Cumartesi, 06 Şubat 2021 15:32

FÂİZ/RİBÂ

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

FÂİZ/RİBÂ


• Ribâ/Fâiz; Anlam ve Mâhiyeti
• Nazarî Yönden Fâizin Yasaklanması
• Fâizin Zararları
• Fâiz Parasından İkrâm
• Fâizsiz(!) Finans Kurumları; Müslümanların Fâize “Katılım Bankaları”
• Maymunlaşma Sebebi: Hîle-i Şer’iyye Denilen “Hîle-i Şerriyye”
• Hanefî Fıkhına Göre Dâru’l-İslâm ve Dâru’l-Harpte Fâiz
• Kur’ân-ı Kerim’de Ribâ/Fâiz
• Hadis-i Şeriflerde Ribâ/Fâiz
• Tefsirlerden İktibaslar
• Klasik Fıkıhta Ribâyı/Fâizi Câiz Gösteren Tavırlar
• Günümüzde Fâiz Tartışmaları ve Fâizi Câiz Gören Yaklaşımlar
• Fâizle İlgili Fetvâlar
• Allah Teâlâ ve Rasûlüne Karşı Savaşanlar: Fâizci Düzen ve Fâizciler!
“Ribâ/fâiz yiyen kimseler (kabirlerinden), tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali, ‘alış-veriş (ticâret) de fâiz gibidir’ demelerindendir. Oysaki Allah, ticâreti helâl, fâizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de fâizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah’a kalmıştır (Allah dilerse onu affeder). Kim tekrar fâize dönerse, işte onlar ateş ashâbıdır, orada devamlı kalırlar.
Allah fâizi mahveder (fâiz karışan malın bereketini giderir). Sadakaları çoğaltır (içinde sadaka verilen malları bereketlendirir). Allah (günahta ısrar eden) günahkâr kâfirlerin hiçbirini sevmez.
İman edenler, sâlih/iyi ameller yapanlar, namaz kılanlar ve zekât verenler için Rableri katında mükâfâtları vardır. Onlara korku yoktur, mahzun da olmayacaklardır.
Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Eğer gerçekten iman ediyorsanız fâiz olarak artan miktarı almayın.
Şâyet (fâiz hakkında söylenenleri) yapmazsanız, Allah ve Rasûlü tarafından ilân edilmiş bir harp ile karşı karşıya olduğunuzu iyi bilin. Eğer tevbe edip fâizcilikten vazgeçerseniz, sermâyeniz sizindir. Böylece haksızlık etmezsiniz ve haksızlık da edilmezsiniz.” 3619
3619] 2/Bakara, 275-279
- 840 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ribâ/Fâiz; Anlam ve Mâhiyeti
Ribâ: Artma, çoğalma, şişme, gelişme ve yetişme, mübâdeleli akitlerde taraflardan birinin hakkı kabul edilen ve akit sırasında şart koşulan karşılıksız fazlalık anlamında bir İslâm hukuku terimidir. “Ribâ” kelimesi Arapça mastar olup, sözcüğün kökeninde “mutlak çoğalma” anlamı vardır.
Cins ve miktarı bir olan iki şey biri diğeriyle mübadele edildiğinde (değiştirildiğinde) bir taraf için kabul edilen malın fazlasına ribâ veya fâiz denir.3620 Ayarları aynı olan 100 gr. altını, peşin veya vâdeli yüz yirmi gr. altınla mübadele etmek gibi... Böyle bir işlemde 100 gr. altın veren, aynı miktarda altın alma hakkına sahip olur. Burada 100 gr. altın anapara (re’sül-mal), 20 gr. fazlalık ise ribâ adını alır. 3621
Ribâ sözcüğü yerine Türkçede daha çok “fâiz” terimi kullanılır. Fâiz; taşan, taşkın, dolu, ödünç verilen para için alınan kâr gibi anlamlara gelir. Elmalılı Hamdi Yazır ribâ ile fâizin aynı anlama geldiğini belirtirken şöyle der: “Ribâ; sözlükte, ziyâdelenmek, fazlalaşmak anlamına mastar olup, fâiz dediğimiz özel fazlalığın adı olmuştur... Câhiliyye devrinde asıl borca “re’sül-mâl”, ziyadesine ise “ribâ” adı verilirdi. Bugünkü fâiz işlemleri nitelik bakımından câhiliyye devrinin bu âdetinden başka bir şey değildir. Zaman zaman fâiz miktarının ve şekillerinin azalması veya çoğalması muâmelenin niteliğini değiştirmez. İşte câhilî Arap örfünde ribâ tam anlamıyla günümüzdeki nükudun (nakit paraların) fâizi veya nemâsı tâbir olunan fazlasıdır. Karzdan (ödünç para) başka borçların (düyûn) tatbiki de böyledir. Şüphe yok ki sözlükte bunun en uygun ismi ribâ, ziyade, artık olması gerekir. Buna fâiz veya nemâ tâbirinin kullanılması “Alım-satım ancak ribâ gibidir.”3622 âyetinin delâletiyle, alım satım ve ticârete benzetilerek yanlış bir kullanmadır. 3623
Bir şeyin nitelikleri değişmedikçe, adının değişmesi, hükmünün değişmesini gerektirmez. Buna göre, ribânın hükümleri aynı hukukî özellikleri taşıyan fâize de uygulanır. Bu, icâre akdine, kira akdi demek gibidir ki, her ikisi de aynı anlama gelen sözlerdir. İslâmiyet toplumla ilgili sosyal ve ekonomik problemleri çözerken tedric prensibine uymuştur. Fâizcilik, müşrik Arapların özellikle yüksek tabakalarının yararlandıkları önemli bir kazanç yolu idi. Bunu bir hamlede kaldırmak uygun değildi. Bu yüzden, içkinin yasaklanışında olduğu gibi, ribânın yasaklanışı da belli merhaleler geçirmiştir.
Ebû Hureyre’den, Hz. Peygamber’in şöyle dediği nakledilmiştir: “Mirac gecesi, karınları evler gibi (büyük) olan bir topluluğun yanına geldim. Onların karınlarında dışarıdan görünen yılanlar vardı. Cebrâil’e (a.s.) bunların kimler olduğunu sorduğumda; ‘Bunlar fâiz yiyenlerdir’ cevabını verdi.”3624 Mirac olayı 621 m. yıllarında Mekke’de vuku bulduğuna göre, fâizin ileride yasaklanabileceğine daha o günden işaret edilmiş olmaktadır. Yine Mekke’de inen bir âyette fâizin malı arttırmayacağı bildirilmiştir. 3625 Medine’de inen bir âyette ise, Tevrat’ta yahûdilere fâizin yasaklandığı, ancak
3620] İbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, V, 277
3621] Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, II, 952, 953
3622] 2/Bakara, 275
3623] Elmalılı, a.g.e., II, 952, 953
3624] İbn Mâce, Ticârât, 58; Ahmed b. Hanbel, Müsned II/353, 363
3625] 30/Rûm, 39
FÂİZ/RİBÂ
- 841 -
bu yasağa uymadıkları için kendilerine helâl kılınan bazı temiz ve güzel şeylerin haram kılındığı belirtilmiştir.3626 Şu âyetle de kısmî yasaklama getirilmiştir: “Ey iman edenler, ribâyı öyle kat kat arttırılmış olarak yemeyin” 3627. Burada fâhiş ribâ adı verilen mürekkeb fâiz kastedilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim azı ve çoğu hakkında bir ayırım yapmaksızın ribâyı şu âyetlerle mutlak olarak yasaklamıştır: “Âllah alış-verisi helâl ve fâizi ise haram kılmıştır” 3628; “Kim de haram olan bu ribâyı helâl diye yemeye dönerse, işte onlar cehennemliktir, o ateşte ebedî olarak kalacaklardır”3629; Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve (câhiliyette işlediğiniz) fâiz hesabından arta kalanı bırakın; eğer gerçek mü’minler iseniz. Yok, eğer bu fâizi terk etmezseniz; bilin ki, Allah’a ve Peygamberine karşı bir harbe girmiş olursunuz. Eğer ribâdan tevbe ederseniz, anaparanız sizindir. Böylece zulmetmiş ve de zulme uğramış olmazsınız.” 3630
Müfessirlerin çoğuna göre, ribâ âyetleri, Tâif’te oturan Beni Sakîf kabilesinin fâiz problemiyle ilgili olarak inmiştir. Bu kabilenin Hz. Peygamber’le yaptığı Tâif anlaşmasında fâiz alacak-verecekleri lağvedilmişti. Mekke’deki Muğîre oğulları, Benî Sakîf’ten Amr bin Umeyr oğullarına olan fâiz borçlarını ödemeyince, aralarında düşmanlık doğdu. Durum Mekke valisi Attab b. Esîd (ö. 13/634) tarafından Hz. Peygamber’e yazıldı. Bu soru üzerine ribâ âyetleri indi ve Hz. Muhammed (s.a.s.), vâliye âyeti yazdı. Ayrıca hükme râzı olurlarsa ne âlâ, aksi halde onlara harp ilan etmesini bildirdi. Bunun üzerine Tâifliler fâiz istemekten vazgeçtiler.3631 Mekke ve Tâif’in fethi 8.; Vedâ Haccı ise 10. hicret yılında vuku bulmuştur. Hz. Peygamber Vedâ Haccı sırasında Mekke’de fâiz yasağı uygulamasını şu ifadelerle başlatmıştır: “Dikkat edin! Câhiliyye devrinden kalma fâizin hepsi kaldırılmıştır. Kaldırdığım fâizin ilki, amcam Abbas b. Abdilmuttalib’in fâizidir.” 3632
İslâm’ın yasakladığı ribâ iki kısma ayrılır: Nesîe ve fazlalık ribâsı.
A. Nesîe ribâsı (ribe’n-nesîe): Câhiliye devrinde bilinen ve uygulanan ribâ çeşidi budur. Bu, satım akdinden veya ödünç (karz) vermekten doğan bir borç için vâde durumuna göre eklenen fâizdir. Borç, vâdesinde ödenmeyince yeni anlaşmalarla fâiz ilâve edilir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu çeşit ribâya işaret edilerek yasak hükmü getirilmiştir: “Ey iman edenler, gerçek mü’minler iseniz Allah’tan korkun, fâizden henüz alınmamış olup da kalanı bırakın.” 3633
B. Fazlalık ribâsı (ribel-fadl): Bu, hadîs-i şeriflerde yer alan ribâ çeşidi olup, mislî tür malı, misliyle, iki ivazdan (bedelden) birisini diğerinin üzerine ziyâdeyle satmaktır. Meselâ bir ölçek buğdayı, iki ölçek buğdayla peşin veya vâdeli olarak trampa etmek gibi...
Ubâde b. es-Sâmit’ten Hz. Peygamber’in şöyle dediği nakledilmiştir: “Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurmayla ve tuz tuzla
3626] 4/Nisâ, 160,161
3627] 3/Âl-i İmrân, 130
3628] 2/Bakara, 275
3629] 2/Bakara, 275
3630] 2/Bakara, 278, 279
3631] et-Taberî, Tefsîr, 105, 106; Elmalılı, a.g.e., II, 972
3632] Müslim, Hac 147; Ebû Dâvud, Büyü’ 5
3633] 2/Bakara, 278, 279
- 842 -
KUR’AN KAVRAMLARI
misli misline, birbirine eşit ve peşin olarak trampa edilirler. Ama bunların cinsleri ayrı olursa peşin olmak şartıyla, istediğiniz gibi satış yapınız.”3634 Bu hadisin Tirmizî’deki rivâyetinde şu ilâve vardır: “Her kim bu şekil mübâdelede fazla verir veya alırsa şüphesiz ribâ yapmış olur.” 3635
İslâm hukukçularının çoğunluğu bu hadiste sayılan altı maddeyi “örnek kabilinden” sayarken yalnız Zâhirîler yasak hükmünün sadece bu altı maddeye ait olduğunu söylemişlerdir. Buna bağlı olarak ribânın illeti de tartışılmıştır. Hanefilere göre, fâizin illeti, mislî mallarda cins ve miktar birliğidir. Ölçü ile alınıp satılan şeylerde cins ve ölçü birliği, tartı ile alınıp satılan şeylerde ise cins ve tartı birliği ortak niteliktir. Bu duruma göre fâizin hükmü yalnız hadiste zikredilen altı maddeye değil, ortak özelliğe sahip olan tüm maddelere uygulanır. Bir hadiste şöyle buyurulur: “Fâiz ancak altında veya gümüşte yahut ölçülen veya tartılan ya da yenilen veya içilen şeylerde cereyan eder.”3636 Nesîe (veresiye satış) ribâsının illeti ise vâdedir. Mislî olan şeylerin aynı cinsle veya değişik cinsteki şeylerle vâdeli mübâdelesinde bu çeşit ribâ gerçekleşir. Ancak vâdenin bağlayıcı olmadığı karz-ı hasen ve nakit para karşılığı veresiye satışlarla selem akdi, toplumun bu muâmelelere ihtiyacı nedeniyle özel nasslarla (âyet ve hadislerle) meşrû kılınmıştır. Şâfiî hukukçulara göre, altın ve gümüşte ribâ illeti para olma (semenlik) özelliği, hadiste sayılan diğer dört maddede ise illet “yiyecek maddesi” olmalarıdır.
Asr-ı saadette ribâ uygulaması örnekleri: Altının altınla değişimi eşit ağırlıkta ve peşin olarak yapılır. Hz. Peygamber devrinde dinar adı verilen altın para yaklaşık 4 gram ağırlığında altından ibarettir. Böyle bir para ile altın ziynet eşyası alınmak istense, gerçekte altın altınla mübâdele edilmiş olur. Bu hesaba göre 60 gram altına eş değer olan 15 dinara 40 gramlık bir bilezik alırsak, 20 gram fazlalık fâiz olur. Bunun aksine 10 dinara, 60 gram ağırlığındaki bileziği satın almak da aynı sonucu doğurur.
Hayber’in fethinden sonra Allah Rasûlüne ganimet olarak getirilen boncuk ve altından oluşan bir gerdanlığı Fudâle b. Ubeyd 12 dinara satın almıştı. Altınlarını ayırınca yalnız bunların 12 dinardan fazla olduğunu gördü. Durumu Allah Rasûlüne anlatılınca; “Altınlar ayrılmadan satın alınmaz” buyurdu.
Gümüşün para birimi dirhemdir. Bir dirhem yaklaşık 3,2 gram gümüş ihtiva eder. Gümüşten yapılan ziynet eşyası ve benzerlerinin gümüş para karşılığında satımı hâlinde de, altın konusunda arzedilen sakıncalar ortaya çıkar, Muâviye devrinde savaş ganimeti olan gümüş bir kap, bu kabın ağırlığından farklı miktarda dirhem (gümüş para) karşılığında satılmak istenince, bir sahabi, Ubâde b. Sâmit’in naklettiği altı ribevî madde hadisini hatırlatmış ve satışın ancak eşit ağırlıktaki gümüşler arasında olabileceğini belirtmiştir. 3637
Altın veya gümüş paranın kendi cinsleriyle mübâdele edilirken peşin ve eşit ağırlıkta olmasının istenmesi, paranın maden değerinin (gerçek değeri) üstünde veya altında nominal (izafi) bir değer kazanmasını engellemiştir. Yani para ile, kendi cinsinden imal edilen altın veya gümüş ziynet eşyaları arasında bir fiyat farkının oluşmasını, başka bir deyimle, o devirlerde enflasyonun oluşmasına
3634] Müslim, Müsâkat 81; Ebû Dâvud, Büyü’ 18; Ahmed bin Hanbel, V/314, 320
3635] Tirmizî, Büyü’, 23
3636] İmam Mâlik, el-Muvatta’, Büyü’ 44; Zeylaî, Nasbu’r-Râye, V/36-37
3637] Müslim, Müsâkat 80; bk. İbn Mâce, Mukaddime II
FÂİZ/RİBÂ
- 843 -
İslâm’ın fâiz yasağının engel teşkil ettiği söylenebilir.
Altın ve gümüş, biri diğeriyle, peşin olmak şartıyla, farklı ağırlıklarda mübâdele edilebilir. Hz. Ömer, altı ribevî madde hadisini naklettikten sonra şunu ilâve etmiştir: “Bu maddelerin birbirleriyle mübâdelesinde, alıcı senden eve girip çıkıncaya kadar mühlet istese bile verme. Çünkü sizin için ramâ’dan yani ribâdan korkuyorum.” 3638
Hurmanın hurma ile mübâdelesinde şu örnek dikkat çekicidir. Bilâl (r.a.) Hz. Peygamber’e ikram etmek üzere iyi cins hurma getirdi. Allah’ın elçisi bu hurmayı nereden aldığını sorunca, Bilâl şöyle dedi: “Bizde âdi bir hurma vardı. Nebî’ye (s.a.s.) yedirmek için, ben onun iki ölçeğini bu iyi hurmanın bir ölçeğine sattım.” Bunun üzerine Allah’ın elçisi şöyle buyurdu: “Eyvah, eyvah! Ribânın ta kendisi, ribânın ta kendisi. Bunu böyle yapma. Fakat hurma satın almak istersen, kendi hurmanı başka bir satım akdi ile sat. Onun satış bedeli ile istediğin hurmayı satın al.” 3639 Buna göre, aynı cins misli mallar trampa edilecekse, eşit olarak mübâdele edilmeli, eğer kalite farkı gibi nedenlerle taraflardan birisi veya ikisi buna râzı değillerse, mübâdele edilecek malların kıymeti para ile takdir edilerek değişim yoluna gidilmelidir. Böylece fâiz yasağının amacının, tarafların aldanmasını önlemek ve haksız kazanca engel olmak noktasında toplandığı anlaşılmaktadır.
İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, nakit para borçlarında, geri ödeme tarihine kadar paranın satın alma gücünün düşmesi veya yükselmesi dikkate alınmaz. Ancak İmam Ebû Yusuf altın veya gümüş para dışındaki madenî paraların (felsler) satın alma gücünde meydana gelebilecek değişmeler, borçların ödenmesinde dikkate alınır. Satın alma gücündeki düşme veya yükselme halinde, borç satım akdinden doğmuşsa akit tarihi; ödünç (karz) akdinden doğmuşsa kabz (teslim etme) tarihi esas alınarak, madenî paranın altın veya gümüş para karşılığı itibârıyla ödeme yapılır. Ebû Yusuf bu görüşüyle madenî paralarda enflasyon farkını fâiz olarak kabul etmemektedir. Ancak onun bu görüşü, kendi devrindeki altın veya gümüş paradan doğan borçları kapsamına almamaktadır. İbn Âbidîn bu noktayı özellikle belirtmiştir 3640.
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı devletinde altın karşılığı olarak banknot çıkarılmıştı. Bunlar on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda bazı Avrupa ülkelerinde çıkarılan şemsili kâğıt paraların benzeri ve devamı niteliğindedir. On yedinci yüzyılda İngiltere ve İsveç’te resmî darphaneler kendilerine bırakılan altın ve mücevherleri emânet olarak muhafaza ediyorlardı. Ancak, devlet mâlî sıkıntılar yüzünden bu güveni kötüye kullanınca, sarraflar teşkilatlandılar ve halkın elindeki kıymetli eşyayı da saklamaya başladılar. İşte sarrafların emânet bırakanlara verdiği “Goldsmith’s notes” denilen makbuzlar, para yerine kullanılan ilk yazılı belgelerdir. 3641
Osmanlılarda, İbraz edildiklerinde altın karşılığının ödeneceği taahhüt olunan banknotlarla, karşılık gösterilen altın arasında giderek satın alma gücü farkı meydana gelmiştir. Bu durum, fels ve mağşuş paralarla altın ve gümüş paralar
3638] Mâlik, Muvatta’, Büyü’ 33
3639] Buhâri, Vekâle 11
3640] İbn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, IV, 24, Resâil, II, 63, 64; Tenbîhu’r-Ruküd alâ Mesâili’n-Nuküd, Mecmuatu’r-Resâil, II, 52; el-Fetâvâl-Bezzâziye, (Hindiyye kenarında), c. IV, 510
3641] Feridun Ergin, İktisat, 560, 570
- 844 -
KUR’AN KAVRAMLARI
arasında meydana gelen satın alma gücü farkı ile aynı niteliktedir. Borçların banknotla ödenmesinde bu enflasyon farkının ilâve edilmesi fâiz sayılmamıştır. Meselâ, 1879 M. tarihli bir kararnamede, borçlar kaime ile ödenirken, 450 kuruşluk kaime yerine bir yüzlük altın (1 altın lira) veya borçları ödeme gününde, bir altın kaç kaime ederse o kadar kaime ödenmesi emrolunmuştur. Günümüzde kâğıt para, önceki yüzyıllarda para fonksiyonu olan mübâdele vâsıtalarının yerine geçen, devletin desteklediği ve halkın muâmelelerde kullanmasıyla tedâvülünü örfleştirdiği bir para çeşidi olmuştur. Bu yüzden altın, gümüş veya diğer madenî paralara uygulanan fâiz hükümleri kâğıt paraları da kapsamına alır. Ancak kâğıt paralar piyasada, itibarî (nominal) değerle dolaştıkları için, aynı nitelikteki madenî (fels ve mağşûş para) paraların benzeridir. Aralarındaki fark şudur: Ebû Yusuf’a göre, tedâvülden kalkması veya satın alma gücünde değişiklik olması halinde felsin kıymeti, satım akdinde akit tarihi, karzda teslim tarihindeki altın veya gümüş paranın kıymeti üzerinden hesaplanmıştır. Bu, bir enflasyon farkından çok, aynı anda tedavülde bulunan iki para arasında “kur ayarlaması” olarak düşünülebilir.
Fâizsiz Ekonomi: Fâiz ve ribâ sözcükleri eş anlamlı olup, İslâm ekonomisinde bir terim olarak, mübâdeleli akitlerde taraflardan birisinin hakkı kabul edilen ve akit sırasında şart koşulan veya örfleşmiş bulunan fazlalık anlamına gelir. Fâiz; ölçü, tartı veya sayı ile alınıp satılan standart (mislî) mallarda cereyan eder. Altın, gümüş ve nakit para çeşitleri de buna dâhildir. Kur’ân-ı Kerîm’deki ribâ âyetleri3642 ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu konudaki hadis ve uygulamaları3643 incelendiğinde fâiz yasağının haksız kazancı önlemek, paranın yalnız mübadele aracı olarak kalmasını sağlamak, ödeme darlığı çekenleri istismar ettirmemek, kamu ve özel sektöre daha sağlam kredi imkânları sunmak, mâliyetleri düşürmek ve paranın satın alma gücünü korumak gibi sebeplere dayandığı görülür.
Konu biraz açılacak olursa, şunlar söylenebilir: Fâizli kredilerde anaparanın fâiziyle birlikte geri ödeme taahhüdü, taraflardan birisini haksız kazançla karşı karşıya getirir. Kredi kullananın zarar ettiği halde, anapara ve fâizi ödemek zorunda kalması veya bu kredi sayesinde yüksek satın alma gücü elde ettiği halde bunun önceden miktarı belirlenmiş küçük bir kısmını sermaye sahibine ödemesi, rizikoyu tek yanlı hale getirir. Ubâde b. es-Sâmit (r.a.)’den Allah Rasûlünün şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpa ile, hurma hurma ile ve tuz tuz ile, misli misline, birbirine eşit ve peşin olarak mübâdele edilir. Cinsler farklı olursa, peşin olmak şartıyla, istediğiniz gibi satış yapınız. Her kim fazla verir veya alırsa ribâ muâmelesi yapmış olur.”3644 İslâm hukukçularının çoğunluğu, bu hadiste zikredilen altı maddeyi “örnek kabilinden” saymış; maddelerin mislî oluşuna bakarak, ölçü veya tartı ile alınıp satılan tüm malların mübâdelesinde, cins birliği olunca “fazlalık” ve “vâdenin”; cins farkı bulunduğunda ise yalnız vâdenin fâiz olacağı görüşünü benimsemiştir.3645 Sırf vâde sebebiyle meydana gelen fâize “nesîe ribâsı” denir. Beş bin doların, üç ay sonra teslim alınacak yedi bin euroylo değişimi halinde, bu çeşit ribâ söz konusu olur. Para peşin mal veresiye bir akit olan selem, istisnâ ve mislî malların fâizsiz olarak karz-ı hasen
3642] 30/Rûm, 39; 4/Nisâ, 160-161; 2/Bakara, 275-279
3643] Müslim, Mûsâkât 17, 80, 81, 102, Hac 147; Ebû Dâvud, Büyû’ 19
3644] Müslim, Mûsâkat 81; Ebû Dâvud, Büyû’ 18; Tirmizî, Büyû’ 23
3645] el-Cassâs, Ahkâmül-Kur’ân, II, 124
FÂİZ/RİBÂ
- 845 -
verilmesi konunun istisnâlarıdır.
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yukarıda da anlattığımız uygulamaları, fâizi anlamada yardımcı olabilir. Ashâb-ı Kirâmdan Fudâle b. Ubeyd (r.a.) Hayber günü boncuk ve altın dizili bir gerdanlığı 12 dinara (yaklaşık 48 gr. altın para) satın almış yalnız altınların 12 dinardan daha ağır olduklarını anlayınca, durumu Hz. Peygamber (s.a.s.)’e sormuştur. Bunun üzerine Rasûlullah “Altın altına karşılık tartı iledir. Altınlar ayrıca tartılmadıkça satın alınmaz.” buyurmuştur.3646 Muâviye devrinde gümüş para ile gümüş ziynet eşyasının, tartılarak eşit ağırlıkta mübâdele edildiği nakledilir.3647 Bu duruma göre, meselâ; 15 gram ağırlığındaki bir bileziği 8 dinara satın alsak; gerçekte 32 gr. altın parayla, 15 gr. bilezik şeklindeki altını mübâdele etmiş oluruz. Böyle bir piyasada dinarlar ziynet eşyasının çok değer kazanması sebebiyle sarraflarca eritilerek ziynete dönüşür. Bunun aksine 32 gr. ağırlığındaki bir bileziği 4 dinara satın alsak, gerçekte bu bileziği 16 gr. altın para ile değişmiş oluruz ki, böyle bir piyasada altın ziynet eşyaları da darphanede eritilerek dinara dönüşür. Asr-ı saadette altın veya gümüş paranın kendi cinsleriyle mübâdele edilirken peşin ve eşit ağırlıkta olmasının şart koşulması, paranın maden değerinin üstünde veya altında nominal (itibarî) değer kazanmasını engellemiştir. Yani para ile kendi cinsinden imal edilen altın veya gümüş ziynet eşyası arasında bir satın alma gücü farkının oluşmasına, başka bir deyimle, o devirlerde enflasyonun oluşmasına İslâm’ın fâiz yasağının engel teşkil ettiğini söyleyebiliriz.
Fâiz, ekonominin olmazsa olmaz bir rüknü değildir. Ekonomik faâliyetlerin fâizsiz bir sistem içinde daha sağlıklı bir biçimde yürütülmesi mümkündür. Ancak bu yapının oluşabilmesi için, sistem bazında aşağıdaki noktalara ağırlık verilmesi gerekir.
