Cumartesi, 06 Şubat 2021 16:20

HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK


- 761 -
Kavram no 63
İman 12
Bk. İtaat-İsyan; İman; Tevhid
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
• HAK
• Hak Kelimesi: Anlam ve Mâhiyeti
• Hak Kelimesinin Kur’an’daki Anlamları
• İslâm Hukukunda Hak Kavramı
• Hak Çeşitleri
• İslâm’da İnsan Hakları
• BÂTIL
• Bâtıl Kelimesi: Anlam ve Mâhiyeti
• Hakkın Karşıtı Olarak Bâtıl
• Fıkıh Ilminde Bâtıl
• Hak-Bâtıl
• Tarih Boyunca Hak-Bâtıl Mücâdelesi
• Hakkın Zaferi İçin Fedâkârlık ve Mücâdele
• Hak Verilmez, Alınır
• HAKKA BÂTILI KARIŞTIRMAK
• İsrâiloğullarının Hakka Bâtılı Karıştırmaları
• Hakka Bâtılın Karıştırılması
• Hakla Bâtılın Koalisyonu: Uzlaşma
• Bâtıla Verilen Tâvizin ve Uzlaşmanın Adı: “Hoşgörü”
• Kur’an’ın Tâviz ve Uzlaşmaya Bakışı
• Ve Birkaç Hadis-i Şerif
• Dileniş Değil; Direniş: Uzlaşma ve Tâvize Yanaşmamak
• Uzlaşma Teklifleri Karşısında Peygamberimiz
• İnsan Niçin Tâviz Verir, Düşmanıyla Uzlaşmaya Girer?
• Tâviz ve Uzlaşmayı Red, Küfre Meydan Okumak ve Ateşten Gömlek Giymektir
• HAKKI KETM ETMEK (GİZLEMEK)
• İlmi Gizlemek
“Hakk’a bâtılı karıştırıp da, bile bile hakkı gizlemeyin.” 3544
HAK
Hak Kelimesi: Anlam ve Mâhiyeti
Hak: İslâm kültürünün ve Kur’an kavramlarının en önemlilerinden ve en zengin anlam taşıyanlarından biri de ‘hak’ kelimesidir. ‘Hak’ sözlükte, bâtılın zıddı,
3544] 2/Bakara, 42
- 762 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yerine getirilen hüküm, adâlet, varlığı sabit olan, doğruluk, gerçeklik (hakikat), İslâm, mal-mülk, hisse, pay, bir emek ve zahmet karşılığı alınması gereken şey, iddiaya uygunluk, vâcip, sâdık, yaraşır, kesin şey mânâsındadır. ‘Hak’ kelimesinin aslı, uygunluk ve denk gelmektir. Bu kelime masdar, isim ve sıfat olarak değişik manalarda kullanılmaktadır. Masdar olarak anlamı, sabit olma ve mevcudiyetin (varlığın) gerçek olması demektir. Bu da, bilgi ile, bilinenlerin, birbirine uygun olması şeklinde anlaşılır.
Buradan hareketle, bazen düşüncenin doğruluğuna hak, bazen da görülenin, bilinenin gerçek ve sâbit oluşuna hak denilir. Gerçekleşen olaylar hakkında ‘tahukkuk etti’ denir ki bu, olayın hak olarak, yerinde, bir gerçek olarak meydana geldiğini anlatır.
İslâmî literatürde, hakkın kendisi olan yüce Allah, insanları mutlu kılmak için kendi katından kitabını da hak olarak indirmiştir. Onun için mutlak hak/doğru veya asıl gerçekler ancak Allah’ın vahyi iledir. Yani, Allah’ın indirdiği ve O’nun bildirdiği doğrular haktır. Yani, hakikat, doğruluk, gerçeklik, adâlet kişilere göre değil; Allah’ın bildirdikleri ölçüde haktır.
“Hak”; Cenâb-ı Hakk’ın bir ismidir. Hak, Kur’ân-ı Kerim’in bir adıdır. Hak, mutlak doğru; şahsa, zamana ve yere göre değişmeyen kesin doğru anlamındadır. Beşerî doğrular, göreceli yaklaşımlar, teori ve zanlarla; hak, farklı şeylerdir. Allah’tan bize gönderilen kanuna da hak diyoruz. Çünkü Hak olan Allah’tan geldiği için haktır. Hak kelimesinin çoğulu “hukuk”tur. O yüzden haklar, yani hukuk da, Hakk’a dayanmalı, mutlak doğru hükümler olmalı; şahsa, zamana ve yere göre değişen, beş on sene içinde eskiyip değiştirilen, nice haksızlıklara/zulümlere kılıf olan şekilde olmamalıdır. “Kim Allah’ın indirdiği (“hak”la, “hukuk”la) hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.”3545. Hak ve hukuk, Hak olan Cenâb-ı Hak’tan gelirse hak ve hukuk olur. Yoksa, bunu insan belirlemeye kalkarsa o, hak ve hukuk olmaz. Çünkü insanın kendisi hak değildir. Kendisi hak olmayandan, hak türeyip ortaya çıkmaz. İnsanoğlunun geçmişi ve sonu, evvelî ve yokluğu vardır. Belirli zaman içinde yaşar, belirli düşüncelerin etkisinde kalır. Her an düşüncesini değiştirebilir. Onun içindir ki, kendisi hak olmayanın söylediği de mutlak anlamda hak ve hukuk olamaz; insanları bağlamaz. Ama Hak olan Allah ve indirdiği kitap, Haktır, hukuktur.
Hak Kelimesinin Kur’an’daki Anlamları
Hak kelimesi, Kur’an’da 227 yerde geçer; türevleriyle birlikte ise toplam 287 yerde kullanılır. Kur’an bu kelimeyi birkaç anlamda kullanmaktadır:
1- Bir şeyi hikmetin gereğine göre (nasıl gerekiyorsa ona göre) yapan anlamında. Bu anlamda ‘hakk’ Allah’ın bir sıfatıdır. “Işte burada (bu durumda) velâyet (velîlik, dostluk) hakk olan Allah’a aittir. O, sevap bakımından ve sonuç bakımından hayırlıdır.”3546 âyetindeki ‘hakk’ kelimesi Allah’ın bir sıfatıdır. 3547
2- Hikmetin gereği olarak var edilen şeyler. Allah (c.c.) fiilleri bu anlamda ‘hak’tır. Güneşin ve ayın yaratılması hakkında “…Allah, bunları ancak hak ile
3545] 5/Mâide, 45
3546] 18/Kehf, 44
3547] Ayrıca Bk. 6/En’am, 62; 10/Yûnus, 32; 22/Hacc, 6, v.d.
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 763 -
yaratmıştır. O, bilen bir topluluk için âyetlerini böyle birer birer açıklamaktadır.” 3548
3- Bir şey hakkında aslına uygun olarak inanç taşıma anlamında. Bir kimse hakkında ‘onun yeniden diriliş ve cennet konusundaki inancı hak’tır’ dememiz gibi. “Allah, iman edenleri, ayrılığa düştükleri hakk’a, kendi izniyle eriştirdi.”3549 âyetinde insanların inanç ilkeleri ve ibâdetler konusunda ihtilâf ettikleri gerçek anlamında geçmektedir. 3550
4- Gereğine göre, gerektiği kadarıyla ve gerektiği zamanda meydana gelen söz veya iş anlamında. Bir kimse için ‘senin sözün hak’tır’ dememiz gibi. “Eğer hak, onların hevâ (istek ve tutku)larına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes ve her şey fesâda (bozulmaya) uğrardı…”3551 Buradaki hak; Rabbimizin adı olarak3552, tüm yaratılmış âlemin tâbi olduğu gerçeklik3553 ya da hikmetin gereğine göre konulan hüküm anlamında gelmiş olabilir.
5- Borç anlamında. 3554
6- Hisse, pay anlamında: “Ve onların mallarında belirli bir hakk vardır; isteyenler ve yoksul olanlar için.” 3555
7- Adâlet anlamında: “Allah hakk ile hükmeder. Oysa O’nu bırakıp ta tapmakta oldukları ise, hiç bir şeye hükmedemezler. Şüphesiz Allah işitendir, görendir.” 3556
‘Hakk’ kelimesinin çoğulu ‘hukuk’, ‘hıkak’ ya da ‘hakaik’tır. Aynı kökten gelen ‘ihkak’, gerçekleştirmek, ‘İstihkak’, hak sahibi olmak, ‘Ehakk’, daha hakk, daha doğru, ‘Hakîk’ daha lâyık, ‘el-Hâkka’ ise 69. sûrenin adı olup gerçekleşen olay, yani Kıyamet anlamına gelmektedir.
‘el-Hakk’, Rabbimizin güzel isimlerinden biridir. Allah’ın bir adı olarak Hakk, inkârı mümkün olmayan, varlığı kabul edilmesi gereken, gerçek var olan, Varlığı ve ilâhlığı kesin olan, hikmetinin gereğine göre eşyayı yaratan, hakkı ortaya koyan, sözünde doğru olan, her hakkın kendisinden alındığı gerçek var olan mevcud manalarına gelir.
Allah (c.c.), enfüste (subje) ve âfakta (obje) ne yaratmışsa birbirine uyumlu, yerli yerinde yaratmıştır. Hepsinin hâkimi O’dur. O’nun dışındaki her şey, O’nun yaratmasıyla ‘tahakkuk’ eder. Allah, her bir varlığa belli bir şekil, ecel ve görev vermiştir. Bunların hepsi de yerli yerindedir. Her bir varlığın âlemde ‘Allah’a bağlı olarak’ bir hakikati (gerçekliği), bir sınırı ve birbirlerine karşı hukukları vardır. Alah (c.c.) her şeyi ‘hakk’ ile yarattığını haber veriyor.3557 Allah (c.c.) ‘bizâtihi vücût’tur. Yani O’nun varlığı, kendi Mevcut oluşunun gereğidir, hiç kimseye muhtaç değildir. Diğer varlıklar ise ‘hak’ oluşlarını Mutlak Varlık ve Gerçek (el-Hakk) olan Cenâb-ı Hakk’a borçludur. Onların varlığı Allah’a bağlı olarak ‘liğay3548]
10/Yûnus, 5, ayrıca Bk. 10/Yûnus, 53; 2/Bakara, 146
3549] 2/Bakara, 213
3550] Muh. Ibni Kesir, 1/188
3551] 23/Mü’minûn, 71
3552] Muh. Ibni Kesir, 2/570
3553] M. Esed, Kur'an Mesajı, 2/698
3554] 2/Bakara, 282
3555] 70/Meâric, 24-25, ayrıca Bk. 51/Zâriyât, 19
3556] 40/Ğâfir, 20
3557] 46/Ahkaf, 3
- 764 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rihi vücût’tur, hak oluşları başkasına bağlıdır.
‘Hak’ aslında sâbit ve aklın inkâr edemeyeceği derecede gerçek olan şey demektir. O aynı zamanda doğrudur, isabetlidir, maksada uygundur, arzu edilene denk düşen şeydir. Bu bakımdan her an ve yerde sabit olan (mevcut olan) Allah (c.c.) gerçek Hakk’tır. O, yarattıklarını hak üzere yarattığı için, onlar da Allah’a göre hak’tırlar. Hak’tan gelen, O’ndan kaynaklanan her şey de tıpkı O’nun zâtı gibi hak’tır. O’ndan gelen vahy da hak’tır. O’nun gönderdiği din de hak’tır.
Hakk’ın tam karşıtı ‘bâtıl’dır. Bâtıl, hakk’a göre temelsiz, boş, gerçek olmayan, uymayan ve geçersizdir. Hakk, suyun kendisi, bâtıl ise onun üzerinde biriken köpüktür. Köpük kaybolur gider, su kalır.3558 Hak, her zaman kalıcıdır, yerindedir, uygundur, üstündür. Hak gelince zaten bâtıl yok olup gider. Bâtıl hakk’ın karşısında tutunamaz. Zaten yok olmak (tıpkı köpük gibi) onun doğasında vardır. Çünkü onun bir gerçekliği ve geçerliliği yoktur. 3559
Bâtıl hakk’ın yerine geçmeye çalışırsa, ya da hakk’a engel olmaya çalışırsa Hakk olan Allah (c.c.) hakk’ı bâtılın tepesinde indirir ve onu darmadağın eder.3560 Allah (c.c.) kendi kelimeleriyle bâtılı ortadan kaldırıp yok eder ve hakk’ı pekiştirir. O, suçlular ve müşrikler istemese de Hakk’ı gerçekleştirmek ve bâtılı geçersiz kılmak ister3561. Hak olan Allah’ın insanlar arasından seçtiği son hak peygamber Hz. Muhammed’dir. Son peygamberlerle gönderdiği din hak’tır. O dinin kitabı Kur’an hak bir kitaptır. Islâmın bütün hükümleri, Kur’an’ın bütün âyetleri, haber verdiği şeyler hak’tır. Ölüm, kıyamet, ölüm sonrası hayat, mahşer, mizan, Cennet ve Cehennem haktır. Hakk’ın, sâbit, doğru, insan fıtratına uygun, her hükmü tutarlı, yani hakk nizamı olan İslâm’a teslim olanlar hakk’ı bulurlar. Işlerinde hak üzere olurlar. İnsanlara, hayvanlara ve çevreye ait hak’lara saygı gösterirler, Hakk’ın, tahakkuk edecek azabından korkarlar, hak yolu izlerler ve hak olan amelleri yaparak Allah’ın Cennetini hak ederler.
İslâm Hukukunda Hak Kavramı
İslâm hukukunda (fıkıhta) hak, “hukukun, bir başka deyişle şeriatın bir yetki veya yükümlülük olmak üzere benimsediği, kişiye ait olan şeydir.” İslâm’a göre hakların kaynağı bir ismi de “Hak” olan Cenâb-ı Allah’tır. Haklar, şer’î hükümlerin dayandığı kaynaklardan çıkarılan ilâhî bağışlardır. İslâm’da delilsiz şer’î bir hak yoktur. Buna göre hakların kaynağı Allah’tır. Çünkü O’ndan başka Hâkim ve O’ndan başka hüküm koyucu olamaz. İslâm’a göre, insanlara veya yaratıklara ait hakların kaynağı insan iradesi ve aklı değildir. İnsan aklı ve iradesi yalnızca, bu hakların yerli yerinde kullanılmasını sağlar, hukukun uygulanmasına yardımcı olur, hak tecavüzlerini önlemeye çalışır. Daha doğrusu akıl, ilâhí irade tarafından sabitleştirilen hakları anlamaya ve onları yerli yerinde korumaya yarar.
Bugün yaygın olarak kullanılan ‘insan, hayvan, çocuk hakları’ deyimleri 19. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkmaya başladı. İlk insan hakları evrensel beyannâmesi ise ancak 1947 yılında ilân edilebildi. Hâlbuki İslâm’da haklar ve yükümlülükler, insanlar için bizzat Hakîm olan Allah tarafından belirlenmiştir.
3558] 13/Ra’d, 17
3559] 17/İsrâ, 81
3560] 21 Enbiya/18
3561] 8/Enfâl, 8
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 765 -
İlâhî irade tarafından belirlenen bütün haklar sâbittir, yani değişmezdir. Haklarla ilgili prensipler Kur’an ve Sünnet’te zaten bulunmaktadır. İslâm hukuku (fıkıh) bu konuyu geniş bir biçimde ele almıştır. Bu hakların nasıl korunacağını, hak ihlali olursa nasıl ceza verileceğini detaylı bir şekilde sistemleştirmiştir. Hatta İslâm fıkhı, batılıların hiç aklına gelmeyecek kişi ve varlıkların bile haklarını belirlemiştir. Kitaplarda ‘hukuk devleti’, ‘insan hakları’ gibi kavramların geçmemesi, onların olmadığı anlamına gelmez. Ayrıca, ta İslâm’ın başından beri bilinen, uygulanan böyle bir hukukun ayrıca bayraklaştırılmasına İslâm âleminde ihtiyaç olmamıştır. Batılılar, kendilerinin uzun yıllar arayıp ta buldukları bazı prensipleri, bütün dünyaya yeni bulunmuş ve yalnızca kendilerine ait gibi göstermeleri tarihî gerçeklerle bağdaşmıyor.
Tekrar edelim ki hakların kaynağı ilâhî irâdedir. İnsanlara ve varlıklara ait haklar, bencil, çıkarcı, unutkan, bazen de zâlim olan insanın eline verilemez. Üstelik insan kafasına dayalı olan hak kaynakları, yine insanlar tarafından değiştirilebilir. Zaman geçtikçe insanların anlayışları değişiyor. Dolayısıyla onların hak tanımları da değişikliğe uğruyor. Öyleyse hak gibi önemli bir şey, her şeyi hakkıyla bilemeyen insanın hükmüne dayanmamalı. Haklar, ancak Hak olan Allah’ın hak hükmüne göre yerine getirilebilir, korunabilir. Hakk’a rağmen konulan bütün ölçüler, bütün hükümler bâtıldır, geçersizdir, boştur, temelsizdir. 3562
İslâm hukukuna göre üç çeşit hak vardır:
1- Allah hakkı (hukukullah): İnsanların kulluk görevi, onları Allah’a yaklaştıran şeyler, genelin çıkarına olan, Allah tarafından belirlenmiş hükümler,
2- Allah hakkı ve insan hakkı: Örneğin, kişinin aklının, dininin, neslinin korunmasında iki hak vardır. Bu hakların yerine getirilmesiyle hem Allah’ın emrine uyulmuş olur, hem de bunlarla toplum ve kişilerin çıkarı (maslahatı) korunmuş, haklarına tecavüz önlenmiş olur.
3- Kişinin maslahatının korunduğu haklar: Çok geniş bir alanı vardır. İnsan hakları dediğimiz şeylerdir.
İslâm’da İnsan Hakları
Hiç bir düzende (dinde) görülemeyecek kadar insan haklarını gözeten İslâm, insanın şu haklarını korumaya alır:
a- Din emniyeti: İslâm, din hakkını ve dini yaşama hürriyetini güvence altına alır.
b- Nefis (can) emniyeti: İslâm, yaşama hakkını temin eder.
c- Akıl emniyeti: İlim ve tefekkürü emreden İslâm, içki ve uyuşturucu gibi akla zarar verecek şeyleri yasaklar ve aklı her türlü arızalardan koruyucu tedbirler alır.
d- Nesil emniyeti: Irzın, şeref ve namusun korunmasını ve sağlıklı nesiller yetiştirilmesini temin için İslâm gerekli her türlü ortamı hazırlar.
e- Mal emniyeti: İslâm malı korumak için, hırsızlık vb. suçlara giden yolları
3562] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, 243 vd.
- 766 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tıkadığı gibi, insanlara yeterli geçim kaynaklarına sahip olma hakkını ve imkânını tanır.
Özetle İslâm, her insanın onurunu, namusunu, özgürlüğünü, dinini, malını, canını, geçimini ve işini garanti altına alır.
İslâm, insan hakları konusunda hâlâ ulaşılamaz durumdadır. İnsani kardeşlik prensibine yer verir. Irkçılığı ve takvanın dışında üstünlük anlayışlarını reddeder. İslâm’ın emir ve yasakları, hükümleri, ibâdetleri, ceza anlayışı... eşitliği isbat etmektedir. Diğer düzenlerde bu denli eşitlik teoride bile yoktur. Eşitlik adına adâletsizliğe de göz yummaz. Kadın-erkek eşitliği diyerek cinsel farklılıkların gözardı edilip istismar edilmesine, insanların sömürülerek zulmedilmesine yol açacak aşırılıklara da geçit vermez.
BÂTIL
Bâtıl Kelimesi: Anlam ve Mâhiyeti
‘Bâtıl’ sözlükte; boş, boşa giden, doğru ve hak olmayan, devamlı olmayan, hükümsüz olan, yok olan şeydir. ‘Hak’ kavramının karşıtıdır. ‘Bâtıl’, yapılmış olsa, meydanda bulunsa da hiç bir hükmü ve geçerliği olmayan şeyler hakkında kullanılır. Meselâ, bir kimse iki kız kardeşle aynı anda evlenmiş olsa, bu evlilik ortada olduğu halde yapılan iş ‘bâtıl’dır, hak değildir.
Kur’an’da ‘bâtıl’ kelimesi, 26 yerde geçer; türevleriyle birlikte toplam 36 yerde kullanılır. Kur’an ‘bâtıl’ kelimesini birkaç anlamda kullanmaktadır. Söz gelimi, ‘bâtıl’, hakkı örten bir perdenin adıdır. “Ey kitap Ehli, neden hakkı batıl ile örtüyor ve siz de bildiğiniz halde hakkı gizliyorsunuz?”3563 ‘Bâtıl’, hakkın, yani Allah’tan gelen doğrunun karşıtı olan yanlış ve geçersiz inançlardır. 3564
‘Bâtıl’ bir âyette gerçek bilgiye dayanmayan delil anlamındadır.3565 ������������‘Bâtıl’ baş-‘başka bir âyette ise boş şey, amaçsız ve faydasız bir iş mânâsında kullanılmaktadır. “Ayakta, oturarak veya yanları üzerinde Allah’ı zikredenler derler ki: Rabbimiz, Sen bunu (yeri ve göğü) batıl olarak (boşu boşuna) yaratmadın.” 3566
Kur’an, insanların bir kısmının Allah’ı bırakıp da tapmakta oldukları ilâhlara veya putlara da ‘bâtıl’, geçersiz, hükmü olmayan temelsiz şeyler demektedir. “İşte böyle, hiç şüphesiz Allah, O, Hak olandır ve hiç şüphesiz O’nun dışında tapmakta oldukları (tanrılar) ise bâtıldır ...” 3567
Haklı bir sebebe ve gerekçeye dayanmayan, zulüm olan ve hak edilmeyen şeye de ‘bâtıl’ denilmektedir. Kur’an bu anlamda ‘insanların mallarını bâtıl yollarla yemeyin’ buyurmaktadır.3568 Bir takım ahbâr (yahudi din adamları) ve ruhbanların (hıristiyan din adamlarının) insanların mallarını haksız yere yedikleri haber veriliyor. 3569
3563] 3/Âl-i İmran, 71
3564] 41/Fussilet, 42; 42/Şûrâ, 24
3565] 40/Mü’min, 5
3566] 3/Âl-i İmran, 191
3567] 31/Lokman, 30
3568] 2/Bakara, 188; 4/Nisâ, 29
3569] 9/Tevbe, 34
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 767 -
Hakkın Karşıtı Olarak Bâtıl
‘Hak ve bâtıl’ kavramları İslâm ile onun dışındaki dinleri nitelendirmek için kullanılır. Nitekim dinler tarihini yazan birçok müslüman yazar, dinleri ‘hak din’ ve ‘bâtıl dinler’ şeklinde iki başlıkta incelemişlerdir.
Kur’an, hak kelimesini hem Allah (c.c.) için, hem de O’nun dini İslâm için kullanmaktadır. Çünkü Allah (c.c.) mutlak gerçektir, mutlak varlıktır, varlığı değişmeyen ve ebedî olandır. O’nun dini İslâm da doğrudur, temeli vardır, gerçektir ve kalıcı olandır. 3570
‘Bâtıl’, geçersiz, hükümsüz ve kalıcı olmayandır. Şu âyet hak ve bâtıl kelimelerini çok net bir şekilde ortaya koyuyor: “(Allah) gökten bir su indirdi de kendi miktarınca sel oldu. Sel de yüze vuran bir köpük yüklendi. Bir süs veya metâ (fayda) sağlamak için ateşte yakıp erittikleri şeylerden (madenlerden) de bunun gibi bir köpük (posa) kalır. İşte Allah, hak ile batıla böyle örnekler verir. Köpüğe gelince, o atılır, insanlara fayda sağlayacak şey ise yeryüzünde kalır. İşte Allah böyle örnekler vermektedir.” 3571
Allah (c.c.) mutlak Hak’tır. O kendi varlığı ile vardır ve her şeyin yaratıcısıdır. Kıyamette her şey ölecektir ve yalnızca O’nun varlığı kalacaktır.3572 Öyleyse O’nun dışındaki her şey O’nun sebebiyle vardırlar. Kendi başlarına bir varlıkları ve bir gerçeklikleri yoktur. Bu anlamda onlar bâtıldırlar, yani mutlak gerçek değillerdir ve varlıklarının tek başına bir hükmü yoktur. Hak olan Allah (c.c.)3573 yeri ve gökleri hak olarak yarattı. Bunları ve diğer bütün varlıkları varlığının âyetleri, belgeleri yaptı. İnsan bunlara bakar, basiretle bunları idrak eder ve hak olan yola, Islâm’a teslim olur.3574 Ayrıca Rabbimiz, Hz. Muhammed’i hak peygamber olarak gönderdi.3575 O’nunla beraber bir de hak Kitap indirdi. 3576
Bütün bunlara rağmen bazı insanlar kalıcı, sağlam, doğru olan Hakk’ı bırakır, köpük gibi bir değeri ve kalıcılığı olmayan bâtıla uyar. Hâlbuki köpük kaybolmaya mahkûmdur, bir faydası da yoktur. “De ki: Hak geldi, bâtıl zâil oldu (yok oldu). Çünkü bâtıl yok olucudur.” 3577 “Hayır, Biz hakkı bâtılın tepesine indiririz, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki o, yok olup gitmiştir.”3578 Görüldüğü gibi ‘bâtıl’, köksüzdür ve güçsüzdür; yok olmaya, dağılmaya, silinip gitmeye mahkûmdur. Hakk’ın karşısında tutunamaz. Suyun üzerindeki köpük gibi olan bâtılın, demir gibi olan hakkın karşısında tutunması mümkün olabilir mi?
Dünya hayatında ‘bâtıl’ bazen hakka galip gelmiş gibi görünür; İnsanlar öyle zannederler. Ya da müslümanların mağlup oluşlarına bakarak, bazıları bu durumu bâtılın galibiyeti zanneder. Hâlbuki gerçek böyle değildir. Müslümanlar da insandırlar; hataları, eksikleri vardır. Görevlerini yapmamış, gerekli tedbirleri almamış olabilirler. Onların zayıf durumu veya hataları, Hakk’ın zayıflığı veya zilleti değildir. Yeryüzünde hiç bir müslüman kalmasa bile Allah’ın adı ve O’nun
3570] 22/Hacc, 62
3571] 13/Ra’d, 17
3572] 28/Kasas, 88
3573] 20/Tâhâ, 114; 18/Kehf, 44. vd.
3574] 2/Bakara, 109, 147 vd.
