bizi doyuran, bizi müslüman kılan, temiz ve güzellikleri ayırabilecek özellikler bahşeden Rabbimiz’e.
Yiyeceklerin Helâl ve Haramlığı: İslâm, beden ve ruh sağlığına büyük çapta önem vermiş, sıhhati korumayı ibâdet kabul etmiş, sağlığı zedeleyici özelliği bulunan maddelerin eğlence, gıda ve tedavi için alınmasını haram kılmıştır.
Yiyecek ve içecekler konusunda tarih boyunca toplumların ve bazı filozofların düşünce ve davranışları farklı olmuştur; bunları ifrat, tefrit ve itidâl ölçüleri içinde toparlamak mümkündür. Hayvanın da insan gibi can taşıdığını, kıymaya hakkımız bulunmadığını ileri sürerek et yemeyi haram sayan Brehmenler ile bazı filozoflar ifrâta gitmişlerdir. “Vejetaryen” denilen et yemeyen, eti kendine haram sayan anlayış da bazı çevrelerce bir ayrıcalık ve inanç gibi değerlendirilir. Umumiyetle bitkiler, hayvan ve insanlar için; hayvanlar, bazı hayvanlar ile insanlar için; insanlar ise Allah’a kulluk için yaratılmıştır; tabiî nizam budur.
Brehmenler, tefrit yönünü alırken ifrâta kaçanlar da olmuştur: “Ağızdan giren değil; çıkan onu pisler” diyen Pavlos’a dayanarak yeme içme sınırını çok geniş tutan hıristiyanlar da aşırıya sapmışlardır. Meşrû yoldan elde edilen temiz ve faydalı şeyleri helâl kılan İslâm ise itidâli temsil etmektedir. 3922
Kur’ân-ı Kerim’de haram olan yiyecekler, bazı âyetlerde özetlenerek,
3920] 20/Tâhâ, 81
3921] 7/A’râf, 31
3922] 2/Bakara, 168
HARAM - HELÂL
- 849 -
bâzısında ise teferruâta girilerek ifade edilmiştir. Birinci çeşit âyetlerde “boğazlanmadan ölmüş (murdar) hayvan, vücuttan akmış kan, domuz ve Allah’tan başkası adına kesilmiş hayvanlar” 3923 olmak üzere haram yiyecekler dört adettir. “Leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilenler, -canları çıkmadan önce kesmemişseniz- boğulmuş, bir yerine vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından süsülmüş, yırtıcı hayvanlar tarafından yenmiş olanlar, dikili taşlar üzerine boğazlananlar ve fal okları ile kısmet aramanız size haram kılındı; bunlar fâsıklıktır.”3924 Bu âyette etleri haram olan hayvanların on çeşit olduğunu görüyoruz. Ancak bunlardan beşinci ilâ dokuzu arasındakiler, “boğazlanmadan ölmüş hayvan” mefhumuna dâhildir. Dördüncü ve onuncusu ise, “Allah’tan başkası adına kesilen” nevi içinde yer almaktadır.
Allah ve Rasulü, bazı yiyecek ve içecekleri, bazı giyecekleri, bir kısım iş ve davranışları yasaklamışlardır. Bunların bir kısmının hikmetini, haram kılınış sebeplerini açıklamışlar, bazılarını ise açıklamamışlardır. Açıklanan ve deneyerek zararlarını anladığımız nice haram ve yasaklardan uzaklaşmanın, birey ve toplum halinde insanların faydasına, iyiliğine olduğunu, ebedî saâdetlerini hedef aldığını görünce, insaflı bir düşüncenin şu neticeye varması zarûrî oluyor: “Aklımız ve bilgimizin kavrayabildiği bunca haramda, bu ölçüde büyük hikmet ve faydalar olduğuna göre, aynı kaynaktan gelen diğer yasakların da -şimdilik bilgimiz dışında kalan- hikmetleri olacaktır.”
İnsanların yasaklama ve engellemeleri -en azından başlangıçta- zararı çekmeden önce değil; zararı denedikten ve acıyı çektikten sonra olabilmektedir. İnsanın ruh ve beden sağlığı üzerindeki çalışmalar, insanlık tarihi kadar eskidir. Meselâ bin yıllık âmiyâne tecrübe ve otuz yıllık da ilmî araştırma sonunda bir yiyecek veya içeceğin insan sağlığı için zararlı olduğu anlaşılırsa, bu zarar bu kadar uzun bir zaman sineye çekilmiş olmaktadır. Daha önce aynı şekilde bilmek imkânı olsaydı elbette tedbirler de o zaman başlayacak, zarar asgariye inecekti. Durum böyle olunca ihtimaliyet hesabı -bilimsel ölçülere göre zararını bilemediğimiz, fakat- ciddî (müslümanlar açısından en temel) bir kaynağın zararlı veya haram olduğunu bildirdiği şeyden çekinmemizi gerektirir.
Böyle bir ihtimali hiçe saymak ve zararını bilimsel olarak bilemediğimiz bir şeyi sakınmadan yemek için insanlığın, bilinebilecek her şeyi bilmiş, meçhûlü kalmamış olması gerekir. Hâlbuki doğu ve batının ilim adamları, insanlığın bildiğinin, bilmediği yanında denizden bir damla, güneşten bir ışıncık kadar olduğunu itiraf etmektedirler.
Haram Yiyecekler
Bu genel değerlendirmeden sonra, haram yiyecekleri teker teker ele alabiliriz:
1- Kendiliğinden ölmüş -murdar- hayvan (meyte): Meyte’den maksat, insanlar tarafından yenilmek üzere kesilerek öldürülmüş olmayıp müdâhalesiz ölen kara hayvanıdır. Haram kılınış hikmeti için şunlar kaydedilebilir:
a- Tarih boyunca insanlar bundan tiksinmiş ve bütün semâvi din sâlikleri böyle hayvanları yememişlerdir.
3923] 2/Bakara, 172-173; 6/En’âm, 145
3924] 5/Mâide, 3
- 850 -
KUR’AN KAVRAMLARI
b- Müdâhalesiz ölen hayvanlar, genellikle şiddetli zayıflık, zehirlenme ve mikrobik hastalıklar sebebiyle ölürler. Bunların yenmesi tehlikeli neticeler doğurabilir.
c- İnsanlar bu hayvanları yemeyince yaşayan kuşlar ve hayvanlar gıda bulma imkânına kavuşurlar.
d- Murdar ölen hayvanı yiyemeyeceğini bilen sahibi, onun bakım ve tedavisine dikkat eder, kendi haline bırakmaz.
2- Akmış Kan: Hayvan şer’î usulüne göre boğazlanınca vücuttaki kanın büyük bir kısmı dışarıya akar; az bir miktar da ince damarlarda kalır. İşte bu dışarıya akan kanı yemek, içmek haramdır. İnce damarların içinde, dalak, ciğer gibi organlarda kalan kan ise akmış sayılmadığından, et ve sakatat ile birlikte yenilebilir.
3- Domuz: Domuz, doğası gereği pislik, ekşimiş, kokuşmuş nesneler yiyen, pislik içinde yüzen, pis kokan bir hayvandır. Bu sebeple de eti, başta trişin ve tenya olmak üzere birçok mikroba yuvalık etmektedir. Bu hayvanı özel bakıma tâbi tutmak ve etini tıbbî kontrolden geçirmek suretiyle muhtemel zararın önlenebileceği iddiasına karşı iki şey söylenebilir:
a- Bu tedbirler her zaman, her yerde ve her yiyen tarafından alınamaz, alınamamıştır.
b- Genel değerlendirmede de işaret edildiği üzere, domuzun haram kılınmasının hikmeti, bizim bugüne kadar bildiklerimizden ibaret değildir. Dün bilinmeyenler bugün biliniyor; yarınlar da bugünün meçhullerini -kısmen de olsa- aydınlığa kavuşturacaktır.
4- Allah’tan Başkası Adına Kesilenler: İnsan hayatına ancak Allah Teâlâ son verir. Hayvanların hayatına son vermek, yine Allah’ın kudreti ve irâdesiyle olmakla beraber insanlar, faydalanmak için öldürme fiilini işlerler. Bu faaliyete izin veren de Allah Teâlâ’dır. Hayvanı öldürürken O’nun ismini anmak, bu izni tazelemek, ölümün O’nun kudret ve irâdesiyle olduğunu hatırlamaktır. Putlara, uydurma mâbutlara kesilen, bunların adı anılarak boğazlanan hayvanlar yenmez; çünkü yaratan ve öldüren Allah’tır. Putlara ve tanrılaştırılan liderlere kesilen hayvan, O’nun iznine ve ismine dayanmamıştır. Bu yasak, aynı zamanda putperestliğin kökünü kazımak ve tevhidi perçinlemek hikmetini taşır.
5- Meyte Sayılanlar: İlgili âyet, boğazlanmadan, başka sebeplerle öldürülen ve ölen hayvanların da yenmeyeceğini ifade ediyor. Bunların haram oluş hikmeti, meyteninki ile ortaktır. Ayrıca hayvan artığını yemek, insanın yüce vasıflarına ters düşmektedir.
6- Diğer Kara Hayvanlarından Helâl ve Haram Olanlar: Yukarıda meâli verilen âyet, sarih ve kesin olduğu için âlimler, zikredilen dört şeyin haram olduğunda ittifak etmişlerdir. Bunların dışında kalan hayvanlara gelince: Kur’an’da Rasul-i ekrem’i kast ederek “onlara temiz şeyleri helâl kılar, pis şeyleri de haram kılar”3925 buyrulur. Burada pis şeyler diye tercüme edilen “el-habîs”in tefsirinde müctehidler ihtilâf etmişlerdir. Bazı müctehidlere göre habîs, Allah ve Rasulü’nün haram kıldıklarıdır; yani haram oldukları hakkında âyet veya hadis
3925] 7/A’râf, 157
HARAM - HELÂL
- 851 -
bulunan şeylerdir; Bu sebeple haşarât, kurbağa, yengeç, kaplumbağa gibi hayvanlar haram değildir.
Ebû Hanîfe, Şâfiî gibi müctehidlere göre ise, “habîs”, umumiyetle insanların (veya Kur’an inzâl olduğu sırada Arap toplumunun) tiksindiği, iğrendiği şeylerdir; dolayısıyla yukarıda sayılan canlılar ve benzerleri haramdır. Pislik ve leş yiyen hayvanlar da “habîs”ler içinde değerlendirilmiştir. Hz. Peygamber, Hayber günü ehlî eşek etini yasaklamıştır 3926. Bu nass sebebiyle cumhûra göre ehlî eşek ve katır haramdır. At, Ebû Hanîfe’ye göre helâl değildir, İmameyn’e ve Şâfiî’ye göre helâldir. Rasûlullah’ın (s.a.s.) “Bütün köpek dişli yırtıcılar ile yırtıcı pençesi olan kuşları yemeyi” yasakladığı rivâyet edilmiştir.3927 Hanefîler, bu hadiste geçen “sibkâ” kelimesini et yiyenler şeklinde anlamışlar ve bu çeşit hayvanları haram saymışlardır. İmam Şâfiî “insanlara saldıran ve parçalayan” şeklinde anladığı için tilki ve çakalı istisnâ etmiştir. İmam Mâlik, yırtıcılar için haram yerine, mekrûh tabirini kullanmıştır.
7- Deniz Hayvanları: Ulemânın ekseriyeti, deniz hayvanlarının tümünün helâl olduğu görüşündedirler. Ancak karada yaşayan ve yenmesi haram olan insan ve domuz, köpek, ayı gibi hayvanların ismini taşıyan deniz hayvanlarında ihtilâf etmişler; bazıları bunların helâl olmadığını ifade etmiştir. İmam Mâlik’e göre yalnızca deniz domuzu mekruh; diğerleri helâldır. Deniz hayvanları için helâl sınırını çok geniş tutan bu görüşün delili âyetlerdir: “Taze et yemeniz, takındığınız süsleri edinmeniz ve Allah’ın bol nimetinden faydalanmanız için denize -ki gemilerin onu yara yara gittiğini görürsün- boyun eğdiren de O’dur...” 3928
Hanefîlere göre, deniz hayvanlarından yalnızca -bütün çeşitleriyle- balık helâldır. Bu hayvanın boğazlanması gerekmez. Kendiliğinden ölen yenmez. Dalga, taş, havasızlık, avlanma gibi sebeplerle öleni yenir, diğer deniz hayvanları ya iğrençtir yahut da -boğazlanmadığı için- meyte hükmündedir.
İsraf; Helâlı Haram Eden Ölçüsüzlük ve Taşkınlık
Helâl ve temiz yiyeceklerden de olsa, vücut sağlığını zedeleyecek derecede, oburca, yani israfa kaçan şekilde yiyip içmek de haramdır. Helâl yiyecekleri harama dönüştüren israf hakkında kısa bilgi vermeye çalışalım:
“İsraf”ın kelime anlamı; herhangi bir işte normal olan sınırı aşmak, aşırı olmak demektir. İhtiyaçtan fazla tüketmek, gereksiz yere harcama yapmak, savurganlık yapmak gibi anlamlara da gelir. Her türlü haddi (sınırı) aşmak, insanın ve onun içinde yaşadığı toplumun dengesini bozar, onları huzursuzluğa götürür. İster yeme içmede veya harcamalarda aşırılık olsun, isterse davranışlarda aşırılık olsun sonuç aynıdır.
Kur’ân-ı Kerim, aşırıya kaçan, harcamalarında, yeme içmelerinde ve davranışlarında dengeyi kaçıran kimselerin yaptıklarını hoş görmemektedir. İsraf, sapmaların, bozulmaların, haksızlıkların, bozgunun kaynaklarından biri olarak gösterilmektedir. Günlük yaşayışında ellerindeki malı, serveti, imkânları veya parayı gereksiz yere harcayanlar, yeme ve içmede aşırı gidenler; sınırı aşanlardır,
3926] Buhâri, Megâzi 38; Zebâih 27, 28; Müslim, Nikâh 30
3927] Müslim, Sayd 15, 16; Ebû Dâvud, Et’ıme 32; Tirmizî, Sayd 9-11
3928] 5/Mâide, 96
- 852 -
KUR’AN KAVRAMLARI
aşırı gidip dengeyi bozanlardır. “Ey Âdemoğulları! Her mescide (gidişinizde) ziynetlerinizi alın (uygun elbise giyin). Yiyin, için; fakat israf etmeyin. Çünkü Allah müsrifleri (israf edenleri) sevmez.”3929 Buradaki ‘israf’ hem yiyecek ve eşya kullanımında aşırılık, hem de Allah’ın koyduğu helâl ve haram ölçüsüne uymamak anlamındadır. Kendini açlığa ve çıplaklığa alıştırarak veya helâl olan şeyleri kendine haram kılarak Allah’ı memnun edeceğini sananlar da önemli bir aldanış içindedirler. Allah, böyle haramı helâl, helâlı haram yapan müsrifleri (sınırı aşanları) sevmez. Öyleyse insanlar, Allah’ın nasip ettiği helâl yiyecekleri ve eşyaları kullanacaklar, güzel ve süslü elbiseler giyecekler; ama israf etmeyecekler, ölçüde ve eşya kullanımında aşırıya kaçmayacaklar. Allah’ın ölçüsüne göre, süslü elbise giymek günah değil; bilakis helâlı haram, haramı helâl sayma günahtır.
İsrafın ikinci anlamı savurganlıktır. Dünya nimetlerini Allah insanlar ve canlılar için yaratmaktadır. Bu nimetleri kullanma ve yeme arzunu da insanın içerisine koyan yine Allah’tır. Bunları yemek, içmek veya kullanmak insanın şükrünün bir gereğidir. İnsan nimetle yiyecek, ama nimeti vereni de bilecek. Savurganlık anlamındaki israf yasağı çok güzel bir ekonomik dengedir. İsraf, bu dengeyi bozar. Birisi çok harcarsa, diğerinin hakkına el atmış olur. Herkes gücüne, çalışmasına ve şartlarına göre nimetlerden yararlanır. Ancak israf edenler bu nimet dengesini bozarlar.
Kur’an, hem aşırı harcamayı hem aşırı kısmayı (cimriliği) hoş görmez. İkisi arasında orta bir tutum tavsiye eder.“Elini bağlı olarak boynuna asma (cimri olma). Onu büsbütün de açıp savurma (israf etme). Sonra kınanmış bir halde oturup kalırsın.” 3930 Peygamberimiz de buyuruyor ki: “Yiyin, için, sadaka verin ve giyinin. Ancak kibirlenmeyin ve israf etmeyin. Şüphesiz Allah (c.c.) nimetinin eserini (görüntüsünü) kulunun üzerinde görmek ister.” 3931
İnsana emanet olarak verilen malı saçıp-savurmak, gerekli yerlere harcamamak, insanlar arasındaki ekonomik dengeyi bozar, kişiler arasındaki kıskançlığı artırır. Cimrilik ise yardım düşüncesini öldürdüğü gibi, ihtiyaç sahiplerine ulaşmayı da engeller; infak ve sadaka ahlâkını köreltir. Hâlbuki infak kurumu yakın akrabanın ihtiyaçlarını karşılamayı temin eder; sadaka kurumu ise insanlardan muhtaç olanları sıkıntıdan kurtarmayı sağlar.
Mülk aslında Allah’a aittir. İnsana emanet olarak geçici bir süre için verilir. Malı ve geçimlikleri helâl yoldan kazanıp helâl yola harcayanlar, Allah yolunda infak edip hak sahiplerinin haklarını verenler, israf etmeyenler mal konusundaki imtihanı kazanırlar.3932 İsrafı haram sayan dinimiz, yeme içmede azla yetinmeyi, kanaat sahibi olmayı teşvik etmiştir.
Haram İçecekler ve Keyif Vericiler (İçkiler Uyuşturucular ve Sigara)
a- İçki: Dilimizde içki, Arapçada “hamr” ve “müskir” kelimeleri, içildiği zaman azı veya çoğu sarhoşluk veren içecekler için kullanılmaktadır. İslâm dini,
3929] 7/A’râf, 31
3930] 17/ İsrâ, 29
3931] Buhârî, Libas 1, 7/182; İbn Mâce, Libas 23, Hadis no: 3605, 2/1192; Nesâi, Zekât 66; K. Sitte, 16/361
3932] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 311-312
HARAM - HELÂL
- 853 -
bütün sarhoşluk veren içkileri haram kılmış, içmeyi yasaklamıştır: “Ey iman edenler! Şarap (alkollü içkiler), kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içkide ve kumarda, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ı zikretmekten/hatırlayıp anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçersiniz değil mi?” 3933
Âyet, içki yasağının hikmetini özlü olarak ifade etmektedir. Bugün tıp dünyası, içkinin insan sağlığına verdiği zarar üzerinde ittifak halindedir. İstatistikler ile bazı devletlerin zaman zaman teşebbüs ettiği içki yasağı, bunun, iktisadî, sosyal ve ahlâkî zararlarının en açık delilleridir. Peygamberimiz de içkinin dünya ve âhiret zararlarından bahsetmiş ve içkinin çirkinliğini belirtmiştir. “Allah, alkollü içkileri içen kişiye Cehennem’de azab göreceklerin irinlerini içirmeye and içmiştir.” 3934; “...İçki içme. Çünkü içki, bütün şerlerin/kötülüklerin anahtarıdır.” 3935
Peygamberimiz (s.a.s.) sadece içkiyi yasaklamakla kalmamış; içki içenleri bizzat cezalandırmıştır. Sahih-i Müslim’de bu husus şöyle rivâyet edilir: “Hz. Peygamber’e içki içmiş bir sarhoş getirildi. Peygamber ona yaprakları soyulmuş iki hurma değneği ile 40 kadar sopa vurdu.” 3936
Her sarhoş eden içki hamrdır ve haramdır. İslâm ulemâsına göre, azı veya çoğu sarhoşluk veren her içki, âyette geçen “hamr” mefhûmuna dâhildir ve haramdır. Bir soru üzerine Rasûlullah’ın (s.a.s.): “Her sarhoşluk veren şey hamrdır ve her hamr haramdır” 3937 buyurması bu hükmün sağlam delilidir.
Çoğu Sarhoş Edenin Azı da Haramdır: Sarhoşluk veren içkiler, zamanla alışkanlık ve bağımlılık sağladığı için az içenin giderek çoğa kaçtığı, önceleri az tesir ederken alışkanlık arttıkça aynı miktarın tesir etmediği görülmektedir. Bu sebeple içkiyi önlemenin en kesin yolu, azını ve çoğunu yasaklamaktır. İşte dinimiz de aynı yoldan yürüyerek çoğu sarhoş eden içkinin azını içmeyi de menetmiş, haram kılmıştır. İslâm müctehidlerinin büyük ekseriyeti, bu hükümde birleşmişlerdir. Rasul-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Çoğu sarhoş eden şeyin bir avucu da haramdır.” 3938
Kendisi içki içmese bile, içki içilen bir masaya, içki içilen bir yere girip oturmak da haramdır. “Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse, üzerinde içki içilen sofraya/masaya asla oturmasın!” 3939
İçki Ticareti: Alkollü içkileri içmek yasak olduğu gibi, üzüm veya arpasını şarap veya bira fabrikalarına satan, onun nakliyesini yapan, dükkânında içki satan, aracı olan, içkiye direkt ve dolaylı vesile olan kimse de lânetlik bir haram işlemiştir. “Allah şaraba (alkollü içkilere), yapanına, yaptıranına, taşıyanına, taşıtanına, alım satımında bulunanına, parasını yiyenine, kendisi için satın alınanına, garsonuna ve
3933] 5/Mâide, 90-91
3934] Tâc, c. 3, s. 145
3935] İbn Mâce, hadis no: 4034
3936] Müslim; S. Müslim Ter. M. Sofuoğlu, c. 5, s. 306
3937] Müslim, Eşribe 73-75; Buhârî, Edeb 80, Ahkâm 21
3938] Tirmizî, Eşribe 3; Ebû Dâvud, Eşribe 5; Nesâi, Eşribe 25
3939] Tirmizî, Edeb 43; Ebû Dâvud, Et’ıme 18
- 854 -
KUR’AN KAVRAMLARI
içenine lânet etti.” 3940
Alkollü İlaç ile Tedâvi: Birisi Rasul-i Ekrem’e şarabı sordu. O da onu menetti. Soran adam: ‘Ben onu yalnızca ilâç ve tedâvi için yapıyorum’ deyince de: “O ilâç değil; derttir” 3941 buyurdu. Bu mealde olan hadislere dayanan âlimler, sarhoşluk veren içkilerin tedâvide kullanılmasını da câiz görmemişlerdir. Ancak, bu hüküm normal durumlara aittir. Eğer başkası bulunmadığı için içki veya alkollü ilâcı uzman ve müslüman bir doktor bir hastaya yazarsa, burada zarûret prensibi işler ve tedavi câiz olur.
b- Uyuşturucu Maddeler: Esrar, afyon, eroin, kokain, morfin gibi uyuşturucu maddeler, alkollü içkilerin tesirini de fazlasıyla taşımaktadırlar. Zararları da bu etki ölçüsünde fazladır. İslâm’ın ana kaynakları helâl ve haram olan şeylerin bir kısmını zikretmiş, geri kalanların haram ve helâl kılınma illetini taşımalarına göre hükme bağlanmasını istemiştir. Şu halde haram hükmünün illetini (sarhoş etme, uyuşturma) taşıyan bütün maddeleri vücuda almak haramdır.
c- Sigara ve Benzeri: Tütün, 15. Asırdan sonra yeni dünyadan İslâm ülkelerine girmiş, o zamandan beri de İslâm ulemâsı tütünün hükmü üzerinde durmuşlardır.
1- Tütünün mubah olduğunu söyleyenler, zararı olmadığı ve Şârî’ tarafından men edilmediği deliline dayanmışlardır. Hâlbuki:
a- Sigaranın zararı, bugün ilmen kesin olarak bilindiği için zararsız denemez.
b- Şârî’in men etmediğini söylemek de isabetli değildir. Çünkü Şârî’ her haramı ismen zikretmemiştir. Hüküm kaynakları yalnız sarîh ve hususî nasslar değildir. Nasslarda geçenlerin haram kılınış sebeplerine (illetlerine) bakılarak yapılan kıyaslar ve diğer istidlâl yolları vardır.
2- Sigara içmek mekruhtur diyenlerin dayanağı, kıyasla sabit bir hükme “haram” demekten çekinmeleri ve sigaranın zararları hakkında kesin bilgi sahibi olmamalarıdır.
3- Sigara içmek (özellikle tiryakilik) haramdır diyenlerin mesnedi zarar, israf ve nafaka mükellefiyetidir. Zarar: Sigara hem içenin sıhhatine, hem de yanında bulunanların sıhhat ve rahatına zarar vermektedir. Rasul-i Ekrem (s.a.s.): “Ne doğrudan ne de karşılık olarak zarar vardır” 3942 buyurarak zarar vermeyi men etmiştir. Allah Teâlâ da “Kendinizi elinizle tehlikeye atmayın...” 3943; “kendinizi öldürmeyin...”3944 buyurmuştur. Malı faydasız yere harcamak da israftır. “Yiyin, için; isrâf etmeyin”3945 âyeti ile “Peygamber (s.a.s) malın boşa harcanmasını yasakladı”3946 hadisi, isrâfı haram kılmaktadır. Nafaka mükellefiyeti: Kocalar, babalar ve muhtaç yakınlarına bakan erkekler, nafaka (onların yiyecek, giyecek, mesken, tedâvi... ihtiyaçlarını temin) ile mükelleftir. Çoluk çocuğunun nafakasından keserek sigaraya
3940] Tirmizî, Büyû 58; İbn Mâce, Eşribe 6
3941] Müslim, Eşribe 12; Ebû Dâvud, Tıb 11
3942] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 5/327; Muvattâ, Akdiye, 31; İbn Mâce, Ahkâm 17
3943] 2/Bakara, 195
3944] 4/Nisâ, 29
3945] 7/A'râf, 31
3946] Buhâri, Zekât 18; Husûmât 3, İ’tisâm 3; Müslim, Akdiye 14
HARAM - HELÂL
- 855 -
para vermek haramdır.
Netice olarak denebilir ki: Bu üç sebepten birisinin gerçekleştiği yer, zaman ve durumda sigara içmek haramdır. Bunlar gerçekleşmez ise mekruhtur. Her iki durumda da sigaranın içilmemesi, terkedilmesi dince gereklidir. Nargile ve enfiye gibi alışkanlıkların hükmü de sigara alışkanlığı gibidir.
Rabbimiz’in âyetleri ve Peygamberimiz’in açıklamaları ile belirlenen bütün bu haramlar, şüphesiz, mü’minlerin sağlığını koruma hikmetine dayanmaktadır. Bu yasaklara uymanın, -hâşâ- Allah’a bir katkısı olmaz, O âlemlerden müstağnîdir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Allah’ın hududuna riâyet edip haram ve helâllere itaat, insana dünya ve âhirette çok şey kazandıracaktır.
Yukarıda açıklanan maddeler dinimizde yasaklandığı gibi, İslâm’da kişinin hastalanması ve ölümüne sebep olabilecek zehirli, uyuşturucu ve zarar verici her çeşit maddeleri kullanmak, bunları yemek ve içmek de haram kılınmıştır. Sigara gibi zararları tıbben sâbit olmuş maddeleri kullanmak din açısından mahzurludur. Mü’minler, dinlerini koruyabilmek için helâllığı ve haramlığı şüpheli olan maddelerden de kaçınmakla yükümlüdürler. “Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyene sarıl! Doğruluk gönül rahatlığı, yalan ise kuşkudur.”3947; “Muhakkak helâl belli, haram da bellidir. Lâkin aralarında helâle de harama da benzer şüpheli şeyler vardır ki, onları insanların çoğu bilmez. Şüpheli şeylerden kaçınan bir kimse; dinini, ırzını (insanî kıymetini) korumuş olur. Şüpheli şeylere dalan bir kimse, harama düşme tehlikesindedir. O, tıpkı sınır kenarında hayvan otlatan ve nerede ise yasak yerde otlatacak bir çoban gibidir. Bilin ki, her hükümdarın hudûdu vardır; Allah’ın sınırları ise haramlardır...” 3948
Doktorların, özellikle mü’min ve uzman doktorların, hastaları için sakıncalı görüp yasakladıkları maddelerin hastalar tarafından yenilip içilmesi de haramdır. 3949
Giyecek ve Süslenmede Haramlar
a - Giyinmekten Maksat: İslâm giyinmekten iki maksat güdüyor: Örtünmek (tesettür) ve güzel görünmek (ziynet). “Ey Âdemoğulları! Ayıp yerlerinizi örtecek giysi ve sizi süsleyecek elbiseler gönderdik. Takvâ örtüsü ise bundan daha hayırlıdır. Allah’ın bu âyetleri öğüt almanız içindir. Ey insanoğulları! Şeytan, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak ananızı, babanızı cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtmasın...” 3950; “Ey Âdemoğulları! Her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin...” 3951
Bu âyetler örtünme ve kendine çeki-düzen verme konularında itidal sınırlarını çiziyor; açılıp saçılmayı da yakışıksız, rüküş giyinmeyi de mahkûm ediyor.
b- Kıyafet Temizliği: Kılık kıyafetin tesettüre uygun (örtücü) ve güzel olması yanında temizliği de İslâm’ın tâlîmâtı arasındadır: “Temizlenin, çünkü İslâm temizdir.” 3952 Müslüman toza toprağa karşı açıkta kalan el, kol, yüz, ayak gibi uzuvla3947]
Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 22, hadis no: 2637; Nesâî, Eşribe 50, hadis no: 5677; Dârimî, Büyû’ 2, hadis no: 2535
3948] Buhârî, İman 45, Büyû’ 5; Müslim, Müsâkat 107-108; İbn Mâce, Fiten 14, hadis no: 3984; Nesâi, Büyû’ 2, hadis no: 4431; Tirmizî, Büyû’ 1, hadis no: 1219; Ebû Dâvud, Büyû’ 1, hadis no: 3329-3330; İbn Mâce, Fiten 3984
3949] 2/Bakara, 195; 4/Nisâ, 29
3950] 7/A’râf, 26-27
3951] 7/A’râf, 31
3952] Tirmizî, Edeb 41
- 856 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rını günde birkaç kere yıkamaya mecbur edilmiştir (abdest). Haftada bir iki kere bütün vücudunu yıkayacaktır (gusül).
Bir adam saçı, sakalı dağınık bir şekilde Rasûlullah’a gelmişti. Peygamberimiz (s.a.s.) düzeltmesini isteyen bir işarette bulundu, o da düzeltti. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Birinizin şeytan gibi saçı başı dağınık gelmesinden bu (şekil) daha iyi değil midir?”3953 Bir başkasını pasaklı bir elbise içinde görmüş ve şöyle buyurmuştur: “Bu adam, elbisesini yıkayacak bir şey bulamamış mıdır?” 3954; Düşük kaliteli bir elbise içinde kendisine gelen bir adamla aralarında şu konuşma geçmiştir: Rasûlullah (s.a.s.): “Malın var mı?” Adam: ‘Evet’ “Hangi çeşit mal?” ‘Allah bana her çeşit maldan verdi.’ “Mademki Allah sana mal verdi, şu halde nimet ve ikrâmının eserini/izini üzerinde görsün!” 3955
c- Altın ve Hâlis İpek Erkeğe Haramdır: Hâlis/saf ipek veya malzemesinin çoğu ipek olan giyecekler ile altını erkeğin giyecek, süs ve eşya olarak kullanması haramdır. Hz. Peygamber (s.a.s.) ipeği sağ eline ve altını sol eline alarak: “bu ikisi ümmetimin erkeklerine haramdır” demiştir.
Altın ve gümüşü kadının yalnızca ziynet eşyası olarak kullanmasına izin veren İslâm’ın erkeklere bunu haram kılmasının hikmetleri olarak şunları söyleyebiliriz:
Bu iki maden ve özellikle altın, asırlar boyu ya doğrudan doğruya para olarak yahut da para karşılığı teminat olarak kullanılmış, ekonomide büyük rol oynamıştır. Bunların ziynet ya da eşya olarak kullanılması ekonomiyi menfî yönde etkileyecektir. Yine, bunların ziynet ve eşya olarak kullanılması, toplama faydalar sağlayacak olan büyük bir sermayenin âtıl kalmasına sebep olmaktadır. Yine, Allah’ın erkekler için takdir ve tensîb buyurduğu fıtrat ve karakter altın ve ipekle süslenmeye muhtaç ve uygun değildir. Bunlarla birlikte, üste, başa; ele ayağa; eve barka serilmiş servetler dikkat, gıpta ve haset celbederler; sosyal adâlet duygusunu rencide ederler, fesâda sebep olurlar. İslâm, insanın maddî hayatı ile rûhî ve mânevî hayatı arasında ideal bir dengeyi hedef almıştır. Dışa bu ölçüde ihtimam rûhî hayatı zedelemekte, tekâmülü engellemektedir.
Kadına gelince: Onun fıtratı süse ve ziynete daha elverişlidir; diğer vasıflar yanında erkekte yiğitlik, kadında güzellik aranır. Kadına ziyneti tümüyle yasaklamak onun fıtratına ters düşer ve ağır gelir. Şâri’ onlara bu konuda ruhsat vermiş, fakat yabancı erkeklerden sakınmalarını emretmiş, ziynetlerini yoksullara iyreti/karşılıksız vermelerini tavsiye buyurmuştur.
d- Kadının Elbisesi: İslâm kadının, nâmahrem olanlara karşı örtünmesini emretmiştir. Kadın kıyafetinin şu üç ölçüye uygun olması şarttır:
1) Kadının elbisesi, vücudunu göstermeyecek kadar kalın olacaktır.
2) Göğüs, bel, kalçalar gibi şehvet çekici uzuvları teşhir edecek kadar sıkı ve dar olmayacaktır. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Cehennemliklerden iki sınıf vardır ki ben onları (dünyada) görmedim: Birincisi, yanlarında bulunan öküz kuyruğu gibi kırbaçlarla halkı kırbaçlayan kimseler. İkincisi, giyinmiş çıplak, (kalçasını) oynatan,
3953] Muvattâ, Şa’r 7
3954] Ebû Dâvud, Libâs 14; Ahmed bin Hanbel, 7/357
3955] Ebû Dâvud, Libâs 14; Tirmizî, Birr 63, Edeb 45
HARAM - HELÂL
- 857 -
salınarak yürüyen, başları, salınan deve hörgücü gibi kadınlardır. Bunlar cennete giremezler, onun kokusunu da alamazlar; hâlbuki onun kokusu mesâfelerin ötesinden alınır.”3956 Bu hadiste geçen “giyinmiş çıplak” ifadesi “bazı yerlerini örtüp bazı yerlerini açan veya ince/şeffaf veya dar elbise giyen kadınlardır” şeklinde açıklanmıştır. Bu ifadeyi, “örtülü olmalarına rağmen davranışları ile karşı cinsin cinsî duygularını tahrik eden kadınlar” şeklinde anlamak da mümkündür.
3) Kadın erkeğe, erkek de kadına benzemeye özenmeyecektir. Her iki cinsin kendilerine âit özellikleri ve buna uygun kıyafetleri vardır. Karşı cinse özenti bir ruh bozukluğu ve ahlâkî sapıklıktır. Bu sebeple Peygamberimiz erkeğin kadın, kadının da erkek elbisesi giymesini menetmiş, 3957 karşı cinse benzeme özentisini lânetlemiştir. 3958
e- Süslenme: İ’tidâl dini olan İslâm, insanların yaratılıştan mevcut özellik ve güzelliklerini belirli hale getiren süsü, boyamayı, takınma ve giyinmeyi -bazı şartlarla- mubah kılmıştır. Ancak fıtratı, yaratılışın verilmiş özellik ve şekilleri değiştirme mânâsında süs, makyaj ve değiştirmeleri yasaklamış, bunları şeytanî saymıştır; çünkü şeytan şöyle demişti: “Şüphesiz onlara emredeceğim de Allah’ın yaratışını değiştirecekler.”3959 Yaygın olan bazı süsleme ve değiştirme çeşitlerini sıralayalım:
1) Dövme yaptırmak ve dişlerin şeklini değiştirmek: Hz. Peygamber (s.a.s.) vücuduna dövme yaptıran ve yapana, (normal) dişleri yontarak şeklini değiştiren ve bunu yaptırana lânet etmiştir. 3960 Tıbbî ve estetik bakımlardan normal olan dişleri, moda olan şekle uydurmak için söktürüp yaptırmak câiz değildir. Gerek iğne batırıp açılan deliklere boyalı maddeler dökerek yapılan dövme ve gerekse diş minelerini mahveden dişleri seyrekleştirme/yontma işinin sağlık yönünden de zararlı olduğu bilinmektedir.
2) Estetik ameliyat: Büyük paralar sarfıyla burun, çene, göğüsler gibi uzuvların şeklini değiştirmekten ibâret olan estetik ameliyatın da yukarıdaki âyet ve hadislerde belirtilen haram kapsamına girdiği anlaşılmaktadır. Ancak, insanı aşağılık kompleksine iten, toplum içinde mânen işkence çekmesine sebep olan bir anormallik veya fazlalık olursa bunun izâlesi tedâvi mâhiyetindedir. Peygamberimiz (s.a.s.) güzellik için dişlerini seyrekleştirenleri lânetlemiştir.3961 Burada geçen “güzellik için” kaydı, bir ihtiyaç sebebiyle yapılan ameliyeleri istisnâ etmektedir.
3) Kaş aldırmak: Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) lânetine kaş aldıran ve alanlar da dâhildir.3962 Kaş aldırmak, kaşın kıllarını yolarak iyice inceltmek ve kaşı yukarıya almak sûretiyle yapılmaktadır. Bu, hilkati değiştirme mâhiyetindedir. Ancak, kadının yüzünde biten kılları aldırmasını bir kısım İslâm ulemâsı câiz görür.
4) Peruk takmak: Rasûlullah’ın menettiği ve lânetlediği şeylerden biri de saçı
3956] Müslim, Libâs 125
3957] Ebû Dâvud, Libâs 28; Ahmed bin Hanbel, II/325
3958] Buhârî, Libâs 61; Ebû Dâvud, Libâs 27; Tirmizî, Edeb 34
3959] 4/Nisâ, 119
3960] Müslim, Libâs 119; Buhârî, Libâs 82-87
3961] Buhârî, Libâs 82, 84; Müslim, Libâs 120
3962] Ebû Dâvud, Teraccül 5; Buhârî, Libâs 82, 84; Müslim, Libâs 120
- 858 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dökülen veya dökülmeyen kimselerin başlarına başkalarının saçlarını koymaları veya bunları eklemeleridir. Saç takma ve eklemede hem tabii şekli değiştirmek, hem de karşısındakini yanıltmak, ona genç görünmek vardır ki, İslâm bunları hoş görmemiştir.
5) Saç ve sakalı boyamak: Peygamberimiz’in (s.a.s.) çağında yahûdi ve hıristiyan ihtiyarları ağaran saç ve sakallarını boyamazlardı; onlara benzemesinler diye yaşlı sahâbiler boyamaya teşvik edilmişlerdir.3963 Boyanın rengi üzerinde durulmuş, siyaha boyamanın cevazı tartışılmıştır. Kına kırmızısı ve kırmızı-siyah karışımı bitkisel boyalarla boyamak ittifakla câizdir. Kadınların siyaha boyamaları genellikle câiz görülmüştür. Rasûl-i Ekrem’in, kâfirlere benzememek için saç ve sakal boyama emri “teşvik emri” olarak telâkki edilmiş, bu sebeple Ebû Bekir, Ömer (r. anhumâ) gibi sahâbiler boyamış, Ali, Ubey, Enes (r. anhum) gibi sahâbiler ise boyamamışlardır.
6) Sakal bırakmak: Rasûlullah: “Müşriklere muhâlefet edin (benzemeyin); sakalları bırakın, bıyıkları kırpın” 3964 buyurmuştur. Bu ve benzeri hadisler ile tatbikata bakan cumhûr sakalı tıraş etmenin haram olduğu neticesine varmışlardır. Kadı Iyâd, bunun mekruh olduğunu söylemiştir. Aynı mâhiyette olan boyama emrini yerine getirmenin farz ve terkinin haram sayılmaması bu görüşü destekler. Bazı çağdaş âlimler bunun bir âdet meselesi olduğunu düşünerek mubah olduğunu söylemektedirler. Kardavî, sakalı tıraş etmenin mekruh olduğu görüşündedir. 3965
Ev Eşyalarında ve Ev Gereçlerinde Haramlar
Ev Eşyası: Her canlının bir yuvası, bir meskeni vardır; insanın yuvası da evidir. Peygamberimiz: “Dört şey mutluluk vâsıtalarındandır: İyi (sâliha) eş, geniş ev, iyi komşu ve rahat binek”3966 buyurarak evin insan hayatındaki önemini belirtmiş, ayrıca temiz tutulmasını istemiştir.3967 “De ki: ‘Allah’ın kulları için yarattığı güzellikleri... kim haram kılmıştır?” 3968 âyeti evin çiçekler, nakışlar ve şekiller ile süslenmesini de câiz kılmaktadır. Rasûlullah (s.a.s.): “Kalbinde zerre miktarı kibir olan kimse cennete giremez” buyurunca, bir adam: ‘kişi, elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasından hoşlanıyor?’ diye sormuş, “Şüphesiz Allah güzeldir, güzeli sever” cevabını almıştır. 3969 Ancak, bu izinler ve teşvikler mutlak değildir; bazı kayıtlar ve yasaklar vardır:
a- Altın ve gümüş kaplar, ipek sergiler: Sahâbeden Huzeyfe (r.a.) şöyle diyor: “Rasûlullah (s.a.s.) bizim, altın ve gümüş kaptan yiyip içmemizi, ipek giymemizi ve ipek sergi üzerine oturmamızı men etti ve şöyle buyurdu: “Bunlar dünyada onlar (kâfirler), âhirette ise bizim içindir.”3970 Bu hadis, altın ve gümüşün kap kacak ve ev eşyası, ipeğin de sergi vb. olarak kullanılmasını erkek ve kadın bütün müslümanlara haram kılmaktadır. Gazzâlî, bu mâdenlerin ekonomik hayattan çekilerek evde kullanılmasının topluma zararını, “bu, şehrin valisini, dokumacılık veya süpürgecilikte kullanmaya benzer ki, onu hapsetmekten daha kötüdür” sözleriyle
3963] Buhârî, Enbiyâ 50, Libâs 67; Müslim, Libâs 80
3964] Buhârî, Libâs 63, 64
3965] Kardavî, İslâm'da Helâl ve Haram, s. 98-100
3966] İbn Hibbân rivâyet etmiştir
3967] Tirmizî, Edeb 41
3968] 7/A'râf, 32
3969] Müslim, İman 147
3970] Buhârî, Eşribe 28, Et'ıme 29; Müslim, Libâs 4, 5
HARAM - HELÂL
- 859 -
ifade ediyor. 3971
b- Heykel: “İçinde heykeller bulunan eve melekler (rahmet melekleri) girmez.” 3972; “Kıyâmet günü azâbı en şiddetli olacaklardan biri de bu sûretleri yapanlardır.”3973 gibi hadisler müslümanın evinde heykel bulundurmasına ve heykel yapmasına engeldir. Bunların haram kılınmalarının hikmet ve sebebine gelince:
1) Çeşitli devir, yaş ve çevrelerde heykele tapıldığı için bu hâtırayı silerek tevhidi korumak,
2) Heykeltıraşın yaratma vehmi gibi kula yakışmayan duygu ve düşüncelere kapılarak şirke veya günaha girmesini önlemek,
3) Heykel yapımının ve sanat anlayışının bir sınırı bulunmadığından sahte tanrılar, çağdaş tâğutlar, dinî semboller, çıplak kadınlar gibi İslâm’a zıt şeylerin heykelleştirilmelerine engel olmak,
4) Faydasız ve gereksiz sarfı, isrâfı, lüksü men etmek.
Heykeli büyüklere saygı ve kahramanların hâtıralarını ebedîleştirmek gâyelerine bağlayarak savunanlara karşı İslâm düşüncesi şöyledir:
1) Her zaman ve her yerde bu gibilerin heykelleri yapılmamıştır. Âdi, alçak, zâlim, müstebit, sahte kahramanların da heykelleri yapılmış, bu gerçek, mezkür hikmeti ortadan kaldırmıştır.
2) Müslümanın dünyada ebedîleşmek gibi bir gâyesi yoktur. Mü’min, Cemâl-i İlâhînin seyrinde, Fahr-i Kâinat’ın sohbetinde sonsuz mutluluklara ereceğini umduğu ebedî âlemlerin hasretini çeker.
3) İslâm’da hizmet Allah rızâsı için yapılır ve hizmet eden, bu niyeti (ihlâsı) bozulmasın diye teşhirden kaçar. İslâm’da güzel sanatların heykelden başka alanlara yönelmesinin sebebini de yukarıdaki maddelerde aramak gerekecektir. İlle heykel yapılacaksa, soyut heykelin çok geniş imkânlarından yararlanılabilir.
c- Heykel Şeklinde Oyuncak: Çocukların oynadığı bebek, hayvan vb. oyuncaklar, heykel mânâ ve mâhiyetinde olmadığı için câiz görülmüştür. Nitekim Hz. Âişe’nin evliliğinin ilk yıllarında çocukluk arkadaşlarıyla bu çeşitten oyuncaklar oynadığını Rasûl-i Ekrem görmüş ve tasvip etmiştir. 3974
d- Resim: Heykel şeklinde olmayan, kâğıt, sergi, örtü, duvar gibi yerlere yapılan resimler hakkındaki hadisler bunun mutlak olarak haram veya helâl olduğunu göstermiyor; resmin konusuna, ressam veya resmi kullananın maksadına ve kullanıldığı yere göre çeşitli hükümler getiriyor.
1) Mukaddes sayılan, tapınılan, tanrılık izâfe edilen şeylerin ve tâğutların resimlerin yapmak ve kullanmak haramdır.
2) İslâmî ahkâm ve ahlâka aykırı olan çıplak insan vb. resimlerini yapmak ve kullanmak da haramdır.
3971] İhyâ, Sabır ve Şükür Kitabı/Bölümü
3972] Buhârî, Bed'u'l-Halk 7, Meğâzî 12; Müslim, Libâs 87
3973] Buhârî, Edeb 75; Müslim, Libâs 96
3974] Buhârî, Edeb 81; Müslim, Edeb 54
- 860 -
KUR’AN KAVRAMLARI
3) Bunların dışında kalan resimlerden canlılara ait olmayanları mubahtır, yapmak ve kullanmak serbesttir. Nitekim İbn Abbas bir ressama, resim yasağını naklettikten sonra şöyle demiştir: “İlle de yapacaksan ağaçların ve ruhu olmayan şeylerin resimlerini yapman gerekir.” 3975
4) Canlılara gelince, hadislerden bir kısmı Peygamberimiz’in bunları tasvip etmediğini, diğer kısmı ise, özellikle çiğnenen sergide, yaslanılan yastıkta, oturulan minderde... olduğu zaman câiz gördüğünü ifade etmektedir. Bunlardan çıkan netice, böyle resimlerin -dinî bir takdis ve ta’zîme götürmedikçe- câiz olduğudur. Titizlik gösterilen nokta, tevhîdin korunmasıdır. Tahâvî’nin şu ifadesi bu anlayışı destekliyor: “Rivâyet ettiğimiz hadisler, elbise üzerindeki resimleri, yasaklanan resimlerin dışına çıkarmaktadır. Yasaklanan resimler, hıristiyanların kilise duvarlarına yaptıkları veya bezlere yapıp astıkları resimler kabilinden olanlardır.” 3976
Resim (sûret) hakkındaki hadislerden anlaşıldığına göre Rasûlullah, önceleri, tevhid inancı ruhlara yerleşinceye kadar resim hakkında titiz davranmış, sonraları mahzuru olmayan noktalarda ruhsatlar vermiştir. Bazı âlimler, canlı-cansız ayrımını göz önüne alarak mücessem (üç boyutlu, gölgeli) olmayan veya hayatî bir uzvu eksik bulunan resimleri de cansızlara katmış, câiz görmüşlerdir. Çünkü bunların, mezkür şekil ve eksiklik içinde canlı olmaları mümkün değildir.
Geleneksel Görüşün Eleştirisi; Put Amaçlı Olmayan Resim ve Heykelin Cevazı
Allah’a teslim olmuş muvahhid bir müslüman için sorun, Kur’ânî ilkelerin yorumlanması ve hayata geçirilmesi noktalarında odaklaşacaktır. Haramlığında şüphe bulunan hususlarda cesaret fıska; ihtiyat ise takvâya götürür. “Üzümünü ye, bağını sorma!” anlayışı materyalist inancın (veya inançsızlığın) sonucudur. Haramdan kaçınmak için, bağını sorup öğrenmediğin üzümü yememek, haramlığına dair bir şüphe varsa, ihtiyatlı davranarak sakınmak müslümana yakışan takvâdır. Sanatçı gönül eri olduğundan, Allah’ın sanatına hayran bir ruha sahip bulunduğundan, takva herkesten önce ona yakışır. Takvanın getirileri sadece öteki dünya ile sınırlı değildir. Sanattaki bu ihtiyat da, yeni konulara, orijinal ürünlere kapılar açacaktır ve tarihsel süreç içinde de açmıştır.
Kur’an ve hadisin, dini emir, yasak ve uygulamalara ters düşmemek kaydıyla tasviri esastan ve temelden yasakladığını söylemek mümkün değildir. Tasvirin haram ve mubah olmasındaki ölçünün, onun mesajı ve kullanıldığı yer olduğu söylenebilir. Yoksa, salt olarak tasvir haram ise, Hz. Âişe’nin, üzerinde sûret bulunan minder ve yastık kullanması Peygamberimiz tarafından sükût ve takrirle karşılanmazdı. Salt olarak tasvir yasak kabul edilse, günümüzdeki fotoğrafın her türlüsünün haram olması icap ederdi. Bu da konusu ve amacı ne olursa olsun, sinema ve televizyondaki her türlü görüntünün de tamamıyla haram olmasını beraberinde getirecekti. (Hâlbuki hiçbir meşhur âlim böyle düşünmemekte.) Hz. Süleyman örneğinde görüldüğü gibi, Kur’an salt olarak heykeli yasaklamaz. Kur’an put amaçlı heykelleri kesin dille ve ısrarla yasaklar.
Hz. Süleyman döneminde, put görevi üstlenmediği ve sadece sanat eseri
3975] Buhârî, Büyû' 104; Müslim, Libâs 99
3976] Tahâvî, Şerhu Maâni'l-Âsâr, 4/282-288
HARAM - HELÂL
- 861 -
olduğu anlaşılan heykele (timsâl) hoş gözle bakan, eleştirmeyen Kur’an’ın,3977 İbrâhim (a.s.) döneminde put görevi üstlendiği için put-heykellerle mücâdeleyi emrettiğini hatırlayalım. Aynı “timsâl” (heykel) kelimesini Kur’an bu sebepten tavır alarak ifâde eder: “İbrâhim babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller nedir böyle?’ demişti.”3978 O büyük peygamberin ateşe atılma pahasına heykelleri kırıp devirmesini Kur’an, tüm muvahhid mü’minlere örnek olsun diye geniş şekilde açıklar.
Saygı duymak ve tapmak amacıyla yapılmış veya bu amaca hizmet eden insan heykelinin, putlaştırılmaya yol açma ihtimali olan kişilerin duvarlara asılabilecek ve saygı duyulacak resimlerinin haramlığında ittifak vardır. Tevhid inancının temel esaslarını korumak bu yasağın en büyük hikmetidir. Kendi eliyle yaptığına tapma ahmaklığını bazı insanlar, sadece eski câhiliyye döneminde değil; şu asırda ve çok yakınlarımızda bile göstermekte. Sadece imal ettiği halde “yaratma” vehmine kapılmak, çıplak kadın heykeli, sahte tanrılar, batıl dinlerin sembolleri gibi şeyler yapmaya kalkmak ve bunların demirden, tunçtan yontusu için büyük paralar sarf etmek, faydasız bir lüks, yani israf, heykelin dinen kaçınılması ve soğuk görülmesi için diğer hikmetler. Tasvir, kralların, diktatörlerin ve siyasi liderlerin büyük olduğu fikrinin halkın zihnine işlenmesine yarayan en önemli araçlardan biridir. İster resim, ister heykel şeklinde olsun, tasvir, müstehcenliğin yayılmasında da, yığınların çeşitli şekillerde saptırılmasında da geniş olarak kullanılmıştır. Bu gerekçelerden yola çıkarak, tasvir tasvip görmemiştir. Tarih boyunca her türlü canlı resmine, özellikle insan figürüne âlimler ve müslüman sanatçılar soğuk ve ihtiyatlı yaklaşmıştır.
Resim ve heykelin soyut olanına İslam hiç bir yasak koymaz. Dolayısıyla resimle veya heykelle uğraşmak isteyen ihtiyatlı müslüman için soyut resim ve heykelin kapıları ardına kadar açıktır. Modern resim ve heykel sanatı bile soyut resim ve heykele yöneldi. Minyatür modernize edilebilir, soyut resmin sınırsız imkân ve güzelliklerinden yararlanılabilir. Hat modern resme adapte edilebilir. Heykelden tebliğ amaçlı olarak da yararlanılabilir. Allah’ı, âhireti, ölümü, kulluğu hatırlatan, canlı figürlerden uzak, soyut heykel ve anıtlar gerekirse meydanlara dikilebilir. İsrafa kaçmadan ve yararlı bir şekilde müslümanca bu sanatlarla uğraşılabilir.
Put konumundaki resim ve heykeller… Hadis-i şeriflerdeki putperestliğe yol açan sûret yapmayı net şekilde yasaklayan ifadelerin, hangi amaçla olursa olsun gölgeli ve gölgesiz tüm sûret yapmaları kapsadığını düşünen eski âlimlerin değerlendirmesiyle canlıların resmi, özellikle insan figürü resimde yasak kabul edilmiş. Özellikle heykel için bu yasaklık daha net olarak vurgulanmış. Câhiliye devrinde insanların kendi elleriyle yaptıkları putlara tapmalarına şâhid olan Hz. Peygamber’in şirk ve putperestliğe sert tavır almasından daha doğal bir şey olamazdı. Tevhid inancının temel esaslarını korumak, bu yasağın en büyük hikmetidir. Kendi eliyle yaptığına tapma ahmaklığını bazı insanlar, sadece eski câhiliyye döneminde değil; şu asırda ve çok yakınlarımızda bile göstermekte. Sadece imal ettiği halde “yaratma” vehmine kapılmak, çıplak kadın resim ve heykeli, sahte tanrılar, bâtıl dinlerin sembolleri, kutsallaştırılan tâğut sûretleri gibi şeyler yapmaya kalkmak ve bunların betondan, demirden, tunçtan yontusu için büyük
3977] Bk. 34/Sebe', 13
3978] 21/Enbiyâ, 52
- 862 -
KUR’AN KAVRAMLARI
paralar sarfetmek, faydasız bir lüks, yani israf, heykelin yasak kabul edilmesi için diğer hikmetler.
Kur’an’ın direkt yasaklamamasına rağmen, tarih boyunca İslâm düşünce ve fetvâlarında canlılara ait resim ve heykellerin yasak kabul edilmesinin, bazı iddiâ ve zanların aksine, sanat için çok olumlu etkileri vardır. Biyolojik bir vâkıadır ki, kullanılmayan bir kabiliyet, kullanılmakta olan diğer yeteneği takviye eder. Meselâ bir âmânın hâfızası ve hassâsiyeti normal insanlarınkinden kat kat üstündür. Meyvesini çoğaltmak için ağacın budanması gibi canlı yaratıkların resim, yontma ve heykellerinin tasvirinden uzak kalan sanatkârın kabiliyeti diğer sahalarda daha büyük kuvvetle kendini gösterir. Hat sanatı, minyatür, arabesk, stilizasyon ve her çeşit süsleme sanatındaki müslüman sanatçının başarıları bunun delilidir. Resim ve heykelin soyut olanına İslâm’ın hiçbir yasak koymadığını, bu konuda hiçbir ihtilaf olmadığını belirtelim. Canlı varlıkların ve özellikle insanın resim ve heykelini, putperestliğe hiç âlet edilmemiş olsa bile gelenek gereği yasak sayanların bu konuda da alternatifleri çoktur. Dolayısıyla resimle veya heykelle uğraşmak isteyen için soyut resim ve heykelin kapıları ardına kadar açıktır, tarihsel süreçte de kimse bunu yasaklamamıştır. Modern resim ve heykel sanatı bile soyut resim ve heykele yöneldi. Minyatür modernize edilebilir, soyut resmin sınırsız imkân ve güzelliklerinden yararlanılabilir. Hat modern resme adapte edilebilir. Heykelden tebliğ amaçlı olarak da yararlanılabilir. Allah’ı, âhireti, ölümü, kulluğu hatırlatan, canlı figürlerden uzak, soyut heykel ve anıtlar gerekirse meydanlara dikilebilir. İsrafa kaçmadan ve yararlı bir şekilde müslümanca bu sanatlarla uğraşılabilir.
Put amaçlı veya tâğutların putlaştırılmasına hizmet eden insan ve hayvan figürlerine âit heykellerin ve dans, bale gibi etkinliklerin sanat kabul edilmesi bizim açımızdan mümkün değil. Herhangi bir şirke, küfre veya harama âlet ve vesîle olan şekliyle sanat kabul edilenlerin güzelliği de meşrûluğu da kaybolur. Genel ölçü, Allah’a yaklaştıran herhangi bir şey meşrû, Allah’tan uzaklaştıran; tâğutlara, şeytana, nefsin hevâsına hizmet eden herhangi bir şey çirkin ve yasak. Müslümana göre sanatın mutlaka bir hayra hizmet etmesi ve yalan değil, hakikat olması gerekir. Tabii ki dinî ölçüler, selim akıl ve fıtrat kalıpları içinde güzel olması, estetik, zevke uygun olması şarttır ki sanat olabilsin. Bütün bu sanatlar vecd, tefekkür ve tebliğe hizmetleri ölçüsünde dince makbuldür.
Resim ve heykele gelince... Canlı resmi, özellikle insan figürü resimde müslümanların tarihi boyunca soğuk karşılanmış. Özellikle heykel için bu soğukluk, haram ve put hükmü verilerek yasaklık yönüyle daha ileri boyutta algılanmıştır. Tevhid inancının temel esaslarını korumak, bu yasağın en büyük hikmetidir. Kendi eliyle yaptığına tapma ahmaklığını bazı insanlar, sadece eski câhiliyye döneminde değil; şu asırda ve çok yakınlarımızda bile göstermekte. Sadece imal ettiği halde “yaratma” vehmine kapılmak, çıplak kadın heykeli, sahte tanrılar, bâtıl dinlerin sembolleri gibi şeyler yapmaya kalkmak ve bunların demirden, tunçtan yontusu için büyük paralar sarfetmek, faydasız bir lüks, yani israf, heykelin yasaklanması için diğer hikmetleri kabul edilir.
Ama klasik değerlendirmelerin aksine, Kur’an’dan yola çıkarak put özelliği taşımayan resim ve heykellerin câiz olacağı görüşünü benimsemek daha doğru olur diyebiliriz. Çünkü;
HARAM - HELÂL
- 863 -
İbrâhim (a.s.) döneminde, put görevi üstlendiği için ateşe atılma pahasına devrilmesini ister. Vahyin emriyle bütün peygamberler ve muvahhid mü’minler, put-heykellerle mücâdele etmek zorunluluğunu hissetmiştir. “İbrâhim babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller nedir böyle?’ demişti.”3979 Ve heykellere tapınma şeklinde saygı duyanlara şöyle haykırır: “Yuh olsun size ve Allah’ın dışında tapmakta olduklarınıza (put heykellere), siz aklınızı hiç kullanmaz mısınız?”3980 Elbette, yaşadığı dönemde yine put görevi üstlenip saygı duyulan heykellere Hz. Muhammed (s.a.s.), kendisi gibi tevhid önderi olan putkıran dedesi İbrâhim Peygamber gibi onları yeryüzünden kaldırmak için savaşları göze almış, her türlü mücadeleyi yaparak putları devirmiştir. Bununla birlikte, Kur’ân-ı Kerim, Süleyman (a.s.) döneminde, put görevi üstlenmediği ve sadece sanat eseri olduğu anlaşılan heykele (timsâl) hoş gözle bakar, eleştirmez.3981 Biricik önderimiz Peygamberimiz’in de Hz. Âişe’nin küçük yaşlarda iken oyuncak olarak oynadığı kanatlı at heykeli gibi put özelliği taşımayan ve saygın konumda bulunmayan eserlere hiçbir yasak koymadığını değerlendirebiliriz.
Efendimiz (s.a.s.), Tebük ya da Hayber gazvesinden dönmüştü. Hz. Aişe’nin eşyalarını koyduğu rafların üzerinde örtü vardı. Rüzgâr esti ve Hz. Aişe’nin oyuncaklarının üzerinde bulunan örtüyü bir kenarından açtı. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.): “Ey Aişe bunlar nedir?” diye sordu. Aişe annemiz: “Kızlarım” diye cevap verdi. Hz. Peygamber oyuncakların arasında iki kanatlı at gördü ve: “Oyuncakların arasında gördüğüm bu nedir?” diye sordu. Hz. Aişe: “At” diye cevap verdi. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Üzerindekiler nedir?” deyince. Hz. Aişe: “Kanatlarıdır” diye cevap verdi. Efendimiz (s.a.s.): “Atın kanatları olur mu?” dediğinde Hz. Aişe: “Hz. Süleyman’ın atlarının kanatlarının olduğunu işitmedin mi?” şeklinde cevap verdi. Aişe annemiz der ki: “Rasûlullah (s.a.s.) bunu işitince, azı dişleri görünecek kadar güldü.” 3982
Hz. Âişe (r.anhâ) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) bir seferden dönmüştü. (O yokken) ben, yüklüğün önüne, üzerinde resimler bulunan bir bez (perde) çekmiştim. Rasûlullah perdeyi görünce, çekip attı, (öfkeden) yüzü de renklenmişti. “Ey Âişe!” buyurdular, “Bil ki, kıyamet günü insanların en çok azap görecek olanı Allah’ın yarattıklarını taklit edenlerdir.” Hz. Âişe (r. anhâ) devamla: “Biz o bezi kestik, bir veya iki minder yaptık.” demiştir.3983 Bu hadîs-i şerîf, duvara asılı olduğu takdirde haram olan resmin minder yüzü yapılarak yere konulması halinde kullanılabileceğini ifade etmektedir. Yani, yasağın illeti olarak resmin yüceltilip kutsallaştırma ihtimali olunca, yasak olması söz konusudur. Yerde bulunması gibi, yüceltilip kutsallaştırılma, dolayısıyla put konumuna geçme riski olmadığında helâl hükmü taşıdığı değerlendirilir.
Ölçüyü şu şekilde güncelleştirebiliriz: Saygı duyulup putlaştırılan heykelleri ve hatta resim ve fotoğrafları bırakın sanat eseri olarak kabul etmeyi, kişiyi dinden çıkarıp müşrik yapan bir araç, put olduğu için çok çirkin ve yıkılıp yok edilesi bir nesne olarak görmek zorundadır muvahhid müslümanlar. Fakat, hiçbir put özelliği taşımayan ve salt sanat eseri kabul edilen ve başka haramlara da yol
3979] 21/Enbiyâ, 52
3980] 21/Enbiyâ, 67
3981] Bk. 34/Sebe', 13
3982] Ebû Dâvud, Edeb, 54, 62; Nesâi
3983] Buhârî, Libâs 91, 95
- 864 -
KUR’AN KAVRAMLARI
açmayan, tâğut ve küfür önderlerini de çağrıştırmayan fotoğraf, resim ve hatta heykellere Kur’an ve Sünnet, haram hükmünü koymaz (Bu konuyla ilgili olarak gerekiyorsa, İslâm’da Helâl ve Haram konusunu işleyen kitaplara ve “put” kavramına bakınız). Ama bir harama sebep oluyorsa hükmünün haram, bir şirke sebep oluyorsa hükmünün şirk olacağı da unutulmamalıdır.
Tahâvî konumuzla ilgili olarak şunları söyler: “Peygamberimiz’in (s.a.s.) İslâmiyet’in ilk yıllarında her türlü put, sûret ve resimleri menetmesinin sebebi; putperestlik üzerinden uzun bir süre geçmemiş olmasıdır. Put ve benzeri şeylere bir daha dönülüp ibadet edilmesin diye put ve ona yol açan her sûret ve resim yasaklanmıştı. Sonra İslâmiyet yayılıp, esasları iyice yerleşip anlaşıldıktan sonra putlar ve benzeri şeyler hakkındaki yasak devam etti; ama bez ve kâğıt ya da benzeri şeyler üzerine yapılan resimlere dokunulmadı, bir bakıma serbest bırakıldı. Çünkü artık bu gibi resimlere saygı gösterenler olmazdı.”
