1. ÜNİTE: AKAİD USÛLÜMÜZ

1. ÜNİTE: AKAİD USÛLÜMÜZ (1)

Cuma, 12 Şubat 2021 14:32

AKAİD USÛLÜMÜZ

Yazan

AKAİD USÛLÜMÜZ

 

  • Akaid Usûlümüz
  • Akaid Nedir, Akaidin Sözlük ve Terim Anlamları
  • Akaid İlminin Konusu
  • Akaid İlminin Önemi ve Gayesi
  • Akaid Usûlü(müz)
  • Akaidde Ölçü (İslâm İnançlarının Kaynağı -Delili-)
  • İnanç Esaslarının Değişmezliği
  • Âhad Haber Akaidde Delil Olmaz!
  • Ehl-i Sünnet Âlimlerinin Haber-i Vâhide (Âhad Habere) Bakışları
  • Kur’an’a, Sünnete ve Hadislere Bakışımız
  • Kur’an Dışı Vahy Yoktur, Hadislere Vahy Denilemez
  • Kur’an Dışındaki Rivayetlere (Hadislere ve Sünnete) Niçin Vahiy Denilmemeli?
  • Rasulullah’ın Hüküm Koyması
  • Peygamberimizin Hükümleri, Kur’an’dan Bağımsız mıdır?
  • Rasûl’e İtaat Gerekir, Ama Nebî’ye İtaat Gerekmez Görüşü    
  • Nebî Kavramıyla İtaatin İstendiği Hususunda Âyetlerden Deliller
  • Cehâlet Mâzeret mi, Değil mi?    
  • Akaid’le, İnançla İlgili Yanlışlar ve Nedenleri
  • Akaide Giren Kur’an Dışı İnançlara Örnekler
  • Halkımız ve İslâmî Duruş
  • Bu Problemlere Kur'an'ın Çözüm Olarak Sunduğu Özellikler
  • Âyetlerde Felâh/Kurtuluş
  • Tekfircilik, Tedavisi Çok Zor Olan Bulaşıcı Bir Hastalıktır
  • Terör veya Saldırganlık ile Cihadın Birbirine Karıştırılması
  • Sorular
  •  

 

 

 

                        Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki

                     amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:

 

* Akaid kelimesinin sözlük ve terim anlamlarını tanımlamak.

* İnanılması ve reddedilmesi gereken esaslara örnekler vermek.

* Akaid ilminin ele aldığı konuları açıklamak.

* Akaid ilminin önemi ve gayesini açıklamak.

* İtikad esaslarının değişmezliğini örneklerle izah etmek.

* İnsanları küfürle itham etmede hassas olmak.

* Akaidde delil ve ölçünün vahy olduğunu kavramak.

* Zannî delil ve şahsî yorumların göreceli doğrularını, kesin itikadî

   hükümlerle karıştırmamak 

* Cehaletin mazeret olup olmadığını izah edebilmek

* İnançla ilgili yanlışları ve bunların Akaidleşme sebeplerini açıklamak

* Akaide giren Kur’an dışı inançlara örnekler verebilmek.

* Zannî delil ve şahsî yorumların göreceli doğrularını, kesin itikadî

   hükümlerle karıştırmamak. 

* Halkın İslâmî hususlardaki durduğu yeri, bu konudaki problemleri sayabilmek

* Kur’an’daki kurtuluş için çözüm önerilerini açıklayabilmek.

 

 

Akaid Nedir? Akaidin Sözlük ve Terim Anlamı

 

İslâm inanç esaslarını konu edinen ilim dalına hicrî ikinci ve özellikle üçüncü asırdan bu yana genel kabul görmüş şekliyle Akaid denmektedir. Aslında akaid ve onun tekili olan akide kelimesi Kur’an’da geçmemekte, sünnette iman esasları yerine kullanılmamaktadır. Tâbiîn döneminde “Fıkhu Ekber” de denilen bu ilme “ilmu’t-tevhid” de denilir. Ve bize göre en doğru adlandırma da bu sonuncusudur. Akaid yerine Tevhid İlmi veya İman Esasları, İslâm İnanç Sistemi gibi adlardan birinin bu ilim dalı için kullanılması hem işin aslını ifade etmesi, hem de günümüz insanının içeriğini anlaması yönüyle daha uygundur. Önce iman esaslarının ruhu, yani şuur veren canlılığı yok edilmiş, sonra içeriğinin Kur’an’a tümüyle dayanıp ona uyma şartı aranmayıp felsefeden etkilenen, mevcut düzenleri rahatsız etmeyecek şekle büründürülen bu ilmin isminin de cismine uyması şeklinde iman akaide dönüştürülmüştür. 

Sözlük anlamı olarak Akaid, düğümlemek anlamına gelen akd kökünden türemiş olan akîde kelimesinin çoğuludur. Aynı kökten türeyen i’tikad kelimesi ise; düğüm atmışcasına bağlanmak, bir şeye gönülden inanmak, o şeyi gönülden benimsemek anlamına gelir. O halde Akîde gönülden bağlanılan şey demektir.

Terim olarak akîde: İslâm Dini’nde inanılması ve reddedilmesi gerekli olan esaslara denir. Bu esaslardan bahseden ilme de Akaid ilmi denir.

Bu tanımda geçen inanılması gerekli esaslar; Allah’ın varlığına, birliğine, kudretinin sonsuzluğuna, meleklerine, kitaplarına (vahye), peygamberlerine, âhiret hayatına, kaza ve kadere, Kur’ân-ı Kerim’deki emir ve yasakların tümüne inanmak demektir. Reddedilmesi gerekli esaslar ise; küfür, şirk, nifak, fitne, kullara kul olmayı gerektiren düzen ve hayat görüşleri, her türlü yanlış inanç, düşünce ve hayat şekilleri, bâtıl inanç ve hurâfelerdir. 

 

Akaid İlminin Konusu

Akaid’in konusu İslâm’da inanılması ve reddedilmesi gereken esaslardır. İslâm akîdesini oluşturan konular, Kur’ân-ı Kerim’de farklı yorumlara gerek bırakmayacak şekilde açık ve kesin olarak yer alan hükümlerdir. Meselâ, Allah’ın varlığı ve birliği, melekler, kitaplar, peygamberler, âhiret, küfür, şirk, münâfıklık vs. ile ilgili, Kur’an’da anlamı açık ve kesin hüküm ifâde eden âyetler akaid ilminin konusudur.

 

Akaid İlminin Önemi ve Gayesi

 

Akaid, İslâm dininin temelidir. İslâm dinini bir yapı olarak düşündüğümüzde, bu yapının temelini akaid oluşturur. Nasıl ki, bir binanın temeli olmadan yükselmesi, ayakta durması, sarsıntılara dayanması mümkün değilse, Akaid ilmi olmadan da İslâm binasının yükselmesi, müslümanın inancının sağlam olması mümkün değildir.

 

İnsanın hayata bakışı, dünya görüşü ve davranışlarının tümü inancıyla alâkalıdır. Bu yüzden müslümanların ve müslüman fert ve ailelerden meydana gelen İslâm toplumunun sağlam bir akîdesi olmalıdır.

 

Akaid ilmi sayesinde müslüman;

1) Neye, niçin ve nasıl iman etmesi gerektiğini bilir.

2) Ancak sağlam bir akaid bilgisi sayesinde insan, imanını taklîdden kurtarabilir.

3) Bu bilgi ve köklü inanç sayesinde,  kendisini kötü düşüncelerden ve zararlı inançlardan koruyabilir.

4) Bâtıl ve bid’at ehlinin görüş ve itirazlarına karşı, kendi inanç esaslarını savunabilir.

5) Diğer din mensuplarının yıkıcı yayınlarına karşı İslâm dininin inanç sistemini savnur. Meselâ; Hristiyanların Allah hakkındaki teslis (baba-oğul-kutsal ruh) inancına karşı, tek ilâh inancını ortaya koyar.      

İnancı sağlam olan bir insan, dünya ve âhiret ile ilgili tüm işlerini İslâm’a uygun bir şekilde yapacaktır. Sağlam ve kâmil inanç, kalpte pasif bir şekilde yer tutmaz; aksine mutlaka inanç sahibinin yaşayışını yönlendirir.

İşte akaid ilminin temel gayesi, insanı inanç ve davranışta İslâm’laştırarak dünya ve âhiret saâdetine kavuşturmaktır. En önemli gayelerinden biri, yukarıda belirtildiği gibi, İslâm inancını her türlü sapık ve yıkıcı fikirlerden, bâtıl düşünce ve hurâfelerden korumaktır. Ayrıca inandığı halde bazı şüpheleri olan insanları bu şüphe ve tereddütlerinden kurtarmaktır.

Akîde, İslâm Dini’nin temeli olduğundan; dinin sağlamlığı, bu temelin sağlamlığına bağlıdır. Bu temelin sağlamlığı da kişiye cennet yollarını açar. Dünyanın huzur ve saâdetle dolması da ancak iman sayesindedir. İman etmek, huzur ve mutlulukla dolmak demektir. İmanlı insanlardan meydana gelen toplum da her devirde asr-ı saâdeti yaşayan, saâdeti asra taşıyan bir toplumdur. 

Gerçek hürriyet, ancak iman sayesinde, tevhid sayesinde gerçekleşir. Tevhidî imana sahip olamayanlar; maddeye, eşyaya, mala, çevreye, dünyaya, zaaflara, şeytana, tâğutlara, egemen güçlere, nefse, hevâ ve hevese... görünmez zincirlerle bağlı ve bağımlıdırlar; özgür değillerdir. Kölenin kölesi, kulun kulu, âcizin emrindeki zavallıdır onlar.

 

AKAİD USÛLÜ(MÜZ)

Akaidde Ölçü (Kaynak, Delil)

Akaidde Ölçü (İslâm İnançlarının Kaynağı -Delili-)  

İslâm Akaidi, beşerî görüşlere ve şahsî anlayışlara değil; vahye dayanır. Kimsenin hevâ ve hevesleri akaidde bağlayıcı olamaz. İtikadı belirleyen ölçülerin tek kaynağı vahydir. Vahy olduğu tartışılan veya mânâsı farklı anlaşılmaya müsait olan hükümler de akaid için kesin ölçü olamaz. İslâm inanç esasları, delâleti ve sübutu kat’î olan vahyin itikadî hükümleridir. Kesin doğru, mutlak doğru olan hükümler, tüm müslümanların kabul etmek zorunda olduğu, iman etmekle mükellef bulundukları Kur’an âyetleridir.

Hükümler, zannî hükümler ve kat’î hükümler diye ikiye ayrılır. Kat’îlik, hem hükmün vahy olup olmaması yönüyle olmalıdır; hem de konuyla ilgili ifâdenin açıklığı ve netliği yönünden olmalıdır.

İslâm akaidi, şüpheye, zanna, beşerî görüş ve yoruma dayanmaz. Kişinin müslüman olabilmesi için inanmak zorunda olduğu hususlar, en küçük çapta veya en küçük cüz’ü reddedildiğinde kişiyi küfre sokan hükümler, akaid esaslarıdır. Tabii ki bunlar, vahy olduğunda en küçük şüphe bulunmayan Kur’an âyetleridir. 

Müslümanın akaidi Kur’an’a dayanmalıdır.[1] Kur’an’da yer almayan, Kur’an’la sağlaması ve tashihi yapılamayan, Kur’an âyetleriyle % 100 uyum sağlamayan bir husus, tüm mü’minleri bağlayıcı itikadî esas olamaz. İman esaslarını Rabbimiz Kitabında açıklamıştır; biz Kur’an’ın bütün âyetlerine, bütün hükümlerine iman ederiz; İman etmemiz zorunlu olan bir konunun Kur'an'da yer alması gerekir. Kur'an'da yer almayan bir konu iman esası olamaz. Ana itikadî ilkeler, bütün peygamberlerin ortak mesajıdır. İmanî esaslar, peygamberlerin kendi koydukları ilkeler değildir ki, peygamberden peygambere değişiklik göstersin. Bu inaç ilkeleri, evrensel ve çağlarüstü esaslardır. Bütün peygamberlerin ortak inancı olan iman esaslarının herhangi bir peygamber tarafından konulmuş veya ilave edilmiş olması elbette mümkün değildir. İnanç esasları konusunda Rasûlullah’ın (s.a.s.) konumu, inanç ilkelerini açıklamak, daha doğru anlaşılması için konuyu izah etmektir.  Rasûl (s.a.s.) kendisi iman esası vaz’ eden değil, kendisine indirilene iman eden konumundadır.[2] Yüce Rasûl, önce kendisi vahye tâbi olmakla mükelleftir: 

“Kur’an’a uymayı sana farz kılan Allah, elbette seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: ‘Rabbim, kimin hidâyeti getirdiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu en iyi bilendir. Sen, bu Kitab’ın sana vahyolunacağını ummuyordun. (Bu) Ancak Rabbinden bir rahmettir. O halde sakın kâfirlere arka çıkma! Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu âyetlerden alıkoymasınlar. Rabbine dâvet et. Asla müşriklerden olma! Allah ile birlikte başka bir ilâha/tanrıya tapıp yalvarma! O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz anca O’na döndürüleceksiniz.”[3]

“Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen, dosdoğru yoldasın. Doğrusu Kur’an, sana ve kavmine bir öğüttür. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız. Senden önce gönderdiğimiz rasullerimize (ümmetlerine) sor! Rahmân’dan başka tapılacak ilâhlar (edinin diye) emretmiş miyiz?”[4]

“Ey Nebî! Allah’tan kork, kâfirlere ve münâfıklara boyun eğip itaat etme. Elbette Allah her şeyi bilmekte ve yerli yerince yapmaktadır. Rabbinden sana vahyedilene uy. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Allah’a güven. Vekîl olarak Allah yeter.”[5]

“İşte onun için sen (tevhide) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların hevâlarına/heveslerine uyma ve de ki: ‘Ben Allah’ın indirdiği Kitab’a inandım ve aranızda adâleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar. Dönüş de O’nadır.”[6]

“De ki: ‘Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım…” [7]

Akaidde bağlayıcı bir hükmün, delâletinin de kat’î olması gerekir. Âyetlerdeki bazı ifâdelerin hangi mânâya delâlet ettiği kesin olmayabilir; mânâya delâleti zannî, yoruma açık olabilir. Kimse bir şahsın ictihadını ya da kendi anlayışını, beşerî bir yorumu, başka insanlara inanç esası olarak dayatma hakkına sahip değildir. Mânâya delâleti zannî olan şahsî açıklama veya yorumu kabul etmeyenleri tekfir etme hakkına hiç kimse sahip değildir.

Muhkem âyetlerdeki itikadî esaslar, yani vahyin hükümleri İslâm inanç esaslarını oluşturur. Bu mutlak doğrular, kişilere, zamana ve coğrafyaya göre değişmez. Bunun dışındaki doğrular, nisbî (göreceli) doğrulardır. İctihadî hükümler, şahsî yorum ve tefsirlerdeki doğrular, zannî ve tartışmalı doğrular sınıfına girer. Bunlar tüm müslümanları bağlayıcı olamaz. Dolayısıyla İslâm akaidi de, içinde şüphe bulunan zannî, göreceli ve değişken doğrulara, beşerî doğrulara; yani zayıf temellere dayanmaz. Zan, zayıf bir temeldir.

"Onların (müşriklerin) çoğu zandan başka birşeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) bir şeyin yerini tutmaz." [8]

"Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiç bir delil indirmemiştir. Onlar zanna ve nefislerinin aşağı hevesine uyuyorlar." [9]

"Âhirete inanmayanlar, meleklere dişilerin adlarını takıyorlar. Hâlbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise; hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez." [10]

Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmede mü'minleri zannın çoğundan sakındırmıştır: "Ey iman edenler, zannın çoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır."[11] İtikada ait zanlar, ulûhiyetle ve Peygamberlikle ilgili zanlar, haram olan zanlara dâhildir. Çünkü iman ve tasdik hususunda yakîn (kesin bilgi) şarttır.

Tarihten miras olarak devraldığımız geleneksel din anlayışında Akaid hükümleri diye takdim edilen Kelâmî tartışmalardaki problemler ve ihtilâflar, ölçüdeki genişliklikle ilgilidir. Farklı mezheb ve görüşteki müslümanları kolayca tekfir eden bu red (anti tez) Kelâmı, zannî deliller veya şahsî anlayışların da akaidde ölçü olarak kabulüyle oluşmuş, göreceli ve zannî doğruların kesin doğrular yerine konulduğu eserlerden ibârettir.  

                   

Akaidi Belirleyen Kur’an’dır. Yani, akaidde ölçü/kaynak/delil Kur’an’dır. Çünkü; 

  • Neye İnanıp Neyi Reddetmemiz Gerektiğiyle İlgili Kur’an’dan Hesaba Çekileceğiz.

“Şüphesiz bu Kur’an, sana ve kavmine bir öğüt ve bir şereftir, ondan hesaba çekileceksiniz.” (43/Zuhruf, 44)

  • Kur’an’dan Başka İman Edilecek Başka Bir Söz mü Var ki İman Edilsin?

“Fe bi eyyi hadîsin ba’dellahi ve âyâtihi yu’minûn / İşte bunlar, Allah’ın âyetleridir. Onları sana gerçek olarak okuyoruz. Artık Allah’tan ve O’nun âyetlerinden sonra hangi hadise/söze iman edecekler?” (45/Câsiye, 6)

“Fe bi eyyi hadîsin ba’dehû yu’minûn / Onlar artık ondan (Kur’an’dan) sonra hangi söze iman edecekler?” (71/Mürselât, 50)

  • Daha Önce Kitap Nedir, İman Nedir Bilmeyen Rasul, Kur’an’dan Uzaklaşmaması İçin Uyarılır

“İşte sana da, emrimizle, bir ruh (kalpleri dirilten bir kitap) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu (Kur’an’ı), kullarımızdan dilediğimizi, kendisiyle doğru yola eriştireceğimiz bir nur yaptık. Şüphesiz ki sen doğru bir yola iletiyorsun.” (42/Şûrâ, 52)

“Kur’an’a uymayı sana farz kılan Allah, elbette seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: ‘Rabbim, kimin hidâyeti getirdiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu en iyi bilendir. Sen, bu Kitab’ın sana vahyolunacağını ummuyordun. (Bu) Ancak Rabbinden bir rahmettir. O halde sakın kâfirlere arka çıkma! Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu âyetlerden alıkoymasınlar. Rabbine dâvet et. Asla müşriklerden olma! Allah ile birlikte başka bir ilâha/tanrıya tapıp yalvarma! O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz anca O’na döndürüleceksiniz.” (28/Kasas, 85-88)

  • Kur’an, İhtilâf Edilen Hususları Açıklamak ve Doğru Yolu Göstermek İçin İndirilmiştir

“Sana kitabı, ancak ayrılığa düştükleri şeyleri onlara açıklaman için ve iman eden bir topluma doğru yolu gösterici ve rahmet olarak (huden ve rahmeten) indirdik.” (16/Nahl, 64)

  • İman Esasları Kur’an’a Dayanmalıdır

Müslümanın akaidi Kur’an’a dayanmalıdır. (Maalesef bu alanda yazılmış eserlerin çoğunda, Kur’an’da olmayan nice hususların akaid ilkesi olarak kabul edildiği gibi; bundan daha da fecî olanı; Kur’an’a ters nice hususlar akaid hükmü, yani inanç esası olarak belirtilmiştir). Kur’an’da yer almayan, Kur’an’la sağlaması ve tashihi yapılamayan, Kur’an âyetleriyle % 100 uyum sağlamayan bir husus, tüm mü’minleri bağlayıcı itikadî esas olamaz. Ana itikadî ilkeler, bütün peygamberlerin ortak mesajıdır. Peygamberlerin kendi koydukları ilkeler değildir ki, peygamberden peygambere değişiklik göstersin. Bu inanç ilkeleri, evrensel ve çağlarüstü esaslardır. Bu konuda Rasûlullah’ın (s.a.s.) konumu, inanç ilkelerini açıklamak, daha doğru anlaşılması için konuyu izah etmektir.  Rasûl (s.a.s.) kendisi iman esası vaz’ eden değil, kendisine indirilene iman eden konumundadır (Bk. 2/Bakara, 286). Yüce Rasûl, önce kendisi vahye tâbi olmakla mükelleftir.

“Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet hepsi toplanıp Rablerinin huzuruna getirileceklerdir.” (6/En’âm, 38) “Bu Kitâb’ı sana, her şey için bir açıklama, bir hidâyet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.” (16/Nahl, 89); “De ki: Şüphesiz ben Rabbimden gelen apaçık bir delile dayanıyorum. Siz ise onu yalanladınız. Çabucak gelmesini istediğiniz (azap) benim yanımda değildir. Hüküm ancak Allah’ındır. O hakkı anlatır ve O, doğru hüküm verenlerin en hayırlısıdır.” (6/En’âm, 57); “Hüküm ancak Allah’ındır” (12/Yusuf, 40, 67); “Seninle tartışmaya girişirlerse, de ki: ‘Ben, bana uyanlarla birlikte kendi özümü Allah’a teslim ettim.’ Kendilerine kitap verilenlere ve ümmîlere de ki: ‘Siz de İslâm’ı kabul ettiniz mi?’ Eğer İslâm’a girerlerse hidayete ermiş olurlar. Yok, eğer yüz çevirirlerse sana düşen şey ancak tebliğ etmektir. Allah, kullarını hakkıyla görendir.“ (3/Âl-i İmrân, 20). “Rasûl’ün görevi sadece ve sadece tebliğdir” (29/Ankebût, 18; 16/Nahl, 35); “(O sayılı günler), insanlar için bir hidayet rehberi, doğru yolun ve hak ile bâtılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri olarak Kur’an’ın kendisinde indirildiği Ramazan ayıdır.” (2/Bakara, 185); “(Ey Muhammed!) De ki: “Gelin, Rabbinizin size haram kıldığı şeyleri okuyayım: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın…” (6/En’âm, 151)

  • Rasûlullah (s.a.s.) Vahye (Kur’an’a) Uymakla Emrolunmuştur

“Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen, dosdoğru yoldasın. Doğrusu Kur’an, sana ve kavmine bir öğüttür. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız. Senden önce gönderdiğimiz rasullerimize (ümmetlerine) sor! Rahmân’dan başka tapılacak ilâhlar (edinin diye) emretmiş miyiz?” (43/Zuhruf, 43-45)

“Ey Nebî! Allah’tan kork, kâfirlere ve münâfıklara boyun eğip itaat etme. Elbette Allah her şeyi bilmekte ve yerli yerince yapmaktadır. Rabbinden sana vahyedilene uy. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Allah’a güven. Vekîl olarak Allah yeter.” (33/Ahzâb, 1-3)

“İşte onun için sen (tevhide) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların hevâlarına/heveslerine uyma ve de ki: ‘Ben Allah’ın indirdiği Kitab’a inandım ve aranızda adâleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar. Dönüş de O’nadır.” (42/Şûrâ, 15)

“…Andolsun, eğer sana gelen ilimden (Kur’an’dan) sonra onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, o takdirde sen de mutlaka zalimlerden olursun.” (2/Bakara, 145)

“De ki: ‘Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım…” (6/En’âm, 50; Peygamberimizin kendisine indirilen vahye tâbi olmasını emreden veya kendi ağzından ben ancak vahye tâbi oluyorum diyen âyetler için bk. 6/En’âm, 50, 106, 145; 7/A’râf, 203; 10/Yûnus, 15, 109; 11/Hûd, 12; 16/Nahl, 123; 33/Ahzâb, 2; 43/Zuhruf, 43; 45/Câsiye, 18; 46/Ahkaf, 9; 75/Kıyâme, 18).

  • Kullarının neye inanması gerektiğine Allah karar verir.
  • Allah iman esaslarını, bir peygamberine başka, diğerine başka esaslar olarak belirtmez. Peygamberlerine iman esası belirleme yetkisi vererek de her ümmetin iman esaslarının farklı olmasına izin vermez.
  • İman esasları zamana, yere ve şahsa göre değişmeyeceğinden, Hz. Âdem’den beri aynı iman esaslarına inanılmaktadır.
  • Peygamberlerin hepsi tevhidi insanlara tebliğ etmişler, tek Allah’a kulluğa insanları çağırmışlardır.
  • Peygamberimizin âhirette kavminden (ümmetinden) tek şikâyeti Kur’an’ı mehcur bırakıp ondan uzaklaşma olacak (25/Furkan, 30)
  • Zan, Hakikat Bakımından Hiçbir Değer İfade Etmez. Mütevatirin Dışındaki Bütün Hadisler de Zan İçerir.

Peygamberimizin bu rivayetteki kelimelerle bu sözü söylediği ihtimaldir, bu şekilde söylememiş de olabilir. Kendisinde hiçbir şüphe olmayan hüküm. Bu yönüyle iman kavramıyla eşanlamlı kabul edilmiştir. Kesin tasdik ancak konuyla ilgili kesin bir delilin olmasıyla gerçekleşir. Zira kesin olmayan delil üzerine kesin bir inanç bina edilemez. Onun içindir ki içinde zann olan rivayetler -ki âhad haber de onlardan sayılır- itikad haline getirilemez.

