12. ÜNİTE: ÇAĞDAŞ BÂTIL/UYDURMA DİNLER (İDEOLOJİLER VE DÜZENLER) (1)
ÇAĞDAŞ BATIL/UYDURMA DİNLER (İDEOLOJİLER VE DÜZENLER)
Yazan Asim ŞensaltıkÇağdaş Bâtıl/Uydurma Dinler (İdeolojiler ve Düzenler)
- İdeoloji
- Laiklik
- Demokrasi
- Kapitalizm
- Ateizm
- Paganizm/Putperestlik
- Anıtmezar/Anıtkabir; Modern Türbe ve Tapınak
- Saygı Duruşu
- Animalizm
- Animizm (Ruhlara Tapma İnancı)
- Nusayrîlik
- Kadıyanîlik
- Bahâîlik
- Noel, Noel Baba veYılbaşı Kutlamaları
- Örf ve Âdet
- Hâkimiyet/Egemenlik
Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:
* İdeolojinin bâtıl bir din olarak mâhiyetini İslâm’a göre tanımlamak.
* Günümüzde yaşadığımız ülkede ve değişik coğrafyalarda egemenliklerini
sürdüren değişik ideolojileri ve düzenleri listeleyebilmek.
* İnsanımızı büyük çapta etkileyen laiklik, kapitalizm, Kemalizm
ve demokrasinin tanımlarını yapabilmek ve tek Hak din olan İslâm’la
mukayesesini değerlendirebilmek.
* Özellikle câhilî eğitim kurumları vâsıtasıyla insanımıza (farkında olmasalar
bile) ciddi etkisi olan, ateizm ve darvinizmin ne olduğunu ve İslâm inancına
ters düşen yönlerini ana hatlarıyla açıklayabilmek.
* Resmî ve geleneksel kutsal türbe yaklaşımını değerlendirebilmek, halkın
din anlayışını derinden etkileyen örf ve âdeti yüceltme anlayışını tahlil edebilmek.
* İslâm’ın tümüyle dışına çıkmış olduğu bazı Müslümanlar arasında
egemenliğini sürdüren Dürzîlik, Nusayrîlik, kadıyınîlik, Bahâîlik ve
hulûl anlayış ve inançlarını İslâm’ın sahih inancıyla mukayese edebilecek
şekilde değerlendirebilmek.
* İslâm’ın kabul etiği ve etmediği örf ve âdetlere örnekler verebilmek ve bu
konuda yapılması gerekenleri açıklayabilmek.
* Egemenlik konusunu Kur’an’dan yola çıkarak değerlendirip İslâm ve
câhiliyenin bu konudaki tavrını örneklendirerek açıklayabilmek.
* Tümüyle İslâm dışı olan inanç, anlayış ve uygulamaları müslümanca değerlendirebilmek.
Bir Müslüman, çağdaş bâtıl dinleri de reddetmek zorundadır. Laiklik, Demokrasi, Kemalizm, Kapitalizm, Sosyalizm, Komünizm, Materyalizm, Rasyonalizm, Pozitivizm, Determinizm, Sağcılık, Solculuk, Masonluk, Siyonizm, Politeizm, Ateizm, Paganizm, Animalizm, Animizm, Fetişizm, Hinduizm, Budizm, Darvinizm gibi ideolojilerin birer din haline geldiğini, bu ideolojilerin de kendine göre bir inanç, bir tapınma/ibâdet, bir hayat tarzı, bir ahlâk biçimi olduğunu, bütün bunların İslâm’ın esasları ve hükümleriyle zıt olduğunu Müslümanlar bilmek zorundadır. Yine; Konfüçyüscülük, Dürzîlik, Nusayrîlik, Kadıyanîlik, Bahâîlik gibi bir şahsın putlaştırılıp görüşlerinin dinleştirilmesiyle oluşan bu bâtıl dinleri reddetmek gerektiğini bilmek zorundayız. Düalizm ve Teslisin, yani Ekanim-i Selâsenin tevhidle bağdaşmadığını herkes bilmek zorundadır.
İdeoloji
Kelimenin aslı Latincedir. İdea, “görünen biçim, fikir” sözcüğü ile logos “bilgi” kelimesinin birleşmesi ile yapılmış ve düşünceyi inceleyen bilim (ideler bilimi) anlamında kullanılmıştır. Siyasal ve sosyal bir doktrin meydana getiren ve bir hükümetin, bir partinin veya bir sosyal sınıfın hareketine yön veren, düşünce sistemine ideoloji denir. Bir topluma veya toplumsal sınıfa has düşüncelerin tümüne ideoloji denir. İlk olarak Destut de Tracy tarafından, felsefî bir hareket olarak savunulmuştur. Daha sonra Cabanis, Volney Grat ve Daonou tarafından siyasî bir topluluk olarak sahneye çıkarılmıştır. On sekizinci y.y.’da “ideologlar” denilince bu isimler akla gelirdi. Cemil Meriç, ideolojinin, kaypak ve karanlık bir mefhum olduğunu, Büyük Fransız İhtilâlinden sonra “felsefe”ye başka bir isim bulmak gerektiğini, zira felsefenin kiliseden koptuğunu, bunun için “ideoloji” kelimesinin Destut de Tracy tarafından (1796) uydurulduğunu izah eder.[1]
İdeoloji, metafizik muhtevâsından sıyırılmış bir felsefedir. İslâm mütefekkirleri ve ulemâsının felsefecileri küfürle itham ettiğini bilen batıcı laik kadrolar, bu kelimenin arkasına sığınmışlardır. Bilginin kaynağını duyu organlarının faâliyetleri ve akıl yürütme ile sınırlandıran ideologlar, vahyi inkâr ettikleri için kâfirdirler. İslâm topraklarındaki bütün ideolojilerde görülen temel özellik, nassı inkâr mantığıdır. Dolayısıyla her ideoloji “ilâhlık” iddiâsına dayanır. Üretim, üretim araçlarının mülkiyeti ve tüketim gibi konularda “helâl” ve “haram” hudutlarını inkâr ederler. “Sermaye” ve “emek” anlayışında, birbirine zıt teoriler ortaya koysalar da, “mülkün Allah Teâlâ tarafından yaratıldığı gerçeğini” inkârda birleşirler. Bütün bu gerçekler dikkate alındığında, “Lâ ilâhe” (ilâh/tanrı yoktur) “illâllah” (ancak Allah vardır) diyen her mü’min, bütün ideolojileri inkâr etmiştir. Kelime-i tevhidi kalben tasdik ve dille ikrar eden mü’minler; ismi ne olursa olsun, İslâm topraklarını işgal eden bütün ideolojilerle savaşmak (cihad etmek) durumundadırlar. Aksi davranışta bulunanlar, cihad gibi farz-ı ayn hale gelen ameli terk ettikleri için mes’uldürler.[2]
Laiklik
Batıdaki yaygın kullanımı ile sekülerizm, Türkçedeki kullanımı ile laiklik: Rûhânî olmayan demektir. Kültürümüze daha çok lâ dinî şeklinde geçmiş olan laik terimi, din dışı olan, belirli bir dinle ilişkisi olmayan ya da dine ait olmayan anlamına gelmektedir. Hıristiyanlıkta ise kilise hiyerarşisinde yer almayan, keşiş ya da râhip olmayan kimse için bu terim kullanılır. Dünyevî talebi bulunmayan, yani şeriatini hâkim kılmak, şeriatine uygun hukuk, iktisat, ahlâk, devlet, sosyal hayat, toplumlararası ya da devletlerarası ilişkileri bulunan bir sistemi hâkim kılmak ve bunu insanlığın istifadesine sunmak talebi, gayreti, cehd ve cihâdı olmayan bir İslâm, yani tevhidi Allah’ı bir tanımaya indirgemiş ve diğer yönleriyle içi tümüyle boşaltılmış, hıristiyanvari bir kimliğe büründürülmüş; dünyayı Sezarlara, tiranlara, tâğutlara, laiklere, demokratlara terk etmiş bir İslâm anlayışı, teori olarak topluma kabul ettirilmekte ve pratikte gerçek dinin hâkim olmasına müsaade edilmemektedir. Câmileri kileseye, Diyânet memuru imamları papaza, hayata bakışı hıristiyanlığa benzetilen bir din...[3] Böyle bir İslâm, Allah’ın dini olan İslâm değildir. Böyle bir İslâm’ın Allah’ın Rasûlüne gönderdiği ve sahih olarak bize kadar nakledilerek gelmiş İslâm’la ilgisi yoktur. Böyle bir İslâm’ın, adından başka İslâm’la en ufak bir ilgisi bulunamaz. Ancak, “her türlü sapıklık ve saptırmaya rağmen, Allah’ın Dini’ni doğru olarak anlayan ve doğru şekilde ortaya koyan bir kesimin kıyâmete kadar varlığını sürdüreceğini, onlara muhâlefet edenlerin, hak yol üzere bulunan bu kesime asla zarar vermeyeceğini” müjdelemektedir Yüce Peygamberimiz. Allah’tan, bu hayırlı zümreyi her geçen gün güçlü kılmasını ve bizleri bunlardan eylemesini niyaz ederiz.
“Laik” (laic), din adamları sınıfı dışında kalan; “laiklik” de, dinin ya da din adamları sınıfının devletteki nüfuz ve etkinliğini uzaklaştırmayı esas alan siyasal düzen demektir. İlk anda laiklik, yalnızca siyasal boyutu olan bir yaklaşım olarak görülüyorsa da, herhangi bir düzen ve sistemin tek boyutlu olarak pratikte var olmasına, varlığını sürdürmesine imkân yoktur. İnsan, ruh ve bedeniyle, düşünce ve duygularıyla, yapıp ettikleriyle, zaaf ve meziyetleriyle, İç dünyası ve bu dünyasının kâinat ile olan ilişkileriyle, fert olarak ahlâkî, siyasî, fikrî ve amelî bütün ilişki ve yaklaşımlarıyla, ruhu ve kalbiyle, aklı ve vicdanıyla bir bütündür. Bu bütünün, hikmeti sonsuz Yaratıcımız’ın takdiri gereği kendi arasında muazzam bir dengesi, bir âhengi vardır.
İslâm’da Laiklik Yoktur
Laiklik, geniş ve basit tanımı ile, dinin siyasal hayatın dışına itilmesi, din adamları sınıfının devletin siyasal hayatında din adına etkin olmalarının engellenmesi diye ifade edilecek olursa, peşinen şunu hatırlatmamız gerekmektedir: Evvelâ İslâm’da batıda bilinen şekliyle bir “din adamları” sınıfının varlığı söz konusu değildir. Dolayısıyla böyle bir sınıfın din adına siyasal etkinliklerde bulunmalarından ve devletin siyasetinde aktif bir rol oynamalarından söz edilemez. Çünkü böyle bir sınıf yok ki, bu sınıfın icrâ edeceği fonksiyon kabul veya redde konu olsun.
İslâm inancına göre Allah her şeyi yaratandır. O, her şeyi bilendir. İnsanı yaratan olduğu gibi, her asırda, nelere muhtaç olduğunu, dünya ve âhirette mutlu olmasının nelere bağlı olduğunu tam ve en kâmil anlamıyla O bilir. Dolayısıyla O’nun insanların dünya ve âhiret mutluluğunun elde edebilmeleri için teklif ettiği düzen olan İslâm’da, dünya ve âhirette her bakımdan huzurlu olabilmeleri için insanların gerek duyabilecekleri her şey vardır. Bugün için gerek duymadıkları fakat zamanla ihtiyaç hissedecekleri şeyler de, günümüz müslümanları tarafından bilinse de bilinmese de, ellerinde bulunan Kur’an ve Sünnette yeteri kadarıyla mevcuttur. Kıyâmete kadar gelecek bütün insanların ihtiyaçları için de durum, aynen böyledir. Diğer taraftan, Kur’an’ın içeriğine gelişigüzel dahi olsa bir göz atılacak olursa, görülür ki, Kur’ân-ı Kerim müslümanların ibâdet ve âhiret hayatıyla ilgilendiği kadar, dünyadaki ilişkileriyle de ilgilenmiştir. Hatta dünyevî ilişki olarak değerlendirilen birçok alana dair açıklamaları, dinî ya da uhrevî ya da vicdanî olmakla nitelendirilen ilişkilere kıyasla daha etraflıdır.
Elbette İslâm, bu hükümler arasında laik bir düşünüşün etkisi ile ayrım yapmaz, dünya işi, âhiret işi; din işi, devlet işi gibi ayırmaları kabul etmez. Çünkü Kur’an, bunların hepsinin aynı şekilde ve hepsine ayrım gözetmeksizin müslümanların aynı önemi vermelerini ve aynı gayreti göstermelerini istemiş ve hepsini birlikte uygulamaya geçirmelerini emretmiştir. O yüzden İslâm’da dünya işi, âhiret işi diye bir ayrım yoktur. Her şey ibâdet ve cihaddır; ya Allah'a ya da tâğuta kulluk. Siyâseti ibâdet, ibâdeti siyâset olan bir dindir İslâm. Dini devletten ayırdığınızda devlet dinsiz; devleti dinden ayırdığınızda din, devletsiz ve güçsüz olur. Dinle devlet, etle kemik gibidir. Devlet, vücut ise, din de o vücudun canıdır, ruhudur. Bu ikisini birbirinden ayırmak, insanı/insanlığı katletmektir, cinâyettir. Kur’ân-ı Kerim’de, meselâ miras hükümlerine, evlenme ve boşanmalara, alışverişe ve diğer akidlere, savaşa, suç ve cezalara dair açıklamalar, sözgelimi namaza ve hacca dair açıklamalara göre daha ayrıntılıdır. Ama hepsine riâyet etme gereği, aynı titizlik ve tâvizsizlikle vurgulanmaktadır. Kur’an’ın en azından bir defa, başından sonuna kadar ciddî bir şekilde anlamıyla birlikte okunması, bu sözün isbatı için yeterlidir. Durum bu iken, Kur’an’ın “Dinde zorlama yoktur” ilkesi ile, “Sen onlar üzerinde bir zorba değilsin” gibi buyruklarının İslâm’ın da laikliği kabul ettiğine delil olarak gösterilmesinin, gaflet değilse, ancak ihânetle izahı söz konusudur. Safça, riyâkârca veya bazılarının münâfıkça niyetlerle bu tür delillendirmelere kalkışmasının ilmî değerinden söz edilemez.
Laiklik ve Hâkimiyet
Hıristiyanlık, Bizans’ın resmî dini haline gelip devlet dini haline dönüşünce, Hz. İsa hakkında uydurulan ve tahrif edilmiş İncil’e geçirilen: “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrının hakkını da Tanrıya veriniz” cümlesinde ifadesini bulan anlayış, insanı iki efendili ve iki efendisinin de buyruklarını yerine getirmek zorunda bulunan, efendilerinin buyrukları çatıştığında duruma göre birisini tercih etmek gibi oldukça zor ve hatta riyâkârca ya da ciddiyetsizce tutumlara mahkûm eden bir hal almıştı. Tevhidden teslise, adâletten zulme dönen Kilisenin tahakküm ve saltanatı giderek güçlenmişti. İşte Kiliseye karşı, Kilisenin zulüm ve zorbalığına karşı ayaklanan insanların tavırları laiklikle izah edilmeye başlandı.
Uzun tarihî süreç ve her türlü olumsuz gelişmenin sonucu olarak; insanın hayatın her alanında ve tüm ilişkilerinde dini dışlamayı ve dini yalnızca vicdana hapsederek o çerçeve içerisinde kalması şartıyla dine saygılı olduğunu ifade etmek erdemliliğini(!) esirgemeyecek hale gelmiştir. İşte “laiklik” denilen şey budur.
İnsanın güç ve imkânlarının değişik alanlar olarak görülüp farklı mekân, makam ve güçler arasında paylaştırılması, insanın görünmeyen keskin bir kılıçla biçilmesi, bölünmesi anlamına gelir; insandaki tevhidi bozar. Bununla birlikte böyle bir bölünmenin sonsuza kadar bu şekilde kalmasına imkân görünmemektedir. Yani böyle bölük pörçük bir hayat ve böyle bir anlayış fıtrî değildir. Laiklik, tezine uygun olarak dinin siyaset alanından uzaklaştırılmasının akabinde, insanın eğitiminde, ahlâkî ve siyasî ilişkilerinde, bunları düzenleyen hukukunda, kâinat ve hayat yorumunda, bilime yaklaşımda, sanatsal ve edebî yorumlarında... da ister istemez kendisini gösterecektir. Yani, bütün bu ilişkiler ve ilişkilerin dayandığı her türlü kurum da zorunlu olarak temel alınan bu siyasal teze uygun şekil alacaktır.
Çünkü insanın bir bölümünü dünyevî saltanat ve siyasal otoritenin simgesi demek olan “Sezar”a teslim ederken; bunun dışında kalanını -artık ne kalıyorsa- Tanrıya teslim edip bu diğer bölümünün ilişkilerini onun buyruklarına göre düzenlemeye kalkışmasının imkânı yoktur. İnsan, bütünüyle ve her türlü ilişkisiyle, tek bir otoriteye teslim olmak zorundadır. Bunu ister açıkça ifade etsin, isterse de etmesin; ister durumun böyle olduğunun farkında olsun, isterse de olmasın, değişen bir şey olmaz. Yani “insanın içinde iki ayrı kalp olmadığı”[4] gibi, onun hayatında da iki efendiye, iki zıt otoriteye yer yoktur. İnsanın fiilen böyle bir kaos yaşamaya tahammülü olmadığından, pratikte de buna imkân olmadığından dolayı, dinin hayatın herhangi bir alanından uzaklaştırılmaya çalışılması, zamanla dinin hayatta en ufak bir fonksiyon icrâ etmemesi sonucuna kadar varmıştır. Hıristiyanlığın tarihi, bu iddianın tartışılmaz bir delili olduğu gibi, günümüz “İslâm dünyası” adı verilen ülkelerin durumu da bunun açık bir delilini teşkil etmektedir. Şöyle ki: Bu dünyada yer alan ülkelerin büyük bir çoğunluğunda laik uygulamalar söz konusudur. Bunun resmiyette böyle olup olmaması, esas itibarıyla pratikte ciddî farklılıklar ortaya çıkarmamaktadır. Bu laik uygulamaların söz konusu olduğu ülkelerde yaşayan insanların önemli bir bölümü, egemen düzeni ve uygulamalarını, onun benimsediği ve telkin ettiği dünya ve hayat görüşünü kabul edip onaylamakta, buna bağlı olarak, dinin emir ve hükümlerini umursamayan bir hayat sürdürmektedir.
Bunlardan ayrı olarak, kendilerine dayatılan bu düzeni hiçbir şekilde benimsemeyen, kendi irâde ve istekleriyle düzenin hiçbir kural ve hükmünü yerine getirmemeye çalışan, içten gelen bir istekle itaat etmeyen ve boyun eğmeyen, aslı itibarıyla düzen karşıtı ya da muhâlifi büyük kitleler vardır. Bu kitleler, şu ya da bu şekilde laikliği reddeden söylemlerini herhangi bir şekilde ifade etmeye kalkıştıkları takdirde egemen düzenin yasal olsun olmasın her türlü engellemesine, zulüm ve terörüne, cezalandırmalarına, komplolarına, işkence ve her çeşit zulümlerine -kurulu düzeni korumak ve laikliğin elden gitmemesi adına- mâruz bırakılmaktadırlar. Kısacası, bu ülkelerde egemen düzenlerin baskı ve terörü altında yaşayan insanlar, pratiklerinde din ve dünya işlerini ayrı ayrı ele alıp değerlendirmemektedirler. Çünkü buna imkân yoktur. Devletler ve yönetimler de yalnızca devlet yönetimini dinin müdâhalesi dışında bırakmakla yetinmemekte, aksine, yeri geldikçe, gerek gördükçe dine müdâhale etmekte, dini kontrol altına almaya, yönlendirmeye çalışmaktadırlar.
