بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
FÂTİHA SÛRESİ VE MESAJI
• Fâtiha Sûresi ve Mesajı
• Anlamı, İsimleri, Konusu, Fazileti
• Fâtiha Sûresinin Düşündürdükleri
• Fâtiha Sûresinin Kısa Tefsiri
• Fâtiha Sûresinin Lisan-ı Hali
• Fâtiha ve Sûrelerin Başında Geçen Besmele Kur’an’dan Bir Âyet midir?
• Besmelenin Namazda Okunmasının Hükmü Nedir?
• Fâtiha’nın Namazda Okunması Farz Mıdır?
• Fâtiha Sûresine Toplu Bakış ve Günümüze Çıkarımlar
Dinin özünü öğrenmek istiyorsan; işte Fâtiha.
Yalnız Allah’a kul ol; denilmeden rûhuna el-fâtiha!
“Rahmân Rahîm Allah’ın adıyla. Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. O, Rahmân ve Rahîmdir. Din gününün/cezâ gününün mâlikidir/sahibidir. Ancak Sana ibâdet/kulluk ederiz ve yalnız Senden medet umar yardım isteriz (ey Allah’ım). Bize dosdoğru yolu hidâyet et/göster. Kendilerine nimet vererek lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu, gazaba uğramışların ve dalâlettekilerin/sapmışların yolunu değil!” 1
Fâtiha Sûresi
İndiği Yer: Mekke.
Mushaf tertibine göre sırası: 1. Sûre.
Nüzul Sırası: 5; Fâtiha sûresi, Mekkî’dir ve yedi âyettir. Mekke devrinin ilk yıllarında ve tamamı bir defada inmiştir. Besmele’nin sûreden olup olmadığı ihtilâflıdır. Bu sûre, bütün olarak inen ilk sûredir. Kur’an’ın giriş kapısı olması sebebiyle Fâtiha ismini almıştır.
Âyet sayısı: 7
Kelime sayısı: 25 (Kelimelerin bitişik ve ayrı yazılmasına göre 27 olarak sayanlar da vardır.) 2
1] 1/Fâtiha, 1-7
2] Kelimelerinin adedi, "Teysir" isimli tefsirde beyan edildiğine göre, Fâtiha sûresinin kelimelerinin sayısı, 25; harflerinin sayısı ise, 123'tür. "Aynu'l-Meânî" isimli eserde ise, Fâtiha sûresinin kelimeleri 27; harflerinin sayısı ise, 142’dir. İhtilâfın sebebi, besmele-i şerîfe'ye itibâr edilmeksizin, munfasıl kelimelerin, yazılış veya müstakil telaffuzlarına itibar edilir. Veya telaffuz edilen harflere veya yazılan harflere itibârda ihtilaf vardır. Ve bunların dı-
2 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Harf sayısı: 123 (142 olarak sayanlar da vardır)
Fâsılası: Nûn ve mim harfleridir.
Fâtiha’nın Anlamı:Fâtiha, açmak, açıklığa kavuşturmak, açılacak şeylerin başı, sıkıntı ve meşakkati gidermek, başlamak anlamındaki “feth” kökünden türemiş bir isim olup karşıtı “hatime”dir. Bir şeyin evvelî, baş tarafı, başlangıcı, giriş” mânâsında kullanılır. Fâtiha, bir yere girerken açılan ilk kısım anlamında kullanılır. İlk açılan yer anlamıyla Fâtiha sûresi, Kur’an’ın başlangıcını temsil etmektedir. Feth kökünden alınırsa “fethetmek” mânâsına gelmektedir. Fâtiha, Kur’an’ın girişi olduğu için başlangıçtır; insanların gönüllerini fethedip zafere ulaştırdığı için de sondur. Bu anlamıyla Fâtiha, Kur’an’ın bâtıla karşı verdiği mücadelenin zaferini ifade etmektedir. Ayrıca, insan gönlünün açılış kapısını da teşkil etmektedir. Gönlün kapısı açılıp içeri girilince oradaki şirk temizlenmekte ve bu temizlikle de zafere ulaşılmaktadır. “Fâtihatü’l-Kitab” tamlamasının kısaltılmış şekli olan bu Fâtiha’ya, Allah kelamının başında bulunduğu yahut namazda ilk okunan sûre veya tümüyle ilk inen sûre olarak Fâtiha sûresi denilmiştir. Bir bakıma Kur’an’ın önsözü olduğu için “açıcı” anlamına gelen Fâtiha adı almıştır.
Diğer İsimleri: Sûrenin yirmiden fazla adı vardır. Kitab’ın özünü, İslâm’ın temel esaslarını özlü bir biçimde içerdiğinden ona Ümmü’l-Kur’an (Kur’an’ın anası, özü) ve El-Esâs denilmiştir. Sûre, hem Mekke ve hem de Medine’de iki sefer indiğinden, her namazda en az iki kere okunduğundan ve sürekli tekrarlanan bir sûre olduğundan Es-Seb’ul-Mesânî (tekrarlanan yedili) ismi ile anılmaktadır. Onun bu ismi 15/Hicr sûresi, 87. âyetinde tescil edilmiştir. Fâtiha sûresi, ihtiva ettiği bu temel esaslarıyla saâdet için yeterli olduğundan El-Kâfiye (yeten), maddî-mânevî tüm hastalıklar için şifâ kaynağı olduğundan Eş-Şâfiye (şifâ veren) isimleri ile de anılmıştır. Hazine anlamına gelen Kenz, Duâ, Ümmü’l-Kitab, Salât, Vâfiye, Şifâ, Şükür, el-Hamd (halkın dilinde Elham) gibi isimler de verilmiştir.
Konusu: Sûre, Allah’ı hamd ve senâ ile tevhidin temeli ulûhiyeti, din gününden bahsederek âhireti, kulluk göstergesi olan duâ ve ibâdet i, nimet verilenlerden bahsederek nübüvveti, onların yolunda kalma duâsı ile hidâyeti, gazaba uğramış sapıklar ve yollarından uzak kalma isteği ile tevhid düşmanlarından ayrılmayı ve tüm bunlar hakkında Allah’ın yardımını isteyerek kaza ve kadere rızâyı işlemektedir. Dinin temel esaslarını içermesinden dolayı Fâtiha sûresi, Kur’an’ın bir özetidir.
Fazîleti: “Andolsun ki Biz sana tekrarlanan yediyi ve şu büyük Kur’an’ı vermişizdir.” 3 âyetinde Fâtiha sûresi anılmıştır.
Sûrenin fazileti ile ilgili birçok rivâyet mevcuttur. Bunlardan birisi şöyledir: “Bu sûrenin benzeri ne Tevrat’ta, ne İncil’de, ne Zebûr’da ve ne de Kur’an’da vardır.” 4
“Sana öyle bir sûre öğreteceğim ki o, Kur’an’daki sûrelerin en büyüğüdür. İşte o ‘El-hamdu lillâhi Rabbi’l-âlemîn’ diye başlayan Fâtiha sûresidir. O Seb’u’l-Mesânî (tekrarlanan şındaki konularda ihtilaf vardır.
3] 15/Hicr, 87
4] İbnu'l Cevzî, Zâdü'l-Mesîrî, I, 10; Kurtubi, el-Câmiu' li Ahkâmu'l-Kur'an, I, 108; Ahmed bin Hanbel ve Tirmizî bunu rivayet etmişlerdir. Tirmtzî, ayrıca “Sahih ve hasen bir hadistir” demiştir.
FÂTİHA SÛRESİ VE MESAJI
- 3 -
yedi)dir. Ve bana verilen yüce Kur’an’dır.” 5
Namazda okunması sebebiyle bir ismi de “Es-Salât” olan Fâtiha hakkında bir hadis rivâyetinde Allah’ın şöyle buyurduğu bildirilmiştir: “Namazı kulumla aramda ikiye ayırdım. Bir yarısı Benimdir, diğer yarısı kulumundur. Kuluma istediği verilecektir. Kul: ‘Hamd âlemlerin Rabbi Allah’adır’ dediği zaman Allah: ‘Kulum Bana hamd etti, senâda bulundu’ der. Kul: ‘Allah, Rahmân ve Rahîmdir’ deyince, Allah: ‘kulum Beni övdü’ der. Kul: ‘Din gününün sahibi, hükümdarıdır’ dediği zaman, Allah: ‘Kulum Beni yüceltti’ der. Kul: ‘Ancak Sana kulluk/ibâdet eder yalnızca Senden yardım dileriz’ dediği zaman, Allah: ‘Bu Benimle kulum arasındadır, artık kulum ne isterse verilecektir’ der. Kul: ‘Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Kendilerine gazab edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil’ dediği zaman Allah: ‘İşte bu yalnızca kulum içindir; kulumun isteği yerine gelecektir’ der.” 6
Müslim, Sahih’inde İbn Abbas’tan naklen şöyle diyor: “Cebrâil (a.s.), Rasûlallah’ın (s.a.s.) yanında otururken yukarıdan bir ses duydu. Cebrâil başını kaldırarak şöyle dedi: ‘Gökten bugüne kadar hiç açılmayan bir kapıdan yeryüzüne ilk defa gelen bir melek indi.’ Bu melek Rasûlallah’a (s.a.s.) selâm vererek, ‘Senden evvel hiçbir peygambere verilmeyen iki nurla seni müjdeliyorum. Birisi Fâtihatü’l-Kitab, diğeri Bakara sûresinin son âyetleridir. Sen onlardan bir harf de okumuş olsan, onlar sana verilmiştir.’ dedi. 7
Fâtiha Sûresinin Düşündürdükleri
Hz. Peygamber’e bir bütün olarak inen ilk sûre olan Fâtiha sûresi, bizlere en güzel duâ ve yakarış örneği sunmaktadır. O, kulun yaratıcısına sunduğu en özlü bir dilekçedir. Şöyle ki, besmele ile dilekçenin sunulduğu makam belirtilmekte; Hamd ile o yüce makamın sahibi övülmektedir. Rahmân ve Rahîm kelimelerinin verdiği ümit ile din gününün sahibi ifâdesinin verdiği korku arasında yüce huzura çıkıyor, tüm âcizliğimiz ve güçsüzlüğümüzle kul olarak kendimizi takdim ediyoruz. Daha sonra isteklerimizi arzediyor ve “âmin” (duâmızı, dilekçemizi kabul buyur) diyerek imzalamış/mühürlemiş oluyoruz.
Fâtiha sûresi, Kur’an’ın bir özetidir. Tevhid, âhirette cezâ ve mükâfat, sadece Allah’a ibâdet, sırât-ı müstakîm yani hidâyet ve saâdet yolu, geçmiş toplulukların ibret alınacak kıssalarını konu edinen Kur’an’ın bu ilk sûresinde bütün bunlara temel teşkil eden hususlar vardır. Böylece her namazda Fâtiha’yı okuyan bir müslüman, namazın her rekâtında Kur’an’ın bir özetini okumuş olmakta, Kur’an’a tabi olacağına dair Allah’a söz vermektedir.
Sûrenin fazileti ile ilgili birçok rivâyet mevcuttur. Bunlardan birisi şöyledir: “Bu sûrenin benzeri ne Tevrat’ta, ne İncil’de, ne Zebur’da ve ne de Kur’an’da vardır.”8 Namazda okunması sebebiyle bir ismi de “es-Salât” olan Fâtiha hakkında bir rivâyette şöyle buyrulmuştur: “Namazı kulumla aramda ikiye ayırdım. Bir yarısı Benimdir, diğer yarısı kulumundur. Kuluma istediği verilecektir. Kul: “Hamd âlemlerin Rabbi
5] Buhârî, Tefsir 1/1; Ebû Dâvud,;Nesâî; Cem’u’l-Fevâid, c. 2, s. 287
6] Müslim, Salât 38, 40; Ebû Dâvud, Salât 132
7] İbn Cevzî, Zadü'l-Mesîrî, c. 1, s. 10; Âlûsî, Ruhu’l-Meânî Tefsiri, c. 1, s. 40; Fahreddin Razi, Tefsiru'l-Kebir, c. 1, s. 137; Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, c 1, s. 106; Muhammed Ali Sabuni, Ahkâm Tefsiri, Şamil Y., c. 1, s. 10-11
8] İbnü'l Cevzi Zâdü'l-Mesiri, I, 10; Kurtubi, El-Câmiu' li Ahkâmu'l-Kur'an, I, 108
- 4 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’adır” dediği zaman Allah: “Kulum Bana hamd etti, senada bulundu” der. Kul: “Allah, Rahmân ve Rahîmdir” deyince, Allah: “kulum Beni övdü” der. Kul: “Din gününün sahibi, hükümdarıdır” dediği zaman, Allah: “Kulum Beni yüceltti” der. Kul: “Ancak Sana kulluk/ibâdet eder yalnızca Senden yardım dileriz” dediği zaman, Allah: “Bu Benimle kulum arasındadır, artık kulum ne isterse verilecektir” der. Kul: “Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Kendilerine gazab edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil” dediği zaman Allah: “İşte bu yalnızca kulum içindir; kulumun isteği yerine gelecektir” der.” 9
Bu sûrede Allah’tan nelerin istenmesi gerektiği, ayrıca istemenin usûl ve âdâbı da öğretilmektedir. Buna göre, istemenin şartları, önce ne istediğini bilmek, sonra ona gerçekten ihtiyacı olduğunu belirtmek, daha sonra da onu elde etmek için yapılması gerekeni yapmaktır. Böylece gerçek duâ, nimeti hayal ve arzu etmek değil; o nimete ulaşmanın doğru yoluna girmek ve o yolda sebat edip ilerlemektir. Fâtiha sûresi, mü’min insana kesin bir düstur ve şaşmaz bir formül halinde hidâyetle ibâdetin önemini ve ebedî nimetin elde ediliş yöntemini bildirmektedir. Böylece sûreyi okuyan mü’min, sadece Allah’a kul olduğunu ifâde ve ikrar ettikten sonra, kendisiyle yaratıcısı arasında hiçbir aracı bulunmadan doğrudan doğruya O’na seslenir. Ebedî saâdete ve nihâyetsiz nimetlere ulaştıran doğruluk ve dürüstlük yolunda İlâhî Lutfa nâil olmuş iyilerin izini takip ederek ilerlerken; gazaba uğramışların, şaşırmış ve sapmışların durumuna düşmemek için Allah’tan hidâyet ve yardım ister.
Allah’la kul arasında bir tür sözleşme ve antlaşma olarak da değerlendirilen Fâtiha sûresi, Allah-insan ilişkisinin mâhiyetini ortaya koyar ve bunun hangi kurallara bağlı olarak sürdürüleceğini öğretir. Ayrıca, söz konusu ilişkinin tek taraflı olarak kulun gayretiyle değil; mutlaka Allah’ın hidâyet ve yardımıyla sağlanacağını vurgular. Sûrenin ilk yarısı, kulun Allah’a hamd ve övgüsünü, ikinci yarısı da onun Allah’tan isteklerini dile getirir.
Bütün tefsirlerde besmele’nin başındaki “be” harfinin iltisak (Allah ile insan arasında ilişki ve bağlantı) anlamı taşıdığına önemle dikkat çekilmiştir. Bu bağlantının bir tarafında ulûhiyet ve rubûbiyet; diğer tarafında insaniyet ve ubûdiyet makamı vardır. Fâtiha sûresinin de bu şekilde iki bölümden oluştuğu görülür. Övgü ve ta’zim cümlelerinden meydana gelen ve ulûhiyyete dair olan ilk bölümde Allah’ın insanlara yönelik iltifatının en çarpıcı ifâdeleri olmak üzere “Rabb” (yapıp yaratan, yetiştirip geliştiren, terbiye eden), Rahmân ve Rahîm isimleriyle, O’nun mutlak hâkimiyet ve hükümranlığının âhirette de devam edeceğini belirten “mâlik-i yevmi’d-dîn” ifâdesi yer almıştır. Bütün bu nitelikleri dolayısıyla hamd (her türlü övgüler, güzellikler, yetkinlikler) O’na mahsustur.
Duâ ve niyaz üslûbunun hâkim olduğu ikinci bölümde insanların Allah’a bağlılıklarının temel unsurları olmak üzere “ibâdet” ve “istiâne” kavramları yer almaktadır. Ulûhiyet bölümünde ifâde edildiği üzere, insanların bu dünyadaki inanç ve amellerine göre âhiretteki durumlarını Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın şaşmaz adâleti belirleyeceği için yalnız O’na ibâdet etmek ve sadece O’ndan yardım dilemek (istiane) gerekir. İnsan bu beyanı ile kulluğunu, tevhid inancını, tevekkül ve teslimiyetini, ihlâs ve kararlılığını Allah’a arzetmiş olur. Bu seviyeye ulaşan bir iman ve aynı ölçülerle düzenlenen bir amel ve hayat çizgisi “sırât-ı müstakîm”dir. Ömür boyunca bu çizgiyi takip etmenin zorluğu sebebiyle insan,
9] Müslim, Salât 38, 40; Ebû Dâvud, Salât 132
FÂTİHA SÛRESİ VE MESAJI
- 5 -
bu yolda sürçebilir ve sonuçta kötülüklere rızâ göstermeyen Allah’ın öfkesine mâruz kalmış olan sapmışların yoluna kayabilir. “Bizi doğru yola ilet” sözleriyle başlayan duâ cümleleri, bu büyük tehlike karşısındaki aczinin ve kendi kendine yeterli olmadığının bilincine varan insanın âlemlerin Rabbi, Rahmân ve Rahîm olan Allah’a sığınarak hidâyetiyle kendisini desteklemesi şeklindeki niyazını ifâde etmektedir.
Sûredeki ifâdeler çoğul sigasıyla olup müslümanlar için toplum hayatının ve toplumsal dayanışmanın önemini, cemaat ve ümmet şuuruyla birlik ve beraberlik içinde “sırât-ı müstakîm” üzere hareket etmeleri gereğini ortaya koyar. Bu amaca yönelik olarak cemaatle kılınan namazda imamın kıraatinin (özellikle Hanefî fıkhında) aynı zamanda cemaatin kıraati yerine geçmesi Fâtiha’daki bu kapsamlı ifâde özelliğinden dolayıdır.
Fâtiha sûresi, önce Allah’ı en belirgin nitelikleriyle tanıtmakta ve insanı sağlam bir imanla O’na yöneltmekte yaratıcıya ve yaratılmışlara karşı sorumluluk duygusuyla hareket etmeyi dinin ve dindarlığın temeli olarak belirlemektedir. Sûrenin, insanoğlunu yaratıcısıyla ve diğer insanlarla uyum içinde yaşatmak şeklindeki evrensel hedefi gerçekleştirmeyi gâye edindiği dikkate alınırsa, onun Kur’an’ın ve dinin özü olduğu daha iyi anlaşılır.
Bir yoruma göre, Bakara sûresi, Fâtiha sûresinin açıklamasıdır. Başta Al-i İmran sûresi olmak üzere diğer bütün sûreler de Bakara sûresinin tefsiridir. Nitekim Fâtiha’da Allah’tan hidâyet istenir; onu takip eden Bakara sûresi, bu Kitab’ın müttakîleri hidâyete erdirmek amacıyla gönderilmiş olduğunu bildiren âyetle başlar. Fâtiha’nın Kur’an’ın bir özeti olduğu kabul edilirse, onun bütün Kur’an sûreleriyle ilişkili bulunduğunu düşünmek mümkün olur.
O yüzden, sûrenin asıl tefsir ve açıklaması Kur’an’ın kendisidir. Fâtiha’yı iyice anlamak isteyen Kur’an’a yönelsin, O’nu okuyup anlamaya çalışsın. Zâten Kur’an Ümmü’l-kitab’daki “Bizi hidâyete eriştir” duâsına verilen bir cevaptır. Fâtiha ise o cevabın özeti. Allah’ın evrendeki yasası ise, bir şeyin önce özetini çıkarmak, sonra onu açıp detaylandırmaktır. Büyük bir ağacın tohumları gibi. Fâtiha işte o büyük ağacın tohumu mesabesindedir. Çekirdek, ağaç demek değildir; ama çekirdeksiz de ağaç olmaz. Çünkü gövdesi, dalı yaprağı, meyvesi ve tüm özellikleriyle ağaç o çekirdekte gizlenmiştir. Ne var ki, insan çekirdekle yetinmez; çünkü çekirdek onun ihtiyaçlarına cevap vermez. Öyleyse o çekirdeği gönlümüze, zihnimize ekip meyvelerini dermeye bakalım.