"Onların (müşriklerin) çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) bir şeyin yerini tutmaz." (10/Yûnus, 36)

"Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiç bir delil indirmemiştir. Onlar zanna ve nefislerinin aşağı hevesine uyuyorlar." (53/Necm, 23)

  • Mütevâtir hadislerin akaidde delil olabileceği de yine âlimlerin görüşüdür. Bu görüşe katılmayanlar da vardır. Yani, hakkında bir âyet yoktur. Peygamberimizin bir sözü yoktur.
  • Mütevâtir hadislerin akaidi belirlemede ölçü olması konusunu biraz açalım: Âlimlerin önemli bir kısmı akaidde mütevâtir hadislerin de aynen Kur’an âyetleri gibi delil olacağını ileri sürerler. Öncelikle, şunu açıklığa kavuşturmak gerekir: Hadis rivayetlerinin hangisi veya hangilerinin mütevatir olduğu ihtilâf ediliyorsa, mütevâtir olduğu mütevâtir olmayan hadisler akaidde nasıl delil olur? Yani, mütevatir olup olmadığı ulemâ arasında kesin olmayan rivayetlerin kimin belirlemesine göre mütevâtir sayılıp sayılmayacağı, ulemadan bazılarının katılmayıp bazılarının mütevâtir olduğunu iddia ettikleri hadis rivayetleri iman esaslarını belirlemede ölçü olmaz.
  • Mütevâtir haberlerin tanımı konusundaki farklılıklar, haberi getirenlerin sayısı (4, 5, 7, 10, 12, 20, 40, 50, 70, 310, 1400, 1500), sayı gerekmediğini söyleyenler, mütevâtir olarak sunulan bir kısım haberlerin mütevâtir değeri taşıyıp taşımadığı konusundaki ihtilaflardır. İbn Hibban ve el-Hâris gibi hadis âlimlerine göre “mütevâtir hiçbir hadis yoktur.” İbn Salâh’a göre “Men kezibe aleyye…” hadisi, 60 sahâbî rivâyet ettiği için mütevâtir, el-Irâkî’ye göre mestlere meshetme hadisi 60 sahâbî rivâyet ettiği için mütevâtirdir. İbn Hibban ve en-Nevevî’ye göre mütevâtir hadis son derece nâdirdir. İbn Hacer, “mütevâtir hiçbir hadis yoktur” iddiasına muhâliftir. Es-Suyûtî de, İbn Hacer’e katılmaktadır. İbn Teymiye, hâricîlerler savaşılmasını emreden hadislerin mütevâtir olduğunu ileri sürdüğü bilinmektedir. İslâm âlimleri arasında, mütevâtirin tanımı ve ulaşılma yolları konusunda ciddi usûl farklılıkları olduğu açıkça görülmektedir. Mütevâtir olduğu konusunda ittifak edilen bir tek hadis vardır. O da Peygamberimize söylemediği sözü isnad edenlerin cehennemlik olduğuna dair hadis. Bazı araştırmacılar da mütevâtir hadisin hiç bulunmadığını iddia ederler. Bu konuda bkz. “Mütevatir Hadis Var mıdır?’, Abdulhakim Beyazyüz, Haksöz,16 Eylül 2018
  • Mütevâtir olduğunda ittifak edilen hadis şudur: "Kim benim üzerime (bilerek) yalan söylerse, cehennemdeki oturacağı yere hazırlansın." (Buhârî, İlm 49-51, Enbiyâ 128, Zühd 72; Müslim, Mukaddime 1-3; Ebû Dâvud, İlm 4, hadis no: 3651; İbn Mâce, Mukaddime 4, hadis no: 30-37; Tirmizî, İlm 8, hadis no: 2796-2798). Bu hadisin kimi varyantlarında geçen “müteammiden/kasden, bilerek” ifadesinin, hadise sonradan ilave edilmiştir. Hadisin aslında bu kelime yoktur.
  • Mütevâtir hadisler de akaidi belirler demenin pratik bir karşılığı yoktur. Çünkü mütevatir olduğunda ittifak edilen akaidle ilgili hiçbir hadis rivayeti yoktur.
  • Akidede İctihad ve Mezhep Olmaz, Olmamalıdır. Onun için ictihada dayalı mezhebî görüşler akideyi bağlamadığı için itikadda mezhep de olamaz. Bütün müslümanların akidesi birdir. İhtilaf ictihadî alanlardadır. Fıkhî konularda ihtilaf ve mezhep farklılığı caizken akidevî konularda mezhep, taklit ve ihtilaf asla caiz değildir. Bugün Müslümanların birbirlerini tekfir edecek kadar önemli gördükleri farklılıklar, akidenin Kur’an’a dayanmaması ve âhad haber başta olmak üzere, akaid âlimlerinin görüşlerinin dinin kendisi gibi, akidenin esası gibi kabul edilmesinden dolayıdır. Müslümanlar akidede kardeştirler. İctihadî ve zannî konulardaki farklılıklar bu kardeşliği bozmaz.
  • Muhkem âyetlerdeki itikadî esaslar, yani vahyin hükümleri İslâm inanç esaslarını oluşturur. Bu mutlak doğrular, kişilere, zamana ve coğrafyaya göre değişmez. Bunun dışındaki doğrular, nisbî (göreceli) doğrulardır. İctihadî hükümler, şahsî yorum ve tefsirlerdeki doğrular, zannî ve tartışmalı doğrular sınıfına girer. Bunlar tüm müslümanları bağlayıcı olamaz. Dolayısıyla İslâm akaidi de, içinde şüphe bulunan zannî, göreceli ve değişken doğrulara, beşerî doğrulara; yani zayıf temellere dayanmaz. Zan, zayıf bir temeldir.
  • Akaidde bağlayıcı bir hükmün, delâletinin de kat’î olması gerekir. Âyetlerdeki bazı ifâdelerin hangi mânâya delâlet ettiği kesin olmayabilir; mânâya delâleti zannî, yoruma açık olabilir. Kimse bir şahsın ictihadını ya da kendi anlayışını, beşerî bir yorumu, başka insanlara inanç esası olarak dayatma hakkına sahip değildir. Mânâya delâleti zannî olan şahsî açıklama veya yorumu kabul etmeyenleri tekfir etme hakkına hiç kimse sahip değildir.

Tarihten miras olarak devraldığımız geleneksel din anlayışında Akaid hükümleri diye takdim edilen Kelâmî tartışmalardaki problemler ve ihtilâflar, ölçüdeki genişlikle ilgilidir. Farklı mezheb ve görüşteki müslümanları kolayca tekfir eden bu red (anti tez) Kelâmı, zannî deliller veya şahsî anlayışların da akaidde ölçü olarak kabulüyle oluşmuş, göreceli ve zannî doğruların kesin doğrular yerine konulduğu eserlerden ibârettir.  

Akaid dersi okuyan, okutan kimseler, Akaid kitaplarındaki beşerî yorumlar ile İlâhî iman esaslarını birbirine karıştırmamalı, müslüman olmak ve müslüman kalmak için şart olan esaslar ile, bunların yaşanılan ortamda ne anlama geldiği konusuyla ilgili yorumları ayrı ele almalıdırlar. Birincisinin tartışılması bile câiz olmayan mutlak hakikatler olduğu, ikincisinin yani yorumların ise, ictihadî/beşerî/zannî/göreceli doğrular olduğu bilinmeli ve bütün müslümanların bu beşerî yorumlara aynen katılmaları mecbur tutulup, katılmayanların tekfîr edilmesine gidilmemelidir. Akaid, kaçınılmaz olan farklı mezhep, görüş ve akımların kendi doğrularını tüm müslümanlara dayatmaları için bir araç haline getirilmemelidir. Akaid ilmi, müslümanlar arasında tartışmalar açan değil; tartışmaları sona erdiren ve mutlak hakikatin temel alınıp öğretildiği bir ilim haline getirilmelidir. Öğrenilen iman esaslarının temel ilke olarak kabulü onlara şeksiz iman edilmesini doğuracağı gibi, yaşanılan hayatın bu ilkelerle bağlantısı ve bu esasların sosyal hayata nasıl geçirileceği üzerinde ise ister istemez beşerî yorumlar ve metod farklılıkları olabilecektir. 

Bu önemli hususa tüm müslümanlar dikkat etmeli, müslüman olduğunu söyleyen ve dinden çıktığı açıkça belli olmayan kimseye münâfık olduğunu zannetsek bile kâfir demekten kaçınmalıyız. Çünkü bir insanı kâfir ilan etmek ağır bir sorumluluğu gerektirir. İslâm’ı reddeden veya söz ya da davranışıyla bilerek inkâr ettiği açıkça belli olan birisine de kâfir demekten kaçınmamalıyız. Kısaca söylemek gerekirse, müslüman olduğunu söyleyen ve söz ya da davranışı açıkça küfrünü ispatlamayan bir kimseye kâfir deme hakkımız olmadığı gibi; kâfir olduğu açıkça belli olan birisine de birtakım menfaatler gereği müslüman deme hakkımız yoktur.

Kur'an'a ve Kur'an'daki esaslara iman eden hiçbir mü'min, Peygamberimize, Onun söylediği kesin olan sözlere itiraz etmez, kabul etmiyorum demez. Bir mü’min, hem Kur’an’a iman edecek, hem Kur’an’da “itaat edin, hakem kabul edin, örnek alın” denilen Peygamberimizi Kur’an’daki esasları açıklayan sözlerini, hükümlerini kabul etmeyecek, bu düşünülemez. “Senin haddine mi Kur’an’a arzetmek, bunu mezardakiler yapmış, hayatta olan kimselerin ilmi ne ki Kur’an’a arzetsin” demek de karşısındakinden önce Kur’an’a hakarettir. Kur’an anlaşılmaz bir kitap değildir. Kur’an, sadece müctehid seviyesindeki âlimlerin kitabı değildir. Kur’an furkandır, hakla bâtılı, doğru ile yanlışı ayırt eden kitaptır. Kur’an anlaşılsın diye, ölçü olsun diye indirildi. Her mü’min, kendi kapasitesi oranında Kur’an’ı anlar, anlamaya çalışır. Yanlış çıkarımlar olduğunda âlimler başta olmak üzere diğer mü’minler onun hatasını ilmî şekilde düzeltirler. Bir rivayetin Kur’an tarafından sağlama yapılmasından kimsenin rahatsızlık duymaya hakkı yoktur. Rivayetler Kur’an’a arzedilmeyecek de neye arzedilecek? Hadislerin Buhârî’ye ve benzeri hadis âlimlerine arzedilmesi, onların onayını alınca sahih, onaylarını almayıp bazı hadis âlimlerinin “zayıf” veya “uydurma” dediği için sahih kabul edilmemesi gayet doğal karşılandığı ve usûle uygun görüldüğü gibi; hatta ondan da daha önemli olarak; Furkan olan Allah’ın kitabına arzedilmesi çok daha doğal karşılanmalı ve usûle uygun görülmelidir. Allah’ın kitabından daha doğru bir ölçü mü vardır? Sözlerin en güzeli ve en doğrusu Allah’ın sözü değil midir? Davranışlarımızı, yaşayışımızı, sözlerimizi Kur’an’a arzetmek zorunda değil miyiz? Rabbimiz Kur’an’a uymayan görüş ve inançlardan bizi hesaba çekmeyecek mi? Kur’an’ı temel ölçü kabul edip “geleneği de, hadis rivayetlerini de Kur’an’a arzetmeliyiz. “Peygamberimiz Kur’an’a ters bir söz söylemez” diyenlere, bu sözünden dolayı “hadis inkârcısı!” diyenler de büyük yanlış içindedir. Onlara tepkisel cevap olarak; “siz de Kur’an inkârcısısınız! Kur’an’ın tasvip edip etmemesini önemsemiyor, Kur’an’ı hakem olarak kabul etmiyorsunuz!” diyenler de yanlış içindedir. Bir hadis âlimi, “şu hadis sahih değildir” deyince onun sözü ölçü kabul edilecek, hiçbir şekilde kendisine hadis inkârcısı filan denilmeyecek; fakat, “Âlim yanılabilir, ama Kur’an yanılmaz; âlim mutlak bir ölçü değildir, ama Kur’an mutlak bir ölçüdür diyen suçlanacak; bu ilmîdir, ne insanî ve İslâmî. “Bu rivayet Kur’an’a (ayrıca; akla, ilmî veya tarihî gerçeklere) ters düştüğü için, Kur’an’a göre sahih değildir” denilince, bunun ilmî mütâleasını yapamıyorsa, karşı tarafın delilini çürütemiyorsa o delile teslim olmak düşer. Akaidle ilgili esaslar, üzerinde tartışma yapılacak konular değildir.

Ebû Hanife, hadis rivayetlerini Kur’an’a arzedip Kur’an’a ters düşenleri kabul etmeme konusunda şöyle diyor:

Tekzip etmek, ancak “Ben Hz. Peygamber’in sözünü yalanlıyorum,” diyen kimsenin yalanlamasıdır. Lâkin bir kimse “Ben Hz. Peygamber’in söylediği her şeye iman ederim, fakat o kötülük yapılmasını söylemedi, Kur’ân’a da muhalefet etmedi” derse, bu söz o kimsenin, Hz. Peygamber’i ve Kur’ân-ı Kerim’i tasdik etmesi; Allah’ın Resulünü, Kur’ân’a muhalefetten tenzih etmesidir. Eğer, Hz. Peygamber, Kur’ân’a muhalefet etse ve Allah için hak olmayan şeyleri kendiliğinden uydursa idi, Allah onun kudret ve kuvvetini alır, kalp damarını koparırdı. Nitekim bu husus Kur’ân’da şöyle belirtilir: “Eğer peygamber söylemediklerimizi bize karşı, kendiliğinden uydurmuş olsa idi, elbette onu kuvvetle yakalar, sonra da kalp damarını koparıverirdik. Sizin hiçbiriniz de buna mâni olamazdı.”[12]

Allah’ın peygamberi, Allah’ın kitabına muhalefet etmez, Allah’ın kitabına muhalefet eden kimse de Allah’ın peygamberi olamaz. Onların rivayet ettikleri bu haber Kur’ân’a muhaliftir… Kur’ân-ı Kerim’in hilafına, Hz. Peygamber’den hadis nakleden herhangi bir kimseyi reddetmek, Hz. Peygamber’i reddetmek veya tekzip etmek demek değildir. Bilakis, Hz. Peygamber adına bâtılı rivayet eden kimseyi reddetmek demektir. İtham Hz. Peygamber’e değil, nakleden kimseye râcidir. Hz. Peygamber’in söylediğini duyduğumuz yahut duymadığımız her şey can, baş üstünedir. Biz onların hepsine iman ettik, onların Allah’ın Resulü’nün söylediği gibi olduğuna şehadet ederiz. Keza Hz. Peygamber’in, Allah’ın nehyettiği bir şeyi emretmediğine, Allah’ın kullarına ulaştırılmasını emrettiği bir şeye de mâni olmadığına şahitlik ederiz. O, hiçbir şeyi Allah’ın tavsif ettiğinden başka şekilde tavsif etmez. Yine şehadet ederiz ki O, bütün işlerde Allah’ın emrine muvafakat etmiş, hiçbir bid’at ortaya koymamıştır. Allah’ın söylemediği hiçbir şeyi de, Allah’a isnat etmemiştir. Bunun için Allah Teâlâ “Kim Resule itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.”[13] buyurmaktadır.” [14]

Peygamberimizin rivâyet edilen bu kelimelerle bu sözü söylediği kesin olmayan, Peygamberimizin bu şekilde söylediği zannedilen sözlerin Peygamberimizin sözü olmadığı gerekçesiyle, Kur’an’a ters gördüğü için, uydurma rivayetlerden sakınmak gerekçesiyle ve ondan daha önemli ve eksiksiz, fazlasız, hatasız, yanlışsız ve lâ raybe fîh olan Kitab’ı öne çıkarıp onun ölçüleriyle rivayetleri tartalım.

 

İnanç Esaslarının Değişmezliği    

  1. a) İnanç esasları; zamana, mekâna, kişilere ve toplumlara göre değişmez.

Allah tarafından Hz. Âdem’e, Hz. Nuh’a, Hz. Mûsâ’ya, Hz. İsa’ya...  inanç konusunda ne emredilmişse, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e de aynı esaslar emredilmiştir. Değişen sadece şeriatlardır. Yani bütün peygamberlerin tebliğ ettiği dinin temeli, tevhid inancına dayanır.

Tüm peygamberler gönderildikleri toplumlara, Allah’ın varlığı ve birliğini, kendilerinin Allah’ın elçileri olduğunu, âhiret diye bir hayatın varlığını haber vermişler; onları Allah’a kulluk etmeye, kendilerine itaate çağırmışlardır. Peygamberlerin bu ortak çağrısı Kur’ân-ı Kerim’de şu şekilde ifâde edilir:

“Andolsun biz Nuh’u kavmine gönderdik. ‘Ey kavmim, dedi; Allah’a kulluk edin, O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur.”[15]

“Andolsun Biz Semud kavmine kardeşleri Sâlih’i, ‘Allah’a kulluk edin’ demesi için gönderdik..”[16] 

İbrâhim (a.s.) kavmine dedi ki; ‘Allah’a ibâdet edin ve O’ndan korkun. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.”[17]

“Şuayb (a.s.) kavmine şöyle dedi: ‘Ey kavmim Allah’a kulluk edin, âhiret gününe umut bağlayın.”[18]

“Biz hiçbir peygamberi Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir amaçla göndermedik.”[19]

“Andolsun Biz, ‘Allah’a kulluk edin ve tâğuttan, putlardan sakının’ diye (emretmeleri için) her topluma bir peygamber gönderdik.”[20]

Bütün peygamberlerin ortak mesajı olan bu itikadî esaslar, hem evrensel, hem de çağlar üstüdür. İlk insandan kıyâmete kadar tüm nesiller için her zaman ve her coğrafyada geçerlidir.

Şu halde herhangi bir kişi veya toplum meselâ şunu diyemez: “Kur’an’daki hükümler geçmişte kaldı.  Bugünkü modern toplumda din kaidelerinin herhangi bir bağlayıcılığı yoktur. Din olsa olsa bir vicdan işi olabilir. Geçmişte putperestlik, içki, kumar, fâiz, zina, yasaklandı; namaz, oruç, zekât, hac, cihad, infak emredildi ama günümüzde bunların tümü geçerliliğini yitirdi. Çünkü bugün devletin izniyle açılan kumarhaneler, meyhaneler, genelevler, fâizli işlem yapan bankalar var. Kâbe’de hac yapmak yerine, bizim ulularımızı tavaf edip, saygı duruşu yaptığımız tunçtan, altından, gümüşten, bronzdan heykellerimiz, put imalathanelerimiz, tapınmak ve eğlenmek için yapılmış dev alışveriş ve eğlence merkezlerimiz var...”

İşte tüm bu ve benzeri sözleri kâfir olanlar, dinine bağlılığı pamuk ipliğinden daha zayıf olanlar söyleyebilir. Böyle insanlar ve bu insanlardan oluşan toplumlar şahsiyetsiz ve zayıf karakterlidir. Akîdesi sağlam olan bir müslüman ise, bu ve benzeri anlayışların tümünü reddeder. İnancını zamana, zemine ve mekâna göre değiştirmez.

  1. b) İnanç esasları bir bütün olup bölünme kabul etmez. İslâm dininin bir kısmını kabul edip bir kısmını reddetmek, insanı dinden çıkarır.

Meselâ;  “namazla ilgili emirleri kabul ediyorum; fakat fâizle ilgili emirleri kabul etmiyorum. Çünkü şu anda yaptığım ve ileride yapacağım fâizli ticaretime zarar veriyor. Oruçla ilgili hükümleri kabul ediyorum; fakat infak ve zekât ile ilgili hükümleri kabul etmiyorum. Kabul edersem servetimin azalmasından korkuyorum. Hem ben bu serveti kazanırken ihtiyaç sahipleri benimle beraber mi çalıştı?”

“Allah’ın varlığını, birliğini kabul ediyorum; fakat ben içkiden, kumar oynamaktan, zina etmekten, yalan söylemekten, insanları çekiştirmekten, onları birbirine düşürmekten, insanları kandırmaktan vazgeçemem. Bunların hepsi nefsime ağır gelen şeyler. Bu nedenle bu konularla ilgili âyetleri bir kenara bıraksak diyorum.”

İşte tüm bu ve benzeri inanışlar insanı bu dinin dışına çıkarır. Allah Teâlâ bu tür inanca sahip olan insanları Kur’ân-ı Kerim’de kınamakta ve cehennem azâbı ile tehdit etmekte, dinin bir kısmını kabul edip işine gelmeyen kısmını reddedenlere şu hitabı yapmaktadır: “...Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların cezâsı, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyâmet gününde de azâbın en şiddetlisine itilirler.”[21] 

Biz, sağlam bir inançla Rabbimizin nefsimize kolay gelen hükümlerini kabul edip uyguluyor olabiliriz. Ama, aynı zamanda, nefsimize ağır gelen İlâhî emir ve yasakları da kabul edip hiçbir ayırım yapmadan yerine getirmeye çalışmalıyız. Burada şu hususa dikkat etmeliyiz:  İslâm’ın hükümlerinin tamamını kabul ettiği halde, nefsine ağır geldiği için yerine getirmeyen ile; bu hükümleri kabul etmeyip inkâr eden veya alaya alanların durumu bir değildir. Birincisinde insan kâfir olmazken, ikincisinde tereddütsüz kâfir olur. Yani, Allah’a iman eden, İslâm’ın tüm hükümlerini kabul eden, fakat nefsine yenildiği için meselâ içki içen, kumar oynayan insan kâfir değil; günahkâr mü’mindir. Çünkü bu insan inanmıştır. Yerine getirmediği hükümler için de Allah Teâlâ’ya hesap verecektir. 

Bu önemli hususa tüm müslümanlar dikkat etmeli, müslüman olduğunu söyleyen ve dinden çıktığı açıkça belli olmayan kimseye münâfık olduğunu zannetsek bile kâfir demekten kaçınmalıyız. Zanla bir kimsenin dinden çıktığına hükmetmek büyük yanlıştır, tekfirciliktir. Çünkü bir insanı kâfir ilan etmek ağır bir sorumluluğu gerektirir. İslâm’ı reddeden veya söz ya da davranışıyla bilerek inkâr ettiği açıkça belli olan birisine de kâfir demekten kaçınmamalıyız. Kısaca söylemek gerekirse, müslüman olduğunu söyleyen ve söz ya da davranışı açıkça küfrünü ispatlamayan bir kimseye kâfir deme hakkımız olmadığı gibi; kâfir olduğu açıkça belli olan birisine de birtakım menfaatler gereği müslüman deme hakkımız yoktur.

 

Âhad Haber Akaidde Delil Olmaz!

Âhad haber derken ifade edilen “âhad”, bir, bir tek manalarına gelen ehad ya da vahidin çoğuludur. Umumiyetle mütevâtir derecesine yükselemeyen haberlere denir. Buna göre, bir nesilde bir tek râvî tarafından rivayet edilen habere haber-i vâhid adı verilir. Birkaç nesilde birer râvî tarafından rivayet edilmiş olan haberlere ise haber-i âhâd veya kısaca âhâd denilmiştir.

İmam Şafii, âhade haber-i hâssa demiş ve onu Hz. Peygamber’e (s.a.s) kadar tek râvînin tek râvîden rivayet ettiği haber olarak tarif etmiştir.[22] Daha sonraki devirlerde ise âhâd tabiri daha ziyâde, sayılan her tabakada mütevâtir haberin şartı olan kalabalık sayısına ulaşmamış râvîler tarafından rivayet edilen haberler için kullanılan bir terim halini almıştır. Buna göre âhad, yalnız bir râvînin bir başka râvîden rivayet ettiği haberler hakkında değil, iki râvînin iki râvîden, üç kişinin, hatta sayıları üçün üstündeki râvîlerin üç veya daha fazla sayıdaki râvîlerden rivayet ettikleri haberler hakkında da kullanılmıştır. Şu Şartla ki, üç sayısının üzerindeki râvîlerin her tabakada mütevâtirin şartı olan kalabalıktan daha az olmaması gerekir. Bazı tabakalarda az olmasa bile, diğer bazı tabakalarda mütevâtirin şartı olan kalabalık sayısına erişmemiş olması dolayısıyla haber yine âhad sayılır. Nitekim bazı hadis usulü kaynaklarında haberler, râvîlerinin sayısına göre önce iki kısma ayrılmıştır. Birinci kısmına mütevâtir, ötekine ise âhad denilmiştir. Âhad haberler daha sonra garîb, azîz ve meşhur olmak üzere üç kısımda mütalaa edilmiştir. Bunlardan garib, bir kişinin, azîz, en çok iki; meşhur ise üç ve üçün üstünde fakat mütevâtirin şartı olan kalabalığın altındaki sayıdaki râvîlerin rivayet ettikleri haberlere denilmiştir.[23]

İbn Haceri'l-Askalânî âhadi, bir râvînin tek başına rivayet ettiği ve mütevâtirin şartlarını taşımayan haberler olarak tarif etmiş; makbul ve merdûd olarak iki kısma ayırmıştır. Bunlardan makbul âhad, amel edilebilecek ölçüde olanlardır. Merdud âhad ise mat'ûn (bir kusur ile suçlanmış) veya adaleti tesbit edilememiş râvînin tek başına rivayet ettiği haberdir.

Âhad haber, rivayet tarikları mütevâtir derecesinde olmamak şartıyla çoğalırsa meşhur olur. Bu takdirde âhad, meşhur olanlar ve olmayanlar olmak üzere iki kısma ayrılır. Meşhur âhad, isnadı ister bir, ister birden fazla olsun, dillerde dolaşan haberlerdir. Yukarıda özlü bir şekilde bahis konusu edilen azîz ve garîb haberler meşhur olmayan âhad grubuna girerler.

İslam âlimlerinin çoğuna göre âhad haberler zaruri ilim değil, zannî ilim ifade ederler. Hanefîler, Şafii'ler, mâlikîlerin bir kısmı bu görüştedirler. Ahmed b. Hanbel, İmam Mâlik ve muhaddislerin büyük çoğunluğu, âhad haberlerin zarurî ilim ifade edebilmesi için sıhhatinin sabit olması şartını ileri sürmüşlerdir. Hâriciler ve Mutezileye göre ise âhad, ister sıhhati sabit olsun, ister olmasın, zarurî ilim ifade etmez.

Âhad haberlerin zaruri ifade edip etmemesi ihtilafına bağlı olarak bu çeşit haberlerin dinî konularda delil olması, bir başka deyişle âhad haberlerle amel edilip edilmeyeceği konusunda da görüş ayrılığı vardır. İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre her çeşit âhad haberle amel edilebilir. İmam Şafii, âhadın hüccet olduğu görüşünde olanlardandır. Ancak ona göre mütevâtır olmayan haberlerin dinî konularda hüccet olabilmesi için bazı şartları gereklidir. Bu şartlar râvî ile ilgilidir. Belli başlıları şunlardır: Râvînin dinî meselelerde güvenilir olması; doğru sözlü olarak tanınması; rivayet ettiği hadisleri iyi bilmesi; lafız yönünden manasını değiştirecek hususları bilmesi; işittiği şekilde rivayet etmesi; ezberinden rivayet ediyorsa haberi tam olarak ezberlemiş olması; yazılı olarak rivayet ediyorsa kitabını yanında bulundurması; tedlis yapanlardan olmaması. Bunların yanı sıra amel edilecek âhadin isnadının munkatı' olmaması da şarttır. Özetle tekrarlayacak olursak İslâm âlimleri çoğunlukla, râvîleri adalet sahibi, isnadında inkıta' olmayan âhad haberle amel edilebileceği görüşündedirler. Bununla birlikte âhadle amel edilebileceği görüşünde olanlar ayrıca onların dinde hüccet sayılan haberlerin taşıdıkları özellikleri taşımalarını; bir de konu veya delâlet itibariyle itikadı meselerle ilgili olmamalarını şart koşmuşlardır.

Bir kısım Zâhirî âlimleri, Kaderiye mensupları, Râfizîler ve Ehl-i Sünnet kelâmcılarından bazılarına göre âhad haberler dinî meselelerde hüccet olamazlar. Aynı görüşte olan Mûtezile, âhad haberlerin hiçbir çeşidinin hüccet olamayacağını ileri sürer. Mu'tezile, âhad haberlerin her çeşidiyle amel edilemeyeceğini ileri sürerken, “Bilmediğin şeyin peşine düşme”[24]; “Zan, gerçekten hiçbir şey ifade etmez”[25] mealindeki ayetlere dayanmıştır. Ayrıca onlara göre kimi sahâbîler tek kişinin haberini kabul etmemişler, teyidi için şahit istemişlerdir.

 

Ehl-i Sünnet Âlimlerinin Haber-i Vâhide

(Âhad Habere) Bakışları

Ehl-i sünnet âlimlerinin haber-i vâhid konusundaki görüşlerini şöylece özetlemek mümkündür: Mâtürîdiyye’nin kuruluşuna öncülük eden Ebû Hanîfe, Kur’an’a aykırı bilgiler ve hükümler ihtiva eden âhâd haberlerin reddedilmesi gerektiğini söylemiştir. Zira Hz. Peygamber’in Kur’an’a ve akla aykırı bir beyanda bulunması imkânsızdır. Bu temel ilkeyi kabul etmek, Peygamberi tasdik etmenin bir gereğidir. Ayrıca Kur’an’a ve akla aykırı olan haber-i vâhidin reddedilmesi Rasûl-i Ekrem’i yalanlamak anlamına gelmeyip ona bu isnadı yapan kişinin sözünün kabul edilmemesi demektir. Böyle bir davranış, Hz. Peygamber’i Kur’an’a muhalif davranmış gibi göstermekten tenzih etmek için de gereklidir.[26]

Ebû Hanîfe’nin itikadî görüşlerini sistemleştiren Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, haber-i vâhidin Resûl-i Ekrem’den gelen gerçekleri mütevâtir gibi belgeleyemediğini söylemiş, bu tür haberlerin gerçeği tam yansıtamayacağının ilke olarak benimsenmesini istemiştir.[27] Son dönem kelâm âlimlerinden İzmirli İsmail Hakkı, haber-i vâhidden sahih kabul edilenlerin sadece zannî bilgi ifade ettiğinden Akaid konularını kanıtlamak için kesin bir delil teşkil edemeyeceğini söylemiştir.[28]

Eş‘ariyye’ye mensup âlimlerin haber-i vâhid konusundaki görüşleri, Mâtürîdiyye’ye oldukça yakındır. Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî, haber-i vâhidin amelî konularda kesin delil olarak kabul edilmesi gerektiğini söylediği halde, Akaid alanındaki değerine temas etmemiştir.[29] Bununla birlikte onun kelâmî görüşlerini ihtiva eden el-Lümaʿ adlı eserinde itikadî meseleleri âhâd haberlerle delillendirmediği görülmektedir. Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî, itikadî esasları tek başına haber-i vâhide dayandırmamıştır.