Laikliği temel alarak, şöyle bir itiraz ileri sürülebilir: “Laiklik zaten insanların ferdî hayatlarına karışmamaktadır. Laiklik denilen şey, yalnızca dinin siyasal alandan uzaklaştırılmasını hedef alır. Dolayısıyla ferdî planda kişinin dinin esaslarına riâyet etmesi ile etmemesi arasında laiklik açısından bir fark bulunmamaktadır.” Bu itiraza cevap şudur: Zaten laikliğin çıkmazı ve bütün laik ve beşerî düzenlerin göz önünde bulunduramadığı, dikkatten uzak tuttuğu nokta budur. İnsan her şeyiyle hatta insan ve evren birlikte âhenkli bir bütün teşkil etmektedir. Siz bu bütünü ayırıp farklı otoritelerin emrine vermeye kalkışacak olursanız, ayrılmaması gerekeni ayırmış, bölünmemesi gerekeni bölmüş olursunuz. Üstelik bu bölme ve ayırmanın pratikte gerçekleştirilmesinin imkânı yoktur. Ya sizin bu ayırmanız fıtrata ve eşyanın tabiatına aykırı olduğu için havada, temelsiz bir iddia olarak kalacaktır, ya da pratikte ortaya çıkan durum ile iddia arasında bir tutarsızlık olacaktır. Söz konusu tutarsızlık ise, fiilî durumun kastı aşması, hatta onu geride bırakması şeklinde ortaya çıkar. Laik tezin uygulaması siyasal alanı aşarak eğitim alanına, hukukî, iktisadî, ahlâkî alana da taşacak, insan, hayat ve kâinat yorumunu, sanat ve estetik anlayışını, yönelişlerini belirlemeye kalkışacaktır.
O halde laikliğin yalnızca siyasal bir çerçeve ve boyutunun bulunduğunu ileri sürmek, eğer bir kandırmaca değilse, asılsız bir iddiadan öte değildir. Sözün burasında ister istemez şunu da hatırlıyoruz: Laiklik, esas itibarıyla; din, akîde, düzen ve sosyal hayatın tümüyle Allah’tan alınması tezini teklif ve emr eden İslâm’ın tam karşısında yer almaktadır. Laiklik, Allah’tan başka varlıkların ulûhiyetini esas alan bir anlayış ve bir sistem olduğu halde; laikliğin dinsizlik anlamına gelemeyeceğini söyleyerek, hem laikliğin anlamını kaydıran, hem de işin içyüzünü bilmeyenlere sevdiren yaklaşımlar ve yorumlarla asıl laikliğin İslâm’da olduğunu ileri süren ve bunun için birtakım âyetleri hiç de ilgisi olmadığı halde delil diye gösterenler İslâm’ı saptırmakta, Hak Din'i tâğutî düzene koltuk değneği yapmaktadır. Belki iyi niyeti dolayısıyla bunun farkında değildir; ama vâkıa budur. Bu iki zıddın birleşebileceğini, bir kimsenin hem laik hem de müslüman olabileceğini iddia eden bazıları da müslümanları kendi siyasî yaklaşım ve emelleri doğrultusunda yönlendirmeye gayret etmekte, yani kurulu düzenin İslâm’la çatışan bir düzen olduğunun fark edilmemesini sağlamaya çalışmaktadır.
Laiklik, esas itibarıyla şeytana ibâdetin genel adıdır. İslâm’ın ya da Allah'a ibâdet yolunun tam karşıtı ve İslâm dışı bütün beşerî sistemlerin ortak bir adıdır. İslâm dini dışında kalan ve Allah tarafından asla kabul edilmeyecek olan bâtıl dinlerin bir diğer unvanıdır. Bu bakış açısıyla konuya baktığımızda, laik düşüncenin kendisinin karşıtı olarak kabul ettiği ve din adamları sınıfının ya da bir hükümdarın yönetimi altındaki insanların, Allah’ın indirdiği şeriat dışında, kendi hevâsını tanrının irâdesi olarak telkin eden, kabul ettiren ve dayatan sistem olan “teokrasi” de bâtıl bir dindir ve sonuç itibarıyla şeytana ibâdetin birçok türünden bir çeşittir. Bu bakımdan teokrasi de Kur’ân-ı Kerim gözüyle laiklikle ve diğer bütün bâtıl din ve rejimlerle aynı kefededir. Teokrasi, kendini ilâh sayan veya tanrıların temsilcisi olarak görenlerin idaresidir. Meselâ Firavunların idaresi, teokrasidir. Laiklik, teokrasiye alternatif olarak ortaya çıkmış olsa da, aslında her ikisi de temelde aynı kaynağa, insanı tanrılaştırmaya dayanmaktadır.
Kur’an, inanılan düzenin pratiğe yansımasını “ibâdet” diye adlandırmakta ve ibâdetin de ya Yüce Allah'a ya da O’ndan başka kime yapılırsa yapılsın, sonuçta şeytana yapılmış olacağını gayet açık ve en ufak bir te’vile yer bırakmayacak şekilde ifade etmektedir. Cennetlikler cennete, günahkârlar da cehenneme girdikten sonra Yüce Allah, cehennemliklere azarlayıcı bir üslûpla şu şekilde hitap edeceğini bildirmektedir: “Ey Âdemoğulları, Ben size; ‘şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır, yalnız Bana ibâdet edin; işte dosdoğru yol budur’ diye açıklamamış mıydım?”[5] Laiklik de, diğer beşerî rejimler gibi şeytana ibâdet yollarından bir yoldur. Müslüman ise, “dini yalnızca Allah'a hâlis kılmakla ve yalnızca Allah'a ibâdet etmekle”[6] yükümlüdür.
Günümüzdeki laiklerle Mekke devrindeki câhiliyye mensubu insanlar arasında temelde pek bir fark yoktur. Çağdaş laikler, 14 asır önceki müşriklerin halefleridir. “Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasûlüne gelin’ denildiğinde onlar: ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter’ derler. Ya ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yolda gitmeyen kimseler idiyseler de mi?”[7] Görüldüğü gibi, tavır ve yaklaşımlar arasında, günümüzdeki atalar ile câhiliyye Araplarının atalarının izini takip etme anlayışında fark yok. Değişen yalnızca yasaların konusu olan objeler ile bu yasaların konuluş şekli. Câhiliyye dönemi müşrikleri bir ya da birkaç kişiden ibaret olan atalarının izinden gitmekte ısrarlı olduklarını belirtirlerken, çağdaş câhilî laikler ise, yasamalarının alanını alabildiğine geniş tutmaktadırlar. Zaman zaman atalarının yolunun izlenmesinin gerektiğinden söz etseler bile, halk irâdesinden, demokrasiden, hukukun üstünlüğünden, hukuk devletinden, parlamenter sistemden... dem vurmayı ihmal etmezler.
Hayat ve inanç düzeni bir bütündür. İnanç düzenini vicdana hapsedip bırakmanın imkânı yoktur. İnanç elbette hayatı da düzenleme safhasına er ya da geç mutlaka geçer. İnsanların fert ve toplum olarak inançlarıyla bağdaşmayan bir hayat sürdürmelerine imkân yoktur. İnsan, ya inandığı gibi yaşayacak veya yaşadığı gibi inanacaktır; üçüncü bir yol yoktur. Bu, böyle olduğu gibi, hayatın belirli alanlarını belirli güçlerin emirlerine terk etmemiz ve bunun âhenkli bir şekilde sürüp gitmesini beklememiz mantıkla da bağdaşmaz. Fıtrata aykırı bir beklentidir bu. Nasıl ki kâinatta Allah’tan başka bir ilâh bulunsaydı, göklerin ve yerin düzeni bozulacaktı, ya da bu ilâhlar birbirlerine gâlip gelmeye çalışacaktı.[8] Aynı şekilde insan, hayatını da Sezar ile Tanrı arasında paylaştırmaya kalkışıp birisine dünyayı, öbürüne dini teslim etmeye, birisini vicdana ve câminin dört duvarı arasına hapsetmeye kalkışırken; diğerine de bütün alanlarıyla, hatta hayat ve kâinat yorumları, dünya görüşleriyle birlikte dünya hayatını verecek olursa, hiçbir şey yerli yerinde kalmaz, kalamaz.
Kimi zaman vicdanî kanaat ve câmide ortaya çıkan Allah’ın hâkimiyeti, o mü’minler tarafından hayatın her alanında aynı şekilde hâkim kılınmak istenecektir. Çünkü inancı ve dört duvar arasında yaptığı ibâdeti ona bunu emretmektedir. O, câmide ibâdet ettiği Allah'a aynı şekilde câmi dışında da itaat etmek zorunda olduğunu, bütün beşerî otoriteleri red etmekle yükümlü olduğunu, namazından, câmiden, kalbindeki vicdanî kanaatinden ya da imanından, Kur’an’ından, mutlak doğru söylediğine ve doğruyu getirdiğine iman ettiği peygamberinden öğrenmektedir. Kimi zaman da Sezar’ın ifadesi olan devlet, kendisi için belirlenen alanla ister istemez yetinmeyecek, vicdanî kanaat ve ibâdetlerin kendisi açısından tehlike arzeden bir hale geldiğini sezerek mantığına uygun müdâhalelerde, hatta çeşitli engellemelerde bulunacaktır. Ayrıca, kendi anlayış ve kanaatlerine uygun olarak kurumlarını şekillendirecek, bu kurumlarda irâdesine aykırı herhangi bir uygulama olmamasına, eğitim sisteminden ve hatta emrindeki câmi görevlilerinden kendi laik anlayışına ters insanlar yetişmemesine de dikkat edecektir. Yani Sezar, Sezarlığının herhangi bir şekilde tehlikeye düşmemesi, sonunu hazırlayacak herhangi bir gelişmenin olmaması için elinden gelen her türlü tedbire başvurmayı ihmal etmeyecektir. Toplumun laikliğe ters bir şekilde örgütlenmesine, yapılanmasına fırsat tanımadığı gibi, fertlerin de egemen laik düzeni her şeyiyle benimseyen kişiler olarak yetişmesini sağlamaya çalışacaktır.
Bütün bunların anlamı şudur: İnsanlar kendi irâdeleriyle inançlarını seçme imkânına erişemeyeceklerdir. Kendilerine dayatılan düzeni seçmekten başka ciddî bir alternatife sahip olmayacaklardır. Bu ise, laik düzenlerin dillerinden düşürmedikleri “fikir ve inanç özgürlüğü”nün, temeli olmayan, pratikte varlığından söz edilemeyen salt bir iddiadan ibaret olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim, laik düzenlerin yakın ve uzak geçmişteki uygulamaları ile halihazırdaki laik sistemlerin tümünün müslümanlara, inandığı gibi yaşamak isteyenlere yaptıkları uygulamalar, baskılar, bütün boyutlarıyla açık ve gizli devlet terörü bunun açık bir göstergesidir. İnsanın kalbinde, kafasında yer eden inanç ile yaşadığı hayat arasında mutlaka bir uyum sağlamak ve bunun arayışı içerisinde olmak, insan olmanın bir gereğidir. Laikliğin Sezar ve Tanrı ikilemi, fıtrata ve eşyanın tabiatına aykırıdır. O nedenle insanı böyle bir ikilemle karşı karşıya bırakmak, insanın insanlığına zulümdür. Âdil olan, insanın Kur’ân-ı Kerim’in açıkça ifade ettiği şekilde, iman ve küfürden istediği birisini tercih edebilecek hür bir ortamda bulunmasıdır, bunun sağlanmasıdır. İşte “dinde zorlama yoktur” hükmünün anlamı budur. Zaten bu ifadenin akabinde, “artık, doğru yol ile eğri yol birbirinden açık seçik bir şekilde ayırdedilecek hale gelmiştir”[9] diye buyurulması da net bir şekilde bunu ifade etmektedir.
Hükmetmek hakkı Yaratanındır. Her şeyin yaratıcısı olan Allah, aynı zamanda yarattığı her şeyin varlığını sürdürmesi için gerekli kanunları da koymuş bulunmaktadır. İnsanlar ve cinler gibi mükellef yaratıkların dışında kalan bütün varlıklar, Allah’ın kendileri için belirlemiş olduğu yasalara ister istemez uymakta, Allah’ın kendileri için belirlemiş olduğu bu değişmez kanunların (sünnetullahın) dışına hiçbir şekilde çıkmamaktadır. İnsan ise, zaman zaman Allah’ın kendisi için tayin ettiği ve irâdesini ona uymak doğrultusunda kullanmasını, tercih etmesini istediği şeriatinin dışına çıkmakta, şeriati hayatının her şeyini belirleyici ve yönlendiricisi bir düstur kılmayı kabul etmemektedir. Böylelikle insan, başka birtakım mercilerin yasalarını, teşrîlerini kabul etmektedir. Kur’an, hukuk belirleme konumunda başka birtakım varlıkların kabul edilmesini, o varlıkları Allah'a şirk koşmak olarak değerlendirmektedir.
Laik yaklaşımın tek kusuru ve biricik musîbeti, din adamları sınıfı dışında kalanların Allah’ın şeriatine rağmen değer, yargı ve yasalar koymalarından ibaret değildir. Laik yaklaşım, zihniyet ve yöntemlerin, yaklaşım ve uygulamaların bir diğer musîbeti ve sakıncası, siyasetin dışında bırakıldıkları kabul edilen din adamları sınıfının da şu veya bu şekilde değer, yargı ve yasalar koymaya kalkışmalarıdır. Laik ülkelerdeki din görevlilerinin devlet memuru olması, maaşlarını ve emirlerini Sezarlardan alması, laikliğin din-devlet ayrımı iddiasında da samimi olmadığını göstermektedir. Dinin devlete ve hatta sosyal hayata hâkim olmamasına aşırı titizlik gösteren laik rejimler, dini devletin emrine ve yönlendirmesine vermekte sakınca görmemekteler. Bu yüzden laik devletlerde laik bir din, devlet dini ortaya çıkmakta, İslâm dışı ilkelerle uyuşan, ilâhî alanları son derece sınırlanmış, kuşa çevrilip tahrif edilmiş bir din ortaya çıkarılmaktadır. Deve kuşu misali, din özgürlüğü konusunda laiklik hatırlanırken; devletin dine müdâhale etmemesi konusunda ise, helvadan putları olan laiklik, laik rejimler tarafından yenilip yutuluvermektedir. Nasıl putperest düzenlerde put adına konuşan mâbet hizmetkârları, kâhinler ya da büyücüler, put adına tasarruflarda bulunuyor, çeşitli yasalar, yargı ve değerler vaz ediyor idilerse, laik sistemlerin din adamları sınıfı da aynı tasarruflarda bulunabilmekte, temsil ettiklerini iddia ettikleri dinin aslî mesajı ile bağdaşmayan hükümleri, kendi hevâ ve arzularına göre, inananlarına “din” diye takdim edebilmektedirler.
Kur’an, din adamlarının yaptıkları bu işin, dini red edenlerin yaptıkları işe mâhiyet itibarıyla uygunluğunu esas alarak, bunu da Allah’ın şeriatine rağmen teşrî diye nitelendirmekte, bu eylemde bulunmayı rablik iddiası, bu eylemleri meşrû kabul etmeyi de din adamlarını rab kabul etme olarak değerlendirmektedir. “Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih’i rabler edindiler. Hâlbuki tek bir İlâh’tan başkasına ibâdet etmekle emrolunmamışlardı...”[10]
Haham ve râhiplerini nasıl rabler edindiler? Onları rab edinmeleri sonucunda onlara ibâdet şekillerinden herhangi birisiyle ibâdet etmedikleri muhakkaktı. Çünkü herkesin de bildiği gibi, yahûdiler de hıristiyanlar da din adamlarının önünde secdeye kapanmıyorlardı. İşte Hâtem-i Tâî böyle bir şey bilmediğini söyleyince, Hz. Peygamber: “Allah’ın hükümlerine aykırı olarak bilginlerinin helâlı haram, haramı helâl yapmalarına rağmen onlara tâbi olmalarının, bunu kabul etmelerinin onlara ibâdet etmeleri demek olduğunu”[11] açıklamıştı.
İşte, Allah’ın şeriatinin tümüyle kabul edilmemesi halinde, fesat, şirk ve inkârın belli bir alana hasredilmesine imkân olmadığını, bu buyruklardan ve onların tanığı durumunda olan tarihte ve günümüzde yaşananlardan açıkça anlayabilmekteyiz. İnsanın Allah’tan müstağnî olması, O’na şu ya da bu şekilde muhtaç olmadığının iddiası diye de ifade edilebilecek olan laiklik, her bakımdan bir çıkmazdır, her yönüyle bir tutarsızlıklar yığınıdır. Laiklerin: “din gibi kutsal bir değeri, siyaset gibi bir çamura bulaştırmamak gerekir” şeklindeki dini himâye eden havârilikleri, en hafifinden bir riyâkârlık, iki yüzlülük olarak değerlendirilmelidir. Bu sahtekârlara demek gerekir ki: Dini dört duvar arasına ve vicdanlara hapsetmek, onun hayata hükmetmesini engellemek, dine yapılabilecek en büyük hakaret, ona karşı işlenebilecek en büyük zulümdür. “Siyaset”i bir çamur görmekte gerçekten samimi iseniz, ne diye o çamura gırtlaklarınıza kadar batmaktasınız? Çamurdan gerçekten kurtulmak istiyorsanız, kendinizi Rahman ve Rahim olan Allah’ın dininin şefkat ve müsâmaha, adâlet ve hakkaniyet, fazilet ve ahlâk simgesi kucağına teslim ediniz, kurtulursunuz...
Laiklik, Yasama Gücünün Bölünmesidir
Eğer İslâm’ı, bütün muhtevâsıyla temsil eden bir terim ile ifade etmek istersek, hiç şüphesiz bunun için en uygun terim “Tevhid”dir. Tevhid de, yalnızca yaratıcı olarak Yüce Allah’ın bilinmesinden ibâret değildir. Aynı zamanda, mutlak hâkim ve mutlak kanun koyucu, mutlak müdebbir olarak da Allah’ın bir ve tek kabul edilmesidir. O’na hiçbir şekilde denk, eş ve ortak koşulmamasıdır. Laiklik ise, Allah’ın dünya hayatını ilgilendirdiği kabul edilen ve “siyaset” ya da “devlet işleri” diye ifade edilen alana herhangi bir şekilde müdâhale etmesine imkân tanınmamasıdır. Yani din adamları şahsında, dinin sosyal, siyasal, ekonomik, hukuksal ve hatta ahlâkî alanların tümünden uzaklaştırılmasını hedef alır. Hatta bu kadarla da kalınmayarak, hayat görüşü, kâinat yorumu, değer yargıları, estetik ve fikrî alanlarda, eğitim ve kültürel alanlarda da bu yaklaşım kendisini hissettirir. İster istemez, farkında olunarak veya olunmayarak bu yaklaşım, dinî değer, prensip ve yaklaşımları alan dışına iter, uzaklaştırır. Sonunda öyle bir durum ortaya çıkar ki, dinin herhangi bir alanda, hatta vicdan planında bile var olup olmadığı dahi tartışılacak bir konu haline gelir. Durum bu noktaya varsa da, varmasa da; İslâm, hayatın az ya da çok, dar ya da geniş herhangi bir alanında, Allah’ın hükümlerine aykırı hükümlerin konulmasını onaylamaz. Böyle bir eylemi “şirk koşmak”la eş bir tutum olarak değerlendirir: “Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri dinden kendilerine şeriat yapan (kanun koyan, Allah'a eş koştukları) ortakları mı vardır?”[12]
Görüldüğü gibi, teşrî alanlarının, ya da hüküm ve değer belirleme alanlarının laik anlayışa göre açıkça ayrıştırılması ve birbirlerinden kesinlikle ayrılmaları, dinin devlet yönetiminden tümüyle uzaklaştırılması, laiklik için ne kadar vazgeçilemez ve sorunlu bir ilke ise; İslâm açısından da böyle bir ayrım, en dar sınırlar içinde kalsa dahi, Kur’an’ın kabul edebileceği, benimseyebileceği bir yaklaşım değildir. Laiklik, çok tanrılı olmak demektir. Câmideki ilâhın başka; sokaktaki, mahkemedeki, meclisteki... ilâhın başka olduğu bir düzendir. İslâm, ne kadar Tevhidi esas almakta ise; laiklik de o derece şirki esas alır. Tevhid ve şirkin bir arada bulunup barınmasının imkânından söz edilemez. Çünkü Kur’an, her alanda yalnızca Allah'a ibâdete dâvet eder ve bunu esas alırken; laiklik de diğer tüm beşerî düzenler gibi, şeytana ibâdet yollarından bir yoldur. Şeytanın insanları bölmeyi, darmadağın etmeyi esas alan ve dosdoğru yol olan sırât-ı müstakîm dışında kalan yollarından bir yoldur.