Resme Olumsuz Bakanların Delillerine ve Takvâya Gelince…
Aşağıdaki hadîs-i şerifler de put amaçlı heykel yapmanın haramlığına delâlet etmektedir:
İbn Abbas (r.a) den: “Ebu Talha’nın Resulullah’tan (s.a.s) dinlediği şu hadisi ben de ondan dinledim: “Melekler, içinde köpek ve heykel (put) olan eve girmezler.” 3984
“Benim yarattığım gibi yaratma yoluna girmeye kalkışandan daha zalim kim vardır. Şu halde onlar, haydi bir zerre yaratsınlar, bir tane yaratsınlar, bu arpa yaratsınlar.” 3985
İslâm heykel edinmeyi yasakladığı gibi, gayri müslimler için yapsa bile, onun sanatıyla uğraşmayı da haram kılmıştır. Abdullah b. Ömer, Nâfi’ye Resulullah (s.a.s)’in şöyle buyurduğunu haber vermiştir: “Şu sûretleri yapanlar, kıyamet gününde azab görecekler ve onlara: Yarattığınız bu sûretlere hayat verin “ denecek.” 3986
Said b. Ebû’l-Hasen’den: “Bir adam Abdullah b. Abbas’a gelerek, “Ben şu suretleri yapan (geçimini bundan sağlayan) birisiyim. Bunlar konusunda bana fetva ver.” dedi. İbn Abbas, “Bana yaklaş” dedi. Adam ona yaklaştı. Sonra, “Bana yaklaş” dedi. Adam ona yaklaştı, ta ki İbn Abbas elini onun başı üzerine koydu ve, “Resulullah (s.a.s)’den işittiğimi sana haber vereceğim; O şöyle buyurdu: “Her sûret yapan cehennemdedir. Onun yaptığı her sûrete bir can verilir ve bu, kendini yapana cehennemde azabeder.” Sen mutlaka bunu yapmak zorunda isen, ağaç veya cansız şeylerin resmini yap” dedi.” 3987
Ben bu konuda yasak içeren ifadelerin, henüz putperestliğin tüm kökleri kurutulmadığı ve yapılan sûretlerin (resim ve heykellerin) putlaştırılabileceği ihtimali ile ilgili olduğu kanaatini taşıyorum. Putlaştırılma ihtimali olmayan resim ve hatta soyut heykellerin caiz olduğu görüşüne katılıyorum. Bununla birlikte takvâ, şüpheli şeylerden kaçınmayı gerektirir. Eğer kalp tatmin olmazsa kişi şüpheli şeyleri terk etmelidir.
İslâm’da canlı resim ve heykellerin müslümanların tarihi boyunca tümden yasak kabul edilmesinin, bazı iddiâların aksine, sanat için çok olumlu etkileri
3984] Nevevî, Müslim Şerhi, Xll, 84
3985] Nevevî, Müslim Şerhi, XII, 90
3986] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, Şerhu Sahihi’l-Buharî, Xll, 508
3987] Nevevî, Şerhu Sahihi Müslim, XII, 93
HARAM - HELÂL
- 865 -
de olmuştur. Biyolojik bir vâkıadır ki, kullanılmayan bir kabiliyet, kullanılmakta olan diğer yeteneği takviye eder. Meselâ bir âmânın hâfızası ve hassâsiyeti normal insanlarınkinden kat kat üstündür. Meyvesini çoğaltmak için ağacın budanması gibi canlı yaratıkların resim, yontma ve heykellerinin tasvirinden uzak kalan sanatkârın kabiliyeti diğer sahalarda daha büyük kuvvetle kendini gösterir. Hat sanatı, minyatür, arabesk, stilizasyon ve her çeşit süsleme sanatındaki müslüman sanatçının başarıları bunun delilidir. Resim ve heykelin soyut olanına İslâm’ın yasak koyduğunu zaten hiçbir kimse iddia etmez. Dolayısıyla resimle veya heykelle uğraşmak isteyen için soyut resim ve heykelin kapıları tarihten bu yana ardına kadar açıktır. Modern resim ve heykel sanatı bile soyut resim ve heykele yöneldi. Minyatür modernize edilebilir, soyut resmin sınırsız imkân ve güzelliklerinden yararlanılabilir. Hat modern resme adapte edilebilir. Heykelden tebliğ amaçlı olarak da yararlanılabilir. Meselâ Allah’ı, âhireti, ölümü, kulluğu hatırlatan ve canlı figürlerden uzak, soyut heykel ve anıtlar gerekirse meydanlara dikilebilir. İsrafa kaçmadan ve yararlı bir şekilde müslümanca bu sanatlarla uğraşılabilir.
Sanat konusunda çok az yasak vardır. Yeme-içme konusundaki birkaç yasak gibi. Geniş olan alan, meşrû olan alandır. Yasakların çoğu putçuluk, seks, fitne, fesat, israf gibi, sanatın aslına âit olmayan unsurlardır ki, şeytanın süsleyip güzel gösterdiği ârızî dış etkenlerle ilgilidir. Bunlar sanatla birlikte olmasa da yasak olan inanç ve ahlâk dışı çirkinliklerdir. Müslüman sanatkârın önünde, kabiliyetini gösterebileceği çok geniş saha vardır. Ancak, oynamasını bilmeyen gelin “yenim dar, yerim dar” der.
e- Fotoğraf: Buraya kadar dinî hükmünü araştırdığımız heykeller ile elde yapma tablolar cinsinden resimler idi. Bilinen makine ile çekilen resme (Fotoğrafa) gelince:
1) Mücessem (heykel türünde üç boyutlu) olmayan resimleri, yasaklar içine sokmayan âlimlere göre fotoğraf çektirmek ve kullanmak câizdir; yarım olanların cevazı daha da kuvvetlidir. Ancak fotoğrafın konusu ve maksadı yine önemini muhâfaza etmektedir. Çıplak veya açık kadın ve erkek fotoğrafları ile hıristiyan azizlerine, tâğutlara ve benzerlerine ait fotoğraflar harama dâhildir.
2) Sûretin haram olması için mücessem (heykel) olmasını şart koşmayan âlimlerden bir kısmı fotoğrafta -ressamın yaptığı resimde mevcut- vasıfları (illeti) bulamadıkları için bunu câiz görmüşlerdir. Bu grubun diğer ulemâsı da kimlik, pasaport, tapu vb. yerlerde kullanılmak üzere fotoğraf kullanmak ve çektirmenin bir ihtiyaç (zarûret) olduğunu göz önüne alarak bunu câiz görmüşlerdir; çünkü “hâcet (ihtiyaç) umûmî olsun, husûsî olsun zarûret menzilesine tenzîl olunur (zarûret kabul edilir).” 3988
İslâm’da ressamlık ve fotoğrafçılık mesleğinin hükmü de yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacaktır. Câiz olanı yapmak da câizdir. Konusu veya maksadı itibarıyla câiz olmayanı yapmak ve çekmek de câiz değildir.
f- Köpek beslemek: Rasûl-i Ekrem şöyle buyuruyor: “Av, tarla, bahçe, sürü (çoban) köpekleri müstesnâ olmak üzere köpek besleyen kimsenin sevâbından her gün
3988] Mecelle, madde 32
- 866 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir miktar (kıyrât) eksilir.”3989 Köpek bulunan eve meleğin girmediğini bildiren hadisler3990 de yukarıdaki hadise eklenince çıkan netice şudur: Korunma ve avlanma gibi bir ihtiyaç bulunmadan evlerde köpek beslemek İslâm’da yasaklanmış; çünkü:
1) Köpek besleyecek kadar imkânı olanların bakım ve harcamalarına yoksul, kimsesiz insanlar daha lâyıktır.
2) Tıbbın kesin açıklamalarına göre köpeklerden insanlara geçen birçok tehlikeli hastalıklar mevcuttur.
3) Köpek yoldan gelip geçeni, misafiri ve bir şey çin geleni korkutur, havlamalarıyla etrafı rahatsız eder. Bununla beraber zararı olmayan köpekler itlâf edilmez; her canlıya merhamet edilir, yardım edilir ve onlar yüzünden de ecir alınır. Bir kuyunun başında susuzluktan ölmek üzere olan bir köpeğe su veren günahkârın İlâhî afva mazhar olduğunu Rasûlullah haber vermiştir. 3991
İş, Kazanç, Meslek ve Ticarî İlişkilerde Haramlar
İş ve Meslekler: Allah Teâlâ, insanoğlunu akıl, bilgi ve emeği ile imkânları değerlendirerek ihtiyaçlarını bizzat karşılayacak kabiliyette yaratmıştır. Bu kabiliyetlerini kullanmamak ve değerlendirebilmek içinde yeteri kadar imkân vermiştir. “Yeryüzünü size boyun eğdiren O’dur; öyleyse onun sırtında dolaşın, Allah’ın verdiği rızıktan yiyin.”3992 Yeryüzünün boyun eğmesi, işlemeye ve verimli kılmaya müsait oluşudur. Onun sırtında dolaşymak; adım adım, karış karış araştırarak insana faydalı olan imkânları ortaya çıkarmak, işlemek, istifade etmek ve ettirmektir. Birçok hadis-i şerif de mecbûriyet ve zarûret dışında, herkesin rızkını kendi gücü ile temin etmesini emretmektedir. “... Şu üç kişiden biri olmak müstesnâ, istemek (dilenmek) kimseye helâl değildir: 1- Bir angarya yüklenen kimse ki o verdiğini almak maksadıyla ister, alınca da artık istemez. 2- Mal varlığı bir felâkete uğrayan kimse ki, geçimini sağlayacak kadar istemesi ona da helâldır. 3- Çevresinden, aklı başında üç kişinin ‘filân kimse yoksul düştü’ diyeceği kadar yoksullaşan kimse; bu da geçimini temin edinceye kadar ister. Bunlar dışında kalan talep haramdır; bunu yiyen haram yemiş olur.” 3993 “Herhangi birinizin ipini sırtına alıp bir demet odun getirerek satması -ve bununla Allah’ın onunla şerefini korumuş olması- halktan istemesinden daha hayırlıdır; onlar da ya verirler veya vermezler.” 3994 “Hiçbir kimse el emeğinden daha hayırlı yiyecek yememiştir ve Allah’ın peygamberi Dâvud da el emeğini yerdi.” 3995
İslâm ulemâsı âyet ve hadisleri bir arada değerlendirerek şu neticeye varmışlardır: Müslümanların muhtaç olduğu her meslek, zanâat ve sanâyi farz-ı kifâyedir. Toplum içinde yeterince bulunmazsa bütün müslümanlar sorumlu olurlar.
Yasak Edilen Meslek ve İşler
a- Yasak Seks (Zinâ-Fuhuş): İslâm zinâyı bütün şekilleriyle haram kılmıştır. Bir
3989] Buhârî, Zebâih 6; Müslim, Müsâkat 46, 50, 56, 58
3990] Ebû Dâvud, Tahâret 89; Buhârî, Bed'u'l-Halk 7, 17, Libâs 77; Müslim, Libâs 81
3991] Buhârî, Şürb 9, Edeb 27; Müslim, Selâm 153
3992] 67/Mülk, 15
3993] Nesâî, Zekât 80, 86; Müslim, Zekât 109;Ebû Dâvud, Zekât 26
3994] Buhârî, Zekât 50, Büyû’ 15; Müslim, Zekât 106
3995] Buhârî, Büyû’ 15
HARAM - HELÂL
- 867 -
kadın veya erkek, cinsî tahrik için çekilen resimlere modellik etmek, zinâ yaptıran açık veya gizli yerlerde çalışmak gibi bir meslek icrâ edemez.
b- Dans, Oyun vb. İslâm’da kadın-erkek ilişkileri sınırlanmış, haram ve helâl tasnifine tâbi tutulmuştur. Bunları çiğnemeyi gerektiren veya şehevî duyguları tahrik eden iş, meslek ve sanatlar haram çerçevesi içinde yer alır: Dans, bale, bazı temsil ve oyunlar, bazı gösteriler ve modellik/mankenlik burada örnek olarak anılabilir. Bunların sanat çerçevesine girmesi (daha doğrusu, sanat diye takdim edilmesi), helâl olmalarını gerektirmez; çünkü İslâm’da sanat, sanat için değil; İslâmî hedeflere ulaşmak içindir ve müslümana göre, Allah’a isyan olan hususlara sanat ve güzellik vasfı verilemez.
c- İçki ve Uyuşturucu Madde Yapımı ve Satımı
d- İslâm’a Karşı Olan veya İslâm’ın Yasak Ettiği İşlerde Çalışmak: Peygamberimiz (s.a.s.) fâiz ve içkiyi yasaklarken içkiyi îmal edip üreten, taşıyan, hizmet eden, yazan, şâhidlik eden... kimselerin de lânetlendiğini haber vermiştir: “Allah şaraba (alkollü içkilere), yapanına, yaptıranına, taşıyanına, taşıtanına, alım satımında bulunanına, parasını yiyenine, kendisi için satın alınanına, garsonuna ve içenine lânet etti.”3996 İslâm, kazanç elde etmek için iş ve ticaret gibi yolları meşrû kılmakla beraber, kapitalist, pragmatist, maddeci görüşlerden farklı olarak üç ana tedbir ve prensip üzerinde duruyor: 1- Karşılıklı rızâ, 2- İyi niyet ve dürüstlük, 3- Menfaat temin ederken başkalarını zarara sokmamak. “Ey insanlar! Mallarınızı aranızda haksızlıkla değil; karşılıklı rızâ ile yapılan ticaretle yiyin, haram ile nefsinizi mahvetmeyin; Allah şüphesiz ki size merhamet eder. Bunu, kim aşırı giderek haksızlıkla yaparsa onu ateşe sokacağız. Bu, Allah’a kolaydır.” 3997 Âyette geçen “kendinizi mahvetmeyin (öldürmeyin)” ifadesi çok düşündürücüdür. Bâtıl yollarla, başkalarının rızâ ve menfaatlerini gözetmeden elde edilen kazançlar görünüşte menfaat ise de aslında zarar ve intihardır. Dünyada intihardır; çünkü birçok suçların, cinâyetlerin, anarşinin temelinde bu âmilin önemli bir yeri vardı. Âhirette felâkettir; çünkü sağladığı haram kazanç kişiyi ateşten kurtaramayacaktır.
Ticârî Muâmelelerdeki Haramlar ve Haram Kazanç Yolları
a- Haram Olan Şeyleri Satmak: “Allah ve Rasûlü şarap, boğazlanmamış hayvan (meyte), domuz ve put satışını haram kılmıştır.” 3998; “Allah bir şeyi haram kılınca onun bedelini de haram kılar.” 3999 İçki, zina ve kumar gibi haram yollardan kazanç da haramdır: “İçki içilmesini yasaklayan Allah, içkinin alım ve satımını da haram kılmıştır.” 4000; “Çirkin eylem ve sözlerin mü’minlerin arasında yayılmasını arzu edenler (yok mu?) Onlara dünyada da âhirette de pek acıklı bir azab vardır.” 4001; “Kazancın en şerlisi zinâ bedelidir.” 4002
b- Bir Yanı Meçhul Satış: Fıkıh ve hadis kitaplarının “cehâlet ve ğarar” diye ifade ettikleri şey, akdin unsurlarından biri meçhul kalan, yahut gerçekleşmesi
3996] Tirmizî, Büyû 58; İbn Mâce, Eşribe 6
3997] 4/Nisâ, 29-30
3998] Buhârî, Meğâzî 51, Büyû’ 105; Müslim, Büyû’ 93
3999] Ebû Dâvud, Büyû’ 38, 63, 64
4000] Müslim, hadis no: 930
4001] 24/Nûr, 19
4002] Müslim; S. Müslim ve Ter. M. Sofuoğlu, 5/87
- 868 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şüpheli bulunan satıştır. Eğer bu bilinmezlik, arada anlaşmazlık çıktığı takdirde çözüm ve icrâyı imkânsız kılacak ölçüde ise satım akdi fâsiddir. “Sürüden bir koyunu, başakları olgunlaşmadan buğdayı veya arpayı, denizdeki balığı...” satmak buna örnektir. Peygamberimiz (s.a.s.) anlaşmazlık çıkmasın, bir taraf zarara uğramasın diye bu nevi satışları yasaklamıştır. 4003
c- Narh Koymak: İslâm prensip olarak piyasaya müdâhale etmez; arz ve talep gibi tabiî ve iktisâdî kurallar içinde pazarı serbest bırakır. Nitekim Peygamberimiz’in zamanında fiyatlar yükselmiş, narh koyarak fiyatları sınırlaması için kendisine başvurmuşlardı; şöyle buyurdu: “Fiyatı ayarlayan, bolluk, darlık ve rızık veren Allah’tır. Şüphesiz ben, -hiçbir kimsenin, benden talep edeceği mal ve can hususundaki bir haksızlığım olmadan- Allah’a kavuşmak emelindeyim.”4004 Ancak, fertler bu hürriyeti toplumun zararına olacak şekilde kötüye kullanırlar, ihtikâr (karaborsa), stokçuluk, lüks tüketimi körüklemek gibi yollara saparlarsa müdâhale ve sınırlama zarûrî olarak câiz görülmüştür.
d- Fiyatlarla Oynamak: İslâm’da mukavele ve piyasa hürriyeti esas olmakla beraber, hürriyetin mutlak olmadığına, toplumun menfaati ile sınırlı bulunduğuna işaret etmiştik. Fiyatların yapay olarak artmasına sebep olanlar hakkında Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Pahalılığı arttırmak için müslümanların fiyatlarına müdâhale eden kimseyi, kıyâmet gününde büyük bir ateşe oturtmayı Allah üzerine almıştır.”4005 Üretimin az, tüketimin fazla olması gibi tabiî etkenler dışında fiyatların artması bazı müdâhalelerle olmaktadır; bunlardan birkaçını örnek olarak zikredelim:
İhtikâr/Karaborsacılık: İhtikâr, bir malı (fiyatı artınca satmak üzere) piyasadan çekmek, stok etmek veya piyasaya sürmemektir. “Pazara mal getiren merzuk (rızık verilmiş), ihtikâr yapan mel’undur (lânetlenmiştir).” 4006; “Fiyatını arttırmak gâyesiyle kırk gün ihtikâr eden kimse, Allah’tan uzaklaşır; Allah da ondan uzaklaşır.” 4007
Kabz-ı mallık ve Komisyonculukla Yapay Olarak Piyasaya Müdâhale: Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), şehirdeki satıcının, köylü malını, pazara gelmeden teslim alarak azar azar pahalı satmasını yasaklamıştır.4008 Bu mânadaki birçok hadisin müşterek hedefi şudur: “Üretici malı doğrudan doğruya pazara arzedecek, araya başkaları girerek fiyatın sun’î (yapay) bir şekilde artmasına sebep olmayacaktır. Maksat bu olduğuna göre fiyat artışına sebep olmayan hizmetler, yardımlar, aracılıklar, pazarlama ve dağıtım işleri yasak değildir. Üreticinin malını tüketiciye arzeden, satıcıya müşteri bulan ve bunun için de belirli bir ücret veya yüzde alan hizmetler meşrûdur.
Menkul kıymetlerin fiyatlarını sun’î/yapay olarak artırmak veya düşürmek için başvurulan hileler, spekülatif faâliyetler de fiyatlarda oynamaktır ve câiz değildir.
4003] Müslim, Büyû’ 43; Ebû Dâvud, Büyû’ 24
4004] Tirmizî, Büyû’ 73; Ebû Dâvud, Büyû’ 49
4005] Ahmed bin Hanbel, 5/27, 50
4006] İbn Mâce, Ticâret 6
4007] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2896
4008] Buhârî, Büyû’ 58, 64, 68, 71; Müslim, Büyû’ 11, 12, 18, 19, 20-22
HARAM - HELÂL
- 869 -
e- Hileli Arttırma: Peygamberimiz’in men ettiği “necş” 4009 şöyle açıklanmıştır: Malı almak niyeti olmadığı halde üçüncü şahısları aldatmak için değerinden fazla fiyat vermek. Açık ve kapalı arttırma veya eksiltmelerde yapılan hile ve muvâzaalar (danışıklı pazarlıklar) da bu hadisin hükmüne dâhildir.
f- Hile ve Aldatma: Peygamberimiz bir gün pazarı dolaşırken tahıl satan birisinin yanına gelmiş, elini daldırmış, altının ıslak olduğunu görerek sormuştu: “Bu (ıslaklık) nedir?” ‘Yağmur ıslatmıştı!’ “Halkın görebilmesi için ıslak olanı üste getirseydin ya? Bizi aldatan bizden değildir.” 4010 Hadisin son cümlesi hile konusunda bir düstur mâhiyetindedir. Reklâm, malı tanıtma sınırını geçer, işe yalan ve abartma karışırsa hile ve aldatma gerçekleşmiş olur. (Şimdiki reklamların hemen hepsi helâl olan tanıtım sınırını aşmakta ve kazancı haram edecek aldatma ve yalan alanına girmektedir.)
g- Yemin: Peygamberimiz tüccarı, genel olarak çok yeminden ve özel olarak da yalan yere yeminden men etmiştir: “Yemin, malı harcama (elden çıkarma), bereketi mahvetme sebebidir.” 4011
h- Eksik Ölçmek ve Tartmak: Ölçme ve tartma konusunda elden geldiği kadar dürüst davranmak, hile yapmamak, eksik ölçü ve tartı ile satış yapmamak Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetine konu teşkil etmiştir.4012 İstatistik, anket ve sayım hileleri de eksik ölçme ve tartma kavramına girer. “Ölçekte ve tartıda hile yapanların vay haline...” 4013; “Kim bize hile yapar (karıştırılmış mallarla bizi) aldatırsa, bizim yaşayışımız üzerinde yaşayanlardan değildir.” 4014
i- Çalınan ve Gasbedilen Şeyi Satın Almak: Çalınan veya haksızlıkla sahibinden alınan bir şeyi bilerek satın almak bu haksız fiile yardımdır. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kim, bildiği halde hırsızlık eşyayı satın alırsa onun günahına ve şerefsizliğine katılmış olur.” 4015
i- Fâiz: “Fâiz yiyen kimseler (kabirlerinden), tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali, ‘alış veriş (ticaret) de fâiz gibidir’ demelerindendir. Oysaki Allah, ticareti helâl, fâizi haram kılmıştır...”4016 İslâm, bütün çeşitleri ve miktarlarıyla fâizi yasaklamış, haram kılmıştır. İçkinin günahı, nasıl yalnızca içenin üzerinde kalmıyorsa, fâizin vebali de sadece onu yiyene âit değildir. Fâizi ödeyen, mukaveleyi yazan ve şâhidlik edenler de günaha girmektedir. Hadiste “Allah Teâlâ’nın fâiz yiyeni, yedireni, şâhidlerini ve yazanı lânetlediği” 4017 ifade edilmiştir.
Fâiz yasağının sebep ve hikmetleri, şu maddelerle özetlenebilir:
1- Fâizli kredi kullananlar fâizi de maliyete ekledikleri için bu fazlalık sonunda tüketiciden (sermayesi olmayan, emekçi, zanaatkâr vb. dar gelirli ve
4009] Buhârî, Büyû’ 60; Müslim, Büyû’ 13
4010] Müslim, İman 164; Ebû Dâvud, Büyû’ 50
4011] Buhârî, Büyû’ 26; Müslim, İman 117, Müsâkat 131
4012] 6/En’âm, 152; 17/İsrâ, 35; 26/Şuarâ, 181-183; 83/1-6
4013] 83/Mutaffifîn, 1-6
4014] Riyâzu’s Sâlihîn Terc. 3/160
4015] Beyhakî, Sünenu’l-Kübra, V/336
4016] 2/Bakara, 275
4017] Buhârî, Büyû’ 24, 113; Ebû Dâvud, Büyû’ 4; Tirmizî, Büyû’ 2
- 870 -
KUR’AN KAVRAMLARI
fukarânın cebinden) çıkmaktadır. Böylece zengin daha zengin, fakir ise daha fakir hale gelmektedir.
2- Fâizli kapitalist sistemlerde zengin-fakir arasındaki refah farkı gittikçe büyüyeceği için bunun sonucu sosyal bunalımlar, anarşi ve fesât toplumu kasıp kavuracaktır.
3- Fâizsiz kredi insanları birbirine yaklaştırırken, fâiz uzaklaştırmakta, düşmanlık doğurmaktadır.
4- Fâizcilik, paradan para kazanan, rantiyeci, hortumcu, toplum içinde fâiz yiyip yatan, işsiz güçsüz ömür tüketen, topluma hizmetten uzak yaşayan bir sınıfın doğmasına sebep olmaktadır.
5- Fâizli kredi ile çalışan kimse gece gündüz çalışıp didinirken riziko içindedir; fâizci ise, hem emeksiz hem de endişesizdir. Bu durum, kişilerin adâlet duygusunu zedelemekte, ahlâka ve toplum dayanışmasına ters düşmektedir.
k- Sigorta Şirketi: İnsanoğlunun mutluluğu üzerinde güvenlik duygusunun büyük payı vardır. Malı, canı, değerleri üzerinde kaygısı ve korkusu olan kimse huzurlu ve mutlu olamaz. Hiçbir tedbir almadan Allah’a tevekkül, bazı havâssın hali ve kârı olabilir; ancak Rasûl’ün ümmetine tavsiyesi tedbirdir. Sigorta da dünyevî tedbirlerden biridir. Ancak sigorta, insanların istikbal endişesini, kaza ve felâkete uğrama korkusunu istismar ederse İslâm’ın bunu meşrû görmesi düşünülemez. Bilinen üç sigorta çeşidi vardır: Devlet sigortası, üyelik sigortası ve ücretli (özel) sigorta.
Bunlardan birincisi, İslâm’da en kâmil mânada gerçekleşmiştir. Bütün vatandaşların kazâ, felâket, angarya yüklenme ve yoksulluk karşısında İslâm devletine (beytü’l-mâle) başvurma hakkı vardır. Üyelik sigortası: Meselâ bir iş koluna mensup üyelerin içlerinden birisi kazâ veya felâkete uğradığı, yardıma muhtaç olduğu zaman yardım edilmek üzere periyodik bir meblâğ vermeleriyle gerçekleşir. Bu da meşrûdur, teşvike değer bir sigorta çeşididir. Ücretli (özel) sigortaya gelince; bir sigortacının kazâ, yangın, ölüm ve benzeri durumlarda zararı ödemek, bunlar meydana gelmezse hiçbir şey ödememek, para sigortacıya kalmak üzere bir şahısla ücretli sigorta akdi yapmasıyla vücut bulur. Bu şekil, özellikle sigortacının kazancı açısından İslâmî hükümlere aykırıdır. Ancak, zarûret halinde câiz olabilir. 4018
l- Tahvil: Tahvil, alınıp satılabilen fâizli borç senedi mâhiyetindedir. Tahvili ister devlet çıkarsın, ister özel şahıs ve şirketler çıkarsın, esası fâiz karşılığında borç almaktır. İslâm fâiz alıp vermeyi haram kıldığına göre tahvil alıp satmak, bu yoldan kazanç elde etmek de helâl değildir.
Dövize endeksli tahvil ve döviz karşılığı borç alma: Tahvil alanın parasının değerini de koruyarak gelir sağlamasını mümkün kılmak ve tahvil alım-satımını teşvik etmek için başvurulan yeni bir yol da tahvile yatırılan parayı, daha doğrusu tahvilin nominal değerini, tahvil ihracı sırasında geçerli kura göre dolar ve Euro gibi bir dövize bağlamak ve ana para, Türk lirası olarak iâde edilirken, iâde sırasındaki kura göre tahvil bedelini ödemektir. Dövize endeksli tahvillerde fâiz de ödendiği için bu işlem İslâm hukuku bakımından câiz olmamaktadır.
4018] Geniş bilgi için bk. Hayreddin Karaman, İslâm’a Göre Banka ve Sigorta
HARAM - HELÂL
- 871 -
Borçlanmaların karz-ı hasen (güzel borç, Allah rızâsı dışında karşılık beklemeden borç/ödünç para vermek) şeklinde olmasını Kur’an tavsiye etmektedir.4019 Dövize veya altına bağlı ödünç alıp verme işlemleri de paranın değer kaybını önlemeye, dolayısıyla borç verenin zarara girmesine engel olmaya yönelik tedbirlerdir.
m- Rüşvet: “(Kişi ve toplum haklarını kendi zimmetine geçirmek için) Rüşvet alana, verene ve aracı olana Allah lânet etsin!” 4020
n- Emeği sömürmek: “İşçiye hakkını, teri kurumadan veriniz.” 4021; “Ben kıyâmet gününde üç kişinin hasmıyım. Bana verdiği sözden cayanın, hür bir kimseyi satıp hakkını yiyenin, bir işçiyi çalıştırıp hakkını tam olarak vermeyenin.” 4022
o- Hırsızlık, gasp: “Ey iman edenler! Aranızda karşılıklı rızâya dayanan ticaret olması hali müstesna, mallarınızı, bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size merhametlidir. Kim düşmanlık ve haksızlık ile bunu yaparsa (bilsin ki) onu ateşe sokacağız; bu ise Allah’a çok kolaydır.” 4023
Haram Kazanç Yolları: Aslında helâl olan, fakat içki, kumar, fuhuş ve fâiz parası gibi haram yollarla kazanılmış olan paralarla alınan gıda maddelerini yemek de haramdır. Böyle haram parayla elde edilen yiyecekler, farkında olmasak bile beden ve ruh sağlığımız açısından sakıncalı, âhiret gıdalarına ulaşma açısından engelleyici özelliktedir. Kur’an, helâl ve temiz gıdalardan yememizi emretmiş, maddî bakımdan temiz olsa da, haram olan gıdalar, manevî yönden temiz değildir.
Mü’min, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin ihtiyaçlarını karşılamak ve gücü yetiyorsa toplumdaki ihtiyaçları gidermek için Allah’ın meşrû kıldığı, helâl yollardan geçimini temin etmeye çalışacaktır. Geçim zorluğunu bahane ederek haram yollardan para kazanmaya çalışmak, dünyada zulme ve sömürüye sebep olmak, âhirette ilâhî azaba uğramak demektir. Peygamberimiz bu gerçeği şöyle açıklar: “Haramla beslenen vücut (cennete girmez;) ona ancak ateş yaraşır.” 4024
Haramla beslenen kimse, Allah’tan uzaklaşacağı için, duâsı da Allah tarafından kabul edilmeyecektir. “...Bir kimse ellerini semâya kaldırarak: ‘Ya Rabbi, ya Rabbi, diye duâ eder. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, kendisi haramla beslenmiş olursa, duâsı nasıl kabul edilir?”4025 Müslümanın yiyeceğine, içeceğine, giyeceğine ve diğer ihtiyaçlarına dikkat edip, bu konuda haramlardan tüm gücüyle uzak durması gerekmektedir. Helâl lokmanın getireceği nimet de büyük olacaktır: “Kim helâl lokma yer, Sünnet (Şeriat) gereğince amel eder ve insanlar da, onun kötülüklerinden emin olurlarsa, o kişi muhakkak cennete girer.” 4026
Allah’a hakkıyla kulluk yapan, temiz ve helâl rızıklardan başkasını istemeyip
4019] 2/Bakara, 245; 5/Mâide, 12; 57/Hadîd, 11, 18; 64/Teğâbün, 17; 73/Müzzemmil, 20
4020] Câmiu’s Sağîr, 2/124
4021] İbn Mâce, hadis no: 2443
4022] İbn Mâce, hadis no: 2442
4023] 4/Nisâ, 29-30
4024] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2787; Keşfu’l Hafâ, hadis no: 2632
4025] Müslim, Zekât, 65; Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'an, 3173; Dârimî, Rikak 2720
4026] Tirmizî, Sıfatu'l Kıyâmet, 2640
- 872 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nimetlere şükreden sâlih kullara, Allah dünyada da güzellikler ve zenginlikler verir. Nankörlük edenlerin kendilerine gelmesi için, onları cezalandırır: “Allah, güven (ve) huzur içinde olan bir şehri misal verir ki, o şehrin (halkının) rızkı her taraftan bol bol gelirdi. Fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler de yapmakta oldukları şeylerden dolayı Allah, onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı. Andolsun ki, onlara kendilerinden peygamber geldi de onu yalanladılar. Onlar (kendilerine) zulmederlerken azap onları hemen yakalayıverdi.” 4027
İslâm âlimlerine göre kazanç yollarının fazilet sırası şöyledir: 1. Cihad, 2. Ticaret, 3. Ziraat, 4. Zanâat. Bu yollarla kazanç sağlamanın hükmü:
a- Kendine, âilesine ve borçlarını ödemeye yetecek kadar kazanmak farzdır.
b- Fakirlere bakmak, akrabaya ikrâm etmek için bundan fazlasını kazanmak müstehaptır.
c- Güzel ve müreffeh bir hayat sürmek için kazanmak mubahtır.
d- Helâl kazanç ile de olsa övünmek, yarışmak, azgınlık ve taşkınlık yapmak için kazanmak mekrûh veya haramdır. 4028
Kadın-Erkek İlişkileri ve Âile Hayatıyla İlgili Haramlar
A- Kadın-Erkek İlişkilerinde Haramlar
Cinsî Duygu: İnsanların üremesi, nesillerinin devamı, birleşmeye, birleşme karşı cinse ilgi duymaya bağlı olduğundan Allah, onu şehvet denilen duygu ve cinsî uzuvlar ile teçhiz etmiştir. Buna göre, cinsî tatmin bir gâye değil, vâsıtadır; hedefi üremedir. Cinsî duygu ve meyil karşısında insanlar üç gruba ayrılır:
1. Hiçbir sınır tanımadan şehvete teslim olan ve tatmin arayanlar; Freudçular, haz ahlâkı sâlikleri kâfirler gibi.
2. Şehvet duygusunu ve meylini öldürmek isteyenler; bazı hıristiyan mezhepleri ve maniheistler gibi.
3. Bu kabiliyet ve duyguyu yaratılış gâyesine uygun bir şekilde kullananlar, hak din mensupları gibi. Hak din İslâm, şehvet duygusunun irâdî tatminini evlilik bağı içinde câiz görmüş, bunu teşvik etmiş, hem zinâyı ve ona götüren yolları, hem de bu duyguyu öldürme teşebbüslerini haram kılmıştır.
a- Zinâ: “Sakın zinâya yaklaşmayın; doğrusu bu çirkindir, kötü bir yoldur.” 4029 âyeti zinâyı haram kılan delillerden biridir. İslâm’da evlilik dışı cinsî ilişki haramdır; çünkü bu, nesebin/soyun karışmasına, nesillerin mahvolmasına, âilelerin dağılmasına, hısımlık bağlarının kopmasına, bulaşıcı hastalıkların yayılmasına, kadının eşya gibi pazarlanmasına, şehvet duygusunun azarak ahlâkı dejenere etmesine sebep olmaktadır. Bu kadar zararlı ve çirkin bir fiili yalnızca ceza müeyyidesiyle ortadan kaldırmak mümkün değildir. Tahrik ederek zinâya götüren davranışları menetmek, yolları kapamak gerekir. İslâm sadece zinâyı yasaklamakla yetinmez; zinâya yaklaşmayı,4030 ona götüren yolları da yasaklar. İşte bu sebepledir ki İslâm
4027] 16/Nahl, 112-113
4028] El-İhtiyâr, IV/171-172
4029] 17/İsrâ, 32
4030] 17/İsrâ, 32
HARAM - HELÂL
- 873 -
aşağıdaki maddelerde zikredilen tedbirleri almıştır.
b- Yabancı Kadınla Yalnız Kalmak: “Kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa, yanında mahremi olmayan bir kadınla yalnız kalmasın; çünkü -bu takdirde- üçüncüleri şeytandır.”4031 “Yanında mahremi olnayan kadınla kimse başbaşa kalmasın!” 4032 Bu hadisler, bir kimsenin eşi ve nikâh düşmeyen yakın akrabâ ve hısımları dışında kalan kadınlarla yalnız kalmasını haram kılmaktadır. Böyle bir durum hem karşı cins için tahrik edicidir, hem de dedikoduya sebep olabilmektedir.
İnsanların -nikâh düşecek, evlenmeleri câiz olacak- uzak akrabalarıyla beraber olmayı önemsemedikleri için Hz. Peygamber (s.a.s.) buna da dikkati çekmiştir: “Kadınların yanına habersiz/izinsiz girmekten sakının!” buyurunca, onlardan birisi; ‘kocanın akrabası hakkında (kayınbirâder gibi) ne dersiniz?’ diye sormuş ve şu cevabı almıştır: “İşte bunlar (mânevî) ölümdür.”4033 Bu hadise göre bir müslüman kadın, kocasının kardeşi, kocasının yeğenleri, kendisinin veya kocasının amcaoğulları ve dayıoğulları gibi hısımlarının yanına açık çıkmayacak, onlarla yalnız kalmayacaktır; çünkü bunlar ona (yengeye) yabancıdır, nâmahremdir.
c- Karşı Cinse Şehvetle Bakmak: Bir müslümanın şehvetle bakabileceği kadın, yalnızca eşidir. Bunun dışında hiçbir kimseye şehvetle bakmak câiz değildir. Şehvetle bakmanın objektif ölçüsü “devamlı bakmak”tır. Bir müslüman, yolda gözü kapalı veya devamlı başı önünde yürüyecek değildir. Karşısına gelen kadın ve erkeği de istemeyerek de olsa görecektir; ancak gördüğü kimseye tekrar bakınca veya bakışını devam ettirince yasak sınıra adımını atmış olur. Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Ali’ye şöyle demiştir: “Ali! Arka arkaya bakma; birinci bakış hakkındır, ama ikinci bakışa hakkın yoktur.” 4034; “Gözler de zinâ eder; onların zinâsı bakıştır.” 4035 Şehvetsiz olarak bakmaya ve bakılabilecek yerlere gelince; bu konu Kur’an’da izah edilmiştir: “Mü’min erkeklere söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, mahrem yerlerini korusunlar. Bu, onların arınmasını daha iyi sağlar. Allah yaptıklarından şüphesiz haberdardır. Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar; ziynetlerini / süslerini, kendiliğinden görüneni müstesnâ, açmasınlar! Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar; ziynetlerini/süslerini, kocaları veya babaları veya kayınpederleri veya oğulları veya kocalarının oğulları veya kız kardeşlerinin oğulları veya kadınları veya câriyeleri veya erkekliği kalmamış hizmetçiler ya da kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey mü’minler! Saâdete ermeniz için hepiniz tevbe ederek Allah’ın hükmüne dönün.” 4036
Bu âyet kadına, avret yerlerini istisnâ edilen yakınları dışındaki kimselerden başkasına göstermemesini, erkeğe de yabancı kadınların avret yerlerine bakmamasını emrediyor. Rasûl-i Ekrem de bir hadisinde: “Erkek erkeğin avretine, kadın da kadının avretine bakmasın. Vücudunun bir kısmı çıplak iken erkek erkeğe, kadın kadına temas etmesin (çıplak vücutları birbirlerine değmesin).” 4037 Burada karşımıza ziynet ve
4031] Ahmed bin Hanbel, I/222, III/339
4032] Buhârî, Nikâh 111-112; Müslim, Hacc 424
4033] Buhârî, Nikâh 111; Müslim, Selâm 20
4034] Tirmizî, Edeb 28; Müslim, Edeb 45; Ebû Dâvud, Nikâh 43
4035] Buhârî, İsti'zân 12; Müslim, Kader 20
4036] 24/Nûr, 30-31
4037] Müslim, Hayz 7, 74; Tirmizî, Edeb 38; Ahmed bin Hanbel, III/63
- 874 -
KUR’AN KAVRAMLARI
avret diye iki mefhum çıkıyor.
Avret: Açılması, gösterilmesi ve bakılması yabancılara veya herkese haram olan yerlere (organlara) avret denir.
1- Erkeğin erkeğe ve karısından başka kadınlara karşı avret yerleri: Göbeği ile diz kapağı arasında kalan bölgelerdir.
2- Kadının müslüman kadınlar ile mahrem (kendileriyle evlenmesi devamlı yasak/haram olan akraba ve yakınları; nâmahrem olmayanlar) akrabasına karşı avret yeri: Hanefî ve Şâfiîlere göre erkeğin erkeğe karşı olan avret yeri ölçüsündedir. Mâlikî ve Hanbelîlere göre yüz, baş, boyun, eller ve ayaklar (Hanbelîlere göre dizden aşağısı) müstesnâ olmak üzere bütün vücudu avrettir.
3- Kadının yabancı erkekler ile müslüman olmayan kadınlar karşısında avret yeri: Yüzü, elleri ve Hanefîlerde bir rivâyete göre ayakları müstesnâ olmak üzere bütün bedenidir.
4- Câriyenin yabancı erkekler karşısında avret yeri cumhûra göre göbeği ile dizkapağı arasıdır (Erkeğin erkeğe karşı avreti gibidir). Bu görüşün Peygamberimiz’e dayanan bir delili yoktur. Hz. Ömer’in kavli ile ihtiyaca dayandırılmıştır. Zâhirîlere göre bu bakımdan câriye ile hür kadın arasında fark yoktur, cariyenin de (el, yüz, ayak müstesnâ) bütün vücudu avrettir. Çünkü bu ikisinin avret konusundaki farklılığını ayırmak için naklî ve sağlam delil gerekir; sağlam delil de yoktur. Bu konuyu biraz daha geniş ele alalım:
Câriyelerin Avret Yeri; Dine Bundan Büyük İftira Olamaz: “Örtünmelerini Din Yasaklıyor!”
Câriyeler konusundaki tartışmalardan biri de, câriyelerin hür kadınlar gibi örtünmesinin yasak olduğu inancıdır. Bu konuda açık bir âyet ve hadis bulunmamaktadır. Hz. Ömer’in, rivâyetlere göre, başörtülü bir câriye gördüğünde (Y.Ö.K. gibi) onu kamçıladığı ve “Ey kokmuş câriye! Hür kadınlara mı benzemek istiyorsun?” dediği iddiâ edilmiştir. Bu rivâyet üzerine binâ edilen fıkhî hükümler, dinin nasıl yozlaştırıldığının önemli verilerindendir. (Kur’an’ın örtünme ile, fitne ve fuhşa giden yolların tıkanmasıyla, genel ahlâkla, câriyelerin normal kadın statüsüne çıkarılması ve câriyeliğin kaldırılmasına giden yolla... ilgili tüm hükümleri gözardı edilmiş, bu konulardaki âyetler görmezden gelinmiş, Rasûl’ün sünnetinden de aksine hiç delil bulunmamış olmasına rağmen bir sahâbeden gelen rivâyetin sıhhati de değerlendirilmemiş, sözgelimi, kütüb-i sitte gibi sahih kabul edilen hadis kitaplarında da olmamasına rağmen sahih kabul edilmiş ve de sahih olsa bile Kur’an ve Sünnet çerçevesinde te’vil ve yorumu yapılması gerektiği halde bu rivâyet, her hükmü iptal edecek şekilde tek başına hüküm kaynağı olmuştur.) Meselâ Hanefî mezhebine göre câriyenin başörtüsüz namaz kılması gerekir.
Dört mezhebe ve özellikle Mâlikî mezhebine göre, kadınların örtünmesi ile ilgili Kur’an âyetleri, sadece hür kadınlara mahsustur ve câriyenin avreti, erkek gibi diz kapağı ile göbeğinin arasıdır. Ayrıca câriyelerin satışında tanınmasını temin edecek kadar yerlerine bakılabilir, hatta göğüslerine ve benzeri yerlerine dokunulabilir, etinin yumuşaklığı-sertliği kontrol edilebilir4038 şeklinde4038]
Daha geniş bilgi için bkz. Hüseyin Hatemi, İlâhi Hikmette Kadın, İşaret Y. İst, 1995, s. 257 vd.
HARAM - HELÂL
- 875 -
ki fetvâlarla zihinlerimizde savaş esirlerinin satıldığı pazarlar canlanıyor ki, bu pazarlarda câriyelerin satılışında ahlâk kuralları da bir tarafa itiliyor ve iffetli olmak isteyen müslüman olmuş câriyeler emîru’l-mü’minîn tarafından kırbaçlanıyor. Oluşturulan bu tablo, Kur’an’ın insana verdiği değer ve Rasûlullah’ın kölelikle mücâdelesine karşı yapılmış bir ihânettir. Bir yandan İslâm’ın köleliği kaldırdığından övgüyle bahsedilirken öte yandan İslâm topraklarında köle pazarları düşünmek nasıl bağdaşabilir? Atalarının köle pazarları ve harem dairelerini meşrûlaştırma çabasıyla oluşturulan bu çarpık inancın Kur’anî ve mantıkî hiçbir temeli olamaz. 4039
Câriyenin avret yeri konusunda, sınırları tâyin eden bir âyet olmadığı gibi, sahih bir hadis de yoktur. Zâhirîlerin dışında cumhûrun görüşü, câriyenin avret yerinin erkeğinki gibi olduğudur. Fakat Zâhirîlerin dışında, bu görüşe katılmayan az da olsa âlimler vardır. Meselâ, el-Hasenu’l-Basrî’ye göre, evlenen veya kişinin kendi için edindiği câriyenin başını örtmesi gerekir. Atâ’ya göre câriyenin namazda başını örtmesi müstahaptır.
Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebinde, câriyenin avreti ile erkeğin avreti arasında ayrım yapılmamaktadır. Zâhirîlere göre ise câriye, bu konuda hür kadınlar gibidir. Hanefîlere göre câriyenin avreti, erkeğin avreti gibidir. (Erkeğin avretine ek olarak karnı ve sırtı ile iki yanı da avret sayılır.) Çünkü Hz. Ömer, bir câriyeye şöyle demiştir: “Ey Deffâr! Başörtüsünü at, yoksa hür kadınlara mı benzemek istiyorsun?” (Zeylaî bu hadis rivâyeti hakkında “gariptir” demiştir. Kütüb-i Sitte’de bulunmayan bu mânâdaki bir hadis rivâyetini -ehl-i sünnete göre sahâbenin sözü de hadis kabul edilmiştir- Abdürrazzak Hz. Ömer’den rivâyet etmiştir. Beyhakî de bu hadisi rivâyet etmiştir.) Aynı zamanda câriyeler, efendilerinin ihtiyaçlarını karşılamak için âdet olarak iş elbiseleri ile dışarı çıkarlar, dolayısıyla güçlükleri gidermek için yabancılar, mahremleri gibi kabul edilmiştir. Mâlikî mezhebine göre, câriyeler avret konusunda aynen erkekler gibidir. Câriyenin namazda avret yeri, uyluklar ile birlikte iki müstehcen uzuvdur. Bu uzuvlardan bir kısmı açıldığı zaman, yahut kişi uyluğunun tamamını veya bir kısmını açtığı zaman, vakit içinde namazını kesin olarak iâde etmelidir. Şâfiîlere göre câriyenin avret yeri erkeğin avret yeri gibidir. Çünkü her ikisinin başı avret olmamak bakımından birbirine benzemektedirler. Baş ile kollarının açılmasına ihtiyaç vardır. Hanbelî mezhebine göre, câriyenin avret yeri erkeğinki gibi olup diz kapağı ile göbeği arasıdır. Çünkü Amr bin Şuayb’tan rivâyet edilen merfû hadiste şöyle buyurulmuştur: “Sizden biri erkek kölesini, câriyesi veya hizmetçisi ile evlendirirse, bu câriye yahut hizmetçinin avret yerine hiç bakmasın. Çünkü göbeği ile diz kapağı arası avret yeridir.” 4040
Bir fıkhî fetvâdan daha alıntı yapalım: “Kişi, kendi câriyesiyle istifraş edebilir, onu yatak hizmetlerinde nikâhsız olarak kullanabilir. Başkalarının câriyeleri de, mahrem olan kadınlar gibidir. Erkekler, mahrem (nikâhları kendilerine haram olan, birinci derecede yakın akrabalar) kadınların bakabilecekleri ziynet yerleri gibi, başkalarının câriyelerinin ziynet yerlerine de bakabilir ve dokunabilirler. Ama mahrem kadınlarında olduğu gibi göbekle diz kapağı arasına bakmaz ve dokunmazlar. Bu konuda kanıt, şu olaydır: Hz. Ömer, örtülü bir câriye görmüş,
4039] H. Koç, a.g.m., s. 40
4040] Vehbe Zuhayli, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, Risâle Y. c. 1, s. 458-465
- 876 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çubukla örtüsüne dokunup: “Şu başörtünü at, ey kokmuş! Hür kadınlara mı benzemek istiyorsun?” demiş. Bu da câriyenin başına, saçına, kulağına... bakmanın helâl olduğunu gösterir. Yine Ömer (r.a.) satılmakta olan bir câriyenin yanına geldi, eliyle kadının göğsüne vurdu ve: “Haydi, alın!” dedi. Eğer câriyenin göğsü haram olsaydı, elbette Ömer ona dokunmazdı. Kaldı ki insanlar, câriyenin alım-satımı esnâsında kadının derisinin yumuşaklık ve sertliğini öğrenmek isterler. Çünkü buna göre kadının fiyatı değişir. Bundan dolayı câriyenin avreti de diğer mahrem kadınların avreti gibi sayılmıştır. Bunlarla yalnız başına bulunmak, beraber yola gitmek câizdir. Hem bakıp hem dokunduğu zaman şehvetinin uyanacağından korkan kimse, yalnız bakmakla yetinir. Fakat satın almak istediği câriyeye istek (şehvet) duysa da, yine bakabilir; hatta Ebû Hanife’ye göre (şehvetle) dokunabilir de.”4041 Bu anlayış sonucu, müslüman bir câriyenin namaz kılarken bile başını örtmesine müsâade edilmemiş; bu zulüm, kitaplarda müslümanlara İslâm adına tavsiye edilebilmiştir.
Bu fıkhî görüşlere rağmen, Kur’an ve Sünnet ekseninde olayı değerlendirdiğimizde, erkekleri fitneye düşürecek her türlü kıyafet ve açıklığın yasaklandığını, kadın ve kızların örtünmelerinin dinin şiarlarından olduğunu belirtmeliyiz. Kur’an, toplumu âdî şehvet duygularından korumak, güzel ahlâkı korumak için normal bir giyim emretmiştir. Kadının erkeklerin şehvet nazarlarını üzerine çekmeyecek biçimde sokağa çıkmasına müsaade edilmiştir. Müslüman câriyeler için tesettürün erkeklerinkiyle aynı olması, Kur’an ve Sünnetten değil; tarihin yanlış örfünden kaynaklandığı kanısındayız.
Âyet ve hadislerde kadının örtünmesi konusundaki emirlerde câriyelerin istisnâ edilmediği, emrin genel olduğu değerlendirilmelidir. “Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Ziynetlerini (süslerinin takılı olduğu boğaz, baş, gerdan, kol, bacak ve kulakları gibi yerlerini) açıp göstermesinler.”4042 Bu âyette Allah, mü’min kadınların örtünmelerini emrediyor. Mü’min câriyelerin açılmalarına izin veren herhangi bir âyet de kesinlikle yoktur. “Allah, bülûğa ermiş kadının namazını başörtüsüz kabul etmez.”4043 ve “Kadın bülûğ çağına erince elleri ve yüzü dışında başka yerlerinin başkasına görünmesi helâl olmaz.”4044 şeklindeki hadisleri, bu konuyla ilgili de değerlendirmek zorunda olduğumuz kanaatini taşıyoruz. Yoksa, çarşıda sokakta câriyelerin göbeklerinin üstü açık, yani üstsüz veya şeffaf bir giysiyle dolaştıklarını düşündüğünüzde bunun İslâm âdâbı ile ne kadar bağdaşacağını ve bunun dinin verdiği bir hak olduğunu nasıl iddiâ edersiniz?
Karı-kocanın birbirine karşı avreti: Yoktur.
Avrete bakmayı men eden hadise göre yukarıda açıklanan yerlere şehvetli veya şehvetsiz bakmak ve bunları açmak haramdır. Avret yerleri ancak kimsenin görmediği yerde (tuvalet ve banyo gibi) ve cimâ esnasında açılabilir. Bazı durumlarda zarûret miktarını aşmamak şartıyla doktor, ebe, sünnetçi, şâhid ve hâkim karşısında da açılabilir. Evlenecek kimse, aday kızın yüzüne -şehvetle de olsa- bakabilir.
4041] Bedâyiu's-Sanâyi fî Tertîbi'ş-Şerâyi', c. 6, s. 2956; Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 3, s. 244
4042] 24/Nûr, 31
4043] İbn Mâce, Tahâre 132; Tirmizî, Salât 160; Ahmed bin Hanbel, IV/151, 218, 259
4044] Ebû Dâvud, Libâs 31
HARAM - HELÂL
- 877 -
Ziynet: Yukarıda mealini verdiğimiz Nur sûresi 31. âyeti, kadınlara -istisnâ edilen şahıslar dışında- kimseye ziynetlerini göstermemelerini emrediyordu. Ziynet, kadını güzel gösteren yüz, saç, makyaj, takı ve mücevherât, elbise gibi şeyleri içine almaktadır. Âyette bunlardan hangisi kastedilmiştir? “Kendiliğinden açılan, açılması, gösterilmesi doğal olan” ziynet nedir? Cumhûra göre elbise, kapanması gereken ziynete dâhil değildir. Buradaki ziynetten maksad; el, boyun, baş, kol, ayak gibi ziynet takılan yerlerdir. Peki, bunlardan hangisi “kendiliğinden açılan”a dâhildir? Eski müfessir ve fakîhler arasında “dış elbiseden başka her taraf örtülmelidir”, “eller ve yüz hâriç”, “eller, bilek ve yüz hâriç her taraf” diyenler olmuştur. Eller ve yüzün istisnâ edilmesi görüşü ağır basmaktadır.
Örtü ve Elbise: Zikredilen âyet ve hadisler kadın ve erkeğin avret yerlerini örtmelerini emrediyor ve açmalarını haram kılıyor; fakat örtmek için yeni bir elbise modeli getirmiyor; “hımâr: Başörtüsü”, “cilbâb: Dış giysi” gibi eskiden beri giydikleri elbise ile Şârî tarafından istenildiği gibi örtünmeleri emrediliyor. Bazı kimseler Kur’an’daki: “Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına, dışarı çıkarken üstlerine örtü almalarını (cilbâblarını bürünmelerini) söyle; bu onların tanımmalarını ve bundan dolayı incitilmemelerini sağlar. Allah bağışlar ve merhamet eder.” 4045 âyetinde geçen “cilbâb” kelimesine “çarşaf” mânâsı vererek kadının ancak çarşafla dışarı çıkabileceğini, başka elbise ile örtünmenin câiz olmadığını ileri sürmüşlerdir. Bu iddiânın isâbetsiz olduğunu ve İslâm’ın istediği örtünmenin eşarp, pardesü, geniş ve kalın giysiler ile de, daha başka ülkelerdeki meşrû farklı giysilerle de olabileceğini gösteren deliller vardır:
1- Nûr sûresi 31. âyette başörtüsünden (hımâr) söz edilmektedir. Hımâr, başı ve yakayı örten başörtüsüdür, çarşaf değildir. Aynı âyette geçen “cüyûb” ise gömlek ve entârinin yakasıdır. Şu halde kadınlar geniş entâri ve başörtüsü ile örtünebileceklerdir. Âyet, o zaman kadınların böyle giyindiklerine delâlet etmektedir.
2- “Cilbâb” kelimesine tefsir ve lügatlerin verdiği mânâ şunlardan ibârettir: Başörtüsü, tepeden tırnağa örten örtü, dış elbise, örtü, başörtüsü ile ridâ arası bir elbise. Bu kadar mânâ içinden yalnız çarşafı almak ve diğerlerini reddetmek için bir delil yoktur.
3- Hz. Âişe’den rivâyet edildiğine göre cilbâb âyeti gelince, ensâr kadınları etekliklerini ortadan yırtarak başörtüsü yapmış ve kargaları andıran siyah başlıkları ile Rasûlullah’ın arkasında namaz kılmışlardır. Bu rivâyet, cilbâba çarşaf değil; başörtüsü mânâsı verildiğini göstermektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki, önemli olan usûlünce örtünmedir; elbisenin adı ve modeli muayyen değildir. Her kadın ve erkek, şart ve imkânlarına göre elsisesini seçer ve örtmesi gereken yerlerini örter. Avret yerlerini gösterecek kadar ince veya şehvet çeken yerlerini belirtecek kadar dar elbise giymekten sakınır. İnce, şeffaf elbiselerin giyilmemesi hakkında hadisler vardır.
d- Dokunmak: Mahrem (nikâhı haram) olan yakın akrabânın avret olmayan yerlerine bakmak câiz olduğu gibi, şehvetsiz dokunmak da câizdir. Yaşlı, şehvettten kesilmiş yabancı kadın ve erkeklerin mahrem olmayan yerlerine dokunmak, meselâ ellerini öpmek de câizdir. Çocuklar da bu hükümde yaşlılar gibidir. Genç
4045] 33/Ahzâb, 59
- 878 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve birbirine yabancı erkek ve kadınların -her ne kadar birbirinin avret olmayan (el-yüz gibi) yerlerine bakmaları câiz ise de- şehvetten emin olmaları halinde bile aynı yerlere dokunmalarını fukahâ ekseriyeti câiz görmemiş, bunun daha ziyâde tahrik edici olduğunu göz önüne almışlardır. Bazı âlimler ise burada da şehveti esas almış, şehvetin söz konusu olmadığı durumlarda, meselâ el sıkışmanın câiz olduğunu söylemişlerdir. Hadiste (eğer sahihse) yasaklanan “dokunma” ifadesi, Türkçe’ye “okşama” diye tercüme edeceğimiz şekilde cinsel yönden hoşlanarak dokunma anlamında ele alınmalıdır.
e- Kadın-erkek beraber bulunması: İslâm, kadın-erkek ilişkilerini sınırlamış olmakla beraber kadını dört duvar arasında hapsetmemiştir. İslâm’ın ilk devrinden beri müslüman kadınların savaşa katıldıklarını biliyoruz. Ayrıca Rasûlullah (s.a.s.), eşi Sevde’ye: “Allah, ihtiyaçlarınız için evden çıkmanıza izin vermiştir.”4046 ve ümmetine hitâben: “Allah’ın hizmetçilerini (kadınları), Allah’ın mescidlerine gitmekten men etmeyin.”4047 buyurarak kadınların ilim, alış-veriş, düğün, ibâdet gibi meşrû sebeplerle dışarı çıkabileceklerini ifâde buyurmuştur.
Kadın ve erkeklerin küçük yaştan itibaren beraber bulunmaları ve serbest ilişki içinde yetişmelerinin saldırganlığı azaltacağı, birtakım komplekslerin doğmasını önleyeceği nazariyesi İslâmî toplumlar için geçerli değildir. Diğer toplumlar arasında da gerçeğin hayâle uymadğı âşikârdır. Bu sebeple İslâm, kız-erkek beraberliğini serbest bırakmamış, kayıt ve şartlara tâbi kılmıştır. Bir müslümanın evine, akrabâsı dışında kalan dost ve arkadaşlarının da gelmesi doğaldır. Bu durumda kadın ve erkeklerin beraber oturması ve evin kız ve kadınının misafirlere hizmet etmesi söz konusu olabilir. Ashâb-ı kirâmdan Ebu Üseyd evlenirken düğün gecesi, Hz. Peygamber ve dostlarını dâvet etmiş, fakat onlar için yemek hazırlamamış, bir şey de ikrâm edememiştir, anca eşi (gelin) geceden, bir taş kabın içinde hurma ıslatmış, Hz. Peygamber yemeğini bitirince bitirince bunu ezip sulandırmış (şerbet yapmış) ve misafirlere ikram etmiştir. 4048
İbn Hacer, Aynî gibi Buhârî şârihlerinin işaret ettiği üzere bu hadis-i şerif ve benzerlerinden şu netice çıkarılmıştır: Kadın, kocasının arkadaşlarına hizmet edebilir, ancak bu durumda tesettüre (örtünmeye) riâyet etmesi, tarafların kötü duygulara kapılmaktan emin olmaları, tahrik edici davranışlardan kaçınmaları şarttır. Evin dar olması, ancak bir odanın ısıtılmış bulunması, bir büyüğün sohbetinden kadınların da faydalanmalarını sağlamak gibi durumlarda -şartlara riâyet edilerek- kadınlar, erkeklerle beraber oturabilirler. Bu durumların dışında ayrı oturmak evlâdır. Müslüman kadın ve kızlarımızın çoğunun, gerektiğinde nâmahrem erkeklerle beraber oturduğunda kıyâfet ve davranışına gerekli titizliği göster(e)mediklerini gözden uzak tutmamalıyız. Özellikle böyle durumlarda kadın dişiliğiyle değil, kişiliğiyle bulunmalı, kadınsı tavır, gülüş, şaka, cana yakınlık vb. fitneye yol açabilecek tavırlardan uzak olmalıdır. Yine kıyâfetine, ev dışında gösterdiği (veya göstermesi gereken) itinâyı göstermelidir. Günümüzde yüz kızartıcı filmlerin gösterildiği tevizyon karşısında birbirine yabancı (nâmahrem) kadın ve erkeklerin, genç kız ve delikanlıların beraber oturmaları, çirkin sahneleri birlikte seyretmeleri hiç şüphesiz İslâm ahlâk ve ahkâmına tümüyle aykırıdır.
4046] Buhârî, Nikâh 115
4047] Müslim, Salât 136; Buhârî, Cum'a 13
4048] Buhârî, Nikâh 77; Müslim, Eşribe 86
HARAM - HELÂL
- 879 -
f- Cinsî Sapıklık; Homoseksüellik veya Sevicilik: Erkek veya kadının, kendi cinsinden birisi ile cinî ilişki kurması (homoseksüellik, sevicilik) bir sapıktır, yaratılış gâyesine, fıtrî ve doğal temâyüllere aykırıdır. Ahlâkî çöküntünün ve çürümüşlüğün bir tezâhürü olan bu çirkin fiilin çok eskilere dayandığını, Lut (a.s.) gibi bazı peygamberlerin bununla mücâdele ettiklerini, bazı kavimlerin bu yüzden helâk olduğunu Kur’ân-ı Kerim’den öğreniyoruz 4049. İslâm ulemâsı bu fiilin haram olduğunda birleşmiş, ancak dünyevî cezâsının zinadan ağır olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir.
g- El ile Tatmin: Eli ile oynayarak boşalma âdeti özellikle yeni yetişen gençler arasında yaygındır. İmam Mâlik: “Onlar eşleri ve câriyeleri dışında, mahrem yerlerini herkesten korurlar; doğrusu bunlar yerilmezler. Bu sınırları aşmak isteyenler; doğrusu bunlar aşırı gidenlerdir.” 4050 âyetine dayanarak “bu davranışın sınırı aşmaya dâhil ve haram olduğunu” ileri sürmüştür. Ahmed bin Hanbel ve İbn Hazm’a göre “menî, vücudun dışarı atmaya muhtaç olduğu bir şeydir; onu eliyle atan, kan aldıran gibidir ve câizdir.” Ancak Hanbelî fukahâsı bunu “zinâya düşme tehlikesi ve evlenme imkânından mahrum bulunma” şartlarına bağlamışlardır. Bu davranış, İmam Şâfiî’nin son ictihadına göre haramdır. Hanefîlere göre tahrîmen mekruhtur; ancak “yapmadığı takdirde zinâya düşeceğinden korkan bir gencin affedileceği umulur” denilmiştir. Alışkanlık yaptığı ve sıhhati bozduğu takdirde yasak fiiller arasına gireceği şüphesizdir.
h- Hayvan ile Cinsî Münâsebet: Cinsî sapıklık çeşitlerinden birisi de hayvan ile cinsî ilişki kurmaktır. Bu çirkin fiil, hem kadın ve hem de erkek için haramdır. Cumhûra göre zinâ sayılmadığı için yapana had gerekmez, ama tâzir cezâsı verilir.
Evlenilmesi Haram Olan Kadınlar
1- Müşrik kadınlar: Allah’a şirk/ortak koşan kadınlarla, onlar iman edinceye kadar, evlenmeyin. (Allah’a ortak koşan hür kadın,) Hoşunuza gitse dahi, mü’min bir câriye, müşrik hür kadından iyidir. Ortak koşan erkekler de iman edinceye kadar, onları (kadınlarınızla) evlendirmeyin. (Allah’a şirk koşan hür erkek) hoşunuza gitse dahi, mü’min bir köle, müşrik hür adamdan iyidir. (Zira) Onlar ateşe çağırıyorlar. Allah ise izniyle cennete ve mağfirete çağırıyor. İman edenlere âyetlerini açıklıyor ki öğüt alsınlar.”4051 Bu âyet, mü’minlere, Allah’a şirk koşanlarla evlenmeyi yasaklamakta, onlara kız verip onlardan kız almayı haram kılmaktadır. Müşriklerle yapılmış eski evlilikler sona erer.4052 Veya bir evli bir erkek veya kadın şirke düşünce nikâh bağı kopar.
Müslüman olmayanlar, ehl-i kitap da değil iseler onlarla evlenmek müslüman erkek ve kadınlar için haramdır.4053 Ehl-i kitap olan gayr-ı müslimlere gelince, bunlardan kız almak câizdir; müslüman erkekler yahûdi ve hıristiyan kadınlarla evlenebilirler.4054 Ancak, bunlara kız vermek câiz değildir; yani müslüman kadınlar müşrik ve dinsizlerle evlenemeyecekleri gibi, yahûdi ve hıristiyan erkekler ile
4049] 11/Hûd, 165-166; 26/Şuarâ, 77-81
4050] 23/Mü'minûn, 6
4051] 2/Bakara, 221
4052] 60/Mümtehine, 10
4053] 2/Bakara, 221
4054] 5/Mâide, 5
- 880 -
KUR’AN KAVRAMLARI
de evlenemezler.4055 Genellikle evlerde erkekler hâkimdir, son söz çoğunlukla onlarındır. Bir müslüman kadın, müslüman olmayan erkekle evlenirse onun çevresine girecek, doğacak çocuklar da gâlip ihtimalle babanın dinine tâbi olacaktır. Ayrıca kadının dinî hayatı da tehlikeye girecektir. Müslüman erkek, gayr-ı müslim kadınla evlendiği takdirde hem bunun hidâyete kavuşması ihtimali artacak, hem de çocuklara baba hâkim olacaktır. Müşrik ve dinsiz kadının ruhu ilâhî bir dine yatkın olmadığı için onunla evlenmek her yönüyle daha çok rizikoludur, o yüzden haramdır.