3575] 2/Bakara, 119
3576] 2/Bakara, 213
3577] 17/İsrâ, 81
3578] 21/Enbiyâ, 18
- 768 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dini yine yücedir. O’nun kelimesi olan İslâm ve O’nun kitabı olan Kur’an yine üstündür. 3579
Allah (c.c.) mücrimler, yani azgın günahkârlar istemese bile Hakk’ı gerçekleştirmek ve yerleştirmek, batıl’ı ise iptal etmek, geçersiz kılmak istiyor.3580 Köksüz, temelsiz ve doğru olmayan bâtıla, yani Allah katında geçersiz olan inançlara inanan kimseler elbette zarara uğrayacaklardır. Allah’ı inkâr eden kâfirler, bâtıl’a din diye inanmaktadırlar. Bu da onlar için büyük bir zarardır.3581 Allah dururken, hiç bir şey yaratamayacak kadar âciz ve güçsüz, bir fayda sağlayamayan, bir zararı gideremeyen bâtıl şeylere (tanrılara) ibâdet edenler çok büyük bir yanlışın içerisindedirler.3582 Bu gibilerin inandıkları din, mahv olucudur ve bu bâtıl dinlere inananların yaptıkları işler de bâtıldır.3583 Küfre düşenler kendi akıllarınca hak olarak gönderilen Peygamberin dâvetine ve mesajına karşı mücâdele ederler, hakkı iptal etmek, yani geçersiz kılmak için uğraşırlar. Ancak bu çabaları boş bir çabadır. 3584
‘Bâtıl’, kavram olarak bazı insanların Allah’ın dışında uydurdukları ilâhların ortak adı olduğu gibi, bu ilâh fikrine uygun olarak inandıkları dinlerin de ortak adıdır. Allah katında geçerli olmayan, hükümsüz, temelsiz ve yanlış olan bütün inanç ve ibâdetler bâtıldır.“De ki; Hak geldi; bâtıl ise ne (bir şey) ortaya çıkarabilir, ne de geri getirebilir.” 3585
Aynı kökten gelen ‘iptal’ bir şeyi geçersiz ve hükümsüz kılmak demektir. Bunun fâil (özne) ismi olan ‘mubtıl’ ise iptal edici, işi gücü bâtıl olan, ya da işleri boşa giden anlamlarına gelir. “... Allah’ın emri geldiği zaman hak ile hüküm veriir ve işte burada (hakkı) iptal etmekte istekli olanlar (mubtıl) zarara uğrarlar.” 3586
Günümüzde peşine gidilen; İslâm’a aykırı bütün inançlar, dünya görüşleri, hayat anlayışları, toplumsal düzenler, ideolojiler Allah’ın katında batıldır; geçersiz ve hükümsüzdür.
Fıkıh İlminde Bâtıl
Fıkıh ilminde ‘bâtıl’, ya da bunun masdarı olan ‘butlan’, rükûn veya şartları tamamen veya biraz eksik olan ibâdetler ve hukuk işlemlerine denir. Bilindiği gibi, İslâm’a göre bir ibâdetin geçerli (sahih), yani kabul edilebilir olması için, o ibâdete ait rükünlerin ve şartların yerine getirilmesi gerekir. Yine bir hukuk işleminin, örneğin bir alım-satımın, bir evlilik işleminin (nikâh akdinin) İslâm şeriatına göre geçerli olması için bazı şartlara uymak gerekir. Bu şartlara uyulmadığı zaman o ibâdet veya işlem geçersiz, yani ‘bâtıl’ olur.
‘Butlan’, ibâdetin veya hukukî işlemin hükümsüz olması; ‘bâtıl’ ise; hükümsüz olan, geçersiz hale gelen işlemin adıdır. Bunlar birbirinin yerine kullanıldığı gibi, bir işlemin geçersiz olmasına ‘fesat’, geçersiz olan işleme veya ibâdete de ‘fâsit’
3579] 9/Tevbe, 40
3580] 8/Enfal, 8
3581] 29/Ankebût, 52
3582] 16/Nahl, 72-73
3583] 7/A’râf, 139; 11/Hûd, 1ó
3584] 18/Kehf, 56
3585] 34/Sebe’, 49
3586] 40/Ğâfir, 78
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 769 -
denilmektedir. Müfsid de ibâdeti geçersiz kılan sebeptir. Abdest almak namazın rükünlerinden biridir. Dolaysıyla abdestsiz kılınan bir namaz bâtıl; abdestsiz namaz kılma durumu ise butlandır. Ortada mevcut olmayan bir malın satışı bâtıl’dır, geçersizdir. Çünkü satışla ilgili şartlardan biri yerine gelmemiştir. Zorla kıyılan bir nikâh geçersizdir, bâtıl’dır. Çünkü nikâhın şartlarından olan ‘îcab’, yani evlenme teklifi şartı yerine getirilmiş olsa bile; ‘kabul’, yani evlenme teklifini kabul etme şartı gerçekleşmemiştir. 3587
Hak-Bâtıl
Hak ile bâtıl, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin, ancak vahiy ile bilinir ve vahiyle değer kazanır. Allah’a göre, bu değerler her zaman sâbittir, değişmezler. Hak ve hakikat, Allah’a ait olduğuna göre, sürekli hak hukuktan bahseden kimselerin hakkı Allah’ın Kitabı dışında aramaları selîm aklın kabul edemeyeceği bir iştir. Yalnız Allah hak olandır. “Allah, hakkın ta kendisidir, Hak sadece O’dur. O, ölüleri diriltir; yine O, her şeye hakkıyla kaadirdir.”3588 İlâh olan ancak O’dur, hak olan ancak O’dur, Rab olan ancak O’dur. İbâdet ve tâate lâyık olan ancak O’dur. Doğrular O’nun, yanlış ve hatalar insanlarındır. O’nun dışında tanrı kabul edilen tüm sahte ilâhlar bâtıldır.
Bâtıl da gerçeğe uymayan, haklı olmayan, haktan ayrı olan, boş ve anlamsız, hükümsüz ve geçersiz olan şeylerdir. Bâtıl da yüce Allah’ın bildirdikleri ölçüde bilinir. Bâtılı, inanç yönünden ele alırsak, sadece Allah’a ve Allah’ın inanmamızı istediği değerlere iman etmemiz gerekir. Yani şirksiz bir iman, ancak gerçek/hak imandır. Yüce Allah’ın katında bâtıl, boş ve anlamsız olduğu için karşılığı da yoktur. Öyle insanlar vardır ki, ömürleri boyunca bâtıl uğrunda mücâdele verir, bu uğurda çok büyük işler yaptığına inanır, hatta bu yolda ölür. Ancak, hak/gerçek ile değerlendirilince, bunların bütünüyle karşılıksız ve boş olduğu ortaya çıkar. Çünkü hak ve bâtıl insanlara göre değil; Allah’a göre sonuçlandırılır. İmanî konularda olsun, sosyal hayatla ilgili konularda olsun, hayatın bütün boyutlarında hak ve bâtıl, Allah’ın bildirdikleri ile bilinip alınmalı ve uyulmalıdır. Bu ölçünün dışında başka kriterler kullanılırsa, bunlar da, bâtıl terazi gibi, tartılanlar da yanlış olur. Hz. Ali’nin dediği gibi, “gerçeği insanların ölçüleri ile değil; insanları gerçeğin ölçüsü ile tanımalıdır.” Yani hak ve gerçekler bize değil; biz onlara uymalıyız.
“Hakka/gerçeğe yardım edin. Hak size yardım etmekte gecikmeyecektir.” “Hakkı her zaman savun, anlayan olmasa bile Rabbine ve vicdanına karşı hesap vermekten kurtulursun.”
“Bu böyledir. Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir; yalnız Hak olandır. O’nun dışındaki taptıkları ise bâtılın ta kendisidir. Gerçek şu ki Allah, evet O, uludur, büyüktür.”3589 Bu âyet-i kerime, hakkın ancak yüce Allah olduğuna yeterli bir kanıttır. Hakkın kendisi olan yüce Allah’ın inzâl ettiği değerler de mutlak surette haktır/doğrudur. Yine bâtıl olarak belirttiği hususlar da mutlak surette bâtıl ve karşılıksızdır. Bu bağlamda diyebiliriz ki doğru/hak olan, mutlak surette hezimettedir. Bâtıl şeyler, ancak inançsız insanlar arasında kabul görür. Bu konuda Mekke müşrikleri3587]
Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 67 vd.
3588] 22/Hacc, 6
3589] 22/Hacc, 62
- 770 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ni düşünelim. Uzun yıllar kafalarını boş inançlarla beslemeye çalıştılar, onlarla oyalandılar. Ne zaman ki hak olan doğrular kendilerine geldi; işte o zaman yıllardır içinde oldukları bâtıl inançların boş olduğuna inandılar ve nasıl bu boş şeylerin peşinden koşmuşuz diye hayrete düştüler. Bununla ilgili Hz. Ömer’in câhiliyet devrinde bâtıl inanç ve davranış konusunda kendisinin yaptığı bazı şeye ağladığını, bazısına da hayretle güldüğünü ifade etmesi hatırlanabilir.
Bu böyledir. Işık geldiğinde karanlığın anlamsız olduğu, bir değer ifade etmediği ortaya çıkar. Dahası var; ışık geldiğinde daha önce karanlıkta yaşayanlar, bu kadar karanlıkta nasıl kaldıklarına hayret ederler. İşte hak/doğru da böyledir. Yeter ki alınsın ve kabul edilsin. Kabul gördükleri yerleri mutlak surette aydınlatır ve oralarda artık karanlık kalmaz; zira hak gelince bâtıl zâil olur. İşte o hak, yüce Allah’ın kendisi ve Kitabı’dır.
Şimdi sormak lâzım: Böyle bir nurun/aydınlığın sahibi mi ibâdete lâyıktır, yoksa bir şey yapmaktan âciz putlar mı? Veya yığınlarca sahte ilâhlar mı? Evet hangisi? Aklını ve beynini herhangi bir yere entegre etmemiş her sağduyu sahibi, ibâdete lâyık olanın Yüce Allah olduğunu bilir ve kabul eder; zira mülk sahibi ve tasarruf sahibi ancak O’dur. Bu doğruyu bilmemesi için insanın akılsız, kör, sağır ve dilsiz olması gerekir. Aklını/kalbini kullanan, hakkı gören, işiten ve söyleyen insan, yüce Allah’ı bütün sıfatlarıyla bilip tanıdığı gibi, gerçek vahyin doğruluğundan da asla şüphe etmez. Hakkın mutlak surette bâtıla galip geldiğine şeksiz iman eder. Bugün eğer bâtıl galip görünüyorsa, bu, müslümanların zaafiyetinden kaynaklanmaktadır. Allah her an için müslümanları imtihan etmektedir. Eğer müslümanlar yükümlülüklerinin bilincinde olurlarsa her zaman galip gelecek olan kendileridir. Bu galibiyetin gerçekleşmesi uzak değildir ve dünyadadır; ancak bu galibiyeti dilerse Allah âhirete bırakabilir.
Allah dilerse mü’minlerin güçleriyle hakkı bâtıla muzaffer kılar, dilerse bir kâfirin gücüyle de hakkı bâtıla galip kılar. Ancak, hakkı bâtıla karşı muzaffer kılma görevini biz müslümanlara yüklemiştir. Onun için biz, bu sorumluluktan hiçbir zaman kendimizi muaf tutamayız. O, nasıl galip kılmaya çalışırsa çalışsın, biz sorumluluğumuzu bilip ona göre hareket etmeliyiz, aksi takdirde görevimizi yerine getirmemiş oluruz. Aslında hakkın olduğu yerde bâtılın yaşaması, bâtılın olduğu yerde de hakkın yaşaması güçtür. Bu güç, görünürde bile böyledir. Bu konuda Kur’an şöyle buyurur: “Hayır, biz hakkı bâtılın tepesine indiririz, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki o, yok olup gitmiştir.” 3590
Peygamberler tarihine baktığımızda bütün peygamberlerin geliş amacının bu olduğunu görürüz: Bâtılı yok etmek ve yerine hakkı/doğruları yerleştirmek. Peygamberlerin izleyicileri de bunu yapmak zorundadır. Zaten bâtılın hâkimiyet hakkı yoktur. Sözlük anlamı ile de tanındığı gibi bâtıl, boş olan, anlamsız olan şeydir. Boş ve anlamsız olan bir şeyin hâkimiyet/egemenlik hakkı nasıl olabilir? Hâkimiyet hakkı, ancak hakkın/doğruluğun, gerçeğin hakkıdır. Bâtılın hakkı ise zâil/yok olmak ve kovulmaktır. “De ki hak geldi, bâtıl zâil oldu; zaten bâtıl yok olmaya mahkûmdur.” 3591
Nasıl ki güneş doğunca karanlık yok oluyorsa, hak geldiğinde de bâtıl öylece
3590] 21/Enbiyâ, 18
3591] 17/İsrâ, 81
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 771 -
yok olacaktır. Ateşin alevi de böyledir. Yükseklerde azametli ve sağlam görünür, fakat kısa zaman sonra sönüp yok olduğu görülür; külü bile zamanla kaybolur gider. Su köpüğü de böyledir. Köpük, belli bir süre suyu kapatıp kendini göstermeye çalışır, ancak belli bir süre sonra kendisi söner; bâki kalan su olur. Bu yüzden bâtıl, çok heybetli de görünse yapı itibarıyla devamlılık arzedemez. Çünkü yaşamak için temel enerjisini, yakıtını kendi özünden değil; dış etkenlerden alır. Taşıma su ile de değirmen dönmez. Dış etkenler yok olduğu an kendisi de çöker gider. Hâlbuki hak böyle değildir. Onun tüm gücü kendi özündendir. Önüne birtakım şeytanî engellerin çıkması doğaldır. Ancak bu engeller hakkın gücüne karşı yaşayamazlar. Çünkü hak, Allah’ın kendisidir, O’nun emirleridir ve sonsuza kadar da yaşayacak olan O’dur.
Bâtılın dayanağı, kuvveti şeytandır, zulüm, baskı ve dayatmadır. Bunlar, hak olmadığı, hakkın karşısında olduğu için uzun ömürlü olamazlar. Eğer biz, lâyık olursak Allah, hakkı bâtılın tepesine indirir ve bâtılı ortadan kaldırır. Eğer biz lâyık olmazsak, o zaman da bâtılın zulüm ve haksızlığı altında kalır ve inim inim inleriz. Nitekim bugün müslümanların çoğu bu zulüm ve haksızlık karşısında hakkı haykırmayıp sustuğu için de kısır döngü içinde bâtıl, sadece renk değiştirip farklı boyutlarıyla zulmünü devam ettirmektedir. Ve biz, kendimizi değiştirmek istemediğimiz sürece Allah bizi, bizde bulunanı ve yönetimimizi değiştirmeyecektir.3592 Bu, değişmeyen ilâhî bir kanundur. Tarih boyunca da hep böyle olmuştur.
Risâletin ilk yıllarındaki müslümanların durumuna bir göz atalım: O günlerde çektikleri işkenceler doruk noktasına ulaşmıştır. Bu ağır işkencelerden az da olsa kurtulmak için, Allah Rasûlü tarafından bir kısım mü’min Habeşistan’a gönderilmişlerdi. Ancak kalanlar üzerinde baskı ve işkenceler devam ediyordu. Peygamber’in hayatı bile tehlike altındaydı. Kısaca zâhirdeki alâmetler, bâtılın galip olduğunu gösteriyordu ve zâhirde hakkın bâtıla gâlip geleceğini gösteren pek açık deliller de yok gibiydi. Ancak müslümanlar, her ne surette olursa olsun, mevcut haksızlık ve zulümden kurtulmak istiyorlardı ve bu uğurda da tâvizsiz ve destansı bir mücâdele veriyorlardı. İşte bu samimiyetlerinden, çetin direniş, mücâdele ve fedakârlıklarından dolayı, Allah onlara kısa bir zaman sonra fetih ve zaferi müjdeledi ve böylece hakkı bâtıla galip kıldı.
Bugün için de hakkın bâtıla galibiyeti güç görülebilir. Aslında hiç de böyle değildir. O gün Mekke devleti, Bizans imparatorluğu, Sâsânî/Fars krallığı hakkın karşısında duramadıkları gibi, bugünkü bâtıl rejimler/devletler de hakkın karşısında sebat gösteremeyecektir. Yeter ki hakkı hak olarak tanıyalım, hakka hak olarak sahip çıkalım ve yeter ki hakkı bâtıla karıştırmadan kendimize rehber edinelim. Gerisi Allah’ın elindedir ve biz inanıyoruz ki yüce Allah dün bu galibiyeti bizden önceki müslümanlara ihsan ettiği gibi bize de ikram edecektir.
Hakkın yolunu açan ancak iman ve takvâdır. İman ve takvâ, hak yolu aydınlığa dönüştürür. “Ey iman edenler, eğer Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız, O size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış (furkan) verir, suçlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah, büyük lütuf sahibidir.”3593 Yeter ki insanlar, hakka kulak versinler ve hakkı anlamak isteyip ona teslim olsunlar; Allah onlara yardım edecektir. Aslında hakikat
3592] 13/Ra'd, 11
3593] 8/Enfâl, 29
- 772 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gâyet açıktır. Ya Allah katından gelen vahiy, yani hak veya Allah’tan başkasından gelen hevâ ve heves, yani bâtıl. İkisinden sadece biri. Mü’min için Allah’ın vahyinden kaynaklanmayan her şey bâtıldır, boştur, hiçtir. 3594
Bâtıl, suyun üstünde akan köpüğe benzer.3595 Varlığı ve hareket etmesi suya bağlıdır. Ama ilk aşamada kendi gider gibi görünen bâtılın, sonunda suyun sayesinde hareket ettiği ve esas olan şeyin su olduğu ister istemez ortaya çıkar. Tarih boyunca da sayısız zâlim, tâğut, zorba ve diktatör insan, bâtıl oldukları halde kendilerinin hak olduğunu iddia ederek insanlara egemen olmuş ve bu hileyle uzun yıllar mazlum ve müstaz’af insanları sömürüp durmuşlar. Ama bâtılın daimî olmayacağından ve her zaman için kendi varlığını sürdüremeyeceğinden, bir süre sonra hak ortaya çıkmış ve bâtıl yok olmuştur. Bâtıla sarılarak kendileri için bir çıkar yol bulmak isteyenler bile haktan yardım almakta ve gerçekte bâtılın esassız, temelsiz, geçici bir şey olduğunu kabul etmektedirler.
Hak, ilâhî menşe ve kaynağa sahip olan bütün insanların pak fıtratlarında bulunan bir güçtür. Hak, Allah’ın, varlık âleminin temelinde, insanlar arası ilişkilerde tespit ettiği bir kanundur. Hak, ilâhî kaynağa; bâtıl ise şeytanî kaynağa sahiptir. Hak, ebedî kalma özelliğine sahiptir; bâtıl ise zâil olmaya, yok olup gitmeye mahkûmdur. Hak, üstünlüğünü, yenilgi kabul etmez güç ve özelliğini, insanların pak fıtratında yer alışından, ilâhî özelliğe sahip bulunuşundan almaktadır. “Hak Rabbindendir. Şu halde sakın kuşkuya kapılanlardan olma!”3596; “De ki ey insanlar! Kuşkusuz size Rabbinizden hak gelmiştir. Kim hidâyete ulaşırsa o, ancak kendi nefsi için hidâyete ulaşmıştır. Kim de saparsa, o da, kendi aleyhine sapmıştır. Ben sizin üzerinizde bir vekil değilim.” 3597
Kur’an, açıkça, bâtılın hak sayesinde gündeme geldiğini ve yine haktan yardım alarak var olduğunu beyan buyurmaktadır. Farazâ, eğer hak ve doğru olmasaydı, bâtıl ve yalan da olmayacaktı. Zira halk eğer yalan bir şeye inanıyor, bâtıl bir şeyin peşinden gidiyorsa, bu, hakkın/doğrunun var olduğundandır. Halk doğru ve hak diye bildikleri için bâtıl ve yalanı kabul ediyor. Eğer hak ve doğru var olmasa ve her şey bâtıl ve yalandan ibaret olsaydı, insanlar, kesinlikle bâtıl ve yalanın peşinde gitmezlerdi. Çünkü boş, temelsiz ve gerçek dışı bir şeyin peşinde gitmek, onu kabul etmek akıl ve ilâhî fıtrata sahip kimselerin yapacağı bir şey değildir.
Hak temel, bâtıl ise görecelidir. Bâtıl, sürekli galip gelemez; sürekliliği olan, hayat ve medeniyeti sürdüren hak olmuştur ve öyle olacaktır. Bâtıl, önce parıldayan, daha sonra sönen ve yok olan geçici bir şimşeğe, kısa bir müddet sonra sönmeye mahkûm ışık gösterisine benzer.3598 İnsan, bâtılın geçici olarak gelip hakkın üstünü örttüğünü görür. Fakat sürekli olarak kalabilmeye gücü olmadığından bâtıl yok olur gider. Bâtılın parazit ve bağımlı bir vücudu vardır, geçicidir. Devamlılığı olan haktır. Eğer bir toplum, tamamen bâtıla yönelmişse, tarihte helâk olan toplumlar örneğinde olduğu gibi yok olmaya mahkûm olmuştur. Yani tamamınyala bâtıla yönelmek ve haktan tümüyle kopmak, yok olmakla aynı şeydir.
3594] Beşir İslâmoğlu, Hak Bâtıl Mücâdelesi, s. 12-17
3595] 13/Ra’d, 17
3596] 2/Bakara, 147
3597] 10/Yûnus, 108
3598] 2/Bakara, 17-20
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 773 -
Bâtıl ölümlü bir şeydir, ölüme mahkûmdur. İçten içe ölmekte, can çekişmektedir. Zevâle doğru gitmektedir. Bazı ölümlerde görüldüğü gibi tedrici olarak yok olmaktadır bâtıl.
Bâtıl, suyun üstünde akan köpüğe benzer.3599 Öyle ki, eğer cahil biri gelip de bu durumu görür ve hadisenin içyüzünden haberi olmazsa, akmakta olan köpükleri görür; bu köpüklerin altında olan yağmur sularına dikkat etmez. Hâlbuki böyle çağlayarak akan sudur, köpük değil; fakat köpükler suyun yüzünü kapladığı için, meselelere yüzeysel olarak bakan, olayların içyüzünden haberdar olmayan gözler ancak köpük görür. İşte bâtıl da böyledir; yani hakkın üstünü örtüyor. Öyle ki eğer biri toplumun dış görünümüne bakacak olur ve onun derinliklerine dikkat etmezse, başta olan egemen güçleri, etkili ve yetkili kimseleri görür sadece. Fakat insan toplumun içine girdimi, zâhirde göze hemen gözükmeyen fakat gerçekte toplum çarklarını harekete geçirenleri görür ve onları, doğruluk ve sadakatle beraber hakka uygun olarak bulur. Toplumun içinde esas dinamiklerin, toplum fertlerinin İslâmî ve insanî fıtratıdır, haktır ve hakka bağlılıktır toplumu ayakta tutan. Toplumun ekseriyetini iyiler, sâlih amellerinin fesatlarına galebe çaldığı insanlar teşkil ediyor. Onlardaki fesat da, cahillikten, bilmediklerinden, noksanlıktan ileri geliyor. Tâğutların aksine, böyle kimseleri esas suçlu saymak, sapıklardan, bozgunculardan saymak doğru olamaz. Hak ve hak düzeni esastır, temeli vardır ve su gibi altta faâliyet gösterir ve toplumu ileri götürür. Fakat bâtıllar onun üzerinde olup, kendilerini göstermek isterler.
Âyetteki su-köpük örneğinden yararlanılan diğer bir nokta da şudur: Bâtıl, hakkın asalağı olarak meydana gelir ve hakkın gücü ile hareket eder; yani güç kendine ait değildir, aslında güç hakka aittir, bâtıl ise hakkın gücü ile hareket eder. Suyun üzerinde bulunan köpük de, kendinde var olan bir güç ile hareket etmez. Köpüğü harekete sokan, onu götüren suyun gücüdür. Bâtıl, hakkı hakkın kendi kılıcı ile vuruyor, öyleyse bâtıl, hakkı kendi hizmeti altına sokmuştur, bâtılın yararlandığı aslında hakkın kendi gücüdür. İnsanın bedeninden, kanından geçinen bir mikrop gibi ne kadar fazla gıdalanırsa, o kadar fazla şişmanlar ve güçlenir. Fakat karşılığında insan, her geçen gün daha da zayıflar, gözleri sararır ve güçsüz bir duruma düşer.
Kur’an’ın bu örneğinden anlıyoruz ki, sular, sel olup akmaya başladığı zaman, aslında hareket eden, güçlü olan ve karşısına gelen her şeyi sürükleyip götüren sudur. Fakat ilk bakışta hareket edenin köpük olduğu görülür. Eğer su olmasaydı, köpük asla hareket edemezdi. Suyun hareket edişinden ve sudan yararlanarak hareket edebilmekte ve ilerleyebilmektedir. Dünyada her zaman bâtıl, hakkın gücünden yararlanır. Meselâ doğruluk hak; yalancılık bâtıldır. Eğer âlemde doğruluk bulunmasa yalan bulunamaz, yani eğer dünyada doğru söyleyen bir kimse bile bulunmaz ve bütün insanlar yalan söylerse yalan kendi işini yapamaz, çünkü kimse inanmaz. Bugün yalandan niçin yararlanılıyor?
Çünkü dünyada doğru söyleyen fazladır; başkasının kendisine yalan söylemesini kimse istemediğinden o da başkasına yalan söylememeye çalışıyor. Eğer kişi yalan söyleyecek olursa, karşı taraf doğru olduğunu sanır ve aldanır. Yalanın/bâtılın kabul edilmesi, kendisinden değil; onun doğru/hak kabul edilmesindendir. Yalan, kabul edilme gücünü, kendini doğru diye takdim etmesinden alır.
3599] 13/Ra’d, 17
- 774 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şâyet doğruluk olmasaydı, hiç kimse yalanın peşinden gitmezdi. Yalanın peşinde gidenler, onu doğru sandıkları için, aldandıklarından gitmektedir.
Zulüm de buna benzer. Eğer dünyada adâlet bulunmazsa zulmün olmasının da imkânı yoktur. Eğer insanlar arasında itimat ve güven diye bir şey bulunmazsa, herkes birbirlerinden bir şey çalmak, hırsızlık yapmak isterse, o zaman insanların en zâlim olanı dahi bir şey çalamaz. Çünkü o da, halkın birbirlerine karşı olan şeref, vicdan, güven ve itimatlarından, birbirlerine karşı insaf, kardeşlik ve eşitlik ilkelerini gözetmelerinden çıkar elde ediyor, çünkü toplumun esasını koruyanlar bunlardır. Zâlim ise bunların kenarında hırsızlığını yapabilir. Zâlimler, diktatör tâğutlar, fakir halkın sırtından geçinmek istediklerini, onların mallarını çalıp talan etmek niyetinde olduklarını söylemezler. En zâlim rejimler, açıkça zulmü savunmazlar. Tam aksine, devamlı dünya barışından, hürriyetten, insan haklarından dem vurur, bunların savunucusu olduklarını iddia ederler. Hâlbuki onların çoğu, belki de hepsi bu konularda yalan söylüyorlardır. Onlar, bu kavramların gölgesinde yaşamak, işlerini yürütmek istiyorlar.