1) Paranın satın alma gücünün sağlam bir esasa bağlanması: Günümüz dünya ekonomilerinde kâğıt para kabul görmüş örfî bir paradır. J. Dobretsberger, Mısır’da M.Ö. 1600 yıllarında banknot tedâvül edildiğinin belirlendiğini söyler. İktisat tarihçilerinin sözünü ettiği bu uygulama,3648 Hz. Yusuf’un (a.s.) Mısır merkez olmak üzere Orta Doğu yöresinde uyguladığı, çeyrek yüzyılı içine alan bir dizi ekonomik tedbirlerin bir parçasıdır. O, yedi yıllık bolluk yıllarında halkın elindeki ihtiyaç fazlası hububatı ve tasarrufları devlet hazine ve depolarına emânet olarak almış, sahiplerine emânet bıraktıkları şeylerin cins ve miktarını belirten birer makbuz vermiştir. Elinde böyle bir makbuz olan kimse, belge üzerinde yazılı cins ve miktardaki altın, gümüş veya hububatı dilediği zaman çekebilirdi. Ticaretle uğraşanlar hâmiline yazılı olan bu makbuzları mal ve para yerine kabul ediyorlardı. Hattâ belgeler Fenike ve Mezopotamya’ya kadar yayılmıştı. Temelde vahye dayanan bu uygulamada kâğıt banknotun arkasında mislî (standart) eşyanın bulunduğu açıktır. 3649
Kâğıt paranın 16. yüzyıldan itibaren Avrupa’da, 19. yüzyıldan itibaren ise Osmanlılarda ortaya çıkışı ve gelişme süreci, daima altına göre olmuş ve satın alma gücünü altından almıştır. Durum böyle olunca, altınla ilgili hükümleri, onu temsil eden kâğıt paraya uygulamada tereddüt edilmemiştir. Günümüz ekonomisinde
3646] Müslim, Musâkat 17
3647] Müslim, Musâkat, 80
3648] Feridun Ergin, İktisat, İstanbul 1964, s. 569
3649] 12/Yûsuf, 10; Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul 1960, IV, 2861
- 846 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kâğıt para veya benzeri menkul kıymetlerin altın başta olmak üzere bazı mislî eşyaya bağlanması, satın alma gücünü temsil ettiği mislî maldan alan sağlam bir para anlayışını ortaya çıkarabilir. Enflasyona karşı kendisini koruyabilen böyle bir para; karz, kredi ve sermaye birikimi için daha elverişli hale gelir.
2) Karz-ı hasen’e işlerlik kazandırmak: Allah (c.c.) ihtiyaç sahiplerine ödünç para vereni övmüş, âhirette ona kat kat ecir verileceğini bildirmiştir.3650 Diğer yandan, hadis-i şeriflerde; iki defa ödünç verenin bir defa tasaddukta bulunmuş sayılacağı; 3651 bir sadakaya on katı, karz-ı hasene ise on sekiz katı ecir verileceği nakledilmiştir. 3652
İslâm’da fâizsiz ödünç para verme yoluyla kısa vâdeli ve küçük kredileri temin etmek mümkündür. Ticarî olmayan ihtiyaçlar, dar ve sâbit gelirlilerin kısa süreli para sıkıntıları ve yine esnaf ve tüccarın geçici ve kısa süreli ekonomik finansmanları bu yolla karşılanabilir. Günümüzde çek ve senetlerin ödenmesinde veya protesto olan senet bedellerinin karşılanmasında tüccar sık sık kısa süreli, kimi zaman birkaç saatlik kredilere ihtiyaç duyar. Bu gibi kısa süreli ihtiyaçların hısımlar, esnaf, tüccar ve komşular arasında çözümlenmesi ve bundan maddî bir yarar beklenmemesi en güzel ve kalıcı bir çözümdür. Bu uygulama müslümanları birbirine yaklaştırır, iyilik yapma duygularını güçlendirir, ayrıca taraflar sürekli olarak karz-ı hasen sevabı kazanırlar.
Kısa vâdeli küçük kredilerin daha düzenli ve fâizsiz olarak temini için, “yardımlaşma sandıkları” da oluşturulabilir. Bu sandığa her ay belli âidat ödenerek, ihtiyaç olduğunda biriken primlerin birkaç katına kadar kredi alınması ve bunun anlaşma şartlarına göre geri ödenmesi mümkündür. Diğer yandan böyle bir sandık, ticaret ortaklığı olarak düzenlenirse, kullanılmayan krediler işletilir ve daha büyük krediler sağlama imkânları meydana getirilebilir. Sandık, ortaklarının çek ve senet tahsillerini yapar, vâdesiz mevduatlarına da sahip çıkabilirse, küçük çapta banka işlemleri bu çerçevede ve fâizsiz olarak çözülebilir.
İslâm’da özel sektörün uzun vâdeli ve büyük kredi ihtiyaçları için “kâr-zarar ortaklığı” esası getirilmiştir. Mudâraba ve muşâreke bunlar arasında sayılabilir. Kredinin süresi ve hacmi büyüdükçe, bunu karz-ı hasen ölçüleri içinde çözmek mümkün olmaz.
3) Mudârebe ortaklığı: Bir ortak sermayeyi, diğeri emeğini ortaya koyarak şirket kurabilirler. Buna mudârebe denir. İslâm’da mudârebe, özel sektörün uzun veya kısa vâdeli her çeşit kredi ihtiyacını karşılamak için elverişli bir ortaklık çeşididir. Elinde büyük sermaye birikimi olan birçok kimseler bunu işletmek, bir ticaret işinde kullanmak ister. Ancak bilgisi, tecrübesi veya sağlığı elverişli olmadığı için bu arzusunu gerçekleştiremez. Yine toplumda bilgili, yetenekli ve ticaret işine yatkın birçok kimseler de sermaye yokluğundan dolayı ticarete atılamaz. İşte, mudârebe, birbirine muhtaç olan bu iki unsuru bir araya getirir. Ve iki taraf da bundan kârlı çıkar. Böylece toplumda muattal kalan sermayeler ve iş bulamayan kabiliyetler değerlenmiş olur. Bu çeşit ortaklık itimada dayanır. İşi yürütmeyi üzerine alan, ortak güvene lâyık olmaya çalışır. Giderek dürüst iş
3650] 57/Hadîd, 11
3651] Şevkanî, Neylül-Evtâr, V, 229
3652] İbn Mace, Sadakat, 19
FÂİZ/RİBÂ
- 847 -
adamları meydana gelebilir. İşletmeci (mudârib), emeğinin karşılığı olarak net kârın sözleşmede belirlenen yüzdesini alır. Bu kâra mahsûben avans olarak maaş da alabilir. Hesap dönemi sonunda zarar ortaya çıkarsa, bu yalnız sermaye sahibine aittir. Zarar, önce kârdan karşılanır. Kâr yeterli olmazsa anaparadan ödeme yapılır. Bu takdirde işletmeci herhangi bir şey alamaz. Kasıt ve kusuru bulunmadıkça işletmeci zarardan sorumlu tutulmaz. Zarar halinde, sermaye sahibi sermayesinin tamamını veya bir bölümünü kaybederken işletmeci de emeğinin karşılığını alamamaktadır. 3653
Mudârabe ortaklığının bir başka önemli yönü de, ortaklığın yürütülmesinde işletmeciye tanınan esnekliklerdir. İşletmeci, kendisine verilen sermayeyi işletmek üzere üçüncü şahıslarla yeni ve ayrı mudârebe ortaklıklarına girebilmekte, hattâ bu ortaklıklar çok sayıda olabilmekte ve bunların sayısına bir sınırlama getirilmemektedir. Mudârebenin bu özelliği, İslâm bankacılığının esasını oluşturur. Sermaye sahibine veya sahiplerine ilk işletmeci muhatap olacağı için, onun menfaati zedelenmez. Belki daha iyi işletme yüzünden kâr marjı artabilir. İşletmecinin yaptığı işi, daha düzenli ve geniş ölçüde bir kuruluş yaparsa; tasarruf sahiplerinin mevduatını ticarete ve yatırımlara yönlendirdiği, dürüst ve yetenekli alt işletmeci (mudârib)leri bulmada aracılık ettiği için, ilk mudârebe anlaşmasında belirlenen işletme kârını almaya hak kazanır. Fâizsiz kredi kullandıran böyle bir finans kuruluşu, mevduat sahiplerine daha fazla kâr verebilmek için gereken ihtimamı gösterir. Aksi halde kâr miktarının belirsiz oluşunun yaratacağı olumsuz etki kendisini gösterir.
4) Muşâreke (inan) ortaklığı: İki ve daha çok kişinin ticaret yapmak, elde edecekleri kârı paylaşmak üzere ortaklık kurmasıdır. Tasarrufların doğrudan yatırımlara ve ekonomik faâliyetlere sevki, sanayi, ticaret ve tarım kesiminde sermaye birikimi oluşturulması, muşâreke yoluyla mümkündür. Burada her ortak şirkete belli miktar sermaye veya hem sermaye, hem de emeği ile ortak olur. Net kârın paylaşılması serbest sözleşme ile olur. Zarara katlanma ise sermaye oranlarına göredir.
Muşâreke’de ilk anapara, mala dönüştükten sonra, ortakların hakları şirketin mal varlığı üzerinde kuruluştaki hisse oranlarına göre devam eder. Hesap dönemi sonlarında dağıtılmayan veya kısmen dağıtılan kârlar veya enflasyon gibi sebeplerle şirketin mal varlığının büyümesi, ortakların hisselerinin de büyümesi anlamına gelir. Bu fazlalığın hisse senetlerine yansıtılması gerekir. Meselâ; 100 kişi, her biri 1 milyon TL. koyarak bir ticaret şirketi kursalar; 5 yıl sonra şirketin mal varlığı yeniden değerleme sonucu 3 milyar Tl.na yükselmiş bulunsa, her ortağın hissesi mal üzerinden 30 katına yani 30 milyona çıkmış olur. Eski hisse senetlerinin, 30 milyon yazan yenileri ile değiştirilmesi gerekir. Böyle bir şirketten bir ortak ayrılmak isteyince, mallar bölünebilir cinstense, malın % 1’ini alır veya ortağın hissesi şirketçe ödenerek geri kalan ortakların hisselerine eklenir. Ya da bu hisse pazarlık yoluyla üçüncü bir şahsa satılabilir. 3654
İslâm’da, bir şirket yatırımlarını büyütmek isterse, mudârebe veya muşâreke esasına göre, kısa veya uzun vâdeli bütün kredi ihtiyaçlarını doğrudan tasarruf
3653] es-Serahsi, el-Mebsût, XXII,19, 98; el-Kâsânî, Bedayius-Sanayi’, VI, 87, 98; İbnül-Hümam, a.g.e., V, 58, 70 vd.; İbn Rüşt, Bidâyetül-Müctehid, II, 204
3654] es-Serahsî, a.g.e., 151; el-Kâsânî, a.g.e., VI, 57-62; İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 27
- 848 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sahiplerine başvurmak sûretiyle karşılayabilir. Ancak yeni hisse senedi çıkarıldığında, eski hisse senetlerini yeniden değerlemeye tâbi tutarak şirketin o tarihteki mal varlığını eski senetlere yansıtmak gerekir. Aksi halde daha önceki yıllarda dağıtılmayan kârlara yeni hissedarlar da ortak yapılmış olur.
Bu gün ülkemizde anonim şirketlerin çeyrek yüz yıl önce, o günün kıymetlerine göre çıkarılmış hisse senetleri halkın elinde bulunmaktadır. Yıllarca tamamen veya kısmen dağıtılmayan kârlar, kullanılan krediler ve enflasyonlar yüzünden, şirket mal varlığındaki gerçek karşılığı bazen 150-200 katını aşan bir hisse senedinin 3-5 misli nominal bir değerle alıcı bulması çözüm için yeterli değildir. Şirketlerin mal varlıkları yeniden değerlemeye tâbi tutularak, ellerinde o şirketin hisse senedi olanlara yeni değerler üzerinden hisseleri verilmelidir. Üzerinde bir milyon yazan, fakat ticaret şirketindeki mal karşılığı elli katına çıkmış bulunan bir senedi 3 milyon nominal değerle satan ortağın, gerçekte 50 milyona yakın bir satın alma gücünü 47 milyon TL. eksiğine devrettiği halde, % 300 kârla sattığını düşünmesi, ekonomik gerçeklerle çelişmektedir.
Diğer yandan İslâm ekonomisinde altın, gümüş ve öteki mislî mallar şirket sermayesi olarak belirlenebilir. Hatta bazı müctehidler fels adı verilen ve maden değeri dışında nominal (itibarî) bir değerle dolaşan madenî paraların (altın ve gümüş para dışında) şirketlerde anapara olamayacağını söylemişlerdir. Osmanlılarda 1464 M. tarihinden itibaren kurulmaya başlayan para vakıflarında altın ve gümüş para mudârabe veya bidâa (kârın tamamı vakfa ait olmak üzere vakıf parasını işletmek) yoluyla esnaf ve tüccar için önemli finansman kaynağı olmuştur. Hatta buğday, arpa vb. diğer mislî mallar da vakfedilmiş, bunlar altın veya gümüş paraya çevrildikten sonra, yine finans ihtiyacı olanlara mudârebe veya bidâa yoluyla kredi olarak verilmiştir. Vakıf, anaparayı bu şekilde kredi olarak kullandırmaya devam eder ve elde edilen kârdan vakfın hissesini, vakfedilen cihete harcardı. 3655
Kredi kaynaklarından başka, devlet bütçesinin yatırımcılara kullandıracağı krediler, borçlarını ödeme güçlüğü çekenlere zekât fonunun desteği, ziraat ortakçılığı esasına göre dağıtılacak tarım kredileri de sayılabilir.
Buna göre İslâm ekonomisi her konuda olduğu gibi ekonomik problemlere gerçekçi çözümler getirmiştir. Bu sistemde, tasarruf sahipleriyle müteşebbisler doğrudan temas halindedir. Krediye ihtiyacı olan iş adamı dürüst çalışır, sermaye sahiplerini gerçek mal varlığına ortak yapar ve gerçek kârı paylaşmaya ya da ortakların anaparalarına eklemeye râzı olursa, kredi problemine fâizsiz çözüm yolu bulmak mümkündür. Günümüzde fâizli kredi mâliyetlerinin % 100’ü aştığı bilinmektedir. Müteşebbisler/girişimciler bu kredileri ürettikleri malın mâliyetine yansıttıkları için, fâiz, eşya fiyatlarının normalin üzerinde yükselmesine sebep olmaktadır. Böyle bir kredi, çıkarılacak kâr-zarar tahvilleriyle, mudârebe veya muşâreke ölçüleri içinde kullanıldığında ise, üretim maliyetleri önemli ölçüde düşer. Taraflar ve toplum meşrû ticaretin bereket ve semeresini hissetmeye başlar.
Toplumun ihtiyaç maddelerini üretip dağıtanlar ve ekonomik faâliyetleri
3655] el-Mavsılî, el-İhtiyar, III, 14, 15; İbn Âbidin, Reddül-Muhtar, Tercüme, A. Davudoğlu, İstanbul 1983, IX, 278, 279
FÂİZ/RİBÂ
- 849 -
dürüst olarak yürütenler Allah Rasûlünün diliyle şöyle övülmüştür: “Bir kimse gıda maddelerini (toplumun ihtiyacı olan şeyleri) toplayıp günün râyiç fiyatı ile satsa, sanki bunları yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine tasadduk etmiş gibi ecir alır”3656; “Gönül hoşluğu ile görevini yerine getiren, harama el uzatmayan veznedar, Allah rızâsı için sadaka verenin ecrini alır.”3657 Yani harcaması ve transferi kendisine emânet edilen bütün paraları yolsuzluk yapmaksızın hak sahiplerine ulaştırdıkça sanki onları yoksullara dağıtmış gibi sevap kazanır.” 3658
Nazarî Yönden Fâizin Yasaklanması
Fâizi Temize Çıkaranların İleri Sürdüğü En Önemli Deliller
Fâiz ile ilgili problemleri görüşürken ilk olarak ele almamız ve öncelikle işleyip sonuca varmamız gereken sorular vardır. Bunlar: Gerçekten fâiz makul bir şey midir? Aklen insanın borcu üzerine bir de fâiz istemesi hakkı mıdır? Acaba adalet başkasından borç alan kişinin borç aldığı adam anlaştıkları kadar fark ödemesini iktiza eder mi? sorularıdır. Şayet biz bu soruları cevaplandırıp kesin bir sonuca bağlıyabilirsek kitabımızın ele aldığı mevzuların yarısından çoğunu aynı görüş birliğiyle kabul etmiş oluruz. Ancak fâizin makul bir şey olduğu bize kesinleşecek olursa, fâizi yasaklayanların ve haramdır diyenlerin elinde kuvvetli bir delil kalmaz. Fakat, fâizin makul bir şey olduğunu ispat etmek mümkün olmazsa, o zaman fâiz gibi makuliyeti olmayan bir şeye ısrarla sarılmanın sosyal hayatta bunu yaşatmak için gösterilen gayretlerin nedenlerini araştırmak, derin derin düşünmek icabeder.
1) Karşımızda bulacağımız, fâizi temize çıkaran ilk delil şu olacaktır:Başkalarına borç veren insan parasını tehlikeye maruz bırakmış sayılır, hem borç verdiği insanı da kendi nefsine tercih etmiş, öncelikle onun ihtiyacını gidermiş, kendisinin pekala faydalanabileceği parayı ona teslim etmiştir. Şayet borç alan adam aldığı bu parayı şahsi ihtiyaçlarından birini gidermek için aldıysa “ev kirası, taşıt kirası, mobilya kirası” gibi, bu paranın da kirasını vermelidir ki parayı kazanmakta bütün gücünü, kuvvetini kullanan, borç verme tehlikesini göze alan ve bu uğurda zarara katlanan borç verenin de hakkını korumuş ve zararını karşılamış olsun. Borç alan adam bu parayı şahsi ihtiyaçlarında kullanmak üzere aldığında durum böyle olursa, ticari sahalarda ve karlı bir işte, gelir sağlayacağı bir sanayide çalıştırmak için borç aldığı takdirde, borç veren haklı olarak bu adamdan verdiği borç için bir fark (fâiz) isteyebilir. Çünkü borç alan adam aldığı borç para ile bir kazanç elde etmektedir. Bu kazançta borç verenin elbette bir hakkı vardır. Borç alan adam borç verenin bu hakını ödemekten niçin imtina etmelidir?
Bu kanaatin başında belirtilen borç verenin parasını tehlikeye maruz bıraktığı, borç alan adamı da kendi nefsine tercih ettiği iddiasının doğruluğundan ve samimiyetinden şüphemiz yoktur. Ancak “Parayı tehlikeye maruz bırakmak” veya “Başkasını kendi nefsine tercih etmek” gibi daha ziyade ahlâki olan unsurları borç verenin kendisine ticaret ve kazanç yolu yapmaya ne hakkı olabilir? Hangi esas ve prensiplere göre de bu sözde kazancı yılda, ayda, yarım yılda % 5 veya % 10 olarak değerlendirebilir?
3656] İbn Mâce, Ruhûn 16
3657] Buhârî, Zekât 25
3658] Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi
- 850 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Borç verenin, parasını tehlikeye maruz bıraktığı iddiasına dayanarak isteyebileceği hak -Akıl ve mantığa göre- borçludan borç verdiği paraya eşit değerde bir rehin vermesini istemekten öte gitmez. Prensip olarak da parasını tehlikeye maruz bırakmak istemeyen adam hiç borç vermez. Muhakkak olan şey ise “Tehlike” üzerinde değer ve fiyat tartışması yapılabilecek bir mal veya kira ücreti alınacak bir ev bir taşıt ve herhangi bir eşya değildir.
“Tercih” e gelince: Tercih kazanca alet edilmediği takdirde tercih sayılır, “Tercih” i isteyen mukabilinde yüksek ahlâkın vereceği manevi hazlarla yetinmelidir. Bu ahlâki unsuru ticaret ve kazanç vasıtası olarak kullanmak isteyen dilini tercih iddiasından geri almalı ve açıkça “Yalnız kazanç istiyorum” demeli, bize de alacağı farkın -Fâizin- hukuki nedenlerini belirtmeli. Ayrıca fâiz adıyla aylık veya yıllık olarak böyle bir miktarı almaya hak tanıyan sebepleri de bize açıklamalıdır
Acaba zararına mukabil bir karşılık mıdır? Cevap: Hayır.. Çünkü borç verenin verdiği borç para, ihtiyacından fazla olup kendisinin kullanmadığı bir paradır. Ayrıca, zarar uğramıyacağı için de karşılık almayı haketmemiştir.
Acaba bir ücret midir? Cevap: Hayır... Çünkü ücret insanın tamirinde, yapımında ve müstecire elverişli hale getirilmesinde, gücünü, parasını ve vaktini harcadığı şeyler için alınır. Bu şeyler mesken, taşıt, ev eşyaları v.b. gibi, zamanla yıpranan, eskiyen, kırılan ve kullandıkça kıymeti azalan şeylerdir. Ücret haklı olarak bunlar için alınır. Ancak bu ücret tarifine tüketilen, tahıllar, meyveler ve para gibi şeyler uygun değildir. Hangi akıl prensibine dayanarak tüketilen şeylerden kira alınması düşünülebilir?
Nihayet borç veren iddiasını haklı göstermek için:“Ben başka bir şahısa kendi paramdan faydalanmasına fırsat veriyorum, bunun için de bu faydadan bir pay almak hakkımdır” diyebilir. Bu sözün biraz makul bir tarafı olduğunda şüphe yoktur.Fakat Allah için doğruyu söyle: Açlıktan kıvranan, evlâtlarının açlığını gidermek için, senden bir miktar borç tahıl alan adamın, yahut hasta eşini, yavrusunu veya annesini tedavi ettirmek için, senden biraz borç para tahıl alan kişinin, tahılından veyahut parandan, sana kendisinden aylık, senelik gibi belirli ve garantili bir kârı alma hakkını verecek kadar faydalandığına inanıyor musun?
Şüphesiz ki bu adam senin tahılından ve parandan, faydalanmıştır, bu şekilde faydalanmasına fırsat veren de sen olmuşundur. Ancak hangi adalet veyahut akıl?... Hangi ekonomi kuralı?... Hangi ticaret anlayışı?.. Verdiğin bu “fırsat” ın mahiyetini niteler, hududunu belirtir ve sana da maddi değerini tayin etmen için, keyfine göre ve borç alanın felaketinin şiddetiyle: süresiyle orantılı bir artış yapman içinde hak verebilir? Senin en fazla yapabileceğin şey şayet felakete uğramış muhtaç kardeşine fazla parandan biraz sadaka verecek kadar geniş kalpli değilsen belli bir süre içinde paranın eksiksiz iadesini garanti edecek bir rehin veya kefil mukabilinde borç verirsin. Ama garanti mukabilinde dahi borç vermekten sakınırsan, hiç borç vermemek senin için en akıllı ve dürüst yol olur. Ancak kardeşinin felaketini kendisine ticaret sahası edinmen aç karınların, ölümle pençeleşen hastaların durumlarını sömürülecek maddi kaynak yapman ve bu felaketzedelerin şiddetli ihtiyaçlarını kendin için bir kâr arttırma fırsatı bilmen bütün ticaret prensiplerine adalet ve insanlık esaslarına tamamen aykırıdır.
“Faydalanma fırsatı verme” nin şayet maddi bir değeri varsa, bu da ancak borç
FÂİZ/RİBÂ
- 851 -
alanın aldığı parayı ticarette, sanayide veyahutta kazanç sağlıyacak bir sahada kullandığı taktirde doğru olabilir. Bu gibi durumlarda borç veren “Verdiğim borç parayla borç alan adam kendine bir kazanç sağladığına göre, benim de bu kazançtan bir nasibim olmalıdır” diyebilir. Madem ki, borç veren adam muattal faydalı ve gelir sağlayıcı bir işte, kullanmak amacındadır, bunun içinde en doğru yol -parasını borç verecek yerde- başka biriyle ticarette yahut sanayide muayyen bir kâr nisbetiyle ortaklık kurarak kâra da, zarara da iştirak etmesidir. Fakat -kâr veyahut zarara katılmaksızın- başkasına bir miktar borç para vererek:“Benim paramdan faydalandığına göre senden, paramı kullandığın müddetçe her ay -diyelim- bir lira almak hakkımdır.”Demesi hiç bir surette makul değildir. Bu hususta akıla gelecek olan ilk soru şayet borç alan adam zarar ettiyse, yahut ta ettiği kârın hepsi de ayda bir liradan az olursa hangi esasa göre borç veren bu adamdan ayda bir lira almakta haklı olur? Şayet borç alan adamın ettiği kârın hepsi ayda bir liradan ibaretse hangi adalet şekli, uğrunda vaktini, gücünü ve kabiliyetini kullanarak elde ettiği bu kârdan kendisi faydalanmadan, hepsini borç verene ödemesini doğru bulur? Borç veren adam sadece borç verdiği için bütün bu kârı haksızlıkla nasıl alabilir? Bir çiftçinin toprağını süren öküzün bile akşam olunca çiftçiden en az bir kucak ot istemesi hakkıdır. Ancak, fâiz dünyası, insanoğlundan bütün bir gün boyunca sahibine çalışan ve akşam olunca otuna kavuşacak yerde, karnını doyurmak için başka yere gitmeye mecbur olan bir öküz olmasını istemektedir.
Ticaretle uğraşan insanın, aldığı borç paradan edindiği kârın dediğimiz miktardan fazla olduğunu kabul edelim, bu durumda bile, toplumun ihtiyaçlarını gidermek için çalışan, maddi manevi bütün güçlerini bu uğurda sarfeden kıymetli vakitlerini harcıyan hakiki üreticilerini, çiftçilerin, tüccarların, gerçek iş adamlarının, kazanma ve kâr etme imkanları teminat altına alınıp garantiye bağlanmadığı halde, yalnız muattal parasından bir miktarını borç verdiği için, evinde rahat rahat oturan bir fâizcinin, kârının belirli olması ve teminat altına alınması, hiç bir ekonomi kanununa, ticaret anlayışına ve adalete göre makul olabileceği ispat edilemez. Çünkü bütün gücüyle çalışan zümre devamlı bir şekilde “zarar etme” tehlikesiyle karşılaşırken, fâizci arkadaşımızım kârı, teminat altına alınmış durumdadır. Çalışan zümrenin kârı borsası durumuna göre çoğalıp azalırken evinde yatan fâizci anlaştığı gibi aylık, yıllık, kârını boçlusundan noksansız almaktadır.
2) Tenkitlerimizden açıkça anlaşıldığı gibi, fâizi temize çıkarmak için öne atılan kanaatlar ilk bakışta, fâizin olumluluğunu, akla yatkınlığını ispata yeterli gibiyse de, dikkatli bakacak ve tetkik edecek olursak, ne kadar zayıf ve asılsız olduklarını gözümüzle görürüz.
Tüketimde ve şahsi ihtiyaçlarda kullanılmak üzere alınan borçlarda, fâizi olumlu kılan hiçbir delil bulunmadığı muhakkaktır. Fâizi koruyanlar ve olumluluğunu savunanlar bile iddialarını itiraf etmişler, esasında çürük olan davalarını bu yönden savunmaktan vazgeçmişlerdir.
Ticarî amaçlarla alınan borçlar hususunda, fâizi savunanlara şu soru sorulmaktadır: Fâizi, kendisine mukabil bir değer veyahut paha saydıran şey nedir? Başka bir deyişle, fâiz hangi şeyin, karşılığı veya pahasıdır? Borç veren adamın verdiği borç para ile birlikte, borç alan adama verdiği cevher iksir nedir ki, bunun
- 852 -
KUR’AN KAVRAMLARI
maddi değerine göre borç veren adamın muntazam bir ödenek almaya hakkı oluyor? Bu maddi değeri de aydan aya veya yıldan yıla istiyebiliyor?... Fâizi savunanlar işte bu “şeyi” belirtip göstermekte ecel teri dökmektedirler. Bunlardan bazıları bu meçhul şeyin “faydalanma fırsatını vermek”olduğunu söylemektedirler. Fakat bu “fırsat verme” daha önce de belirttiğimiz gibi borç veren adama, zamanla üreyen garanti ve kesin bir geliri hak ettirecek nitelikte değildir. Ancak, borç verenin kendisinden borç alan adamın kârına -Ortada bir kâr varsa- belirli bir nisbette ortak olma hakkı vardır.