2- İddetini Doldurmamış Kadınlar: Boşanmış, fakat iddetini doldurmamış kadınlarla evlenilemez. İddetini tamamlayan kadın, bir veya iki talakla boşanmış kocasıyla anlaşırsa tekrar kocasına dönebilir: “Boşanmış kadınlar, üç kur’ (üç âdet veya üç temizlik süresi bekleyip) kendilerini gözetlerler (hâmile olup olmadıklarına bakarlar). Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorlarsa, Allah’ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri (karınlarında çocuk bulunduğunu saklamaları) kendilerine helâl olmaz. Kocaları da bu arada barışmak isterlerse, onları geri almağa daha çok hak sahibidirler. Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Erkeklerin, kadınlar üzerinde(ki hakları), bir derece daha fazladır. Allah azîzdir, hakîmdir.”4056 Üç boşama hakkını da kullanmış olan koca, artık boşadığı karısına dönemez. Şâyet kadın başka biriyle evlendikten sonra boşanır da eski kocasıyla evlenmek isterse o zaman eski karı koca yeniden evlenebilirler. Bunun amacı, kadını erkeğin despotluğundan kurtarmak, onu oyuncak haline getirmesini önlemektir: “Erkek yine boşarsa, artık bundan sonra kadın, başka bir kocaya varmadan, kendisine helâl olmaz. O (vardığı adam) da kadını boşarsa, Allah’ın sınırları içinde duracaklarına inandıkları takdirde (eski karı-kocanın) tekrar birbirlerine dönmelerinde kendilerine bir günah yoktur. İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır. (Allah) Bunları bilen bir toplum için açıklamaktadır. Kadınları boşadığınız zaman bekleme sürelerini bitirdiler mi, kendi aralarında güzelce anlaştıkları takdirde, (eski) kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın. Bu, içinizden Allah’a ve âhiret gününe inanan kimseye verilen öğüttür. Bu, sizin için daha iyi ve daha temizdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”4057 Kocası ölen kadın, dört ay on gün bekledikten sonra istediğiyle evlenebilir. Ama iddetini tamamlamadan evlenemez. 4058
3- Neseb, Süt ve Nikâh Nedeniyle Haram Olanlar: “Geçmişte olanlar hâriç, artık babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin. Çünkü bu, edepsizlik ve iğrenç bir şeydir. Size (şunlarla evlenmek de) haram kılındı: Analarınız, kardeş kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren (süt) analarınız, süt bacılarınız, karılarınızın anaları, birleştiğiniz karılarınızdan olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız -eğer onlarla henüz birleşmemişseniz, (kızlarını almaktan ötürü) üzerinize bir günah yoktur-, kendi sülbünüzden gelen oğullarınızın karıları ve iki kız kardeşi bir arada almanız. Ancak geçmişte olanlar hâriç. Allah bağışlayandır, merhamet edendir. (Savaşta esir olarak) ellerinize geçenler dışında, evli kadınlar(la evlenmeniz) de haramdır.”4059 Bu âyetlerde haram kılınanlar özetle: Üvey anne, anne, öz kız, kız kardeş, hala, teyze, kardeş kızı, bacı kızı, süt anne, süt kız kardeş, kayın vâlide, birleştiği kadının kızı, oğlunun karısı (gelin), iki kız kardeşi birlikte almak
4055] 2/Bakara, 221; 60/Mümtehine, 10
4056] 2/Bakara, 228
4057] 2/Bakara, 230, 232
4058] 2/Bakara, 234-235
4059] 4/Nisâ, 22-24
HARAM - HELÂL
- 881 -
ve evli kadınlarla evlenmektir. Bunlar içinde müşrik, iddetli ve yetim kızlar ve iki bacı ile evlenme yasağı geçicidir. Yani müşrik kadın tevbe edip şirkten dönerse; iddetli, süresini doldurursa; yetim kızlara adâlet uygulanırsa bunlarla evlenilebileceği gibi, kız kardeşlerden biri ölür veya boşanırsa diğeriyle evlenilebilir.
a- Neseb dolayısıyla haram kılınanlar: Nisâ sûresi, 23 ve 24. âyetlerde belirtildiği şekilde nesep (kan yoluyla yakınlık, akrabalık) sebebiyle evlenilmesi haram olan kadınlar 7’dir:
1. Anneler: kendi annesi, babasının ve annesinin anneleri, ne kadar yukarı çıkarsa çıksın bütün kök anneler, nineler haramdır.
2. Kızlar: Gerek kendi çocukları, gerekse oğlunun veya kızının kızları, torunları, ne kadar aşağı inerse insin, zürriyetinden türeyen bütün kızlar haramdır.
3. Kız kardeşler: Ana baba bir, anne bir yahut baba bir bütün kız kardeşleriniz. Anne veya baba tarafından nesep ortaklığı olmayan kız haram değildir. Kız kardeşin kız kardeşi eğer erkeğin kız kardeşi değilse haram olmaz. Meselâ Ali’nin baba bir kız kardeşinin, başka bir adamdan olan anne bir kız kardeşi, Ali’ye helâldır.
4. Halalar: Babaların, dedelerin kız kardeşleri olan bütün halalar.
5. Teyzeler: Annelerin ve ninelerin kız kardeşleri olan büyük, küçük bütün teyzeler.
6. Kardeşin kızları: torunları, bütün yeğenleri.
7. Kız kardeşin kızları: Bu yoldan olan bütün yeğenler.
b- Süt nedeniyle haram olanlar:
1. Kişiyi emzirmiş olan sütannesi. Ve nineleriniz. Sütanne, kişiyi emziren kadın yahut bu kadının nesep veya sütanneleri, nineleridir. Bunların hepsi emene haramdır.
2. Sütkızkardeşleri: “Doğum dolayısıyla haram olanlar, emzirme ile de haram olur.”4060 Bu hadis-i şerife göre süt yüzünden haram olanların da kıyas yoluyla yedi olduğu, fakat Kur’ân-ı Kerim’de yalnız ikisinin anılmasıyla yetinildiği anlaşılır.
c- Nikâh nedeniyle haram olan kadınlar:
1. Kadınlarınızın anneleri: Zifaf olsun olmasın, nikâhladığınız bütün kadınların anneleri (kayınvâlideleriniz) size haramdır.
2. Birleştiğiniz kadınlarınızdan olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız.
3. Sülplerinizden olan oğullarınızın eşleri (gelinleriniz). Kur’an’daki bu ifade, bütün torunların eşlerini kapsar.
4. İki kız kardeşi birlikte almak da haramdır. İki kız kardeşi birlikte nikâhlamak bâtıldır. Nikâhın sahih olması için birinin ölmüş veya boşanmış olması ve boşananın iddetini tamamlaması lâzımdır.
4060] Buhârî, Nikâh 20, 27; Müslim, Radâ 2; Ebû Dâvud, Nikâh 6; İbn Mâce, Nikâh 34; Dârimî, Nikâh 48; Ahmed bin Hanbel, I/275
- 882 -
KUR’AN KAVRAMLARI
5. Evli kadınlarla nikâhlamanız da haram kılınmıştır: Gerek müslümanların, gerek zimmîlerin, gerek harbîlerin nikâhı altında bulunan bütün kadınlarla evlenmek haramdır. Ancak, savaşta esir düşerek özgürlüğünü yitirip câriye alınanlarla evlenmek haram değildir.
4- Fuhuş kadınları/Fâhişeler: “Zinâ eden erkek, zinâ eden veya şirk koşan kadından başkasıyla evlenmez. Zinâ eden kadın da zinâ eden veya ortak koşan erkekten başkasıyla evlenmez. Böyleleriyle evlenmek mü’minlere haram kılınmıştır.”4061 Bu âyette, zinâ eden erkeğin, ancak zinâ eden veya şirk koşan kadınla evleneceği; zinâ eden kadının da ancak zinâ eden veya şirk koşan bir erkekle evleneceği; böyle kimselerle evlenmenin, mü’minlere haram kılındığı bildirilmektedir.4062 Bir müslüman erkeğin fâhişe kadınla evlenmesi kesinlikle câiz değildir. Zinâ yapan ve bunu gizlemeyen erkek de böyledir.4063 Ancak, tevbe eden, nefsini ıslah eyleyenler müstesnâdır. Başından zinâ geçtiği bilinen, fakat buna devam etmeyen mü’min kadın ve erkek ile evlenmek mekruh olmakla beraber, nikâh akdi sahih (evlilik geçerli) olur. Ulemânın çoğu bu görüştedir.
B- Âile Hayatı ile İlgili Haramlar
Eşler Arasında İlişkide Haramlar:
a- Hayız ve lohusalık hallerinde birleşme: Bazı dinler, eşler arası cinsî münâsebet konusunda ifrâta düşmüş, hayız halinde bile yaklaşmayı mubah kılmış, bazıları ise bu durumda yatak ve odaları ayırmaya kadar gitmişlerdir. İslâm, hayız ve lohusalık hallerinde yalnızca birleşmeyi haram kılmış, bunun dışında bir yasak koymamıştır.4064 Bu durumlarda birleşmenin tıbbî ve psikolojik sakıncaları bilim adamlarınca ta tespit edilmiştir.
b- Kadınlara anüslerinden yaklaşma: Dinî irşâdın önem verdiği husus, insanlara birleşmenin şekil ve tekniği üzerine bilgi vermek değil; fıtrat ve hedefe aykırı davranışları düzeltmektir. Bu cümleden olarak, şekil ile ilgili bir soru üzerine şu âyet nâzil olmuştur: “Kadınlarınız sizin tarlanızdır, tarlanıza istediğiniz gibi gelin.” 4065 Bundan bir âyet önce “Allah’ın size buyurduğu yoldan yaklaşın” buyurulmuş, Peygamberimiz de “kadınlara anüslerinden (arkalarından) yaklaşmayın”4066 demiştir. Bu nasslara göre şekil/teknik konusunda bir sınırlama yoktur; ancak birleşme yolu tektir, bu da üremeyi mümkün kılacak yoldur.
c- Yatak odasında geçenleri başkalarına anlatma: Karı-koca arasındaki cinsî ilişkinin aralarında bir sır olarak kalması ve yatak odasında geçenlerin dışarıda anlatılmaması istenmiş, bu sırrı ifşâ edenlere “insanların kötüsü” ve “şeytan” denilmiştir. 4067
d- Çocuk düşürmek ve kürtaj (çocuk aldırma): Evliliğin gâyelerinden birisi ve belki en başta geleni, neslin devamı, müslümanların çoğalmasıdır. Bu yüzden gebeliği önlemenin tamamen serbest/mubah olmadığı vurgulanmıştır. Bununla
4061] 24/Nûr, 3
4062] Ayrıca bk. 4/Nisâ, 25-26; 5/Mâide, 5
4063] 24/Nûr, 3
4064] 2/Bakara, 222
4065] 2/Bakara, 223
4066] Tirmizî, Tahâret 102, Radâ 12; Ahmed bin Hanbel, I/86; 6/305
4067] Buhârî, Nikâh 69; Müslim, Talâk 26
HARAM - HELÂL
- 883 -
birlikte, meşrû bir sebebe bağlı olarak, çocuk istemeyen çiftin, karşılıklı rızâ ile doğum olmasın diye tedbir alması câizdir. Alınan tedbirlerin en eskisi ve Hz. Peygamber zamanında tatbik edileni azildir. Azil, birleşmenin sonuna doğru erkeğin çekilmesi ve erlik suyunu dışarı akıtmasıdır. Sahâbeden Câbir’in ifâdesiyle Kur’ân-ı Kerim nâzil olurken sahâbe azli tatbik ederlerdi; bunu yasaklayan bir âyet nâzil olmadı.4068 Rasûlullah’a azlin hükmü sorulduğu zaman bunu men etmedi; ancak, Allah’ın dilediği zaman çocuğu yaratacağını, buna engel olunacağının düşünülmemesini ifade buyurdu. 4069
Çocuğu aldırmak veya ilkel usullerle düşürmek azle benzemez. Azilde henüz vücuda gelmemiş bir varlığın oluşmasını engelleme söz konusudur. Burada ise, hem bir insan çekirdeğinin imhâsı, hem de ana hayatının tehlikeye düşürülmesi bahis konusudur. Düşürme ile aldırma (kürtaj) arasındaki fark, ananın sağlığı yönünden önemlidir. Her ikisi de câiz olmamakla beraber düşürmede ananın hayatı tehlikeye girdiği için sakıncası daha da büyük olmaktadır. Uzman ve müslüman bir doktorun, anayı kurtarmak için ceninin alınmasına karar vermesi halinde zarûret prensibi işler ve bu takdirde çocuğu almak câiz olur.
e- Karı-koca haklarına riâyetsizlik: “Kadınların -normal ölçüler içinde- vazifeleri kadar hakları da vardır.”4070 Özellikle çocuklarına karşı, yalnız erkek değil, kadın da çobandır.4071 Bu hadisteki çobandan maksat, sorumluluk taşıyan, himâyesine verilenleri koruyan, muhâfaza edendir. Peygamberimiz bir soru üzerine kadının koca üzerindeki haklarını şöyle açıklamıştır: “Yediğin zaman ona da yedirmek, giydiğin zaman ona da giydirmek, yüzüne vurmamak, hakaret etmemek, küsüp evi terk etmemek.” 4072
Kocanın hakları ve kadının vazifeleri olarak da: “Kocanın istemediği kimseyi eve almamak, izinsiz dışarı çıkmamak, meşrû isteklerini yerine getirmek, yatağını terk etmemek, gücü yettiğince hoşnut kılmaya çalışmak” sayılmıştır.4073 Kusur ve aksaklıklarda karşılıklı sabır, tahammül, iyi niyet esastır: “Onlarla (kadınlarla) güzellikle geçinin, eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, sabredin; hoşlanmadığınız bir şeyi Allah çok hayırlı kılmış olabilir.” 4074 Rasûl-i Ekrem şöyle buyuruyor: “Üç kimsenin namazı başından yukarı bir karış bile yükselmez: Kendisini istemedikleri halde bir cemaate imam olan kişi, eşi kendisine darılmış olduğu halde geceleyen kadın, birbirine hasım olan iki kardeş.” 4075
Geçimsizlik: Bütün iyi niyet ve gayretlere rağmen huzur bulunamaz, geçim sağlanamazsa ve suç kadında ise önce kocanın te’dib hakkı vardır: “... Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın, nihâyet dövün. Site itaat ediyorlarsa aleyhlerine yol aramayın...”4076 Koca te’dib hakkını sırayla öğüt, küsme ve hafifçe dövme şeklinde kullanacaktır. Dövme, son çaredir ve bazı kadınlar için başka çare bulunmadığı göz önüne alınarak izin verilmiş,
4068] Buhârî, Nikâh 96; Müslim, Talâk 26, 27
4069] Buhârî, Büyû' 109; İbn Mâce, Nikâh 30
4070] 2/Bakara, 228
4071] Buhârî, Nikâh 81, 90; Müslim, İmâre 20
4072] Ebû Dâvud, Nikâh 41; İbn Mâce Nikâh 3
4073] Hâkim, el-Müstedrek, II/188-190
4074] 4/Nisâ, 19
4075] İbn Mâce, İkame 43; Tirmizî, Salât 149
4076] 4/Nisâ, 34
- 884 -
KUR’AN KAVRAMLARI
fakat sınırlama yapılmıştır:
a- Peygamberimiz hayatı boyunca hiçbir zaman kadına el kaldırmamış, “(kadınlarınızı) dövenleriniz hayırlınız değildir.” 4077; “Akşam belki de birleşeceği karısını insan nasıl döver?” 4078 buyurmuştur.
b- Yüze, tehlikeli yerlere vurmayı ve iz bırakacak kadar vurmayı men etmiştir. Şu halde buna ancak mecâzen ve psikolojik tesiri bakımından “dövme” denebilir. Âile bağını koparmamak için son çare olarak gösterilmiş yine de acı bir ilaçtır. Bu tedbirler de problemi çözmezse hakemlere başvurulur: “Karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin âilesinden bir hakem ve kadının âilesinden bir hakem gönderin; bunlar düzeltmek isterlerse, Allah onların aralarını buldurur...” 4079 Kusur erkekte olduğu takdirde kadının da hakeme ve hâkime başvurma hakkı vardır. Hakemlerin doğrudan veya hâkim vâsıtasıyla ayırma selâhiyetleri de vardır. Ayrıca kadın bir bedel üzerinde anlaşarak ayrılmayı talep edebilir.
f- Çocuğun haklarına riâyetsizlik: Çocuğun nafakası, bakımı, terbiyesi, tahsili, maddî yönleriyle babaya, mânevî yönleriyle ana ve babaya âit bir borçtur. Ana ve babanın çocukları arasında fark gözetmemesi, meşrû bir sebebe dayanmadan, birisine diğerinden fazla ayrıcalık göstermemesi gereklidir. Ana veya babanın sağlığında, hibe yoluyla çocuklarına farklı şeyler vermesi konusunda, Rasûl-i ekrem: “Çocuklarınıza eşit davranın, çocuklarınıza eşit davranın...” 4080
g- Ebeveynin haklarına riâyetsizlik: Çocuklarınana ve babalarına sevgi ve saygı duymaları, sözlerini dinlemeleri ve muhtaç oldukları zaman onlara bakmaları evlâtlık borçlarıdır. “Biz insana, anne ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir; zira annesi onu, karnında güçlüklere göğüs gererek taşımış, onu acı çekerek doğurmuştur. Taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer.” 4081; “Rabbin yalnız kendisine tapmanızı ve ana babaya iyilik etmeyi emretmiştir. Eğer ikisinden biri veya her ikisi, senin yanında iken ihtiyarlayacak olursa, onlara karşı ‘öf!’ bile deme, onları azarlama. İkisine de hep tatlı söz söyle.” 4082
İslâm’da kulun emrine itaat, bu emrin meşrû olmasına bağlıdır. Meselâ ana-baba evlâdını, Allah’a şirk koşmaya zorlasalar onlara itaat edilmez, fakat bu durumda bile onlara kötü söylemek câiz değildir.4083 Rasûlullah (s.a.s.) buyuruyor: “Size büyük günahların en büyük üçünü haber vereyim mi?” ‘Evet yâ Rasûlallah!’ “Allah’a şirk koşmak, ana babaya baş kaldırmak ve (yaslandığı yerden oturumuna gelerek) dikkat edin; yalan söz, yalan şâhidlik!” 4084
İnanışlar ve Taklit, Hurâfe ve Âdetlerde Haramlar
İslâm tevhid dinidir; zâtında ve sıfatlarında Allah Teâlâ’nın bir ve tek olduğunu, O’ndan başka hiçbir varlığın ibâdete, kulluğa, mutlak itaate lâyık bulunmadığını ilân etmiş, bu birliği dinin temeli kılmıştır. Bu temel inanca aykırı inançlar
4077] İbn Mâce, Nikâh 51; Ebû Dâvud; Nesâî, Ahmed bin Hanbel
4078] Ahmed bin Hanbel, 4/17; Buhârî, Nikâh 93
4079] 4/Nisâ, 35
4080] Ebû Dâvud, Büyû' 83; Buhârî, Hibe 12-13;Müslim, Hibât 13
4081] 46/Ahkaf, 15
4082] 17/İsrâ, 23
4083] 31/Lokman, 14-15
4084] Buhârî, Edeb 6, Şehâdât 10; Müslim, İman 143, 144
HARAM - HELÂL
- 885 -
küfür, bu tevhid inancına aykırı davranışlar ise en azından haramdır. Bu davranışlardan yaygın olanlarını kısaca saymaya çalışalım:
a- Câhiliye Âdet ve Gelenekleri: İslâm dini geldiği zaman insanlar, bugün olduğu gibi çeşitli kavimlere, büyük küçük topluluklara mensup bulunuyorlardı. Bu toplulukların kendilerine âit inançları, âdetleri, gelenek ve görenekleri vardı. İslâm’dan önceki çağa “câhiliye çağı”, bu çağın İslâm’a aykırı bulunan âdet ve inançlarına da “câhiliyye âdetleri” denilmektedir. Müslüman, saâdet dini islâm’a girerken câhiliyye inanç ve âdetlerinden soyunmak, arınmak, bu saâdet iklimine öyle girme mecbûriyetinde idi. Bu, Lâ ilâhe illâllah demenin, önce Allah’tan başka tüm ilâhları reddetmenin, tâğuta başkaldırmanın ve iman etmenin gereği idi. Rasûlullah ve O’nun yolundakiler, câhiliyye âdetleriyle mücâdele edip müslümanları bunlardan arındırmaya çalışmışlardır. İşte bu mücâdele ve arındırma faâliyetinin, bid’a ve gelenek kavramlarıyla yakın alâkası vardır.
b- Irkçılık: Farklı kavim ve kabileden olmayı bir üstünlük ve övünme, başkalarını hor görme, zulüm vâsıtası kılmak haramdır. İnsan ancak kendi irâdesiyle kazandığı vasıf ve özellikle övülür veya kınanır. İman, ibâdet, Allah korkusu (takvâ), güzel ahlâk, bilgi ve mârifet, hüner bunlar arasındadır. Arap, Türk, Kürt, İngiliz, beyaz, siyah, Batılı, Doğulu olmak kimsenin elinde değildir. Şu halde övme ve yerme konusu da yapılamaz. Hele ırkçılık yaparak güçlünün zayıfı ezmesi ve hor görmesi için bu konuları kullanması asla câiz olamaz. Peygamberimiz (s.a.s.) buyuruyor: “Asabiyete çağıran, bunun için çarpışan, bunun için ölen Bizden değildir.” Sordular: ‘Asabiyet nedir yâ Rasûlallah?’ Cevap verdi: “Kavmine zulümde (haksız olduklarında) yardım etmendir.”4085 Efendimiz (s.a.s.) Vedâ Hutbesinde de bütün dünyaya şunları ilân etti: “Ey insanlar! Şüphe yok ki Rabbiniz birdir. Dikkat edin! Arabın yabancıya, yabancının Araba, kırmızının siyaha, siyahın kırmızıya -takvâ ölçüsü dışında- bir üstünlüğü yoktur; en üstün olanınız en takvâ olanınız, Allah’a karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.” 4086
c- Bid’atler: Peygamberimiz (s.a.s.) zamanında olmayan veya meşrû telakkî edilmeyen bir inanç, ibâdet veya dinî anlayış ve davranış bid’at kavramı içinde yer almaktadır. Herhangi birhareket, âlet veya anlayışın dinî yönü olmadıkça; yani iman ve ibâdet, sevap ve günah çerçevesine sokulmadıkça bid’atle alâkası yoktur. Hacca giderken deveye değil de uçağa binmek bid’at değildir; çünkü bunun inanç, ibâdet, sevap, günah kavramı ile bir ilgisi yoktur. Türbelere horoz ve mum adamak, ölünün başında mum yakmak bid’attir; çünkü bu bir inanca dayanmakta, bununla sevap umulmaktadır. Hâlbuki dinimizde böyle bir inanç, ibâdet ve sevap yolu yoktur.
d- Allah’tan Başkasına Yalvarıp Duâ: “Ancak Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz.” 4087 Duâ bir ibâdettir ve ibâdet ancak Allah’a yapılır. “Dikkak et, hâlis din Allah’ındır. O’nu bırakıp kendilerine birtakım evliyâ/dostlar edinenler, ‘onlara, bizi Allah’a yaklaştırsanlar diye kulluk ediyoruz’ derler...”4088 Müşriklerin bu gerekçesine benzer şekilde tevessül anlayışına sahip olan ve Allah’la arasına mutlaka aracılar koymak ihtiyacını hissedenler, bu âyetlerin hükmünü iyi düşünmeliler. Türbe4085]
Ebû Dâvud, Edeb 112; Müslim, İmâre 57
4086] Beyhakî, Sünenu’l-Kübrâ, 5/139
4087] 1/Fâtiha, 5
4088] 39/Zümer, 3
- 886 -
KUR’AN KAVRAMLARI
lerin etrafında toplanan, dede ve tekkelere, yatırlara kurbanlar kesen, adaklar adayan, ellerini kaldırarak ölülerden medet, imdat, şifâ... bekleyen kimselerin harama girmekle kalmadıkları ve imanlarını da tehlikeye düşürdükleri bir gerçektir.
e- Uğursuz Saymak: İnsanlar, eskiden beri bazı yer, zaman, şahıs ve şeyleri uğursuz veya uğurlu saymışlar, bu inanca göre karar verdikleri, hareket ettikleri olmuştur. Hiçbir ilmî ve dinî esasa dayanmayan bu inanç İslâm’da reddedilmiş, uğur veya uğursuzluğu insanların kendi inanç ve davranışlarında aramaları istenmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “...Uğursuzluk diye bir şey yoktur; cüzzamlıdan -aslandan kaçar gibi- kaçın.”4089 Câhiliyye devrinde Araplar baykuşun, ölünün kemikleri veya ruhundan meydana geldiğine, ürküttükleri hayvanların sağ veya sollarından karşı yöne gidişlerine göre uğur veya uğursuzluğa inanırlardı. Bazı gün, şahıs, eşya ve yerleri uğursuz saymak, ölüm veya felâketten söz ederken kulak çekip tahtaya vurarak korunmaya çalışmak da aslı astarı olmayan inanç ve davranışlar arasındadır.
f- Nazarlık, Nal, Muska vb. Kullanmak: Birden ortaya çıkan veya sebebi bilinmeyen hastalıklara yakalanmamak veya tedâvi etmek üzere başvurulan birtakım tedbirler vardır. Nazarlık, at nalı, at kafası, çeşitli muskalar takma, kurşun dökme, tütsü yapma bunun bazı örnekleridir. Bunlar, tıb yönünden bir faydası olmadığı, üstelik bâtıl inançları devam ettirdiği için haram kılınmışlardır. Peygamberimiz (s.a.s.) nazarlık kullanmayı men etmiş, bu gibi şeyleri asan kimselerin bey’atlerini kabul etmemiştir. 4090
Büyü, Gaybı Bilme İddiası ve Benzeri Konularda Haramlar
a- Büyü/Sihir: Dilimizde “büyü, afsun, cadılık, nirenk, füsun” gibi kelimelerle ifâde edilen “sihir”; “birtakım acâyip işler vâsıtasıyla alışılan ve bilenene uymayan (fevkalâde) tesirler meydana getirmektir” şeklinde târif edilmiştir. Sihrin gözbağcılık denilen ve gerçek olmayan çeşidi yanında, vesvese ve telkine dayanan insan psikolojisini etkileyen tesiri olan çeşidi de vardır. “Sihirbazlar mârifetlerini ortaya koyunca insanların gözlerini sihirlediler ve onları ürküttüler, büyük bir sihir yaptılar.”4091 âyetinin baş tarafı birinci çeşit sihre, sonu da ikinci nevine işaret sayılmıştır.
Kur’ân-ı Kerim sihri yasaklamış, haram ve küfür saymıştır. Sihir, itikadı bozduğu, tevhid inancına zarar verdiği, kontrolü mümkün olmadığı için kötüye kullanıldığı ve aldatma, iğfal, zarar vâsıtası olduğu için haram kılınmış, sihirbazın/büyücünün felah bulamayacağı ifâde buyurulmuştur.4092 Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) sihir hakkında şöyle buyurmuştur: “(Fertleri ve toplumu) Mahveden yedi şeyden sakının!” Sordular: ‘Bunlar nedir yâ Rasûlallah?’ Buyurdu: “Allah’a şirk/ortak koşmak, sihir, haksız olarak Allah’ın haram kıldığı cana kıymak, fâiz yemek, yetim malı yemek, savaş günü düşmandan yüz çevirmek (kaçmak), mü’min ve habersiz namuslar kadınlara iftirâ etmek.” 4093
4089] Buhârî, Tıb 19, 25, 43-45; Müslim, Selâm 102
4090] Nesâî, Ziynet 17; İbn Mâce, Tıb 39
4091] 7/A’râf, 116
4092] 20/Tâhâ, 69
4093] Buhârî, Vesâyâ 23, Tıb 48; Müslim, İman 144
HARAM - HELÂL
- 887 -
b- Allah’tan Başkası Gaybı Bilemez: İnsanoğlunun kendi bilgi vâsıtalarıyla bilmesi, öğrenmesi mümkün olmayan şeyler vardır: Allah, ruh, cennet, cehennem, sırat, mîzan, geleceğimiz bunlardan birkaçıdır. Bu gibi varlıklar “gayb âlemi”ni; görüp bildtiğimiz, kendi vâsıtalarımızla hakkında bilgi edinebildiğimiz şeylerin toplamı ise “şehâdet âlemi”ni oluşturur. Gayb âlemi hakkında Allah, kullarına vahiy gibi bir yolla bilgi verir. Çok eski zamanlardan beri insanlar, gayb âlemini merak etmiş, hakkında bilgi edinmek istemiş, bazı açıkgözler de bunu istismar ederek güya gâibden haber vermeye başlamışlardır. Eskiden bu işle meşgul olan kâhinler, arrâflar, falcılar, cinciler... vardı; günümüzde bunlara ek olarak medyumlar, ruhçular, astrologlar var. Bu kişiler, çeşitli vâsıtalardan istifâde ederek insanların geçmişi, geleceği, ruhlar âlemi gibi gayb haberleri verdiklerini iddiâ etmektedir. Bunlara inanmayanlar yanında inananlar da vardır. Hâlbuki Peygamberimiz, Allah’ın en seçkin kulu olmasına rağmen, O’nun hakkında Kur’an diliyle şöyle buyurulmuştur: “De ki: Allah’ın dilemesi dışında ben kendim bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Gaybı/görülmeyeni bilseydim, daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük de gelmezdi.” 4094 Allah’tan başka hiçbir varlığın gaybı bilmediğini şu âyet kesin bir şekilde ortaya koymaktadır: “De ki: Göklerde ve yerde gaybı, Allah’tan başka bilen yoktur...” 4095
Peygamberimiz: “Gayb habercisine (arrâfa, kâhine) inanan kimsenin kırk gün namazının kabul olunmayacağını” 4096; “ona inanan kimsenin, kendisine gönderilen (Kitabı, vahyi) inkâr etmiş olacağını”4097 ifâde buyurmuştur. Kendisine, “bazı söyledikleri doğru çıkıyor” diyenlere, Allah’a âsi olan cinlerin, edindikleri bazı bilgileri, bir doğrunun yanına yüz yalan katarak bu kâhinlere ulaştırdıklarını, bunlar vâsıtasıyla halkın inancını bozduklarını, onları sapıklığa düşürdüklerini söylemiştir.4098 Bu kesin deliller karşısında müslümanların, gâipten haber verdiğini iddiâ eden kimseleri dinlememeleri, onlara inanmamaları gerekir. Onları dinlemeleri haramdır.
c- Ruh Çağırma Adı Verilen Cincilik: Günümüzde özellikle sosyete denilen tabaka arasında yaygın olan ruh çağırma olayı da bir nevi modern kâhinliktir. Birçok tecrübeler, medyumların madde ötesi bir varlıkla temas kurdukları kanaatini vermektedir. Ancak bunun ruh olduğu ve söylediğinin gerçeğe uygunluğu sâbit değildir. Elmalılı merhûmun ifâdesiyle “bunların büyük ruhları ve şahsiyetleri çağırıp getirme iddiâları yalan olduğunda şüphe yok ise de habis ruhları ve sefil şahsiyetleri afsunlayıp topladıkları ve bu sûretle yüce ruhlara zarar vermeye çalıştıkları muhakkaktır.” 4099
Ruh çağırma seanslarında, gelenin ruh olduğu belli değildir; cin olması ihtimali daha kuvvetlidir. Gelen varlığın veya hayâlin verdiği haber ve bilgiler, yalan ve yanlış ile karışıktır. Dinimiz, maddî ve mânevî menfaat sağlamak gâyesiyle ve İslâm inancına uymayan telâkkîler, anlayışlar içinde bu işlerle uğraşmayı ve mesnetsiz iddiâlara inanmayı yasaklar.
d- Fal ve Falcılık: Eskiden yazılı oklarla, günümüzde burç, yıldız, kahve, bakla,
4094] 7/A’râf, 88
4095] 27/Neml, 65
4096] Müslim, Selâm 125; Ahmed bin Hanbel, II/429, IV/68
4097] Tirmizî, Tahâret 102; İbn Mâce, Tahâret 122
4098] Buhârî, Bed’u’l-Halk 6, 11, Tıb 46, Edeb 117; Müslim, Selâm 122, 123
4099] Hak Dini Kur’an Dili, 8/6365
- 888 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iskambil kâğıdı gibi vâsıtalarla yapılan falcılık da bir nevi gâipten haber vermedir; çünkü gelecek (müstakbel) gaybdır. Bu sebeple her çeşit falcılık ile bunlara inanmak haramdır. 4100
Eğlence Hayatı, Oyun, Sporla İlgili Haramlar ve Kumar
a- Şaka ve Mizahta Yasak Olan Hususlar:
1- Şaka, latife, nükte gibi mizahî özellikler, insan hayatında yemekteki tuz gibi olmalı, aşırıya kaçmamalı, kişinin işi gücü mizah olmamalıdır. Fazla şaka yapmak, kişinin ağırlığını ve ciddiyetini giderir, şaka ile gerçeğin karıştırılmasına sebep olur.
2- Hiçbir kimse ile alay edilmemeli, şeref ve nâmuslara dil uzatılmamalıdır. “Ey mü’minler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte onlar zâlimlerdir.” 4101
3- Güldürmek için yalan söylenilmemelidir. Peygamberimiz şaka için de yalan söylemeyi kesin şekilde yasaklamaktadır. “Etrafındakiler gülsün diye konuşup da yalan söyleyene yazık, çok yazık!” 4102
b- Tavla Oyunu: “Tavla oynayan elini domuzun etine ve kanına batırmış gibi olur.”4103 “Tavla oynayan Allah ve Rasûlünün emrini dinlememiş olur.” 4104 hadislerini göz önüne alan cumhûr tavla oynamanın haram olduğu hükmünü benimsemişlerdir. İskambil kâğıdı ile oyunların da tavla gibi olduğu değerlendirilir. Tavla, şansa da dayanan ve zarla oynanan oyun olduğu, iskambil de yine şansa dayandığı ve kumar aracı/oyunu olduğu için câiz olmaz. Said bin el-Müseyyeb’in de dâhil bulunduğu bazı din bilginleri ise hadislerin kumara âit olduğunu, kumarsız tavla oynamanın (bunlara düşkünlük göstermemek ve kumara âlet etmemek şartıyla) câiz olduğunu söylemişlerdir.
c- Satranç: Satranç, sahâbe devrinde İslâm dünyasınca tanınmış ve hükmünde görüş ayrılığı meydana gelmiştir: Sahâbeden Hz. Ali, Abdullah İbn Ömer, mezheplerden Hanefî ve Hanbelîlere göre haramdır. İbn Abbas, Ebû Hüreyre, İbn Sîrîn, Said bin el-Müseyyeb, İbn Cübeyr gibi sahâbe ve tâbiûn fukahâsına göre mubah; Şâfiî ve Mâlikîlere göre haram değil, mekruhtur. Nevevî’nin nakline göre tenzîhen mekruh nev’indendir.
Satrancı haram saymak için sağlam bir delilin bulunmadığı anlaşılmaktadır. Diğer mubah oyunlar gibi bunun da câiz olması, şu şartlara bağlıdır:
1- Oynamaya dalıp namazı geçirmemek; düşkün/hasta olup çokça zamanını bununla harcamamak,
2- Kumara âlet etmemek,
4100] 5/Mâide, 3
4101] 49/Hucurât, 11
4102] Tirmizî, Zühd 10; Ebû Dâvud, Edeb 80
4103] Müslim, Şi'r 15; İbn Mâce, Edeb 43
4104] Ebû Dâvud, Edeb 56
HARAM - HELÂL
- 889 -
3- Oyun sırasında dilini kötü sözlerden sakınmak; rakîbe veya ortalığa çirkin sözler sarfetmemek.
d- Kumar: İslâm kumarı kesin olarak yasaklamış, haram kılmıştır. Bunu yaparken belli bir şeklini kasd etmemiş, mânâ ve neticesini hedef almıştır. Hangi âlet ve metodla oynanırsa oynansın, oyunun -önceden belli olmayan- sonunda taraflardan biri veya birkaçı kâr ya da zarar edecekse kumar gerçekleşmiş demektir. Meselâ, birçok kişi, aralarında para toplayıp çekilecek kura veya yapılacak yarışma vb. sonunda içlerinden bir kısmı buna sahip olacak, diğerleri kaybedecekse kumardır. “Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları, şüphesiz şeytan işi pisliklerdir; bunlardan kaçının ki saâdete eresiniz. Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah’ı zikirden/anmaktan, namazdan alıkoymak ister. Artık bundan vazgeçtiniz değil mi?” 4105 meâlindeki âyet, kumarı hem haram kılmakta, hem de bu hükmün hikmetlerini sıralamaktadır. Kumarın haram kılınmasındaki hikmetleri şöyle sayabiliriz:
1- Müslüman, hayat ve kazancı şansa ve tesâdüfe değil; aldığı tedbir ve verdiği emeğin sonucuna bağlamalıdır.
2- Başkasının malı haramdır; bunu almanın yolu ya -çeşitli şekilleriyle- mübâdele (ticâret vb. yolla el değişimi) veya bağış vb. dir; kumar haksız kazanç yoludur.
3- Kaybeden, verdiğine râzı görünse bile, kalbinden üzüldüğü ve kazanana kin ve düşmanlık duyduğu şüphesizdir.
4- Kaybeden kazanmak, kazanan bu zevki yeniden tatmak için tekrar oynarlar ve bu hal, giderek alışkanlık kazandırır, kişiyi kumarcı yapar.
5- Kumar ibâdetlere engel olur.
6- Kumarın zararı bireylerle sınırlı kazmaz; topluma sirâyet eder. Üretime katılmayan, işsiz-güçsüz, kumar oynamakla vakit öldüren kimselerin çoğalmasına sebep olur.
e- Piyango ve Toto: Piyango, sayısal, spor toto, loto, altılı ganyan, müşterek bahis gibi düzenlenen ve oynananlar da kumardır. Bunlar, daha büyük kalabalıkların oynadığı, Milli Piyango gibi bazılarında devletin oynattığı ve bundan para kazandığı kumardır, kumarın bütün unsurlarını içine almaktadır. Bunlardan bazı tesis ve hayır(!) kurumlarının yararlanması, İslâmî açıdan mâzeret değildir; çünkü İslâm, kendi toplumu içinde, menfaat vaad etmeden hayra yardımcı olması mümkün olmayan fertlerin bulunacağını düşünmez. İslâm’ın getirdiği ve öngördüğü devlet, ekonomi, hukuk, toplum ve ahlâk düzeni gerçek hayır kurumlarını yaşatmak için kumar düzenlemeye muhtaç değildir. Müslümanların iyilik ve hayır yapmaları için “Allah rızâsı”, teşvik unsuru olarak yeterlidir.
f- Müzik: Müzik; kadın veya erkek tarafından ses ve âlet (çalgı) ile icrâ edilen bilinen sanatın bütün çeşitlerine şâmildir. Hatta sadece enstrümantel âletlerle veya sadece sesle de müzik icrâsı söz konusudur. İslâmî hüküm bakımından bu sınıf ve şekiller arasında fark vardır. Ayrıca müziğin icrâ edildiği yer ve maksadın, müzikle beraber sergilenen diğer yan unsurların da hükme tesiri söz konusudur.
4105] 5/Mâide, 90-91
- 890 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Müziğin hükmünü tâyin eden delillere geçmeden önce fıkıh mezheplerinin telakkîsini özetleyelim:
1- Hanefî mezhebine göre müzik icrâsı ve bunu dinlemek haramdır. Bu hüküm, bir değnek ve çubuğun bir yere âhenkli bir şekilde vurulmasını dahi içine almakta ve haram sayılmaktadır. Hükmün bazı istisnâları vardır: Savaşta vurulan kös (büyük savaş davulu) ile düğünlerde çalınan tef. Müzik, başkalarına dinletme için değil de, kendini dinlendirmek ve yalnızlığı defetmek için yapılırsa İmam Serahsî’ye göre câizdir; Merğınânî’ye göre bu da haramdır. İmam Ebû Yusuf’a sormuşlar: “Düğün dışında, meselâ kadının ve çocuğun kendi evinde tef çalmasına ne dersin?” Şu cevabı vermiş: “Bunda kerâhet yoktur. Aşırı oyun ve teğannî olursa onu mekruh görürüm.” Hanbelî mezhebi de bu konuda -genel çizgileriyle- Hanefî mezhebi gibidir.
2- İmam Şâfiî ve İmam Mâlik’ten ikişer görüş nakledilmişti. Bunlardan birine göre bu iki imam müziği mekruh saymışlar, diğerine göre ise -yanında bir haram işlenmediği, harama âlet edilmediği takdirde- mubah görmüşlerdir. (Şâfiî mezhebinden Gazzâlî ile Mâlikîlerden Kettânî’nin görüşlerine aşağıda daha genişçe yer verilecektir.)
3- Zâhiriyye mezhebi ile genellik tasavvuf tarikatları müziğin bütün çeşitleriyle mubah olduğunu müdâfaa etmişlerdir.
Müziğin lehinde ve aleyhinde görüş bildiren fıkıh bilginleri bazı âyetlerden delil getirmek istermişlerse de4106 bunların müziği hedef aldığı kesin değildir. Yani Kur’an’da direkt olarak müziğin haramlığı veya helâllığı ile ilgili bir hüküm yoktur. Hadislere gelince; Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) düğün, bayram, karşılama gibi münâsebetlerle icrâ edilen müziği tasvip ettiği, düğünlerde bunu teşvik eylediği sağlam rivâyetlere dayanmaktadır. Ayrıca, müziğin -bir harama âlet edilmeden- haram kılındığına dair sahih bir hadisin bulunmadığı belirtilmiştir.
El-Kettânî, Hz. Peygamber devri kültür ve medeniyetinden bahseden iki büyük ciltlik eserinde (et-Terâtibu’l-İdâriyye) müziğe 25 sayfa ayırmış, bütün çeşitleriyle câiz olduğunu gösteren deliller getirmiş, bu konuda yazılmış 20 eserin ismini vermiştir.4107 Bu müellifen tespitine göre sahâbeden Hz. Ömer, Osman, Abdurrahman bin Avf, Ubeyde bin el-Cerrâh, Sa’d bin Ebî Vakkas, Ebû Mes’ud, Bilâl, Abdullah bin ez-Zübeyr, Hassân, İbn Amr, el-Muğîre bin Şu’be gibi zatların müzik dinledikleri rivâyet edilmiştir.
İmam Gazzâli, İhyâ isimli eserinin 35 sayfasını bu meseleye ayırarak bütün söylenenleri tahlil etmiş, delilleri karşılaştırmış ve şu neticeye varmıştır: Müzik, ister ses ister âlet ile olsun tek hükme bağlı değildir: Haram, mekruh, mubah ve müstehap olabilir. Şöyle ki:
1- Dünya arzusu ve şehvet hisleri ile dolup taşan gençler için yalnızca bu duyguları tahrik eden müzik haramdır.
2- Vakitlerinin çoğunu buna veren, müzikle meşgul olmayı âdet haline getiren kimse için mekruhtur.
4106] 31/Lokman, 6; 39/Zümer, 18
4107] et-Terâtibu'l-İdâriyye II/120-145
HARAM - HELÂL
- 891 -
3- Güzel sesten zevk alma dışında bir duyguya kapılmayan kimse için müzik mubahtır, serbesttir.
4- Allah sevgisi ile dolup taşan, duyduğu güzel ses kendisinde yalnızca güzel sıfatları harekete geçiren kimse için müstahaptır.
Gazzâlî, incelemesini sürdürürken müziğin, duruma göre ya mubah veya mendûb olduğunu, onu haram kılan şeyin kendisi değil; dıştan ârız olan beş sebepten ibâret bulunduğunu ifâde ederek şöyle devam ediyor:
1- Şarkı söyleyen kadın olur, dinleyen de kadın sesinin şehvetini tahrik edeceğinden korkarsa dinlemek haramdır. Burada haram hükmü müzikten değil; kadının sesinden gelmektedir. Aslında kadının sesi haram değildir; ancak şehveti tahrik ederse Kur’an okumasını bile dinlemek haram olur. (Hanefîlerden Buhârî şârihi allâme Aynî de “Bayramda iki câriyenin okuduğu şarkıyı Hz. Peygamber’in ve Ebû Bekir’in dinlediklerinden hareketle aynı neticeye varmıştır. 4108
2- Müzik âleti, içki meclislerinin sembolü olan âletlerden ise bunu kullanmak haram olur; diğerleri mubah olmakta devam eder.
3- Şarkı ve türkünün güftesi bozuk, İslâm inancına ve ahlâkına aykırı ise bunu müzikli veya müziksiz söylemek ve dinlemek haramdır. (Özellikle günümüzdeki bazı şarkı sözlerindeki Allah’a, Allah’ın kaderine isyan, sevgiliyi tanrılaştırma gibi küfür lafızlarını tepkisiz dinlemek veya dillendirmek, haramdan da öte küfür kabul edilebilir.)
4- Gençliği icabı şehevî duyguların mahkûmu olan bir kimse aşırı derecede müziğe düşkün olur, müzik onun yalnızca cinsî arzusunu tahrik ederse onun müzikten uzak durması gerekir.
5- Sıradan bir insanın müzik, şehvetini de İlâhî aşkını da tahrik etmediği halde bütün vakitlerini alır, onu başka işlerden alıkorsa yine haram olur.
Müzik, sözleri ve ritmiyle kişiyi Allah’a yaklaştırıyorsa, haramlardan uzak olduğu ve Allah’a yaklaştırdığı oranda mubah, hatta müstahap olur. Tersine; kişiyi şeytana, yaklaştırıyor, haramlara dâvet ediyor veya haramlara âlet ediliyorsa, o oranda mekruh ve haram olur. Özellikle televizyon kanallarının çoğunda veya gazino gibi haram işlenen yerlerde müzik; günümüzde danssız, müstehcen kıyafetli kadınsız, içkisiz, yani çeşitli haramlar olmadan icrâ edilmiyorsa, müziğin bu şartlarla haram olduğu değerlendirilir. Ama bu müziğin kendisinden değil; icrâ edildiği ortamdan kaynaklanmaktadır. Bunun yanında, yeşil pop da denilen ezgi türündeki ve daha çok dinî hisleri etkilemeye yarayan müzik parçalarını dinlemek veya söylemenin haram olduğunu söylemek için hiçbir ciddî delil yoktur.
g- Sinema ve Televizyon: Sinema ve televizyon hem göze hem de kulağa hitap eden önemli birer haber, öğretim, eğitim ve eğlence vâsıtasıdır. Bu araçların kendilerine haram demek mümkün değildir; onlarda gösterilen ve duyurulan şeylere bakarak hüküm vermek gerekir. Herhangi bir ülkenin televizyon ve sinemalarındaki durum göz önüne alınarak -genel mânada ve istisnâları dışarıda tutarak- helâl veya haram demek de uygun olabilir. Perde ve ekranlarında daha çok İslâm inanç, ahlâk ve ahkâmına aykırı filmler gösterilen, bu doğrultuda
4108] Aynî, Umdetu'l-Kari, c. 3, s. 360
- 892 -
KUR’AN KAVRAMLARI
propaganda ve reklamlar yapılan sinema ve televizyon yayınlarını seyretmenin haram olacağı âşikârdır. Ancak bu güçlü öğretim ve eğitim araçlarını hayra âlet etmek; iyi, doğru ve güzel olanı göstermek ve duyurmak da mümkündür.
h- Hayvan Dövüştürmek: İslâm öncesinden günümüze kadar uzanan bir âdet de horoz, manda, tosun, kaz gibi hayvanları dövüştürüp seyretmek ve eğlenmektir. Zevk ve eğlence uğruna hayvanlara eziyet etmekten ibâret olan bu âdeti Peygamberimiz yasaklamıştır 4109. Yine, av kasdı olmaksızın canlı hedefler üzerine atış yapmak, herhangi bir hayvanı hedef tahtası yapmak yasaklanmıştır. 4110
i- Boks, Pankreas Güreşi Gibi Sporlar: Rasûlullah (s.a.s.) yüze vurmayı ve yüzü damgalamayı yasakladı.” 4111 İslâm, spor adı altında da olsa, haksız olarak bir kimseye zarar vermeyi, ona acı çektirecek darbelerle dövmeyi, özellikle yüze vurmayı yasaklar. Boks ve pankreas güreşinde rakibe merhametsizce vurmak, acı çektirmek söz konusudur, o yüzden haramdır. Tehlikeli sporların, meselâ araba yarışlarının da câiz olmadığını söyleyebiliriz.
Yine, spor adı ve görüntüsü altında, müstehcen kıyafetler ve dans figürlerinin sergilendiği buz pateni gibi sporların yapılması ve seyredilmesi câiz değildir. Bayanların spor kıyafetlerinin (voleybol, basketbol, atletizm vb. hemen her spor dalında, bunları erkeklerin seyretmelerini câizlikten çıkaracak ölçü(süzlük)de olduğunu unutmamak gerekiyor.
Ayrıca, fanatik (aşırı tutkun, büyük fedâkârlıklar yapıp putlaştıracak) şekilde, bir takımı tutmak, o takım sporcularını yüceltip “Allah’ı sever gibi sevmek”, “en büyük şu takım, başka büyük yok” gibi küfür lafızlarıyla slogan atmak veya bu gibi sözleri söylemek de imanı tehlikeye götüren ve en azından haram olan hususlardır.
Yine, günümüzde nice sporun kumara âlet edildiği görülmektedir. At yarışları, aslî yapısıyla belki mâsum, meşrû ve güzel bir spordur, ama günümüzde hemen hiç kimse bunun spor tarafıyla meşgul olmamaktadır. Bu spor dalı, tümüyle kumar aracı olarak görev yapmaktadır. Altılı ganyan gibi adlarla insanlar spor adıyla kumarbaz yapılmaktadır. Yine Spor Toto, Loto gibi futbol maçlarıyla ilgili tahminler kumar olarak değerlendirilmektedir.
Sosyal İlişkilerde Haramlar
Müslümanların, âileden ümmete kadar uzanan küçük - büyük topluluklarında hâkim ilişki, esas doku ve temel yapı kardeşliktir. “Mü’minler, birbirleriyle ancak kardeştirler; öyle ise (dargın olan) kardeşlerinizin arasını düzeltin; Allah’tan sakının ki size merhamet etsin.”4112 Allah Rasûlü de şöyle buyurur: “Birbirinize hased (çekememezlik) etmeyin, sırt çevirmeyin, kin beslemeyin, ey Allah’ın kulları, kardeş olun!” 4113; “Sizden biriniz, kendisi için istediğini din kardeşi için de istemedikçe, (gerçek ve kâmil) mü’min olamaz.” 4114 Bu din kardeşliğine zarar veren, karşılıklı haklara tecâvüz sayılacak söz, fiil ve davranışlar haram kılınmıştır. Bunların önemli bir kısmı şunlardır:
4109] Ebû Dâvud, Cihad 51; Tirmizî, Cihad 30
4110] Ebû Dâvud, Cihad 51; Tirmizî, Cihad 30
4111] Müslim, Libâs 106
4112] 49/Hucurât, 10
4113] Buhârî, Edeb 57; Müslim, Birr 24
4114] Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71, 72
HARAM - HELÂL
- 893 -
a- Küsmek ve Darılmak: Meşrû bir sebeple ve terbiye maksadıyla olmaksızın bir müslümanın din kardeşine üç günden fazla küsmesi, selâmı-sabahı kesmesi câiz değildir. “Bir müslümanın, kardeşi ile üç günden fazla dagın durması helâl olmaz. Üç günü doldurunca hemen ona gidip selâm vermelidir; o da selâmına karşılık verrirse ikisi ecirde (sevapta) ortak olurlar, karşılık vermeyen günaha batmış, selâm veren dargınlıktan çıkmış olur.” 4115 Akraba arasında dargınlığın sorumluluğu daha büyüktür: “Hısımlık bağı arşa asılmıştır; şöyle der durur: ‘Benimle ilişki kuranla Allah da ilgilensin, benimle ilişkisini kesenden Allah da alâkasını kessin!” 4116 İlginin karşılıklı olduğunu, karşı taraf ilgiyi kestiği için ona alâka göstermemek hakkı doğduğunu söylemek mümkün değildir; çünkü şöyle buyurulmuştur: “İlgi gösteren, karşılık veren değil; sen ona ilgi göstermediğin halde akrabalık bağına riâyet edendir.” 4117
Fertler, kendi aralarındaki anlaşmazlık ve dargınlığı gidermek için bizzat gayret ve fedâkârlık etmeleri gerektiği gibi, onları tanıyan diğer müslümanların da görevi onları anlaştırmak ve barıştırmaktır. “...(Dargın olan) Kardeşlerinizin arasını ıslah edin/düzeltin...”4118 İlâhî emri ve Rasûl’ün bu konuda teşviki vardır: “Size namaz, oruç ve sadakadan daha üstün bir şey göstereyim mi?” ‘Evet, ey Allah’ın Rasûlü’ dediler. Devam buyurdu: “Arabulmak, barıştırmaktır; çünkü aranın bozulması kökünden kazır; ‘saçı kazır’ demiyorum, dini kazır.” 4119
Eğer küsme ve dargınlık, karşı tarafın meşrû olmayan bir fiil ve davranışından ileri geliyor ve onu yola getirmeyi hedef alıyorsa bu meşrûdur. Nitekim Peygamber Efendimiz ve ashâbı, Tebük seferine -mâzeretleri bulunmadığı halde- katılmayan üç sahâbîye böyle yapmışlar, affedildikleri âyetle bildirilinceye kadar elli gün onlara selâm vermemiş, yanlarında oturmamış ve konuşmamışlardır.
b- Alay Etmek, Ayıplamak, Ad Takmak: Kardeşlik bağlarını gevşeten veya koparan sebepler içinde bu üç davranışın önemli ve yaygın bir yeri vardır. Ne maksatla olursa olsun bir kimseyle alay etmek, ayıbını yüzüne vurmak ve hoşlanmadığı bir ad takmak câiz değildir. “Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın; belki de onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar, belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendinize dil uzatmayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın; imandan sonra fâsıklık/yoldan çıkmış olmak ne kötü bir addır. Tevbe etmeyenler, işte onlar zâlimlerdir.” 4120
c- Kötü Zan (Sû-i Zan): Bir müslümana bütün din kardeşleri iyi insandır. Bir insanın iyiliği değil; kötülüğü isbata muhtaçtır. Aksi sâbit olmadıkça karşısındaki mü’min hakkında hüsn-i zan (iyi sanmak) ve iyi kanaat sahibi olmak esastır: “Ey iman edenler! Çok zanın çoğundan sakının; zira sanının (zannın) birkısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın; kimse kimseyi çekiştirmesin, gıybet etmesin; hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır? Bundan tiksindiniz. Allah’tan ittika edin/sakının. Şüphesiz Allah tevbeleri daima kabul edendir, çok merhametlidir.” 4121 Rasûlullah (s.a.s.)
4115] 23 Ebû Dâvud, Edeb 47; Buhârî, Edeb 57; Müslim, Birr
4116] Müslim, Birr 17; Ahmed bin Hanbel, II/164
4117] Buhârî, Edeb 15
4118] 49/Hucurât, 10
4119] Tirmizî, Kıyâmeh 56; Ebû Dâvud, Edeb 50
4120] 49/Hucurât, 11
4121] 49/Hucurât, 12
- 894 -
KUR’AN KAVRAMLARI
de: “Zandan sakının; çünkü sanı, sözün en yalanıdır”4122 buyuruyor.
d- Kusur Araştırmak: Güvensizliğin içteki etkisi “kötü zan”, dıştaki etkisi ise, kötü zannı isbatlamak için, kişinin peşine düşüp onu göz hapsinde tutmak, kusurunu araştırmaktır (tecessüs). Yukarıda mealini verdiğimiz Hucurât, 12. âyeti bunu da yasaklamıştır. Eğer bir kimse kusurunu, günahını gizliyorsa bunu açığa vurmak, rezil etmek câiz değildir. “Kim bir ayıbı örterse, sanki kabrine diri gömülmüş bir yavruyu kurtarmış olur!” 4123 İnsanların gizli kusurlarını açıklamak, âleme duyurmak fayda yerine zarar getirir; onlardaki utanma duygusunu yok eder, sosyal kontrolün etkisini azaltır ve ıslâhı güçleştirir. Aynı sebeple, Peygamberimiz müslümanlara, izinsiz olarak evlerin içine bakan kimsenin gözünü çıkarabileceklerini söylemiş,4124 Kur’ân-ı Kerim, izin almadan bir kimsenin evine girmeyi men etmiştir. 4125
e- Gıybet (Arkadan Çekiştirmek): “... Kimse kimseyi çekiştirmesin, gıybet etmesin; hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır? Bundan tiksindiniz...” 4126 Bu âyet, arkadan çekiştirmeyi yasaklamakla kalmıyor, gıybetin çirkinli ve iğrençliğini gözler önüne sererek onu, ölmüş kardeşin etini yemeye, yani yamyamlığa benzetiyor. Hz. Âişe, Efendisine, eşi Safiyye’nin kısa boylu olduğundan bahsedince şöyle buyurdu: “Öyle bir söz söyledin ki, denize katsan onu kirletir!” 4127 Efendimiz ashâbına sordu: “Gıybet nedir, biliyor musunuz?” ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ dediler. “Din kardeşini, hoşuna gitmeyen bir şey ile anmandır (arkasından hoşlanmayacağı bir sözü söylemendir). Söylediğin, gerçekten onda varsa gıybet etmiş olursun; söylediğin onda yoksa iftirâ etmiş olursun.” 4128 Hadise göre, bir kimsenin arkasından, duyduğu takdirde hoşlanmayacağı -dinî veya dünya işlerine âit, bedeniyle, ahlâkıyla, soyuyla ilgili- bir eksiklik veya kusurunu söylemek gıybettir ve haramdır. Eğer söylenen şey o kimsede yoksa iftirâ edilmiş olur ki, bu daha büyük bir günahtır ve haramdır.
Gıybet eden, yani arkadan çekiştiren haram işlediği gibi, bunu dinleyen ve önlemeyen kimse de ona katılmış olmaktadır. Bu sorumluluktan kurtulmak için ya önlemek veya -buna gücü yetmiyorsa- dinlememek gerekir. “Gıyâbında din kardeşinin nâmus ve şerefini koruyan kimseyi Allah cehennemden âzâd edecektir.” 4129; “Bir kimse, kardeşini bir kusur ile ayıplarsa, o kusuru işlemeden o kimse ölmez.” 4130 Bir kimseyi ister yüzüne karşı, ister arkasından kınamak, ayıplamak, kusurlarını yüzüne vurmak, başkaları içinde mahcup etmek; aradaki kardeşlik bağını gevşetir, gönülleri karartır, fayda yerine zarar getirir. Bunun için de haram kılınmıştır. Ancak, bazı durumlar, istisnâî haller, doğru olmak ve iyi niyete dayanmak şartıyla bunu daha faydalı ve zarûrî kılar; bu takdirde gıybete ruhsat verilmiştir:
1- Şikâyet: Haksızlığa uğrayan kimse, sırf kendisini tatmin, gazabını teskin için değil; hakkını almak veya suçluyu cezalandırmak için onun yaptıklarını
4122] Buhârî, Edeb 57, 58
4123] Ebû Dâvud, Edeb 38; Buhârî, Menâkıb 24
4124] Buhârî, Diyât 15; Müslim, Edeb 43, 44; Ebû Dâvud, Edeb 127
4125] 24/Nûr, 27-28
4126] 49/Hucurât, 12
4127] Tirmizî, Kıyâmeh 51; Ebû Dâvud, Edeb 35
4128] Müslim, Birr 70; Ebû Dâvud, Edeb 35; Tirmizî, Birr 23
4129] Ahmed bin Hanbel, 6/461
4130] Tirmizi, Sıfatu'l-Kıyâme 17, hadis no: 2620
HARAM - HELÂL
- 895 -
söyleyerek şikâyet edebilir.
2- Islah teşebbüsü: Bir kimsenin, meşrû olmayan bir davranışını gören kimse, bizzat onu düzeltmeye çalışır; eğer bir başkasının bu konuda daha başarılı olacağını umuyorsa ona da söyleyebilir.
3- Fetvâ sormak: Bir olayın dinî hükmünü öğrenmek şahısları zikretmeyi gerektiriyorsa, gerektiği kadarı söylenebilir.
4- Müslümanları korumak: Bir müslüman birisiyle evlenmek, ortak olmak, iş akdi yapmak... ister ve onun hakkında tanıyanlardan bilgi almak isterse -sırf soranı muhtemel zarardan korumak için- sorulanın kusurlu yönleri söylenebilir. Kezâ bir âlim veya mürşidin (böyle zannedilen birisinin) etrafında toplananlar saptırılmak, itikadları bozulmak gibi bir tehlikeye mâruz iseler ikaz edilebilirler. İmam Gazzâlî’nin deyişiyle bu ikazı yapanların kendilerini kontrol etmeleri gerekir; kendisini aleyhte konuşmaya, ikaz etmeye sevkeden duygu müslümanlara şefkat midir, yoksa hakkında konuştuğu kişiyi kıskanması, gözden düşrümek istemesi midir? İkinci ihtimal söz konusu ise, söylenen gıybete girer. Ayrıca, isnad edilen vasıf, bir zan ve kanaate değil; kesin delillere dayanacaktır; meselâ İslâm iman ve anlayışı çerçevesi içinde meydana gelmiş mezhep, meşrep, ictihad, yorum veya metoddan dolayı görüş ayrılıklarında taraflardan biri diğeri hakkında “kâfir, münâfık, sapık, fâsık” gibi vasıfları kullanamaz. Bu ağır vasıflar, ancak üzerinde ittifak edilen dinî esaslara kesin olarak aykırı inanç ve davranışlar için kullanılabilir.
5- Anlatmak/Tanıtmak için: Bir kimsenin kel, topal gibi bir lakabı olup bu söylenmeden onu tanıtmak mümkün değilse “Topal Hasan, Uzun Kemal” gibi bir ifâde kullanılabilir.
6- Fıskını, günahını gizlemeyen, açıkça yapan bir kimseyi o günah ile anmak da câiz görülmüştür.
7- Şahısların değil de topluluk ve grupların kusurlarını söylemek de gıybet sayılmamıştır.
f- Söz Taşımak: Kırıcı, üzücü, dargınlığa sebep verecek sözleri birinden diğerine taşımak (nemîme) haramdır. “Diliyle iğneleyen, kovuculuk eden, iyiliği daima önleyen, aşırı giden, suç işleyen, çok yemin eden alçak zorbaya, bütün bunlar dışında bir de soysuzlukla damgalanmış kimseye, mal ve oğulları vardır diye aldırış etmeyin!” 4131 meâlindeki âyet, kovuculuğu da kötü huylar arasında sayarak men etmiştir. “Kovucu cennete giremez.” 4132 hadisi de bununne büyük bir günah olduğunu göstermektedir.
g- İftirâ: Yukarıda sayılan gıybet, ayıp arama, sû-i zan yasakları, aynı zamanda nâmus ve şerefi koruma için tedbirlerdir. İftirâ ve özellikle nâmusa/iffete iftirâ da bunların başında gelir. “İffetli, habersiz mü’min kadınlara zinâ isnâd edenler dünya ve âhirette lânetlenmişlerdir. Kendi dilleri, elleri ve ayakları yapmış olduklarına şâhidlik ettikleri gün onlar büyük azâba uğrayacaklardır...” 4133; “Mü’min erkek ve kadınları, yapmadıkları bir şeyden ötürü incitenler şüphesiz iftirâ etmiş ve apaçık bir günah yüklen4131]
68/Kalem, 10-14
4132] Buhârî, Edeb 50; Müslim, İman 169-170
4133] 24/Nûr, 23-24
- 896 -
KUR’AN KAVRAMLARI
miş olurlar.” 4134 meâlindeki âyetler, iftirânın, nâmus ve şereflere dil uzatmanın çirkinliğini, ağırılığını açık şekilde ortaya koymaktadır. İffete iftirânın (kazf) cezâsı yalnıca âhirette değildir; dünyada da maddî ve mânevî cezâsı vardır; İslâm devleti, müslüman ve ahlâklı kadınların nâmusuna dil uzatan, iffetli kadına fâhişe diyen kimselere çok ağır cezâlar vermek zorundadır.
h- Adam Öldürme: Müslümanların ve onlarla savaş halinde olmayan gayr-ı müslimlerin hayatı, İslâm’ın teminatı altındadır; hiç kimse böyle bir cana son veremez. “Kim bir kimseyi -öldürdüğü kimseye (kısas olarak) veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan- öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur; kim de onu diriltirse (ölümden kurtarırsa) bütün insanları kurtarmış olur...” 4135; “Kim bir mü’mini kasden öldürürse, cezası, içinde temelli kalacağı cehennemdir.” 4136 Rasûlulullah da şöyle buyurmuştur: “Dünyanın yok olup gitmesi, Allah yanında, bir müslümanın öldürülmesinden daha hafiftir.” 4137
Eğer öldürme olayı, bir müdâfaa sonucu olmayıp, iki tarafın katıldığı kavga sonunda meydana gelmişse, sorumluluk da ortakdır: “İki müslüman birbirine silah çekip saldırınca cehennemin kenarına gelmiş olurlar; biri diğerini öldürünce ikisi de oraya girer.” Sordular: ‘Katili anladık; öldürülen niçin giriyor yâ Rasûlallah?’ “O da diğerini öldürmek istemişti!” 4138
i- İntihar: Bir başkasının hayatına son vermek haram olduğu gibi, kendi canına kıymak da haramdır; çünkü hiçbir kimse hayatını satın alarak veya kendi irâdesi ve imkânıyla sahip olmamıştır; hayat Allah’ın emânetidir, onu alma hakkı yalnızca O’na âittir. “Kendinizi öldürmeyin; şüphesiz Allah size acımaktadır.” 4139 meâlindeki âyet -insan ne kadar acı çekerse çeksin- intiharı haram kılmaktadır. Çünkü ölüm, insan için daha hayırlı hale gelince insana -kendinden daha merhametli olan- Allah onun hayatına son verecektir.