Hürriyet adı altında hürriyetleri yok etmeğe, barış adı altında savaşın en alçakcasını sürdürmeye, insan hakları diyerek mazlumların haklarını çiğnemeğe çalışıyorlar. “Ey özgürlük! Senin adına dünyada ne cinâyetler işlendi, ne kadar insan köleleştirildi!” Bütün bunlara bâtılın haktan beslenmesi denir. 3600
“(Müşrikler,)Sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni, neredeyse sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkâr kılmamış olsaydık, gerçekten nerdeyse onlara birazcık meyledecektin (tâviz verecektin). O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.” 3601
İslâm nazarında insan, yaratılış itibarıyla hakka meyilli olarak dünyaya gelmiştir ki buna fıtrat veya İslâm fıtratı denir. İslâm’a göre, insanın bâtıla yönelmesi, yaratılışı ve yapısıyla çelişen bir durumdur.
Tarih Boyunca Hak-Bâtıl Mücâdelesi
Âdem ve Havva çifti, hak yolun ilk yolcularıdır. Cennetteki “ağaç” sınavından sonra dünya sahnesinde birçok sınavlardan geçtiler. Hedefleri olan çocukları da doğal olarak hak-bâtıl sınavından geçmek zorundaydılar. Ne var ki, Âdem’in çocukları zamanla kendi hevâ ve heveslerine, kibir ve gururlarına dayanarak, İslâm’ın dışında yeni hayat modelleri ihdas ettiler. Uydurdukları bu yeni hayat modelleriyle, insanlığa zulüm ve haksızlık yaptıklarının farkındaydılar. Ancak bu model ve kurallar, düzen ve rejimler, kendi dünyevî çıkarlarıyla uyuşuyordu. Ortaya atılan bu şeytanî modeller ve düzenler tarih boyunca mazlumların kanını emmiş ve onları iskelet haline getirmiştir. Mazlumları bu durumdan kurtaracak olan, ilâhî doğrulardan, yani haktan başka bir şey olamaz. Yoksa, hak elbisesi giymiş bâtıl, renk ve kostüm değiştirerek zulümlerine devam edecek, değişen zâlimlerin kimlikleri veya etiketleri olacaktır. Bâtılın dolayısıyla zulmün yok olması için, hakkın hâkim olmasından başka seçenek yoktur.
İlk insan Hz. Âdem’in oğulları Hâbil ile Kabil arasında baş gösteren hak-bâtıl
3600] Murtaza Mutahhari, Hakk ve Bâtıl, s. 61-68
3601] 17/İsrâ, 73-75
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 775 -
savaşı, hemen hemen tarihin her döneminde ortaya çıkmış ve günümüze kadar da sürmüştür. Hak ve bâtılın anlaşılması ve bu uğurda verilmiş olan tarihî mücâdelenin tespiti için, ilk peygamberden son peygambere kadar elçilerin ve onların izini takip edenlerin mücâdelelerine bakmak gerekir. Rasûllerin misyonuna baktığımızda, öncelikle şunu görürüz: İnsanları, bir tek İlâha (Allah’a) ibâdete/kulluğa çağırmak, şirk ve putperestliğin her çeşidinden menetmek, hak ölçülerle Allah’ın rızâsına muvâfık işler yapmalarını sağlayarak Allah’ın kanun ve nizamını ümmete hâkim kılmak. Hepsinin çabası aynı idi ve getirdikleri öğretilerin tümü de bu çerçeve içerisindeydi. “Andolsun ki Biz, ‘Allah’a kulluk/ibâdet edin ve tâğuttan sakının’ diye (emretmeleri için) her ümmete bir peygamber gönderdik.”3602; “Biz her peygamberi Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik.” 3603
Peygamberlerin temsil ettiği hak-bâtıl savaşı göstermektedir ki tarihî süreç içerisinde Allah, hakkı bâtılın tepesine indirdi ve geçici bir saltanat süren bâtılı aşağıların aşağısı yaptı; bu hep böyle olmuştur, çünkü sünnetullahın gereğidir bu. Allah, hakkı inzâl etmiş ve hak bir süre insanlar arasında iktidar olmuştur. İnsanlar haktan saptığı zaman, bâtıl, hakkın egemen olmayışından istifade ile haktan boşalan yeri doldurmaya kalkmış, bir süre iktidar olmuştur. İnsanlar, haktan saptığı zaman, bâtıl hüküm sürmeye fırsat bulabilmiştir.
Hakkın iktidarda olması, bir bakıma mü’minlerin varlığına ve cihadlarına bağlıdır. “Bir toplum, kendisini değiştirmedikçe, Allah onları değiştirmez.”3604 Bu kural her zaman geçerlidir. İnsanların her şeyden önce değişmeyi, zulüm ve kölelikten kurtulmayı can-ı gönülden arzulamaları lâzımdır. Ve bu şiddetli arzu, birtakım hareket ve icraatlarla desteklenmelidir. Çünkü bazı işler vardır ki temennilerle, arzu ve isteklerle olacak şeyler değildir. İşte eğer toplumsal değişme olacaksa, bunu insanların yapması gerekir ki Allah yardımcıları olsun.
Şimdiye kadar tarihe yön veren bâtıl değil; hak olmuştur. Tarihte toplumların hareket yönünü belirleyen -siyasî egemenliği uzun süre ellerinde tutamamış olsalar bile- peygamberler ve onların getirdiği hak din olmuştur. Tarihte az-çok insanî erdemlerle karşılaşıyorsak, bunu peygamberlerin getirdiği hak dine borçluyuz. Bu noktanın kavranılmasıyla şu sonuca varırız: Hakkın zayıf olması, onun hak olmamasını gerektirmez.
Çoğu kimsenin zannettiği gibi dünya ve onun tâbi olduğu doğal düzen kötü değildir; hak üzeredir. Evrende bulunan her şey, tekvinî olarak/yaratılıştan Allah’ın kanunlarına boyun eğer ve sürekli olarak O’na ibâdet eder. Bu arada, hür iradeye sahip olan insan da Allah’ın kanunlarına itaat ederse, yaratılmışlar âlemiyle uyum içine girer. Yoksa, güçlü ırmakta tersine kulaç atana benzer ki, bir yere varamayıp nefesi tükenecek ve helâk olacaktır. “Biz, gökleri, yeri ve her ikisinin arasındakileri hakkın dışında (başka bir amaçla) yaratmadık.”3605; “Hayır, göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Tümü O’na gönülden boyun eğmişlerdir.” 3606
İslâm hikmetinde, varlıkların hak ve hayır ile özdeş sayıldığı görülür. Bu ilkeye göre, bütün bâtıl ve şer olan şeyler, gerçekte yok olan veya yokluğa neden
3602] 16/Nahl, 36
3603] 4/Nisâ, 64
3604] 13/Ra'd, 11
3605] 15/Hicr, 85
3606] 2/Bakara, 116
- 776 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olan şeylerdir. Meselâ, cehâlet ve küfrün, kötü ve şer sayılmaları, onların bir yokluğu (bilgi ve iman yokluğunu) ifade etmelerindendir. Ya zehir ve mikrobun kötü oluşları, onların bir insanda hayat ve sağlığın yokluğuna neden olmalarındandır. İslâm düşünürlerine göre, bütün bâtıl ve şerler incelendiğinde aynı yönü paylaştıkları anlaşılır.
Bir cismin gölgesi onun gereğidir. Bu gölge, gerçekte asıl bir varlık olmamakla birlikte, bir varlık olan cisim vasıtasıyla bizim zihnimizde meydana geliyor. Asıl varlık nurdur; Gölge, bir alanda nurun olmaması ve o alanın çevresinde nurun bulunmasıdır. Aynen bu durum gibi, bâtıl da kendine özgü bir varlığa sahip değildir; her zaman asalak olarak hakkın varlığından yararlanıp kendini ortaya koymak zorundadır.
Hakkın Zaferi İçin Fedâkârlık ve Mücâdele
Cennete girmenin yolu, hak için sabır ve eziyetlere katlanmaktan geçer. İşte Allah Rasûlü ve beraberindeki mü’minler, bu çilekeş yolun en zorlu yolcularıydı, Allah Rasûlünü bir an için gözlerimizin önüne getirip şöyle bir tefekkür edelim. Risâletinden önce birçok sıkıntılardan geçtiği gibi, peygamber olduktan sonra da daha zorlu günlerle karşı karşıya gelmiş, hakkı ayakta tutmak için birçok sıkıntıya katlanmış, birçok arkadaşını şehid vermiş ve ömrünü hakkın üstünlüğü için böyle tamamlamıştı. Onun bütün amacı, Rabbini hoşnut etmek ve görevini hakkıyla ifa etmekti. Ve bunu da bütün güçlüklere rağmen Allah’ın yardımıyla tamamlayarak ayrılmıştı arkadaşları arasından.
Allah, hikmeti gereği nefisleri sınava tâbi tutar, iyileri kötülerden ayırarak mükâfatlandırır. Altın nasıl ateşle cürufundan ayıklanıp temize çıkartılıyorsa, insanlar da aynı şekilde kirden, pastan ve günahlardan arındırılmalıdır. Bu Allah’ın sünnetidir. İnsan nefsi doğal olarak cahil ve zâlimdir. Cehalet ve zulüm sebebiyle nefiste eritilmesi ve bu curuf (günaha meyil), ya İslâm’a teslim olmakla temizlenecek veya cehennemde ateşle temizlenecektir. İşte hak budur. “Asra yemin olsun ki insan, gerçekten husrân/ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnâdır.” 3607
Asr-ı saâdeti gözler önüne getirelim: Peygamberimizin ve iman edenlerin temsil ettiği hak cephesine karşı bâtılın temsilcileri, uzlaşma teklifleriyle tâviz kopartamayacaklarını gördükten sonra, her türlü zulümlerini açığa çıkarmaya başlamışlardı. Tehditler, işkenceler, öldürmeler... Bütün bunlara karşı Rasûlüllah’ı destekleyen, onların bilemediği ve anlayamadığı bir güç vardı bütün yalancı güçlerin üstünde. İşte o gücün sayesinde gün geldi, devran döndü; tarih 630’a geldi ve nihâyet kendi canı gibi korudukları putları ve Mekke’leri, artık müslümanlara terk etmişti her şeyini. İşte böylece ‘Hak geldi ve bâtıl yok olup gitti.” Hakkın önünde hangi duvar ayakta kalabilir ki? Hakkın ve müslüman halkın önünde hiç bir duvar ayakta duramaz. Yeter ki müslümanlar sorumluluklarını anlasınlar ve yeter ki bu sorumluluklarını yerine getirsinler. Yeter ki müslümanlar hakka sahip çıksınlar.
Allah rasülü’nün Arap yarımadasında kısa bir dönemde hakkı bâtılın tepesine indirip hakkı iktidar etmesi, bilindiği üzere, kolay olmamıştır. Başta Rasûlülllah
3607] 103/Asr, 1-3
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 777 -
olmak üzere mü’minler birçok eziyetlere katlanmış, boykotlara tahammül etmiş, hicretlere katılarak evlerini, yurtlarını, ticaretlerini, ziraatlarını, işlerini, eşlerini, aşlarını geride bırakmışlardı. Medine’deki Ensar da kardeşleri muhâcirlerle bütün mal varlıklarını paylaşarak onları barındırmışlardı. Bu fedâkârlık örneğini bir daha tarih asla kaydetmemiştir. Bütün bunlar da yetmiyormuş gibi, Ensar ve muhâcir el ele vererek müşrik, yahudi ve hıristiyanlara zorlu savaşlar vererek birçok şehid ve birçok yaralı geride bırakmışlardı. İşte bu fedâkârlık, bu inanç ve bu bağlılık sayesinde hakkın temsilcileri muzaffer oldular. Zaferin yöntemi, hakkı sahiplenmenin yolu budur. Rasûlüllah’ın ümmeti ve takipçisi olduğunu iddia edenlerin, bu metod ve yöntemden başka bir yol aramaları, hakka bâtılı karıştırmak, hakkın bâtıl yoldan başarılı olması gibi olmayacak duâya âmin demek ve imtihanı kaybetmektir. Hakkın hâkim olması için mutlaka fedâkârlık ve zorluklara katlanmak, tâğutlara boyun eğmeden tâvizsiz bir şekilde hakkı müdafaa etmek gerekir. Bu işin prosedürü, iman, kulluk/ibâdet, fedâkârlık, cihad, sabır, azim ve cesarettir. Bunlardan herhangi biri eksik olursa, başarı oranı o nisbette azalır. 3608
Hak-Bâtıl Mücâdelesinde Hak, Er ya da Geç Muzaffer Olacaktır. 3609
Müslüman, inandığı dinin yükümlülükleri ne ise, onları yerine getirebilmek için, yine bu hak dinin ve tek önderi peygamberinin belirlediği usûl ve çerçeve içerisinde çalışmakla, hak dini hükmetmek mevkiine getirip o mevkide korumakla görevlidir. Bu vecîbeyi müslümana telkin eden, onun sahip olduğu inançtır.
İslâm’ın hâkim olmadığı coğrafyalarda yaşayan müslümanlara egemen düzenler, maksatlarını gerçekleştirmeleri doğrultusunda girişecekleri çaba ve faaliyetlerinde müslümanlara engel olmak isteyebilirler. Onların karşısında, kendilerinin ürettikleri putları olan hukuk düzenlerine aykırı davranmakla itham ederek; bölücülük, teröristlik, anarşistlik, radikallik, fundemantalistlikle, dini siyasete âlet etmekle ve benzeri ithamlarla karşı çıkabilir, suçlayabilir, ya da karalamak isteyebilirler. Zulüm ve hevadan başka bir şeyin ifadesi olmayan sözüm ona adâlet mekanizmalarını çalıştırabilirler. Bütün bunlar, müslümanlar için mukadder şeyler, sünnetullah gereği engellemeler olarak görülmelidir.
Unutmamak gerekir ki, müslümanın davranış ve tutumları, meşrûiyetini/haklılığını Allah’ın hükümlerine uygunluktan alır. İslâm’ın temelden reddetttiği İslâm dışı hukukların hükümleri, müslümanların Allah’ın emri olan İslâm’ı, İslâm hukukunu hayata egemen kılma mücâdelesini hukukî bakımdan değerlendirmeye ya da mahkûm etmeye esas ve kıstas alınamaz.
Müslüman, yalnızca inancının gereğini yerine getirmek istiyor, egemen kâfirler de bu yolda her türlü zulümle karşı koyuyor, müslümanı engellemeye çalışıyorlarsa; onlara Hz. Peygamber’in söylemekle emrolunduğu şu sözlerden başka ne söylenebilir: “İman etmeyenlere de ki: ‘Elinizden geleni yapın; biz de yapacağız. Bekleyin; çünkü biz de bekleyicileriz.” 3610
3608] Beşir İslâmoğlu, s. 61-63
3609] 2/Âl-i İmran, 139; 7/A'râf, 118; 8/Enfâl, 8; 9/Tevbe, 33; 13/Ra'd, 17; 17/İsrâ, 81; 21/Enbiyâ, 18; 24/Nur, 55; 42/Şûrâ, 14
3610] 11/Hûd, 121-122; M. Beşir Eryarsoy, İslâmî Hareket ve Problemleri, s. 129; Râgıp el-Isfahanî, Müfredat, s. 250
- 778 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hak Verilmez, Alınır
Allah, âlemlerin rabbidir; O, rahmân ve rahîmdir. Kullarına büyük merhametinden dolayı, onlara sayılmayacak nimetler vermiştir. Bu nimetlerin bir kısmına temel insan hakları denir. Bunlar, din emniyeti, nefis emniyeti/can güvenliği, akıl emniyeti, nesil emniyeti, mal emniyetidir. İslâm, her insanın onurunu, namusunu, özgürlüğünü, dinini, malını, canını, geçimini ve işini garanti altına alır. Bütün insanlar, doğuştan bu haklara sahiptir; bu hakları yaratıcıları Allah vermiştir, kimsenin bu hakları insanın elinden almaya hakkı yoktur.
İslâm’ın dışındaki bütün beşerî düzenler, bu hakların bir kısmını insanlara lutfediyor gözükürken, kendi çıkarlarını zedelediğini düşündükleri nice hakları gasbetmektedirler. O yüzden İslâm’ın dışındaki tüm düzenler ve dünya görüşleri zulüm; bunları uygulayanlar da zâlimdir. “Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir.”3611 Totaliter rejimlerde kişilere ve gruplara verilecek, tanınacak hakların belirleyicileri, iktidarı elinde bulunduranlardır. Onların lutfedip verdikleri alınır ve kullanılır, vermedikleri ise talep bile edilemez. Demokrasilerde ise, haklar, kanunlarla verilir, kanunlar da halkın irâdesine dayanır.
Hakk’ın değil de; halkın irâdesine dayanan sistemin Hak düzeni olamayacağı bir tarafa, iddia edildiği gibi, kanunların yapılışında olsun, işleyiş ve uygulanışında olsun halk iradesinin dışında güçler devreye girmektedir. Kurtlar sofrasında dişini gösterecek kadar gücü olanlar hak alırken, diğerleri avuçlarını yalarlar. Silâhı, sermayeyi, medyayı, locaları, örgütleri ve iktidarı elinde tutanlar, aralarında uzlaşarak haklarını (hak etmediklerini) alırken, bunlardan mahrum olanlar açıkta kalmaktadır. Demokrasilerde de, faşizan ve totaliter rejimlerde de olduğu gibi hak verilmemekte, gücü olanlar tarafından alınmaktadır. Zulüm yönüyle temelde beşerî düzenler arasında bir fark yoktur; sadece hakları paylaşan sınıflar, zâlim ve sömürücü gruplar değişmektedir.
Kâğıt üzerinde kalan, insanları susturmaya ve kandırmaya yarayan bazı anayasal haklar, uluslararası haklar, insan hakları evrensel bildirileri, insan hakları kurumları... koyunları belirli istikamete sürmek için çobanın elinde tutarak sadece göstermekle yetindiği otlara benzemektedir. Medyanın haktan hukuktan bahsetmesi, bazılarının nutukları, insan hakları savunucuları(!) da kaval çalan çobanlar, çoban yardımcıları ve işbirlikçileri.
“İnsanların, inanç hürriyetleri sınırlandırılamaz, herkesin inandığı gibi yaşama hakkı vardır, herkesin okuma hakkı ve hürriyeti vardır...” anayasalarda buna benzer daha nice madde vardır ki, haksızlık/zulüm hak maskesi taksın. Uygulamalar ise... Başörtüsü ile okumak isteyen, ya da öğretmenlik, doktorluk... yapmak isteyen kızların durumu bile örnek olarak yeter. Ama egemen güçler (medya, kapitalist sermaye, bürokratlar ve iktidar) benimsemiş olsa, bunları hak kabul etseydi, başörtülü bayanların kamu haklarından veya öğrenim haklarından mahrum kalmaları söz konusu olmazdı. Hak anlayışı ve hakkın hâkimiyeti en azından bu konuda farklı olurdu.
Güçlülerin insafa gelip müslüman halka haklarını vermelerini bekleyenler, cehennemde köşk bekleyenler gibidir. “Hukuk devletinin kurumları hakları korur, demokrasi, halkın yönetimidir, mahkemeler, hâkimler, kanunlar...” mı?
3611] 5/Mâide, 45
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 779 -
Güldürmeyin insanı. Bunlar, haksızlıkların emniyet sibobudur, barajlarıdır. İç ve dış hukuk konusunda yine yukarıda sayılan grupların hevâ ve istekleri söz konusudur. Demokrasiler dâhil, bütün beşerî düzenlerde, etkili ve yetkili kimseler, insanların haklarını kendi hevâlarıyla kanunlaştırmışlar, bunun dışında kimsenin bir hakkını kabul etmeyecek düzenleme ve yasaklar koymuşlardır; Bu da yetmemiş, eski müşrikler gibi acıktıklarında elleriyle yapmış oldukları helvadan kanunları/putları yiyivermişlerdir. Doymayan iştah sahibi oldukları ve helvayı da çok sevdikleri bilinirse, kendiliğinden bunun sona ereceğini beklemek, kıyameti beklemektir.
İnsanı en iyi tanıyan Rabbimiz, insana hiçbir ideolojinin veremeyeceği gerçek haklarını vermiştir; kadın-erkek, Arap-Acem, beyaz-zenci, yönetici-yönetilen, zengin-fakir, soylu-garip... gibi ayrımların tümünü reddederek. Kula kulluğun her çeşidini, tahakküm, zulüm ve sömürüyü yasaklayan Rabbimiz, kul hakkını ihlâl etmeyi af kapsamı dışında tutmuş, insanı yaratıklar içinde en yüce mevkiye yerleştirmiştir. O yüzden, Allah’ın hudûdunu korumadan, şeriatın emir ve yasaklarını dikkate almadan, Kur’an ahlâkını tatbik etmeden insan haklarını, kul hakkını savunmak, demogoji yapmaktan, yapılan zulümleri maskelemekten öte bir anlam ifade etmeyecektir. Unutulmamalıdır ki, “hudûdullah” korunmadan “hukukunnâs” korunamaz.
Allah’ın verdiği hakları, müslümanlardan ve mazlum tüm insanlardan almaya kimsenin hakkı yoktur. Ama mazlumların dilenerek haklarını geri alabildiklerini tarih kaydetmez. Hakları Allah vermiştir. Beşer, hakkın tanımında Hakk’ı ölçü kabul etmediği müddetçe hakları hak sahibine dağıtamaz/dağıtmaz. Hak verilmez, alınır. Zâlimlerden hakkı, söke söke almak istiyorsak, Hakk’ın emri doğrultusunda cihad, hem hakkımız hem görevimizdir.
Unutmamak gerekir ki, “hak”dan önce “ödev” vardır, sorumluluk vardır. Allah’ın üzerimizdeki haklarını hatırımızdan çıkarmamalı ve O’na karşı görevlerimizi kuşanarak, emanete ihanet etmediğimizi isbat etmeli; kulluk bilinciyle diğer kulların haklarına da riâyet edip, elinden ve dilinden güven duyulan insan olmalıyız. İşte o zaman hak yerini bulacak, hak ettiğimiz yere Hakkın yardımıyla ulaşacağız. Bâtılı söküp atmak da bizim kulluk görevlerimizden biri olduğundan bâtılı reddetmeyi, bâtılla mücâdeleyi mü’min olmak için olmazsa olmaz bileceğiz.
Hakkı bâtılın tepesine indirip, bâtılın beynini darmadağın edeceğini ve böylece bâtılın yok olup gideceğini belirten3612 Allah’tan bu görevde bizleri memur etmesi, memur ettiğini düşünüyorsak, görev bilincini kuşanmamız için yardım etmesi duâsıyla...
“Olmak istersen cihande eğer makbûl-i ins ü cin
Ne kimse senden incinsin, ne sen bir kimseden incin!”
Allah’ım, bize hakkı hak olarak göster ve o hakka tâbi olmamız için yardım et!
Bâtılı da bâtıl olarak bize göster ve bâtılın her çeşidinden kaçınmayı nasib et!
3612] 21/Enbiyâ, 18
- 780 -
KUR’AN KAVRAMLARI
HAKKA BÂTILI KARIŞTIRMAK
İsrâiloğullarının Hakka Bâtılı Karıştırmaları
İsrâiloğulları, Hz. Musa’nın bütün ikazlarına rağmen Tevrat’a sahip çıkamadılar, onu koruyamadılar, onu tahrif ettiler. Bu tahrifatın kökeninde yahudi din adamlarının duyarsızlığı yatıyordu. Bel’amlar, kendileri Kitab’ı öğrenmek kaydıyla muhafaza etmedikleri gibi, halka da öğretmiyorlardı. Kutsal kitabın kaderi tamamen ruhban sınıfa kalmıştı. Kutsal kitap, halk arasından tamamen çektirilmişti. Kitaba ancak ruhban sınıf ve aristokrat sınıf ulaşabilirdi. Onlar da Kitabı mevcut statükoya göre, egemen güçlerin arzuları istikametinde yorumluyorlardı. Hele kutsal kitap, halkın arasından çektirildi mi, halk tamamen cahil hale gelir ve bütünüyle şirk, hurâfe ve bid’at ve sapıklıkla baş başa kalır. İşte yahudi din adamları ve hahamları kitabı muhafaza edecekleri yerde revaçta olan yaygınlık ve özen kazanan bâtıl ve sapık inançlara, ahlâkî bozukluklara Tevrat’tan dogmalar bulmaya çalışarak onları meşrû gösterme gayreti içine giriyorlardı. Hatta Tevrat’ta bulunmayan dogmaları da kendi felsefelerinden türeterek tahrifata çalışıyorlardı.
Öyle oldu ki artık Allah’ın kutsal kitabı olan Tevrat, din adamları ve hahamlar elinde bir taslak, bir oyuncak oldu. Bu kimseler, Allah’ın kitabını kendi hevâ ve istekleri, kendi felsefe ve sapık inançları doğrultusunda istedikleri gibi nesh ediyorlardı. Nesh ederlerken, mensuh âyetler yerine kendi hezeyanlarını yerleştirerek akamete uğratıyorlardı. Kısaca bu beyler, menfaatleri istikametinde her türlü tefsir ve te’vile sahiptiler. Her türlü ekleme ve çıkarmalar için kendilerini yetkili görüyorlardı. Bütün bu yapılanlar yetmiyormuş gibi, “bunlar Allah katındandır” diye tescillendiriyorlardı. Böylece, birçok felsefecinin, tarihçinin, müfessirin, yorumcu, bid’at ve hurâfeci masalcının görüşleri mukaddes kitaba sokularak Allah’ın kelâmı oluverdi. Bu saçmalıklar Allah’ın kelâmı oluverince de kim bunlara karşı çıktıysa hemen dinden çıkmış sayıldı.