"Ve (de ki:) Şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Diğer yollara uymayın. Sonra o yollar sizleri O’nun yolundan ayırıp darmadağın eder. İşte sakınasınız diye size bunları emretti.”[13] Müslüman her şeyiyle, her şeyini Allah’ın emrettiği şekilde ve Allah için yapan ve düzenleyendir. “De ki: Benim namazım (haccım, kurbanım) ve diğer ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun ortağı yoktur. Ben, bununla emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim.”[14]
Materyalist ve pozitivist anlayışa göre deney ile tesbit edilemeyen vahyin gerçeklerinden hiçbiri pozitif (varlığı sâbit olan) değildir. Yani pozitif düşünceye göre bunlar yok sayılırlar. Tabiatıyla bütün bu kanâatler, dinleri bir ilkellik, bir hayal ürünü olarak değerlendirmekte, dolayısıyla Allah'ı ve O'nun mesajlarını yok saymaktadır. Bu nedenle materyalizm ve pozitivizm, kâfirâne bir düşüncedir ve bu düşünceyi aynen benimseyen her insan kâfirdir.
İşte laiklik esasen bu düşünce üzerinde temellendirilmiştir. Bu nedenledir ki laikler din işlerinin devlet işlerinden ayrılmasını savunurlar. Çünkü din işlerinin kaynağı vahiydir. Laiklikte ise vahyin yeri yoktur. Ancak burada laiklikle ilgili olarak iki nokta çok önemlidir.
Bunlardan birincisi: Din işlerini devlet işlerinden ayırmanın mümkün olup olmadığıdır ki bu, konumuzun dışında kalır.
İkinci nokta ise: Laikliği bir dünya görüşü olarak benimseyen kimsenin aynı zamanda hem laik, hem Müslüman olmasının mümkün olup olmadığıdır. Konumuzu yakından ilgilendiren bu noktanın açıklığa kavuşturulması ise bilimsel sorumluluk açısından zorunludur. Bunu yapabilmek için elbette ki her şeyden önce laiklikle İslâm'ı karşılaştırmak gerekir. İşte bu suretle ancak ikisi arasındaki benzerlikler ya da aykırılıklar ortaya çıkacak ve bir kimsenin, aynı zamanda hem laik, hem müslüman olup olamayacağı ortaya çıkacaktır. Fakat laiklik şimdiye kadar yetkili bir otorite tarafından henüz bilimsel olarak tanımlanmamıştır. Bu nedenle laiklik-İslâm karşılaştırmasına esneklik getirmek ve bundan sağlıklı bir sonuç çıkarabilmek amacıyla laiklik için mümkün olduğu kadar farklı birçok tanımlar yapmak ve bu tanımlardan her birine giren düşünce biçimini İslâmla karşılaştırmak bu soruna bir nebze ışık tutacaktır.
Bu konuda akla gelebilecek altı tanım vardır:
1- Laiklik: Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır.
2- Laiklik: Salt bir hoşgörüdür.
3- Bütün din ve inanışlar karşısında tam bir tarafsızlıktır.
4- Dinsizliktir.
5- Salt bir din düşmanlığıdır.
6- Bunların birkaçını içine alan bir anlam taşır.
Hemen ifade etmek gerekir ki, birinci hayalî tanımda olduğu gibi eğer laiklik din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması anlamına geliyorsa bu, Kur'ân'ın ve İslâm'ın bütünlüğü ilkesine aykırıdır. Bu noktada İslâm ile laiklik arasında açık bir uyuşmazlık vardır. Buna rağmen bilerek ya da bilmeyerek “ben laikim, ama aynı zamanda müslümanım” diyen kimse hem laiklik açısından, hem İslâm açısından çelişki içindedir. Ancak laiklik, bir dogmaya dayanmadığı için bu kimse, her şeye rağmen herhangi bir yoruma tutunarak belki laik olduğunu kanıtlayabilir, ancak müslüman olduğunu kanıtlayamaz.
İkinci tanıma göre laiklik eğer salt bir hoşgörü ise bunun İslâm'la çelişen hiçbir yanı yoktur. Onun için laikliği böyle sanarak hem laik, hem de Müslüman olduğunu ileri süren kimse için imânî bir endişe söz konusu olmamalıdır. Ancak böyle bir yaklaşımın mantıklı bir açıklamaya dayanabileceği şüphelidir. Çünkü İslâm’ın bir özelliği olan hoşgörünün İslâm'dan ayrı bir anlayış olarak adlandırılması mantıksal bir çelişkidir. Aynı zamanda laikliği böyle anlayan insan, birinci tanımdaki görüşü inkâr etmiş sayılır ki genellikle laik düşünce bu tanım içinde empoze edilmektedir.
Eğer laiklik; “bütün dinler ve inanışlar karşısında tam bir tarafsızlıktır” diye tanımlanacak olursa böyle bir anlayışın İslâm'la uyuşan hiçbir yanı yoktur. Çünkü İslâm'a göre: İslâm'dan başka hiçbir hak ve geçerli din ve dünya düzeni yoktur.[15] Binaenaleyh bütün dinler İslâm'a göre bâtıldır, geçersizdir. Tabiatıyla bu yargı, İslâm'ın, diğer dinlere düşman olduğu ve onları hedef aldığı anlamına asla gelmez. İslâm, bütün insanları hak ve adalet divanında barışa ve yardımlaşmaya çağırır, yürürlükte olduğu topraklar üzerinde bütün kâfir vatandaşların da aynen Müslümanlar gibi yaşamlarını, hak ve özgürlüklerini teminat altına alır. Yalnızca tüm dinlerin artık geçersiz olduğunu ilan eder ve bütün insanlığı, Kur'ân'a inanmaya çağırır; Onları hanîf dinin bayrağı altında ve tevhid inancı etrafında birliğe davet eder. Dolayısıyla laikliği bütün dinler ve inanışlar karşısında tam bir tarafsızlık olarak anlayan, bununla birlikte hem laik, hem Müslüman olduğunu ileri süren kimse yine çelişki içindedir ve İslâm Dini ile hiçbir ilişkisi yoktur.
Laiklik eğer sırf dinsizlik demek ise bu takdirde ne İslâm'ın laiklikle karşılaştırılması için artık mantıklı bir neden kalmış olur, ne de hem laik, hem de Müslüman olduğunu ileri süren bir insanın bu yoldaki sözleri herhangi bir tartışmaya konu olabilir.
Laikliğin sırf din düşmanlığı olarak tanımlanması durumunda da sonuç değişmez. Ancak bu anlayışın sırf dinsizlik, ya da sırf din düşmanlığı şeklinde tanımlanmasına, laiklerin “evet” diyebileceği ihtimalden uzaktır. Çünkü eğer böyle bir anlayış ve tutum içinde olduklarını açığa vuracak olurlarsa yalnızca Müslümanları değil, dünyadaki tüm inançlı insanları karşılarına alacaklarını bilirler. Bu da laikliğin mantık ölçülerine, insan haklarına ve ahlâk kurallarına ne kadar aykırı düştüğünü ortaya sermek bakımından ibret vericidir!
Laik anlayış eğer bu tanımlardan birkaçının ortak konusu olabilirse bu takdirde yukarıdaki sonuçlardan yine biriyle açıklanmak durumunda kalacaktır. Sonuç bu olunca da Laikliğin İslâm'la çakışabilmesi mümkün görülmemektedir.
Dolayısıyla hem laik, hem aynı zamanda Müslüman olduğunu ileri süren insanın açık bir çelişki içinde olacağı gerçek anlamda ortaya çıkmaktadır. Unutmamalıdır ki laik bir dünya düzenini onaylayan, ya da benimseyen bir kimse, aynı zamanda laik olduğunu ilan etmiş sayılır.[16]
Hâkimiyet/Egemenlik Kayıtsız Şartsız Allah’ındır
Hukm kelimesi, sözlük anlamı olarak yargı ve yargıda bulunmak anlamındadır. Kelime, bütün kökleriyle, taraflar arasında ister anlaşmazlık bulunsun, isterse bulunmasın, belirli bir konunun gerçek değerinin anlaşılması için, bu konuda yetkili kabul edilen bir makama başvurma mânâsını içermektedir. Kur’ân-ı Kerim’de de bu anlamda kullanıldığı görülmektedir. Hukm kelimesinin Türkçede “egemenlik” anlamında kullanılan “hâkimiyet” şeklindeki söylenişi ise, hüküm koyma, hüküm verme yetkisi, yüksek egemenlik anlamıyla Arapçada yenidir.
Çağdaş hukukçular, hâkimiyeti şöyle tarif ederler: “Belli bir ülke ve o ülkede oturan hakiki ve tüzel kişiler üzerinde kullanılan ve devlet kişiliğine bağlı olan, ondan ayrılmayan aslî en yüksek hukukî iktidar veya kudrettir.” Kısaca, “aslî ve en yüksek kumanda ehliyet ve yetkisi” şeklinde tanımlanabilir. Mevdûdî, hâkimiyeti tanımlarken şunları söylemektedir: “Siyaset biliminde bu terim; en yüksek iktidar ve mutlak iktidar anlamında kullanılır. Herhangi bir kimse ya da topluluğun hâkimiyeti elinde tutmasından maksat şudur: Onun her hükmü kanun mâhiyetini taşır ve kanun olur. Böyle bir kimse ülkesinde yaşayan fertlerin üzerinde hüküm yürütür ve sınırsız tercih ve yetkilerin sahibi olur. Onun yetki ve tercihlerini kendi irâdesi altında hiçbir şey sınırlandıramaz ve kısamaz. Bireylere verilmiş bulunan herhangi bir hak varsa, bu hak da ancak onun tarafından verilmiş olur. Hâkimiyeti elinde bulundurması sebebiyle herhangi bir kanun kendisini bağlamadığı için böyle birisi tam mânâsıyla kadir-i mutlaktır.”[17] Mevdûdî’ye göre “bundan daha az kudret ve imkâna “hâkimiyet” denemez. Ancak böyle bir hâkimiyet, bugün artık farazî bir kavram haline gelmiştir. Alanı o kadar küçülmüştür ki, gerçek bir hâkimiyet veya siyaset biliminde kullanılan terim anlamıyla siyâsî hâkimiyet (politik egemenlik) dahi kalmamıştır.
Kur’an’a Göre Hâkimiyet Türleri
Her kavrama kendine has bir yorum getiren İslâm dini, hâkimiyet konusunda da İslâmî olan ve olmayan ayrımını gözetir. Kurân-ı Kerim, İslâmî ve câhilî olmak üzere iki tür hâkimiyet olduğunu kaydeder: “Yoksa onlar (İslâm öncesi) câhiliyye hükmünü (idaresini) mü istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?”[18] Başka âyet-i kerimelerde, Allah’ın hükümleri dışında kalan hükümlerin “hevâ, tâğut, dalâlet, şer vb. hükümleri” diye adlandırılmaları İslâmî olmayan hükümler arasında mâhiyet farkından kaynaklanmamakta; aksine İslâmî olmayan hükümlerin câhilî olmanın yanında, diğer olumsuz nitelikleri de kaçınılmaz olarak taşıdıklarını ortaya koymaktadır. Bu âyette geçen “hüküm” kelimesi, yalnızca siyasal anlam taşımakla kalmamakta, her türlü “yargı”yı da kapsamaktadır. Böylece, İslâm’a göre yapılanmış ve her türlü değer yargısı İslâm’a göre şekillenmiş olan toplumun hükmü İslâmî; böyle olmayan toplumun hükmü ise câhilî hükümdür.
İslâmî anlamıyla hâkimiyetin dışında kalan her türlü hâkimiyet ve İslâm’ın değer yargıları dışında kalan her çeşit değerlendirmeye ad olan “câhilî hâkimiyet”in mâhiyeti hakkında İbn Kesir, sözkonusu âyet ile ilgili olarak şöyle der: “Cenâb-ı Allah, (bu âyette) her türlü hayrı kapsayan ve her çeşit şerden uzak tutan Allah’ın sapasağlam hükmünü bırakıp onun dışında kalan ve şahıslar tarafından Allah’ın şeriatine dayanmaksızın konulmuş görüş, hevâ ve ıstılahlara yönelen kimselerin bu davranışını reddetmektedir. Nitekim câhiliyye dönemi insanları da böyle yapıyor, kendi görüş ve hevâlarından ortaya attıkları dalâlet ve cehâletlerle hüküm veriyorlardı. Moğolların da yaptıkları bu idi. Onlar kendilerine yasak (yasa) koyan kralları Cengiz Han’ın hükümlerine göre yönetiliyorlardı. Bu yasağ(y)ı Cengiz, yahûdi ve hıristiyan şeriatlerinden, İslâm dininden ve başka dinlerden yararlanarak meydana getirmişti. Orada sırf kendi görüşü olan ve hevâsından kaynaklanan hükümler de vardı. İşte onun bu yasağı (yasası), soyundan gelenler arasında uyulan bir şeriat olmuştu. Onlar Allah’ın Kitabı ve Rasûlünün sünneti ile hükmetmeyi bir kenara bırakıp “yasak” ile hükmediyorlardı. Her kim böyle yaparsa o kâfirdir; Allah’ın ve Rasûlünün hükmüne geri dönüş az ya da çok hiçbir konuda onların dışında hiçbir şeyle hükmetmemek çizgisine gelinceye kadar onunla savaşmak farzdır.”[19]
Görüldüğü gibi, burada İbn Kesîr, İslâmî ve câhilî hükmün mâhiyetini açıklamış; kendi döneminde câhiliyye hâkimiyetine örnek olmak üzere de Cengiz Han yasalarını göstermiş; Allah’ın hükümlerini bırakıp câhilî hükümlere, hevâlara yönelenlere karşı takınılacak tavrı da gayet açık bir şekilde belirlemiştir. Bundan şunu anlıyoruz: Hâkimiyet konusu teorik olup pratik ve hukukî birtakım sonuçları olmayan yorumdan ibaret değildir. Bu konu, doğrudan doğruya Allah’ın hükümlerine iman ve bu hükümlere aykırı hiçbir hükmü kabul etmemek şeklinde uygulama ile, böylesini kabul etmeyenlere karşı hukukî birtakım uygulamaları beraberinde getiren bir anlayıştır.
Batının laiklik, özgürlük vb. hemen tüm kavramları gibi demokrasi kavramı da kaypaktır. Sınırı, tanımı çok belirgin değildir. İsteyen istediği yere çekebilir. Yöneticiler ve etkin güçler, içini istedikleri gibi doldurabilir. "Halkın kendi kendini yönetmesi" belki tek ortak tanım. Onun da nasıl olacağı ve müslümanlıkla nasıl bağdaşacağı konusunda ortak görüş yoktur.
“Ver oyunu, gör oyunu!” “Kim halkı daha çok oyalıyor, o daha çok oy alıyor.” "Oy, oy!" diye halktan rey dilenenler, iş başına geçtiklerinde halkı "of, of!" diye inletirler. Buna rağmen oyun devam eder. Demokrasi sâyesinde insan, ısırıldığı delikten bir değil; on kez ısırılır. Tahterevallidir demokrasi; partilerin biri iner, biri çıkar. Ama bu tahterevallinin üzerine binilip oturulan yerinde gıcırdayan tahta kalas değil; inleyen halk vardır. Hangi doktrin, rejimde hâkimse, onun koyduğu kurallar işlemekte, hâkim gücün çarkının işlemesi için halkın desteğine ihtiyaç duyulduğundan, senaryosu önceden yazılmış oyunda, halka sadece figüran roller verilmektedir. Halkın seçmek mecbûriyetinde olduğu düzenin memurları, isteseler bile hâkim gücün/derin devletin sistemini değiştirme hakkına sahip olmadıklarından, halkı temsilen seçilenlere düşen iş, mevcut sistemin çarkının başında durmaktan öteye gitmez. Bu olayda halka düşen ise, düzenin bazı yerlerine idareciler tâyin ederek onların suçuna ortak olmaktır.
Demokrasi bir yönetim biçimidir; yönetimleri belirleme biçimi değil! Kendisi bir düzendir; başka düzenlere kapı değil! Davul tutanları seçme işidir; tokmakları değil! Egemen güçler tarafından kuralları belirlenmiş oyundur; oyun kurallarını belirleme işi değil! Demokrasi, kitabına uydurma rejimidir; Kitab’a uyma değil! Demokrasi ile disiplini esas alan rejimler arasındaki fark, önemsizdir: Totaliter rejimlerde kral veya general; “Ben böyle istiyorum!” der; Demokrasi ise, “sen böyle istiyorsun!” der.
Güçlünün hâkim olduğu rejimin adıdır demokrasi. Çağdaş bir masaldan ibarettir. Her ne kadar tersi iddia ediliyor olsa bile, seçenlerin ve hatta seçilenlerin değil; seçtirenlerin ve derindekilerin irâdesi önemlidir. Demokrasi, bir Truva atıdır. Halka, oy vermeme hürriyeti bile vermeyen çağdaş dayatma rejimidir. %51 delinin % 49 akıllıya gâlip getirilmesinin adıdır. Müslümanla kâfirin, mücâhidle İslâm düşmanının, âlimle câhilin, aydınla avamın eşit olduğu adâletsiz rejimin adıdır demokrasi. Demokrasi açısından, oy veren insanlar, eşit olmasına eşittir, ama bazıları daha çok eşittir. Elli bir pirenin kırk dokuz file gâlip getirilmesidir demokrasi. Kazanan ve kaybedenin maçtan önce belli olduğu şikeli bir karşılaşmadır. Hakka rağmen halk idaresi olmasının yanında; aslında halka rağmen egemen çevrelerin halkın inancına ters dayatmalar rejimidir. Teorisiyle pratiği birbirine bu denli ters bir anlayış, başka hiçbir ideolojide bu kadar sırıtmaz.
Demokrasi, bilindiği gibi Batı kültürünün ürünü olan bir sistemdir. Batı medeniyetinin en önemli özelliği, insanın kendini ilâhlaştırarak, tanrıya başkaldırı, nefse, hevâya ve şeytana tâbi olmaktır. Demokrasi anlayışında da bu özelliği görürüz: Yüce Allah’ın nizamını kabul etmeyip, yönetimde insanların hüküm koyması ve Allah'ın indirdiğini bırakıp kendi hükümleriyle kendilerini yönetmek istemeleridir. Bunu demokratların ifadeleriyle (daha doğrusu, hal dilleriyle) söyleyecek olursak: “Sen kim oluyorsun ey tanrı! Biz kendi hayatımızı kendimiz düzenleyebiliriz. Kendimiz düzenlemek için yöntemler buluyor ve uyguluyoruz” demekteler; dilleriyle veya tavırlarıyla. -Basite indirgeyecek olursak- demokratik söylemin içeriği ve anlamı işte budur. Haliyle, başka bir bâtıl gâye için, insanı/halkı putlaştırma amacıyla bâtıl tanrılara başkaldırılınca, hak ilâh olan Allah Teâlâ’ya da baş kaldırılmış oluyor. “Hevâsını ilâh edinen kimseyi gördün mü? Onun koruyucusu (bekçisi, vekili) sen mi olacaksın?”[20] İster “hümanizm” adıyla, ister “demokrasi” ideolojisiyle, Batının anlayışı, insanı Tanrı yerine koymaktır; insanı, yani kendi hevâsını tanrılaştırmak. Batıda düşünce, inanış, ideoloji ve sistemlerin hepsi hakkında bu yargı geçerlidir; bu hüküm, ortak bir değerlendirmedir.
Batı uygarlığının karşısında İslâmî dâvet vardır. İslâmî mesaj, Allah'a başkaldırı yerine ibâdeti öngörür. Fakat birilerine de başkaldırmayı emreder. Bu da nefsi, hevâyı ve şeytanı kapsamına alan “tâğut”a başkaldırmaktır. “De ki: Şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Diğer yollara uymayın. Sonra o yollar sizleri O’nun yolundan ayırıp darmadağın eder. İşte sakınasınız diye size bunları emretti.”[21] Âyet-i kerime, gerçekten müslümanın hayatını, herhangi bir gedik bırakmaksızın tamamıyla Allah'a tahsis etmiştir. İşte Allah'a teslimiyet bu demektir. Ölüm ile noktalanıncaya kadar, hayatımızın tümünü, inanç ve kanaatlerimizden başlayarak tüm eylemlerimizi Allah için, Allah'a teslimiyet sûretiyle ortaya koyacağız. İslâm budur; böyle bir teslimiyettir.
Bütün siyasî sistemlerin, ideolojilerin olduğu gibi, demokrasinin de can alıcı noktası; hâkimiyet/egemenlik meselesidir. Yukarıda da belirtildiği gibi, hâkimiyet, daha ilerisi düşünülemeyen, siyasal bir güç ve etkinliği ifade eder. Yani siyasal güç ve etkinliğin, iktidar ve muktedir oluşun en ileri derecesini ifade eder. Bu en üstün kabul edilen otorite, kanunları yapar. Yöneticiler ona göre belirlenir. Yönetimin nasıl olacağını ve bu esasların ayrıntılarını o belirler. Hâkimiyet anlayışı itibarıyla İslâm bir tarafta, diğer bütün sistemler bir taraftadır. İslâm, hâkimiyeti mutlak olarak sadece Allah’ta kabul eder; Allah’ın hakkı olarak bilir. Bunun dışındaki diğer bütün sistemler, hâkimiyeti kimde görüyorlarsa ona göre isim alırlar.