“Haksız yere -Allah’ın haram kıldığı- cana kıymayın.” 4140 meâlindeki âyet, bazı durumlarda insanın ölümü hak edeceğini, ancak bu durumda toplumun (İslâm devletinin) -adâlet müessesesi vâsıtasıyla- onun hayatına son verebileceği ifâde etmektedir. Bu da şu yollarla olur:
1- Kısas: Birisini haksız yere öldüren ölüm cezasına çarptırılır: “Sizin için kısasta hayat vardır.” 4141
2- Hadd: Evli olan kimsenin, dört kişi fiil halinde görecek kadar açık zinâ yapması ölüm cezasına sebep teşkil eder.
3- İrtidâd: İslâm’a girdikten sonra ondan çıkarak küfrünü açıklamak. Bir hadis, bu üç durumu bir arada ihtivâ etmektedir: “Şu üç şeyden biri sebebiyle olmadıkça müslümanın kanı helâl olmaz: Cana karşı can, evli zinâkâr, dinini terkedip cemaatten
4134] 33/Ahzâb, 58
4135] 5/Mâide, 32
4136] 4/Nisâ, 93
4137] Nesâî, Tahrîm 2; Tirmizî, Diyât 7
4138] Buhârî, Fiten 7; Müslim, Birr 126, Fiten 16
4139] 4/Nisâ, 29
4140] 6/En'âm, 151
4141] 2/Bakara, 179
HARAM - HELÂL
- 897 -
ayrılan.” 4142
k- Mal Dokunulmazlığı: İslâm, özel mülkiyeti, kişilerin mal mülk sahibi olmalarını -helâl kazanç, hibe, miras gibi meşrû yollardan elde edilmiş olmak şartıyla- câiz görmüş, mülkiyet hakkını korumak için tedbirler almıştır. Bu tedbirler, sosyal adâleti temin ve ceza tedbirleri olmak üzere ikiye ayrılabilir.
Sosyal Adâlet: Sosyal adâletten maksat, toplumun her ferdine fırsat eşitliği tanımak ve herkesin insana yaraşır şekilde yaşam imkânlarını temin etmektir. Bu, İslâm devletine görev olarak verilmiştir. Ayrıca zekât, nafaka, yardımlaşma, fâizsiz borç verme, vakıf ve hayır kurumları da bu tedbirler arasında anılmaya değer.
Cezâ Tedbiri: Bir kimseyi, özel mülkiyet düşmanlığına sevkeden haklı sebepleri ortadan kaldırıp sosyal adâleti temin ettikten sonra sıra cezâ müeyyidesine gelir. Mal dokunulmazlığıyla ilgili yaptırımların hem maddî, hem de mânevî olan çeşitleri vardır:
l- Hırsızlık ve Gasp: Hırsızlık ve gasp haram kılınmış, hırsızlık suçuna karşı ağır cezalar konmuştur. “Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah’tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” 4143
m- Haksız Kazanç: Bir başkasının malına, meşrû olmayan, rızâsına dayanmayan yollarla el uzatmak yasaklanmış, haram kılınmıştır.
n- Rüşvet: Haksız bir menfaat sağlamak üzere yetkili kişilere menfaat sağlamak şeklinde tarif edebileceğimiz rüşvet yasaklanmış, alan, veren ve aracı olan lânetlenmiştir.4144 “İnsanların mallarından bir kısmını, bile bile günah işleyerek ele geçirmek için iş başındakilere yedirerek mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin.”4145 Rüşvet almayı câiz kılan hiçbir sebep yoktur. Ancak rüşvet vermeye iki durumda ruhsat verilmiştir:
1- Bir haksızlığı (zulmü) önlemek veya kaldırmak için başka çare yoksa,
2- Bir hakkı elde etmek için başka bir yol bunamazsa.
Gayr-i Müslimlerle ve Hayvanlarla İlgili Haramlar
A- Gayr-ı Müslimlerle İlişkiler
Müslüman olmayan insanlar (kâfirler), yahûdi ve hıristiyanlar gibi ehl-i kitap ile bunların dışında kalan müşrik, putperest ve dinsizler/ateistler olmak üzere iki gruba ayrılır. Müslümanlarla karşılıklı ilişkileri bakımından kâfirlerin ortak yönleri bulunduğu gibi, farklı yönleri de vardır. Şu âyet, bütün kâfirleri kapsamına almaktadır: “Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik etmenizi ve onlara karşı âdil davranmanızı yasak kılmaz; doğrusu Allah âdil olanları sever. Allah, ancak sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanıza yardım edenleri dost edinmenizi yasak eder. Kim onları dost edinirse, işte
4142] Buhârî, Diyât 6; Müslim, Kasâme 25, 26
4143] 5/Mâide, 38
4144] Tirmizî, Ahkâm 9; Ebû Dâvud, Akdıye 4
4145] 2/Bakara, 188
- 898 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onlar zâlimlerdir.”4146 Âyetin açık ifâdesine göre müslümanlara karşı savaşmayan, düşmanca davranışlarda bulunmayan kâfirlere “birr” ve “adâlet” ile muâmele yapılacaktır. “Birr”den maksat, herkese kendi durum ve statüsü içinde iyi davranmak, iyilik etmektir. Kâfirlerin dost (evliyâ), sırdaş (bitâne) edinilmesini men eden âyetler4147 ile iyilik ve adâleti tavsiye eden âyetler nasıl te’lif edilecektir? Yapılan te’lif ve tefsirler arasında meâlini verdiğimiz âyete en uygun düşeni şudur: Kâfirler kendi hallerinde yaşıyor, İslâm’a ve müslümanlara karşı bir hareket ve davranışta bulunmuyor iseler onlarla ilişki “İslâm’a dâvet ve adâlet” çerçevesi içinde olacaktır. Kâfirler İslâm’a ve müslümanlara karşı bir tutum ve davranış içinde iseler onlara yardımcı olmak, sır vermek, taraflarını tutmak hiyânettir, haramdır.
Kâfirler içinde ehl-i kitabın ve ehl-i zimmetin (zimmîlerin) özellikleri vardır: Ehl-i kitabın yiyeceği -bazı istisnâlar dışında- müslümanlara helâldır. Ehl-i kitap kadınlarla müslüman erkeklerin evlenmesi câizdir. İslâm ülkesinin vatandaşı olmuş kâfirlere, arada bir ahid ve anlaşma (zimmet) olduğu için zimmî, ehl-i zimmet denir. Zimmîler, din ve inanç dışında kalan sahalarda, müslümanlarla eşit haklara sahiptirler. Bir hadise dayanan formül şöyledir: “Lehimize olan onların da lehine; aleyhimize olan onların da aleyhinedir.” Bu statüye tâbi olan gayr-ı müslimlerin haklarını savunmayı bizzat Rasûlullah üzerine almıştır: “Bizimle anlaşması olana (zimmî vb.) haksızlık eden veya gücünün üstünde yükleyen yahut da rızâsı olmadan bir şeyini alan kimse, kıyâmet günü karşısında Beni bulacaktır.” 4148
Kâfirlerle alış-veriş yapmak câizdir. Fakat müslümanlar, kâfirlerin dinlerine ve dinî davranışlarına katılma, benimseme, beğenme, taklit ve özenme mânâsı taşıyan davranışlardan sakınma hususunda titizlik göstermelidir. 4149
Mü’minleri bırakıp kâfirleri dost kabul etmek haramdır. Onların İslâm’a zıt olan dinî inanç ve kutsallarını, dinî kıyâfet ve ibâdetlerini alıp taklit etmek, özellikle bu konularda onlara benzemek haramdır. Onların bayramlarını, İslâm dışı yaşayış biçimlerini, ideoloji ve dünya görüşlerini almak, bu konularda onlara benzemek onlardan sayılmaktır.
Hayvanlara Karşı Tavır ve Onlarla İlgili Haramlar
İslâm, müslümanın bir insana, gayr-ı müslim bile olsa kötülük yapmasını veya onu rahatsız etmesini nasıl mubah kılabilir? Hâlbuki her canlıya acımayı tavsiye etmekle ve yabanî hayvana bile sertliği yasaklamaktadır.
İslâm, bugün hayvana acıma düşüncesiyle kurulmuş dernek ve cemiyetleri on üç asır geçmişti. O, hayvana acımayı imanın bölümlerinden; hayvana şiddet ve katılığı cehennemin gereklerinden saymıştır. Hz. Peygamber’in ashâbına anlattığına göre; “Bir adam susuzluktan ölmek üzere olan bir köpeği görünce kuyuya inerek ayakkabısı ile su çıkarmış ve ona doyuncaya kadar içirmiştir. (Devamla Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:) “Allah onun bu hareketini hoş görmüş ve onu bağışlamıştır!” Bunun üzerine ashâb, ‘Yâ Rasûlallah! Hayvanlardan da sevabımız var mı?’ diye sormuşlar ve Hz. Peygamber de: “Her canlı yürekte bir sevap vardır” cevabını
4146] 60/Mümtehine, 8-9
4147] 5/Mâide, 52; 3/Âl-i İmrân, 119
4148] Ebû Dâvud, İmâret 33
4149] Hayreddin Karaman, Günlük Hayatımızda Helâller Haramlar (özetlenerek)
HARAM - HELÂL
- 899 -
vermiştir. Allah’ın mağfiretini gerektiren bu olayın yanıbaşında Hz. Peygamber, Allah’ın azâbını ve gazabını gerektiren bir başka durumu tasvir etmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Bir kadın, ölünceye kadar hapsettiği bir kedi yüzünden azâb edildi ve bu sebeple cehenneme girdi. Hayvanı hapsettiğinde ona bir şey yedirmemiş, içirmemiş, yerdeki haşereleri yemesine bile izin ve imkân vermemişti.” 4150
Peygamberimiz, canlı bir hayvanı hedef tahtası yapmayı yasaklamıştır. Av kasdı olmaksızın canlı hedefler üzerine atış yapmak, herhangi bir hayvanı hedef tahtası yapmak yasaklanmıştır.4151 İbn Ömer (r.a.) atıcılığı öğrenmek için tavuğu nişan olarak kullanan kimseleri gördüğü zaman “Peygamber (s.a.s.) bu gibi hallede canlı bir varlığı vâsıta olarak kullanan kimseyi lânetlemiştir” 4152 dedi. Horoz vb. hayvanları döğüştürme yasaklanmıştır: Abdullah bin Abbas da der ki: “Peygamber (s.a.s.) hayvanları birbirine saldırtmayı nehyetmiştir.”4153 Yine zararlı haşerat da olsa hayvanları yakmayı yasaklar: “Ateşle (hayvanları) azâb etmek, ateşin yaratıcısından başka hiç kimse için uygun ve meşrû değildir.” 4154 Yüzü dağlanmış bir merkep gördüğü zaman, “hayvanın yüzünü dağlayan ve hayvanın yüzüne vuranları lânetlediğimi duymadınız mı?” 4155 buyurmuştur.
Kur’ân-ı Kerim, câhiliyye devri insanlarının, hayvanların kulaklarını yarmalarını ayıplamış ve bunu şeytanın işi olarak vasıflandırmıştır 4156. Hayvanları kurban veya et için keserken İslâm en kolay ve güzel şekilde hayvanların boğazlanmasını, bıçağın keskin olmasını ve hayvana gösterilmemesi gerektiğini, bir hayvanı bir diğerinin önünde kesmemeyi tavsiye eder. Dünya insanları, hayvan haklarını koruma dernekleri, hayvancılar... hayvana acıma hususunda hayal güçlerini bile geçen bu tür dikkati başka bir yerde görebilmiş değillerdir! 4157
Haramdan Temizlenmek; Haramı Elden Çıkarmak, Tevbe ve Helâlleşmek
Haram yoldan bir şey elde eden, kazanan kimse pişman olur, tevbe etmek ve sorumluluktan kurtulmak isterse üç şey yapması gerekecektir: Pişmanlık duygusu ile Allah’a kalbini açıp yalvarmak, bağışlanmasını dilemek, haramı mülkünden çıkarmak, sahibine/ehline vermek.
a- Tevbe: Kitap ve Sünnet, Allah Teâlâ’nın tevbeyi kabul buyurduğunu, pişman olup af dileyenleri bağışladığını ifâde eden sayısız nassı (âyet ve hadisi) içerir. Haram işleyen -ayrıca kul hakkına da tecâvüz etmiş olsun veya olmasın- Allah’a karşı suç işlemi, O’nun emrini tutmamış, yasaklarını çiğnemiştir. Bunun telâfî yolu, samîmî bir pişmanlık içinde Tevvâb, Rahmân, Rahîm, Ğafûr, Settâr... olan Allah’a yalvarmak, boyun eğip bağışlanmayı dilemektir.
b- Haramı Mülkünden Çıkarmak: Haram işlerken aynı zamanda kul hakkına tecâvüz etmiş, hırsızlık, gasp, aldatma, hile, fâizcilik, kumar gibi yollardan
4150] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Selâm 151, 152, Birr 133, 134
4151] Ebû Dâvud, Cihad 51; Tirmizî, Cihad 30
4152] İbn Mâce; Nesâî
4153] Ebû Dâvud, Cihad 51; Tirmizî, Cihad 30
4154] Ebû Dâvud, Cihad 112, Âdâb 164
4155] Ebû Dâvud
4156] 4/Nisâ, 119
4157] Yusuf el-Karadavî, İslâm'da Helâl ve Haram, s. 358-360
- 900 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir mal ele geçirmiş ise bunu mülkünden çıkarması, uzaklaştırması gerekecektir. Haram mal, belli ve muayyen bir şey ise onu ayırmak kolaydır. Bir hayvan veya eşyayı gasbeden ve tüketmemiş bulunan kimse onu kolayca mal varlığından ayırır ve sahibine verir. Durum böyle değilse, ortaya çıkan ihtimalleri şöylece sıralamak mümkündür:
1- Haram mal, helâl ile karışmış olup tahıl, para, yağ gibi mislî (emsâli/denk olan benzeri ile ödenmesi mümkün) olursa, iki ihtimal vardır: Birincisi, haramın miktarı bellidir; bu takdirde o miktar mal (buğday, arpa, yağ...) ayrılır. İkinci ihtimal ise, haramın miktarı belli değildir; bu takdirde zann-ı gâlibe göre hareket edilir. Haram olması kuvvetle muhtemel olan miktar çıkarılır. Helâl olduğu kesin bulunan miktarı bırakıp şüpheli olanlar da dâhil olmak üzere geri kalanı çıkarmak ve ayırmak ise takvâ yoludur.
2- Helâl ile karışmış bulunan haram mal ev, toprak vb. gibi her biri ayrı değer taşıyan cinsten mal ise burada sulh ve karşılıklı rızâ esasına göre helâlleşmek söz konusu olacaktır. Helâlleşmede hak sahibine malını aynen iâde etmek esastır. Bu mümkün olmazsa misli (emsâli, benzeri), bu da mümkün olmazsa değeri verilir.
c- Haram Malın Verileceği Yer: Tevbe edenin, mal varlığından ayırdığı haram malı sahibine ve ehline vermesi de ona düşen bir vazifedir. Kime, nereye, nasıl vereceğine gelince karşımıza yine çeşitli ihtimaller ve şıklar çıkmaktadır:
1- Haram malın sahibi belli ise malı kendisine verilecektir. Sahibi ölmüş ise hak, vârislerine âittir. Malın, sahibi kaybolmuş ise -Fıkh’ın mefkud bahsinde açıklanan müddet geçinceye kadar- beklenecek, bu arada meydana gelen artışlar da sahibi adına muhâfaza edilecektir.
2- Malın sahibi belli olmakla beraber bulunmasından ümit kesilmiş, vâris bırakmadan ölmüş olabilir veya gizlice alınan, zimmete geçirilen ğânîmet malında olduğu gibi- hak sahipleri pek çok olabilir ve bunları bulup, teker teker haklarını kendilerine teslim etmek mümkün olamaz (Çünkü ğânîmetin beşte biri çıkarıldıktan sonra geri kalan, bütün gâzilerin hakkıdır). Bu takdirde haram malın fakirlere tasadduku söz konusudur. Haram malın, fakirlere sadaka olarak verilmesinin câiz olup olmadığı tartışılmıştır. İslâm âlimlerinden bir grup, haramın mülk olmadığını veya temiz bir mal olmadığını göz önüne alarak fakirlere, sadaka olarak verilemeyeceği görüşünü benimsemişlerdir.
Gazzâlî bu görüş ve açıklamayı da -yerine göre uygun ve tutarlı bulmakla beraber nakil ve kıyas delillerine dayanarak aksi görüşü; yani haramın tasadduk edilebileceği görüşünü benimsiyor. Delillerine gelince:
Naklî delil: Hz. Peygamber (s.a.s.) bir cenâze defninden dönerken bir Kureyşli kadının verdiği ziyâfete dâvet edilmiş, önüne konulan kızartılmış koyun, “haram olduğunu” bildirince “bunu kaldırın ve esirlere yedirin” buyurmuştur. Bu esirlerden maksadın, muhtaç mahpuslar (hapiste yatanlar) olduğu açıklanmıştır.4158Bizans’ın İran’a gâlip geleceğini bildiren Kur’an haberini4159 müşriklerin yalanlayıp alaya almaları üzerine Hz. Ebû Bekir onlarla iddiâya girmiş, Kur’an haberi tahakkuk edince iddiâya bağlı develeri karşı taraftan almıştı. Ancak bu arada kumar ha4158]
Tirmizî, Savm 3
4159] 30/Rûm, 1-5
HARAM - HELÂL
- 901 -
ram kılındığı -mezkûr iddiâ kumar hükmünde olduğu- için Rasûlullah (s.a.s.) bunları tasadduk etmesini emretmiştir. Sahâbe ve tâbiûndan bu konuda, aynı hükmü destekleyen başka nakiller de vardır.
Kıyas delili: Haram malın sahibi bulunmadığına göre, geriye iki ihtimal kalmaktadır: Ya imhâ etmek, örneğin denize atmak ya da fakirlere vermek. Denize atılırsa bunun ne adama, ne malın sahibine ve ne de fakirlere faydası olacaktır. Hâlbuki fakirlere verildiği zaman bunun hem onlara faydası dokunacak, hem de duâlarından malın malın sahibi faydalanacaktır. Karşı tarafın “biz ancak helâl ve temiz olanı tasadduk edebiliriz” sözü yerinde olmakla beraber, buraya uymamaktadır. Çünkü haramı yemeyip fakire veren kimse bu işten kendisi için ecir ve sevap beklemiyor; yalnızca haramdan kurtulmak istiyor; bunu da malı zâyi ederek değil; fakirlere vererek yapıyor. “Kendimiz haramı nasıl yemiyorsak fakirlere de yedirmeyiz” sözüne de Gazzâlî şu cevabı veriyor: Bu mal, haram yoldan kazanana haramdır; ancak yukarıda verdiğimiz nakiller bunun fakirlere helâl olduğunu ifâde etmektedir. Şu halde fakir için harama değil; helâle râzı olmak söz konusudur. (Bize göre, günümüzde böyle bir haram mal, temiz paraya karıştırılmadan vergi vb. yollarla devlete verilecek giderler için kullanılır. Haram mülk olmadığından aynı miktar temiz para Allah yolunda infak edilir. Bunun iki sebebi vardır: Bir; o haram para, kişinin kendi malı değildir; o olmasaydı, nasıl olsa temiz parasından giderini karşılayacaktı. İki: Ceza, amelin/suçun cinsinden olmalı, bir seyyieyi silmek için kendi cinsinden bir hasene işlemelidir. Para cinsinden bir suçun silinmesi, para cinsinden bir sevapla olur. Onun için temiz ve helâl paradan o miktar infak edilmelidir. Bu yapılınca, sadakanın/infakın sevabına da girmiş veya günahın keffâreti için bunu değerlendirmiş olacağız, Gazzâlî’nin tavsiyesine göre maddî kaybımız olmayacak; mânevî kazancımız olacaktır.)
3- Malın belli bir sahibi yoksa, meselâ devlet hazinesi veya âmme malından, haksız bir şekilde alınmış, zimmete geçirilmiş ise helâlleşmek için bu malın âmme menfaatlerine, bütün müslümanların faydalandıkları hizmet ve hayırlara sarfı gerekmektedir; meselâ yol, köprü vb. burada örnek olarak zikredilebilir 4160
“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden önce o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa, kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” 4161
Haramın Devlet Eliyle İşlenmesi
Müslüman insanın müşrik düzenlerin egemenliği altında yaşamak zorunda kalması, başlıbaşına bir problemdir, aynı zamanda müslümanlar için ardı arkası gelmeyen problemlerin de kaynağıdır. İşte, uygun şartların gerçekleşmesi halinde müslümanlara hicret etme emrinin veriliş sebebi de budur. (Söz konusu bu şartlar:
1- Hicret edeceği yerin maksadına uygun olması,
2- Müslümanların bu konuda -varsa- yetkili emîrinin veya makamının hicret
4160] İhyâ, II/127-132; H. Karaman, Günlük Hayatımızda Helâller Haramlar, s. 189-193
4161] Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48
- 902 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etme emir ve isteği,
3- Hicret edebilecek imkâna sahip olmaktır. Çünkü müslüman insan, gayr-ı İslâmî müşrik düzenlerin egemenliğinde yaşadığı sürece, her zaman için islâmî bir hayat sürdürmek ve İslâm’a göre yaşamak isteği karşısında egemen düzenin sürekli olarak engeller ürettiğini görecektir.
Problem kimi zamanbazı müslümanlar için, özellikle böyle bir müşrik düzenin çatısı altında İslâm’ın özünü kavramak imkânını ve fırsatını yakalayamamış kimseler için, İslâmî bir hayatı sürdürememek boyutlarını daha da aşar, onun karşısında inancına mal olacak türden problemler çıkartır. Söz konusu bu problemler kimi zaman düzenin bu alanda özel olarak görevlendirdiği elemanlar aracılığı ile dahi üretilebilir. İslâm’ı gereği gibi bilmeyen, daha doğrusu kulaktan dolma, yarım yamalak bir şekilde çevrelerinden ya da atalarından öğrenegeldikleri yanlış ve haktan uzak, bilgi sanılan birikimlere dayanarak ahkâm kesenlerin tahribatını buna eklersek, islâmî olmayan bir düzenin çatısı altında yaşamak durumunda olan insanların -özellikle de İslâm’ı gereği gibi öğrenebilmek fırsatını bulamamış kimselerin- problemlerinin hangi boyutlara kadar ulaşabileceğini kestirmek gerçekten güçtür.
İşte müşrik ve câhilî düzenlerin egemenliği altında yaşayan birtakım müslümanların karşı karşıya kaldıkları problemlerden birisi de, birtakım işlerin devlet eliyle işlenmesi halinde, bunların işlenmesinden yalnızca devletin sorumlu olacağı, ferdin bu alanda herhangi bir sorumluluğunun olmayacağı ya da olsa bile çok az olacağı kanaatidir. Bu yanlış kanaatten hareketle birçok kimse, “eğer devlet eliyle fâizin alınıp verildiği kurumlar kurulmuş ise, vatandaşın fâiz alıp vermesinde bir sakınca yoktur; devlet eğer tesettürü emretmiyorsa, ana baba ya da koca da bu iş üzerinde o kadar durmuyorsa, şer’an mükellef bir hanımın örtünüp örtünmemesi, üzerinde fazlaca durulacak türden bir problem değildir; içkinin serbestçe içildiği, yahut fuhşun açıkça işlendiği, her türlü ahlâksızlığın eğlence ve sanat merkezleri adını taşıyan çatılar altında işlenebildiği ve devletin de bu alanda izin verdiği, hatta teşviklerde bulunduğu bir yerde artık bu gibi haramların işlenmesinin ciddî bir vebali olmasa gerek; devlet, bizzat kendisi çeştli yollarla kumar oyunlarını teşvik ediyorsa, artık bunun vebali -eğer varsa- herhalde devletin olmalıdır...” gibi kanaatler, müslümanın haramı kolaylıkla işlemesini sağlamakla kalmıyor, bu gibi kanaatlere kendisini kaptırması halinde itikadî bakımdan büyük bir sarsıntı geçirmesine sebep teşkil ediyor. Çünkü müslüman, böyle bir ortamın ve bu tür propagandaların etkisi altında kalarak, haramı helâl görmek, vebalsiz görmek gibi bir bakış açısına, bir anlayışa sürükleniyor. Haramı helâl kabul etmenin, itikadî bakımdan ne kadar büyük bir tehlike teşkil ettiğini söylemeye gerek yoktur.
Burada müslümanın dikkat etmesi gereken bazı hususlar vardır, onlara kısaca değinmekte yarar vardır:
1. İslâm’ın devletten beklediği ya da İslâm adına hükmetmek üzer var olan bir devletin varlığının asıl sebebi, Allah’ın emir ve hükümlerinin, İslâm şeriatinin istisnâsız bütün hükümlerinin yaşanmasını sağlamak ve kolaylaştırmaktır. Devleti, şeriatin emrettiklerinin kolaylıkla işlenebilmesini sağlamak için gerekli her şeyi sağlamakla görevli olduğu gibi, şeriatin yasakladığı ve toplum hayatında herhangi bir şekilde varolmasını istemediği her türlü ahlâkî, fikrî, amelî ve sosyal
HARAM - HELÂL
- 903 -
rahatsızlık, âfet ve kötülüğün kökünü kesmekle yükümlüdür. Hatta bu tür rahatsızlıkların başgöstermemesi için gereken ön tedbirleri almakla da yükümlüdür.
2. İslâm’ın meşrû gördüğü yollarla başa geçmemiş, İslâm’ın hedef ve maksatlarını gâye edinmemiş, İslâmî değerlere iman etmeyen kimselerin esasen müslümanları yönetebilme hak ve selâhiyetleri yoktur. Bu yönetimlerin mekanizmalarında yer alanlar hangi yolla başa geçmiş olurlarsa olsunlar ve yapısında yer aldıkları siyasal ve sosyal düzenin adı ne olursa olsun, durum değişmez. Dolayısıyla bu tür yönetimlerin yönetici kadroları, -gayri meşrû emir ve izinleri bir tarafa- şeriatın emrettiği ve izin verdiği şeyleri müslümanlara emretmek hak ve yetkisine dahi sahip değildirler. Çünkü emredebilmek yetkisine sahip olabilmek için şeriatın öngördüğü ve müsâade ettiği bir yolla başa geçmek ve gereken şart ve nitelikleri taşımak vazgeçilemez bir şarttır. Dolayısıyla, İslâm ile hükmetmemeyi esas alan düzenlerin, mâhiyetleri ne olursa olsun, verdikleri emir ve hükümlerin müslüman için en ufak bir değer taşımaları ve asgarî bir itibara dahi sahip olmaları mümkün değildir.
3. Hiç kimsenin Allah’ın emir ve hükümlerine aykırı teşrî’ yapma (kanun koyma) yetkisi yoktur. Değil İslâm ile hükmetmemeyi esas amaç edinen beşerî düzenler, değiş İslâm’ın öngörmediği bir yolla müslümanların başına gelmiş yönetim ve yöneticiler, İslâm ile hükmeden yönetimlerin dahi, hatta bütün müslümanların ve hatta bütün beşeriyetin dahi Allah’ın ve Rasûlünün koyduğu bir hükmü olsun değiştirme yetkileri yoktur. Bu husus, dinin kesin gerçeklerinden biridir. Allah’ın emir ve hükümlerine aykırı hüküm koymaların ve bunların kabul edilmesinin küfrü gerektirdiği, dinin apaçık gerçeklerindendir, yani zarûrât-ı diniyyedendir.
Buna göre, dinen yasak olduğuna dair kesin bilgiye sahip olunduktan sonra, çağımızda şu veya bu şekilde müslümanlara musallat olmuş beşerî düzenlerin helâl ve harama dair koydukları yasaları, yaptıkları teşrîleri/hükümleri kayıtsız ve şartsız olarak reddetmek gerekir. Onların bu haramların işlenmesini sağlayıcı ve kolaylaştırıcı bütün kurum ve mekanizmaları İslâm açısından reddedildiği gibi, bu kurumların işlemesinde ve işletilmesinde de herhangi bir görev ve fonksiyon yüklenmek de müslüman için câiz değildir. 4162
Bazı Haramlara veya Dinî Emirlere Karşı Tavır: Kur’ân-ı Kerim’in açık ve kesin hükümleriyle ya da mütevâtir sünnetle yasaklanan bir haram eylemin çağımızda geçersizliğini ya da yersizliğini söylemek ve bu haramları çiğneyenleri savunmak da günümüzde çokça görülen itikadî sapmalardan bir tanesidir. Esasında bu tür iddia ve itirazlar, İslâm’ın evrensel ve çağlarüstü bir din ve bu dini gönderenin insanların her zamandaki tüm ihtiyaçlarını bilen, çok merhametli bir zât olduğunu inkâr anlamındadır. “on dört asır önce gelmiş bir dinin ve bedevî Araplara gönderilmiş bir peygamberin öğretilerinin, modern çağın meselelerini ne oranda bir yeterlilikle ele alabileceği” hususunda tereddüt etmektedirler. İslâm’ın günümüz şartlarına uygun çözümler getiremediğini iddia etme cür’etinde bulunan hem itikadî ve hem kültürel anlamda câhiller, İslâm’ın başka çağların ve ortamların ürünü olduğunu söyleyerek bu tür şüpheleri topluma yaymak ve Allah’ın dinine iftira atmak istemektedirler.
4162] M. Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, s. 316-320
- 904 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yüce Rabbimiz, bütün insanların kıyâmete kadarki ihtiyaç ve problemlerinin neler olacağını bilerek Hz. Muhammed Mustafa’yı son peygamber, dinini ve şeriatını da son din ve şeriat yapmıştır.4163 O, Yüce Allah’ın bütün insanlığa göndermiş olduğu bir peygamberdir.4164 Onun şeriatı ve peygamberliği insanlık için bir zorluk ve sıkıntı sebebi değil; başka sona bir rahmettir.4165 Allah’ın ona göndermiş olduğu din, son din olduğu gibi, eksiksizdir. Bu eksiksizliği ve mükemmelliği ile o, insanlık için kâmil bir nimetinin ifadesi ve tecellîsidir.4166 Bu ve diğer özellikleri dolayısıyla Allah katında geçerli olan biricik din, İslâm’dır.4167
İslâm’ın her çağın, her kuşağın ve her türlü şart ve ortamın meselelerine çözüm getirecek kimlikte olduğunu bilip kabul etmek, İslâm’ın tüm haram ve helâllerinin, yani yasak ve müsâadelerinin en doğru, en âdil, en mükemmel çözümler olduğunu benimsemek bir iman meselesidir. Buna rağmen, İslâm’ın yetersiz olduğunu ileri sürmek ya da çağın gereklerine cevap veremeyeceği türünden iddialarda bulunmak, açık ve kesin delilleri yalanlamak, Allah’ın âyetlerine ters düşen bir iddiâ olacağından kesin ve apaçık bir küfürdür. Bu konuda şüphe ve tereddütün hükmü de aynıdır. Çünkü kat’i olaras sâbit olmuş naslarda şüphe ve tereddüt de küfürdür.
Fâizin gereğini savunmak, İslâm’ın bazı suçlar için öngördüğü cezâları kabul etmemek ya da olumsuz herhangi bir şekilde (ağır olmakla, zâlimlikle vs.) nitelemek, İslâm’ın kesin delille sâbit herhangi bir haram hükmünün günümüzde gereksizliğini ya da uygulanmasının imkânsızlığını ileri sürmek, İslâm’ın şu ya da bu şekilde düzeltilmesi gerektiğini, bazı hükümlerinin ve tümünün çağa uydurulması gerektiğini savunmak gibi iddiâlar hep küfürdür.
Bu tür iddiâ ve tezlerin ortak özellikleri şunlardır: Bu hükümler şu anda gereksizdir ya da bu haramlar bu çağa uygun değildir. Bu iddiâ ve ifadeler ise, doğrudan doğruya Allah’ın ilim ve hikmetine karşı girişilen bir hücumdur. Yani doğrudan doğruya Allah’a iman ile bağdaşmasına imkân olmayan yaklaşımlardır. İkinci olarak, kesin delillerle sâbit olmuş hükümlerin, haramların gereksizliğini veya günümüzde uygulanamayacak şekilde devrinin geçtiğini, yetersizliğini söyleyerek bu hükümlerin değiştirilmesini istemek demektir. Bu da, kesin delille sâbit olmuş hükümleri reddetmek anlamındadır. Allah’ın dininden başka bir din aramak, Allah’ın hükümlerinden başka hükümlerle hükmetmeye kalkışmak demektir. Bu ise küfürdür, zulümdür, fâsıklıktır.4168 Aynı zamanda Kur’an’ın hükümlerini beğenmeyen müşriklerin, başka bir Kur’an getirmesi veya onda değişiklikler yapması için teklifte bulunan müşriklerin tavırlarının aynısını şu kadar asır geçtikten sonra tekrarlamaktır. Oysa Peygamber de dâhil olmak üzere hiçbir kimseye böyle bir yetki verilmiş değildir: “Onlara âyetlerimiz açık açık okununca bizimle karşılaymayı ummayanlar dediler ki: ‘Bundan başka bir Kur’an getir veya onu değiştir!’ De ki: ‘Onu kendiliğimden değiştiremem. Ben, ancak bana vahyolunana uyarım...” 4169
4163] 33/Ahzâb, 40
4164] 7/A'râf, 158; 34/Sebe', 28
4165] 21/Enbiyâ, 107
4166] 3/Mâide, 3
4167] 3/Âl-i İmrân, 19
4168] 5/Mâide, 44, 45, 47
4169] 10/Yûnus, 15
HARAM - HELÂL
- 905 -
Allah’ın indirdiği hükümlerin dışında hükümler koymak, başlıbaşına ve tevbe edilmediği takdirde asla bağışlanmayacak, cezâsı ebediyyen cehennemde kalmak olan bağışlanmaz bir suçtur. Bundan ayrı olarak Allah’ın hükmünden başka bir hüküm gösterip bunun Allah’tan olduğunu ileri sürmek ise, Allah’a karşı bir iftirâdır ve ötekinden geri kalmayan ikinci bir suçtur: “Şüphe yok ki onlar, sana vahyettiğimizden başkasını Bize karşı uydurman için seni fitneye düşürmek istiyorlar (bunu yaptığın takdirde) o vakit seni dost edinirlerdi. O takdirde de Biz sana hayatın da ölümün de kat kat azabını tattırırdık.” 4170 “Eğer Bize karşı bazı sözler uydurmuş olsaydı, Biz onu kuvvetle yakalar, sonra da onun şah damarını koparırdık.” 4171
Görüldüğü gibi, Kur’an’ın, İslâm’ın birtakım hükümlerinin değiştirilmesini ya da kaldırılmasını istemenin asıl amacı, mü’minleri fitneye düşürmek, ayaklarının hak yoldan kaymasına zemin hazırlamaktır. Çağdaş câhilî düzenlerin, müslümanlara ve İslâmî hareketlere karşı uygulama ve tavırlarında bu amaç ve doğrultudaki komplolar önemli bir yer tutmaktadır. Câhilî düzen ve yönetimler bunu başarabildikleri takdirde ve bu amaçlarına ulaşabildikleri oranda kendilerini başarılı kabul eder ve İslâm adına girişilen hareketlerden, asıl çizgiden uzaklaşıp sapmaları oranında hoşnut olurlar. Tabii aynı oranda da o hareketin İslâm’la, Kur’an’la ilişkisi kalmaz. 4172
Haramı Helâl ve Helâlı Haram Kılma
Helâl ve Haram Kılma Sadece Allah’ın Hakkıdır: İslâm, helâl ve haram kılma yetkisini sınırlandırmış, halkın nazarında veya Allah katında dereceleri ne olursa olsun bu yetkiyi insanların elinden almış ve onu yalnız Allah’ın hakkı olarak kabul etmiştir. Bir haram hükmünü Allah’ın kullarına yüklemeye ne hahamların, ne papazların, ne hocaların, ne devlet yetkililerin, meclis veya kanunların yetkisi vardır. Bu helâl ve haram hükmünü veren kimse, Allah’ın hakkını çiğnemiş ve yalnız Allah’a âit olan bu teşrîî hükümde haddini aşmış olur. Bu hükümleri koyan insan ve kurumların hükmünü kabul edip ona göre hareket eden insan da; onları Allah’ın ortağı kabul etmiş sayılır ve onun bu hareketi de küfür kabul edilir: “Yoksa Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları mı vardır?” 4173
Kur’ân-ı Kerim, helâl ve haram hükmünü hahamların ve papazların ellerine teslim eden ehl-i kitabı haber verir. “Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih’i rableri olarak kabul ettiler. Oysa tek Allah’tan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. O’ndan başka ilâh yoktur. Allah, koştukları eşlerden münezzehtir.” 4174 Bir gün Adiy bin Hâtem, henüz müslüman olmadan önce, hıristiyanken Hz. Peygamber’e (s.a.s.) gelmişti. Peygamber’in bu âyeti okuduğunu duyunca; “Onlar, haham ve papazlarına ibâdet etmiyorlar ki?!” demiş ve bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştu: “Evet! Onlar helâlı haram, haramı da helâl yaptılar. Hıristiyanlar da onlara tâbi oldular. İşte bu, onların birbirlerine ibâdetidir.” 4175
Hiç kimsenin Allalh’ın emir ve hükümlerine aykırı kanun ve hüküm koyma, haram (yasak) ve helâl (serbest kılma) hükmü vermeye yetkisi yoktur. Bırakın
4170] 17/İsrâ, 73-75
4171] 69/Haakka, 44-46
4172] M. Beşir Eryarsoy, a.g.e. s. 264-266
4173] 42/Şûrâ, 21
4174] 9/Tevbe, 31
4175] Tirmizî, Tefsûru Sûre
- 906 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kâfirleri, müslümanların, âlim ve müctehidlerin, İslâmî bir yönetimin, hatta bütün beşeriyetin dahi Allah’ın ve Rasûlünün koyduğu bir tek hükmü olsun değiştirme yetkileri yoktur. Allah’ın haramların helâl (yapılabilir, serbest), helâllarını da haram (yapılamaz, yasak) kabul etmek, Allah’ın emir ve hükümlerine aykırı hüküm koymak ve bunları kabul etmek, bir mü’mini kâfir yapmaya yeterlidir. “... Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendisidir.” 4176; “Yoksa onlar (İslâm öncesi) câhiliyye idâresini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?” 4177
Beşerî düzenlerin helâl ve harama dair koydukları yasaları, yaptıkları teşrîleri/hükümleri kayıtsız ve şartsız olarak reddetmek gerekir. Allah’ın indirdiği hükümlerin dışında hükümler koymak, Allah’ın haramlarını helâl, helâllarını haram etmek, başlıbaşına ve tevbe edilmediği takdirde asla bağışlanmayacak, cezâsı ebediyyen cehennemde kalmak olan affedilmez bir suçtur.
Tıpkı bunlar gibi, Kur’an, Allah’ın izni olmadan helâl ve haram hükümlerini kendi kafalarına göre veren müşrikleri de haber vermektedir: “De ki: ‘Bana söyleyin: Allah’ın size indirdiği rızkın bir kısmını haram, bir kısmını helâl kıldınız. Bunu size Allah mı bildirdi, yoksa Allah’a karşı yalan mı uyduruyorsunuz?” 4178; “Dillerinizin yalan yere nitelemesinden ötürü, ‘Şu helâldir, bu haramdır’ demeyin. Sonra Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise iflâh olmazlar.”4179 Bu âyetlerden İslâm hukukçuları ittifakla kabul etmişlerdir ki: Helâl ve haram kılma hakkı yalnız Allah’ındır. Kendilerinin görevi de helâl ve haramı sadece tebliğ etmektir.
Helâlı Haramlaştırma: İslâm, Allah’ın hükmünü değiştiren, bir delile dayanmadan kendi kafalarından helâllaştırma ve haramlaştırma yapanları, Allah’ın geniş tuttuğu alanı insanoğluna daraltanları çok ağır bir şekilde suçlamıştır. Hz. Peygamber, bu mutaassıp sapıklığa karşı her türlü silahı kullanarak savaş ilan etmiş, hükümleri değiştirenleri kötüleyerek onların helâk olacaklarını haber vermiştir: “Değiştirenler helâk olmuştur.” 4180 İslâm hanîf (tevhid ve fıtrat) dinidir. Bunun zıddı şirktir. Helâlı haram kılmak, haramı helâk kabul etmek de şirk özelliğidir: “Rabbim buyuruyor ki: ‘Ben bütün insanları hanîf (tevhid dini, sâlim fıtrat) üzere dünyaya gönderdim. Sonra şeytanlar onları dinden saptırdılar. Benim helâl ettiklerimi onlara haram ettiler, insanlara Bana şirk/ortak koşmalarını söylediler. Oysa o ortaklar hakkında hiçbir delil indirmemiştim.” 4181
Gerçekten helâlı haram kılmak, şirktir. Bunun için Kur’ân-ı Kerim, müşrik Arapları, bu şirklerinden, putlarından ve kendilerine helâl kılınan hubûbât ve hayvanları Allah’ın izni olmadan haramlaştırdıklarından şiddetli bir şekilde azarlamıştır. Meselâ, onların yaptıklarından bir tanesi bahîra’yı, sâibe’yi, vasîle’yi ve hâm’ı haram kılmışlardır. Câhiliyye devrinde müşrikler bir deve beş defa doğursa ve sonuncusu erkek olsa; o devenin kulaklarını yararlar, ona binmeyi haram sayarlar ve onu kesilmemek, üzerine yük yüklememek ve sudan yahut otlaktan uzaklaştırılmamak üzere ilâhları için serbest bırakırlar, tanrılarına adarlardı ki,
4176] 5/Mâide, 44
4177] 5/Mâide, 50
4178] 10/Yûnus, 59
4179] 16/Nahl, 116
4180] Ahmed bin Hanbel; Müslim; Ebû Dâvud
4181] Müslim, Cennet 63; Ahmed bin Hanbel, 4/162
HARAM - HELÂL
- 907 -
buna “bahîra”, yani kulağı yarılmış ismini verirlerdi. Yine, bir insan yolculuktan dönse veya bir hastalıktan kurtulsa bir deveyi serbest bırakırdı ki buna bahîra gibi “sâibe” ismi verilirdi. Eğer bir hayvan dişi doğurursa; o, kendilerine âitti. Erkek doğurursa; ilâhlarına âitti. Her erkek, hem dişi doğurursa “bu kardeşine yetişti” derler, erkeği ilâhları için serbest bırakırlar, onu kesmezlerdi. İşte bu bırakılana “vasîle” ismi verilirdi. Bir erkek hayvan yavrusunun yavrusuna aşılarsa; onun için “sırtını korudu” derler ve ondan sonra o hayvana ne binilir, ne de bir şeyler yükletilirdi. Bu tür hayvanlara da “hâm” ismi verilirdi. Kur’ân-ı Kerim, onların bu türlü haram kılma hükümlerini reddederek bu dalâlette devam etme sebebi olarak babalarını taklit etmelerine hiçbir özür kabul etmez: “Allah bahîre’yi, sâibe’yi, vasîle’yi, hâm’ı (kulağı yarılan, salıverilen, erkek-dişi ikiz doğuran, on defa yavrulamasından dolayı yük vurulmayan hayvanların adanmasını) emretmemiştir. Fakat kâfirler Allah’a karşı yalan uydururlar ve çoğu da düşünmezler. Onlara, ‘gelin Allah’ın indirdiği kitaba ve peygambere uyun!’ denildiğinde, ‘atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter’ derler. Ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyse?!” 4182
“De ki: Allah’ın, kulları için çıkardığı (yarattığı) zîneti/süsü ve güzel rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında (kâfirlerle birlikte) mü’minlerindir. Kıyâmet gününde ise yalnız mü’minlerindir. İşte, bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz. De ki: ‘Rabbim sadece açık ve gizli fenâlıkları, günahı ve haksız yere tecâvüzü, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah’a şirk/ortak koşmanızı, Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.” 4183 Hicretten sonra müslümanlar arasında çok mutaassıp, çok katı, güzel şeyleri kendi nefsine haram kılmak gibi, acı bir hayata, hıristiyanlıktaki ruhbanlık gibi bir hayata yönelenler oldu. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, onları İlâhî sınırda durduracak ve İslâm yoluna döndürecek muhkem âyetler indirdi: “Ey iman edenler! Allah’ın size helâl ettiği temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın, sınırı aşmayın. Doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez. Allah’ın size verdiği rızıktan temiz ve helâl olarak yiyin. İnandığınız Allah’tan korkup sakının.” 4184
Şüpheli Şeyler
Allah’ın rahmet pınarından bir damla da; helâl ve haram hususunda kullarını karanlıkta bırakmamasıdır. Helâlı beyan etmiş, haramı da açıkça bildirmiştir. “Allah haram olanları size uzun uzun anlatmıştır.” 4185 Helâl olduğu apaçık olan bir şeyi yapmakta herhangi bir sakınca yoktur. Fakat haram olduğu apaçık olan bir şeyi işlemek için de hiçbir izin yoktur.
Açık helâl ile açık haram arasında bir sınır vardır ki, o da helâl veya haram olduğu birçok insan tarafından anlaşılmayan veya haram olduğu karıştırılan şüpheli dediğimiz sınırdır. Bu anlaşılmama veya karıştırma, ya delillerin bu konulardaki kapalılığı veya bizzat delilin olaya tatbik edilmesinin şüpheli oluşu dolayısıyladır. Mü’minler, dinlerini koruyabilmek için helâllığı ve haramlığı şüpheli olan maddelerden de kaçınmakla yükümlüdürler. “Sana şüphe vereni bırak; Sana kuşku vermeyene sarıl! Doğruluk gönül rahatlığı, yalan ise kuşkudur.”4186 buyuran
4182] 5/Mâide, 103-104
4183] 7/A’râf, 32-33
4184] 5/Mâide, 87-88
4185] 6/En'âm, 119
4186] Tirmizî, Sıfatu'l Kıyâmet 22, hadis no: 2637; Nesâi, Eşribe 50, hadis no: 5677; Dârimî, Büyû 2, hadis no: 2535
- 908 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Peygamberimiz’in bu konudaki emir ve tavsiyesi şöyledir: “Muhakkak helâl belli, haram da bellidir. Lâkin aralarında helâle de harama da benzer şüpheli şeyler vardır ki, onları insanların çoğu bilmez. Şüpheli şeylerden kaçınan bir kimse; dinini, ırzını/insanî kıymetini korumuş olur. Şüpheli şeylere dalan bir kimse, harama düşme tehlikesindedir. O, tıpkı sınır kenarında hayvan otlatan ve nerede ise yasak yerde otlatacak bir çoban gibidir. Bilin ki, her hükümdarın hudûdu vardır; Allah’ın sınırları ise haramlardır. Haberiniz olsun, bedinin içinde bir küçük et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün vücut iyi olur, bozuk olursa bütün beden bozulur. İşte o (et parçası), kalptir.” 4187
İslâm, müslümanın bu gibi şüpheli şeylere düşmekten sakınmasını takvâ kabul etmiştir. Müslüman, böylece apaçık bir harama sürüklenmekten kendini korumuş olur. Bu, İslâm’ın terbiye çeşitlerinden biridir. “Kul, mahzurlu olan şeye düşmekten çekinerek mahzurlu (sakıncalı) olmayan şeyi bırakmadıkça takvâlı kişilerden olma derecesine ulaşamaz.” 4188
4187] Buhârî, İman 45, Büyû’ 5; Müslim, Müsâkat 107-108; İbn Mâce, Fiten 14, hadis no: 3984; Nesâi, Büyû’ 2, hadis no: 4431; Tirmizî, Büyû’ 1, hadis no: 1219; Ebû Dâvud, Büyû’ 1, hadis no: 3329-3330; İbn Mâce, Fiten 3984
4188] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 14, hadis no: 2568; İbn Mâce, Zühd 24, hadis no: 4215
HARAM - HELÂL
- 909 -
Helâl ve Haram Konusuyla İlgili Âyetler
A- Haram kelimesi ve türevleriyle ilgili Âyetler (83 yerde): 2/Bakara, 85, 144, 149, 150, 191, 194, 194, 173, 194, 196, 198, 217, 217, 275; 3/Âl-i İmrân, 50, 93; 4/Nisâ, 23, 160; 5/Mâide, 1, 2, 2, 2, 3, 26, 72, 87, 95, 96, 96, 97, 97; 6/En’âm, 119, 138, 139, 140, 143, 144, 145, 146, 146,148, 150, 151, 151; 7/A’râf, 32, 33, 50, 157; 8/Enfâl, 34; 9/Tevbe, 5, 7, 19, 28, 29, 29, 36, 37, 37, 37; 10/Yûnus, 59; 14/İbrâhim, 37; 16/Nahl, 35, 115, 116, 118; 17/İsrâ, 1, 33; 21/Enbiyâ, 95; 22/Hacc, 25, 30; 24/Nûr, 3; 25/Furkan, 68; 27/Neml, 91, 28/Kasas, 12, 57; 29/Ankebût, 67; 48/Fetih, 25, 27; 51/Zâriyât, 19; 56/Vâkıa, 67; 66/Tahrîm, 1; 68/Kalem, 27; 70/Meâric, 25.
B- Helâl kelimesi ve türevleriyle ilgili Âyetler (51 yerde): 2/Bakara, 168, 187, 196, 228, 229, 230, 275; 3/Âl-i İmrân, 50, 93; 4/Nisâ, 19, 23, 24, 160; 5/Mâide, 1, 1, 2, 2, 4, 4, 5, 5, 5, 87, 88, 96; 7/A’râf, 157; 8/Enfâl, 69; 9/Tevbe, 37, 37; 10/Yûnus, 59; 11/Hûd, 39; 13/Ra’d, 31; 14/İbrâhim, 28; 16/Nahl, 114, 116; 20/Tâhâ, 27, 81, 81, 86; 22/Hacc, 30, 33; 33/Ahzâb, 50, 52; 35/Fâtır, 35; 39/Zümer, 40; 48/Fetih, 25; 60/Mümtehine, 10, 10; 66/Tahrîm, 1, 2; 90/Beled, 2.
C- Helâl ve Haram
a- Helâl ve Haramda On Emir: 6/En’âm, 151-153.
b- Haramla Helâl Bir Olmaz: 5/Mâide, 100
c- Helâlı Haram Kılmak: 5/Mâide, 87; 6/En’âm, 138-140, 143-144; 7/A’râf, 32.
d- İyice Bilmeden, Helâl ve Haram Hakkında Hüküm Vermenin Kötülüğü: 16/Nahl, 116-117.
e- Haramdan Tevbe: 5/Mâide, 93.
D- Helâl Olan Şeylerden Yemek
a- Helâl ve Temiz Olan Şeylerden Yemek: 2/Bakara, 168, 172; 5/Mâide, 5, 87-88; 6/En’âm, 118-119, 142; 16/Nahl, 114.
b- Yenmesi Helâl Olan Şeyler: 5/Mâide, 1, 4-5; 22/Hacc, 30.
c- Ehl-i Kitab’ın Kestiğini ve Yemeklerini Yemek: 5/Mâide, 5.
d- Allah’ın Adıyla Kesilenlerin Yenmesi: 6/En’âm, 118-119.
e- Yemede İçmede Zarûret (Şiddetli İhtiyaç, Çaresizlik): 2/Bakara, 173; 5/Mâide, 3; 6/En’âm, 145; 16/Nahl, 115.
E- Yenmesi Haram Olan Şeyler
a- Yenmesi Haram Olan Şeyler: 2/Bakara, 173; 5/Mâide, 3; 6/En’âm, 145; 16/Nahl, 115.
b- Murdar (Ölü ve Boğazlanmayan Hayvan): 2/Bakara, 173; 5/Mâide, 3; 6/En’âm, 145; 16/Nahl, 115; 22/Hacc, 30.
c- Kan: 2/Bakara, 173; 5/Mâide, 3; 6/En’âm, 145; 16/Nahl, 115.
d- Domuz Eti: 2/Bakara, 173; 5/Mâide, 3; 6/En’âm, 145; 16/Nahl, 115.
e- Allah’tan Başkası İçin Kesilenler: 2/Bakara, 173; 5/Mâide, 3; 6/En’âm, 138, 145; 16/Nahl, 115.
f- Boğularak Ölen Hayvan: 5/Mâide, 3.
g- Düşerek Ölen Hayvan: 5/Mâide, 3.
h- Başka Bir Hayvan Tarafından Öldürülen Hayvan: 5/Mâide, 3.
i- Putlar Adına Kesilen Hayvan: 5/Mâide, 3.
j- Besmelesiz Kesilen Hayvan Eti: 6/En’âm, 121.
F- İçki (Alkol) ve Alkollü İçkiler:
a- İçkide Büyük Günah Vardır: 2/Bakara, 219.
b- Sarhoşken Namaza Yaklaşmamak: 4/Nisâ, 43.
c- İçkinin Rızık Olması: 16/Nahl, 67.
d- İçki Yasağı: 5/Mâide, 90-91.
e- İçkinin Tevbesi: 5/Mâide, 93.
G- İçki Yasağı Hakkındaki Âyetlerin İniş Sırası
a- İçki Rızıktır: 16/Nahl, 67.
b- İçkide Büyük Zarar ve Günah Vardır: 2/Bakara, 219.
c- Sarhoşken Namaza Yaklaşmamalıdır: 4/Nisâ, 43.
d- İçki Haramdır: 5/Mâide, 90-91.
H- Bazı Yiyecek Maddeleri
a- Kudret Helvası: 2/Bakara, 57; 7/A’râf, 160; 20/Tâhâ, 80.
- 910 -
KUR’AN KAVRAMLARI
b- Sirke: 16/Nahl, 67.
c- Soğan: 2/Bakara, 61.
d- Tuz: 25/Furkan, 53; 35/Fâtır, 12.
e- Mercimek: 2/Bakara, 61.
f- Kabak: 2/Bakara, 61.
g- Sarmısak: 2/Bakara, 61.
h- Sebze: 2/Bakara, 61.
j- Et: 2/Bakara, 173, 259; 5/Mâide, 3; 6/En’âm, 145; 16/Nahl, 14, 115; 22/Hacc, 5, 37; 23/Mü’minûn, 14; 35/Fâtır, 12; 49/Hucurât, 12; 52/Tûr, 22; 56/Vâkıa, 21.
k- Süt: 16/Nahl, 66; 47/Muhammed, 15.
l- Bal: 16/Nahl, 68-69; 47/Muhammed, 15.
Konu ile İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 484-487
2. Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 119
3. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 324-327
4. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 338-342
5. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, 678-679
6. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neş. c. 1, s. 288-291
7. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 4, s. 210-243
8. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 594-597
9. El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 454-478
10. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat, c. 1, s. 280-286
11. Et-Tefsîru’l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 160-162
12. Muht. Taberî Tefsiri, İmam Taberi, Ümit Y. c. 1, s. 127-128
13. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 47
14. Furkan Tefsiri, Hicazi, Vahdet Y. c. 1, s. 122-124
15. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 3, s. 153-156
16. Safvetü’t Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 210-213
17. El-Esâs fi’t-Tefsîr, Said Havva, Şamil Y. c. 1, s. 415-426
18. Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Mahmud Ustaosmanoğlu, Siraç Kitabevi Y. c. 2, s. 201-213
19. Bakara Sûresi Tefsiri, Ramazanoğlu, Mahmud Sami, Erkam Y. s. 222-223
20. Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sabuni, Şamil Y. c. 1, s. 123-134, 455-465
21. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 16, s. 97-106; c. 17, s. 173-178
22. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. Hamdi Döndüren, c. 2, s. 334-337
23. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 7, s. 289-367, c. 8, s. 168-172
24. İslâm’da İnanç, İbâdet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, c. 2, s. 229-231
25. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Y. Abdülaziz Bayındır, (Haram ve Helâl md:), c. 2, s. 140-141, 148-149; (Günah md:), c. 2, s. 126-129; (İsmet md:) Mehmet Bulut, c. 2, s. 284-287; (Tabu md:) Süleyman Sayar, c. 4, s. 37-39
26. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 252-256, 262-264
27. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 261-265
28. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılâb Y. c. 2, s. 56-60
29. Kur’an’da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 237-239
30. Sütun, Sezai Karakoç, Diriliş Y. c. 2, s. 410-412
31. Yazılar, Sezai Karakoç, Diriliş Y. s. 53
32. Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman b. El-Luveyhık, Kayıhan Y. s. 419-424
33. Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Tushihiko İzutsu, Pınar Y. s. 310-317
34. Selefin İzinde, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 193-210
35. Bu Böy ledir, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. c. 2, s. 51-72, 139-162
36. İlâhi Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah), Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s. 269-285
HARAM - HELÂL
- 911 -
37. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 264-266, 316-320
38. İslâmi Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 172-173, 182
39. Unutulmaz Sözler ve Nükteler Antolojisi, Mehmet Dikmen, Cihan Y. s. 126, 138-140
40. Risâle-i Nur’dan Vecizeler, Hazırlayan Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 423, 471
41. İman Küfür Sınırı, Ahmed Saim Kılavuz, Marifet Y. s.
42. İslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, Mehmet Erdoğan, Mrm. Üniv. İl. Fak. Vakfı Y.
43. Hukuku İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Y.
44. İslâm’da Helâl ve Haram, Yusuf el-Karadavi, Hilâl Y.
45. Günlük Hayatımızda Helâller ve Haramlar, Hayreddin Karaman, Türkiye Diyanet Vakfı Y.
46. Hayatın İçinden Fıkıh, Vecdi Akyüz, Rağbet Y.
47. Helâl-Haram, Mehmet Paksu, Nesil Basım Yayın
48. İslâm’da Helâler ve Haramlar, İbn Hace Heytemî, Kayıhan Y.
49. İslâm’da Helâller ve Haramlar, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
50. Haram Olan Eylemler, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat
51. İslâm’da Emir ve Yasakların Hikmeti, Süleyman Uludağ, Türkiye Diyanet Vakfı Y.
52. Büyük Günahlar, Hâfız Zehebî, Ankara Fazilet Y.
53. Büyük Günahlar, Bilâül Uzun, Hak Y.
54. Büyük Günahlar, Celal Yıldırım, Uysal Kitabevi Y.
55. İslâm Açısından Mûsiki ve Semâ, Süleyman Uludağ, İrfan Y.
56. İslâm’da Resim ve Heykelin Yeri, Osman Şekerci, Çanakkale Seramik Fabrikası Y.
57. İslâm’da Sanat, Resim ve Mimari, Nusret Çam, Şahsi Y.
58. Görsel Sanatlar ve İslâm, Heyet, İSAV İlmî Neşriyat Y.
59. Din veTıp Açısından Domuz Eti, Asaf Ataseven, Türkiye Diyanet Vakfı Y.
60. Din ve Tıp Açısından Tüp Bebek, Muhammed Ali Barr, Nesil Y.
61. Kur’an’da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y.
62. Kur’an’da Şer Problemi, Lutfullah Cebeci, Akçağ Y.

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 16:22

HAMD

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

HAMD


- 813 -
Kavram no 64
Görevlerimiz 9
Nimetler 6
Bk. Şükür; İman
HAMD
• Hamd; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’an’da Hamd Kavramı
• Hamd, “Övgü” ve “Şükür” Kelimelerinden Daha Zengin Anlamlıdır
• Hamd Kelimesinin Çağrıştırdıkları
• Hamd, Allah’a Aittir; Çünkü...
• Şükür, Tüm Organlarla ve Özellikle Kalple Yapılır
• Bunca Nimet, Bunca Şikâyet; Hamd etmeyen Bir Toplum Olduk
• Hamd, Hayata Gülümsemektir
• Hamd Bilinciyle Hayata Bakış
• İbâdetlerimiz ve Hamd
• Her Nimetten Sonra, Her Vesileyle Hamd, Sürekli...
• Hamd ve Günümüz İnsanı
• Hamd – İman İlişkisi
• Hamd Şuurunun Müslümana Kazandırdıkları
“El-hamdü lillâhi rabbi’l-âlemin” Hamd, âlemlerin rabbı Allah’a mahsustur (Kâinatın yaratıcısı ve geliştiricisi olan Allah’a hamdolsun).” 3698
Hamd; Anlam ve Mâhiyeti
Hamd, sözlükte iyilik, güzellik, üstünlük ve erdemlilikle niteleme (medhetme) ve övme mânâsına gelir. Terim olarak, bütün medih türlerini içerip sevgi ve tazimle Allah’a yönelen övgü ve şükrü ifade eder. Hamd, Allah’a karşı kulların memnuniyet ve sevinçlerini, O’na şükürlerini bildirmeleri demektir. “El-hamdü lillâh” sözüne “hamdele” denir.
Kur’an’da Hamd Kavramı
Kur’an’da hamd, hepsi Allah’a nisbet edilmiş olarak 43 yerde geçmektedir. Ayrıca, 17 âyette de esmaü’l-hüsnadan “hamîd” ismi yer almaktadır. Bir yerde de hamd edenler anlamında “hâmidûn” kelimesi kullanılır. Peygamberimiz’in ismi olan ve hamd kökünden türeyen “Muhammed” kelimesi, 4; “Ahmed” ise 1 yerde geçer. Peygamberimiz’in âhiretteki makamı olan, “makam-ı mahmûd”, yine 1 yerde kullanılır. Bir âyette de yuhmedû kelimesi kullanılır. Dolayısıyla “hamd” kelimesi ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam olarak 68 yerde geçmektedir. Kur’an’ın ilk âyeti olan “El-hamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn” (Kâinatın rabbi, yani yaratıcısı ve geliştiricisi olan Allah’a hamdolsun) cümlesi Kur’an’da 7 yerde geçmektedir.
3698] 1/Fâtiha, 2
- 814 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“El-hamdü lillâh” cümlesi ise 23 yerde tekrarlanır. El-hamdü lillâh cümlesiyle başlayan 5 sûre vardır.3699
Namazın esasını Allah’a hamd oluşturduğundan Kur’an, bazı yerlerde namaza hamd ismi verir.3700 Mü’minlerin dâvâ, dâvet ve duâlarının sonu da şudur: Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.3701 Zaten ilkte de, sonda da hamd, Allah’a mahsustur.3702 Her şey Rabbine devamlı hamdediyor.3703 İnsan ve cinlerin kâfirleri dışındaki tüm yaratıklar Allah’a hamd etmektedirler.3704 “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbih eder. O’nu hamd ile, övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.”3705; “Göklerde ve yerde hamd O’na mahsustur.”3706 Hamd ve şükür, nimetleri arttırır: “Hatırlayın ki, Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) arttıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azâbım çok şiddetlidir! diye bildirmişti.” 3707 Bütün bunlara rağmen, insanoğlu ise çok zâlim ve çok nankördür.3708 “Kullarımdan şükreden ne kadar az!” 3709
“El-hamdü lillâh (hamd Allah’a mahsustur) de. Fakat onların çoğu düşünmezler.”3710; “Çocuk edinmeyen, hâkimiyette ortağı bulunmayan, âcizlikten ötürü bir velîye/dosta da ihtiyacı olmayan Allah’a hamd ederim (el-hamdü lilâh) de ve tekbir getirerek O’nun şânını yücelt (‘Allahu Ekber’ de).”3711 El-hamdü lillâh.
Hamd, “Övgü” ve “Şükür” Kelimelerinden Daha Zengin Anlamlıdır
“Hamd”i, “övmek” diye tek kelimeyle ifade etmek yeterli olmaz. Türkçede yine övmek olarak bildiğimiz medih (methetmek) herhangi bir güzellik ve nimeti bizzat kendisinin kaynak ve sahip olup olmamasına bakmadan ve yüceltme duygusu taşımadan övmektir ki, hamdin yerini tutmaz. Her hamdde bir medih yönü olmasına rağmen; medihte hamd yoktur.
Her durumda hamdin övüldüğü halde; övgü, medih (met etmek) bazen kınanmış bir eylem olur. Allah’ın Elçisi; “ Yüzünüze karşı medh edenlerin, övenlerin yüzlerine toprak saçın.”3712 buyurarak böyle medhi kınıyor. Ama insanlara teşekkürü ve Rabb’a şükrü, nankörlükten (ki küfürle aynı kökten türemiştir.) kurtulmak için ısrarla tavsiye ediyor: “İnsanlara karşı hamd etmeyen (teşekkür etmeyen), onlara nankörlük yapan insan, Allah’a karşı da hamd etmez.”3713 Demek ki medh (övgü) ile hamd başka başka şeylerdir.
3699] 1/Fâtiha, 6/En'am, 18/Kehf, 34/Sebe' ve 35/Fâtır sûreleri.