Kur’ân-ı Kerim, yahudi ve hıristiyanların birçok yanlış ve sapık davranışlarından söz eder. Üzeyir ve Mesih’i ilâh olarak kabul etmeleri gibi. Kutsal kitabı değiştirdiklerine dair de şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler, gerçekten yahudi hahamlarından/bilginlerinden ve hıristiyan râhiplerinden çoğu insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah yolundan çevirirler.”3613; “Ey iman edenler, onların (yahudilerin) size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa ki onlardan bir zümre, Allah’ın kelâmını işitirler de iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi/değiştirirlerdi.”3614; “Elleriyle Kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için ‘Bu Allah katındandır’ diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü yazıklar olsun onlara!” 3615
Kur’anî ifadeler, görüldüğü gibi bunların kitaplarını tahrif ettiklerini, yer yer kendi elleriyle yazdıklarını kesinleştiriyor. Tarihte yahudi din adamları ve hahamları kutsal kitap olan Tevrat üzerinde nasıl oynamışlarsa, bugün de korumasız kalmış laik ülkelerdeki durum aynıdır. Günümüzde de son kitap olan Kur’an üzerinde benzer tahrifatlar, kasıtlı ve yanlış yorumlarla yapılmaktadır. Din sahipsiz
3613] 9/Tevbe, 34
3614] 2/Bakara, 75
3615] 2/Bakara, 79
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 781 -
kalınca, bütün işler resmî din kurumlarına terkedildi. Bu teşkilâtların bağlı olduğu otorite hangi dine ve ne tür bir düzene ve hangi yasalara bağlıysa, din teşkilâtı da o dine bağlı sayılacaktır. Yani bu laik kurumların İslâm’a, Kur’an’a, müslümanların haklarına sahip çıkması bu şartlarda mümkün değildir. Kaldı ki böyle bir görev de zaten onlardan beklenemez. Laik toplumlarda bu derece sahipsiz kalan dini, her isteyen etkin kişi, istediği gibi tahrif etmeye başlar. Din ve Kitap üzerinde o kadar oynanıyor ki, hakkı hâkim kılmak ve sadece Allah’a kulluk için gönderilen din, özellikle laik ülkelerde, artık statükoyu ayakta tutma ve zorluklar esnasında zâlim yönetimlere koltuk değneği olma görevi görüyor. Her canı isteyen, istediği şekilde Allah’ın âyetlerini amacı dışına çıkarıyor, istismar edebiliyor. Yani Allah’ın vahyi, hevâ ve isteklere göre yorumlanıp şekillendiriliyor.
İşte din, böyle garip bırakalınca, düşmanlar tarafından bid’at, hurâfe, israiliyat ve şirk unsurlarından niceleri Hak Dine katılmaya başlandı. Ve yıllar sonra da bunlar İslâm’dan sayıldı ve câhil halka dinin esası gibi sunulmaya çalışıldı. Bunların Kur’an ve sahih sünnete göre yeniden sağlamasını yapıp bâtıl ve hurâfeleri ayıklamak, ilim sahibi mü’minleri beklemektedir. Bu çok zor görünse de mutlaka yapılmalıdır. Bizim Ehl-i Kitap’tan farklı bir yönümüz vardır ki o da Allah kelâmı olan Kur’an’ın dokunulmazlığı, Allah tarafından korunmasıdır. İşte bu konum itibarıyla biz yeniden Kitabımız’a sahip çıkabiliriz. Yeter ki bu bilinci kazanalım, yeter ki bu konuda yeterince formasyona sahip olalım.
İsrâiloğullarının sapık boyutlarını irdelediğimizde gerçekten birçok açık hakikatleri inkâr ettiklerini veya değiştirdiklerini görürüz. Hz. Muhammed’in vasfını Tevrat’tan kaldırmaları,3616 “İbrahim (a.s.) bizim dinimiz üzeredir” diyerek ona iftira etmeleri,3617 kendi yorumlarını “bu Allah’ın Kitabındandır” diyerek Allah’a iftirada bulunmaları,3618 yahudiler Allah’a vermiş oldukları misaklarını bozdukları için, Allah’ın onların kalplerini kaskatı etmesi, onların kelimeleri yerlerinden oynatarak tahrif etmeleri.3619 Onlar peygamberlerini öldürerek suç işleyince ölümü asla temenni etmemeleri.3620 Yine Allah’ın indirdiği Kitaptan Hz. Muhammed’in (s.a.s.) vasfını gizleyip para almaları gibi. “Allah’ın indirdiği Kitaptan bir şeyi (âhir zaman peygamberinin vasıflarını) gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah kendileriyle ne konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onlar, doğru yol karşılığında sapıklığı, mağfirete bedel olarak da azabı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar! Bu azabın sebebi, Allah’ın, hak olarak indirmiş olduğu Kitab’ıdır (Kitabın hükmünü gizlemeleridir). (Hak olarak inen Kitab’ı farklı yorumlar yapıp) Kitapta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir.” 3621
Hakka Bâtılın Karıştırılması
“Hakka bâtılı karıştırmayın, bildiğiniz halde hakkı gizlemeyin.”3622 Elmalılı Hamdi Ya3616]
4/Nisâ, 46
3617] 3/Âl-i İmran, 65
3618] 3/Âl-i İmran, 78
3619] 5/Mâide, 13
3620] 2/Bakara, 95
3621] 2/Bakara, 174-176; Beşir İslamoğlu, Hak Bâtıl Mücadelesi, s. 25-46
3622] 2/Bakara, 42
- 782 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zır, şu açıklamayı yapar: “Bu âyetin anlamı çok kapsamlıdır; ilme ve amele dair hususları kapsar. Bilgiçlerin hilelerine, yalan dolanlarına ve bozgunculuklarına, hatta ticaret ehlinin karışık işlerinden ve hâkimlerin haksız hükümlerine varıncaya kadar hepsine şümulü vardır. “İnsanları aldatmayın, sahtekârlık yapmayın” mealinde bir genellemeyi ifade eder. Bununla beraber (kelâmın) sevki, özellikle ilmî değeri hedef alıyor. Nice kimseler vardır ki, ilmî gerçekleri bozarlar, kötüye kullanırlar, onları kendi heveslerine göre evirip çevirerek aslından çıkarırlar; bakırı yaldızlarlar, altın diye satarlar.” 3623
Bu âyetle ilgili olarak İbn Kesir’in verdiği bilgiler ise şöyledir: “Başkasını saptırmak ancak iki şekilde olur. Söz konusu olan başkası eğer hakkın delillerini işitmişse, onu saptırmak, ancak ondaki bu delilleri karıştırıp bulandırmak ile mümkündür. Eğer o delilleri işitmemiş ise, o kişiyi saptırmak, ancak bu delilleri ondan gizlemek ve onlara ulaşmasına mâni olmakla mümkün olur. “Hakka bâtılı karıştırmayın” âyetin bu bölümü, birinci kısma, yani delilleri o kimsenin zihninde bulandırmaya; “hakkı gizlemeyin.” Buyruğu da ikinci kısma, yani o adamın delillere ulaşmasına engel olmaya işaret etmektedir. Âyetin mânâsı şöyledir: “Dinleyicilere yönelttiğiniz şüpheler ile, onlar vasıtasıyla hakkı bürümeyin, gizlemeyin.” Tevrat ve İncil’de geçen Hz. Muhammed (s.a.s.) ile ilgili âyetler, anlaşılması için istidlâle ihtiyaç duyan kapalı metinler idi. Sonra ehl-i kitabın bu âlimleri, şüpheler atmak suretiyle, bu nasların delâlet yönlerini bulandırıyorlar ve onlar hususunda mücadeleye girişiyorlardı. “Hakka bâtılı karıştırmayın” âyetinden maksat budur. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın: “Hakkı yenebilmeleri için, bâtıla tutunarak mücadele edip durdular.”3624 âyetinde zikredilen husustur.
“Bildiğiniz halde, bile bile” âyetin bu bölümüne gelince, bunun mânâsı şudur: “Yani siz, insanları saptırmanızdan dolayı, kıyamet günü size dönecek olan büyük zararı biliyorsunuz; bunu bile bile yapmayın.” Hakkı bâtıl ile karıştırmak kıyamet gününe kadar onları haktan men etmeye ve kıyamete kadar bâtıl üzerinde bulunmaya sebep olmaktadır. Onun yerinin büyük olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Bu hitap, her ne kadar yahudiler hakkında vârid olmuşsa da, diğer bütün insanlar için de bir uyarı ve onları böyle bir şeyden sakındırmadır. Bu sebeple, hitap her ne kadar şeklen hususî ise de, mana cihetinden umumidir. Âyet, Hakk’ı bilen kimsenin onu ortaya koymasının vâcib, gizlemesinin ise haram olduğunu gösterir.” 3625
Bu âyet İnsana zehiri billûr kâsede veya altın kadehte, çoğunlukla da bal şerbeti içinde sunarlar. Müslümanı saptırmak için gelenler, kâfir kıyafetinde gelmez; müslüman görünümünde gelir. Allah’ın âyetlerinden hareket ederek kâfirlerin sistemleri ile Kur’an’ın uyuştuğunu açıklamaya çalışır.
Bâtıl, kendine özgü bir varlığı olmadığından ve her zaman asalak olarak hakkın varlığından yararlanıp kendini ortaya koyduğundan dolayı, ya hak maskesi takacak veya hakla karışarak ayakta durabilecektir. Bâtılın, hayatını sürdürebilmesi, sürekli olarak hak’tan yararlanması ve kendini hak olarak göstermesiyle mümkün olabilmektedir. Bunu gerçekleştirmek için bâtılın, sürekli hak unsurları da içerisinde bulundurmaya ve karma bir şekilde ortaya çıkmaya çalıştığı görülür.
3623] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Azim Y. 1/285
3624] 40/Mü'min, 5
3625] Fahreddin Râzi, Mefâtihu'l-Gayb (T. Kebir), 2/471-472
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 783 -
Hz. Ali bu konuda şöyle der:
“Eğer bâtıl, hak ile karıştırılmaz ve ondan ayrılırsa, hak peşinde olan halk sapmaz. Eğer hak, bâtılın kılıfından sıyrılır ve müstakil olursa kötülük peşinde olanların dili ondan kesilir. Ancak haktan bir bölüm ve bâtıldan da bir bölüm alınarak birbirine karıştırılıyor ve insanlara öylece sunuluyor.” 3626
Tarihte olduğu gibi günümüzde de bâtıl çeşitli ad ve maskeler altında hak kisvesine bürünerek hedefine varmak istemekte ve bu hususta her türlü şeytanî güçten yararlanmaktadır. Sayısız tâğûtî devlet, rejim ve ideolojiler “hak taraftarı” olduklarını ileri sürerek yetkileri ellerine geçirmiş, bu konuda hak adını kullanarak, hakkı istismar ederek halkın yardımını veya sessizliğini görmüştür. Fakat yönetimleri ve davranışlarıyla, bâtıl oldukları halk tarafından fark edilince iş işten geçmiştir. Nice teşkilâtlar, örgütler de buna benzer bir yol takip etmiştir. Meslelâ “insan hakları” diye birtakım kanunlar hazırlanmış ve emperyalistler bu ad altında kendi iğrenç bâtıl hedefleri istikametinde ilerlemekte ve müstaz’af insanları sömürmekte, toplumların hakkına, hak adına tecavüz etmektedirler.
Nehcü’l-Belâğa adlı eserde Hz. Ali’nin bir hutbesinin bu konuyu açıkladığı belirtilir: “Fitnelerin, fesâdların başlangıcı, nefsânî hevâ ve heveslerdir. İnsanlar da onlara uyuyorlar. Yani insanlar nefsânî hevâ ve heveslerin tesiri altında kalıyor ve daha sonra Allah’a ibâdet edeceklerine nefsânî hevâ ve heveslerine tapıyorlar. Nefsânî hevâ ve heveslerinin peşinden gitmek isteyen ne gibi bir şeyden yararlanıyor? Hakkın gücünden yararlanıyor. Din kılıfı altında bir bid’at meydana getiriyor. Zira gücün dinde olduğunu biliyor.
Bir şeyi din adına açıklamaya başlıyor. Meselâ filanca âyetin, Kur’an’da bu konuyu açıkladığını, gâyesinin bu konu olduğunu söylüyor. Bir hadis uyduruyor ve Peygamberimizin şöyle buyurduğunu söylüyor. Yani aslında Kur’an’ın, Peygamber’in ve İmam’ın gücünden yararlanıyor. Hakikat olmayan şeyin üzerine hakikat markası vuruyor. Bunlarda Allah’ın kitabına muhalefet ediliyor. Bunun üzerine insanlardan bir grup birleşerek beraberce, Allah’ın dininden uzak olan bir hizip, cemiyet teşkil ediyorlar. İşte bu bid’attir ve bid’ati müdafaa etmek için onu bir din olarak halk arasında tebliğ ediyorlar.
Öyleyse eğer bâtıl hak ile karışmaz ve ondan ayrılırsa, hak peşinde olan halk sapmaz; zira halkın çoğu hanîf ve hak peşinde olanlardır. Ama gelip hakkı bâtılla karıştırıyor ve halkı şüpheye düşürüyorlar. Yani halk, yanlışlıkla hakkın yerine bâtıla ve bâtılın yerine hakka doğru gidiyor. Eğer bâtıl, haktan ayrılır ve onunla karışmazsa, hanîf ve hak tâlipleri hakkın ne olduğunu hemen anlarlar. Zira halkın çoğu hakkın tâlipleridir; bâtılın değil.
Eğer hak, bâtılın kılıfından sıyrılır ve müstakil olursa, kötülük peşinde olanların dili ondan kesilir. Zira hakkın hiç bir zaman inanmayanlara fırsat verecek şekilde bir kötü sonucu yoktur. Eğer hak ile bâtıl karışırsa, bir kısım insanlar, ona sırf hak gözüyle bakar ve daha sonra onun eserlerini, sonuçlarını gördüklerinde, kötü olduğu farkına varırlar. Dini reddedenler fırsattan yararlanarak, dini kötülemeğe başlarlar. Halk, kötü sonuçların, bâtıla ait olduğunun farkına bile varmaz.
3626] Mutahhari, Hakk ve Bâıtl s. 9-10
- 784 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ancak haktan bir bölüm ve bâtıldan bir bölüm alınarak, bunlar birbirine karıştırılıyor ve halka sunuluyor. Birinin arpayı buğdaya katarak, buğday diye satması gibi. Halk akşam onu yedikleri zaman, etkisini ertesi sabah anlayacak ve önceki akşam yediklerinin buğday olmadığının farkına varacak. İşte bu merhaleye gelip çatıldığı zaman şeytan kendi dostlarına musallat olur. Yani şeytan da araç olarak hakkı kullanır. Bâtıla karıştırılmış hakkı bâtıl örtüsü altında saklanan hakkı. İşte âyette, bâtılın haktan yararlandığının belirtilmesinden çıkan mana budur. Su eğer bulunmasaydı, köpük iki adım dahi ilerleyemezdi. Bâtılın hareket etmesi ise, hakkın üzerine binmesinden ileri geliyor. Nitekim Kur’an da, bâtılın değersiz ve kof olduğunu açıkça bildirmiştir.” 3627
“Yarım hakikat, çok kere muazzam bir yalandır.”
“Gerçeğin yarısını söylemek, hiç bir şey söylememektir.”
HAKLA BÂTILIN KOALİSYONU: UZLAŞMA
Tâviz ve uzlaşma anlamında Arapça’da “müdâhene” kelimesi kullanılır. Müdâhene; yağ çekmek, okşamak, yumuşak davranmak, uzlaşmak, müsâmaha göstermek, hoşgörü, kararsızlık göstermek gibi anlamlara gelir.3628 Dolayısıyla hakka bâtılı karıştırmak deyince, Arapça “müdâhene” ve Türkçe “tâviz” ve “uzlaşma” kavramlarını gündeme getirmemek uygun olmaz. Bu kelimeler aşağı yukarı aynı anlamlarda kullanılırlar: İkiyüzlü davranmak, net ve açık olmamak, bâtılı ve düşmanı hoş görmek, idâre-i maslahatçılık yapmak anlamında bu kelimelerden biri kullanılabilir. Bunlar, genellikle dinin tasvip etmediği ahlâkî problemler olmakla birlikte, bazen itikadî bir sorun olarak da karşımıza çıkmaktadır. Uzlaşma ve tâviz, itikadî farklılı önemsememek ve mevcut düzenle ve egemen çevrelerle sürtüşmesiz yaşamaktır. Uzlaşma; inanç, duygu ve eylem alanlarının bölünmesini sonuçlandıran bir tavırdır.
Bâtıl taraftarlarının hak dâvâ adamlarına karşı tavırları, mücadele etme, karşı çıkma, zulüm ve işkenceye başvurma olduğu gibi, aynı zamanda hak dâvâyı saptırmak için tâviz ve uzlaşmadır. Tâviz ve uzlaşma, bâtıl savaşçılarının önemli bir silâhıdır; kalleşçe kullanılan bir silâh. Uzlaşma teklifi, bâtılın hak karşısında geri çekilmeye başlamasının göstergesi olduğu kadar; kendini korumak için hakkı pasifize etmeyi amaçlayan şeytânî bir taktik ve metoddur. Onlar bu tavır ve istekleriyle, bir taraftan İslâmî hareketi ilkelerinden saptırmak, diğer yönden de onu etkisizleştirmek ve halkın gözünden düşürecek propaganda aracı yapmak isterler. Uzlaşmaya yanaşan mü’minleri böylece ilkelerinden tâviz veren, uzlaşmacı, dâvâsını satan, kıvırtan, menfaatçi, pragmatist, zayıf karakterli ve kişiliksiz ilân edebilecekler ve kamuoyunda küçük düşürecekler, gelişmeyi durduracaklardır.
Hakkı savunan insan için ise uzlaşma, en hafif deyimle bir bid’at ve dalâlet, bir sapma, dünyayı âhirete tercih etme ve sahip olunması gereken müslümanca şereften mahrum olmadır. İlkesizliktir, günü kurtarmaya çalışmaktır, idâre-i maslahatçılık ve pragmatizmdir. Hakkı olmadığı halde Allah’ın dini üzerine pazarlık yapmaktır. Suça ve suçluya göz yummaktır.
3627] A.g.e. s. 68-72
3628] Râgıp el-Isfahanî, Müfredat, s. 250
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 785 -
Hak dâvânın mensuplarından Cenâb-ı Hakk’ın istediği şeyler: Hakkı eğip bükmeden söylemek, Allah’ın hükümlerini tebliğ edip uygulamak, emrolunduğu şekilde sırât-ı müstakim çizgisinde sapmadan dosdoğru hareket etmek, bâtıla karşı net tavır koymak, takvâ, cihad ve sabır silâhlarını kuşanmak, tâviz ve uzlaşmaya yanaşmamaktır. Bir müslümanın vahiyle belirlenmiş herhangi bir prensipten vazgeçmesi, hakkında nass olan bir konuda pazarlık yapması inancıyla bağdaşacak bir tavır değildir. Allah’ın emirlerinin büyüğü-küçüğü, temeli-teferruatı, önemlisi-önemsizi, tâviz verilecek olanı-olmayanı olmaz. İman esasları ve dinin ilkeleri, bölünme kabul etmeyen bir bütündür. Rasûller ve onların vârisleri âlimler başta olmak üzere İslâmî hareket mensupları, Allah’ın rızâsından başka beklentileri olmayan âhireti dünyaya tercih eden dâvâ erleridir. Onlar, etkin ve yetkin müşriklerin tehdit ve zulümlerinden korkmayacakları gibi, dâvâlarını ve kendilerini pazarlık aracı yapamazlar, kiralayamaz ve satamazlar. Bir müslümana Allah’ın vereceği karşılıktan/ödülden daha büyük bir bedel icad edilememiştir, edilemeyecektir. Onlar, halktan bir karşılık istemezler, onların ücretlerini Allah verecektir. 3629
Abese sûresinin nüzul sebebinden de öğreniyoruz ki, Rasûlullah tarafından bile, daha geniş kitleleri harekete katmak, dâvâya hizmet için dahi olsa, bir müslümanın rencide olabileceği en küçük bir davranış onaylanmaz; nerede kaldı ki dâvâyı/İslâm’ı rencide edecek bir tavır, yani tâviz Kur’an’dan destek ve cevaz bulsun!
Tâviz vermeksizin anlaşma yapmak ayrı şeydir; uzlaşma ayrı. İslâm’ın hükümleri konusunda en küçük bir pazarlık yapmaksızın, Allah’a gerektiği gibi kulluk yapmak, O’na hiç bir şeyi ortak koşmamak, dini eğip bükmeden, saptırmadan yaşayıp tebliğ etmek gibi temel ilkelerden tâviz vermeden kâfirlerle anlaşma yapılabilir. Yeter ki İslâm’ın ve müslümanların izzetine zarar verilmesin. Ama unutulmamalıdır ki, bâtılı savunan çıkar gruplarının esas amaçları, İslâmî hareketi saptırmak veya satın almak ya da boğmaya çalışmaktır.
“Öyleyse yalanlayanlara boyun eğip itaat etme. Onlar istediler ki, sen yumuşak davranıp tâviz veresin de onlar da sana yumuşak davranıp tâviz versinler.” 3630
Onlar tıpkı ticarette olduğu gibi pazarlık yapmaya, ortak bir nokta etrafında uzlaşmaya çalışıyorlar. Oysa inanç ile ticaret arasında büyük fark vardır. İnanç sahibi bir kimse inancının hiç bir prensibinden vazgeçmez. Onun gözünde büyük - küçük bütün ilkeler aynı öneme sahiptir. Daha doğrusu inanç sisteminde büyük - küçük diye bir ayırım olmaz. İnanç sistemi, her bir parçası birbirini bütünleyen bölünmez bir gerçektir. İnanç sistemine bağlı birisi, bir prensibe uyarken, bir diğerinden asla vazgeçemez.
İslâm ile câhiliyenin yolun ortasında, daha doğrusu herhangi bir yolda buluşmaları mümkün değildir. Bu durum İslâm ile her zaman ve her çağdaki cahiliye sistemleri arasında her zaman geçerli olan bir kuraldır. Bu kural dünkü cahiliye için olduğu gibi, bu günkü cahiliye içinde, yarınki cahiliye için de geçerlidir. İslâm ile cahiliye arasındaki uçurum aşılmaz niteliktedir. İkisini bir noktada buluşturmak için bu uçurumun üzerine bir köprü kurmak imkânsızdır. Bir şeyi
3629] 26/Şuarâ, 109, 127, 145, 164, 180; 11/Hûd, 29, 50-51, 80; 36/Yâsin, 21 vd.
3630] 68/Kalem, 8-9
- 786 -
KUR’AN KAVRAMLARI
paylaşmaları, iletişim kurmaları mümkün değildir. Aralarında sürekli bir çatışma vardır ve sonuçta uyuşmaları söz konusu değildir.
Peygamber Efendimiz’in uzlaşmaya yanaşması, daha yumuşak bir tutum içine girmesi, tanrılarına küfretmekten ve ibadetlerini saçmalık olarak nitelendirmekten vazgeçmesi veya bazı konularda kendilerine uyması, Dolayısıyla kendilerinin de onun dinine uymaları böylece Arap kitleleri karşısında onurlarını kurtarmaları için müşriklerin Peygamber Efendimize çeşitli tavizler vermeye çalıştıkları, uzlaşma önerilerinde bulundukları birçok rivâyete konu olmuştur. En uygun çözüm yolunu bulmaya çabalayan pazarlıkçıların her zaman başvurdukları bir yöntemdir bu. Fakat Hz. Peygamber dininde kararlıydı, dininin ilkelerini pazarlık konusu yapmaz, taviz vermez bir tutum içindeydi. Ama dinle ilgili olmayan öteki konularda insanların en yumuşak huylusuydu. İnsanlar arası ilişkilerde en güzel davrananıydı. Akrabalarına en çok iyilikte bulunan, kolaylığı ve kolaylaştırmayı en çok isteyen bir insandı. Fakat din, dindi. O, bu konuda Rabbinin şu direktifine uymak zorundaydı: “Öyleyse yalanlayanlara itaat etme.”
Peygamber Efendimiz Mekke’de en zor şartlarda bile dinini pazarlık konusu yapmamıştı. Daveti dört bir yandan kuşatıldığı ve bir avuç arkadaşı da Allah yolunda dayanılmaz eziyetlere, işkencelere uğratılmak üzere yakalanıp zincirlere vuruldukları halde güçlü zorbaların yüzüne karşı söylenmesi gereken sözü gizlemeye yeltenmemişti. Kalplerini İslâm’a ısındırmak veya baskı ve işkencelerini savmak için böyle bir manevraya gerek görmemişti. Aynı şekilde inanç sistemi ile uzaktan yakından ilgili bulunan herhangi bir gerçeği açıklamaktan da geri durmamıştı.
İbn Hişam siretinde İbn İshak’a dayanarak şöyle rivâyet eder: “Peygamber Efendimiz kavmini açıkça İslâma çağırdığı, Yüce Allah’ın kendisine emrettiği şekilde dini olduğu gibi anlatmaya başladığı ilk sıralarda, kavmine fazla bir tepki göstermedi, etrafından uzaklaşmadı. Fakat -bana ulaşan bilgilere göre- Peygamberimiz onların düzmece tanrılarını gündeme getirip onlara yönelik ibâdetlerinden dolayı onları kınamaya başlayınca büyük tepki gösterdiler. Böyle bir şeyi kabullenemeyeceklerini çeşitli vesilelerle ortaya koydular. Müslümanlıklarını gizleyen Allah’ın koruduğu mümin azınlık hariç hep birlikte O’na karşı çıktılar, düşmanca bir tutum içine girdiler. Müşriklerin bu tutumu karşısında Amcası Ebû Tâlip onu koruyucu kanatları altına alarak, savundu. Her zaman onun arkasında durdu. Peygamber Efendimiz de hiçbir şeye aldırmadan Allah’ın emrettiği şekilde O’nun dinini yaymaya çalıştı.
“Kureyş’liler, Peygamber Efendimizin kendilerinden, hayat biçimlerinden ayrılmak, düzmece tanrılarına dil uzatmak gibi hoşlanmadıkları birtakım davranışlardan vazgeçmediğini, yine Amcası Ebû Tâlib’in onu koruyucu kanatları altına aldığını, onu desteklediğini ve kendilerine teslim etmediğini görünce Rabia’nın oğulları Utbe ve Şeybe, Ebû Süfyan B. Harb B. Ümeyye, Ebû’l Buhteri (As B. Hişam), Esved B. MutTâlip B. Esed, Ebû Cehil (Amr B. Hişam, künyesi Ebûl Hakemdi), Velîd B. Muğire, Haccac B. Amr’ın oğulları Nebih ve Münebbih gibi Kùreyş kabilesinin ileri gelenleri Ebû Tâlib’e gidip şöyle dediler: “Ey Ebû Tâlip, yeğenin Tanrılarımıza küfrediyor, dinimizi aşağılıyor, fikirlerimizi saçmalık olarak nitelendiriyor, geçmiş atalarımızı sapıklıkla suçluyor. Ya onu bu işten vazgeçir irsin, ya da aramızdan çekilirsin. Çünkü sen, ona karşı bizden farklı bir konumdasın. Aksi
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 787 -
takdirde biz O’nun hakkından geliriz.” Ebû Tâlip onlara yumuşak sözler söyledi, onlara güzel karşılık verdi, onlar da çekip gittiler.