Demokrasi, hâkimiyetin halkın elinde olmasının adıdır. Krallık, hâkimiyetin kralın elinde olmasıdır. Teokrasi, hâkimiyetin Allah adına konuştuğunu iddia eden din adamı sınıfının ya da kendini tanrı yerine koyanların elinde olmasıdır. Buna benzer diğer bütün sistemler de böyledir. Yani siyasî sistemler, hâkimiyeti elinde bulunduranlara göre tanımlanır ve ona göre isimlerini alırlar. Yalnız İslâm, hâkimiyeti Allah’ta görür, hâkimiyeti Allah’ın hakkı olarak kabul eder. Bunun dışındaki diğer bütün beşerî sistemlerin (dinlerin) özelliği ise, hâkimiyeti Allah'ta görmeyip insanda görmeleridir. Hâkimiyeti insanda görmek gibi ortak bir paydaya sahip olduktan sonra, bu insanların “kim veya kimler?” sorusuna verdikleri farklı cevaplara göre isim alsalar da, müslümana göre bütün bunlar tâğutî ideoloji ve şeytanî düzenlerdir.
Hâkimiyet noktasında demokraside yetki; halkın veya milletindir; Yani, toplumun geneli, egemenliğe sahip kabul edilir. Hangi inanca sahip olurlarsa olsunlar, fertler birbirlerine eşit olduklarına göre de, her bir şahıs, o hâkimiyetin bir birimine, bir parçasına sahiptir. Yani 70 milyonluk bir ülkede hâkimiyet, 70 milyon eşit parçaya bölünmüş demektir. Bunun Kur’ânî ifadesi 70 milyon ilâh kabul ediliyor, demektir. Herkes hâkimiyetin eşit bir parçasına sahip olduğundan, zamanı gelince hâkimiyet parçalarının sahipleri oylarını bir tarafta toplar ve ittifakın mümkün olmadığı halde, çoğunluğu teşkil eden parçaların toplamı doğrultusunda icraatlar yapılır, kararlar alınır. Bu noktada hâkimiyetin kullanılması gündeme gelir. Demokrasi, çok tanrıcı Grek kültürüne dayalı, ondan kaynaklanan bir sistemdir. Yani, irticânın esasıdır. Şu irticâya karşı dayatılmak istenen demokrasi, asıl irticânın kendisidir; asıl mürtecî de demokratlar. Çünkü onlar, kökü, tarihi itibarıyla eski Yunan’a kadar uzanan bir mürtecîlik yapıyorlar. Ondan da eski bir kökü var; şeytana kadar uzanan bir başkaldırıya kadar devam edip uzanıyor, kökleri oraya kadar varıyor, Allah'a başkaldırı ve şeytana itaat olan bir siyasî sisteme tâbi oluyorlar demokrat mürtecîler.
Batılılar açısından demokrasi, en az zararlı (ehven-i şer) olabilir. Onlar Hakk'a, yani mutlak doğruya, nassa inanmazlar çünkü. İslâm diye bir din, devlet ve dünya görüşü olmasaydı, Peygamberlerin ve iman edenlerin, uğruna her fedâkârlıklara katlandıkları İlâhî hükümler söz konusu olmasaydı, "demokrasi mi, başka rejim mi?" tartışılabilir, Hakkın emrettiği "hayr" olmayınca "şerrin en ehveni" tercih edilebilirdi. Ama, müslümanın teslim olduğu Rab ve Kitap her şerri yasaklar ve sadece hayrı emreder. Hak, apaçık ortadadır. Bâtıl rengine bürün(e)mez. Bâtıl görünümünde hak veya hak görünümündeki bâtıl, olsa olsa "ehven-i şer"dir. Ehven-i şerri tercih etmek de şerre râzı olmak demektir. Müslüman hakka tâlip olmak zorundadır.
Demokrasi ve Hâkimiyet
Demokrasi, bilindiği gibi Batı kültürünün ürünü olan bir sistemdir. Batı medeniyetinin en önemli özelliği, insanın kendini ilahlaştırarak, tanrıya başkaldırı, nefse, hevâya ve şeytana tâbi olmaktır. Demokrasi anlayışında da bu özelliği görürüz: Yüce Allah’ın nizamını kabul etmeyip, yönetimde insanların hüküm koyması ve Allah'ın indirdiğini bırakıp kendi hükümleriyle kendilerini yönetmek istemeleridir. Bunu demokratların ifadeleriyle (daha doğrusu, hal dilleriyle) söyleyecek olursak: “Sen kim oluyorsun ey tanrı! Biz kendi hayatımızı kendimiz düzenleyebiliriz. Kendimiz düzenlemek için yöntemler buluyor ve uyguluyoruz” demekteler; dilleriyle veya tavırlarıyla. -Basite indirgeyecek olursak- demokratik söylemin içeriği ve anlamı işte budur. Haliyle, başka bir bâtıl gâye için, insanı/halkı putlaştırma amacıyla bâtıl tanrılara başkaldırılınca, hak ilâh olan Allah Teâlâ’ya da başkaldırılmış oluyor. “Hevâsını ilâh edinen kimseyi gördün mü? Onun koruyucusu (bekçisi, vekili) sen mi olacaksın?”[22] İster “hümanizm” adıyla, ister “demokrasi” ideolojisiyle, Batının anlayışı, insanı Tanrı yerine koymaktır; insanı, yani kendi hevâsını tanrılaştırmak. Batıda düşünce, inanış, ideoloji ve sistemlerin hepsi hakkında bu yargı geçerlidir; bu hüküm, ortak bir değerlendirmedir.
Batı uygarlığının karşısında İslâmî dâvet vardır. İslâmî mesaj, Allah'a başkaldırı yerine ibâdeti öngörür. Fakat birilerine de başkaldırmayı emreder. Bu da nefsi, hevâyı ve şeytanı kapsamına alan “tâğut”a başkaldırmaktır. “De ki: Şüphesiz ki bu, Benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Diğer yollara uymayın. Sonra o yollar sizleri O’nun yolundan ayırıp darmadağın eder. İşte sakınasınız diye size bunları emretti.”[23] Âyet-i kerime, gerçekten müslümanın hayatını, herhangi bir gedik bırakmaksızın tamamıyla Allah'a tahsis etmiştir. İşte Allah'a teslimiyet bu demektir. Ölüm ile noktalanıncaya kadar, hayatımızın tümünü, inanç ve kanaatlerimizden başlayarak tüm eylemlerimizi Allah için, Allah'a teslimiyet sûretiyle ortaya koyacağız. İslâm budur; böyle bir teslimiyettir.
Bütün siyasî sistemlerin, ideolojilerin olduğu gibi, demokrasinin de can alıcı noktası; hâkimiyet/egemenlik meselesidir. Yukarıda da belirtildiği gibi, hâkimiyet, daha ilerisi düşünülemeyen, siyasal bir güç ve etkinliği ifade eder. Yani siyasal güç ve etkinliğin, iktidar ve muktedir oluşun en ileri derecesini ifade eder. Bu en üstün kabul edilen otorite, kanunları yapar. Yöneticiler ona göre belirlenir. Yönetimin nasıl olacağını ve bu esasların ayrıntılarını o belirler. Hâkimiyet anlayışı itibarıyla İslâm bir tarafta, diğer bütün sistemler bir taraftadır. İslâm, hâkimiyeti mutlak olarak sadece Allah’ta kabul eder; Allah’ın hakkı olarak bilir. Bunun dışındaki diğer bütün sistemler, hâkimiyeti kimde görüyorlarsa ona göre isim alırlar.
Demokrasi, hâkimiyetin halkın elinde olmasının adıdır. Krallık, hâkimiyetin kralın elinde olmasıdır. Teokrasi, hâkimiyetin Allah adına konuştuğunu iddia eden din adamı sınıfının ya da kendini tanrı yerine koyanların elinde olmasıdır. Buna benzer diğer bütün sistemler de böyledir. Yani siyasî sistemler, hâkimiyeti elinde bulunduranlara göre tanımlanır ve ona göre isimlerini alırlar. Yalnız İslâm, hâkimiyeti Allah’ta görür, hâkimiyeti Allah’ın bir hakkı olarak kabul eder. Bunun dışındaki diğer bütün beşerî sistemlerin (dinlerin) özelliği ise, hâkimiyeti Allah'ta görmeyip insanda görmeleridir. Hâkimiyeti insanda görmek gibi ortak bir paydaya sahip olduktan sonra, bu insanların “kim veya kimler?” sorusuna verdikleri farklı cevaplara göre isim alsalar da, müslümana göre bütün bunlar tâğutî ideoloji ve şeytanî düzenlerdir.
Hâkimiyet noktasında demokraside yetki; halkın veya milletindir; Yani, toplumun geneli, egemenliğe sahip kabul edilir. Hangi inanca sahip olurlarsa olsunlar, fertler birbirlerine eşit olduklarına göre de, her bir şahıs, o hâkimiyetin bir birimine, bir parçasına sahiptir. Yani 70 milyonluk bir ülkede hâkimiyet, 70 milyon eşit parçaya bölünmüş demektir. Bunun Kur’ânî ifadesi 70 milyon ilâh kabul ediliyor, demektir. Herkes hâkimiyetin eşit bir parçasına sahip olduğundan, zamanı gelince hâkimiyet parçalarının sahipleri oylarını bir tarafta toplar ve ittifakın mümkün olmadığı halde, çoğunluğu teşkil eden parçaların toplamı doğrultusunda icraatlar yapılır, kararlar alınır. Bu noktada hâkimiyetin kullanılması gündeme gelir. Demokrasi, çok tanrıcı Grek kültürüne dayalı, ondan kaynaklanan bir sistemdir. Yani, irticânın esasıdır. Şu irticâya karşı dayatılmak istenen demokrasi, asıl irticânın kendisidir; asıl mürtecî de demokratlar. Çünkü onlar, kökü, tarihi itibarıyla eski Yunan’a kadar uzanan bir mürtecîlik yapıyorlar. Ondan da eski bir kökü var; şeytana kadar uzanan bir başkaldırıya kadar devam edip uzanıyor, kökleri oraya kadar varıyor, Allah'a başkaldırı ve şeytana itaat olan bir siyasî sisteme tâbi oluyorlar demokrat mürtecîler.
Demokrasi, halkın çoğunluğunun hâkimiyeti diye ifade edilse bile, bu iddianın kandırmacadan ibâret olduğu uygulamalardan anlaşılmaktadır. Demokrasilerde çoğunluğun ittifakı bile yoktur. Demokrasi ile yönetilen bir rejimde yaşayan insanların çoğunluğunun sözü nerede ve nasıl geçerli oluyor? Parti aritmetikleri içinde, % 25-30 oy alan her parti iktidar olur. Nerede çoğunluk? % 70-75 muhâlefette kaldı. Yani, demokraside demokrasi yoktur. Demokrasiler, kendi mantıkları açısından bile sağlıklı bir hâkimiyetin kullanılma yöntemini dahi icat etmekten âcizdirler. Şimdiye kadar Batıda ve coğrafyamızda birçok seçim sistemi uygulanmıştır. Ancak, bunların hiçbirisinin asgarî düzeydeki çoğunluğun irâdesini iktidar olarak yansıtabilecek yeterlikte olduğu ileri sürülememektedir. Demokrasi, uygulamaya geçtiği tarihten günümüze kadar, sadece iki partinin olduğu yerlerde bile, hiçbir zaman, hiçbir parti çoğunluğu sağlayarak iktidar olmuş değildir. Çünkü seçimlere katılmayanlar vardır; yönlendirilenler, kandırılanlar, halka sorulmadan aday gösterilenler, kendisini tam olarak temsil etmediğinden, mecbûren kendisine en yakın olduğunu sandığı veya ehven kişiyi seçmek veya küsmek zorunda bırakılanlar vardır.
Dolayısıyla demokrasi, uygulanması imkânsız bir tezdir, bir ütopyadır. Şimdiye kadar batı felsefelerinde ortaya çıkmış olan ütopyalardan bir ütopya. Fakat bu demokratik sihirbazlar, medya ve diğer imkânlar (bilim adamları, eğitim kurumları ve düşünürler) vâsıtasıyla, demokrasinin ütopya olma özelliğini insanların gözlerinden saklıyorlar. İnsanların bunu görmelerine mümkün mertebe imkân ve fırsat tanımamaya çalışıyorlar. Gerçeğin görülmesine sebep olacak herhangi bir şey olduğu zaman, birtakım oyalamalar icat edilerek insanlar onlarla meşgul edilir ve gerçeğe nüfuz etmeleri böylelikle önlenmiş olur. Kanaatleri samimi olarak kabul görmeyen azınlık ise demokraside her zaman bir küskünler kitlesi meydana getirir. Dolayısıyla yapılan uygulamalara bu muhâlefettekiler hiçbir zaman katılmazlar.
Bu eleştirilerimiz, demokrasinin kendi mantığı ile demokrasiye bir reddiyedir. Görülüyor ki demokrasi, hiçbir zaman için demokrasiyi savunanların ileri sürdükleri gibi, insanlığın en ideal sistemi, ya da en az yanlışı olan sistemi olamaz. Çorçil'e atfedilen bir söz vardır. "Demokrasi, dünyadaki en güzel ikinci sistemdir." Sormuşlar; "demokrasiyi neden ikinciliğe indirdin?" diye. "Birincisi yok ki!" diye cevap vermiş. Gerçek öyle değil; demokrasi öyle ikinci, üçüncü sıradaki bir düzen filân değil; bir curcunadan ibârettir. Eflâtun'un tâbiriyle; "demokrasi, şarlatanlar düzenidir." Demokrasinin babası sayılan Jan Jack Russo da benzer bir şey diyor: Demokrasiyi uzun uzun anlattıktan sonra; "Emil" adlı kitabında "doğrusunu söylemek lâzımsa" diyor, "insanlar kendi kendilerine kanun yapamazlar. Bize kanunlar verecek ilâhlar lâzım."
İnsan hayatı çok yönlü ve çok boyutludur. Bütün bu yönleri ve boyutları ile insan hayatını tamamıyla kuşatmış hiçbir beşerî sistem yoktur. İnsan hayatını bütünüyle kuşatmak iddiasında olan beşerî hiçbir ideoloji ve dünya görüşü de ortaya çıkmamıştır. Sadece İslâm, insan hayatını bütün yönleriyle ve boyutlarıyla kuşatmayı hedeflemiş ve gerçekten kuşatmış kâmil bir din hüviyetine sahiptir. Sadece İslâm, inanç, davranış, sosyal ve siyasal düzen, ahlâk, dünya görüşü ve âhiret anlayışı, düşünce ve yaşama biçimi, insanın kendisiyle, çevresi ve Rabbiyle tüm ilişkilerini tanzim eder. Tüm bu alanlarla ilgili kuşatıcı hükümler koyar. Bütün beşerî ideolojiler, tüm ahlâk görüşleri, sosyal ve siyasal insanî görüşler, hangisi olursa olsun, İslâm'ın bakışına göre esas itibarıyla birer dindir. Fakat bu dinlerin hiç birisi insanın hayatını bütün boyutlarıyla kuşatmak iddiasında olmadığı için bazen müşterek birkaç beşerî ideoloji veya beşerî din bir araya gelir ve insan hayatını kuşatmaya çalışırlar. Beşerî sistemlerin herhangi birisini bir yerde kabul ettiğiniz zaman, siz sadece o kadarıyla hayatınızın tamamını tanzim edemezsiniz.
Hayatınızın diğer açıklarını, diğer yönlerini de uygun göreceğiniz veya o kabul ettiğiniz sistemle uyuşabilecek başkalarıyla doldurursunuz. Bütün beşerî sistemlerin en büyük ortak paydası ise, laikliktir. Siyasî hayatınıza demokrasiyi getirip hâkim kıldığınız takdirde, hukukunuz ne olacak? Ahlâkınız, iktisadî ilişkileriniz ne olacak? İşte bu noktada, demokrasi bütün bunları "hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir" diyerek millet ve milletin yetkili gördüğü kimseler yoluyla temsili sûretiyle, temsilî sisteme uygun olarak seçilen kimseler aracılığıyla bu sorunları çözmeye çalışır. Temsil yetkisine sahip bulunan kişi ve kurumlar, onların hukukunu belirler. Hukukun bünyesi içerisinde iktisadî ilişkileri ortaya koyar. Bunların sonucu olarak bir ahlâk anlayışı da oluşur. Toplumsal hayatın gerekli diğer bütün kurumları bu yapı ile uyumlu olarak ya da en azından çelişki arzetmeyecek şekilde ortaya çıkar.
Bütün sistemler ilk ortaya konuldukları zaman, hangi çerçeve için konulmuş olurlarsa olsunlar, sadece orada kalmazlar; insan hayatının tamamını kapsarlar; en azında pratikte bu böyledir. Hiçbir beşerî sistem, kâmil olamaz ve insanlar, beşerî sistemlerde deneme yanılma yoluyla mesafe alabilirler. O bakımdan beşerî sistemler esas mâhiyetleri itibarıyla bir yaz boz tahtasıdırlar. Bunu, içinde yaşadığımız beşerî sistemin meselâ kanunlarında çok rahat bir şekilde görebiliriz.
Beşerî Sistemlerin Dünyevîliği; İslâm'ın Uhrevîliği
Beşerî sistemler eksiklerini başka sistemler vâsıtasıyla tamamlasalar bile âhirete yönelik hiçbir şey söylemezler. İnsanın ölümünden sonrasıyla ilgilenmezler. Dolayısıyla beşerî sistemler ne kadar ileri olurlarsa olsunlar, ilgilendikleri özel alanda bile mükemmel olamazlar ve insanın ölümden sonraki hayatı için bir şeyler verme iddiasında bulunamazlar. Müslüman ise, âhireti hesaba katmadan en ufak bir davranışta bulunamaz. Müslüman, dünya hayatıyla âhireti hedefleyendir. Dünyadaki olumlu veya olumsuz gelişmeler, imtihan kabul edildiğinden, müslümanın istikameti üzerinde etkili değildir. "Tâ ki, elde ettiğinizle sevinmeyesiniz, kaybettiğiniz dolayısıyla da üzülmeyesiniz."[24] Dünya hayatında ele geçirdiklerimize sevinmeye değmez; kaybettiklerimiz için üzülmeye değmediği gibi.
Önemli olan, müslüman olarak kişinin kendi sorumluluğunu yerine getirmesidir. Müslüman için en mühim şey, amellerinin sâlih olması, eylemlerinin kabul edilecek vasıfta bulunmasıdır. Bu gerçekleşince, önde veya arkada olmak önemli değildir. Netice almış, dünyada başarılı olmuş veya mağlup düşmüş, marjinal kalmış, hiç önemli değildir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: "Kıyâmet gününde kimi peygamber yanında iki üç mü'minle birlikte gelecek." Yani iki üç tane, hatta tek başına gelen peygamberleri biz marjinal kaldı diye dâvetlerini tebliğ etmede kusurlu davrandıklarını mı kabul edeceğiz? Nuh (a.s.) 950 yıl istikamet üzere yaptığı tebliğde dünyevî açıdan netice alamadı veya çok küçük bir sonuç aldı diye, yaptıklarını küçümseyecek, marjinal kaldı diye tenkit edebilecek miyiz?
Dolayısıyla biz hakkı ve hakikati başarılarda, çoklukta, azlıkta, önde ve arkada olmakta değil; Allah'ın kitabına ve Rasûlün sünnetine mutabakatta ararız. Allah'ın Kitabına ve Rasûlün sünnetine uygun oldumu bir iş güzeldir; neticesi dünyevî olarak hiç olsa bile. Önemli olan Allah'ın vereceği değerdir. Dünyevî sonuçları Allah verirse ne âlâ, vermezse vermez. Hayatımız ve ölümümüz, Allah için olabiliyorsa, netice odur. İşte bu anlamıyla hayatı kuşatan biricik sistem, kâmil din, sadece Allah Teâlâ'nın dinidir.