Fâtiha’nın Kur’an’daki en büyük sûre olduğu, Bakara sûresinin son âyetleriyle birlikte “iki nur” diye anıldığı ve geçmişte hiçbir peygambere benzerinin verilmediği, şifâ niyetiyle okunduğu takdirde tesirinin görüleceğine dair hadisler vardır. Fâtiha’nın faziletiyle ilgili rivâyetlere hadis mecmualarının yanında, tefsir kitaplarında da geniş yer verilmiştir. Bu sûrenin her türlü hayırlı faaliyetlerin başında veya sonunda, çeşitli vesilelerle tertip edilen meclislerde, merasimlerde, kabirlerde vb. yerlerde duâ niyetiyle okunması, zamanla müslümanlığın en köklü şiarlarından biri haline gelmiştir.
- 6 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Fâtiha Sûresinin Kısa Tefsîri
“Andolsun ki Biz sana tekrarlanan yediyi ve şu büyük Kur’an’ı vermişizdir.” 10 âyetinde Fâtiha sûresi anılmıştır. Sûrenin kısa tefsirini verelim:
Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım. “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.” 11 başlarım.
“Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.” 12
Er-Rabb: Mâlik, mutasarrıf demektir; yalnız Allah’ın adıdıdr. El-âlemîn: âlem’in çoğuludur. Allah’tan başka bütün varlıklar demektir. Hamd yalnız O’nadır. Her şeyde mutlak rububiyet O’nadır. O bütün kâinatın terbiyecisi, hâkimidir. Azamet, şeref, ululuk yaratıcılık, O’na aittir. Hamdi O’na has kılarak, O’nun büyüklüğünü, eksiklerden uzak olduğunu, övülmeye layık olan yegâne gücün ancak Allah olduğunu vurguluyoruz. O’nu övmekle, O’ndan kaynaklanan her şeyi de kabul etmiş, övmüş ve ona rızâ göstermiş oluyoruz. Çeşitli özellik ve güzelliklerde insan olarak yaratılışımıza, O’nun peygamberlerinin yegâne önderler oluşuna, kitabının yegâne düstur oluşuna rızâ ve boyun eğmiş oluyoruz. Tüm hamdler, övgüler Allah’a, Rabbe, Rahmâna, Rahîme, Din gününün sahibine, yegâne mabudadır. Hamd âlemlerin Rabbinedir. Çünkü O’dur insan, cin, melek ve bizim bilemediğimiz başka canlı cansız âlemlerin sahibi, onların rızık vericisi, koruyucusu, yöneticisi, yetiştiricisi, eğiticisi. Her şey yaratıldığı en güzel fıtratında kalabilmek için O’nun Rabliğine muhtaç. O’nun terbiyesine ve eğitim-öğretim ilkelerine muhtaç. Âlemlerin her zerresinde O’nun terbiyesi, düzenlemesi var. O’nun çekip çevirmesi ile her şey yerli yerinde duruyor, ahenk ve uyum içinde varlığını sürdürmekte.
“O, Rahmân ve Rahîmdir.” 13
Allah’ın rahmeti her şeyi kuşatmıştır. Hamd, Rahmân ve Rahîm olan zatadır. Çünkü birbiriyle iç içe, birbirine muhtaç bir şekilde ve O’nun kudretini izhar etme adına yaratılmış olan tüm âlemler O’nun rahmetiyle en güzel bir biçimde yaratılmışlar ve varlıklarını da en sağlıklı bir şekilde O’nun rahmeti ile sürdürebilmektedirler. Dünyada bütün yaratıklara, mü’min-kâfir bütün insanlara merhamet eden; âhirette yalnız mü’minlere merhamet edip bağışlayan O’dur.
“Din gününün sahibidir.” 14
Mâlik; sahip demektir. Melik şeklinde okunabilir; o zaman hükümdar anlamına gelir. Din, bu âyette cezâ (ödül ve cezâ) demektir. O’ndan başka kimsenin hükmünün geçmediği Din günü, âhirette hesaba çekilme günüdür. O günde amellere cezâ ve mükâfat vermek sadece O’na mahsustur. En güzel isimler ve sıfatlar O’nundur. Rahmân ve Rahîm isimlerini anarken O’nun engin rahmeti içerisinde kaybolmuş, gevşemiş, sonsuz bir umuda kapılmış olabiliriz. Bu yüzden umut ve korku dengesini yakalayabilmemiz için “din gününün sahibi”ni hatırlıyoruz. Hamdimiz ve hamdimiz doğrultusunda gerçekleştireceğimiz davranışlarımızdan o gün sorgulanacağımızın bilinç ve ürpertisi içerisinde din gününü
10] 15/Hicr, 87
11] 1/Fâtiha, 1
12] 1/Fâtiha, 2
13] 1/Fâtiha, 3
14] 1/Fâtiha, 4
FÂTİHA SÛRESİ VE MESAJI
- 7 -
hatırlıyor, o günün yegâne sahibinin huzurunda duruyoruz.
“Yalnız Sana ibâdet eder ve yalnız Senden yardım dileriz.” 15
Yalnız Sana kulluk ve itaat eder, ancak Sana boyun eğeriz; zira Sen her türlü yüceliğe layıksın. Senden başka hiçbir güç kulluğa ve ihtiyaçlara cevap veremez. Dilediğimiz her şeyi yalnızca Senden dileriz; zâten Senden başka yardımcı da bulunmaz. “Yalnız Sana ibâdet eder ve yalnız Senden yardım dileriz.” Din, bu iki cümle üzerinde oturmaktadır. Kur’an’ın sırrı Fâtiha ise, Fâtiha sûresinin sırrı da bu iki cümledir. Bu itiraf, kul ile Rab arasındaki canlı bağlantıdır. İbadet, müslümanın Allah’ın ölçülerine uygun olarak yaptığı her kutlu eylemin adıdır. İbadet, bir kulluk göstergesi ve yaratılış gâyesidir. İlk âyetlerle ulaştığımız ruhi hazırlık ve dilimizle yaptığımız hamdü senalardan sonra, şimdi de tüm her şeyimizi O’na has kılıyor, O’na adıyoruz; “Şüphesiz benim namazım, kurbanım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbı Allah içindir.”16 Bu adağımızda kalabilmek, sözümüzde durabilmek için O’nun yardımını diliyoruz. Çünkü biz ne kadar gayret edersek edelim, O’na yaraşır bir şekilde kullukta bulunamayız. Hatta O’nun yardımı olmadan hiçbir şey yapamayız. İşte bu yüzden O’nun yardımına başvuruyoruz. Ama sadece O’nun yardımına. “Sadece Sana ibâdet ederiz” derken, şirk kokusu taşıyan tüm her şeyden uzak kalacağımızı; “Sadece Senden yardım dileriz” derken de, kendi güçsüzlüğümüzü itiraf ederek kendimizi O’na havale ediyor, yegâne güven kaynağımızın Allah olduğunu ilan ediyoruz. Önce kulluğumuzu sunuyor, sonra yardımını istiyoruz. Kul olarak biz, bize düşenleri yapmaya çalışıyor, sonra da O’na sığınıyor, tevekkülümüzü sadece O’na has kılıyoruz. Ancak bundan sonra isteklerimizi sıralıyoruz:
“Bize hidâyet et; bizi doğru yola ilet.” 17
Bizi Kur’an yoluna, İslâm yoluna ilet. Sana yaklaştıracak, bize hürriyetimizi kazandıracak yolu. Sen kimi dilersen onu hidâyete erdirirsin. Bizi dosdoğru yolunda iman üzere sabit kıl, cennete gidenlerden eyle. Sırât-ı müstakîm yani doğru yol hakkında Hz. Peygamber (s.a.s.): “Doğru yol Allah’ın kitabıdır, İslâm’dır.”18 buyurmuştur. Biz, sırât-ı müstakîmde olduğumuz için Allah’a hamd ederken; o yolda devamlı kalabilmek için Allah’ın yardımına, hidâyetine muhtaç olduğumuzu beyan ediyoruz. Zâten sûredeki tüm cümleler istimrârı (devamlılığı) ifâde etmektedir. Hamdler sürekli O’na, ibâdet ve tâatler de kesintisiz O’nadır. Hidâyet, bizi hakka götüren her türlü meziyet, âlet, araç, akl-ı selim, Peygamber ve Kitaptır. Müstakim yolda kalabilmemiz kesintisiz olarak bunlara sahip olmakla mümkündür. Sürekli akl-ı selim sahibi olmak, vahiyle irtibatlı olmak, Peygambere bağlı kalmak; dosdoğru yolu bulmak kadar, o yolda sapmadan kalmak için de önemlidir. Öte yandan, müslüman daha ileriye, en ileriye taliptir. Zarardan kurtulmak için mü’minin iki günü birbirine denk olmamalıdır. İlmî ve amelî yönden de kendini sürekli yenilemeli, hidâyet yolunda mesâfe kat etmeye, dosdoğru yolun en ilerisinde, ön safta yer almaya gayret etmelidir. İşte duâmızla biz, hidâyetimi-zin artırılmasını da istiyoruz Rabbimizden.
15] 1/Fâtiha, 5
16] 6/En'âm, 162
17] 1/Fâtiha, 6
18] Tirmizî, Fezâilü'l-Kur'an 14; Ahmed bin Hanbel, IV/1
- 8 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Kendilerine gazab edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil.” 19
Yani peygamberler, sıddıklar, şehidler, sâlih mü’minlerin yoluna ilet.20 Onlar ne güzel arkadaştır, ne güzel mü’minlerdir. Zâten en büyük nimet; dindir, hidâyettir, Kur’an’dır, risâlettir, kullukta sadâkattir, O’nun yolunda sâlih kullardan olup, fi sebîlillâh şehid olarak ölebilmek, daha doğrusu ölümsüzleşebilmektir. İşte tüm bunlara erenlerin yolunda olmayı istiyoruz. Tabii ki, onların yolunda olmak için gerekenleri yaparak bu isteğimizdeki samimiyetimizi ortaya koymalıyız.
Yahûdiler ve hıristiyanların21 veya İslâm’dan sapanların yoluna değil. Gazaba uğramışlar yahûdiler başta olmak üzere her toplumun âsileri ve azgınlarıdır. Sapanlar ise, hıristiyanlar ve cehâlet içerisinde helâk olan herkestir. Bilerek azgınlık gazab sebebi; bilgisizce azgınlık ise dalâlet sebebidir. O halde, güçlü bir ilim donanımı ile sağlıklı ve sağlam bir iman sahibi olup sergileyeceğimiz sâlih davranışlarla gazabdan ve azabdan kurtulmaya çalışmalıyız. Yahudi ve hıristiyanlar: Kitabla, Peygamberle, mûcizelerle; bütün bunlara rağmen sapanlar. Dinde ifrat ve tefrit uçurumlarına yuvarlananlar, aşırı gidenler. İlim adamlarını dinlemeyen birincilere karşılık; onları kutsayan ve putlaştıran ikinciler. Yanlış yorumlarla, dinin emirlerini değiştirip eksilten yahudilere karşılık; dinin emirlerini çoğaltıp ruhbanlığı hortlatan hıristiyanlar. Dinde atmalar yapanlara karşılık; katmalar yapanlar. Âhireti dünyaya değişen maddeci bilimcilere(!) karşılık; maddeden tamamen el etek çeken ruhçu cahiller. Onların özellikleri Kitabımızda çokça anlatılır ki yahudileşme ve hıristiyanlaşma temayülü gösterilmesin. Zira bu eğilim, ümmet için şirk ve küfür eğilimi gibi tehlikeli sapmalardır. Gazaba uğradığı ve dalâlette olduğu için onları helâk ettiğin gibi bizi de helâk etme. Doğru yoldan sapan azgınlardan değil; Rasûlünün dosdoğru yolundan gidenler kıl. Bizi hevâ ve hevesine uyan, büyüklenen, haktan sapan münafıklardan ve kâfirlerden ayır, onlardan duâların en güzeli ile Sana sığınıyor, Sana duâ ediyor ve yardımını bekliyoruz. Âmin; duâmızı kabul et.
Bu sûrede Allah’tan nelerin istenmesi gerektiği, ayrıca istemenin usûl ve âdâbı da öğretilmektedir. Buna göre, istemenin şartları, önce ne istediğini bilmek, sonra ona gerçekten ihtiyacı olduğunu belirtmek, daha sonra da onu elde etmek için yapılması gerekeni yapmaktır. Böylece gerçek duâ, nimeti hayal ve arzu etmek değil; o nimete ulaşmanın doğru yoluna girmek ve o yolda sebat edip ilerlemektir. Fâtiha sûresi, mü’min insana kesin bir düstur ve şaşmaz bir formül halinde hidâyetle ibâdet in önemini ve ebedî nimetin elde ediliş yöntemini bildirmektedir. Böylece sûreyi okuyan mü’min, sadece Allah’a kul olduğunu ifâde ve ikrar ettikten sonra, kendisiyle yaratıcısı arasında hiçbir aracı bulunmadan doğrudan doğruya O’na seslenir. Ebedî saâdete ve nihâyetsiz nimetlere ulaştıran doğruluk ve dürüstlük yolunda İlâhî lutfa nâil olmuş iyilerin izini takip ederek ilerlerken; gazaba uğramışların, şaşırmış ve sapmışların durumuna düşmemek için Allah’tan hidâyet ve yardım ister.
Allah’la kul arasında bir tür sözleşme ve antlaşma olarak da değerlendirilen
19] 1/Fâtiha, 7
20] Bk. 4/Nisa, 69
21] Tirmizî, Tefsir 2; 5/Mâide, 60, 77
FÂTİHA SÛRESİ VE MESAJI
- 9 -
Fâtiha sûresi, Allah-insan ilişkisinin mahiyetini ortaya koyar ve bunun hangi kurallara bağlı olarak sürdürüleceğini öğretir. Ayrıca, söz konusu ilişkinin tek taraflı olarak kulun gayretiyle değil; mutlaka Allah’ın hidâyet ve yardımıyla sağlanacağını vurgular. Sûrenin ilk yarısı, kulun Allah’a hamd ve övgüsünü, ikinci yarısı da onun Allah’tan isteklerini dile getirir.
Bütün tefsirlerde besmele’nin başındaki “be” harfinin iltisak (Allah ile insan arasında ilişki ve bağlantı) anlamı taşıdığına önemle dikkat çekilmiştir. Bu bağlantının bir tarafında ulûhiyyet ve rubûbiyyet; diğer tarafında insaniyet ve ubûdiyet makamı vardır. Fâtiha sûresinin de bu şekilde iki bölümden oluştuğu görülür. Övgü ve ta’zim cümlelerinden meydana gelen ve ulûhiyyete dair olan ilk bölümde Allah’ın insanlara yönelik iltifatının en çarpıcı ifâdeleri olmak üzere “Rabb” (yapıp yaratan, yetiştirip geliştiren, terbiye eden), Rahmân ve Rahîm isimleriyle, O’nun mutlak hâkimiyet ve hükümranlığının âhirette de devam edeceğini belirten “mâlik-i yevmi’d-dîn” ifâdesi yer almıştır. Bütün bu nitelikleri dolayısıyla hamd (her türlü övgüler, güzellikler, yetkinlikler) O’na mahsustur.
Duâ ve niyaz üslûbunun hâkim olduğu ikinci bölümde insanların Allah’a bağlılıklarının temel unsurları olmak üzere “ibâdet” ve “istiâne” kavramları yer almaktadır. İnsanların bu dünyadaki inanç ve amellerine göre âhiretteki durumlarını Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın şaşmaz adâleti belirleyeceği için yalnız O’na ibâdet etmek ve sadece O’ndan yardım dilemek (istiâne) gerekir. İnsan bu beyanı ile kulluğunu, tevhid inancını, tevekkül ve teslimiyetini, ihlâs ve kararlılığını Allah’a arz etmiş olur. Bu seviyeye ulaşan bir iman ve aynı ölçülerle düzenlenen bir amel ve hayat çizgisi “sırât-ı müstakîm”dir. Ömür boyunca bu çizgiyi takip etmenin zorluğu sebebiyle insan, bu yolda sürçebilir ve sonuçta kötülüklere rızâ göstermeyen Allah’ın öfkesine mâruz kalmış olan sapmışların yoluna kayabilir. “Bizi doğru yola ilet” sözleriyle başlayan duâ cümleleri, bu büyük tehlike karşısındaki aczinin ve kendi kendine yeterli olmadığının bilincine varan insanın; âlemlerin Rabbi, Rahmân ve Rahîm olan Allah’a sığınarak hidâyetiyle kendisini desteklemesi şeklindeki niyazını ifâde etmektedir.
Sûredeki ifâdeler çoğul sigasıyla olup müslümanlar için toplum hayatının ve toplumsal dayanışmanın önemini, cemaat ve ümmet şuuruyla birlik ve beraberlik içinde “sırât-ı müstakîm” üzere hareket etmeleri gereğini ortaya koyar. Bu amaca yönelik olarak cemaatle kılınan namazda imamın kıraatinin (özellikle Hanefî fıkhında) aynı zamanda cemaatin kıraati yerine geçmesi Fâtiha’daki bu kapsamlı ifâde özelliğinden dolayıdır.
Fâtiha sûresi, önce Allah’ı en belirgin nitelikleriyle tanıtmakta ve insanı sağlam bir imanla O’na yöneltmekte yaratıcıya ve yaratılmışlara karşı sorumluluk duygusuyla hareket etmeyi dinin ve dindarlığın temeli olarak belirlemektedir. Sûrenin, insanoğlunu yaratıcısıyla ve diğer insanlarla uyum içinde yaşatmak şeklindeki evrensel hedefi gerçekleştirmeyi gâye edindiği dikkate alınırsa, onun Kur’an’ın ve dinin özü olduğu daha iyi anlaşılır.
Bir yoruma göre, Bakara sûresi, Fâtiha sûresinin açıklamasıdır. Başta Al-i İmran sûresi olmak üzere diğer bütün sûreler de Bakara sûresinin tefsiridir. Nitekim Fâtiha’da Allah’tan hidâyet istenir; onu takip eden Bakara sûresi, bu Kitab’ın muttakileri hidâyete erdirmek amacıyla gönderilmiş olduğunu bildiren âyetle başlar. Fâtiha’nın Kur’an’ın bir özeti olduğu kabul edilirse, onun bütün Kur’an
- 10 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sûreleriyle ilişkili bulunduğunu düşünmek mümkün olur.
O yüzden, sûrenin asıl tefsir ve açıklaması Kur’an’ın kendisidir. Fâtiha’yı iyice anlamak isteyen Kur’an’a yönelsin, O’nu okuyup anlamaya çalışsın. Zâten Kur’an Ümmü’l-kitab’daki “Bizi hidâyete eriştir” duâsına verilen bir cevaptır. Fâtiha ise o cevabın özeti. Allah’ın evrendeki yasası ise, bir şeyin önce özetini çıkarmak, sonra onu açıp detaylandırmaktır. Büyük bir ağacın tohumları gibi. Fâtiha işte o büyük ağacın tohumu mesabesindedir. Çekirdek, ağaç demek değildir; ama çekirdeksiz de ağaç olmaz. Çünkü gövdesi, dalı yaprağı, meyvesi ve tüm özellikleriyle ağaç o çekirdekte gizlenmiştir. Ne var ki, insan çekirdekle yetinmez; çünkü çekirdek onun ihtiyaçlarına cevap vermez. Öyleyse o çekirdeği gönlümüze, zihnimize ekip meyvelerini dermeye bakalım.