“Bu arada Peygamber Efendimiz aksatmadan faaliyetlerini sürdürüyordu, Allah’ın dininin öngördüğü hayat biçimini herkesin görebileceği şekilde uyguluyor, insanları bu hayat biçimine inanmaya, sonra da uymaya davet ediyordu. Sonra Peygamberimizle Kureyş’liler arasındaki ilişkiler gerginleşti. Gitgide birbirlerinden uzaklaştılar. Kızgınlık ta gittikçe arttı. Peygamber Efendimiz ve yaptıkları Kureyşlilerin gündeminden çıkmıyordu. O’na yönelik öfkeleri kabarıyor, birbirlerini ona karşı teşvik ediyorlardı. Kureyş’liler bir ara tekrar Ebû Tâlib’e gidip şöyle dediler: “Ey Ebû Tâlib, sen yaşlı başlı bir insansın. Aramızda saygın bir yerin var. Bundan önce yeğenini yaptıklarından vazgeçirmeni istemiştik, ama sen O’na engel olamadın. Vallahi artık, atalarımıza küfredilmesine, fikirlerimizin saçmalık olarak nitelendirilmesine, tanrılarımıza hakaret edilmesine katlanamayız. Ya O’na engel olursun, ya da iki gruptan biri helak olana kadar seninle ve onunla her türlü ilişkimizi keseriz”. -Veya buna benzer sözler söylediler-. Sonra da çekip gittiler. Kavminin kendisini terk etmesi, düşmanlığını ilan etmesi Ebû Tâlib’e ağır geldi. Ama Peygamber Efendimizi onlara teslim etmeye veya O’na verdiği desteği çekmeye de gönlü razı değildi. İbn-i ishak diyor ki: Bana Ya’kup b. Ukbe b. Muğire b. Ahnes şöyle anlattı: Kureyş’liler Ebû Tâlib’e bu sözleri söyleyince, Ebû Tâlip Peygamberimizi çağırıp şöyle dedi: “Ey Yeğenim, senin kavmin gelip bana şöyle şöyle diyor (Kureyşlilerin kendisine söyledikleri sözleri bir bir anlattı.) Bana ve kendine acı. Altından kalkamayacağım bir yükün altına salma beni:’ Bunun üzerine Peygamber Efendimiz amcasının kendisine karşı tutum değiştirdiğini, kendisine verdiği desteği çekeceğini, kendisini Kureyşlilere teslim edeceğini, artık kendisine yardım edecek gücünün kalmadığını sanarak amcasına şu karşılığı verdi: “Amcacığım, Vallahi bu işten vazgeçmem için güneşi sağıma, ayı da soluma koysalar yine de vazgeçmem. Allah bu dini üstün getirene veya ben bu uğurda ölene kadar bir an bile mücadeleden geri kalmam.” Daha sonra Peygamberimiz duygulandı ve ağlamaya başladı ve gitmek üzere ayağa kalktı. Tam gidecekken Ebû Tâlip; Peygamberimizi çağırdı. Peygamberimiz dönünce, Ebû Tâlip şöyle dedi: “Git istediğini konuş. Vallahi seni asla kimseye teslim etmeyeceğim.”
İşte, koruyucusu, güvencesi ve hakkından gelmek için pusuda bekleyen, kendisine diş bileyen düşmanlara karşı dünyadaki tek sığınağı amcasının kendisini yalnız bıraktığı bir sırada Peygamber Efendimizin davasına ısrarlı bağlılığının somut ifadesi olan bir tablo...
Bu tablo, manzara ve gölgeleri bakımından, kullanılan ifade ve sözcükleri bakımından ve somut gerçekliği bakımından kendi türü içinde son derece etkileyici, parlak ve şaheser bir tablodur. Tıpkı bu inanç sisteminin parlaklığı gibi. Tıpkı bu inanç sisteminin eşsizliği gibi. Tıpkı bu inanç sisteminin etkileyiciliği gibi... Bu tablo Yüce Allah’ın şu sözünün somut kanıtıdır: “Sen yüce bir ahlâka sahipsin.”
Tarihçi İbn İshak’ın rivâyet ettiği bir diğer tablo da doğrudan doğruya müşriklerden Peygamber Efendimize gelen uzlaşma önerileri ile ilgilidir. Bu öneri, müşriklerin Peygamber Efendimizin daveti karşısında çaresiz kalmalarından ve her kabilenin, Müslüman olan bireyini cezalandırma ve dininden döndürmek için işkenceye uğratma işini bizzat üstlendiği bir sırada gelmişti.
- 788 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İbn İshak diyor ki: Bana Yezid B. Ziyad anlattı. O da Muhammed B. Ka’b el-Kurezi’nin şöyle dediğini duymuş: Utbe B. Rabia, lider konumunda bir kişiydi. Bir gün Kureyşlilerin meclisinde otururken Peygamber Efendimiz de yalnız başına mescitte oturuyordu. Utbe: Ey Kureyş topluluğu, ne diyorsunuz, Muhammed’e konuşmaya gidip ona bazı önerilerde bulunayım mı? Bakarsınız bazılarını kabul eder. Biz de ona dilediğini verir, böylece bizden vazgeçmiş olur dedi. Bu olay Hz. Hamza’nın Müslüman olduğu günlere denk geliyor. Peygamber Efendimizin arkadaşlarının günden güne arttığını görüyorlardı. Bu yüzden: Ey Ebû Velîd, git ve konuş onunla dediler. Utbe kalktı Peygamberimizin yanına gidip oturdu. Ve şöyle dedi: Ey yeğenim, bildiğin gibi bizim aramızda aşiret ve soy bakımından saygın bir yere sahipsin. Sen kavminin başına büyük bir iş açtın. Birliklerini parçaladın. Fikirlerini saçmalık olarak niteledin. Tanrılarının çokluğunu ve dinlerini ayıpladın. Geçmiş atalarını tekfir ettin. Beni dinle sana bazı önerilerde bulunacağım. Bak, belki bir kısmını kabul edersin. Peygamber Efendimiz “Söyle ey Ebû Velîd, seni dinliyorum” dedi. Utbe şöyle dedi: “Ey yeğenim, eğer sen bu getirdiğin dini kullanarak mal elde etmek istiyorsan, senin için mal toplar ve en çok mala sahip olanınız olursun. Eğer bununla şeref kazanmak istiyorsan, seni başımıza lider tayin ederiz ve sensiz hiçbir şey yapmayız. Eğer kral olmak istiyorsan, seni kral yaparız. Yok eğer bu, sana musallat olmuş bir rüya ise ve sen bunun etkisinden kurtulamıyorsan. Senin için araştırır doktorlar buluruz ve senin tedavi olman için mallarımızı harcarız. Nitekim kişinin başına bazı dertler musallat olur da tedavi sonucu bundan kurtulabilir -veya buna benzer şeyler söyledi-. Utbe sözlerini tamamlayana kadar, Peygamber Efendimiz onu dinledi. Sonra “Ey Ebû Velîd, sözlerini bitirdin mi?” dedi. Utbe “Evet” dedi. “O zaman, beni dinle” dedi. Utbe “Söyle” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: “Hâ mîm. Bu kitap merhamet eden, merhametli olan Allah katından indirilmedir; bilen bir millet için müjdeci ve uyarıcı olmak üzere Arapça bir Kur’an olarak âyetleri uzun uzun açıklanmıştır. Ama insanların çoğu yüz çevirmiştir, onlar işitmezler de; ‘Ey Muhammed! Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır, kulaklarımızda ağırlık, bizimle senin aranda anlaşmamıza engel vardır; istediğini yap, biz de yapacağız’ derler. Ey Muhammed! Onlara söyle: ‘Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana tanrınızın tek bir tanrı olduğu vahyolunuyor. Artık ona yönelin. O’ndan bağışlanma dileyin; vay müşriklerin haline!” 3631 Sonra Peygamberimiz okumaya devam etti. Utbe bunları dinleyince sessizce beklemeye başladı. Ellerini arkasından yere koydu ve onlara yaslanarak dinlemeye koyuldu. Sonra Peygamberimiz secde âyetine geldi ve secdeye gitti. Ardından şöyle buyurdu: “Ey Ebû Velîd, dinleyeceğini dinledin, artık kararını sen ver” Bunun üzerine Utbe kalkıp arkadaşlarının yanına gitti. Bazıları: Allah’a yemin ederiz Ebû Velîd buradan ayrıldığı yüzle dönmüyor dediler. Utbe gelip yanlarına oturunca “Geride ne bıraktın ey Ebû Velîd?” dediler. Utbe: Orada bundan önce bir benzerini duymadığım bir söz dinledim. Allah’a And olsun şiir değildi dinlediğim. Sihir veya kehanet de değil di. Ey Kureyş’liler, beni dinleyin ve benim dediğimi yapın. Bu adamı kendi durumuyla baş başa bırakın. Karışmayın ona. Vallahi ondan dinlediğim sözlerde büyük bir haber olmalı. Eğer Araplar onun hakkından gelirlerse, eliniz bulaşmadan ondan kurtulmuş olursunuz. Eğer O, Arapları yen erse onun egemenliği sizin egemenliğinizdir. Onun üstünlüğü sizin üstünlüğünüzdür. Onun sayesinde insanların en mutlusu olursunuz” dedi. “Ey Utbe, O, seni diliyle büyülemiş” dediler. Utbe: Bu, benim görüşümdü. Siz, istediğinizi yapın.
3631] 41/Fussilet, 1-6
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 789 -
Bir başka rivâyete göre Utbe, Peygamber Efendimizi: “Eğer yüz çevirirlerse de ki: Ad ve Semud kavminin başına gelen kasırga gibi bir kasırgayla uyardım sizi” âyetine kadar dinlemiş, sonra da dehşete kapılarak eliyle, Peygamber Efendimizin ağzını kapatmıştır. “Allah aşkına ve akrabalık hatırına sus ey Muhammed” demiştir. Çünkü uyarının gerçekleşmesinden korkmuştur. Bundan sonra gidip kavmine duyduklarını anlatmıştır.
Her halükârda bu da, bir tür pazarlık girişimidir. Yine güzel ahlâkın somut örneklerinden biridir. Bu ahlâk Peygamber Efendimizin tutumunda belirginleşiyor. Peygamberimiz, Utbe’nin dinlemeye değmez sözlerini sonuna kadar dinliyor, Hz. Muhammed gibi evrensel değerlendirmede, hakkın ölçüsünde, yeryüzünün tüm genişliğince bir değere sahip bir zatın Utbe’yi dinlemesi saçma önerilerini sessizce karşılaması üstün bir ahlâk örneğidir. Onun üstün ahlâkı onu tutuyor, sözünü kesmesine, acele etmesine, öfkelenmesine, sıkılmasına müsaade etmiyor. Sonuna kadar onu dinliyor, sonra da ona soruyor: “Bitti mi ey Ebû Velîd?” fazlasıyla süre tanıyor, içindekiler ini döksün istiyor. Hiç kuşkusuz bu, muhatabın sözünü dinlemede uyulması gereken üstün bir edep tavrı olduğu gibi, gerçeğe duyulan şaşmaz güvenin de bir ifadesidir; İkisi birlikte güzel ahlâkın belirtileridirler.
Pazarlık yapma girişimlerinin üçüncüsünü de İbn İshak şöyle anlatıyor: “Bana ulaşan bilgilere göre, bir gün peygamberimiz Kâbe yi tavaf ederken, Esved B. MutTâlip B. Esed B. Abduluzza, Velîd B. Muğire, Umeyye B. Halef ve As B. Vail es-Sehmi ile karşılaştı. Bunlar kabileleri arasında dişli kimselerdi. “Ya Muhammed, gel biz senin taptığına tapalım, sen de bizim taptığımıza tap. Böylece seninle ortak bir noktada buluşalım. Eğer senin taptığın bizimkinden daha hayırlı ise biz ondan nasibimizi almış oluruz. Eğer bizim taptığımız sizinkinden hayırlı ise o zaman sen bizimkinden nasibini almış olursun. Bunun üzerine Yüce Allah şu âyetleri indirdi: “(Ey Muhammed) De ki: ‘Ey kâfirler! Tapmam sizin taptığınıza. Benim ibâdet ettiğime de siz ibâdet etmezsiniz. Ben de sizin taptığınıza tapacak değilim. Benim ibâdet ettiğime de sizler kulluk sunacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana!” 3632
Böylece Yüce Allah bu kesin ve net ifadelerle bu komik pazarlık girişimini kestirip atıyor. Ardından Peygamberimiz Rabbinin emrini onlara açıkça bildiriyor. Ardından, ahlâk unsuru, Peygamber Efendimizin doğrudan doğruya Allah’ın âyetlerini yalanlayanlardan birine uymaktan men edilmesinde de bir kez daha ön plana çıkıyor. Uyulması yasaklanan bu adam iğrenç ve aşağılık sıfatlarla nitelendiriliyor, ayrıca aşağılanıp horlanacağı vurgulanıyor: “Onlar istediler ki, sen yumuşak davranasın da (müdâhene edesin de) onlar da sana yumuşak davransınlar.” 3633
Âyetten anladığımız kadarıyla bir grup müşrik toplanmış Allah rasulüne sinsice bir plan hazırlamıştır. Bu plan müdâhene isteği, uzlaşma ve işbirliği içeriğine sahip. Yani bazı ilkelerden, birbirine zıt olan düşünce ve tavırlardan karşılıklı olarak vazgeçme esası üzerine kuruludur.
Âyet-i kerime, müşriklerin Rasulullah’dan bazı imkânsız isteklerde bulunmalarına işaret etmektedir. Müstekbirler, elçiden kendilerine yaltaklanmasını, nüfuz ve toplumsal etkinliklerinin hatırına, iyi bir ücret karşılığında uzlaşmasını
3632] 109/Kâfirûn, 1-6
3633] 68/Kalem, 9
- 790 -
KUR’AN KAVRAMLARI
beklemektedirler. Uzlaşı taleplerinden ve Rasulullah’ın ruh halinden muhtelif âyetler şu şekilde bahsetmektedir:
“Kendilerinin kâfir oldukları gibi, sizin de kâfir olmanızı arzu ederler ki, onlarla bir (eşit) olasınız.” 3634; “Bir başka şeyi bize isnad etmen için, sana vahyettiğimizden seni ayırmaya çabalıyorlar. İşte o zaman seni candan dost edinirler. Sana sebat vermeseydik, andolsun ki, az da olsa onlara meyledecektin. O takdirde sana, hayatın da ölümün de kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.” 3635
Rasulullah’a bireysel ve toplu olarak yapılan uzlaşma taleplerine İlâhî cevap, Kur’an’da şöyle ifade edilmektedir: “Onlara âyetlerimiz açık açık okununca, bizimle karşılaşmayı ummayanlar (âhireti inkâr edenler): ‘Bundan başka bir Kur’an getir, ya da bunu değiştir’ derler. De ki: ‘Onu kendi irademle değiştiremem. Ben, ancak bana vahyedilene tâbi oluyorum. Şâyet ben, Rabbime karşı gelirsem, büyük bir günün azabından korkarım.” 3636
Asıl amaçları uzlaşmak değil, nebevî hareketi mecrasından saptırmak olan zâlimlerin arzu ve isteklerine, mümtaz, seçkin bir ahlak sahibi Muhammedü’l-Emin, Allah’ın emirlerine muvafık olarak “sizin dininiz size, benim dinim bana!” cevabını vermiştir. Bir peygamberin tevhid akidesine aykırı bir anlaşma yapması, zaten mümkün değildir. Allah’tan hakkıyla sakınan bir mü’min ya da mü’minler topluluğu, ancak Rablerine gereğince kulluk yapmak, ona hiç bir şeyi ortak koşmamak, dini eğip bükmeden, eğriltmeden tebliğ etmek ve yaşamak noktasında anlaşmaya, uzlaşmaya girerler. 3637
Müşrikler mü’minlerden İslâm’ı tebliğde İslâm’ın hayat içerisindeki tanıklığının yapılmasında gevşeklik göstermelerini arzu ederler. Karşılığında da muhalefetlerini hafifleteceklerini vadederler. Âyet-i kerimelerde Allah Teâlâ, İslâmî mücadelenin güçlenmeye başladığı bir dönemde müşriklerin Mü’minlerle uzlaşma taleblerinden bahsetmektedir. Onların sapkınlıklarına uyup tevhid dininin temel ilkelerinden taviz vererek, uzlaşmayı seçmemesi için Rasulullah ve Kur’an’ın bağlıları uyarılmaktadır. Eğer tevhidin temel ilkelerinde bir gevşeklik gösterilirse, ne mü’minleri anlamlı ve var kılan ilkelerden; ne de onurlu, erdemli bir mücadeleden söz edilemeyecektir.
İstikbar sahipleri, kendileriyle uzlaşmamızı ve onları memnun etmek için hoşlanmadıkları bazı düşünce ve davranış biçimlerimizi bırakmamızı isterler. Derler ki, siz bizim ilahlarımıza, kutsallarımıza saygı gösterirseniz biz de sizinkine saygı gösteririz. Rasulullah, birçok âyet-i kerimede müşriklerin ve ehl-i kitabın vb. grupların hevâ ve heveslerine uymaması konusunda Allah tarafından uyarılmıştır. 3638
Cahiliye toplumunun ileri gelenleri Allah’tan gelen vahyi bildirimin yeryüzündeki bütün zulümlere karşı meydan okuyuşlarını gördüklerinde sömürü düzenlerinin sona ereceğini, az çok kestirebilirler. Toplumun Allah tarafından
3634] 4/Nisâ, 89
3635] 17/İsrâ, 73-75
3636] 10/Yûnus, 15
3637] Konuyla ilgili olarak ayrıca bk. En'am 6/51-52; Hud 11/12; Kehf 18/28; Abese 80/1-11; Alak 96/19; Kâfirun 109/1-6
3638] 5/Mâide, 49
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 791 -
görevlendirilen elçilere itibar etmemesi için önce iftiralar düzer, hedef saptırırlar. Elçilerin menfaatçi olduğunu, yönetici olmak, daha çok dünyevi menfaat elde etmek istediklerini, bunun için topluma egemen olmaya çalıştıklarını iddia ederler. Bu iftiraları peygamberlerin İlâhî gâyelerini gözden kaçırmak için yapmaktadırlar.
Peygamberlerin daveti, hayra, adâlete yönelik çağrıları sürdükçe müşriklerin mevcut düzenden faydalanan öncüleri, hareketi asıl seyrinden saptırmak için yeni yeni yöntemler denerler. Bunlardan biri de uzlaşma talebedir. İşte müdâhene kavramı da bu taleple ilgilidir. Yani İlâhî risaleti tebliğ eden elçinin Allah’ın emrettiği gibi dosdoğru oluşunu engellemek, yolunu eğriltmek isterler. Tıpkı dünyevi ticarette olduğu gibi pazarlık yapmayı, ucuz vaadlerle rasulleri ilkelerinden saptırmayı denerler. Bu, onları hem etkisizleştirmek hem de halkın gözünden düşürecek propaganda malzemesi bulmak içindir. Böylece Mü’minleri ilkelerinden taviz veren, zayıf karakterli, kişiliksiz, uzlaşmacı, menfaatçi duruma düşürmeyi amaçlamaktadırlar.
Tevhide bağlı bir mü’min ister peygamber olsun, ister olmasın inancının nassla, vahiyle belirlenmiş hiçbir prensibinden vazgeçemez. Onun gözünde büyük küçük bütün ilkeler aynı öneme sahiptir. İlâhî risâletin ortaya koyduğu dinde Allah’ın emirlerinin büyüğü küçüğü olmaz. İnanç sistemi her bir parçasıyla birbirini bütünleyen bölünmez bir niteliğe sahiptir. İlâhî kaynaklı esaslara bağlı biri bir prensibe uyarken diğerinden vazgeçemez, İslâm’ın cahiliye ile ilkesel anlamda buluşması asla mümkün değildir. İslâm ile cahiliyeyi bir noktada kesiştirmek, uzlaştırmaya çalışmak abesle iştigaldir. Aralarında tarih boyunca ve günümüzde devam eden uzlaşmaz bir mücadele söz konusudur.
Elçinin ve vahyin bağlılarının taviz vermediğini gören iktidar sahipleri, onları kendi ilkeleriyle uzlaştırmaya çalışırlar. Mesela nefse hoş gelecek vaadlerle gururu okşamaya, İlâhî kontrol altındaki çizgiyi saptırmaya çalışarak mü’minlerin öncülerini kendilerinin daha iyi imkânlara lâyık olduğunu söyleyerek kandırmaya çalışmak gibi. Müşriklerin bu saptırma denemelerine Allah’ın kontrolü altındaki peygamberler tarih boyunca ücretlerinin Allah’a ait olduğunu, mal, mülk, nüfuz ve daha geniş kitleleri harekete katmak için İlâhî risâletin safiyetini bozmayacaklarını açık bir dille ilan etmişlerdir. Aynı yolun bağlıları bizler de, benzer bir durumda Allah’ın razı olacağı bu yöntemi seçmeliyiz. 3639
Bâtıla Verilen Tâvizin ve Uzlaşmanın Adı: “Hoşgörü”
İnsanın asli fonksiyonlarından olan düşünme eylemi semboller vasıtasıyla gerçekleştirilen soyut bir işlemdir. Birer sembol olan sözcükler, “dil”leri oluşturur, diller de düşüncenin hayat bulduğu zemini.
Bir dile renk veren, onu diğerlerinden farklı kılan unsurlardan olan kavramlar, benzer özelliklere sahip birbirinden farklı sembollerin bir potada eritilerek ortak ve kullanışlı bir anlam kalıbının içine yerleştirilmesi sonucu meydana gelirler. Dil içinde -dolayısıyla düşünme sürecinde- Önemli bir işleve sahip olan kavramların insanların zihinlerini “terbiye” etmek amacıyla kullanılan aygıtlar haline dönüştürüldüğü bir zamanda yaşamaktayız.
3639] Fevzi Zülaloğlu, Haksöz Dergisi - Sayı: 65 - Ağustos 96
- 792 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kavramlara böylesi bir fonksiyon kazandırmanın yollarından birisi, ortaya “türedi” bir kavram atarak, içini istenilen malzemeyle doldurmak ve kullanımını yaygınlaştırmaktır. Ulus, uygarlık, toplum, İslâmcılık, radikalizm ve yazımızın öznesi olan hoşgörü kavramı bu tür türedi kavramlara örnek gösterilebilir.
İçi istenilen “malzeme” ile doldurulmuş ve cazip bir şekilde ambalajlanmış olan hoşgörü kavramı profesyonel metotlarla piyasaya sürülmüş ve yaygın bir kullanım alanına muhatap kılınmıştır. Özellikle son senelerde değişik kesimlerdeki insanlar hoşgörü sözcüğünü ağızlarından düşürmez bir hale gelmişlerdir. Günlük sıradan konuşmalardaki kullanım sıklığının yanı sıra fikri tartışma ve yazılarda da sıkça gündeme gelen hoşgörü, üzerine müstakil paneller, sempozyumlar ve açık oturumlar tertip edilen bir kavram olarak popülerliğini gittikçe arttırmaktadır.
Aslında hoşgörünün -kullanım alanı itibari ile- ihtiva ettiği anlam, daha eski olan müsamaha kavramı tarafından da içerilmekteydi. Bu noktada hoşgörü, müsamahanın kapladığı kullanım alanım işgal eden ve eski bir kavramı yeni bir şekil ve içerikle yürürlükten kaldırmayı öngören türedi bir kavram olarak da değerlendirilebilir.
Söz konusu iki kavram çoğu zaman “geçişli” olarak kullanılmakta, konuşma esnasında hoşgörü ve müsamaha kavramları -aynı anlama işaret edecek şekilde- yer alabilmektedir.
Ancak müsamaha ile geçişli biçimde kullanılıyor olmakla birlikte, yaygınlığı açısından hoşgörü genel olarak ezici bir üstünlük sağlamış durumdadır diyebiliriz. “Peki, müsamaha yerine hoşgörüyü kullanmış olsak ne çıkar?”, “Hoşgörüyü zihinleri terbiye eden çarpıtılmış bir kavram olarak değerlendirmenin dayanakları nelerdir?” şeklinde zihinlerde oluşabilecek muhtemel sorulara vereceğimiz ilk cevap, bu kelimenin semantiğine (anlamına) ilişkin olacaktır. Hoş ve görü parçalarından müteşekkil olan kelime bir “bakış açısı”nı ifade etmektedir. Bir davranışa, tavra hoşgörüyle baktığınızı söylediğinizde, o davranışı, tavrı “hoş” gördüğünüzü de belirtmiş olursunuz. “Hoş” gördüğünüz bir hareket -doğal olarak- sizin de yapabileceğiniz, tasvip ettiğiniz bir şeydir. Özetle diyebiliriz ki ,”hoş” gördüğünüz bir şeyi o an yapmıyor olsanız da o şeyin potansiyel bir uygulayıcısı konumundasınızdır. Örneğin yere tüküren bir kişinin, bu davranışını “hoş” görmeniz, sizin de zaman zaman yerlere tükürdüğünüz veya tükürebileceğiniz anlamına gelir.
Bu noktada “neyi” hoş gördüğünüz sizin “ne” olduğunuzla yakinen alâkalıdır. Hoşgörünün eş anlamlısı gibi gösterilen “müsamaha” kavramı ise hoşgörüden çok farklı olarak, karşılıklı müsaade etmek, izin vermek, anlayış göstermek anlamlarını içermektedir. Müsamaha gösterdiğiniz bir davranışı, tasvip etmemekte ancak o davranışı “belirli ölçüler içinde” kabullenmektesinizdir. Deminki örneğe dönersek, yere tüküren kişiye “müsamaha” gösteren kişi, -bu davranışı tasvip etmemekle, “hoş” görmemekle birlikte- mevcut koşullar içinde ve belli ölçülerde bu tür bir davranışa izin vermektedir.
Hoşgörü ve müsamaha kavramlarının kullanımları itibarıyla ifade ettikleri anlamların, hangi noktada birbirinden açıkça farklılaştığım ifade ettikten sonra, biraz da hoşgörü kavramının hangi sebeplerle müsamahanın yerine ikame
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 793 -
edilmeye çalışıldığına değinmeye çalışalım.
Hoşgörü kavramının yaygınlaşması, bu kavrama sahip çıkılması, sivil toplum, görecelilik, demokrasi, çoğulculuk, toplumsal uzlaşma, bir arada yaşama, çok seslilik gibi kavram ve tanımların yaygınlaşmasıyla eş zamanlıdır. Aslında bütün bu tanımlar ve kavramlar birbirlerini “tamamlayan” yönlere sahiptirler.
Göreceliliğe bağlı olmayan bir hoşgörü, hoşgörüsüz bir uzlaşma, uzlaşmasız bir sivil toplum, sivil toplum formunda yapılanmamış çok sesli, çoğulcu bir demokrasi düşünülemez. İslâm’ın aslında bir hoşgörü dini olduğunun, hoşgörünün temellerinin İslâm’a dayandığının ısrarla vurgulanması müslümanların hoşgörülü olmaya çağrılması kabaca “uzlaşma örgüsü” adını verebileceğimiz bu zincirleme yapıdan bağımsız düşünülemeyecek olgulardır.
İslâm’ın bir hoşgörü dini olduğunu söyleyenler genel olarak iki Kur’anî ifadeyi bu görüşlerine dayanak göstermektedirler. “Dinde zorlama yoktur” ve “Sizin dininiz size, benim dinim bana!”