Bir başka grup da, bilinmiyen şeyin “Erteleme veya mühlet” olduğunu, borç alan adamın aldığı borç parayla birlikte bunu da aldığı iddia etmektedirler. Bunlara göre “mühlet” in özünde bir maddi değer vardır ve bu değer mühletin sürekliliğiyle artar. Yine bunlarca, borç alanın parayı aldığı andan itibaren geçen her saatin de maddi bir kıymeti vardır.. Bu zaman içerisinde aldığı parayı ticarette yahut sanayide kullanmakta veyahut ta ticari malları piyasaya getirerek satış yapmaktadır. Şayet kendisine bu mühlet verilmemiş olsaydı yahut işini tamamlamadan para geri alınsaydı, muhakkak ticaretini de, işini de yürütemezdi. İşte bu yüzden “Zaman” aldıkları borç parayı ticarette ve gelir sağlayıcı işlerde kullanacakları için maddi değeri de ehemmiyeti olan bir şeydir. Gerçek bu olduğuna göre, niçin kendisine borç vermek suretiyle bu fırsatı sağlayan adama, edindiği kârdan bir miktar vermesi makul ve akla yatkın olmasın? Hem yine bunlarca “Zaman” süresinin uzunluğuna ve kısalığına göre borç alan adamın kâr etme imkanını çoğaltır yahut azaltır. Bunun böyle olduğunu, parasının zaman süresine göre kâr getirdiğini idrak edip bildikten sonra borç verecek adam parasını karşılıksız verir mi?
Evet, ama bu hususta karşımıza daha çok zor sorular çıkacaktır: Borç veren adam, nasıl ve hangi usullerle kendisinden aldığı borç parayı ticarette işleten insanın muhakkak insanın muhakkak kazandığı ve hiçbir türlü zarara uğramadığını bilebilir? Bu kazancın yüzde kaç olacağını nasıl kestirir, bu meçhul kazanca göre de yüzde fâizini nasıl tayin edebilir? Hangi imkan ve ölçülerle, borç alan adama verdiği mühletin her ay yahut her yıl bir kazanç getirdiğini bilerek aylık yıllık fâizini nasıl isteyebilir?
Bu sorulara ve daha birçok benzerlerine fâizi savunanlar cevap vermekten acizdirler. Daha önce de belirttiğimiz gibi, ticaret ve iş alanlarında gerçekten bir anlaşma yolu varsa o da iki tarafın da zarar ve kâra belirli bir nisbetle ortalık kurmalarıdır.
3) Diğer bir zümrenin dediğine göre“Menfaat celp etmek” kapitalin içinde bulunan ayrılmaz bir özelliğidir. Kişinin bir başkasının kapitalini ödünç olarak işletmesi fâiz ödemesini gerektirir. Bu fâizi de, ödünç veren adamın isteğine göre aydan aya veya yıldan yıla ödemelidir. Bilinmektedir ki kapital tüketim maddelerini hazırlamaya ve yetiştirmeye yardımcı esastır. Çünkü üretim kapitalin yardımiyle yüksek kalitede ve bol miktarda mal ihraç etmek mümkün olup beynelmilel pazarlara kadar sürüm yapılabilir. Fakat kapital az olursa ihraç edilen mal az ve kalitesiz olur, dünyanın büyük pazarlarına eriştirilemez. Bundan açık olarak anlaşıldığı üzere, kâr celp etmek kapitalin ayrılmaz (zımni) bir özelliği olmuştur. Bu yüzden sadece kapitalini başkasına ödünç verdiği için kapitalistin fâiz istemesi hakkıdır.
FÂİZ/RİBÂ
- 853 -
Esas olarak “kâr celp etmek kapitalin ayrılmaz özelliğidir” iddiası doğru değildir. Çünkü, bu özellik kapitalde yalnız ve ancak, faydalı ve kârlı işlerde kullanıldığı zaman görülmektedir. Bir de “Ödünç, alan adam kazancından bir kısmını ödünç veren adama ayırmalıdır. Çünkü onun parasını gelir sağlayacak bir işte kullanmakta ve kâr elde etmektedir.” diyebilirsiniz. Bu halde borç aldığı parayla hasta eşini tedavi ettiren veya akrabalarından birisinin cenazesini kefenleyip kaldıran insanın aldığı kapitalden ne gibi ekonomik bir kâr elde ettiği iddia edilebilir? Kapital, bu zavallıya hangi maddi menfaati celp etmiştir ki dolayısıyla kapitalist bu sözde menfaatten payını istemekte haklı olsun? Sonra kapital gelir sağlayıcı iş sahalarında kullanıldığı taktirde bile her zaman için kâr getirmektedir mi ki “Menfaaat celp etmek kapitalin ayrılmaz özelliğidir” sözünün doğruluğunu kabul edelim. Hâlbuki iş sahalarında kapital miktarı arttığı taktirde, kâr imkanları azalmakta hatta sahiplerine zarar bile getirmektedir.
Ticaret dünyasını sık sık tehdit eden sekteler kapitalistlerin külliyetli miktarda ve devamlı bir şekilde iş sahalarına yatırım yapmalarından doğmaktadır. Çünkü bu yatırımlar neticesinde üretim ve ihraç fazlalaşarak mallar, çarşı, ve pazarlarda dökülü kalmakta, bu durumda alıcısız kalan fazla malların fiyatları düşmekte, iş adamlarının kâr etme ümitleri iyice kırılmaktadır. Hem menfaat celp etmek kapitalin ayrılmaz özelliğiyse dahi, bu özelliğin meydana çıkması kuvvetli dış etkiler bağlıdır. Bunlara kapitali işleten adamların güçlerini, zeka ve tecrübelerini ilave etmek lazımdır. Bu adamların zamanına göre malları afetlerden korumak, müsait şartları yaratmak için nasıl mücadele ettikleri herkesce bilinmektedir. Bunlar ve benzeri çalışmalar kapitalin kâr celp etmesi için gerekli olan şartlardır. Bu şartlardan birisi tam vaktinde tamamlanmayacak olursa kapital kâr celp etme özelliğini kaybeder. Çok zamanlar tersine dönerek zarar bile celp eder. Kapitaliste gelince, fâizcilik kurallarına göre ödünç alan adama gerekli olan bu şartları hazırlamak ve getirmek hususunda hiçbir külfete katlanmıyacağı için ondan fâiz istemiye hakkı da olamaz. Fakat fâizcilikte kapitalistin bilinen esas iddiası bu değil. Ona göre; Borç alan adam madem ki kapitalini işletmektedir, ister kazansın ister kaybetsin, fâizini vermeye mecburdur. Kapital ona ister menfaat celp etsin ister etmesin durum onun için yine aynıdır.
Münakaşayı kısa kesmek için, “Kapital kâr celp etme özelliğine haiz olduğundan kapitalistin bu kârdan faydalanması hakkıdır.” iddiasının doğruluğunu kabul etsek bile kapitalin şu veya bu gibi belirli bir müddet içerisinde ne kadar kâr edeceği önceden peşin olarak nasıl kestirebilir? Bu meçhul kâra göre de borç alan adamın ayda veya yılda kapitaliste ödemesi gereken faziz nasıl kesin olarak belirtilebilir?
Kârın da, fâizin de önceden peşin olarak, herhangi bir aritmetik yolu ile hesaplanmasının mümkün olacağını kabul etsek bile; 1955 yılında ticari bir kuruma on yıl vâdeyle, aynı yılda başka bir ticari kuruma yirmi yıl vâdeyle, o yılın geçer fâiz fiyatları üzerinden yatırım yapan kapitalistin; fâiz fiyatlarının 1965 yılında 1955 yılınkinden bir hayli farklı olduğu mülafazası ile ve bu farkın 1975 yılında gittikçe artacağı ihtimali karşısında sayın kapitalistin, kapitallerinin bu an veya yirmi yıl içerisinde celp edeceği kârın değişmiyeceğini aynı olarak devam edeceğini nasıl bildiğini biz bir türlü anlıyamıyoruz. Acaba kapitalini 1955 yılında bir ticari kuruma da yirmi yıl vâde ile yatıran adamın, bu on veya yirmi yıllık süre içerisinde olacak değişiklikle itibar etmeden, belki de zarar edecek olan her iki
- 854 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ticari kurumun da zararına karışmadan 1955 yılında tayin edilen kesin miktar fâizini muntazam almaya hangi akıla ve mantığa göre hakkı vardır?...
4) Bu dördüncü delili insanlara doğru göstermek, kabul ettirmek için, sarfedilen gayret, gösterilen çaba diğer kanaatlara gösterilen gayret ve çabalardan çok daha fazla olmuştur. Bu kanaate, göre: Yaradılışı itibârıyla insanoğlu hemen şimdi olabilecek faydayı ve zevki geleceğin muhtemel olan birçok faydasına ve zevkine tercih eder. İstikbalde gelecekleri beklenen faydalar ve zevkler zamanın uzaklığı kadar şüpheli olurlar. Aradaki günlerin sayısı çoğaldıkça da bunlar kıymetlerini kaybederler. Böyle olmanın da birçok sebebleri vardır:
1- İstikbalin karanlık ve mühpem olması yanında hayatın garanti olmaması sebebeyile istikbalde gelecek olan faydalar ve zevkler kat’i değildirler. İnsanoğlunun muhayyilesinde de bunların birer örnekleri yoktur. Şimdiki zamanda hemen nasıl olacak faydaların ve zevklerin kat’iyyeti olduğu gibi insan onları gözleriyle de görmektedir.
2- Bugün için herhangi bir şeye muhtaç olan insanın nazarında bu şey az faydalı da olsa onu elde etmek, ihtiyacını gidermek istikbalde gelmesi muhtemel olan belki de o zaman için ihtiyacında olmıyacağı çok faydalı şeylerden daha kıymetlidir, nazarında tercihe şayandır.
3- Bugün, insanın elde ettiği para faydalı ve hemen kullanılmaya elverişli olduğu için yarın elde edeceği paradan daha üstün değerdedir.
Bu sebepler yüzünden insan şimdiki zamanın kat’i faydasını istikbalin müphem kârından daha çok üstün tutar. Buna göre de borç alan adamın şimdi aldığı para yarın borç verene ödeyeceği paradan daha üstün kıymettedir. Fâiz aradaki bu fark kadar olup, borçlunun borç aldığı adama parasını geri öderken eşitliği sağlamak için verdiği bir paradır. Mesela: Yüz lira borç para veren bir insan borç verdiği adamla anlaşarak bir yıl sonra yüz üç lira geri ödemesini isterse hazır yüz liraya karşılık gelecekteki yüz üç lira arasında bir değişim veya alışveriş yapmış olurlar. Aradaki üç liralık fark yüz liranın şimdiki hazır değeriyle uzak gelecekteki -Maddi değil- manevi değeri arasındaki fark kadardır. Şayet bu üç lira bir yıl sonra yüz liraya katılmayacak olursa, bir yıl önce borç alan adama geri ödenen yüz lira arasında eşitlik sağlanmamış olur.
Evet... Halkın gözüne haklı göstermek için bu kanaati meydana getirmekte, savunmakta gösterdikleri dehayı layık olduğu kadar takdir etmemek haksızlık olacaktır. Ancak iddia ettikleri şimdiki zaman ile gelecek zaman arasındaki değer farkının yanıltmadan başka bir şey olmadığı da açık bir gerçektir.
Acaba insanoğlu (yaratılışı itibârıyla) yaşamakta olduğu şimdiki zamanın gelecek zamandan, yani istikbalden daha değerli olduğuna inanmakta mıdır? İnandığını kabul etsek bile, niçin insanlar bugün kazandıklarını bugün harcamıyorlar da birazını gelecek için arttırmaya çalışıyorlar? Geleceğini düşünmekten vazgeçerek varını yoğunu günlük zevkine sarfetmeyi tercih edecek acaba yüzde bir kişi bilmem çıkar mı? İnsanların % 99’u (günlük zevklerini gidermek şöyle dursun) geleceğin endişesiyle ihtiyaçlarından bir kısmını kısıtlıyarak arttırım (tasarruf) yapmak suretiyle tedbir almaya, bu muhtemel ihtiyaçları karşılamak için hazırlık yapmaya uğraşıyorlar. Çünkü insanlar geleceğin (bilinmeyen) ihtiyaçlarını, muhtemel zor durumlarını kafalarında olduğundan daha çok büyütürler
FÂİZ/RİBÂ
- 855 -
ve şimdi -nasıl olsa geçmekte olan- zamanlarından daha korkunç görürler. Hem insanoğlunun bütün gayret ve çabası istikbalini teminat altına almak huzur ve rahata kavuşmak için değil midir? Gençliğinde bütün gücüyle çalışan insanın gayesi de bundan başka bir şey midir? Gününü gün ederek istikbalini tehlikeye düşüren ve geleceğinin pahasına bugün zevk eden insan muhakkak düşük bir aptaldır. Böyle bir şey ya câhil bir adamdan ya da serserilerden beklenir. Belki de geçici azgın bir şehvete kapılan insan da olabilir. Bundan başka, böyle bir şey akıllı bir insandan beklenemez.
Bu dördüncü delilin doğruluğunu bilgiden ve düşünceden yana biraz nasibi olan bir insan asla müdafaa etmez. Hem “İnsan şimdiki hayatının müreffeh olması, rahata erişmesi için gelecekte terettüp edecek mahzurlara katlanmakta zarar görmez” diyen görüşlerine katılsak bile, bu görüşe dayanarak yapacakları hüccetlenmenin doğru olacağına hiç bir surette ihtimal yoktur. Çünkü “Elde hazır olan yüz lira bir yıl sonraki yüz üç liraya eşittir -fâizin anlayışına göre-” desek bile, bu bir yılın sonunda ortaya çıkacak olan gerçek durum ne olacaktır? Borç veren adama borcunu ödemeye giden borçlu, geçen yılın yüz lirasına karşılık şimdiki zamanın yüz üç lirasını verirken yahutta iki yıl sonra -ilk yılda ödeyemediği borcunu- yüz altı lira hazır parayı geçmişte alınan yüz liranın eşit karşılığı olarak vermeyecek midir (!), geçmiş, ile şimdiki zaman arasındaki değer oranı sizce bu mudur? Sizin nazarınızda -Prensip yönünden- geçmiş zaman ara uzadıkça, eskiyip günler geçtikçe, yollar çoğaldıkça, şimdiki zamana göre daha mı değerli olmaktadır? Size geçmişte giderilen ihtiyaçların değeri şimdiki ihtiyaçların değerinden daha fazla, değerde mi ki bir zamanlar verdiğiniz belki de unuttuğunuz paranın değeri her saat başı biraz daha artmakta ve günün cari paralarından daha çok kıymetli olmaktadır?Sizce bir yıl önce verdiğiniz iki yüz lira, bugünün -mesela- 250 lirası var mıdır?
Fâiz Fiyatının Mâhiyeti
İşte fâizi, adalet ve mantık karşısında temize çıkarmak için müdafaa edenlerin ileri sürdükleri kanaatlar bunlardır. Teknik ve açıklamalarımızdan anladığmız gibi, ne adaletin ne de mantığın bu kötü işte ilgisi yoktur. Fâizin alınmasının ne de verilmesinin doğru olacağını ispat etmek- En kuvvetli delillerle dahi- gerçekten mümkün değildir. En çok hayret edilecek bir şey, gerçeğin böyle olmasına rağmen batılı bilginlerin ve düşünürlerin fâizi hiç münakaşasız kabul edilebilecek bedihi (ispatsız kabul edilen) şeylerden saymış olmalarıdır. Bunlar fâizin olumluluğunu sabit bir gerçek görerek üzerinde durmaksızın, fâiz fiyatının “mukalliyetini” münakaşaya koyulmuşlardır. Çağdaş batı yazarlarının kaleme aldıkları yazılar arasında fâizin müsbet bir alışveriş tarzı olup olmadığına dair bir bahse pek az rastlanır. Ama, fâiz fiyatı hakkında bir sürü tenkit ve itirazlar mevcuttur. Batılı fikir adamları yok efendim “şu” fâiz fiyatı çok yüksek kabul edilmeyecek derecede sınırı aşkındır da “bu” fâiz fiyatı akla daha yatkın, daha elverişli daha kabule şayandır; gibi, tartışmalara girişmişlerdir.
Fâiz için hakikaten akla yatkın (makul) denebilecek bir fiyat mevcut mudur? Esas itibârıyla kendisinin makuliyeti ispat edilemiyen bir şeyin fiyatının makul olup olmıyacağı, söz konusu olamaz. Fakat biz -şimdilik bu gerçekten sarfı nazar ederek- hakikaten (batılıların iddia ettikleri gibi) fâiz fiyatı için fıtri ve makul bir fiyat var mıdır sorusu üzerinde durup gerçeği öğrenmeye çalışalım! Hem sonra
- 856 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bu fâiz fiyatının makul olacağını ve kabul edilebileceğini belirten, şu fiyatın da makul olmayıp itiraz edileceğini gösteren ölçek ve tartı nedir? Bugün dünyada makuliyeti kabul edilerek yürütülen cari fâiz fiyatları akla dayanan rasyonel esaslara göre mi tayin edilmiştir? Bu soruları iyice tetkik edecek olursak sabit bir gerçek olarak anlarız ki dünyada daha bugüne kadar “makul” bir fâiz fiyatı tespit edilememiştir. Muhtelif fiyatların muhtelif zamanlarda fâiz için “makul” bir fiyat olacağına karar verilmişse de aynı fiyatlar başka zamanlarda gayrimakul ilan edilmişlerdir. Hatta, bir yerde makul sayılan fiyat başka bir yerde gayrimenkul (olumsuz) sayılmaktadır. -Mesela- Hinduki zamanının büyük filozoflarından Kuotilya’nın açıkladığına göre yılda % 15-60 makul fâiz fiyatı sayılmakta idi, bazı hallerde daha da yükseltilebilirdi. 18. yüzyılın ikinci yarısıyla 19. yüzyılın ilk yarısında Hindistan Birleşmiş Devletleri’nin bir taraftan yerli fâizcilerle diğer taraftan İngilizlerin Doğu Hindistan Kumpanya’sı ile yaptığı mali anlaşmaların fâiz fiyatı genel olarak % 48 idi. Hint hükümeti Birinci Cihan (1914-1918) Savaşı’nda, savaş yardımlarını % 3,5 yıllık fâizle almıştı. 1920-1930 yılları süresince kooperatifler arasında cari genel fâiz fiyatı % 12-15 arasındaydı. Ülkenin mahkemeleriyse 1930-1940 yılları arasında % 9 civarında olan fâiz fiyatlarının makul oluşuna binaen hüküm verirdi. Hindistan İhtiyat Bankasında (Reserve Bank of india) yıllık fâiz fiyatını % 3 olacağına karar verildi ve harp yılları boyunca da uygulandı. Hükümet ise savaş yardımlarını % 2 yıllık fiyat üzerinden almaya devam etti.
Hindistan kıtasında vaziyet böyle idi. Bir de Avrupa devletlerinin bu zamanlarda ne durumda olduklarına bakacak olursak kayda değer bir fark göremeyiz. 16. yüzyılın ortalarına doğru İngiltere’de % 10 yıllık fâiz tutarının makul olduğu kanaatine varılmıştı. 1920 yılında bile Avrupa’da bazı merkez bankaları % 8-9 yıllık fiyat üzerinden işlem yapmaya devam ediyordu. Yine bu yıllarda Avrupa devletlerinin Birleşmiş Milletlerden aldıkları istikrazların yıllık fâiz fiyatı yaklaşık olarak bu civarda idi. Fakat şimdi Avrupa ve Amerikalılara bu fiyatlardan söz edecek olursan yüzüne haykırırlar ve bunun fâiz fiyatı değil, halkın parasını soymak olduğunu iddia ederler.
Bugünkü duruma da dönüp bir bakacak olursak cari fâiz fiyatlarının yılda % 2,5-3 arasında olduğunu görürüz. Zamanımızda en çok fâiz fiyatı % 4 ü geçmemektedir. Çok kere durum % 1/2-1/4 gibi küsurata ihtiyaç gösterir. Halbuki 1927 yılı kanunlarının halka ödünç para veren fâizcilere tanıdığı normal yıllık fâiz fiyatı %48 idi. Bu devirde Amerika’da, mahkemelerde fâizcilerin müşterilerinden hakettikleri yılık fâiz fiyatı % 30-60 arasında olurdu. Şimdi Allah için doğruyu söyleyin:Bu fiyatların hangisi fıtri ve makuldür? Biraz daha düşünün ve cevap verin Acaba hakikaten yeryüzünde fâiz için fıtri ve makul fiyat diye bir şey var mıdır? Doğruyu söylemek gerekirse, siz bu konuda ne kadar derin düşünürseniz düşünün aklınız size, borç alan adamın aldığı paradan edeceği kâr kesin olarak tayin edilmedikçe, makul bir fâiz fiyatını tesbit etmenin mümkün olmıyacağını gösterir.
Ödünç alan adamın -Mesela- 100 lirayı bir yıl çalıştırarak 25 lira kazanacağı kesin olarak bilinseydi belki o zaman bu kârın 4 yahut 5 lirası fıtri ve makul bir fiyat olarak parasının bir yıl kullanılmasına razı olan adamın payı olurdu. Açıkça bilinmektedir ki işletilen parayla elde edilecek kârı önceden kestirmenin mümkün olmıyacağı gibi fâiz fiyatı da tayin edilirken borç alan adamın aldığı borç parayla ne kadar kâr edeceği yahut hiç edemiyeceği de nazarı itibara alınmaz.
FÂİZ/RİBÂ
- 857 -
Hakikatte fâizciler fâiz fiyatını ödünç alan adamın ihtiyaç şiddetine göre tayin ve tesbit ederler. Ayrıca, adalet ve insafla hiç ilgisi olmayan daha başka esaslara dayanarak fâiz fiyatında yükseltme ve alçaltma yaparlar.
Fâiz Fiyatının Sebepleri
Fâizcilerin fâizcilik işinde göz önünde bulundurdukları şeyler genel olarak borç isteyen adamın ihtiyaç şiddetiyle fakirlik durumudur. Borç para isteyen adamın şayet istediği parayı temin edemezse negibi müşkül durumlara düşeceğini bilmek onlar için ön planda gelir. Çünkü borç isteyen adamın durumunun vehimetine göre fâiz isteyebilirler.
Ödünç para isteyen adamın istediği para pek külliyetli değilse, durumunda da öyle bir fakirlik görülmüyorsa paraca sıkışık bir vaziyeti yoksa istenecek fâiz nisbeti düşük olur. Fakat aksine, ödünç isteyen adam fakir ve çok muhtaç durumdaysa o zaman fâiz fiyatı bu adamın durumuna göre arttırılır. Hatta ölüm döşeğinde sekerat yatan evladının hayatını kurtarabilmek için fâizciye koşup gelen parasız adamdan istenecek hiç bir fâiz fiyatı “Gayrimakul”olamaz. Bu fiyat % 400 veya % 500 ün üstünde olsa bile.
İş ve ticaret sahalarında fâiz fiyatlarının yükselip alçalmasını tayin eden esasların ne olduğu hakkında ekonomi uzmanlarının iki ayrı görüşleri vardır:
1- Bir kısım iktisatçılara göre fâiz fiyatının yükselip alçalmasına arz ve talep kanunu esastır. Buna göre fâiz vermekle elde edilebilecek mallar veya kapital piyasada çoğalacak olursa bu çoğalmaya mukabil ters orantılı olarak alıcı da azalırsa fâiz fiyatları alçalmaya devam eder. Fâiz fiyatlarının iyice düştüğünü gören işlerini geliştirmek için bol miktarda borç almaya başlarlar. Bu sefer de fazla istek karşısında piyasadan fâizle elde edilebilecek mallar ve kapital gitgide çekilir. Azalan kapital ve fazla istek karşısında fâiz fiyatları tekrar yükselmeye başlar. Yükselir... yükselir... ta ki insanların almaktan kaçınacağı bir seviyeye çıkar.
Bunun da manası, kapitalist tüccar ve iş adamlarıyle normal şekilde, makul olan tarzda ortaklık kurmaktan kaçınmakta, kapitelinden elde edilecek gerçek kârdan nasibini almaktan imtina etmektedir. Çünkü düşündüğüne göre, kendisinden biraz ödünç para olan adam bu parayla ticaret yapacağı ve (tahminen) şu kadar kâr edeceği için verdiği borç para mukabilinde kendine kârından şu kadarını fâiz olarak vermelidir iddiasındadır.
Diğer taraftan ödünç alan adam da kafasını çalıştırır ve tamamen tahmine dayanarak kapitalistten aldığı borç paranın kendine en fazla “şu” kadar kâr getirebileceğini buna göre de kapitaliste ödeyeceği fâizin “bu” kadardan fazla olmaması gerektiğini düşünür. Çünkü her ikisi için de tahmine dayanmaktan başka çare kalmamıştır. Kapitalist tahminlerinde daima ödünç alan adamın kapitalinden elde edeceği kârı kabarık görür. Tüccar ve iş adamı da başına gelecek zararı, ticari tehlikeleri, felaketleri aklından çıkarmadan az buçuk kâr tahmininde bulunur. Her ikisi de aralarında yardımlaşacak el ele verip çalışacak yerde birbirlerini kollamaya ve gözetmeye başlarlar. Fâiz fiyatlarını müsait gören iş adamları kâr edebiliriz ümidiyle biraz ödünç para alarak ticarette çalıştırmaya başladılar mı, kapitalist hemen parasının fâiz fiyatını arttırmaya başlar... arttırır... arttırır... ta ki iş adamlarının bu fiyatlar üzerinden alacakları ödünç paralarla kâr etme ümitleri iyice kırılır ve ödünç kapital alarak iş yapmaktan vazgeçerler.
- 858 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Fâiz fiyatlarının yüksekliği yüzünden ticaret ve iş sahalarından kapitalin çekilmesiyle piyasada duraklama olur. Kalkınma hamlesi topyekun geriler, ticaret alemi nöbet geçirmeye başlar. Bu müddet içerisinde iş adamlarının almakta imtina ettikleri kapital, kapitalistin elinde kalıp isteyeni bulunmayınca fâiz fiyatlarını yeniden düşürür. Zaten uçurumun kenarına gelmiş olan iş adamları kapitalin fâiz fiyatının iş yapabilecekleri, ticaretlerinde çalıştırabilecekleri bir seviyeye düştüğünü görünce tekrar ödünç almaya başlarlar. Kapital yeniden piyasaya ve iş sahalarına intikal eder. Böylece iş adamıyla kapitalist arasında mücadele devam eder gider. Halbuki ticaretle kapital arasında makul esaslar çerçevesinde dayanışma ve yardımlaşma olsaydı, dünya ekonomisi kalkınma ve gelişme yolunda emniyetle ilerliyebilirdi. Fakat kanunlar kapitaliste fâiz kapısını açık bırakınca, kapital ile ticaret arasındaki alakaya kumar ve içki sirayet etti. Kumarda ve içkide olduğu gibi iş adamlarında da fâiz fiyatı bir alçalmaya, bir yükselmeye başladı. Bu iki tezat arasında kalan dünya ekonomisi hayatını tehdit eden krizlere boğuldu.