Fâtiha’nın Kur’an’daki en büyük sûre olduğu, Bakara sûresinin son âyetleriyle birlikte “iki nur” diye anıldığı ve geçmişte hiçbir peygambere benzerinin verilmediği, şifâ niyetiyle okunduğu takdirde tesirinin görüleceğine dair hadisler vardır. Fâtiha’nın faziletiyle ilgili rivâyetlere hadis mecmualarının yanında, tefsir kitaplarında da geniş yer verilmiştir. Bu sûrenin her türlü hayırlı faaliyetlerin başında veya sonunda, çeşitli vesilelerle tertip edilen meclislerde, merasimlerde, kabirlerde vb. yerlerde duâ niyetiyle okunması, zamanla müslümanlığın en köklü şiarlarından biri haline gelmiştir.
Fâtiha Sûresinin bir adı da ‘salât’tır. Salât duâ anlamındadır. Duâ ise, kul ile Allah arasında iletişimi sağlayan bağ demektir. Çünkü mü’minler, beş vakit namazda ya da namaz hâricinde bu sûreyi tam bir bilinç ile/şuurlu olarak ve mânâsını da zihninden geçirerek okurken Allah ile tam bir vuslat; belki de samimi niyetiyle, irâdesiyle, zihnî faaliyetleriyle, kalbi ve diliyle Rabbiyle irtibat halindedir. Bu yüzden bu sûrenin, bir adının da salât/duâ olması ismiyle müsemmâ olduğunu ifâde etmektedir.
Fâtiha sûresi muhtevâsı itibarıyla üç bölümden oluşturulmuştur:
Birinci bölümde kul, bilerek, iman ederek ve nefsinde hissederek Allah’a hamd ve şükretmekte; O’nu, zâtına âit Rahmân ve Rahîm vasfıyla övmekte; hesap ve ceza günü de denilen ‘din günü’nün tek hâkimi ve yegâne yöneticisi olduğunu ikrar ederek gönlünde daha da yüceltme arzusundadır...
İkinci bölümde, Ezelî Sözleşme olarak da bilinen “Elestü bi Rabbikum?” hitabının muhâtabı olarak “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna: “belâ” yani, “evet” diyerek22 kulluğunu ikrar ve itiraf eden mü’minin, ne söylediğini bilerek, inanarak ve içinde duyarak: Rabbimiz! “Biz yalnız Sana ibâdet ediyoruz ve yalnız Senden yardım diliyoruz;” Senden başkasına asla, ne kulluk ederiz ne de kimseden yardım dileriz! Bu sözlerle Allah ile ezeldeki sözleşmesini/ahdini vurgulu bir biçimde tekrar etmektedir.
Üçüncü bölümde ise, takvâ sahibi bir kulun, bu iman ve ikrarını hayatı boyunca; hatta son nefesine kadar aynı şekilde sürdürebilmesi için Rabbinin özel teveccühüne, rahmet ve yardımına ihtiyacının olduğu bilgi ve bilinciyle Allah’tan hidâyet dilemesi; nebîlerin, sıddîklerin, şehidlerin ve sâlihlerin23 yolu ve yaşama
22] 7/A’râf, 172-173
23] 4/Nisâ, 69
FÂTİHA SÛRESİ VE MESAJI
- 11 -
biçimi olan ‘Sırât-ı Müstakim’de sâbit kÂdem kılmasını niyaz etmesidir.
Bizim kültürümüzde Fâtiha sûresi denilince hemen akla ölüler gelir. Bu münasebetle her ölünün mezar taşına: “Ruhuna Fâtiha” ibaresini yazdırmak oldukça yaygın bir gelenektir.
Toplumumuzdaki hâkim inanca göre, en azından üç İhlâs bir Fâtiha okuyup sevabını geçmişlerinin ruhuna bağışlamak, hayattaki yakınları için ölülere karşı âdeta bir vecibedir, en azından yapılması gereken bir insanlık görevidir...
Biz, toplum olarak Kur’ân-ı Kerim’i, genelde indiriliş amacına uygun tarzda öğrenip bilgi edinmek ve hayatımıza uygulamak için değil de anlamadığımız halde, ibâdet ve sevap kastıyla lafzını okuruz. Sonra da, “...bundan hâsıl olan ecr u mesûbatı evvelen bizzat...” der ve Hz. Peygamber’in ruhundan başlayarak ulemânın, sulehânın ve bilcümle İslâm ümmetinin... ruhlarına, daha sonra da kendi geçmişlerimizin ruhlarına bağışlarız.
Bizde devam eden bu geleneğe ve yaygın anlayışa göre Fâtiha sûresi, sanki hayattakiler için değil, ölüler için indirilmiş ve o mânada okunması icap eden bir sûredir.
Hâlbuki,bütün olarak ne Kur’an’ın ne de Fâtiha sûresinin indiriliş amacı ölülerdir. Asıl amaç hayattaki insandır; onun hidâyetinden/kılavuzluğundan yararlanarak Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına uygun bir dünya hayatı yaşamaktır.
İşte Müslümanların Kur’an hakkındaki bu yanlış telakkisinin, Kur’ân-ı Kerim’in ruhu ve özü/özeti diyebileceğimiz Fâtiha sûresinin de mânâsına uygun düşmeyen bir tarzda değerlendirilmesine sebep olduğu açıkça görülmektedir.
Yukarıda da değindiğimiz gibi bu sûre, namazların her rekâtında veya namaz dışında bilinçli/şuurlu olarak ve mânâsını da bilip zihninden geçirerek okuyan mü’min ile Allah arasında önemli bir bağ kurup yeni bir sözleşmenin/ahdin yapılmasını sağlamaktadır.
Ölüm olayı ve ölülerin söz konusu olduğu ortamlar sebebiyle Fâtiha’nın okunması ise, ölümü hatırlayıp aynı âkıbetin yarın, belki de daha yakın bir zamanda bizim de başımıza geleceği düşüncesiyle imanımızı hatırlayarak Yüce Mevlâ’mız ile hemen, orada yeniden iletişim kurup ezeldeki sözleşmeyi yenilemek için olmalıdır...
Fâtiha’nın yukarıda verdiğimiz anlamından da anlaşılacağı gibi kişi, bu sûreyi şuurlu olarak okurken Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd ediyor, kendisine yönelik sayısız nimetleri sebebiyle O’na şükrediyor, ulûhiyyet ve rubûbiyyet sıfatlarıyla O’nu övüyor. O’nun yüce, eşsiz ve emsalsiz bir İlâh, saygı değer, şerefli bir Rab olduğunu gönülden ifade ediyor. Her şeyin ancak O’nun Rahmân vasfı ve merhametiyle varlığını devam ettirebildiğini ikrar ve ifade ediyor. Dünya hayatı sona erdikten sonra kurulacak olan hesap gününde Mülk’ün ve Emr’in sahibinin yine Allah olduğunu, O’nun izni ve dilemesi olmadıkça hiç bir şefaatin ve şefaatçinin olamayacağını bilgi ve bilinçle söylüyor…
İşte bu bilgi ve imanın sonucu olarak da âdeta şöyle demek istiyor: Allah’ım! Seni, başka hiç bir varlıkta bulunmayan bu üstün ve yüce sıfatlarınla tanıyorum. Âlemlerin, tüm yaratılmışların olduğu gibi benim de dünya hayatındaki varlığım,
- 12 -
KUR’AN KAVRAMLARI
varlığımın devamı, ölümüm ve her şeyimin Senden olduğuna şeksiz ve şüphesiz olarak inanıyorum. Âhirette beni tekrar dirilterek dünya hayatında yapıp ettiklerimle hesaba çekip, amellerimi değerlendirecek yegâne hâkimin Sen olduğunu kalpten tasdik ediyorum. Senin eşinin, denginin ve benzerinin olmadığına imanım tamdır…
O halde niçin Senden başka bir rabler edinip de önlerinde eğileyim ki?! Ben Senden başka tanrı tanımıyorum... Aklını kullanmayan düşüncesiz, dinsiz ve inkârcıların yaptıkları gibi nefsî arzularım da dâhil yaratılmış hiç bir varlığa katiyen kulluk etmiyorum ve etmeyeceğim! Bu yüzden ey Rabbimiz! “Biz, sadece Sana ibâdet ediyor ve sadece Senden yardım diliyoruz!”
Bu ifadeleriyle mü’min, ezelde, Elest Bezminde Allah’la kendisi arasında akdedilmiş olan kulluk sözleşmesini ve sadece O’na ubûdiyetteki, kulluktaki kesin kararlılığını tekrarlayıp yinelemiş olmaktadır. Sonra da: Rabbimiz! Bu iman ve bu kararlılığımızla birlikte hayatımızı yakîn/ölüm gelinceye kadar sürdürebilmemiz için Senin hidâyetine, desteğine ve korumana ihtiyacımız var. Bizi nefsimizin, çevremizin ve şeytanın eline bırakma, anlamında duâ etmektedir: “Bizi, Doğru Yola; gazap ettiğin fasıkların ve yoldan sapmış olan kâfirlerin değil, özel nimet verdiğin Nebilerin, Sıddîklerin, Şehitlerin ve Salihlerin yoluna Sırat-ı Müstakime ilet!”
Bizce Fâtiha Sûresinin ölü ile değil, ölüm ile ilişkisi işte bu olmalıdır. Sevabı yani bu sûreyi okumanın karşılığı ise, bu sûreyi uyanık bir kalp ve bilinçle okuyan kimsenin Allah ile sözleşmesini yenilemiş olmasıdır… Sevap ise, tamamen Allah’a ait bir şeydir. Kime, ne kadar bahşedeceğini O bilir. O’nun lütfunun ve ihsanının sınırı elbette yoktur!
O halde, Fâtiha sûresi, sâdece namazda değil, Allah’ı zikretmek gerektiği her an ve her yerde bu bilgi ve bilinç ile okunmalıdır. 24
Fâtiha Sûresinin Lisan-ı Hali
1- Fâtiha önsözdür, Kur’an’ın mukaddimesidir. Vahye açılan kapıdır. Başlangıçtır Fâtiha, anahtardır, giriş, sunuş ve sonuçtur. Dilekçedir, duâdır, sözleşme, anlaşma ve antlaşmadır, Rab’le kulun diyalogudur.
2- Fâtiha sûresi, tüm özellik ve güzellikleriyle, Kur’an’ın özetidir. Hz. Ali der ki: “İlimler hazinesi Kur’an, Fâtiha sûresinde; Fâtiha da besmelede özetlenmiştir.”
3- Cin ve meleklerin, canlı-cansız tüm âlemlerin Rabbi Allah da, ey küçük âlem olan insan, senin Rabbin kim? Düşünce ve davranışlarında seni yönetip terbiye eden O’ndan başkası olabilir mi?
4- Bu sûre ile Rabbimiz, bizim kendisini nasıl övüp şükredeceğimizi, duâ edeceğimizi öğretmiştir. Öyleyse Fâtiha’yı duâlarımızın başında ve sonunda dilimizden eksik etmeyelim.
5- Tüm övme ve övülmeler Allah’a hastır. O’nun nizamının hakkıdır tüm övme ve övülmeler. Peki, nasıl olur da hamdi, övgüyü sadece Allah’a has kılan bir mü’min, söz ve davranışlarıyla Allah’ın nizamından başka herhangi bir düzeni, bir düşünceyi, bir sistemi övüp medhedebilir?
24] Zeki Duman
FÂTİHA SÛRESİ VE MESAJI
- 13 -
6- Din gününde yani kıyâmet gününde güven içerisinde olmak istiyorsan, din gününün sahibi olan Allah’ın dininden hiç ayrılma. Ne yaparsan yap yaptığının karşılığını göreceksin o günde.
7- Kulluk; ibâdet, boyun eğmek, bağlanmak demektir. Peki ey müslüman, tüm hareket ve davranışlarında sen kime bağlısın, kime boyun eğiyor ve kime kulluk ediyorsun? Şâyet Allah’ın emirleri doğrultusunda, Allah içinse tüm yaptıkların, gerçek bir kulsun sen. Değilse...
8- Allah’ın yardımı olmadan, lâyıkıyla O’na ibâdet de edemeyiz. O’nun yardımına lâyık olmak ise kul olmaya bağlıdır. Kul olmayanlara, gerektiği gibi kulluk yapmayanlara gelmez Allah’ın yardımı.
9- Müslüman da olsa her insan yanılabilir, yoldan çıkabilir. Onun için sürekli sırât-ı müstakîmi, yolların en doğrusunu Allah’tan istemeli ve o yolda devamlı kalmayı dilemeliyiz.
10- Dosdoğru yola ulaştıran düstur, içerisinde hiç şek-şüphe olmayan ve muttakiler için hidâyet rehberi olan Kur’an’dır. Sırât-ı müstakîm, ancak Kur’an’a sarılmakta ve onu yaşamaktadır. Cennetin yolu sırât-ı müstakîmde olmaya; sırât-ı müstakîmde olmak ise, sâlih amellerin adamı olmaya bağlıdır.
11- Bunca günah ve hatalarımızın, bizde Rabbimizden istemeye yüz bırakmadığını düşünmüş olabiliriz. Onun için biz de başta peygamberler olmak üzere ümmet olarak “biz” diye duâ ettik. Ümmet dini olan İslâm’da ben-sen yok, biz; fertler yok, cemaat vardır. Öyleyse her Fâtiha okuyuşumuzda ümmetin bir ferdi, İslâm’ı yaşama ve yaşatma konusunda İslâm’ın bir şûbesi olduğumuzu unutmayalım.
12- Peygamberler, sıddıklar, şehitler ve sâlihler kendilerine nimet verilenlerdir.25 Öyleyse onların yolunda, onları örnek alarak nimetlere ehil kişiler olmaya gayret etmeliyiz. Şu geçici dünyada bunca nimetler içerisinde yüzen kâfirler bizi aldatmasın. O nimetler geçicidir, cennet nimetleriyle karşılaştırma bile yapılamaz. Onların âhiret nimetlerinden alacakları hiçbir şey yoktur.
13- Allah’ın lânet ve gazâbına uğramış, azâbını hak etmiş tüm lânetlilerin gidişat ve yollarından uzak duralım, sonra da Fâtiha’yı okuyalım. Lânetlenmiş yollarda yolumuzu kaybettiğimiz durumda Fâtiha okumak anlamsızdır.
14- Müslüman! Her Fâtiha’yı okuyuşunda Rabbinin huzurunda durduğunu, Rabbinle konuştuğunu ve Rabbinden istediğini unutma. O’na yaraşır kul olmaya çalış.
15- “Fâtiha’sız namaz olmaz”26 hadisine göre namazda Fâtiha okumak vaciptir. Hanefiliğin dışındaki diğer mezheplere göre ise farzdır. Buna göre bir günde 40 rekâtlık namazda kırk kere Fâtiha’yı tekrarlıyoruz. Namaz bizi hazırlayan, yetiştiren mektep olduğuna/olması gerektiğine göre, Fâtiha’sız namaz; namazsız da hayat olmaz. Aslında tekrar sanılan bu her bir okuyuş, bizi değişik bir açıdan hesaba çeken bir uyarıdır. Fâtiha’ya uymayan her yanlış söz ve davranıştan uzaklaşmak için yeni bir alarm ve ikazdır.
25] 4/Nisâ, 69
26] Dârimî, Salât 36; İbn Mâce, İkame 11; Tirmizî, Mevâkît 69, 115, 116
- 14 -
KUR’AN KAVRAMLARI
16- Fâtiha’nın sonunda, okuyan ve dinleyenin “âmin” demesi sünnettir. Âmin, duâmızı kabul buyur Allah’ım, demektir. 27
Fâtiha ve Sûrelerin Başında Geçen Besmele Kur’an’dan Bir Âyet midir?
Sûre başlarında yazılı bulunan besmelenin, Kur’ân’dan bir âyet olup olmadığı üzerinde ihtilâf edilmiştir. el-Mushafu’l-imâm (ilk ve esas Kur’ân nüshası) yazıldığı zaman Berâe Sûresi dışında kalan sûrelerin başına besmele yazılmıştı. O ana nüshadan İstinsah edilen bütün nüshalarda da sûre başlarına besmele yazılmıştır. Sahâbîler, Mushaftan olmayan bir şeyi Mushafa yazmazlardı. O zaman Kur’ân’da nokta ve öteki işaretler de yoktu. Daha sonra konulan nokta ve diğer işaretler, Kur’ân’ın metninden ayrılsın diye, metin mürekkebinden ayrı mürekkeple yazılmıştı.
Ebû Dâvud’un ibn Abbâs’tan rivâyetine göre: “Peygamber (s.a.s.), kendisine ‘Bismillahirrahmanirrahim’ ininceye dek bir sûreyi diğerinden ayırmayı veya bir rivâyete göre sûrenin bittiğini bilmezdi.”28 Ümmü Seleme’nin de “Peygamber’in (s.a.s.), besmeleyi Fâtiha’dan bîr âyet olarak okuduğunu söylediği rivâyet edilir.29 Ebû Hüreyre’nin rivâyetinde ise Peygamber (s.a.s.): “Fâtiha’yı okuduğunuz zaman ‘bismillâhirrahmânirrahîm’i de okuyun. Çünkü Fâtiha Kur’ân’ın anası, Kitabın anası, yedişerli iki (es-Seb’u’l-mesânî)dir. Bismillâhîrrahmânirrahîm de onun âyetlerinden biridir.” 30
İbn Abbas’ın (r.a.) nakline göre Rasûlullah (s.a.s.), namaza besmele ile başlardı. 31
Enes’den (r.a.), Rasûlullah’ın (s.a.s.) namazda nasıl okuduğu soruldu. O da, Rasûllah (s.a.s.), namazda çok uzun okurdu, diyerek besmele ile başladı ve: Fâtiha sûresini okuduktan sonra da ‘Rasûlullah’ın (s.a.s.) okuduğunu ben de size aynen okudum’ dedi. 32
Enes (r.a.): “Bir gün Rasûlullah’ın (s.a.s.) huzurundaydık. Rasûlullah bir ara hafifçe uyudu. Uyanınca tebessüm etti. Biz, ‘seni tebessüm ettiren nedir?’ diye sorunca Rasûllah (s.a.s.): “Şu anda bana bir sûre nâzil oldu” diyerek, “Bismillâhirrahmânirrahîm İnnâ a’taynâke’l-kevser…” (Kevser) sûresini okudu.”33 der.
Şâfiîlere göre bu hadis, besmelenin bütün sûrelerden bir âyet olduğuna işaret eder. Çünkü Resûlulah (s.a.s.), onu Kevser sûresi ile beraber okumuştur.
Şâfiîlerin naklî delilleri kadar aklî delilleri de vardır, imam Şâfiî’nin yazmış olduğu Kur’an-ı kerimde besmele, Fâtiha’nın başında yazıldığı gibi, Berâe sûresinin dışında bütün sûrelerin başında da yazılmıştır. Bu nüshanın çoğaltılarak diğer şehirlere gönderilen sûretlerinin hepsinde de sûrelerin başında besmele yazılıdır.
27] İslâm Ansiklopedisi, T.D.Vakfı Y. c. 12, s. 252-253; Ali Akpınar, Namaz Duâları ve Sûreleri, s. 77 vd.
28] Ebû Dâvud, Salât 122
29] el- Fethurrabbani, 3/189
30] Dârekutnî, Salât, Bâbu Vucûbi Kırâat-i Bismillâh
31] Timizî
32] Buhârî, Enes’den rivâyet etmiştir.
33] Müslim; Nesâî; Tirmizî ve İbn Mâce. Tirmizî: “Sahih ve hasen hadistir” demiştir. Cem’u’1-Fevâid, c. 2, s. 285
FÂTİHA SÛRESİ VE MESAJI
- 15 -
İmam Şâfiî (r.a.) ve benzeri büyüklerin Kur’ân-ı Kerim’den olmayan şeyleri sûre aralarına yazmayacakları bilinmektedir. Hatta onlar, Rasûlullah’ın (s.a.s.) zamanında olmayan bir şeyin Kur’an’da bulunmasını istemedikleri için Kur’an’ı aşır halinde, sûreleri ve isimlerini harekeli olarak yazmazlardı.