Kavramların insanların düşüncelerine, değerlendirmelerine “nasıl” etkin bir şekilde müdahil olabildiği bu noktada iyice açıklık kazanmaktadır. Zikredilen iki Kur’ani ifade, “müsamaha” kavramı ile tanımlanabilecek durumlara işaret etmekteyken, “hoşgörü” sinsice, zihinleri terbiye edici, daha doğrusu bulandırıcı bir şekilde müsamahanın yerini almış durumdadır.
Kur’ân-ı Kerim’de yer alan -farklı düşünce ve inançtaki insanlarla müslümanlar arasındaki- ilişkilerin tanımlanması hoşgörü kavramıyla değil, müsamaha kavramıyla “sahih” bir zemine oturmaktadır. “Sizin dininiz size, benim dinim bana” ifadesi, acaba karşı taraftaki dini ve mensuplarını “hoşgörme”yi mi tavsiye ediyor, yoksa o dinle İslâm arasına kesin, net bir çizgi çekmeyi ve ilişkilerde belirli bir müsamaha, karşılıklı tahammül çerçevesi oluşturmayı mı öngörüyor?
“Dinde zorlama yoktur” ifadesini ele alırsak, Kur’an’ın bütünlüğü çerçevesinde gerçekten de insanlar dinlerini seçmekte özgürdürler ve “insanların seçimleri” -tercihlerini hangi yönde kullanırlarsa kullansınlar- “hoşgörülebilir.” Ancak burada “hoş” görülebilecek olan şey, seçilmiş olan herhangi bir İslâm dışı din değil, bizatihi “seçme hakkı”nın kendisidir. Yani bir müslüman Budizm’i “hoş” görmez, ama İnsanların “Budizm’i seçme hakları”nı “hoş” görebilir.
“Dinde zorlama yoktur” ifadesi müslümanların “birbirleriyle” olan ilişkilerini de içine almaktadır. İslâm’ı kendisine din olarak seçmiş bir kişinin, hareket ve tavırlarında tümüyle özgür olduğunu söylemesi mümkün değildir. Bir müslüman -veya bir gayrimüslim- toplum içinde istediği her davranışı yapma hakkına sahip değildir. Toplumun dokusunu olumsuz yönde etkileyecek olan davranış ve tutumlar -Kur’anî mantık çerçevesinde- “hoş” görülemez. Bu tür davranışlara gösterilebilecek “müsamaha”nın ölçüleri ise Kur’an’da ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) uygulamalarında açık şekilde yer almaktadır.
İnsanların birbirleriyle olan ilişkilerinde “anahtar bir kavram” olarak ortaya konulan hoşgörü, içerdiği bütün olumsuzluklara rağmen, hoş bir “görünüme” sahiptir. Bu kavram insanlararası ilişkilerdeki esnekliğin, anlayışın, iyi niyetin ve özverinin sembolü haline getirilmiş ve “hoşgörüye karşıyım” demek, neredeyse imkânsız kılınmıştır. Birçok insan, “hoşgördüğü” şeylerle birlikte neleri
- 794 -
KUR’AN KAVRAMLARI
savunduğunun ve savunduğu bu şeyleri farkında olmadan nasıl içselleştirdiğinin bilincine varamamaktadır.
Yukarıda da belirttiğimiz ifadeyi tekrarlarsak, “neyi” hoş gördüğünüz sizin “ne” olduğunuzla yakinen alâkalıdır. Hoşgördüğünüz “bir şey”, bir süre sonra “sizi o şeyle uyumlu hale getirme” potansiyeline sahiptir. Bir müslümanın neyi “hoş” görüp neyi “hoş” göremeyeceği sorusunun cevabı bu kavramın kullanımının sıklaşması ve içerdiği anlamın iyice gölgeli hale gelmesiyle birlikte, Kur’anî ölçülerden gitgide uzaklaşmaktadır.
Netice itibarıyla, “sun’î” bir kavram olarak değerlendirebileceğimiz, hoşgörü, içerdiği anlamın niteliği (ve kullanım sıklığı) itibarıyla, insanların zihinlerinde ciddi tahribatlar yapmaktadır. Bizim açımızdan asıl üzücü ve düşündürücü olan, müslümanlar arasında da bu söylemin yaygınlık kazanmış olmasıdır. Özellikle sivil toplum, toplumsal uzlaşma, çok seslilik, hukuk çokluğu, bir arada yaşama gibi kavram ve ifadelen İslâm’la kaynaştırma çabasında olan çevreler, son zamanlarda “hoşgörü”yü kendilerine bayrak edinmiş durumdalar. Fakat yine aynı çevreler kendilerinden farklı düşünen ve bu düşüncelerini ifade eden müslümanlara hiç de “hoşgörülü” yaklaşmamakta, belki de gayrimüslimlere karşı hoşgörülü davranırken, onlarla uzlaşmaya çalışırken, bastırarak içlerinde biriktirdikleri kin, öfke ve hiddeti müslüman kardeşleriyle paylaşmayı(!) tercih etmektedirler.
Bir kez daha tekrarlamak gerekirse, “neyi” hoşgördüğümüz “ne” olduğumuzdan bağımsız olamaz, olmamalıdır. “(Müminler) kâfirlere karşı sert, kendi aralarında ise merhametlidirler.” 3640
Kur’an’ın Tâviz ve Uzlaşmaya Bakışı
Kur’an’da Allah, İslâmî tebliğ ve faaliyetin güçlenmeye başladığı dönemlerde müşriklerin mü’minlerle uzlaşma taleplerinden bahsetmektedir. Onların teklif ve tehditlerine uyup İslâm’ın temel ilkelerinden, tevhidî anlayıştan tâviz vererek uzlaşmaması için Kur’an, Rasûlullah’ın şahsında bütün mü’minleri uyarmaktadır. “(Sana şu tâlimatı verdik:) Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır.”3641 Allah Teâlâ, müşriklerin arzularına, hevâ ve heveslerine uymamak ve Allah’ın hükümlerinden bir kısmının bile uygulanmasından tâviz vermemeyi peygamber şahsında mü’minlere emretmektedir.
“Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapan kişiyi en iyi bilendir, hidâyete erenleri de en iyi bilen O’dur. O halde, (hakikati) yalan sayanlara boyun eğme! Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar. (Rasûlüm!) Alabildiğine yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan lâf götürüp getiren, iyiliği hep engelleyen, mütecâviz, günaha dadanmış, kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra bir de soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiçbirine, mal ve oğulları vardır diye, sakın boyun eğme. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman o, ‘öncekilerin masalları!’ der. Biz yakında onun burnuna damga vuracağız (kibirini kırıp rezil edeceğiz).”3642 Müşriklerin,
3640] 48/Fetih, 29; Murat Ural, Haksöz Dergisi, sayı: 58, Ocak 96
3641] 5/Mâide, 49
3642] 68/Kalem, 8-16
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 795 -
Rasûlullah’tan tevhid mücadelesinde tâviz verip uzlaşma içinde olması yönünde istekleriyle ilgili olarak bu âyetler nâzil olmuştur. Etkili çevreler siyasal güçlerini kullanarak, yetkili güçler egemenliklerini perçinlemek için, para babaları paralarıyla her şeyi satın alabileceklerini düşünerek ve bu sınıfların tümü müstaz’af halkın kanına ve canına yapışan saldırgan pençelerinin koparılacağını düşündüklerinden hak dâvâ eri tevhid önderlerine ya baskı yapmış veya uzlaşmaya zorlamışlardır. Bâtıl zihniyetin özelliğidir bu; kendi çıkarlarını sürdürmek için her zaman ve her mekânda hak dâvâyı savunanları tâviz ve uzlaşmayla etkisiz hale getirmeye çalışmak. “Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.” 3643
“Sizin de kendileri gibi kâfir olmanızı/inkâr etmenizi istediler ki onlarla eşit olasınız.” 3644
“(Müşrikler,) sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni, nerdeyse sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, neredeyse onlara birazcık meyledecek-tin. O takdirde hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.” 3645
“Sabah akşam Rablerine, O’nun rızasını dileyerek duâ edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini bizi anmaktan gâfil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.” 3646
“De ki: ‘Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam/kulluk etmem. Siz de benim ibâdet ettiğime kulluk etmiyorsunuz. Ben sizin taptıklarınıza asla tapacak/kulluk edecek değilim. Evet, siz de benim ibâdet ettiğime kulluk yapıyor değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de bana!” 3647
“Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman, (öldükten sonra) bize kavuşmayı beklemeyenler: ‘Ya bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir!’ dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım.” 3648
Zamanımızda olduğu gibi, Kur’an-ı Kerim’in indiği devirde de kendi kafalarına göre din isteyenler veya Allah’ın hükümlerinin kendi arzu ve heveslerine göre değiştirilmesini isteyenler olmuştur. Hâlbuki Kur’an belli dönemlerdeki insanların geçici ve değişken arzularını karşılamak için değil; kıyamete kadar bütün insanlığın ruhî, ahlâkî ve manevî ihtiyaçlarını karşılamak, dünyevî ve uhrevî saâdetin yolunu göstermek için indirilmiştir. Bu sebepledir ki, âyette belirtildiği gibi Peygamber de dâhil olmak üzere hiç kimsenin Kur’an’ın hükümlerini değiştirme yetkisi yoktur.
Ve Birkaç Hadis-i Şerif
“Benden sonra birtakım emîrler (idareciler) olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik
3643] 68/Kalem, 9
3644] 4/Nisâ, 89
3645] 17/İsrâ. 73-75
3646] 18/Kehf, 28
3647] 109/Kâfirûn, 1-6
3648] 10/Yûnus, 15
- 796 -
KUR’AN KAVRAMLARI
eder, yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa benden değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse benim ‘havz’ımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez, zulümlerinde onlara yardım etmezse bendendir. Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında bana ulaşacaktır.” 3649
“Benden sonra, yakında birtakım sultanlar (yöneticiler) peydah olur. Kapılarında fitneler develerin yatakları gibidir. Kimseye bir hayır göstermezler (ellerinden kimse hayır görmez). Bir şey verirlerse, ancak onların dinlerinden bir tâviz kopararak verirler.” 3650
“Ben bir müşrikten yardım almam!” 3651
“Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız.” 3652
Dileniş Değil; Direniş: Uzlaşma ve Tâvize Yanaşmamak
Uzlaşma; iki zıddın (karşıt gücün) birleştirilmek istenmesi demektir ki, bunun gerçekleşmesi aslında imkânsızdır. Eğer gerçekleşirse, artık bu iki şey, zıt/karşıt olmaktan çıkar, eşitsizliği aleyhinde olan, diğerinin hâkimiyetini kabul edip, onun içerisinde erir gider. Tâvizden kazançlı çıkanlar, gücü elinde bulunduranlardır, etkili ve yetkili çevreler, egemen güçlerdir. Mevcut ortama boyun eğip bâtılla uzlaşan statükocu kimse, gücünü kabul ettiği çevre ve zihniyetin boyasına girer. Bir müslümanın kâfirlerin şekil ve rengine girmesi mümkün müdür? “Ey mü’minler, deyiniz ki: ‘Biz Allah’ın boyasına (dinine) girmişiz. Allah’ın boyasından daha güzel ne olabilir? İşte biz O’na ibâdet edenleriz.” 3653
Hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılın katıldığı bu sentez ve tâvizci yaklaşım, Allah’ın insana fıtrat boyasıyla sürdüğü rengi, bâtılın çirkin renkleriyle karıştırarak alaca bulaca olmak, çok renkli olacağım diye renksizleşmektir. Bukalemun, bir hayvandır, düşmanından korunmak için renk değiştirmesi onunla ilgili olarak İlâhî sanatın tecellisidir. Ama insan için bulunduğu ortama göre renk alan yapı, iki yüzlülüktür; onurlu müslümanın değil, şahsiyetsiz münafığın karakteridir.
Müslümanın, sadece kendinden korkmasını isteyip, başkalarından korkmasını yasaklayan Rabbimiz,3654 bu emrine uymayan kimseye çoğu zaman korktuklarını musallat eder ki, kendinden başkasından korkmanın cezasını çeksin. İşte tâviz ve uzlaşma, bâtıldan korkmanın sonucu gerçekleştiği için tâvizkâr tutumlar, bir müslümanı, kurtulmak için yılana sarılanın konumuna düşürmektedir. Örnek mi? Onlarca örneği, herkes kendi tecrübeleri ve gözlemlerinden yola çıkarak verebilir. Kur’an’da da buna örnekler az değildir. Meselâ, Hz. Yakub, Yusuf’u oyun için götürmek isteyen hileci kardeşlerine “onu bir kurdun yemesinden korkarım”3655 demişti; Allah da, kurt yemediği halde kurtun yediği gibi bir acıyı ona tattırdı. 3656
İslâm’la câhiliyyenin kesişmesi, uyuşması mümkün değildir. Hakla bâtılın,
3649] Sünen-i Tirmizî, 121, hadis no: 2360; Tâc Terc. III/106, hadis no: 168
3650] Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî, Râmûzu'l-Ehâdîs, I/302; Taberânî, Kebir; Hâkim, Müstedrek -Abdullah bin Hars'dan-
3651] S. Müslim, hadis no: 151
3652] Nesâi, Kitab: 48, bab 52
3653] 2/Bakara, 138
3654] 2/Bakara, 40, 41; 3/Âl-i İmran, 175
3655] 12/Yusuf, 13
3656] 12/Yusuf, 17-18
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 797 -
imanla küfrün birleşip bir araya gelmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Aralarında tarih boyunca süren ve Kıyamete kadar da sürecek olan uzlaşmaz bir mücadele söz konusudur. Uzlaşmayı, kesin nasslara rağmen kabul edenler, neticede Allah’ın hor gördüğü kâfirleri hoş görmeye, beşerî düzenleri kutsallaştırmaya, İslâm demokrasisinden veya demokratik İslâm’dan bahsetmeye kadar vardılar. Artık resmî devlet İslâm’ı, Atatürk tipi, onun ilkelerine uygun İslâm(!) gibi tuhaf sentez-ler uygulama alanları bulmakta. Hıristiyanlık benzeri, uzlaşarak tahrif edilmiş bu İslâm’ların elbette Allah’ın dini olan İslâm’la hiç bir ilgisi yoktur, bazı benzer yönleri olsa da.
Müslümanın İslâm’dan tâviz vererek, başka beşerî görüşlerle uzlaşarak, İslâm’ın bazı cüzlerini, bazı esaslarını pazarlık aracı görmesi mümkün değildir. Uzlaşma neticesinde kâfirlerin ve küfrün egemenliği -şeklen ve kısmen de olsa- kabul edilmiş olur ki, bu da tevhidî akîde ile bağdaşmaz. İslâm, Allah’a teslim olmak ve O’nun dışında bir güç ve hâkimiyet tanımamaktır. Kelime-i tevhidde bu ifade tüm kapsamıyla belirdiğinden dolayı, müslüman için her türlü tâğutun her çeşit egemenliğini reddetmek; Allah’a iman ve O’nun tek ilâh olduğunu kabul etmenin en önemli şartıdır. Hatta İslâm’ın dışındaki bütün sistem, görüş ve bunların uygulayıcıları anlamına gelen “tâğut”u reddetmek; Allah’a imandan da önce gelir ki, kalp, dil ve kafadaki tüm sapıklıklar ve sahte ilâhların egemenlikleri öncelikle “lâ = hayır” süpürgesi ile temizlenmiş olsun ve boşalan yere de hak/gerçek ilâhın kabulü yerleşsin. “Kim tâğuta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve Allah’a iman ederse o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah kemaliyle işiten ve bilendir.” 3657
İslâm, “lâ (hayır)” kılıcıyla tâğutla işbirliğini, onunla yardımlaşmayı, ona tâviz vermeyi, onunla uzlaşmayı kesip atar. Bir tevhid eri için “lâ” ile isyan bayrağını çektiği küfür ve şirkle uzlaşma nasıl mümkün olabilir? Uzlaşma olursa küfre ve tâğutlara kıyam nasıl gerçekleşir? Tevhidin gereği olan câhiliyyeye ve tâğutlara kıyam olmadan da İslâm’ın hâkimiyeti hayal olur. Tevhidin bu esasını en iyi anlayan ve en güzel uygulayan peygamberler de kendi çağlarındaki tâğutlarla hiç bir uzlaşmaya yanaşmamışlar ve Allah’ın dininden zerre kadar tâviz vermemişlerdir. Firavun, Nemrut ve Ebu Cehillerle pazarlığa oturmamışlar, mutlak otorite olarak sadece Allah’ı kabul etmeyen tâğutlarla savaşmışlardır.
Uzlaşma Teklifleri Karşısında Peygamberimiz
Rasûlullah, Mekke müşriklerini açıktan İslâm’a dâvet ettiğinde, önde gelen güçler, etkili ve yetkili çevreler, imtiyazlı sınıflar, çıkarlarıyla İslâm arasında uzlaşma mümkün olmayan bir çelişki gördüklerinden, bu dâveti kabul etmeyip düşmanca tavır aldılar. Önce Hz. Peygamber’in deli, şair, sihirbaz olduğunu yaymaya başladılar. Bu tutmayınca, işkence, baskı ve tehditlere koyuldular. Ama Allah rasülünün kararı kesindi ve onu hiç bir güç bu kararından çeviremiyordu. Durumun ciddiyetini anlayan müşrikler, son çare olarak Peygamber’le uzlaşma yolları aradılar. Bu uzlaşma talepleri, Rasûl’ün daha yumuşak bir tutum içine girmesi, tanrılarına ve kutsal kabul ettikleri şeylere saygılı olması, kendilerine hoşgörü ile davranması, tapınmalarını ve putların karşılarında saygı duruşlarını küçümseyip kötülememesi, siyasî karar alma mekanizmalarına (Dâru’n-Nedve’ye/millet
3657] 2/Bakara, 256
- 798 -
KUR’AN KAVRAMLARI
meclislerine) ve çıkan kararlara itaat etmesi, kurulu düzene karşı çıkmaması şeklindeydi. Verecekleri bazı tâvizlerine karşılık olarak, bazı tâvizler istiyorlardı.
Vermeyi teklif ettikleri bu tâvizler arasında “dilersen bir sene sen hükümdar ol ve bizi yönet; bir sene de biz yönetelim” teklifi de vardı. Ama Rasûlullah bu tekliflerin tümüne Kur’an’dan âyetler okuyarak red cevabı veriyordu. Oysa müşrikler “bizim sistemimize dokunma, ama onu gel sen yürüt” diyorlardı. Temelinde şirk ve adâletsizlik olan bâtıl bir rejimin yönetimi Peygamber’in eline iki yılda bir geçseydi ne değişirdi ki?! Müşrikler de tekliflerinin bilincindeydiler. Çünkü “biz sana uyarsak, yerlerimizden (mevkilerimizden) hızla çekilip alınacağız.”3658 diyorlardı. Zaten Rasûl’ ün amacı da buydu: Hâkimiyet hakkını onlardan almak, taptıkları putları ortadan kaldırmak ve şirkin yerine tevhidi, zulmün yerine İslâm adâletini, yani bâtılın yerine hakkı ikame etmek, yani câhiliyye sistemini kökünden yok etmek, darmadağın edip devirmekti.
Peygamber Efendimiz, müşriklerin bâtıl inançlarını, ibâdet şekillerini, ekonomik zulümlerini, zorbalık ve ahlâksızlıklarını gündeme getirip tenkit etmeye ve alternatif olarak İslâm ahkâmını/nizamını sunmaya başlayınca müşriklerin tepkisinin şiddeti artmıştı. Ebu Süfyan, Velîd bin Muğîre gibi Kureyş kabilesinin ileri gelenleri Ebu Talib’e giderek Hz. Peygamber’i şikâyet edip şöyle demişlerdi: “Ey Ebu Talib, yeğenin dinimizi aşağılıyor, fikirlerimizi, hayat tarzımızı saçmalık olarak niteliyor, atalarımızı sapıklıkla suçluyor. Ya onu bu işten vazgeçirirsin ya da aradan çekil, biz onun hakkından geliriz. Ona engel olmazsan iki gruptan biri helâk olana kadar savaşırız.” Ebu Talib, müşriklerin uzlaşma taleplerini Peygamberimiz’e anlatınca Rasûl-i Ekrem’in şu meşhur cevabı verdiğini biliyoruz: “Amca, vallahi, bu dâvadan vazgeçmem için güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler yine vazgeçmem. Allah bu dini üstün getirene veya ben bu uğurda ölene kadar bir an bile mücadeleden geri kalmam!” 3659
Hz. Hamza’nın müslüman olduğu günlerde Utbe isimli müşrik, Peygamberimiz’in yanına gidip müşrikler adına şu talebi dile getirmiştir: “Ey Muhammed! Bildiğin gibi bizim aramızda aşiret ve soy bakımından saygın bir yere sahipsin. Sen kavminin başına büyük bir iş açtın. Birliklerini parçaladın, fikirlerini saçmalık olarak niteledin. Tanrılarının çokluğunu ve dinlerini ayıpladın, geçmiş atalarını karaladın. Sana bazı önerilerde bulunacağım. Eğer sen, bu getirdiğin dini kullanarak mal edinmek istiyorsan, senin için mal toplarız ve aramızda en çok mala sahip olanımız olursun. Eğer bu yaptıklarınla şeref elde etmek istiyorsan seni başımıza lider tayin ederiz ve sensiz hiç bir şey yapmayız. Eğer kral olmak istiyorsan seni kral yaparız.” Utbe sözlerini bitirince Peygamberimiz bu pazarlık girişimini, uzlaşma teklifini hiç düşünmeden reddetmiş ve cevap olarak Fussılet sûresinin ilk âyetlerini okumuştur:
“Hâ Mîm. (Kur’an) Rahmân ve rahîm olan Allah katından indirilmiştir. Bilen bir kavim için, âyetleri Arapça olarak açıklanmış bir kitaptır. Bu Kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu yüz çevirdi. Artık dinlemezler. Ve dediler ki: ‘Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır. Onun için sen (istediğini) yap, biz de yapacağız. De ki: ‘Ben ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahy olunuyor. Artık O’na yönelin, O’ndan
3658] 28/Kasas, 57
3659] İbn İshak, Siyer, Akabe Yay., s. 257-263
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 799 -
mağfiret dileyin. Müşriklerin/ortak koşanların vay haline!” 3660
Bir gün Peygamberimiz Kâbe’yi tavaf ederken Velîd bin Muğîre, Ümeyye bin Halef, As bin Vâil ile karşılaştı. Bunlar, kabileleri arasında çok önemli kimselerdi. Dediler ki: “ Ya Muhammed! Gel, biz senin ibâdet ettiğine ibâdet edelim, sen de bizim taptığımıza tap. Böylece seninle ortak bir noktada buluşalım. Eğer senin ibâdet ettiğin bizimkinden hayırlıysa böylece ondan nasibimizi alırız. Yok, eğer bizim taptığımız seninkinden hayırlıysa o zaman sen bizimkinden nasibini almış olursun.” Bunun üzerine Allah Teâlâ, Rasûlü’nün cevap vermesi için şu âyetleri indirdi: “Ey kâfirler, ben sizin taptığınıza kulluk etmem. Benim ibâdet ettiğime de siz kulluk etmezsiniz. Ben sizin taptığınıza kulluk edecek değilim; siz de benim ibâdet ettiğime kulluk edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana!” 3661
İnsanlar arası ilişkilerinde yumuşak huylu olan, akrabalarına ve çevresindeki insanlara iyilikte bulunmayı, kolaylığı ve kolaylaştırmayı seven biri olan güzel huylu Hz. Peygamber, örneklerde görüldüğü gibi, hiç bir zaman İslâm’ın ilkelerini pazarlık konusu yapmamış, müşriklerle uzlaşmaya yanaşmamıştır. Mekke’de zulmün, vahşet ve işkencelerin tarihe kara bir leke olarak geçtiği o karanlık günlerde, hem kendisi, hem de mü’minlere büyük baskılar olmasına rağmen, haktan en küçük bir tâviz vermemiştir. Malla şımaran müstekbirlere ve siyasal güçle azan zorbalara karşı söylenmesi gereken hak sözü gizlemeye, çarpıtmaya yeltenmemiş, putları seviyor gözükmemiş, putçuları övecek tavır kesinlikle sergilememiştir. Kimseden çekinmeden, eğriltmeden, çıkar gruplarının arzuları doğrultusunda yorumlamadan, açık açık, net bir şekilde Kur’an’ı ve Allah’ın hükümlerini tebliğ etmiş, hayata geçirilmesi için bütün gayretini göstermiştir. O’na inanan insanlar da aynı çizgiyi büyük bedeller ödeme pahasına sürdürmüştür.
Çağdaş dünyadaki müslümanların, peygamberimizin kurulu düzene karşı takındığı tavırdan mutlaka dersler çıkarması gerekir. Her şeyi ile örnek almak zorunda olduğumuz 3662 önderimizin uzlaşma konusundaki tavrından bir başka örnek daha verelim: Rasûlullah, müşriklerle savaşmak için Bedir’e doğru yol aldığında, cesareti ve kahramanlığı ile ün yapmış bir müşrik, Rasûl-i Ekrem’in yanına geldi ve müslümanlarla birlikte savaşa katılmak istediğini söyledi. Peygamber efendimiz, “Ben bir müşrikten yardım almam!” diyerek adamı geri gönderdi. Adam üç defa gelerek aynı teklifi yaptı. Üçüncü seferinde “Allah’a ve Rasûlü’ne iman ediyorum” deyince “o halde yürü!” diye orduya kattı. 3663
Rasûlullah, çevresinde kahramanlığı ve cesaretiyle ün yapmış bir müşriğin yardım teklifini, iman etmediği gerekçesiyle kabul etmiyor. Hâlbuki ashâb, moral yönü ile bu yardım teklifini olumlu karşılamışlardı. Ancak Hz. Peygamber, neyin uğrunda savaştığını ashâbından daha iyi bilmekteydi. Böyle kritik bir zamanda, müslümanlarla müşrikler arasında birtakım dostluklar, yardımlaşmalar kurulursa bu, tevhidin insan hayatına yer etme mücadelesine ileride köstek teşkil edecek, savaşta kurulan ittifaklar, giderek duygusal yaklaşımlara yol açacaktır. Oysa İslâm’ın yeryüzünde kavgasını vermenin asıl amacı, şirki, bütün düşünce ve kurumlarıyla tamamen söküp atmaktır. Bunun için de kesin ve açık bir tavır
3660] 41/Fussılet, 1-6
3661] 109/Kâfirûn, 1-6
3662] 33/Ahzâb, 21
3663] S. Müslim, hadis no: 151
- 800 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gereklidir. Şartlar ne olursa olsun, müşriklerle kurulacak bir ittifak, dinin pratikte gerçekleştirmek istediği hedeflerle bağdaşmamaktadır.