İslâm'ın Eksizliği ile Beşerî Sistemlerin Yetersizliği
Bütün beşerî sistemler eksiktir, parçacıdır. Çözüm getiremeyişleri, insanları mutluluğa ulaştıramayışları, bunun en açık göstergesidir. Kendilerinin kendileri için belirledikleri hedefleri dahi gerçekleştiremeyişleri bir tarafa, müslüman olarak bizim onlara yönelteceğimiz en büyük eleştiri, bu sistemlerin eksik olduğuyla ilgilidir. Bu sistemler, yamalı bohçadır; insanı kuşatamazlar, kâmil din olamazlar, âhiretle ilgili söyleyecek sözleri de yoktur. Yalnız Allah'ın dini olan İslâm'dır, hayatı bütünüyle kuşatan, dünyayı ve âhireti içeren. Mevcut sistemler bize Allah'ın rızâsını kazandıramaz. Dolayısıyla biz, insanların tümüne Allah'ın rızâsının nasıl kazanılacağını öğretmeyi, böyle bir yükümlülüğü üzerimize almış kimseler olarak ortadayız.
İslâm'ın kemâli vahye dayalı olmaktan kaynaklanır. Buna karşılık batının zevâli, böyle bir dinden mahrum oluşundan kaynaklanmaktadır. Felsefeleri, ideolojileri, rejimleri ve hevâları hepsi şeytanın insanlara telkin ettiği lehviyattandır. Kur'ân-ı Kerim'in belirttiğine göre şeytanlar da dostlarına telkinatta bulunurlar. Demek ki dünyada ezelden beri, Âdem (a.s.)'den beri, iki şey çarpışıp durmaktadır. Allah'ın vahyi ve şeytanın, dostlarına telkin ettiği vahiyler; Hak ile bâtıl. İslâm'ın kemâlinin bir neticesi olarak İslâm, her zaman ve mekânda bütün insanlığın her türlü ihtiyacını karşılayabilecek vasfa sahiptir.[25]
Çokluk veya çoğunluk, ya da çoğulculuk denildiğinde, temelinde yatan birey, yani bir tek insandan bahsedildiği bilinmelidir. Bir'inde doğruları veya eğrileri tesbit yetkisi bulunmayanların çoğunluğunun nasıl bu yetkiye sahip olabildikleri hâlâ açıklanamamıştır. Sadece sıfırların veya yalnız eksilerin yan yana gelmesiyle tatmin edici rakamların veya artıların çıktığı, çıkabildiği izah edilememiş bir kandırmacadır. Yol göstereni bulunmayan insanın şaşkınlık içinde kaldığını, bilmediklerinin öğretilmemesi halinde bir şey bilmez durumda devam ettiğini her ne hikmetse düşünemeyen insan, bir Rabb'e (eğitici, terbiye edici mürebbî'ye) hep ihtiyaç duymuştur. Bütün mesele, bu mürebbînin (terbiyecinin) kim olması gerektiği hususudur. İşte insan bu noktada hep yanılmış, bir türlü gerçek terbiyecisini bulamamış, insana acıyan yaratıcısı merhameti ile ona sürekli olarak terbiye esaslarını bildiren elçileriyle yol göstermiştir. Çoğunun, çoğunluğun bu yolu kabul etmemesine, hevâsına uymasına rağmen yaratıcı Allah tekrar elçiler göndermiş ve kullarına gerçekten acıdığını, mağfiret ediciliğini göstermiştir. Kur'an bu yol göstericiliğin en son eseri olarak elimizde, önümüzdedir.
Birçok âyetinde, hevâsına tâbi olan insanın nasıl azgınlaştığını, kendi dengesini nasıl bozduğunu, sağlıklı bir ruh yapısına sahip olamadığını açıklayan Rabbimiz (terbiyecimiz) Allah, kendini bozanın çevresini de bozduğundan defaatle söz etmekte, yeryüzünü ifsâdından bahsetmektedir. Yeryüzü, halîfelik görevinin icrâ edileceği, îmar ve ıslah tavrıyla yaklaşılması gereken insanın bir çevresidir. İnsan, bu çevre ile vardır. İnsan, doğasını, ancak, bu doğanın sahibince bildirilen esaslara uyarak koruyabilir. Korunamamış doğa, ister insan tabiatı olsun, ister insanın içinde yaşadığı ortam olsun, insan için sağlıksız bir ortam olarak kişiliğini koruyamamanın, giderek korkmanın, kokuşmanın ortamı olacaktır. Öyle de olmuştur.
Analarının karnından bir şey bilmediği halde çıkarılan insanların, çıkışlarını takip eden bir süre sonra "küllü şey'in kadîr" bir varlık haline dönüşmesi mümkün değilken, insanın temel yanılgısı, böyle olabildiğini sanması, yani kendini, hevâsını, kendi gibi insanları tanrılaştırmasıdır. Bu sanı ve değerlendirme, insanı azgınlaştırmakta; tuğyânı, bağyi ve fesâdı giderek kendinden çevresine, çevresinden kendine ve diğer insanlara yönelmiş; yaşadığı dünyayı, içinde kendisi de bulunduğu halde berbat etmektedir.
Kaynağı insan aklı olan, bu aklın yaşadığı ortamdan etkilenmişliğinin ürünü olan fikirleriyle biri, diğerinden farklı yerlere varan akılların çoğunluğunun veya azınlığının varacağı yer, kendine ters düşen yerdir. Kendini yadsıyan yerdir. İnsanı kendinden uzaklaştıran, kendinin farkına varmasını engelleyen yolda kullanılan akıl, insanoğlu var oldu olalı kendi başına doğru yolu bulamamıştır. Ancak Yaratan Rabbi insana sırât-ı müstakîmi, bu doğru yolu göstermiştir. "Ne yapacağını bilmez halde bulup da doğru yolu göstermedi mi?"[26] İnsan, kendine gösterilen yolu bile koruyamazken, bu yoldan ayrılmamayı bile beceremezken, kendi başına tümüyle doğru bir yol bulmasını ondan beklemek, olmayacak şey beklemektir. Zaten kendi de, kendi bulduğu yoldan memnun olmamış, olamamıştır.
Aklını, hevâsını tanrı edinen insan, bu tanrısından râzı değildir. Aklın ve arzuların tanrı kabul edildiği demokrasiler, insanların kendine gelmelerini önleyen bir uyuşmuşlukla, kendilerine gelmelerini engellemektedir. Afyonun insanı uyuşturduğu gibi insanları uyuşturan, bu uyuşturup uyutmada müzik, futbol ve medyadan da yararlanan demokrasiler, onlar için yalnız ekonomik insan, seksolojik insan tanımı getirebilmekte, insanın bir türlü bu yönleri de bulunan ama, asla bunlardan ibaret olmayan bir varlık olduğunu görebilmesine imkân bırakmamaktadır. Demokrasiler insanları; insan olmaktan, insanlıklarının farkına varmaktan alıkoyan insanların önünde aşılması güç bir büyük engel olarak durmaktadır. Bu engeli aşamayan insanın, insanlığının farkına varabilmesi mümkün değildir.
Çokluğu da, çoğunluğu da, çoğulculuğu da demokrasi bütününe güvenmemesi için yaşamının sağlamasını yapmakla varacağı nokta, insana, kendinin farkına varmasına yardımcı olacaktır. Teslim olmadan, bir rabbe kul olmadan yapamadığı görülen insanın, teslim olmaması değil; kime ve neye teslim olacağı ile ilgili tercihleri söz konusudur. İnsan, "kendi hevâsına mı, başkalarının (çoğunluğun) hevâsına mı, yoksa Allah'a mı teslim olmalıdır?" sorusuna verilecek isâbetli cevap insanın ufkunu açacaktır. Açılan şuuru, insanın bütünü görmesini, kendinin farkına varmasını sağlayacaktır. Önü açılan insanın görebildiği bütün karşısında yapacağı seçim elbette daha isabetli olacaktır. Hayat, kendisine hayat verene teslim olmakla anlamlanacaktır. Teslim olamadan yapamayan insan, en güvenilir’e (el-Mü'min) teslim olmakla (müslümanlıkla) ancak tatmin olabilir.[27]
Batı dünyasında feodalizmin çöküşünden bu yana egemen olan ekonomik sistem. Anamalcılık, Sermayecilik, Serbest Piyasa Ekonomisi, Serbest Girişim Ekonomisi adlarıyla da anılır. Liberal sistem, serbest ticaret, karma ekonomi deyimleri de kapitalizmi belirtir. Kapitalist ekonominin temel özelliği üretim araçlarının büyük çoğunluğunun özel ellerde bulunması ve üretimle gelir bölüşümüne önemli ölçüde piyasaların işleyişinin yön vermesidir.
Kökleri ilkçağa kadar uzanan kapitalizm Ortaçağın sonlarına doğru Avrupa'nın belirli bölgelerinde gelişmeye başladı. Ancak bir sistem olarak yerleşmesi on altıncı yüzyıldan sonra gerçekleşti. On altı, on yedi ve on sekizinci yüzyıllarda İngiliz kumaş sanayisindeki büyüme kapitalizmin gelişimini hızlandırdı. Kapitalizm öncesi sistemlerde üretimin tüketimi aşan bölümünün üretim kapasitesinin genişletilmesi amacıyla kullanılmasıyla ayrılıyordu. Birçok tarihsel etmen de bu gelişmeyi pekiştirdi. On altıncı yüzyıldaki reform hareketinin çabasını aşağılayan geleneksel ahlâkın etkilerini kırarken çok çalışma ve tutumlu olmaya da dini bir temel kazandırdı. Artık ekonomik eşitsizlik zenginlerin de ahlâklı olabileceği gerekçesiyle rahatça savunuluyordu.
Kapitalizmin gelişmesine katkıda bulunan diğer bir etmen de Avrupa'da değerli maden arzındaki artış ve bunun sonuncunda fiyatların yükselmesi oldu. Bu dönemde fiyatlar ücretlerden daha hızlı arttığından enflasyondan en çok sermaye sahipleri yararlandı. İlk kapitalistler (1500-1750) Merkantilist dönemde güçlü ulusal devletlerin ortaya çıkmasından da yararlandılar. Bu devletlerin izlediği ulusal güçlenme politikaları bir örnek para ve hukuk sistemleri gibi iktisadi gelişme için gerekli temel toplumsal şartların oluşmasını ve sonuç olarak ağırlığın devletten özel teşebbüse kaymasını sağladı.
İngiltere'de on sekizinci yüzyılda kapitalist gelişmenin odağı ticaretten sanayiye kaydı. Önceki yıllarda sağlanan sermaye birikimi, Sanayi Devrimi sırasında teknik bilginin sanayiye uygulanması yolunda kullanıldı. Adam Smith (1723-1790) "Ulusların Zenginliğinin Nedenleri ve Kaynakları Üzerine bir inceleme" adlı eserinde klasik kapitalizmin ideolojisini ortaya koydu. Smith, toplumların gelişmesini Marksist kurama benzer biçimde çeşitli aşamalara ayırıyordu. Buna göre toplumlar avcılık, göçebeliğe dayalı tarım, feodal çiftçilik ve ticari karşılıklı bağımlılık aşamalarından geçerler. Her aşamanın kendine özgü kurumları vardır. Sözgelimi avcılık aşamasında mülkiyet olmadığı için adlî kurumlara gerek yoktu. Ama toplumsal çevrenin büyümesiyle birlikte düzenli orduların yanı sıra özel mülkiyetin ve çeşitli ayrıcalıkların korunmasının aracı olarak devlet kurumu gelişti. Böylece daha karmaşık bir örgütlenme ortaya çıktı. Ücretleri loncaların yerine piyasaların belirlediği, özel girişime devletçe konan kısıtlamaların kalktığı son aşama ise sonradan serbest rekabet kapitalizmi olarak adlandırılan "kusursuz özgürlük" aşamasıdır. Bu aşamada bireylerin tutkuları doğrultusunda kendi durumlarını iyileştirmeye yönelik faaliyetlerini toplumsal bakımdan yararlı sonuçlara dönüştüren mekanizma rekabettir. Örneğin bireylerin rekabete dayalı mücâdelesi sayesinde malların fiyatları, geçici sapmalar dışında üretim maliyetine denk düşen doğal düzeylerde oluşur. Ulusal servet ise toplumun üç ana sınıfını oluşturan işçiler, toprak sahipleri ve sanayiciler arasında gene ortak yararı en yüksek düzeye çıkarılacak biçiminde ücret rant ve kâr olarak bölüşülür. Dolayısıyla kendi kendine işleyen ve kendini sürekli olarak düzelten piyasa mekanizması devlet müdahalesi olmadan toplumsal düzenliliği sağlar. Bireylerin kendi çıkarları peşinde koşması ulusal zenginliği de artırır. Ekonomideki üretkenlik artışının temeli ise emeğin iş bölümüdür. Bireyler işbölümü sayesinde bir yandan kendi verimliliklerini artırırken aynı zamanda toplumsal üretkenliğin de artmasına katkıda bulunur. Rekabetçi sistemin işleyişini engelleyecek ayrıcalıklara ve devletin müdahalelerine izin verilmediği sürece ulusal zenginlik durmadan büyüyecek, toplum kendiliğinden en iyi noktaya ulaşacaktır.
Fransız Devrimi ve Napoleon Savaşları'nın feodalizmin kalıntılarını silip süpürmesinden sonra Smith'in önerdiği politikalar giderek daha çok uygulamaya konuldu. On dokuzuncu yüzyılda siyasal liberalizmin başlıca politikaları serbest ticaret, sağlam para (altın standardı), dengeli bütçe ve sosyal yardımların son derece kısıtlı tutulması biçiminde kendini gösteriyordu.
- Dünya Savaşı kapitalizmin gelişmesinde bir dönüm noktası oldu. Savaştan sonra uluslararası piyasalar daraldı, altın standardının yerini uluslararası para birimi aldı, bankacılık alanında hegemonya Avrupa'dan ABD'ye geçti, Afrika ve Asya ulusları sömürgeciliğe karşı başarılı mücâdelelere giriştiler ve dış ticaretin önündeki engellere yenileri eklendi. 1929 Büyük Bunalımı pek çok ülkede devletin ekonomiye karışmamasını öngören kapitalizmin ünlü "bırakınız yapsınlar" politikasına son vererek bir süre kapitalist sistemin geleceğine ilişkin şüpheleri artırdı. Ama II. Dünya Savaşı'ndan sonra Amerika, Avrupa ülkeleri ve Japonya'daki başarısı, sistemin yaşama gücünü sürdürdüğünü göstermekle kalmayarak son yıllarda doğu bloğu ülkelerini de etkileyerek komünizme karşı sürdürdüğü rekabette önemli ölçüde başarı kazandı.
Günümüzde en yaygın ve güçlü ekonomik sistem durumundaki kapitalizm, felsefi temelleri, kuralları, amaçları ve sonuçları bakımından İslâm'ın tam karşısında yer alır. Kapitalizmin temelini maddecilik oluşturur. İnsana öngördüğü biricik amaç maddî zenginliğe ulaşmak ve bunu dilediğince tüketmektir. Bu amaca ulaşmak isteyen bireye sınırsız bir özgürlük tanır. Bu nedenle aşırı ölçüde bireycidir. İnsan ve toplum hayatında belirleyici olarak kabul ettiği tek ilke piyasa şartları ve rekabettir. Fırsatçılık ve acımasızlık ise onun ahlâk kurallarıdır. Hep daha çok kâr yapmaya yönelttiği insanlar tutkuları yönünde hiçbir engelle karşılaşmamalıdır. Bütün bunlar kapitalizmi insanlık dışı bir sistem durumuna götürmüştür. Bireye tanıdığı sınırsız özgürlük ve kabul ettiği "bırakınız yapsınlar" kuralı doğal olarak en çok sermaye sahiplerinin işine yaradığı için büyük kitlelerin yoksullaşmasına, sömürülmesine yol açmıştır. Kapitalistin doymak bilmeyen mülkiyet tutkusu kapitalizmi, sınırlarını aşarak dünya ölçüsünde yayılmaya ve özellikle yoksul ülkelerin doğal kaynaklarını yağmalamaya götürmüştür. Bu nedenle kapitalizm İslâm gözünde ortadan kaldırılması gereken zulmün ve sömürünün başlıca nedenlerinden birisidir.[28]
Ate: Allah’ı inkâr demektir. Ateizm: Allah’ın varlığını inkâr etme, tanımama anlamına gelir. Tanrıtanımazlık da denilen ateizme, eskiden ilhâdiye ve dehriyye denilirdi. Ateist de: Allah’ı inkâr eden; tanrısız, dinsiz kâfir demektir. Ateizme Ateistlik de denir.
İslâm’da din gerçeği bütün yaşamı kuşatmaktadır. Bir anlamda din, hayatla eşdeğerdedir. Çünkü atomun içindeki en küçük partiküllerden uzayda bulunan dev cisimlere kadar kâinâttaki tüm eşya ve olayların son derece dakik ve matematiksel biçimde etkileşimlerini, tepkileşimlerini, nötrleşmelerini ve işleyişlerini bir disiplin çerçevesinde sağlayan yasalar zinciri vardır ki bu yasaları koyan Allah Teâlâ'dır. Bu yasaların tümüne birden Kur’ân-ı Kerîm'in söylemiyle “sünnetullah”[29] denir.
Hayat bu anlamda dinin doğal cephesini oluşturur. Vahiy yoluyla (yani peygamberlere indirilen göksel mesajlarla) konan teşrii yasalar da dinin yalnızca insanları ilgilendiren rûhânî ve seküler cephesini oluşturur. Dolayısıyla din demek, hayatın tümü demektir.
Hal böyle olunca insan, -hangi inanç ve düşünceye sahip bulunuyor olursa olsun- din atmosferinin dışına çıkamadığı için onun dinsiz olması düşünülemez. Kişi, rûhânî hayattan çok uzak bir gidişat içinde yaşıyor olsa bile toplumda onun uymak zorunda olduğu sayısız kurallar vardır ki o, ister bunlara örf ve âdet desin, ister yasaların gereğidir desin, ister başkalarına karşı saygılı olmak için böyle davrandığını söylesin, bütün bu kurallar esas itibariyle dine dayanmaktadır. Bunlar bir yana, insanın zaten doğal yaşamı “kevnî” yasalarla sürmektedir. Kaldı ki “dinsizim” ya da “ateistim” diyen insanlar din yasalarına ve dogmalarına çok kere kendi özgür irâdeleriyle uyma çelişkisini de sergilerler. Onların bir bilgisizlik hezeyanı olarak “doğa yasaları” dedikleri fıtrat ve tabiat kanunlarının tümü de Allah'ın (c.c.) eseri olmak bakımından dinin dışında bir şey değildir.
Ayrıca -bir türlü ikna olamamış- aklı başında her insan, yine de varlıkların başlangıç ve sonu, olayların arka planındaki fenomenler, gizemler ve kâinatta olup bitenler hakkında mutlaka çok derinden düşünmekte; çeşitli yorumlar yapmakta; arayışlar içine girmekte ve zaman zaman iç bunalımlar yaşamaktadır. Kuşku içinde olsa bile insanın vicdanında kaynaşan bu düşünce cümbüşünün temelinde daima onun yaratıcıyı arama gayret ve endişeleri yatmaktadır. Bu ise aslında var olan ve insanın gönül derinliklerinde duyumsanan bir gerçeği arama içgüdüsünden başka bir şey değildir. İşte bütün bunlar insanın mutlak mânâda dinsiz olamayacağını kanıtlamaktadır. “ilhâd” ya da “küfür” sözcükleriyle anlatılmak istenen dinsizlik aslında inkârcılıktır. Bu ise mutlak dinsizlik değildir, ikisi arasında büyük fark vardır.
Dinsiz olduklarını ileri sürenlerin esasen birçok sosyal, moral, ya da ruhsal sorunları bulunmaktadır. Yaşadıkları ve gördükleri çelişkilere tepki olarak -inkârcılık anlamında- böyle bir iddia ile ortaya çıkan insanlar her toplumda mevcuttur. Ancak bunların sayıları son derece azdır. Aynı zamanda eğitim düzeyleri, resmi statüleri ve sosyal mevkileri ne olursa olsun ciddîye alınacak bir mantıkları yoktur. Dolayısıyla bu anlamda söylediklerini bir sayıklama ve hezeyan olarak kabul etmek gerekir.