Böyle bir titizlikle yazılan Kur’an-ı Kerim’lerde besmelenin Fâtiha’nın ve diğer sûrelerin başlarında yazılması, onun her sûreden bir âyet olduğunu gösterir.
İşte bu kanıtlara dayanan İmam Şâfiî, Besmele’yi Fâtiha’dan bir âyet saydığı gibi, diğer sûrelerdeki besmeleleri de Kur’an’dan birer âyet kabul etmiştir.34
Hz. Peygamber’in, Besmele çekmeden Fâtiha okuduğu hakkında da hadisler vardır. Hz. Âişe’nin: “Allah’ın Elçisi (s.a.s.) namaza tekbir ile, okumaya da (Elhamdu lillâhi rabbi’l-âlemîn) ile başlardı”35 sözleridir. Enes İbn Mâlik de şöyle demiştir: “Peygamber’in (s.a.s.), Ebû Bekir’in, Ömer’in ve Osman’ın arkasında namaz kıldım. Bunlar (Elhamdu lillâhi rabbi’l-âlemîn) ile başlardı, namazın ne önünde, ne de sonunda (Bismillâhirrahmânirrahîm) demezlerdi.”36 “Onlardan hiçbirinin, (bismillâhirrahmânirrahîm) dediğini duymadım.”37 “Onlar okumaya (elhamdülillâhi rabbi’l-âlemîn) ile başlardı. 38
Ebû Hureyre, Peygamberimiz’den şu hadisi nakletmiştir: “Yüce Allah buyurdu ki: Namazı benimle kulum arasında ikiye ayırdım. Yarısı benim için yarısı kulum içindir. Kulumun dilediği, kendisine verilecektir. Kul, ‘Elhamdu lillâhi rabbi’l âlemin’ dediği zaman Allah: Kulum bana hamd etti, der. Kul, ‘er-Rahmâni’r-rahîm’ dediği zaman Allah: Kulum benim şerefimi andı, der. Kul, ‘mâliki yevmi’d-dîn’ dediği zaman Allah: Kulum işini bana havale etli, der. Kul, ‘iyyâke na’budu ve iyyâke neste’în’ dediği zaman Allah: Bu, benimle kulum arasında (bir sır)dır. Kulumun istediği kendisine verilecektir, der. Kul, ‘ihdinâ’s-sırâta’l-mustakîm...’ dediği zaman Allah: Kuluma dilediği verilecektir, der.”39 Burada Hz. Peygamber (s.a.s.), Fâtiha’nın âyetlerini sayarken besmeleyi zikretmemiştir.
Malîkilere göre hadisteki “Namazı ikiye ayırdım” cümlesinde geçen “namaz”dan maksat, Fâtiha sûresidir. Fâtiha sûresi okunmadan kılınan namazın sahih olmaması sebebiyle hadiste ona namaz ismi verilmiştir. Eğer besmele, Fâtiha sûresinden bir âyet olsaydı, bu rivâyette zikredilirdi.
Malîkilere göre, Besmele Fâtiha sûresinden bir âyet olsaydı, Fâtiha sûresindeki “Rahmân ve Rahîm” kelimelerinin tekrarlanmaması lâzım gelirdi. Bu sûrenin “Rahmân ve Rahîm Allah’ın ismiyle. Hamdolsun âlemlerin Rabbi olan Allah’a. Rahmân ve Rahîm...” şeklinde dizilişi demek olurdu ki, bu da Kur’an’ın edebî üslûbuna aykırı olurdu.
Besmelenin sûrelerin başında yazılması ve herhangi bir şeyin başlangıcında okunması, Rasûlullah’ın (s.a.s.) sünnetine uymak ve bereket içindir. Onun sûrelerin başında tevatürle yazılması Kur’an’dan olduğuna tevatürî bir delil
34] Muhammed Ali Sabuni, Ahkâm Tefsiri, Şamil Y., c.1, s. 29
35] Müslim, Hz. Aişe'den.
36] Müslim, Salât 52; Nesâ'î, Iftitâh 20
37] Buhârî; Müslim, Salât 51, Enes bin Mâlik'ten.
38] Dârimî, Salât 34
39] Ebû Dâvûd, Salât 132; Tirmizî, Tefsir; Nesâî, İftitâh 23; İbn Mâce, Edeb 52; Müslim, Süfyan bin Üyeyne'den, o da Ulâ bin Abdurrahman'dan, o da Ebû Hüreyre den nakletmiştir. Geniş bilgi için: Kurtubî, Tefsir. c. 1, s. 94; Cessas, Ahkâmu'l-Kur’âniyye, c. 1, s. 9
- 16 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sayılmaz.
Kurtubî, bununla ilgili olarak: “Şâfiî ve Mâlik’in görüşlerinden en sahihi, İmam Mâlik’indir. Zira Kur’an âyetleri âhad haberlerle tespit olunamaz. Kur’an âyetlerinin tespit yolu, ihtilaf kabul etmeyen kâfi tevâtürle olur.” der.
Ahkâmu’l Kur’an sahibi İbnu’l-Arabî ise: “Âlimlerin besmelenin Kur’an’dan sayılıp sayılmayacağı hakkındaki münakaşaları, onun Kur’an’dan sayılmayacağına kâfi bir delildir. Zira Kur’an âyetleri münakaşa kabul etmez. Nitekim sahih haberler besmelenin Neml sûresinin dışında Fâtiha’dan da, herhangi bir sûreden de bir âyet olmadığına işaret eder. Bizim mezhebimiz (Mâlikî) diğer mezheplere aklın kabul edeceği bir tarzda tercih edilir. Medine-i Münevvere’de, Rasûlullah (s.a.s.) zamanından İmam Mâilk (r.a.) dönemine kadar besmeleyi Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’in sünnetine ittibâen hiçbir şahıs okumamıştır. Bu da diğer mezheplerin görüşünü redde kâfidir. Bizim mezhebin görüş sahipleri, besmelenin nafile namazlarda okunmasına müstehab demişlerdir. Besmelenin okunması hakkında vârit olan hâdis ve rivâyetler, nâfile namazlarda kıraatinin müstahab olduğuna işaret eder.”40 demektedir.
İmam Mâlik, bu delillere dayanarak Neml suresinin 30’uncu âyeti dışındaki besmelenin, âyet olmadığı kanâatine varmıştır. Ona göre besmelenin sûre başlarına yazılması, Hz. Peygamber’in böyle emretmesi ve her işe besmele ile başlanmasını buyurması yüzünden olabilir. Gerçi besmelenin, sûre başlarına yazılması mütevatir olarak nakledilmişse de sûre başlarındaki besmelenin Kur’ân’dan birer âyet olduğuna dair tevâtür yoktur.
Peygamberimizin, namazda besmeleyi okumadığına dair hadisler de, okuduğuna dair hadisler de vardır. Fakat okuduğuna dair hadisler daha kuvvetlidir. Kendisinin ve sahâbîlerinin, namazda besmeleyi gizli okuduğuna dair hadisler de mevcuttur. Bu rivâyetlerden, Hz. Peygamber’in, namazlarında bazen besmeleyi açık, bazen gizli okuduğu anlaşılır.
Hanefîlere göre besmelenin Kur’ân’a yazılması, onun Kur’ân olduğunu gösterirse de her sûreden bir âyet olduğunu göstermez. Besmelenin, namazda Fatiha ile bareber açıktan okunmadığına dair hadisler de onun, Fâtiha’dan bir âyet olmadığına delildir. Sûre başlarında bulunan besmele, müstakil bir âyettir, sûreye dâhil değildir. Yalnız Neml Sûresinin ortasında geçen besmele, o sûrenin bir âyetidir.
Hz. Peygamber (s.a.s.), Mülk Sûresinin otuz âyet olduğunu söylemiştir. Kurrâ’ ve âyet sayıcılar, “Mülk Sûresinin, besmele hâriç otuz âyet olduğunda birleşmişlerdir. Yine Hz. Peygamber, Kevser Suresinin üç âyet olduğunu söylemiştir. Kevser Sûresi de besmele hâriç, üç âyettir. Eğer besmele bu sûrelere dâhil olsaydı, Mülk Sûresinin otuz bir, Kevser Sûresinin de dört âyet olması lâzım gelirdi.
Besmelenin âyet olup olmadığı, âyet ise sûrenin bir parçası olup olmadığı hakkındaki bu görüş farkları yüzünden besmelenin namazda okunması meselesinde de görüş ayrılıkları doğmuştur:
İmam Mâlik, besmeleyi âyet kabul etmediği için farz namazlarda ne açıktan, ne de gizli olarak besmele okunmasını câiz görmemiştir. İmam Şâfiî ve İmam
40] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l Kur’an, c. 1, s. 103
FÂTİHA SÛRESİ VE MESAJI
- 17 -
Ahmed de besmeleyi, her sûreye dâhil bir âyet gördükleri için açık okunan namazlarda açıktan, gizli okunan namazlarda gizliden besmele okunmasının farz olduğunu söylemişlerdir. Ebû Hanife ise besmeleyi müstakil âyet kabul ettiği için Fâtiha’dan önce gizli olarak besmele çekmenin sünnet olduğunu söylemiştir.
Hanefilerin Delilleri
Hanefilere göre besmelenin Kur’an’da yazılışı ve ondan bir âyet oluşu, her sûreden bir âyet oluşuna işaret etmez. Nitekim besmelenin gece namazlarında sesli okunmamasını emreden hadisler, onun Fâtiha’dan olmadığını gösterir. Hanefiler, Neml sûresinin dışında Kur’ân-ı Kerim’den tam bir âyet olduğuna ve sûreleri birbirinden ayırmak için nâzil olduğuna hükmetmişlerdir.
Hanefîlerin görüşünü teyid eden delillerden bir kısmı şunlardır:
Ashâb-ı kiramdan nakledilen: “Biz, besmele nâzil olana kadar sûrelerin başlangıcını ve sonunu bilmiyorduk.”41 sözleri ile, İbn Abbas’dan (r.a.) rivâyet edilen: “Rasûlullah (s.a.s.), besmele nâzil olana kadar sûrelerin birbirinden ayırılmasını bilmiyordu. Ancak, besmele nâzil olunca bildi.” 42 sözleri Hanefîlerin görüşünü takviye ediyor.
İmam Ebû Bekr er-Râzi 43 ise bu konuda şöyle demektedir: “Âlimler, besmelenin Fâtiha’dan bir âyet olup olmadığı konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Kûfe kıraat âlimleri onu Fâtiha’dan bir âyet sayarken, Basra kıraat âlimleri saymamışlardır. İmam Şâfiî, besmelenin Fâtiha’dan bir âyet olduğuna, onu terk edenin namazını iâde etmesi gerektiğine hükmetmiştir. Ebu’l Hasan el-Kerhî ise, besmelenin namazlarda açıktan okunamayacağını söyler. Şeyhin bu sözü, besmelenin Fâtiha’dan bir âyet olmadığına işaret eder. Bizim mezheb âlimlerinin görüşüne göre besmele, sûrelerin başında bir âyet değildir. Çünkü onu namazlarda açıktan okumuyorlar. Besmelenin Fâtiha sûresinden olmaması, başka sûrelerden de olmadığına da işaret eder kanaatindedirler.
“Yalnız İmam Şâfiî, besmelenin her sûreden bir âyet olduğunu söylemiştir. Bu görüşü İmam Şâfiî’den başka hiçbir âlim söylememiştir. Zira selef arasındaki görüş ayrılığı da besmelenin Fâtiha sûreninden bir âyet olup olmadığı şeklindedir. Nitekim hiçbir âlim, besmelenin sûrelerin başından bir âyet olduğunu kabul etmemiştir.” diyerek sözlerine şöyle devam eder: “Rasûlullah’dan (s.a.s.) rivâyet edilen “Kur’an’da 30 âyetli bir sûre vardır ki, okuyucu affolununcaya kadar şefaat eder. Bu sûre Tebarekellezî bi yedihil mülk’tür” hadis-i şerifi, besmelenin sûrelerin başından bir âyet olmadığına işaret eder. Kıraat âlimleri ile diğer âlimler Tebâreke sûreninin besmele dışında 30 âyet olduğu konusunda görüş birliği içindedirler. Eğer besmele sûreden bir âyet olsaydı, Tebareke’nin 31 âyet olması lâzım gelirdi. Bu da, Rasûlullah’tan (s.a.s.) rivâyet edilen hadise aykırı düşerdi. Yine bütün beldelerin kıraat ve Fıkıh âlimleri Kevser sûresinin 3, İhlâs sûresinin 4 âyet olduğunda ittifak etmişlerdir. Eğer besmele bu sûrelerden bir âyet olsaydı, Kevser sûresinin 4, İhlâs sûresinin 5 âyet olması lâzım gelirdi.” 44
41] Ebû Dâvud; el-Camiu li Ahkâmi’l Kur’an, c. 1, s. 95
42] Hâkimin Müstedrek’inde Ebû Dâvud'un İbn Ayaş’tan sahih bir senetle rivâyet ettiği yazılıdır.
43] Ebû Bekr er-Râzi, Ahkâm Âyetlerinin müfessiri Cessas’tır.
44] Cessas, Ahkâmü'l-Kur'an, c. 1, s. 9-11
- 18 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yukarıda naklettiğimiz mezheb görüşlerinden tercih edilecek olan Hanefî’nin görüşüdür. Zira baştan sona birbirine muârız olan iki görüşün (Şafiî-Mâlikî) ortasıdır. Şafiîier, besmelenin Fâtiha’dan, hatta her sûreden bir âyet olduğunu savunurlarken Mâlikîler de, Fâtiha’dan da Kur’an’dan da bir âyet olmadığını iddia ederler.
Dikkatli bir gözle, sâlim bir zekâ ile besmelenin Kur’an-ı kerimde tevâtüren yazılışına baktığımız zaman, hiçbir âlimin bugüne kadar ona karşı çıktığı ve inkâr ettiği görülemez. Nitekim ashâb-ı kirâmın Kur’ân-ı Kerim üzerinde nasıl titizlikle durdukları, hatta her harfi üzerinde dahi inceden inceye araştırma yaptıkları bilinmektedir. Bu da göstermektedir ki, besmele, Kur’ân-ı Kerim’den bir âyettir. Her sûreden ve Fâtiha’dan bir âyet değildir. Sûrelerin arasını ayırmak için gönderilmiştir. Bu görüşü Abdullah bin Abbas’dan (r.a.) “Rasûlullah (s.a.s.), besmele gönderilene kadar sûrelerin başlangıç ve sonlarını bilmiyordu. Ancak besmele gönderilince bildi.” hadisi de teyid etmektedir.
Besmelenin her sûrenin başından bir âyet olmadığını. Belâgat kaidelerinden de çıkarmak mümkündür. Çünkü Araplar sözlerinin çok belîğ olması için ifade ve imlâlarının başında değişik üslublar kullanırlardı. Eğer besmele her sûrenin başından bir âyet olsaydı, bütün sûreler tek bir üslubla başlardı. Bu ise Kur’an’ın edebî üslûbunun mûcizelğine ters düşerdi.
Mâlikîlere göre, besmelenin Kur’an’dan bir âyet olduğu tevâtüren sâbit değildir. Öyleyse Kur’an’dan değildir. Bu görüş imam Cessas’ın dediği gibi açık ve tercih olunabilecek bir görüş değildir. Zira “bir âyetin Kur’an’dan oluşunun tevatüren rivâyet edilmesi gerekir” şeklindeki delil geçersizdir. Bizim için Rasûlullah’ın (s.a.s.) yazılmasını emretmesi ve emrinin tevâtüren bize ulaşması kâfidir. Ümmet, “Kur’an’da yazılı olan her şey Kur’andır” diye ittifak etmiştir. Besmele, Kur’an’da müstakil bir âyettir. Sûrelerin ve kitapların başında yazılması ve okunması hayır ummak içindir. Bütün bu açıklamalar, besmele hakkında gelen bütün nassların mânâlarını toplar. 45
Besmelenin Namazda Okunmasının Hükmü Nedir?
Fakihler besmelenin namazda okunması konusunda birkaç görüşe ayrılmışlardır.
a) İmam Mâlik’e göre besmele yalnız farz namazlardaki Fâtiha ve diğer sûrelerin başında gizli ve açık olarak okunmaz. Farz dışındaki sünnet ve nâfile namazlarda isteyen okuyabilir.
b) Ebû Hanife’ye göre besmele namazlardaki her rekâtta Fâtiha sûresinden önce okunur. Diğer sûrelerin başında okumak ise güzeldir. 46
c) İmam Şâfiî’ye göre besmelenin gizli okunacak yerde gizli, açık okunacak yerde açık okunması farzdır.
d) İmam Ahmed bin Hanbel’e göre besmele namazda gizli okunur. Açık
45] Daha fazla bilgi edinmek isteyenler Ibnü'l Arabî’'nin Ahkâmü'l Kur’an’ına, Kurtubî’nin tefsirine, Fahreddin er-Râzi'nin Mefâtihu'l Gayb’ına ve Cessâs'ın Ahkâmu'l Kur’an’ına bakabilirler. Ed-Dâru Kutnî de besmelenin Kur'anda bir âyet olduğunu gösteren bütün delilleri bir araya toplamıştır. Muhammed Ali Sabuni, Ahkâm Tefsiri, Şamil Y., c. 1, s. 32-38
46] Cessas, age, c. 1, s. 15; Kurtubî, age., c. 1, s. 98
FÂTİHA SÛRESİ VE MESAJI
- 19 -
okunması sünnet değildir.
Adı geçen imamların besmele hakkındaki görüş ayrılıklarının sebepleri birinci hükümde delilleriyle beraber açıklanmıştır. Bu hususta selefin görüşleri arasında da ayrılık vardır.
İbn Cevzi, Zâdü’l Mesir’inde: Âlimler arasında besmelenin Fâtiha’dan olup olmadığı konusunda görüş ayrılıkları vardır. Bununla ilgili olarak Ahmed bin Hanbel’den rivâyet edilen iki görüş bulunmaktadır. Birisi, besmelenin Fâtiha’dan olduğunu, dolayısıyla namazda okunmasının farz olduğunu söyleyenlerin görüşüdür. Diğeri ise Fâtiha’dan olmadığını, bundan dolayı namazda okunmasının sünnet olduğunu söyleyenlerin görüşüdür. Bu görüşe yalnız İmam Mâilk (r.a.) karşıdır. Hatta ona göre besmelenin farz namazlarda okunması müstehab bile değildir.
“Besmelenin namazda açıktan okunması da âlimler arasında ihtilâf konusu olmuştur. Âlimlerin bir kısmı Ahmed bin Hanbel’in “Besmelenin namazda açıktan okunması sünnet değildir” görüşünü nakletmişlerdir. Bu görüş Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali ve İbn Mes’ud’un (radıyallahu anhum) sözlerine dayanır. İmam Sevri ve İmam-ı Azam’ın görüşleri de bu yoldadır. İmam Şâfiî’ye göre de besmelenin namazda açıktan okunması sünnettir. Bu da Muaviye, Âtâ ve Tâvûs’un rivâyetine dayanır.”47 demektedir.48
Fâtiha’nın Namazda Okunması Farz Mıdır?
Fakihler, Fâtiha’nın namazda okunması konusunda iki görüşe ayrılmışlardır:
a) Cumhura49 (Mâlikî, Şâfiî, Hanbelî) göre; Fâtiha’nın namazda okunması sıhhatinin şartıdır. Fâtiha sûresini bilip de okumayan bir kimsenin namazı sahih olmaz.
b) İmam Sevri ve İmam-ı Azam Ebû Hanife’ye göre namaz Fâtiha okunmaksızın da sahih olur. Namazda Kur’an’dan 3 kısa âyet veya 1 uzun âyetin okunması ise farzdır.