Eş‘arî’yi takip eden âlimlerden İbn Fûrek, isnad açısından sahih görülen âhâd haberlerin galip zan ifade ettiğinden Akaid alanında kesin delil teşkil edemeyeceğini belirtmiş,[30] Bâkıllânî de bu tür bir haberin ilim ifade etmediğini, ancak râvisi güvenilir olup daha güçlü bir delil ile çatışmadığı takdirde ameli gerektirebileceğini söylemiştir.[31] Abdulkāhir el-Bağdâdî, bunlara ilâve olarak haber-i vâhidin ihtiva ettiği bilgilerin akla aykırı olmaması gerektiğini ve Akaidle ilgili bu tür haberlerin akla uygun bir şekilde te’vil edilebileceğini ileri sürmüştür.[32]

Gazzâlî, beş veya altı râviden nakledilse bile bir topluluğun kesin bilgi ifade etmeyen haberlerini haber-i vâhid olarak kabul etmiş ve bunu fıkhî konularda yeterli delil saymıştır. Ona göre, Hz. Peygamber’in ashabtan bir kişiyi müslüman gruplara elçi olarak göndermesi haber-i vâhidin amelî konularda delil olduğunu kanıtlamakla birlikte, Allah’a ve Peygambere iman gibi dinin aslını teşkil eden konuların ispat edilmesi için yeterli değildir.[33]

Haber-i vâhidin Akaid alanında kesin delil teşkil edemeyeceği meselesi üzerinde en çok duran Eş‘ariyye âliminin Fahreddin er-Râzî olduğunu söylemek mümkündür. Ona göre Akaide ve özellikle ulûhiyyete ilişkin meselelerde haber-i vâhidin delil olamayacağını gösteren güçlü kanıtlar mevcuttur.

  1. Bütün âhâd haberler zannî bilgi ifade ettiğinden zan mertebesinde bir delil oluşturabilir. Kur’ân-ı Kerîm’de zanna uymak daima tenkit edilmiş, bunun hakikat açısından hiçbir değer taşımadığı bildirilmiş ve Allah hakkında zannî bilgiye dayanmak yasaklanmıştır.[34]
  2. Haber-i vâhidlerin isnad zincirinde yer alan en önemli râvi ashap neslindendir. Muhaddislerin naklettiğine göre ashabdan bazıları diğerlerini tenkit etmiş, Hz. Peygamber’in sözlerini yanlış anladıklarını veya öğrettiği bilgilere aykırı rivayetlerde bulunduklarını söylemişlerdir. Nitekim Abdullah b. Ömer, ölüye, onun ailesinin arkasından ağlaması yüzünden azap edildiğine dair bir hadis nakledince Hz. Âişe bunun Kur’an’a aykırı olduğunu, zira orada bir kişinin işlediği günahtan ötürü diğer bir kişinin sorumlu tutulmayacağının bildirildiğini[35] hatırlatmıştır. Ayrıca ashabın, Fâtıma bint Kays’ın naklettiği bir rivayet hakkında, “Doğru mu yoksa yalan mı söylediğini bilmediğimiz bir kadının haberiyle Rabbimizin kitabını ve Hz. Peygamber’in sünnetini terketmeyiz” dediği de bilinmektedir. Bundan dolayı ashabın naklettiği âhâd haberler ulûhiyyet konuları dışında zannın yeterli olduğu fıkhî alanda delil olarak kabul edilebilir.
  3. Sahâbîler, Rasûl-i Ekrem’den naklettikleri âhâd haberleri ondan duydukları lafızlarla değil, muhtevayı ifade eden farklı lafızlarla aktarmışlardır. Çünkü sahâbîler Hz. Peygamber’den duyduklarını yazmamışlar ve aradan uzun zaman geçtikten sonra rivayette bulunmuşlardır. Bu husus da haber-i vâhidleri oluşturan lafızların bizzat Resûl-i Ekrem’in sözleri olma ihtimalini zayıflatmaktadır.
  4. Muhaddisler âhâd haberleri değerlendirirken bunları nakleden râvilerin siyasî ve itikadî görüşlerini dikkate alıp sübjektif davranmışlar, meselâ Şiî ve Mu‘tezilî âlimlerce nakledilen rivayetleri muteber saymamışlardır. Bu tutum âhâd haberlerin objektifliğine gölge düşürmektedir.
  5. Bilindiği üzere mülhidler (ateistler) pek çok haber uydurup Peygamber’e isnat etmişler ve bu metinleri hadis derlemesi yapan kimselere nakledip kabul ettirmişlerdir. Her ne kadar Buhârî ve Müslim gibi muhaddisler dikkatli davranmaya çalışmışlarsa da onların hatadan korunmuş olması söz konusu değildir. Âhâd haberler hakkında hüküm verilirken bu hususun da dikkate alınması gerekmektedir.[36]

Eş‘ariyye’nin müteahhir âlimlerinden Adudüddin el-Îcî ile Seyyid Şerîf el-Cürcânî Râzî’nin görüşlerine katılmakla birlikte,[37] Teftâzânî, tıpkı ince iplerin birleşerek güçlü bir halat meydana getirmesi gibi aynı mânaları yaklaşık olarak nakleden âhâd haberlerin de kesin delil teşkil edebileceğini ileri sürmüştür.[38] Buna rağmen Taftazânî, Deccâle ilişkin rivayetlerde olduğu gibi Akaide dair âhâd haberlerin mâkul bir şekilde te’vil edilebileceğini de söylemiştir.[39]

Selefiyye’ye bağlı âlimlerin haber-i vâhide bakışları, diğer sünnî âlimlerin çoğunluğuna göre oldukça farklıdır. Aralarında bazı görüş ayrılıkları bulunmakla birlikte büyük çoğunluk, ümmet tarafından sahih kabul edilen âhâd haberlerin mânen mütevâtir hükmünde olup Akaid konularında da kesin delil teşkil edebileceği görüşündedir.

İbn Akīl ve İbnü’l-Cevzî gibi selefî âlimler ise haber-i vâhid konusunda sünnî kelâmcıların çoğunluğuna ait görüşü paylaşmışlardır.[40]

Yukarıdaki bilgilerden anlaşıldığına göre kelâm âlimlerinin büyük çoğunluğu, haber-i vâhidin sadece zannî bir delil teşkil edebileceği, zannî delilin ise Akaid konularında tek başına yeterli olamayacağı hususunda ittifak etmiş ve haber-i vâhide dayanarak verilen hükümleri benimsemeyenleri İslâm dışı kabul etmemiştir. Aslında ehl-i sünnet’le ehl-i bid’atın âhâd haberlere bakışı arasında önemli bir fark yoktur. Selefiyye’nin çoğunluğu haber-i vâhidin Akaidde de kesin delil olabileceğini ileri sürmüş, ancak onun hadis otoritelerince sahih görülmesini şart koşmuş, bu arada zındıklarca uydurulan kaynaklara geçmiş âhâd haberlerin bulunduğunu da kabul etmiştir. Selefî âlimlerin haber-i vâhidin kabulü konusunda ileri sürdükleri delillerin, iyi incelendiği takdirde iddialarına dayanak teşkil etmediği görülür. Meselâ İbn Hazm’ın Kur’ân-ı Kerîm’den gösterdiği delil,[41] haber niteliğinde aktarılan bir bilgiyi ifade etmeyip savaşa katılmayan bir grubun dinde uzmanlaşması ve savaştan dönenleri dinî eğitime tâbi tutması meselesini konu edinmiştir. Hz. Peygamber’in elçiler vasıtasıyla dine davette bulunması ve ashabın bazı dinî hükümleri birbirinden öğrenmesi, haber-i vâhidin Akaid alanında bağımsız delil olarak kullanılmasına delil teşkil etmez. [42]

 

KUR’AN’A, SÜNNETE VE HADİSLERE BAKIŞIMIZ
  1- Kur’an, dinde tek belirleyici ve tek mutlak şâri olan Allah’ın tarihe ve topluma müdahale ederek, vahyin ölçüleriyle iman, akıl, şahsiyet, tasavvur ve hayatı yeniden inşa etmeyi hedeflediği, hak ile bâtılı ayıran bir furkan, karanlıklardan aydınlığa çıkaran bir hidayet rehberidir. Bu sebeple de dinin belirlenmesinde özne kılınması, merkeze alınması gereken temel kaynağımızdır. Kur’an’ın delaleti zannî kısmı (ile hadislerin âhad haber alanı) ise, zan taşıdığı için, hoş görülmesi gereken farklılıklarımızı kapsamaktadır. Dolayısıyla bu alanlardan çıkarılan sonuçların, yapılan yorumların mutlaklaştırılmaması, akîdeleştirilmemesi, dinleştirilmemesi gerekmektedir. Sabiteler, muhkem naslar alanındaki, akîde ortak paydasındaki birlik sağlandıktan sonra, yoruma açık, içtihat alanındaki farklılıklarımız zenginlik olarak kalacaktır.

2– Ancak Kur’an, bir hayata inmiş ve o hayatın içine okunmuş, hayatın içinden okunmuş ve o ilk hayatı, Resulullah’ın (s.a.s.) ve ilk Kur’an nesli olan ashabının hayatını inşa ederek tamamlanmış bir kitaptır. Bu sebeple de, o ilk hayattan koparılan, soyutlanan bir Kur’an anlayışı, bugün de hayatla bağı kurulamayacak teorik bir kitabın ortaya çıkmasına ve ilk şahitlikten kopularak, bugün hayata taşınması, sosyalleştirilmesi güç bir din anlayışının doğmasına yol açar. Hâlbuki, Resulün önderliğindeki ilk Kur'an neslinin hayatını, Resulün ve ilk neslin mücadele sünnetini dikkate alarak, vahyin ilk inşa ettiği hayatla iç içe geçmiş olarak Kur'an nüzul sırasıyla ve hakkıyla okunduğunda, yani Kur'an nüzul ortamı, kavramların nüzul ortamındaki karşılıkları, nüzul sebepleri bilinerek ve siyerle iç içe geçirilerek okunduğunda, bugün de hayatla bağı kurulacak pratik ilkeleri yakalamak ve ilk örneği bugünkü hayata taşımak mümkündür. Üstelik bu tür bir okuma, isabet kaydetmek için zorunludur. Böylesine nitelikli ve doğru bir okuma sonucunda, Kur'an talebesi müminler arasında dinin sabiteleri ve akîdesi alanında çok yüksek bir mutabakatın oluşması mümkün hale gelecektir.

3– Bu sebeple, hiçbir mü’min, vahyin ilk şahidi olan Resulullah’ın (s.a.s.) Kur’an’da emredilen güzel örnekliğini dışlayamaz, onun Kur’an’ın uygulaması anlamındaki ve yaşanarak bugüne kadar mütevatir olarak intikal eden sünnetini reddedemez. Reddeden olursa şüphesiz ki, Kur’an’da yer alan Resule itaat hükmüne aykırı bir inançla mü’min olma vasfını kaybeder. Bu sebeple kesin bir delil olmadıkça hiçbir mü’min sünnet inkârcılığıyla suçlanamaz. Çünkü hiçbir mü’min bunu yapmaz. O halde bütün mü’minler hizbullah olmak, Allah taraftarı olmak zorunda oldukları gibi, bütün mü’minler sünnet ehli olmak ve Kur’an’a tâbi iseler ve Allah’ı seviyorlarsa Resulullah’a itaat etmek mecburiyetindedirler. Bu bakımdan bir kısım mü’minler sünnet ehli, bir kısmı ise sünnet karşıtı olarak nitelendirilemezler.

4– Sünnet, vahiy değil, ancak vahyin denetimi altındaki Resulün uygulamasıdır. Yanlış yapıldığında Allah tarafından düzeltildiği için, Kur’an’la düzeltilmeyenler Allah’ın dolaylı onayını da almış sayılır. Sünnetin ilk kaynağı da Kur’an’dır. Sünnet; Resul’den bugüne milyonlarca insan tarafından yaşanarak ve mütevatiren intikal eden uygulamalardır. Resul, Kur’an’ı açıklama, tebliğ etme, yorumlama, içtihat ve uygulamalarıyla bize şahitliğini yapma, örneklik oluşturma, bize kitabı ve hikmeti öğreterek bizi eğitme, arındırma gibi oldukça önemli görev ve sorumluluklarla donatılmış ilk şahit, Kur’an ahlakıyla, en güzel ahlakla mücehhez bir Resuldür, Kur’an’la yolumuzu aydınlatan bir önderdir.

5– Hadis ise, bu uygulamalarla ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) sözleriyle ilgili olarak anlam itibariyle intikal eden sözlü nakillerdir ki, daha çok âhâd haberlerden oluşur. Bu alan, gerek rivayet zinciri bakımından, gerek metin tahlili açısından tahkike muhtaç olan zan alanıdır. Bu bağlamda Buhari, Müslim gibi hadis âlimlerinin yerine getirdikleri çok büyük sorumluluk, her türlü takdir ve duayı hak etmektedir. Allah (c.c.) kendilerinden razı olsun, rahmetiyle muamele eylesin, onlar, rivayet zinciri ve senetleri açısından sahih olup olmadıklarını araştırarak yüz binlerce uydurma rivayeti ayıklayarak atmışlar ve bugün bizim işimizi kolaylaştırmışlar, bizleri içinden çıkamayacağımız büyük bir kaosun içine düşmekten korumuşlardır. Eğer bu güzel çalışmayı ve hurafe olanları ayıklamayı yapmamış olsalardı bugün 500.000 ve üzeri rakamlarla ifade edilen bu rivayet birikimi içinde mahvolmuştuk. Ancak bu çalışmayı yapanlar da insandı ve bize aktardıkları 3.000 civarında rakamlarla ifade edilen ve rivayet zinciri bakımından "sahih" olarak nitelenenler içinde de gerek kendi insani zaafları sebebiyle ya da tarihsel süreçte talebelerinin ilaveleriyle de olsa hâlâ bu sahih denilenler içinde de uydurma rivayetler yer almaktadır. Bugün Sahihler üzerinde yapılan araştırma ve tahlil sonucunda uydurma olanlar sahihler yanında çok düşük bir oranda kalmaktadır. Bu sonuç bile, Buhari ve Müslim gibi hadis âlimlerinin başarısız olduklarını değil, tam tersine o günkü zor şartlarda yaptıkları çalışmalar sonucu "sahih" olarak tespit ettiklerinin içinde, yüzyıllara yayılan aktarım süreçlerinde meydana gelebilecek muhtemel değişme ve ilavelere rağmen çok az uydurma rivayete rastlanması çok büyük bir başarı sağladıklarına delâlet etmektedir.

Bugünkü şartlarda, Sahihlerde yer alan bütün rivayetlerin senet ve zincir bakımından "sahih" olduklarını kabul etsek bile, metin tahkiki ve tahlili yönünden bir inceleme yapmak da bizim sorumluluğumuzdur. Bu rivayetlerin, ahlakı Kur’an ahlakı olan Rasulullah’a (s.a.s.) ait olup olmadığının anlaşılabilmesi için Kur’an’a arzı şarttır. İmam Ebu Hanife’nin usulü bu konuda anlamlı ve yeterlidir. Bu bağlamda yapılan araştırma sonucunda, Kur’an’a, Resulün sünnetinin bütünlüğüne, Risalet misyonuna, ahlakına, akla ve mantığa, kevni ayetlere vb. uygunluk olduğu tespit edilirse, yine kesin olmamakla beraber Resule ait olduğu galip zannına, kanaatine ulaşılırsa, onunla amel edilir. Ancak gaybla ilgili rivayetler Kur’an’da yer almadıkça doğru olduğu iddia edilemez. Zan alanı olan bu alandaki haberler üzerine akıde bina edilemez. Resulden geldiği iddia edilen rivayetlerin tahkike tabi tutulması, bu bağlamda hadis usulü gereğince Kur’an’a arz edilmesi suretiyle metin tahkiki ve tahlili yapılması, şüphesiz ki, Resulü (s.a.s.) denetleme amaçlı olmayıp, Resul adına gelen haberlerin doğruluğunu ve Resule ait olup olmadığını tespit amaçlıdır. Ve bu çaba, ilmi birikimi olan her mü’min üzerinde büyük sorumluluktur.

6– Din kuralları koyan vahiy Kur’an’da toplanmıştır. Ancak, Kur’an dışında, Allah ve Resulü arasında tabii ki (din vazetme anlamında olmayan) bir ilişki söz konusu olabilir. Resulullah (s.a.s.) ile Allah arasındaki Kur’an vahyi dışındaki bu muhtemel ilişkinin bizi bağlayıcılığı ise, ancak bilahare Kur’an’a yansıyarak olur. Yahut da Resulün bir içtihadı ya da uygulaması haline dönüşerek bize ulaşırsa bizi bağlayıcı hale gelir. Bunda dahi, arkasında zanna dayalı böyle bir iddia (yani Allah'ın Kur'an dışı ilhamla yönlendirmesi) olduğu için değil, sadece Resulün din konusundaki bir içtihat ve uygulaması olduğu için ve Kur’an gereğince bağlayıcılığı vardır. Rasulullah’ın bütün yapıp ettiklerinin vahiy olduğunu (vahy-i gayri metluv) iddia etmek, hem Kur’an’a aykırı, hem Allah’ın din konusundaki ve gayb haberleriyle ilgili vahyi Kur’an’da toplanmışken, bunların bir kısmının Resulullah tarafından Kur’an’a koydurulmayıp gizlendiği, ya da sadece birkaç kişiye söylendiği gibi bir iftira olur ki, bu risalet görevinin tam anlamıyla yerine getirilmediğini iddia etmek anlamına gelir. Diğer taraftan, Resulün kimi uygulamalarını bilahare eleştirip düzelten Kur’an ayetleri dikkate alındığında, Allah’ın önce Peygamberi yönlendirip böyle yaptırdığı, daha sonra da uyarıp neden böyle yaptın diye eleştirdiği iddia edilmiş olur ki bu büyük çelişki olur. Ayrıca böyle bir iddia Resulü, bütün inisiyatif ve iradesini yok ederek, tamamen Allah tarafından yönlendirilen bir robot konumuna indirger ki, böyle bir Resulün bizim için güzel örneklik oluşturması tartışılır hale gelir.

Diğer taraftan, bir rivayette yer alan ve Rasul’e (s.a.s.) ait olduğu ifade edilen söz ya da amelin arkasında velev ki Allah'ın ona yönelik ilhamı bulunsun, Allah (c.c.) tarafından korunmuş Kur'an'da yer almadıkça bu ilahi ilişki ve yönlendirmeden emin olamayız. Ancak aktarılan söz ya da amel Kur'an'a uygunsa Resule ait olduğu galip zannıyla onunla amel edersek inşallah Resule itaatin ecrini alırız. Bir de şu husus önemlidir; "gayr-i metluv"culara sormalıyız, arkasında "gayri metluv vahiy" ya da "ilham" olmadıkça Resulün Kur'an hükümlerinden hareketle yaptığı içtihadına, dini tavsiyelerine, emirlerine itaat etmeyecek misiniz? Hâlbuki, emin olmadığımız zanlarla arkasında "vahy-i gayri metluv" ya da "ilham" olduğunu iddia ederek değil, sadece Resul yaptığı ve söylediği için onun din konusunda yaptıklarını yapmalı, emirlerine itaat etmeli değil miyiz? O halde, gaybı taşlayarak Resulün yapıp ettiklerinin arkasında zanna dayalı ilahi yönlendirmeler aramak yerine, "Allah'a ve Resulüne itaat edin" ilahi emri gereğince, arkasında Kur'an dışı ilave bir vahiy aramadan, sadece Resulullah (s.a.s.) yaptığı ve söylediği için ona itaat etmenin Kur'an'a itaat gibi farz olduğunun bilinciyle hareket etmeliyiz.

7- Kur’an dışı akaid ve ölçüleri bırakıp ilme’l yakin olana ittiba ettiğimizde, Kur’an’ın muhkem ayetlerini esas aldığımızda ulaşacağımız yoruma açık olmayan kimliksel birlik, tevhid ortak paydasında, sabiteler planında bütünleşme kendiliğinden yaşanacaktır. Vahdet gerçek anlamıyla mümkün hale gelecektir. Kur’an’ın delaleti kati alanıyla, yaşanarak intikal eden mütevatir sünnet mutabakat alanımızı oluşturmak durumundadır ve bu alanda farklılığa müsamaha edilmemesi gerekmektedir. Bizi kardeş yapan akîdemiz de bu alanda teşekkül etmektedir.

O halde tüm mü’minler, "ortak mütevatir " diyebileceğimiz bir hat çizmeli ve bu hattın üzerinde yer alan ve her müminin mütevatir kabul ettiği Kur'an ve milyonlarca Müslüman tarafından yaşanarak aktarılan mütevatir sünnetin belirlediği dinin sabitelerinde ve akîdesinde mutabakat temin ederek tevhid merkezli bir vahdeti hedeflemeli, bu ortak mütevatir hattının altında kalıp zan içeren ve ağırlıkla ahad haberleri kapsayan alandaki farklılıklarımızı da hoş görüp zenginlik olarak telakki etmeliyiz. Ümmet olmak da, vahdeti temin etmek de ancak böyle mümkündür.

İnsanımızda değişik sebeplerden dolayı tevhidle ilgili birçok problemin varlığını kabul etmek zorundayız. Önce bunları tespit ve teşhis etmek ve sonra çözümlerini sunmak dâvâ adamı muvahhidler olarak hepimizin görevidir.

Bir, bir tek manalarına gelen ehad ya da vahidin çoğuludur. Umumiyetle mütevâtir derecesine yükselemeyen haberlere denir. Buna göre, bir nesilde bir tek râvî tarafından rivayet edilen habere haber-i vâhid adı verilir. Birkaç nesilde birer râvî tarafından rivayet edilmiş olan haberlere ise haber-i âhâd veya kısaca âhâd denilmiştir.

İmam Şafii, âhade haber-i hâssa demiş ve onu Hz. Peygamber’e (s.a.s) kadar tek râvînin tek râvîden rivayet ettiği haber olarak tarif etmiştir.[43] Daha sonraki devirlerde ise âhâd tabiri daha ziyâde, sayılan her tabakada mütevâtir haberin şartı olan kalabalık sayısına ulaşmamış râvîler tarafından rivayet edilen haberler için kullanılan bir terim halini almıştır. Buna göre âhad, yalnız bir râvînin bir başka râvîden rivayet ettiği haberler hakkında değil, iki râvînin iki râvîden, üç kişinin, hatta sayıları üçün üstündeki râvîlerin üç veya daha fazla sayıdaki râvîlerden rivayet ettikleri haberler hakkında da kullanılmıştır. Şu Şartla ki, üç sayısının üzerindeki râvîlerin her tabakada mütevâtirin şartı olan kalabalıktan daha az olmaması gerekir. Bazı tabakalarda az olmasa bile, diğer bazı tabakalarda mütevâtirin şartı olan kalabalık sayısına erişmemiş olması dolayısıyla haber yine âhad sayılır. Nitekim bazı hadis usulü kaynaklarında haberler, râvîlerinin sayısına göre önce iki kısma ayrılmıştır. Birinci kısmına mütevâtir, ötekine ise âhad denilmiştir. Âhad haberler daha sonra garîb, azîz ve meşhur olmak üzere üç kısımda mütalaa edilmiştir. Bunlardan garib, bir kişinin, azîz, en çok iki; meşhur ise üç ve üçün üstünde fakat mütevâtirin şartı olan kalabalığın altındaki sayıdaki râvîlerin rivayet ettikleri haberlere denilmiştir.[44]

İbn Haceri'l-Askalânî âhadi, bir râvînin tek başına rivayet ettiği ve mütevâtirin şartlarını taşımayan haberler olarak tarif etmiş; makbul ve merdûd olarak iki kısma ayırmıştır. Bunlardan makbul âhad, amel edilebilecek ölçüde olanlardır. Merdud âhad ise mat'ûn (bir kusur ile suçlanmış) veya adaleti tesbit edilememiş râvînin tek başına rivayet ettiği haberdir.

Âhad haber, rivayet tarikları mütevâtir derecesinde olmamak şartıyla çoğalırsa meşhur olur. Bu takdirde âhad, meşhur olanlar ve olmayanlar olmak üzere iki kısma ayrılır. Meşhur âhad, isnadı ister bir, ister birden fazla olsun, dillerde dolaşan haberlerdir. Yukarıda özlü bir şekilde bahis konusu edilen azîz ve garîb haberler meşhur olmayan âhad grubuna girerler.

İslam âlimlerinin çoğuna göre âhad haberler zaruri ilim değil, zannî ilim ifade ederler. Hanefîler, Şafii'ler, mâlikîlerin bir kısmı bu görüştedirler. Ahmed b. Hanbel, İmam Mâlik ve muhaddislerin büyük çoğunluğu, âhad haberlerin zarurî ilim ifade edebilmesi için sıhhatinin sabit olması şartını ileri sürmüşlerdir. Hâriciler ve Mutezileye göre ise âhad, ister sıhhati sabit olsun, ister olmasın, zarurî ilim ifade etmez.

Âhad haberlerin zaruri ifade edip etmemesi ihtilafına bağlı olarak bu çeşit haberlerin dinî konularda delil olması, bir başka deyişle âhad haberlerle amel edilip edilmeyeceği konusunda da görüş ayrılığı vardır. İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre her çeşit âhad haberle amel edilebilir. İmam Şafii, âhadın hüccet olduğu görüşünde olanlardandır. Ancak ona göre mütevâtır olmayan haberlerin dinî konularda hüccet olabilmesi için bazı şartları gereklidir. Bu şartlar râvî ile ilgilidir. Belli başlıları şunlardır: Râvînin dinî meselelerde güvenilir olması; doğru sözlü olarak tanınması; rivayet ettiği hadisleri iyi bilmesi; lafız yönünden manasını değiştirecek hususları bilmesi; işittiği şekilde rivayet etmesi; ezberinden rivayet ediyorsa haberi tam olarak ezberlemiş olması; yazılı olarak rivayet ediyorsa kitabını yanında bulundurması; tedlis yapanlardan olmaması. Bunların yanı sıra amel edilecek âhadin isnadının munkatı' olmaması da şarttır. Özetle tekrarlayacak olursak İslâm âlimleri çoğunlukla, râvîleri adalet sahibi, isnadında inkıta' olmayan âhad haberle amel edilebileceği görüşündedirler. Bununla birlikte âhadle amel edilebileceği görüşünde olanlar ayrıca onların dinde hüccet sayılan haberlerin taşıdıkları özellikleri taşımalarını; bir de konu veya delâlet itibariyle itikadı meselerle ilgili olmamalarını şart koşmuşlardır.

Bir kısım Zâhirî âlimleri, Kaderiye mensupları, Râfizîler ve Ehl-i Sünnet kelâmcılarından bazılarına göre âhad haberler dinî meselelerde hüccet olamazlar. Aynı görüşte olan Mûtezile, âhad haberlerin hiçbir çeşidinin hüccet olamayacağını ileri sürer. Mûtezile, âhad haberlerin hiçbir çeşidiyle amel edilemeyeceğini ileri sürerken, “Bilmediğin şeyin peşine düşme”[45]; “Zan, gerçekten hiçbir şey ifade etmez”[46] mealindeki ayetlere dayanmıştır. Ayrıca onlara göre kimi sahâbîler tek kişinin haberini kabul etmemişler, teyidi için şahit istemişlerdir.