Şu varki bilinçli ve kasıtlı olarak ateist, dinsiz, dehrî, pozitivist ya da materyalist olduğunu veya bu anlamlarda bir kanaata sahip bulunduğunu açıkça ileri süren kişi, İslâm'daki iman ve akâid kanunlarına göre elbetteki küfre girdiğini ilan etmiş olur. Çünkü böyle bir kimse mü’min olmadığını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla eğer vaktiyle Müslümanken sonra böyle bir ikrarda bulunursa yüce İslâm dinini hiçe saymak gibi ağır bir suç işlemiş olur.[30]
Paganizm: Puta tapmak, putperestlik demektir. Paganist ise; puta tapan kimse; pagan anlamındadır. Genellikle politeist dinlerde tanrısal varlıkların çeşitli figürler ile sembolize edildiği ve bu sembollere tâzimde bulunulduğu gözlenir. Tanrıyı temsil eden put; ağaçtan, taştan ya da metalden yapılmış herhangi bir sûret şeklinde olabileceği gibi; bir bitki, bir hayvan veya bir başka doğal nesne de olabilir. Putperest toplumlarda, genellikle tapınılan nesneye tanrısal ruhun hulûl ettiğine inanılır ve bu nedenle ilgili nesnenin kendisinden ziyade içinde mevcut olduğuna inanılan tanrısal güce tapılır.
Anıt mezar/Anıtkabir; Modern Türbe ve Tapınak
Mozole veya türbe olarak da bilinen büyük ve etkileyici mezar. Din kurucuları ya da önderler, büyük değer verilen, ta’zim edilen veya ilâhlaştırılan kimseler anısına yapılan görkemli bina. Bugüne kadar yapılmış anıtmezarlardan en görkemlisi Babürşah’ın 1631’de ölen hanımı Şahcihan için yaptırdığı Tac Mahal’dir. Mısır’daki piramitler de anıtkabirdir. Ankara’da bulunan anıtkabire, İstanbul’da Adnan Menderes ve Turgut Özal’ın anıtkabirleri de ilâve edilmiştir. Selçuklu ve Osmanlı padişah ve vezirleri için ve özellikle evliyâ sayılan tasavvuf büyükleri için anıtkabir şeklinde türbeler yapılmış, diğer anıtmezarlardan çok daha fazla şirk unsuru görevini yapmaya devam etmektedir.
Bazıları, putlaştırdıkları kişilerin kabirleri veya kutsallaştırdıkları simgeler karşısında Müslümanların namazdaki kıyamlarına benzer şekilde hazır ol vaziyete geçer, saygı duruşunda bulunur. Hatta namazda doğal kabul edilebilecek bir davranış (kaşınınca başı kaşımak, öksürmek vb.) böyle bir saygı duruşunda uygun/câiz görülmez. Hiç alâkası olmadığı halde, herhangi bir açılış programında, ya da bir törende saygı duruşu ile başlamak câhiliyye toplumlarının dinî bir kuralı kabul edilir. Bu tür programlara katılan Müslümanlar da dinlerinin câiz görmemesine rağmen bu saygı duruşuna katılma zorunda bırakılır. Okullardaki bütün öğrenci ve öğretmenler her hafta okul açılış ve kapanışlarında, bayram diye kutlattırılan câhiliyyenin kutsal günlerinde bu tür saygı duruşlarına mecbur tutulur. Bu tür tavırlar, aslında bir tapınmadır. Anıtkabirdeki böyle bir törende, Mahmut Kaçar adlı bir muvahhid müslüman; “Siz bu törenlerle mezarları putlaştırıyor, ilâhlaştırıyorsunuz. Ölü sizi duymaz, onun size bir faydası yoktur. Lâ ilâhe illâllah, Allah’tan başka ilâh yoktur!” demişti. Zamanın cumhurbaşkanı Demirel tarafından meczup ilân edilivermişti. Ayrıca, Bu tavrının bedelini dört yıl kadar hapis yatarak ödemişti.
Mekke’liler, önemli bir işe başlamadan önce ve yolculuktan dönünce veya Mekke şehir devletine ait tören ve merâsimlerden önce Kâbe’nin içindeki Hubel putunun heykelini ziyâret eder, ona bağlılıklarının ifâdesi olarak saygı gösterirlerdi.[31] Böylece işlerinin düzgün gideceğine inanırlardı. Mekkeliler de, bu psikoloji ile Kâbe etrafında dolaşarak Allah’a ibâdet ettiklerini sanıyor ve fakat put heykellerine de aynı şekilde saygı gösteriyorlardı. Herhangi bir Mekke’li, seyahate çıkınca veya seyahatten dönünce yahut önemli bir işe başlayınca, Kâbe’yi tavaf ediyor; bayramlar devletin ileri gelenlerinin putlara saygı göstermesiyle başlıyor, devletin en önemli işleri görüşülmeden önce heykellere saygı duruyorlardı. Ticarî ya da siyasî bütün kuruluşlar, önemli toplantılarından önce de bu heykellere karşı saygıya durur, ondan sonra işlerine bakarlardı.[32]
Onlar hem Allah’ı tanıyorlar, hem de putlara tapıyorlardı. Esasen şirkten kasıt da buydu, birtakım nesneleri Allah’ın sıfat ve kudretine ortak koşmak ve Allah’ın yanında başka güçler tanımak, Allah’a inanmak ve fakat O’nu inkâr edenlerin hükümlerini inanarak kabul etmek ve onlara bile bile uymak. “Allah’a inandık” deyip putların önünde saygıya durmak; secde etmek, eğilmek, onlar etrafında dönmek; o heykellerden medet ummak, onları ilham kaynağı saymak; güç ve ilhamlarını Allah’tan değil, o put heykellerinden veya Firavun gibi, Nemrut gibi (yaşayan ya da ölü birtakım) putlaştırılmış şahıslardan beklemek![33]
Başta totem düşüncesinin hâkim olduğu dinî gelenekler olmak üzere, çeşitli dinlerde görülen hayvanların kutsallaştırılmasına dayalı kült. Animalizm, hayvanlarla onları avlayan insanlar arasında büyük bir bağ olduğu inancıdır. Bu inanç, hayvanda insanca bir öz bulunduğu inancına bağlıdır.
Animizm (Ruhlara Tapma İnancı)
Tabiatla ilgili olaylara ve tabiat cisimlerine tapma dini. Animist: Animizmi benimseyen, animizmi savunan. Animizm anlayışına göre, ata ruhları ve fetişlere tâzim etme geleneği puta tapıcılığın ve politeizmin temelini oluşturmuştur. Animizm, insanın çevresinde bütün şeylerin ruhlu olduğu inancıdır. E. B. Taylor 1871’de, İlkel Kültür adlı çalışmasında “ruhsal varlıklarla ilgili doktrin”; Taylor tarafından dinin kaynağıyla ilgili olarak savunulan teori. Tylor, animizmin insanlık terazisinde düşük kabileleri karakterize ettiğini ve buradan yüksek modern kültürlere kadar yükseldiğini söyler. Ona göre, ilkellerin çevrelerindeki hayvan, bitki, ağaç, taş, toprak vb. gibi bütün doğa nesnelerini ve belirtilerini ruhlu sayma inancını dile getirir.
Animizm, gizemciliği ön plana alan bir şirk anlayışıdır; ataların ruhlarına tapma esasına dayanan politeist bir inanış biçimidir ve kritik yapabilecek muhayyileye hitap eder. Bu nedenle filozoflar tarafından ileri sürülenin tam tersine, ilkel değil, bilakis gelişmiş bir şirk türüdür. Çünkü animist insan doğrudan veya dolaylı olarak ruha tapar ve ruhun bir sır olduğunu bilir.
Ruhun bu ayrıcalığına, vicdanında yer verebilecek kadar ince düşünebilen insan, karmaşık objelere ve madde ötesi âlemlere karşı ilgi duyan insan demektir. Böyle bir düşünce ise gelişmiş bir yargıyı kanıtlamaktadır. Dolayısıyla din denen olayın, insanlık tarihinde ilk defa ataların ruhlarına tapmak şeklinde ortaya çıktığını ve dolayısıyla animizmin, ilkel dinlerin ilk şekli olduğunu ileri sürenler hem burada, hem de dinin, sırf bir düşünce ürünü olduğu noktasında yanılmışlardır.
“Animizm” terimi latince “anima”dan gelmektedir ki Batı dillerinde hayvan anlamını veren “animal” sözcüğü de bu kökten gelir. Temelde hayvan veya animal, canlı demektir. Dolayısıyla canlılığın kaynağı olan ruha tapınmaya bu ilgiyle “animizm” denilmiştir.
Tevhid dinlerinin yozlaşmasındaki faktörlerin başında animist yaklaşımlar gelir. Yani “vahiy” denen ve peygamberler aracılığıyla gelen İlâhî mesajlar doğrultusunda insanlar başta yalnız Allah'a ibâdet ederlerken çeşitli sebeplerin etkisi altında bazı şahsiyetleri yüceltmeye ve onlara bir zaman sonra mitolojik birtakım kimlikler mal etmeye çalışırlar. Bu yüceltilmiş insanlar ölünce ruhları şâd olsun diye ilk başlarda düzenlenen masum törenler zaman içinde farklı içerikler kazanarak onlara tapınma törenlerine dönüşür. Kur’ân-ı Kerîm'de bu konuda canlı örnekler vardır.[34]
Henüz tazeliğini koruyan Kur’ân-ı Kerîm'in içinde en ufak bir değişiklik söz konusu olmamasına rağmen, İslâm Dünyasının mensupları arasında da animist eğilimler hızla yayıldığına göre eski dinlerin türlü türlü yorumlarla ne hale gelmiş olabileceklerini tahmin etmek hiç de güç değildir.
Bugün İslâm’ımsı dünyanın her yerinde geçerli bir din modeli olarak benimsenmiş bulunan “İstimdatçı” mistik inanışlar bu gerçeği çok çarpıcı bir şekilde kanıtlamaktadır. İstimdat, uluların, erenlerin, yani velilerin ruhlarından medet ve bereket dilemektir. Animizmin mabetleri olan tekkelerin ve anıt mezarların içi, tevhidin merkezleri olan camilerin içinden çok daha coşkuludur, çok daha faaldir. Binlerce türbede yatan insanlardan hiçbirinin: “Ben öldükten sonra üzerime türbe yapınız.” dediği asla kanıtlanmadığı halde bu yapıların, İslâm'a rağmen gerçekleştirilmiş olması ve hergün yüzbinlerce insan tarafından ziyaret edilerek buralarda kurbanlar kesilmesi ve çeşitli dileklerde bulunulması, animist inancın nasıl yerleşip kemikleştiğini çok açık şekilde ortaya koymaktadır.
Animist bir temele dayanan inanışlar, her milletin zaman içinde geleneklerinin, dünya görüşünün, tarihî gerçeklerinin ve genel kültürünün etkisi altında farklı biçimler alabilir.
Örneğin, sözde İslâm'ı kabul etmiş milletlerden bazıları âlimlere, (ya da âlim kisvesinde gördükleri tarikat şeyhleri gibi adamlara), kahramanlara ve ozanlara kutsal kimlikler mal etmiş, onlara, öldükten sonra “evliyâ” ya da “ulu önder” gibi sıfatlar takarak bu şahısları olağanüstü yüceltmeye çalışmışlardır. Bu topluluklar, ancak Allah’a gösterilebilecek derecedeki saygıyı ölmüşlerine gösterdikleri için İslâm dininden çıkmışlardır.
İster bilinçli, ister bilinçsizce olsun bu tür inanışlara sapmış bulunan insanlar, kendilerini müslüman sanıyor olsalar bile mü’min olduklarını asla kanıtlayamazlar. Dolayısıya İslâm fıkhının belli yasalarına göre mü’minler, bu sınıfa giren müşriklere karşı dikkatli olmak durumundadırlar!
Gerçekte animizm çok açık bir şirktir, geçmişlere saygı olarak açıklanması mümkün değildir.
Animistlerin masum sanılan bazı yorumları ise özetle şöyledir: “Bugünlere gelmemizde atalarımızın büyük emeği vardır. Bu toprakları ‘Allah, Allah!’ diyerek yalın kılıçla onlar fethetti. Bu cennet vatanı bize emanet eden onlardır. Dolayısıyla biz onlara saygı ve sevgi borçluyuz.”
Aslında bu sözlerin hepsi de güzel ve doğru şeylerdir. Aynı zamanda tevhid inancıyla hiç çelişmemektedir. Ancak işin içyüzü daha başka türlüdür. Onlara karşı gönüllerde yatan inançlarla bu masum sözler hiç de birbirine uymamakta, biri, diğerini kesin şekilde yalanlamaktadır.
Gerçekte mü’min ataları sevmek ve saymak: Ancak onları rahmetle anmakla; Allah'ın merhametine her zaman muhtaç olduklarına, ölmüş ve Rabb'leriyle artık başbaşa kalmış bulunduklarına, bu insanların hepsinin de -herkesçe sanıldığı gibi - istisnasız kurtulmuş, cennetlik evliyalar olmayabileceklerine, herkes gibi onların da Allah'a hesap vereceklerine, belki çoğunun cennete bile giremeyeceğine, durumlarının tamamen meçhulümüz olduğuna, hatta onların soyundan gelip gelmediğimizi bile kesinlikle bilemediğimize, onun için sadece onları değil, bütün Müslümanların ölmüşlerini hayır ve dua ile anmamız (yani günahlarının affolması için Allah'a yalvarmamız) gerektiğine inanmakla olur. Onlara gerçek saygı ve sevgi işte ancak böyle olabilir.
Aksine üzerlerine koca koca kubbeler, hem de insanlardan manevî baskıyla alınan paralarla, vergilerle kale gibi anıtlar dikerek, sandukalar yaparak şebekelerine çaput bağlayıp yüz sürerek, anılarına görkemli törenler düzenleyip Firavunlara yapıldığı gibi huzurlarında saygı duruşunda bulunularak, onlardan himmet ve bereket bekleyerek, bizleri muradımıza erdirmeyi isteyerek, sorunlarımızın çözümlenmesinde bize yardımcı ya da ilham kaynağı olmalarını dileyerek, onlara yazılı dilekçeler sunarak, hele savaşlarda ordularımızın ön saflarında düşmana karşı çarpıştıklarına inanarak (ki ordu böyle bir şeye hiç inanmaz) onlara saygı göstermek ise yüce Allah'a ağız dolusu sövüp saymaktan farksızdır! İşte gerçek animizm budur.[35]
Bu dinin kurucusu Ebu Şuayb Muhammed bin Nusayr el-Basrî en-Nümeyrî'dir. Bu adamın, Şiîlerin onbirinci imamı el-Hasan el-Askerî'nin yakın dostu olduğu ileri sürülmektedir. Bu doğru olmasa gerektir. Fakat hizmetinde bulunduğu ihtimali vardır.
Nümeyrî, bu şahsiyetin sosyal mevkiinden ve şöhretinden yararlanmak için el-Askerî'nin oğlu İmam Mehdî'nin ölümünden sonra O'nun vekili olduğunu ileri sürdü ve sapkın görüşlerini Şiîlik üzerinde temellendirerek Nusayrîliği kurdu. Nusayrîlere göre bu adam İmam Mehdî'nin vekilidir. Fakat diğer Şiîler bunu kabul etmezler ve Nusayrîler'i “Gulât-ı Şîa”, (yani aşırı şiîlerden) sayarlar. Bütün şiîler gibi Nusayrîler de İmam Mehdî'nin öldüğüne inanmazlar. Aksine O'nun sağ ve bilinmeyen bir yerde saklı olduğunu ileri sürerler; O'nun kıyamete yakın bir zamanda kaldığı yerden ortaya çıkacağına inanırlar.
Bu inanç, Sünnî çoğunluğun geniş tabanını da etkilemiştir. Bu yüzdendir ki tarihte zaman zaman Mehdîlik iddiasıyla bazı kimseler ortaya çıkmış ve yönetimleri epeyce meşgul etmişlerdir.
Nusayrîler'in İslâm'dan kopmalarının nedenlerinden biri de: Allah'ın (hâşâ!) insan şeklinde zaman zaman yeryüzünde göründüğüne ilişkin inanışlarıdır. Onlara göre Allah, son olarak Hz. Ali'nin kişiliğinde gözükmüştür. Yani Hz. Ali, Nusayrîler'e göre Tanrıdır ve Hz. Muhammed'i o yaratmıştır. Yine onlara göre Hz. Muhammed Yarı Tanrı'dır ve o da (Ashâb'dan) Selmân'ı Farisî'yi yaratmıştır. Nusayrîler'in bunlardan başka daha birçok ilginç inanışları da vardır. Hz. Peygamber'in ashâbına sövüp sayarlar. Daha çok Suriye ve Lübnan'da yaşarlar.
İngilizler tarafından tertip edilen ve Mirza Gulâm Ahmed adında Hintli biri tarafından 1876’da kurulan (aynen Milli Türk Dinine benzer, siyasi temele dayalı) düzmece bir dindir. İngilizlerin siyasi amaçlarına hizmet etmektedir. Kadiyanîliğin temel hedefi budur. Bununla birlikte İslâm'ı içinden çökertmek de Kadiyanîliğin temel amaçlarındandır.
Kurucusu, 30 Haziran 1931 tarihli El-Fadl gazetesinde İslâm'a karşı olduğunu açıkça ilan etti. “Allah, peygamber, Kur'an, oruç, hac ve zekât konularında olduğu kadar başka meselelerde de her bakımdan müslümanlardan ayrıyız.” dedi. Bu adamın ölümünden sonra 6 yıl kadar Hekim Nureddin, O'ndan sonra da Hoca Kemaleddin ve Muhammed Ali Lahorî tarafından bu din temsil edildi. Muhammed Ali Lahori'nin daha sonraları pişman olduğu söylenmektedir. İnançları şöyledir:
a) Mirza'nın Mesih olduğuna ve Hz. Muhammed'den sonra peygamber olarak geldiğine inanılır.
b) Cihad haram sayılır.
Kadiyanilik, Hindistan'da, Bahâîlik de İran'da aynı zamanda ortaya çıktılar.
Bahâîlik, Bâbilik'ten gelişme sentetik bir dindir. Kurucusu, Mirza Hüseyin Ali Mazenderâni adında bir İran'lıdır. inançları şöyledir:
Dinler arasında -sözde- fark gözetmezler. Hümanist bir görüş ve inanca sahip olduklarını ileri sürerler. Her yılın son 19 uncu günü oruç tutar, günde üç kez namaz kılarlar. Her ayın ilk günü bir toplantı yaparlar. Merkezleri Hayfa'dadır. Daha çok sosyete ve zenginler arasında tutunmuştur.
Bâbilik'e gelince, kendine “Bâb” yani kapı ünvanını takan, Mirza Ali Muhammed seyyid adlı İranlı biri tarafından kurulan düzmece dinin adıdır. Şeyhîlik Tarikatı'ndan ilham alınarak öğretileri bu adam tarafından uyduruldu. Bâb'ı hiç gözüyle görmeyen Mirza Hüseyin Ali Mazenderâni adlı bir diğer İranlı tarafından yeniden düzenlenip Bahâîlik adı altında yeni bir din olarak ilan edildi. Bâb'ın yazdığı Beyân adlı kitap, babîliğin öğretilerini içermektedir.
Bu kampların ikinci grubu ise: Mistik doktrinlere dayanan örgütlerdir.[36]
Bunlar, Yunan Felsefesinin, ya da birçok eski Hint-Asya dinlerinin öğretilerinden olan Fisagorizm, Neo Platonisme, Vahdet-i vücud, Patanjalizm, Yoga ve Fakirizm'den beslenerek zaman içinde meydana gelmişlerdir. Doktrinlerinin önemli bir cephesini oluşturan bu felsefeler, İslâm'a ait değerlerle sentezlenmiştir.
Bu doktrinler, dış yönleriyle daha çok İslâm’a ait değerler içinde yansıdıklarından, üzerinde temellendirildikleri yabancı unsurları farketmek sıradan insanlar için çok güçtür. Dolayısıyladır ki “Nirvana”'nın bir başka ifadesi olan Fenâfillâh ideali ile yine Budizm'e ait Patanjali Meditasyonu üzerinde kurulan Nakşibendîlikteki râbıta âyini, bu yönden hiç kimsenin dikkatini çekmemektedir.
Sebebine gelince bu mistik-felsefî inanışlar ve onları sembolize eden çeşitli ritüeller, özellikle Müslümansı-ortodoks yığınlar üzerinde çok şaşırtıcı etkiler bırakmaktadır. Onlara göre bu inanışlar zühd ve takva yolunun en ideal çizgisini temsil etmektedir. Çünkü onlara göre “zühd ve takvâ”: (Kur'ân'ın belirlediği ölçüler içinde yaşamak değil), tarikata bağlanmaktır; sofîliktir; dervişliktir; özetle mistik bir yaşam tarzıdır.