2- Diğer bir kısım ekonomi uzmanlarına göre de, fâiz fiyatının med ve cezrine sebep: Kapitalistin sermayesini şahsen kendisi bir ticari işte kullanmak üzere iş adamlarına borç vermekten vazgeçip elinde tutması, yahut bu isteğinden -şahsen iş yapma isteği- feragat edip kapitalin tekrar ödünç vermeye başlamasıdır. (Başka bir deyimle; kapitalist kapitalini elinden çıkarmak istemediği zaman -kendisi kullanacağı- fâiz fiyatını arttırır. Kapitaline ihtiyacı olmaz, borç vermek isterse -kendisi işletmekte vazgeçtiği için- fâiz fiyatını düşürür.)Fakat kapitalist niçin bazı kere kapitalini elinde tutup kendisi iş yapmak ister. (Bazı kere de bu istekten vazgeçer?) diye sorulan soruya, iktisatçıların verdikleri cevab: Kapitalistin borç vermekten imtina ederek kapitalini elinde tutmasını gerektiren bir çok sebepler vardır. Bu sebeplerden birisi; Her an için kapitalistin elinde şahsi ve ticari ihtiyaçlarını giderecek kadar sermayenin bulunması lazımdır. İkincisi; beklenmedik bazı şahsi ihtiyaçlar, önceden hesaplanmadık olağanüstü masraflar veya fevkalade kâr getirebilecek fırsatın ansızın zuhur etmesi ihtimali gibi, önceden bilinmeyen durumlar için kapitalistin elinde her an ihtiyat kapitalin bulunması zorunludur. Üçüncü sebepse: -ki en mühimi de budur- İstikbalde kapitalin çekilmesiyle piyasada fâiz fiyatları artacak olursa, kapitalist bu durumdan yararlanabilmek için elinde daima hazır kapital bulundurmaya mecburdur, demektedirler. Fakat burda şu soru gelmektedir: Acaba kapitalistin içinde yerleşen ve gelişen bu istek, olağanüstü durumlardan istifade etmek için elinde kapital bulundurma isteği- şiddetlenme yahut hafifleme nöbeti geçirmekte mi ki bu nöbetin eseri piyasada fâiz fiyatlarının yükselip alçalmasıyla tecelli etmektedir. Bu soruya da “Evet” diye cevap vermektedirler. Çünkü, kapitalistin bu isteği bazı ferdi, içtimâi, etkilerle de şiddetini kaybeden hafiflermiş. Birinci durumda, (yani kapitalistin arzusu şiddetlendiği zaman) fâiz fiyatları yükselir, piyasaya ve iş sahalarına akan kapital azalırmış. İkinci durumda (yani kapitalistin arzusu sönünce) fâiz fiyatları düşer ve kapital iş alanlarına akmıya başlarmış. Bundan da iş adamları faydalanarak bol miktardaki borç kapital ile işlerini genişletirlermiş.
Allah için doğruyu söylemek gerekirse, dış görünüşü gayet tüzel ve doğru gibi olan bu tatlı yoruma dikkatle bakacak olursan, aslında hiç bir esası ve doğruluğu olmadığını görürsün. Çünkü kapitalistin bahsedilen ev ihtiyaçları, olağanüstü ticari ve şahsi ihtiyaçları için muhakkak bulunması lazım olan paranın,
FÂİZ/RİBÂ
- 859 -
bütün kapitalin % 5 inden fazlasını gerektirecek kadar- Her an için ihtiyat kapital bulundurma- isteği üzerinde etkili olmaz. Bu bakımdan ileri sürdükleri ilk iki sebebin nazarı itibara alınacak tarafları yoktur. Kapitalistin, kapitalini % 95 bir kere elinde tutmasının bir kere de borç vermek suretiyle dağıtmasının yegane sebebi üçüncü sebeptir. Bu sebebi de iyice tetkik edecek olursan, kapitalistin içinde yaşadığı toplumuna, ülkesine ve hatta dünyaya nasıl bencil ve kötü gözlerle baktığını görürsün. Bu üçüncü sebepten anlaşıldığına göre kapitalistin, dünya ekonomisinin başına gelecek bazı durumlardan kendine menfaat geleceğini sezer ve kapitalini tereddüt etmeden iş adamlarına ödünç vermeye başlar. Bu durumda toplum biraz refaha ve bolluğa kavuşur. Fakat çok geçmeden kapitalistin duyguları şahlanır, güç ve zor durumlarında toplumu sömürmeye yarayan, felaketlerine yenilerini katan para denen korkunç silahını tekrar kullanmaya başlar. Kumar oynama hisleri harekete geçer ve kapitalini piyasadan geri çekmeye, fâiz fiyatını arttırmaya koyulur. Fâiz fiyatlarının aniden artmasıyla, kapitalistin sermayesini iş adamlarına vermekten imtina etmesiyle ticarete “Kesat” adıyle maruf ani duraklama olur ve ekonomik kalkınma sekteye uğrar. Ta ki, en yüksek fâiz fiyatlariyle, yenebilecek kadar haram yediğini daha fazla inat edecek olursa tehlikeye ve iflasa sürükleneceğini anlar, içerisindeki çirkin arzu, para tutma arzusu hafiflerse, o zaman işadamlarını tekrar çağırmaya, elinde bol miktarda ucuz fiyatlarla kapital olduğunu ilan etmeye koyulur.
İşte, zamanımızın münevver ekonomi uzmanlarının fâiz fiyatları artışı veya alçalışı hususunda yaptıkları açıklamalar bunladır.
Bizce konu itibârıyla bu açıklamaların doğruluğundan şüphe yoksa da esas sorunun bu iki açıklamanın hangisi ile fıtri ve makul fâiz fiyatını tespit etmek mümkün olacaktır? Yoksa fâiz fiyatı da, fâizin kendisinin makul olmadığı kadar gayri makullükle ölçülmeyecek derecede derine mi gitmiştir?Ya gerçeğin böyle olduğuna inanmak icabeder, yahut, fıtri ve makul kelimelerinin anlamlarını değiştirmek gerekir.
İnsanın Fâize Olan İhtiyacı ve Fâizin Ekonomik Faydaları
Bunlardan sonra, fâiz müdafacılarının, fâizi temize çıkarmak için ileri sürdükleri bir kanaata göre; fâiz insanın kaçınamıyacağı ekonomik ihtiyacıymış. Bugün elde ettiği birçok menfaati fâizsiz elde edemezmiş, Bu iddialarını doğrulamak için gösterdikleri delilleri kısaca özetliyelim:
1- Ferdin ekonomik hayatı bütün faktörleriyle tasarrufa (yani nakit para biriktirmeye) dayanır. Ancak fert ihtiyaçlarının çerçevesini daraltmadıkça ve ölçülü harcamalar yapmadıkça kazancından bir kısmını arttıramaz. Arttırım yapmanın da tek yolu, inanın isteklerine karşı gelip arzularını kısıtlayarak gelirinden bir kısmını ayırmakdır. Bunun için de, insanı bu hisse sürükleyecek bir sebebin olması gerekir. İşte fâiz arttırım için eksik olan bu sebebi tamamlar, tasarruf uğrunda, insanın yokluğuna katlandığı birçok ihtiyaçlarının mukabil ücreti olur. Fâiz, insanları ekonomik hayatlarının temelini teşkil eden tasarrufa teşvik edici tek kuvvettir. Şayet siz fâizi yasaklayıp kaldıracak olursanız insanları bu önemli faktörden mahrum bırakır tasarruf yapmalarınıgerektiren yegane sebebi yok etmiş olursunuz.
2- Ticari kurumlara en kolay yoldan sermaye sağlamak, bu kurumların halka
- 860 -
KUR’AN KAVRAMLARI
fâiz kapısını açık tutması suretiyle tasarruf ettikleri paraları yatırmalarına insanları teşvik etmekle olur.
Fâiz bir taraftan insanların para biriktirmelerine en kuvvetli sebep olurken, diğer taraftan da biriktirdikleri paraları ihmal etmeden, verimli işlerde kullanacak olan endüstri müesseselerine yatırımlarına teşvik olur. Böylece insanların tasarrufları karşılıksız kalmaz. Çünkü paralarını verecekleri müesseselerden fâiz alırlar. Hem de müesseseler lüzumlu kapitali elde etmiş olurlar. Fakat siz fâizi iptal edip kaldıracak olursanız, sadece insanları tasarrufa teşvik eden sebebi yok etmekle kalmam, kapitalin faydalı işlerde kullanılmasına da mani olarak paranın heder olmasına sebep olursunuz.
3- Fâiz insanlığa yalnız para biriktirme teşviki ve parayı ticarette, sanayide, kullanma imkanını sağlayan hizmetiyle kalmaz kapitalin faydasız işlerde kullanılmasına da mani olur. Ekonomiyi sağlam temellere oturtan, güvenilir esaslara göre ana hatlarını çizen yine fâizdir. Çünkü fâiz fiyatı kapitalin çeşitli ticari kurumlar arasında en çok faydalı, en fazla kârlı olanına yatırılmasını temin eder. Çeşitli ticari ve sanayi kurumlar, planlanmış ekonomik projeler arasından zararlıyı kârlıdan ayırt edecek, kârlıyı daha kârlıdan secerek kapitali ona göre yöneltecek güvenilir başka bir yol da yoktur. Şayet fâizi iptal edecek olursanız insanların biriktirdikleri paraları sonuçlarına önem vermedikleri-verseler de kâr zarar düşünmediler-faydasız işlere yatırmalarına sebep olursunuz.
4- Şüphesiz ki borç almak bugün insanın kaçınılmaz hayati ihtiyaçları arasındadır.
Fertler olsun, sosyal taplumlar olsun, hükümetler olsun borç almadan edemezler. Fertleri kişisel ihtiyaçları borç almaya mecbur eder. İş ve ticaret adamlarına da borç almaktan başka çare yoktur. Hükümetler ise borç almaktan kurtulamazlar. Böyle geniş çapta ve genel anlamda “istikraz” sadaka ve teberruatlarla nasıl elde edilebilir? Şayet siz kapitalistleri fâiz ile kandırıp kapitalleri yanında devamlı bir kârı garanti ederek içlerini rahatlattırmazsanız pek az insan borç vermeye razı olur. Bu kadarı da iktisadi hayata yetmez, kötü sonuçlar doğurur. Bugün çok yoksun ve muhtaç olan insan fâiz yoluyla ihtiyacını giderecek zaruri parayı gayet rahat bulabilmektedir, tabii bu kolaylığın da tek sebebi fâizdir. Şayet kapitalist fâize tamah etmeseydi bu zavallı adama hiç bir zaman borç vermezdi, bu adamın da ihtiyacı-ne kadar şiddetli olursa olsun- giderilmeden kalırdı. Ticaret ve iş adamları için de durum böyledir. Bugün başları dara geldi mi kendilerini sıkışık durumdan kurtaracak parayı fâizli borç olarak kolayca, alır, ihtiyaçlarını giderirler. Fakat bu kapı yüzlerine kapanacak olursa iş alanlarında atacakları her adım başında iflas etmeleri muhakkaktır. Hükümetler de böyledir ihtiyaçlarını fâizli borç olarak aldıkları paralarla giderirler, fâiz olmasaydı her gün yenilenen ihtiyaçları için külliyetli miktarda borç parayı verecek yardım elini uzatacak,sadaka dağıtacak insanları nereden bulabilirdi?
Fâiz, Gerçekten İnsanlık İçin Faydalı ve Zorunlu Bir Şey midir?
Gel, şimdi de seninle şu menfaat ve ihtiyaçları teker teker gözden geçirelim. Hakikaten menfaat mi? İhtiyaç mı? Yoksa şeytani kuruntudan başka bir şey değil midir? İnceliyelim...
Bugün batılı iktisatçıların içine düşüp çırpındıkları ilk hata, fertlerin sarfiyattan
FÂİZ/RİBÂ
- 861 -
kaçınmalarında, tasarruf etmelerinde iktisadi hayatları için kaçınılmaz bir zorunluluk ve fayda vardır inancından doğmaktadır. Halbuki hakikat bunun aksinedir, çünkü iktisadi kalkınma, istihlak etmesine bağlıdır. Bunun tahakkuk edebilmesi ülkenin üretimi nisbetinde toplumun alışveriş yaparak içinde de fertlerin çalışarak elde ettikleri servetlerini el açıklığıyle harcamaları lazımdır. Hem kendi ihtiyaçlarından fazla gelir sağlayan insanlar, gelirlerinin fazla kısmını fakir insanlara aktarmalıdırlır ki onlar da kendi yönlerinden harcamalara iştirak ederek ihtiyaçlarını giderebilirsin.
Fakat bunun aksine siz insanlara: ihtiyaçlarından fazla gelir sağlayanlar gelirlerinin fazlasına sahip olsunlar, ihtiyaçlarına denk ve normal gelir sağlayanlarsa ihtiyaçlarının çoğundan feragat ederek azını gidermekle yetinsinler ve tasarruf etsinler diye tavsiyelerde bulunmaktasınız ki sizin tercih ve kendini zaptetmek gibi sözlerle ifade etmeye çalıştığınız hakikatte bu olup, birkaç kişinin zaruri ihtiyaçlarını gidermekten vazgeçerek arttıracağı paraların birikintisiyle ticaret ve sanayinin beslenmesinde fayda umuyorsunuz. Halbuki böylesi faydalı olacak yerde zararlı olmaktadır. Çünkü mahdut denecek kadar gelir sahibi olan insanlar ihtiyaçlarının çoğunu alamamaktadırlar. Normal gelirli insanlar ise teşviklerinizle ihtiyaçlarının tamamını almıyarak tasarrufu tercih etmektedirler. Bol gelirli insanlarsa mahdut gelirlere yardım edecek yerde ellerini sımsıkı tutmaktadırlar. Bu durum karşısında piyasaya sürülen ihtiyaç maddeleri ve istihlak malları, dar gelirli insanların almaya gücü yetmediğinden, gücü yetenlerin de almaktan imtina etmesinden dolayı pazarlarda yığılı ve alıcısız kalmaktadır ki bunun da sonucu olarak iktisadi hayatın her kolu endüstrinin her bölümü duraklıyacak, kriz geçirecektir. Diğer taraftan teşvikle sürüklendikleri bu az tüketim usulü insanların hayatlarına tesir edecek, gelirlerini daraltacaktır. Sonra gelirlerindeki bu daralma gittikçe artacak dolayısıyla de alışverişve tüketim daha da azalacak, tasarruf edilen paralar toplumun soysuz birkaç kişisinin elinde yığılırken geride halkın çoğu fakirlik, yoksunluk ve sefalet içerisinde kıvranacaktır. Bu yanlış yolla kapital edilen kapitalistlerin hayatı de eninde sonunda tehlikeye girecektir. Haksız sermayeleri elde ettikleri ticari malları üretimi kimler satın alacak? Kimler istihlak edecektir? Siz de biraz düşünecek olursanız bugün ekonomik hayatın gerçek ihtiyacının , insanları cimrileştiren , para biriktirmelerine teşvik eden, alış-veriş yapmalarını sınırlayan sebeblerin ortadan kalkmasına sebeb olduğunu anlarsınız. Bunun için de iktisatçılar kendi menfaatleri icabı bir taraftan tasarrufa ihtiyaç göstermeyecek şekilde müşkül duruma düşen insanların yardımı ve borç parayı her an için bulabilecekleri inancını yaratacak ortamı cemiyette hazırlamaya çalışırken, diğer taraftan ellerinde -her şeye rağmen- birikmiş servet bulundurup saklayanlara zekat vermelerini zorunlu koşmalıdırlar ki servet dolaşımı içinde kendilerine pek az bir ayırım düşen fakir insanların da hakkını korumuş olsunlar. Fakat insanları siz para biriktirmeye teşvik ederek cimrileştiriyor, aslında cimri olanları iyice körüklüyor, cimri olmıyanlara da tasarruf ettirerek para harcamalarını önlüyorsunuz. Bir taraftan insanların tamahını arttırıp cimrileştirirken,diğer taraftan cemiyetin menfaatlerine aykırı ve hatalı yoldan toplayarak edindiğiniz kapital ile para kazanmak için tekrar toplumun karşısına çıkıyor. Topluma yaptığınız haksızlıklara birini daha katıyorsunuz. Çünkü siz fâiz yoluyla edindiğiniz serveti toplumun ekonomik hayatına yarıyacak işlere ortaklık yahut hissedarlık (aksiyon) süretiyle katarak çalıştırmıyorsunuz, bu serveti tekrar toplama borç olarak kabullendiriyor, tüccar
- 862 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve iş adamlarının zararlarına karışmıyor, kendinize aylık, yıllık kârı kestiriyor ve bunu muntazam alıyorsunuz. Böylece toplumun ekonomi hayatını da iki sefer zarara uğratıyorsunuz. Bu sefer toplumun elinden satın alma kuvvetini (parasını) alarak yine toplumun fertlerinin ürettikleri malların pazarlarda kalmasına sebep oluyorsunuz. Bir sefer de toplumun elinden aldığınız parayı iade ederken ortaklık ve hissedarlık usulüne göre iade etmiyor, kanunlarınız icabı kendinize kesin kârı garanti ederek onlara borç veriyorsunuz. Sizin ekonomi nizamınıza göre sanki toplumun fertleri ellerindeki alma kuvvetini muhafaza ediyorlar, bu kuvveti yerinde kullanarak toplumun mallarını satın alacak yerde tekrar topluma borç olarak veriyorlar, toplum borç aldığı bu parayla ihraç ettiği malları satmakta güçlük çekiyor ve bu güçlük gittikçe de artıyor. Borcunun ve fâizini nasıl ödeyeceğini düşünen zavallı toplumun çaresizliği üzerine çaresizlik katılıyor. Çünkü yüz binlerce insan yokluk yüzünden alışveriş yapamıyor, binlercesi de daha fazla para biriktirmek tamahı, fâizciye fâizle para yatırmak hırsıyla alışveriş yapmaktan kendini zorla tutuyor. Sizce fâizin faydalarından biri de, tüccar ve iş adamları fâizle aldıkları borç paraları israf etmekten sakınırlar ve çok kâr getirecek işlerde kullanırlar. Yine sizin, fâizin faydalarından bir olarak ileri sürdüğünız, fâiz, tüccar ve iş adamlarını en doğru ve münasip ticari yollara sevkeder, onları iç rahatlığı ile yönetir, ayrıca servetin seyri tabiisinde kendisine mümkün olan en doğru yolu seçmesini sağlar, diye bir teziniz var. Fakat bu fazla güzel görünen sözlerinizi örten perdeyi biraz aralarsanız arkasından gerçeğin ne olduğu görünür. Hakikatte fâizin insanlığa yapmış olduğu ilk hizmet ona “Kâr” ve “Fayda” kelimelerinin bütün anlamlarını unutturup “Mali Kâr”, “İktisadi Menfaat” olmak üzere tek birer anlam bırakarak paranın öncelik kaybetmekte olduğu mücerret (Soyut) anlamını tekrar ona kazandırmıştır. Çünkü önceleri paranın el değiştirmesi için maddi menfaatten başka bir sürü menfaatler de vardı. Şimdi paranın el değiştirmesine yegâne sebep maddî menfaat olmuştur.
Fâiz ve fiyatının insanlığı ikinci büyük hizmetse paranın kullanma ve el değiştirmesini yargılayacak ölçeğin -Cemiyetin menfaattleri değil de- kapitalistin karariyle kendisine % 6’dan fazla kâr bırakmayacak bütün işlere yatırım yapılmaması fâizin faydalarından sayılmıştır. Misal olarak diyelim ki -Kapitaliste tatbikat sahasına konulacak iki proje sunuluyor. Birinci projeye göre ucuz, rahat, sıhhi evler inşa ettirilerek dar gelirli vatandaşların oturabilmelerine elverişli icarlarla verilmesi planlanmış, ikinci projeyle de lüks bir sinema tesis edilmesi teklif olunmuş. Birinci projenin getireceği kâr % 6 dan az, ikinci projenin getireceği kâr % 6 dan fazla. Kapitalist hangi projeye yatırım yapmayı tercih edecek? Kapitalinin hangisine yatırılmasının doğru olacağına karar verecektir?
Evet... Eskiden kapitalistin sermayesini birinci projeye yatırması mümkündü ve hiç değilse iki proje arasında karar vermeden biraz düşünür, danışmalarda bulunurdu. Ama şimdi kapitalist hiç tereddüt etmeden ikinci projeye yatırıma karar verecek, fâiz fiyatının kerametinden dolayı birinci projeyi tetkik etmek lüzumunu bile duymayacaktır.
Fâiz fiyatının bir kerameti de tüccar ve iş adamını, kapitalistin çizdiği kâr sınırından fazla kâr etmeye zorlayacak durum ne olursa olsun, ticaretinde de sanayisinde de bu iş adamı kapitalistin istediği fâiz fiyatından fazla kâr etmeye mecbur kalacak ve bu uğurda meşru gayrimeşru bütün yollara baş vuracaktır. Mesela % 6 fâiz fiyatıyla borç alarak film şikreti kuran bir insan muhakkak yılda
FÂİZ/RİBÂ
- 863 -
% 6 nisbetinde fazla kâr etmelidir. Bu nisbetinden fazla kâr etmelidir. Bu nisbette kâr getirecek yollar ne olursa olsun uygulanmaya mecburdur. Şayet bu şirket sahibi ahlâki ve ilmi bakımdan faydalı filimleri ihraç ederek istenilen kârı temin edemiyorsa, kötü ve müstehcen, ahlâka mugayır filimleri ihraç etmeye, çeşitli reklam ve propagandalarla insanların, ahlâk, fazilet, şeref gibi şeylere önem vermeden bu filimleri seyretmelerini sağlamaya mecbur kalacaktır.
İşte! İnsanlık için iddia ettiğiniz fâiz faydaları ve elde edilmesinin tek yolu olan fâiz budur! Şimdi de iddia ettiğiniz gibi fâize olan “ihtiyacı” gözden geçirelim:
Şüphesiz ki “İstikraz” insan hayatının ihtiyaçları arasındadır. Fertle şahsi ihtiyaçları için borç almaya mecbur kalabilirler. Ticarette sanayide, ziraatte ve benzeri iş sahalarında ihtiyaç daha da artabilir. Aynı zamanda ticari kurumlar -Hükümetler dahil- borç almaya daima mecburdurlar. Fakat, “Doğrudan doğruya fâizsiz borç almak mümkün değildir” demek çok yanlış olur. Çünkü fertlere ve milletlere fâizsiz borç verilmesini mümkün kılmıyan durumu, siz, fâizi kanunlarla korumak suretiyle yarattınız. Siz hele bir kere fâizi yasaklayınız ve İslam’ın ahlâka getirdiği o iktisadi nizamı düstur ediniz de bir bakınız, fâizsiz borç almak, ferdi ve ticari hayatta her sahada ne kadar kolaylaşır ve bollaşır. Her taraftan bağışlar, yardımlar milletlere de fertlere de nasıl akın eder görünüz. İslam dini bunun böyle olacağını ispat etmiştir. Yüzyıllar boyunca İslam topluluğu iktisadi hayatını fâizsiz olarak en güzel şekilde nizama koymuş ve yönetmiştir. Bu pis fâiz çağı gelmeden önce İslam’ın hiçbir devirde ne ölen bir müslümanın cenazesini akrabası fâizsiz borç alamadığı için kefensiz bırakıp defin edemediği görülmüştür, ne de müslümanların ticareti, sanayisi, ziraati sırf iyilik (fâizsiz) borcu alamadıkları için tökezlediği tesbit edilmiştir. Ve ne de hiçbir müslüman devletinin, milletinin yararına yaptırmaya kalkıştığı bir iş için, herhangi bir savaş masrafını karşılamaya uğraştığı zaman milletten fâizsiz borç alamadığından muvaffak olmadığı görülmüştür.
Böylece, iyilik borcunu tahakkuk ettirip yürütmek mümkün değildir. Fâiz olmadan borç alıp verme işlemi (istikraz) ortadan kalkar şeklindeki iddianızın yanlışlığını verdiğimiz örnekten başka zihni bir delil ile ispat etmeye lüzum görmüyoruz. 3659
Fâizin Zararları
Önceki bölümde fâizin makuliyeti üzerinde durduk. Nazari yönden zararlarını tartıştık. Sonuç olarak da fâizin makul bir şey olmadığına, insanın iktisadi hayatı için önenli bir faktör sayılmadığına, adalet yönünden de ele alınır tarafı bulunmadığına karar verdik. Hem de insanlık için faydasız olduğunu ispat ettik. Ancak, fâizin kat’i surette yasaklanmasının sebebi bu nazari zararlar değildir. Bunların yanında fâizin korkunç fiili zararları vardır. Bu bölümde fâizin insanlığa getirdiği fiili zararları enine boyuna inceliyelim ki akıllı olan herkes, bu çirkin işin yasaklanmasının doğru olacağından şüphe etmesin.
3659] Mevdudi, Fâiz
- 864 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Fâizin Rûhî ve Ahlâkî Bakımdan Zararları
Fâizin rûhî ve ahlâkî olan zararlarını öncelikle ele almamız gerekir. Çünkü; ruh ve ahlâk insaniyetin cevherini esas yapısını) teşkil eder. Ruh ve ahlâk insaniyetin hem cevheridir, hem de yönetici kuvetleridir. İnsaniyeti bu iki öz cevherinde bozguna uğratan her şey başka bakımdan faydalı da olsa atılmaya terkedilmeye, hatta sakınılmaya mustahaktır. Fâizi didikleyip her bölümünü iyice tetkik edecek olursak, ilk bakışta, fâiz anlayışının insanoğlunda harekete geçtiği andan itibaren, -para biriktirme isteğinden tutun da diğer bütün ekonomik hayatın gelişiminde- insanı bencillik (egoizm) cimrilik, dar kalplilik, duygusuzluk, maddeye tapmak gibi daha birçok kötü sıfatlarla etkilediğini ve bu anlayışın gelişip gittiği müddetçe, insanı fâizcilikle yürüttüğü işlerde muvaffak ettiği nisbette bu kötü sıfatları da içinde kökleştirir, derinleştirir. Fakat İslam dininin zekat ve sadakaya dayanan mali, iktisadi işlerini tetkik edecek olursan -fâizciliğin tam aksine- insanın zihni çalışmalarının tümüretkerşlik, cömertlik gibi daha birçok iyi sıfatlarla benzendiğini görürsün. Bu ortam içerisinde yaşayan insanında hayat boyunca iyi sıfatlarını kökleştirip geliştireceği de muhakkaktır.
Fâizciliğin insanda meydana getireceği ahlâ ile, İslâm nizamının telkin edeceği ahlâkın, hangisinin insanlık için daha yararlı olduğunu, her vicdanlı insan taktirle hakkı teslim edebilir.
Toplum ve Medeniyet Bakımından Fâizin Zararları
Fâizin zararlarını bir de toplum ve medeniyet yönünden inceleyelim. Fertlerinin birine karşı davranışları bencillik ve nefisseverliğe dayanan, zengin halk tabakasıyla, orta halli tabakının müşterek menfaatleri bir diğerinin zararına olup çelişen, şahsi bir menfaat olmadıkça hiç bir ferde yardım edilmesini doğru görünen -zekat ve sadaka vermeye niyet ettiğinden fiilen vereceği vakte kadar geçen zaman içerisinde- başkasını kendisine tercih etme, geniş kalplilik, gaymeyen toplumun ve kişinin felaketini kazanç ve gelir kaynağı olarak gözeten fertlerin kuracağı medeniyetin uzun müddet yaşayacağına iki kişinin inandığı vaki değildir. Bu esaslara dayanan ve bu duygularla yaşatılmak istenen bir toplumun en kısa zamanda dağılacağından, varlığını muhafaza edemeden çözüleceğinden hiç kimsenin şüphesi yoktur. Bu sebepler yanına, bir de cemiyeti yıkan diğer faktörler katılacak olursa, o zaman toplumun fertleri birbirlerine girer ve iç savaşların önü alınamaz. Fakat bunun aksine, toplum dayanışma, yardımlaşma ve birlik esaslarına göre kurulur, fertleri arasında cömertlik, müsamahakârlık havası hakim olur da düşkün birine yardım elleri her taraftan uzanırsa, zengin zümre kendi arzularıyla fakirleri korumaya uğraşır ve hiç değilse haklarını yemeden adilane hareket ederlerse yaşadığı müddetçe bu toplumda kardeşlik duyguları artar ve yardımlaşma, öğütleşme esas olur. Fertlerin birbirine karşı güveni çoğalır, yıkıcı ve bozguncu hareketler bu topluma tesir edemez ve iç huzursuzluklar da vuku bulmaz. Hem de birinci topluma nazaran medeniyet sahasında mükemmelleşmeye doğru daha çabuk ilerler ve kalkınır.