 

Kur’an Dışı Vahy Yoktur, Hadislere Vahy Denilemez                                  

Adına ister vahiy densin, ister ilham denilsin, isterse başka bir şey denilsin; Allah'ın birtakım konularda Rasûlüne Kur'an’da yer almayan konularda yardım etmesi, özel bir iletişim içinde olması göz ardı edilemez bir gerçekliktir. Peygamberin Kur'an dışında Allah ile teması olduğuna inanmak başka şeydir, sünnetin ve hadislerin tamamının vahiy ürünü olduğunu söylemek başka şeydir. Allahu a’lem söz konusu olan iletişimin muayyen konularla sınırlı olduğunu ve ümmeti bağlayıcı hususlar olmadığını kabul etmek daha doğru gözükmektedir.

Öteden beri İslam ulemâsı sünnetin vahiy ile ilişkisini konuşmuşlardır. Peygamber (s.a.s.) efendimiz, kendisine inen Kur'an ayetlerini tebliğ, tefsir, tebyin ve tatbik ettiği gibi; birtakım hüküm ve esaslar sunmuş ve bazı icraatlarda bulunmuştur. Hz. Peygamberin bu tür emir, yasak, hüküm kabilinden uygulamalarının acaba kaynağı nedir? Acaba Hz. Peygamber bu tür talimat ve uygulamalarını Kur'an dışında Cenabı Hak'tan aldığı vahiy ve ilham ile mi gerçekleştirmiştir? Yoksa bunlar tamamen kendi rey ve içtihatlarından mı kaynaklanmıştır? Sünnetin bağlayıcılığı ve kıyamete kadar geçerliliği konusunu nasıl değerlendirmek gerekir? Bu ve benzeri sorular Müslümanların önünde duran ve sıhhatle cevaplandırılması gereken sorulardır. İslâm âlimleri, bu konularda ittifak edememişler ve birbirine zıt düşüncelerde kutuplaşmışlardır. Bu konuda geleneksel anlayış şu şekildedir:

1- Birçok âlim sünnet tamamen vahiy mahsulüdür. Ancak bu vahiy bazı yönlerden Kur'an'dan farklıdır; zira Kur'an ayetleri levh-i mahfuzda yazılıdır, mu’cizdir ve ibadetlerde okunma özelliği vardır; fakat sünnet böyle değildir, ama bağlayıcılık açısından sünnet ile Kur'an arasında bir fark yoktur. Bu görüşü formüle etmek için vahiy konusunda bir de şöyle bir ayrım yapılmıştır:

a) Metluv vahiy (okunan vahiy)

b) Gayri metluv vahiy (okunmayan vahiy)

Bu düşünceyi savunanlar Kur'an ve hadislerden deliller getirmişlerdir.

“Andolsun Allah, rasulünün gördüğü rüyanın hak olduğunu doğruladı. Eğer Allah dilerse, mutlaka siz Mescid-i Haram'a güven içinde, saçlarınızı traş etmiş, kısaltmış olarak korkusuzca gireceksiniz. Fakat Allah sizin bilmediğinizi bildi, böylece bundan önce size yakın bir fetih kıldı.”[47]

Ayet, Resulün ashabı ile birlikte Mekke'ye gidip umre yapacağı şeklinde bir rüya gördüğünü teyit etmektedir. Bu husus Resul'e Kur'an yanında diğer direktif ve talimlerin de ulaştığı gerçeğinin bir delili olarak karşımıza çıkmaktadır.

“Hani Nebi eşlerinden bazılarına gizli bir söz söylemişti de derken eşi bunu haber verip Allah da bunu ona açıklayınca o da o sözün bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. O, bunu eşine haber verince: ‘Bunu sana kim haber verdi?’ dedi. O: ‘Alîm ve Habir olan bana haber verdi.’ dedi.”[48]

Allah'ın, Resul'e söylediği gizli sözün zevcesine diğerlerine açıkladığını Resul'üne haber verdiği bir Kur'an ayeti yoktur.

“O zaman ki Allah size iki topluluktan birinin muhakkak sizin olacağını vaadetmişti de siz güçsüz olanın sizin olmasını istiyordunuz. Allah ise kelimeleriyle hakkı gerçekleştirmek ve kâfirlerin arkasını kesmek istiyordu.”[49] Bedir savaşından sonra savaş ganimetlerinin dağıtılma anı geldiğinde savaşı yorumlayan enfal süresinin yukarıdaki ayeti nazil oldu. Vaad edilen şeyin ne olduğu resul'e Kur'an da bulunmayan doğrudan vahiy ile bildirilmiş olabilir.

Ayrıca 33/Ahzâb 37; 14/İbrahim, 4; 16/Nahl, 44; 7/A’râf, 105; 33/Ahzâb, 21 vb. âyetleri de konuya örnek olarak gösterilmektedir. Tüm bu örnekler gramer yönünden incelendiğinde iddia edilen şeyi çağrıştırmadığı da iddia edilebilir. Ancak tüm bu yorumların da yanlış olduğu söylenemez. Bu görüşe ait delillerin bir kısmı kuvvetli delillerdir. Tabiî ki sünnetin tamamının bu şekilde oluştuğu iddia edilemez. Zira bu, Rasul'ü insan olmaktan çıkarmak anlamına gelir. Bu takdirde onun beşer olma özelliğini vurgulayan ayetleri görmezden gelmek gerekir ki bu da doğru değildir. Resul beşer olması hasebi ile bazı konularda yanlışlar yapmış ve vahiy ile doğrultulmuş, şiddetli bir şekilde uyarılmıştır.

 

Kur’an Dışındaki Rivayetlere (Hadislere ve Sünnete) Niçin Vahiy Denilmemeli?

“Rasul bir söz söylerken veya davranışta bulunurken aynen Kur’an vahyi şeklinde vahiy alarak bu sözü söylemiş, bu fiili işlemiştir. Kur’an’la hadis, vahiy olma yönüyle ikisi de aynıdır. Bütün hadisler vahiy ürünüdür.” şeklindeki genel kabul, doğru değildir. Sebeplerini maddeler halinde izah edeyim:

1- Rasul, Yaratıcı’nın sözleriyle konuşan bir yarı-tanrı değildi; aynen bizim gibi bir beşerdi. Rasul’ün her hareketinin bir vahiy sonucu olduğunu iddia edenlerin onu melekler gibi iradesiz bir varlık olarak tasavvur etmeleri, melek konumuna çıkardıkları, onu, tercih yapamayan, her hareketi Yaratıcı tarafından programlanan bir makineye, bir robota dönüştürdükleri değerlendirilmeli; dolayısıyla, Kur’an’ın ve selim aklın gereği vahyi sadece Allah’ın kitabına hasretmelidirler.

2- Tevhid, Allah’ı zâtında, isimlerinde, sıfatlarında ve fiillerinde başka bir varlığa benzetmemek, bu konularda O’na hiçbir şeyi şirk (ortak, yardımcı, benzer, nidd) koşmamaktır. Tevhid, Allah’la kulları birbirine karıştırmamaktır, birbirine benzetmemektir. Bu kul, Peygamber de olsa böyledir. Allah'ın sözü ile Peygamber de olsa bir kul'un sözü karıştırılmamalıdır. Kur'ân furkandır.

3- Vahy kavramının ağırlığı, ilâhîliği, kutsallığı kaybolmuş, insanların ağzından çıkan başka bir söz de Allah'ın sözüne benzetilebilmiştir. Peygamber de olsa, bir insanın sözü aynen Allah'ın sözü gibi vahiy olamaz. Peygamber de olsa bir kul ile Allah, nasıl birbirine benzetilemezse, Allah'ın sözü ile bir insanın sözü de benzetilmemeli. Bu, tevhid inancının zaruri gereğidir. Tevhid Allah'a benzer hiçbir şeyin olmadığına inanmaktır her şeyden önce. Vahiy Peygamberimizin de uyması gereken hususlardır. Bunlar Kur'an ayetleridir. Kur’an sık sık Peygamberimiz’e: “Sana vahy olunana tâbi ol” (10/Yunus, 109; 33/Ahzâb, 2; 6/En’âm, 106 vb.) der.

4- Kur'an, Sünnet ve hadisler, Peygamberimizin hadislerinin ve sünnetinin kaynağının vahiy mi, yoksa başka bir şey mi olduğunu belirtmiyor. Peki, Peygamberimizin ve ashâbın tavırlarından onların sünnet ve hadisi vahy kabul ettikleri mi, yoksa tam tersi mi anlaşılır?

5- Ashabın da Peygamberimizin davranış ve sözlerinin kaynağı konusunda bazen tereddütler yaşadığı anlaşılıyor. Bunu, "bu senin re'yin (ictihadın) mı, yoksa vahiy mi?" diye sormalarından anlıyoruz. Mümkün onlar "bu vahiy mi?" diye sorarken, vahyin çeşitli anlamlarından birini (ilhamı) kast ediyorlardı. Ondan da emin değiliz. Ama şurası hakikattir ki ashâb, Peygamberimizin her sözünü ve her davranışını vahiy olarak algılamıyorlardı; burası kesin. Onların bu sorusuna Peygamberimiz de: O ne biçim soru, benim her sözüm ve davranışım vahiydir” diye cevap vermemişti. Tam tersine, meselâ Bedir’deki savaş için konuşlandığı yer hakkında kendi görüşü olduğunu söylemişti.

6- Kur’an’ın emri gereği Rasulullah (s.a.s.) önemli işlerde ashâbıyla istişare ederdi. Ve bazen istişare ettiği kimselerin çoğunluğunun görüşü, kendi görüşünün zıddı olurdu. Peygamberimizin İstişaredeki çoğunluğun görüşünü uygulaması, kendi görüşünün vahiy olmadığı anlamına geliyordu. Hakkında vahiy olan bir konu istişare edilmez, edilse bile vahye ters uygulama olmaz. Meselâ, Rasulullah Uhud savaşını müdafaa harbi olarak mı, hücum harbi olarak mı yapmalarının daha iyi olacağı konusunda ashâbıyla istişarelerde bulundu. Ve kendi isteğine zıt olduğu halde, ashabın gençlerinin görüşleri doğrultusunda karar aldı. Eğer kendi isteği vahiy ise, ashâbına vahyin zıddını tercih etme hakkı verir miydi, verebilir miydi? Vahyin zıddına hareket hakkı var mıdır mü’minlerin?

7- Ashâb, az sayıda da olsa, bazen Peygamberimize itaat etmede istekli olmamışlar, belirli bir süre içinde de olsa itiraz edip itaat etmedikleri olmuştur. Hudeybiye’de tıraş olmaları ve ihramlarını çıkarmaları emrinde olduğu gibi. Hz. Ebubekir ve Ömer gibi seçkin ashabın da böyle yaptığı değerlendirilince, Allah’ın razı olduğu bu öncü şahsiyetlerin vahye itaatsizlik yaptıkları değil, onların Peygamberimizin içtihadına karşı çıktıkları yorumu daha isabetlidir. Demek ki ashab, Peygamberimizin her sözünü ve uygulamasını vahiy olarak görmüyordu.

8- İlk dönem vahiy algısına İbn Abbas'ın anlayışı örnek verilebilir. Kendisine “Tercümanu’l Kur’an” denilen ashâbın en âlimlerinden biri olan Abdullah ibn Abbâs (ö. 68/687) bu konuda bakın ne diyor: Kûfe’ye yerleşmiş Taifli sika hadisçi Abdulaziz ibn Rufey’ (ö. 130/747) ondan şu hükmü işitmiştir: “Lâ vahye illâ’l-Kur’an / Kur’an’dan başka vahiy yoktur.”[50]

9- Hz. Ali: “Bende Kur’an’dan başka bir vahiy yok” diyerek vahyin Kur’an’dan ibaret olduğunu dolaylı olarak belirtmiştir.[51]

10- Hadis yazmak isteyen bazı sahabîler, arkadaşları tarafından durdurulmuş ve onlara Hazreti Peygamberin hadis yazmaya izin vermediği hatırlatılmıştır. Zeyd İbn Sâbit'in, bu yasağı hatırlatarak Muâviye'yi hadis yazmaktan menetmesi, aynı konuda rivayet edilmiş çeşitli haberlerden bir örnek teşkil eder.[52] Bu son olay, Nübüvvetin ilk yılları değil, Muâviye’nin Mekke’nin fethinde Müslüman olduğu kesin olduğu için çok sonralarıdır, Zeyd bin Sâbit gibi önde gelen bir sahâbi, demek ki, hadis yazımını devamlı bir yasak olarak kabul ediyordu. Peygamberimiz hadis yazımı konusunda şunları söylemiştir: “Benden Kur’an dışında hiçbir şey yazmayın. Kim benden Kur’an dışında bir şey yazmışsa imha etsin.”[53] “Biz hadis yazarken Hz. Peygamber yanımıza geldi ve “yazdığınız şey nedir?” dedi. “Senden işittiğimiz hadisler (sözler)” dedik. Hz. Peygamber şöyle dedi: “Allah’ın kitabından başka kitap mı istiyorsunuz? Sizden evvelki milletler Allah’ın kitabı yanında başka kitaplar yazdıkları için yoldan çıktılar.” [54] “Allah elçisinden sözlerini yazmak için izin istedik, bize izin vermedi.”[55] “Sahabe Allah’ın elçisinden sözlerini yazmak için izin istediler. Ancak onlara izin verilmedi.”[56]

11- Peygamberimiz, eğer hadisler vahiy ise onları yazdırarak koruma altına almamıştır. Ondan daha önemlisi Müslim’in rivayet ettiği hadiste “Kim Kur’an dışında bir şey yazdıysa yazılanların tümünü imha etsin” demiştir. Peygamber, hiç vahyi imha ettirir mi? Peygamber vahyi korumazsa, hele bir de imha ettirirse, böyle peygamber olur mu? Böyle peygamber olursa, imha ettirdiği vahiy olur mu 

12- Peygamberimizin her konuştuğu vahiy ise, bu, resul'ü insan olmaktan çıkarmak anlamına gelir. O, kendisine vahiy monte edilip programlanmış bir robot kabul edilmiş olur. Bu takdirde onun aynen bizim gibi beşer olduğunu vurgulayan ayetleri yok saymak gerekir.

13- Rasul beşer olması hasebi ile bazı konularda yanlışlar yapmış ve vahiy ile doğrultulmuş, şiddetli bir şekilde uyarılmıştır. Rasûlullah’ın vahiyle bazı davranışları ve sözleri düzeltildiğine göre, onun sözleri ve davranışları vahiy ise; vahiy yanılmış, vahiy vahyi düzeltmiş olur. Peki, o düzelten vahye nasıl güvenilecek? Düzeltilen vahy yanıldığına göre, düzelten vahyin yanılmadığı nasıl kabul edilecek? Hiç vahiy yanılır mı, ya da yanılan şey vahy olur mu? Bir şey hem Allah’tan gelecek, yani Allah’ın vahyi olacak, hem de yanılacak; bu Allah’ın vahyini, o vahyi gönderen Allah’ı âciz gösteren büyük bir iftira olmaz mı? Resulün kimi uygulamalarını bilahare eleştirip düzelten Kur’an ayetleri dikkate alındığında, Allah’ın önce Peygamberi yönlendirip böyle yaptırdığı, daha sonra da uyarıp neden böyle yaptın diye eleştirdiği iddia edilmiş olur ki, bu büyük bir çelişki olur.

14- Necm sûresi 4. Âyetinde geçen “O vahyedilenden başkası değildir” ayeti, nice âlimlerin de ifade ettiği gibi, Kur’an ile ilgilidir. “O” zamiri Kur’an’a râcîdir. Yani Kur’an vahiyden ibarettir, anlamına gelir. Yoksa, “o ne konuşuyorsa vahiydir” diye anlaşılırsa, günlük hayatla ilgili konuşmaları, eşleriyle özel konuşmaları da mı vahiy kabul edilecek? Dinle ilgili konuşmaları denilecek olursa, peygamberimizin sözlerinden ve yaptıklarından hangileri din, hangileri özel ve dünyadır, bunu kim nasıl ayıracaktır? Kaldı ki, dinle ilgili bir söz söylerken her sözü vahiy olarak konuşmak zorunda olan, her soruya cevap vermek için vahyin gelmesini bekleyen ve bekleten bir kimsenin hayatı makineye, robota benzemez mi? Böyle bir makine, insana nasıl güzel örnek olur?

15- Beşerî olan, bize ulaşması açısından zan ve şüphe içeren sözler lâ raybe fîh olan vahiyle eşit tutulabilir mi? Vahiyde şek ve şüphe olur mu? Vahyin zayıfı, uydurması olur mu? Vahy olan ifade, acaba şu kelime ile mi söylendi, bu kelime ile mi diye tereddüt edilir mi?

16- Rasûlün konuştukları gayr-i metluv vahiy olduğu kabul edilince, özellikle tasavvufun önde gelenleri, kendi söz ve yazılarının da vahiy gereği olduğunu ileri sürebilmişler, vahy- i gayr-i metluv kapısının açılmasıyla kendi görüşlerini Allah’ın vahyi gibi halka sunmuşlardır. Celâleddin Rumî ile Said Nursi’yi bu konuda örnek verebiliriz. İskender Evrenesoğlu gibiler de işi daha belirgin hale getirmiş, kendisine vahiy olarak kitap indiğini çevresine inandırmış, kameralar karşısında vahiy alma(!) gösterilerinde bulunmuştur.

17- Korunmamış kimi haberlerin/iddiaların Allah sözüymüş gibi aktarılması dinin zan ve şüpheye dayandığı gibi bir imaj doğuracaktır. Beşerî olanın ilahileştirilmesine yol açacaktır. İkisi de vahy denilerek sünnetin Kur’an’ı neshedebileceği, sünnetin merkeze alınıp Kur’an’ın te’vil edilebileceği, uygulamada hadislerin merkeze alınıp temel kabul edileceği, Kur’an’ın da daha geriye atılabileceği anlayışını oluşturduğundan, dolayısıyla Kur’an’ın mehcur bırakıldığı bir duruma sebep olunmuştur.

18- Allah biraz sonra değiştireceği emri niye versin? Allah geleceği de bildiğine göre niye vahiy vahyi iptal etsin? Vahiy, vahyi iptal etmez. Vahiy, vahiyleri tasdik eder. Allah'ın son peygamber’e indirdiği vahyi, O'nun hükmü kıyamete kadar geçerli değil midir?

19- Ashab, Peygamberimizin söz ve davranışlarını vahiy olarak algılamıyorlardı. Eğer vahiy olarak algılasalardı, Kur’an ayetleri için gösterdikleri özen ve gayreti hadisler için de gösterirlerdi. Gecelerini gündüzlerine katarak onları da ezberlemeye çalışır, Rasulullah’ın (s.a.s.) ağzından çıkacakları kaçırmamak için dizinin dibinden ayrılmazlardı ve Kur’an için dediklerini bunlar için de söylerler; “işittik ve itaat ettik” derlerdi. Ve biz de “bu rivayetlere vahiy demeyelim” diye teklif etmezdik, edemezdik.

20- Eğer hadisler de vahiy ise, bilerek veya bilmeyerek, Rasul ve ashâbı, gelen vahiylere ilgisiz kalmakla, onların yazılmasını istemeyerek, onların yok olmasına göz yummuş olmazlar mıydı? Rasul, Allah’ın vahyi karşısında taraf tutmuş, ayrıcalık yapmış, bazısını gerekli, bazısını gereksiz görmüş olmaz mı? Rasul, gelen tüm vahiyleri titizlikle koruyup toplumuna ulaştırmışken, hadisler vahiy ise niye bunlara Kur’an’a karşı gösterdiği ilgiyi göstermemiştir?

21- Vahiy kâtipleri hadisleri niye yazmıyordu? Hadisler vahiy ise, bunlar da Vahiy kâtibi ise, onları da yazmaları gerekmez mi idi? Hadisler vahiy ise Rasulullah vahyin bir kısmını (Kur’an’ı) yazdırdığı halde, diğer vahiyleri niye yazdırmıyordu? Vahiy olan Kur’an’ı ezberlettirdiği gibi diğer vahyi (hadisleri) niye ezberlettirmiyordu? Tam tersine, hem Peygamberimiz zamanında ve hem de dört halife döneminde hadislerin yazılması yasaklandı.

22- Haydi, diyelim; Rasul ve ilk Müslümanlar vahye karşı böyle bir (hâşâ) zaaf gösterdiler, madem hadisler vahiy idi, o zaman Allah kendi vahyini niçin korumadı? Kur’an vahyini korumak için, onun yerine ulaşmasını engelleyenler için tehdit üstüne tehdit savuran Yüce Rabbimiz, eğer Rasulün sözleri (bir kısmı da olsa) vahiy ise, onların insanlara ulaşmamasına, kaybolmasına, niçin müdâhale etmemiştir? Allah’ın kendi vahyini korumaması veya vahiyleri arasında ayrım yapması mümkün olabilir mi?

23- Rasulün sözleri de vahiy olsaydı, Kur’an ayetleri için gösterilen gayretin, özen ve titizliğin aynısını onlar için de göstermezler miydi? Ne yazıya geçirdiler, ne ezberlediler, ne öğretmek için özel öğretmenler ve özel ortamlar oluşturdular, ne de ileriye yönelik Müslümanlara bir tavsiyede bulundular. Kur’an ayetleri karşısında “işittik ve itaat ettik” dedikleri halde, Rasulün sözleri karşısında aynı şeyleri yaparlardı. Kendi fikirlerini söylediler, istişarelerde bulundular, bazen de itiraz ettiler.

24- Rasulün söz ve uygulamaları vahiy olsaydı, Allah’ın bunların bazılarını desteklemesi, bazılarına da karşı çıkıp düzeltmesi sözkonusu olmazdı. Her ikisi de vahiy olduğuna göre bu, Allah’ın kendisini tasdik etmesi veya tekzip edip düzeltmesi anlamına gelirdi ki, bu durum Allah inancını temelden sakatlayan bir anlayış ortaya çıkarırdı. Bu da Kur’an’ın temel iddialarıyla çelişirdi. O yüzden Kur’an dışı vahiy yoktur, olamaz.

25- Vahiyler, bütün insanlara tebliğ edilmesi gereken hakikatlerdir “Yâ eyyuharrasûlu belliğ mâ ünzile ileyke min rabbik. Ve in lem tef’al femâ bellağte risâleteh” / Ey rasûl, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer tebliği görevini yapmazsan, risâlet görevini yapmamış olursun.”[57] Belli bir kişi veya zümreye tahsis edilen, bütün ümmete ulaştırılması istenmeyen hususlar vahiy olamaz.

26- Vahiy, Allah’a ait kelâm, yani İlâhî sözlerdir. Peygamberin zihninde ortaya çıkan kendi beşerî kelamı değildir.

27- Hz. Peygamber’e ait sözleri vahiy kabul etmek; “İn hâzâ illâ kavlu’l-beşer / Bu, insan sözünden başka bir şey değildir.”[58] diyen ve Kur’an’da reddedilen müşriklerin iddialarıyla benzer bir sonuca götürürdü.

28- Nice çalkantı ve zulümlere sebep olan ve tarihin derinliklerinde kalmış bulunan meşhur konuyu hepimiz biliriz: “Kur’an, Allah kelâmıdır, Allah’ın kelâmı ise O’nun sıfatıdır ve dolayısıyla mahlûk değildir.” Hadisler de vahiydir diyenler, aynı iddiayı hadisler için de yapabilirler mi? Peygamberimizin sözleri de mi mahlûk değildir?

29- Tevhid; Allah’ı; zâtında ve sıfatlarında tek kabul etmek, O’na zâtında ve sıfatlarında ortak, eş, benzer kabul etmemektir. Hadisler de ayetler gibidir demek tevhidle bağdaşır mı? Biri Rab, biri kul olarak Allah ve Rasul nasıl birbirinden çok farklı ise, Allah’ın kelâmı ile Rasul’ün sözü de, yani âyet ve hadis de birbirinden çok farklıdır, benzer kabul edilemez. İkisi de vahiy ise, ikisine de aynı muâmele yapılması gerekir. Hâlbuki hadisleri namazda kıraat olarak okuyamayız. İbadet niyetiyle ve makamla okuyamayız.

30- bir rivayette yer alan ve Rasul’e ait olduğu ifade edilen söz ya da amelin arkasında velev ki Allah'ın ona yönelik ilhamı bulunsun, Allah (c.c.) tarafından korunmuş Kur'an'da yer almadıkça bu ilahi ilişki ve yönlendirmeden emin olamayız. Ancak aktarılan söz ya da amel Kur'an'a uygunsa Rasule ait olduğu galip zannıyla onunla amel edersek inşallah Resule itaatin ecrini alırız. Bir de şu husus önemlidir; "gayr-i metluv"culara sormalıyız, arkasında "gayri metluv vahiy" ya da "ilham" olmadıkça Resulün Kur'an hükümlerinden hareketle yaptığı içtihadına, dini tavsiyelerine, emirlerine itaat etmeyecek misiniz? Hâlbuki, emin olmadığımız zanlarla arkasında "vahy-i gayri metluv" ya da "ilham" olduğunu iddia ederek değil, sadece Rasul yaptığı ve söylediği için onun din konusunda yaptıklarını yapmalı, emirlerine itaat etmeli değil miyiz? O halde, gaybı taşlayarak Rasul’ün yapıp ettiklerinin arkasında zanna dayalı ilahi yönlendirmeler aramak yerine, "Allah'a ve Resulüne itaat edin" ilahi emri gereğince, arkasında Kur'an dışı ilave bir vahiy aramadan, sadece Rasulullah yaptığı ve söylediği için ona itaat etmenin Kur'an'a itaat gibi farz olduğunun bilinciyle hareket etmeliyiz.

Din kuralları koyan vahiy, Kur’an’da toplanmıştır. Ancak, Kur’an dışında, Allah ve Resulü arasında tabii ki (din vazetme anlamında olmayan) bir ilişki söz konusu olabilir. Rasulullah ile Allah arasındaki Kur’an vahyi dışındaki bu muhtemel ilişkinin bizi bağlayıcılığı ise, ancak bilâhare Kur’an’a yansıyarak olur. Yahut da Rasulün bir içtihadı ya da uygulaması haline dönüşerek bize ulaşırsa bizi bağlayıcı hale gelir. Bunda dahi, arkasında zanna dayalı böyle bir iddia (yani Allah'ın Kur'an dışı ilhamla yönlendirmesi) olduğu için değil, sadece Resulün din konusundaki bir içtihat ve uygulaması olduğu için ve Kur’an gereğince bağlayıcılığı vardır. Rasulullah’ın bütün yapıp ettiklerinin vahiy olduğunu (vahy-i gayri metluv) iddia etmek, hem Kur’an’a aykırı, hem Allah’ın din konusundaki ve gayb haberleriyle ilgili vahyi Kur’an’da toplanmışken, bunların bir kısmının Rasulullah tarafından Kur’an’a koydurulmayıp gizlendiği, ya da sadece birkaç kişiye söylendiği gibi bir iftira olur ki, bu risâlet görevinin tam anlamıyla yerine getirilmediğini iddia etmek anlamına gelir.

 

Rasulullah’ın Hüküm Koyması

Sünnet, Allah Rasûlü'nün, ümmetine örnek olmak üzere ortaya koyduğu uygulama, dini doğru anlama ve yaşamada örnek alınacak davranışlar bütünüdür. Sünnet, Kur'an'ın yaşanmış en doğru tefsiri, İslâm'ın pratik ve örnek tatbikidir. Peygamberimiz tefsir olunmuş canlı bir Kur'an’dı, yaşayan bir İslâm’dı. Hz. Âişe (r.a.) anamızın meşhur sözünü hatırlayalım. Ona Hz. Peygamber'in ahlâkından sorulunca şöyle cevap vermişti: "O'nun ahlâkı Kur'an'dı."[59] Kur'an ve sünnet bir bütünlük arzetmektedir. Sünnet bir taraftan delil olma özelliğini Kur'an'ın onayından almakta, öbür taraftan da Kur'an'ın beyânı, onun açılımı, fiilî hayata geçirilişi olmaktadır.