Bu yaşam biçiminin, bunalımlı çağdaş insanı büyüleyen yanları ise olaya karmaşık bir nitelik kazandırmaktadır. Vahyin ışıklandırdığı yolda gerçekleri görebilecek eğitimli, imanlı ve kararlı insan sayısı tahmin edilemeyecek kadar azalmıştır! Teknolojinin ve başdöndürücü hızın neden olduğu önemli gelişmelerle insanoğlunun epeyce mutsuzlaştığı gerçeğini eğer görmezlikten gelmiyorsak onun, ruhsal açıdan oldukça derin bir boşluk yaşadığına ve biraz kendine geldikçe de bir kurtuluş çaresi aradığına inanmalıyız. Evet, hakikaten insanların çok büyük bir bölümü bugün, ağır stres aldında ezildiği için mânevî bir teselli aramaktadır. Unutmamak gerekir ki bunalımlı insanları gerçekler değil, tam tersine tatlı hayaller ancak teselli edebilir. İşte tarikatların içyüzü ve doktrinlerinin kaynağı üzerinde dikkatlerin yoğunlaşamaması esasen bu sebebe dayanmaktadır. Çünkü tarikatlar, insanlara (hâşâ!) “Allah'ta eriyip ölümsüzleşerek sonsuza dek pembe dünyalarda yaşamayı” vaad etmektedir.[37] Bu ise insanların yorgun, mutsuz ve yaralı ruhları üzerinde müthiş bir terapi etkisi uyandırmaktadır.
Ancak dış cepheden İslâm'a ait malzemelerle dekore edildikleri izlenimini uyandırdıklarından, İslâm âlimleri bu örgütler hakkında genellikle ihtiyatlı davranmışlardır. Belki de eğitimsiz kalabalıkların zamanla ancak aydınlatılabileceğine inandıkları için muhtemel bir fitne ve kargaşaye neden olmamak bakımından tarikatlar hakkında kesin bir hüküm vermekten kaçınmışlardır. Bu ise mistisizmin tutunma ve yayılma eğilimini hızlandırmış, imkânını kolaylaştırmıştır. Özellikle bağlılarının ağırbaşlılık, sükûnet ve sürekli ibadet gibi etkileyici yaşantıları, geniş dindar kesimin nostaljik açıdan göz manzarasını okşayan ve onları psikolojik olarak etkileyen özel giyim tarzları, müritlerarası düzenli organizasyon, şeyhe karşı tarife sığmaz bağlılık ve fedakârlık gibi sosyal disiplinleri, bu mistik dinlerin, -özellikle avam arasında- geniş bir taban bulmasına yardım etmiştir.
Yılbaşı Kutlamaları ve Noel, Noel Baba (Kimin Babası ise?)
Noel, hıristiyanların Hz. İsa’nın doğduğu geceyi kutlamak için yaptıkları bayramdır. Noel ağacı: Hıristiyanların noel için kesip süsledikleri çama denir. Noel Baba: Hıristiyanların noel gecesi hediye getirdiğine inandıkları, inanmasalar da çocuklarını kandırdıkları mitolojik ve hayâlî kişidir. Hıristiyanlarca Hz. İsa’nın, Aralık ayının 25’inde doğduğu kabul edilir ve her yıl bu günde noel kutlanır. Eskiden Ocak ayının 6. günü kutlanırdı. Hz. İsa’nın hangi yıl doğduğu da hayli tartışmalıdır. Örneğin, Matta İncili’ne göre, bugün İsa’nın doğum yılı olarak kabul edilen yıldan, yani milattan en az dört yıl önce, Luka İncili’ne göre, milat diye kabul edilen yıldan 6 yıl sonra doğmuştur.
Ermeni mitolojisinde yeni yıl tanrısının adı Amanor’dur. Paganlık/putperestlik zamanlarında avlanan hayvanlar, Amanor’un onuruna çam ağaçlarına asılırdı. Noel günü çam ağacına çeşitli şeyler asılarak yapılan tören, hıristiyanlığa bu pagan/putperest geleneğinden geçmiştir. Ayrıca, ağaçlara tapmanın yaygın olduğu bölgelerde çam ağacına da tapılmıştır. Antik çağın ünlü Yunan ve Roma mitolojileri, ağaç tanrılarla doludur. Ağaçlar, Yunanlılarla Romalılarda tanrıların barınakları sayılıyor ve ağaçların bir ruhu olduğuna inanılıyordu.
Noel nedir?
Noel, (Müslümanların değil;) Hıristiyanların kutsal kabul ettikleri gün. Onların Hz. İsa'nın doğduğuna inandıkları, daha doğrusu öyle varsaydıkları zaman. Aslında İsa aleyhisselâm'ın ne zaman doğduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte, onun 31 Aralık - 1 Ocak gecesi doğmadığı kesindir. Katoliklere göre 25 Aralık'ta, Ortodoksların çoğuna göre 4 Ocak'ta, bazılarına göre milattan (resmen kendi doğum tarihinden) iki yıl önce, bazılarına göre 3 yıl sonra... 31 Aralık ve 1 Ocak putperest paganların bayram günü. Hıristiyanlıkla putperestliğin uzlaşması, paganların kutsal gününü bu muharref dinin kabul etmesiyle de ortaya çıkıyor.
Noel'e Hz. İsa'nın doğum günü deniliyor. İslamiyet bu konuya nasıl bakıyor?
Evet, doğum tarihi kesin şekilde bilinmemesine rağmen Noel'in Hz. İsa'nın doğum günü olarak yüzlerce seneden beri kutlana geldiği bir vâkıa. "İslâm bu konuya nasıl mı bakıyor?" İslâm anlayışına göre İsa (a.s.) bir kul ve rasûl. Noel'de ve milat denilen (miladî takvime göre) sıfır yılında doğan kimse, Hıristiyanlara göre bir tanrı. Evet, onlar tanrılarının doğum gününü kutluyorlar Noel denilen günlerde. Problemin özü ve İslâm'ın temel itirazı burada odaklanır. Daha önce yaşamamış, sonra bir anneden doğmuş olan ve haç'a gerilip öldürülen, birkaç yahûdinin ve Roma despotizminin elinden kendi canını kurtaramayan tanrı(!) Evet, evet! Başkalarının günahını kendi canıyla ödemek zorunda kalan, doğan ve ölen âciz tanrı... Kapitalizm adlı çağdaş Batı haçına asıp öldürdükleri ve günlük hayatta (bireysel, ekonomik, sosyal, siyasal ve esas olarak tevhidî yönüyle) yok ettikleri tanrılarının doğum günü. Hıristiyanlar açısından çok önemli sayılabilir tanrılarının doğum zamanı. Müslümanlar ise Allah'tan başka ilâh/tanrı kabul etmezler ve ilâh olarak inanılan birinin doğmasını, ölmesini kabullenmezler ki, böyle uyduruk bir tanrının doğum gününü kutlasınlar. "De ki; O Allah birdir. Allah sameddir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O baba da değildir, oğul da. O'nun hiçbir dengi yoktur." (112/İhlâs, 1-4). "Allah'ın bir evlât edinmesi, olur şey değildir. O, bundan münezzehtir. Bir işe hükmettiği zaman, ona sadece 'ol!' der ve hemen o oluverir. (İsa, yine şöyle dedi:) 'Muhakkak ki Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O'na kulluk ve ibadet edin. İşte, sırât-ı müstakîm/dosdoğru yol budur." (19/Meryem, 35-36)
Müslümanın Noel'e ve bunun uzantısı olan yılbaşına tavrı nasıl olmalıdır?
Allah'ın râzı olduğu tek din olan İslâm; tamamlanmış, eksiksiz hak dindir (5/Mâide, 3). Müslüman'ın da her şeyi orijinaldir. Başka din ve ideolojilerden bir şey alma gereği duymaz. Bağlılarına başka din mensuplarına benzemeyi yasaklar. Müslümanlar, muharref ve bâtıl din mensuplarını taklit basitliğine tenezzül etmez. İslâm'ın her şeyi kendine hastır. Müslümanların takvimi ve takvim başı da çok farklıdır. İslâm anlayışına göre zamanın dönüm noktası, tarihin kırılma anları olan ve her biri "hicret"le ilgili farklı çağ tasnifi söz konusudur. Hz. Âdem'in Cennetten dünyaya hicretiyle başlayan "kurûn-ı ûlâ" (ilk çağ), Hz. Mûsâ'nın Mısır'dan hicretine kadar sürmüş, bu önemli hicretle "kurûn-ı vustâ" (orta çağ) başlayıp tarihin görüp göreceği o en muhteşem Peygamber şehrine hicrete kadar sürmüştür. Medine'ye hicretle başlayıp insanoğlunun topyekün âhirete hicret edeceği kıyâmete kadar sürecek çağın adı da, "kurûn-ı uhrâ" yani son çağ, âhir zaman olmuştur. İşte tarihin son dilimi, Medine'ye hicretle başlar. Ve bu tarih, Müslümanların takvim başı, 1 Muharrem de onların yılbaşısıdır.
Bilinçsiz Müslümanlar öyle zihnî işgallere uğradı ki, Hıristiyan Batının tanrılaştırdığı zâtın uydurma doğum gününü, bundan daha fecîsi büyük tâğutların önemli günlerini bildiği ve önemsediği kadar, "benim peygamberim" dediği zâtı Muhammed’i (s.a.s.), onun doğum gününü, hicretini, mücadelesini, dâvâsını bilmiyor. Tabii, bilmediği zâtı örnek alması da elbette mümkün olmuyor. Unutmayalım ki, her toplum kendi önderleriyle ve o önderleri arkasında haşrolacaktır.
Bazı bilinçsiz Müslümanların bunu kutlamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bilinçsiz Müslümanlar ne yapmıyorlar, ne haltlar işlemiyorlar ki, böyle bir cinayeti işlemesinler. Yüce Kur'an "Hıristiyan ve Yahûdileri dost edinmeyin" mi buyuruyor; Yüce Rasûl "Bizden başkasına (bâtıl ve muharref din mensuplarına) benzeyen Bizden değildir" mi diyor; ne gam! İmam-ı Mübîn'i ve takvâ önderini bırakıp küfür önderlerini rehber edinenlerin burnu leşten kurtulur mu hiç? Batılılar (Hıristiyan ve Yahûdiler) keler deliğine girse, işte "moda, imaj, çağdaşlık, ilericilik, modern yaşam" deyip o deliğe dalıp yüz defa ısırılma pahasına o zehirli hayvanlarla birlikteliğe adaydır bilinçsiz insanımız.
Öyleyse bilinçli Müslümanlara çok iş düşüyor.
Medya tarafından Yılbaşı tüketim çılgınlığı haline dönüştürülüyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çağ; kandırma, aldatma ve sömürü çağı; modern câhiliyye asrı. Her şey, tüketmeye ve tükenmeye âlet edilmiş. Kendi kutsallarını bile kapitalizme kurban etmekten çekinmeyen Batı, sömürünün yağlı urganını tüm dünyanın boynuna geçirmek için tanrısını da oltasına yem olarak kullanmaktan sadistçe zevk alıyor.
Batının yerli uşakları ve gönüllü fedaileri durumundaki Truva atı, devşirme casuslarının, yani görsel ve yazılı basının misyonu belli: İslâmî değerlere sövmek, Batılı bâtıl değer(sizlik)leri övmek. Çam devirmeyi iyi becerir medya. Allah için kurbanlık hayvanlara hayvancıl merhamet gösterisinde bulunurken hindileri Noel kurbanı yapmanın misyonerliğine soyunmaktan çekinmez. Cübbeli ve sakallı âlim kıyafeti görmeye tahammül edemeyen "irtica" düşmanları, kıpkızıl papaz giysisiyle babaları Noel'e hayranlıklarını ve kurbanlarını sunuyorlar.
Tüm bunlar kapitalizm dininin âyinleri aslında. Medya ve İslâm dışı düzenler de âyinleri yöneten papaz rolünü üstleniyor.
Yılbaşı gününde milli piyango bileti almak ne kadar doğrudur?
Kur'an "millet" kelimesine "din" anlamı verir. "Millî" de "dinî" demektir Kur'an kavramı olarak. "Millî Piyango" "dinî piyango, dinî kumar" demektir. Çok yanlış bir kullanım mı dersiniz? Bence hayır! Çok doğru bir ifadedir millî, yani dinî piyango. Kapitalizm de bir dindir (bâtıl/uydurma din), düzenin dinlerinden biri... Bu dinin de "zekât"a alternatif bir âyini olmalı diye düşünmüşler ve "dinî kumar" çıkmış ortaya. Böyle dine, böyle ibâdet... Ali'nin parası Veli'ye gidiyor sanılsa da aslında, bu kumar parasında aslan (sırtlan mı demeliyim) payı düzenin. Kapitalist düzene de millî kumarbazlık iyi yakışıyor doğrusu. Kriz ortamında 70 milyonluk ülkede 50 milyondan fazla piyango bileti satılıyorsa, gerisini siz düşünün.
Böyle kutsal(!) bir günde, böyle kutsal(!) bir kumar, tüm gerçek kutsallara savaş açan Batı ve bâtıl düzenler için muska ve madalya görevini yapıyor.
Halkın umurunda bile değil haramlar, "para gelsin de nereden nasıl gelirse gelsin" duâsı (daha doğrusu, bedduâsı) olmuş garibanın. "Milli Piyangonun haram olduğunu bile bilmeyen Müslümanlar var" deniliyorsa, iki kere "eyvah!" demek düşüyor bize ve iki misli gayret...
Bir Müslüman türlü rezilliklerin yaşandığı yılbaşı gecesini nasıl değerlendirmelidir?
Müslüman'ın yılbaşısı değildir elbette 31 Aralık, 1 Ocak. O kutlayacaksa Muharrem ayının girişini kutlar. Kutlar, yani bir yıl daha yaşadığı için Rabbine şükreder. Rabbinin verdiği zaman ve ömür nimetleri haramlarla O'na isyan ederek mi kutlanır ve bir yılın geçip yeni bir yılın girişi?
1 Ocak, Mekke fethinin yıldönümüdür. Müslüman, Kur'an'da Nasr sûresinde özel olarak bahsedilen bu olayı İstanbul'un fethinden daha görkemli, daha ibâdet bilinciyle kutlar. İsyan ederek değil; şükrederek. Mekke'yi yeniden fethetmek için küçük Mekkelerini fethetmek önceliğini ve sorumluluğunu kuşanarak...
Mekke'mizin, Mekkelerimizin, İstanbul’un, Anadolu’nun yeniden fethini Müslümanca kutlayamamanın ıstırabını yaşayan ve bu zaferlere aday, cihad ve tevhid eri gençliği bekliyor ve onun yetişmesi için gece-gündüz koşturmamız gerektiğini haykırıyoruz.
Örf, kanun olmadığı halde, halk tarafından alışkanlık olarak uyulan, bulunulan yere ve hallerin icabına göre şekillenen akla aykırı olmayan, dince kötü karşılanmayan davranış, töre ve âdettir. Âdet de, halkın devam edegeldiği davranışlardır. Belirli bir şuur belirtmez, nesilden nesle devredilir. Kâmil imana ulaşamamış her insan, çevre şartlarından etkilenir. Kısa bir süre sonra alışkanlıklar, din haline geliverir. “Biz bize benzeriz” sözündeki mâhiyet budur. İslâm ulemâsı örf ve âdeti; “Akl-ı selîmin üzerinde ittifak ettiği ve halkın devam edegeldiği şeylerdir ki, birçok kere tekrar olunur” şeklinde tarif etmiştir. Ayrıca, örf ve âdette dikkat edilecek husus; “şer’an ve aklen müstahsen (güzel) olması, selim aklı sahipleri yanında münker olmamasıdır.” Tariflere dikkat edersek, örf ve âdetin oluşmasında emir sahiplerinin (otoritenin) etkisini hemen kavrarız. Şöyle ki: Şer’an ve alken müstahsen olan bir hususu halkın îfâ edebilmesi, emir sahiplerinin onu yasaklaması ile yakından ilgilidir. Âdet, halkın bilinçsizce yapageldiği, eski nesillerden devraldığı davranışlar olduğundan, eğer emir sahipleri müdâhale ederse, kesinti ortaya çıkar. Meselâ, Osmanlı Devletinde II. Mahmud döneminde, halkın kıyâfeti değiştirilmiştir. Sarık çıkartılmış, fes esas alınmış, şalvar çıkarılmış, setre pantolona geçilmiştir. Bu âdete müdâhale, II. Mahmud’a “Gâvur Padişah” sıfatının takılmasına sebep olmuştur. Ulemâ fes’in şiddetle karşısındadır. Cumhuriyet döneminde bu defa fes’in çıkarılıp fötr şapka giyilmesi korkunç tepkiyle karşılanmıştır. Ancak, her devirde, mesele ancak ulemâ arasında ilmî olarak tartışılmış, halk da, âdetlerinin bozulmasına üzülmüştür.
Demokratik laik toplumlarda örf ve âdetin, “meclislerin çıkaracağı kanunlarla şekil değiştireceği” ifâdesi pek de abartılı olmaz. Çünkü siyasî yönetim, hükümlerini uyguladığı sürece ayakta kalır. Halkın bir kısmı isteyerek, bir kısmı da kerhen, meclislerin hükümlerine uyar. Halkın devam edegeldiği birçok davranış, kanunen suç olmamak zorundadır. İşte bu, cemiyetin şahsiyetinin, anayasa ve kanunların çizgisinde yeniden teşekkül etmesidir. 1924’ten itibaren örf ve âdetler, yeni mâhiyetler kazanmıştır. Çünkü selim akıl sahiplerini, şer’an ve aklen güzel olup olmadığı hususunda tartışma yapmaları mümkün değildir. Bu noktada herhangi bir meseleyi tartışırken “atalarımızdan böyle gördük” deyip, haklı çıkmaya çalışmak yanlıştır. Zira şu anda örf ve âdetle değil, alışkanlıklarla karşı karşıyayız.[38]
İslâm’a göre hâkimiyet ve sınırlandırılamaz egemenlik yalnızca Allah’ındır. Bu konuda bütün gerçek müslümanlar arasında tam bir fikir birliği vardır. Hüküm koymak Allah'a has bir yetkidir. Başkalarının bu konuda herhangi bir ortaklığı yoktur. Hiçbir kimsenin Allah ile birlikte hüküm koyması sözkonusu değildir. O, hükmüne hiçbir kimseyi asla ortak etmez.[39] İslâm’da gerçeğin ölçüsü ve yegâne hak, Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’nün sünneti olduğundan, herkesin bu hükümleri kabul etmesi gerekir. Kim kendiliğinden birtakım sözler ortaya koyar ve kendi anlayışına göre bazı kurallar ortaya atarsa ve bunu kendi anlayışı, hatta dini yorumlayışı sonucunda ileri sürerse, bu söylenenler Rasûlün getirdiklerine arz olununcaya kadar ümmetin ona uyması ve anlaşmazlıklarında onun hükmüne başvurması gerekmez. Eğer Rasûlün getirdikleri ile çatışmaz ve uygun düşerse, doğrulukları belgelenirse ancak o zaman kabul edilir; fakat Rasûl’ün getirdiklerine aykırı olursa o zaman bunların reddedilmesi gerekir.[40] Çünkü Yüce Rabbimiz mü’minlerin geçerli bir imana sahip olmaları için aralarındaki anlaşmazlıklarda Rasûl’ün hükmüne başvurmayı şart koşmakla kalmamış; içlerinde herhangi bir sıkıntı duymaksızın ve tam bir teslimiyetle, verdiği hükme teslim olmayı öngörmüş bulunuyor.[41]
Kısacası, Allah ve Rasûlü herhangi bir konuda hüküm vermiş ise, hiçbir mü’minin o konuda istediklerini tercih etme yetkisi yoktur.[42] “Allah’ın, Rasûlü Muhammed’e indirdiğinden başkası ile hüküm vermek helâl değildir; çünkü hak yalnız odur. Onun dışında kalan bütün hükümler ise zulüm ve haksızlıktır. Bu zulüm ve haksızlıkla hükmetmek helâl değildir. Herhangi bir hâkim (yönetici veya kadı), bu helâl olmayan hükümle hükmedecek olursa verdiği bu hüküm ebediyyen geçersiz kılınır, onunla amel edilmez” diyen İbn Hazm[43], buna delil olarak da Kur’ân-ı Kerim’deki: “Ve onlar arasında Allah’ın indirdiğiyle hükmet...”[44] âyetini göstermiştir.