İslâm adına verilen mücadele sürecinde müşriklerle her türlü ittifakın Rasûlullah’ca uygun görülmediği, bundan şiddetle kaçınıldığı kesin bir gerçektir. Rasûlullah bir başka hadis-i şerifinde, açıkça: “müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız.”3664 diye emretmiştir. Evet... Müşriklerin ateşiyle aydınlanmak, hele bizim ateşimizle onları aydınlatmak... Kâfirlere vermek, onlardan almak... Her iki konu üzerinde çokça düşünmek ve ona göre davranmak zorundayız.
İslâm’da savaşlar, kâfirlerin değil; müslümanların istediği sahalarda kabul edilir. Her çeşit İslâmî mücadele ve hizmetlerin esasları, ancak müslümanların istediği şekillerde ve İslâmî esaslara göre tanzim edilir. Bugün ise Firavunların tespit ve müsaade ettiği, yönlendirdiği, sınırlarını çizdiği alanda mücadele ve çalışmayı tercih eden müslümanlar, Firavun’lara açıkça cephe almadan onları nasıl altedeceklerdir?
Peygamberimiz’e yapılan teklifte de, tarihte ve günümüzde yüzlerce tekrar edilen nice olaylarda da görüldüğü gibi, egemenliği ellerinde bulunduran tâğutî güçler, İslâm’ın sosyal hayata hâkim olmaya kalkmasını daima kendi şeytanî çıkarları için tehlikeli görmekte ve İslâm’ı gündeme getiren müslümanlara tâviz vererek, onlardan bazı tâvizler istemektedirler. Tâğutlar, tevhidî hareketi kontrol altına almak ve aslî çizgisinden saptırarak etkisiz hale getirmek istedikleri için bu yola başvururlar. Başlarında Peygamber ve O’nun gerçek vârisleri olan, sadece Allah’a bağlı güvenilir liderlerin bulunmadığı birçok tevhidî hareket, şeytan ve dostlarının bu tâviz alışverişi ve bu müdahalesiyle sapmış ve bağlılarını da saptırmıştır. Evet, hıristiyanlığın tevhid dini olma vasfından saparak, her türlü ahlâksızlığın, zâlim güçlerin, şirkin emrine ve hizmetine girmesiyle sonuçlanan tahrifatına sebep, Kostantinius’un 325 yıllarında hıristiyanlıkla Roma despotizmini uzlaştırması olmuş, bugün de kolaylıkla her şeyle, her sistemle uzlaşabilecek mirası hıristiyanlık, o zamanlardan muharref bünyesine almıştır.
Padişahlık, yani hadis-i şerifteki tâbiriyle “ısırıcı krallık” rejimleriyle, sarayın her türlü çıkarlarına, padişah efendilerin her türlü arzularına fetva bulmaya çalışarak Allah’ın koyduğu sınırları çokça aşan anlayışlarla uzlaştırılmasıyla Din’e nice bid’at ve hurâfeler girmiştir. İslâm, aslî yapısından, enerjik ve dinamik ölçüsünden sapmalarla, nihâyet T.C. nin emrine ve hizmetine giren, ona her türlü uygulamasında yardımcı ve fetvacı olan Diyanet İslâmcılığı meydana gelmiştir. Gelinen noktanın Osmanlı’dan miras alınan uzlaşma ve tâvizcilik sayesinde bir uzantı olduğu unutulmamalıdır. İslâm’ın istediği bir devlet olmadığı zaman, eğer uzlaşma varsa, devletin istediği İslâm ortaya çıkacaktır. Müslümanlar, basit gördükleri bir-iki tâviz verdikleri zaman, bir müddet sonra dâvânın tümüyle özünden sapması kaçınılmaz olmakta, atı alan Üsküdar’ı geçmektedir.
Gerçekte güç ve kuvvet, izzet ve şeref Allah’a aittir. O, dilediğini güçlü kılar.3665 Kâfirler zâhiren güçlü görünseler de bu görünüm; sanaldır, halüsinasyondur. Müslümanlar, önce Allah’a, sonra az sayıda ve imkânda olsalar bile O’nun verdiği güce ve izzete sahip olan kendilerine güvenmek zorundadırlar. Bilmeli3664]
Nesâi, Kitab: 48, bab 52
3665] 3/Âli İmran, 126
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 801 -
dirler ki, “Allah’ın izniyle nice az bir topluluk, daha çok topluluğa gâlip/üstün gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.”3666 Allah’a ve kendine güvenen bir müslüman, hangi şartlarda ve durumda olursa olsun, hakiki mânâda güçsüz olan müşrik güçlere yaslanmayı kabul edemez ve onlarla uzlaşamaz. Çünkü mü’min, dâvâsında haklı olduğuna ve Allah’ın yardım edeceğine kesin olarak inanır ve kâfirlerden korkmaz. Neticeyi ve zaferi Allah’ın vereceğini bilir. Bu özgüvene sahip olmayan, kendinden zâhiren daha üstün konumdaki zorba güçlere karşı mücadeleyi göze alamaz ve onun tahakkümü anlamını taşıyan uzlaşmadan başka bir seçeneği olmadığını varsayarak zulme, sömürüye, yönetilmeye, şerefsizliğe, kula kul olmaya boyun eğer.
Müslümanın tâviz vermesi kadar, tâviz alması da çoğu zaman dâvâsına zararlı olur. Kâfirlerin bu tâvizleri, kendilerini veya rejimlerini müslümanlara biraz daha benimsettirmesi, onları iğdiş ederek uzlaşmaya girmesi, neticede dâvâyı saptırıcı sonuçlar doğuran oyunların tezgâhı gibi şeytanî hileler olarak kabul edilmelidir.
Uzlaşma; düşüncelerde, değerlerde, ölçülerde, prensiplerde, sosyal ve siyasal tavırlarda çöküş içine girmek, sivil itaatsizliği bile becerememektir. Uzlaşma; kaypaklıktır, ilkesizliktir. Olduğu gibi görünmemek, göründüğü gibi olmamaktır. Uzlaşma, psikolojik mağlubiyettir. İzzetin Allah katında ve mü’minlerin hakkı olduğunu unutmak, zelil olanları aziz kılmaya çalışmaktır. Düşmanı gözde büyütmek, bükemediği eli öpmektir; o elin az sonra boğazını sıkmaya hazırlandığını unutmaktır. Uzlaşma, hak ölçülerle uyuşmaz ama kapitalizm, pragmatizm ve makyavelîzmle uyuşan ve örtüşen yönleri az sayılmaz; her şeyi pazarlık konusu yapmaktır uzlaşma; faydayı dâvânın önüne geçirebilmektir. Rasyonel/akılcı olmak ve dâvâ eri mücâhide Allah’ın yardım vaadlerini ve dâvânın Allah’la bağlantısını göz ardı etmek, kâfirler hangi yoldan başarılı oluyorsa o yolları denemektir. Mutlak doğruyu, vahye ait hakikatleri, babasının malı imiş gibi değerlendirmektir. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın deyip yılanların yaşamasına yardımcı olmak, ömürlerini uzatmaktır. Haktan taviz ve uzlaşma, yok olmak ilâhî kaderi olan, her an komada yaşayıp can çekişen bâtılın iskeletine kan pompalamaktır.
Laiklik, ırkçılık, milliyetçilik, demokratlık, materyalizm, determinizm, tarih kutsayıcılığı, örf-âdet ve gelenekçilik, pragmatizm, makyavelîzm... hep uzlaşmacılıktır. Dergi, dernek, vakıf, özel okul, radyo, televizyon, parti, teşkilât gibi sistem içi araçları kullanırken çok hassas olunmalı veya ileride tâviz vermeyecek kesin tedbirler ve ilkeler baştan kesin kararlara bağlanmalıdır. Çünkü bunlar, çoğunlukla uzlaşmacı zihniyete kurban edilerek “hizmet ediyoruz” derken giderek bu araçlar amaçlaştırılmakta ve ava giden avlanmaktadır. İslâmî duyarlılık ve inkılâpçı tavırlarla kanunlar lastik gibi en sonuna kadar uzatılıp sündürülmeli veya görmezden gelinmelidir ki bu tür araçların kullanımı meşrû olabilsin. Bu da tahmin edildiğinden çok zor ve güzel örnekleri yok denilecek kadar az olan bir durumdur. Risk büyüktür; ya bunca maddî-manevî fedakârlıkları, birikim ve emekleri kaybetmek, ya da bu araçlar vasıtasıyla Hak rızâsını ve imtihanı kaybetmek. Çoğunlukla görülen odur ki, bu tür silâhlar geri tepmekte, düşmanı değil; kullananları ve destekleyicilerini vurup yaralamaktadır. Az sayıdaki istisnaları hâriç tutarak, müslümanların eliyle ve imkânlarıyla bâtılın güçlenmesine
3666] 2/Bakara, 249
- 802 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yol açan bu araçların temel vasıflarının taviz araçları olduğu yaklaşımını haklı gösteren bolca örnekler vardır.
Demokratik yapılanma ve resmî çalışmalar, ister istemez uzlaşmacı yaklaşımlardır. Bu uzlaşmacı ve demokratik yaklaşım, Hasan el-Bennâ, Abdülkadir Udeh ve Seyyid Kutub’lar zamanında dünyayı titreten İhvân-ı Müslimîn hareketini ne hale getirdi, gören gözler için yakın tarihin bize ihtarıdır. Resmî tabelâlar altında ve düzenin belirlediği ve yönlendirdiği alanlardaki gayretler, az veya çok tâviz vermeyi kolayca kabullendiğinden bereketsizlikle sonuçlanmaktadır. Cennet, kılıçların gölgesinde olduğu gibi; izzet ve onur da hak prensiplerden tâviz vermeyen şahsiyetli, kimlikli müslümanların hakkıdır.
Hakkı ketm etmek (gizlemek) ve hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılı karıştırmak, Din’i kuşa benzetmektir. Hak din’in etkisizleştirilmesi, atmalar ve katmalar yoluyla olmuştur. Atma, hakkı gizlemek; katma ise hakka bâtılı karıştırmaktır. Hakkı/İslâm’ı bâtılın/kâfirlerin istediği, râzı olduğu şekle koymak veya konulan bu şekle karşı çıkmamaktır. O yüzden dinin temel ilkelerinden tâviz, itikadı ilgilendiren bir vakadır; ihanettir veya en azından ihanete seyirci kalmaktır.
İnsan Niçin Tâviz Verir, Düşmanıyla Uzlaşmaya Girer?
İnsanın niçin tâviz verme ihtiyacı hissettiğinin sebeplerini saymaya çalışalım:
a- Ya dâvâsının prensiplerinde uzlaşmacılığa teşvik veya en azından ruhsat vardır. Bu, müslümanın dâvâsı için kesinlikle geçerli değildir. “Allah, kâfirlere mü’minlerin aleyhinde asla bir yol vermez.”3667; “İzzet (şeref, güç ve kuvvet) Allah’ındır, Rasûlü’nün ve mü’minlerindir.”3668 Ayrıca, tevhid kelimesinin “lâ” ile tanrılık iddia eden Allah’ın dışındakilere “hayır!”la başlaması; yukarıda izah edilen peygamberimizin müşriklerin uzlaşma ve yardım tekliflerine kesin red cevabı vermesi ve “müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız” gibi açık nasslarla bu uzlaşmacı yolun tıkalı olduğu belgelenmiştir.
b- Ya tâviz verdiği bazı parçalar, insan için fazla mühim olmayan, uğrunda zahmet çekmeye değmeyen, olmasa da olabilecek cinsten hafif değerlerdir. Bu da müslümanın dâvâsı için düşünülemez. İslâm parçalanmaz bir bütündür. İslâm’ın bir esasını yok sayan, hafife alan kimse İslâm’ın dışına çıkar. İslâm’a hiç bir şey galebe çalamaz. Onun en küçük cüzüne, bir müslümanın bin kellesi olsa, tümünü gözünü kırpmadan feda edebilir/etmelidir. En küçük İslâmî bir esas bile dünya nimetlerinin tümüne değişilemez. İslâm’ın her türlü esaslarını kabul ettikleri halde, sadece zekât vermeyen bir kabileye Hz. Ebubekir’in savaş açması bile bu konuda delil olarak yeter. (“Dinimizde ‘İslâm devleti’ diye bir kavram yoktur”, “en güzel demokrasi İslâm’dır” diye vecizeler(!) döktüren, “başörtüsü teferruattır” diyen ve diploma için kızların başını açması caizdir, diye fetva verenlerin kulakları çınlasın.)
c- Ya karşılığında daha kıymetli şeyle alır, böylece dâvâya hizmet etmiş olur. Beşerî değer ölçüleriyle, müstekbirlerin verdiği tâvizlerin büyük, istedikleri tâvizin ise küçük görülmesinden dolayı tâviz verilir. Şeytanın Hz. Âdem’e
3667] 4/Nisâ, 141
3668] 63/Münâfikûn, 8
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 803 -
cennette ebedî kalma vaadi karşılığında yasak ağaçtan yeme tâvizini istemesi gibi.3669 Şeytan ne verdiğini ve ne istediğini gâyet iyi bilmektedir. Şeytan ve dostlarının verdiği büyük tâviz, dâvâ için yararlı gözükse de; istedikleri küçük tâviz, müslümanları Allah’ın yardımından uzaklaştırmakta ve dâvâyı kişisel görüşlere göre değişebilen beşerî bir dâvâ hüviyetine sokmaktadır. Kâfirlerin vereceği hiç bir tâviz, Allah’ın dünyadaki yardımından ve âhiretteki cennetinden büyük olamaz. Abese sûresinin nüzul sebebi ve Allah’ın ihtarı, hizmet için çok iyi niyetlerle ve küçük bir tâvize açılan tüm kapıları kapamıştır.
d- Ya korktuğu için tâviz verir. “Yoksa onlardan mı korkuyorsunuz? Eğer gerçek mü’minlerden iseniz Allah kendisinden korkmanıza daha lâyıktır.”3670; “İnsanlardan korkmayın; Benden korkun. Benim âyetlerimi az bir karşılıkla satmayın. Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” 3671
e- Ya kendisine ve dâvâsına itimadı, güveni tam değildir. Kendi kimliği ve dâvâsının hüviyetini açıklamaktan ürken şahsiyetsiz bir zavallıdır. Şeref ve izzeti, kendi dâvâsının dışında arar. Bukalemun tiplidir. Onun için kolaylıkla tâviz verip rahatına bakar. “O münâfıklar ki, mü’minleri bırakarak kâfirleri dost ediniyorlar. İzzeti (şeref ve zaferi) onların yanında mı arıyorlar? Muhakkak ki bütün izzet kudret Allah’ındır.” 3672
Evet... Uzlaşma ve tâviz, tevhidî harekete, bütüncü, radikal, köktenci, inkılâpçı anlayışa set vurur. Ve uzlaşma, karşı çıkılamaz ve değiştirilemez bir kader değildir.
Tâviz ve Uzlaşmayı Red, Küfre Meydan Okumak ve Ateşten Gömlek Giymektir
Her tâviz, yeni ve daha büyük tâvizler doğurur. Amellerdeki tâvizler, inançlardaki tâvizlere yol açabilir. Tâviz vererek inandığını yaşamayan, yaşadığı gibi inanmaya başlar. Onun için tâvizkâr anlayışı reddeden genç müslümanlar, kendi pratik yaşayışlarındaki her türlü uzlaşma ve tâvize de öncelikle karşı olmalı ve kendine sülük gibi yapışan bu bâtıl asalakları söküp atmalıdır. Amerikan saç modeli, sinekkaydı traşı, Amerikan tipi daracık kot pantolonuyla, elindeki Marlboro veya Coca Cola’sıyla Amerika’ya karşı çıkıp kafa tutmak, teoride bile Amerika düşmanı olmak mümkün değildir. Kişinin karşı çıktığı düşmanını gözünde büyütüp ona benzemesi, onu nice konuda örnek alması, düşmanlıkla bağdaşacak şey değildir.
Müslümanların nüfuslarını % 99’larla ifade edildiği topraklarda küfrün her yönüyle egemen olmasının temel sebeplerinden biri bu uzlaşmacı yaklaşımdır. Kıyam ve devrim yolunun çok yokuş olmasının en önemli sebebi; tâviz vermeyi, uzlaşmayı normal, câiz, hatta hizmet ve cihad sayan gâfil veya hâinlerdir. Nice mücâhid(!), küfür çarklarını çevirmek, Allah’ın indirdiklerinin dışındakilerle hükmetmek için yarışa katılmaktadır. Nice İslâmcı(!) sermaye, kapitalist ekonominin kurallarıyla holdingleşme ve Karunlaşma için ne tür atraksiyonlar yapmaktadır! Nice hacı ve hoca kızları, İslâm’a hizmet için başını açmakta, nice müslüman genç
3669] 20/Tâhâ, 120-121
3670] 9/Tevbe, 13
3671] 5/Mâide, 44
3672] 4/Nisâ, 139
- 804 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm için putlara ve tâğutlara saygı duyup itaat etmeye koşmaktadır. Nice küfür sayılacak söz ve davranışlar İslâm(!) için yerine getirilmektedir. Allah’a kul olmayı bırakıp emir kulu olmak, kâfir de olsa yetkili ve etkili kişilere/kurallara boyun eğmek, hizmet ve sevap kabul edilmektedir. Örnekleri çoğaltmak mümkün; ama zülf-i yâre dokunup fincancı katırları ürkütmek de...
Uzlaşma ve tâvizi red; bâtılla “uyuşma”yı red anlamına geldiği gibi, “uyuşukluğu” da reddetmek demektir. Tâviz ve hoşgörü ninnileriyle uyutulan, uzlaşma afyonuyla uyuşturulan devin, hipnotizörü ve doktor kıyafetindeki katili fark edip şahlanışıdır bu red. Uyanış ve diriliştir. Kötülüğe/Bâtıla elle, dille ve hiç olmazsa kalple karşı çıkıp değiştirme bilinci ve görevi ile bâtılla/münkerle uzlaşmayı, “bundan sonrasında hardal tanesi kadar iman yoktur.” hükmüyle değerlendirmektir.
Savaşçı kimliğini kuşanmaktır uzlaşmayı reddetmek. Yakın çevreden başlayarak bütün dünyaya tavır almak, meydan okumaktır. Cihada en azından teorik olarak adım atmak, eylem bilincine ulaşmak, kıyam ateşini tutuşturmaktır. Gemileri yakmaktır. Arkaya bakmadan sırât-ı müstakim çizgisinde zafere ve/veya cennete doğru koşu için start vermek, yarışı başlatmaktır. Belki imanı tartışılabilecek takvâsız, sıradan bir müslüman olmaktan; dâvâ adamı, Allah eri, şehâdet âşığı fedâi bir mücahid tavrı demektir. Onun için yürek ister; hem cesaret, hem de cesaretin beslendiği enerji olan iman ve takvâ anlamında yürek ister; mangal gibi yürek. Mangalda kül bırakmayacak şekilde nutuk atmak, sonra yan gelip yatmakla uzlaşma ve tâviz yolu reddedilmiş olmaz; Sadece ona buna çatılarak nefisler tatmin edilmiş olur. Uzlaşmayı red, köleliği reddir, rahatı terk etmektir, zenginliği reddetmektir, yatakta ölmeyi düşünmemektir. Eyleme, cihada, direnişe, sabra, takvâya, uykusuzluğa, açlığa, -tabii kahramanlığa ve şehidliğe- giden yola canla başla, sevdayla koyulmaktır.
Uzlaşmanın en uç noktasını, bir zamanlar T.C.’nin en uç noktasını işgal eden kişi dillendiriyordu: “230 civarındaki ahkâm âyetini laik anlayış çerçevesinde yorumlamanın yolu bulunmalı.” Uzlaşmayı reddeden cephenin bu konudaki sözü ve tavrı sorgulanmalıdır bu sözü söyleyenden önce. Bu ahkâm âyetleri yok sayılamayacaksa ve laik anlayış doğrultusunda tahrif edilerek yorumlanamayacaksa, ya da ketm edilerek gündemden çıkarılamayacaksa... Evet, öyleyse...
Uzlaşmaya karşı çıkmak, hayalî düşmanla savaşan Donkişot’luk değil; put kıran İbrahim’liktir. İbrahim, “tek başına bir ümmetti.”3673 Bugün İbrahim imanı ve gözü pekliğine sahip olmayanlar, “ümmetin tek İbrahim olması”na çalışmalılar. Allah’la beraber olana, O’nun yardım ettiği kimseye kim zarar verebilir ki?! Tâvizi ve uzlaşmayı red: “Kim Allah’a sahip, o neden mahrum; kim Allah’tan mahrum o neye sahip?” diyebilmektir. Câhiliyyenin zorladığı uzlaşmaya direnmek, İslâmî hareket ve ümmet güçlerinin yardımlaşması ve dayanışmasıyla gerçekleşebilir. Direniş; iman, cihad ve sabır gibi altyapıya gerek duyduğu kadar, fikir ve yardım desteğiyle teşkilât ve harekete, psikolojik ve duâ desteğiyle ümmete de ihtiyaç duyar. “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir ümmet (topluluk) bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” 3674
3673] 16/Nahl, 120
3674] 3/Âl-i İmran, 104
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 805 -
Tâvizi, uzlaşmayı reddetmek, geçici bir protesto hareketi değil; ölüme kadar tevhid kelimesindeki “lâ”yı hayatıyla tefsir edip, eylemleriyle yorumlamaktır. Uzlaşmayı red, hak ve bâtıl her şeye karşı çıkmak, farklı anlayıştaki mü’minlerle ve değişik İslâmî yaklaşımlarla da iyi geçinme yollarını aramayıp onlarla mücadele etmek, ya da isyankâr fakat marazî/hastalıklı bir psikolojik yapı değildir. Hakk’ın mutlak doğruları ile beşerin göreceli doğrularını birbirine karıştırmak, itikadî olanlarla itikadî olmayanı aynı kefede görmek, bir hata ile haramı, bir günah ile şirki karıştırıp hepsine aynı şiddette reaksiyon göstermek değildir. Uzlaşmayı reddetmek deyince, insanca münasebetleri, sosyal ilişkileri kesip uzlet içinde yaşamayı, toplumsal bağları koparmayı kasd etmiyoruz; İbrahimî ve Muhammedî tavrı hayata geçirmeyi kast ediyoruz. Onlar küfürle/bâtılla uzlaşsalardı ateşe atılır, memleketlerini terk etmeye mecbur kalır, ölümle burun buruna olurlar mıydı?
Mü’min nasıl olur da Kur’an’ın “neces (pislik)”3675 dediği müşriklere inanç, fikir, dil veya eylemlerinde tâviz vererek, tevhidle uzlaşması ve tevhide bulaşması mümkün olmayan pisliğe kapısını açar? Küfrün azına veya pisliğin küçüğüne bile olsa, nasıl tahammül edip rıza gösterir? Hele o pislikle iç içe yaşayıp, o pisliği hoş görebilir? Mü’min nasıl olur da hayvanlardan daha aşağıda olanlarla3676 işbirliğine, uzlaşmaya girer? Nasıl olur da o hayvanların ahırlarında, onlarla beraber oturup kalkar,3677 beraber aynı yemlikten yemlenir?
Mü’min nasıl olur da kâfirlerin önüne attıkları dünya, makam, mevki, hizmet, para, maaş, menfaat... gibi geçici çıkarları gözünde büyüterek, onların çürük iplerine yapışmayı, Allah’ın kopmaz ipine3678 tercih eder? Tâğutu reddederek sağlam ipe yapışması gerektiği halde, onların uzattığı çürük ipin kendisini Allah’a ve cennete ulaştıracağını, kendisini yükseltebileceğini nasıl ümit edebilir?
Evet... Her sistem tâviz verebilir, başka sistemlerle uzlaşabilir, ama İslâm asla! Her insan, dâvâsından tâviz verebilir, başka dâvâlarla uzlaşabilir, ama müslüman asla! Her bâtıl, başka bâtıllarla kaynaşabilir, uyuşabilir, ama hak vasfını kaybetmeden hak asla!
HAKKI KETM ETMEK (GİZLEMEK)
“Bildiğiniz halde, bile bile hakkı ketm etmeyin (gizlemeyin).” 3679
“Ey ehl-i kitap! Neden hakka bâtılı karıştırıyor ve bile bile hakkı/gerçeği gizliyorsunuz?” 3680
“Allah’ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır.” 3681
“Allah, kendilerine Kitap verilenlerden, ‘Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz’ diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir
3675] 9/Tevbe, 28
3676] 7/A'râf, 179
3677] 4/Nisâ, 140
3678] 2/Bakara, 256
3679] 2/Bakara, 42
3680] 3/Âl-i İmran, 71
3681] 2/Bakara, 174
- 806 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kötü!” 3682
Muaz bin Cebel ve bazı sahabiler, yahudi bilginlerinden bir gruba Tevrat’taki bazı hükümleri sordular. Yahudiler bu bilgileri gizlediler ve haber vermekten kaçındılar. Bunun üzerine şu âyetler nâzil oldu: “İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti Biz Kitaptan insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak tevbe edip, durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır. Onları bağışlarım; çünkü Ben tevbeyi çok kabul eden ve çokça merhamet edenim.” 3683
Âyet-i Kerime’nin hükmü yalnız yahudilere değil; Allah’ın âyetlerini gizleyen ve şer’î hükümleri açıklamayan herkese şâmildir. Çünkü âyetin ifade tarzı genel anlam ifade eder. Âyet, Allah’ın dininden olup da yayılmasına ve duyurulmasına ihtiyaç duyulan herhangi bir ilmi ve hükmü gizleyen herkesi içine alır. Hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyamet gününde ateşten bir gem vurulacaktır.”3684 Sahabiler de bu âyeti aynı şekilde herkese şâmil olarak anlamıştır.
Ebu Hüreyre’nin, şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Eğer Allah’ın Kitabındaki şu iki âyet olmasaydı, size hiç bir hadis rivâyet etmezdim” Ebu Hüreyre, ilmi gizlemeyle ilgili yukarıdaki iki âyeti3685 okumuştur.3686 Müteahhirûn/sonraki âlimlerden bazıları hâriç, âlimlerin çoğu, ilmi gizlemeye yol açacağı endişesiyle, yukarıdaki âyete dayanarak, Kur’an okuma karşılığında para almanın caiz olmadığını söylemişlerdi. Onlara göre âyet, hükümleri açığa vurmayı, yaymayı ve gizlememeyi emrediyor. Bir kimse, edâsı kendisine gerekli olan bir amel için ücret alamaz. Namaz kıldığı için ücrete hak kazanamaması gibi. Çünkü namaz, Allah’a yaklaşmak için yapılan bir ibâdettir. Bu yüzden namazı öğretmek karşılığında alınacak ücret câiz olmaz. “Hakikat güneşini örten bulutların en kesifi menfaattir.”
İlmi gizlemekle ilgili Bakara suresi 159-160. âyetlerinden çıkarılan hükümleri ve dersleri açıklayan Sâbunî, Ahkâm Tefsirinde şunları belirtir: “Âlimlerin ilmi gizlemesi, üzerlerindeki öğretme emanetine hiyanettir. İslâmî ilimleri yaymak veya yayılmasına vesile olmak, beşeriyetin hidâyete gelmesi için vâciptir. Şer’î hükümlerden birisini gizleyen kimse, ebedî lânete uğrar. Yalnız tevbe etmek kâfi değildir. Tevbeyle beraber yaşayışını ıslah etmesi ve amellerinde ihlâslı olması gerekir.