Dünya devletlerinin aralarındaki bağları da bu ölçüler dahilinde görecek olursak, durumun değişmeyeceğine kanaat getiriniz. Çünkü komşu bir devlete karşı davranışlarında keremi, şefkati, sevgiyi düstur edinen ve komşusunun başına bir felaket geldiğinde hemen yardımına koşup teskin ve tesellisine uğraşan devletin, karşılık olarak komşusundan sevgi, saygı ve samimiyet göreceği
FÂİZ/RİBÂ
- 865 -
muhakkaktır. Fakat komşu devletlere karşı davranışları bencillik, nefsseverlik, dar kalplilik olan ve komşunun başına gelen felaketlerde kendine maddi menfaat sağlamaya uğraşan devletin, mukabilinde komşusundan saygı, sevgi ve samimiyet beklemesi olacak iş değildir. İkinci Cihan Savaşında dost İngiltere ile Amerika arasında geçen hadiseyi işitmişsinizdir. İngiltere savaştan sonra dostu ve müttefiki olan Amerika’dan “Bretton Woods” anlaşmasıyla fâizsiz borç, para istemişti. Fakat Amerika fâizsiz borç veremiyeceğine ısrar edince zor durumda olan İngiltere fâiz ödemeye mecbur kaldı. Bu hadisenin İngiliz milleti üzerinde bıraktığı tesirlerin yankılarını siyaset adamlarının açıklamalarından ve gazetelerden takip etmek mümkün olmuştur.
İngiltere’nin temsilcisi olarak Amerika’ya giden ve Bretton Woods adıyla bilinen bu anlaşmayı hazırlayan Lord Kiens, Lordlar Kamarasında yaptığı konuşmasında mevzuya değinerek “Amerika bize fâizsiz borç vermeye razı olmadı, bu anlaşmada Amerika’nın bize karşı tuttuğu yolun, takındığı tavırın bana verdiği sonsuz kederi ve acıyı ilelebet unutmam mümkün olmayacaktır” demiştir. Bretton Woods anlaşmasını onaylanması için parlamentoya sunan devrin Maliye Bakanı Dr. Dalten yaptığı açıklamada: “Harpten çıkarken dostumuzun sırtımıza yüklediği bu ağır yük, müşterek gaye uğrunda çektiğimiz sıkıntıların sarfettiğimiz emek verici bir mükafatı olmuştur. Amerika’dan fâizsiz borç isteyince bizi (Böylesi de iş siyaseti değildir) diye cevap verdiler. Kazandığımız eşine zor rastlanır bu armağan hakkında düşündüklerini açıklamalarını geleceğin tarihçilerine bırakıyoruz” demiştir. Amerikalılara karşı aşırı meyilleri ve sevgileri olduğunu gizlemeyen Mr. Churchill’in sözleri arasında: “Amerikalıların bize karşı davranışlarında dayandıkları bu çok tuhaf para aşkında ve menfaatperestlikte birçok tehlikelerin olduğundan endişe etmekteyim. Gerçekten bu anlaşma Amerikalılar ile aramızdaki bağlara kötü bir etkide bulunmuştur” ibareleri yer alıyordu.
İşte, fâizin fıtrî tesirleri bunlardır!... Milletlerde de fertlerde de her zaman için görülecek olan ruhi tepkiler fâizin eseridir.İngilizler fâizin kötü bir şey olduğuna inanacak değillerdir. -Bugün de inanmazlar- kendilerinden fâizsiz borç para isteyen biri çıkarsa, gülerler ve hakaret edercesine “Böylesi de gerçek ticaret anlayışına uygun değildir” diye çıkışırlar. Ama dost bir devletten “Gerçek ticaret anlayışı” ile muamele görünce bağrıp-çağırmaya başlarlar ve dünyanın önünde fâizin kalpleri kırıldığına, insanlara arasındaki bağları kötüye götürdüğüne şâhitlik ederler.
Ekonomik Yönden Fâizin Zararları
Fâizin zararlarına bir de bu yönden bakalım, fâiz toplum hayatının borç alıp verme (istikraz) işlerinin bütün ile ilgili bir mevzudur. Bunun için önce borç şekillerini ve çeşitlerini inceliyelim:
1) Ferdî ihtiyaçlar için alınan özel borçlar.
2) Gelir getirecek işlerde kulanılmak üzere tüccarın, sanayicinin, arazi sahiplerinin (çiftçilerin) aldıkları borçlar.
3) Hükümetlerin halktan aldığı borçlar ki ayrı gaye için olur:
a) Gelir sağlamayan harp gibi gayeler için alınan borçlar.
b) Gelir getiren demir yolları, kanallar, hidrolik elektrik santralleri gibi
- 866 -
KUR’AN KAVRAMLARI
projelerin tahakkuku için alınan borçlar.
4) Hükümetlerin dışardan aldıkları borçlar.
Şimdi bu borç çeşitlerini teker teker inceleyelim ve her bölüme fâiz karıştığı zaman gelecek olan zararları inceliyelim.
1) İhtiyaç Sahiplerinin Aldığı Borçlar/Krediler
İktisadi alanlarda en geniş çapta dönen fâiz işi (Monylending Bussiness) denilen ödünç para verme işidir. Bu afetten hiç bir dünya devleti kurtulamamıştır. Çünkü bu devletlerin hiç birisi orta halli ve fakir vatandaşlarının muhtaç oldukları zaman kolayca borç bulabilecekleri imkanları hazırlamak için çalışmamış oldukları gibi, fâizsiz borç bulma imkanını hazırlamak mümkün olmadığından bile makul fâiz fiyatları ile istedikleri borcu bulabilecekleri zemini yaratmak için de uğraşmamışlar ve hatta bu işin hükümet vazifeleri arasında olmadığına inanmışlardır. Toplumun bugün için böyle bir zemine ne kadar muhtaç olduğunu henüz idrak etmemişlerdir.
Bu işleri çeviren bankalar en büyük çapta ve çok kâr getirecek işleri icra etmekle yetinmektedirler. Şayet bankaların kapıları yoksun ve az gelirli insanlara açık olsaydı, sıkışık ve zor durumlarında müracaat ederek, muvakkat, ihtiyaçlarının giderebilirlerdi. Fakat bankalar kapılarını bu adamlara açmadığı için dünyanın her tarafındaki fakirler, çiftçiler, dar maaşlı memurlar, ufak ticaret sahipleri zor müşkül durumlarında, kartallar gibi her şehrin semalarında süzülen ve pençesine düşecek avını arayan fâizcilerden borç almaya mecbur kalırlar. Bu fâizcilerin aldığı fâizin fahişliğinden bahsetmeye lüzum yoktur. İnsan bir kere bunların ağına düşmeyi görsün, kendisi hayatı boyunca ellerinden kurtulamıyacağı gibi, bir türlü tükenmeyen borcunu evlâtlarının, torunlarının sırtına da ecdad mirası olarak ödedikleri halde hala sırtlarına kaya gibi oturan borcu bırakır. Bu zavallılar da esas borcun birkaç katı fâiz vermekle bitiremezler.
Fâizci, borcunu vermeyen insanın bütün (ev) eşyasını borcu ve fâizi karşılığı hesaplıyarak tekrar eşya sahibine bu sefer daha fazla fâizle geri verdiği çok görülmüştür. Tabii bu duruma düşen insanın hali iyice zorlaşır.
Fâizcilerin, para ödünç verme işi yapan bu adamların, borçlarından mahkeme kanallarıyla resmen alabilecekleri yıllık fâiz fiyatı İngiltere’de en az % 48 dir. Bu işte İngiltere’de yürütülmekte olan yıllık fâiz fiyatları genelikle % 300 ile 400 arasında değişir. Bazı fâiz işlerinin % 1200- 1300, yıllık fiyatlar üzerinden yapıldığı da görülmüştür. Amerika’da, fâizciye resmen tanınan yıllık fâiz fiyatı : 30-60 arasındadır. Fakat genel olarak bu ülkede fâiz işleri % 100 ile 200 arasında yürütülmektedir. Bazen bu fiyatın % 480 e eriştiği de görülmüştür.
Hindistan’da % 48 yıllık fâiz fiyatıyla borç veren fâizcinin ne kadar cömert ve şefkatli sayılacağını bilemezsiniz. Çünkü genellikle bu işler ülkemizde % 75 yıllık fâizle yürütülmekte, bazen yılda % 150 ye de erişmektedir. Bazı fâiz fiyatlarının % 300 ile 350’yi bulduğu da vakidir.
Dünyanın dört bucağında bütün orta halli ve yoksun tabakanın çoğunluğunun, ağırlığı altında inlediği afet işte budur. Bu meslek (fâizle ödünç para verme mesleği) kapitalistlere işçi tabakasının zaten az olan gelirinin büyük bir kısmını kaptırmaya yaramaktadır. Zavallı işçiler geceyi gündüze katarak alın terleriyle
FÂİZ/RİBÂ
- 867 -
kazandıkları aylıklarından yahut günlüklerinden yaşayacak kadar bile bir şey arttıramamaktadırlar. Çünkü fâizci onlardan evvel bu gelire el koyma hakkına sahib olmuştur. Bu da işcilerin sadece ahlâkını bozmakla, açmakla kalmaz, bir taraftan evlâtlarını okutup, yetiştirip terbiye etmelerine, topluma faydalı hale getirmelerine mani teşkil ederken, diğer taraftan da hayat seviyelerini düşürür, şartlarını ağırlaştırır, onları hayat kaygısı altında dertte ve kederde bırakarak, zihni, bedeni faâliyetlerini aksatır, işlerine karşı olan isteklerini, şevklerini kırarak tam verimli olarak çalışmalarına mani olur. Bu durumda fâiz sadece zulm ve adaletsizlik değil, toplum ekonomisi için de en büyük zarardır. Çünkü işçilerin kendileri çalışarak ihraç ettikleri mallar önlerine bol miktarda uzatılırken onları alacak, refah ve bolluğa kavuşturacak servet ellerinden alınmaktadır.
Sizler, sıtma hastalığını şu kadar bin iş saati kayıp ettirdiğini, şu kadar miktar üretimin azalmasına sebep olduğunu hesaplarsınız ve zavallı sivrisineğe karşı mücadeleye girişir neslini kesmek için büyük gayret sarfedersiniz de, iş yerlerinizde çalışmakta olan işçileri, fâizcilerinizin nasıl rahatsız ettiğini, huzurlarını kaçırarak, kalplerini kırarak, işlerine karşı olan azimlerini nasıl azalttıklarını, dolayısıyla üretimizin ne kadar zarara uğradığını hesaplamazsınız! Neden?!... Aptallığınız o derece ilerlemiş, aklınız bu konuda o kadar ters çalışır olmuş, ki, fâizcileri ortadan kaldırmayı düşünecek yerde, fâizcilerin işçilerinizden kendi elleriyle ezip çıkaramakdıkları son birkaç damla kanı mahkemeleriniz onlar için çıkarmaktadır.
Fâizcilik mesleğinin ekonomiye verdiği ikinci zarar ise; fakir halk tabakasının elinde kalan en son alma kuvvetini de elinden kapmaktadır.
Çok yakın bir geçmişte yüz binlerce insanın işsiz, milyonlarca insanın da dar gelirli olması memleketlerin ekonomik ve sanayi kalkınmalarına kuvvetli bir mania olmuştu. Bunu bildiğiniz halde siz hala bol gelirli insanları para harcamaktan sakındırıyor, gelirlerinden arttırabilecekleri en fazla arttırımı yapmalarına teşvik ediyorsunuz. Böylece memleketin ticaretini bir kaç daha kötüye sürüklemekle yetinmiyorsunuz, bir de zavallı ve fakir milyonlarca insanın elinde dar gelirlerine rağmen kalan satın alma kuvvetini de fâizcinin almasına müsaade ederek kendilerine lazım olan hayati ihtiyaçlarını alamaz hale sokuyorsunuz. Hem keşke fâizciye kaptırdığınız paraları fâizciler yararlı işlerde kullansalardı neyse; fakat onlar bu paraları tekrar toplumu borç altına sokmak, hazinelerine bir miktar daha fâiz katmak için kullanıyorlar. Biraz düşününüz ve taktir ediniz: Şayet dünyada yalnız elli milyon insan olsaydı; kader onları da fâizcinin ağına düşürerek her birini ayda bir altın ödemeye mecbur etseydi, bunun manası: Her ay elli milyon altın tutarındaki mallar tüketilmeden pazarlarda kalacak demek olmayacak mıydı? Sonra fâizci eline geçen bu küliyetli parayı memleketin ekonomisine yardım edecek yerlerde kullanmayacak, toplum üzerine borç olarak yeniden tahakkuk ettirecek.
2) Ticaret ve İş Adamlarının Aldığı Borçlar/Krediler
Verimli işlerde kullanmak üzere ticaret ve iş adamlarının aldıkları fâizli borçlardan ekonominin gördüğü zararı gözden geçirelim: Ticaret, sanat ziraat gibi ekonomik işlerle hangi yönden olursa olsun az çok ilgilenen insanların, bütün güçlerini, çalışmalarını, gayretlerini, eyilimlerini bir araya getirerek bu işlerin ilerlemesini ve kalkınmasını sağlamak için el birliği yapmaları, ferdi ve
- 868 -
KUR’AN KAVRAMLARI
müşterek menfaatlari icabı olduğunu unutmamalıdır. Bu işlerin gerilemesinin kendilerine zarar getireceğini kabul ederek tehlikeye karşı korunabilmeleri için birlikte çalışmalarının, gayret etmelerinin gerektiğinin bilecekleri gibi; bu işlerin ilerlemesinin, kazanmasının da, hepsine faydalı olacağını bilerek, yine bütün güçlerini birleştirmek suretiyle onu her sahada kalkındırmaya ve geliştirmeye uğraşmalıdırlar. Hem, yalnız fikir ve bedenleriyle bu işlerle uğraşan insanlardan başka kapitalleriyle bu iş sahalarına katılan insanların da aynı gaye ve maksatla çalışmaları ve bu işlerin zarara uğramaya, gerilemeye doğru sürüklenmesini önlemek için gayret göstermeleri zorunlu olduğu gibi; ekonomik kalkınmanın da zaruri bir icabıdır. Fakat kanunlar fâiz işine müsaade edince, kapitalistlerin gözü önüne, kapitallerini ticaret, sanayi gibi bahsettiğimiz iş sahalarına borç olarak katıştırmalarını sağlayan kapıyı açmıştır. Kapitallerini bu iş sahalarına borç olarak yerleştiren kapitalistler, iş adamlarıyla aynı gaye ve maksatlarla işlerinin menfaatini koruyacak yerde kendilerine aylık veya yıllık kârı garanti edecek, toplumun iş alanlarına, ekonomik hayatına ilişen, kayıp ve zararlar ile ilgilenmeden onu her durumda sömüren ve kârını alma hakkını kendinde gören (asalak) gayrı fıtri bir yabancı unsur gibi araya karışmışlardır. Bu işlerle uğraşan bütün elemanlar işlerin gerilemesiyle zarar ettikleri halde aralarındaki fâizci (asalak) unsur bu zarardan az-çok hiç etkilenmez. Çünkü gayrı fitri olan bu fâizci unsurun alacağı kâr, her iki durumda teminat altındadır. Diğer elemanlar zarar etmemek, işleri daha iyiye götürmek için birlikte çabalayıp uğraştıkları halde aradaki yabancı unsur bu gibi işlerde kafasını yormaya lüzum görmez. Hatta diğer elemanlar iflas etme tehlikesiyle karşılaştıkları taktirde, bu tehlikeden kurtulmak için uğraşırlarken onlara yardım edecek yerde kendi maddi menfaati icabı kapitalini geri çekmeye başlar. Diğer bir yönden de; içinde bulunduğu ve kapitalini borç olarak yatırdığı iş sahalarının kalkınması, ilerlemesi kendisini direkt şekilde (Vasıtasız = Doğrudan doğruya) ilgilendirmez. Çünkü bu sahaların kalkınması, ilerlemesi veya üretimini terakki ettirerek fazla netice olması, onun belli ve kesin kârını çoğaltmayacaktır. O, ancak kapitalini bu topluluğa (kira) olarak vermiştir. Kâr da etseler, zarar da etseler, kirasını garanti alacağı için duygusuz ve müsterih olarak bir kıyıda inzivaya çekilmiştir.
Tutulan bu yanlış yol, iş adamlarıyla kapitalistler arasındaki ilişkileri, dayanışma ve yardımlaşma yerine bencillik ve düşmanlığa çevrilmiştir. Çünkü ellerinde birikmiş para bulunduran kapitalistler, kapitallerin kendileri ticari üretimde, sanayide kullanmadıkları gibi, başkalarıyla de ortak veya hissedar olmak suretiyle kulanılmasına da razı olmamaktadırlar. Bunların peşinden koştukları ve istedikleri tek şey; kapitallerini borç vermek süretiyle başkalarının, ticaret, sanat, ziraat gibi işlerine sokuşturarak, bu adamların başlarına gelecek muhtemel zararlara karışmadan yalnız kârlarına belirli ve fakat mümkün olduğu kadar en çok nisbette; ayda veya yılda gelecek şekilde ortak çıkmaktır. Bu isteklerinin de topluma birçok zararları vardır:
1- Belki ileride fâiz fiyatları artar ümidiyle, kapitalistler birikmiş paralarının bir kısmını- çok kere hepsini-bir kıyıya kaldırır, verimli ve faydalı işlerde kullanılmasına fırsat vermezler. Yeryüzünün her tarafında her zaman üretime elverişli imkanlar, yeterli enerji ve tabii kaynaklar bulunduğu, işsizlikten kıvranan, geçim derdiyle sağa-sola baş vurulan işçi eller olduğu; her zaman için üretilecek ticari mallara sonsuz ihtiyaç hissedildiği halde, dünyada üretimi çoğaltmak, işsizlere
FÂİZ/RİBÂ
- 869 -
karınlarını doyuracak iş vermek, pazarlarda yığılan malları gerçek ihtiyaç ölçüsünde tüketmek mümkün olamıyor. Bunun da tek sebebi kapitalistin, kapitalinin istediği nisbette fâiz getirmiyeceği için ticarette veya sanayide kullanılmasına razı olmayışıdır.
2- Kapitalist yüksek fâiz fiyatına olan hırsından dolayı, kesesinin ağzını ticari, sanayi ve zirai işlere; bu işlerin ve memleketin çıkarına uygun şekilde değil de kendi menfaatine uyacak şekilde açar yahut kapatır. Bunun da zararı aynı, bir ziraat bölgesinde sulama tesislerini elinde tutan, ziraatin suya olan ihtiyacına göre değil de kendi istediğine ve çıkarına göre suyu açıp-kapayan insanın sebep olacağı zarara benzer. Çünkü bu insan ziraatin ve bağların sulanmaya en çok ihtiyacı olduğu zaman, suyunun fiyatını arttırır. Suya olan ihtiyacın şiddetine göre de fiyatları arttırmaya devam eder. ta ki çiftçiler ve bağ sahipleri bu fiyatlarla sulayacakları ziraatlerinden, bağlarından kâr geleceği ümitlerini kaybederler. Tabii bu adam ziraatın suya ihtiyacı olmadığı zamanlarda en düşük fiyatla bile suyunu açıvermeye hazırdır.
3- Kalkınma yolunda güvenle ilerlemesi gereken ticaret ve sanayi düzenine ticari deveran (trade Cycle) adındaki hastalığı fâiz ve fâiz fiyatı getirecek, sık sık tökezleyip duraklamasına sebep olmuştur. Bu hususta özel olarak “Çağdaş Nizamlar ile İslam iktisadı Arasındaki Esaslar” adlı kitabımızda açıklama yaptık burada tekrar edilmesine lüzum görmüyoruz.
4- Fâizin kerametlerinden biri de; kapital, revaçta olan fiyatlar üzerinden bir fâizi kapitaliste temin etmedikçe; memleketin şiddetle muhtaç oduğu faydalı ve yararlı işlere dahi yönetilmeye razı olmaz. Ama,-Aksine-kapitaliste istediği fâizi getirecek olduktan sonra topluma faydası dokunmayan işlere akın eder.Diğer taraftan, fâiz fiyatı bütün tüccarları ve iş adamlarını ödeyecekleri fâiz fiyatlarından fazla kâr edebilmeleri için meşru ve gayrı meşru yolları var güçleriyle uygulamaya mecbur eder. Bu hususta geniş açıklamamızı yine“Çağdaş Nizamlar ile İslam Arasında Ekonomi Esasları” adlı kitabımızda yaptık. Tekrarına lüzum görmüyoruz.
5- Kapitalistler işçi ve sanatkâr sınıfına pek öyle uzun vâdeli borç vermeye razı olmazlar. Çünkü, onlar, bir taraftan ellerinde külliyetli miktarda kumarımsı işlerine elverişli paranın bulunmasını gözetirken, diğer taraftan, ilerde fâiz fiyatları artacak olursa, uzun vâdeyle verdikleri paraları kullanmayacakları için edecekleri zararı hesaplarlar. Netice olarak da; ufak iş sahipleri ve sanatkârlar dar çerçeve içerisinde kalarak işlerinde cesaretle çalışamazlar. Geniş çapta ve memlekete daha yararlı olabilmek işleri yapacakları yerde, az miktarda açılmadan basit ve mahalli iş yaparlar. Bu durumda, günün icaplarına uygun modern makineleri ve takımları ve çok kısa bir müddet için aldıkları borç paralarla fazla almak için gereken parayı bulmak onlarca çok zor olduğundan, ellerindeki kullanılmış eski ve yetersiz, diskalifiye aletlerle çalışmayı tercihe mecbur kalırlar. Bu nitelikteki aletlerle de çıkaracakları kalitesiz malları mahalli pazarlarda satarak borçlarını ve fâizini ödemeye uğraşırken kendilerine de biraz kâr arttırmaya çalışırlar.
Kısa vâdeyle verilen borç paraların kerametlerinden biri de, imalatçılar mallarının satışında biraz duraklama olduğunu hissettiler mi hemen imalatı durdururlar. Kendilerinde bir müddet -kısa da olsa- daha imalata devam etme cesaretini bulamazlar. Çünkü stok edecekleri fazla mallar dolayısı ile piyasada fiyatlar
- 870 -
KUR’AN KAVRAMLARI
düşecek olursa kendilerini iflas çukuru başında bulacakları tehlikesini görüp dururlar.
6- Ticari ve sanayi projeler için uzun vâdeli borç alan iş adamlarının uzun müddet fâiz ödemeleri, onları, çeşitli zararlara uğratmaktadır. Bu tip istikrazlar genellikle on yıllık, yirmi otuz yıllık, gibi uzun müddetler için olup önceden belirtilmiş yıllık kesin fâizin ödenmesini gerektirir. Her borçta olduğu gibi bu uzun vâdeli borçlarda da ödenmesi gereken yıllık fâiz kararlaştırılırken, her iki tarafın da geleceğin nasıl olacağını, ileride zamanın piyasaya ne gibi değişiklikler getireceğini, fiyatlarda ne dereceye kadar ucuzlama ve planlama olacağını ve borç alan adamın bu yıllar içerisinde kazanma şansının ne kadar çoğalıp azalacağını, yahut hiç şansı olmayıp zarar edeceğini bilmeleri ve görmeleri mümkün olmadığından bu hususları nazarı itibara almamaktadır.-Mesela, bir adamın bugün % 7 fâiz fiyatıyla külliyetli miktarda ve yirmi yıl vâde ile borç para aldığını, aldığı bu parayla da büyük bir endüstri işi kurduğunu düşünelim! Tabiatıyle bu adam 1978 yılına kadar her yıl hem kararlaştırılan fâizi muntazam ödemeye, hem de borcunun gelen taksitlerini vermeye mecburdur. Fakat, 1960 yılında fiyatlar piyasada bugünkü fiyatlara nisbetle tam yarıya düşecek olursa bu adam ne bugünkü satışın borcunu verebilir ne de fâizini öder. Netice olarak kapitalistin borçlularının çoğu ya iflas edeceklerdir, ya da iflas etmemeleri için memleketin ekonomisine zararlı olabilecek hile yollarını, gayrı meşru usulleri arayıp bulacaklardır.
Değişik zamanlarda çeşitli fâiz fiyatlarıyle tüccar ve iş adamlarına borç veren kapitalistin sabit ve garanti kazancının, adaletle de, insafla da hiç ilgisi olmadığını, daima inen ve çıkan fiyatlar yanında kapitalistin teminat altına alınan kârının memleket kalkınmasına hizmet etmeyeceğini; hiçbir iktisat prensibiyle bağdaşmayacağını, biraz aklı olan insan kat’i bir surette anlıyabilir... Acaba, herhangi bir mukavilin yeryüzünde bir şeyi yirmi yıl müddetle aynı fiyatlar üzerinden temin etmeye razı olup mukavele yaptığını hiç duydunuz mu? Böyle tuhaf bir mukavele dünyada hiçbir uzun vâdeli satış anlaşmalarında görülmemişken nasıl olur da fâizci kapitalist, herkesten ayrı olarak borçlusundan kapitaline belirli bir ücreti karar ederek uzun yıllar süresince istihsal edebilir.
3) Hükümetlerin Halktan Aldığı Borçlar/Krediler
Şimdi de hükümetlerin halktan aldıkları borçları ele alalım. Bu borçlar iki çeşit olur: Bir gelir sağlayamıyan işler için, diğer çeşidi de gelir sağlayan işler için alınır. Bunları ayrı ayrı inceleyelim:
a) Birinci çeşit borçlar için ödenecek fâizin, kapitalistlerin borçlarından aldıkları fâizlerinden hiçbir farkı yoktur. Hatta ondan daha çirkin, daha kirli ve daha zararlıdır. Çünkü, toplumun yetiştirdiği, elinden tutarak kazanmaya muktedir ettiği, kurduğu siyasi, iktisadi, medeni nizamlar ile emniyet ve refahını sağlıyarak çalışıp kazanabilmesi için elinden gelen bütün hizmetleri ifa ettiği bir insanı düşünelimki, bu insan kendisine bunca hizmette bulunan hükümete, dolayısıyla topluma yardım edecek duruma geldiği zaman karşı durup fâizsiz borç vermekten imtina ederse, hatta, sonunda topluma maddi bir kâr getirmeyen fakat tahakkuk ettiği takdirde kendisi de içinde yaşadığı toplumun fertlerine maslahat celp eden işler için de vereceği borç para mukabili fâiz gözetir ve “ister kâr et, ister kâr etme, ben yıllık fâizimi muhakkak isterim” derse, bundan daha çirkin ve iğrenç bir kanaat olabilir mi? Bundan daha çirkini daha iğrenci memleket
FÂİZ/RİBÂ
- 871 -
(hasbelkader) bir savaş tehlikesi ile karşı karşıya geldiğinde, toplumun bütün fertleri ile birlikte fâizcinin de ırzı, namusu, hayatı, tehlikeye maruz kalması halinde ki bu durumlarda -bilindiği gibi- devlet bütcesinin varı-yoğu sarfedilir. Bu sarfiyat kâr getirecek işlere değil de harbin alevleri arasında kül olacak ve elde edilecek muvaffakiyete göre de ya toplumun fertlerini -fâizi de beraber olmak üzere- ölümden kurtaracak, yahut ölüme sürükliyecek işlere yapılması mecburiyeti varken fâizcinin memleketinin kurtulması için lazım olan borç paraya fâiz istemesi daha iğrenç ve çirkin değil midir? Toplumun diğer fertleri vatan uğrunda gayretlerini, vakitlerini, canlarını feda ederek, hiçbirisi memleketi böyle fedâkârca korumanın yıllık kârı ne olacaktır? Diye soruşturmazken bu fâizci kapitalist hepsinin arasından kafasını kaldırarak parasını yıllık bir yüzde fâiz olmadıkça memleketine borç veremiyeceğini ilan eder ve milletten fâizle verdiği borç paranın son kuruşunu geri alıncaya kadar fâizin ödemelerini ister, hatta millet yüzyıllarca bu borcu geri ödeyemezse bile fâizci fâizinin,vatan uğrunda kolunu, bacağını, eşini, evladını kaybeden; başından yaralanan mağdurların cebinden çıkartılarak kendi hazinesine girmesinde ısrar eder. Acaba böyle bir zümre cemiyet tarafından verilen fâizlerle beslenmeye, doyurulmaya mı layıktır? Yoksa bunların hakkı köpeklere atılan zehirli yemler yedirilerek öldürülmek midir?
b) Ama ikinci kısımda söylendiği şekilde, halktan alınan borçlar, fertlerin, kurumların (ortaklıkların, kooperatiflerin) iş adamlarının ticari amaçlar için aldığı borçlardan farklı değildir. Bu yüzden tüccar ve iş sahiplerinin aldığı borçlara yaptığımız itirazların hepsi burada da aynen tekrar edilebilir.