Yüce Rabbimizin hâkimiyetinin boyutlarını ya da İslâm’ın hâkimiyet yorumunu daha iyi anlayabilmek; diğer taraftan Allah’ın beşer üzerindeki hâkimiyetinin gerekçelerini kavrayabilmek için “Allah’ın hâkimiyeti”nin çeşitli yönlerine dikkat çekmek gerekir.
a- Allah’ın Kevnî Hâkimiyeti: Allah, bu kâinatın biricik yaratıcısıdır. Gördüğümüz, göremediğimiz; bildiğimiz, bilemediğimiz her şeyi yaratan, mutlak yaratıcı O’dur. O’ndan başka yaratan yoktur. O aynı zamanda yarattıklarının Müdebbir’i, Rabbi ve Mâlikidir. Kâinatın kanunlarına, varlık âlemindeki bu düzenin işleyişine O’ndan başka hiçbir kimse müdâhalede bulunamaz; O’nun irâdesine aykırı hiçbir şey gerçekleştirilemez: “De ki: Düşündünüz mü hiç; eğer Allah, üzerinize geceyi tâ kıyâmet gününe kadar aralıksız sürdürse Allah’tan başka size ışık getirecek bir başka ilâh var mıdır? Hâlâ işitmeyecek misiniz? De ki: Düşündünüz mü hiç, eğer Allah gündüzü üzerinizde kıyâmet gününe kadar aralıksız devam ettirse, içinde dinleneceğiniz geceyi Allah’tan başka getirecek bir başka ilâh var mıdır?[45]
b- Uhrevî Hâkimiyet: Bütün olay, nimet ve cezalarıyla âhiret hayatı da Allah’ın mutlak hâkimiyeti içerisindedir. Kur’ân-ı Kerim, Yüce Allah’ın âhirette tecellî edecek olan mutlak hâkimiyetine dair sayılamayacak kadar çok buyruk ihtivâ eder. “Kâfir olanlar, kendilerine kıyâmet gelip çatıncaya, yahut kısır bir günün azabı gelinceye kadar o Kur’an’dan şüphe içindedirler. O gün mülk Allah’ındır; onlar arasında O hüküm verir...”[46] “O günde onlar (kabirlerinden) çıkacaklardır. Onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. ‘Bu gün mülk (hâkimiyet ve her şeyin mutlak sahipliği) kimindir?’ (diye sorar.) Kahhâr ve tek olan Allah’ındır. Bugün herkese kazandığı ile karşılık verilecektir. Zulüm yoktur. Bugün Allah hesabı çarçabuk görendir.”[47]
c- Genel Olarak Değer Yargılarında Hâkimiyet: Bilindiği gibi eşya ve olaylar hakkında belirli birtakım değerlendirmeler yapmak ve onlara karşı bu değerlendirmelere göre tavır takınmak, istemek, ya da uzak durmak ve arzulamamak söz konusudur. Bu her zaman, her toplum ve kişide görülegelmiştir. Kısacası insan, hayrı ister ve arzular, şerden ve kötülükten de uzak kalmaya çalışır. Bu tavır ise, onun sahip olduğu ya da benimsediği değer yargılarının bir sonucudur. Kur’ân-ı Kerim; bir bakıma baştan sona bazı değer yargıları, bu yargılara karşı takınılan tavırlar ve bu tavırların sonuçlarına dair açıklamaların yer aldığı ilâhî mesajdır.
Değer yargılarını belirleme ve koyma yetkisinin mutlak olarak Yüce Rabbimize ait olduğunu vurgulayan bazı buyruklara işaret edelim: Haram-helâl kılma yetkisi yalnız Allah’ındır: “De ki: Allah’ın kulları için yarattığı süsü ve güzel rızkı kim haram kıldı?”[48] “Ey iman edenler, Allah’ın size helâl kıldığı hoş ve temiz şeyleri kendinize haram kılmayın ve haddi aşmayın, çünkü Allah haddi aşanları sevmez.”[49] Câhilî düzenlerde zamanla oluşan ve Allah’ın emir ve hükümlerine aykırı câhilî değer yargıları reddedilmiştir.[50] İslâm’dan önce çeşitli helâl ve haramlara dair birtakım değer yargılarından etraflı bir şekilde söz eden buyruklardan[51] sonra, Yüce Allah, Peygamberine bu uydurma değer yargılarını Allah'a atfeden kimselere şöyle seslenmesini emretmektedir: “De ki: ‘Allah şunu haram kıldı’ diye şâhitlik edecek şâhitlerinizi getirin. Eğer şâhitlik ederlerse sen onlarla şâhitlik etme...”[52] Bundan sonraki âyette de Yüce Allah, bütün bu konulardaki hükümlerini oldukça özlü bir şekilde açıklamaktadır.
d- Kanunî (Hukukî) Hâkimiyet: Cenâb-ı Allah şu âyet-i kerimede ve benzerlerinde bütün kapsamı ve boyutlarıyla hâkimiyetin yalnızca kendisinin olduğunu dile getirmektedir: “Hüküm yalnız Allah’ındır. O, kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.”[53] Burada “hüküm” kapsamına kanunî ya da hukukî, şer’î hâkimiyetin girdiği şüphesizdir. Diğer taraftan Allah’ın hâkimiyetini kabul etmek ve dosdoğru din üzere bulunmak arasındaki ilişki de kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Nitekim başka âyet-i kerimelerde Allah’ın izin vermediği yasamalarda bulunmanın şirk ve bu şekilde yasama yapanların bu yetkilerini kabul edip karşı çıkmamanın da onları Allah'a ortak kabul etmek olarak vurgulandığını görmekteyiz.[54]
Aralarında hüküm vermek üzere Allah'a ve Rasûlüne çağrıldıklarında, münâfıklar bundan yüz çevirdikleri halde, mü’minlerin tavrı, dinleyip itaat etmekten ibarettir.[55] Kitab, yani Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber’e insanlar arasında hak ile hükmetsin diye indirilmiştir.[56] Allah'a ve Rasûlüne iman etmek iddiası ile birlikte tâğutun hükmünü isteyenlerin iman iddiaları geçersizdir. Tâğut ve tâğutun hükmü; “Allah’ın karşısına dikilen, ayaklanan, O’nun emirlerine zıt yeni hükümler icat eden her varlık, Allah’tan başka itaat edilmesi istenen her şey, kendisine ister bilerek ve isteyerek uyulsun; isterse zorla, tehditle boyun eğdirilsin, her iki halde de itaat edilen konumuna girmektedir. Bu nesnenin insan olmasının, şeytan olmasının, put olmasının yahut da bunlardan başka herhangi bir şey olmasının önemi yoktur.”[57] Allah'a iman ile tâğutun hükmüne başvurmak bir arada bulunamaz. Bu gibi kimselerin bu tavırları münâfıklıklarının tescilidir. Onlar Allah’ın ve Rasûlünün hükmüne yanaşmazlar.[58]
Kısacası, anlaşmazlık konuları Allah’ın ve Rasûlünün hükümlerine, bu hükümlerin çerçevesine havâle edilmedikçe ve bu hükümlere râzı olunup tam bir teslimiyetle uyulmadıkça, imanın varlığından söz edilemez.[59] Hz. Peygamber’in hüküm verme yetkisi ve ülü’l-emr ile müctehidlerin çıkardıkları Allah’ın hükümleri çerçevesi içerisindeki ilmî ictihadlarının; esasen Allah tarafından tanınmış ve sınırları tayin edilmiş olduğundan, bağımsız bir teşrî (kanun koyma) olarak kabul edilemeyeceğini ve Allah ile birlikte ve O’nun hükmüne eş değerde hüküm koymak yetkisine sahip olmadıklarını ayrıca belirtmeye gerek yoktur. Onların bu yetkileri, sınırları ile birlikte yine Allah tarafından tâyin ve tesbit edildiğinden, O’nun kanunî hâkimiyeti yine mutlaktır ve ortaksızdır.
e- Siyâsal Hâkimiyet: Kanunî hâkimiyete siyasal alanda yürürlük kazandırmak ve onun geçerliliğini sağlamak olarak tarif edebileceğimiz “siyasal hâkimiyet”i elinde bulunduran makama İslâm’da “hilâfet” denilmektedir. Şânı yüce Allah, ilk insan -ve dolayısıyla onun soyundan gelecek olanları da- yeryüzünde halife olarak yaratmıştır.[60] Halifelik, başkasının yerine, onun adına görev yapmak veya tasarruflarda bulunmak demektir. Halife ise, başkası tarafından kendi adına iş görmek üzere görevlendirilen kişiye denir. İşte bu mânâda bütün insanlar Allah’ın tâyin ettiği yeryüzünün halifeleridir. Allah’ın hükümlerinin uygulanmasının ise belirli bir yapılanmayı gerektireceği açıktır. İşte bu yolla Yüce Allah’ın hükümleri yürürlük kazanır ve siyasal hâkimiyeti uygulama alanı bulur.
Hâkimiyet Allah’ın Olmayınca…
İlk peygamberden itibaren insanların bir bakıma Allah’ın hâkimiyetini kabul etmek üzere dâvet edilegeldikleri, Kur’an’ın bize bildirdiği gerçeklerdendir. Ancak insanların zaman zaman birtakım tâğutların câhilî egemenlikleri altında yaşadıkları, onların hükümlerine isteyerek ya da istemeyerek itaat ettikleri de bir gerçektir. Aynı vâkıa ile insanlık, günümüzde de karşı karşıya bulunmaktadır. Hâkimiyet Allah’ın olmayınca, hükümlerde adâlet ve değer yargılarında isâbet olmayacağı, yani “sırât-ı müstakîm” üzere gitmeye imkân bulunmayacağı gibi; insanlığın şeref ve haysiyetine yakışmayan, insanı alçaltan birçok durum da sözkonusu olacaktır. Bunların bazısına âyet-i kerimelerin ışığında işaret edelim:
a) Hâkimiyet Allah’ın olmayınca, egemenler ilâhlık ve rablık konumunda, egemenlik altında bulunanlar kulluk konumunda olurlar. Kur’ân-ı Kerim, hıristiyan ve yahûdi din adamlarını Allah’ın dinini değiştirip O’nun hükümlerine aykırı hüküm koymalarının kabul edilmesini, onları “rab olarak” tanımak şeklinde değerlendirirken;[61] Peygamber (s.a.s.) de bu durumun, din adamlarının Allah’ın hükümlerine aykırı olarak helâl ve haram kılmalarının kabul edilmesi sûretiyle ortaya çıktığını belirtmiştir.[62] Nitekim Hz. Mûsâ (a.s.) da Firavun’un İsrâiloğullarını egemenliği altında tutmasını, onları “kul edinmek” olarak nitelendirmiştir.[63]
b) Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler, egemenlikleri çeşitli gruplara böler; onları zaafa düşürür; yeryüzünde fesat çıkartır, bozgunculuk yaparlar. “Firavun, gerçekten o arzda azmış, halkını parça parça etmişti. Onlardan bir zümreyi güçsüz düşürüyor, oğullarını boğazlatıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. O gerçekten fesatçılardandı.”[64]
c) Câhilî hükümlerle hükmeden tâğutlar; egemenlikleri altında bulunan kimselerin olayları sağlıklı bir şekilde değerlendirmelerine imkân bırakmayacak şartlar oluştururlar; gerçekleştirdikleri kültür yapısı ve eğitim ortamı ile insanları sağlam ve gerçekçi yargılarda bulunmak imkânından mahrum bırakırlar: “İşte (Firavun) bu şekilde kavmini küçümsedi (hafife aldı); onlar da ona itaat ettiler; çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavim idiler.”[65]
d) Alah’ın hâkimiyetini, dolayısıyla ulûhiyet ve rubûbiyetini reddedenler; egemenliklerini kaybetmek korkusuyla gerçeklerin anlaşılmaması, ulûhiyetlerinin sahteliğinin ortaya çıkmaması için özel çaba harcarlar: “Firavun; ‘Ey ileri gelenler, sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum. Ey Hâmân; benim için çamur üzerine bir ateş yak ve bana bir kule yap ki, Mûsâ’nın tanrısına çıkayım; bununla birlikte onun mutlaka yalancı olduğunu da sanıyorum.”[66]
Allah’ın Hâkimiyetini Kabul Etmemek: İrâde sahibi ve tercih yetkisine sahip olan insan, kâinatın Allah’ın hükmüne boyun eğmekte olduğunu da görmektedir. Bu evren içerisinde böyle bir yetki yalnızca insan için sözkonusudur. İnsan, diğer yaratıklardan ayrı olarak Allah’ın değer yargıları ile hukukî ve siyasî alandaki hâkimiyetini kabul etmekle de yükümlüdür. Allah’ın bu alanlarda hâkimiyeti karşısında mü’minin tavrı, Kur’ân-ı Kerim’de şu şekilde belirlenmiştir: “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, iman etmiş her bir erkek ve kadına, o işte kendi istediklerini tercih etme yetkisi yoktur.”[67] Mü’minler, kendi aralarındaki anlaşmazlıkları Allah’ın ve Rasûlünün hükmüne başvurarak çözüme ulaştırmak yükümlülüğünde oldukları gibi; onların hükmüne de tam bir teslimiyetle boyun eğmek zorundadırlar.[68] Allah’ın hükmünü kabul etmemek, O’nun hükmü ile hükmetmemek ise, insanı iman dairesinin dışına çıkarır; kâfir, zâlim ve fâsık yapar.[69]
Kur’ânî çerçevesi ile tanımlamaya çalıştığımız hâkimiyeti bu çerçeve ve mâhiyeti ile kabul etmek, aynı zamanda İslâm Dini’nin tabiatının bir gereğidir. Müslümanın Kur’an ve Sünnetin açık hükümleri ile belirlenmiş olan ve imanî bir yansıma olarak kabul edebileceğimiz müslümanca mantık ya da anlayış da, -belirtilen çerçevesi ile- Allah’ın hâkimiyetini kayıtsız ve şartsız olarak kabul etmesi gerektiğini tartışılmaz bir şekilde ortaya koymaktadır. Bunun ilmî ve mantıkî gerekçelerini şöyle özetleyebiliriz:
- Allah, her şeyi yaratan, var eden, her bir varlığın var olmasını takdir eden, eşyayı ve eşyalar arası ilişkileri düzenleyen, bu İlâhî nizam/düzen içerisinde bu ilişkilerin devamını sağlayandır.
- İnsan da Allah’ın yarattığı bir varlıktır. Eşref-i mahlûktur. Mükellefiyeti ve halifelik makamına getirilmiş olması, onun diğer varlıklardan farklı yanını, yerine göre üstünlüğünü ortaya koymaktadır. İnsanı halifelik makamında ve birtakım mükellefiyetlerle sınayan Yüce Allah, insandan emir ve hükümlerine, kısacası şeriatine uygun olarak yaşamasını istemiş, kendisinden başka varlıkları, gerek yaratıcılık, gerek emir, kanun ve hüküm koyma yönleriyle kendisine eş tutmamasını, yani şirk koşmamasını özellikle emretmiştir. Yani, Allah’ın hükümleri dururken başka hükümleri kabul etmek, ya da herhangi bir hükmü Allah’ın dininin alternatifi olarak görmek, Allah'a şirk koşma şekillerindendir.
- İslâm’a göre Allah, mü’minlerin velîsidir. Onların yâr ve yardımcısıdır. Dolayısıyla Allah, mü’minleri dünyada başıboş ve herhangi bir hususta kendi hallerine terk etmez, kendisinden başkalarına da muhtaç etmez. Yüce Allah’ın bizleri hayatımızın herhangi bir alanı için hüküm ve şeriat koymak zorunda bırakmamış olması da, Allah’ın mü’minleri velî edinmiş olmasının ayrı bir göstergesidir. Mü’minler de bu geniş çerçevesiyle Allah’tan ve Allah’ın velî edinilmelerini emrettiği kimselerden başkasını velî edinemezler. Mü’minlerin velîsi, ancak Allah’tır, Rasûlüdür ve samimi mü’minlerdir.[70]
Allah'ın İndirdiğiyle Hükmetme: "Şeriat", Kur'an ve sünnette geldiği şekliyle değişmeyen ve kaynağı vahiy olan dindir. Bu anlamda, Kur'an ve sünnet dinin asıllarıdır. Allah'ın hâkimiyeti, bilfiil, ilâhî teşrîde ve şeriatin içerdiği emirler, yasaklar ve kendisine inanan toplum açısından uygulanması ve uyulması gerekli hükümlerde geçerlidir. Kendinden çıkarılan kanunlar ve ictihadlar ve gereğine göre hüküm verme şeklinde şeriati anlatma, son tahlilde, şeriatin hükmünü kanun kalıbına dökücü yasama faâliyeti anlamındaki düzenlemeleri uygulayan, bu düzenlemeye uygun olarak yargılama yapan ve hükümlerini yürüten insanların elindedir.[71]
Dâvâmızın sonu el-hamdu lillâhi rabbi’l-âlemîn’dir. Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun!
[1] Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, s. 230
[2] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılab Y., s. 199-201
[3] Geniş bilgi ve örnekler için bkz. Bu Din Benim Dinim Değil, Abdurrahman Dilipak, İşaret Ferşat Y.
[4] 33/Ahzâb, 4
[5] 36/Yâsin, 60-61
[6] 98/Beyyine; 5, 39/Zümer, 2-5
[7] 5/Mâide, 104
[8] 23/Mü’minûn, 91; 21/Enbiyâ, 22
[9] 2/Bakara, 256
[10] 9/Tevbe, 31
[11] Tirmizî, Tefsir (9. Sûre) 10
[12] 42/Şûrâ, 21
[13] 6/En’âm, 153
[14] 6/En’âm, 162-163; M. Beşir Eryarsoy, İslâm’a Göre Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, s. 91
[15] 3/Âl-i İmrân, 85
[16] Ferit Aydın, a.g.e., s. 68-71
[17] Mevdûdi, İslâm’da Hükümet, Hilal Y., s. 421-422
[18] 5/Mâide, 50
[19] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l Azîm, II/67
[20] 25/Furkan, 43
[21] 6/En’âm, 153
[22] 25/Furkan, 43
[23] 6/En’âm, 153
[24] 57/Hadîd, 23
[25] M. Beşir Eryarsoy, İslâm’a Göre Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, Buruc Y., s. 53-90
[26] 93/Duhâ, 7
[27] Ercümend Özkan, İnanmak ve Yaşamak, Anlam Y., c. 2, s. 147-150
[28] Ahmet Özalp, Şamil İslam Ansiklopedisi, c. 3, s. 299-301
[29] 17/İsrâ, 77
[30] Ferit Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, Kahraman Y., s. 36-38
[31] Ezkârî, Ahbâru Mekke, I/121
[32] Ezkârî, a.g.e., I/121
[33] Hamdi Kalyoncu, Yeryüzü Tanrıları Şirk Psikolojisi, Marifet Y. s. 41-42
[34] 71/Nûh, 23. Bu âyette geçen putlar ve bunların Nuh (a.s.) zamanında yaşamış sâlih insanlar olduğu, daha sonra tanrılaştırıldığı hakkında bak. İbn Kesir Tefsiri, ilgili âyetin açıklaması.
[35] Ferit Aydın, a.g.e., s. 133-135
[36] Zındıkların bir grubu sayılır.
[37] Ferit Aydın, a.g.e., s. 60-61
[38] Y. Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılab Y., s. 278-279
[39] 18/Kehf, 26
[40] İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd, 1/38
[41] 4/Nisâ, 65
[42] 33/Ahzâb, 36
[43] el-Muhallâ, 9/362
[44] 5/Mâide, 49
[45] 28/Kasas, 71-72
[46] 22/Hacc, 55-56
[47] 40/Mü’min, 16-17
[48] 7/A’râf, 32
[49] 5/Mâide, 87
[50] Bak. 5/Mâide, 103
[51] 6/En’âm, 136-149
[52] 6/En’âm, 150
[53] 12/Yûsuf, 40
[54] 42/Şûrâ, 21
[55] 24/Nûr, 48-52
[56] 4/Nisâ, 105
[57] Taberî, Câmiu’l-Beyan, 3/13
[58] 4/Nisâ, 60-61
[59] 4/Nisâ, 65
[60] 2/Bakara, 30; 35/Fâtır, 39
[61] 9/Tevbe, 31
[62] Tirmizî, Tefsîr 9. Sûre, 10
[63] 26/Şûrâ, 22
[64] 28/Kasas, 4
[65] 43/Zuhruf, 54
[66] 28/Kasas, 38
[67] 33/Ahzâb, 36
[68] 4/Nisâ, 59, 65
[69] 5/Mâide, 44, 45, 47
[70] 5/Mâide, 55; M. Beşir Eryarsoy, İslâm’a Göre Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, Buruc Y., s. 91-107
[71] Nevin A. Mustafa, İslâm Düşüncesinde Muhâlefet, İz Y., 80, 87-88