İnsanlar arasından seçilmiş rasûllerin görevleri, diğer elçilerden farklıdır. Şu âyet onların işlevini en güzel bir şekilde açıklamaktadır: “Nitekim, kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi tezkiye eden (temizleyen), size Kitabı ve hikmeti öğreten ve size bilmediklerinizi öğreten rasûller gönderdik.”[60] Rasûller, açık deliller ile gelirler. Yanlarında İlâhî adâletin ölçüsü vardır. Kitab'ı ve onunla gelen gerçekleri mü’minlere öğretirler. Gücün, kuvvetin ve malın nasıl kullanılacağını bildirirler. Allah (c.c.), bu anlamda insanlardan kimin peygambere tâbî olup ona yardım edeceğini, kimin onun dâvetine uyup uymayacağını imtihan etmektedir.[61]

Mü’minler, peygamberlerin tümüne iman ederler. Peygamberlere itaat etmek Allah’a itaat etmektir.[62] Peygamberler bir şeye hüküm verdikleri zaman mü’minler "işittik ve itaat ettik" derler. Son Peygamber’e iman eden mü’minler, O’nun herhangi bir konuda verdiği hükme itirazda bulunmazlar ve O’nun verdiği hükme teslimiyetle rızâ gösterirler.[63]

Mü’minler, Allah’ı sevdikleri için son Peygamber’e uyarlar, onu tâkip ederler.[64] Peygamberler, insanlar için seçilmiş en güzel örneklerdir.[65] Mü’minler, Peygamber’in getirdiği her şeyi almak, yasakladığı her şeyden de kaçmak zorundadırlar.[66]

Kur’an’ın Peygamberimiz’e yüklediği görevlerden biri vahyi/mesajı okuma ve beyan/açıklamadır “Ve Biz sana da bu Kitabı indirdik ki, kendilerine indirdiğimiz mesajı onlar(ın anlaması, yaşaması) için beyan edesin ve onlar da böylece belki düşünürler.”[67] Peygamberimiz, beyan görevini ya eyleme dönüştürülerek açıklanması gereken mesajları eylemle açıklamak veya eylemi desteklemek amacıyla veya farklı konularda söylemle açıklayarak eksiksiz yerine getirmiştir.

Bazı insanlar, Kur’an’cılık/mealcilik yaparak Kur’an adına sünneti reddetmeye kalkmışlardır. Bu tavır, öncelikle Kur’an’ın reddettiği bir tavırdır. Son Rasûl de diğer şerefli elçiler gibi, yalnızca mektup getiren postacı benzeri, yani sadece mesajı (vahyi) getirip haber veren kimse değildir. O, vahyi getirip haber verir, onu tebliğ etmek için çaba sarf eder ve o vahyi bizzat uygular. Daha doğrusu vahyin hedefini bizzat yaşayarak gösterir. Mü’minler O’na bakarak müslümanlığı nasıl yaşayacaklarını ve Allah’ın kendilerinden ne istediğini öğrenirler.

Sünnet nedir? Bu konuda da ifrat ve tefrit olarak iki aşırı yaklaşım sözkonusudur. Peygamberimizin her davranışının sünnet olduğunu savunmak veya sünnet denilince birkaç davranış ve şekilsel özelliği anlamak, ya da daha ileri giderek sünneti dışlamak. Peygamberimiz, kendisinin her davranışının sünnet sayılmaması gerektiği ile ilgili açıklamalar yapma ihtiyacını duymuştur.[68] Peygamberimiz de bizim gibi bir insandı. Onun da beşer olarak, Arap toplumunun miladî 7. asırda yaşayan bir ferdi olarak yediği, giydiği ve yaşadığı bazı şeyler vardı ki, bunlar dinî bir amaçla yapılmamıştı. Meselâ Peygamberimiz sıcak iklimde yaşayan bir kimse olarak kavminin diğer insanları gibi hiç çorap giymemiştir. Çorap giymemek sünnet olarak kabul edilemez. Bir eş olarak hanımlarının bazı tavırlarına gücendiği için, bir kimsenin eşine gücenmesi sünnet olarak değerlendirilemez.

Rasûlullah’ın hüküm koyması ve o hükümlere uyulması gerektiğiyle ilgili âyetleri görelim:

"Allah ve Rasûlü bir konuda hüküm verdiği zaman artık mü’min bir erkeğin veya kadının o işi kendi isteklerine göre seçme yapmaya (farklı bir alternatif arama) hakkı yoktur. Zira kim Allah'a ve Rasûlüne karşı gelirse apaçık bir dalâlete/sapıklığa düşmüş olur."[69]

"Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Rasûlüne dâvet edildikleri zaman mü’minlerin cevabı "işittik ve itaat ettik" sözünden başka bir şey olmaz. Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat eder, Allah'tan korkar ve O'nun azâbından korunursa, işte sonunda kazanacak olanlar onlardır. Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat eder, Allah’a saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, işte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir." [70]

"Hayır! Rabbine andolsun ki, onlar aralarındaki ihtilâflı konularda seni hakem yapıp, sonra da içlerinde hiçbir hoşnutsuzluk duymadan senin verdiğin hükme boyun eğip tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." [71]

 

Peygamberimizin Hükümleri, Kur’an’dan Bağımsız mıdır?

Peygamberimizin hükümleri, sünneti, Kur'an'dan bağımsız değildir. Ya Kur'an'daki hükümlerin izahı veya Kur'an'daki hükümlere kıyasla, Kur'an'dan yola çıkarak Rasulullah'ın ortaya koyduğu uygulamalardır. Yönetimle ilgili olarak; "Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler"in hükmü Kur'an'da vurgulanır.[72] Diğer hükümler câhiliyye hükmü olarak damgalanır. Rasulullah da Kur'an kanunlarına tâbi olmuş, o kanunları uygulamıştır. Rasulullah'ın hükümleri/kanunları da Kur'an'dan direkt veya endirekt alınmadır. Peygamberimizin hükümleri/kanunları Kur'an kanunu (onun açılımı, onun günlük hayata yansıması) olduğundan, Kur'an başka kanunlara kapısını tümüyle kapatır: "O, hiç kimseyi hükmüne (kanunlarına) ortak yapmaz."[73]; "Hüküm (kanun koyma yetkisi), ancak Allah'ındır."[74]; Bu iki âyet, mutlak olarak hüküm hakkına sadece Allah’ın sahip olduğunu bildirir. “İnsanlar arasında Allah’ın sana gösterdiğine göre hükmedesin diye hakkı içeren kitabı sana indirdik; hainlerden taraf olma!”[75] Bu âyet, Kur’an’ın ve Rasulullah’ın temel fonksiyonlarını belirtir. Bu âyet, Rasûlullah’ın nasıl hükmettiğini açıklıyor. Rasul, Allah’ın Kitapta gösterdiği şekilde hükmetsin diye Allah, Kitabını göndermiştir.

Bu ayet, mutlak hüküm koyma hakkının son tahlilde yalnızca Allah’a ait bir hak olduğunu gösteriyor. Peygamberimiz “sünnet” dairesinde hüküm koyma yetkisine sahip ise, bu, Allah’ın ona verdiği bir yetkidir ve Allah’ın ona gösterip öğrettiği gibi hükmetmek zorundadır. Hüküm konusunda Peygamberimizin (s.a.s.) durumu bu iken, diğer insanların durumu, kendi başlarına hüküm koymaya kalkışmaları ne ile izah edilebilir.

 

Rasûl’e İtaat Gerekir, Ama Nebî’ye İtaat Gerekmez Görüşü

Peygamberimizin bazen nebî, bazen rasûl durumunda olduğunu, “rasul” olduğunda, ona itaat gerektiği, böyle bir konumda yanlış ve hata yapmadığı, mü’minleri bağladığı; ama nebî olduğu zaman böyle olmadığı, nebî olduğunda hata ve yanlış yapabileceği için o zaman ona itaat etmemizin gerekmediği ifade edilmektedir. Kur’an’da rasul ve nebî kelimelerinin kullanılışından bu anlaşılıyor demektedirler. Bu görüş, gittikçe yaygınlaşmakta ve kabul görmektedir. Bu anlayışın sünnete ve Peygamberimizin fonksiyonuna yönelik ciddi problemlere sebep olduğu ve ileride sünneti tümüyle reddeden büyük yanlışların adımı olacağı görülmektedir. Bu görüş, her şeyden önce yanlıştır. Kur’an’dan böyle bir anlayış çıkmaz. Tam tersine, Kur’an “Nebî”ye itaati emretmektedir. 

 

Nebî Kavramıyla İtaatin İstendiği Hususunda Âyetlerden Deliller   

  • 7/A’râf, 157

“Onlar, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları Resûle, o ümmî nebîye ittibâ edip uyan kimselerdir. O, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten alıkoyar. Onlara iyi ve temiz şeyleri helâl, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağır yükleri ve zincirleri kaldırır. Ona iman edenler, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (7/A’râf, 157)

Bu âyet, (aşağıda başka örnekleri gibi) hem rasulullah’ın aynı zamanda nebî olduğunu gösteriyor. Hem de o rasul-nebi’ye tâbi olup uyanların kurtulaşa erenler olduğu vurgulanıyor. “Er-Rasûl en’Nebiy” bileşik iki sıfattır; daha doğrusu isim-sıfattır.  Yani o, rasul-ümmî olan nebî …  anlamına gelir. 

  • 7/A’râf, 158

 “(Ey Muhammed!) De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, yer ve göklerin hükümranlığı kendisine ait olan Allah’ın hepinize gönderdiği rasûlüyüm. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, diriltir ve öldürür. O hâlde, Allah’a ve O’nun sözlerine inanan Resûlüne, o ümmî nebiye iman edin ve ona ittibâ edip uyun ki doğru yolu bulasınız.” (7/A’râf, 158)

Âyetin sonundaki ifadeyi tekrarlayalım: “Resûlüne, o ümmî nebiye iman edin ve ona uyun ki hidâyeti/doğru yolu bulasınız.” Muhammed aleyhisselâm’ın ve diğer bazı peygamberlerin hem nebi ve hem rasul olduğunu belirten, dolayısıyla aynı şahsın birbirini tamamlayan iki ayrı ve birbirinden ayrılmayan özellik ve görevini anlatan rasullük ve nebîliğin aynı şahsın özellikleri olduğunu ve aralarında herhangi bir farkın olmadığını görüyoruz. Mü’minlerin hidayete ermeleri için Allah’ın rasulüne, o ümmî nebiye iman edip ittiba etmeleri, o nebiye tâbi olup uymaları gerekiyor. Bu âyet aynı zamanda nebî ve rasûl ayrımının genelde ve özellikle Muhammed aleyhisselâm’la ilgili özelde doğru olmadığını da içeriyor.

  • 2/Bakara, 213

 “İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak nebîler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere kitapları hak olarak indirdi. Kendilerine apaçık âyetler geldikten sonra o konuda ancak; kitap verilenler, aralarındaki kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenleri, kendi izniyle, onların hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe iletti. Allah, dilediğini doğru yola iletir.” (2/Bakara, 213)

Bu âyette Nebîlerin insanların ihtilaf ettiği şeyler hususunda aralarında hüküm vermek üzere kendilerine kitap verilen nebîler gönderildiğini ve o nebîlerin aynı zamanda (itaat edenleri) müjdeleyen, isyan edenleri uyarıp korkutan özelliğe de sahip oldukları ifade ediliyor. Nebîlere hüküm vermek üzere kitap indirilmiş ise, onlara iman eden kimselere de kitapla aralarında hükmeden nebîlerine itaat etmek düşer.

  • 33/Ahzâb, 45-46

“Ey Nebî! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı; Allah’ın izniyle kendi yoluna çağıran bir davetçi ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik.” (33/Ahzâb, 45-46)

Nebî, bu âyete göre nebî, Allah’a davet ediyorsa, Allah’a davet eden nebî’ye itaat edilmez mi? İtaat edilmez ise, bu itaatsizlik Allah’a itaatsizlik olmaz mı?

  • 49/Hucurât, 2

 “Ey iman edenler! Seslerinizi, Nebî’nin sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, ona yüksek sesle bağırmayın, yoksa siz farkına varmadan işledikleriniz boşa gider.” (49/Hucurât, 2).

Mü’minlerin seslerini Nebî’nin sesinden yükseltmesi yasaklanıyor. Sesin yükseltilmesi; onun sesini, onun dediğini, onun emrini bastırmaya çalışmak olarak ele alınmış; dolayısıyla Nebî’nin bir dediğini iki etmek, tekrar söyletmemeye çalışmak, onun emrine karşı farklı bir alternatif ileri sürmemek ve ona itaat etmek demektir. Bütün bunlar, Nebî’ye itaati farz kılmaktadır.

  • 5/Mâide, 44

 “Şüphesiz Tevrat’ı biz indirdik. İçinde bir hidayet, bir nur vardır. (Allah’a) teslim olmuş nebiler, onunla yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rabb’e adamış kimseler ile âlimler de öylece hükmederlerdi. Çünkü bunlar Allah’ın kitabını korumakla görevlendirilmişlerdi. Onlar Tevrat’ın hak olduğuna da şahit idiler. Şu hâlde, siz de insanlardan korkmayın, benden korkun ve âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” (5/Mâide, 44)

Bu âyette geçen nebîlerin özelliklerine bakılınca, onlara itaat etmek gerekmez diyebilir mi objektif ve insaflı bir insan?

  • 33/Ahzâb, 59

 “Ey Nebî! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söyle, bedenlerini örtecek elbiselerini giysinler. Bu, onların tanınıp incitilmemelerine de daha uygundur. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (33/Ahzab, 59)

Nebî’nin, ailesiyle birlikte mü’min kadınlara tesettüre uygun şekilde giyinmelerini emretmesi, ona itaat edilmesi için çok açık bir delildir. Burada Nebî’ye itaatsizlik, Allah’a itaatsizliktir.

  • 2/Bakara, 177

“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve nebîlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah’a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir.” (2/Bakara, 177)

“…men âmene billâhi vel yevmil âhırı vel melâiketi vel kitâbi ven nebiyyîn(nebiyyîne)” Bu âyette iyiliğin tanımı olarak bildirilen “Nebîlere İman”, onların varlığına ve Nebî olduklarına iman etmekle kâfi kabul edilen, herhangi aktif bir tavırsızlıktan öte; onlara itaat etmeyi vurgulayan bir uyarıdır. Nebîye iman, nebinin Allah’tan getirdiği mesaj veya Allah adına verdiği hüküm hakkında ona güvenip teslim olmayı gerektirir.

  • 19/Meryem, 54

“Kitap’ta İsmail’i de an. Şüphesiz o, sözünde duran bir kimse idi. Bir resûl, bir nebî idi.” (19/Meryem, 54)

İsmail (a.s.) rasul-nebî idi. Allah ona rasul-nebî dediyse, o bazen sadece rasuldür, bazen sadece nebidir denilebilir mi? Bu konuda diğer nebilerin (diğer rasullerin) bu vasıflarının ayrılacağına dair nasıl bir delile sahipler?

  • 4/Nisâ, 115

“Kim, kendisine hidayet (doğru yol) besbelli olduktan sonra Rasul’e karşı çıkar, mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir.” (4/Nisâ, 115)

Rasûlullah’tan bu yana gelen ashabın ve bize kadar her kuşaktan âlimlerin, müctehidlerin hiçbirinin böyle bir ayrıma gettiğine şahit değiliz. Tehdide dikkat çekiyoruz: mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız.

  • 33/Ahzâb, 40

 “Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah’ın Resûlü ve nebîlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (33/Ahzâb, 40)

Bu âyette de Muhammed aleyhisselâm’ın hem Allah’ın rasûlü ve hem de nebîlerin sonuncusu olduğu vurgulanıyor. Yani, Allah ona hem rasul ve hem nebî diyor. Bu ikisini birbirinden ayırmak ve onu bazen sadece nebi, bazen sadece rasul kabul etmek, hangi delille mümkün oluyor?

 

Cehâlet Mâzeret mi, Değil mi?

“Cehâlet”: Bilinebilecek durumda olan dinî esasları bilmemek veya bilebilecek kabiliyette olan bir kimsenin bilgisizliği ya da akıl ve idrâk sahibi bir kimsenin dinî esasları bilmemesi diye tarif edilir. “Mâzeret” ise; yapılması veya sahip olunması gereken bir hususta öyle yapmamayı veya olamamayı câiz kılan gerekçe(ler)dir.

Cehâlet, esas olarak akide, yani inanç esasları yönüyle değerlendirilir. Amel konularında ise, o yapılacak iş zarurat-ı diniyyeden ise, yani dinin herkes tarafından bilinmesi gereken temel hükümlerinden ise, cahillik mazeret sayılmaz. Ama, ayrıntılarla ilgili ve ilmî delillerini bilmek ise bu konuda mazeret söz konusu olabilir. Amelle ilgili dinin farzlarını, haramlarını bilmemek mazeret olmaz. Bir kişi, bir adam öldürse, mahkemeye çıkınca “ben adam öldürmenin suç olduğunu bilmiyordum” dese, “madem bilmiyordun, öyleyse haydi git” der mi hâkim? Aynen böyle, kişi namaz kılmasa veya içki içse, Allah “niye namaz kılmadın?” veya “niye içki içtin?” diye sorunca, “bunların suç olduğunu bilmiyordum” deyince “madem bilmiyordun, öyleyse bir ceza vermiyorum” denilmesi beklenemez. Öyle olmuş olsa, bilenlere zulmedilmiş olunur. Bilenler bir suç işleyince cezalandırılacak, bilmeyenler ise affedilmiş olacak. Bilmeyenler, cahiller kazançlı çıkmış olacak. Hâlbuki dini önemsemediği, haramı ve helalı öğrenmediği için bir suç işlemiş, haram işlediği için ayrı bir suç işlemiş olacaktır bilmeyen kişi.

Akaidi ilgilendiren ana konular yönüyle cehalet konusunda herkes için aynı şekilde hüküm vermek doğru olmaz. İnsanın konumuna, içinde yaşadığı ortama ve devletin yapısına bakmadan “cehâlet mazerettir” veya “değildir” demek olmaz. Eğitimli bir kimsenin, sözgelimi Lise mezunu bir insanın imanı-küfrü bilmemesi ile, kendini yetiştirmemiş, eğitimsiz birinin, okuma-yazması bile olmayan meselâ bir ev hanımının bilmemesi arasında fark vardır.

Bir hadis rivâyetine göre Rasûlullah (s.a.s.) hutbede şöyle buyurdu: “Ey insanlar, bu şirkten sakınınız. Muhakkak ki o, karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.” İçlerinden birisi: “Ey Allah’ın Rasûlü, karıncanın kımıldamasından daha gizli olduğu halde böyle bir şirkten nasıl sakınabiliriz?” “Ey Allah’ım, bile bile sana herhangi bir şeyle şirk koşmaktan yine Sana sığınırız. Bilmediğimiz şeylerden de Senden mağfiret dileriz’ deyin” buyurdu. [76]

Gördüğümüz gibi Rasûlullah bizlere şirkin birisi bi­zim tarafımızdan bilinen, diğeri bize gizli kalan olmak üzere iki çeşit olduğunu öğretmek istemiş ve bizleri bilmediğimiz ve düşme ihtimalimizin olduğu şirkten do­layı Allah'tan mağfiret dilememizi emretmiştir. Kesin­likle biliyoruz ki, Rasûlullah (s.a.s.) bizlere ancak yüce Al­lah'ın mağfiret edeceğini belirttiği şeylerin mağfiret edilmesinin istenebileceğini emreder, böyle olmayanla­rı ise emretmez. Dolayısıyla kişinin bilemeyeceği bu şirk çeşidi, Yüce Allah'ın: "Muhakkak Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez, fakat bunun dışında kalanları; dilediği kimseler için mağfiret eder."[77] buyru­ğunda kast edilen şirk değildir. Ve yine aynı şekilde bu, Şeriatın müşrik olarak nitelendirdiği kimselerin şirki de değildir. Yine bundan, câhil kişinin, bilgisizliği dola­yısıyla mâzur olduğu sahih olarak anlaşılmaktadır. Çünkü ümmet ittifakla ve ihtilâfsız olarak şunu kabul etmiştir: Eğer bir kimse, şirkin herhangi bir türünün şirk ol­duğunu açıkça görüp biliyorsa ve buna rağmen şirk olan bir sözü söyleyecek veya şirk olan bir davranışı işleyecek olursa o kişi kâfirdir, müşriktir ve (da­ha önceden müslüman ise) mürted olduğuna hüküm verilir.

Âlimlere, Allah'ın dinini insanlara ulaştırmakla kendini görevli kabul eden dâvâ adamlarına farz olan ise, bilmesi gereken şeyle­ri bilmeyen, kendisinin ihtiyaç duyduğu bilgileri öğrenememiş bulunan bilgisiz kimselere, dinde gerekli bil­giyi kazandırmaktır. Ta ki bu câhil kimseler, şirkin ve sapıklığın uçurumlarına yuvarlanmasınlar.

Çok sayıda âyet ve hadisten anlaşılacağı gibi; bilgisiz olan bir kimsenin delilden haberdâr oluncaya kadar, bilgisizliği dolayısıyla mâzûr olduğunu kabul etmek gerekir. İnsanlar kendilerine delil belir­tilmedikçe bilgisizlikleri dolayısıyla Allah yanında mâzur olabilirler; biz onların mâzur olabileceği anlayışını öne çıkarmak ve böyle kimseleri tekfirden kaçınmak zorundayız. Bu durumda olanlar Müslüman kabul edilir. Âlimlerin çoğunluğu da bu kanaattedir. Yüce Allah'ın gerçek emrinin ne olduğunu bile bile Allah'a isyanı emreden tâğutları, rab edindiğini şer'î delille tesbit etmiş olduğumuz muayyen kişiler ise bu genel hükmün dışındadır. Bir kimseye delil açıklandıktan sonra, şer'î bir bel­ge ve delil ile onun şer'î hükmü bilmiş olduğu sâbit olan ve bile bile Allah’ın hükmünü kabul etmediği kesin olan bir kimsenin kâfir olduğunda şüphe yoktur.

Biz Allah’ın kimi affedip etmeyeceğini bilemeyiz. Allah hakkında ileri geri konuşmak bize yakışmaz. Allah şirk koşmanın dışında bütün günahları bağışlayabileceğini açıklıyor. İman edip teslim oluruz. Ama her şirk bir değildir. Şirkin birçok tasnifi vardır. Küçük şirk - büyük şirk, açık şirk - gizli şirk, bilerek şirk - cehaletle şirk, mutlak şirk - ictihadî (yoruma dayalı) şirk, kesin şirk – şirk olma ihtimali olan… Bunların hepsi aynı hükme tâbi değildir.  

Herkes gücü ve imkânı oranında dinini (tevhid ve şirki) öğrenmek zorundadır. Din, öğrenme imkânı olduğu halde, kasden öğrenmeyenlere olumlu ayrıcalık vermiyor, imkânı olmayanlara kaldıramayacakları yükü yüklemiyor. Herkesin gücü ve imkânı aynı değildir. Cehaletinden dolayı müşrik kabul edilmeyen bir kimsenin durumu, öğrenme imkânı, gücü, fırsatı olmaması ile ilgilidir. Rahatlıkla öğrenme imkânı olduğu halde, önemsemediği için, gerekli görmediği için dinin asıllarını öğrenmeyen kimsenin imanından bahsedilmez. Öyle bir kişi, kendisine tebliğ yapan kimselere muhatap olduğu zaman, eğer öğrenmek istemez ve öğrendiği dinin asıllarına, kesin tevhidî esaslara inanmazsa o bilinçli olarak küfrü seçmiş olur. Mâzereti kalkmış olur. Böyle bir imkân ve ortam olduğu halde, kişinin cehaleti tercih edip tebliğe kendini kapatması, tevhid ve şirki öğrenmemesi onu mü’min olarak bırakmaz ki… O yüzden tebliğ kendisine ulaşan veya kendisi bu konuları araştırabilecek kimsenin mazereti kalkmıştır; ya iman edecek veya küfredecek. Yoksa, hiçbir şekilde cehalet ilimden daha faziletli, cehalet kişiyi cennete, ilim ise cehenneme götüren tehlike kabul edilemez. Burada, ilme imkânı olmayan kişinin mâzeretinden bahsediyoruz. Öğrenmemekten dolayı veya bilmek için gayret göstermemekten dolayı bilmemek ayrıdır, gayretine rağmen öğrenememiş, istediği halde imkân bula­mamış dolayısıyla bilememiş ve câhil kalmış olmak bambaşkadır. İslâm devletinde, devlet kurumlarından halka kadar herkesin herkese tevhidi anlattığı, en azından şirke giden yolları açmayıp tıkadığı bir ortamdan bahsetmiyoruz; öyle bir ortamda elbette cehalet mazeret değildir. Şundan bahsediyoruz: Meselâ: Şehre ve büyük yerleşim yerlerine uzak bir dağ köyünde okuma yazması olmayan veya olduğu halde, hiçbir kitap temin edemeyen ihtiyar bir kadın düşünelim. Bilmediklerini kendisine anlatacak çevresinde kimse yok. Bununla birlikte samimi bir dindar. Bildiği bütün emirleri yapıyor, yasaklardan kaçınıyor. Allah’a severek teslimiyet gösteriyor. Hiçbir âyeti inkâr etmiyor. Ama tâğut nedir, demokrasi nedir, elfâz-ı küfür nedir… bilmiyor veya yanlış biliyor. Bu kimsenin tekfir edilmemesi gerektiğini ifade ediyoruz. Bu kimse, bu şartlardan çıkar, sözgelimi bir şehre taşınırsa, evlerine bilgili bir akrabaları gelir ve ondan öğrenme imkânı olursa, şartlar değişir ve artık o kadın için mâzeret kalkar. Böyle bir durumda öğrenme imkânı olduğu veya tebliğ edilerek kendisine deliller ulaştırıldığı zaman, durum değişir. Biz durumun değişmediği, imkânsızlıkla ilgili hususlardan bahsederek onları tekfir etmenin yanlışlığını vurguluyoruz. Yoksa, mesela bir politikacının, bir gazetecinin, bir öğretmenin şirk koştuğunda “ne yapalım, bilmiyordur, bilmemek de mazerettir” deyip onu tekfirden kaçınmayı savunmuyoruz. Bu tür insanlar, bilmiyorlarsa bilmek istemediklerinden, önem vermediklerindendir.

İnsanlar uyarılmadan, kendilerine hak tebliğ edilmeden Allah onlara azab etmez. “Biz elçi göndermedikçe azap edecek değiliz.”[78]; “Bu böyledir. Çünkü Rabbin, halkı habersiz iken ülkeleri zulüm ile helak edici değildir.”[79] Tebliğ olmadan sorumluluğun bulunmayacağı ilkesi hemen hemen bütün âlimlerce kabul edilmiştir.  Burada sorumluluğun temel şartı olan 'bilme'den maksadın, daima bilfiil bilgi sahibi olma değil, bilgiye yahut bilme imkânına sahip bulunma olduğuna dikkat edilmelidir.  Nitekim Molla Hüsrev, cehâleti ıstılah olarak, bilinebilecek durumda olan dini esasları bilmemektir şeklinde tanımlamaktadır.

"Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmaz­lık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hü­kümden içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmaz­lar."[80] Hiçbir tevile yer bırakmayan bu nassı zahirî mânâsından başka bir anlama yorumlamaya iten başka bir nass da olmadığı gibi, iman ile ilgili konularda bunu tahsis eden (anlamını daraltıp, özelleştiren) başka bir delil de gelmiş değildir. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne muhalif olarak hüküm ve­rilmesini caiz görürse, bu âyetin hükmü gereğince on­dan imanın gitmesi kesinlikle söz konusudur. Aleyhinde kesin delil bulunmayan ve haktan kendisine ulaşmış ve bu konuda delil belirtilmiş bir konuda Allah'a ve Rasûlü'ne muhalefeti kesin olarak câiz gördüğü tesbit edilemeyen kişi, hakkında kâfir olduğuna dair nass olmadığı sürece kâfir olmaz. Hakkın izahı ve apaçık delilin ortaya konulmasın­dan sonra inat etmeye devam eden kişi ise, Rasûlullah'ın hakemliğini ve onun vermiş olduğu hükmü kabul etmediği için, kâfirdir.