3700] 20/Tâhâ, 130; 50/Kaf, 39
3701] 10/Yûnus, 10
3702] 28/Kasas, 70
3703] 17/İsrâ, 44
3704] 13/Ra'd, 13
3705] 17/İsrâ, 44
3706] 30/Rûm, 18
3707] 14/İbrahim, 7
3708] 14/İbrahim, 34
3709] 34/Sebe' 13
3710] 29/Ankebut, 63
3711] 17/İsrâ, 111
3712] Müslim, Zühd 69; Ebû Dâvud, Edeb 9
3713] Ebû Dâvud, Edeb 11; Tirmizî, Birr 35
HAMD
- 815 -
Hamdin şükürden daha genel ve daha zengin anlamı vardır. Hamd, en geniş anlamda şükürdür. Hamd etmek yerine “şükretmek” diyemeyiz. Çünkü biz, ancak kendimize yapılan bir iyiliğe karşı şükreder ve teşekkür ederiz. Hamd etmek için ise, iyiliğin sadece bize ulaşması gerekli değildir. Şükretmek, kişiye ulaşan bir iyiliğin, bir nimetin karşılığıdır. İyiliğin başkasına ulaşmış olması da hamd etmek için yeterlidir. Çünkü hamd, kişisel ve basit menfaatler karşılığı ifade edilen bir övme değildir. Evrensel ve küllî değerlere duyulan hayranlığın bir ifadesidir. Kişisel yararlarımıza ters düşen durumlarda da hamd edilebilir ve edilmelidir. El-hamdü lillâh diyerek, kişi kendi adına Allah’a hamdettikten başka, O’nun nimetine kavuşan bütün varlıklar adına da aynı vazifeyi yerine getirmiş olur. Allah’a hamd, her hal ve şartta; şükürse bize ulaşan nimetler karşılığında yapılır. Bu yüzden, fazlalaşmasını istediğimiz şeyler için şükrederiz.
“Hamd”, Yaratıcı dışında hiçbir şahıs ve kuvvete yöneltilmeyecek bir şükür türüdür. Hamd, nimetleri sınırsız ve sonsuz olan kudrete yapılır ki, o da Allah’tır. Onun için Allah’a hamd etmek, Allah’a şükretmekten daha faziletli, daha üstündür.
Allah’a hamd etme ve şükr etmenin bir bakıma iç içe girdiği ve bir bakıma da birbirinden ayrıldığı noktalar vardır. Şükür; nankör olmayan, Allah’ın nimetlerinin farkında olan, sâdık ve kadirşinas insanların özelliğidir. Şükre muvaffak olan insanların sayısı da çok değildir. Allah’ın sayısız nimetleri vardır. “Allah’ın nimetlerini saymaya kalksan, onları sayamazsın, saymaya gücün yetmez.”3714 Sâdi-i Şirazi, Gülistan’ında; “Bir insan, her nefesinde Allah’a karşı iki şükür borçludur.” der. Bir soluk alıp vermede hayatını iki defa bağışlayan, iki defa can veren Allah’tır. Böyle bir Allah’a elbette dilinle, halinle, kalbinle, kalıbınla, teşekkür etmen icap eder. Bundan dolayı gerçek anlamda hamd ve şükürde bulunanlar çok azdır. “Kullarımdan şükreden ne kadar az!” 3715
Hamd, Allah’a Aittir; Çünkü...
İnsan dünya hayatında ya mutluluk ve huzur içinde; ya da kederle sıkıntılar içindedir. Eğer saâdet ve selâmetteyse, bu durum, mutluluk sebeplerini Allah’ın yaratması ve ortaya çıkarmasıyla mümkün olmuştur. Böylece, Allah, Rahmân ve Rahîm sıfatlarıyla tecelli etmiştir; hamde lâyık yalnız O’dur. Eğer kul, sıkıntı içindeyse, bu sıkıntı ve keder, ya Allah’tan, ya da insanlardan gelmiştir. Allah’tan ise, Allah’ın dinini yaşama ve yaşatma mücâdelesinden dolayı ise, O, bu musibetlere karşı, sonsuz nimetler verecektir. Eğer insanların zulmünden dolayı ise, O, zâlimden mazlumun intikamını alacağını vaad etmiştir. Son iki durumda, Allah’ın Rahîm, Müntekım ve din gününün sahibi gibi sıfatları tecellî eder; hamde lâyık yalnız O’dur. O yüzden insan, ister Allah’ın nimetleri sâyesinde mutluluk içinde; ister belâlarla imtihan içindeyken olsun, daima Allah’a hamd içinde yaşamalı, her durumda Allah’a hamd etmesini bilmelidir.
Hamdi Allah’a has kılarak, O’nun büyüklüğünü, eksiklerden uzak olduğunu, övülmeye lâyık olan yegâne gücün ancak Allah olduğunu vurguluyoruz. O’nu övmekle, O’ndan kaynaklanan her şeyi de kabul etmiş, övmüş ve ona rızâ göstermiş oluyoruz. Çeşitli özellik ve güzelliklerde insan olarak yaratılışımıza, O’nun
3714] 14/İbrahim, 34; 16/Nahl, 18
3715] 34/Sebe' 13
- 816 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Peygamberinin yegâne önder oluşuna, kitabının yegâne düstur oluşuna râzı olmuş ve boyun eğmiş oluyoruz.
Şükür, Tüm Organlarla ve Özellikle Kalple Yapılır
Dünya nimetlerinden çok âhiret nimetleri, maddî nimetlerden çok mânevî nimetler için hamd etmemiz gerekir. Allah’a hamd etmek, bize her iyiliği, her nimeti ihsan eden Allah’a karşı, bu ihsan ve nimeti vermesi yüzünden, yalnız sözle değil; fiil ile de ta’zim etmektir. Bu hamd işi de kalp, dil ve organlarla yapılabilir. Yani, hamd yalnız dil ile yapılan bir şey değil; gönül ve bütün organlarla yapılan bir görevdir.
Kalp ile yapılanı, nimetlerin en önemlisi olan imanı bize tattıran ve sevdiren Allah’ı zikretmek (hatırlamak), O’nun sıfatlarını tefekkür etmek, düşünmek, imanda kemâle ulaşma yollarını aramaktır. Dil ile yapılan, Allah’ın bu sıfatlarını anlatmak, sık sık, Allah, şükür, hamd... kelimelerini kullanarak zikirle meşgul olmak, hakkı söylemektir. Organlar ile yapılanı, onları Allah’ın yolundan ayırmamaktır. Allah’ın emir ve yasaklarına mümkün olduğu kadar dikkat ederek kulluk görevini yerine getirmek fiilî hamddir.
Küfür ve dalâlet dışında her olay, her fiilî durum karşısında Allah’a hamdedilmelidir. Kerim Elçi Peygamberimiz “Elhamdü lillâh alâ külli hâl” (Her durum karşısında Allah’a hamdolsun) buyururlardı. Bu da ancak her organın yaratılış gâyesine uygun olarak kullanılmasıyla mümkün olur. Kişinin iç dünyası ile ve iç dünyasına da hamd etmesi gerekir. Buna tatbikî hamd denir. Her çeşit fazilet ve erdemleri elde etmek, İslâm ahlâk esaslarını öğrenip uygulamak, bu çeşit hamdin vâsıtasıdır.
Yalnız, unutmamak lâzımdır ki, her duruma hamdeden mü’min, küfür ve dalâlete, haramlara hamdedip el-hamdü lillâh demez. “Faizler artmış, yaşadık, elhamdü lillâh!” nasıl bir turşu ve inanç salatasıysa; meselâ Atatürk’ün anıtkabirini, yani kutsal(!) mezarını ziyaret ederken “elhamdü lillâh” ile başlayan Fâtiha’yı orada okumak gibi bir acayipliğe düşmez. “Müslümansan kilisede işin ne? Hıristiyansan Meryem heykelinin üzerine niçin pisledin?” denilen kuşa benzemez. Sormazlar mı bu insana; müslümansan Firavunların mezarında işin ne? Gâvursan bu okuduğun Fâtiha da neyin nesi?!
Hamd, maddî nimetlere yapıldığı gibi, daha çok mânevî nimetlere karşı yapılır. Nimetlerin en büyüğü de imandır. Kitab’ımızın hamdle başladığını unutmamak, iman ve hidâyet gibi nimetlere sahip olduğumuzu, başka problem ve eksiklerin çok da önemli olmadığını, dilimizle ve tebessümümüzle hamdi devamlı taşıyarak gösterebiliriz.
Bir insan, kendi haberi olmadan birinin sürekli kendi iyiliği için çalıştığını öğrense acaba ne yapar? Herhalde, önce kendisine bu iyiliğin niçin yapıldığını öğrenmek ister. Sonra, bu yapılanlara kayıtsız kalmaz; en azından teşekkür eder. İşte hamdin bir anlamı da budur. Allah, bize bizim haberimiz olmadan iyilikler, güzellikler veriyor. Ama biz, gaflet içinde yaşadığımızdan bunların farkında değiliz. Her şey biz insanlar için ayarlanmış, uygun hale getirilmiş, emrimize verilmiş. Fakat insanoğlu bunların gelişi güzel, rastgele yapıldığını zannediyor. Bu uyumu, bu muazzam düzeni ve bunun sanatkârını fark etmek, Allah’a sonsuz teşekkürü gerektirir. Bunun içindir ki, Kur’an hamd ile başlamıştır.
HAMD
- 817 -
Kur’an’ın ilk sayfasından başlayan bir okuyucu Allah’a hamd ederek âyetleri okumaya başlar. Yani önce hamd, övgü. Allah’ın büyüklüğü karşısında kendi küçüklüğünü hatırlayarak; İnsanlardan bir insan, okuyuculardan bir okuyucu, mü’minlerden bir mü’min olduğunu hatırlayarak; Bir “dâhi” olduğunu zannederek değil. Eğer hamdi olmazsa bir hiç olacağını düşünerek. Kur’an’ı okumaya başlayan kişi, önce bu tür duygular atmosferinde işe başlamalıdır. Hamd üzerinde düşünme, bu veya benzeri duyguları meydana getirecektir. Çünkü hamd insanın Rabbini ve haddini/kendini bilmesidir. Yaradılışı düşünerek, satırlardaki ve sadırlardaki âyetleri tefekkür ederek, evrendeki tüm yaratıkların hamd ve tesbih orkestrasına kulak vererek Allah karşısındaki konumunu tespit etmesidir. Hamd bir itiraftır, âcizlik ve kulluk itirafı.
İnsanların ve cinlerin kâfirleri hâriç, doğadaki her şey Allah’ı övmekte, O’na hamd etmektedir.3716 İnsanoğlu ibâdete, hamde meyilli yaratılmıştır. Birisini veya birilerini övmeye, onlara bağlanıp ibâdet etmeye hayatı boyunca ihtiyaç duyacaktır. Suyun, çukur bulduğu yere doğru akmaya başlaması gibi, insan da Allah’ı unutursa, birilerine doğru akmaya, ona ibâdet etmeye, bağlanmaya, övüp yüceltmeye başlar. Çünkü insan, sadece sınav olmaktadır ve yalnız Allah’a ibâdet/kulluk etmek için yaratılmıştır. İbâdetini Allah’a etmezse, başkasına edecektir. Zira onun mayasında bu vardır. 3717
Bunca Nimet, Bunca Şikâyet; Hamd etmeyen Bir Toplum Olduk
Kitabımızın ilk âyeti “Elhamdü lillâh” diye başladığı halde; hamdi, şükrü unutan bir toplum olduk. Hamd etmek, şükretmek için nimetlerin farkında olmak lazımdır. Günümüz insanı ise, bunca varlık içinde, öylesine nankör ve âsî ki... Çok şikâyetçiyiz. Toplum ve fert olarak karamsar ve aç gözlülüğün ıstıraplarıyla kıvranıyoruz. Şikâyetlerin başında geçim sıkıntısı var. Bu tabir, eskiden pek bilinmezdi. İnsanımız bugüne göre daha fakirdi. Fakirdi, ama gönlü zengindi. Kanaat denilen bir hazineye sahipti dedelerimiz. Dillerden şükür, zikir taşardı. “Kim benim zikrimden yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı, geçim sıkıntısı olacak ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.”3718 Hamd zikirdir. Zikirden yüz çevirmenin dünyadaki cezası geçim sıkıntısı, âhiretteki cezası da nimetleri ve nimet vereni dünyada göremediği için kör olarak haşrolmak. Çözüm ise zikir ve şükürde: “Hatırlayın ki, Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) arttıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir! diye bildirmişti.” 3719
Gül bahçesine girsek, herhalde güllerin güzelliğinden, mis gibi kokulardan önce, elimize değil ama gözümüze dikenler batacak. İslâmî geleneğimizde “nasılsınız?” sorusuna cevap “elhamdü lillah” idi. Şimdi, beylik bir “iyiyim”den sonra başlıyor şikâyetler... Hoca talebeden, talebe hocadan, koca karısından, kadın kocadan, baba evlattan, evlat babadan, herkes toplumdan, hatta müslümanlardan, cemaat veya cemiyetlerden... şikâyet. İyi de, olayların güzel tarafları yok mu? Güzel bakmayı unutmaktan kaynaklanıyor bazı kara tablolar. Güzel bakan güzel görür. Güzel gören güzel düşünür. Rivâyete göre; Medine çevresinde Rasûlullah
3716] Bak. 17/İsrâ, 44; 13/Ra'd, 13
3717] İhsan Eliaçık, İslam ve Sosyal Değişim, Bengisu Y., s. 32
3718] 20/Tâhâ, 123
3719] 14/İbrahim, 7
- 818 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ashabıyla yürürken yol kenarında bir köpek leşi görürler. Sahâbe, manzaranın ve kokusunun çirkinliğinden bahsetmeye başlayınca, Efendimiz, güzel bakmakla ilgili güzel bir ders verir: “Görmüyor musunuz, dişleri inci gibi, ne güzel!” Problem gözlüklerimizde. Kara gözlükleri çıkarıp, olaylara ve varlıklara Allah’ın nuruyla bakabilmeliyiz. Basarla gözükmeyen nice güzellikler basiretle görülebilecektir. Yani kalıp gözü olumsuz baksa bile, kalp gözü Mutlak Güzel’in, varlıklara ve eşyaya yansıyan güzelliklerini müşâhede eder. Her şey Rabbine devamlı hamdediyor.3720 Gül açıyor, bülbül ötüyor, güneş gülümsüyor, yani varlıkların hamdi hal dillerinden anlaşılıyor. İnsanoğlu ise çok zâlim ve çok nankör.3721 Dikkat edilmelidir ki, âyette geçen nankör anlamına gelen kelime ile küfür kelimesi aynı kökten gelmektedir.
Hamd, Hayata Gülümsemektir
Hamd insanı iyimser yapar. Eşyanın, kendi halimizin güzel yanlarını gösterir. Kabir ve hasta ziyareti, kendimizdeki nimetleri görmeye katkı sağlar. Akraba ve fakir insanları ziyaretin de hamde katkısı vardır. Hamdi artırdığı için hadis-i şeriflerde bu ziyaretlerin önemi vurgulanmıştır. Dünyevî konularda bizden daha fakir, daha zayıf kimselerle kendimizi kıyaslamak, bizi hamd ve şükre götürür. Dilimiz hamdettiği gibi, yüzümüz de her an hamd etmeli. Yüzün hamdi-şükrü tebessümdür. Nimetlerin ve nimet sahibinin farkında olmanın getirdiği mutluluk ve huzurun gönülden yüze yansımasıdır bu. Önderimiz, tüm şemail kitaplarının nakline göre devamlı mütebessim idi. Tebessümle sırıtma ve kahkaha çok farklı şeylerdir. Ekrem Elçi’nin suratı asık değildi; onca zulüm, onca işkence, onca açlık, yahudilerin hainlikleri, münafıkların nifakları, dağların taşıyamayacağı onca yüke rağmen, tebessümü yüzünden hiç eksik olmazdı.
Efendimiz’in gözünden akan yaşlar, insanlarla değil; sadece Rabbıyla başbaşa olduğu, secdelerle süslü gecelerin incileriydi. “Eğer benim bildiğimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız!”3722 buyuran o büyük zâtın insanların içinde, çevresine huzur ve saâdet dağıtan tebessümü, hamdinin dışa yansımasıydı. O’nu örnek alması gereken mü’min, içinden duâ, haşyet, takvâ, İslâm’ın derdi, müslümanların durumları ve bunları düşünmenin, tefekkürün gereği mahzun bir gönül taşımalı. Ama insanlara gülümseyen, hamdettiği yüzünden belli olan bir çehre aydınlatmalı zalumlerin kararttığı çevreyi. İçi ağlasa bile dışı gülmeli müslümanın. Bir müslümana surat asmanın karşımızdakine hakaret ve kul hakkına tecavüz olduğunu bilmeli, kardeşlerine merhametinin izleri yüzünden okunabilmeli.
İnsan, diliyle olduğu gibi haliyle, tavrıyla, yüzüyle de devamlı hamd etmeli. Seviyesizce cıvıklık, şuh kahkahalar, boşvermiş tavır, vur patlasın çal oynasın anlayışı mü’minden ne kadar uzak olmalıysa; karamsarlık ve ümitsizlik taşıyan bunalımlı bir yüz de o derece çirkin kabul edilmeli. İslâm, insana huzur verir. Aldığı ilâhî prensipleri yaşayıp, çevreye hâkim kıldığı için Hz. Peygamber, öylesine huzur ve mutluluğu etrafına yayıyordu ki, toplumun ve çağının yüzünü güldürdü. Câhiliyye düzenini muazzam bir inkılâbla deviren Peygamber nizamının ve o çağın adı “asr-ı saâdet”, yani mutluluk çağıdır. Müslüman, dünyada da haseneler içindedir; etrafındaki güzelliklere karşı gözü kör değildir. Yaratılanı sever,
3720] 17/İsrâ, 44
3721] 14/İbrahim, 34
3722] Buhârî, Küsûf 2; Müslim, Küsûf 1
HAMD
- 819 -
Yaratan’dan ötürü. İçinde yarım bardak su olan kabın öncelikle dolu tarafını görür. Elbette, boş tarafını görmezden gelmez; gücü ve imkânı el veriyorsa, boş kısmını önce kendisi doldurmaya çalışır. Devamlı karanlıklardan şikâyette bulunup kendi içini ve çevresini de karartmaz; bir mum olsun bulup yakmaya, gücü ve imkânı oranında içini ve ortamını aydınlatmaya çalışır.
Eğer bir gün dünyaya ait çok büyük bir derdiniz olursa Rabbinize dönüp “Bizim büyük bir derdimiz var” demeyin. Bilakis derdinize dönüp “Bizim çok büyük bir Rabbimiz var” deyin.
İbâdetlerimiz ve Hamd
Ne Türkçede, ne başka herhangi bir dilde “hamd” kelimesinin tam karşılığı yoktur. Hamd bir özgün Kur’an kavramıdır. Hamd, bütün anlamıyla Allah’a aittir. Çünkü övülmeğe lâyık her şey Allah’tandır. Zikir, şükür ve dolayısıyla duâ ögelerini içeren hamd, tıpkı besmele gibi, müslümanların hayatında önemli bir yer tutmaktadır. Her gün kılınan 5 vakit namazda kırk defa tekrarlanan Fâtiha sûresi hamd ile başladığı gibi, namazın girişinde okunan Sübhâneke’de, rükûdan kalkarken okunan tahmidde hamd kelimesi kullanılır. Tahiyyât’ın ilk cümlelerinde, “Salli” ve “Bârik” duâlarında, Kunut’ta, namazdan sonra çekilen tesbihlerde, ardından okunan tevhid cümlesinde, bayramlarda ve diğer bazı dinî merâsimlerde getirilen tekbirlerde senâ ve şükür manalarıyla birlikte hamd kavramı tekrarlanmaktadır. Hac ibâdetinin îfâsı sırasında her fırsatta tekrar edilmesi istenen telbiye’de de hamd yer almaktadır.
Efendimiz, Kurtarıcımız, Allah’a hamd ile başlanmayan her işin eksik ve bereketsiz olduğunu açıklamış3723 ve aksıran her mü’minin “el hamdü lillâh” demesini emretmiştir.3724 Hamd etmeyi içeren duâları okumanın, günahların bağışlanmasına vesile olacağını ve hamdin en faziletli zikirlerden biri olduğunu açıklamıştır. Yine hamdi içeren zikirlerin sadaka yerine geçeceğini haber vermiş, duânın en faziletlisinin el-hamdü lillâh sözü olduğunu belirtmiştir. 3725
Hz. Peygamber’den rivâyet edilen ve (besmeleyle birlikte) hamd ile başlamayan her önemli işin hayırsız ve bereketsiz olacağını belirten hadisin ve fiilî sünnetin etkisiyle olacaktır ki, İslâmî gelenekte bütün ciddi işlerin başında besmele çekilip hamdedilir. Bitiminde de bütün başarı ve nimetleri lutfeden Allah’a yine hamdedilip şükürde bulunulur. Rasûlü Ekrem’in tavsiyeleri ve uygulamalarından olmak üzere konuşmalara, zikir ve duâlara hamd cümlesiyle başlamak, yemeğe besmele ile başlayıp hamd ile bitirmek, aksırdıktan sonra hamd etmek gerekir.
Cuma hutbesinin her iki bölümü de hamd cümleleriyle başlar. İslâmî eserlerin ilk cümlelerini genellikle besmele ve hamdele oluşturur. Bir yazıda hamdeleye yer verilmemesi, o yazının önemli olmadığının bir işareti sayılmıştır. O yüzden müslümanların bütün resmî yazışmaları ile önemli akidlerinde besmeleden sonra hamdele zikredilirdi. Ayrıca, hamdele, müslümanların uykuya yatma, uykudan kalkma gibi günlük faaliyetlerinin başında ve sonunda zikredilen bir duâ cümlesi haline gelmiştir.3726
3723] Ebû Dâvud, Edeb 18; İbn Mâce, Nikâh 19
3724] Buhâri, Edeb 126
3725] Buhârî, Ezan 155, İman 19; Müslim, Tahâret 1, Müsafirîn 84
3726] İslam Ans, Diyanet Vakfı Y. c.15, s. 448
- 820 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Her Nimetten Sonra, Her Vesileyle Hamd, Sürekli...
Devamlı karşılaştığımız için önemi üzerinde düşünülmeyen alışılmış nimetlerin akabinde de hamd edilir ki, insanın Rabbı ile irtibatı, ilişkisi, iletişimi canlı tutulsun ve yapılanlar ibâdet olsun. Yemekten sonra hamd edilir ki, yediğimiz nimetleri ihsan eden, o gıdalara lezzet katan, bize ağız tadı veren, açlığımızı bunlarla gideren, gıdaları enerjiye dönüştüren Yaratıcı’yı görmezden, bilmezden, hatırlamazdan gelmeyelim, nankör olmayalım. Bu konuda sünnet, yemek sonrası sofradan kalkmadan herkesin kendisinin hamd etmesi. Olayı merâsim havasına koyup, bir aracının, bir hocanın veya içlerinden birinin hamd etmesi değil. Sünnette meşhur olan hamd ifadesi de şöyle: “El-hamdü lillâhi’llezî et’amenâ ve sekaanâ ve cealenâ mine’l-müslimîn (Bizi doyuran, susuzluğumuzu gideren ve bizi müslümanlardan kılan Allah’a hamd olsun).”
Su, çay veya meşrubat içtikten sonra hamd etmeyi de unutmamalı. Duâya başlarken ve bitirirken, derse, sohbete, kitleye konuşmaya başlarken ve bitirirken hamd etmeli. Başlangıçta hamd ile Allah’ın nimeti hatırlanıp, O’nun yardımı istenirken; bitişte de verdiği güce ve güzelce tamamlanan nimete karşı şükür makamında hamd edilmelidir. “Onların duâ, dâvet ve dâvâlarının sonu ‘El-hamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn’dir.”3727 Okumayı bitirdikten, uykudan uyandıktan, elbise giydikten sonra Rasûlullah’ın hep hamdettiğini biliyoruz. Tuvalet ve banyodan sonra “El-hamdü lillâhi’llezi ezhebe anni’l-ezâ ve âfânî min zâlik (Benden eziyeti gideren ve böylece bana âfiyet veren Allah’a hamdolsun)” denilmesi tavsiye edilmiştir.
Hapşırma (aksırma) da hamd için bir vesiledir. Aksırdıktan sonra “elhamdü lillâh” denilmesi, yanımızda bulunan insanların bize hayır duâda bulunmalarına sebep olacak olan önemli bir sünnettir. Aksıran tahmid’de bulunur. Yanındaki müslüman “teşmit” eder, yani “yerhamuke’llah” (Allah sana merhamet etsin) der. Aksıran da “yehdînâ ve yehdîkümu’llah” (Allah bize ve size hidâyet etsin.) diye mukabelede bulunur. “Biriniz hapşırır ve hamdederse, ona teşmitte bulunun. Allah’a hamd etmezse teşmitte bulunmayın.”3728; “Allah hapşırmayı sever, esnemeden hoşlanmaz. Öyleyse sizden biri hapşırır ve Allah’a hamdederse, bunu işiten her müslüman üzerine “yerhamuke’llah” (Allah sana merhamet etsin) demesi haktır (bir vazifedir). Ancak, esnemeye gelince, işte bu, şeytandandır. Biriniz namazda esneyecek olursa, imkân nisbetinde kendini tutsun ve hah diye ses çıkarmasın. Zira bu, şeytandandır, şeytan kendisine gülüyor demektir.” 3729
Görüldüğü gibi her vesileyle hamd, Allah’ı hatırlayıp ona şükür tavsiye edilmiş, hayatın tüm alanlarını Allah doldurmuştur. Müslümanın Allah’tan uzak, O’ndan gafil hiçbir zamanı ve hiçbir hali olmaması istenmiştir. Böylece her yapılan eylemin ibâdet olması sağlanarak kulluk bilinci perçinlenmiştir.
Kemal derecesinde bir hamdin üç basamağı vardır. Erişilen nimetin Allah’tan geldiğini bilmek, O’nun verdiğine rızâ göstermek ve nimetinin gücü bedeninde bulunduğu sürece O’na isyan etmemek. Her ciddi eylem, her nimet üç ibâdet ister. Bunlar zikir, fikir ve şükürdür. Başta zikir (besmele), ortada -iş esnasında- fikir (tefekkür, Allah’ın nimet ve ihsanını düşünüp O’nun rızâsını istemek) ve
3727] 10/Yûnus, 10
3728] Buhâri, Edeb 127; Müslim, Zühd 53
3729] Buhârî, Edeb 125, 128, Bed'ül halk 11; Müslim, Zühd 56
HAMD
- 821 -
sonunda şükür (el-hamdü lillâh demek).
Hamd – İman İlişkisi
Allah Teâlâ, insanlara devamlı yardımını bahşeder, rahmet ve keremini bol bol ihsan buyurur. Bu, O’nun lutuf ve kereminin sonsuzluğundandır. Hamdi yalnız Allah’a has kılmak, O’nun ulûhiyetini idrak ederek, O’ndan başka hiçbir ilâh bulunmadığını kabul edip inanmaktır. Varlıklar âlemîne olan mutlak hâkimiyetini kabul etmek, her şeyin en sonunda Allah’a varacağını idrâk etmektir. İbâdet ve itaatle Allah’a yönelmek, aynı zamanda Allah’a hamd etmektir.
Hamd, Allah’ı hakkıyla tanımak ve O’na tâzimdir. O yüzden imanla, tevhidle yakından ilgilidir. Bu sebepten olsa gerektir ki, hamd ve şükrün zıddı nankörlüktür. Nankörlük, nimeti ve nimet vereni örtüp görmezlikten gelmek, inkâr etmek demektir. “Nankör” kelimesi Kur’an’da “küfür” kelimesiyle aynı kökten gelen ve benzer anlamı paylaşan sözcükle karşılanır. Dolayısıyla hamd, imandır; nankörlük de küfür.
Hamd imanın bir gereğidir. Gerçek anlamda hamd, iman, ilim ve sâlih amelle yapılandır. İnsan, diliyle söylediği hamdi ve onun gerçek anlamını, kalbiyle de tasdik edince, bu hamd, imanının kuvvetlenmesini sağlar. Hamdi sadece Allah’a tahsis etmek, insanın O’nun emir ve yasakları doğrultusunda yaşamasını sağlar. Allah’a hamd, Allah’ın rahmetinin ve nimetlerinin genişliğine imanı da ifade eder. Bütün bunlar gösteriyor ki, hamd ile iman arasında kopmaz bir bağ vardır.
Allah’ın her türlü nimetini bolca tadan günümüz insanının çoğunluğu, O’na bolca hamd etmesi gerekirken; aksine Allah’a şirk koşacak derecede sapıklık veya isyan içindedir. Bunun en başta gelen sebebi de, Kur’an’ın getirdiği gerçeklerin ve bildirdiği hikmetlerin akıllara ve vicdanlara ilham kaynağı olamayışıdır. Kur’an’ın ilâhî hükümlerine teslim olan akıllar, hakikati anlar. O’nun eşsiz hikmetinin sesine kulak veren vicdanlar ancak doğruyu bulurlar ve gerçeği görürler.3730
Hamde lâyık olan hiç şüphesiz yalnız yüce Allah’tır. Hiçbir insan Allah’a hamd etmese bile, O, kendisini her saniye tesbih ve senâ etmekte olan bu kâinatta, haliyle hamdedilmekte ve bütün mahlûkatın lisanıyla övülmektedir. Âhirette de hamd Allah’a mahsustur.
Hamd Bilinciyle Hayata Bakış
Farkında olmadığımız, önemsiz görüp üzerinde düşünmediğimiz öylesine büyük ve öylesine çok nimetler içinde yüzüyoruz ki... Her şeyden önce, insan olarak yaratılmışız. Ot veya it olarak yaratılabilirdik. Tabii, insan olarak yaratıldığımız halde, ot gibi düşüncesiz, kaygısız hayat da sürebilir; dört ayaklılardan daha aşağı olabilirdik. İnsan olarak, yaratıkların en şereflisi olarak yaratıldık. Annemizi, babamızı, doğduğumuz memleketimizi biz seçmedik.
Herhangi bir kentin fuhuş ortamında, batakhanelerinde veya çok fakir bir ülkenin çölünde, dağında ya da ormanında yarı aç yarı tok, çelimsiz, kültürsüz,
3730] Y. Çiçek, F. Yıldız, a.g.e. s. 40
- 822 -
KUR’AN KAVRAMLARI
daha da kötüsü dinsiz imansız olabilirdik. Elsiz, ayaksız, dilsiz, kulaksız veya görme özürlü olabilirdik. Daha da kötüsü, hakkı duymayan, gözleri perdeli, kalbi mühürlü olabilirdik. Felçli, sakat, yatalak değiliz. Uyuşturucu bağımlısı, alkolik, kumarbaz, hilebaz, düzenbaz, ahlâksız... olabilirdik.
Bütün bu nimetler, zenginlik değil de; dünyada bile mutluluk sağlamayan emanet paraların veznedarları olan kapitalistlerin para hamallığı mı zenginlik? Gözlerinizi bir milyon dolara satın almak isteyen olsa verir misiniz? Demek ki, ne kadar pahalı, ne kadar kıymetli varlıklara sahipmişiz! Ya aklınızın değeri? Kaça satardınız? Bütün bunların üstünde imanınızı değişebileceğiniz bir değer olabilir mi? Müslümanca mutluluğun, huzurun, kanaat denilen hazinenin, sabır denilen hazzın, dâvâ yolunda çekilen çilenin, infak etme, verme lezzetinin, ibâdetlerden aldığımız zevkin, bereketin, ağız tadının, gönül şenliğinin, hele ebedî mükâfatın, cennetin değeri, bedeli?! Bütün bunlara hamdedilmez, şükredilmez de ne yapılır?
Hamd ve Günümüz İnsanı
İnsanların bir kısmı Allah’a hamd etmezken, bir kısmı da hamd konusunda gâfil görünmektedirler. Günümüzde insanları Allah’a hamd etmekten alıkoyan pek çok sebep/bahane vardır. Doymak, tatmin olmak bilmeyen, reklâm ve kötü örneklerle kamçılanan dünya hırsı, tâğûtî yönetimler, kapitalist ve emperyalist dünya düzeni, kolay yollardan zengin olma isteği, ümitsizlik, kötümserlik... hamdi unutturucu sebepler arasında sayılabilir. Kanaat etmemek, kendini kendinden daha fakirlerle değil; daha zenginlerle karşılaştırmak, maddeci dünya görüşünün sonucunda tüketim toplumunun bireyi olarak hep şikâyetçi olmak da insanı hamd ve şükürden alıkoyan sebeplerdendir. Bütün bu sebeplerle birlikte cehâlet ve gafleti de belirtmeliyiz. İnsanların, Allah’ın kendilerine verdiği sayısız nimetlere karşı hamd etmeyişleri bu tür sebeplerle ilgilidir. Bütün bunların çözümü için, insanın iyimser, kanaatkâr, tokgözlü, diğergâm, hamdeden, şükreden özellikler kazanması gerekir. Bu kalitede bir toplum inşâsı için de, tevhidî imana dayalı bir altyapı şarttır. Allah’ın nimetlerine hamd, öncelikle o nimetleri bilmekle mümkün olur. Nimeti bilenler, bu nimetlerle Allah’a ibâdet edilmesi gerektiğinin şuurunda olup, böylece Allah’a hamd edebilenlerdir.
Günümüzde bir kısım insanlar da, Allah’a hamd etmeyi “Allah’a hamdolsun” demekten ibâret saymaktadırlar. Oysa gerçek anlamda hamd, sahip olunan nimetleri Allah yolunda ve Allah’ın istediği şekilde kullanmakla olur. Bütün varlıklarda Allah’ın nimetleri vardır. Her insanda Allah’ın sayısız nimetleri mevcut olduğu gibi, kişilere bazı belâlar da isâbet edebilir. Belânın bulunmaması nimet; nimetin bulunmaması da bir belâdır. İşte, Allah’a mutlak hamd, O’nun bütün nimetlerine karşı olmalıdır. Bu da, her nimetin ve her şeyin sahibi Allah’a, yine Allah’ın istediği şekilde hamd etmekle mümkün olur.
Dille hamd, “El-hamdü lillâh” demektir. Kalble hamd, Allah’ın büyüklüğünü, nimetlerini tefekkür etmek ve O’nunla beraber olabilmektir. Kalıpla (vücut organlarıyla, el ve ayakla...) yapılan hamd, nimetleri Allah yolunda ve Allah’ın istediği şekilde kullanmakla yapılır. Nimetlerin sahibini unutmayan, kendisinin emanetçi ve veznedar olduğunu bilen insan, emânete ihânet etmez. Sahibi o nimet
HAMD
- 823 -
ve emânetleri niçin verdiyse, nasıl davranmasını istediyse, O’nun tâlimatları doğrultusunda o görevleri yerine getirir.
Hamd Şuurunun Müslümana Kazandırdıkları
Hamd şuuru, bize şu anlayış ve davranışları kazandırır (kazandırmalıdır):
Hamd, Allah’ı tanıma, O’na ta’zim ve duâ etmedir. O’na inanıp ibâdet/kulluk etmedir. O yüzden hamd, imanî bir kavramdır. Düşünülerek yapılan hamd, bizdeki kulluk şuurunu canlı tutar. İnsanların Allah’a muhtaç olduklarını, Yüce Allah’ın ise, her şeyden müstağnî olduğunu, kimsenin hamdine Allah’ın ihtiyacı olmadığını günümüz insanı iyice kavramalı ve gerektiği gibi iman etmelidir.
Hamd, nimetşinaslık, kadirşinaslıktır. “Küfür”le aynı kökten gelen nankörlüğün zıddıdır. En küçük bir iyilik yapana bile teşekkür etmeyi insanlık görevi biliyoruz. Hâlbuki, bizi ve bize iyilik yapanı yaratan, yapılan iyiliği, nimeti yoktan var eden, iyilik yapana bu güzel özelliği veren ve sevdiren, bizi o iyilikten zevk alacak şekilde vücuda getiren, her şeyin gerçek sahibi Allah’tır. Öyleyse her şeyden önce, O’na hamd etmeliyiz. Bize hediye getirmede aracı olan postacıya teşekkür edip, hediyeyi postalayan gerçek ikram sahibini unutmak uygun olur mu?
Sabahlara kadar, gözyaşıyla ıslattığı secde yerinden kalkmayan En Çok Hamdeden’e (Rasûlullah’a), hanımı; “Geçmiş ve gelecek günahların mağfiret olduğu halde, kendini sıkıntıya sokacak kadar niye ibâdet ediyorsun?” diye sorduğunda, şu cevabı almıştı: “Şükreden bir kul olmayayım mı?” Peki, bizim, bunca nimete bunca isyanla cevap verirken, şükreden, hamdeden bir kul olmaya ihtiyacımız yok mu?
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbih eder. O’nu hamd ile, övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.”3731 buyruluyor. Allah’ın bütün mahlûkatını kuşatan nimetleri, özellikle insanoğlunu daha çok kucaklamaktadır. Diğer varlıklardan daha çok nimetlere muhâtap olduğumuz halde; bir taş kadar, bir çiçek, bir böcek kadar hamd etmeden, nasıl yaratıkların en şereflisi olacağız?
Fâtiha’ya, namaza başlarken, duâ ederken, yemekten, içmekten sonra, aksırdıktan, uyandıktan, tuvaletten sonra, konuşmaya başlarken ve bitirdikten sonra, arabaya bindikten ve kazasız belâsız indikten sonra... El-hamdü lillâh demeli, böylece en güzel, en kısa duâyı yapmış olmalıyız.
Hamd, ruhları Allah’a bağlayan mânevî bir bağdır. Gerçek anlamda hamd, Allah’la kul arasında hiçbir engele müsaade etmez. Hamd, insanı Allah’la devamlı irtibatı olan bir varlık haline getirir. El-hamdü lillah’ı sık sık şuurluca günlük konuşmalarımıza, güncel davranış ve eylemlerimize katık ederek, Allah’la bağımızı her dem tazelemeli ve kuvvetlendirmeliyiz. Unutmamalıyız ki, bu bağ, bu hat koptuktan sonra, hat kopukken telefonla ses karşıya ulaşmadığı gibi, Allah’a ulaşmaz niyazımız, ricamız.
3731] 17/İsrâ, 44
- 824 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hamd etmek, şükretmek; iyimser olmaktır. Hayata güzel ve olumlu pencereden bakabilmektir. Mutlu olabilmek, mutluluk elbisesi giymektir hamd. Şikâyetçi ve karamsar karakterlerin kararttığı karanlık insanların dünyasını ancak hamd şuuru aydınlatabilir. Hamdedenlerden kıldığı için hamd olsun O Hamîd’e.
Ve âhıru da’vânâ eni’l-hamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn: Dâvâmızın sonu âlemlerin Rabbi Allah’a hamd etmektir.
HAMD
- 825 -
Hamd İle İlgili Âyet-i Kerimeler
A- “Hamd” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 68 Yerde): 1/Fâtiha, 2; 2/Bakara, 30, 267; 3/Âl-i İmrân,, 144, 188; 4/Nisâ, 131; 6/En’âm, 1, 45; 7/A’râf, 43; 9/Tevbe, 112; 10/Yûnus, 10; 11/Hûd, 73; 13/Ra’d, 13; 14/İbrâhim, 1, 8, 39; 15/Hıcr, 98; 16/Nahl, 75; 17/İsrâ, 44, 52, 79, 111; 18/Kehf, 1; 20/Tâhâ, 130; 22/Hacc, 24, 64; 23/Mü’minûn, 28; 25/Furkan, 58; 27/Neml, 15, 59, 93; 28/Kasas, 70; 29/Ankebût, 63; 30/Rûm, 18; 31/Lokman, 12, 25, 26; 32/Secde, 15; 33/Ahzâb, 40; 34/Sebe’, 1, 1, 6; 35/Fâtır, 1, 15, 34; 37/Sâffât, 182; 39/Zümer, 29, 74, 75, 75; 40/Mü’min, 7, 55, 65; 41/Fussılet, 42; 42/Şûrâ, 5, 28; 45/Câsiye, 36; 47/Muhammed, 2; 48/Fetih, 29; 50/Kaf, 39; 52/Tûr, 48; 57/Hadîd, 24; 60/Mümtehıne, 6; 61/Saff, 6; 64/Teğâbün, 1, 6; 85/Bürûc, 8; 110/Nasr, 3.
B- “Şükr” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 74 Yerde): 2/Bakara, 52, 56, 152, 158, 172, 185, 243; 3/Âl-i İmrân, 123, 144, 145; 4/Nisâ, 147, 147; 5/Mâide, 6, 89; 6/En’âm, 53, 63; 7/A’râf, 10, 17, 58, 144, 189; 8/Enfâl, 26; 10/Yûnus, 22, 60; 12/Yûsuf, 38; 14/İbrâhim, 5, 7, 37; 16/Nahl, 14, 78, 114, 121; 17/İsrâ, 3, 19; 21/Enbiyâ, 80; 22/Haccc, 36; 23/Mü’minûn, 78; 25/Furkan, 62; 27/Neml, 19, 40, 40, 40, 73; 28/Kasas, 73; 29/Ankebût, 17; 30/Rûm, 46; 31/Lokman, 12, 12, 12, 14, 31; 32/Secde, 9; 34/Sebe’, 13, 13, 15, 19; 35/Fâtır, 12, 30, 34; 36/Yâsin, 35, 73; 39/Zümer, 7, 66; 40/Mü’min, 61; 42/Şûrâ, 23, 33; 45/Câsiye, 12; 46/Ahkaf, 15; 54/Kamer, 35; 56/Vâkıa, 70; 64/Teğâbün, 17; 67/Mülk, 23; 76/İnsan, 3, 9, 22.
C- Nankörlük Anlamındaki “Küfr” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 33 Yerde): 2/Bakara, 152; 3/Âl-i İmrân, 115; 11/Hûd, 9; 14/İbrâhim, 7, 8, 28, 34; 16/Nahl, 72, 83, 112; 17/İsrâ, 27, 67; 18/Kehf, 80; 21/Enbiyâ, 94; 22/Hacc, 66; 26/Şuarâ, 19; 27/Neml, 40, 40; 29/Ankebût, 67; 30/Rûm, 51; 31/Lokman, 12; 34/Sebe’, 17, 17; 35; 35/Fâtır, 36, 36; 39/Zümer, 7, 7, 8; 42/Şûrâ, 48; 54/Kamer, 14; 76/İnsan, 3; 80/Abese, 17.
D- Hamd Konusuyla İlgili Âyetler:
a- Hamde Lâyık olan Yalnız Allah’tır: Bakara, 267 ; Nisa, 131 ; Fatır, 1, 15, 34; Kasas, 70 ; Ankebut, 63 ; Sebe’ , 1, 6 ; Fussılet, 42; İbrahim, 1, 8; Hacc, 64; Buruc, 8
b- Bütün Varlıklar Allah’a Hamdeder: İsra, 44 ; Mü’min, 7 ; Zümer, 75.
c- Hamd, Âlemlerin Rabbı Allah’a Aittir: 1/Fâtiha, 1; 6/En’âm, 1, 45; 7/A’râf, 43; 45/Câsiye, 36; 50/Kaf, 39; 18/Kehf, 1; 17/İsrâ, 111; 20/Tâhâ, 130; 13/Ra’d, 13; 40/Mü’min, 55, 65; 42/Şûrâ, 55; 23/Mü’minûn, 28; 30/Rûm, 18; 37/Sâffât, 182; 10/Yûnus, 10 ; 14/İbrâhim, 39 ; 31/Lokman, 25; 27/Neml, 15, 59, 93; 15/Hıcr, 98; 64/Teğâbün, 1; 39/Zümer, 29, 74; 52/Tûr, 48.
E- Şükür Konusuyla İlgili Âyetler:
a- Şükretmek: 2/Bakara, 152, 172; 16/Nahl, 114; 27/Neml, 40; 28/Kasas, 71-73; 29/Ankebut, 17; 39/Zümer, 66; 42/Şûrâ, 33; 93/Duhâ, 11.
b- Şükür, Nimetleri Artırır: 14/İbrahim, 7.
c- Şükür, Azabı Uzaklaştırır: 4/Nisâ, 147.
d- Şükredenlerin Mükâfatı: 4/Nisâ, 147.
e- Şükreden, Kendisi için Eder: 31/Lokman, 12; 39/Zümer, 7.
f- İnsan, Az Şükreden Bir Varlıktır: 7/A’râf, 10; 34/Sebe’, 13.
g- Allah’ın Şükür Nasib Etmesi İçin, Süleyman (a.s.)’ın Duâsı: 27/Neml, 19.
F- Nankörlük Konusuyla İlgili Âyetler:
a- Nankör Olmaktan Sakınmak: 2/Bakara, 152; 14/İbrahim, 7-8; 27/Neml, 40.
b- Nankörlük Eden Kendisi İçin Eder: 31/Lokman, 12.
c- İnsan, Nankör Bir Varlıktır: 11/Hûd, 9-10; 17/İsrâ, 67-69, 83; 22/Hacc, 66; 23/Mü’minûn, 78; 29/Ankebut, 65-66; 30/Rûm, 33-36; 36/Yâsin, 77; 39/Zümer, 49-50; 40/Mü’min, 61; 41/Fussılet, 49-51; 42/Şûrâ, 48; 64/Teğâbün, 2; 70/Meâric, 19-21; 80/Fecr, 15-16; 100/Âdiyât, 6-9
d- Müşrikler ve Kâfirler, Nankördür: 6/En’âm, 63-64; 10/Yûnus, 12, 21-23; 16/Nahl, 53-55, 83; 21/Enbiyâ, 46; 29/Ankebut, 65-67; 30/Rûm, 33-35; 31/Lokman, 32; 37/Saffât, 11; 39/Zümer, 8; 43/Zuhruf, 9, 15, 87; 80/Abese, 17-23; 100/Âdiyât, 6-9; 106/Kureyş, 1-4
Hamd İle İlgili Bazı Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhari, Edeb 126, Ezan 155, İman 19;
Müslim, Taharet 1, Müsafirin 84, Zühd, 69;
Tirmizi, Birr 35 ;
Ebu Davud, Edeb 9, 11, 18 ;
İbn Mace, Nikah 19.
- 826 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Müsned, II, 257, 259, 303, 388 ; III, 32, 74 ; IV, 278, 375 ; V, 211, 212.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Tefsir-i Kebir, Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 1, s. 307 ve devamı
2. Hak Dini Kur’an Dili, Muhammed Hamdi Yazır, Eser Y. c. 1, s. 56-62
3. Fi Zılali’l- Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 36-37
4. Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 73-78
5. Tefhimü’l- Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c.1 s. 40-41
6. Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1 s. 62-63
7. Hamd Rabb, Yakup Çiçek, Fahrettin Yıldız, Bir Y. s. 7-41
8. İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Y. c. 15; s. 442-445 ve 448-449
9. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 2 s. 320
10. Namaz Duâları ve Sureleri, Ali Akpınar, Suffe Y. s. 78-79
11. İslâm ve Sosyal Değişim, İhsan Eliaçık, Bengisu Y. S. 31-33
12. Sorularla Fatiha Suresi, Zabit Ali Durmuş, Ali İçipak, YendaY. s. 74- 93
13. Fatiha Tefsiri, Azad, s. 51-54
14. Fatiha Üzerine Mülahazalar, Hikmet Işık, Nil Y. S. 107-114
15. Hamd, İmam Humeyni (Çeviren, M. Kerim Seçkin), Endişe Y.
16. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 442
17. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. c. 1 s. 41
18. Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 137-144
19. Fatiha Suresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. s. 36-39
20. Esma’ül Hüsna Şerhi, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y. s. 154-158
21. Âyet ve Hadislerde Esma-i Hüsna, Metin Yurdagür, Marifet Y. s. 184-185
22. Esmaü’l-Hüsna Şerhi, M. Necati Bursalı, Erhan Y. s. 216-218
23. Onun Güzel İsimleri M. Nusret Tura, İnsan Y. s. 103-104
24. Esmaü’l-Hüsna Afifüddin Süleyman Tilmsani, İnsan Y. 85-87
25. Esma-i Hüsna’dan Esintiler, Sadettin Kaplan, Marifet Y. s. 115-116

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 16:20

HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK


- 761 -
Kavram no 63
İman 12
Bk. İtaat-İsyan; İman; Tevhid
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
• HAK
• Hak Kelimesi: Anlam ve Mâhiyeti
• Hak Kelimesinin Kur’an’daki Anlamları
• İslâm Hukukunda Hak Kavramı
• Hak Çeşitleri
• İslâm’da İnsan Hakları
• BÂTIL
• Bâtıl Kelimesi: Anlam ve Mâhiyeti
• Hakkın Karşıtı Olarak Bâtıl
• Fıkıh Ilminde Bâtıl
• Hak-Bâtıl
• Tarih Boyunca Hak-Bâtıl Mücâdelesi
• Hakkın Zaferi İçin Fedâkârlık ve Mücâdele
• Hak Verilmez, Alınır
• HAKKA BÂTILI KARIŞTIRMAK
• İsrâiloğullarının Hakka Bâtılı Karıştırmaları
• Hakka Bâtılın Karıştırılması
• Hakla Bâtılın Koalisyonu: Uzlaşma
• Bâtıla Verilen Tâvizin ve Uzlaşmanın Adı: “Hoşgörü”
• Kur’an’ın Tâviz ve Uzlaşmaya Bakışı
• Ve Birkaç Hadis-i Şerif
• Dileniş Değil; Direniş: Uzlaşma ve Tâvize Yanaşmamak
• Uzlaşma Teklifleri Karşısında Peygamberimiz
• İnsan Niçin Tâviz Verir, Düşmanıyla Uzlaşmaya Girer?
• Tâviz ve Uzlaşmayı Red, Küfre Meydan Okumak ve Ateşten Gömlek Giymektir
• HAKKI KETM ETMEK (GİZLEMEK)
• İlmi Gizlemek
“Hakk’a bâtılı karıştırıp da, bile bile hakkı gizlemeyin.” 3544
HAK
Hak Kelimesi: Anlam ve Mâhiyeti
Hak: İslâm kültürünün ve Kur’an kavramlarının en önemlilerinden ve en zengin anlam taşıyanlarından biri de ‘hak’ kelimesidir. ‘Hak’ sözlükte, bâtılın zıddı,
3544] 2/Bakara, 42
- 762 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yerine getirilen hüküm, adâlet, varlığı sabit olan, doğruluk, gerçeklik (hakikat), İslâm, mal-mülk, hisse, pay, bir emek ve zahmet karşılığı alınması gereken şey, iddiaya uygunluk, vâcip, sâdık, yaraşır, kesin şey mânâsındadır. ‘Hak’ kelimesinin aslı, uygunluk ve denk gelmektir. Bu kelime masdar, isim ve sıfat olarak değişik manalarda kullanılmaktadır. Masdar olarak anlamı, sabit olma ve mevcudiyetin (varlığın) gerçek olması demektir. Bu da, bilgi ile, bilinenlerin, birbirine uygun olması şeklinde anlaşılır.
Buradan hareketle, bazen düşüncenin doğruluğuna hak, bazen da görülenin, bilinenin gerçek ve sâbit oluşuna hak denilir. Gerçekleşen olaylar hakkında ‘tahukkuk etti’ denir ki bu, olayın hak olarak, yerinde, bir gerçek olarak meydana geldiğini anlatır.
İslâmî literatürde, hakkın kendisi olan yüce Allah, insanları mutlu kılmak için kendi katından kitabını da hak olarak indirmiştir. Onun için mutlak hak/doğru veya asıl gerçekler ancak Allah’ın vahyi iledir. Yani, Allah’ın indirdiği ve O’nun bildirdiği doğrular haktır. Yani, hakikat, doğruluk, gerçeklik, adâlet kişilere göre değil; Allah’ın bildirdikleri ölçüde haktır.
“Hak”; Cenâb-ı Hakk’ın bir ismidir. Hak, Kur’ân-ı Kerim’in bir adıdır. Hak, mutlak doğru; şahsa, zamana ve yere göre değişmeyen kesin doğru anlamındadır. Beşerî doğrular, göreceli yaklaşımlar, teori ve zanlarla; hak, farklı şeylerdir. Allah’tan bize gönderilen kanuna da hak diyoruz. Çünkü Hak olan Allah’tan geldiği için haktır. Hak kelimesinin çoğulu “hukuk”tur. O yüzden haklar, yani hukuk da, Hakk’a dayanmalı, mutlak doğru hükümler olmalı; şahsa, zamana ve yere göre değişen, beş on sene içinde eskiyip değiştirilen, nice haksızlıklara/zulümlere kılıf olan şekilde olmamalıdır. “Kim Allah’ın indirdiği (“hak”la, “hukuk”la) hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.”3545. Hak ve hukuk, Hak olan Cenâb-ı Hak’tan gelirse hak ve hukuk olur. Yoksa, bunu insan belirlemeye kalkarsa o, hak ve hukuk olmaz. Çünkü insanın kendisi hak değildir. Kendisi hak olmayandan, hak türeyip ortaya çıkmaz. İnsanoğlunun geçmişi ve sonu, evvelî ve yokluğu vardır. Belirli zaman içinde yaşar, belirli düşüncelerin etkisinde kalır. Her an düşüncesini değiştirebilir. Onun içindir ki, kendisi hak olmayanın söylediği de mutlak anlamda hak ve hukuk olamaz; insanları bağlamaz. Ama Hak olan Allah ve indirdiği kitap, Haktır, hukuktur.
Hak Kelimesinin Kur’an’daki Anlamları
Hak kelimesi, Kur’an’da 227 yerde geçer; türevleriyle birlikte ise toplam 287 yerde kullanılır. Kur’an bu kelimeyi birkaç anlamda kullanmaktadır:
1- Bir şeyi hikmetin gereğine göre (nasıl gerekiyorsa ona göre) yapan anlamında. Bu anlamda ‘hakk’ Allah’ın bir sıfatıdır. “Işte burada (bu durumda) velâyet (velîlik, dostluk) hakk olan Allah’a aittir. O, sevap bakımından ve sonuç bakımından hayırlıdır.”3546 âyetindeki ‘hakk’ kelimesi Allah’ın bir sıfatıdır. 3547
2- Hikmetin gereği olarak var edilen şeyler. Allah (c.c.) fiilleri bu anlamda ‘hak’tır. Güneşin ve ayın yaratılması hakkında “…Allah, bunları ancak hak ile
3545] 5/Mâide, 45
3546] 18/Kehf, 44
3547] Ayrıca Bk. 6/En’am, 62; 10/Yûnus, 32; 22/Hacc, 6, v.d.
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 763 -
yaratmıştır. O, bilen bir topluluk için âyetlerini böyle birer birer açıklamaktadır.” 3548
3- Bir şey hakkında aslına uygun olarak inanç taşıma anlamında. Bir kimse hakkında ‘onun yeniden diriliş ve cennet konusundaki inancı hak’tır’ dememiz gibi. “Allah, iman edenleri, ayrılığa düştükleri hakk’a, kendi izniyle eriştirdi.”3549 âyetinde insanların inanç ilkeleri ve ibâdetler konusunda ihtilâf ettikleri gerçek anlamında geçmektedir. 3550
4- Gereğine göre, gerektiği kadarıyla ve gerektiği zamanda meydana gelen söz veya iş anlamında. Bir kimse için ‘senin sözün hak’tır’ dememiz gibi. “Eğer hak, onların hevâ (istek ve tutku)larına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes ve her şey fesâda (bozulmaya) uğrardı…”3551 Buradaki hak; Rabbimizin adı olarak3552, tüm yaratılmış âlemin tâbi olduğu gerçeklik3553 ya da hikmetin gereğine göre konulan hüküm anlamında gelmiş olabilir.
5- Borç anlamında. 3554
6- Hisse, pay anlamında: “Ve onların mallarında belirli bir hakk vardır; isteyenler ve yoksul olanlar için.” 3555
7- Adâlet anlamında: “Allah hakk ile hükmeder. Oysa O’nu bırakıp ta tapmakta oldukları ise, hiç bir şeye hükmedemezler. Şüphesiz Allah işitendir, görendir.” 3556
‘Hakk’ kelimesinin çoğulu ‘hukuk’, ‘hıkak’ ya da ‘hakaik’tır. Aynı kökten gelen ‘ihkak’, gerçekleştirmek, ‘İstihkak’, hak sahibi olmak, ‘Ehakk’, daha hakk, daha doğru, ‘Hakîk’ daha lâyık, ‘el-Hâkka’ ise 69. sûrenin adı olup gerçekleşen olay, yani Kıyamet anlamına gelmektedir.
‘el-Hakk’, Rabbimizin güzel isimlerinden biridir. Allah’ın bir adı olarak Hakk, inkârı mümkün olmayan, varlığı kabul edilmesi gereken, gerçek var olan, Varlığı ve ilâhlığı kesin olan, hikmetinin gereğine göre eşyayı yaratan, hakkı ortaya koyan, sözünde doğru olan, her hakkın kendisinden alındığı gerçek var olan mevcud manalarına gelir.
Allah (c.c.), enfüste (subje) ve âfakta (obje) ne yaratmışsa birbirine uyumlu, yerli yerinde yaratmıştır. Hepsinin hâkimi O’dur. O’nun dışındaki her şey, O’nun yaratmasıyla ‘tahakkuk’ eder. Allah, her bir varlığa belli bir şekil, ecel ve görev vermiştir. Bunların hepsi de yerli yerindedir. Her bir varlığın âlemde ‘Allah’a bağlı olarak’ bir hakikati (gerçekliği), bir sınırı ve birbirlerine karşı hukukları vardır. Alah (c.c.) her şeyi ‘hakk’ ile yarattığını haber veriyor.3557 Allah (c.c.) ‘bizâtihi vücût’tur. Yani O’nun varlığı, kendi Mevcut oluşunun gereğidir, hiç kimseye muhtaç değildir. Diğer varlıklar ise ‘hak’ oluşlarını Mutlak Varlık ve Gerçek (el-Hakk) olan Cenâb-ı Hakk’a borçludur. Onların varlığı Allah’a bağlı olarak ‘liğay3548]
10/Yûnus, 5, ayrıca Bk. 10/Yûnus, 53; 2/Bakara, 146
3549] 2/Bakara, 213
3550] Muh. Ibni Kesir, 1/188
3551] 23/Mü’minûn, 71
3552] Muh. Ibni Kesir, 2/570
3553] M. Esed, Kur'an Mesajı, 2/698
3554] 2/Bakara, 282
3555] 70/Meâric, 24-25, ayrıca Bk. 51/Zâriyât, 19
3556] 40/Ğâfir, 20
3557] 46/Ahkaf, 3
- 764 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rihi vücût’tur, hak oluşları başkasına bağlıdır.
‘Hak’ aslında sâbit ve aklın inkâr edemeyeceği derecede gerçek olan şey demektir. O aynı zamanda doğrudur, isabetlidir, maksada uygundur, arzu edilene denk düşen şeydir. Bu bakımdan her an ve yerde sabit olan (mevcut olan) Allah (c.c.) gerçek Hakk’tır. O, yarattıklarını hak üzere yarattığı için, onlar da Allah’a göre hak’tırlar. Hak’tan gelen, O’ndan kaynaklanan her şey de tıpkı O’nun zâtı gibi hak’tır. O’ndan gelen vahy da hak’tır. O’nun gönderdiği din de hak’tır.
Hakk’ın tam karşıtı ‘bâtıl’dır. Bâtıl, hakk’a göre temelsiz, boş, gerçek olmayan, uymayan ve geçersizdir. Hakk, suyun kendisi, bâtıl ise onun üzerinde biriken köpüktür. Köpük kaybolur gider, su kalır.3558 Hak, her zaman kalıcıdır, yerindedir, uygundur, üstündür. Hak gelince zaten bâtıl yok olup gider. Bâtıl hakk’ın karşısında tutunamaz. Zaten yok olmak (tıpkı köpük gibi) onun doğasında vardır. Çünkü onun bir gerçekliği ve geçerliliği yoktur. 3559
Bâtıl hakk’ın yerine geçmeye çalışırsa, ya da hakk’a engel olmaya çalışırsa Hakk olan Allah (c.c.) hakk’ı bâtılın tepesinde indirir ve onu darmadağın eder.3560 Allah (c.c.) kendi kelimeleriyle bâtılı ortadan kaldırıp yok eder ve hakk’ı pekiştirir. O, suçlular ve müşrikler istemese de Hakk’ı gerçekleştirmek ve bâtılı geçersiz kılmak ister3561. Hak olan Allah’ın insanlar arasından seçtiği son hak peygamber Hz. Muhammed’dir. Son peygamberlerle gönderdiği din hak’tır. O dinin kitabı Kur’an hak bir kitaptır. Islâmın bütün hükümleri, Kur’an’ın bütün âyetleri, haber verdiği şeyler hak’tır. Ölüm, kıyamet, ölüm sonrası hayat, mahşer, mizan, Cennet ve Cehennem haktır. Hakk’ın, sâbit, doğru, insan fıtratına uygun, her hükmü tutarlı, yani hakk nizamı olan İslâm’a teslim olanlar hakk’ı bulurlar. Işlerinde hak üzere olurlar. İnsanlara, hayvanlara ve çevreye ait hak’lara saygı gösterirler, Hakk’ın, tahakkuk edecek azabından korkarlar, hak yolu izlerler ve hak olan amelleri yaparak Allah’ın Cennetini hak ederler.
İslâm Hukukunda Hak Kavramı
İslâm hukukunda (fıkıhta) hak, “hukukun, bir başka deyişle şeriatın bir yetki veya yükümlülük olmak üzere benimsediği, kişiye ait olan şeydir.” İslâm’a göre hakların kaynağı bir ismi de “Hak” olan Cenâb-ı Allah’tır. Haklar, şer’î hükümlerin dayandığı kaynaklardan çıkarılan ilâhî bağışlardır. İslâm’da delilsiz şer’î bir hak yoktur. Buna göre hakların kaynağı Allah’tır. Çünkü O’ndan başka Hâkim ve O’ndan başka hüküm koyucu olamaz. İslâm’a göre, insanlara veya yaratıklara ait hakların kaynağı insan iradesi ve aklı değildir. İnsan aklı ve iradesi yalnızca, bu hakların yerli yerinde kullanılmasını sağlar, hukukun uygulanmasına yardımcı olur, hak tecavüzlerini önlemeye çalışır. Daha doğrusu akıl, ilâhí irade tarafından sabitleştirilen hakları anlamaya ve onları yerli yerinde korumaya yarar.
Bugün yaygın olarak kullanılan ‘insan, hayvan, çocuk hakları’ deyimleri 19. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkmaya başladı. İlk insan hakları evrensel beyannâmesi ise ancak 1947 yılında ilân edilebildi. Hâlbuki İslâm’da haklar ve yükümlülükler, insanlar için bizzat Hakîm olan Allah tarafından belirlenmiştir.
3558] 13/Ra’d, 17
3559] 17/İsrâ, 81
3560] 21 Enbiya/18
3561] 8/Enfâl, 8
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 765 -
İlâhî irade tarafından belirlenen bütün haklar sâbittir, yani değişmezdir. Haklarla ilgili prensipler Kur’an ve Sünnet’te zaten bulunmaktadır. İslâm hukuku (fıkıh) bu konuyu geniş bir biçimde ele almıştır. Bu hakların nasıl korunacağını, hak ihlali olursa nasıl ceza verileceğini detaylı bir şekilde sistemleştirmiştir. Hatta İslâm fıkhı, batılıların hiç aklına gelmeyecek kişi ve varlıkların bile haklarını belirlemiştir. Kitaplarda ‘hukuk devleti’, ‘insan hakları’ gibi kavramların geçmemesi, onların olmadığı anlamına gelmez. Ayrıca, ta İslâm’ın başından beri bilinen, uygulanan böyle bir hukukun ayrıca bayraklaştırılmasına İslâm âleminde ihtiyaç olmamıştır. Batılılar, kendilerinin uzun yıllar arayıp ta buldukları bazı prensipleri, bütün dünyaya yeni bulunmuş ve yalnızca kendilerine ait gibi göstermeleri tarihî gerçeklerle bağdaşmıyor.
Tekrar edelim ki hakların kaynağı ilâhî irâdedir. İnsanlara ve varlıklara ait haklar, bencil, çıkarcı, unutkan, bazen de zâlim olan insanın eline verilemez. Üstelik insan kafasına dayalı olan hak kaynakları, yine insanlar tarafından değiştirilebilir. Zaman geçtikçe insanların anlayışları değişiyor. Dolayısıyla onların hak tanımları da değişikliğe uğruyor. Öyleyse hak gibi önemli bir şey, her şeyi hakkıyla bilemeyen insanın hükmüne dayanmamalı. Haklar, ancak Hak olan Allah’ın hak hükmüne göre yerine getirilebilir, korunabilir. Hakk’a rağmen konulan bütün ölçüler, bütün hükümler bâtıldır, geçersizdir, boştur, temelsizdir. 3562
İslâm hukukuna göre üç çeşit hak vardır:
1- Allah hakkı (hukukullah): İnsanların kulluk görevi, onları Allah’a yaklaştıran şeyler, genelin çıkarına olan, Allah tarafından belirlenmiş hükümler,
2- Allah hakkı ve insan hakkı: Örneğin, kişinin aklının, dininin, neslinin korunmasında iki hak vardır. Bu hakların yerine getirilmesiyle hem Allah’ın emrine uyulmuş olur, hem de bunlarla toplum ve kişilerin çıkarı (maslahatı) korunmuş, haklarına tecavüz önlenmiş olur.