Allah, açık açık indirdiği âyetleri ve doğruyu, yalnız insanlığı doğru yola ve hayra sevk etmek için göndermiştir. Dinî ilimleri ketmetmek ve halka öğretmemek ise, peygamberlerin tebliğ etmekle vazifeli bulunduğu yüce göreve ve âlimlere emanet edilen tebliğ vazifesine hiyanet etmektir. Zira Allah, kitap gönderdiği kimselerden emirlerini hemen insanlara anlatmaları ve onu gizlememeleri için misak (teminat) almıştır. Allah, halkın muhtaç olduğu bir şeyi bilhassa dinî meseleleri ketmeden ve şer’î hükümlerden herhangi bir hükmü gizleyip söylemeyenlerin, çok elem verici bir azaba düşeceklerini te’kitle beyan ediyor.
3682] 3/Âl-i İmran, 187
3683] 2/Bakara, 159-160
3684] Ebû Dâvud, İlm 9, hadis no: 3658; Tirmizi, İlm 3, hadis no: 2651; Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 11, s. 501
3685] Bakara, 159 ve 160. âyeti
3686] Buhâri, Tecrid-i Sarih Terc. ve Şerhi, c. 1, s. 115
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 807 -
Çünkü herhangi bir İslâmî meseleyi ketmetmek, büyük günahtır. Bu fiili yapan kimse, lânetlenmeyi ve Allah’ın rahmetinden uzaklaşmayı hak etmiştir.
İlmi yaymak ibâdet olduğu gibi, onu ketmetmek de cinâyettir. Zira Rasûlullah “din hususunda benden duyduğunuzu tek bir âyet de olsa tebliğ ediniz” buyurmuştur.”
İlmini ketmeden, câhil menzilesindedir. Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır. “En fazletli cihad, zâlim sultana karşı hakkı söylemektir.”3687 Bazen hakkı söylemekten dolayı başımıza belânın gelmesi, söylememekten dolayı öteki dünyada gelecek belânın yanında hiç kalır. Hz. İbrâhim’in iki ateşten en ehvenini seçmesi, seçtiği o ateşin de acı vermekten çıkması gibi, ne tatlıdır hakkı savunmaktan dolayı başa gelenler. Çünkü “hak yolunda yuvarlanan merdâne olur.”
“Hâlık’ın nâ-mütenâhi adı var, en başı: Hak.
Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak.” 3688
“Adam aldırma da geç git diyemem, aldırırım;
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.” 3689
İlmi Gizlemek
Âlimler, sahip oldukları ilimleri başkalarına aktarmak zorunda mıdırlar? Başka bir deyimle, ilmi gizlemek, kınanan ve suç sayılan bir iş midir?
Kur’an-ı Kerim’de bu konuda yahudi ve hıristiyanlarla ilgili olduğu halde, hükmü müslümanları da kapsayan bazı âyetler vardır. “İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti Biz kitap’da insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak, tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır; onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça merhamet edenim.” 3690
“Allah’ın indirdiği kitap’tan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah, ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onlar doğru yol karşılığında sapıklığı, mağfiret bedeli olarak da azabı satın almış kimselerdir. Onlar, ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar! O azabın sebebi, Allah’ın, kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır. (Buna rağmen farklı yorum yapıp) kitap’ta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir.” 3691
Âyet-i kerimelerin hükmü, yalnız ehl-i kitaba değil; Allah’ın âyetlerini gizleyen ve şer’î hükümleri açıklamayan herkese şâmildir. Çünkü âyetin ifade tarzı, usûl âlimlerinin de dediği gibi özel sebebe bağlı olmaksızın genel anlam ifade eder. Hadis-i şerif, bu konuda müslüman bilginlerin sorumluluğunu aynı sertlikle ifade eder: “Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyamet gününde ateşten bir gem vurulacaktır.”3692 Sahabiler de bu âyeti aynı şekilde anlamıştır. Ebu
3687] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 538
3688] M. Âkif
3689] M. Âkif
3690] 2/Bakara, 159-160
3691] 2/Bakara, 174-176
3692] İbn Mâce, Mukaddime 24, hadis no: 261; Tirmizî, İlm 3, hadis no: 2787
- 808 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hureyre’nin şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Eğer Allah’ın kitabındaki bir âyet olmasaydı, size hiçbir hadis rivâyet etmezdim.” Ebu Hureyre, bundan ilmi gizleyenlerle ilgili olan âyeti okudu. 3693
“Kıyamet gününde bir adam getirilir ve cehenneme atılır da cehennem değirmen merkebinin taşlarıyla (buğday) öğütmesi gibi onu öğütür. Bunun üzerine cehennem halkı onun başına toplanır da: ‘Ey filan, sen ma’rufla emrediyor ve münkerden nehyediyor değil miydin?’ derler. O da: ‘Evet, ben ma’rufla emrederdim de onu kendim yapmazdım ve yine ben, münkerden nehyederdim de, onu kendim işlerdim’ der.” 3694
Âlim, bilmeyen kalabalığa gerçek ve doğru yolu gösterici olması bakımından “Rabbinden sana indirilen gerçekleri insanlara bildir.”3695 şeklindeki İlâhî emrine muhatap olan Peygamberin izindedir.
“Onlar ki, Allah’ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olara Allah (herkese) yeter.” 3696
Kur’an’ın itikadda hedefi iki şey üzerinde yoğunlaşır. Bunlar: İlmî tevhid ve amelî tevhid’dir. Allah Rasûlü, bu iki tehvidi sağlamk için gönderilmiş, diğer peygamberlerin daveti de yine bunları üzerine olmuştur. Çünkü saâdet, manevî kemal şu iki şeyden gelir: Faydalı ilim ve sâlih amel. İlmî tevhid, faydalı ilim; amelî tevhid de sâlih ameldir. Faydalı ilim, Allah’ı bilmek; sâlih amel de Allah’ın emri gereği hareket etmektir. Faydalı ilim, iman ile, Peygamberin haber verdiği şeyleri tasdik etmek; sâlih amel de şeriki olmayan tek bir Allah’a kulluk ve Rasûlü’ne itaattir ki İslâm dini de işte budur.
Bize düşen, müslümanlığı gâye edinmek ve onu hayatın mihveri saymaktır. Artık bize gereken, Rasûl’ün dünyaya bıraktığı “mîras” ile kalbimizi diri tutmak, böylece fikrimize ve hayat yolumuza aydınlık ufuklar açmaktır. Üzerimize borç olan, fikrimizi ve ilmimizi Allah’ın nimeti kabul etmenin gereği olarak Allah yolunda kullanıp O’na fiilî şükrümüzü yerine getirmek, kulluğumuzu kanıtlamak. Bir hayat ki, tüm kurumları ile vahyi reddeder, kurumlarını, kurallarını, ilkelerini bâtıl tanzim eder ve ilim diye takdim edilen bilim, yalnızca yanlışın aracıdır. İnsanın övünçle, aldatıcı bir güvenle taşıdığı dünyada bile pek bir şeye yaramayan diploma ve etiketten ve tehlikeli ve faydasız bir yükten ibarettir; Artık o bilgi bir silâhtır, ama yalnızca imhâ ve intihar etmek için kullanılacak bir silâhtır. Bu bilgi ve onun taşıyıcıları, dalâletin hâmili, hakikatin katilidirler. Onlar, sırât-ı müstakîmin önünde eşkiyadırlar; hak yolu keser, hevâya ve tâğutlara kulluğa giden yolları açarlar. İlmiyle âmil bir âlim olamayıp sadece bilgi taşıyıcıları olanlar da bunların değirmenine su taşımaktadırlar.3697 Bir depremlik, bir kıyamlık canı olan ölümcül sistemi canlandırmak için ilmi koltuk değneği ve payanda gibi dayarlar.
3693] Ebu Hayyan, el-Bahru'l-Muhît I/454
3694] S. Buhâri, Fiten, 17; hadis no: 46; S. Müslim, Zühd 7, hadis no: 51 (2989)
3695] 5/Mâide, 67
3696] 33/Ahzâb, 39
3697] İzmir'li İsmail Hakkı, (H. B. Çantay, K. K. Mealinden naklen, 3/1231
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 809 -
Hak-Bâtıl Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Hakk (H-k-k) Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 280 Yerde; el-Hakk: 227 Yerde): 2/Bakara, 26, 42, 42, 61, 71, 91, 109, 119, 121, 144, 146, 147, 149, 176, 180, 213, 213, 228, 236, 241, 247, 252, 282, 282; 3/Âl-i İmrân, 3, 21, 60, 62, 71, 71, 86, 102, 108, 112, 154, 181; 4/Nisâ, 105, 122, 151, 155, 170, 171; 5/Mâide, 27, 48, 48, 77, 83, 84, 107, 107, 107, 116; 6/En’âm, 5, 30, 57, 62, 66, 73, 73, 81, 91, 93, 114, 141, 151; 7/A’râf, 8, 30, 33, 43, 44, 44, 53, 89, 105, 105, 118, 146, 159, 169, 181; 8/Enfâl, 5, 6, 7, 7, 8, 8, 32, 40, 74; 9/Tevbe, 13, 29, 33, 48, 62, 108, 111; 10/Yûnus, 4, 5, 23, 30, 32, 32, 33, 35, 35, 35, 35, 36, 53, 53, 55, 76, 77, 82, 82, 94, 96, 103, 108; 11/Hûd, 17, 45, 79, 120; 12/Yûsuf, 51, 100; 13/Ra’d, 1, 14, 17, 19; 14/İbrâhim, 19, 22; 15/Hıcr, 8, 55, 64, 85; 16/Nahl, 3, 36, 38, 102; 17/İsrâ, 16, 26, 33, 81, 105, 105; 18/Kehf, 13, 21, 29, 44, 56, 98; 19/Meryem, 34; 20/Tâhâ, 114; 21/Enbiyâ, 18, 24, 55, 97, 112; 22/Hacc, 6, 18, 40, 54, 62, 74, 78; 23/Mü’minûn, 41, 62, 70, 70, 71, 90, 116; 24/Nûr, 25, 25, 49; 25/Furkan, 26, 33, 68; 27/Neml, 79; 28/Kasas, 3, 13, 39, 48, 53, 63, 75; 29/Ankebût, 44, 68; 30/Rûm, 8, 38, 47, 60; 31/Lokman, 9, 30, 33; 32/Secde, 3, 13; 33/Ahzâb, 4, 37, 53; 34/Sebe’, 6, 23, 26, 43, 48, 49; 35/Fâtır, 5, 24, 31; 36/Yâsin, 7, 70; 37/Sâffât, 31, 37; 38/Sâd, 14, 22, 26, 64, 84, 84; 39/Zümer, 2, 5, 19, 41, 67, 69, 71, 75; 40/Mü’min, 5, 6, 20, 25, 55, 75, 77, 78; 41/Fussılet, 15, 25, 53; 42/Şûrâ, 17, 18, 24, 24, 42; 43/Zuhruf, 29, 30, 78, 78, 86; 44/Duhân, 39; 45/Câsiye, 6, 22, 29, 32; 46/Ahkaf, 3, 7, 17, 18, 20, 30, 34; 47/Muhammed, 2, 3; 48/Fetih, 26, 27, 28; 50/Kaf, 5, 14, 19, 42; 51/Zâriyât, 19, 23; 53/Necm, 28; 56/Vâkıa, 95; 57/Hadîd, 16, 27; 60/Mümtehıne, 1; 61/Saff, 9; 64/Teğâbün, 3; 69/Haakka, 1, 2, 3, 51; 70/Medâric, 24; 78/Nebe’, 39; 84/İnşikak, 2, 5; 103/Asr, 3.
B- Bâtıl Kelimesi (B-t-l) ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 36 Yerde; Bâtıl: 26 Yerde): 2/Bakara, 42, 188, 264; 3/Âl-i İmrân, 71, 191; 4/Nisâ, 29, 161; 7/A’râf, 118, 139, 173; 8/Enfâl, 8, 8; 9/Tevbe, 34; 10/Yûnus, 81; 11/Hûd, 16; 13/Ra’d, 17; 16/Nahl, 72; 17/İsrâ, 81, 81; 18/Kehf, 56; 21/Enbiyâ, 18; 22/Hacc, 62; 29/Ankebût, 48, 52, 67; 30/Rûm, 58; 31/Lokman, 30; 34/Sebe’, 49; 38/Sâd, 27; 40/Mü’min, 5, 78; 41/Fussılet, 42; 42/Şûrâ, 24; 45/Câsiye, 27; 47/Muhammed, 3, 33.
C- Karıştırmak Anlamında “L-b-s” ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 4 Yerde): 2/Bakara, 42; 3/Âl-i İmrân, 71; 6/En’âm, 82; 50/Kaf, 15.
D- Gizlemek Anlamında Ketm ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 21 Yerde): 2/Bakara, 33, 42, 72, 140, 146, 159, 174, 228, 283, 283; 3/Âl-i İmrân, 71, 167, 187; 4/Nisâ, 37, 42; 5/Mâide, 61, 99, 106; 21/Enbiyâ, 110; 24/Nûr, 29; 40/Mü’min, 28.
E- Hak-Bâtıl Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
a- Hakkı Gizlemek: 2/Bakara, 42.
b- Hakkı Kabul Etmek: 2/Bakara, 147.
c- Hak, Allah’tan Gelmedir: 3/Âl-i İmran, 60; 10/Yûnus, 108; 34/Sebe’, 49.
d- Allah, Takvâ Sahiplerine Hak ile Bâtılı Ayıracak Anlayış Verir: 8/Enfâl, 29; 92/Leyl, 5-7.
d- Kâfirler İstemese de Allah, Hakkı Yerine Getirecektir: 9/Tevbe, 32-33; 10/Yûnus, 82; 22/Hacc, 15; 42/Şûrâ, 24;61/Saf, 8-9.
e- Asıl Hak/Gerçek Allah’tır: 22/Hacc, 62.
f- Hakkı Tavsiye Etmek: 103/Asr, 1-3.
g- Haktan Şüphe Etmemek: 2/Bakara, 147; 3/Âl-i İmran, 60; 6/En’am, 114; 10/Yûnus, 94-95; 49/Hucurât, 15.
h- Haktan Başka Her Şey Bâtıldır: 10/Yûnus, 32.
i- Hak Gelince Bâtıl Yok Olur, Ortadan Kalkar: 17/İsrâ, 81; 21/Enbiyâ, 18.
j- Hak ile Bâtılın Misali: 13/Ra’d, 17; 35/Fâtır, 20.
k- Allah, Bâtılı Yok Eder: 42/Şûrâ, 24.
l- Hak ile Bâtıl Karşılaştırması: 35/Fâtır, 19.
m-Bâtıla İnananlar: 29/Ankebût, 52, 67.
n- Bâtılın Hiçbir Şeye Gücü Yetmez: 34/Sebe’, 49.
o- Hak-Bâtıl Mücâdelesi: 22/Hacc, 19; 37/Saffât, 113; 58/Mücâdele, 22; 60/Mümtehine, 3; 64/Teğâbün, 14.
p- Hak-Bâtıl (İman-Küfür) Mücâdelesi, Allah’ın Dilemesiyledir: 2/Bakara, 253.
r- Hak-Bâtıl Mücâdelesi En Yakın Akraba Arasında da Geçerlidir: 22/Hacc, 19; 37?Saffat, 113; 58/Mücâdele, 22; 60/Mümtehine, 3; 64/Teğâbün, 14.
s- İbrahim a.s.’ın Babası: 6/En’am, 74; 19/Meryem, 42-48; 21/Enbiyâ, 52-57; 26/Şuarâ, 69-82; 37/Saffât, 85-87; 43/Zuhruf, 26-27, 60/Mümtehine, 4.
- 810 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ş- Nuh a.s.’ın Çocukları: 11/Hûd, 40, 42-47.
t- Nuh a.s.’ın Karısının İhâneti: 66/Tahrim, 10.
u- Lût a.s.’ın Karısının İhâneti: 7/A’râf, 83; 66/Tahrîm, 10.
ü- Firavun’un Karısının Teslimiyeti (Müslüman Olduğu): 66/Tahrîm, 11.
v- Kâfirler, Bâtılın Mücâdelesini Yaparlar: 18/Kehf, 56-57; 22/Hacc, 19.
y- Bütün Peygamberlerin düşmanları Olmuştur: 25/Furkan, 30-31.
Haka Bâtılı Karıştırma ve Hakkı Ketm Etme (Gizleme) Konusuyla İlgili Âyetler
Hakk (H-k-k) Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 280 Yerde; el-Hakk: 227 Yerde): 2/Bakara, 26, 42, 42, 61, 71, 91, 109, 119, 121, 144, 146, 147, 149, 176, 180, 213, 213, 228, 236, 241, 247, 252, 282, 282; 3/Âl-i İmrân, 3, 21, 60, 62, 71, 71, 86, 102, 108, 112, 154, 181; 4/Nisâ, 105, 122, 151, 155, 170, 171; 5/Mâide, 27, 48, 48, 77, 83, 84, 107, 107, 107, 116; 6/En’âm, 5, 30, 57, 62, 66, 73, 73, 81, 91, 93, 114, 141, 151; 7/A’râf, 8, 30, 33, 43, 44, 44, 53, 89, 105, 105, 118, 146, 159, 169, 181; 8/Enfâl, 5, 6, 7, 7, 8, 8, 32, 40, 74; 9/Tevbe, 13, 29, 33, 48, 62, 108, 111; 10/Yûnus, 4, 5, 23, 30, 32, 32, 33, 35, 35, 35, 35, 36, 53, 53, 55, 76, 77, 82, 82, 94, 96, 103, 108; 11/Hûd, 17, 45, 79, 120; 12/Yûsuf, 51, 100; 13/Ra’d, 1, 14, 17, 19; 14/İbrâhim, 19, 22; 15/Hıcr, 8, 55, 64, 85; 16/Nahl, 3, 36, 38, 102; 17/İsrâ, 16, 26, 33, 81, 105, 105; 18/Kehf, 13, 21, 29, 44, 56, 98; 19/Meryem, 34; 20/Tâhâ, 114; 21/Enbiyâ, 18, 24, 55, 97, 112; 22/Hacc, 6, 18, 40, 54, 62, 74, 78; 23/Mü’minûn, 41, 62, 70, 70, 71, 90, 116; 24/Nûr, 25, 25, 49; 25/Furkan, 26, 33, 68; 27/Neml, 79; 28/Kasas, 3, 13, 39, 48, 53, 63, 75; 29/Ankebût, 44, 68; 30/Rûm, 8, 38, 47, 60; 31/Lokman, 9, 30, 33; 32/Secde, 3, 13; 33/Ahzâb, 4, 37, 53; 34/Sebe’, 6, 23, 26, 43, 48, 49; 35/Fâtır, 5, 24, 31; 36/Yâsin, 7, 70; 37/Sâffât, 31, 37; 38/Sâd, 14, 22, 26, 64, 84, 84; 39/Zümer, 2, 5, 19, 41, 67, 69, 71, 75; 40/Mü’min, 5, 6, 20, 25, 55, 75, 77, 78; 41/Fussılet, 15, 25, 53; 42/Şûrâ, 17, 18, 24, 24, 42; 43/Zuhruf, 29, 30, 78, 78, 86; 44/Duhân, 39; 45/Câsiye, 6, 22, 29, 32; 46/Ahkaf, 3, 7, 17, 18, 20, 30, 34; 47/Muhammed, 2, 3; 48/Fetih, 26, 27, 28; 50/Kaf, 5, 14, 19, 42; 51/Zâriyât, 19, 23; 53/Necm, 28; 56/Vâkıa, 95; 57/Hadîd, 16, 27; 60/Mümtehıne, 1; 61/Saff, 9; 64/Teğâbün, 3; 69/Haakka, 1, 2, 3, 51; 70/Medâric, 24; 78/Nebe’, 39; 84/İnşikak, 2, 5; 103/Asr, 3.
B- Bâtıl Kelimesi (B-t-l) ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 36 Yerde; Bâtıl: 26 Yerde): 2/Bakara, 42, 188, 264; 3/Âl-i İmrân, 71, 191; 4/Nisâ, 29, 161; 7/A’râf, 118, 139, 173; 8/Enfâl, 8, 8; 9/Tevbe, 34; 10/Yûnus, 81; 11/Hûd, 16; 13/Ra’d, 17; 16/Nahl, 72; 17/İsrâ, 81, 81; 18/Kehf, 56; 21/Enbiyâ, 18; 22/Hacc, 62; 29/Ankebût, 48, 52, 67; 30/Rûm, 58; 31/Lokman, 30; 34/Sebe’, 49; 38/Sâd, 27; 40/Mü’min, 5, 78; 41/Fussılet, 42; 42/Şûrâ, 24; 45/Câsiye, 27; 47/Muhammed, 3, 33.
C- Karıştırmak Anlamında “L-b-s” ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 4 Yerde): 2/Bakara, 42; 3/Âl-i İmrân, 71; 6/En’âm, 82; 50/Kaf, 15.
D- Gizlemek Anlamında Ketm ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 21 Yerde): 2/Bakara, 33, 42, 72, 140, 146, 159, 174, 228, 283, 283; 3/Âl-i İmrân, 71, 167, 187; 4/Nisâ, 37, 42; 5/Mâide, 61, 99, 106; 21/Enbiyâ, 110; 24/Nûr, 29; 40/Mü’min, 28.
D- Hak-Bâtıl Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
a- Hakkı Gizlemek: 2/Bakara, 42.
b- Hakkı Kabul Etmek: 2/Bakara, 147.
c- Hak, Allah’tan Gelmedir: 3/Âl-i İmran, 60; 10/Yûnus, 108; 34/Sebe’, 49.
d- Allah, Takvâ Sahiplerine Hak ile Bâtılı Ayıracak Anlayış Verir: 8/Enfâl, 29; 92/Leyl, 5-7.
d- Kâfirler İstemese de Allah, Hakkı Yerine Getirecektir: 9/Tevbe, 32-33; 10/Yûnus, 82; 22/Hacc, 15; 42/Şûrâ, 24;61/Saf, 8-9.
e- Asıl Hak/Gerçek Allah’tır: 22/Hacc, 62.
f- Hakkı Tavsiye Etmek: 103/Asr, 1-3.
g- Haktan Şüphe Etmemek: 2/Bakara, 147; 3/Âl-i İmran, 60; 6/En’am, 114; 10/Yûnus, 94-95; 49/Hucurât, 15.
h- Haktan Başka Her Şey Bâtıldır: 10/Yûnus, 32.
i- Hak Gelince Bâtıl Yok Olur, Ortadan Kalkar: 17/İsrâ, 81; 21/Enbiyâ, 18.
j- Hak ile Bâtılın Misali: 13/Ra’d, 17; 35/Fâtır, 20.
k- Allah, Bâtılı Yok Eder: 42/Şûrâ, 24.
l- Hak ile Bâtıl Karşılaştırması: 35/Fâtır, 19.
m-Bâtıla İnananlar: 29/Ankebût, 52, 67.
HAK-BÂTIL VE HAKKI GİZLEMEK
- 811 -
n- Bâtılın Hiçbir Şeye Gücü Yetmez: 34/Sebe’, 49.
o- Hak-Bâtıl Mücâdelesi: 22/Hacc, 19; 37/Saffât, 113; 58/Mücâdele, 22; 60/Mümtehine, 3; 64/Teğâbün, 14.
p- Hak-Bâtıl (İman-Küfür) Mücâdelesi, Allah’ın Dilemesiyledir: 2/Bakara, 253.
r- Hak-Bâtıl Mücâdelesi En Yakın Akraba Arasında da Geçerlidir: 22/Hacc, 19; 37?Saffat, 113; 58/Mücâdele, 22; 60/Mümtehine, 3; 64/Teğâbün, 14.
s- İbrahim a.s.’ın Babası: 6/En’am, 74; 19/Meryem, 42-48; 21/Enbiyâ, 52-57; 26/Şuarâ, 69-82; 37/Saffât, 85-87; 43/Zuhruf, 26-27, 60/Mümtehine, 4.
Ş- Nuh a.s.’ın Çocukları: 11/Hûd, 40, 42-47.
t- Nuh a.s.’ın Karısının İhâneti: 66/Tahrim, 10.
u- Lût a.s.’ın Karısının İhâneti: 7/A’râf, 83; 66/Tahrîm, 10.
ü- Firavun’un Karısının Teslimiyeti (Müslüman Olduğu): 66/Tahrîm, 11.
v- Kâfirler, Bâtılın Mücâdelesini Yaparlar: 18/Kehf, 56-57; 22/Hacc, 19.
y- Bütün Peygamberlerin düşmanları Olmuştur: 25/Furkan, 30-31.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. “Dinsizliğin Dini” İle Mücâdele, Harun Yahya, Vural Y.
2. Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sabunî, Şâmil Y. c. 1, s. 116-122
3. Bakara Suresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. s. 201-203
4. Esmâü’l Hüsnâ Şerhi, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y. s.143-144
5. Esmâü’l-Hüsnâ Şerhi, Mustafa Necati Bursalı, Erhan Y. s. 207-208
6. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 141
7. Fikrî Tevhid’e Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat, s. 178-184
8. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 321-327
9. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 285-286
10. Hak Yolunda Mücadele, Hüseyin Âşık, Demir Kitabevi Y.
11. Hak-Bâtıl Mücadelesi ve İhtilaflar, Beşir İslâmoğlu, Bengisu Y.
12. Hakk ve Bâtıl, Murtaza Mutahharî, İslâmî Tebliğ Teşkilâtı Y.
13. Haksöz, s. 65, Ağustos 96 s. 153-156
14. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 112-113
15. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c.5, 147-148; c. 15 s. 137-152; 177-179
16. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y.
17. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. 67-70; 243-247
18. İslâmî Hareket ve Problemleri, M. Beşir Eryarsoy, Buruc Y.
19. İslâmî Harekette Fikrî Hastalıklar, Fethi Yeken, Ravza Y.
20. İsm-i Âzam (Esmâü’l-Hüsnâ), Ali Büyükçapar, İnsan Saati Y. s. 116
21. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Kur’an Bilimleri Araşt. V. Y. c. 3, s. 442-449
22. Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. s. 141-146
23. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 130
24. Kur’anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Muntasır Mîr, İnkılâb Y. s. 31-32; 74-75
25. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 470-472
26. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s.19-20
27. Rasullerin Mücâdelesi, Harun Yahya, Vural Y.
28. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 1, s. 207-208; c. 2, s. 292-296; c. 3, s. 135-136
29. Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 71-72
30. Uzlaşma Tehdidi Karşısında İslâmî Hareketler, Heyet, Ekin Y.

 
Okunma 1210 kez
Bu kategorideki diğerleri: « HAC HAMD »