Cehâlet, özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı yerde, avam için mâzeret olabilir.[81] Eski âlimlerin çoğunluğunun, cehâletin mâzeret olamayacağı ile ilgili husustaki görüşleri, yaşadıkları döneme göre değerlendirilmelidir. İslâm devletinde yaşayan insanlar için cehalet tabii ki mazeret olmaz. Devlet, her türlü imkân ve her türlü araçlarla eğitim için en erken yaşlardan itibaren insanına dinin özünü anlatmak zorundadır. Çocukları ve gençleri zararlı cereyanlardan, yanlış din anlayışlarından, bâtıl ideoloji ve sapık zihniyetlerden korumak ve onların etkisinde bırakmamak için her türlü tedbiri alır. Sadece ilim ehline ve dâvâ adamlarına değil; halkın her kesimine doğru din anlayışını ulaştırır. Böyle bir vasatta tabii ki bilmemek mâzeret değildir. Bugün o fetvaların aynen geçerli olması için aynı ortamların bugün de olması gerekiyor. Zamanın değişmesi ile zamanın etki ettiği fetvalar, ictihadlar da değişir. Özellikle, günümüz câhiliyye ortamlarında insanlar, müslüman olduğunu iddiâ edenler ya da müslümanların yaşadığı yerlerdeki insanlar, çevrelerinden İslâm’ı ne kadar, doğru bir şekilde öğrenme, güzel örneklerini görme imkânına sahiptir? Çoğunlukla bid’at ve hurâfelerle yer yer tahrife uğramış din anlayışı bir vâkıadır. Medyada, okullarda, hatta nice câmide tanıtılan ve yaşanılan İslâm’ın ne oranda gerçek İslâm olduğu sorgulanmalıdır. Ve bütün bu olumsuz şartlar içinde insanın bazen hurâfelere, zâlimlerle işbirliği yapanlara karşı çıktığını zannedip değerlendirerek hak adına hakka karşı çıkabildiğini unutmamak gerekiyor. Câhillik, bilinmeyen İslâm’a karşı çıkmayı neticelendirdiği gibi, bazen bu câhiller sevdiği(ni zannettiği) dinin gerçeklerine karşı çıkıp çıkmadığını bile bilip değerlendirmeden aklına göre bir hükmü kabul etmeyebiliyor. Nice insan İslâm için kendini belki fedâ edebilecek durumda Allah’ı ve Rasûlünü sevdiği halde, düzen ve ortamın kurbanı olarak, ilim ve amel konularında da ihmalin neticesi, bazı müslümanlarca mürted ilan edildiği için onlara göre idamı hak eden duruma düşebiliyor. Acınması ve kurtarılması gereken bu zavallılara karşı görevlerini yerine getirmeyen müslümanların, bunları asılması gereken insanlar olarak ilân etmeleri ne kadar doğru olur? Bunlara ne verdik ki, ne istiyoruz? Bataklıktan, hele gübrelikten çok güzel kokulu güller mi çıkacak? Tek tük çıksa bile, gübreliğin gülistan olmasını beklemek idealizmin anormallik boyutu değil midir? Bataklık/gübrelik kurutulmadan b... böceklerinin veya sivrisineklerin önüne geçmek mümkün mü? Cehâlet, aldatmalar,  saptırmalar, akın kara, karanın da ak gösterilmesi gibi tavırlar değerlendirilmeden ve bunlara çözümler bulunmaya çalışılmadan insanların hakka tümüyle nasıl teslim olabileceğini düşünmek gerekiyor.

Kur’an’ın şu ihtarını akıldan çıkarmamalıdır: “Ve lâ tekûlû li men elgâ ileykumu’s-selâme leste mü’minâ tebteğûne arada’l-hayâti’d-dünyâ… (Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, ‘sen mü’min değilsin!’ demeyin…)”[82]

Haksız tekfir bumerang gibidir; karşısındaki mü’min olduğu halde onu tekfir eden kişinin kendisine bu sıfat döner. Peygamberimiz bu konuda şöyle buyurmuştur: “Bir kimse diğerine, ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer ona dediği gibi değilse, ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).” [83]; “Hiç kimse, bir başkasına ‘fâsık’ veya ‘kâfir’ demesin. Şayet itham altında bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa, o söz, onu söyleyene döner.” [84]

İhtiyatlı davranmak gerekir. “Tekfir ettiğimiz şahıs ya kâfir değilse?” diye düşünülüp yapılan tekfirin isabet edememesi halindeki feci durum değerlendirilmelidir. 

Muvahhid mü’minlerin görevi tebliğdir. Tebliğ, kesinlikle tekfirden üstündür. Müslümanların hedefi, kişiyi küfre teslim etmek değil; aksine küfrün pençesinden kurtarmaktır. Küfrüne delâlet edecek kendisine göre ciddi deliller olmadan bir müslümanı tekfir, kişinin kendisinin kâfir olmasına sebep olur. Kabul edilebilecek bir te’vili olanı da bizim tekfir etmemiz câiz olmaz. Müslümanlar, yargıç rolünü üstlenmemeli, tebliğle görevli olduklarını unutmamalıdır.   

Tekfir kararı şahıslara bırakılmış değildir. Tekfire İslâm mahkemesi karar verir. İslâm devletinde bir müslümanın küfre girip girmediğine Ulu’l-emr veya nâibi (onlar adına kadı/hâkim); İslâm’ın hâkim olmadığı yerlerde ise, mü’minlerin kendi içlerinden seçtiği imam, o da yoksa yetkin âlimleri karar verir. Tekfirciliğin bir hastalık olduğunu ifade etmek gerekir. Elbette mürcie yaklaşımı, daha beter problemleri ve dinde tahrifi sonuçlandıran büyük tehlikedir, ama onun zıddı olan tekfircilik de ciddi bir tehlikedir. Bazı müslümanlar, kendi din anlayışlarına uymayan bir anlayış ve inancın sahiplerini hemen tekfîr ediyor, dinden çıktıklarını söylüyorlar. Bu yaklaşım Müslümanları parçalıyor, birbirine düşürüyor, usûlüne göre tenkit ve düzeltme kapısını da kapatıyor. Tekfir hastalığı yüzyıllardır İslâm toplumlarının birleşmelerinin önünde en büyük engeldir. Tekfircilik anlayışı Müslüman cemaatleri içten içe kemiren bir virüs olmuştur. Genelde tekfir hâdisesi ilimde sığ olanlar ve genç Müslümanlar tarafından gündeme getirilmektedir. Bu gençler, yüzeysel bilgileriyle boylarından büyük iddialarda ve ictihadlarda bulunmaktan çekinmeyen samimi gençlerdir. Bunların bu katı tavrına, mürcie anlayışının aşırı yumuşaklığı sebep olmuş, bunlara tepki ve alternatif olarak ortaya çıkmışlardır. İfrat ve tefritten uzaklaşmalı, İslâmî yorum farklılıkları bizlerin aynı safta olmasını engellememelidir.

Tekfir hastalığına yakalanan bir Müslüman için öncelik, Müslümanların ümmet şeklinde birliği ve güçlenmesi değil; kendi cemaatinin düşüncesi ve diğer Müslümanlarla yaptığı münazaralarda haklı çıkma gayreti olmaktadır.    

Hâlbuki yüce Allah bize şöyle buyurmaktadır: “Allah’a ve Rasûlüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin. Yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız da gücünüz gider. Sabredin şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.”[85]; “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılınız ve bir birinizden ayrılmayınız.” ve “Allah kalplerinizi birleştirdi de onun nimeti sebebiyle kardeş oldunuz.” [86]

Tekfirde aşırılığa götüren bir husus da; “Kâfire kâfir demeyen kâfirdir.” hükmüdür. Hâlbuki Ebû Hanife bu fetvâyı, açıkça kâfir olduğu bilinen birisini o haliyle tasdik sadedinde söylemiştir. Yani, Kur’an’ın kâfir dediği meselâ açıkça bir puta tapan kişiye kâfir demeyen kimse, Allah’ın hükmünü kabul etmediği için kâfirdir. Yoksa, zanlarla ve yorumlarla câhil bir kimsenin te’vil yaparak veya İslâm’dan çıkardığını bilmeden bazılarının küfür olarak damgaladığı ihtilaflı bir lafız veya fiil işlemesi ayrı bir konudur.

 

Akaid’le, İnançla İlgili Yanlışlar ve Nedenleri

1- KUR’AN’A BAKIŞ: Kur’an ilkelerinin temel alındığı “Kur’an akaidi”, “İslâm akaidi” anlayışının olmaması. Akaid vahye dayanmalı. Akaidde ölçü olarak; Delâleti ve sübûtu kat’i deliller esas alınmalıdır, 

Kur’an’ın anlaşılmaz olduğu, Akaidin Kur’an’dan bağımsız işlenmesi, Bir konunun Kur’an’da olup olmamasının önemsenmeyişi, bir konunun Kur’an’la sağlamasının yapılmaması (İMANIN ARTMASI, NEBÎ-RASÛL FARKI örneğinde olduğu gibi),

2- PARÇACI YAKLAŞIM: Kur’an bütünlüğünde bir kavramın nasıl kullanıldığını önemsememek, Kur’an’ın en doğru tefsirinin yine Kur’an olduğunu unutmak. KADER örneğinde olduğu gibi,

3- HADİSLER konusunda ifrat ve her rivayetin sahih kabulü ve Kur’an’a ters düşse veya Kur’an’ın bahsetmediği konu olsa bile akaidde temel ölçü kabul edilmesi. Tefrit de: Peygamber’e akaidle ilgili Kur’an’da bahsedilen konuları açıklama hakkı verilmemesi,

4- ÖNCEKİ ÂLİMLERin her dediklerinin mutlak doğru olduğu anlayışı. Eski âlimler eleştirilemez, “onların vardır bir bildiği” denilir, anlamaya çalışılır, tevil edilir, tasdik edilir, şerh edilir. Ama Kur’an’la tashih edilmeye gerek duyulmaz,

5- MEZHEP akaidi, antitez görüşler, farklı mezheplerin görüşlerini çürütme amaçlı ifadeler, gereksiz tartışma ve konular. Ehl-i Sünnet akaidi, Mâturidi akaidi, Eş’arî akaidi. Nerede Kur’an Akaidi, Nerede Allah’ın istediği Akaid? 

6- BEŞERÎ yorum ve düşüncelerin temel akaid ilkesi gibi kabulü. Hâlbuki iman ilkeleri mutlak hakikate dayanmalıdır. Yorumlar, ictihadî, beşerî ve zannî doğrular akaidde ümmeti bağlamaz ve delil olmaz. Yorumlara tüm Müslümanların katılması beklenmemeli, bu yorumlara uymadığı gerekçesiyle mü’minler tekfir edilmemeli. Seyyid Kutub’un, Mevdûdî ve benzeri âlimlerin akaidle ilgili, sosyal yapı, siyaset ve tâğutla ilgili yorumları, ya da Akaid hoca(ları)mızın yorumlarını doğru kabul etmek başka, o yorumlardan yola çıkarak farklı tevil ve yorumlara sahip olanları tekfir etmek başkadır, 

7- SADECE KABULÜN YETERLİ GÖRÜLÜP REDDEDİLMESİ GEREKEN ESASLARIN OLMADIĞI İNTİBÂSI Hâlbuki din “lâ ilâhe…” ile başlıyor. Reddedilmesi gereken hususlar, falan mezhebin görüşü değil; kesin küfür olan şeyler olarak gösterilmeli,

8- HAKSIZ TEKFİR VE HAKSIZ TESLÎM Hâricî veya Mürcie mantığı/mirası,

9- İSRÂİLİYAT, ESKİ CÂHİLİYE İNANÇLARININ İSLÂM’A TAŞINMASI,

10- FELSEFE DOLAYISIYLA AKAİDİN KELÂMLAŞMASI (Kur’an’ın mahlûk olup olmadığı, aklın naklin önüne çıkması, sıfatlar hakkında gereksiz izahlar, te’vil vb.),

11- KONULAR Akaidi direkt ilgilendiren konular yerine; hiç ilgilendirmeyen konuların girmesi,

Put ve Putperestlik, Atalar yolu, Hurâfe ve Bid’atler, Çağdaş Uydurma/Bâtıl Dinler (İdeolojiler ve Düzenler), Tuğyân ve Tâğut, İrtidad ve Şirk, Din (Halkın Din Anlayışı ve Resmî Din Kabulü -Ulusal Türk Dini, Diyanet Dini gibi-), Şefaat, Vesile, Gayb ve Bilinmezliği, Büyü, Cin vb. Konular hemen hiç yer almadı,

Bunun yerine Akaidle hiç ilgisi olmaması gereken konular (Mesler üzerine mesh etmek, şarkı dinlemek vb.) akaidlere girdi,

12- MEHDİ VE MESİH İNANCI İsrailiyattan alındı. Kur’an’da hiç yer almadığı halde akaidin konusu kabul edildi,

13- TASAVVUFÎ BAKIŞ AÇISI Vahdet-i Vücud ve Fenâ fillâh gibi sapık görüşler, tevhide tümüyle zıt şathiyeler, evliya, yatır, gavs, kutup, üçler, yediler, kırklar anlayışı. Dünya-âhiret ikilemi, yanlış zühd ve takvâ anlayışı, siyaseti terk, kendisiyle (nefsiyle) uğraşmanın esas/büyük cihad olduğu, ilmin önemsenmediği… anlayışı, 

14- HURÂFE VE BÂTIL İNANIŞLAR Yatır tapımı, bazı insanların putlaştırılması, yönetime ilgili yanlış siyasi tavır vb.

15- ŞUUR verme yok, sadece bilgi,

16- TEVHİD gölgelendi. Tevhide yeterli önem verilmedi. Hâlbuki tevhid tüm peygamberlerin ilk ve en önemli mesajı idi. Kur’an’ın da ilk ve en önemli mesajıdır.

Tevhidin bireysel, sosyal ve siyasal hayata yansıması gereken esaslardan hemen hiç bahsedilmemesi,

17- AKAİDDE MEZHEP OLMAZ. AKAİDDE İMAM OLMAZ, AKAİDDE İHTİLAF OLMAZ.

 

Akaide Giren Kur’an Dışı İnançlara Örnekler

  1. İmanın Artıp Artmaması: Kur’an net şekilde imanın eksilip artacağını söylüyor[87]
  2. Suhufların Hangi Peygamber’e Kaç Sayfa Olarak Verildiği ve Tevrat Kime veya Kimlere İndirildiği: Kur’an’da ismi bile geçmeyen ve peygamber olduğu bilinmeyen Şit gibi bir zâta suhuf verildiği gibi hususlar Kur’an’dan ve sahih hadislerden onay almaz. Kütüb-i Sitte’de ve ikinci dereceden önemli hadis kitaplarının hiçbirinde 100 suhuf ve dağıtımından bahsedilmez. Kur’an’da anlatılanlardan yola çıkarsak meselâ Hz. Musa’ya da suhuf verilmiştir (bak. A. Kalkan, Müslümanın Akaidi, 6. Baskı, Kitaplara İman -Suhuf- Konusu). Kur’an’da Hz. Musa’ya kitap verildiğinden bahsedilir, ama Tevrat verildiğinden bahsedilmez. Tevrat, müstakil olarak ele alınır ve onun nur ve hidayet olarak tavsif edildiğini görüyoruz. Ahd-i Atik de denilen Tevrat’ın ilk beş kitabının (suhufun) Hz. Musa’ya indirilen levhalardan ibaret olduğu, diğer kitap veya suhufun İsrailoğullarına gönderilen farklı peygamberlere indirildiği anlaşılmaktadır. Yani Tevrat, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlere indirilen kitapların koleksiyonundan, toplamından ibarettir, 
  3. Velî ve Keramet Anlayışı, [88]
  4. Şefaat Anlayışı, [89]
  5. Vesile Anlayışı, [90]
  6. Nesih Anlayışı, [91]
  7. Esmâü’l-Hüsnâ’nın Hangi İsimlerden İbaret Olduğu: Kur’ân-ı Kerim’de yer alan esmâü’l-hüsnâ ile, Tirmizî ve İbn Mâce’de sayılan esmâü’l-hüsnâ arasında hayli fark vardır, [92]
  8. Kader Anlayışı: Kur’an’da İman Esasları Arasında Sayılmaz, [93]
  9. Şerrin Allah’a nispet edilme anlayışı: Kur’an’la Taban Tabana Zıttır, [94]
  10. Akaide Konu Olan Kur’an Kavramlarının Tahrif Edilmesi veya İçinin Boşaltılması. [95]

 

Halkımız ve İslâmî Duruş

Yaşadığımız dönemde Müslümanların (çoğunluk itibarıyla) durumu içler acısıdır. Bunları maddeler halinde saymaya çalışalım:

  1. Müslümanlar İslâm'ı bilmiyor; ilimden uzaklar; ilimden, yani mutlak hakikat olan İlâhî vahiyden uzak, Kur'an'dan kopuk yaşadıkları için, Allah'ın Kitap'ından, birinci elden dini öğrenmiyorlar,
  2. Bilmemekten daha kötüsü; İslâm'ı yanlış biliyorlar. Ölçü yanlış. Kur'an terazisiyle tartılıp ölçülmüyor bilinenler,
  3. Kur'an'a dayalı iman esaslarını dosdoğru şekilde bilmiyorlar. Dosdoğru inanmıyor ve yaşamıyorlar, [96]
  4. İnanç ve amellerine birçok şirk, hurâfe ve bid'at karışmış. Kimi bilinçli bilinçsiz irtidat etmiş, kimi Allah'a endâd/eşler edinmiş, kimi küfür içinde bir hayat sürüyorlar. "Onların çoğu Allah'a şirk koşmadan iman etmezler." [97]
  5. İsyan ve itaat bilinci yok. "Lâ ilâhe" deyip reddetmesi gerekenleri bilmiyor; "illâ" diye teslim olması gereken zât belli değil, [98]
  6. Siyasî bilinç yok. Tâğutlara sevgi içinde ve onlara destek ve yardımcı olma sözkonusu, [99]
  7. Cihad ruhu yok; kardeşlik ve vahdet anlayışından uzak, ümmet bilincinden mahrum bir anlayış ve yaşayış, [100]
  8. Tebliğ (emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker terk edilmiş. Bedenin ihtiyacı olan gıdaların alınıp uygun şekilde çıkarılamayınca ne tür hastalık oluyorsa; okunan, duyulan, sohbet ve derslerde öğrenilen hakikatlerin uygun şekilde dille veya elle yazılarak dışarıya çıkarılamaması da fikrî kabızlığa sebep oluyor, [101]
  9. Câhiliyeyi yıkmak için mücadele edecekleri yerde, dinlerini müdafaa bile edemiyorlar,
  10. Yanlış hizmet anlayışı; haramlarla, Batılı tarzda ve sadece aklî ya da pragmatizm ölçülerinde hizmet anlayışı. Rabbânî tarzda ve nebevî ölçülerde, kulluğun içine girecek şekilde hizmet değil,
  11. Dünyevîleştiler ve kapitalistleştiler. Dünyaya aşırı meyil, malın kulu, paranın nesnesi olma, lüks, israf, eşya tutkunluğu,
  12. Âhirete (cennet ve cehenneme)yakînî iman ve âhireti öncelikleyip oraya hazır olmak yok. Tek kanatlı kuş gibiler, iki dünyalı değiller. Dünyalarını âhiret açısından değerlendirmeyiş,
  13. Ulusçuluk, vatancılık, ırkçılık, hemşehricilik, düzencilik (devletçi çizgi),
  14. Atalar dinine sarılma, gelenek ve âdetleri kutsama ve mutlak doğru kabul etme,
  15. Modernizm çizgisinde müsteşrike benzer din anlayışı; ılıman İslâm denen, içi boşaltılmış ve çağdaş cahiliye değer(sizlik)leriyle doldurulmuş yapay din anlayışı,
  16. Geçim uğraşısından başka bir şeyi görmeyiş veya zengin olma hayalleri içinde zengin olmak için ne gerekirse yapmaya hazır olma,
  17. Futbol hastalığı, müzik tutkunluğu, TV. ve özellikle dizi bağımlılığı, internet düşkünlüğü ve bilgi kirliliğine muhatap olma,
  18. Demokrasi ile işlerin düzeleceğini sanıyorlar. "Oyu ver, koyuver" anlayışı. Aslında ülkeyi kimlerin yönettiğini görememek. Ülkenin derin devlet denilen, başta yattığı yerden Atatürk (onun laiklik gibi ilkeleri) olmak üzere, silahlı kuvvetler; Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi gibi kurumlar, para ve TÜSİAD gibi para babaları, Amerika, Batı ve onların prensipleri yönetiyor. Halkın seçtikleri en son sırada. Onlar sekreter ve piyon durumunda. Halk bunun farkında değil. Kendi tâğutunu seçme telaşında. Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenleri velî (dost ve yönetici) kabul etmekte,
  19. Sünnetullah'ı bilmiyorlar. Allah'ın değişmez yasalarına ters düşen tavırlar sergiliyorlar. Sıkıntıyla, zorluklarla, korkuyla, cihadla, açlıkla sınanmadan kurtuluş bekliyorlar. Rahat ve keyifleri (hevâlarını tanrı edinme) öne çıkıyor. Üzerine düşen görevleri yapmadan sadece dille duâ sâyesinde netice isteniyor, [102]
  20. Din'in "asl"ında tenzilât, ayrıntılarda ilâvelerde bulunma şeklinde beliren yanlış dindarlık ve yanlış takvâ anlayışı, gerçek Müslümanlık kabul ediliyor. İnsanlar şirkten sakınmadan nâfile ibâdetlerle dindar olabileceklerini sanıyor. Mistisizm; pasif din ve dindarlık anlayışı,
  21. Bilinçli-bilinçsiz tevhidî İslâm'a ve muvahhid Müslümanlara düşmanlık,
  22. İbâdetlere önem verilmiyor; tâğutlara, putlara, bâtıla farkında olmadan da olsa ibâdet ediliyor. Haram-helâl, farz-vâcip önemsenmiyor,
  23. Her çeşit ahlâk krizi; Zulme râzı, edilgen, rüzgâr nereden kuvvetli esiyorsa onun götürdüğü yere sürüklenen nesneleşmiş insanlar,
  24. Mürcie düşüncesi: İman ayrı amel ayrı diyerek amellere önem vermeden cenneti garanti gören zavallı anlayış,
  25. Çevre şartlarına teslimiyet: Medya, düzen, okullar, moda, çılgınca tüketim, reklamların etkisinde kalma, yaşama biçimi yönüyle kâfirlere benzeyen ve onlara tavır al(a)mayan bir yaklaşım,
  26. Kimlik problemi: a- Kimliksizlik (ne Müslüman olduğu belli, ne gâvur denilebiliyor) b- Çok kimliklilik (Her boyaya giren, her inanca uygun davranan, aslında hiçbirinde samimi olmayan münafık tipli iki yüzlülük, iki yüz yüzlülük,
  27. Laiklik: Camide veya namazda başka İlâha; sokakta, işyerinde başka ilâha uyma. Tanrının hakkını (sadece ibadet gibi hususlarda) Tanrıya, Sezar'ın (devletin) hakkını (olmayan hakkını) Sezar'a verme; böylece çok tanrı edinme anlamında laiklik uygulaması,
  28. Aynı Allah'a, aynı Peygamber'e, aynı Kitab'a inanmıyor insanlar. Herkesin kendine göre farklı bir Allah, Peygamber ve Kitab anlayışı var. Kur'an'ın tanıttığı şekilde özellikleri olan Allah, Nebî ve Kur'an anlayışı yok; kargaşa var bu konuda,
  29. Vahyin ışığında aklı kullanmamak, akletmemek, düşünmemek, tefekkürden uzak yaşamak; buna rağmen din hakkında ahkâm kesmek, bilgiçlik taslamak, nutuk atmak,
  30. Bütün bunların hem sebebi ve hem sonucu olarak izzet ve onurlarını kaybettiler, zillete mahkûm yaşıyorlar. [103]

 

Bu Problemlere Kur'an'ın Çözüm Olarak Sunduğu Özellikler

1- İman, 2- Sâlih amel, 3-Hicret, 4- Cihad, 5- Sabır, 6- Tebliğ, 7- Aklı kullanmak, tefekkür, 8- İlim, 9- Kur'an'ı okuyup anlama, yaşama ve yaşatmaya çabalama, 10- Takvâ, 11- Tâğutu reddetme.

 

Âyetlerde Felâh/Kurtuluş

1- 2/Bakara sûresi 2-5. Âyetler: İman, âhirete yakînî inanç, sâlih amel (namaz, infak), takvâ,

2- 23/Mü'minûn sûresi 1-10. Âyetler: Namazda huşû, lağvı (mâlâyaniyi, boş şeyleri) terk, zekât, iffet, emanetlere ve ahidlere riâyet, namazı koruma (ve devam),

3- 103/Asr sûresi, 1-3. Âyetler: İman, sâlih amel, hakkı ve sabrı tavsiye.

 

Tekfircilik, Tedavisi Çok Zor Olan Bulaşıcı Bir Hastalıktır

Tekfir: Kendini Müslüman kabul eden birinin, söylediği bir söz ya da sergilediği bir davranış nedeniyle, İslâm Dini’nden çıktığını söylemeye ve bunu bir hüküm olarak kabul etmeye “tekfîr”denir. Her mü’min, hak edeni teslim etmek (Müslüman olduğunu kabul etmek) ve yine Allah’ın kâfir olduğuna hükmettiklerine kâfir deyip tekfir etmek mecburiyetindedir. Buna tekfircilik denilmez. Tekfircilik derken, bazı mü’minleri haksız yere küfre nispet etmeyi kast ediyoruz. Tekfircilik, nassları farklı yorumlayarak, “Müslümanım” diyen ve dinî hassâsiyetleri olan kimselerden bazılarını, hak etmedikleri halde küfre nispet etmek, mü’min olduğunu belirten nice insanın tartışılabilecek zannî delillerle kâfir olduğuna hükmedip bunu açıkça dillendirmektir. Tekfircilik, tepkisel bir tavırdır. Özellikle, düzenin resmî din kurumu Diyanet’in, sapık tarikatçıların ve kime, neye hizmet ettikleri tartışılabilecek hizmet cemaati ve benzerlerinin temsil ettiği ılımlı İslâm anlayışına ve televizyon müftülerine haklı olarak tepki gösteren bazı gençler, dini kendileri gibi algılamayanlara kâfir veya akaidi bozuk diyerek tekfirciliğe meyletmekteler. Dinlerinde samimi olduklarını, dini esnetip gevşetenlere karşı tavır almalarında haklılıklarını söyleyebileceğimiz tekfirciler, tâviz vermemekle dinde aşırılığı karıştırıp kurunun yanında yaşı da yakmaktadırlar.

Tekfirciliğin birçok sebebi vardır. Bunlar içinde grup taassubu ve üstü örtülü olsa da kibir ön sırada yer alır. Sadece kendisinin ve içinde bulunduğu grubun cenneti hak ettiği, diğer fertlerin ve cemaatlerin tümüyle bâtıl yolda olduğunu ve cehennemi hak ettiği inancı yatmaktadır haksız tekfirciliğin kökeninde. Sanki cennet çok küçüktür, başkaları da cennete gitse kendisine yer kalmayacaktır ve Allah’ın rahmetini sanki o dağıtmaktadır. Yeterli ve derinlikli Kitap-Sünnet bilgisine sahip olmadıkları halde, hayatlarını ilme adamış âlimlerin zorlandığı ictihadî konularda çok rahat ve kesin bir dille ahkâm kestiklerine, hak edenlerin yanında, hak etmeyen nice insana da “kâfir” damgası vurduklarına veya kâfir muâmelesi yaptıklarına şahit olmaktayız. Günümüz câhiliyyesinde yaygın, çoğunlukla içinde yaşadığımız İslâm dışı düzenin zorlaması veya yönlendirmesiyle ilgili 4-5 konuyu en temel iman-küfür ayrımı olarak ele alıp istisnâ, zaruret, ikrâh, cehâlet, te’vil gibi hususları yok sayar ve inkârın olmamasını görmezlikten gelirler. Kişiyi veya toplumu küfre nispet etme yönüyle çok katı ve acımasız bir tavır sergileyerek dinde aşırılığa giderler.