3- Kişinin maslahatının korunduğu haklar: Çok geniş bir alanı vardır. İnsan hakları dediğimiz şeylerdir.
İslâm’da İnsan Hakları
Hiç bir düzende (dinde) görülemeyecek kadar insan haklarını gözeten İslâm, insanın şu haklarını korumaya alır:
a- Din emniyeti: İslâm, din hakkını ve dini yaşama hürriyetini güvence altına alır.
b- Nefis (can) emniyeti: İslâm, yaşama hakkını temin eder.
c- Akıl emniyeti: İlim ve tefekkürü emreden İslâm, içki ve uyuşturucu gibi akla zarar verecek şeyleri yasaklar ve aklı her türlü arızalardan koruyucu tedbirler alır.
d- Nesil emniyeti: Irzın, şeref ve namusun korunmasını ve sağlıklı nesiller yetiştirilmesini temin için İslâm gerekli her türlü ortamı hazırlar.
e- Mal emniyeti: İslâm malı korumak için, hırsızlık vb. suçlara giden yolları
3562] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, 243 vd.
- 766 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tıkadığı gibi, insanlara yeterli geçim kaynaklarına sahip olma hakkını ve imkânını tanır.
Özetle İslâm, her insanın onurunu, namusunu, özgürlüğünü, dinini, malını, canını, geçimini ve işini garanti altına alır.
İslâm, insan hakları konusunda hâlâ ulaşılamaz durumdadır. İnsani kardeşlik prensibine yer verir. Irkçılığı ve takvanın dışında üstünlük anlayışlarını reddeder. İslâm’ın emir ve yasakları, hükümleri, ibâdetleri, ceza anlayışı... eşitliği isbat etmektedir. Diğer düzenlerde bu denli eşitlik teoride bile yoktur. Eşitlik adına adâletsizliğe de göz yummaz. Kadın-erkek eşitliği diyerek cinsel farklılıkların gözardı edilip istismar edilmesine, insanların sömürülerek zulmedilmesine yol açacak aşırılıklara da geçit vermez.
BÂTIL
Bâtıl Kelimesi: Anlam ve Mâhiyeti
‘Bâtıl’ sözlükte; boş, boşa giden, doğru ve hak olmayan, devamlı olmayan, hükümsüz olan, yok olan şeydir. ‘Hak’ kavramının karşıtıdır. ‘Bâtıl’, yapılmış olsa, meydanda bulunsa da hiç bir hükmü ve geçerliği olmayan şeyler hakkında kullanılır. Meselâ, bir kimse iki kız kardeşle aynı anda evlenmiş olsa, bu evlilik ortada olduğu halde yapılan iş ‘bâtıl’dır, hak değildir.
Kur’an’da ‘bâtıl’ kelimesi, 26 yerde geçer; türevleriyle birlikte toplam 36 yerde kullanılır. Kur’an ‘bâtıl’ kelimesini birkaç anlamda kullanmaktadır. Söz gelimi, ‘bâtıl’, hakkı örten bir perdenin adıdır. “Ey kitap Ehli, neden hakkı batıl ile örtüyor ve siz de bildiğiniz halde hakkı gizliyorsunuz?”3563 ‘Bâtıl’, hakkın, yani Allah’tan gelen doğrunun karşıtı olan yanlış ve geçersiz inançlardır. 3564
‘Bâtıl’ bir âyette gerçek bilgiye dayanmayan delil anlamındadır.3565 ������������‘Bâtıl’ baş-‘başka bir âyette ise boş şey, amaçsız ve faydasız bir iş mânâsında kullanılmaktadır. “Ayakta, oturarak veya yanları üzerinde Allah’ı zikredenler derler ki: Rabbimiz, Sen bunu (yeri ve göğü) batıl olarak (boşu boşuna) yaratmadın.” 3566
Kur’an, insanların bir kısmının Allah’ı bırakıp da tapmakta oldukları ilâhlara veya putlara da ‘bâtıl’, geçersiz, hükmü olmayan temelsiz şeyler demektedir. “İşte böyle, hiç şüphesiz Allah, O, Hak olandır ve hiç şüphesiz O’nun dışında tapmakta oldukları (tanrılar) ise bâtıldır ...” 3567
Haklı bir sebebe ve gerekçeye dayanmayan, zulüm olan ve hak edilmeyen şeye de ‘bâtıl’ denilmektedir. Kur’an bu anlamda ‘insanların mallarını bâtıl yollarla yemeyin’ buyurmaktadır.3568 Bir takım ahbâr (yahudi din adamları) ve ruhbanların (hıristiyan din adamlarının) insanların mallarını haksız yere yedikleri haber veriliyor. 3569
3563] 3/Âl-i İmran, 71
3564] 41/Fussilet, 42; 42/Şûrâ, 24
3565] 40/Mü’min, 5
3566] 3/Âl-i İmran, 191
3567] 31/Lokman, 30
3568] 2/Bakara, 188; 4/Nisâ, 29
3569] 9/Tevbe, 34
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 767 -
Hakkın Karşıtı Olarak Bâtıl
‘Hak ve bâtıl’ kavramları İslâm ile onun dışındaki dinleri nitelendirmek için kullanılır. Nitekim dinler tarihini yazan birçok müslüman yazar, dinleri ‘hak din’ ve ‘bâtıl dinler’ şeklinde iki başlıkta incelemişlerdir.
Kur’an, hak kelimesini hem Allah (c.c.) için, hem de O’nun dini İslâm için kullanmaktadır. Çünkü Allah (c.c.) mutlak gerçektir, mutlak varlıktır, varlığı değişmeyen ve ebedî olandır. O’nun dini İslâm da doğrudur, temeli vardır, gerçektir ve kalıcı olandır. 3570
‘Bâtıl’, geçersiz, hükümsüz ve kalıcı olmayandır. Şu âyet hak ve bâtıl kelimelerini çok net bir şekilde ortaya koyuyor: “(Allah) gökten bir su indirdi de kendi miktarınca sel oldu. Sel de yüze vuran bir köpük yüklendi. Bir süs veya metâ (fayda) sağlamak için ateşte yakıp erittikleri şeylerden (madenlerden) de bunun gibi bir köpük (posa) kalır. İşte Allah, hak ile batıla böyle örnekler verir. Köpüğe gelince, o atılır, insanlara fayda sağlayacak şey ise yeryüzünde kalır. İşte Allah böyle örnekler vermektedir.” 3571
Allah (c.c.) mutlak Hak’tır. O kendi varlığı ile vardır ve her şeyin yaratıcısıdır. Kıyamette her şey ölecektir ve yalnızca O’nun varlığı kalacaktır.3572 Öyleyse O’nun dışındaki her şey O’nun sebebiyle vardırlar. Kendi başlarına bir varlıkları ve bir gerçeklikleri yoktur. Bu anlamda onlar bâtıldırlar, yani mutlak gerçek değillerdir ve varlıklarının tek başına bir hükmü yoktur. Hak olan Allah (c.c.)3573 yeri ve gökleri hak olarak yarattı. Bunları ve diğer bütün varlıkları varlığının âyetleri, belgeleri yaptı. İnsan bunlara bakar, basiretle bunları idrak eder ve hak olan yola, Islâm’a teslim olur.3574 Ayrıca Rabbimiz, Hz. Muhammed’i hak peygamber olarak gönderdi.3575 O’nunla beraber bir de hak Kitap indirdi. 3576
Bütün bunlara rağmen bazı insanlar kalıcı, sağlam, doğru olan Hakk’ı bırakır, köpük gibi bir değeri ve kalıcılığı olmayan bâtıla uyar. Hâlbuki köpük kaybolmaya mahkûmdur, bir faydası da yoktur. “De ki: Hak geldi, bâtıl zâil oldu (yok oldu). Çünkü bâtıl yok olucudur.” 3577 “Hayır, Biz hakkı bâtılın tepesine indiririz, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki o, yok olup gitmiştir.”3578 Görüldüğü gibi ‘bâtıl’, köksüzdür ve güçsüzdür; yok olmaya, dağılmaya, silinip gitmeye mahkûmdur. Hakk’ın karşısında tutunamaz. Suyun üzerindeki köpük gibi olan bâtılın, demir gibi olan hakkın karşısında tutunması mümkün olabilir mi?
Dünya hayatında ‘bâtıl’ bazen hakka galip gelmiş gibi görünür; İnsanlar öyle zannederler. Ya da müslümanların mağlup oluşlarına bakarak, bazıları bu durumu bâtılın galibiyeti zanneder. Hâlbuki gerçek böyle değildir. Müslümanlar da insandırlar; hataları, eksikleri vardır. Görevlerini yapmamış, gerekli tedbirleri almamış olabilirler. Onların zayıf durumu veya hataları, Hakk’ın zayıflığı veya zilleti değildir. Yeryüzünde hiç bir müslüman kalmasa bile Allah’ın adı ve O’nun
3570] 22/Hacc, 62
3571] 13/Ra’d, 17
3572] 28/Kasas, 88
3573] 20/Tâhâ, 114; 18/Kehf, 44. vd.
3574] 2/Bakara, 109, 147 vd.
3575] 2/Bakara, 119
3576] 2/Bakara, 213
3577] 17/İsrâ, 81
3578] 21/Enbiyâ, 18
- 768 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dini yine yücedir. O’nun kelimesi olan İslâm ve O’nun kitabı olan Kur’an yine üstündür. 3579
Allah (c.c.) mücrimler, yani azgın günahkârlar istemese bile Hakk’ı gerçekleştirmek ve yerleştirmek, batıl’ı ise iptal etmek, geçersiz kılmak istiyor.3580 Köksüz, temelsiz ve doğru olmayan bâtıla, yani Allah katında geçersiz olan inançlara inanan kimseler elbette zarara uğrayacaklardır. Allah’ı inkâr eden kâfirler, bâtıl’a din diye inanmaktadırlar. Bu da onlar için büyük bir zarardır.3581 Allah dururken, hiç bir şey yaratamayacak kadar âciz ve güçsüz, bir fayda sağlayamayan, bir zararı gideremeyen bâtıl şeylere (tanrılara) ibâdet edenler çok büyük bir yanlışın içerisindedirler.3582 Bu gibilerin inandıkları din, mahv olucudur ve bu bâtıl dinlere inananların yaptıkları işler de bâtıldır.3583 Küfre düşenler kendi akıllarınca hak olarak gönderilen Peygamberin dâvetine ve mesajına karşı mücâdele ederler, hakkı iptal etmek, yani geçersiz kılmak için uğraşırlar. Ancak bu çabaları boş bir çabadır. 3584
‘Bâtıl’, kavram olarak bazı insanların Allah’ın dışında uydurdukları ilâhların ortak adı olduğu gibi, bu ilâh fikrine uygun olarak inandıkları dinlerin de ortak adıdır. Allah katında geçerli olmayan, hükümsüz, temelsiz ve yanlış olan bütün inanç ve ibâdetler bâtıldır.“De ki; Hak geldi; bâtıl ise ne (bir şey) ortaya çıkarabilir, ne de geri getirebilir.” 3585
Aynı kökten gelen ‘iptal’ bir şeyi geçersiz ve hükümsüz kılmak demektir. Bunun fâil (özne) ismi olan ‘mubtıl’ ise iptal edici, işi gücü bâtıl olan, ya da işleri boşa giden anlamlarına gelir. “... Allah’ın emri geldiği zaman hak ile hüküm veriir ve işte burada (hakkı) iptal etmekte istekli olanlar (mubtıl) zarara uğrarlar.” 3586
Günümüzde peşine gidilen; İslâm’a aykırı bütün inançlar, dünya görüşleri, hayat anlayışları, toplumsal düzenler, ideolojiler Allah’ın katında batıldır; geçersiz ve hükümsüzdür.
Fıkıh İlminde Bâtıl
Fıkıh ilminde ‘bâtıl’, ya da bunun masdarı olan ‘butlan’, rükûn veya şartları tamamen veya biraz eksik olan ibâdetler ve hukuk işlemlerine denir. Bilindiği gibi, İslâm’a göre bir ibâdetin geçerli (sahih), yani kabul edilebilir olması için, o ibâdete ait rükünlerin ve şartların yerine getirilmesi gerekir. Yine bir hukuk işleminin, örneğin bir alım-satımın, bir evlilik işleminin (nikâh akdinin) İslâm şeriatına göre geçerli olması için bazı şartlara uymak gerekir. Bu şartlara uyulmadığı zaman o ibâdet veya işlem geçersiz, yani ‘bâtıl’ olur.
‘Butlan’, ibâdetin veya hukukî işlemin hükümsüz olması; ‘bâtıl’ ise; hükümsüz olan, geçersiz hale gelen işlemin adıdır. Bunlar birbirinin yerine kullanıldığı gibi, bir işlemin geçersiz olmasına ‘fesat’, geçersiz olan işleme veya ibâdete de ‘fâsit’
3579] 9/Tevbe, 40
3580] 8/Enfal, 8
3581] 29/Ankebût, 52
3582] 16/Nahl, 72-73
3583] 7/A’râf, 139; 11/Hûd, 1ó
3584] 18/Kehf, 56
3585] 34/Sebe’, 49
3586] 40/Ğâfir, 78
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 769 -
denilmektedir. Müfsid de ibâdeti geçersiz kılan sebeptir. Abdest almak namazın rükünlerinden biridir. Dolaysıyla abdestsiz kılınan bir namaz bâtıl; abdestsiz namaz kılma durumu ise butlandır. Ortada mevcut olmayan bir malın satışı bâtıl’dır, geçersizdir. Çünkü satışla ilgili şartlardan biri yerine gelmemiştir. Zorla kıyılan bir nikâh geçersizdir, bâtıl’dır. Çünkü nikâhın şartlarından olan ‘îcab’, yani evlenme teklifi şartı yerine getirilmiş olsa bile; ‘kabul’, yani evlenme teklifini kabul etme şartı gerçekleşmemiştir. 3587
Hak-Bâtıl
Hak ile bâtıl, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin, ancak vahiy ile bilinir ve vahiyle değer kazanır. Allah’a göre, bu değerler her zaman sâbittir, değişmezler. Hak ve hakikat, Allah’a ait olduğuna göre, sürekli hak hukuktan bahseden kimselerin hakkı Allah’ın Kitabı dışında aramaları selîm aklın kabul edemeyeceği bir iştir. Yalnız Allah hak olandır. “Allah, hakkın ta kendisidir, Hak sadece O’dur. O, ölüleri diriltir; yine O, her şeye hakkıyla kaadirdir.”3588 İlâh olan ancak O’dur, hak olan ancak O’dur, Rab olan ancak O’dur. İbâdet ve tâate lâyık olan ancak O’dur. Doğrular O’nun, yanlış ve hatalar insanlarındır. O’nun dışında tanrı kabul edilen tüm sahte ilâhlar bâtıldır.
Bâtıl da gerçeğe uymayan, haklı olmayan, haktan ayrı olan, boş ve anlamsız, hükümsüz ve geçersiz olan şeylerdir. Bâtıl da yüce Allah’ın bildirdikleri ölçüde bilinir. Bâtılı, inanç yönünden ele alırsak, sadece Allah’a ve Allah’ın inanmamızı istediği değerlere iman etmemiz gerekir. Yani şirksiz bir iman, ancak gerçek/hak imandır. Yüce Allah’ın katında bâtıl, boş ve anlamsız olduğu için karşılığı da yoktur. Öyle insanlar vardır ki, ömürleri boyunca bâtıl uğrunda mücâdele verir, bu uğurda çok büyük işler yaptığına inanır, hatta bu yolda ölür. Ancak, hak/gerçek ile değerlendirilince, bunların bütünüyle karşılıksız ve boş olduğu ortaya çıkar. Çünkü hak ve bâtıl insanlara göre değil; Allah’a göre sonuçlandırılır. İmanî konularda olsun, sosyal hayatla ilgili konularda olsun, hayatın bütün boyutlarında hak ve bâtıl, Allah’ın bildirdikleri ile bilinip alınmalı ve uyulmalıdır. Bu ölçünün dışında başka kriterler kullanılırsa, bunlar da, bâtıl terazi gibi, tartılanlar da yanlış olur. Hz. Ali’nin dediği gibi, “gerçeği insanların ölçüleri ile değil; insanları gerçeğin ölçüsü ile tanımalıdır.” Yani hak ve gerçekler bize değil; biz onlara uymalıyız.
“Hakka/gerçeğe yardım edin. Hak size yardım etmekte gecikmeyecektir.” “Hakkı her zaman savun, anlayan olmasa bile Rabbine ve vicdanına karşı hesap vermekten kurtulursun.”
“Bu böyledir. Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir; yalnız Hak olandır. O’nun dışındaki taptıkları ise bâtılın ta kendisidir. Gerçek şu ki Allah, evet O, uludur, büyüktür.”3589 Bu âyet-i kerime, hakkın ancak yüce Allah olduğuna yeterli bir kanıttır. Hakkın kendisi olan yüce Allah’ın inzâl ettiği değerler de mutlak surette haktır/doğrudur. Yine bâtıl olarak belirttiği hususlar da mutlak surette bâtıl ve karşılıksızdır. Bu bağlamda diyebiliriz ki doğru/hak olan, mutlak surette hezimettedir. Bâtıl şeyler, ancak inançsız insanlar arasında kabul görür. Bu konuda Mekke müşrikleri3587]
Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 67 vd.
3588] 22/Hacc, 6
3589] 22/Hacc, 62
- 770 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ni düşünelim. Uzun yıllar kafalarını boş inançlarla beslemeye çalıştılar, onlarla oyalandılar. Ne zaman ki hak olan doğrular kendilerine geldi; işte o zaman yıllardır içinde oldukları bâtıl inançların boş olduğuna inandılar ve nasıl bu boş şeylerin peşinden koşmuşuz diye hayrete düştüler. Bununla ilgili Hz. Ömer’in câhiliyet devrinde bâtıl inanç ve davranış konusunda kendisinin yaptığı bazı şeye ağladığını, bazısına da hayretle güldüğünü ifade etmesi hatırlanabilir.
Bu böyledir. Işık geldiğinde karanlığın anlamsız olduğu, bir değer ifade etmediği ortaya çıkar. Dahası var; ışık geldiğinde daha önce karanlıkta yaşayanlar, bu kadar karanlıkta nasıl kaldıklarına hayret ederler. İşte hak/doğru da böyledir. Yeter ki alınsın ve kabul edilsin. Kabul gördükleri yerleri mutlak surette aydınlatır ve oralarda artık karanlık kalmaz; zira hak gelince bâtıl zâil olur. İşte o hak, yüce Allah’ın kendisi ve Kitabı’dır.
Şimdi sormak lâzım: Böyle bir nurun/aydınlığın sahibi mi ibâdete lâyıktır, yoksa bir şey yapmaktan âciz putlar mı? Veya yığınlarca sahte ilâhlar mı? Evet hangisi? Aklını ve beynini herhangi bir yere entegre etmemiş her sağduyu sahibi, ibâdete lâyık olanın Yüce Allah olduğunu bilir ve kabul eder; zira mülk sahibi ve tasarruf sahibi ancak O’dur. Bu doğruyu bilmemesi için insanın akılsız, kör, sağır ve dilsiz olması gerekir. Aklını/kalbini kullanan, hakkı gören, işiten ve söyleyen insan, yüce Allah’ı bütün sıfatlarıyla bilip tanıdığı gibi, gerçek vahyin doğruluğundan da asla şüphe etmez. Hakkın mutlak surette bâtıla galip geldiğine şeksiz iman eder. Bugün eğer bâtıl galip görünüyorsa, bu, müslümanların zaafiyetinden kaynaklanmaktadır. Allah her an için müslümanları imtihan etmektedir. Eğer müslümanlar yükümlülüklerinin bilincinde olurlarsa her zaman galip gelecek olan kendileridir. Bu galibiyetin gerçekleşmesi uzak değildir ve dünyadadır; ancak bu galibiyeti dilerse Allah âhirete bırakabilir.
Allah dilerse mü’minlerin güçleriyle hakkı bâtıla muzaffer kılar, dilerse bir kâfirin gücüyle de hakkı bâtıla galip kılar. Ancak, hakkı bâtıla karşı muzaffer kılma görevini biz müslümanlara yüklemiştir. Onun için biz, bu sorumluluktan hiçbir zaman kendimizi muaf tutamayız. O, nasıl galip kılmaya çalışırsa çalışsın, biz sorumluluğumuzu bilip ona göre hareket etmeliyiz, aksi takdirde görevimizi yerine getirmemiş oluruz. Aslında hakkın olduğu yerde bâtılın yaşaması, bâtılın olduğu yerde de hakkın yaşaması güçtür. Bu güç, görünürde bile böyledir. Bu konuda Kur’an şöyle buyurur: “Hayır, biz hakkı bâtılın tepesine indiririz, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki o, yok olup gitmiştir.” 3590
Peygamberler tarihine baktığımızda bütün peygamberlerin geliş amacının bu olduğunu görürüz: Bâtılı yok etmek ve yerine hakkı/doğruları yerleştirmek. Peygamberlerin izleyicileri de bunu yapmak zorundadır. Zaten bâtılın hâkimiyet hakkı yoktur. Sözlük anlamı ile de tanındığı gibi bâtıl, boş olan, anlamsız olan şeydir. Boş ve anlamsız olan bir şeyin hâkimiyet/egemenlik hakkı nasıl olabilir? Hâkimiyet hakkı, ancak hakkın/doğruluğun, gerçeğin hakkıdır. Bâtılın hakkı ise zâil/yok olmak ve kovulmaktır. “De ki hak geldi, bâtıl zâil oldu; zaten bâtıl yok olmaya mahkûmdur.” 3591
Nasıl ki güneş doğunca karanlık yok oluyorsa, hak geldiğinde de bâtıl öylece
3590] 21/Enbiyâ, 18
3591] 17/İsrâ, 81
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 771 -
yok olacaktır. Ateşin alevi de böyledir. Yükseklerde azametli ve sağlam görünür, fakat kısa zaman sonra sönüp yok olduğu görülür; külü bile zamanla kaybolur gider. Su köpüğü de böyledir. Köpük, belli bir süre suyu kapatıp kendini göstermeye çalışır, ancak belli bir süre sonra kendisi söner; bâki kalan su olur. Bu yüzden bâtıl, çok heybetli de görünse yapı itibarıyla devamlılık arzedemez. Çünkü yaşamak için temel enerjisini, yakıtını kendi özünden değil; dış etkenlerden alır. Taşıma su ile de değirmen dönmez. Dış etkenler yok olduğu an kendisi de çöker gider. Hâlbuki hak böyle değildir. Onun tüm gücü kendi özündendir. Önüne birtakım şeytanî engellerin çıkması doğaldır. Ancak bu engeller hakkın gücüne karşı yaşayamazlar. Çünkü hak, Allah’ın kendisidir, O’nun emirleridir ve sonsuza kadar da yaşayacak olan O’dur.
Bâtılın dayanağı, kuvveti şeytandır, zulüm, baskı ve dayatmadır. Bunlar, hak olmadığı, hakkın karşısında olduğu için uzun ömürlü olamazlar. Eğer biz, lâyık olursak Allah, hakkı bâtılın tepesine indirir ve bâtılı ortadan kaldırır. Eğer biz lâyık olmazsak, o zaman da bâtılın zulüm ve haksızlığı altında kalır ve inim inim inleriz. Nitekim bugün müslümanların çoğu bu zulüm ve haksızlık karşısında hakkı haykırmayıp sustuğu için de kısır döngü içinde bâtıl, sadece renk değiştirip farklı boyutlarıyla zulmünü devam ettirmektedir. Ve biz, kendimizi değiştirmek istemediğimiz sürece Allah bizi, bizde bulunanı ve yönetimimizi değiştirmeyecektir.3592 Bu, değişmeyen ilâhî bir kanundur. Tarih boyunca da hep böyle olmuştur.
Risâletin ilk yıllarındaki müslümanların durumuna bir göz atalım: O günlerde çektikleri işkenceler doruk noktasına ulaşmıştır. Bu ağır işkencelerden az da olsa kurtulmak için, Allah Rasûlü tarafından bir kısım mü’min Habeşistan’a gönderilmişlerdi. Ancak kalanlar üzerinde baskı ve işkenceler devam ediyordu. Peygamber’in hayatı bile tehlike altındaydı. Kısaca zâhirdeki alâmetler, bâtılın galip olduğunu gösteriyordu ve zâhirde hakkın bâtıla gâlip geleceğini gösteren pek açık deliller de yok gibiydi. Ancak müslümanlar, her ne surette olursa olsun, mevcut haksızlık ve zulümden kurtulmak istiyorlardı ve bu uğurda da tâvizsiz ve destansı bir mücâdele veriyorlardı. İşte bu samimiyetlerinden, çetin direniş, mücâdele ve fedakârlıklarından dolayı, Allah onlara kısa bir zaman sonra fetih ve zaferi müjdeledi ve böylece hakkı bâtıla galip kıldı.
Bugün için de hakkın bâtıla galibiyeti güç görülebilir. Aslında hiç de böyle değildir. O gün Mekke devleti, Bizans imparatorluğu, Sâsânî/Fars krallığı hakkın karşısında duramadıkları gibi, bugünkü bâtıl rejimler/devletler de hakkın karşısında sebat gösteremeyecektir. Yeter ki hakkı hak olarak tanıyalım, hakka hak olarak sahip çıkalım ve yeter ki hakkı bâtıla karıştırmadan kendimize rehber edinelim. Gerisi Allah’ın elindedir ve biz inanıyoruz ki yüce Allah dün bu galibiyeti bizden önceki müslümanlara ihsan ettiği gibi bize de ikram edecektir.
Hakkın yolunu açan ancak iman ve takvâdır. İman ve takvâ, hak yolu aydınlığa dönüştürür. “Ey iman edenler, eğer Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız, O size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış (furkan) verir, suçlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah, büyük lütuf sahibidir.”3593 Yeter ki insanlar, hakka kulak versinler ve hakkı anlamak isteyip ona teslim olsunlar; Allah onlara yardım edecektir. Aslında hakikat
3592] 13/Ra'd, 11
3593] 8/Enfâl, 29
- 772 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gâyet açıktır. Ya Allah katından gelen vahiy, yani hak veya Allah’tan başkasından gelen hevâ ve heves, yani bâtıl. İkisinden sadece biri. Mü’min için Allah’ın vahyinden kaynaklanmayan her şey bâtıldır, boştur, hiçtir. 3594
Bâtıl, suyun üstünde akan köpüğe benzer.3595 Varlığı ve hareket etmesi suya bağlıdır. Ama ilk aşamada kendi gider gibi görünen bâtılın, sonunda suyun sayesinde hareket ettiği ve esas olan şeyin su olduğu ister istemez ortaya çıkar. Tarih boyunca da sayısız zâlim, tâğut, zorba ve diktatör insan, bâtıl oldukları halde kendilerinin hak olduğunu iddia ederek insanlara egemen olmuş ve bu hileyle uzun yıllar mazlum ve müstaz’af insanları sömürüp durmuşlar. Ama bâtılın daimî olmayacağından ve her zaman için kendi varlığını sürdüremeyeceğinden, bir süre sonra hak ortaya çıkmış ve bâtıl yok olmuştur. Bâtıla sarılarak kendileri için bir çıkar yol bulmak isteyenler bile haktan yardım almakta ve gerçekte bâtılın esassız, temelsiz, geçici bir şey olduğunu kabul etmektedirler.
Hak, ilâhî menşe ve kaynağa sahip olan bütün insanların pak fıtratlarında bulunan bir güçtür. Hak, Allah’ın, varlık âleminin temelinde, insanlar arası ilişkilerde tespit ettiği bir kanundur. Hak, ilâhî kaynağa; bâtıl ise şeytanî kaynağa sahiptir. Hak, ebedî kalma özelliğine sahiptir; bâtıl ise zâil olmaya, yok olup gitmeye mahkûmdur. Hak, üstünlüğünü, yenilgi kabul etmez güç ve özelliğini, insanların pak fıtratında yer alışından, ilâhî özelliğe sahip bulunuşundan almaktadır. “Hak Rabbindendir. Şu halde sakın kuşkuya kapılanlardan olma!”3596; “De ki ey insanlar! Kuşkusuz size Rabbinizden hak gelmiştir. Kim hidâyete ulaşırsa o, ancak kendi nefsi için hidâyete ulaşmıştır. Kim de saparsa, o da, kendi aleyhine sapmıştır. Ben sizin üzerinizde bir vekil değilim.” 3597
Kur’an, açıkça, bâtılın hak sayesinde gündeme geldiğini ve yine haktan yardım alarak var olduğunu beyan buyurmaktadır. Farazâ, eğer hak ve doğru olmasaydı, bâtıl ve yalan da olmayacaktı. Zira halk eğer yalan bir şeye inanıyor, bâtıl bir şeyin peşinden gidiyorsa, bu, hakkın/doğrunun var olduğundandır. Halk doğru ve hak diye bildikleri için bâtıl ve yalanı kabul ediyor. Eğer hak ve doğru var olmasa ve her şey bâtıl ve yalandan ibaret olsaydı, insanlar, kesinlikle bâtıl ve yalanın peşinde gitmezlerdi. Çünkü boş, temelsiz ve gerçek dışı bir şeyin peşinde gitmek, onu kabul etmek akıl ve ilâhî fıtrata sahip kimselerin yapacağı bir şey değildir.
Hak temel, bâtıl ise görecelidir. Bâtıl, sürekli galip gelemez; sürekliliği olan, hayat ve medeniyeti sürdüren hak olmuştur ve öyle olacaktır. Bâtıl, önce parıldayan, daha sonra sönen ve yok olan geçici bir şimşeğe, kısa bir müddet sonra sönmeye mahkûm ışık gösterisine benzer.3598 İnsan, bâtılın geçici olarak gelip hakkın üstünü örttüğünü görür. Fakat sürekli olarak kalabilmeye gücü olmadığından bâtıl yok olur gider. Bâtılın parazit ve bağımlı bir vücudu vardır, geçicidir. Devamlılığı olan haktır. Eğer bir toplum, tamamen bâtıla yönelmişse, tarihte helâk olan toplumlar örneğinde olduğu gibi yok olmaya mahkûm olmuştur. Yani tamamınyala bâtıla yönelmek ve haktan tümüyle kopmak, yok olmakla aynı şeydir.
3594] Beşir İslâmoğlu, Hak Bâtıl Mücâdelesi, s. 12-17
3595] 13/Ra’d, 17
3596] 2/Bakara, 147
3597] 10/Yûnus, 108
3598] 2/Bakara, 17-20
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 773 -
Bâtıl ölümlü bir şeydir, ölüme mahkûmdur. İçten içe ölmekte, can çekişmektedir. Zevâle doğru gitmektedir. Bazı ölümlerde görüldüğü gibi tedrici olarak yok olmaktadır bâtıl.
Bâtıl, suyun üstünde akan köpüğe benzer.3599 Öyle ki, eğer cahil biri gelip de bu durumu görür ve hadisenin içyüzünden haberi olmazsa, akmakta olan köpükleri görür; bu köpüklerin altında olan yağmur sularına dikkat etmez. Hâlbuki böyle çağlayarak akan sudur, köpük değil; fakat köpükler suyun yüzünü kapladığı için, meselelere yüzeysel olarak bakan, olayların içyüzünden haberdar olmayan gözler ancak köpük görür. İşte bâtıl da böyledir; yani hakkın üstünü örtüyor. Öyle ki eğer biri toplumun dış görünümüne bakacak olur ve onun derinliklerine dikkat etmezse, başta olan egemen güçleri, etkili ve yetkili kimseleri görür sadece. Fakat insan toplumun içine girdimi, zâhirde göze hemen gözükmeyen fakat gerçekte toplum çarklarını harekete geçirenleri görür ve onları, doğruluk ve sadakatle beraber hakka uygun olarak bulur. Toplumun içinde esas dinamiklerin, toplum fertlerinin İslâmî ve insanî fıtratıdır, haktır ve hakka bağlılıktır toplumu ayakta tutan. Toplumun ekseriyetini iyiler, sâlih amellerinin fesatlarına galebe çaldığı insanlar teşkil ediyor. Onlardaki fesat da, cahillikten, bilmediklerinden, noksanlıktan ileri geliyor. Tâğutların aksine, böyle kimseleri esas suçlu saymak, sapıklardan, bozgunculardan saymak doğru olamaz. Hak ve hak düzeni esastır, temeli vardır ve su gibi altta faâliyet gösterir ve toplumu ileri götürür. Fakat bâtıllar onun üzerinde olup, kendilerini göstermek isterler.
Âyetteki su-köpük örneğinden yararlanılan diğer bir nokta da şudur: Bâtıl, hakkın asalağı olarak meydana gelir ve hakkın gücü ile hareket eder; yani güç kendine ait değildir, aslında güç hakka aittir, bâtıl ise hakkın gücü ile hareket eder. Suyun üzerinde bulunan köpük de, kendinde var olan bir güç ile hareket etmez. Köpüğü harekete sokan, onu götüren suyun gücüdür. Bâtıl, hakkı hakkın kendi kılıcı ile vuruyor, öyleyse bâtıl, hakkı kendi hizmeti altına sokmuştur, bâtılın yararlandığı aslında hakkın kendi gücüdür. İnsanın bedeninden, kanından geçinen bir mikrop gibi ne kadar fazla gıdalanırsa, o kadar fazla şişmanlar ve güçlenir. Fakat karşılığında insan, her geçen gün daha da zayıflar, gözleri sararır ve güçsüz bir duruma düşer.
Kur’an’ın bu örneğinden anlıyoruz ki, sular, sel olup akmaya başladığı zaman, aslında hareket eden, güçlü olan ve karşısına gelen her şeyi sürükleyip götüren sudur. Fakat ilk bakışta hareket edenin köpük olduğu görülür. Eğer su olmasaydı, köpük asla hareket edemezdi. Suyun hareket edişinden ve sudan yararlanarak hareket edebilmekte ve ilerleyebilmektedir. Dünyada her zaman bâtıl, hakkın gücünden yararlanır. Meselâ doğruluk hak; yalancılık bâtıldır. Eğer âlemde doğruluk bulunmasa yalan bulunamaz, yani eğer dünyada doğru söyleyen bir kimse bile bulunmaz ve bütün insanlar yalan söylerse yalan kendi işini yapamaz, çünkü kimse inanmaz. Bugün yalandan niçin yararlanılıyor?
Çünkü dünyada doğru söyleyen fazladır; başkasının kendisine yalan söylemesini kimse istemediğinden o da başkasına yalan söylememeye çalışıyor. Eğer kişi yalan söyleyecek olursa, karşı taraf doğru olduğunu sanır ve aldanır. Yalanın/bâtılın kabul edilmesi, kendisinden değil; onun doğru/hak kabul edilmesindendir. Yalan, kabul edilme gücünü, kendini doğru diye takdim etmesinden alır.
3599] 13/Ra’d, 17
- 774 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şâyet doğruluk olmasaydı, hiç kimse yalanın peşinden gitmezdi. Yalanın peşinde gidenler, onu doğru sandıkları için, aldandıklarından gitmektedir.
Zulüm de buna benzer. Eğer dünyada adâlet bulunmazsa zulmün olmasının da imkânı yoktur. Eğer insanlar arasında itimat ve güven diye bir şey bulunmazsa, herkes birbirlerinden bir şey çalmak, hırsızlık yapmak isterse, o zaman insanların en zâlim olanı dahi bir şey çalamaz. Çünkü o da, halkın birbirlerine karşı olan şeref, vicdan, güven ve itimatlarından, birbirlerine karşı insaf, kardeşlik ve eşitlik ilkelerini gözetmelerinden çıkar elde ediyor, çünkü toplumun esasını koruyanlar bunlardır. Zâlim ise bunların kenarında hırsızlığını yapabilir. Zâlimler, diktatör tâğutlar, fakir halkın sırtından geçinmek istediklerini, onların mallarını çalıp talan etmek niyetinde olduklarını söylemezler. En zâlim rejimler, açıkça zulmü savunmazlar. Tam aksine, devamlı dünya barışından, hürriyetten, insan haklarından dem vurur, bunların savunucusu olduklarını iddia ederler. Hâlbuki onların çoğu, belki de hepsi bu konularda yalan söylüyorlardır. Onlar, bu kavramların gölgesinde yaşamak, işlerini yürütmek istiyorlar.
Hürriyet adı altında hürriyetleri yok etmeğe, barış adı altında savaşın en alçakcasını sürdürmeye, insan hakları diyerek mazlumların haklarını çiğnemeğe çalışıyorlar. “Ey özgürlük! Senin adına dünyada ne cinâyetler işlendi, ne kadar insan köleleştirildi!” Bütün bunlara bâtılın haktan beslenmesi denir. 3600
“(Müşrikler,)Sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni, neredeyse sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkâr kılmamış olsaydık, gerçekten nerdeyse onlara birazcık meyledecektin (tâviz verecektin). O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.” 3601
İslâm nazarında insan, yaratılış itibarıyla hakka meyilli olarak dünyaya gelmiştir ki buna fıtrat veya İslâm fıtratı denir. İslâm’a göre, insanın bâtıla yönelmesi, yaratılışı ve yapısıyla çelişen bir durumdur.
Tarih Boyunca Hak-Bâtıl Mücâdelesi
Âdem ve Havva çifti, hak yolun ilk yolcularıdır. Cennetteki “ağaç” sınavından sonra dünya sahnesinde birçok sınavlardan geçtiler. Hedefleri olan çocukları da doğal olarak hak-bâtıl sınavından geçmek zorundaydılar. Ne var ki, Âdem’in çocukları zamanla kendi hevâ ve heveslerine, kibir ve gururlarına dayanarak, İslâm’ın dışında yeni hayat modelleri ihdas ettiler. Uydurdukları bu yeni hayat modelleriyle, insanlığa zulüm ve haksızlık yaptıklarının farkındaydılar. Ancak bu model ve kurallar, düzen ve rejimler, kendi dünyevî çıkarlarıyla uyuşuyordu. Ortaya atılan bu şeytanî modeller ve düzenler tarih boyunca mazlumların kanını emmiş ve onları iskelet haline getirmiştir. Mazlumları bu durumdan kurtaracak olan, ilâhî doğrulardan, yani haktan başka bir şey olamaz. Yoksa, hak elbisesi giymiş bâtıl, renk ve kostüm değiştirerek zulümlerine devam edecek, değişen zâlimlerin kimlikleri veya etiketleri olacaktır. Bâtılın dolayısıyla zulmün yok olması için, hakkın hâkim olmasından başka seçenek yoktur.
İlk insan Hz. Âdem’in oğulları Hâbil ile Kabil arasında baş gösteren hak-bâtıl
3600] Murtaza Mutahhari, Hakk ve Bâtıl, s. 61-68
3601] 17/İsrâ, 73-75
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 775 -
savaşı, hemen hemen tarihin her döneminde ortaya çıkmış ve günümüze kadar da sürmüştür. Hak ve bâtılın anlaşılması ve bu uğurda verilmiş olan tarihî mücâdelenin tespiti için, ilk peygamberden son peygambere kadar elçilerin ve onların izini takip edenlerin mücâdelelerine bakmak gerekir. Rasûllerin misyonuna baktığımızda, öncelikle şunu görürüz: İnsanları, bir tek İlâha (Allah’a) ibâdete/kulluğa çağırmak, şirk ve putperestliğin her çeşidinden menetmek, hak ölçülerle Allah’ın rızâsına muvâfık işler yapmalarını sağlayarak Allah’ın kanun ve nizamını ümmete hâkim kılmak. Hepsinin çabası aynı idi ve getirdikleri öğretilerin tümü de bu çerçeve içerisindeydi. “Andolsun ki Biz, ‘Allah’a kulluk/ibâdet edin ve tâğuttan sakının’ diye (emretmeleri için) her ümmete bir peygamber gönderdik.”3602; “Biz her peygamberi Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik.” 3603
Peygamberlerin temsil ettiği hak-bâtıl savaşı göstermektedir ki tarihî süreç içerisinde Allah, hakkı bâtılın tepesine indirdi ve geçici bir saltanat süren bâtılı aşağıların aşağısı yaptı; bu hep böyle olmuştur, çünkü sünnetullahın gereğidir bu. Allah, hakkı inzâl etmiş ve hak bir süre insanlar arasında iktidar olmuştur. İnsanlar haktan saptığı zaman, bâtıl, hakkın egemen olmayışından istifade ile haktan boşalan yeri doldurmaya kalkmış, bir süre iktidar olmuştur. İnsanlar, haktan saptığı zaman, bâtıl hüküm sürmeye fırsat bulabilmiştir.
Hakkın iktidarda olması, bir bakıma mü’minlerin varlığına ve cihadlarına bağlıdır. “Bir toplum, kendisini değiştirmedikçe, Allah onları değiştirmez.”3604 Bu kural her zaman geçerlidir. İnsanların her şeyden önce değişmeyi, zulüm ve kölelikten kurtulmayı can-ı gönülden arzulamaları lâzımdır. Ve bu şiddetli arzu, birtakım hareket ve icraatlarla desteklenmelidir. Çünkü bazı işler vardır ki temennilerle, arzu ve isteklerle olacak şeyler değildir. İşte eğer toplumsal değişme olacaksa, bunu insanların yapması gerekir ki Allah yardımcıları olsun.
Şimdiye kadar tarihe yön veren bâtıl değil; hak olmuştur. Tarihte toplumların hareket yönünü belirleyen -siyasî egemenliği uzun süre ellerinde tutamamış olsalar bile- peygamberler ve onların getirdiği hak din olmuştur. Tarihte az-çok insanî erdemlerle karşılaşıyorsak, bunu peygamberlerin getirdiği hak dine borçluyuz. Bu noktanın kavranılmasıyla şu sonuca varırız: Hakkın zayıf olması, onun hak olmamasını gerektirmez.
Çoğu kimsenin zannettiği gibi dünya ve onun tâbi olduğu doğal düzen kötü değildir; hak üzeredir. Evrende bulunan her şey, tekvinî olarak/yaratılıştan Allah’ın kanunlarına boyun eğer ve sürekli olarak O’na ibâdet eder. Bu arada, hür iradeye sahip olan insan da Allah’ın kanunlarına itaat ederse, yaratılmışlar âlemiyle uyum içine girer. Yoksa, güçlü ırmakta tersine kulaç atana benzer ki, bir yere varamayıp nefesi tükenecek ve helâk olacaktır. “Biz, gökleri, yeri ve her ikisinin arasındakileri hakkın dışında (başka bir amaçla) yaratmadık.”3605; “Hayır, göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Tümü O’na gönülden boyun eğmişlerdir.” 3606
İslâm hikmetinde, varlıkların hak ve hayır ile özdeş sayıldığı görülür. Bu ilkeye göre, bütün bâtıl ve şer olan şeyler, gerçekte yok olan veya yokluğa neden
3602] 16/Nahl, 36
3603] 4/Nisâ, 64
3604] 13/Ra'd, 11
3605] 15/Hicr, 85
3606] 2/Bakara, 116
- 776 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olan şeylerdir. Meselâ, cehâlet ve küfrün, kötü ve şer sayılmaları, onların bir yokluğu (bilgi ve iman yokluğunu) ifade etmelerindendir. Ya zehir ve mikrobun kötü oluşları, onların bir insanda hayat ve sağlığın yokluğuna neden olmalarındandır. İslâm düşünürlerine göre, bütün bâtıl ve şerler incelendiğinde aynı yönü paylaştıkları anlaşılır.
Bir cismin gölgesi onun gereğidir. Bu gölge, gerçekte asıl bir varlık olmamakla birlikte, bir varlık olan cisim vasıtasıyla bizim zihnimizde meydana geliyor. Asıl varlık nurdur; Gölge, bir alanda nurun olmaması ve o alanın çevresinde nurun bulunmasıdır. Aynen bu durum gibi, bâtıl da kendine özgü bir varlığa sahip değildir; her zaman asalak olarak hakkın varlığından yararlanıp kendini ortaya koymak zorundadır.
Hakkın Zaferi İçin Fedâkârlık ve Mücâdele
Cennete girmenin yolu, hak için sabır ve eziyetlere katlanmaktan geçer. İşte Allah Rasûlü ve beraberindeki mü’minler, bu çilekeş yolun en zorlu yolcularıydı, Allah Rasûlünü bir an için gözlerimizin önüne getirip şöyle bir tefekkür edelim. Risâletinden önce birçok sıkıntılardan geçtiği gibi, peygamber olduktan sonra da daha zorlu günlerle karşı karşıya gelmiş, hakkı ayakta tutmak için birçok sıkıntıya katlanmış, birçok arkadaşını şehid vermiş ve ömrünü hakkın üstünlüğü için böyle tamamlamıştı. Onun bütün amacı, Rabbini hoşnut etmek ve görevini hakkıyla ifa etmekti. Ve bunu da bütün güçlüklere rağmen Allah’ın yardımıyla tamamlayarak ayrılmıştı arkadaşları arasından.
Allah, hikmeti gereği nefisleri sınava tâbi tutar, iyileri kötülerden ayırarak mükâfatlandırır. Altın nasıl ateşle cürufundan ayıklanıp temize çıkartılıyorsa, insanlar da aynı şekilde kirden, pastan ve günahlardan arındırılmalıdır. Bu Allah’ın sünnetidir. İnsan nefsi doğal olarak cahil ve zâlimdir. Cehalet ve zulüm sebebiyle nefiste eritilmesi ve bu curuf (günaha meyil), ya İslâm’a teslim olmakla temizlenecek veya cehennemde ateşle temizlenecektir. İşte hak budur. “Asra yemin olsun ki insan, gerçekten husrân/ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnâdır.” 3607
Asr-ı saâdeti gözler önüne getirelim: Peygamberimizin ve iman edenlerin temsil ettiği hak cephesine karşı bâtılın temsilcileri, uzlaşma teklifleriyle tâviz kopartamayacaklarını gördükten sonra, her türlü zulümlerini açığa çıkarmaya başlamışlardı. Tehditler, işkenceler, öldürmeler... Bütün bunlara karşı Rasûlüllah’ı destekleyen, onların bilemediği ve anlayamadığı bir güç vardı bütün yalancı güçlerin üstünde. İşte o gücün sayesinde gün geldi, devran döndü; tarih 630’a geldi ve nihâyet kendi canı gibi korudukları putları ve Mekke’leri, artık müslümanlara terk etmişti her şeyini. İşte böylece ‘Hak geldi ve bâtıl yok olup gitti.” Hakkın önünde hangi duvar ayakta kalabilir ki? Hakkın ve müslüman halkın önünde hiç bir duvar ayakta duramaz. Yeter ki müslümanlar sorumluluklarını anlasınlar ve yeter ki bu sorumluluklarını yerine getirsinler. Yeter ki müslümanlar hakka sahip çıksınlar.
Allah rasülü’nün Arap yarımadasında kısa bir dönemde hakkı bâtılın tepesine indirip hakkı iktidar etmesi, bilindiği üzere, kolay olmamıştır. Başta Rasûlülllah
3607] 103/Asr, 1-3
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 777 -
olmak üzere mü’minler birçok eziyetlere katlanmış, boykotlara tahammül etmiş, hicretlere katılarak evlerini, yurtlarını, ticaretlerini, ziraatlarını, işlerini, eşlerini, aşlarını geride bırakmışlardı. Medine’deki Ensar da kardeşleri muhâcirlerle bütün mal varlıklarını paylaşarak onları barındırmışlardı. Bu fedâkârlık örneğini bir daha tarih asla kaydetmemiştir. Bütün bunlar da yetmiyormuş gibi, Ensar ve muhâcir el ele vererek müşrik, yahudi ve hıristiyanlara zorlu savaşlar vererek birçok şehid ve birçok yaralı geride bırakmışlardı. İşte bu fedâkârlık, bu inanç ve bu bağlılık sayesinde hakkın temsilcileri muzaffer oldular. Zaferin yöntemi, hakkı sahiplenmenin yolu budur. Rasûlüllah’ın ümmeti ve takipçisi olduğunu iddia edenlerin, bu metod ve yöntemden başka bir yol aramaları, hakka bâtılı karıştırmak, hakkın bâtıl yoldan başarılı olması gibi olmayacak duâya âmin demek ve imtihanı kaybetmektir. Hakkın hâkim olması için mutlaka fedâkârlık ve zorluklara katlanmak, tâğutlara boyun eğmeden tâvizsiz bir şekilde hakkı müdafaa etmek gerekir. Bu işin prosedürü, iman, kulluk/ibâdet, fedâkârlık, cihad, sabır, azim ve cesarettir. Bunlardan herhangi biri eksik olursa, başarı oranı o nisbette azalır. 3608
Hak-Bâtıl Mücâdelesinde Hak, Er ya da Geç Muzaffer Olacaktır. 3609
Müslüman, inandığı dinin yükümlülükleri ne ise, onları yerine getirebilmek için, yine bu hak dinin ve tek önderi peygamberinin belirlediği usûl ve çerçeve içerisinde çalışmakla, hak dini hükmetmek mevkiine getirip o mevkide korumakla görevlidir. Bu vecîbeyi müslümana telkin eden, onun sahip olduğu inançtır.
İslâm’ın hâkim olmadığı coğrafyalarda yaşayan müslümanlara egemen düzenler, maksatlarını gerçekleştirmeleri doğrultusunda girişecekleri çaba ve faaliyetlerinde müslümanlara engel olmak isteyebilirler. Onların karşısında, kendilerinin ürettikleri putları olan hukuk düzenlerine aykırı davranmakla itham ederek; bölücülük, teröristlik, anarşistlik, radikallik, fundemantalistlikle, dini siyasete âlet etmekle ve benzeri ithamlarla karşı çıkabilir, suçlayabilir, ya da karalamak isteyebilirler. Zulüm ve hevadan başka bir şeyin ifadesi olmayan sözüm ona adâlet mekanizmalarını çalıştırabilirler. Bütün bunlar, müslümanlar için mukadder şeyler, sünnetullah gereği engellemeler olarak görülmelidir.
Unutmamak gerekir ki, müslümanın davranış ve tutumları, meşrûiyetini/haklılığını Allah’ın hükümlerine uygunluktan alır. İslâm’ın temelden reddetttiği İslâm dışı hukukların hükümleri, müslümanların Allah’ın emri olan İslâm’ı, İslâm hukukunu hayata egemen kılma mücâdelesini hukukî bakımdan değerlendirmeye ya da mahkûm etmeye esas ve kıstas alınamaz.
Müslüman, yalnızca inancının gereğini yerine getirmek istiyor, egemen kâfirler de bu yolda her türlü zulümle karşı koyuyor, müslümanı engellemeye çalışıyorlarsa; onlara Hz. Peygamber’in söylemekle emrolunduğu şu sözlerden başka ne söylenebilir: “İman etmeyenlere de ki: ‘Elinizden geleni yapın; biz de yapacağız. Bekleyin; çünkü biz de bekleyicileriz.” 3610
3608] Beşir İslâmoğlu, s. 61-63
3609] 2/Âl-i İmran, 139; 7/A'râf, 118; 8/Enfâl, 8; 9/Tevbe, 33; 13/Ra'd, 17; 17/İsrâ, 81; 21/Enbiyâ, 18; 24/Nur, 55; 42/Şûrâ, 14
3610] 11/Hûd, 121-122; M. Beşir Eryarsoy, İslâmî Hareket ve Problemleri, s. 129; Râgıp el-Isfahanî, Müfredat, s. 250
- 778 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hak Verilmez, Alınır
Allah, âlemlerin rabbidir; O, rahmân ve rahîmdir. Kullarına büyük merhametinden dolayı, onlara sayılmayacak nimetler vermiştir. Bu nimetlerin bir kısmına temel insan hakları denir. Bunlar, din emniyeti, nefis emniyeti/can güvenliği, akıl emniyeti, nesil emniyeti, mal emniyetidir. İslâm, her insanın onurunu, namusunu, özgürlüğünü, dinini, malını, canını, geçimini ve işini garanti altına alır. Bütün insanlar, doğuştan bu haklara sahiptir; bu hakları yaratıcıları Allah vermiştir, kimsenin bu hakları insanın elinden almaya hakkı yoktur.
İslâm’ın dışındaki bütün beşerî düzenler, bu hakların bir kısmını insanlara lutfediyor gözükürken, kendi çıkarlarını zedelediğini düşündükleri nice hakları gasbetmektedirler. O yüzden İslâm’ın dışındaki tüm düzenler ve dünya görüşleri zulüm; bunları uygulayanlar da zâlimdir. “Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir.”3611 Totaliter rejimlerde kişilere ve gruplara verilecek, tanınacak hakların belirleyicileri, iktidarı elinde bulunduranlardır. Onların lutfedip verdikleri alınır ve kullanılır, vermedikleri ise talep bile edilemez. Demokrasilerde ise, haklar, kanunlarla verilir, kanunlar da halkın irâdesine dayanır.
Hakk’ın değil de; halkın irâdesine dayanan sistemin Hak düzeni olamayacağı bir tarafa, iddia edildiği gibi, kanunların yapılışında olsun, işleyiş ve uygulanışında olsun halk iradesinin dışında güçler devreye girmektedir. Kurtlar sofrasında dişini gösterecek kadar gücü olanlar hak alırken, diğerleri avuçlarını yalarlar. Silâhı, sermayeyi, medyayı, locaları, örgütleri ve iktidarı elinde tutanlar, aralarında uzlaşarak haklarını (hak etmediklerini) alırken, bunlardan mahrum olanlar açıkta kalmaktadır. Demokrasilerde de, faşizan ve totaliter rejimlerde de olduğu gibi hak verilmemekte, gücü olanlar tarafından alınmaktadır. Zulüm yönüyle temelde beşerî düzenler arasında bir fark yoktur; sadece hakları paylaşan sınıflar, zâlim ve sömürücü gruplar değişmektedir.
Kâğıt üzerinde kalan, insanları susturmaya ve kandırmaya yarayan bazı anayasal haklar, uluslararası haklar, insan hakları evrensel bildirileri, insan hakları kurumları... koyunları belirli istikamete sürmek için çobanın elinde tutarak sadece göstermekle yetindiği otlara benzemektedir. Medyanın haktan hukuktan bahsetmesi, bazılarının nutukları, insan hakları savunucuları(!) da kaval çalan çobanlar, çoban yardımcıları ve işbirlikçileri.
“İnsanların, inanç hürriyetleri sınırlandırılamaz, herkesin inandığı gibi yaşama hakkı vardır, herkesin okuma hakkı ve hürriyeti vardır...” anayasalarda buna benzer daha nice madde vardır ki, haksızlık/zulüm hak maskesi taksın. Uygulamalar ise... Başörtüsü ile okumak isteyen, ya da öğretmenlik, doktorluk... yapmak isteyen kızların durumu bile örnek olarak yeter. Ama egemen güçler (medya, kapitalist sermaye, bürokratlar ve iktidar) benimsemiş olsa, bunları hak kabul etseydi, başörtülü bayanların kamu haklarından veya öğrenim haklarından mahrum kalmaları söz konusu olmazdı. Hak anlayışı ve hakkın hâkimiyeti en azından bu konuda farklı olurdu.
Güçlülerin insafa gelip müslüman halka haklarını vermelerini bekleyenler, cehennemde köşk bekleyenler gibidir. “Hukuk devletinin kurumları hakları korur, demokrasi, halkın yönetimidir, mahkemeler, hâkimler, kanunlar...” mı?
3611] 5/Mâide, 45
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 779 -
Güldürmeyin insanı. Bunlar, haksızlıkların emniyet sibobudur, barajlarıdır. İç ve dış hukuk konusunda yine yukarıda sayılan grupların hevâ ve istekleri söz konusudur. Demokrasiler dâhil, bütün beşerî düzenlerde, etkili ve yetkili kimseler, insanların haklarını kendi hevâlarıyla kanunlaştırmışlar, bunun dışında kimsenin bir hakkını kabul etmeyecek düzenleme ve yasaklar koymuşlardır; Bu da yetmemiş, eski müşrikler gibi acıktıklarında elleriyle yapmış oldukları helvadan kanunları/putları yiyivermişlerdir. Doymayan iştah sahibi oldukları ve helvayı da çok sevdikleri bilinirse, kendiliğinden bunun sona ereceğini beklemek, kıyameti beklemektir.
İnsanı en iyi tanıyan Rabbimiz, insana hiçbir ideolojinin veremeyeceği gerçek haklarını vermiştir; kadın-erkek, Arap-Acem, beyaz-zenci, yönetici-yönetilen, zengin-fakir, soylu-garip... gibi ayrımların tümünü reddederek. Kula kulluğun her çeşidini, tahakküm, zulüm ve sömürüyü yasaklayan Rabbimiz, kul hakkını ihlâl etmeyi af kapsamı dışında tutmuş, insanı yaratıklar içinde en yüce mevkiye yerleştirmiştir. O yüzden, Allah’ın hudûdunu korumadan, şeriatın emir ve yasaklarını dikkate almadan, Kur’an ahlâkını tatbik etmeden insan haklarını, kul hakkını savunmak, demogoji yapmaktan, yapılan zulümleri maskelemekten öte bir anlam ifade etmeyecektir. Unutulmamalıdır ki, “hudûdullah” korunmadan “hukukunnâs” korunamaz.
Allah’ın verdiği hakları, müslümanlardan ve mazlum tüm insanlardan almaya kimsenin hakkı yoktur. Ama mazlumların dilenerek haklarını geri alabildiklerini tarih kaydetmez. Hakları Allah vermiştir. Beşer, hakkın tanımında Hakk’ı ölçü kabul etmediği müddetçe hakları hak sahibine dağıtamaz/dağıtmaz. Hak verilmez, alınır. Zâlimlerden hakkı, söke söke almak istiyorsak, Hakk’ın emri doğrultusunda cihad, hem hakkımız hem görevimizdir.
Unutmamak gerekir ki, “hak”dan önce “ödev” vardır, sorumluluk vardır. Allah’ın üzerimizdeki haklarını hatırımızdan çıkarmamalı ve O’na karşı görevlerimizi kuşanarak, emanete ihanet etmediğimizi isbat etmeli; kulluk bilinciyle diğer kulların haklarına da riâyet edip, elinden ve dilinden güven duyulan insan olmalıyız. İşte o zaman hak yerini bulacak, hak ettiğimiz yere Hakkın yardımıyla ulaşacağız. Bâtılı söküp atmak da bizim kulluk görevlerimizden biri olduğundan bâtılı reddetmeyi, bâtılla mücâdeleyi mü’min olmak için olmazsa olmaz bileceğiz.
Hakkı bâtılın tepesine indirip, bâtılın beynini darmadağın edeceğini ve böylece bâtılın yok olup gideceğini belirten3612 Allah’tan bu görevde bizleri memur etmesi, memur ettiğini düşünüyorsak, görev bilincini kuşanmamız için yardım etmesi duâsıyla...
“Olmak istersen cihande eğer makbûl-i ins ü cin
Ne kimse senden incinsin, ne sen bir kimseden incin!”
Allah’ım, bize hakkı hak olarak göster ve o hakka tâbi olmamız için yardım et!
Bâtılı da bâtıl olarak bize göster ve bâtılın her çeşidinden kaçınmayı nasib et!
3612] 21/Enbiyâ, 18
- 780 -
KUR’AN KAVRAMLARI
HAKKA BÂTILI KARIŞTIRMAK
İsrâiloğullarının Hakka Bâtılı Karıştırmaları
İsrâiloğulları, Hz. Musa’nın bütün ikazlarına rağmen Tevrat’a sahip çıkamadılar, onu koruyamadılar, onu tahrif ettiler. Bu tahrifatın kökeninde yahudi din adamlarının duyarsızlığı yatıyordu. Bel’amlar, kendileri Kitab’ı öğrenmek kaydıyla muhafaza etmedikleri gibi, halka da öğretmiyorlardı. Kutsal kitabın kaderi tamamen ruhban sınıfa kalmıştı. Kutsal kitap, halk arasından tamamen çektirilmişti. Kitaba ancak ruhban sınıf ve aristokrat sınıf ulaşabilirdi. Onlar da Kitabı mevcut statükoya göre, egemen güçlerin arzuları istikametinde yorumluyorlardı. Hele kutsal kitap, halkın arasından çektirildi mi, halk tamamen cahil hale gelir ve bütünüyle şirk, hurâfe ve bid’at ve sapıklıkla baş başa kalır. İşte yahudi din adamları ve hahamları kitabı muhafaza edecekleri yerde revaçta olan yaygınlık ve özen kazanan bâtıl ve sapık inançlara, ahlâkî bozukluklara Tevrat’tan dogmalar bulmaya çalışarak onları meşrû gösterme gayreti içine giriyorlardı. Hatta Tevrat’ta bulunmayan dogmaları da kendi felsefelerinden türeterek tahrifata çalışıyorlardı.
Öyle oldu ki artık Allah’ın kutsal kitabı olan Tevrat, din adamları ve hahamlar elinde bir taslak, bir oyuncak oldu. Bu kimseler, Allah’ın kitabını kendi hevâ ve istekleri, kendi felsefe ve sapık inançları doğrultusunda istedikleri gibi nesh ediyorlardı. Nesh ederlerken, mensuh âyetler yerine kendi hezeyanlarını yerleştirerek akamete uğratıyorlardı. Kısaca bu beyler, menfaatleri istikametinde her türlü tefsir ve te’vile sahiptiler. Her türlü ekleme ve çıkarmalar için kendilerini yetkili görüyorlardı. Bütün bu yapılanlar yetmiyormuş gibi, “bunlar Allah katındandır” diye tescillendiriyorlardı. Böylece, birçok felsefecinin, tarihçinin, müfessirin, yorumcu, bid’at ve hurâfeci masalcının görüşleri mukaddes kitaba sokularak Allah’ın kelâmı oluverdi. Bu saçmalıklar Allah’ın kelâmı oluverince de kim bunlara karşı çıktıysa hemen dinden çıkmış sayıldı.
Kur’ân-ı Kerim, yahudi ve hıristiyanların birçok yanlış ve sapık davranışlarından söz eder. Üzeyir ve Mesih’i ilâh olarak kabul etmeleri gibi. Kutsal kitabı değiştirdiklerine dair de şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler, gerçekten yahudi hahamlarından/bilginlerinden ve hıristiyan râhiplerinden çoğu insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah yolundan çevirirler.”3613; “Ey iman edenler, onların (yahudilerin) size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa ki onlardan bir zümre, Allah’ın kelâmını işitirler de iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi/değiştirirlerdi.”3614; “Elleriyle Kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için ‘Bu Allah katındandır’ diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü yazıklar olsun onlara!” 3615
Kur’anî ifadeler, görüldüğü gibi bunların kitaplarını tahrif ettiklerini, yer yer kendi elleriyle yazdıklarını kesinleştiriyor. Tarihte yahudi din adamları ve hahamları kutsal kitap olan Tevrat üzerinde nasıl oynamışlarsa, bugün de korumasız kalmış laik ülkelerdeki durum aynıdır. Günümüzde de son kitap olan Kur’an üzerinde benzer tahrifatlar, kasıtlı ve yanlış yorumlarla yapılmaktadır. Din sahipsiz
3613] 9/Tevbe, 34
3614] 2/Bakara, 75
3615] 2/Bakara, 79
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 781 -
kalınca, bütün işler resmî din kurumlarına terkedildi. Bu teşkilâtların bağlı olduğu otorite hangi dine ve ne tür bir düzene ve hangi yasalara bağlıysa, din teşkilâtı da o dine bağlı sayılacaktır. Yani bu laik kurumların İslâm’a, Kur’an’a, müslümanların haklarına sahip çıkması bu şartlarda mümkün değildir. Kaldı ki böyle bir görev de zaten onlardan beklenemez. Laik toplumlarda bu derece sahipsiz kalan dini, her isteyen etkin kişi, istediği gibi tahrif etmeye başlar. Din ve Kitap üzerinde o kadar oynanıyor ki, hakkı hâkim kılmak ve sadece Allah’a kulluk için gönderilen din, özellikle laik ülkelerde, artık statükoyu ayakta tutma ve zorluklar esnasında zâlim yönetimlere koltuk değneği olma görevi görüyor. Her canı isteyen, istediği şekilde Allah’ın âyetlerini amacı dışına çıkarıyor, istismar edebiliyor. Yani Allah’ın vahyi, hevâ ve isteklere göre yorumlanıp şekillendiriliyor.
İşte din, böyle garip bırakalınca, düşmanlar tarafından bid’at, hurâfe, israiliyat ve şirk unsurlarından niceleri Hak Dine katılmaya başlandı. Ve yıllar sonra da bunlar İslâm’dan sayıldı ve câhil halka dinin esası gibi sunulmaya çalışıldı. Bunların Kur’an ve sahih sünnete göre yeniden sağlamasını yapıp bâtıl ve hurâfeleri ayıklamak, ilim sahibi mü’minleri beklemektedir. Bu çok zor görünse de mutlaka yapılmalıdır. Bizim Ehl-i Kitap’tan farklı bir yönümüz vardır ki o da Allah kelâmı olan Kur’an’ın dokunulmazlığı, Allah tarafından korunmasıdır. İşte bu konum itibarıyla biz yeniden Kitabımız’a sahip çıkabiliriz. Yeter ki bu bilinci kazanalım, yeter ki bu konuda yeterince formasyona sahip olalım.