Kazanç ve gelir sağlıyacak verimli işler için borç para alan hükümetler, genellikle bu borçları uzun vâdeli alırlar. Fakat hiçbir hükümet bu borçları kesinleşmiş yıllık fâizi ile alırken, ileride başına negibi hadiselerin geleceğini, yirmi, otuz yıl gibi bir süre içerisinde, iç ve dış işlerinde ne gibi değişiklikler olacağını ve ayrıca tahakkuk ettirmek için borç aldığı projelerin sonunda bir kâr getirip getirmiyeceğini bilemez. Çok kere hükümetler tahminlerinde yanılırlar, borç alarak işlettikleri para kendilerine kâr getirecek yerde fâizi zor karşılar. Bunlar hükümetlerin faydalı projelere yatırım yapacakları yerde geçmiş borçlarının taksitini ve fâizini ödemeye mecbur bırakan ve mali zorluklar yaratan esas sebepler ve önemli faktörlerdir.
Daha önce zikrettiğimiz olay burada da tekerrür eder. Yani; fâiz fiyatı elde edilen malların pazardaki satış fiyatlarını ve bunların kâr haddini sınırlar. Hiçbir hükümet ödeyeceği fâiz fiyatından aşağı maddi kâr getirecek işlere hazırlanamaz. Bu işler memleketin son ederece yararına, çıkarına olsa bile... Hiçbir hükümet çöl toprakları ıslah etmek, iskan bölgeleri onarmak, sulama tesisleri kurmak, köylere yol, su, elektirik getirerek köylünün sağlığı için uğraşmak, ucuz ve sıhhi memur evleri inşa ettirmek, gibi millete ve topluma yararlı işler için ne kadar faydalı olursa olsun, ihmal edip, yapılmadığı taktirde doğacak zarar ve kayıplar ne kadar çok olursa olsun, borç aldığı merciye ödeyeceği fâiz fiyatından fazla-hiç değilse fâiz fiyatı kadar- yıllık kâr sağlamadıkça bu işler için bütçesinden ayırım yapıp yatırımda bulunamaz. Hem sonra bu gibi, memlekette faydalı ve yararlı işler için hükümet aldığı borç paranın fâizini yine halktan vergi suretiyle alarak onların sırtına yükler, her birinin cebinden teker teker çıkartır. Böylece de kapitalistlere uzun müddet her yıl binlerce lirayı öder durur. Mesela bir hükümet % 6 yıllık fâiz fiyatı ile aldığı elli milyon lirayla büyük bir sulama tesisleri projesini
- 872 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uygulamaya kalkışırsa, hesaba göre kapitalistlere yılda üç milyon lira ödemesi gerekir. Hükümetin elinde bu kadar parayı açıktan temin edecek gelir kanağı olmadığını herkes bildiğine göre, hükümet bunun yükünü sulama tesislerinden faydalanacak olan çiftçilere yükleyecektir. Bu yüzden çifçilerin hükümete tesisler için ödedikleri ücretler arasında (zımnında) bu fâiz için bir miktar para vardır. Çiftçilerin de, fâiz için ödedikleri fazla parayı kendi ceplerinden vermedikleri bizce ve herkesçe malumdur. Onlar bu parayı topraklarından elde ettikleri mahsullerin sırtından çıkarmaktadırlar. Buna göre ödenen üç milyonluk fâiz çarşıdan ekmek alan, yahut evinde aş pişirmek için mahsulden getiren memleket halkının hepsinin cebinden çıkmaktadır. Böylece fakir ve düşkünlerin ekmeğinden kopartılan her lokma, diğerleriyle birleşerek-hükümetine üç milyon lirayı bulan fâizle borç veren kapitalistlerin karnını doyurmaya yarayacaktır. Ama şayet hükümeti elli seneye kadar kapitaliste borcunu ödemeyecek olursa bir elli yıl daha fakir halktan salma toplayarak zengin tabakaya ödemekten kendini kurtaramayacak, bu duruma fâizcinin hesap işlerini idare eden katip olmaktan başka bir mevkii kalmayacaktır. Bunlar toplumun kalkınması için servetin, ekonomik nizamda, zenginden fakire doğru yönde hareket etmesi gerekirken fakirden zengine doğru yönde hareket etmesine sebep olmaktadırlar. Bu gibi zararlar ve yıkıcı unsurlar hükümetlerin yalnız kazanç getirecek işlerde kullanmak üzere aldıkları borçlar için fâiz ödemelerine münhasır kalmayıp, diğer bütün fâizli işlemlerde de bulunur. Fâizle iş yapan tüccar, sanatkâr ve çiftçiler de bu zararlara sebebiyet verirler. Çünkü bunların hiçbirisi fâizciye ödediği fâiz borcunu kendi cebinden ödemez, bunun yükünü mallarının, ürünlerinin fiyatları üzerine bindirir ve kuruş kuruş, halkın cebinden sanki milyonerlere tahakkuk ettirilmiş (kendi kafalarından) yardım salmasıymış gibi elleriyle toplarlar.
Bu zorba ve ters yüz olmuş nizamın kurallarına göre, toplumda en çok yardım görmesi icabeden fakir ve yoksunlar (!) en fazla servet sahibi olanlardır. Bu “Fakir vatandaşa (!)” yardım etmek mecburiyetinde olan insanın, geceyi gündüze katarak alınteri ile kazandığı bir veya birkaç liracıkla evde aç duran çocuklarına aldığı ekmekten hakiki yardıma ve merhamete muhtaç olan servet sahibi “Fakir” in hakkını ayırmadan bir lokma koparması haramdır.
4) Hükümetlerin Dışarıdan Aldığı Borçlar/Krediler
Nihayet bu borç çeşitlerinin sonuncusu; hükümetlerin kendi memleketleri dışındaki fâizcilerden aldığı borçlardır. Bu gibi borçlar genellikle büyük miktarlarda ve bir çok kere binlerce milyon lirayı bulacak kadar külliyeti olur. Kendi maddi imkanları ile karşılayamayacağı kadar olağan üstü müşkilat ve daralmalar karşısında kalan hükümetler, kendilerini bu müşkilattan ve müşkil durumdan kurtarmak ümidiyle bol ve külliyetli yatırımlar yaparak planlanmış devlet kalkınması projelerinin uygulanmasını çabuklaştırmak, bir an önce sıkıntıdan kurtulmak için böyle borçları almaya mecbur kalırlar. Genellikle bu borçların yıllık yüzde fâizi % 9-10 ve 6-7 arasında değişir ve her yıl milyonlarca lirayı bulur. Ayrıca böyle külliyetli miktarda hükümete borç veren ecnebi kapitalistler kendi hükümetlerinin aracılığı ile borç verdikleri devletin mühim gelir kaynaklarını; şeker, çay gibi bazı gözde gümrük mallarını verdikleri borç para karşılığı teminat olarak inhisarlarına alırlar.
Bu çeşit fâizli borçlar kitabımızda sıraladığımız zarar ve kötülüklerin hepsini
FÂİZ/RİBÂ
- 873 -
kendinde toplar. Ferdi ihtiyaçlar için alınan özel borçlardan tutun da, hükümetlerin kendi milletlerinden aldıkları borçlara kadar her çeşit fâizle borç almalarda görülen zararlı ve bozguncu sonuçlar bu son çeşide, yani hükümetlerin ecnebi milletlerden aldıkları borçlarda da tümüyle görülür. Burada tekrar edilmesine lüzum görmüyoruz. Fakat bu zararlar ilaveten bunun ayrıca insanlık için özel ve fakat çok daha zararlı, daha bozguncu ve tehlikeli bir zararı da vardır: Bu çeşit borçlar yüzünden bütün milletlerin -umum halk dahil olmak üzere- dünya ekonomisini kötü bir şekilde etkileyecek kadar mali ve iktisadi düzenleri sarsılır. İstikrarsız mali ve ekonomik düzeni getiren bu çeşit borçların tesiriyle yoksun ve geri kalmış milletlerin düşünürleri kadar gençliği de memleketlerini istikrarlı bir maliye ve iktisadi düzene kavuşturmak çabası ile olur olmadık doktrinlere yönelip sapık felsefeler tesiriyle kendilerini mali zorluklardan kurtarmak için kanlı iç harplerini doğuracak şekilde hareket edip çare aramaya koyulurlar. Kendi mali imkanları ve gelirleri ile sorunlarını çözemeyen ihtiyaçlarını karşılayamayan devletler, aldıkları borç paralar için yılda milyonlarca.. onmilyonlarca lira fâiz ve ayrıca yıllık borç taksiti ödemeye mecbur kalırlar. Bunun yanında bir de hükümetin elinden mühim gelir kaynaklarının birkaçını borç verenler rehin olarak inhisarlarına aldılarsa durum daha da vahimleşir. Böylece büyük miktarlarda borç para alan hükümetler aldıkları borçlar ile dertlerine çare bulup gidecekleri yerde bu borç onları daha da müşkül duruma ve çıkmaza sokar. Sonuç olarak bu borçlar yüzünden yurtta huzursuzluk ve halk arasında karışıklık doğar. Çünkü, hükümetler çok kere,aldıkları bu külliyetli borçları ve yıllık fâizleri vaktinde ödeyebilmek için, halka yeni bir vergi salmaya mecbur kalırlar. Bir taraftan vatandaşların vergileri karşılayacak gelire sahip olmaması halkı kuşkuya düşürürken diğer taraftan hükümetin yeni vergilerle dahi borçlarını vaktinde ödemesinin yine zor olması memleketin huzurunu, istikrarını iyice kaçırır. Bir de bu gayret ve çabalara rağmen, hükümet borcunu ödemekte biraz gecikecek veya ağır olacak olursa borç verenler veya borç verenlerin kışkırtması ile milli gazeteler yaygara koparmaya; borç alan devletin güvenilmez olduğuna; başkalarının parasını nahak yere yediğine dair yazılar yayınlayarak sadece kendi, hükümetlerini aracı yapmakla kalmazlar, bu hükümetin zengin kapitalistler çıkarına borçlu hükümete siyasi ve iktisadi baskı yaparak içinde bulunduğu zor durumlardan kendi çıkarına istifadeye kalkışmasına kadar ileri götürürler. Bu duruma düşen borçlu hükümet kendini kısıtlamaya ve vatandaşlarına yeniden vergi salmaya çıkmazdan kurtarabilmek için devlet yatırımlarından mecbur kalacaktır ki bu da halk üzerinde, daha önce bahsettiğimiz sonuçları çok vahim olan olayların meydana gelmesine yol açacaktır.
Böylece sık sık tekerrür eden ekonomik krizlerin mali istikrarsızlığın tesiriyle halk arasında aksi tepkiler, itirazlar, görülmeye başlar. Vatandaşların hükümete olan bağları ve itimatları sarsılır. Bir de işe, ecnebi devletlerin siyasi ve iktisadi baskıları, alacaklıların ağır tenkitleri kârıştı mı, halkın içindeki öfke ve kin büyür galeyana gelir, mutedil hükümet adamlarının ve yöneticilerinin sözlerine kulak asmıyarak; ağızlarından çıkan tek bir sözle bütün borçları inkâr eden, içinden sıyrılıp çıkan sapık, solcuların peşine düşerler, bunlarla birlikte ortaya çıkarak kendilerine borç vermiş olanlara: “Şayet gücünüz yeterse, isteklerinizi ve mallarınızı (paranızı) almak için kendiniz geliniz” diye meydan okumaya başlarlar.
Bu noktada fâizin sebep olduğu felaketler en son haddine erişmiştir. Bütün
- 874 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bunları bildikten sonra biraz aklı olan insan, insanlık için fâizin bozgunculuğundan ve zararlarının korkunçluğundan şüphe eder mi?
Fâizin kötü bir şey olduğunu, tamamen yasaklanması gerektiğini itiraf etmesi için tereddüde mahal kalır mı?
Biraz öce bahsettiğimiz zararları ve bozgunculuğu gördükten sonra insanın Allah’ın Elçisi Rasul’ün dediği: “Fâiz yetmiş bölümdür, en basiti (Zarasızı) kişinin anasıyla nikâhlanması (evlenmesi) gibidir.” sözünün doğruluğundan şüphesi var mıdır? 3660
Fâiz Parasından İkrâm
İslâm’ın fâizi en büyük günahlardan saydığını biliyoruz.3661 Anaya-babaya iyi davranmanın, Allah’a (c.c.) ibâdetin hemen ardından geldiğini de biliyoruz.3662 Öyleyse bu dengeyi iyi ayarlamak zorundayız. “Yaratana isyan sözkonusu olan yerde yaratılana itaat edilmez.”3663 esasını ayar olarak kullanırsak, işler biraz daha kolaylaşır. Fâizin sadece yenmesi değil; hesabının tutulması, alınması-verilmesi yardımcı olunması vb. de haram olduğuna ve haramları yapmak, Allah’a (c.c.) isyan sayılacağına göre, bir kimse, babası dahi olsa, bir kulu memnun etmek için bunları yapamaz...
Fâiz Parasının Verileceği Yer: Her ne maksatla olursa olsun, fâize ve fâiz muamelesi yapan kuruluşlara para yatırılamaz. Her nasılsa bankaya yatırılan bir paranın fâizi de bankaya bırakılamaz: Böyle bir davranış, belki de fâiz alıp yemekten daha büyük bir vebaldır. Çünkü fâizin haram oluş hikmetlerinin başında, onun sömürüye, zulme sebep olması, servet sahiplerinin fakiri ezmelerine imkân sağlamasıdır. Biriken fâizi almamak, bu sömürü ve zulüm mekanizmasını iki kere güçlendirmek olur. Alınca da bunu kişi kendine ve hayır işlerine harcayamaz. Bu konuda şöyle yapmak daha doğrudur: Haram olan bu fâizi, temiz paraya karıştırmadan fâizci düzenin bizden aldığı vergi vb. yerlere sarfetmek, o miktardaki helâl parayı da Allah yolunda infak etmek. Bu infâkın iki sebebi vardır. Birincisi, haram kazanç (fâiz) mülk sayılmayacağı için, bu paraya sahip olmadığımızı varsayarak o miktarda helâl parayı cebimizden çıkarmak. İkincisi; cezanın suç cinsinden olması gerektiği için, haram olan fâiz işleminin cezasını para olarak infak şeklinde suçun keffâreti olmasını sağlamak. Bununla birlikte bu işlemler, fâizi helâlleştirmez; mutlaka tevbe de edilmelidir. Eski kitaplarda bunun yerine şöyle bir çözüm önerilmiştir: Fâiz parasıyla infak yapılamayacağı için ve fâiz parası halkın sırtından soyulduğundan yine halka çevrilmeli ve kötü bir para olduğuna dikkat çekmek için de, meselâ umûma ait tuvalet gibi yerlere harcanmalıdır. Ne gariptir ki, Anadolu’da ve özellikle doğudaki vatandaşlarımızın bankalarda toplam trilyonlarca lirayı bulan fâizsiz yatırılmış mevduatları varmış. Bu, câhil müslümanın maskara oluşunun tarihi bir delili sayılmaya sezâdır.
3660] Mevdudi, Fâiz
3661] bk. Buharî, Vasâye 23, Hudûd 44; Müslim, Imân 144
3662] 17/İsrâ, 23
3663] Buhari, Ahad; Müslim, Imâret 39; Ebû Dâvud, Cihad 87; Nesâî, Bey’at 34; İbn Mâce, Cihad 40; Ahmed bin Hanbel, 1/94; 409, IV/426, V/66
FÂİZ/RİBÂ
- 875 -
Fâizsiz(!) Finans Kurumları; Müslümanların Fâize Katılım Bankaları
“Fâizsiz finans kurumlarına gönül rahatlığı ile para yatırabilir miyiz? Neden bu kurumlar banka fâiz oranlarına yakın bir kâr payı veriyorlar? Ayrıca diğer bankaların fâiz ayarlamalarından sonra, bu kurumlar da kâr paylarını aynı oranda yükseltiyorlar. Bu kurumlara gönül rahatlığı ile para yatırabilir miyiz?”
Müslümanların iktisadî yönden de bağımsız ve güçlü olmaları önemli bir olaydır. Medine Site Devleti’nde teşebbüs edilen ve kazanılan ilk savaş iktisadî savaştır denebilir. Bu açıdan böyle fâize (sömürüye) dayalı kapitalist bir ekonomi ortamında İslâm’a dayalı bu tür müesseselerin kurulması doğrusu bizim gönlümüze su serpmiştir. Ancak bunların dayandığı esas prensipler ve çalışma biçimleri hakkında İslâm iktisatçıları henüz son sözü söylemiş değillerdir. Belki meselenin detayı iyi bilinmediği için bu müesseseleri savunuyorlar. Fâizli sisteme alternatif olduğunu söyleyenler, inancının gereğini yaşamak isteyenlerin çalıştıramadıkları sermayelerinin ancak bu yolla ezmekten kurtulacağını, hatta helâlinden nemâlanacağını iddia edenler, daha iyimser davranarak fâizli sisteme öldürücü darbenin ancak bu yolla vurulabileceğine iman edenler bulunuyor. Bununla birlikte, medyada bazı duyarlı Müslümanlar tarafından üstü örtülü de olsa, fâize benzer uygulamalar yapıldığının iddia edildiğine ve yine yerli ve yabancı müslüman iktisatçılar tarafından bunların eleştirildiğine şâhit oluyoruz. Mü’minlerin yastık altında âtıl halde bulunup mevcut kapitalist sistemlerin yaşayabilmeleri için ihtiyaç duydukları paranın, bu sistemlere kan takviyesi olmak üzere piyasaya kazandırılma hilesi olarak görülüyor. Bunların, adlarına kâr ortaklığı demekle beraber yaptıklarının netice itibarı ile fâiz olmaktan başka bir şey olmadığı, “ihtiyacı olan öküzü, peşin bin lira bulamadığı için bir yıl vâdeli fâizle iki bin liraya satın almak zorunda kalan çiftçi Mehmet Efendi’nin bu sisteme mürâcaat etmesiyle, yine bir yıl sonra ödemek üzere ve yine iki bin liraya satın alabileceği, neticede isimden başka bir şeyin değişmeyeceğini” ifade etmek de mümkün.
Bütün bu olanlar bu kurumların İslâmîliğinin herkesçe kabul edilebilmesi için daha çok bilgiye ve zamana ihtiyaç olduğunu gösteriyor. Kâr oranlarının fâize göre ayarlanması aslında işin püf noktasını oluşturuyor değildir. Her ticarî ortaklık, kâr etmek için kurulur. Bunun içi de piyasa şartlarını göz önünde bulundurmak zorunda kalır. Eğer bu bir kâr ortaklığı ise ve kârın dağıtılma oranı da tarafların rızâsına bağlı ise, o zamanki piyasa şartlarına göre o oranda, şu andaki piyasa şartlarına göre de bu oranda kâr veriyorum diyebilirler. Bunu fıkhî bir baza oturtmak ya da kitabına uydurmak o kadar zor değildir. Bizi bu teferruata götüren sebep, bu kurumların biriyle alâkalı olarak bir tüccarın yaşadığı bir uygulamadır: “Diğer bankalara çok büyük miktarlarda para yatıran mevduat sahiplerine bankalar, tahakkuk edecek fâizin dışında hediye adıyla çeşitli ödemelerde bulunmaktadırlar. Ben de bunu emsal göstererek aynı şeyi paramı yatırdığım A Finans Kurumundan istedim. Onlar da bir ön şart olarak bana onbeş milyon değerinde bir bilgisayar vermeyi kabul ettiler. Şimdi benim bunu almam câiz midir? diye soruyordu bu tüccar. İşte İslâm nokta-ı nazarından kitabına uydurulamayacak uygulamaların bir örneğidir bu. Bu alış veriş akdinde, akdin gerektirmediği bir şarttır ve muâmelenin fâsit (fâizli) bir muâmele olmasını sonuç verir: Aslında bu müesseselerin değerli ve güvenilir fıkıh danışmanları
- 876 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bulunduğuna ve bu gibi uygulamaların onların gözünden kaçmayacağını gören, “acaba kazanma hırsı müslümanları, menfi cevap alacakları şeylerin hükmünü sormamaya mı itiyor?” diye aklımıza takılıyor. Bu müesseselerin, fâiz (sömürü) sistemine alternatif olarak kuruldukları, hissedarlarının önemli kesiminin inanan insanlar olduğu, uygulamalarını güvenilir fıkıhçılara danışarak yaptıkları ve belki de daha önemlisi elindeki üç-beş kuruş tasarrufunun kapitalizmin çarkları arasında eridiğini gören müslümanlara bir başka alternatif gösterilemediği için tavsiye ediliyor ve yaşamalarında fayda görülüyor. Ama birçok fâsit uygulamalar gördükçe de daha çok kazanma hırsının, müslümanları da fikren müslüman olmakla beraber fiilen kapitalistleştireceğinden korkuyoruz. Bir finans kurumunun hak-hukuk tanımayan ne tür uygulamalar içine girdiğini bilmeyenler yoktur. Bilindiği gibi, İhlâs gibi İslâmî kavramları lekeleyen bazı finans kurumları, halkın bedduâlarını almakta, fakir-fukarânın bin bir emekle biriktirdiği ve fâiz haramdır diye bankalara yatırmayıp kendilerine emânet ettiği tasarrufun üzerine yatmaktadır.
Finans kurumları yerine, müslümanlar, kendi paralarını kendileri çalıştırmanın yoluna gitmelidir. Kendisi bir işyeri açma imkânı veya yeteneğine sahip olmayanlar, tanıdıkları uygun müslümanlara ortaklık teklif ederek, sermayesi kendisinden çalışması ondan ortak işyeri açabilmelidir. Bunu da yapamayan insanlar, çok ortaklı büyük şirketlerin içinden bir seçme yaparak en uygun birine tasarruflarını vererek kâr-zarar ortaklığına iştirak edebilir. Bugünkü şartlarda meşrû ölçülerle çalışan bir kâr ortaklığı sistemine müslümanın parasıyla ortak olması en uygun çözüm olarak görülebilir.
İslâm özel mülkiyete karşı olmadığı gibi servete sınır da getirmemiştir. Karşı olduğu şey, insanın malın kulu (abdü’d-dinar) olmasıdır. Bu derekeye düşmeyen bir müslümanın zengin olması fakir olmasından daha iyidir. Hz. Süleyman, Hz. Ibrahim, Hz. Osman ve Abdurrahman bin Avf, servetin kulu olmayan zenginlerimize misâldirler. Ne var ki, zenginlerin “abdü’d-dinar” olmamaları çok zor bir imtihan konusudur ve bunda başarılı olanlar çok çok azdır. Kur’an’da yüz’ü aşkın âyet-i kerime zenginliğin tehlikelerinden, azdırıp helâkine sebep olduğu kavimlerden söz ederken, bir tek âyetin dahi fakirliğin tehlikelerinden sözetmemesi cidden çok düşündürücüdür. Hâlbuki kapitalist sistemlerde zenginlik sosyal ya da iktisadî bir risk değildir. İslâm’da ferdin zenginliğinden çok toplumun zenginliği istenmiştir. Ama Allah, kulunu zengin ederse, şükür de nimete göre değişir. Tehlikeli olan, mü’minin zengin olması değil, zenginin mü’minliğini unutması ve daha çok kazanma ihtirasının kurbanı olmasıdır.
Fâizsiz bankacılık yaptıklarını iddia eden kurumlar da bütün bankalar gibi, kredi kartı, tüketici kredisi, konut kredisi, otomobil kredisi vs veriyorlar. Şu farkla ki; fâiz oranından değil, fiyat oranından bahsediyorlar. Ödemeler düzenli yapıldığında, diğer bankalar ile arada fark bulunmuyor. Ancak geri ödemenizi yapamadığınızda, diğer bankalardan farklı olarak; kredinin türüne göre değişen kısa bir süre herhangi bir fâiz uygulamadan bekliyorlar. Belirlenen süre aşıldığında yine vâde farkı (cari gecikme fâizi oranı + temkin payı ile belirlenen) uygulanıyor.
Büyük miktarlardaki mevduatları yatıracağınızı söylediğinde, fâizsiz banka müdürleri ile kâr payı pazarlığı yapıldığı biliniyor. Aslında, bu kurumlarla ilişki, insanın kendi kendini kandırmasıdır; dinde hile kapsamına girdiği için, mümkün
FÂİZ/RİBÂ
- 877 -
ki bankalardan daha zararlı ve daha günah olduğu hükmüne varılabilir. Bu durum, insan görünümünden maymun görünümüne çevrilen dinde hile kapsamına girme riski taşımaktadır.
Maymunlaşma Sebebi: Hîle-i Şer’iyye Denilen “Hîle-i Şerriyye”
İsrâiloğullarından Allah’a isyanda ısrar eden ve Allah’la alay eder gibi yasakları hevâları istikametinde te’vil edenlerin, Allah’ın lânet ve gazabının bir sonucu olarak mesh cezasına çarptırıldıkları Kur’an’da açıklanır. Bu insanların ibâdet ve istirahat günleri olan cumartesi gününün kutsiyet ve yasağını çiğnediklerinden, içlerinden bazılarının ısrarlı öğütlerini de kibirlerinden dolayı dinlemeyip bile bile isyanda bulunmaya devam ettiklerinden dolayı böylesine dehşetli bir cezaya çarptırıldıklarını Kur’an haber vermektedir.3664 Bu ceza, gerçekten tek kelimeyle insanlığa “ibret” olacak “mesh” cezasıdır. 3665
Meshedilen insanlar, dünyevîleştiklerinden, sırf dünya metaını elde etmek ve midelerini doldurmak için Allah’ın emrini yerine getirmediler; irâdelerini kullanmadılar. Allah da onları irâdesi olmayan, sırf midesi için yaşayan zelil ve maskara maymunlara çevirdi. İrâdelerini kullanmadan, Allah’a isyan ederek yaşayanlar, ancak hayvanlara benzerler. Çünkü insanlarla hayvanları birbirinden ayıran temel özelliklerden biri, insanların irâdelerini kullanabilme yeteneğine sahip olmaları, hayvanların ise bu yeteneğe sahip olmamalarıdır. Kim, dünyevîleşerek böyle birtakım dünyevî menfaatler sebebiyle Allah’ın emirlerini te’villerle yerine getirmezse; âkıbeti, mesholunan bu insanlardan farklı olmayacaktır. Allah’ın azâbı er veya geç onları yakalayabilir. Dünyada olmasa da âhirette.
İman, insanın ilâhî emir ve yasakları yüzeysel bir şekilcilikle değil; fikrî, rûhî ve amelî boyutlarıyla derin bir teslimiyet ve itaat bilinci içinde karşılaması gerektirir. Düşünceyi şekilcilikle tasmalamaya çalışmak, itaate dayalı hedefleri açısından düşünceyi düşünce adıyla oyuncak haline sokmaktır. Allah, cumartesi eylemini, verilen söze aykırı bir hareket saymıştır. Halbuki onlar emrin, şeklî ve harfî manasına karşı gelmemişlerdi. Çünkü onlardan istenen, cumartesi günü avlanmamalarıydı ve onlar, bu emre güya karşı çıkmamışlardı. Onu şeklen uygulamışlardı. Fakat onlar, cumartesi günündeki bu avlanmanın neticesini dolaylı bir yolla elde etmenin hilesini bulmuşlardı. İşte bundan dolayı dünyevî ve uhrevî cezaya çarptırılmışlardı.