Haksız tekfir, yani tekfircilik bir hastalıktır. Tekfir hastalığı muvahhid mü’minlerin birleşmelerinin önünde en büyük engeldir. Tekfircilik anlayışı, Müslüman cemaatleri içten içe kemiren bir virüs olmuştur. İslâmî yorum farklılıkları bizlerin aynı safta olmasını engellememelidir. Tekfir hastalığına yakalanan bir Müslüman için öncelik, Müslümanların ümmet şeklinde birliği ve güçlenmesi değil; kendisinin veya cemaatinin düşüncesi ve diğer Müslümanlarla yaptığı münazaralarda haklı çıkma gayreti olmaktadır.

İslamî hükümler, insanların huzuru için vaz' olunmuş kanunlardır. İnsanlar bu hükümlere sımsıkı sarıldıkları zaman, düşmanlık ortadan kalkar ve herkes kendi ameliyle meşgul olur. Tekfircilik, karşısındakileri (istisnâlar hâriç) affedilmeyecek suçlarından ötürü cehennemlik görürken; onlarla mukayese ederek kendini ve arkadaşlarını yegâne cennetlik insanlar olarak görme yönüyle şeytanın Allah’la aldattığı kesimden olma riskini taşıyor. İslâm, başkalarının günahıyla uğraşmaktan önce, her mü’minin önce kendi hata ve günahlarının afffı için gayret etmesini emreder. Kendini kurtaramayan başkasını kurtaramaz. Eteği tutuşan, kendini yanmaktan koruyamayan itfaiyeci başkasını yakan ateşi nasıl söndürecektir? Gerçi tekfirci, komşudaki ateşi söndürmek yerine, “herkes yanıyor, sen de yanıyorsun!” diye etrafı velveleye vermeyi, herkesi panikletmeyi tercih etmektedir. Ekrem Rasûl şöyle buyurur: “Mü’min, üzerindeki günahı, üstüne yıkılmasından korktuğu bir dağ gibi görür. Münâfık ise, günahını, burnuna konup da oradan uçurduğu bir sinek gibi önemsiz görür.”[104]

Bir yanlışa karşı çıkmanın onlarca yolu vardır. İslâm’ın onaylamadığını düşündüğümüz bir söz ya da davranışın ve bunların sahibinin eleştirilmesi için tekfir dışında lügatlerde yüzlerce kelime bulunabilir. Kaba kuvvet nasıl acziyetin ve aşağılık duygusunun göstergesi ise, haksız tekfir de aynen öyledir. Fikre fikirle karşı çıkmak gerekirken, karşı tarafın delillerinin çok daha güçlü delillerle çürütülmesi gerektiği halde, damgalandırıp yargısız infaza başvurmayı tercih eder tekfirci. Haksız tekfir; ucuzculuktur, ithamdır, sûi zandır, önyargıdır, toptancılıktır, süpürücülüktür. Haksız tekfir taraftarının gözünde iki renk vardır: Beyaz ve siyah. Beyaz, üzerine hiç toz konmayan bembeyazdır; siyah da kapkaradır. Tekfircinin mantığı “ya hep ya hiç” şeklinde formüle edilebilecek kumarbaz mantığıdır. Tabii haksız tekfirin neticesi görevden kaçmadır, tekfir edilen grup ve şahıslarla bağları koparmak, onları aşağılayıp tebliğ ve dâveti onlara götürme ihtiyacı duymamaktır. Haksız tekfir, genellikle psikolojik rahatsızlıkları üzerinde barındıran, kişiyi diğer insanlardan soyutlayan, daireyi küçülte küçülte kendisi gibi inananları bile kâfir saydıran anormal tipler oluşturur. 

Tekfir, iftiradır, insan hakkı ihlâlidir, büyük hakarettir, toplum içinde itibarı sıfıra indirmedir, saldırganlıktır. Bedene değilse bile, bedenden çok daha önemli olan ruha darbedir, moral olarak insanı çökertmedir. Psikolojik şiddet uygulamadır. İnsanı mânen yaralamak, işkence çektirerek öldürmektir. 

 

Terör veya Saldırganlık ile Cihadın Birbirine Karıştırılması

Birbirinden çok farklı şeyler olan, biri beşerî biri Rahmânî, biri yıkma biri yapma, biri ifsâd biri ıslah anlamında biri cehennemi biri cenneti çağrıştıran çok farklı iki kavramı bile maalesef birbirine karıştırma becerisini(!) gösteren insanlar çıkabiliyor. Saldırganlık ve cihad/kıtâl kavramları biri İslâm'ın düşmanları, diğeri İslâm’ın akılsız dostları tarafından olmak üzere iki şekilde karıştırılmaktadır. İslâm ve hak düşmanları, müslümanların saldırgan ve işgalci düşmanlara karşı kendilerini ve dinlerini savunmalarını terör diye damgalarken, cihadla terörü karıştırmış olmakta veya kasden birbirine tümüyle zıt iki şeyi aynı göstermeye çalışmaktalar. Bazı akılsız dostların iyi niyetle de olsa cihad zannıyla bazı saldırgan tavırlar takındıklarını veya bu iki farklı konuyu zihinlerinde kesin hatlarla tam ayıramadıkları da görülen bir vâkıadır.

 

İslâm'ın Cihad Anlayışı

İslâm’ın cihad anlayışı, bambaşka bir şeydir. Cihad; cehdin, yani hayırlı hedefe ulaşmak için tüm gayretin seferber edilmesinin belirişi, insanı insan yapan değerlerin çiğnenmesi durumunda başvurulan her türlü kavga ve savaşın adıdır. Şartları doğmuş bir savaş, insanın yolunu tıkayan engelleri aşmanın olmazsa olmaz şartıdır. Bütün mesele, savaşın şartlarının doğup doğmadığının iyi belirlenmesi ve seyrinin Kur'anî ruha uygun biçimde ayarlanmasıdır.

Cihad ve savaşta birinci gâye, âhiretimiz için bir ticâret yapmaktır.[105] Cihadın ve savaşın bazı külfet ve meşakkatleri olsa da, bunlar, insanın acıklı azaptan kurtulması yanında hafif kalırlar. Yolumuzu aydınlatmak için malımızı yakmak, cehennemde yanmamak için gerekirse İbrâhim gibi dünya ateşlerine atılmak, dinimizin izzeti için canımızı incitmek, birtakım zorluklara, sıkıntılara katlanmak gerek. Dolayısıyla canla cihad, yani Allah için savaş, başkalarını öldürüp cehenneme göndermek için değil; nefsimizi ve diğer nefisleri cehennemden kurtarmak için yapılır. Yanmaktan kurtulan hamiyetli insanların yapacağı ilk iş, başkalarının imdâdına koşmak değil midir? Cihad, bu yönüyle, insan kurtarma savaşının adıdır. Eğer birtakım insanların hak ve hakikate ermesine bir başka grup engel oluyorsa bunlarla savaş yapmak da cihaddır. Yeryüzünü sadece Allah’a kulluk yapılan bir mescid haline getirmek için tüm coğrafyalarda zulmün her çeşidine dur demek,  globalleşen küfre karşı intifâdayı küreselleştirmektir.

Savaşta maksat ne olmalıdır? Bu sorunun cevabını iki maddede özetleyebiliriz: "Bize saldıran yahut saldırıya hazırlanan düşmana karşı kendimizi müdâfâ etmek" ve "zâlim devletlerle savaşarak, insanlığa hürriyet ve hidâyet yolunu açmak." "Dinde zorlama yoktur."[106] Ancak, cennet yolunu zorla kapamak isteyenlere karşı da cihaddan, kıyâmdan başka çare yoktur. Bununla birlikte, sulh/barış daha hayırlıdır.[107] İslâm'ın anlamlarından biri de barış ve selâmettir, esenlik ve huzurdur. 

Canla cihadda, yani Allah için savaşta hedef, öldürmek değil; diriltmektir. Ölü kalpleri diriltmek, sönük fikirleri aydınlatmak, donuk hissiyatlara can vermek. İnsanları yurtlarından etmek değil; onlara ebediyet yurdunu kazandırma gayretidir cihad. Bu diriliş hareketinin önüne çıkanlar ölümü hak etmiş olurlar. Çokların hayat bulması için, belli bir azınlığın ölmesi gerekiyorsa buna da "evet" dememiz gerek. Aksi halde çoğunluğa zulmetmiş oluruz. Elmalılı Hamdi Yazır, savaşı, ıslah harbi ve ifsâd harbi diye ikiye ayırır ve mü'minlere emredilen savaşın ıslah harbi olduğunu beyan eder. Cihada çıkan mü'minleri de "azâba hak kazanmış bir kavme Hakk'ın azâbını tatbik etmeye memur bir el" olarak görür. O halde, savaşı bir ibâdet anlayışıyla yapmak ve bu ibâdetin kurallarına en ince ayrıntılarına kadar uymak gerekiyor. "Antlaşma yaptığınızda Allah'ın ahdini yerine getirin."[108] emrine uyulacaktır. "Size savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. (Allah'ın koyduğu) Sınırları aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez."[109] fermânına kulak verilecek, his ve hevese kapılmaktan, aşırı gitmekten sakınılacaktır.

           

Terör veya Saldırganlık ile Cihadın Birbirine Karıştırılması

Birbirinden çok farklı şeyler olan, biri beşerî biri Rahmânî, biri yıkma biri yapma, biri ifsâd biri ıslah anlamında biri cehennemi biri cenneti çağrıştıran çok farklı iki kavramı bile maalesef birbirine karıştırma becerisini(!) gösteren insanlar çıkabiliyor. Saldırganlık ve cihad/kıtâl kavramları biri İslâm'ın düşmanları, diğeri İslâm’ın akılsız dostları tarafından olmak üzere iki şekilde karıştırılmaktadır. İslâm ve hak düşmanları, müslümanların saldırgan ve işgalci düşmanlara karşı kendilerini ve dinlerini savunmalarını terör diye damgalarken, cihadla terörü karıştırmış olmakta veya kasden birbirine tümüyle zıt iki şeyi aynı göstermeye çalışmaktalar. Bazı akılsız dostların iyi niyetle de olsa cihad zannıyla bazı saldırgan tavırlar takındıklarını veya bu iki farklı konuyu zihinlerinde kesin hatlarla tam ayıramadıkları da görülen bir vâkıadır.

Bir kimseyi tekfir etmek, ne demektir? Kendisine selâm verilemeyecek, dostluk ve samimiyet kurulamayacak, gönülden sevilemeyecek, kız alıp verilemeyecek, ortaklık gibi yakınlık isteyen ilişkilere girilemeyecek, cenazesine katılınamayacak ve evliyse eşiyle nikâhı düştüğünden devamlı zina ediyor hükmü verilecek, âhirette de sonsuz bir şekilde ceza çekecek, ebedî cehennemde kalacak şeklinde bir hüküm verilmiş olmaktadır. Böyle bir hüküm öyle alelusûl verilemez. Bir kimseye “kâfir” demekten daha küçük bir isnad olan meselâ “fâhişe” demek, hangi şartlarda mümkündür? Kendimizle birlikte üç güvenilir müslümanın da apaçık şekilde zina fiilini işlerken görmediğimiz ve hepimizin şahitlikte ısrar etmeyeceği bir durumda “fâhişe” demenin dünyada bile cezaya çarptırılacağı sözkonusudur. Meselâ, bir adamın diğer bir adamı öldürdüğüne şahit olsak, bu adamın hangi şartlarda o suçu işlediği, olayın içyüzünde başka ne tür durumlar olduğu uzun uzadıya, şahitlerle, savunmalarla ortaya konulur, uzunca mahkemesi sürer ve sonunda onun suçlu olup olmadığı da bizim tarafımızdan değil, hâkim tarafından karar verilip hükme bağlanır. Öyle bir durumda bile, İslâm’ın hâkim olmadığı topraklarda had dediğimiz ağır cezalar uygulanmaz. Çünkü ortam, haramları işlemeye çok elverişlidir. Haramlara ve küfre gidecek yollar (İslâm devleti olmadığı için) tıkanmamıştır. Bu hükmün ağırlığından dolayı siz de bilirsiniz ki, Rasûlullah, bunun çok sorumluluk isteyen bir hüküm olduğunu belirtir:

“Bir kimse diğer bir kimseyi fıskla veya küfürle itham etmesin. Aksi takdirde, itham edilen arkadaşında bunlar yoksa, kelime (itham ettiği sıfat) kendine döndürülür.”[110]

“Bir kimse diğerine, ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer ona dediği gibi değilse, ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).”[111]

“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.”[112]

Bu hadisler, aslında normal şartlarda bile, kişinin birini tekfir etme hususunda çok dikkatli, ölçülü ve ihtiyatlı olması gerektiğini bildirir. Günümüzdeki gibi her şeyin anormalleştiği, hakkın bâtıl, bâtılın hak diye öğretildiği, anlatıldığı, yaşandığı bir toplumda tekfir konusuna daha fazla ihtiyat gösterilmelidir.

Tekfircinin duygu ve düşünce haritasını çizmeye çalışalım: Samimi ama bağnaz, dindar ama fanatik, ibadete düşkün ama kendi cemaatinden olmayan mü’minlere düşman, nice muvahhid mü’minlere sert, ama İslâm düşmanlarına, tâğutlara ses çıkarmayan bir portre…

Bütün tekfircilerin psikolojik durumları ve yetiştikleri şartlar birbirine oldukça benzer: Bastırılmış duygular, doyumsuzluk, belli bir yaştan sonra İslâm’ı tanımak, yarı okumuşluk, işinde ve faaliyetlerinde genellikle başarısızlık, toplumsal ilişkilerde soyutlamanın getirdiği yalnızlık, sakin görünüm altında, uygun bir ortam ve beyin yıkayıcı bir öncü bulduklarında her biri, dilini kılıca dönüştürebilecek ve o kılıcı da daha çok İslâmî çalışma yapan dâvâ insanlarına karşı kullanacak bir karakter…  

Tartışma ortamı ve münazara meclisleri oluşturmayı çok sever. Tartışma onun kendini ispat etme aracıdır. Katı ve dışlayıcı tutumu ile; kendini topluma, halka, aileye, eşine, çocuklarına kapatır. Hisleri kendisini yönlendirir; akıl ve ilim değil. Böylece,  bunalımlı ve uyumsuz bir psikolojik ruh yapısına bürünerek Müslümanların arasında tekfir fitnesinin tohumlarını atar. Özellikle “kâfire kâfir demeyen kâfirdir” anlayışıyla, kendilerinin yanlış yorumlarla küfür veya kâfir kabul ettiklerine küfür gözlüğüyle bakmayan kimseleri Müslüman kabul etmeyip zincirleme tekfir gibi bir cinayeti rahatlıkla işleyebilen bir anlayış…    

Tekfirciliğin tarihteki ilk temsilcisi olan Hâricîlik; serkeşlik, itaatsizlik, disiplin dışına çıkma anlamlarını taşır. Hâricîler, oldukça fanatik insanlardı. Beyinleri yıkanmıştı. Yanılgıya düşmelerindeki en önemli etken, onların aşırı tutucu olmalarından kaynaklanıyordu. Bunun bir sebebi de onlardaki bedevîlik ruhuydu. Yaşadıkları yalın hayat, kültür kıtlığı ve nasların zâhirine göre hüküm vermek de bu taassubun nedenleri arasında sayılabilir. Bununla beraber Hâricîlerin iki özelliği vardı ki, dost-düşman herkes kabul ederdi: Takvâ ve Cesaret. O kadar çok namaz kılarlardı ki alınları, dizleri ve dirsekleri nasır tutmuştu. Ölümden de asla korkmazlardı. Bilinçli veya bilinçsiz onların izini takip eden, kendilerini onlardan saymasalar da o izi takip eden tekfircilerde de bu özellikler değişen oranlarda da olsa mevcut.

Tekfirci bir Müslüman; cemaatinin, ağabeylerinin veya okuduğu kitapların etkisiyle farklı insanları kolayca tekfir edebilme cesaret ve cür’etini kendinde rahatlıkla görebiliyor. Bir âlimin hüküm vermekte zorlandığı hususlarda kendinden çok emin şekilde fetvalar, hükümler veriyor ve nice insanı tekfir ederken hiç rahatsızlık duymuyor. Hep haklı olduklarına inandıklarından, ister avamdan biri olsun, isterse âlim, onlar için fark etmez; saatlerce sert tartışmalara girerler ve karşısındakilere kendi görüşlerini kabul ettirmeye çalışırlar. Kabul etmeyince de tekfir silahını çıkarıp kalbine ateş ederler. Çoğunlukla ehliyetsiz ve yetkisiz olarak genelleme de yapmak sûretiyle isabetsiz tekfîr suçlamasında bulunarak ahlâkî ve hukukî açıdan sorumsuzca davranabiliyor.

Bunun sebebi olarak tâğutî düzeni, zâlim ve istismarcı yöneticileri, mürcie anlayışını, hurafeci veya modernist din yorumlarını, dün tevhid diyen nice cemaat ve önderlerinin bugün düzeni ve iktidarı savunacak şekilde savrulmaları, taviz üstüne taviz vermeleri göstermek mümkün. Heyecanlı şekilde gençliğin ve ilimsizliğin cesaretiyle radikal ve fanatik tavır alarak “lâ ilâhe illâllah” diyenleri cehenneme göndermekten hoşlanıyor görüntüsü veriyor. 

Hiç de kolay bir hayat olmasa gerek tekfircinin kendisini mecbur ettiği yaşayış: Akrabalarıyla, en yakınlarıyla ilişkisini kesecek, kendi fikirlerini kabul etmiyor diye belki sevdiği karşı cinsten birinin evlenme teklifini reddedecek, kendi cemaatinden olmayan birinin arkasında namaz kılmayacak, kestiğini yemeyecektir. Ona borç vermeyecek, ona en ihtiyaç duyulan anlarında bile yardımda bulunmayacak, onunla hiçbir zaman herhangi bir işbirliğine girmeyecek, ölünce cenazesine katılmayacaktır. Kolayına gelen hevâî fetvalar da tabii: Müslüman olmadıklarına hükmettiğinden dolayı kâfirlerin mallarının ve İslâmî bir devlet olmadığı, tâğûtî bir düzen olduğu için devlet malının çalınmasının câiz olduğunu ileri sürmek gibi… Devletin olduğu varsayımıyla elektrik, su, belediye otobüsü vb. kullanımlarda sahtekârlık ya da hile ile de olsa bu tür hırsızlıkta sakınca olmadığını iddiâ etmek… Bu anlayış ve tavır, ne insanlığa sığar ne İslâm’a. Savaşla normal hali, ganimetle hırsızlığı, dâru’l-küfür ile dârul-harbi (savaş yurdunu) karıştırmaktır bu. İslâm'ı da, sosyal yapıyı da bilmemektir. Dâvâya da büyük zarar sözkonusudur.

Suud’un yazdırıp bedava dağıttığı kitapların, internet sitelerindeki üslûbu çok sert yazıların, bir-iki ağabeyin ve sloganların etkisinde kendilerine ait bir dünyaya çekilmiş bir fotoğraf… Bir kısmı tâğutlara da karşı çıkarken, çoğunluk itibarıyla İslâm düşmanı olan zâlim ve emperyalist kâfirlerle, tâğutlarla uğraştıkları pek görülmeyen bu tipler, aslında bir çıkar için değil; din gayretiyle Müslümanlarla uğraşmaktalar. Niyetlerinde samimi olduklarına kesinlikle inandığımız bu kardeşlerimiz usûl ve üslûp yönüyle de çok kırıcı olabilmekte, tekfir kılıcını (ve sapık ithamını) bütün etrafına savurup karşılarına kim çıkarsa ondan nasibini almaktadır. İlimsiz gayret, çoğu zaman kişiyi aşırılığa götürmektedir. Elbette nice itidalli selefî kardeşimiz olduğu gibi, selefî geçinen (aslında bizim onların selefî oldukları iddialarını kabul etmediğimiz) tekfircilerin dışında nice tekfirci bireylerin (ve az da olsa tekfirci cemaatlerin) varlığı da bir vâkıadır.

Tekfîrcinin, muhâtabına karşı girişebileceği en hafif yaptırım ise ondan ilişiğini tamamen kesmektir. Onun zihnindeki çözüm budur. Fetvâsını da çoğu kez kendisi verir, kendisi uygular. Bazen de bir ağabeyinin etkisiyle bu cinayeti işler.

Bu radikal akımın günümüzdeki temsilcilerinin bütün tavırları, tutumları, konuşma şekilleri ilkel ve iticidir. Çağrı şekilleri şu âyette tavsiye edilen hikmetli üslûba tamamen aykırıdır: “Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et/çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Rabbin, Kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidâyete erenleri de çok iyi bilir.”[113]  

Tekfir olgusunu bir nassı değil, çok sayıda nassı anlama sorunu olarak görüyorum. Bütün problemler Kur’an’ı doğru anlamamaktan ve bütüncül olarak değerlendirmemekten kaynaklanıyor, diyebiliriz.  

Hz. Ali ile savaşmaktan başlayıp ümmetin manevi kanını devamlı akıtmak demek olan onları cehenneme yollamaya kadar 1400 senelik problem.

Tekfirciyi, adam kurtarmaya kalkarken, niyeti adam kurtarmak olduğu halde, bilgisiz ve usulsüz olduğundan adamı öldüren kimseye benzetebiliriz. Ama bu, bir kez değil, her kez olursa, “aman kardeşim! Sen önce eski öldürdüğün kimselerin hesabını ver, bırak kurtarmayı, önce kendini kurtar” denilmesi gerekmez mi? Tekfirciler eğer samimi ise, haksız tekfirin kendilerini küfre götürme riskini hesap etmeli ve Kur’an’da kesin olarak tekfir edilmeyen kimseleri tekfirden kaçınmalı ve tekfiri tekfir etmelidir. İnsanlara tatlı dille ve güler yüzle, ihtilaflı konuları değil, kafaya çivi çakar gibi değil; tatlı şekilde güzel bir tarzda anlatabilmektir marifet. 

“(İnsanları) Allah'a dâvet eden, sâlih amel/iyi iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır?  İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur. Bu (haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna, ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.”[114]

Cemaat ve cemiyetler, birbirlerine çevirdikleri eleştiri oklarını önce kendi nefislerine ve gruplarına çevirmelidir. Tevhide duyarlı cemaatleri ve onlara mensup olan fertleri barıştırmalıyız. Muvahhid mü’minler ve cemaatler, birbirine haksız olarak yönelttiği ağır eleştiri ve tekfir oklarını, grup farkı gözetmeksizin tüm mü’minlere düşmanlık yapan güçlere yöneltmelidir. Müslüman gruplar birbirlerini tekfir ederken, İsrail’i, Amerika’yı ve onların dostu konumundaki başlarındaki tâğutları, İslâm’a açıkça düşmanlık yapan egemen güçleri unuttuklarının farkında bile değiller. Kardeşliğin gereği, karşımızdakini yanlışlardan kurtarmaktır; tekfirciliğin gereği ise onu küfre nisbet edip onunla ilişkileri kesmek ve onu yanlışlarıyla baş başa bırakmak ve hatalarının daha da keskinleşmesi için zemin hazırlamaktır. Haksız tekfir, en büyük iftiradır. Kul haklarının, hakkı gasbetmenin en büyüğüdür. Kaba ve sertliğin en çirkin olanıdır. Saldırganlıktır, iftira atmaktır.

Açıkça küfrü ispatlanamayan kimselerin şahit olduğumuz itikadî yanlışlarını düzeltmeye çalışmak yerine, onları bulundukları yanlışlarla baş başa bırakmak, hatta sert ithamlar ve yanlış damgalandırmalarla Müslümanların arasını bozmak, farkında olmadan ifsadçı olmaktır. Hâlbuki Kur’an, mü’minlerle ilgili bir haber geldiğinde onu hemen kabullenmemeyi, doğruluğunu tahkik edip araştırmayı emrediyor. Mü’minlerin arasını ıslah etmeyi emrediyor. “Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa, bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.”[115]; “Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle vuruşur savaşırlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah’ın emrine dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adâletle düzeltin ve adâletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever. Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun, umulur ki merhamete ulaşırsınız.”[116]       

 

   Sorular

   

1- Akaidin sözlük ve terim mânâsını açıklayınız.

 

2- Akaidin konusu nedir?

 

3- Akaid ilminin önemini ve gayesini açıklayınız.

 

4- Sağlam bir inancın dünya ve âhiretteki faydalarını belirtiniz.

 

5- Zamanın ve kişilerin değişmesi ile itikad esasları değişir mi?

 

6- Akaid kelimesi hangi kökten türemiştir?

  1. a) Akd b) Akîde c) Akad                      d) Akid

 

7- İnanılması ve reddedilmesi gereken esasları inceleyen ilme ne ad verilir?

  1. a) Fıkıh b) Akaid c) İslâm                      d) Siyer

 

8- İslâm’ın tüm hükümlerini kabul ettiği halde, nefsine ağır geldiği için bazı hükümleri yerine getirmeyen kimsenin hükmü nedir?

  1. a) Münâfık b) Kâfir                     
  2. c) Müşrik  d) Günahkâr müslüman

 

9- Aşağıdaki seçeneklerden hangisi, Akaid ilminin konusudur?

  1. a) Ahlâkî esaslar  b) Hukukî esaslar
  2. c) Amelî esaslar  d) İman edilmesi ve reddedilmesi gereken esaslar

 

10- Aşağıdakilerden hangisi Akaid ilminin gayesi (amacı) değildir?

  1. a) İnsanın inancıyla uğraşmayıp onun ahlâklı olmasını sağlamak
  2. b) İnsanın hayata bakışını, dünya görüşünü İslâm’a uygun hale getirmek
  3. c) İnsanı zararlı inançlardan ve zararlı fikirlerden korumak
  4. d) İnsanın dünya ve âhiret saâdetine ermesini sağlamak

 

11- Akaid ilmine hicrî ilk asırda hangi adlar veriliyordu

 

[1] Maalesef bu alanda yazılmış eserlerin çoğunda, Kur’an’da olmayan nice hususların akaid ilkesi olarak kabul edildiği gibi; bundan daha da fecî olanı; Kur’an’a ters nice hususlar akaid hükmü, yani inanç esası olarak belirtilmiştir.

[2] Bk. 2/Bakara, 286

[3] 28/Kasas, 85-88

[4] 43/Zuhruf, 43-45

[5] 33/Ahzâ, 1-3

[6] 42/Şûrâ, 15

[7] 6/En’âm, 50; Peygamberimizin kendisine indirilen vahye tâbi olmasını emreden veya kendi ağzından ben ancak vahye tâbi oluyorum diyen âyetler için bk. 6/En’âm, 50, 106, 145; 7/A’râf, 203; 10/Yûnus, 15, 109; 11/Hûd, 12; 16/Nahl, 123; 33/Ahzâb, 2; 43/Zuhruf, 43; 45/Câsiye, 18; 46/Ahkaf, 9; 75/Kıyâme, 18 

[8] 10/Yûnus, 36

[9] 53/Necm, 23

[10] 53/Necm, 27-28

[11] 49/Hucurat, 12

[12] 69/Haakka, 45-47

[13] 4Nisâ, 80

[14] İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, Tercüme, Mustafa Öz, 2. Bs., İFAV Yayınları, İstanbul, 1992, “el-Âlim ve’l-Müteallim”, s: 24-25

[15] 23/Mü’minûn, 23

[16] 27/Neml, 45

[17] 29/Ankebût, 16

[18] 29/Ankebût, 36

[19] 4/Nisâ, 6

[20] 16/Nahl, 36

[21] 2/Bakara, 85

[22] Kifâye, 62

[23] Hadis Istılahları, 22, 23

[24] 17/İsrâ, 36

[25] 53/Necm, 28

[26] el-ʿÂlim ve’l-Müteʿallim, s. 31-33

[27] Mâturidî, Kitâbü’t-Tevḥîd, s. 9

[28] İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm, I, 30

[29] İbn Fûrek, Mücerredü’l-Maḳālât, s. 23

[30] Müşkilü’l-ḥadîs̱, s. 12; Yavuz, s. 94

[31] et-Temhîd, s. 164

[32] Usûlü’d-dîn, s. 22-23

[33] el-Müstasfâ, I, 145, 148, 151

[34] bk. M. F Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ẓnn” md.