Cumhurun Delilleri
Cumhur, Fâtiha’nın namazda okunmasının farz olduğunu birçok delille isbat etmişlerdir.
Birinci delil: Ubâde bin Sâmid’in Rasûlullah’tan (s.a.s.) naklettiği şu hadis-i şeriftir: “Fâtiha’yı okumayanın namazı geçerli değildir.” 50
İkinci delil: Ebû Hüreyre’nin Rasûlullah’tan (s.a.s.) naklettiği: “Kim namaz kılar da Ümmü’l-kitab’ı (Fâtiha’yı) okumazsa o namaz noksandır, noksandır, noksandır. Tamam değildir.” 51 hadis-i şerifidir.
47] İbni Cevzî, age., c. 1, s. 7-8
48] Muhammed Ali Sabuni, Ahkâm Tefsiri, Şamil Yayınları, c. 1, s. 38-39.
49] Cumhur kelimesi; Fıkıh, Usûl-i Fıkıh, Tefsir, Kelam ve ilh.. gibi ilim dallarındaki alimler topluluğunun çoğunluğuna verilen isimdir.
50] Cem’u'l Fevâid, c. 1, s. 197. Bu hadis-i şerif İmam Mâlik’in Muvattâ’sı dışında Kütüb-i sittenin hepsinde nakledilmiştir.
51] İmam Mâlik; Tirmizi; Nesai; Cem’u’l Fevâid, c. 1, s. 197
- 20 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Üçüncü delil: Ebû Said el-Hudrî’nin naklettiği şu hadis-i şeriftir: “Rasûlullah (s.a.s.), bize namazda Fâtiha sûresi ile bildiğimiz diğer bir sûre veya bir sûreden birkaç âyetin okunmasını emretti.”
Cumhura göre bu hadis-i şerifler, Fâtiha sûresinin namazda okunmasının farz olduğuna delâlet eder. Zira Rasûlullah’ın (s.a.s.) birinci delildeki hadis-i şerifi namazın sıhhatli olmayacağına delâlet ettiği gibi; Ebû Hureyre’den nakledilen ve Rasûlullah tarafından üç defa tekrar edilen “o namaz noksandır” ifadesi de Fâtiha okunmadan kılınan namazın noksan ve fâsit olacağını gösterir. Öyleyse Fâtiha’nın namazda okunması farzdır ve namazın sıhhatinin şartlarındandır.
Hanefîlerin Delilleri
İmam Sevrî ile Hanefî mezhebinin fakihleri, namazın Fâtiha okunmadan da sahih olacağını Kitap ve Sünnetten çıkardıkları delillerle savunurlar. Kitaptan aldıkları delile göre Cenâb-ı Hakk’ın: “Şüphe yok ki Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden biraz eksik yarısı, üçte biri kadar ayakta durmakta olduğunu ve senin maiyetinde bulunanlardan bir zümrenin de (böyle yaptığını) biliyor. Geceyi, gündüzü Allah saymaktadır. O, bunu sizin sayamayacağınızı bildiği için size karşı (ruhsat tarafına) döndü. Artık Kur’an’dan kolay geleni (ne ise onu) okuyun...”52 âyeti, namazda bir miktar okunmasının farz olduğunu gösterir. Âyetteki “okuyun!” emri, namazdaki okumaya işarettir. Hiçbir âlim “Bu âyet, gece namazlarındaki okumaya mahsustur” dememiştir. Öyleyse âyetteki “Okuyun” emri yalnız gece namazında okuma değil, bütün namazlarda okunmasının farz olduğunu ifade eder. 53 Hadis-i şeriflerden aldıkları delil ise, Ebû Hureyre’den nakledilen şu hadise dayanır: “Bir gün Mescid-i Nebevi’ye bir kişi gelerek namaz kıldı. O kimse namazdan sonra Rasûlullah’a (s.a.s.) gelerek selâm verdi. O kimsenin selâmını aldıktan sonra Rasûlullah (s.a.s.), “Geri dön, namazını yeniden kıl. Zira sen namaz kılmadın” buyurdu. O kimse tekrar namaz kılıp Rasûlullah’a (s.a.s.) gelince, onu yine namaz kılması için geri çevirdi. Bu şekilde üç defa geri çevrilen kimse Rasûlullah’a (s.a.s.) gelerek: “Seni hak yolu üzere gönderenin ismi ile yemin ederim ki, bundan daha güzel bir şekilde namaz kılmasını bilmiyorum.” deyince, Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Sen namaz kılmak istediğin zaman güzelce bir abdest al. Sonra kıbleye dönerek tekbir getir. Sonra da Kur’an’dan ne biliyorsan onu oku. Daha sonra belini tam eğerek rükû yap. Rükûdan kalkarak dik dur ve daha sonra secde yap. Secdeden kalkarak normal bir oturuşla otur. Daha sonra tekrar secdeye git. Secdeden sonra doğruca ayağa kalk. Benim bu tarif ettiklerimi bütün namazlarında uygula.”54 buyurdu.
Hanefi fakihleri, Ebû Hureyre’den nakledilen, bu hadisindeki namaz kılan için “Kur’an’dan ne biliyorsan onu oku” emr-i Peygamberîsini delil getirerek, namazda Kur’an’ın neresinden olursa olsun okunmasını, kılanlar için serbest bırakmışlardır. Bu hadis Hanefîlerin görüşünü kuvvetlendirdiği gibi, “Artık Kur’an’dan kolay geleni okuyun” âyeti de Kur’an’dan belli bir sûre veya âyetin okunmasına değil, sadece namazda herhangi bir âyetin okunmasına işaret eder.
Ubâde bin Samid’in rivâyet ettiği hadis, Hanefi âlimlerine göre, namazın bâtıl olduğuna değil, sünnet üzere kılınmadığına işaret eder. Onlar, Fâtiha’sız
52] 73/Müzzemmil, 20
53] Cessas, age, c. 1, s. 18
54] Sâyis, Ahkam ayetlerinin tefsiri, C. 1, S. 13. Cessas. Age. C. 1. S 20.
FÂTİHA SÛRESİ VE MESAJI
- 21 -
kılınan bir namazın kerâhetle sahih olduğuna hükmederler. Bu hadis-i şerifi, Rasûlullah’ın (s.a.s.) şu hadis-i şerifine benzetirler: “Evi mescide yakın (komşu) olanın namazı ancak mescidde olur.” Buradan anlaşılan, mescidde kılınmayan namazın kabul olunmayacağı değil, sadece o namazın mükemmelinin mescidde kılınacağıdır.
Ebû Hureyre’den rivâyet edilen hadiste geçen ve üç defa tekrarlanan “O namaz noksandır” cümlesi bizim aleyhimize değil, lehimize bir delildir. Çünkü “noksandır” kelimesi namazın bâtıl olduğunu göstermez. Aksine, namazın noksan olarak kabul olunduğuna işaret eder. Eğer câiz (kabul) olunmasaydı ona “namazın noksandır” denilmezdi. Zira bir şeyin eksik oluşu, onun yokluğuna delâlet etmez.
Buraya kadar kısa ve öz olarak cumhurun ve Hanelilerin delillerini aktardık. Konuya derin bir nazarla bakıldığı zaman, cumhurun görüşünün delil bakımından daha kuvvetli olduğu görülür. Çünkü Rasûlullah’ın (s.a.s.) ve sahâbe-i kirâmın gerek farz, gerekse nâfile namazlarda Fâtiha’yı okumaya devam etmeleri Fâtiha’sız bir namazın câiz (doğru) olmadığına işaret eder. Sahih ve sarih hadis-i şerifler bu yoldadır. Rasûlullah’ın (s.a.s.) Fâtiha ile ilgili söz ve fiili, onun farz oluşuna kâfi delildir.
Cumhurun görüşünü kuvvetlendiren delillerden biri de Müslim’in Ebû Katade’den naklettiği şu hadis-i şeriftir: “Rasûlullah (s.a.s.) bize öğle ve ikindi namazlarını kıldırırdı. Birinci ve ikinci rekâtlarda Fâtiha ile diğer sûrelerden birer sûre okurdu, öğle ve ikindi namazlarının birinci rekâtlarında, ikinci rekâtlarından daha uzun okurdu ve çoğu defa sesini bize duyuracak kadar yükseltirdi. Sabah namazını da aynen böyle kılardı.”
Konuyla ilgili olarak Taberî: “Rasûlullah (s.a.s.), namazın her rekâtında Fâtiha’yı okurdu. Eğer namazda Fâtiha okunmazsa namaz câiz olmaz. Ancak namazda Fâtiha’nın âyet ve harf sayısından noksan olmamak kaydıyla diğer bir sûrenin okunması da caizdir.” 55 der.
Kurtubî ise, “Bu delillerden en sahihi, imam Şâfî, İmam Ahmed bin Hanbel ve İmam Mâilk’in son görüşleridir. Herkes Fâtiha’yı namazın her rekâtında okumalıdır. Zira Rasûlullah’ın (s.a.s.) “Fâtiha’yı okumayanın namazı geçersizdir” hadis-i şerifi umumu ifade etmektedir. Ömer bin Hattab, Abdullah bin Abbas, Ebû Hüreyre, Ubâde bin Samid, Übey bin Kâ’b, Ebû Eyyûb el-Ensârî ve Ebû Said el-Hudrî (r.anhum) gibi büyük sahâbîler de “Fâtiha’yı okumayanın namazı geçersizdir” hadisine dayanarak Fâtiha’nın namazın her rekâtında okunmasının farz olduğuna hükmetmişlerdir. Mü’minlere düşen, her zaman ve her yerde önderlerimiz olan sahabîlere uymaktır.” 56 demektedir.
İmam Fahreddin er-Râzî’nin görüşü de şöyledir: “Rasûlullah’ın (s.a.s.) hayatı boyunca Fâtiha’yı namazda okuması, onun tarafımızdan namazda okunmasını farz kılıyor. Zira Cenâb-ı Hakk’ın Rasûlüne uyma hususunda, “...Ona tâbi olun ki doğru yolu bulmuş olasınız.” 57 emri vardır. İmam-ı Azam, Muğîre bin Şube’den rivâyet edilen, Fıkıh ve Hadis ilmi terminolojisinde “haber-i vâhid”
55] Taberi. Camiü'l Beyan. C. 1.
56] Kurtubi, Age, c. 1. s. 119
57] 7/A’râf, 158
- 22 -
KUR’AN KAVRAMLARI
diye vasıflandırılan “Rasûlullah (s.a.s.), bir gün bir kavmin tahâret yerine giderek abdest aldı. Başının ön kısmına ve mestlerinin üstüne mesh etti” hadis-i şerifine dayanarak, “başın bir miktar” (dörtte bir) mesh edilmesi, namazın sıhhat şartındadır.” diye iddia ediyor. Hâlbuki Fâtiha’nın namazda okunması konusunda ilim adamlarının “Rasûlullah’ın (s.a.s.) hayatı boyunca Fâtiha’yı namazda okuduğuna dair tevâtüren naklettikleri hadis-i şeriflere rağmen İmam Âzam Ebû Hanife’nin ‘Fâtiha’nın namazda okunması, onun sıhhat şartlarından değildir’ demesine hayret ediyorum.” 58
İmama Tâbi Olan Müslüman, Fâtiha’yı Okuyacak mı?
Âlimler, “Bir müslüman imama rükûda yetiştiği takdirde Fâtiha’yı okumasına lüzum yoktur” görüşünde ittifak etmişlerdir. Zira imamın okuması yeterlidir.
Yine âlimler, imam kıyamda iken ona yetişen bir kimsenin Fâtiha’yı okuyup okumaması konusunda birkaç görüşe ayrılmışlardır.
a) İmam Şâfiî ile imam Ahmed bin Hanbel imamın arkasında namaz kılan kimsenin, imam gizli veya açık okusa da Fâtiha’yı gizlice okumasının farz olduğuna hükmetmişlerdir.
b) İmam Mâilk ise, “Kıraatin gizli olması lâzım gelen namazlarda, imama tâbi olan kimsenin gizlice okuması, gece namazları (sabah, akşam yatsı) gibi açık okunacak namazlarda ise okumaması lâzımdır” diye hükmetmiştir.
c) İmam-ı Azam Ebû Hanife de “Kıraatin gizli veya açık olduğu namazlarda, imama tâbi olan kimse, onun arkasında okumaz” demiştir.
Şâfiî ve Hanbelîler; Rasûlullah’ın (s.a.s.) üçüncü hükümdeki “Fâtiha’yı okumayanın namazı geçerli değildir” hadis-i şerifine dayanarak görüşlerini savunurlar. Bu hadis-i şerif imamı ve tâbi olanı kapsayan umumi bir ifadedir. Dolayısıyla açık veya gizli okunacak namazlarda Fâtiha’yı okumayanın namazı sahih olmaz.
İmam Mâlik ise: “Namazdaki kıraat gizli olacak türden ise Şâfiî ile Ahmed bin Hanbel’in dayandıkları hadls-i şerife istinaden imama tâbi olan kimsenin namazda Fâtiha sûresini okuması farzdır. Namazdaki kıraat açık olacak türden ise; “Kur’an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.”59 âyetine istinâden de imama tâbi olanın Fâtiha’yı okuması yasaktır diyor.
Kurtubî, İmam Mâlik’den şu görüşü nakleder: “Kıraatin açık olması lâzım gelen namazlarda, imama tâbi olan kimse Kur’an’dan hiçbir şey okumaz. Kıraatin gizli olması lâzım gelen namazlarda ise Fâtiha sûresini okur. Eğer okumayı terk ederse hiçbir şey lâzım gelmez.”
İmam-ı Âzam Ebû Hanife de konuyla ilgili olarak şöyle demektedir: “Kur’an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.”60 âyeti ile “Namazda imamın okuması, kendisine sayıldığı gibi, tâbi olanlara da sayılır.” hadis-i şerifine istinâden kesinlikle Kur’an’dan hiçbir şey okunmaz.” 61
58] Fahreddin er-Razi, Tefsiru Kebir, c. 1. s. 147
59] 7/A’râf, 204
60] 7/A’râf, 204
61] İbn Ebi Şeybe, Ebû Hureyre’den rivâyet etmiştir.
FÂTİHA SÛRESİ VE MESAJI
- 23 -
Sözlerine devamla Rasûlullah’tan (s.a.s.) şu hadis-i şerifi nakleder: “İmam, kendisine tâbi olunması için imam olur. İmam tekbir aldığı zaman siz de tekbir alın, okuduğu zaman sükût edin ve dinleyin.” 62
Fâtiha Sûresine Bakış ve Günümüze Çıkarımlar
“Rahmân Rahîm Allah’ın adıyla. Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. O, Rahmân ve Rahîmdir. Din gününün/cezâ gününün mâlikidir/sahibidir. Ancak Sana ibâdet/kulluk ederiz ve yalnız Senden medet umar yardım isteriz (ey Allah’ım). Bize dosdoğru yolu hidâyet et/göster. Kendilerine nimet vererek lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu, gazaba uğramışların ve dalâlettekilerin/sapmışların yolunu değil!” 63
Fâtiha Sûresi, önce gerçek anlamıyla hamd u senâya lâyık olan tek zât olan Allah’ı dile getirir. Her şeyin O’nun eğitim ve terbiyesinden geçtiğini hatırlatarak O’nun bütün evrenin tek yaratıcısı, tek Rabbi olduğu belirtilir. O’nun rahmetini ifade eden güzel isim ve sıfatlarıyla vasfeder, o sıfatların istismar edilmemesi için âhireti, ödül-ceza gününü gündeme getirir. Sonra sadece O’nun önünde eğilip boyun bükülmesi, mutlak olarak sadece O’na kulluk, ibâdet ve itaat edilmesi gerektiğini, O’nun dışında bu özelliklere kimsenin hakkı ve liyâkati olmadığını gündeme taşır. İbâdet ve itaat için gerekli olan yardımı ve sorumlulukların gereği ve dünyada yaşamanın sonucu birçok sıkıntının giderilmesi ve ihtiyaçların karşılanması için yardım talebenin, duânın yalnız O’na yapılması, bu yardımların en önemlisi sayılan hidâyete erdirme ve hidâyette sâbit kılma talebini hatırlatır. Bu güzel isteği en imrendirici, en ideal modellerle, örnek şahsiyetlerle verir ki; bu kendilerine en güzel nimet verilmiş olanlardır. Nimeti de nerede ve hangi özelliklerde aramamız gerektiği bildirilmiş olur. Tarihin hak-bâtıl mücadelesinden ibaret olduğu, günümüz ve yarınlar açısından da bu hakikatin değişmeyeceği gazap edilmiş ve sapıtmış insanların bu güzel modellerin yoluna engel olmaya çalışacakları işaretiyle ortaya konulur. Azıp sapmış insanların yolunu takip etmememiz hatırlatılırken bu konuda da Allah’tan yardım istenmesi öğretilir.
Allah ile kul arasında bir tür sözleşme ve antlaşma olarak da değerlendirilen Fâtiha sûresi Allah-insan ilişkisinin mâhiyetini ortaya koyar ve bunun hangi kurallara bağlı olarak sürdürüleceğini öğretir. Ayrıca söz konusu ilişkinin tek taraflı olarak sadece kulun gayretiyle değil; aynı zamanda mutlaka Allah’ın hidâyet ve yardımıyla sağlanacağını vurgular. Sûrenin ilk yarısı kulun Allah’a hamd ve övgüsünü, ikinci yarısı da onun Allah’tan isteklerini dile getirir.
Fâtiha sûresi, İslâm’ın tanımıdır. Fâtiha sûresinden yola çıkarak İslâm dininin tanımı şu olmaktadır: “Gazaba uğratmadan, sapıklığa düşürmeden, doğruca ve selâmetle Allah’a ve Allah’ın nimetlerine götürüp el-hamdü lillâh dedirten ve bu temiz nimetlere tam selâmetle ermiş, gerçekten mutlu ve övülmüş, İlâhî gazaba/öfkeye uğramamış ve sapıtmamış kimseler tarafından takip edildiği tarih tarafından görülmüş ve tecrübe ile bilinen büyük, düz, doğru, hak yol ve istikamet yoludur.” Bu dini kabul etmenin, dindarlığın başlangıcı, ilk önce Allah Teâlâ’yı Allah’ın tanıttığı gibi tanımak ve ona “İyyâke na’budu ve iyyâke nestain” diyerek Allah’tan başka ilâh olmadığına tam bir şekilde söz verip antlaşma yapmak ve İlâhî emir ve yasaklara riâyet etmektir.
62] Abd İbn-i Hamid Cabir'den; Muhammed Ali Sabuni, Ahkâm Tefsiri, Şamil Y., 1/39-44
63] 1/Fâtiha, 1-7
- 24 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Demek ki istemek ve dindarlık bizden; din, şeriat ve doğru yolu göstermek Allah’tandır. Ve bu hidâyet (doğru yolu göstermek) iki çeşittir. Biri ilmî olan irşad, diğeri fiilî (pratik) olan Cenâb-ı Hakk’ın kuluna yardım etmesidir. Yüce Kur’ân, ilmî irşadı istemenin cevabıdır. Fiilî olarak başarılı kılmayı istemenin cevabı da, hayatı boyunca bütün davranışlarında hidâyet kitabı olan Kur’an’a uymaktadır.
İşte İslâm dini böyle bir Allah kanunudur. Fâtiha bunu tanımlarken mânâsını ispatlamak için gözlem ve tarihin şâhid olduğu nimet verilenlerin olumlu yolu ve gazap edilmiş ve sapmışların olumsuz yolunu yani tecrübeyi göstermiş ve başka delil ve vesikaya bile ihtiyaç bırakmamıştır.
Bunda şüphe edenler, gözlem ve tecrübe ile sâbit olan örneği son peygamber Muhammed Mustafa (s.a.s.) ile ashâbının bu sayede nâil oldukları Allah nimetlerinin büyüklüğünü tarihte gözleri kamaşa kamaşa okuyabilirler.