3664] 2/Bakara, 65-66
3665] “Mesh” (mim, sin, hı –noktalı h-): Şeklin bozulması, cismin kendi aslî şeklinden çıkması, kılık değiştirmek, hilkat garibesi anlamlarına gelir. “Mesh”, bir sûreti, kendisinden daha kötü ve çirkin bir şekle çevirme veya o şekle girme demektir. Bir insan şeklinin değiştirilip hayvan şekline konulmasına “mesh” denir. Türkçeye “başkalaşım” diye tercüme edebileceğimiz mesh’e, batı dillerinde “memamorfoz” (metamorphose) denilir. Mesh olayının nasıl olduğu konusunda görüş ayrılıkları vardır. Âlimlerin çoğu onların fiziksel olarak maymuna çevrildikleri görüşündedirler. Bazı az sayıda bazı müfessir ise, onların o zamandan itibaren maymun gibi davranmaya başladıklarını, yani zihniyet ve karakter olarak maymunlaşmış olduklarını söylerler. Bunların başında, tâbiîn’in meşhurlarından müfessir Mücâhid gelir. Mücâhid’e göre Allah onların fizyolojik yapılarını değil; sadece kalplerini döndürmüştür. “İçinizden Cumartesi günü azgınlık edip de, bu yüzden kendilerine: ‘Aşağılık maymunlar olun!’ dediklerimizi elbette bilmektesiniz. Biz bunu (maymunlaşmış insanları), hâdiseyi bizzat görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret dersi, müttakîler için de bir öğüt vesilesi kıldık.” (2/Bakara, 65-66)
- 878 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Çünkü emir ve yasaklara, zâhiren şekilsel olarak uyuyor görüntüsü verip ilâhî emirlere hileyle yaklaşmak, aslında itaatin içeriğini tersyüz edip isyan etmek olduğu gibi, alay anlamı da taşır. Emir ve yasakla ve hatta o hükmü koyan ile dalga geçmek ve onu hafife almak demektir. Sanki Allah’ın, kalplerden geçeni, niyetleri, emredilen hükümdeki hedeflerin saptırıldığını dahil her şeyi bildiğine inanmamak, onun kandırılabileceğini vehmetmektir.
Bütün bu tavırlar, üzülerek belirtelim ki İslâm tarihinde, bazı geleneksel din ve fıkıh yorumunda ve günümüz müslümanlarında da ortaya çıkmaktadır. “Hîle-i şer’iyye” yani, “şeriat’e uygun(!) hile” diye isimlendirilen bu şeytanî anlayış, aslında “hile-i şerriyye” (büyük şer ve kötülüğe sebep olan hile)dir. “Hîle-i şer’iyye”yi câiz görenler, “hîle”nin anlamını çare, çözüm, beceriklilik, çıkış yolu mânâsında kullandıklarını belirtirler. “Hîle”nin asıl anlamı, başkasını kurnazca aldatmak, yanıltıp kandırmak, sahtekârlık, düzenbazlıktır. İslâm tarihinde ve fıkhî tartışmalarda “hulle” ve “iyne satışı” gibi konularda daha çok görülür, yemin ve talâk konularında çok geniş bir alana yayılarak, hîleden (hîleye sıcak bakan bazı kimselerin daha çok bu konulardaki fetvâlarından) yararlanılır. Kanuna, şeriate karşı hilenin üç unsuru vardır. a) Yapılan muâmelenin şekil bakımından kusursuz ve hukuka uygun olması, b) Kanun koyucunun, şâriin vaz ettiği normun ruhuna ve maksadına aykırı bir sonuç doğurması, c) Hile kasdı.
Meselâ, borç verdiği kişiden fâiz almak isteyen bir kimsenin herhangi bir malını ona bin liraya veresiye satıp, aynı malı 700 liraya peşin satın alması gibi. Burada şekil yönünden hukuka uygun iki alışveriş işlemi arkasına gizlenmiş, alışverişin meşrûiyetinin amacına aykırı bir sonuç (fâiz alma) elde edilmiş ve bu muâmele o maksadı gerçekleştirmek üzere yapılmıştır. Bu tür alışverişe “iyne satışı” denir. Peygamberimiz, bu konuda şöyle buyurur: “İnsanlar dînar ve dirhemlerin (küçük ve büyük paranın) peşine düşer, iyne satışı yapar, havancılıkla uğraşır ve Allah yolunda cihadı terk ederlerse, Allah onlara bir belâ indirir ve bu belâyı yeniden dinlerine dönünceye kadar da kaldırmaz.”3666 Mümkündür ki bu belâ, mesh kavramıyla ifade edilen maymunlaşma belâsıdır.
Bu konudaki bir uygulama örneği, Hz. Âişe’den şöyle nakledilir: Zeyd bin Erkam’ın ümmü veledi olan bir kadın O’na dedi ki: “Ey mü’minlerin annesi, Zeyd’e veresiye sekiz yüz dirheme bir köle sattım. Sonra onu ondan altı yüz dirheme peşin satın aldım.” Hz. Âişe bunun üzerine şöyle dedi: “Ne kötü bir satım, ne kötü bir alım yaptın. Zeyd’e şunu bildir ki, eğer tevbe etmezse Rasûlullah (s.a.s.) ile yaptığı cihadın sevabını kaybetmiş olur.”3667 Günümüzde özel finans kurumlarının fâizden (şeklen) kurtulup, fâiz geliri gibi kâr elde etmek için iyne satışına tümüyle benzer şekilde kredi verdiğini biliyoruz. Hîle-i şer’iyye için meşhur ve kesinlikle câiz olmayan bir örnek olan hulle için asr-ı saâdetteki şu olayı biliyoruz: Rifâa el-Kurazî hanımını boşadığında kadın tekrar Rifâa’ya dönebilmek için Abdurrahman bin Zebîr ile nikâhlanınca Rasûlullah onun maksadına işaretle fiilen evlilik hayatı yaşamadıkça eski kocasına dönemeyeceğini ifade etmiştir. 3668
Haram olan bir şeyi, hileli yollarla şeklen ve zâhiren helâl görüntüsü vermenin
3666] Ebû Dâvud, Büyû 54, Melâhim 10; Ahmed bin Hanbel, II/42
3667] Ahmed bin Hanbel, 4/469
3668] Buhârî, Şehâdât 3, Talâk 4; Müslim, Talâk 1-2, 4
FÂİZ/RİBÂ
- 879 -
ve bu şekilde haramları işleme suçunun ve cezasının çok büyük olduğunu, “mesh olayı”nın sebebi olan “cumartesi ashâbı”nın yaklaşımından ve daha dünyadayken başlayan feci cezadan öğreniyoruz. Müslüman, Allah’a, O’nun hükümlerine teslim olan demektir. Bu teslimiyet ve itaat bilinci, insanın ilâhî emir ve yasakları yüzeysel bir şekilcilikle değil; fikrî, rûhî ve amelî boyutlarıyla hükümleri yaşamak ve basit çıkarlarına ters düşse bile gönülden gelen rızâ ile boyun eğmektir.
Bunun aksine, itaatteki ruhu görmezden gelip varsa fetvâları istismar etmek, fetvâsını alsa bile selîm kalbine danışmamak, hileli işlere sarılmak, Allah’ın rızâsını ve cenneti riske atmak demektir. Böyle bir anlayışın dünyadaki cezası mesh değilse bile, en azından Peygamber lisanıyla “dünyada üzerine bir belâ indirilmesine ve yeniden dinlerine dönünceye kadar da belânın kaldırılmamasına” sebep olacaktır. Mümkün ki, bu inen belâ, mesh olmayacak, insan şekil olarak maymunlaşmayacaktır; ama karakter ve ahlâk yönünden, irâdesi olmayan, sırf midesi için yaşayan zelil ve maskara maymunlara benzeyecektir. Dünyevîleşen, sırf dünya metaını elde etmek ve midelerini doldurmak için Allah’ın emrini oyuncak edinenlerin cezası maymunlaşmaktır. Birtakım dünyevî menfaatler sebebiyle Allah’ın emirlerini geçersiz, gayr-ı meşrû te’villerle yerine getirmeyen, zâhiri/görüntüyü kurtarmakla yetinenlerin âkıbeti, mesholunan bu insanlardan farklı olmayacaktır.
Mesh’e uğrayan kavmin suçu, kendilerine ibâdet için tahsis edilen/ayrılan güne hile karıştırmaları; şeklen ibâdet gününe uyar görünüp gerçekte uymamalarıydı. Biz de, ibâdet için tahsis edilen zamanları, meselâ namaz vakitlerini, cumâ saatlerini gerektiği gibi değerlendirmez, görevlerimizi yapmazsak bizden önceki toplumların suçunu işlemiş oluruz. İbâdetleri yapar görünür de istenildiği şekilde rûhen icrâ etmeye uğraşmayıp gerçek anlamıyla kulluğumuzu yerine getirmezsek, benzer cezaya uğrama endişe içinde olmalıyız. İbâdete ayırdıkları zamanda bile dünyayı, midelerini düşünüp dünyevîleşenlerin durumu ve başlarına gelenler, sonraki nesillere ibret, muttakîlere de öğüttür.3669 Onlar, ilâhî yasağa (cumartesi yasağına) uymadıkları için bu cezaya çarptırıldılar; biz de ilâhî yasaklara uymayınca, hele bunlara mâzeret uydurup kılıflar uydurunca, benzer cezalara çarptırılmaktan korkmalıyız.
“Ribâ/fâiz yiyen kimseler (kabirlerinden), tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali, ‘alış-veriş (ticâret) de fâiz gibidir’ demelerindendir. Oysa ki Allah, ticâreti helâl, fâizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de fâizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah’a kalmıştır (Allah dilerse onu affeder). Kim tekrar fâize dönerse, işte onlar ateş ashâbıdır, orada devamlı kalırlar.
Allah fâizi mahveder (fâiz karışan malın bereketini giderir). Sadakaları çoğaltır (içinde sadaka verilen malları bereketlendirir). Allah (günahta ısrar eden) günahkâr kâfirlerin hiçbirini sevmez.
İman edenler, sâlih/iyi ameller yapanlar, namaz kılanlar ve zekât verenler için Rableri katında mükâfâtları vardır. Onlara korku yoktur, mahzun da olmayacaklardır.
Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Eğer gerçekten iman ediyorsanız fâiz olarak artan miktarı almayın.
3669] 2/Bakara, 66
- 880 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şâyet (fâiz hakkında söylenenleri) yapmazsanız, Allah ve Rasûlü tarafından ilân edilmiş bir harp ile karşı karşıya olduğunuzu iyi bilin. Eğer tevbe edip fâizcilikten vazgeçerseniz, sermâyeniz sizindir. Böylece haksızlık etmezsiniz ve haksızlık da edilmezsiniz.” 3670
“Fâiz (ribâ) yiyenler, ancak kendisini şeytan çarpmış olanın kalkışı gibi, çarpılmış olmaktan başka (bir tarzda) kalkmazlar.”3671 Kur’an fâizle borç vereni deli bir adama benzetir. Deli adam nasıl dengesizliği nedeniyle hâkimiyetini kaybederse, aynı şekilde borç veren kişi de para verirken o denli dengesini kaybeder ki, şuurunu yitirir. Onun akılsızlığı o denli büyüktür ki, bencilliğinin ve açgözlülüğünün nasıl insan sevgisine, insan kardeşliğine ve dostluğuna kökten bir darbe vurduğunu ve insanlığın genel maslahatına zarar verdiğini farketmez. Birçok şeyi feda ederek zengin olduğunun farkına varamaz. İşte o da, bu dünyada sanki deli bir adam gibi davranır. Âhirette de aynı bu dünyadaki gibi deli olarak dirilecektir. Çünkü herkes hangi konumda ölmüşse âhirette o konumda dirilir.
“Bu, onların: “Alım-satım da ancak fâiz gibidir, demelerindendir.” Onlar görüşlerini yanlış bir teori üzerine dayandırdıkları için kâr ile fâiz arasındaki farkı göremezler. Onların iddiası şudur: Ticarette sermayeden kâr etmek helâl olduğuna göre, borca yatırılan paradan fâiz almak neden haram olsun? Sadece Arap müşrikleri değil, günümüzün bankaları, finans kuruluşları da fâiz hakkında bu tür düşüncelere sahiptirler. Borç veren bir kimse o parayı borç vermeyip bir yere yatırsa kâr eder, borç alan kişi de bir yere yatırım yapıp kâr ettiğine göre, borç veren kişi diğerinin kârının bir kısmını neden almasın, diye fikir yürütürler. Fakat onlar dünyada risksiz ve belli bir oranda sâbitleştirilmiş kâr getiren hiçbir iş olmadığını unutmaktadırlar. Ticarette, endüstride, tarımda ve her tür girişimde, hem sermaye, hem de işgücü kullanılmalıdır. Aynı zamanda müteşebbis sâbit bir kâr oranı beklememeli ve belli bir riski göze almalıdır. Şimdi, aldığı borçla yatırımda bulunup üretimde bulunan borçluyu bir tarafa bırakalım ve aldığı borcu tüketimde kullanan kişinin fâiz ödeme durumunu ele alalım. Parasını kârlı bir işte kullanılmak üzere belli bir fâiz oranıyla borç veren kimse ile başka tür yatırım ve girişimlerle meşgul olan kimseyi karşılaştıralım. Herhangi bir girişimde bulunan kişi veya kişiler tüm zaman, işgücü, kafa ve sermayelerini kullanırlar ve işlerinin başarılı olabilmesi için ellerinden geleni yaparlar. Fakat yine de sâbit bir kâr oranını garantilemiş değillerdir ve birçok riskle karşı karşıyadırlar. Tam tersine, sadece sermayesini veren kredici ise, üzerine hiçbir risk almaksızın sâbit bir kâr oranını garantilemiştir. Hangi mantıkla, hangi adâlet ve ekonomi düşüncesine göre onun sâbit bir kâr oranını garantilemesi doğrudur? Bir kimse, bir fabrikaya, yirmi yıl içinde hangi fiyat oyunlarının olacağını hesaba katmaksızın, nasıl yirmi yıllık sâbit bir fâiz oranıyla borç verebilir?
İyne Satışı
Muhtaç durumda bulunan bir kişi, ihtiyacını gidermek için sermaye sahibine başvurup, ödünç para istiyor. Ama sermayedar, ödünç vereceği paranın ödünç isteyene verilmemesi halinde kendisine temin edeceği menfaate tamah ederek ödünç vermeye râzı olmaz. Zira bu paranın kendisinde kalması ve işletilmesi halinde kazançlı çıkacağı kanaatini taşımaktadır. Bu yüzden borç talep eden şahsa: “Sana borç para vermem, ama istersen pazardaki fiyatı on akçe olan şu kumaşı
3670] 2/Bakara, 275-279
3671] 2/Bakara, 275
FÂİZ/RİBÂ
- 881 -
sana on iki akçeye satayım, bunu pazarda satıp ihtiyacını görebilirsin” der. Borç alan bu teklife râzı olarak kumaşı on iki akçeye alır, pazara götürüp on akçeye satar, böylece ihtiyaç duyduğu on akçeyi temin etmiş ve sermaye sahibi de iki akçe kazanmış olur.3672 İşte, iyne alışverişi budur ve bu işlem tamamıyla fâizle ödünç verme ihtiyacından doğmuş ve daima bu ihtiyaca cevap verecek şekilde tatbik edilmiştir.
Bazı hallerde iyne muâmelesi daha da çabuk yapılır: Ödünç alanla veren bir dükkâna gider; ödünç veren, meselâ yüz akçeye bir mal alıp, bunu meselâ yüz yirmi akçeye ödünç alana veresiye satar ve oradan gider. Sonra ödünç alan bu malı dükkân sahibine peşin olarak yüz akçeye satıp parasını alır.3673 Şayet mal doğrudan ilk satıcıya değil de başka birine satılırsa buna da “teverrük” denir. İyne bey’inin pek çok şekillerinden bazıları şunlardır:
Bey’u’l-muâmele veya bey’-i câize: İyne şeklindeki alışverişin ve borçlanmanın başka bir adıdır. Misal: Borç alan, borç verene gider ve meselâ yüz altın ödünç ister. Sermayedar, bir menfaat temin etmeden ödünç verene ikrazda bulunmaz. Onun için peşin fiyatı ve gerçek değeri yüz altın olan bir malını yüz yirmi altına satın almasını borç talep eden şahsa teklif eder. Borç talep eden şahıs bu teklifi kabul edip bedelini bir sene sonra ödemek üzere bu malı yüz yirmi altına satın alır. Sonra, veresiye satın aldığı bu malı üçüncü bir şahsa yüz altına satar. Bu şahıs da bu malı yüz altına sermaye sahibine peşin olarak satıp yüz altın alır. Aldığı bu parayı esas borç para almak isteyen şahsa verip kendisi aradan çıkar. Bu muâmele sonunda borç alan yüz altın borç almış, ama yirmi altın da sermayedara fâiz ödemiştir. Bey’-i muâmele veya bey’-i câize dedikleri alışveriş ve borçlanma şekli budur. Yukarıda bahis konusu edilen misalde, müstakriz (borç isteyen), gerçek fiyatı yüz altın olan bir malı veresiye yüz yirmi altına satın alıp, bunu mukrize (borç verene) değil de başka birine peşin olarak yüz altına satar ve bu mal bir daha mukrize (borç verene) dönmezse, buna da “teverrük” denir. İyne’nin haram olduğunu söyleyen âlimlerden bazıları teverrükü câiz görmektedirler. Lâkin Ömer bin Abdülaziz, bunun ribânın küçük kardeşi olduğu kanaatindedir. Bu muâmelenin her yönüyle fâiz olduğu apaçıktır. Nitekim sonraki fıkıh âlimleri bunun câiz olduğunu ve bu yoldan alınan fâizin câiz ve helâl olduğunu açık şekilde ifâde etmişlerdir. Mecelle’nin meşhur şârihi Ali Haydar şöyle diyor:
“Muâmele ve murâbahaya, yani fâizle ödünç almaya dâirdir: Fâizle ödünç vermenin tarîkı ber-vech-i âtîdir: Mukriz, müstakrize veresiye bir malı bey’ ve teslim eder. Sonra müstakriz o malı aldığı bedelden aşağı bir fiyatla bi’l-vâsıta -yani üçüncü bir şahıs aracılığıyla- mukrize peşin olarak bey’ ve teslim eder. Bu sûrette kendi malı sattığı fiyattan daha az bir fiyat ile yine kendi eline vâsıl olmuş ve fazlası fâiz itibar edilmiş olur.3674 Muâmele bey’inin sahih ve şer’î olabilmesi için üçüncü bir şahsın araya girmesi -ki buna vâsıta denilmektedir- şarttır. Bu türlü işlemlere “sülâsî mesele”, yani üçlü işlem adı verilmektedir. Aksi halde muâmele bey’i sahih ve şer’-i şerîfe muvâfık olmaz. Yani, usûlüne göre yapılmayan ve şer’î ribh ilzam olunmayan ikraz için fâiz verilmez, fâize şer’an hak kazanmak için muâmelenin üçlü olması (mes’ele-i sülâsiye) şarttır.
3672] İzmirli İsmail Hakkı, İlm-i Hilaf, İstanbul, 1339, s. 147
3673] İbn Teymiye, Mecmau’l-Fetâvâ, 29/441, 456
3674] Bk. Ali Haydar, Dürretü’l-Hükkâm, İstanbul, 1313, X/763
- 882 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu muâmelenin bir şekli de şöyledir: Borç almak isteyen şahıs, sermayedara gidiyor ve bin akçe ödünç istiyor. Ama sermayedar vermiyor. Bunun üzerine borç almak isteyen zât, bir malını sermayedara 1000 akçeye peşin satıyor ve sonra da aynı malı sermayedardan 1150 akçeye veresiye satın alıyor. Böylece % 15 fâizle 1000 akçe alıyor.
“On’u, on bir buçuk (% 15) hesabı üzere muâmele ile Zeyd’den bin akçe istikraz eden Amr, bir metâını Zeyd’e bin akçeye bey’ ve teslim ve kabz-ı semen ettikten sonra Zeyd’den tekrar bin yüz elli akçeye bir sene tamamına dek müeccelen iştirâ ve kabz edip Zeyd’e ecel-i mezkûr tamamına dek bin yüz elli akçe medyun olsa, muâmele-i şer’iye etmiş olur mu?” “El-cevap: Olur.” 3675
Görülüyor ki, bu muâmelede şer’î ribh, yani fâiz karşılığı ödünç vermek için artık üçüncü şahsın aracılığına (meselenin sülâsî olmasna) hâcet kalmıyor. Ali’nin Ahmed’den on altın alacağı var, üç altın mukabilinde bu borcun ödenme tarihini bir sene geri atmak husûsunda anlaştıklarında yapılacak muâmele şudur: Ali, sözkonusu on altınla, Ahmed’den bir mal satın alır, sonra teslim aldığı bu malı tekrar borçlusu Ahmed’e on üç altına veresiye satar. Bu sûretle bir yıl vâdeye karşılık olmak üzere Ali’nin Ahmed’deki alacağı % 30 artarak on üç altına çıkar.3676 Bu muâmelenin, fâiz haddi dikkate alınmazsa, câhiliyye Araplarının ribâsından farklı bir tarafı yoktur.
Fâiz Almak ve Vermek Sevap mıdır?
İmam Âzam, İmam Mâlik ve İmam Ahmed’in câiz görmeyip ribâ saydıkları iyne ve muâmele şeklindeki borçlanma İmam Şâfiî tarafından câiz ve meşrû görülmüştür.3677 Fakat başlangıçta bu muâmeleye şiddetle karşı çıkanlar bile zamanla yumuşamışlar, ticarî ve iktisadî faâliyetlerin selâmeti ve darda kalanların sıkışıklıktan kurtulmaları için iyne’yi iyi bir çare olarak görmüşlerdir.
Ödünç para alabilmek için bir malın diğerinden fazla bir meblağ ile alınmasının ve şer’î hile ile % 50’ye varan bir ribh (fâiz) ödenmesinin câiz olduğunu söyleyen Ömer Nasûhi Bilmen diyor ki: “Müstakriz üzerine şer’î bir muâmele zımnında bir ribh ilzâmı sahihtir. Ama cumhur bunu mekruh görmüştür. Lâkin bu türlü muâmeleler, İmam Ebû Yusuf’a göre kerâhetsiz olarak câizdir. Hatta hayırlı bir işe hizmet ettiği için, ayrıca meşrû ve sahih bir muâmele mâhiyetinde de yapıldığından “mendup” (yani sevap)tır. Bu, ribâdan kurtulmak için şer’î bir mahles (çare)dir, fayda temin eden bir ikraz muâmelesi olmayıp, bilakis mâhiyetleri hâiz olduklarından, bir akdin (yani menfaat şart koşularak yapılan ikraz akdinin) meşrû olmamasından, diğerinin de (yani muâmele bey’inin de) meşrû olmaması icap etmez. Vâkıa karz-ı hasen, yani mukrize hiçbir menfaat temin etmeyen, sırf rızâ-yı Hakk’a müstenid bir karz muâmelesi pek müstahsendir. Fakat her zaman bu yüksek insanî vazifeyi îfâ edecek zâtlar bulunmaz. Artık halkın ihtiyacını hafifletmek için böyle bir şer’î mahlese başvurmak azîmet tarîkine münâfî olsa da ruhsat tarîkine muhâlif olmaz. Fethu’l-Kadir’de: “Muâmele bey’inde kerâhet yoktur” deniliyor. Şu kadar var ki, hilâfı evlâdır. Çünkü bunda karz-ı hasen
3675] Fetâvâ-yı Abdurrahim, II/82
3676] Fetâvâ-yı Ali Efendi, I/420; Ankaravî, Fetâvâ, I/338
3677] İmam Şâfiî, el-Ümm, III/68; İbn Hazm, el-Muhallâ, IX/40
FÂİZ/RİBÂ
- 883 -
sûretiyle yapılacak bir iyilik ve lutuftan yüz çevirme mânâsı vardır. 3678
Ömer Nasûhi Bilmen’in söyledikleri, dolaylı fâiz mânâsına gelen şer’î ribhi müdâfaa etmek için öteden beri bu konuda söylenen sözlerin bir tekrarı ve özetidir. Şimdi, biraz daha eskilere gidelim. Fetvâ kitapları meseleye şöyle yaklaşmışlardır: “İmam Muhammed tarafından haramlığı bahis konusu edilen ve iyne bey’i denilen hile hakkında Hanefî ulemâsı demiştir ki: Günümüzde çarşı pazarda yapılan alım-satım muâmelelerinin en hayırlısı budur. İmam Ebû Yusuf’a göre iyne hem câiz, hem de sevap (câize ve me’cûre)dir. Sevap oluşu, haram olan ribâdan sakınmayı sağladığı içindir. Kadıhan: ‘Ribâdan kaçmak maksadıyla iyne usûlü ile alım-satım yapılırsa, bunda bir beis yoktur’ demiştir. Gerçi İmam Muhammed’e göre muâmele bey’i mekruhtur ama, İmam Ebû Yusuf’a göre bunda herhangi bir mahzur yoktur ve Ebû Hanife’nin görüşü de böyledir. İmam Muhammed’in muhâlefeti karzdan sonra yapılan akidle ilgilidir. Önce alım-satım işlemi icrâ edilir, sonra paralar verilirse, bu ittifakla câizdir.” 3679
Ribâ yoluyla kazanılan paralarla hatm-i şerif ve Yâsin-i şerif okutarak cennetin anahtarını cebe koyma anlayışına rastlamak şaşırtıcıdır: “Vâkıf Zülkadir Halife 4500 akçeyi on’u on bir hesabıyla fâize vererek hâsıl olan nemâdan dörtte birini mütevellîye, 3/4’ünü de günde bir cüz Kur’an ve Yâsin-i şerif okuma karşılığında Rüstem Nâlân mescidinde imam olanlara verilmesi şartıyla vakfetmiştir. 3680
Hz. Peygamber, hile yapmayı tavsiye etmiş midir? Ribâ konusunda söylenenlerin daha ilerisine gidilerek: “Hz. Peygamber de ribâdan kurtulmak için hileye mürâcaat edilmesini tavsiye, hatta emretmiştir”3681 denilmiş olmasıdır. Görülüyor ki, hile yoluyla fâiz alıp vermeyi mubah görenler, İmam Âzam’ı da aynı görüşün sahibi olarak takdim etmekten başka, bu işin Hz. Peygamber tarafından emredildiğini söyleyerek bunun sevap olduğunu bile rahat rahat iddiâ eedebilmişlerdir. Çok eskiden beri yaygın bir şekilde var olan bu görüşlerin ribâya karşı duyulan dinî hassâsiyeti azalttığı ve bu türlü muâmelelerin rahatça yapılmasını sağladığı muhakkaktır. Herhalde ribâhorlar (fâiz yiyenler) ve tefeciler fetvâ-yı şeriften âzamî derecede istifade etmişlerdi. Bazı hocaların vakıf müesseselerinde veya şahsen ve kendi nam ve hasabına bu türlü murâbahalarla uğraşmaları tefeciler için iyi bir numûne olmuş ve cesâretlerini daha da arttırmıştı.
Aslında hileli yollardan ribâ alıp vermek, ne Hz. Peygamber zamanında, ne de sahâbileri çağında bilinen bir şeydi. Bu türlü şeyler, ashâb döneminden sonra çeşitli iktisadî, ticarî, malî ve dinî âmillerin tesiriyle ortaya çıkmış, gerek ortaya çıkma, gerekse son şeklini alma safhasında geniş ölçüde yahûdi ve hıristiyanların bu yoldaki düşünceleri, görüşleri, uygulamaları ve işlemleri etkili olmuştu. Daha sonra Hz. Peygamber’e mal edilen hileler böyle bir ortamda doğmuştur.