İsrâiloğullarının sapık boyutlarını irdelediğimizde gerçekten birçok açık hakikatleri inkâr ettiklerini veya değiştirdiklerini görürüz. Hz. Muhammed’in vasfını Tevrat’tan kaldırmaları,3616 “İbrahim (a.s.) bizim dinimiz üzeredir” diyerek ona iftira etmeleri,3617 kendi yorumlarını “bu Allah’ın Kitabındandır” diyerek Allah’a iftirada bulunmaları,3618 yahudiler Allah’a vermiş oldukları misaklarını bozdukları için, Allah’ın onların kalplerini kaskatı etmesi, onların kelimeleri yerlerinden oynatarak tahrif etmeleri.3619 Onlar peygamberlerini öldürerek suç işleyince ölümü asla temenni etmemeleri.3620 Yine Allah’ın indirdiği Kitaptan Hz. Muhammed’in (s.a.s.) vasfını gizleyip para almaları gibi. “Allah’ın indirdiği Kitaptan bir şeyi (âhir zaman peygamberinin vasıflarını) gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah kendileriyle ne konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onlar, doğru yol karşılığında sapıklığı, mağfirete bedel olarak da azabı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar! Bu azabın sebebi, Allah’ın, hak olarak indirmiş olduğu Kitab’ıdır (Kitabın hükmünü gizlemeleridir). (Hak olarak inen Kitab’ı farklı yorumlar yapıp) Kitapta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir.” 3621
Hakka Bâtılın Karıştırılması
“Hakka bâtılı karıştırmayın, bildiğiniz halde hakkı gizlemeyin.”3622 Elmalılı Hamdi Ya3616]
4/Nisâ, 46
3617] 3/Âl-i İmran, 65
3618] 3/Âl-i İmran, 78
3619] 5/Mâide, 13
3620] 2/Bakara, 95
3621] 2/Bakara, 174-176; Beşir İslamoğlu, Hak Bâtıl Mücadelesi, s. 25-46
3622] 2/Bakara, 42
- 782 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zır, şu açıklamayı yapar: “Bu âyetin anlamı çok kapsamlıdır; ilme ve amele dair hususları kapsar. Bilgiçlerin hilelerine, yalan dolanlarına ve bozgunculuklarına, hatta ticaret ehlinin karışık işlerinden ve hâkimlerin haksız hükümlerine varıncaya kadar hepsine şümulü vardır. “İnsanları aldatmayın, sahtekârlık yapmayın” mealinde bir genellemeyi ifade eder. Bununla beraber (kelâmın) sevki, özellikle ilmî değeri hedef alıyor. Nice kimseler vardır ki, ilmî gerçekleri bozarlar, kötüye kullanırlar, onları kendi heveslerine göre evirip çevirerek aslından çıkarırlar; bakırı yaldızlarlar, altın diye satarlar.” 3623
Bu âyetle ilgili olarak İbn Kesir’in verdiği bilgiler ise şöyledir: “Başkasını saptırmak ancak iki şekilde olur. Söz konusu olan başkası eğer hakkın delillerini işitmişse, onu saptırmak, ancak ondaki bu delilleri karıştırıp bulandırmak ile mümkündür. Eğer o delilleri işitmemiş ise, o kişiyi saptırmak, ancak bu delilleri ondan gizlemek ve onlara ulaşmasına mâni olmakla mümkün olur. “Hakka bâtılı karıştırmayın” âyetin bu bölümü, birinci kısma, yani delilleri o kimsenin zihninde bulandırmaya; “hakkı gizlemeyin.” Buyruğu da ikinci kısma, yani o adamın delillere ulaşmasına engel olmaya işaret etmektedir. Âyetin mânâsı şöyledir: “Dinleyicilere yönelttiğiniz şüpheler ile, onlar vasıtasıyla hakkı bürümeyin, gizlemeyin.” Tevrat ve İncil’de geçen Hz. Muhammed (s.a.s.) ile ilgili âyetler, anlaşılması için istidlâle ihtiyaç duyan kapalı metinler idi. Sonra ehl-i kitabın bu âlimleri, şüpheler atmak suretiyle, bu nasların delâlet yönlerini bulandırıyorlar ve onlar hususunda mücadeleye girişiyorlardı. “Hakka bâtılı karıştırmayın” âyetinden maksat budur. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın: “Hakkı yenebilmeleri için, bâtıla tutunarak mücadele edip durdular.”3624 âyetinde zikredilen husustur.
“Bildiğiniz halde, bile bile” âyetin bu bölümüne gelince, bunun mânâsı şudur: “Yani siz, insanları saptırmanızdan dolayı, kıyamet günü size dönecek olan büyük zararı biliyorsunuz; bunu bile bile yapmayın.” Hakkı bâtıl ile karıştırmak kıyamet gününe kadar onları haktan men etmeye ve kıyamete kadar bâtıl üzerinde bulunmaya sebep olmaktadır. Onun yerinin büyük olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Bu hitap, her ne kadar yahudiler hakkında vârid olmuşsa da, diğer bütün insanlar için de bir uyarı ve onları böyle bir şeyden sakındırmadır. Bu sebeple, hitap her ne kadar şeklen hususî ise de, mana cihetinden umumidir. Âyet, Hakk’ı bilen kimsenin onu ortaya koymasının vâcib, gizlemesinin ise haram olduğunu gösterir.” 3625
Bu âyet İnsana zehiri billûr kâsede veya altın kadehte, çoğunlukla da bal şerbeti içinde sunarlar. Müslümanı saptırmak için gelenler, kâfir kıyafetinde gelmez; müslüman görünümünde gelir. Allah’ın âyetlerinden hareket ederek kâfirlerin sistemleri ile Kur’an’ın uyuştuğunu açıklamaya çalışır.
Bâtıl, kendine özgü bir varlığı olmadığından ve her zaman asalak olarak hakkın varlığından yararlanıp kendini ortaya koyduğundan dolayı, ya hak maskesi takacak veya hakla karışarak ayakta durabilecektir. Bâtılın, hayatını sürdürebilmesi, sürekli olarak hak’tan yararlanması ve kendini hak olarak göstermesiyle mümkün olabilmektedir. Bunu gerçekleştirmek için bâtılın, sürekli hak unsurları da içerisinde bulundurmaya ve karma bir şekilde ortaya çıkmaya çalıştığı görülür.
3623] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Azim Y. 1/285
3624] 40/Mü'min, 5
3625] Fahreddin Râzi, Mefâtihu'l-Gayb (T. Kebir), 2/471-472
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 783 -
Hz. Ali bu konuda şöyle der:
“Eğer bâtıl, hak ile karıştırılmaz ve ondan ayrılırsa, hak peşinde olan halk sapmaz. Eğer hak, bâtılın kılıfından sıyrılır ve müstakil olursa kötülük peşinde olanların dili ondan kesilir. Ancak haktan bir bölüm ve bâtıldan da bir bölüm alınarak birbirine karıştırılıyor ve insanlara öylece sunuluyor.” 3626
Tarihte olduğu gibi günümüzde de bâtıl çeşitli ad ve maskeler altında hak kisvesine bürünerek hedefine varmak istemekte ve bu hususta her türlü şeytanî güçten yararlanmaktadır. Sayısız tâğûtî devlet, rejim ve ideolojiler “hak taraftarı” olduklarını ileri sürerek yetkileri ellerine geçirmiş, bu konuda hak adını kullanarak, hakkı istismar ederek halkın yardımını veya sessizliğini görmüştür. Fakat yönetimleri ve davranışlarıyla, bâtıl oldukları halk tarafından fark edilince iş işten geçmiştir. Nice teşkilâtlar, örgütler de buna benzer bir yol takip etmiştir. Meslelâ “insan hakları” diye birtakım kanunlar hazırlanmış ve emperyalistler bu ad altında kendi iğrenç bâtıl hedefleri istikametinde ilerlemekte ve müstaz’af insanları sömürmekte, toplumların hakkına, hak adına tecavüz etmektedirler.
Nehcü’l-Belâğa adlı eserde Hz. Ali’nin bir hutbesinin bu konuyu açıkladığı belirtilir: “Fitnelerin, fesâdların başlangıcı, nefsânî hevâ ve heveslerdir. İnsanlar da onlara uyuyorlar. Yani insanlar nefsânî hevâ ve heveslerin tesiri altında kalıyor ve daha sonra Allah’a ibâdet edeceklerine nefsânî hevâ ve heveslerine tapıyorlar. Nefsânî hevâ ve heveslerinin peşinden gitmek isteyen ne gibi bir şeyden yararlanıyor? Hakkın gücünden yararlanıyor. Din kılıfı altında bir bid’at meydana getiriyor. Zira gücün dinde olduğunu biliyor.
Bir şeyi din adına açıklamaya başlıyor. Meselâ filanca âyetin, Kur’an’da bu konuyu açıkladığını, gâyesinin bu konu olduğunu söylüyor. Bir hadis uyduruyor ve Peygamberimizin şöyle buyurduğunu söylüyor. Yani aslında Kur’an’ın, Peygamber’in ve İmam’ın gücünden yararlanıyor. Hakikat olmayan şeyin üzerine hakikat markası vuruyor. Bunlarda Allah’ın kitabına muhalefet ediliyor. Bunun üzerine insanlardan bir grup birleşerek beraberce, Allah’ın dininden uzak olan bir hizip, cemiyet teşkil ediyorlar. İşte bu bid’attir ve bid’ati müdafaa etmek için onu bir din olarak halk arasında tebliğ ediyorlar.
Öyleyse eğer bâtıl hak ile karışmaz ve ondan ayrılırsa, hak peşinde olan halk sapmaz; zira halkın çoğu hanîf ve hak peşinde olanlardır. Ama gelip hakkı bâtılla karıştırıyor ve halkı şüpheye düşürüyorlar. Yani halk, yanlışlıkla hakkın yerine bâtıla ve bâtılın yerine hakka doğru gidiyor. Eğer bâtıl, haktan ayrılır ve onunla karışmazsa, hanîf ve hak tâlipleri hakkın ne olduğunu hemen anlarlar. Zira halkın çoğu hakkın tâlipleridir; bâtılın değil.
Eğer hak, bâtılın kılıfından sıyrılır ve müstakil olursa, kötülük peşinde olanların dili ondan kesilir. Zira hakkın hiç bir zaman inanmayanlara fırsat verecek şekilde bir kötü sonucu yoktur. Eğer hak ile bâtıl karışırsa, bir kısım insanlar, ona sırf hak gözüyle bakar ve daha sonra onun eserlerini, sonuçlarını gördüklerinde, kötü olduğu farkına varırlar. Dini reddedenler fırsattan yararlanarak, dini kötülemeğe başlarlar. Halk, kötü sonuçların, bâtıla ait olduğunun farkına bile varmaz.
3626] Mutahhari, Hakk ve Bâıtl s. 9-10
- 784 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ancak haktan bir bölüm ve bâtıldan bir bölüm alınarak, bunlar birbirine karıştırılıyor ve halka sunuluyor. Birinin arpayı buğdaya katarak, buğday diye satması gibi. Halk akşam onu yedikleri zaman, etkisini ertesi sabah anlayacak ve önceki akşam yediklerinin buğday olmadığının farkına varacak. İşte bu merhaleye gelip çatıldığı zaman şeytan kendi dostlarına musallat olur. Yani şeytan da araç olarak hakkı kullanır. Bâtıla karıştırılmış hakkı bâtıl örtüsü altında saklanan hakkı. İşte âyette, bâtılın haktan yararlandığının belirtilmesinden çıkan mana budur. Su eğer bulunmasaydı, köpük iki adım dahi ilerleyemezdi. Bâtılın hareket etmesi ise, hakkın üzerine binmesinden ileri geliyor. Nitekim Kur’an da, bâtılın değersiz ve kof olduğunu açıkça bildirmiştir.” 3627
“Yarım hakikat, çok kere muazzam bir yalandır.”
“Gerçeğin yarısını söylemek, hiç bir şey söylememektir.”
HAKLA BÂTILIN KOALİSYONU: UZLAŞMA
Tâviz ve uzlaşma anlamında Arapça’da “müdâhene” kelimesi kullanılır. Müdâhene; yağ çekmek, okşamak, yumuşak davranmak, uzlaşmak, müsâmaha göstermek, hoşgörü, kararsızlık göstermek gibi anlamlara gelir.3628 Dolayısıyla hakka bâtılı karıştırmak deyince, Arapça “müdâhene” ve Türkçe “tâviz” ve “uzlaşma” kavramlarını gündeme getirmemek uygun olmaz. Bu kelimeler aşağı yukarı aynı anlamlarda kullanılırlar: İkiyüzlü davranmak, net ve açık olmamak, bâtılı ve düşmanı hoş görmek, idâre-i maslahatçılık yapmak anlamında bu kelimelerden biri kullanılabilir. Bunlar, genellikle dinin tasvip etmediği ahlâkî problemler olmakla birlikte, bazen itikadî bir sorun olarak da karşımıza çıkmaktadır. Uzlaşma ve tâviz, itikadî farklılı önemsememek ve mevcut düzenle ve egemen çevrelerle sürtüşmesiz yaşamaktır. Uzlaşma; inanç, duygu ve eylem alanlarının bölünmesini sonuçlandıran bir tavırdır.
Bâtıl taraftarlarının hak dâvâ adamlarına karşı tavırları, mücadele etme, karşı çıkma, zulüm ve işkenceye başvurma olduğu gibi, aynı zamanda hak dâvâyı saptırmak için tâviz ve uzlaşmadır. Tâviz ve uzlaşma, bâtıl savaşçılarının önemli bir silâhıdır; kalleşçe kullanılan bir silâh. Uzlaşma teklifi, bâtılın hak karşısında geri çekilmeye başlamasının göstergesi olduğu kadar; kendini korumak için hakkı pasifize etmeyi amaçlayan şeytânî bir taktik ve metoddur. Onlar bu tavır ve istekleriyle, bir taraftan İslâmî hareketi ilkelerinden saptırmak, diğer yönden de onu etkisizleştirmek ve halkın gözünden düşürecek propaganda aracı yapmak isterler. Uzlaşmaya yanaşan mü’minleri böylece ilkelerinden tâviz veren, uzlaşmacı, dâvâsını satan, kıvırtan, menfaatçi, pragmatist, zayıf karakterli ve kişiliksiz ilân edebilecekler ve kamuoyunda küçük düşürecekler, gelişmeyi durduracaklardır.
Hakkı savunan insan için ise uzlaşma, en hafif deyimle bir bid’at ve dalâlet, bir sapma, dünyayı âhirete tercih etme ve sahip olunması gereken müslümanca şereften mahrum olmadır. İlkesizliktir, günü kurtarmaya çalışmaktır, idâre-i maslahatçılık ve pragmatizmdir. Hakkı olmadığı halde Allah’ın dini üzerine pazarlık yapmaktır. Suça ve suçluya göz yummaktır.
3627] A.g.e. s. 68-72
3628] Râgıp el-Isfahanî, Müfredat, s. 250
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 785 -
Hak dâvânın mensuplarından Cenâb-ı Hakk’ın istediği şeyler: Hakkı eğip bükmeden söylemek, Allah’ın hükümlerini tebliğ edip uygulamak, emrolunduğu şekilde sırât-ı müstakim çizgisinde sapmadan dosdoğru hareket etmek, bâtıla karşı net tavır koymak, takvâ, cihad ve sabır silâhlarını kuşanmak, tâviz ve uzlaşmaya yanaşmamaktır. Bir müslümanın vahiyle belirlenmiş herhangi bir prensipten vazgeçmesi, hakkında nass olan bir konuda pazarlık yapması inancıyla bağdaşacak bir tavır değildir. Allah’ın emirlerinin büyüğü-küçüğü, temeli-teferruatı, önemlisi-önemsizi, tâviz verilecek olanı-olmayanı olmaz. İman esasları ve dinin ilkeleri, bölünme kabul etmeyen bir bütündür. Rasûller ve onların vârisleri âlimler başta olmak üzere İslâmî hareket mensupları, Allah’ın rızâsından başka beklentileri olmayan âhireti dünyaya tercih eden dâvâ erleridir. Onlar, etkin ve yetkin müşriklerin tehdit ve zulümlerinden korkmayacakları gibi, dâvâlarını ve kendilerini pazarlık aracı yapamazlar, kiralayamaz ve satamazlar. Bir müslümana Allah’ın vereceği karşılıktan/ödülden daha büyük bir bedel icad edilememiştir, edilemeyecektir. Onlar, halktan bir karşılık istemezler, onların ücretlerini Allah verecektir. 3629
Abese sûresinin nüzul sebebinden de öğreniyoruz ki, Rasûlullah tarafından bile, daha geniş kitleleri harekete katmak, dâvâya hizmet için dahi olsa, bir müslümanın rencide olabileceği en küçük bir davranış onaylanmaz; nerede kaldı ki dâvâyı/İslâm’ı rencide edecek bir tavır, yani tâviz Kur’an’dan destek ve cevaz bulsun!
Tâviz vermeksizin anlaşma yapmak ayrı şeydir; uzlaşma ayrı. İslâm’ın hükümleri konusunda en küçük bir pazarlık yapmaksızın, Allah’a gerektiği gibi kulluk yapmak, O’na hiç bir şeyi ortak koşmamak, dini eğip bükmeden, saptırmadan yaşayıp tebliğ etmek gibi temel ilkelerden tâviz vermeden kâfirlerle anlaşma yapılabilir. Yeter ki İslâm’ın ve müslümanların izzetine zarar verilmesin. Ama unutulmamalıdır ki, bâtılı savunan çıkar gruplarının esas amaçları, İslâmî hareketi saptırmak veya satın almak ya da boğmaya çalışmaktır.
“Öyleyse yalanlayanlara boyun eğip itaat etme. Onlar istediler ki, sen yumuşak davranıp tâviz veresin de onlar da sana yumuşak davranıp tâviz versinler.” 3630
Onlar tıpkı ticarette olduğu gibi pazarlık yapmaya, ortak bir nokta etrafında uzlaşmaya çalışıyorlar. Oysa inanç ile ticaret arasında büyük fark vardır. İnanç sahibi bir kimse inancının hiç bir prensibinden vazgeçmez. Onun gözünde büyük - küçük bütün ilkeler aynı öneme sahiptir. Daha doğrusu inanç sisteminde büyük - küçük diye bir ayırım olmaz. İnanç sistemi, her bir parçası birbirini bütünleyen bölünmez bir gerçektir. İnanç sistemine bağlı birisi, bir prensibe uyarken, bir diğerinden asla vazgeçemez.
İslâm ile câhiliyenin yolun ortasında, daha doğrusu herhangi bir yolda buluşmaları mümkün değildir. Bu durum İslâm ile her zaman ve her çağdaki cahiliye sistemleri arasında her zaman geçerli olan bir kuraldır. Bu kural dünkü cahiliye için olduğu gibi, bu günkü cahiliye içinde, yarınki cahiliye için de geçerlidir. İslâm ile cahiliye arasındaki uçurum aşılmaz niteliktedir. İkisini bir noktada buluşturmak için bu uçurumun üzerine bir köprü kurmak imkânsızdır. Bir şeyi
3629] 26/Şuarâ, 109, 127, 145, 164, 180; 11/Hûd, 29, 50-51, 80; 36/Yâsin, 21 vd.
3630] 68/Kalem, 8-9
- 786 -
KUR’AN KAVRAMLARI
paylaşmaları, iletişim kurmaları mümkün değildir. Aralarında sürekli bir çatışma vardır ve sonuçta uyuşmaları söz konusu değildir.
Peygamber Efendimiz’in uzlaşmaya yanaşması, daha yumuşak bir tutum içine girmesi, tanrılarına küfretmekten ve ibadetlerini saçmalık olarak nitelendirmekten vazgeçmesi veya bazı konularda kendilerine uyması, Dolayısıyla kendilerinin de onun dinine uymaları böylece Arap kitleleri karşısında onurlarını kurtarmaları için müşriklerin Peygamber Efendimize çeşitli tavizler vermeye çalıştıkları, uzlaşma önerilerinde bulundukları birçok rivâyete konu olmuştur. En uygun çözüm yolunu bulmaya çabalayan pazarlıkçıların her zaman başvurdukları bir yöntemdir bu. Fakat Hz. Peygamber dininde kararlıydı, dininin ilkelerini pazarlık konusu yapmaz, taviz vermez bir tutum içindeydi. Ama dinle ilgili olmayan öteki konularda insanların en yumuşak huylusuydu. İnsanlar arası ilişkilerde en güzel davrananıydı. Akrabalarına en çok iyilikte bulunan, kolaylığı ve kolaylaştırmayı en çok isteyen bir insandı. Fakat din, dindi. O, bu konuda Rabbinin şu direktifine uymak zorundaydı: “Öyleyse yalanlayanlara itaat etme.”
Peygamber Efendimiz Mekke’de en zor şartlarda bile dinini pazarlık konusu yapmamıştı. Daveti dört bir yandan kuşatıldığı ve bir avuç arkadaşı da Allah yolunda dayanılmaz eziyetlere, işkencelere uğratılmak üzere yakalanıp zincirlere vuruldukları halde güçlü zorbaların yüzüne karşı söylenmesi gereken sözü gizlemeye yeltenmemişti. Kalplerini İslâm’a ısındırmak veya baskı ve işkencelerini savmak için böyle bir manevraya gerek görmemişti. Aynı şekilde inanç sistemi ile uzaktan yakından ilgili bulunan herhangi bir gerçeği açıklamaktan da geri durmamıştı.
İbn Hişam siretinde İbn İshak’a dayanarak şöyle rivâyet eder: “Peygamber Efendimiz kavmini açıkça İslâma çağırdığı, Yüce Allah’ın kendisine emrettiği şekilde dini olduğu gibi anlatmaya başladığı ilk sıralarda, kavmine fazla bir tepki göstermedi, etrafından uzaklaşmadı. Fakat -bana ulaşan bilgilere göre- Peygamberimiz onların düzmece tanrılarını gündeme getirip onlara yönelik ibâdetlerinden dolayı onları kınamaya başlayınca büyük tepki gösterdiler. Böyle bir şeyi kabullenemeyeceklerini çeşitli vesilelerle ortaya koydular. Müslümanlıklarını gizleyen Allah’ın koruduğu mümin azınlık hariç hep birlikte O’na karşı çıktılar, düşmanca bir tutum içine girdiler. Müşriklerin bu tutumu karşısında Amcası Ebû Tâlip onu koruyucu kanatları altına alarak, savundu. Her zaman onun arkasında durdu. Peygamber Efendimiz de hiçbir şeye aldırmadan Allah’ın emrettiği şekilde O’nun dinini yaymaya çalıştı.
“Kureyş’liler, Peygamber Efendimizin kendilerinden, hayat biçimlerinden ayrılmak, düzmece tanrılarına dil uzatmak gibi hoşlanmadıkları birtakım davranışlardan vazgeçmediğini, yine Amcası Ebû Tâlib’in onu koruyucu kanatları altına aldığını, onu desteklediğini ve kendilerine teslim etmediğini görünce Rabia’nın oğulları Utbe ve Şeybe, Ebû Süfyan B. Harb B. Ümeyye, Ebû’l Buhteri (As B. Hişam), Esved B. MutTâlip B. Esed, Ebû Cehil (Amr B. Hişam, künyesi Ebûl Hakemdi), Velîd B. Muğire, Haccac B. Amr’ın oğulları Nebih ve Münebbih gibi Kùreyş kabilesinin ileri gelenleri Ebû Tâlib’e gidip şöyle dediler: “Ey Ebû Tâlip, yeğenin Tanrılarımıza küfrediyor, dinimizi aşağılıyor, fikirlerimizi saçmalık olarak nitelendiriyor, geçmiş atalarımızı sapıklıkla suçluyor. Ya onu bu işten vazgeçir irsin, ya da aramızdan çekilirsin. Çünkü sen, ona karşı bizden farklı bir konumdasın. Aksi
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 787 -
takdirde biz O’nun hakkından geliriz.” Ebû Tâlip onlara yumuşak sözler söyledi, onlara güzel karşılık verdi, onlar da çekip gittiler.
“Bu arada Peygamber Efendimiz aksatmadan faaliyetlerini sürdürüyordu, Allah’ın dininin öngördüğü hayat biçimini herkesin görebileceği şekilde uyguluyor, insanları bu hayat biçimine inanmaya, sonra da uymaya davet ediyordu. Sonra Peygamberimizle Kureyş’liler arasındaki ilişkiler gerginleşti. Gitgide birbirlerinden uzaklaştılar. Kızgınlık ta gittikçe arttı. Peygamber Efendimiz ve yaptıkları Kureyşlilerin gündeminden çıkmıyordu. O’na yönelik öfkeleri kabarıyor, birbirlerini ona karşı teşvik ediyorlardı. Kureyş’liler bir ara tekrar Ebû Tâlib’e gidip şöyle dediler: “Ey Ebû Tâlib, sen yaşlı başlı bir insansın. Aramızda saygın bir yerin var. Bundan önce yeğenini yaptıklarından vazgeçirmeni istemiştik, ama sen O’na engel olamadın. Vallahi artık, atalarımıza küfredilmesine, fikirlerimizin saçmalık olarak nitelendirilmesine, tanrılarımıza hakaret edilmesine katlanamayız. Ya O’na engel olursun, ya da iki gruptan biri helak olana kadar seninle ve onunla her türlü ilişkimizi keseriz”. -Veya buna benzer sözler söylediler-. Sonra da çekip gittiler. Kavminin kendisini terk etmesi, düşmanlığını ilan etmesi Ebû Tâlib’e ağır geldi. Ama Peygamber Efendimizi onlara teslim etmeye veya O’na verdiği desteği çekmeye de gönlü razı değildi. İbn-i ishak diyor ki: Bana Ya’kup b. Ukbe b. Muğire b. Ahnes şöyle anlattı: Kureyş’liler Ebû Tâlib’e bu sözleri söyleyince, Ebû Tâlip Peygamberimizi çağırıp şöyle dedi: “Ey Yeğenim, senin kavmin gelip bana şöyle şöyle diyor (Kureyşlilerin kendisine söyledikleri sözleri bir bir anlattı.) Bana ve kendine acı. Altından kalkamayacağım bir yükün altına salma beni:’ Bunun üzerine Peygamber Efendimiz amcasının kendisine karşı tutum değiştirdiğini, kendisine verdiği desteği çekeceğini, kendisini Kureyşlilere teslim edeceğini, artık kendisine yardım edecek gücünün kalmadığını sanarak amcasına şu karşılığı verdi: “Amcacığım, Vallahi bu işten vazgeçmem için güneşi sağıma, ayı da soluma koysalar yine de vazgeçmem. Allah bu dini üstün getirene veya ben bu uğurda ölene kadar bir an bile mücadeleden geri kalmam.” Daha sonra Peygamberimiz duygulandı ve ağlamaya başladı ve gitmek üzere ayağa kalktı. Tam gidecekken Ebû Tâlip; Peygamberimizi çağırdı. Peygamberimiz dönünce, Ebû Tâlip şöyle dedi: “Git istediğini konuş. Vallahi seni asla kimseye teslim etmeyeceğim.”
İşte, koruyucusu, güvencesi ve hakkından gelmek için pusuda bekleyen, kendisine diş bileyen düşmanlara karşı dünyadaki tek sığınağı amcasının kendisini yalnız bıraktığı bir sırada Peygamber Efendimizin davasına ısrarlı bağlılığının somut ifadesi olan bir tablo...
Bu tablo, manzara ve gölgeleri bakımından, kullanılan ifade ve sözcükleri bakımından ve somut gerçekliği bakımından kendi türü içinde son derece etkileyici, parlak ve şaheser bir tablodur. Tıpkı bu inanç sisteminin parlaklığı gibi. Tıpkı bu inanç sisteminin eşsizliği gibi. Tıpkı bu inanç sisteminin etkileyiciliği gibi... Bu tablo Yüce Allah’ın şu sözünün somut kanıtıdır: “Sen yüce bir ahlâka sahipsin.”
Tarihçi İbn İshak’ın rivâyet ettiği bir diğer tablo da doğrudan doğruya müşriklerden Peygamber Efendimize gelen uzlaşma önerileri ile ilgilidir. Bu öneri, müşriklerin Peygamber Efendimizin daveti karşısında çaresiz kalmalarından ve her kabilenin, Müslüman olan bireyini cezalandırma ve dininden döndürmek için işkenceye uğratma işini bizzat üstlendiği bir sırada gelmişti.
- 788 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İbn İshak diyor ki: Bana Yezid B. Ziyad anlattı. O da Muhammed B. Ka’b el-Kurezi’nin şöyle dediğini duymuş: Utbe B. Rabia, lider konumunda bir kişiydi. Bir gün Kureyşlilerin meclisinde otururken Peygamber Efendimiz de yalnız başına mescitte oturuyordu. Utbe: Ey Kureyş topluluğu, ne diyorsunuz, Muhammed’e konuşmaya gidip ona bazı önerilerde bulunayım mı? Bakarsınız bazılarını kabul eder. Biz de ona dilediğini verir, böylece bizden vazgeçmiş olur dedi. Bu olay Hz. Hamza’nın Müslüman olduğu günlere denk geliyor. Peygamber Efendimizin arkadaşlarının günden güne arttığını görüyorlardı. Bu yüzden: Ey Ebû Velîd, git ve konuş onunla dediler. Utbe kalktı Peygamberimizin yanına gidip oturdu. Ve şöyle dedi: Ey yeğenim, bildiğin gibi bizim aramızda aşiret ve soy bakımından saygın bir yere sahipsin. Sen kavminin başına büyük bir iş açtın. Birliklerini parçaladın. Fikirlerini saçmalık olarak niteledin. Tanrılarının çokluğunu ve dinlerini ayıpladın. Geçmiş atalarını tekfir ettin. Beni dinle sana bazı önerilerde bulunacağım. Bak, belki bir kısmını kabul edersin. Peygamber Efendimiz “Söyle ey Ebû Velîd, seni dinliyorum” dedi. Utbe şöyle dedi: “Ey yeğenim, eğer sen bu getirdiğin dini kullanarak mal elde etmek istiyorsan, senin için mal toplar ve en çok mala sahip olanınız olursun. Eğer bununla şeref kazanmak istiyorsan, seni başımıza lider tayin ederiz ve sensiz hiçbir şey yapmayız. Eğer kral olmak istiyorsan, seni kral yaparız. Yok eğer bu, sana musallat olmuş bir rüya ise ve sen bunun etkisinden kurtulamıyorsan. Senin için araştırır doktorlar buluruz ve senin tedavi olman için mallarımızı harcarız. Nitekim kişinin başına bazı dertler musallat olur da tedavi sonucu bundan kurtulabilir -veya buna benzer şeyler söyledi-. Utbe sözlerini tamamlayana kadar, Peygamber Efendimiz onu dinledi. Sonra “Ey Ebû Velîd, sözlerini bitirdin mi?” dedi. Utbe “Evet” dedi. “O zaman, beni dinle” dedi. Utbe “Söyle” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: “Hâ mîm. Bu kitap merhamet eden, merhametli olan Allah katından indirilmedir; bilen bir millet için müjdeci ve uyarıcı olmak üzere Arapça bir Kur’an olarak âyetleri uzun uzun açıklanmıştır. Ama insanların çoğu yüz çevirmiştir, onlar işitmezler de; ‘Ey Muhammed! Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır, kulaklarımızda ağırlık, bizimle senin aranda anlaşmamıza engel vardır; istediğini yap, biz de yapacağız’ derler. Ey Muhammed! Onlara söyle: ‘Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana tanrınızın tek bir tanrı olduğu vahyolunuyor. Artık ona yönelin. O’ndan bağışlanma dileyin; vay müşriklerin haline!” 3631 Sonra Peygamberimiz okumaya devam etti. Utbe bunları dinleyince sessizce beklemeye başladı. Ellerini arkasından yere koydu ve onlara yaslanarak dinlemeye koyuldu. Sonra Peygamberimiz secde âyetine geldi ve secdeye gitti. Ardından şöyle buyurdu: “Ey Ebû Velîd, dinleyeceğini dinledin, artık kararını sen ver” Bunun üzerine Utbe kalkıp arkadaşlarının yanına gitti. Bazıları: Allah’a yemin ederiz Ebû Velîd buradan ayrıldığı yüzle dönmüyor dediler. Utbe gelip yanlarına oturunca “Geride ne bıraktın ey Ebû Velîd?” dediler. Utbe: Orada bundan önce bir benzerini duymadığım bir söz dinledim. Allah’a And olsun şiir değildi dinlediğim. Sihir veya kehanet de değil di. Ey Kureyş’liler, beni dinleyin ve benim dediğimi yapın. Bu adamı kendi durumuyla baş başa bırakın. Karışmayın ona. Vallahi ondan dinlediğim sözlerde büyük bir haber olmalı. Eğer Araplar onun hakkından gelirlerse, eliniz bulaşmadan ondan kurtulmuş olursunuz. Eğer O, Arapları yen erse onun egemenliği sizin egemenliğinizdir. Onun üstünlüğü sizin üstünlüğünüzdür. Onun sayesinde insanların en mutlusu olursunuz” dedi. “Ey Utbe, O, seni diliyle büyülemiş” dediler. Utbe: Bu, benim görüşümdü. Siz, istediğinizi yapın.
3631] 41/Fussilet, 1-6
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 789 -
Bir başka rivâyete göre Utbe, Peygamber Efendimizi: “Eğer yüz çevirirlerse de ki: Ad ve Semud kavminin başına gelen kasırga gibi bir kasırgayla uyardım sizi” âyetine kadar dinlemiş, sonra da dehşete kapılarak eliyle, Peygamber Efendimizin ağzını kapatmıştır. “Allah aşkına ve akrabalık hatırına sus ey Muhammed” demiştir. Çünkü uyarının gerçekleşmesinden korkmuştur. Bundan sonra gidip kavmine duyduklarını anlatmıştır.
Her halükârda bu da, bir tür pazarlık girişimidir. Yine güzel ahlâkın somut örneklerinden biridir. Bu ahlâk Peygamber Efendimizin tutumunda belirginleşiyor. Peygamberimiz, Utbe’nin dinlemeye değmez sözlerini sonuna kadar dinliyor, Hz. Muhammed gibi evrensel değerlendirmede, hakkın ölçüsünde, yeryüzünün tüm genişliğince bir değere sahip bir zatın Utbe’yi dinlemesi saçma önerilerini sessizce karşılaması üstün bir ahlâk örneğidir. Onun üstün ahlâkı onu tutuyor, sözünü kesmesine, acele etmesine, öfkelenmesine, sıkılmasına müsaade etmiyor. Sonuna kadar onu dinliyor, sonra da ona soruyor: “Bitti mi ey Ebû Velîd?” fazlasıyla süre tanıyor, içindekiler ini döksün istiyor. Hiç kuşkusuz bu, muhatabın sözünü dinlemede uyulması gereken üstün bir edep tavrı olduğu gibi, gerçeğe duyulan şaşmaz güvenin de bir ifadesidir; İkisi birlikte güzel ahlâkın belirtileridirler.
Pazarlık yapma girişimlerinin üçüncüsünü de İbn İshak şöyle anlatıyor: “Bana ulaşan bilgilere göre, bir gün peygamberimiz Kâbe yi tavaf ederken, Esved B. MutTâlip B. Esed B. Abduluzza, Velîd B. Muğire, Umeyye B. Halef ve As B. Vail es-Sehmi ile karşılaştı. Bunlar kabileleri arasında dişli kimselerdi. “Ya Muhammed, gel biz senin taptığına tapalım, sen de bizim taptığımıza tap. Böylece seninle ortak bir noktada buluşalım. Eğer senin taptığın bizimkinden daha hayırlı ise biz ondan nasibimizi almış oluruz. Eğer bizim taptığımız sizinkinden hayırlı ise o zaman sen bizimkinden nasibini almış olursun. Bunun üzerine Yüce Allah şu âyetleri indirdi: “(Ey Muhammed) De ki: ‘Ey kâfirler! Tapmam sizin taptığınıza. Benim ibâdet ettiğime de siz ibâdet etmezsiniz. Ben de sizin taptığınıza tapacak değilim. Benim ibâdet ettiğime de sizler kulluk sunacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana!” 3632
Böylece Yüce Allah bu kesin ve net ifadelerle bu komik pazarlık girişimini kestirip atıyor. Ardından Peygamberimiz Rabbinin emrini onlara açıkça bildiriyor. Ardından, ahlâk unsuru, Peygamber Efendimizin doğrudan doğruya Allah’ın âyetlerini yalanlayanlardan birine uymaktan men edilmesinde de bir kez daha ön plana çıkıyor. Uyulması yasaklanan bu adam iğrenç ve aşağılık sıfatlarla nitelendiriliyor, ayrıca aşağılanıp horlanacağı vurgulanıyor: “Onlar istediler ki, sen yumuşak davranasın da (müdâhene edesin de) onlar da sana yumuşak davransınlar.” 3633
Âyetten anladığımız kadarıyla bir grup müşrik toplanmış Allah rasulüne sinsice bir plan hazırlamıştır. Bu plan müdâhene isteği, uzlaşma ve işbirliği içeriğine sahip. Yani bazı ilkelerden, birbirine zıt olan düşünce ve tavırlardan karşılıklı olarak vazgeçme esası üzerine kuruludur.
Âyet-i kerime, müşriklerin Rasulullah’dan bazı imkânsız isteklerde bulunmalarına işaret etmektedir. Müstekbirler, elçiden kendilerine yaltaklanmasını, nüfuz ve toplumsal etkinliklerinin hatırına, iyi bir ücret karşılığında uzlaşmasını
3632] 109/Kâfirûn, 1-6
3633] 68/Kalem, 9
- 790 -
KUR’AN KAVRAMLARI
beklemektedirler. Uzlaşı taleplerinden ve Rasulullah’ın ruh halinden muhtelif âyetler şu şekilde bahsetmektedir:
“Kendilerinin kâfir oldukları gibi, sizin de kâfir olmanızı arzu ederler ki, onlarla bir (eşit) olasınız.” 3634; “Bir başka şeyi bize isnad etmen için, sana vahyettiğimizden seni ayırmaya çabalıyorlar. İşte o zaman seni candan dost edinirler. Sana sebat vermeseydik, andolsun ki, az da olsa onlara meyledecektin. O takdirde sana, hayatın da ölümün de kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.” 3635
Rasulullah’a bireysel ve toplu olarak yapılan uzlaşma taleplerine İlâhî cevap, Kur’an’da şöyle ifade edilmektedir: “Onlara âyetlerimiz açık açık okununca, bizimle karşılaşmayı ummayanlar (âhireti inkâr edenler): ‘Bundan başka bir Kur’an getir, ya da bunu değiştir’ derler. De ki: ‘Onu kendi irademle değiştiremem. Ben, ancak bana vahyedilene tâbi oluyorum. Şâyet ben, Rabbime karşı gelirsem, büyük bir günün azabından korkarım.” 3636
Asıl amaçları uzlaşmak değil, nebevî hareketi mecrasından saptırmak olan zâlimlerin arzu ve isteklerine, mümtaz, seçkin bir ahlak sahibi Muhammedü’l-Emin, Allah’ın emirlerine muvafık olarak “sizin dininiz size, benim dinim bana!” cevabını vermiştir. Bir peygamberin tevhid akidesine aykırı bir anlaşma yapması, zaten mümkün değildir. Allah’tan hakkıyla sakınan bir mü’min ya da mü’minler topluluğu, ancak Rablerine gereğince kulluk yapmak, ona hiç bir şeyi ortak koşmamak, dini eğip bükmeden, eğriltmeden tebliğ etmek ve yaşamak noktasında anlaşmaya, uzlaşmaya girerler. 3637
Müşrikler mü’minlerden İslâm’ı tebliğde İslâm’ın hayat içerisindeki tanıklığının yapılmasında gevşeklik göstermelerini arzu ederler. Karşılığında da muhalefetlerini hafifleteceklerini vadederler. Âyet-i kerimelerde Allah Teâlâ, İslâmî mücadelenin güçlenmeye başladığı bir dönemde müşriklerin Mü’minlerle uzlaşma taleblerinden bahsetmektedir. Onların sapkınlıklarına uyup tevhid dininin temel ilkelerinden taviz vererek, uzlaşmayı seçmemesi için Rasulullah ve Kur’an’ın bağlıları uyarılmaktadır. Eğer tevhidin temel ilkelerinde bir gevşeklik gösterilirse, ne mü’minleri anlamlı ve var kılan ilkelerden; ne de onurlu, erdemli bir mücadeleden söz edilemeyecektir.
İstikbar sahipleri, kendileriyle uzlaşmamızı ve onları memnun etmek için hoşlanmadıkları bazı düşünce ve davranış biçimlerimizi bırakmamızı isterler. Derler ki, siz bizim ilahlarımıza, kutsallarımıza saygı gösterirseniz biz de sizinkine saygı gösteririz. Rasulullah, birçok âyet-i kerimede müşriklerin ve ehl-i kitabın vb. grupların hevâ ve heveslerine uymaması konusunda Allah tarafından uyarılmıştır. 3638
Cahiliye toplumunun ileri gelenleri Allah’tan gelen vahyi bildirimin yeryüzündeki bütün zulümlere karşı meydan okuyuşlarını gördüklerinde sömürü düzenlerinin sona ereceğini, az çok kestirebilirler. Toplumun Allah tarafından
3634] 4/Nisâ, 89
3635] 17/İsrâ, 73-75
3636] 10/Yûnus, 15
3637] Konuyla ilgili olarak ayrıca bk. En'am 6/51-52; Hud 11/12; Kehf 18/28; Abese 80/1-11; Alak 96/19; Kâfirun 109/1-6
3638] 5/Mâide, 49
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 791 -
görevlendirilen elçilere itibar etmemesi için önce iftiralar düzer, hedef saptırırlar. Elçilerin menfaatçi olduğunu, yönetici olmak, daha çok dünyevi menfaat elde etmek istediklerini, bunun için topluma egemen olmaya çalıştıklarını iddia ederler. Bu iftiraları peygamberlerin İlâhî gâyelerini gözden kaçırmak için yapmaktadırlar.
Peygamberlerin daveti, hayra, adâlete yönelik çağrıları sürdükçe müşriklerin mevcut düzenden faydalanan öncüleri, hareketi asıl seyrinden saptırmak için yeni yeni yöntemler denerler. Bunlardan biri de uzlaşma talebedir. İşte müdâhene kavramı da bu taleple ilgilidir. Yani İlâhî risaleti tebliğ eden elçinin Allah’ın emrettiği gibi dosdoğru oluşunu engellemek, yolunu eğriltmek isterler. Tıpkı dünyevi ticarette olduğu gibi pazarlık yapmayı, ucuz vaadlerle rasulleri ilkelerinden saptırmayı denerler. Bu, onları hem etkisizleştirmek hem de halkın gözünden düşürecek propaganda malzemesi bulmak içindir. Böylece Mü’minleri ilkelerinden taviz veren, zayıf karakterli, kişiliksiz, uzlaşmacı, menfaatçi duruma düşürmeyi amaçlamaktadırlar.
Tevhide bağlı bir mü’min ister peygamber olsun, ister olmasın inancının nassla, vahiyle belirlenmiş hiçbir prensibinden vazgeçemez. Onun gözünde büyük küçük bütün ilkeler aynı öneme sahiptir. İlâhî risâletin ortaya koyduğu dinde Allah’ın emirlerinin büyüğü küçüğü olmaz. İnanç sistemi her bir parçasıyla birbirini bütünleyen bölünmez bir niteliğe sahiptir. İlâhî kaynaklı esaslara bağlı biri bir prensibe uyarken diğerinden vazgeçemez, İslâm’ın cahiliye ile ilkesel anlamda buluşması asla mümkün değildir. İslâm ile cahiliyeyi bir noktada kesiştirmek, uzlaştırmaya çalışmak abesle iştigaldir. Aralarında tarih boyunca ve günümüzde devam eden uzlaşmaz bir mücadele söz konusudur.
Elçinin ve vahyin bağlılarının taviz vermediğini gören iktidar sahipleri, onları kendi ilkeleriyle uzlaştırmaya çalışırlar. Mesela nefse hoş gelecek vaadlerle gururu okşamaya, İlâhî kontrol altındaki çizgiyi saptırmaya çalışarak mü’minlerin öncülerini kendilerinin daha iyi imkânlara lâyık olduğunu söyleyerek kandırmaya çalışmak gibi. Müşriklerin bu saptırma denemelerine Allah’ın kontrolü altındaki peygamberler tarih boyunca ücretlerinin Allah’a ait olduğunu, mal, mülk, nüfuz ve daha geniş kitleleri harekete katmak için İlâhî risâletin safiyetini bozmayacaklarını açık bir dille ilan etmişlerdir. Aynı yolun bağlıları bizler de, benzer bir durumda Allah’ın razı olacağı bu yöntemi seçmeliyiz. 3639
Bâtıla Verilen Tâvizin ve Uzlaşmanın Adı: “Hoşgörü”
İnsanın asli fonksiyonlarından olan düşünme eylemi semboller vasıtasıyla gerçekleştirilen soyut bir işlemdir. Birer sembol olan sözcükler, “dil”leri oluşturur, diller de düşüncenin hayat bulduğu zemini.
Bir dile renk veren, onu diğerlerinden farklı kılan unsurlardan olan kavramlar, benzer özelliklere sahip birbirinden farklı sembollerin bir potada eritilerek ortak ve kullanışlı bir anlam kalıbının içine yerleştirilmesi sonucu meydana gelirler. Dil içinde -dolayısıyla düşünme sürecinde- Önemli bir işleve sahip olan kavramların insanların zihinlerini “terbiye” etmek amacıyla kullanılan aygıtlar haline dönüştürüldüğü bir zamanda yaşamaktayız.
3639] Fevzi Zülaloğlu, Haksöz Dergisi - Sayı: 65 - Ağustos 96
- 792 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kavramlara böylesi bir fonksiyon kazandırmanın yollarından birisi, ortaya “türedi” bir kavram atarak, içini istenilen malzemeyle doldurmak ve kullanımını yaygınlaştırmaktır. Ulus, uygarlık, toplum, İslâmcılık, radikalizm ve yazımızın öznesi olan hoşgörü kavramı bu tür türedi kavramlara örnek gösterilebilir.
İçi istenilen “malzeme” ile doldurulmuş ve cazip bir şekilde ambalajlanmış olan hoşgörü kavramı profesyonel metotlarla piyasaya sürülmüş ve yaygın bir kullanım alanına muhatap kılınmıştır. Özellikle son senelerde değişik kesimlerdeki insanlar hoşgörü sözcüğünü ağızlarından düşürmez bir hale gelmişlerdir. Günlük sıradan konuşmalardaki kullanım sıklığının yanı sıra fikri tartışma ve yazılarda da sıkça gündeme gelen hoşgörü, üzerine müstakil paneller, sempozyumlar ve açık oturumlar tertip edilen bir kavram olarak popülerliğini gittikçe arttırmaktadır.
Aslında hoşgörünün -kullanım alanı itibari ile- ihtiva ettiği anlam, daha eski olan müsamaha kavramı tarafından da içerilmekteydi. Bu noktada hoşgörü, müsamahanın kapladığı kullanım alanım işgal eden ve eski bir kavramı yeni bir şekil ve içerikle yürürlükten kaldırmayı öngören türedi bir kavram olarak da değerlendirilebilir.
Söz konusu iki kavram çoğu zaman “geçişli” olarak kullanılmakta, konuşma esnasında hoşgörü ve müsamaha kavramları -aynı anlama işaret edecek şekilde- yer alabilmektedir.
Ancak müsamaha ile geçişli biçimde kullanılıyor olmakla birlikte, yaygınlığı açısından hoşgörü genel olarak ezici bir üstünlük sağlamış durumdadır diyebiliriz. “Peki, müsamaha yerine hoşgörüyü kullanmış olsak ne çıkar?”, “Hoşgörüyü zihinleri terbiye eden çarpıtılmış bir kavram olarak değerlendirmenin dayanakları nelerdir?” şeklinde zihinlerde oluşabilecek muhtemel sorulara vereceğimiz ilk cevap, bu kelimenin semantiğine (anlamına) ilişkin olacaktır. Hoş ve görü parçalarından müteşekkil olan kelime bir “bakış açısı”nı ifade etmektedir. Bir davranışa, tavra hoşgörüyle baktığınızı söylediğinizde, o davranışı, tavrı “hoş” gördüğünüzü de belirtmiş olursunuz. “Hoş” gördüğünüz bir hareket -doğal olarak- sizin de yapabileceğiniz, tasvip ettiğiniz bir şeydir. Özetle diyebiliriz ki ,”hoş” gördüğünüz bir şeyi o an yapmıyor olsanız da o şeyin potansiyel bir uygulayıcısı konumundasınızdır. Örneğin yere tüküren bir kişinin, bu davranışını “hoş” görmeniz, sizin de zaman zaman yerlere tükürdüğünüz veya tükürebileceğiniz anlamına gelir.
Bu noktada “neyi” hoş gördüğünüz sizin “ne” olduğunuzla yakinen alâkalıdır. Hoşgörünün eş anlamlısı gibi gösterilen “müsamaha” kavramı ise hoşgörüden çok farklı olarak, karşılıklı müsaade etmek, izin vermek, anlayış göstermek anlamlarını içermektedir. Müsamaha gösterdiğiniz bir davranışı, tasvip etmemekte ancak o davranışı “belirli ölçüler içinde” kabullenmektesinizdir. Deminki örneğe dönersek, yere tüküren kişiye “müsamaha” gösteren kişi, -bu davranışı tasvip etmemekle, “hoş” görmemekle birlikte- mevcut koşullar içinde ve belli ölçülerde bu tür bir davranışa izin vermektedir.
Hoşgörü ve müsamaha kavramlarının kullanımları itibarıyla ifade ettikleri anlamların, hangi noktada birbirinden açıkça farklılaştığım ifade ettikten sonra, biraz da hoşgörü kavramının hangi sebeplerle müsamahanın yerine ikame
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 793 -
edilmeye çalışıldığına değinmeye çalışalım.
Hoşgörü kavramının yaygınlaşması, bu kavrama sahip çıkılması, sivil toplum, görecelilik, demokrasi, çoğulculuk, toplumsal uzlaşma, bir arada yaşama, çok seslilik gibi kavram ve tanımların yaygınlaşmasıyla eş zamanlıdır. Aslında bütün bu tanımlar ve kavramlar birbirlerini “tamamlayan” yönlere sahiptirler.
Göreceliliğe bağlı olmayan bir hoşgörü, hoşgörüsüz bir uzlaşma, uzlaşmasız bir sivil toplum, sivil toplum formunda yapılanmamış çok sesli, çoğulcu bir demokrasi düşünülemez. İslâm’ın aslında bir hoşgörü dini olduğunun, hoşgörünün temellerinin İslâm’a dayandığının ısrarla vurgulanması müslümanların hoşgörülü olmaya çağrılması kabaca “uzlaşma örgüsü” adını verebileceğimiz bu zincirleme yapıdan bağımsız düşünülemeyecek olgulardır.
İslâm’ın bir hoşgörü dini olduğunu söyleyenler genel olarak iki Kur’anî ifadeyi bu görüşlerine dayanak göstermektedirler. “Dinde zorlama yoktur” ve “Sizin dininiz size, benim dinim bana!”
Kavramların insanların düşüncelerine, değerlendirmelerine “nasıl” etkin bir şekilde müdahil olabildiği bu noktada iyice açıklık kazanmaktadır. Zikredilen iki Kur’ani ifade, “müsamaha” kavramı ile tanımlanabilecek durumlara işaret etmekteyken, “hoşgörü” sinsice, zihinleri terbiye edici, daha doğrusu bulandırıcı bir şekilde müsamahanın yerini almış durumdadır.
Kur’ân-ı Kerim’de yer alan -farklı düşünce ve inançtaki insanlarla müslümanlar arasındaki- ilişkilerin tanımlanması hoşgörü kavramıyla değil, müsamaha kavramıyla “sahih” bir zemine oturmaktadır. “Sizin dininiz size, benim dinim bana” ifadesi, acaba karşı taraftaki dini ve mensuplarını “hoşgörme”yi mi tavsiye ediyor, yoksa o dinle İslâm arasına kesin, net bir çizgi çekmeyi ve ilişkilerde belirli bir müsamaha, karşılıklı tahammül çerçevesi oluşturmayı mı öngörüyor?
“Dinde zorlama yoktur” ifadesini ele alırsak, Kur’an’ın bütünlüğü çerçevesinde gerçekten de insanlar dinlerini seçmekte özgürdürler ve “insanların seçimleri” -tercihlerini hangi yönde kullanırlarsa kullansınlar- “hoşgörülebilir.” Ancak burada “hoş” görülebilecek olan şey, seçilmiş olan herhangi bir İslâm dışı din değil, bizatihi “seçme hakkı”nın kendisidir. Yani bir müslüman Budizm’i “hoş” görmez, ama İnsanların “Budizm’i seçme hakları”nı “hoş” görebilir.
“Dinde zorlama yoktur” ifadesi müslümanların “birbirleriyle” olan ilişkilerini de içine almaktadır. İslâm’ı kendisine din olarak seçmiş bir kişinin, hareket ve tavırlarında tümüyle özgür olduğunu söylemesi mümkün değildir. Bir müslüman -veya bir gayrimüslim- toplum içinde istediği her davranışı yapma hakkına sahip değildir. Toplumun dokusunu olumsuz yönde etkileyecek olan davranış ve tutumlar -Kur’anî mantık çerçevesinde- “hoş” görülemez. Bu tür davranışlara gösterilebilecek “müsamaha”nın ölçüleri ise Kur’an’da ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) uygulamalarında açık şekilde yer almaktadır.
İnsanların birbirleriyle olan ilişkilerinde “anahtar bir kavram” olarak ortaya konulan hoşgörü, içerdiği bütün olumsuzluklara rağmen, hoş bir “görünüme” sahiptir. Bu kavram insanlararası ilişkilerdeki esnekliğin, anlayışın, iyi niyetin ve özverinin sembolü haline getirilmiş ve “hoşgörüye karşıyım” demek, neredeyse imkânsız kılınmıştır. Birçok insan, “hoşgördüğü” şeylerle birlikte neleri
- 794 -
KUR’AN KAVRAMLARI
savunduğunun ve savunduğu bu şeyleri farkında olmadan nasıl içselleştirdiğinin bilincine varamamaktadır.
Yukarıda da belirttiğimiz ifadeyi tekrarlarsak, “neyi” hoş gördüğünüz sizin “ne” olduğunuzla yakinen alâkalıdır. Hoşgördüğünüz “bir şey”, bir süre sonra “sizi o şeyle uyumlu hale getirme” potansiyeline sahiptir. Bir müslümanın neyi “hoş” görüp neyi “hoş” göremeyeceği sorusunun cevabı bu kavramın kullanımının sıklaşması ve içerdiği anlamın iyice gölgeli hale gelmesiyle birlikte, Kur’anî ölçülerden gitgide uzaklaşmaktadır.
Netice itibarıyla, “sun’î” bir kavram olarak değerlendirebileceğimiz, hoşgörü, içerdiği anlamın niteliği (ve kullanım sıklığı) itibarıyla, insanların zihinlerinde ciddi tahribatlar yapmaktadır. Bizim açımızdan asıl üzücü ve düşündürücü olan, müslümanlar arasında da bu söylemin yaygınlık kazanmış olmasıdır. Özellikle sivil toplum, toplumsal uzlaşma, çok seslilik, hukuk çokluğu, bir arada yaşama gibi kavram ve ifadelen İslâm’la kaynaştırma çabasında olan çevreler, son zamanlarda “hoşgörü”yü kendilerine bayrak edinmiş durumdalar. Fakat yine aynı çevreler kendilerinden farklı düşünen ve bu düşüncelerini ifade eden müslümanlara hiç de “hoşgörülü” yaklaşmamakta, belki de gayrimüslimlere karşı hoşgörülü davranırken, onlarla uzlaşmaya çalışırken, bastırarak içlerinde biriktirdikleri kin, öfke ve hiddeti müslüman kardeşleriyle paylaşmayı(!) tercih etmektedirler.
Bir kez daha tekrarlamak gerekirse, “neyi” hoşgördüğümüz “ne” olduğumuzdan bağımsız olamaz, olmamalıdır. “(Müminler) kâfirlere karşı sert, kendi aralarında ise merhametlidirler.” 3640
Kur’an’ın Tâviz ve Uzlaşmaya Bakışı
Kur’an’da Allah, İslâmî tebliğ ve faaliyetin güçlenmeye başladığı dönemlerde müşriklerin mü’minlerle uzlaşma taleplerinden bahsetmektedir. Onların teklif ve tehditlerine uyup İslâm’ın temel ilkelerinden, tevhidî anlayıştan tâviz vererek uzlaşmaması için Kur’an, Rasûlullah’ın şahsında bütün mü’minleri uyarmaktadır. “(Sana şu tâlimatı verdik:) Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır.”3641 Allah Teâlâ, müşriklerin arzularına, hevâ ve heveslerine uymamak ve Allah’ın hükümlerinden bir kısmının bile uygulanmasından tâviz vermemeyi peygamber şahsında mü’minlere emretmektedir.
“Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapan kişiyi en iyi bilendir, hidâyete erenleri de en iyi bilen O’dur. O halde, (hakikati) yalan sayanlara boyun eğme! Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar. (Rasûlüm!) Alabildiğine yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan lâf götürüp getiren, iyiliği hep engelleyen, mütecâviz, günaha dadanmış, kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra bir de soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiçbirine, mal ve oğulları vardır diye, sakın boyun eğme. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman o, ‘öncekilerin masalları!’ der. Biz yakında onun burnuna damga vuracağız (kibirini kırıp rezil edeceğiz).”3642 Müşriklerin,
3640] 48/Fetih, 29; Murat Ural, Haksöz Dergisi, sayı: 58, Ocak 96
3641] 5/Mâide, 49
3642] 68/Kalem, 8-16
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 795 -
Rasûlullah’tan tevhid mücadelesinde tâviz verip uzlaşma içinde olması yönünde istekleriyle ilgili olarak bu âyetler nâzil olmuştur. Etkili çevreler siyasal güçlerini kullanarak, yetkili güçler egemenliklerini perçinlemek için, para babaları paralarıyla her şeyi satın alabileceklerini düşünerek ve bu sınıfların tümü müstaz’af halkın kanına ve canına yapışan saldırgan pençelerinin koparılacağını düşündüklerinden hak dâvâ eri tevhid önderlerine ya baskı yapmış veya uzlaşmaya zorlamışlardır. Bâtıl zihniyetin özelliğidir bu; kendi çıkarlarını sürdürmek için her zaman ve her mekânda hak dâvâyı savunanları tâviz ve uzlaşmayla etkisiz hale getirmeye çalışmak. “Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.” 3643
“Sizin de kendileri gibi kâfir olmanızı/inkâr etmenizi istediler ki onlarla eşit olasınız.” 3644
“(Müşrikler,) sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni, nerdeyse sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, neredeyse onlara birazcık meyledecek-tin. O takdirde hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.” 3645
“Sabah akşam Rablerine, O’nun rızasını dileyerek duâ edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini bizi anmaktan gâfil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.” 3646
“De ki: ‘Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam/kulluk etmem. Siz de benim ibâdet ettiğime kulluk etmiyorsunuz. Ben sizin taptıklarınıza asla tapacak/kulluk edecek değilim. Evet, siz de benim ibâdet ettiğime kulluk yapıyor değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de bana!” 3647
“Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman, (öldükten sonra) bize kavuşmayı beklemeyenler: ‘Ya bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir!’ dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım.” 3648
Zamanımızda olduğu gibi, Kur’an-ı Kerim’in indiği devirde de kendi kafalarına göre din isteyenler veya Allah’ın hükümlerinin kendi arzu ve heveslerine göre değiştirilmesini isteyenler olmuştur. Hâlbuki Kur’an belli dönemlerdeki insanların geçici ve değişken arzularını karşılamak için değil; kıyamete kadar bütün insanlığın ruhî, ahlâkî ve manevî ihtiyaçlarını karşılamak, dünyevî ve uhrevî saâdetin yolunu göstermek için indirilmiştir. Bu sebepledir ki, âyette belirtildiği gibi Peygamber de dâhil olmak üzere hiç kimsenin Kur’an’ın hükümlerini değiştirme yetkisi yoktur.
Ve Birkaç Hadis-i Şerif
“Benden sonra birtakım emîrler (idareciler) olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik
3643] 68/Kalem, 9
3644] 4/Nisâ, 89
3645] 17/İsrâ. 73-75
3646] 18/Kehf, 28
3647] 109/Kâfirûn, 1-6
3648] 10/Yûnus, 15
- 796 -
KUR’AN KAVRAMLARI
eder, yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa benden değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse benim ‘havz’ımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez, zulümlerinde onlara yardım etmezse bendendir. Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında bana ulaşacaktır.” 3649
“Benden sonra, yakında birtakım sultanlar (yöneticiler) peydah olur. Kapılarında fitneler develerin yatakları gibidir. Kimseye bir hayır göstermezler (ellerinden kimse hayır görmez). Bir şey verirlerse, ancak onların dinlerinden bir tâviz kopararak verirler.” 3650
“Ben bir müşrikten yardım almam!” 3651
“Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız.” 3652
Dileniş Değil; Direniş: Uzlaşma ve Tâvize Yanaşmamak
Uzlaşma; iki zıddın (karşıt gücün) birleştirilmek istenmesi demektir ki, bunun gerçekleşmesi aslında imkânsızdır. Eğer gerçekleşirse, artık bu iki şey, zıt/karşıt olmaktan çıkar, eşitsizliği aleyhinde olan, diğerinin hâkimiyetini kabul edip, onun içerisinde erir gider. Tâvizden kazançlı çıkanlar, gücü elinde bulunduranlardır, etkili ve yetkili çevreler, egemen güçlerdir. Mevcut ortama boyun eğip bâtılla uzlaşan statükocu kimse, gücünü kabul ettiği çevre ve zihniyetin boyasına girer. Bir müslümanın kâfirlerin şekil ve rengine girmesi mümkün müdür? “Ey mü’minler, deyiniz ki: ‘Biz Allah’ın boyasına (dinine) girmişiz. Allah’ın boyasından daha güzel ne olabilir? İşte biz O’na ibâdet edenleriz.” 3653
Hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılın katıldığı bu sentez ve tâvizci yaklaşım, Allah’ın insana fıtrat boyasıyla sürdüğü rengi, bâtılın çirkin renkleriyle karıştırarak alaca bulaca olmak, çok renkli olacağım diye renksizleşmektir. Bukalemun, bir hayvandır, düşmanından korunmak için renk değiştirmesi onunla ilgili olarak İlâhî sanatın tecellisidir. Ama insan için bulunduğu ortama göre renk alan yapı, iki yüzlülüktür; onurlu müslümanın değil, şahsiyetsiz münafığın karakteridir.
Müslümanın, sadece kendinden korkmasını isteyip, başkalarından korkmasını yasaklayan Rabbimiz,3654 bu emrine uymayan kimseye çoğu zaman korktuklarını musallat eder ki, kendinden başkasından korkmanın cezasını çeksin. İşte tâviz ve uzlaşma, bâtıldan korkmanın sonucu gerçekleştiği için tâvizkâr tutumlar, bir müslümanı, kurtulmak için yılana sarılanın konumuna düşürmektedir. Örnek mi? Onlarca örneği, herkes kendi tecrübeleri ve gözlemlerinden yola çıkarak verebilir. Kur’an’da da buna örnekler az değildir. Meselâ, Hz. Yakub, Yusuf’u oyun için götürmek isteyen hileci kardeşlerine “onu bir kurdun yemesinden korkarım”3655 demişti; Allah da, kurt yemediği halde kurtun yediği gibi bir acıyı ona tattırdı. 3656
İslâm’la câhiliyyenin kesişmesi, uyuşması mümkün değildir. Hakla bâtılın,
3649] Sünen-i Tirmizî, 121, hadis no: 2360; Tâc Terc. III/106, hadis no: 168
3650] Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî, Râmûzu'l-Ehâdîs, I/302; Taberânî, Kebir; Hâkim, Müstedrek -Abdullah bin Hars'dan-
3651] S. Müslim, hadis no: 151
3652] Nesâi, Kitab: 48, bab 52
3653] 2/Bakara, 138
3654] 2/Bakara, 40, 41; 3/Âl-i İmran, 175
3655] 12/Yusuf, 13
3656] 12/Yusuf, 17-18
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 797 -
imanla küfrün birleşip bir araya gelmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Aralarında tarih boyunca süren ve Kıyamete kadar da sürecek olan uzlaşmaz bir mücadele söz konusudur. Uzlaşmayı, kesin nasslara rağmen kabul edenler, neticede Allah’ın hor gördüğü kâfirleri hoş görmeye, beşerî düzenleri kutsallaştırmaya, İslâm demokrasisinden veya demokratik İslâm’dan bahsetmeye kadar vardılar. Artık resmî devlet İslâm’ı, Atatürk tipi, onun ilkelerine uygun İslâm(!) gibi tuhaf sentez-ler uygulama alanları bulmakta. Hıristiyanlık benzeri, uzlaşarak tahrif edilmiş bu İslâm’ların elbette Allah’ın dini olan İslâm’la hiç bir ilgisi yoktur, bazı benzer yönleri olsa da.