Hidâyet esaslarını, doğruluk ve içten sevgi ile uygulayacak olan toplumların tecrübe ile sâbit olan aynı sonuçları elde edeceklerinden şüphe etmek için hiçbir gerekçe yoktur. İlim ve fen adına böyle bir şüphe ortaya atmak, dün beni aydınlatan güneşin yarın aydınlatamayacağını iddia etmek gibi, tümevarım kanununu inkâr etmektir. Fakat ilim ve fende, tecrübe ve tümevarım kanununa pek büyük önem veren Avrupalılar bu önermeyi yerinde yapmayarak fikirleri karıştırıyorlar. Çünkü İslâm dininin mâhiyetini, kendi öz kaynağından araştırmıyorlar da; çöküş içinde yuvarlanan şimdiki müslümanlarda arıyorlar. Hâlbuki gerçek, şimdiki zaman ile geçmiş zamanın karşılaştırmasından çıkacaktır. O zaman görülür ki o doğru yol üzerinde gerçekten yürüyenlerle yürüyemeyenler arasında büyük fark vardır. Doğru yoldan sapanlar ve tümüyle yoldan çıkanlar vardır. Demek ki din, hak kanunudur, fakat din adına yapılanların çoğu noksandır ve doğru değildir. İlim ve fendeki her hak kanunu da böyle değil midir? Meselâ iyi matematik bilen bir adam günlük işlemlerinde o hesabı yapmaya üşenir de bildiğini uygulamazsa kabahat matematiğindir denebilir mi? Ve meselâ pis mikropların zararlarını bilen kimse sokaklarda gezdiği ayakkabılarla oturduğu veya yattığı odanın içine kadar girmeyi alışkanlık haline getirirse, sonunda etkisinde kalacağı felaketten koruyucu hekimlik ilmini sorumlu tutmaya hak kazanabilir mi? ���������������İnsanlar kendi-kendilerini hakkın kanununa uydurmakla yükümlü iken, o hak kanununu kendilerine uydurmaya çalışırlarsa kusur o kanunun değil, o insanın olur ve zararına da kendisi katlanır. Allah‘ın gazabı, bunu bilerek yapanlar içindir. Bilmeyerek yapanlar da sapıklardır. Bunlar da sonunda o âkıbete mahkûmdur. Ne yazık ki, asrımız insanlarında özellikle din hususunda Hakk’ın kanununu kendilerine uydurmaya çalışma gibi ahmaklıklar gözlenebiliyor. İlim, fen ve sanayideki bu kadar ilerlemelere rağmen bütün dünyada insanlığın sıkıntılarının genel bir şekilde gittikçe artmasının sebebi de budur. Bu sıkıntıları, ancak doğru yolda yürümek kesebilir.
Kur’an’ın ana konusu da tevhiddir. Fâtiha sûresi de tevhidin esaslarını içeren bir sûredir. Tevhid genel olara üç kısımda ele alınır: Allah, nübüvvet ve meâd (âhiret). İlk üç âyet, Allah’tan, O’nun sıfat ve özelliklerinden bahseder. Dördüncü âyet (“Mâlik-i yevmi’d-dîn”) âhiretten; 7. âyet de nübüvvetten bahsetmektedir: “Kendilerine nimet verilenler”in başında peygamberler gelmektedir.64 Bu sûrenin mealinden bile rahatça anlaşılabileceği gibi, sûre bütün önemli konuları direkt veya dolaylı ele alıyor; Kur’an’ın bir özeti ve önsözü olarak açılış sûresi
64] 4/Nisâ, 69
FÂTİHA SÛRESİ VE MESAJI
- 25 -
şeklinde başa geçiriliyor. İleriki sûrelerde genişçe açıklanan esaslar, bu sûrede özetlenmiş, işaret edilmiş veya çağrışım yoluyla göz önüne getirilmiştir.
Fâtiha’da temel ilkeler açık bir şekilde ortaya konmuştur. Kur’an’ın bütününde sunulan mesajın özüdür Fâtiha. Fâtiha, açan demektir. Vahye açılan kapı demektir Fâtiha. Vahyin tümünün anlaşılabilmesi için bu sûrenin çok iyi kavranması gerekir. Kur’ân’a Fâtiha ile başlanır. Namaza Fâtiha ile girilir. Her hayırlı iş bu pırlanta anahtarla açılır ve açılan kapılar arkasındaki karanlıklarda bu ışık kaynağı ile aydınlanır. Bu itibarla ona her şeyin başı, esası, anahtarı mânâsında “Fâtiha” denilir.
Fâtiha sûresini, işlediği konu itibarıyla üç bölüme ayırabiliriz:
Tevhid inancının işlendiği âyetler (Besmeleyle ilk dört âyet)
Tevhid inancının uygulanmasının işlendiği âyet (5. Âyet)
Tarih boyunca Tevhid mücadelesinin işlendiği son iki âyet
“Rahmân Rahîm Allah’ın adıyla.” (1. âyet)
Besmele, İslâm’ın bir şiarı/sembolü ve her iyiliğin anahtarıdır; helâl olan bir işin göstergesidir besmele; çünkü haramlara besmele çekilmez. Kur’an’ın ana konusu ve temel vurgusu, insanla Rabbi arasındaki kulluk-ilâhlık münasebetidir; Rubûbiyet ve ubûdiyet alâkasıdır. Besmele de bu alâkayı ifade eden kulluk ilânıdır. Bu ilişki, Rahmân ve Rahîm olan Allah ile kul arasında sevgiye, merhamete dayalı olan derûnî münasebeti ifade ederken, kulun da itaat ve teslimiyetini göstermektedir. Yapılan bir iş Allah adıyla yapılınca hem işi yapan, hem yapılan iş bir anlam kazanıyor. Besmele, eylemlere bilinç katıyor yapılan iş, Allah’ın ismiyle ve O’nun izniyle yapılmış oluyor. Böylece insan, İslâm dışı her şeyden soyutlanmış, uzaklaşmış oluyor. Besmele, bütün iyiliklerin, tüm güzelliklerin O’ndan olduğunu kabul edip O’nun müsaade ettiği şeylerin O’nun adıyla yapılması sâyesinde daha da güzelleşeceğini anlamaktır.
Bir müslüman besmele çekmekle, “nefsim veya başka bir varlık adına, tâğut adına değil; Allah adıyla, O’nun rızası için ve O’nun izniyle başlıyorum.” demek ister.
Kur’an’a besmele ile başlarken, kullarına rahmet, acıma, lütuf ve bağışlaması sonsuz olan Allah’ı hatırlıyoruz. Kur’an’ın nüzûlünün bu sonsuz rahmetin bir yansıması olduğunu düşünüyor ve bu büyük nimeti anarak O’na hamdimizi, şükrümüzü vurguluyoruz. Sadece Kur’an okurken değil; insan ve evren kitaplarını okurken, hayat mektebinde öğrencilik ve öğretmenlik yaparken de besmele şuuruna uygun davranmalıyız. Tüm eylemlerimizin dünyada O’na yaraşır, âhirette de O’nun rızâsını kazandırır özelliklerde olmasına gayret etmeliyiz.
Besmele, Allah’la yapılmış bir sözleşme gibidir. Allah, Rahmân ve Rahîm sıfatlarıyla bize merhametle muâmele edeceğini vaad ediyor; biz de, imtihan için bize verilen irâdeyi istismar etmeyeceğimizi ve O’nun ilkelerine bağlı kalacağımızı besmeleyle kabullenmiş oluyoruz. Besmele, Allah’ın tespit ettiği kulluk programını kabul etmektir. Besmele çeken kul, şöyle demiş olur: “Yâ Rabbi, şu an, kulluk maddelerinden birini işleyeceğim. Senin ismini anıyor ve iznini istiyorum.”
- 26 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Haramlara besmele çekilmez. Allah’ın isminin anılamayacağı haram davranış ve eylemleri terk etmek zorunda kalır besmele şuuruna sahip bir mü’min. Unutulmamalıdır ki, haram olan eylemlerde besmele çekilmez. Kâmil bir müslüman da, besmele çekemeyeceği bir işi yapmamaya özen gösterir. O yüzden, besmele insanı eğitir, terbiye eder, kötülüklerden uzak tutar. Çünkü besmele çeken bir kimse, ağzından çıkan ifade ile yaptığı eylem arasında bir paralellik kurmak zorunda olduğunu, eliyle dilinin birbirini yalanlamaması gerektiğini düşünür. Besmele, kötülük ve haramları işlemeye hakkımız olmadığını bize hatırlatır.
Bismillâh, “Önce Allah” deyip, O’na danışmak yapacağımız herhangi bir işte Allah’ın onayını istemektir. Allah’ın adını her şeyin önüne geçirip yüceltmektir. Müşriklerin putlar adına yaşamaları ve onlar adına iş yapmalarına karşılık, biz Allah adına yaşayacağımıza, O’nun adıyla iş yapacağımıza söz vermiş oluyoruz. Bu yüzden, dilimiz “Allah’ın adıyla” derken, diğer organlarımız da aynı şeyi söyleyebilmelidir. Bu ise, her şeyimizle O’nun ölçülerine uygun olarak yaşamakla mümkündür. Aksi takdirde dilimiz “Allah’ın adıyla” derken; elimiz, ayağımız şeytan veya Allah’ın dışında başkaları adına iş yaparsa bu, tevhidle bağdaşmaz.
Bir mü’min, her eyleminin başına besmeleyi yerleştirmekle laik mantığa en büyük protestoyu yapmış olur. Besmele, insanın Allah’la iş yapması, Allah’ı işine karıştırmasıdır. Dolayısıyla besmele; ateizmi, materyalizmi, laisizmi reddir. Bu mânâda besmele, İslâmî dünya görüşünün anahtarı mesabesindedir. Laik dünya görüşü “besmelesiz” olmaktır. Laik olmakla olmamak arasındaki fark, besmeleli olmakla olmamak arasındaki fark kadardır. Besmeleli yapılan iş, meşrûiyetini Allah’tan alır ve meşrû işlere besmele çekilir. Besmelesiz işlerse şeytana lâyıktır.
İslâm kültürü, bir kimsenin her işe Allah adı ile başlamasını gerektirir. Eğer bu bilinçli bir şekilde ve samimiyetle yapılırsa şu üç güzel sonucu doğuracaktır: Birincisi, bu, kişiyi kötülükten uzak tutacaktır. Çünkü, Allah ismi onun, kötü bir niyeti veya yanlış bir davranışı O’nun adını anarak yapmaya hakkı olup olmadığı konusunda düşünmesini sağlayacaktır. İkincisi, kişi meşrû bir işe başlarken Allah’ın adını anarsa, onun her hareketi tabiatıyla Allah’ın rızasına uygun yapılmış olur. Üçüncüsü, o kişi Allah’ın yardım ve nimetiyle karşılaşacak ve şeytanın aldatmalarından korunacaktır. Çünkü kim Allah’a yönelirse Allah da ona yönelir.
“Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” (2. âyet)
Hamd, nimet veren olması hasebiyle nimet veren zât’a ta’zimi ifade eden bütün fiilleri yapmaktır. Allah, hamd edin demeyip, hamdin Allah’a ait olduğunu beyan etmiştir. Aksi takdirde, kullara güçlerinin yetmeyeceği şeyi onlara emretmek olurdu. Fakat “el-hamdu lillâh” deyince bunun anlamı, insanlar yerine getiremeseler de hamd Allah’ın hakkıdır, demek olur.
Fâtiha sûresinin besmele’den sonraki ilk âyetinde, her türlü övgünün, âlemlerin Rabbi Allah’a özgü olduğu belirtilir. Öyleyse iyiliği, güzelliği ve mükemmelliği ifade eden kıymet ne olursa olsun, “iman ve övgü” bu özellikleri sergileyen nesnelere değil, onlarda bunca güzelliği işleyen Allah’a olmalıdır. Allah yarattığı evrenin güzelliğinin ve ihtişamının insan tarafından tasdik edilmesini istemekte; hak ettiği övgüyü ve teşekkürü de ona bir sorumluluk olarak yüklemektedir. Gerçekten de bunca nimetlerin karşılığı nankörlük olmamalıdır. Çünkü bütün varlıklar Allah’ı yüceltmekte, O’nun varlığını, birliğini ve sonsuz
FÂTİHA SÛRESİ VE MESAJI
- 27 -
cömertliğini belgelemektedir.
Hamdin şükürden daha genel ve daha zengin anlamı vardır. Hamd, en geniş anlamda şükürdür. Hamd etmek yerine “şükretmek” diyemeyiz. Çünkü biz, ancak kendimize yapılan bir iyiliğe karşı şükreder ve teşekkür ederiz. Hamd etmek için ise, iyiliğin sadece bize ulaşması gerekli değildir. Şükretmek, kişiye ulaşan bir iyiliğin, bir nimetin karşılığıdır. İyiliğin başkasına ulaşmış olması da hamd etmek için yeterlidir. Çünkü hamd, kişisel ve basit menfaatler karşılığı ifade edilen bir övme değildir. Evrensel ve küllî değerlere duyulan hayranlığın bir ifadesidir. Kişisel yararlarımıza ters düşen durumlarda da hamd edilebilir ve edilmelidir. El-hamdü lillâh diyerek, kişi kendi adına Allah’a hamd ettikten başka, O’nun nimetine kavuşan bütün varlıklar adına da aynı vazifeyi yerine getirmiş olur. Allah’a hamd, her hal ve şartta; şükürse bize ulaşan nimetler karşılığında yapılır. Bu yüzden, fazlalaşmasını istediğimiz şeyler için şükrederiz.
Hamd, maddî nimetlere yapıldığı gibi, daha çok mânevî nimetlere karşı yapılır. Nimetlerin en büyüğü de imandır. Kitab’ımızın hamdle başladığını unutmamak, iman ve hidâyet gibi nimetlere sahip olduğumuzu, başka problem ve eksiklerin çok da önemli olmadığını, dilimizle ve tebessümümüzle hamdi devamlı taşıyarak gösterebiliriz.
Fâtiha sûresi aynı zamanda bir duâdır. Duâ, bize doğru yakarış şeklini öğretmesine işaret etmek bakımından Allah’a hamd ile başlıyor.
İstek ve arzumuzu birdenbire hiçbir giriş yapmadan ortaya koyamayız. Başlamanın en iyi yolu, duâda yöneldiğimiz zâtın yüce konumunu, nimetlerini ve üstünlüklerini sergilemektir. Bu nedenle duâmıza, Allah’a hamd ile başlarız. Çünkü O, bizim koruyucumuz ve tüm üstünlüklerin mükemmele eriştiği varlıktır. O’nun Yüceliğini kabul ettiğimizi ve O’nun bize verdiği sayısız nimetlere karşı şükretttiğimizi göstermek için Allah’ı ta’zim ederiz.
Şu noktaya da dikkat edilmelidir: “Hamd Allah’adır” ve “Hamd yalnızca Allah içindir.” Bu ayrım çok önemlidir: Çünkü bu, O’nun yaratıklarından herhangi birine ibâdet etme durumunu ortadan kaldırır. Yaratıklardan hiçbiri hamde lâyık olmadığı için, hiçbiri ibâdete de lâyık değildir. Hiçbir insan, hiçbir melek, hiçbir peygamber, hiçbir ilâh, hiçbir yıldız, hiçbir put, kısacası O’nun yarattıklarından hiçbiri, bizatihi (kendi başına) iyi niteliklere sahip değildir. Eğer yaratıklardan biri iyi bir niteliğe sahipse, bu Allah tarafından verilmiştir. O halde bağlılık, ibâdet ve şükür O’nun yaratıklarına değil, bu nitelikleri Yaratan’a lâyıktır.65
Hamd etmek, şükretmek; iyimser olmaktır. Hayata güzel ve olumlu pencereden bakabilmektir. Mutlu olabilmek, mutluluk elbisesi giymektir hamd. Şikâyetçi ve karamsar karakterlerin kararttığı karanlık insanların dünyasını ancak hamd şuuru aydınlatabilir. Hamd edenlerden kıldığı için hamd olsun O Hamîd’e.
“Elhamdü lillâh” diyen insan, sahip olduğu nimetle yetinerek daha çok kazanma hırsını frenler. Çünkü hamd, şükrü de içine almaktadır. Hamd ve şükür, kişinin yeterlilik duyduğunu ifade etmekte ve onu harekete geçirmektedir.
“Rabbi’l-alemîn” diyen insan, elde edemediklerine karşı hırsını ve elde ettiklerine karşı cimriliğini disipline etmiş olur. Böylece şehvet ve lezzetlerin peşinden
65] Mevdûdi, Tefhimu’l Kur’an
- 28 -
KUR’AN KAVRAMLARI
koşmanın belası da ondan uzaklaşmış olur. Çünkü her şeyi yaratan, besleyip büyüten ve terbiye edenin Allah olduğunu söyleyecek kadar asil bir ruha sahip olan insan, hırslı ve cimri olamaz. Kendini aşağılayacak şehvetin peşinden koşamaz.
“Rahman, rahim ve mâliki yevmi’d-dîn” diyen insan, bu bilinciyle gazab ve öfkesini yenmiş olur. Yüce Allah’ın, rahmân sıfatı gereği çalışana vereceğini bilen insan, başkasına çeşitli nimetlerden dolayı haset etmez. Başkalarına sahip oldukları nimetlerden dolayı haset etmeyeceğinden, düşmanlık duygulan da beslemez. Çünkü bu insan bilir ki, Allah rahmetini layık olanlara verir. Rahîm diyen insan, Allah’ın merhametinin farkındadır. İnsanlara karşı daima merhametli davranır. Merhamet onun ahlâkî erdemlerinden biri haline gelir, Başka bir ifadeyle, Allah’ın merhamet sıfatını anan insan, kendi merhamet duygusunu kabartıp dalgalandırmış olur. Allah’ın rahmeti ve merhameti onun ruhuna yansımış olur.
Arapça”Rab” kelimesi şu anlama gelir: a) Melik ve Mâlik, b) Kefil olan, Rızık veren, İhtiyaçları karşılayan, Koruyucu, c) Hükümran, Kanun koyan, Yöneten ve Düzenleyen. Allah, tüm bu anlamlarıyla âlemlerin Rabbi’dir.
Kur’an’da Rab ismi, sonsuz kudreti ile her şeyi idaresi altına alan, yöneten, terbiye eden ve bunları yapabilecek kudrete mâlik olan Allah anlamına gelmektedir. Ayrıca, Rab ismi, her şeyi idare eden, koruyup gözeten, hâkimiyeti altında bulunduran ve gerçek Rab olan Allah’a, O’nun rubûbiyet bağına, mutlak tevhid ve tam bir kulluk şuuru ile bağlanmayı da ifade etmektedir. Allah’tan başkasının hükmünü hüküm edinmemek, O’nun dinini her şeyden üstün tutmak, bütün mahlûkatı O’nun mutlak hâkimiyetine teslim olmuş bilmek, Allah’ı gerçek Rab olarak tanımak demektir.
Allah’tan başka hiçbir rabbin, otorite kaynağının olmadığı, O’nun bütün evreni, bilinen ve bilinmeyen, makro ve mikro planda bütün âlemleri yaratmakla kalmayıp ihtiyaçlarını giderdiğini, eğitip terbiye ettiğini açıklıyor bu âyet. O’ndan başka rab yoktur. Tek Rab O olduğu için, onlar üzerinde tek yetki sahibi de O’dur. Bilginleri, din adamlarını, İsa’yı (a.s.) rab edinenler şirk koşmuşlardır.66 Demek ki, kim olursa olsun, aşırı yüceltip Allah’a eş, benzer kabul etmek, o kimseyi rab yerine koymaya kalkmaktır. O, bütün insanların Rabbidir,67 bütün âlemlerin Rabbidir.68 “De ki: ‘Allah her şeyin Rabbi iken ben O’ndan başka rab mi arayayım?”69 Tevhid anlayışı evrenseldir. Çünkü tevhidin öngördüğü Rab, bütün varlıkların Rabbidir.