[35] 6En’âm, 164

[36] Fahreddin er-Râzî, Esâsü’t-taḳdîs, s. 215-219

[37] et-Taʿrîfât, “ḫbr” md.; Âlûsî, XXVI, 146

[38] Şerḥu’l-ʿAḳāʾid, s. 18

[39] Şerḥu’l-Maḳāsıd, V, 317

[40] İbn Teymiyye, Mecmûʿu Fetâvâ, XIII, 351

[41] 9/Tevbe,122

[42] Yusuf Şevki Yavuz, (T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, Haber-i vâhid maddesi, c. 14, s. 353-355

[43] Kifâye, 62

[44] Hadis Istılahları, 22, 23

[45] 17/İsrâ, 36

[46] 53/Necm, 28

[47] 48/Fetih, 27

[48] 66/Tahrîm, 3

[49] 8/Enfâl, 7

[50] Buhârî, 6830; Ebû Cafer Tahavî, Şerhu Müşkili’-Âsâr, tahkik Şuayb el- Arnavut, Muessesu’r-Risâle, 1415/1994, c. 14, s. 466

[51] Buhârî, 111, 3047, 6903, 6915; Müslim, Kitabu’l- Hacc, 467, hadis no: 1370

[52] el-Hatib, Takyîd, s. 33

[53] Sahihi Müslim Kitab-ı Zühd 72, Ahmed bin Hanbel, Müsned 3/12, 21, 33

[54] El Hatib, Takyid, sayfa 32

[55] Tirmizi, es-Sünen, K. İlm

[56] Dârimî, es-Sünen, Mukaddime 42

[57] 5/Mâide, 67

[58] 74/Müddessir, 26

[59] Müslim, Müsâfirûn 139; Ebû Dâvud, Salât 316; Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl 2; Ahmed bin Hanbel, VI/54, 111

[60] 2/Bakara, 151

[61] 57/Hadid, 25

[62] 4/Nisâ, 59, 64

[63] 24/Nûr, 51; 33/Ahzâb, 36

[64] 3/Âl-i İmrân, 31

[65] 33/Ahzâb, 21

[66] 59/Haşr, 7

[67] 16/Nahl, 44

[68] Bu konuyla ilgili bkz. Müslim, Edâhî 35/5; Ebû Dâvud, Salât 90, Hacc 50; İbn Mâce, Hacc 81 vb.

[69] 33/Ahzâb, 36

[70] 24/Nûr, 51-52

[71] 4/Nisâ, 65

[72] 5Mâide, 44, 45, 47

[73] 18/Kehf, 26

[74] 12/Yusuf, 40

[75] 4Nisâ, 105

 [76]İmam Mervezî, Müsned-i Ebû Bekri’s-Sıddık, çev. A. Davudoğlu, s. 89-93, hds. no: 17, 18; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr Muht. Tercüme ve Şerhi, c. 2, s. 504, hds. no: 2458; Buhârî, Edebu’l-Müfred, 296, hds. no: 716; Münzirî, Hadislerle İslâm (Terğîb ve Terhîb), c. 1, s. 95, hds. no: 33; İbn Hacer el-Askalânî, Terğîb ve Terhîb, s. 23, hds. no: 11; Zebîdî, İthâfu’s-Sâde, II/272-273, VIII/281; Ebû Hâcer Besyûnî, Mevsûatü Etrâfi’l-Hadîs, II/213; İbn Kesir

[77] 4/Nisâ, 48, 116

[78] 17/İsrâ, 15

[79] 6/En’âm, 131

[80] Nisa:4/ 65

[81]Fakihler, dini hükümlerden haberdar olmama halinde bunlarla yükümlü olunmayacağı ilkesinin uygulamasında kural olarak darul-İslâmda bulunmayı bilgi karinesi, darul-harpte bulunmayı da bilgisizlik karinesi olarak kabul etmişlerdir (Ahmet Özel, Ülke Kavramı, 177-178).

Fiili imkânsızlık durumunda bunun bazı istisnaları meşru bir mâzeret sayılmıştır. Ancak bazı yazarların belirttiği gibi, (Abdülkadir Udeh, Ceza Hukuku, 1/620-621) bunlar da esasen birer istisna değil, 'bilme imkânı bulunmadıkça sorumlu tutmama' ilkesinin bir gereği sayılmalıdır. Kesin delillerle sabit olmayan ve geniş kitleler arasında yaygın olarak bilinmeyen hükümler hakkındaki bilgisizlik ise hemen bütün âlimlerce Dâru’l-İslâmda bulunanlar bakımından da mâzeret olarak kabul edilmiştir. Cehlin mâzeret sayılması hallerinde dikkat edilmesi gereken bir husus, davranışa bağlanan hukuki sonucu bilmemenin değil, davranışın yasak olduğunu bilmemenin özür kabul edilişidir.

Allah'ın kitap ve elçiler göndermiş olması ve fertlerin/ toplumun da, hadiste kendisinden sorumluluğun kaldırıldığı bildirilen kişilerden müteşekkil olmaması hasebiyle, özelde son elçinin mesajı bağlamında bilmemekten yana mazur sayılamazlar. Kaldı ki insanların kendisinden yana mesul tutulacağı ve ilelâhire tahrif edilmeden baki kalacağı bildirilen bu anlaşılır kitabın geliş gerekçesi de insanlara bunu ilan etmektir (7/A'râf, 172; 67/Mülk, 10; 43/Zuhruf, 44; 5/Mâide, 19; 28/Kasas, 46; 32/Secde, 2-3).

Esasen fertlerin sorumluluklarının bilincinde ve tevhid esaslarını bilerek iman etmesi, neleri kabul, neleri redderek iman ettiğinin farkında olması gerekir. Çünkü bilinmeyen bir şey tasdik edilemez. Bilinecek ki inanılan bu kitabın temel prensiplerine aykırı hususlar yine bu kitaptandır, zannıyla tasdik edilmesin.

Deli veya bütün olanaklardan mahrum olarak dağ başında yaşayan bir fert için mâzeret kabul edilen cehâletin, bu durumda olmadığı halde cehâleti bilerek seçen kimseler için mâzeret kabul edilmesi söz konusu bile olamamaktadır Nitekim ulema da cehâletin mazeretlik boyutunu hep özel istisnai durumları dikkate alarak ifade etmektedir (Örnek olarak bkz. er-Remeli, Nihâyet’ul-Muhtac, -bab'u hükm'i târik'is-salât- 2/418, -Kitab'ur-ridde- 7/395; ayrıca bkz. Mihne, 11-12,298). Özetle istisnaî durumlar kendi özelinde ve genel durumlar ise yine kendi bağlamında değerlendirilmek durumundadır. Kaldı ki istisnaî-özel durumlar genel geçer bir kısım kuralların varlığını işaret ediyor olsa gerektir.

Dâru’l-İslâmda bilgisizliğin özür sayılmadığı bir kaidedir. Çünkü Dâru’l-İslâmdaki kişilerin bilgi sahibi oldukları farzedilmektedir. Bu nedenle müslüman bilmesi gereken hususları bilmemekle mazur sayılmaz. Dolayısıyla şer'i hükümlere bilgisizlik - cehâlet iddiasıyla kimse muhâlefette bulunamaz. Çünkü burada cehâlet özür sayılamaz.

Buna göre İslâm diyarında oturan herkesin farzları da, yasakları gösteren genel esasları da bilmesi gerekir. Onları bilmemek özür sayılmaz. Ancak delili kesin olmayan hususlar bunun dışındadır. Aslında bu gibi delili kesin olan hususları bilmemek suçtur. Suç ise başka bir suçu meşru kılmaz.

Fakihlerin cumhuru, İslâm ülkesi olmayan memleketlerde İslâmî hükümler hakkındaki cehâletin şer'î teklifleri kaldıracak derecede kuvvetli bir mâzeret olduğunu kabul etmiştir. Fukahanın çoğunun yaklaşımı şöyledir: Dâru’l-harb, şer'î hükümlerin bilinmesine elverişli değildir. Hükümlerin kaynakları orada meşhur olacak şekilde herkese ulaşmamıştır. Oradaki bilgisizlik, delili bilmemektir. Delil üzerinde cehâlet ise teklifi düşürür. Çünkü Dâru’l-harbde müslüman olan kimseye hitap, teveccüh etmez (Bkz. Molla Hüsrev, 34S; Aydın, Hukuku Bilmeme I/271-272).

Esasen Dâru’l-harbde müslümanların İslâmî hükümler hakkında bilgi sahibi oldukları farzedilemez. Çünkü Dâru’l-harb şer'i hükümlerin öğrenildiği, bilinebileceği yer değil, aksine onların öğretilmediği, bilinmediği bir yerdir. Başka bir ifade ile Dâru’l-harb, İslâmî hükümlerin yayılıp tanındığı bir memleket değildir.

Dâru’l-harbte müslüman olup da emirleri yerine getirmeyen kişi hakkında Ebû Hanife   ve İmameyn'in görüşü şöyledir: "Bu husustaki dini hitap-delil o kimseye kavuşmadığından, bilgisizliği özür sayılır. Çünkü bu durumda kendisi kusurlu değildir. Bilgisizlik, delilin kendisinin kapalı ve gizli kalmasından ileri gelmiştir... Dâru’l-harb üzerinde tebliğ velâyeti kesik olduğundan, şer'i hitap oradaki mükelleflere takdiren ulaşmış sayılmaz... Buna mukabil Dâru’l-İslâmda bir kimsenin bu husustaki bilgisizliği özür kabul edilmez. Çünkü Dâru’l-İslâmda bulunmakla onun hakkında hükmen bu ilim sabittir. Bilgisizliği kendi şahsi kusuruna dayandığından özür sayılamaz."

Buradaki temel espiri şudur: Bir şeyi bilmekten öte, o şeye ulaşabilme imkânının olup olmadığı daha önemlidir. Bu nedenle söz konusu mevzuda bilgisizliğin, mükellefin kendi kusuru olup olmaması çok önemlidir. Çünkü vücup için bilfiil bilgi değil de hükmü bilme imkânının bulunması yeterlidir. Dâru’l-İslâmda bu imkân var olmasına karşın Dâru’l-harbde yoktur.

Dâru’l-harp denilen İslâm’ın devlet olarak uygulanmadığı yer demek, darul-cehâlet demektir; İslâmdan yana bilgisizlik yurdudur.

Dâru’l-harb diye tesmiye edilen vasatta sadece İslâmî değerlerin o bölgeye ulaşması cihetiyle bazı istisnalar söz konusudur. Orada gayri İslâmî bir yönetimin egemen oluşundan kaynaklanan bir durum mevcuttur. Söz konusu otorite orada İslâm'ın yayılmasına, anlatılmasına mani olmakta bu nedenle İslâmî hükümler bilinememektedir.

Eskilerin Dâru’l-harb dediği İslâm’ın hâkim olmadığı hicret etmemiş müslümanın cehâleti kendisi için mâzerettir. Çünkü inmiş emirler onun açısından gizli sayılır. Dolayısıyla hakkındaki cehâlet özür sayılır. Çünkü bu cehâlet bizzat delilin ortada olmayışından kaynaklanmıştır.

Anlaşıldığı gibi bilgisizliğin kişinin kendi kusurundan dolayı olması durumunda bunun özür olamayacağı açıktır. Bunun yanında esas olan, doğrudan doğruya bilmek değil, bilebilme imkânının var olmasıdır. Dikkat etmek lazım; bilmemek/cehâlet ayrı, bilmeye çalışmamak ayrıdır. Gene bilmek için imkân olduğu halde câhil kalmak bambaşkadır. Bu, doğrudan kişinin kendi kusurudur. Ve zaten başlı başına bir suçtur (Bkz. eş-Şafii, er-Risale, 197-198; M. Ebû Zehra, Suç ve Ceza, 1/425-436; Mustafa Akman, Kur'an'da Câhil Câhiliye Cehâlet, Buruc Y., 189-202).

[82] 4/Nisâ, 94

[83] Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111

[84] Buhârî, Edeb 44

[85] 8/Enfâl, 46

[86] 3/Âl-i İmran, 103

[87] bak. A. Kalkan, Bu kitap (Müslümanın Akaidi), İman -İmanın Artıp Eksilmesi-  Konusu

[88] bak. A. Kalkan, Kur’an Kavramları, Velî kavramı

[89] bak. A. Kalkan, Bu kitap, Şefaat ve Vesile Konusu

[90] bak. A. Kalkan, Bu kitap, Şefaat ve Vesile Konusu

[91] bak. A. Kalkan, Kur’an Kavramları, Nesh kavramı

[92] Tirmizî’nin Rivâyet Ettiği Meşhur 99 Esmâü’l-Hüsnâ’nın dışında, Kur’an’da 27 isim vardır. Allah isminden sonra Kur’an’da 968 defa tekrar edilen Rab ismi bile Tirmizî ve İbn Mâce’nin listelerinde yoktur. Tirmizî’nin rivâyet ettiği meşhur esmâü’l-hüsnâ listesinde geçtiği halde Kur’an’da zikredilmeyen 26 isim vardır. İbn Mâce (Duâ, 10) rivâyetinde bulunup da, Tirmizî’nin (Deavât, 82) meşhur rivâyetinde bulunmayan yine 26 isim vardır. Tirmizî rivâyetinde bulunup da İbn Mâce’de yer almayan isimler de 25 tanedir.

 

[93] Bak. Bu kitap, Kader bahsi.

[94] “Sana gelen hasene/iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir/kendindendir…” (4/Nisâ, 79)

“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” (42/Şûrâ, 30)

"İnsanların kendi elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde (çölde, kırda ve şehirde) fesat çıkar. Böylece, onlar yaptıklarının bir kısım karşılığını daha dünya hayatında görürler." (30/Rûm, 41)

“Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunanı değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir.” (8/Enfâl, 53)

"İnsanların elleriyle kazandıklarından dolayı karada ve denizde (çölde, kırda ve şehirde) fesat ortaya çıktı." (30/Rûm, 41)

"Eğer Allah'ın, insanları bir kısmıyla bir kısmını def edip savması olmasaydı, yeryüzü fesada uğrardı; ama Allah âlemlere karşı lütuf sahibidir." (2/Bakara, 251)

“İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan pek acelecidir.” (17/İsrâ, 11)

“Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25)

“Sizden önceki nesillerden akıllı kimselerin, (insanları) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan men etmeleri gerekmez miydi? Fakat onlar arasından, ancak kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı. Zulmedenler ise kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar ve suç işleyenler olup çıktılar. Halkı ıslahatçı kimseler olsaydı, Rabbin o şehirleri haksız yere helak edecek değildi.” (11/Hûd, 116-117)

Yine, kötülüğün ve musîbetin insanın kendi yaptığı sebebiyle olduğu konusuyla ilgili bak. 4/Nisâ, 62, 16/Nahl, 34; 28/Kasas, 27; 30/Rûm, 36; 39/Zümer, 51; 42/Şûrâ, 48

Allah Güzeldir; Her Yaptığı ve Yarattığı da Güzeldir: Allah'ın isim-sıfatlarından biri "muhsin" (güzel yapıp eden)dir. Allah muhsin olduğu için her yarattığını güzel yaratmıştır. O, insanı da güzel, hatta en güzel biçimde yaratmıştır (bkz. 32/Secde, 7; 40/Mü'min, 64; 64/Teğâbün, 3; 59/Haşr, 24; 95/Tîn, 4). İnsanın ürettiği tüm güzelliklerin gerçek sahibi ve yapıp edicisi Allah olup bu üretimde, insanın beynini, gönlünü, elini, dilini kullanmaktadır.                      

Allah'tan daima güzellik zuhur eder. Kötü ve çirkin (seyyie), insan nefsinin ürünüdür (4/Nisâ, 79). Allah, yaratıcıların en güzelidir (40/Mü'min, 14; 37/Sâffât, 125). Var ettiklerine en güzel boyayı vuran da Allah'tır (2/Bakara, 138). Allah, aynı zamanda hüküm verme bakımından da en güzel olandır (5/Mâide, 50). Rızkın en güzeli de Allah'tan gelir. O, rızık verme yönüyle de en güzeldir (65/Talâk, 1; 11/Hûd, 88; 22/Hacc, 58; 16/Nahl, 75). Sözün de en güzelini bir kitap halinde indiren O'dur, O'nun kelâmı da tüm güzellikleri içerir (39/Zümer, 23). Bu yüzden insana, indirilen sözün en güzeline uyması emredilir. İnsana inen sözlerin en güzeli Allah'ın sözüdür (39/Zümer, 55). Bu yüzden, güzel insanların bir niteliği, sözü dinleyip onun en güzeline uymaktır (39/Zümer, 18). En güzel din, güzellikler sergileyerek Allah'a teslim olanların dinidir (4/Nisâ, 125). Allah, fiil, söz ve hükmüyle en güzelin kaynağı olduğundan, en güzel isimler (esmâu'l-hüsnâ) da O'nundur (7/A'râf, 180; 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr, 24).

 

[95] Kur’an Kavramlarının Tahrif Edilmesi

Kur’an kavramlarının hayatî öneme taşıyanlarının hemen hepsinin içi boşaltılmış, Kur’an ve Sünnet dışı anlayışlarla doldurulmuştur. Örneklendirmek ve örnekler üzerinde bu tahribatın ve tahrifatın yapıldığını ispatlamak başlı başına kitap, hatta kitapların konusu olacak kapsamda olduğundan, biz burada tarihsel süreç içinde yozlaştırılan belli başlı Kur’an kavramlarını saymakla yetinelim:

Allah (Vahdet-i vücut, fena, beka, aşk, kadın şeklinde veya başka şekilde onun kendilerine tecelli ettiğini iddia etmek);

atalar yolu (Kur’an’ın şirk sebebi saydığı ataları, örf ve âdeti kutsayıp İlâhî ölçülere ters olduğu halde onları ölçü kabul etmek);

bâtın (Kur’an âyetlerinin zâhirî anlamlarıyla bağlantısız farklı bâtınî anlamları olduğunu iddia etmek);

bey’at (Bu kavramı, İslâm devlet başkanı dışındaki ahitler için kullanmakta bir sakınca görmemek ve bey’at edilecek bir imam (İslâmî otorite) edinmenin yollarını önemsememek);

câhiliyye ve câhiliyye hükmü konusunda Müslümanlara düşen bir görevin yok sayılması);

cihad (Allah yolunda savaşı “küçük” ve önemsiz görmek, ya da tam tersine cihadı sadece savaşla sınırlı tutmak);

cin ve şeytan (cincilik, büyücülük ve üfürükçülüğün Müslümanlıkla ilgili olduğu imajı vermek, abartılı şekilde cin çarpması ve büyü değerlendirmesi yapıp bunu tedavi etmek kasdıyla muskacılık ve benzeri yollarla istismar),

duâ (haram, hatta şirk olan türden vesile anlayışıyla; sadece Allah’tan istenecek şeyleri şirk derecesinde başkalarından duâ edip istemek gibi);

fitne (anlamı daraltmak, sadece karışıklık anlamına indirgemek);

hak ve bâtılı, hakka bâtılı karıştırmak, hakkı gizlemek;

halife (Allah’ın halifesi kavramı ve cemaat liderine halife sıfatı vermek, lâyık olmayanları halife kabul edip, günümüzde bu kavramın gereğini unutturmak);

hastalık (Kur’an’ın çoğunlukla mânevî (imanî) hususlardaki anormalliklere sıfat olarak verdiği halde, sadece bedensel rahatsızlıklara indirgemek);

Hızır (Kur’an’da rahmet ve ilim verilen kul şeklinde belirtilen kişiyi ölümsüz, helak etmeye ve ihyâ etmeye kadir, kul bunalınca yetişecek bir tanrı şeklinde kabul etmek);

İbâdet (Allah’ın emir ve tavsiyesi olmadığı, Rasûlulullah’ın sünnetinde bulunmadığı halde ibâdet olarak yapılan ve tavsiye edilen nice hususlar, bid’atler ve hurâfeler);

ilim (vahyi reddeden teorileri ya da bilgi kırıntılarını ilim diye takdim etmek ve bunların tahsilinin dinin emri olduğunu iddia etmek; böyle bir tahsil için dinin temel farzlarını teferruat saymak);

ismet –mâsumiyet (bazı hocaları, âlim veya şeyhleri mâsum kabul etmek);

istişare ve istihare anlayışında Kitap ve Sünnet dışı anlayışlar geliştirmek;

kıssa (dini hikâyelere ve kerâmet masallarına boğmak);

kölelik (Kur’an’ın kesin bir şekilde kaynağını kuruttuğu halde, 19. asrın sonlarına kadar kula kul olmayı İslâm’ın müsaadesi diye sunmak, câriyelere baş örtme özgürlüğü bile vermemek);

millet (Kur’an’da din anlamına geldiği halde, kavim ve ırk anlamı vermek, yasaklanan ırkçılığa bu kavramı kılıf edinmek);

murâbata (cihad için hazırlıklı olma anlamını tahrif ederek, farklı uygulamaları bu kavramla dillendirip Kur’an kavramını tahrif etmek);

nefis (Kur’an’daki hevâ kavramını nefs kelimesiyle değerlendirmek, nefsi aşağılamak, derecelere/basamaklara ayırmak, nefisle mücâdeleyi büyük cihad saymak, onu yok etmeye/öldürmeye çalışmak);

nesh (Kur’an’da nice âyetin hükmünün olmadığını, formalite icabı bulunduğunu, sünnetin bile âyeti nesh edebileceğini, yüzlerce âyetin mensuh olduğunu iddia etmek);

nübüvvet (gerektiğinde hadis uydurmaktan çekinmemek, hadis rivâyetini ilmî yöntemlerle değil de rüyada, keşifte Peygamber’den rivâyet ettiğini iddia etmek; nûr-ı Muhammedî diye uydurma bir terim icat ederek Peygamberimizi yarı tanrı seviyesine çıkarmak; tam tersine bir anlayışla peygamberleri evliya seviyesine düşürmek);

put ve puta tapma (resim ve fotoğrafa bir zamanlar gösterilen tepki kadar ister heykellerden ister soyut hususlardan putlaştırılan hususlara karşı tepki göstermemek, putçuları dışlamamak);

rüya ve ilham ilim kaynağı olmadığı halde, bunları; ayrıca keşfi, müşâhede, muhâdese ve benzeri şeyleri ilim kaynağı kabul etmek;

sabır (pasifliği, zilleti, zâlimlere seyirci kalmayı, görevini yapmamayı sabır zannetmek);

sevgi (ölçüyü ve hedefi ayarlayamamak, Allah sevgisini nice çirkin anlayışlara zemin olacak şekilde “aşk” tabiriyle dillendirmek);

şefaat (haram ve şirk şefaat anlayışı; Allah’a rağmen insanı kurtaracak tanrılar edinmeye benzer anlayışlar);

şeriat (şathiye, sekr hali, istiğrak, cezbe vb. şekillerle şeraiti çiğnemeyi normal saymak; şeriatı basite alacak ve onu kabuk kabul edecek ifadelerle esas önemli olanın tarikat ve hakikat olduğu iddiasında bulunmak, şeriatla hükmedilmemesine ciddi bir tepkide bulunmamak);

tâğut (sadece şeytan anlamı verip, azgın insan tipi olan haddi aşıp insanları saptıran yöneticileri kapsam dışı bırakmak);

takvâ ve muttakîlik (Kur’an’ın tanımladığına hiç benzemeyen özellikler);

tevbe (Aracısız olarak Allah’a yapılması gereken tevbeyi, almak-vermek şeklinde bir insan karşısında yapmanın gereğine inanmak);

tevekkül (Tedbire yapışmadan, kul olarak üzerine düşeni yerine getirmeden yanlış beklenti içinde olmayı tevekkül sanmak);

tevhid ve şirk (nâfile ibâdetler kadar bile önemsememek, din ve takvâ adına bile bazı şirk ve haramları tavsiye etmeye kalkmak, Allah’ın sıfatlarını başkalarına vermekten çekinmemek);

ticaret (Allah’la yapılan alış-verişi, mal ve canla yapılan cihadı bu kapsama almayıp sadece dünyevî alış-verişi ticaret saymak);

ülü’l-emr (Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen, hatta bizden olmayanlara bu vasfı vermekten çekinmemek);

velî-evliyâ (Kur’an’a muhâlefet ederek, bütün gerçek mü’minlerin vasfı olan bu kavramı, bazı özel şahıslara vermek ve onları tanrılaştırır gibi yüceltmek);

vesile (gayrı meşrû vesileler edinmek, Allah’a yaklaşacağım diye cehenneme yaklaşacak yöntemler bulmak);

zikir (Kur’an’ın 30 civarında farklı anlamda kullandığı zikr’i “sadece dille belirli lafızları söylemek” şeklinde anlamak ve Kur’an ve Sünnette olmayan ifâdeleri zikir ibâdeti olarak uygulamak; Kur’an’da “Allah’ın size öğrettiği şekilde zikredin” (2/Bakara, 239) denildiği halde, Kitap ve Sünnette olmayan şekil ve usullerle tuhaf tarzlarda zikir icat etmek); 

zulüm (sadece fiziksel eziyet anlamına indirgeyip şirk gibi, mânevî alanlardaki tahribatı bu kavram dışına atmak, müşriklere ve Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenlere zâlim sıfatını vermekten çekinmek);

zühd (dünyadan el etek çekmeyi zühd saymak, uzleti tavsiye etmek, bir lokma bir hırka anlayışını takvâ saymak)…

Kavramların Tahrif Şekilleri

  1. a) Anlamının bilinmemesi, önemsenmemesi, (sosyal, siyasal, ahlâkî… olarak) içinin doldurulmaması: Tevhid, Şirk,
  2. b) Anlamının daraltılması: Zikir, İbâdet, İmâm,
  3. c) Yanlış veya Eksik Anlaşılması: Hastalık, Nefis, Belâ, Zulüm,
  4. d) Tahrif edilip saptırılması: Cihad, Vesile, Duâ, Şefaat, Veli-Evliya, Halife örneğinde olduğu gibi.

 

[96] Bak. 2/Bakara, 85-86; 4/Nisâ, 136

[97] 12/Yusuf, 106) Yine bak. 39/Zümer, 65-66; 31/Lokman, 13

[98] Bak. 4/Nisâ, 13-14

[99] Bak. 2/Bakara, 256-257; 4/Nisâ, 76; 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17-18

[100] Bak. 49/Hucurât, 15; 49/Hucurât, 10; 3/Âl-i İmrân, 103, 110; 21/Enbiyâ, 92

[101] Bak. 3/Âl-i İmrân, 104-105

[102] Bak. 2/Bakara, 155; 29/Ankebût, 1-3; 49/Hucurât, 15

[103] bak. 4/Nisâ, 13; 63/Münâfıkan, 8

[104] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâmeh 49; Buhârî, Deavât 4

[105] 61/Saff, 10-11

[106] 2/Bakara, 256

[107] 4/Nisâ, 128

[108] 16/Nahl, 91

[109] 2/Bakara, 190

[110] Buhârî, Edeb 44

[111] Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111

[112] Buhârî, İlim 11; Müslim, Cihad 5

[113] 16/Nahl, 125

[114] 41/Fussılet, 33-35

[115] 49/Hucurât, 6

[116] 49/Hucurât, 9-10