Müslümanın İslâm’dan tâviz vererek, başka beşerî görüşlerle uzlaşarak, İslâm’ın bazı cüzlerini, bazı esaslarını pazarlık aracı görmesi mümkün değildir. Uzlaşma neticesinde kâfirlerin ve küfrün egemenliği -şeklen ve kısmen de olsa- kabul edilmiş olur ki, bu da tevhidî akîde ile bağdaşmaz. İslâm, Allah’a teslim olmak ve O’nun dışında bir güç ve hâkimiyet tanımamaktır. Kelime-i tevhidde bu ifade tüm kapsamıyla belirdiğinden dolayı, müslüman için her türlü tâğutun her çeşit egemenliğini reddetmek; Allah’a iman ve O’nun tek ilâh olduğunu kabul etmenin en önemli şartıdır. Hatta İslâm’ın dışındaki bütün sistem, görüş ve bunların uygulayıcıları anlamına gelen “tâğut”u reddetmek; Allah’a imandan da önce gelir ki, kalp, dil ve kafadaki tüm sapıklıklar ve sahte ilâhların egemenlikleri öncelikle “lâ = hayır” süpürgesi ile temizlenmiş olsun ve boşalan yere de hak/gerçek ilâhın kabulü yerleşsin. “Kim tâğuta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve Allah’a iman ederse o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah kemaliyle işiten ve bilendir.” 3657
İslâm, “lâ (hayır)” kılıcıyla tâğutla işbirliğini, onunla yardımlaşmayı, ona tâviz vermeyi, onunla uzlaşmayı kesip atar. Bir tevhid eri için “lâ” ile isyan bayrağını çektiği küfür ve şirkle uzlaşma nasıl mümkün olabilir? Uzlaşma olursa küfre ve tâğutlara kıyam nasıl gerçekleşir? Tevhidin gereği olan câhiliyyeye ve tâğutlara kıyam olmadan da İslâm’ın hâkimiyeti hayal olur. Tevhidin bu esasını en iyi anlayan ve en güzel uygulayan peygamberler de kendi çağlarındaki tâğutlarla hiç bir uzlaşmaya yanaşmamışlar ve Allah’ın dininden zerre kadar tâviz vermemişlerdir. Firavun, Nemrut ve Ebu Cehillerle pazarlığa oturmamışlar, mutlak otorite olarak sadece Allah’ı kabul etmeyen tâğutlarla savaşmışlardır.
Uzlaşma Teklifleri Karşısında Peygamberimiz
Rasûlullah, Mekke müşriklerini açıktan İslâm’a dâvet ettiğinde, önde gelen güçler, etkili ve yetkili çevreler, imtiyazlı sınıflar, çıkarlarıyla İslâm arasında uzlaşma mümkün olmayan bir çelişki gördüklerinden, bu dâveti kabul etmeyip düşmanca tavır aldılar. Önce Hz. Peygamber’in deli, şair, sihirbaz olduğunu yaymaya başladılar. Bu tutmayınca, işkence, baskı ve tehditlere koyuldular. Ama Allah rasülünün kararı kesindi ve onu hiç bir güç bu kararından çeviremiyordu. Durumun ciddiyetini anlayan müşrikler, son çare olarak Peygamber’le uzlaşma yolları aradılar. Bu uzlaşma talepleri, Rasûl’ün daha yumuşak bir tutum içine girmesi, tanrılarına ve kutsal kabul ettikleri şeylere saygılı olması, kendilerine hoşgörü ile davranması, tapınmalarını ve putların karşılarında saygı duruşlarını küçümseyip kötülememesi, siyasî karar alma mekanizmalarına (Dâru’n-Nedve’ye/millet
3657] 2/Bakara, 256
- 798 -
KUR’AN KAVRAMLARI
meclislerine) ve çıkan kararlara itaat etmesi, kurulu düzene karşı çıkmaması şeklindeydi. Verecekleri bazı tâvizlerine karşılık olarak, bazı tâvizler istiyorlardı.
Vermeyi teklif ettikleri bu tâvizler arasında “dilersen bir sene sen hükümdar ol ve bizi yönet; bir sene de biz yönetelim” teklifi de vardı. Ama Rasûlullah bu tekliflerin tümüne Kur’an’dan âyetler okuyarak red cevabı veriyordu. Oysa müşrikler “bizim sistemimize dokunma, ama onu gel sen yürüt” diyorlardı. Temelinde şirk ve adâletsizlik olan bâtıl bir rejimin yönetimi Peygamber’in eline iki yılda bir geçseydi ne değişirdi ki?! Müşrikler de tekliflerinin bilincindeydiler. Çünkü “biz sana uyarsak, yerlerimizden (mevkilerimizden) hızla çekilip alınacağız.”3658 diyorlardı. Zaten Rasûl’ ün amacı da buydu: Hâkimiyet hakkını onlardan almak, taptıkları putları ortadan kaldırmak ve şirkin yerine tevhidi, zulmün yerine İslâm adâletini, yani bâtılın yerine hakkı ikame etmek, yani câhiliyye sistemini kökünden yok etmek, darmadağın edip devirmekti.
Peygamber Efendimiz, müşriklerin bâtıl inançlarını, ibâdet şekillerini, ekonomik zulümlerini, zorbalık ve ahlâksızlıklarını gündeme getirip tenkit etmeye ve alternatif olarak İslâm ahkâmını/nizamını sunmaya başlayınca müşriklerin tepkisinin şiddeti artmıştı. Ebu Süfyan, Velîd bin Muğîre gibi Kureyş kabilesinin ileri gelenleri Ebu Talib’e giderek Hz. Peygamber’i şikâyet edip şöyle demişlerdi: “Ey Ebu Talib, yeğenin dinimizi aşağılıyor, fikirlerimizi, hayat tarzımızı saçmalık olarak niteliyor, atalarımızı sapıklıkla suçluyor. Ya onu bu işten vazgeçirirsin ya da aradan çekil, biz onun hakkından geliriz. Ona engel olmazsan iki gruptan biri helâk olana kadar savaşırız.” Ebu Talib, müşriklerin uzlaşma taleplerini Peygamberimiz’e anlatınca Rasûl-i Ekrem’in şu meşhur cevabı verdiğini biliyoruz: “Amca, vallahi, bu dâvadan vazgeçmem için güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler yine vazgeçmem. Allah bu dini üstün getirene veya ben bu uğurda ölene kadar bir an bile mücadeleden geri kalmam!” 3659
Hz. Hamza’nın müslüman olduğu günlerde Utbe isimli müşrik, Peygamberimiz’in yanına gidip müşrikler adına şu talebi dile getirmiştir: “Ey Muhammed! Bildiğin gibi bizim aramızda aşiret ve soy bakımından saygın bir yere sahipsin. Sen kavminin başına büyük bir iş açtın. Birliklerini parçaladın, fikirlerini saçmalık olarak niteledin. Tanrılarının çokluğunu ve dinlerini ayıpladın, geçmiş atalarını karaladın. Sana bazı önerilerde bulunacağım. Eğer sen, bu getirdiğin dini kullanarak mal edinmek istiyorsan, senin için mal toplarız ve aramızda en çok mala sahip olanımız olursun. Eğer bu yaptıklarınla şeref elde etmek istiyorsan seni başımıza lider tayin ederiz ve sensiz hiç bir şey yapmayız. Eğer kral olmak istiyorsan seni kral yaparız.” Utbe sözlerini bitirince Peygamberimiz bu pazarlık girişimini, uzlaşma teklifini hiç düşünmeden reddetmiş ve cevap olarak Fussılet sûresinin ilk âyetlerini okumuştur:
“Hâ Mîm. (Kur’an) Rahmân ve rahîm olan Allah katından indirilmiştir. Bilen bir kavim için, âyetleri Arapça olarak açıklanmış bir kitaptır. Bu Kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu yüz çevirdi. Artık dinlemezler. Ve dediler ki: ‘Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır. Onun için sen (istediğini) yap, biz de yapacağız. De ki: ‘Ben ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahy olunuyor. Artık O’na yönelin, O’ndan
3658] 28/Kasas, 57
3659] İbn İshak, Siyer, Akabe Yay., s. 257-263
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 799 -
mağfiret dileyin. Müşriklerin/ortak koşanların vay haline!” 3660
Bir gün Peygamberimiz Kâbe’yi tavaf ederken Velîd bin Muğîre, Ümeyye bin Halef, As bin Vâil ile karşılaştı. Bunlar, kabileleri arasında çok önemli kimselerdi. Dediler ki: “ Ya Muhammed! Gel, biz senin ibâdet ettiğine ibâdet edelim, sen de bizim taptığımıza tap. Böylece seninle ortak bir noktada buluşalım. Eğer senin ibâdet ettiğin bizimkinden hayırlıysa böylece ondan nasibimizi alırız. Yok, eğer bizim taptığımız seninkinden hayırlıysa o zaman sen bizimkinden nasibini almış olursun.” Bunun üzerine Allah Teâlâ, Rasûlü’nün cevap vermesi için şu âyetleri indirdi: “Ey kâfirler, ben sizin taptığınıza kulluk etmem. Benim ibâdet ettiğime de siz kulluk etmezsiniz. Ben sizin taptığınıza kulluk edecek değilim; siz de benim ibâdet ettiğime kulluk edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana!” 3661
İnsanlar arası ilişkilerinde yumuşak huylu olan, akrabalarına ve çevresindeki insanlara iyilikte bulunmayı, kolaylığı ve kolaylaştırmayı seven biri olan güzel huylu Hz. Peygamber, örneklerde görüldüğü gibi, hiç bir zaman İslâm’ın ilkelerini pazarlık konusu yapmamış, müşriklerle uzlaşmaya yanaşmamıştır. Mekke’de zulmün, vahşet ve işkencelerin tarihe kara bir leke olarak geçtiği o karanlık günlerde, hem kendisi, hem de mü’minlere büyük baskılar olmasına rağmen, haktan en küçük bir tâviz vermemiştir. Malla şımaran müstekbirlere ve siyasal güçle azan zorbalara karşı söylenmesi gereken hak sözü gizlemeye, çarpıtmaya yeltenmemiş, putları seviyor gözükmemiş, putçuları övecek tavır kesinlikle sergilememiştir. Kimseden çekinmeden, eğriltmeden, çıkar gruplarının arzuları doğrultusunda yorumlamadan, açık açık, net bir şekilde Kur’an’ı ve Allah’ın hükümlerini tebliğ etmiş, hayata geçirilmesi için bütün gayretini göstermiştir. O’na inanan insanlar da aynı çizgiyi büyük bedeller ödeme pahasına sürdürmüştür.
Çağdaş dünyadaki müslümanların, peygamberimizin kurulu düzene karşı takındığı tavırdan mutlaka dersler çıkarması gerekir. Her şeyi ile örnek almak zorunda olduğumuz 3662 önderimizin uzlaşma konusundaki tavrından bir başka örnek daha verelim: Rasûlullah, müşriklerle savaşmak için Bedir’e doğru yol aldığında, cesareti ve kahramanlığı ile ün yapmış bir müşrik, Rasûl-i Ekrem’in yanına geldi ve müslümanlarla birlikte savaşa katılmak istediğini söyledi. Peygamber efendimiz, “Ben bir müşrikten yardım almam!” diyerek adamı geri gönderdi. Adam üç defa gelerek aynı teklifi yaptı. Üçüncü seferinde “Allah’a ve Rasûlü’ne iman ediyorum” deyince “o halde yürü!” diye orduya kattı. 3663
Rasûlullah, çevresinde kahramanlığı ve cesaretiyle ün yapmış bir müşriğin yardım teklifini, iman etmediği gerekçesiyle kabul etmiyor. Hâlbuki ashâb, moral yönü ile bu yardım teklifini olumlu karşılamışlardı. Ancak Hz. Peygamber, neyin uğrunda savaştığını ashâbından daha iyi bilmekteydi. Böyle kritik bir zamanda, müslümanlarla müşrikler arasında birtakım dostluklar, yardımlaşmalar kurulursa bu, tevhidin insan hayatına yer etme mücadelesine ileride köstek teşkil edecek, savaşta kurulan ittifaklar, giderek duygusal yaklaşımlara yol açacaktır. Oysa İslâm’ın yeryüzünde kavgasını vermenin asıl amacı, şirki, bütün düşünce ve kurumlarıyla tamamen söküp atmaktır. Bunun için de kesin ve açık bir tavır
3660] 41/Fussılet, 1-6
3661] 109/Kâfirûn, 1-6
3662] 33/Ahzâb, 21
3663] S. Müslim, hadis no: 151
- 800 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gereklidir. Şartlar ne olursa olsun, müşriklerle kurulacak bir ittifak, dinin pratikte gerçekleştirmek istediği hedeflerle bağdaşmamaktadır.
İslâm adına verilen mücadele sürecinde müşriklerle her türlü ittifakın Rasûlullah’ca uygun görülmediği, bundan şiddetle kaçınıldığı kesin bir gerçektir. Rasûlullah bir başka hadis-i şerifinde, açıkça: “müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız.”3664 diye emretmiştir. Evet... Müşriklerin ateşiyle aydınlanmak, hele bizim ateşimizle onları aydınlatmak... Kâfirlere vermek, onlardan almak... Her iki konu üzerinde çokça düşünmek ve ona göre davranmak zorundayız.
İslâm’da savaşlar, kâfirlerin değil; müslümanların istediği sahalarda kabul edilir. Her çeşit İslâmî mücadele ve hizmetlerin esasları, ancak müslümanların istediği şekillerde ve İslâmî esaslara göre tanzim edilir. Bugün ise Firavunların tespit ve müsaade ettiği, yönlendirdiği, sınırlarını çizdiği alanda mücadele ve çalışmayı tercih eden müslümanlar, Firavun’lara açıkça cephe almadan onları nasıl altedeceklerdir?
Peygamberimiz’e yapılan teklifte de, tarihte ve günümüzde yüzlerce tekrar edilen nice olaylarda da görüldüğü gibi, egemenliği ellerinde bulunduran tâğutî güçler, İslâm’ın sosyal hayata hâkim olmaya kalkmasını daima kendi şeytanî çıkarları için tehlikeli görmekte ve İslâm’ı gündeme getiren müslümanlara tâviz vererek, onlardan bazı tâvizler istemektedirler. Tâğutlar, tevhidî hareketi kontrol altına almak ve aslî çizgisinden saptırarak etkisiz hale getirmek istedikleri için bu yola başvururlar. Başlarında Peygamber ve O’nun gerçek vârisleri olan, sadece Allah’a bağlı güvenilir liderlerin bulunmadığı birçok tevhidî hareket, şeytan ve dostlarının bu tâviz alışverişi ve bu müdahalesiyle sapmış ve bağlılarını da saptırmıştır. Evet, hıristiyanlığın tevhid dini olma vasfından saparak, her türlü ahlâksızlığın, zâlim güçlerin, şirkin emrine ve hizmetine girmesiyle sonuçlanan tahrifatına sebep, Kostantinius’un 325 yıllarında hıristiyanlıkla Roma despotizmini uzlaştırması olmuş, bugün de kolaylıkla her şeyle, her sistemle uzlaşabilecek mirası hıristiyanlık, o zamanlardan muharref bünyesine almıştır.
Padişahlık, yani hadis-i şerifteki tâbiriyle “ısırıcı krallık” rejimleriyle, sarayın her türlü çıkarlarına, padişah efendilerin her türlü arzularına fetva bulmaya çalışarak Allah’ın koyduğu sınırları çokça aşan anlayışlarla uzlaştırılmasıyla Din’e nice bid’at ve hurâfeler girmiştir. İslâm, aslî yapısından, enerjik ve dinamik ölçüsünden sapmalarla, nihâyet T.C. nin emrine ve hizmetine giren, ona her türlü uygulamasında yardımcı ve fetvacı olan Diyanet İslâmcılığı meydana gelmiştir. Gelinen noktanın Osmanlı’dan miras alınan uzlaşma ve tâvizcilik sayesinde bir uzantı olduğu unutulmamalıdır. İslâm’ın istediği bir devlet olmadığı zaman, eğer uzlaşma varsa, devletin istediği İslâm ortaya çıkacaktır. Müslümanlar, basit gördükleri bir-iki tâviz verdikleri zaman, bir müddet sonra dâvânın tümüyle özünden sapması kaçınılmaz olmakta, atı alan Üsküdar’ı geçmektedir.
Gerçekte güç ve kuvvet, izzet ve şeref Allah’a aittir. O, dilediğini güçlü kılar.3665 Kâfirler zâhiren güçlü görünseler de bu görünüm; sanaldır, halüsinasyondur. Müslümanlar, önce Allah’a, sonra az sayıda ve imkânda olsalar bile O’nun verdiği güce ve izzete sahip olan kendilerine güvenmek zorundadırlar. Bilmeli3664]
Nesâi, Kitab: 48, bab 52
3665] 3/Âli İmran, 126
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 801 -
dirler ki, “Allah’ın izniyle nice az bir topluluk, daha çok topluluğa gâlip/üstün gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.”3666 Allah’a ve kendine güvenen bir müslüman, hangi şartlarda ve durumda olursa olsun, hakiki mânâda güçsüz olan müşrik güçlere yaslanmayı kabul edemez ve onlarla uzlaşamaz. Çünkü mü’min, dâvâsında haklı olduğuna ve Allah’ın yardım edeceğine kesin olarak inanır ve kâfirlerden korkmaz. Neticeyi ve zaferi Allah’ın vereceğini bilir. Bu özgüvene sahip olmayan, kendinden zâhiren daha üstün konumdaki zorba güçlere karşı mücadeleyi göze alamaz ve onun tahakkümü anlamını taşıyan uzlaşmadan başka bir seçeneği olmadığını varsayarak zulme, sömürüye, yönetilmeye, şerefsizliğe, kula kul olmaya boyun eğer.
Müslümanın tâviz vermesi kadar, tâviz alması da çoğu zaman dâvâsına zararlı olur. Kâfirlerin bu tâvizleri, kendilerini veya rejimlerini müslümanlara biraz daha benimsettirmesi, onları iğdiş ederek uzlaşmaya girmesi, neticede dâvâyı saptırıcı sonuçlar doğuran oyunların tezgâhı gibi şeytanî hileler olarak kabul edilmelidir.
Uzlaşma; düşüncelerde, değerlerde, ölçülerde, prensiplerde, sosyal ve siyasal tavırlarda çöküş içine girmek, sivil itaatsizliği bile becerememektir. Uzlaşma; kaypaklıktır, ilkesizliktir. Olduğu gibi görünmemek, göründüğü gibi olmamaktır. Uzlaşma, psikolojik mağlubiyettir. İzzetin Allah katında ve mü’minlerin hakkı olduğunu unutmak, zelil olanları aziz kılmaya çalışmaktır. Düşmanı gözde büyütmek, bükemediği eli öpmektir; o elin az sonra boğazını sıkmaya hazırlandığını unutmaktır. Uzlaşma, hak ölçülerle uyuşmaz ama kapitalizm, pragmatizm ve makyavelîzmle uyuşan ve örtüşen yönleri az sayılmaz; her şeyi pazarlık konusu yapmaktır uzlaşma; faydayı dâvânın önüne geçirebilmektir. Rasyonel/akılcı olmak ve dâvâ eri mücâhide Allah’ın yardım vaadlerini ve dâvânın Allah’la bağlantısını göz ardı etmek, kâfirler hangi yoldan başarılı oluyorsa o yolları denemektir. Mutlak doğruyu, vahye ait hakikatleri, babasının malı imiş gibi değerlendirmektir. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın deyip yılanların yaşamasına yardımcı olmak, ömürlerini uzatmaktır. Haktan taviz ve uzlaşma, yok olmak ilâhî kaderi olan, her an komada yaşayıp can çekişen bâtılın iskeletine kan pompalamaktır.
Laiklik, ırkçılık, milliyetçilik, demokratlık, materyalizm, determinizm, tarih kutsayıcılığı, örf-âdet ve gelenekçilik, pragmatizm, makyavelîzm... hep uzlaşmacılıktır. Dergi, dernek, vakıf, özel okul, radyo, televizyon, parti, teşkilât gibi sistem içi araçları kullanırken çok hassas olunmalı veya ileride tâviz vermeyecek kesin tedbirler ve ilkeler baştan kesin kararlara bağlanmalıdır. Çünkü bunlar, çoğunlukla uzlaşmacı zihniyete kurban edilerek “hizmet ediyoruz” derken giderek bu araçlar amaçlaştırılmakta ve ava giden avlanmaktadır. İslâmî duyarlılık ve inkılâpçı tavırlarla kanunlar lastik gibi en sonuna kadar uzatılıp sündürülmeli veya görmezden gelinmelidir ki bu tür araçların kullanımı meşrû olabilsin. Bu da tahmin edildiğinden çok zor ve güzel örnekleri yok denilecek kadar az olan bir durumdur. Risk büyüktür; ya bunca maddî-manevî fedakârlıkları, birikim ve emekleri kaybetmek, ya da bu araçlar vasıtasıyla Hak rızâsını ve imtihanı kaybetmek. Çoğunlukla görülen odur ki, bu tür silâhlar geri tepmekte, düşmanı değil; kullananları ve destekleyicilerini vurup yaralamaktadır. Az sayıdaki istisnaları hâriç tutarak, müslümanların eliyle ve imkânlarıyla bâtılın güçlenmesine
3666] 2/Bakara, 249
- 802 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yol açan bu araçların temel vasıflarının taviz araçları olduğu yaklaşımını haklı gösteren bolca örnekler vardır.
Demokratik yapılanma ve resmî çalışmalar, ister istemez uzlaşmacı yaklaşımlardır. Bu uzlaşmacı ve demokratik yaklaşım, Hasan el-Bennâ, Abdülkadir Udeh ve Seyyid Kutub’lar zamanında dünyayı titreten İhvân-ı Müslimîn hareketini ne hale getirdi, gören gözler için yakın tarihin bize ihtarıdır. Resmî tabelâlar altında ve düzenin belirlediği ve yönlendirdiği alanlardaki gayretler, az veya çok tâviz vermeyi kolayca kabullendiğinden bereketsizlikle sonuçlanmaktadır. Cennet, kılıçların gölgesinde olduğu gibi; izzet ve onur da hak prensiplerden tâviz vermeyen şahsiyetli, kimlikli müslümanların hakkıdır.
Hakkı ketm etmek (gizlemek) ve hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılı karıştırmak, Din’i kuşa benzetmektir. Hak din’in etkisizleştirilmesi, atmalar ve katmalar yoluyla olmuştur. Atma, hakkı gizlemek; katma ise hakka bâtılı karıştırmaktır. Hakkı/İslâm’ı bâtılın/kâfirlerin istediği, râzı olduğu şekle koymak veya konulan bu şekle karşı çıkmamaktır. O yüzden dinin temel ilkelerinden tâviz, itikadı ilgilendiren bir vakadır; ihanettir veya en azından ihanete seyirci kalmaktır.
İnsan Niçin Tâviz Verir, Düşmanıyla Uzlaşmaya Girer?
İnsanın niçin tâviz verme ihtiyacı hissettiğinin sebeplerini saymaya çalışalım:
a- Ya dâvâsının prensiplerinde uzlaşmacılığa teşvik veya en azından ruhsat vardır. Bu, müslümanın dâvâsı için kesinlikle geçerli değildir. “Allah, kâfirlere mü’minlerin aleyhinde asla bir yol vermez.”3667; “İzzet (şeref, güç ve kuvvet) Allah’ındır, Rasûlü’nün ve mü’minlerindir.”3668 Ayrıca, tevhid kelimesinin “lâ” ile tanrılık iddia eden Allah’ın dışındakilere “hayır!”la başlaması; yukarıda izah edilen peygamberimizin müşriklerin uzlaşma ve yardım tekliflerine kesin red cevabı vermesi ve “müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız” gibi açık nasslarla bu uzlaşmacı yolun tıkalı olduğu belgelenmiştir.
b- Ya tâviz verdiği bazı parçalar, insan için fazla mühim olmayan, uğrunda zahmet çekmeye değmeyen, olmasa da olabilecek cinsten hafif değerlerdir. Bu da müslümanın dâvâsı için düşünülemez. İslâm parçalanmaz bir bütündür. İslâm’ın bir esasını yok sayan, hafife alan kimse İslâm’ın dışına çıkar. İslâm’a hiç bir şey galebe çalamaz. Onun en küçük cüzüne, bir müslümanın bin kellesi olsa, tümünü gözünü kırpmadan feda edebilir/etmelidir. En küçük İslâmî bir esas bile dünya nimetlerinin tümüne değişilemez. İslâm’ın her türlü esaslarını kabul ettikleri halde, sadece zekât vermeyen bir kabileye Hz. Ebubekir’in savaş açması bile bu konuda delil olarak yeter. (“Dinimizde ‘İslâm devleti’ diye bir kavram yoktur”, “en güzel demokrasi İslâm’dır” diye vecizeler(!) döktüren, “başörtüsü teferruattır” diyen ve diploma için kızların başını açması caizdir, diye fetva verenlerin kulakları çınlasın.)
c- Ya karşılığında daha kıymetli şeyle alır, böylece dâvâya hizmet etmiş olur. Beşerî değer ölçüleriyle, müstekbirlerin verdiği tâvizlerin büyük, istedikleri tâvizin ise küçük görülmesinden dolayı tâviz verilir. Şeytanın Hz. Âdem’e
3667] 4/Nisâ, 141
3668] 63/Münâfikûn, 8
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 803 -
cennette ebedî kalma vaadi karşılığında yasak ağaçtan yeme tâvizini istemesi gibi.3669 Şeytan ne verdiğini ve ne istediğini gâyet iyi bilmektedir. Şeytan ve dostlarının verdiği büyük tâviz, dâvâ için yararlı gözükse de; istedikleri küçük tâviz, müslümanları Allah’ın yardımından uzaklaştırmakta ve dâvâyı kişisel görüşlere göre değişebilen beşerî bir dâvâ hüviyetine sokmaktadır. Kâfirlerin vereceği hiç bir tâviz, Allah’ın dünyadaki yardımından ve âhiretteki cennetinden büyük olamaz. Abese sûresinin nüzul sebebi ve Allah’ın ihtarı, hizmet için çok iyi niyetlerle ve küçük bir tâvize açılan tüm kapıları kapamıştır.
d- Ya korktuğu için tâviz verir. “Yoksa onlardan mı korkuyorsunuz? Eğer gerçek mü’minlerden iseniz Allah kendisinden korkmanıza daha lâyıktır.”3670; “İnsanlardan korkmayın; Benden korkun. Benim âyetlerimi az bir karşılıkla satmayın. Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” 3671
e- Ya kendisine ve dâvâsına itimadı, güveni tam değildir. Kendi kimliği ve dâvâsının hüviyetini açıklamaktan ürken şahsiyetsiz bir zavallıdır. Şeref ve izzeti, kendi dâvâsının dışında arar. Bukalemun tiplidir. Onun için kolaylıkla tâviz verip rahatına bakar. “O münâfıklar ki, mü’minleri bırakarak kâfirleri dost ediniyorlar. İzzeti (şeref ve zaferi) onların yanında mı arıyorlar? Muhakkak ki bütün izzet kudret Allah’ındır.” 3672
Evet... Uzlaşma ve tâviz, tevhidî harekete, bütüncü, radikal, köktenci, inkılâpçı anlayışa set vurur. Ve uzlaşma, karşı çıkılamaz ve değiştirilemez bir kader değildir.
Tâviz ve Uzlaşmayı Red, Küfre Meydan Okumak ve Ateşten Gömlek Giymektir
Her tâviz, yeni ve daha büyük tâvizler doğurur. Amellerdeki tâvizler, inançlardaki tâvizlere yol açabilir. Tâviz vererek inandığını yaşamayan, yaşadığı gibi inanmaya başlar. Onun için tâvizkâr anlayışı reddeden genç müslümanlar, kendi pratik yaşayışlarındaki her türlü uzlaşma ve tâvize de öncelikle karşı olmalı ve kendine sülük gibi yapışan bu bâtıl asalakları söküp atmalıdır. Amerikan saç modeli, sinekkaydı traşı, Amerikan tipi daracık kot pantolonuyla, elindeki Marlboro veya Coca Cola’sıyla Amerika’ya karşı çıkıp kafa tutmak, teoride bile Amerika düşmanı olmak mümkün değildir. Kişinin karşı çıktığı düşmanını gözünde büyütüp ona benzemesi, onu nice konuda örnek alması, düşmanlıkla bağdaşacak şey değildir.
Müslümanların nüfuslarını % 99’larla ifade edildiği topraklarda küfrün her yönüyle egemen olmasının temel sebeplerinden biri bu uzlaşmacı yaklaşımdır. Kıyam ve devrim yolunun çok yokuş olmasının en önemli sebebi; tâviz vermeyi, uzlaşmayı normal, câiz, hatta hizmet ve cihad sayan gâfil veya hâinlerdir. Nice mücâhid(!), küfür çarklarını çevirmek, Allah’ın indirdiklerinin dışındakilerle hükmetmek için yarışa katılmaktadır. Nice İslâmcı(!) sermaye, kapitalist ekonominin kurallarıyla holdingleşme ve Karunlaşma için ne tür atraksiyonlar yapmaktadır! Nice hacı ve hoca kızları, İslâm’a hizmet için başını açmakta, nice müslüman genç
3669] 20/Tâhâ, 120-121
3670] 9/Tevbe, 13
3671] 5/Mâide, 44
3672] 4/Nisâ, 139
- 804 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm için putlara ve tâğutlara saygı duyup itaat etmeye koşmaktadır. Nice küfür sayılacak söz ve davranışlar İslâm(!) için yerine getirilmektedir. Allah’a kul olmayı bırakıp emir kulu olmak, kâfir de olsa yetkili ve etkili kişilere/kurallara boyun eğmek, hizmet ve sevap kabul edilmektedir. Örnekleri çoğaltmak mümkün; ama zülf-i yâre dokunup fincancı katırları ürkütmek de...
Uzlaşma ve tâvizi red; bâtılla “uyuşma”yı red anlamına geldiği gibi, “uyuşukluğu” da reddetmek demektir. Tâviz ve hoşgörü ninnileriyle uyutulan, uzlaşma afyonuyla uyuşturulan devin, hipnotizörü ve doktor kıyafetindeki katili fark edip şahlanışıdır bu red. Uyanış ve diriliştir. Kötülüğe/Bâtıla elle, dille ve hiç olmazsa kalple karşı çıkıp değiştirme bilinci ve görevi ile bâtılla/münkerle uzlaşmayı, “bundan sonrasında hardal tanesi kadar iman yoktur.” hükmüyle değerlendirmektir.
Savaşçı kimliğini kuşanmaktır uzlaşmayı reddetmek. Yakın çevreden başlayarak bütün dünyaya tavır almak, meydan okumaktır. Cihada en azından teorik olarak adım atmak, eylem bilincine ulaşmak, kıyam ateşini tutuşturmaktır. Gemileri yakmaktır. Arkaya bakmadan sırât-ı müstakim çizgisinde zafere ve/veya cennete doğru koşu için start vermek, yarışı başlatmaktır. Belki imanı tartışılabilecek takvâsız, sıradan bir müslüman olmaktan; dâvâ adamı, Allah eri, şehâdet âşığı fedâi bir mücahid tavrı demektir. Onun için yürek ister; hem cesaret, hem de cesaretin beslendiği enerji olan iman ve takvâ anlamında yürek ister; mangal gibi yürek. Mangalda kül bırakmayacak şekilde nutuk atmak, sonra yan gelip yatmakla uzlaşma ve tâviz yolu reddedilmiş olmaz; Sadece ona buna çatılarak nefisler tatmin edilmiş olur. Uzlaşmayı red, köleliği reddir, rahatı terk etmektir, zenginliği reddetmektir, yatakta ölmeyi düşünmemektir. Eyleme, cihada, direnişe, sabra, takvâya, uykusuzluğa, açlığa, -tabii kahramanlığa ve şehidliğe- giden yola canla başla, sevdayla koyulmaktır.
Uzlaşmanın en uç noktasını, bir zamanlar T.C.’nin en uç noktasını işgal eden kişi dillendiriyordu: “230 civarındaki ahkâm âyetini laik anlayış çerçevesinde yorumlamanın yolu bulunmalı.” Uzlaşmayı reddeden cephenin bu konudaki sözü ve tavrı sorgulanmalıdır bu sözü söyleyenden önce. Bu ahkâm âyetleri yok sayılamayacaksa ve laik anlayış doğrultusunda tahrif edilerek yorumlanamayacaksa, ya da ketm edilerek gündemden çıkarılamayacaksa... Evet, öyleyse...
Uzlaşmaya karşı çıkmak, hayalî düşmanla savaşan Donkişot’luk değil; put kıran İbrahim’liktir. İbrahim, “tek başına bir ümmetti.”3673 Bugün İbrahim imanı ve gözü pekliğine sahip olmayanlar, “ümmetin tek İbrahim olması”na çalışmalılar. Allah’la beraber olana, O’nun yardım ettiği kimseye kim zarar verebilir ki?! Tâvizi ve uzlaşmayı red: “Kim Allah’a sahip, o neden mahrum; kim Allah’tan mahrum o neye sahip?” diyebilmektir. Câhiliyyenin zorladığı uzlaşmaya direnmek, İslâmî hareket ve ümmet güçlerinin yardımlaşması ve dayanışmasıyla gerçekleşebilir. Direniş; iman, cihad ve sabır gibi altyapıya gerek duyduğu kadar, fikir ve yardım desteğiyle teşkilât ve harekete, psikolojik ve duâ desteğiyle ümmete de ihtiyaç duyar. “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir ümmet (topluluk) bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” 3674
3673] 16/Nahl, 120
3674] 3/Âl-i İmran, 104
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 805 -
Tâvizi, uzlaşmayı reddetmek, geçici bir protesto hareketi değil; ölüme kadar tevhid kelimesindeki “lâ”yı hayatıyla tefsir edip, eylemleriyle yorumlamaktır. Uzlaşmayı red, hak ve bâtıl her şeye karşı çıkmak, farklı anlayıştaki mü’minlerle ve değişik İslâmî yaklaşımlarla da iyi geçinme yollarını aramayıp onlarla mücadele etmek, ya da isyankâr fakat marazî/hastalıklı bir psikolojik yapı değildir. Hakk’ın mutlak doğruları ile beşerin göreceli doğrularını birbirine karıştırmak, itikadî olanlarla itikadî olmayanı aynı kefede görmek, bir hata ile haramı, bir günah ile şirki karıştırıp hepsine aynı şiddette reaksiyon göstermek değildir. Uzlaşmayı reddetmek deyince, insanca münasebetleri, sosyal ilişkileri kesip uzlet içinde yaşamayı, toplumsal bağları koparmayı kasd etmiyoruz; İbrahimî ve Muhammedî tavrı hayata geçirmeyi kast ediyoruz. Onlar küfürle/bâtılla uzlaşsalardı ateşe atılır, memleketlerini terk etmeye mecbur kalır, ölümle burun buruna olurlar mıydı?
Mü’min nasıl olur da Kur’an’ın “neces (pislik)”3675 dediği müşriklere inanç, fikir, dil veya eylemlerinde tâviz vererek, tevhidle uzlaşması ve tevhide bulaşması mümkün olmayan pisliğe kapısını açar? Küfrün azına veya pisliğin küçüğüne bile olsa, nasıl tahammül edip rıza gösterir? Hele o pislikle iç içe yaşayıp, o pisliği hoş görebilir? Mü’min nasıl olur da hayvanlardan daha aşağıda olanlarla3676 işbirliğine, uzlaşmaya girer? Nasıl olur da o hayvanların ahırlarında, onlarla beraber oturup kalkar,3677 beraber aynı yemlikten yemlenir?
Mü’min nasıl olur da kâfirlerin önüne attıkları dünya, makam, mevki, hizmet, para, maaş, menfaat... gibi geçici çıkarları gözünde büyüterek, onların çürük iplerine yapışmayı, Allah’ın kopmaz ipine3678 tercih eder? Tâğutu reddederek sağlam ipe yapışması gerektiği halde, onların uzattığı çürük ipin kendisini Allah’a ve cennete ulaştıracağını, kendisini yükseltebileceğini nasıl ümit edebilir?
Evet... Her sistem tâviz verebilir, başka sistemlerle uzlaşabilir, ama İslâm asla! Her insan, dâvâsından tâviz verebilir, başka dâvâlarla uzlaşabilir, ama müslüman asla! Her bâtıl, başka bâtıllarla kaynaşabilir, uyuşabilir, ama hak vasfını kaybetmeden hak asla!
HAKKI KETM ETMEK (GİZLEMEK)
“Bildiğiniz halde, bile bile hakkı ketm etmeyin (gizlemeyin).” 3679
“Ey ehl-i kitap! Neden hakka bâtılı karıştırıyor ve bile bile hakkı/gerçeği gizliyorsunuz?” 3680
“Allah’ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır.” 3681
“Allah, kendilerine Kitap verilenlerden, ‘Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz’ diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir
3675] 9/Tevbe, 28
3676] 7/A'râf, 179
3677] 4/Nisâ, 140
3678] 2/Bakara, 256
3679] 2/Bakara, 42
3680] 3/Âl-i İmran, 71
3681] 2/Bakara, 174
- 806 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kötü!” 3682
Muaz bin Cebel ve bazı sahabiler, yahudi bilginlerinden bir gruba Tevrat’taki bazı hükümleri sordular. Yahudiler bu bilgileri gizlediler ve haber vermekten kaçındılar. Bunun üzerine şu âyetler nâzil oldu: “İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti Biz Kitaptan insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak tevbe edip, durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır. Onları bağışlarım; çünkü Ben tevbeyi çok kabul eden ve çokça merhamet edenim.” 3683
Âyet-i Kerime’nin hükmü yalnız yahudilere değil; Allah’ın âyetlerini gizleyen ve şer’î hükümleri açıklamayan herkese şâmildir. Çünkü âyetin ifade tarzı genel anlam ifade eder. Âyet, Allah’ın dininden olup da yayılmasına ve duyurulmasına ihtiyaç duyulan herhangi bir ilmi ve hükmü gizleyen herkesi içine alır. Hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyamet gününde ateşten bir gem vurulacaktır.”3684 Sahabiler de bu âyeti aynı şekilde herkese şâmil olarak anlamıştır.
Ebu Hüreyre’nin, şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Eğer Allah’ın Kitabındaki şu iki âyet olmasaydı, size hiç bir hadis rivâyet etmezdim” Ebu Hüreyre, ilmi gizlemeyle ilgili yukarıdaki iki âyeti3685 okumuştur.3686 Müteahhirûn/sonraki âlimlerden bazıları hâriç, âlimlerin çoğu, ilmi gizlemeye yol açacağı endişesiyle, yukarıdaki âyete dayanarak, Kur’an okuma karşılığında para almanın caiz olmadığını söylemişlerdi. Onlara göre âyet, hükümleri açığa vurmayı, yaymayı ve gizlememeyi emrediyor. Bir kimse, edâsı kendisine gerekli olan bir amel için ücret alamaz. Namaz kıldığı için ücrete hak kazanamaması gibi. Çünkü namaz, Allah’a yaklaşmak için yapılan bir ibâdettir. Bu yüzden namazı öğretmek karşılığında alınacak ücret câiz olmaz. “Hakikat güneşini örten bulutların en kesifi menfaattir.”
İlmi gizlemekle ilgili Bakara suresi 159-160. âyetlerinden çıkarılan hükümleri ve dersleri açıklayan Sâbunî, Ahkâm Tefsirinde şunları belirtir: “Âlimlerin ilmi gizlemesi, üzerlerindeki öğretme emanetine hiyanettir. İslâmî ilimleri yaymak veya yayılmasına vesile olmak, beşeriyetin hidâyete gelmesi için vâciptir. Şer’î hükümlerden birisini gizleyen kimse, ebedî lânete uğrar. Yalnız tevbe etmek kâfi değildir. Tevbeyle beraber yaşayışını ıslah etmesi ve amellerinde ihlâslı olması gerekir.
Allah, açık açık indirdiği âyetleri ve doğruyu, yalnız insanlığı doğru yola ve hayra sevk etmek için göndermiştir. Dinî ilimleri ketmetmek ve halka öğretmemek ise, peygamberlerin tebliğ etmekle vazifeli bulunduğu yüce göreve ve âlimlere emanet edilen tebliğ vazifesine hiyanet etmektir. Zira Allah, kitap gönderdiği kimselerden emirlerini hemen insanlara anlatmaları ve onu gizlememeleri için misak (teminat) almıştır. Allah, halkın muhtaç olduğu bir şeyi bilhassa dinî meseleleri ketmeden ve şer’î hükümlerden herhangi bir hükmü gizleyip söylemeyenlerin, çok elem verici bir azaba düşeceklerini te’kitle beyan ediyor.
3682] 3/Âl-i İmran, 187
3683] 2/Bakara, 159-160
3684] Ebû Dâvud, İlm 9, hadis no: 3658; Tirmizi, İlm 3, hadis no: 2651; Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 11, s. 501
3685] Bakara, 159 ve 160. âyeti
3686] Buhâri, Tecrid-i Sarih Terc. ve Şerhi, c. 1, s. 115
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 807 -
Çünkü herhangi bir İslâmî meseleyi ketmetmek, büyük günahtır. Bu fiili yapan kimse, lânetlenmeyi ve Allah’ın rahmetinden uzaklaşmayı hak etmiştir.
İlmi yaymak ibâdet olduğu gibi, onu ketmetmek de cinâyettir. Zira Rasûlullah “din hususunda benden duyduğunuzu tek bir âyet de olsa tebliğ ediniz” buyurmuştur.”
İlmini ketmeden, câhil menzilesindedir. Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır. “En fazletli cihad, zâlim sultana karşı hakkı söylemektir.”3687 Bazen hakkı söylemekten dolayı başımıza belânın gelmesi, söylememekten dolayı öteki dünyada gelecek belânın yanında hiç kalır. Hz. İbrâhim’in iki ateşten en ehvenini seçmesi, seçtiği o ateşin de acı vermekten çıkması gibi, ne tatlıdır hakkı savunmaktan dolayı başa gelenler. Çünkü “hak yolunda yuvarlanan merdâne olur.”
“Hâlık’ın nâ-mütenâhi adı var, en başı: Hak.
Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak.” 3688
“Adam aldırma da geç git diyemem, aldırırım;
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.” 3689
İlmi Gizlemek
Âlimler, sahip oldukları ilimleri başkalarına aktarmak zorunda mıdırlar? Başka bir deyimle, ilmi gizlemek, kınanan ve suç sayılan bir iş midir?
Kur’an-ı Kerim’de bu konuda yahudi ve hıristiyanlarla ilgili olduğu halde, hükmü müslümanları da kapsayan bazı âyetler vardır. “İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti Biz kitap’da insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak, tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır; onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça merhamet edenim.” 3690
“Allah’ın indirdiği kitap’tan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah, ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onlar doğru yol karşılığında sapıklığı, mağfiret bedeli olarak da azabı satın almış kimselerdir. Onlar, ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar! O azabın sebebi, Allah’ın, kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır. (Buna rağmen farklı yorum yapıp) kitap’ta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir.” 3691
Âyet-i kerimelerin hükmü, yalnız ehl-i kitaba değil; Allah’ın âyetlerini gizleyen ve şer’î hükümleri açıklamayan herkese şâmildir. Çünkü âyetin ifade tarzı, usûl âlimlerinin de dediği gibi özel sebebe bağlı olmaksızın genel anlam ifade eder. Hadis-i şerif, bu konuda müslüman bilginlerin sorumluluğunu aynı sertlikle ifade eder: “Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyamet gününde ateşten bir gem vurulacaktır.”3692 Sahabiler de bu âyeti aynı şekilde anlamıştır. Ebu
3687] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 538
3688] M. Âkif
3689] M. Âkif
3690] 2/Bakara, 159-160
3691] 2/Bakara, 174-176
3692] İbn Mâce, Mukaddime 24, hadis no: 261; Tirmizî, İlm 3, hadis no: 2787
- 808 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hureyre’nin şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Eğer Allah’ın kitabındaki bir âyet olmasaydı, size hiçbir hadis rivâyet etmezdim.” Ebu Hureyre, bundan ilmi gizleyenlerle ilgili olan âyeti okudu. 3693
“Kıyamet gününde bir adam getirilir ve cehenneme atılır da cehennem değirmen merkebinin taşlarıyla (buğday) öğütmesi gibi onu öğütür. Bunun üzerine cehennem halkı onun başına toplanır da: ‘Ey filan, sen ma’rufla emrediyor ve münkerden nehyediyor değil miydin?’ derler. O da: ‘Evet, ben ma’rufla emrederdim de onu kendim yapmazdım ve yine ben, münkerden nehyederdim de, onu kendim işlerdim’ der.” 3694
Âlim, bilmeyen kalabalığa gerçek ve doğru yolu gösterici olması bakımından “Rabbinden sana indirilen gerçekleri insanlara bildir.”3695 şeklindeki İlâhî emrine muhatap olan Peygamberin izindedir.
“Onlar ki, Allah’ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olara Allah (herkese) yeter.” 3696
Kur’an’ın itikadda hedefi iki şey üzerinde yoğunlaşır. Bunlar: İlmî tevhid ve amelî tevhid’dir. Allah Rasûlü, bu iki tehvidi sağlamk için gönderilmiş, diğer peygamberlerin daveti de yine bunları üzerine olmuştur. Çünkü saâdet, manevî kemal şu iki şeyden gelir: Faydalı ilim ve sâlih amel. İlmî tevhid, faydalı ilim; amelî tevhid de sâlih ameldir. Faydalı ilim, Allah’ı bilmek; sâlih amel de Allah’ın emri gereği hareket etmektir. Faydalı ilim, iman ile, Peygamberin haber verdiği şeyleri tasdik etmek; sâlih amel de şeriki olmayan tek bir Allah’a kulluk ve Rasûlü’ne itaattir ki İslâm dini de işte budur.
Bize düşen, müslümanlığı gâye edinmek ve onu hayatın mihveri saymaktır. Artık bize gereken, Rasûl’ün dünyaya bıraktığı “mîras” ile kalbimizi diri tutmak, böylece fikrimize ve hayat yolumuza aydınlık ufuklar açmaktır. Üzerimize borç olan, fikrimizi ve ilmimizi Allah’ın nimeti kabul etmenin gereği olarak Allah yolunda kullanıp O’na fiilî şükrümüzü yerine getirmek, kulluğumuzu kanıtlamak. Bir hayat ki, tüm kurumları ile vahyi reddeder, kurumlarını, kurallarını, ilkelerini bâtıl tanzim eder ve ilim diye takdim edilen bilim, yalnızca yanlışın aracıdır. İnsanın övünçle, aldatıcı bir güvenle taşıdığı dünyada bile pek bir şeye yaramayan diploma ve etiketten ve tehlikeli ve faydasız bir yükten ibarettir; Artık o bilgi bir silâhtır, ama yalnızca imhâ ve intihar etmek için kullanılacak bir silâhtır. Bu bilgi ve onun taşıyıcıları, dalâletin hâmili, hakikatin katilidirler. Onlar, sırât-ı müstakîmin önünde eşkiyadırlar; hak yolu keser, hevâya ve tâğutlara kulluğa giden yolları açarlar. İlmiyle âmil bir âlim olamayıp sadece bilgi taşıyıcıları olanlar da bunların değirmenine su taşımaktadırlar.3697 Bir depremlik, bir kıyamlık canı olan ölümcül sistemi canlandırmak için ilmi koltuk değneği ve payanda gibi dayarlar.
3693] Ebu Hayyan, el-Bahru'l-Muhît I/454
3694] S. Buhâri, Fiten, 17; hadis no: 46; S. Müslim, Zühd 7, hadis no: 51 (2989)
3695] 5/Mâide, 67
3696] 33/Ahzâb, 39
3697] İzmir'li İsmail Hakkı, (H. B. Çantay, K. K. Mealinden naklen, 3/1231
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 809 -
Hak-Bâtıl Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Hakk (H-k-k) Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 280 Yerde; el-Hakk: 227 Yerde): 2/Bakara, 26, 42, 42, 61, 71, 91, 109, 119, 121, 144, 146, 147, 149, 176, 180, 213, 213, 228, 236, 241, 247, 252, 282, 282; 3/Âl-i İmrân, 3, 21, 60, 62, 71, 71, 86, 102, 108, 112, 154, 181; 4/Nisâ, 105, 122, 151, 155, 170, 171; 5/Mâide, 27, 48, 48, 77, 83, 84, 107, 107, 107, 116; 6/En’âm, 5, 30, 57, 62, 66, 73, 73, 81, 91, 93, 114, 141, 151; 7/A’râf, 8, 30, 33, 43, 44, 44, 53, 89, 105, 105, 118, 146, 159, 169, 181; 8/Enfâl, 5, 6, 7, 7, 8, 8, 32, 40, 74; 9/Tevbe, 13, 29, 33, 48, 62, 108, 111; 10/Yûnus, 4, 5, 23, 30, 32, 32, 33, 35, 35, 35, 35, 36, 53, 53, 55, 76, 77, 82, 82, 94, 96, 103, 108; 11/Hûd, 17, 45, 79, 120; 12/Yûsuf, 51, 100; 13/Ra’d, 1, 14, 17, 19; 14/İbrâhim, 19, 22; 15/Hıcr, 8, 55, 64, 85; 16/Nahl, 3, 36, 38, 102; 17/İsrâ, 16, 26, 33, 81, 105, 105; 18/Kehf, 13, 21, 29, 44, 56, 98; 19/Meryem, 34; 20/Tâhâ, 114; 21/Enbiyâ, 18, 24, 55, 97, 112; 22/Hacc, 6, 18, 40, 54, 62, 74, 78; 23/Mü’minûn, 41, 62, 70, 70, 71, 90, 116; 24/Nûr, 25, 25, 49; 25/Furkan, 26, 33, 68; 27/Neml, 79; 28/Kasas, 3, 13, 39, 48, 53, 63, 75; 29/Ankebût, 44, 68; 30/Rûm, 8, 38, 47, 60; 31/Lokman, 9, 30, 33; 32/Secde, 3, 13; 33/Ahzâb, 4, 37, 53; 34/Sebe’, 6, 23, 26, 43, 48, 49; 35/Fâtır, 5, 24, 31; 36/Yâsin, 7, 70; 37/Sâffât, 31, 37; 38/Sâd, 14, 22, 26, 64, 84, 84; 39/Zümer, 2, 5, 19, 41, 67, 69, 71, 75; 40/Mü’min, 5, 6, 20, 25, 55, 75, 77, 78; 41/Fussılet, 15, 25, 53; 42/Şûrâ, 17, 18, 24, 24, 42; 43/Zuhruf, 29, 30, 78, 78, 86; 44/Duhân, 39; 45/Câsiye, 6, 22, 29, 32; 46/Ahkaf, 3, 7, 17, 18, 20, 30, 34; 47/Muhammed, 2, 3; 48/Fetih, 26, 27, 28; 50/Kaf, 5, 14, 19, 42; 51/Zâriyât, 19, 23; 53/Necm, 28; 56/Vâkıa, 95; 57/Hadîd, 16, 27; 60/Mümtehıne, 1; 61/Saff, 9; 64/Teğâbün, 3; 69/Haakka, 1, 2, 3, 51; 70/Medâric, 24; 78/Nebe’, 39; 84/İnşikak, 2, 5; 103/Asr, 3.
B- Bâtıl Kelimesi (B-t-l) ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 36 Yerde; Bâtıl: 26 Yerde): 2/Bakara, 42, 188, 264; 3/Âl-i İmrân, 71, 191; 4/Nisâ, 29, 161; 7/A’râf, 118, 139, 173; 8/Enfâl, 8, 8; 9/Tevbe, 34; 10/Yûnus, 81; 11/Hûd, 16; 13/Ra’d, 17; 16/Nahl, 72; 17/İsrâ, 81, 81; 18/Kehf, 56; 21/Enbiyâ, 18; 22/Hacc, 62; 29/Ankebût, 48, 52, 67; 30/Rûm, 58; 31/Lokman, 30; 34/Sebe’, 49; 38/Sâd, 27; 40/Mü’min, 5, 78; 41/Fussılet, 42; 42/Şûrâ, 24; 45/Câsiye, 27; 47/Muhammed, 3, 33.
C- Karıştırmak Anlamında “L-b-s” ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 4 Yerde): 2/Bakara, 42; 3/Âl-i İmrân, 71; 6/En’âm, 82; 50/Kaf, 15.
D- Gizlemek Anlamında Ketm ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 21 Yerde): 2/Bakara, 33, 42, 72, 140, 146, 159, 174, 228, 283, 283; 3/Âl-i İmrân, 71, 167, 187; 4/Nisâ, 37, 42; 5/Mâide, 61, 99, 106; 21/Enbiyâ, 110; 24/Nûr, 29; 40/Mü’min, 28.
E- Hak-Bâtıl Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
a- Hakkı Gizlemek: 2/Bakara, 42.
b- Hakkı Kabul Etmek: 2/Bakara, 147.
c- Hak, Allah’tan Gelmedir: 3/Âl-i İmran, 60; 10/Yûnus, 108; 34/Sebe’, 49.
d- Allah, Takvâ Sahiplerine Hak ile Bâtılı Ayıracak Anlayış Verir: 8/Enfâl, 29; 92/Leyl, 5-7.
d- Kâfirler İstemese de Allah, Hakkı Yerine Getirecektir: 9/Tevbe, 32-33; 10/Yûnus, 82; 22/Hacc, 15; 42/Şûrâ, 24;61/Saf, 8-9.
e- Asıl Hak/Gerçek Allah’tır: 22/Hacc, 62.
f- Hakkı Tavsiye Etmek: 103/Asr, 1-3.
g- Haktan Şüphe Etmemek: 2/Bakara, 147; 3/Âl-i İmran, 60; 6/En’am, 114; 10/Yûnus, 94-95; 49/Hucurât, 15.
h- Haktan Başka Her Şey Bâtıldır: 10/Yûnus, 32.
i- Hak Gelince Bâtıl Yok Olur, Ortadan Kalkar: 17/İsrâ, 81; 21/Enbiyâ, 18.
j- Hak ile Bâtılın Misali: 13/Ra’d, 17; 35/Fâtır, 20.
k- Allah, Bâtılı Yok Eder: 42/Şûrâ, 24.
l- Hak ile Bâtıl Karşılaştırması: 35/Fâtır, 19.
m-Bâtıla İnananlar: 29/Ankebût, 52, 67.
n- Bâtılın Hiçbir Şeye Gücü Yetmez: 34/Sebe’, 49.
o- Hak-Bâtıl Mücâdelesi: 22/Hacc, 19; 37/Saffât, 113; 58/Mücâdele, 22; 60/Mümtehine, 3; 64/Teğâbün, 14.
p- Hak-Bâtıl (İman-Küfür) Mücâdelesi, Allah’ın Dilemesiyledir: 2/Bakara, 253.
r- Hak-Bâtıl Mücâdelesi En Yakın Akraba Arasında da Geçerlidir: 22/Hacc, 19; 37?Saffat, 113; 58/Mücâdele, 22; 60/Mümtehine, 3; 64/Teğâbün, 14.
s- İbrahim a.s.’ın Babası: 6/En’am, 74; 19/Meryem, 42-48; 21/Enbiyâ, 52-57; 26/Şuarâ, 69-82; 37/Saffât, 85-87; 43/Zuhruf, 26-27, 60/Mümtehine, 4.
- 810 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ş- Nuh a.s.’ın Çocukları: 11/Hûd, 40, 42-47.
t- Nuh a.s.’ın Karısının İhâneti: 66/Tahrim, 10.
u- Lût a.s.’ın Karısının İhâneti: 7/A’râf, 83; 66/Tahrîm, 10.
ü- Firavun’un Karısının Teslimiyeti (Müslüman Olduğu): 66/Tahrîm, 11.
v- Kâfirler, Bâtılın Mücâdelesini Yaparlar: 18/Kehf, 56-57; 22/Hacc, 19.
y- Bütün Peygamberlerin düşmanları Olmuştur: 25/Furkan, 30-31.
Haka Bâtılı Karıştırma ve Hakkı Ketm Etme (Gizleme) Konusuyla İlgili Âyetler
Hakk (H-k-k) Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 280 Yerde; el-Hakk: 227 Yerde): 2/Bakara, 26, 42, 42, 61, 71, 91, 109, 119, 121, 144, 146, 147, 149, 176, 180, 213, 213, 228, 236, 241, 247, 252, 282, 282; 3/Âl-i İmrân, 3, 21, 60, 62, 71, 71, 86, 102, 108, 112, 154, 181; 4/Nisâ, 105, 122, 151, 155, 170, 171; 5/Mâide, 27, 48, 48, 77, 83, 84, 107, 107, 107, 116; 6/En’âm, 5, 30, 57, 62, 66, 73, 73, 81, 91, 93, 114, 141, 151; 7/A’râf, 8, 30, 33, 43, 44, 44, 53, 89, 105, 105, 118, 146, 159, 169, 181; 8/Enfâl, 5, 6, 7, 7, 8, 8, 32, 40, 74; 9/Tevbe, 13, 29, 33, 48, 62, 108, 111; 10/Yûnus, 4, 5, 23, 30, 32, 32, 33, 35, 35, 35, 35, 36, 53, 53, 55, 76, 77, 82, 82, 94, 96, 103, 108; 11/Hûd, 17, 45, 79, 120; 12/Yûsuf, 51, 100; 13/Ra’d, 1, 14, 17, 19; 14/İbrâhim, 19, 22; 15/Hıcr, 8, 55, 64, 85; 16/Nahl, 3, 36, 38, 102; 17/İsrâ, 16, 26, 33, 81, 105, 105; 18/Kehf, 13, 21, 29, 44, 56, 98; 19/Meryem, 34; 20/Tâhâ, 114; 21/Enbiyâ, 18, 24, 55, 97, 112; 22/Hacc, 6, 18, 40, 54, 62, 74, 78; 23/Mü’minûn, 41, 62, 70, 70, 71, 90, 116; 24/Nûr, 25, 25, 49; 25/Furkan, 26, 33, 68; 27/Neml, 79; 28/Kasas, 3, 13, 39, 48, 53, 63, 75; 29/Ankebût, 44, 68; 30/Rûm, 8, 38, 47, 60; 31/Lokman, 9, 30, 33; 32/Secde, 3, 13; 33/Ahzâb, 4, 37, 53; 34/Sebe’, 6, 23, 26, 43, 48, 49; 35/Fâtır, 5, 24, 31; 36/Yâsin, 7, 70; 37/Sâffât, 31, 37; 38/Sâd, 14, 22, 26, 64, 84, 84; 39/Zümer, 2, 5, 19, 41, 67, 69, 71, 75; 40/Mü’min, 5, 6, 20, 25, 55, 75, 77, 78; 41/Fussılet, 15, 25, 53; 42/Şûrâ, 17, 18, 24, 24, 42; 43/Zuhruf, 29, 30, 78, 78, 86; 44/Duhân, 39; 45/Câsiye, 6, 22, 29, 32; 46/Ahkaf, 3, 7, 17, 18, 20, 30, 34; 47/Muhammed, 2, 3; 48/Fetih, 26, 27, 28; 50/Kaf, 5, 14, 19, 42; 51/Zâriyât, 19, 23; 53/Necm, 28; 56/Vâkıa, 95; 57/Hadîd, 16, 27; 60/Mümtehıne, 1; 61/Saff, 9; 64/Teğâbün, 3; 69/Haakka, 1, 2, 3, 51; 70/Medâric, 24; 78/Nebe’, 39; 84/İnşikak, 2, 5; 103/Asr, 3.
B- Bâtıl Kelimesi (B-t-l) ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 36 Yerde; Bâtıl: 26 Yerde): 2/Bakara, 42, 188, 264; 3/Âl-i İmrân, 71, 191; 4/Nisâ, 29, 161; 7/A’râf, 118, 139, 173; 8/Enfâl, 8, 8; 9/Tevbe, 34; 10/Yûnus, 81; 11/Hûd, 16; 13/Ra’d, 17; 16/Nahl, 72; 17/İsrâ, 81, 81; 18/Kehf, 56; 21/Enbiyâ, 18; 22/Hacc, 62; 29/Ankebût, 48, 52, 67; 30/Rûm, 58; 31/Lokman, 30; 34/Sebe’, 49; 38/Sâd, 27; 40/Mü’min, 5, 78; 41/Fussılet, 42; 42/Şûrâ, 24; 45/Câsiye, 27; 47/Muhammed, 3, 33.
C- Karıştırmak Anlamında “L-b-s” ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 4 Yerde): 2/Bakara, 42; 3/Âl-i İmrân, 71; 6/En’âm, 82; 50/Kaf, 15.
D- Gizlemek Anlamında Ketm ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 21 Yerde): 2/Bakara, 33, 42, 72, 140, 146, 159, 174, 228, 283, 283; 3/Âl-i İmrân, 71, 167, 187; 4/Nisâ, 37, 42; 5/Mâide, 61, 99, 106; 21/Enbiyâ, 110; 24/Nûr, 29; 40/Mü’min, 28.
D- Hak-Bâtıl Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
a- Hakkı Gizlemek: 2/Bakara, 42.
b- Hakkı Kabul Etmek: 2/Bakara, 147.
c- Hak, Allah’tan Gelmedir: 3/Âl-i İmran, 60; 10/Yûnus, 108; 34/Sebe’, 49.
d- Allah, Takvâ Sahiplerine Hak ile Bâtılı Ayıracak Anlayış Verir: 8/Enfâl, 29; 92/Leyl, 5-7.
d- Kâfirler İstemese de Allah, Hakkı Yerine Getirecektir: 9/Tevbe, 32-33; 10/Yûnus, 82; 22/Hacc, 15; 42/Şûrâ, 24;61/Saf, 8-9.
e- Asıl Hak/Gerçek Allah’tır: 22/Hacc, 62.
f- Hakkı Tavsiye Etmek: 103/Asr, 1-3.
g- Haktan Şüphe Etmemek: 2/Bakara, 147; 3/Âl-i İmran, 60; 6/En’am, 114; 10/Yûnus, 94-95; 49/Hucurât, 15.
h- Haktan Başka Her Şey Bâtıldır: 10/Yûnus, 32.
i- Hak Gelince Bâtıl Yok Olur, Ortadan Kalkar: 17/İsrâ, 81; 21/Enbiyâ, 18.
j- Hak ile Bâtılın Misali: 13/Ra’d, 17; 35/Fâtır, 20.
k- Allah, Bâtılı Yok Eder: 42/Şûrâ, 24.
l- Hak ile Bâtıl Karşılaştırması: 35/Fâtır, 19.
m-Bâtıla İnananlar: 29/Ankebût, 52, 67.
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 811 -
n- Bâtılın Hiçbir Şeye Gücü Yetmez: 34/Sebe’, 49.
o- Hak-Bâtıl Mücâdelesi: 22/Hacc, 19; 37/Saffât, 113; 58/Mücâdele, 22; 60/Mümtehine, 3; 64/Teğâbün, 14.
p- Hak-Bâtıl (İman-Küfür) Mücâdelesi, Allah’ın Dilemesiyledir: 2/Bakara, 253.
r- Hak-Bâtıl Mücâdelesi En Yakın Akraba Arasında da Geçerlidir: 22/Hacc, 19; 37?Saffat, 113; 58/Mücâdele, 22; 60/Mümtehine, 3; 64/Teğâbün, 14.
s- İbrahim a.s.’ın Babası: 6/En’am, 74; 19/Meryem, 42-48; 21/Enbiyâ, 52-57; 26/Şuarâ, 69-82; 37/Saffât, 85-87; 43/Zuhruf, 26-27, 60/Mümtehine, 4.
Ş- Nuh a.s.’ın Çocukları: 11/Hûd, 40, 42-47.
t- Nuh a.s.’ın Karısının İhâneti: 66/Tahrim, 10.
u- Lût a.s.’ın Karısının İhâneti: 7/A’râf, 83; 66/Tahrîm, 10.
ü- Firavun’un Karısının Teslimiyeti (Müslüman Olduğu): 66/Tahrîm, 11.
v- Kâfirler, Bâtılın Mücâdelesini Yaparlar: 18/Kehf, 56-57; 22/Hacc, 19.
y- Bütün Peygamberlerin düşmanları Olmuştur: 25/Furkan, 30-31.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. “Dinsizliğin Dini” İle Mücâdele, Harun Yahya, Vural Y.
2. Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sabunî, Şâmil Y. c. 1, s. 116-122
3. Bakara Suresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. s. 201-203
4. Esmâü’l Hüsnâ Şerhi, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y. s.143-144
5. Esmâü’l-Hüsnâ Şerhi, Mustafa Necati Bursalı, Erhan Y. s. 207-208
6. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 141
7. Fikrî Tevhid’e Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat, s. 178-184
8. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 321-327
9. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 285-286
10. Hak Yolunda Mücadele, Hüseyin Âşık, Demir Kitabevi Y.
11. Hak-Bâtıl Mücadelesi ve İhtilaflar, Beşir İslâmoğlu, Bengisu Y.
12. Hakk ve Bâtıl, Murtaza Mutahharî, İslâmî Tebliğ Teşkilâtı Y.
13. Haksöz, s. 65, Ağustos 96 s. 153-156
14. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 112-113
15. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c.5, 147-148; c. 15 s. 137-152; 177-179
16. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y.
17. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. 67-70; 243-247
18. İslâmî Hareket ve Problemleri, M. Beşir Eryarsoy, Buruc Y.
19. İslâmî Harekette Fikrî Hastalıklar, Fethi Yeken, Ravza Y.
20. İsm-i Âzam (Esmâü’l-Hüsnâ), Ali Büyükçapar, İnsan Saati Y. s. 116
21. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Kur’an Bilimleri Araşt. V. Y. c. 3, s. 442-449
22. Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. s. 141-146
23. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 130
24. Kur’anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Muntasır Mîr, İnkılâb Y. s. 31-32; 74-75
25. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 470-472
26. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s.19-20
27. Rasullerin Mücâdelesi, Harun Yahya, Vural Y.
28. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 1, s. 207-208; c. 2, s. 292-296; c. 3, s. 135-136
29. Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 71-72
30. Uzlaşma Tehdidi Karşısında İslâmî Hareketler, Heyet, Ekin Y.