Sakat veya sağlam, gözü olan-olmayan nice varlıklara rızık veren O’dur. İnsanın hizmetine sunulan sayısız nimetler bize Rabbimizi tanıtıyor. Bütün âlemler, tüm varlıklar; Rabbini tanıyor, O’na itaat ve kulluk ediyor.70 Bizim de fıtratımızda Rabbi tanıyıp kabul etmek ve O’na ibâdet etmek var. Kur’an bize Rabbimizi tanıtıyor.
İnanmayan insanlar, eğer güçsüz (müstaz’af) iseler, çevrelerindeki rab taslaklarından birini rab olarak kabul ederler. Bu kula kulluk ve rab kabulü, çok farklı şekillerde ortaya çıkar. İnançsız ve güçsüz kişi, bazen özgür irâdesiyle, bazen
66] 9/Tevbe, 31
67] 114/Nâs, 1
68] 1/Fâtiha, 2
69] 6/En’âm, 64
70] 41/Fussılet, 11
FÂTİHA SÛRESİ VE MESAJI
- 29 -
reklâm ve aldatmacalarla kandırılarak, bazen tâğutların zorlamalarıyla piyasadaki rablerden birine veya birkaçına boyun eğer. Piyasada tedâvülde bulunan çeşit çeşit rab(!) vardır. Müzik ilâhından tutun, fuhuş tanrısına, futbolcudan tutun, artiste, yöneticilere kadar. Demokrasi var: Herkes istediği tâğutu, beğendiği putu seçmekte serbesttir. Allah’a gerçekten inanıp teslim olmayanlar, eğer kendilerinde güç ve otorite vehmediyorlarsa, başka bir Rabbe boyun eğmezler; kendileri rablik taslarlar.
Kur’an’da nehyedilen rablik, Allah’a mahsus olan bir sıfatı O’nun dışında başkalarına vermek demeye gelen rabliktir. Terbiyesinde Allah’ı dışarıda bırakan bir terbiyecinin terbiyesini kabul, Allah dışında bir Rabbi kabulle eş tutulmuştur. Ancak mutlak mürebbî olan Allah’ın ilkeleriyle terbiyecilik yapmak, isterse bu terbiye mânevî değil de; besleyip büyütmekten ibâret maddî bir terbiye olsun, bu sınıfa girmez. Ortada Allah’la iddialaşmak yoksa orada terbiye eden de, terbiye edilen de suçlanamaz. 71
“Âlemlerin Rabbi”: Evrende büyük bir nizam, uyum ve yardımlaşma göze çarpmaktadır. Karada, denizde, dağda, ormanda yaşasın; bazı canlıların, diğer canlılar aleyhine aşırı üremeleri söz konusu değil. Bütün canlılar, intizamlı şekilde çoğalıyorlar. Erkek-dişi oranları da, bütün hayvanların yaşadığı yerlerde en uygun tarzda. İnsanların erkek ve dişi oranları da, akıl almaz şekilde her ülke ve her yerleşim biriminde birbirine oranlı. Büyük bir düzen göze çarpıyor. Gökte eksiklik, aksaklık yok; yerde, “tabiat kanunları” denilen, bizim “sünnetullah” demeyi tercih ettiğimiz Rabbin kanunları tıkır tıkır işliyor. Dünya, içindekilerle birlikte en güzel misafirhane olarak yaratılıp insanın hizmetine verilmiş. Bütün bunlar Allah’ın âlemlerin Rabbi olmasının birer örneği.
“O, Rahmân ve Rahîmdir.” (3. âyet)
O Rahmândır, rahmeti çoktur, merhameti bitmez tükenmez. O Rahîmdir, rahmeti süreklidir. Allah’ın Rahmân olması, Rahmet olan Kur’an’ı72 öğretmesiyle çok ilgili bir konudur. “Rahmân Kur’ân’ı öğretti, insanı yarattı.”73 Rabbimizin Rahmân ve Rahîm olması, O’nu Rab kabul eden insanların da birbirlerine karşı merhametle dolu olmalarını gerektirir. Aralarındaki ilişkinin merhamet üzerine olması icap eder.
Mutlak mânâda en mükemmel şekliyle merhamet sadece Allah’ta vardır. Bu iki sıfat da gerçek mânâda sadece Allah’a aittir. Allah’ın rahmeti her şeyi kuşatmıştır. Hamd, Rahmân ve Rahîm olan zâtadır.
Rahmet, Allah’ın hâkim, kuşatıcı ve değişmez tavrıdır. Bunun en açık belirtisi, inkârcıları hemen cezalandırmayıp onlara fırsat tanıması, günahkârların tevbelerini kabul etmesi, hesap gününde herkese yaptığının tam karşılığını vermesidir. Bunun için cennet O’nun rahmetinin eseri, cehennem ise adâletinin tecellisidir. Ancak Allah’ın rahmeti, gazabından fazladır ve her şeyi kuşatır. Bu rahmetin dışında kalan hiçbir varlık yoktur. Yeter ki insan, İlâhî rahmete mazhar olmak için Allah’ın rahmet kapısını çalsın.
71] 12/Yûsuf, 23
72] 16/A’râf, 64
73] 55/Rahmân, 1-3
- 30 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Din gününün/cezâ gününün mâlikidir/sahibidir.” (4. âyet)
Din günü yani âhiret, bir mü’minin hiç aklından çıkarmaması gereken bir konudur. Yaptığı bütün eylemlerini âhireti hesaba katarak yapar veya terk eder. Çünkü o inanır ki yaptığı bütün amellerden hesaba çekilecektir.74
Allah din günün sahibi olduğu gibi, aynı zamanda dünya hayatının da tek sahibi, tek egemen gücüdür: “Yerin ve göklerin mülkü (egemenliği) O’nundur. Çocuk edinmemiştir. Mülkünde (egemenliğinde) ortağı yoktur. Her şeyi yaratmış ve belli bir ölçü koymuştur.”75 Tevhid toplumunda mülk/egemenlik yalnız Allah’a aittir. Kaynağı İlâhî olmayan hiçbir egemenlik, hiçbir otorite meşrû değildir, mü’minleri bağlamaz. Otorite yalnızca Allah’ındır. Çünkü her şeyin Rabbi O’dur; göklerin ve yerin mülkü O’nundur ve O, mülkünde/egemenliğinde ortak tanımaz.
Bu dört âyette tevhid dininin üç temel ilkesi karşımıza çıkıyor: Evrensellik, rahmet ve adâlet. Allah Teâlâ, sûrenin başında Rahmân ve Rahîm olduğunu belirtip çok merhametli olduğunu ifade etmekle bizi sevindirmişti. Ne var ki insanlar her zaman sevginin yönlendirmesiyle yetinmiyor, Allah’ın sevgisini istismar edebilen insanlar da çıkıyor. İnsan eğitiminde sevdirmenin yanında cezalandırmanın da yeri vardır. Yüce Allah “din gününün sahibi olduğunu” hatırlatmakla azap ve cezasını da hatırlatmış oluyor. Allah’ın merhameti bol olduğu gibi azâbı da çetindir. Bu İlâhî dengeyi gözeterek ümit ve korku arasında yaşamalıyız.
Allah’ın, din (hesap) gününün sahibi olduğunun belirtilmesiyle, O’nun merhamet ve bağışlayıcılık özellikleri hiç kimsenin, O’nun Kıyamet Günü’nde gelmiş ve geçmiş bütün insanları toplayacağı ve herkesten yaptıklarının hesabını soracağı gerçeğini unutmasına neden olmayacaktır. Bu nedenle bir müslüman, Allah’ın sadece merhametli değil, aynı zamanda âdil olduğu gerçeğini de hiç bir zaman unutmamalıdır. Bununla birlikte Allah, dilediğini bağışlama ve dilediğini cezalandırma yetkisine sahiptir. Çünkü O’nun her şeye gücü yeter. Bu nedenle âkıbetimizi iyi veya kötü kılma yetkisinin O’nun elinde olduğu konusunda kesin bir inanca sahip olmalıyız.
Kişi ve toplum hayatında yaşanan olumsuzlukların temel sebeplerinden biri de, insanların âhiret inancından ve Din günü bilincinden yoksun olmalarıdır. Eğer iyiliğin ödüllendirileceği, kötülüğün de cezâlandırılacağı gerçeği zihinlerden silinirse, insanların günahlı bir hayat sürmeleri kaçınılmaz olur.
İşte Din gününde, insanın yaptığı bütün işler (ameller) tartılıp değerlendirilecek, onların gerçek kıymeti belirlenecek ve insanın gerçek kişiliği bütün netliğiyle ortaya çıkacaktır. Tabii ki bütün bunlar yapılırken hiç kimseye adâletsiz davranılmayacak ve kimsenin hakkı yenmeyecektir. Öyleyse insan, Allah’a döneceği, sonra herkesin kazancının kendisine eksiksiz geri verileceği ve hiç kimsenin haksızlığa uğratılmayacağı o Gün’ü aklından çıkarmamalıdır.
“Ancak Sana ibâdet/kulluk ederiz ve yalnız Senden medet umar yardım isteriz (ey Allah’ım).” (5. âyet)
İbadet: Kulun Allah’a boyun eğmesi, itaat etmesi, O’na karşı küçüklüğünü kabul etmesi demektir. Allah’ın sevdiği, emrettiği, kabul ettiği ve râzı olduğu
74] 99/Zilzâl, 7-8
75] 25/Furkan, 2
FÂTİHA SÛRESİ VE MESAJI
- 31 -
bütün gizli-açık amel ve sözler ibâdettir. Bunlardan bazıları; iman, İslâm, ihsan, duâ, korkmak, umut etmek, tevekkül etmek, ummak, gönülden saygı duymak, yönelmek, yardım istemek, sığınmak yardımına çağırmak, kurban kesmek, adak adamak, hükmüne teslimiyet göstermek, namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak, hacca gitmek, tevbe-istiğfar etmek vs. dir. İbadet türlerinden herhangi birini Allah’tan başkasına veya Allah ile beraber bir başkasına yapmak şirktir.
Yapılması sevap olan, Allah’a yakınlık ifade eden yalnız O’nun emirlerini yerine getirmiş olmak ve rızâsını kazanmak niyetiyle yapılan, her türlü harekete ibâdet dendiği için hayat yolunun bütünüdür ibâdet. Namaz, oruç gibi ibâdetler, insanın azığını ikmal ettiği, enerji depolanan istasyonlardır. Azık bittikçe ve yolcu, önündeki istasyona her uğrayışında yeni bir enerji ve azık aldığı duraklardır namazlar, oruçlar. Bu dinde ibâdet anlayışı ve yolu geniş kapsamlıdır. İnsanların ibâdet diye isimlendirmekte birleştikleri birtakım taabbudî sembollerle sınırlı değildir. Bu semboller -bütün önemlerine rağmen- farz kılınan ibâdetin sadece bir parçasıdır. “De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm ortağı olmayan Rabb’ul âlemîn Allah içindir. O’nun hiçbir ortağı yoktur.”76 Yani ibâdet; her ânı, her işi, her fikri, her duyguyu kapsıyor.
“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk/ibâdet etsinler diye yarattım.”77 Cinlerin ve insanların yaratılış hedefi Allah’a ibâdete hasredildiğine göre, hayatın bütününü ölünceye kadar sadece şeklî farzlar doldurabilir mi? Bu, ancak ibâdetin hayatın her yönünü kapsaması durumunda gerçekleşir. Allah’ın yapılmasını istediği şeyleri yapmak da yasakladığı şeylerden kaçınmak da Allah’a kulluk etmektir, ibâdettir.
Arapça “İbâdet” kelimesi üç anlamda kullanılır: a) Tapma ve bağlılık; b) Boyun eğme ve itaat etme; c) Hükmü altına girme ve kulluk yapma. Burada bu üç anlama da gelir; yani: “Biz yalnız Sana ibâdet ederiz yalnız Senin kulların ve köleleriniziz.” “Yalnız Sen’le bu tür bir ilişki içindeyiz” ve “Bu üç anlamıyla da Sen’den başka hiç kimseyi mâbud kabul etmiyoruz.”
İman eden ve İslâm’ı din edinen bir insan için en önemli iş, inancın gereğini yani “ubûdiyyet görevini” yerine getirmektir. Çünkü, insan olarak yaratılmanın amacı ve özgür bir hayata doğmanın tabii sonucu, Allah’a ibâdettir.
Allah’ın belirlediği ve râzı olduğu şeyleri yapmak ibâdet; O’nun yaptığına râzı olmak da ubûdiyyettir. Bunun için, “Allah’ın buyruklarına uymak yasaklarından sakınmak ve rızasını kazanmak niyetiyle yapılan her işe” ibâdet denir. Görüldüğü gibi ibâdet, İslâm’ın doğruluk ve değer ölçülerine, Kuran’ın belirleyici ve birleştirici ilkelerine göre yaşamaktır.
İbâdet, imanın uygulanması, hak ve doğru kabul edilen esasların günlük hayata taşınması olduğundan, Allah katında sevap kabul edilen her iş yapılmış olmayı gerektirir. Yalnız istek halinde kalıp davranış alanına çıkmayan duygu ve düşünceler tâat olsalar da ibâdet değillerdir. Bunun içindir ki ibâdetlerin başı olan imanda bile sadece kalbin tasdiki ile yetinilmemiş, ayrıca dil ile ikrar da gerekli görülmüştür. Bunun yanında niyetsiz yapılan işler de ne olursa olsun ibâdet sayılmaz. Bu durumda niyetsiz yatıp kalkmak namaz olmadığı gibi, niyet
76] 6/En'âm, 162-163
77] 51/Zâriyât, 56
- 32 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etmeden aç durmak da oruç değildir.
Türkçede çokça kullanılan “tapmak ve tapınmak” kelimeleri, “ibâdet”in tam karşılığı olamaz. Bunlar, daha çok, şuursuzca bir itaati belirtmek için “puta tapmak” ve “Haç’a tapmak” gibi yerlerde kullanılırlar. Hâlbuki “ibâdet” kelimesi, niyet ve şuur bakımından “tapmak” kelimesinden çok farklı bir anlama sahiptir. Bunun için “Sana ibâdet ederiz” yerine, sadece Türkçe olsun diye “sana taparız” demek, doğru değildir. Zirâ Allah’a inanıp O’nun dışında diğer bir takım varlıklara tapmak tevhid değil, şirktir. İşte bu gerçeğe dikkat çekmek için, insanın Allah’a hitabını dile getiren bu âyette, “Sana ibâdet eder senden yardım isteriz” denmemiş, “yalnız Sana ibâdet/kulluk ederiz ve sadece Senden yardım dileriz” denmiştir ve bununla, şirkten ısrarlı biçimde sakınmak gerektiği mesajı verilmiştir. Çünkü tevhidin ihlâl edilmesinin ve bölücü ayrılmaların temel nedeni, şirke açık olmaktır.
Kuran’da ibâdet kavramı, Allah’a imandan O’nun iradesine uygun olan her türlü ahlâkî ve doğru davranışa (sâlih amele) kadar bütün iradeli eylemleri ifade etmektedir. Şu halde ibâdet, sadece belli zaman ve mekâna bağlı, nasıl yapılacağı kesinleşmiş ritüellerden ibaret değildir. Bu doğru davranış, günlük hayatın bütün alanlarında gerçekleşebilir.
İbâdet, Allah ile insan arasındaki mânevî bağı korur, insanın Allah’a olan saygısını diri tutar, kişiyi kötülüklerden uzaklaştırıp kendine yabancılaşmasını ve toplumdan kopmasını önler. Görüldüğü gibi yapılan ibâdetlere Allah’ın ihtiyacı yoktur, bunlara ihtiyacı olan, insanın kendisidir. Hemen hatırlatalım ki ibâdetler önemini işlevlerinden alırlar; onlar, kişinin ıslah çizgisinde kalmasını sağladıkları oranda anlamlı ve önemlidir. Değinilen işlev sıfır noktasına indiği andan itibaren bu önem de ortadan kalkar.
Allah’tan başkasına ibâdet; insan, cin, melek, şeytan, atalar, liderler, hükümdarlar, bilginler velîler, sâlih kişiler gibi canlı ve cansız varlıkları ilâh ve rab kabul etmek, onlara Allah’a isyan konusunda itaat etmek, boyun eğmek, duâ edip yalvarmak, kurban kesmek, kulluk etmek, secde etmek, eğilip saygı göstermek, Allah yerine mâbud edinilen kimselerin emir ve yasaklarına, helâl ve haramlarına, prensip ve sistemlerine uymak anlamlarına gelir. Allah’tan başkasına ibâdet etmek, Allah’ın varlığını kabul etmemek anlamına gelmez. O yüzden, Allah’a ibâdet edebilmek için Allah’ın varlığını, yeri göğü yarattığını, rızık verdiğini kabul etmek yeterli değildir. Allah’ı bir tek ilâh olarak kabul etmek, O’ndan başka canlı ve cansız hiçbir varlığa tapmamak ve tâğutu reddedip ona kulluk yapmamaktır.
“İyyâke na’budu = yalnız Sana ibadet ederiz” demekle, insan kibrini ortadan kaldırır ve böylece şirkten kurtulmuş olur. Gönlündeki şirk tortularını bu ifadeyle fırlatıp atar. Böylece gönlünü gizli ve aşikâr şirkten temizlemiş olur. Allah’ın huzurunda acizliğini ve O’na karşı kulluğunu ifade etmekle kendi gururunu yani kibrini ayaklar altına almış olur. Çünkü kibir, Allah’a kulluk yolunu tıkamakta, insanın kendi kendine tapmasına sebep olmaktadır.
“Ve ancak Senden yardım isteriz, sadece Sana duâ ederiz.” Bu âyetin önemi, kulluğun sadece Allah’a yapılmasını ve yardımın sadece Allah’tan talep edilmesini istemesinden ve emretmesinden kaynaklanmaktadır.
FÂTİHA SÛRESİ VE MESAJI
- 33 -
Duâ, kişinin kendi acziyetini kabullenmesi ve duâ edip yardım istediği zâtın her şey kadir bir güç olduğuna inanmasıdır. İnsanın kendi kendine yeterli olmadığı, her an başka bir şeye muhtaç olduğu apaçık bir gerçektir. Müstağnîlik duygusu, sadece psikolojik ve nefsî bir duygudur. Yoksa, gerçekte insan müstağnî bir varlık değildir. İnsanın müstağnîliği, sadece şımarıklıktan kaynaklanır. O, sürekli yaratıcısına muhtaç olan, O’nsuz yapamayan ve O’nsuz bir değeri olmayan bir varlıktır. Allah’la irtibatı kesik olan insan, Allah’ın karşısında bir “hiç”tir; bir “şey” değildir. “De ki: Duânız olmasa Rabbim size ne diye değer versin?”78 Gerçek böyle olduğu halde yani insan istese de istemese de zorunlu olarak Allah’a muhtaç olmakla beraber amaç; bu “muhtaç”lığı bilinçli olarak fark edip yaşamak, şuur haline dönüştürmektir.
Demek ki insan, duâsız bir hayatın Allah katında değeri olamayacağından hareketle kendine değer katmak, varlığını anlamlı kılmak ve Allah katında bir “hiç” yerine, bir “şey” olmak için duâ etmeli. Yoksa bizim duâmızla Allah’ın değeri artmaz; sadece bizim değerimiz artar. Çünkü O’nun değerli oluşu kendi zâtındandır. Değerli olması bir başka şeye bağlı değildir. İnsan, duâsıyla değerlidir. İnsan Allah ile tanışık olmanın, dost olmanın ve O’na kul olmanın şerefi için duâ etmeli, duâ ile iç içe olmalıdır. Yoksa insan, Allah ile arasındaki ilişkiyi tamamen koparıp atsa geriye kıymetli hiçbir şey kalmayacaktır. İnsan, Allah ile beraber ancak bir değer ifade eder ve insan Allah’a yakın olduğu derecede insandır.
İnsan, kendi sorumluluğunu bütünüyle yerine getirdikten sonra, istediği neticeye ulaşmayı engelleyebilecek şeylerin aşılması hususunda Allah’tan yardım isteyebilir.
İbadetten maksat, âtıl kalmak değil, aktif olmaktır. Hayata olumlu biçimde katılıp yapılması istenen vazifeleri yapan insan, Allah’ın yardımına mazhar olma liyakatini kazanır. İşte açıklamasını yaptığımız âyette önce “Yalnız Sana kulluk ederiz.” sonra da “Sadece Senden yardım dileriz.” buyurularak bu gerçeğe dikkat çekilmiştir. Öyleyse bir şeyi elde etmeden önce, onu bize kazandıracak vasıtalara başvurmamız gerekir. Çünkü Allah’tan göreceğimiz yardım ve destek buna bağlıdır.
İnsanın Allah’a hitabını dile getiren bu âyette, “ben” yerine “biz” lafzı kullanılır. Bu ifade tarzı, insanın sözü dinlenen bir kişi olmasının, onun vahdet (birlik) şuuruna erişmesi ve bunu gerçekleştirmesiyle mümkün olabileceği mesajını verir. Şu halde Müslümanların, Allah’tan görecekleri yardım ve destek, kendi aralarında birliği sağlayıp birleştirici gücü bulmalarına bağlıdır. Çünkü vahdet, Müslümanların, İslâm’ın temel esasları etrafında birleşip bütünleşmelerini ve kurtarıcı birliğe kavuşmalarını sağlayan temel vasıtalardan biridir. Tefrikanın zaafı ve çirkinliği, vahdetin (birliğin) gücü ve güzelliği ile yok edilebilir. Bunun içindir ki her mü’min şahsiyet, kendi benliğinde bütün insanlığın bir temsilcisi olma şuurunu taşımalı ve Allah’la münasebetinde bu şuuru sürekli canlı tutmalıdır.
İlâhi irade, yeryüzünde İslâm’ın hâkimiyetini sağlayacak bir toplumun bulunmasını gerekli gördüğünden Kuran, tevhid ilkesine bağlı, adâlet ve doğruluk üzerine kurulmuş bir ahlâk toplumunu varlık alanına çıkarmayı gâye edinmiştir. Zaten İslâmi yaşayışın, açık bir hayat gerçeği olarak ortaya konulması, böyle bir toplumun varlığına bağlıdır.
78] 25/Furkan, 77
- 34 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm ümmeti (toplumu), dini bütünüyle kabul eden, İslâm’a aktif biçimde bağlanıp onu uygulayan, farklı etnik yapıları kendi sosyal düzeni içinde bir araya getiren evrensel bir toplumdur. Burada millet olma şuurunu veren temel özellik, her şeyin üstündeki İslâm kardeşliğidir. Demek ki Müslümanların arzu edilen İslâmi hayatı gerçekleştirebilmeleri, yeterli kollektif takva gücünü elde edip bütün imkânlarını İslâm için birleştirmelerine bağlıdır. Aksi halde İslâmi hükümlere dünyevi hâkimiyet kazandırılamaz ve İslâm’ı bütün etkinliğiyle hayata taşımak mümkün olmaz.
Bu âyet, vahdeti sağlayan ve İslâm toplumunun oluşmasında çok önemli bir işleve sahip olan kurumların gereğine de işaret etmektedir. Bilindiği gibi hiçbir inanç ve görüş, kendine özgü kurumları oluşturmadan kalıcı olamaz ve sosyal bir sistem haline gelemez. Dinin pratik anlatımı, sosyal bir boyut kazanmadıkça da vahdet sağlanamaz. Bu nedenle Müslümanlar İslâm’ı önce kendi benliklerinde hayat ve şahsiyet haline getirmelidir. Ancak bununla yetinmeyip ayrıca İslâm inancının yaşanmasına ve sosyal bütünleşmenin sağlanmasına etkili olan kurumları da mutlaka hayata geçirmelidir.
Kur’an, bir taraftan uluhiyyetin tekliğini ilan eder diğer taraftan da kulluğun birlik ve beraberliği yani vahdeti gerektirdiğine dikkat çeker. O, bütün Müslümanlardan tevhid yolunda yürümelerini, ayrılığa düşmemelerini, İslâm’ı tüm ilgilerinin merkezi yapıp onu hayata taşımak için birlikte çalışmalarını ister. Çünkü Müslümanların İslâm çizgisinde yaşama imkânı bulmaları buna bağlıdır.
Vahdetin yolu ve disiplini Kur’an’dır. Tefrika da bu asıl kaynağa aykırılığın ifadesidir. Tefrikanın temelinde ise, hâkim ve zâlim güçlerin, Müslüman toplumlar üzerinde sürdürdüğü siyasi egemenlik yatmaktadır. Nitekim bugünkü siyasi harita, İslâm toplumlarının siyasi gücünün parçalanmışlığını yeterince gözler önüne sermektedir.
Vahdet (birlik) fikri, teoride çok geniş bir kamuoyu desteğine sahip bulunmakla beraber Müslümanlar arasındaki birlik teşebbüsleri pratikte başarısız kalmaktadır. Bugünkü haliyle de böyle kalmaya mahkûm görülüyor. Bunun böyle olmasının temel nedeni, Müslüman ülkelerden hiçbirinin, diğerlerini İslâm’ın hâkim kılınması konusunda bir dayanışma ve kaynaşma içine sokacak güçte olmamasıdır. Müslümanların dağınıklığı ve bu dağınıklıktan kaynaklanan zaafları, onları kendi dışlarında oluşan politikalardan birini kabul etmeye zorlamaktadır.
Bu durum karşısında yapılması gereken iş, Kuran’ın vahdet çağrısına uyarak etkili biçimde teşkilatlanmaktır. Eğer bu oluşum gerçekleştirilebilirse hem Müslümanlar birleşme ve dayanışma imkânına kavuşurlar hem de güçlü çıkar gruplarının etkisinden kurtulmuş olurlar. Aksi halde Müslümanlar, İslâm’ı hayata sokmak istemeyen hâkim güçlerin kuşatmasından kendilerini kurtaramazlar. Şu halde: “(Ey Rabbimiz!) Yalnız Sana kulluk ederiz ve sadece senden yardım dileriz” diyerek Allah’a yalvaran Müslümanların, söylediklerini yapmayan kitlelerin durumuna düşmemeleri için, Kuran’ın ilke ve hedeflerinde fiilen birleşmeleri gerekir. 79
“Ve iyyâke nesta’în = ve yalnız Senden yardım dileriz.”
Sadece Allah’a sığınan ve yardım dileyen kimse, kendini yetersiz gördüğü
79] Fahreddin Yıldız
FÂTİHA SÛRESİ VE MESAJI
- 35 -
için, kendini beğenme psikolojisinden kurtulmuş olur. Kibir ve kendini beğenme gibi olumsuz duygulardan sıyrılan insan, Allah’tan bekleyeceği şeyler için duâ etmeye yönelir.
“Senin yardımını diliyoruz, çünkü senin âlemlerin Rabbi olduğunu, her şeye kaadir olduğunu ve her şey üzerinde hükümran olduğunu biliyoruz. Bu nedenle, istek ve ihtiyaçlarımızın karşılanması için yardımını isteyerek Sana yöneliyoruz.”
“Bize dosdoğru yolu hidâyet et/göster.” (6. âyet)
Sınırsız rahmet sahibi Allah’ın sayısız nimetleri yanında, O’nun “ceza günün sahibi” olduğu da vurgulanıyor. Durum böyle olunca, kul, hayrı ve kurtuluş çarelerini araştırmakla mükellef olmuştur. Kulun, bu durumda kendisini doğru yola iletecek ve sırât-ı müstakîmi gösterecek bir kılavuza mutlak sûrette ihtiyacı vardır. Bu rehberliği yapmaya onun yaratıcısından daha uygunu yoktur. Öyleyse O’na sığınmalı, O’na dayanmalı ve “yalnız Sana ibâdet eder ve yalnız Senden yardım isteriz” diyerek O’na yönelip seslenmelidir. Lutfu ile, kendisini doğru yola yani hakkı hak bilerek ona tâbi olmayı ihsan ettiği kimselerin yoluna iletmesini istemelidir.
Fâtiha sûresinden öğreniyoruz ki, mü’minlerin Allah’tan ilk ve en önemli isteği hidâyettir. “Nesteiyn”de ilk hedefimiz Allah’ın yardımı oluyor. Allah’ın yardımını celbeden bir apaçık yola hidâyet isteği yardım dilemelerin en önemlisi ve ilk sırasında olduğu anlaşılıyor. En önemli yardımın da O’nun doğru yoluna hidâyet olduğu böylece belirtilmiş oluyor.
Mevdûdi diyor ki: Bizim istediğimiz “doğru yol”, “senin nimet verdiğin ve desteklediğin kimselerin takip ettikleri yoldur.” Bu, “nimet verilen kimselerin”, yeryüzünün geçici nimetlerinden yararlandıkları halde sapan ve Allah’ın gazabına uğrayan kişiler olmadıklarını göstermek içindir. Gerçekten kendilerine nimet verilen kimseler doğru yaşayışları nedeniyle kurtuluşa erenlerdir. Bundan da anlaşılacağı üzere “nimetler” kelimesi ile zâlimlerin, Firavunların, Nemrudların ve Karunların bile yararlandıkları ve bugün de doğru yoldan sapan, birçok kötü işlerle uğraşan kimselerin yararlandıkları bu dünyanın geçici faydaları değil, doğru bir şekilde yaşamanın ve Allah’ın rızasını kazanmanın sonucu olarak bahşedilen hakikî ve sürekli nimetler kastedilmektedir.
“Bizi dosdoğru yolu göster” diyoruz. Yani, “Hayatın her safhasında bizi doğruluğa iletecek yolu bize göster, bizi hatalardan, kötü akibetlerden koru ve sonunda bizi başarıya ulaştır.”
Bu, kulun Kur’an okumaya başlamadan önce Allah’tan istediği şeydir. Kul Allah’a kendisini hayatın her döneminde bilgi eksikliğinden kaynaklanan şüphe ve kararsızlık labirentlerinden koruması ve doğru yola iletmesi için duâ eder. Kul aynı zamanda Rabb’inden, bunca sapık yol arasından kendisine hayatta doğru yolu göstermesini diler.
“İhdina’s-sırâta’l-mustakîm = Bizi doğru yola ilet.” Dikkat edilirse, kişi sadece kendini düşünme yerine, başkalarını da düşünmekte ve duâsına diğer insanları da katmaktadır. Bu tarz bir duâ, insana bencilce davranmamanın erdemini vermekte ve öğretmektedir. Kendisi için yaptığı duâya başkalarını da katma eylemi, kâmil insan olmanın üst basamaklarına tırmanmanın göstergesi olmanın yanı
- 36 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sıra, ferdî şuurun sosyal şuura dönüşümünün de ifadesi olmaktadır. Başkalarının iyiliğini düşünmek, din eğitimi ile sağlanmak istenen önemli bir gelişmişlik düzeyidir. İnsanları, sadece kendilerini düşünen fertler olmaktan çıkarıp, onların sosyal şuura katılan bireyler olmalarını temin etmek, eğitim açısından önemli bir basandır. Bu tip bir bilinç, insanın gönlünden şeytanı çıkarıp, oraya insanı koyma gücünün elde edildiğinin göstergesi olmaktadır. Şeytanı gönlünden çıkarıp, oraya insan sevgisini koyma erdemi, Fâtiha sûresinin pedagojik etkinliğine işaret etmektedir.
“Kendilerine nimet vererek lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu, gazaba uğramışların ve dalâlettekilerin/sapmışların yolunu değil!” (7. âyet)
Kendilerine nimet verilenler peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerdir.80 Allah’ın nimetleri iki çeşittir:
1- Genel nimet: Mahlûkatı yaratması, onlara rızık vermesi, onların dünyada hayatlarını belirli bir zaman devam ettireceği ve ihtiyaçlarını elde edebilecek yollar göstermesi gibi nimetlerdir.
2- Özel nimet: Hak eden kullarına hidâyet etmesi, onları imanla eğitmesi, imanda muvaffak kılıp sebat etmelerine yardımcı olması gibi hidâyetle ilgili hususlardır. Hayırda başarılı kılıp şerden korumasıdır. Bu nimet yalnız Allah’a O’nun istediği gibi yönelen, şirkin her çeşidinden kaçıp yalnız Allah’a kulluk ve ibâdet edenler içindir.
“Kendilerini nimetlendirdiklerinin yoluna.” Fâtiha sûresinin bu âyetini duâya dönüştüren insan, hangi insan tipini örnek alması gerektiği bilincini kazanmış demektir. Bu ifade, eğitimin gelişigüzel yapılmadığının, amacının belli olduğunun bir göstergesidir. Fâtiha’yı iyi anlayan insan, model insanların kimler olacağının farkındadır. O model insanlar, ilahî eğitimden geçmiş, belli sıfatlar kazanmış ve Allah katında belli bir yere gelmişlerdir. Eğitimde örnek alma ve örnek edinme olguları çok önemli bir yer tutmaktadır. Özellikle gençlerin kimleri model aldıkları bilinirse, o toplumun değer anlayışı, gelişmişliği ve manevî olgunluğu iyice tespit edilebilir.
“Gazaba uğrayan ve sapıtmışların yoluna değil.” Bu ifade, müslüman bir insanın, olumsuz ve çıkmaz olan yolların neler olduğunu bildiğini göstermektedir. Hayatın olumsuz yönlerini insana anlatmak, tanıtmak ve bu bilinci kazandırmak, eğitimin en başta gelen görevlerinden biridir. Allah’ın kimlere gazap ettiğini ve kimlerin sapık yola düştüğünü bilen bir insan, bilinçli ve ahlâkî davranışı kazanmanın büyük bir yüzdesini halletmiş demektir. Bu bilinç olmadan, ahlâkî davranış, tesadüfîlikten kurtulamaz. Sosyal ahlâk da, tesadüfî davranışlar üzerine oturamaz ve sürekliliğini sağlayamaz.81
“Kendilerine nimet verilenlerin yoluna” denilerek, Allah nimeti kendisine nisbet etmiş, tüm nimetlerin, tüm hayırların Kendisinden olduğuna işaret etmiştir. Devamında “gazaba uğrayanların ve sapıtanların yoluna değil” denilerek gazaba uğramak ve sapıklık gibi şer olan şeyleri Kendisine değil; bunları hak edene nisbet etmiştir. Hayır ve şerri yaratan Allah’tır; fakat şer insanlardandır. Hayır
80] 4/Nisâ, 69
81] Bayraktar Bayraklı
FÂTİHA SÛRESİ VE MESAJI
- 37 -
ve şerri yaratan ancak Allah’tır. Fakat hayra rızâsı olduğu halde, şerre yoktur. Kaldı ki hayır ve şer dediğimiz yapılan işin, işlenen fiilin Allah’ın emir ve rızâsına uygun olup olmamasıyla ilgili. Yani, fiilin kendisiyle değil; sıfatıyla alâkalı. Konuşma, görme, işitme, yürüme... hepsi birer fiil, hayır olsun şer olsun bütün bu fiilleri yaratan Allah’tır. İşlenen fiil, İslâm’a uygun ise hayır; aksi halde şer olur. Zaten Allah’ın birliğine iman eden bir insan, O’nu bütün bu işlerin, bu fiillerin tek yaratıcısı olarak bilmiş olmuyor mu?
Allah için yapılan her amel hayır; bunun dışındaki ameller ise şerdir. Kul, Allah Teâlâ’nın yarattığı imkânları, emirlerine uygun olarak kullanırsa, hayır; emrinin aksine kullanırsa şer olur. Bunlardan herhangi birini seçmek ve yapmak, kulun yetkisindedir. Eğer kötülüğü yapmak imkânına sahip olmasaydı, elbette yapamazdı. Şu halde yaratılan, aslında hayır ve şer değil; bunların yapılmasına elverişli imkânlardır.
Daha önce Allah’ın lutfuna mazhar olup da kıymetini bilmeyerek hidâyete ermişken tekrar dönerek gazabına uğrayanların ve şaşkın sapıkların yoluna iletmemesini istiyor her Fâtiha’yı okuyan mü’min. Çünkü bunlar haktan sapan veya hakka ulaşmak istedikleri halde ona ulaşamayan kimselerdir. Bir yönüyle bu bâtıl insanların yoluna tâbi olmama konusunda Allah’ın yardımını isterken, diğer yönüyle istikameti bozacak bu durumdan sakınıp Hıristiyan ve yahûdilerin izinden gitmeyeceğine, onlara tâbi olmayacağına dair Allah’a söz vermektedir. Kendisinin de gazab edilmeye yol açacak veya sapıttıracak bir çizgi üzerinde olmaması, atmalar ve katmalarla dini kendi inanç ve amellerinde tahrif edecek hususlardan kaçınması gerektiğini değerlendirecektir.
- 38 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Fâtiha İle İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhari, Tefsir I/1, 15/3; Fezailu’l-Kur’an 9; Tıb 34
Müslim, Salât 38, 40; Selam 66
Tirmizi, Fezailu’l-Kur’an 1; Mevakit 69, 115, 116
Nesai, İftitah 25, 26
İbn Mace, İkame 11
Ebu Davud, Edeb 52; Tıb 19
Müsned, II, 285; III, 450; V, 114
Darimi, Salât 36; Fezailu’l-Kur’an 12.
Kütüb-i Sitte M. Terc. Ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y. c. 17 s. 20
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 34-46
2. Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 39-42
3. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1 s. 27-33; 67-71; 140-142 (25-142)
4. Kur’an-ı Kerim Şifâ Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 62-63 (57-78)
5. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 15-129
6. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 17-33
7. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 1, s.
8. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 31-66
9. Furkan Tefsiri, Hicazi, Vahdet Y. c. 1, s. 15-18
10. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 1-2
11. Safvetü’t Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, İz Y. c. 1, s. 29-39
12. Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri, Ö. Nasuhi Bilmen, Bilmen Y. c. 1, s. 6-11
13. Et-Tefsîru’l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 1, s. 13-18
14. El-Esas fi’t-Tefsir, Said Havva, Şamil Y. c. 1, s. 35-53
15. Muhtasar Taberî Tefsiri, İmam Taberi, Ümit Y. c. 1, s. 5-13
16. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat, c. 1, s. 61-83
17. Namaz Duâları ve Sûreleri, Ali Akpınar, Suffe Y. s. 84-86
18. El-Câmiu li-Ahkâmi’l Kur’an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 1
19. Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 11-29
20. Sorularla Fâtiha Sûresi, Z. Durmuş-Ali İçipak, Yenda Y. s. 208-223
21. Fâtiha Tefsiri, Azad, Bir Y. s. 39-49; 309-311
22. Fâtiha Şuuru, Mustafa Çelik, Fütüvvet Y.
23. Fâtiha Üzerine Mülahazalar, M. Fethullah Gülen, Nil Y.
24. Fâtiha Üzerine Mülahazalar, Hikmet Işık, Nil Y. s. 232-237
25. Fâtiha’nın Kırk Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y.
26. Fâtiha Sûresi Tefsiri, Ramazanoğlu Mahmud Sami, Erkam Y.
27. Fâtiha ve En’am Sûreleri Tefsiri, Suat Yıldırım, Nil A. Ş.
28. Fâtiha Sûresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. s. 11-18
29. Besmele ve Fâtiha Tefsiri, Ebulleys Semerkandi, Sezgin Neşriyat
30. Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sabuni, Şamil Y. c. 1 s. 9-12; 23-46
31. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 2 s. 158-160
32. TDV İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 12 s. 252-255
33. İlk Mesajlar, M. Ali Baltaşı, Birleşik Y. s. 13-14
34. Kur’an Mucizeleri, Haluk Nurbaki, Mayaş Y. s. 134-137
35. Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 131-134