Hilecileri (Ehl-i Hiyel) Tenkit: Fakat gerek iyne yoluyla, gerekse onun türlü türlü şekilleriyle ödünç para alıp vermek, bu muâmelerlerdeki ribh (fâiz) haddini tarafların serbest irâdeleriyle kararlaştırmalarını kabul etmek, sadece bu muâmelelerin formaliteye uygun olmadığını meşrû veya gayr-ı meşrû oluşunun sebebi saymak, câhiliye ribâsını değişik bir biçimde, ama mâhiyet itibarıyla
3678] Ömer Nasûhi Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, VI/100-101
3679] Ankaravî, Fetâvâ, 1338; Fetâvâ-i Ali Efendi, I/431-432
3680] Halit Ongan, Şer’iye Sicili, Ankara, 1974, s. 33 -421-, 103 -1353-
3681] Ankaravî, Fetâvâ, I/338; Fetâvâ-i Ali Efendi, I/430
- 884 -
KUR’AN KAVRAMLARI
aynen hortlatıp geri getirmekten başka bir şey midir? Genellikle sosyal hayattaki gelişmelerden habersiz olan ve İslâm’ın ilk şeklinin aynen tatbikini isteyen Hanbelîler, ekseriyetle hileli alım satım işlemleri karşısında oldukça sert ve katı bir tavır takınmışlar; hangi nâm, hangi şekil ve hangi oranda ortaya çıkarsa çıksın ribânın her çeşidine amansız bir savaş ilân etmişlerdir.
İbn Teymiye bu mücâdelenin fevkalâde güzel bir örneğini vermiş,3682 sonra onu İbn Kayyım başarılı bir tarzda tâkip etmiştir. İbn Kayyım diyor ki: Hileciler, on akçe ödünç verilip vâde sonunda on beş akçenin alınmasını hileli bir yoldan câiz görmüşlerdir. Fadl ribâsı hakkında gâyet titiz davranıp, bazı mubah mübâdeleleri bile haram saymışlar, ama nesî ribâsına gelince hileli yollardan bunun kapılarını ardına kadar açmışlardır. Oysa Allah da, sevabı-günahı yazan melekler de, akdi yapanlar da, bu akdin şâhitleri de gâyet iyi biliyorlar ki iyne ve muâmele bey’i yoluyla yapılan alım-satım ribânın ta kendisidir, akdi yapanların esas maksadı da ribâ almak ve vermektir. On altını bir çıkıya (veya mendile) koyup, beş para etmeyen çıkının beş altına alıcıya vermek ve on altın borç vermeyi de bu çıkının beş altına satın alınması şartına bağlamak özü itibarıyla ribâdır. Burada çıkı, kendi kendine bir mânâ ifâde etmeyen, ama başkasına mânâ kazandırmaya yarayan bir harfe benzemekte, yani katalizör vazifesi görmektedir. Esas haram kılınan ribâ, nesîe ribâsıdır. Fadl ribâsı ona yol açar endişesiyle men edilmiştir. Şaşılacak şeydir ki, fadl ribâsına vesile olur, diye müdd-i acve meselesini haram görenler açıktan açığa nesîe ribâsına vesile olan iyne bey’ini câiz görmektedirler.3683 İyne bey’i hadislerle yasaklanmıştır. Hileciler, iyne bey’ini câiz kılan birtakım hileler ortaya atmışlardır. Fakat bu hilelerle durumu daha da zararlı ve mahzurlu hale getirmişlerdir. Hile ile iyneyi câiz göreceklerine, hilesiz olarak iyne bey’ini uygulasalardı daha az mahzurlu olurdu. Zira iyne’ye hile ilâve etmekle, iynenin zararları ve mahzurları ortadan kalkmıyor, buna yenileri ve daha korkunç olanları ekleniyor. Bu da Allah’ın ahkâmını alaya almak, sahtekârlık ve oyunbozanlık yoluna sapmaktır. İyneye hile eklenince, aslında ribânın basit bir vesilesi olan iyne bir kat daha zararlı hale geliyor. Hileciler ne yaparlarsa yapsınlar kimseyi kandıramazlar. Gâyeleri yüz verip yüz elli almaktır. Ribâyı sözde helâl kılan unsuru akdin bünyesine ister ithal etsinler, ister ihrâç etsinler fark etmez. Zira bu unsur, hiçbir şey değiştirmemektedir. Kısaca Allah kandırılamaz, hiçbir şeyi karıştırmaz, ona hileyi terviç ettirmek, bu yoldan haramı helâl kabul ettirmek imkânsızdır.”3684 Allah, yahûdilere sığır ve davarın iç yağını haram kılmıştı.3685 Bunun üzerine yahûdiler, “bu yağ haramdır” diye yemediler ama bunu eritip don yağı haline getirdikten sonra yediler ve “Allah’ın haram kıldğı şey iç yağıdır, don yağı değil” dediler. Şu halde, hile yoluyla ribâ yiyenlerle yahûdiler arasında bu bakımdan ne fark var? Bu ümmetten hiçbir kimse ribâyı açıkça helâl saymamıştır. Onu ancak alım-satım sûretinde ve bu ad altında helâl saymış ve bu sûretle ribânın ismini alım-satım olarak değiştirmiştir.
Yapılan şey, şeklen ve ismen ribâ değil, ama hakikat ve mâhiyet olarak hâlis muhlis ribâdır. Açık ribâda mevcut olan mahzur ve zararların tümü hileli ribâ işlemlerinde kat kat fazlasıyla vardır. Tarafların akd ettikleri muâmeleye ticarî
3682] İbn Teymiye, Mecmau’l-Fetâvâ, XXIX/446
3683] İbn Kayyım, İ’lâmu’l-Muvakkıîn, II/142, III/335
3684] İbn Kayyım, a.g.e. II/335
3685] Bk. 6/En’âm, 146
FÂİZ/RİBÂ
- 885 -
bir alışveriş ismini vermeleri, bu muâmelenin haramlığını arttırmaktan, kuvvetlendirmekten ve pekiştirmekten başka bir netice vermez. Evvelâ, akdin ismine, şekline ve meşrûiyet görüntüsüne güvenen ve kanan mukriz, açıkça ribâcılık yapan bir kimsenin yapmaya cesâret edemediği ve talep edemediği yüksek bir meblağı müstakrizden talep edebilir.
İkinci olarak, hileli yollardan ribâ alan, sadece insanları kandırmakla kalmamakta, hâşâ Allah’ı kandırdığını ve aldattığını zannetmektedir. Bu ise dinî samimiyete ve dürüstlüğe zıddır. Üçüncü olarak İranlıların deyimi ile “şer’î külâh” giydirilerek alışveriş şeklinde takdim edilen ve bir kılıfa sokulan ribâ, artık meşrûiyet elbisesi giymiş ve tebdîl-i kıyafet ederek halk arasında rahatça dolaşır olmuştur. Halk ise bu türlü muâmelelere gâyet meyyâl olduğundan, bu hususta kendilerine gösterilen ufak bir kolaylık onları ribâ batağına sürükleyebilmiştir, tıpkı kumar gibi. Kısaca, talâkta ve nikâhta hulle ne ise, ribâdaki iyne ve benzeri hileler odur.3686 İmam Muhammed’in de: “İyne bey’ini ‘ekele-i ribâ’ ve ‘ribâ-hor’ denilen tefeciler icat etmişlerdir” dediği nakledilir. 3687
Görülüyor ki ribâ, biri açık, diğeri kapalı olmak üzere iki türlüdür. Hileli yollar, ribânın örtülü ve üstü kapalı şekilleri olup, açık ribâdan daha çirkin ve daha zararlıdır. Bu türlü dalavereler, dinî samimiyete uymadığı gibi, aynı zamanda insanları sahtekârlığa, ikiyüzlülüğe, hilekârlığa, ahlâksızlığa, üçkâğıtçılığa alıştırmakta, doğruluktan ve dürüstlükten uzaklaştırmakta, en önemlisi de ilmî ve fikrî hayatı bozmaktadır. Zira ilimde ve fikirde her şeyi açık açık konuşmak, mâkul ve mantıkî bir şekilde izah etmek esastır. Hukuk ve ahlâkın gereği de budur. Böyle olmayan bir zeminde ilmî ve fikrî hayatın yeşermesi ve boy atması mümkün olmaz.
Tüketici kredisi için bankalar, Akbank 1.89, Garanti Bankası 1.90, Bankasya 2.09, Kuveyt türk 1.95, Türkiye finans 2.20 vâde farkı alıyor. İslam ekonomisi kâr-zarar ortaklığına dayandığına göre gelecekteki vâde farkını fâizli bankacılık yapan bankaların fâizlerine benzer rakamları telaffuz etmeleri tesadüf mü? Zamanından önce ödenen murabaha kredisinde bu rakamlar neyi ifade eder?
Katılım bankaları, bir defa bankacılık kanununa bağlı. Ayrıca, devlet garantisi altında. Yani uluslar arası sigorta şirketlerince sigortalanıyor, bu da problemlerini arttırıyor. Ayrıca, uygulaması da fâizli bankalara göre tamamen paraya kurulmuş durumda.
Kredi kullanmaya kalkanlar bilir, taksidi geciktiği anda tepkileri maallesef factoring’lerden daha tehlikeli. Örnek; teminata verdiğiniz tüm müşteri çeklerini vâde beklemeden takasa sokma gibi tehditler kullanmaktadırlar. Kâr payı adı altında alınanlarda diğer bankaların aldıklarından daha fazla.
Meselâ, eski adıyla finans kurumlarının, şimdiki adıyla katılım bankalarının koydukları vâde farkı genelde, fâizle çalışan bankaların istediği fâiz oranından çok fazla. Bu da, âdeta, “biz size yardım edemeyiz. Gidin siz diğer bankaların elini öpün” demektir. Biraz insaf diyorum. Kapitalist düzen ve İslâm dışı ekonomik yapının içinde parayı da düzene ve kanunlara göre kullanan bu bankalar, kapitalizmin çarklarını çeviriyorlar. Kime, neye hizmet ettikleri meçhul. Ayrıca
3686] İbn Kayyım, İğâsetü’l-Lehfân, Mısır, 1961, I/365
3687] İzmirli, İlm-i Hilâf, 147
- 886 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bunlar, kâr-zarar ortaklığı diyorlar, lakin zımnen bahsedilen bir kurum, ama nedense hiç zarar etmiyorlar ve her sene diğer bankaların fâiz oranıyla hemen hemen aynı kâr payı veriyorlar.
En yaygın tanımlamaya göre iyne, “bir malın belli bir fiyat karşılığında vâdeli olarak satılıp, satılan fiyattan daha düşük bir fiyatla geri satın alınması”dır. Aynı işlemin, araya üçüncü bir kişi sokularak yapılması da iyne satışı kapsamında değerlendirilmektedir. Böyle bir usulün genelde fâiz yasağını aşmak ve vâdeli kredi temin etmek isteyen kimseler tarafından kullanılmakta olması, iyne satışını normal bir alım satım olmaktan çıkarıp fâizle yakından ilişkili hale getirmekte, bunun için de fıkıh kültürümüzde konu bu çerçevede ele alınmaktadır.
İslâm hukukunda konular incelenirken kişilerin maksat ve niyetlerinden ziyade davranışların dışa akseden objektif görüntülerinin esas alındığı, hukukî işlemlerin mümkün olduğu ölçüde objektif ve açık kurallara bağlandığı bilinmektedir. Çünkü hukukî hayatta düzen ve istikrarın kurulabilmesi, üçüncü şahısların haklarının korunabilmesi bir ölçüde buna bağlıdır. Fakat fıkıhta davranışların dayandığı niyet ve saik de ihmal edilmemiş, en azından hükümler diyanî-kazâî ayırımına tâbi tutularak, bir hukukî işlemin şeklen hukuka uygunluğunun kişilerin Allah katında sorumluluktan kurtulmada yeterli olmayabileceği, zira Allah katında kişilerin iç irade ve düşüncelerinin de önemli olduğu ısrarla vurgulanmıştır. İslâm hukukunda iyne satışının câiz olup olmadığına ilişkin tartışmaları bu bilgiler ışığında değerlendirmek gerekir.
İyne satışı İslâm hukukunda, akidlerde şekil şartlarının mı tarafların gerçek niyet ve maksatlarının mı esas alınacağı, akdi yapanların kasıt ve niyetinin akde etki edip etmediği, yasak olan bir sonuca meşrû birtakım yollardan gidilerek ulaşmanın yani hîle-i şer‘iyyenin câiz olup olmayacağı gibi açılardan ele alınıp tartışılmıştır. Hanefî hukukçular, prensip olarak niyet ve kastın, akdin sıhhatine etki etmeyeceğini kabul ettikleri, hîle-i şer‘iyyeye uygulamada sıklıkla başvurdukları ve akdî ilişkilerde prensip olarak akdin rüknünün kusursuz bir şekilde mevcut olmasını yeterli gördükleri halde, Hz. Âişe’nin bu meseleye ilişkin bir sözünü dikkate alarak iyne yoluyla satımın câiz olmayıp fâsid olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Hanefî hukukçuların bu konudaki dayanağı Hz. Âişe’den nakledilen şu haberdir: “Bir kadın Hz. Âişe’ye gelerek, ‘Benim bir câriyem vardı. Bunu Zeyd b. Erkam’a vâdeli (veresiye) olarak 800 dirheme sattım. Sonra da aynı câriyeyi Zeyd b. Erkam’dan 600 dirheme peşin olarak satın aldım ve parasını ödedim. Şimdi benim ondan 800 dirhem alacağım var’ dedi. Âişe, ‘Ne kötü satım yapmışsın ve ne kötü satın alma yapmışsın! Git, Zeyd’e haber ver; Allah onun Hz. Peygamber’le birlikte yaptığı cihadı iptal etti. Ancak, tevbe ederse o başka’ diye cevap verdi. Kadın bunun üzerine Âişe’ye, ‘Ana paramı alıp fazla kısmı iade etsem olur mu?’ diye sordu. Âişe de, ‘Kime rabbinden bir öğüt gelip vazgeçerse, daha önce yaptıkları kendinedir.’3688 meâlindeki âyeti okudu.” 3689
Hz. Âişe’nin sözünün bu görüşe dayanak kılınması şöyle açıklanır: Hz. Âişe’nin böyle bir satım akdi yapan Zeyd b. Erkam hakkındaki ağır ifadesi, yani
3688] 2/Bakara, 275
3689] Abdürrezzâk es-San‘ânî, el-Mûsânnef, VIII, 184-185; Şevkânî, Neylü’l-evtâr, V, 206
FÂİZ/RİBÂ
- 887 -
dinden dönme dışında bir davranış sebebiyle o zamana kadar yaptığı taatlerin boşa gideceğini belirtmesi, akıl ve rey ile bilinebilecek bir konu değildir. Öyleyse Hz. Âişe bunu, Hz. Peygamber’den duymuş olmalıdır. Bu da, Zeyd’in yaptığı akdin fâsid olduğunu göstermektedir. Çünkü fâsid akid bir mâsiyettir. Diğer yandan Hz. Âişe bu akdi, “kötü bir satma ve kötü bir satın alma” olarak nitelemiştir. Bu vasıf, fâsid akde uygun düşen bir vasıftır.
Hanefî hukukçuların bu konudaki temel gerekçeleri Hz. Âişe’nin sözü olmakla beraber, bazı Hanefîler söz konusu akidde “ribâ şüphesi” bulunmasını da câiz olmama gerekçesi olarak göstermişler ve bu hususu da şu şekilde açıklamışlardır: İkinci akiddeki fiyat (semen), gerçekte ilk akiddeki fiyatın bedelidir. Hal böyle olunca, muâvazalı (karşılıklı ivazların değişimini sağlayan) bir akid olan satım akdinde, birinci fiyatın ikinci fiyattan fazla olan kısmına hiçbir bedel tekabül etmemektedir ki, bu da ribânın tanımı ile uyuşmaktadır. Her ne kadar bu ribâ, iki akdin bütünü ile sabit olmakta ve akidlerden biriyle, ribâ değil sadece ribâ şüphesi sabit olmakta ise de bu gibi konularda “şüphe”, “hakikat” hükmünde tutulur.
Bunun yanında, iyne ile ilgili olarak şöyle bir hadis daha nakledilmektedir: İbn Ömer, “Ne zamana kaldık! Eskiden hiçbirimiz kendisinin dirhem ve dinarının müslüman kardeşinden daha lâyık olduğunu düşünmezdi. Şimdi ise dirhem ve dinar, her birimize müslüman kardeşinden daha sevimli gelmeye başladı” dedikten sonra Hz. Peygamber’in şöyle dediğini nakletmiştir: “Dirhem ve dinar konusunda cimrilik edip de alım satımlarınızı iyne yoluyla yaparsanız, ineklerin kuyruğuna yapışıp ekip-biçme ile yetinirseniz ve cihadı terk ederseniz Allah size öyle bir zillet verir ki, dininize dönmedikçe bu zilleti sizden kaldırmaz.” 3690
Hanefî hukukçular bu akdin, yerleşik kuraldan (kıyas) hareketle değil, Hz. Âişe’nin sözü (eser) sebebiyle fâsid sayıldığını, Hz. Âişe’nin sözünde ise yalnızca “sattığı fiyattan daha ucuza satın alma”nın ifade edildiğini ileri sürerek, bir kimsenin sattığı bir malı, henüz parası ödenmeden, sattığı fiyattan daha yüksek fiyata satın almasının câiz olduğunu söylemişlerdir. Yine Hanefî ekolünde, müşteri satın aldığı malın bedelini ödedikten sonra, satıcının aynı malı daha yüksek fiyata geri satın almasında sakınca görülmemiştir. Çünkü bu durumda iki akiddeki iki fiyatın birbirine bedel olma durumu söz konusu değildir.
Mâlikîler meseleye sedd-i zerâi ilkesi, yani kötülüğe giden yolları kapatma prensibi açısından bakmışlar ve dış görünüşü itibârıyla mubah olduğu halde fâize götürdüğü için iyne satımını câiz görmemişlerdir. Hanbelîler’den İbnü’l-Kayyim, konuyu hile açısından ele almış ve tarafların sahih bir akid görüntüsü altında meşrû olmayan kasıtlarını sakladıklarını öne sürerek böyle bir akdin câiz olamayacağını söylemiştir.
Mâlikîler’in yaklaşımı ile Hanbelîler’in yaklaşımı arasında ince bir farkın bulunduğu gözden kaçmamaktadır. Mâlikîler, iynenin haram olan ribâya götürebilecek bir vasıta olarak kötüye kullanılabileceğinden ve tarafların bu töhmet altında bulunacağından hareketle iyne satımını yasaklarken, Hanbelîler, özellikle İbnü’l-Kayyim, tarafların zaten asıl niyetlerinin fâizli işlem olduğuna ve bu satımı hîle olarak kullandıklarına âdeta kesin gözüyle bakmıştır.
3690] Ebû Dâvûd, “Büyû‘”, 56; Müsned, II, 84
- 888 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İyne satımını câiz görmeyen ekollerde, söz konusu iki satımdan hangisinin fâsid olduğu ve feshedilmesi gerektiği konusu da tartışılmıştır. Hanefî ekolünde daha ziyade ikinci akdin fâsid olduğu ifade edilirken, Mâlikî ve Hanbelî ekollerinde ağırlıklı görüş her iki akdin de fâsid olduğu ve feshedilmesi gerektiği yönündedir.
Şâfiî ise, akdin sıhhat şartlarının mevcut olup onu fâsid kılacak şartların bulunmadığı noktasından hareketle iyne satımının sahih olduğunu söylemiştir. Şâfiî, tarafların niyetlerini hiç dikkate almamış, akdin şekil şartlarını taşıyor olmasını yeterli görmüştür. Şâfiî’nin sadece açığa vurulmuş kasta itibar edip, niyete itibar etmeme şeklindeki eğilimi, bu meselede açıkça görülmektedir. Şâfiî, Hanefîler’in gerekçe olarak kullandıkları Hz. Âişe’ye nisbet edilen haberi de sabit görmemektedir. Ayrıca Şâfiî hukukçular, iynenin cevazı konusunda, konuya delâleti açık ve tam olmayan başka bir hadisi gerekçe göstermişlerdir. 3691
Gerek Hz. Âişe’den yapılan rivayet gerekse İbn Ömer’in sözü, eğer rivayetler sahih kabul edilirse, iyne yoluyla alım satımın o dönemlerde mevcut olduğunu göstermekte ise de onların göstermelik akid yapma kastı taşımadıkları, ihtiyaca ve şartlara göre bunu yaptıkları düşünülmelidir. Olayın şöyle cereyan etmiş olması mümkündür: Zeyd, o kadından vâdeli olarak bir câriye satın almış, fakat bir müddet sonra başka bir şey için kendisine para lâzım olmuş ve câriyeyi ilk sahibine peşin ve daha ucuza satmayı teklif etmiş ve o da kabul etmiş olabilir. Eğer o kabul etmeseydi, Zeyd o câriyeyi başka birine satmak durumunda kalacaktı. Bu çerçevede cereyan eden akdin meşrû olduğunda kuşku yoktur. O halde denilebilir ki, önceden koşulan bir şarta bağlı olmaksızın yapıldığı takdirde bu işlemin meşrû olmaması için hiçbir sebep yoktur. Ancak, bu işlem fâizi gölgeleme amacıyla yaygınlaştırılır ve kurumlaştırılırsa, diğer üç ekol açısından câiz görülmesi mümkün değildir. Hatta, bu durumda fâize ulaşma kastı artık açığa vurulmuş sayılacağından bu işlem, Şâfiî ekolü açısından da meşruiyetini yitirmiş olur.
İyne yoluyla satım, terminolojideki yaygın ve teknik kullanımı bu olmakla birlikte, özellikle Mâlikî hukukçular, benzer bazı satımları da iyne satımı kapsamında değerlendirmişlerdir. İbn Rüşd bu noktada iyneyi câiz, mekruh ve haram olmak üzere üç kısma ayırmıştır.
a) Câiz olan iyne şöyle devam eder: “A, B’ye gidip, sende şu mal varsa satın alacağım der. B, şu anda o malın bulunmadığı”nı söyler, fakat akabinde A’ya, sorduğu malı satın aldığını, dilerse peşin veya vâdeli olarak satabileceğini haber verir. Bu şekildeki işlem câizdir. Tarafların birbirlerine herhangi bir taahhüdü yoktur. A malı dilerse alır dilerse almaz.
b) Mekruh iynenin şekli şöyledir; A, B’ye giderek, filân malı kendisi için satın almasını, kâr oranı üzerinde anlaşmaksızın kendisinin o malı ondan bir miktar kâr vererek satın alacağını söyler. Bu işlem, mekruhtur.
c) Haram iyne ise, aynı işlemin kâr oranı üzerinde önceden anlaşılarak yapılmasıdır. Şöyle ki; A, B’ye “Filân malı peşin 100 liraya satın al, ben o malı senden vâdeli olarak 120 liraya satın alayım” der ve akid bu suretle yapılmış olur. Diğer İslâm hukuk ekollerinde pek söz konusu edilmeyen bu işlem, Mâlikî hukukçularca câiz görülmemiştir. Mâlikî hukukçular tarafından söz konusu edilen
3691] Buhârî, “Büyû‘”, 89; “Vekâle”, 3; Müslim, “Müsâkat”, 18; el-Muvatta’, “Büyû‘”, 20, 21
FÂİZ/RİBÂ
- 889 -
bu muhtevadaki iyne, günümüzde “leasing” olarak adlandırılan sisteme benzemektedir.
İyne kapsamı içerisinde değerlendirilen şöyle bir işlem daha vardır: İhtiyaç sahibi olan şahıs, daha iyi durumda olan birinden borç ister. Fakat bu şahıs, bir menfaat elde etmeden borç vermek istemez ve şöyle der: “Sana borç veremem. Fakat, piyasa değeri 100 lira olan şu malı sana 120 liraya vâdeli olarak satarım, sen de bunu götürüp 100 liraya satarsın”. Borç isteyen şahıs buna razı olunca işlem gerçekleşmiş olur.3692 Ancak, bu tür işlem terminolojide “teverruk” olarak adlandırılmakta olup3693 Hanbelî ekolü dışındaki ekollerce genelde câiz kabul edilmektedir. Fakat bu işlem, açıkça zor durumda bulunan birinin bu durumundan yararlanma olduğundan dinen mekruh sayılmıştır.
Bu hukukî yaklaşımlar yanında meselenin bir de dinî-ahlâkî boyutu vardır ki o da, özellikle İbn Ömer hadisinde açıkça görüldüğü üzere, müslümanların aralarındaki sosyal yardımlaşmayı herhangi bir maddî yarar sağlama düşüncesi olmaksızın gerçekleştirmeye çalışma yönündeki vecîbeleridir. Bu itibarla, kişinin dinî açıdan içine sindiremeyeceği dolambaçlı yollara başvurmasını önlemenin tabii yolunun, toplumda ihtiyacı olanların fâizsiz kredi kullanabilmelerine imkân verecek kurumları ve iktisadî yapıyı oluşturup geliştirmekten geçtiği, bunu gerçekleştirmenin de başta zenginler olmak üzere bütün müslümanlar için kaçınılmaz bir görev olduğu unutulmamalıdır.
Hanefî Fıkhına Göre Dâru’l-İslâm ve Dâru’l-Harpte Fâiz
Darû’l İslâm’da; mü’minlerin birbirlerinden fâiz alıp-vermeleri haram olduğu gibi; gayr-i müslimlerden (zimmîlerden) fâiz almaları da haramdır. Gayr-i müslimlerin; kendi aralarında fâiz alıp vermelerine de, kat’iyyen müsaade edilemez. Zira Kur’an-ı Kerim’de: “Men edildikleri halde fâizi almaları ve haksız (yollar) ile insanların mallarını yemeleri yüzünden (onları güzel şeylerden mahrum ettik) ve içlerinden inkâra sapanlara acı bir azap hazırladık.”3694 buyurulmuştur. Bu âyet-i kerimede; ehl-i kitab’a (yahûdi, hıristiyan vs.) fâizin haram kılındığı sâbittir.3695 Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.): “Dikkat edin!.. Kim ribâyı (fâizi) şart koşarsa, bizimle onun arasında ahid (zimmet akdi) yoktur” hadis-i şerifi, meseleyi kavramamızı kolaylaştırmaktadır. Sonuç olarak; Dârû’l İslâm’da itikadî durumu ne olursa olsun, hiçbir fert, diğerinden fâiz alamaz. Fâize müsâade edilmez.
Darû’l Harp’te; mü’minlerin kendi aralarında (birbirlerinden) fâiz alıp vermeleri yine haramdır. Zira kardeşlik hukuku bâkîdir.
Mekhûl’den mürsel olarak rivayet edilen bir hadis rivâyetinde Rasûl-i Ekrem (s.a.s.): “Darû’l Harp’te; mü’minle harbî arasında fâiz yoktur” (!?) denilir. Mekhûl’ün fakih bir râvî olması sebebiyle, mürsel olan hadisi amele konu olur. İmam Serahsi, “Rasûl-i Ekrem’in, amcası Hz. Abbas’ın (r.a.), “Mekke Müşriklerinden” fâiz aldığını bilmesine rağmen müdâhale etmediğini, ancak Mekke’nin fethinden sonra: “Câhiliyye devrine ait fâizler kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk fâiz de Abbas b. Abdülmuttalib’in fâizidir” buyurduğunu, ayrıca Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) karşılıklı
3692] İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, V, 273
3693] bk. İbn Kayyim, İ‘lâmü’l-muvakkı‘în, III, 170, 200
3694] 4/Nisâ, 161
3695] İbn Kesir, Tefsir, I/583
- 890 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bahis sonucunda müşriklerin reislerinden biri olan Ubey b. Halef’ten mal almasına Peygamberimiz’in (s.a.s.) müsaade ettiğini” kaydederek, harbînin malının mâsum olmadığını zikretmektedir. İmam Şâfiî; Hz. Mekhul’den gelen hadisin mürsel olduğunu ve değişik te’villere müsâit bulunduğunu beyan ederek, Darû’l Harp’te de olsa, kâfirden fâiz alınamayacağını beyan etmiştir. Hanefi fukahâsı; Mekhûl’den rivâyet edilen hadis rivâyetine itirazda bulunanlara; “Bir kimsenin malının mâsum (dokunulmaz) olabilmesi için; ya iman ya zimmet akdi şarttır. Hâlbuki harbî (İslâm’a karşı savaşan kâfir) için; iki durum da söz konusu değildir. Bu hususta hadis-i şerif’in var olmadığını kabul etsek dahi; harbînin malının mâsum olmadığı açıktır. Kaldı ki; harbîlerin mallarını kendi kanunları ve rızâları gereğince almaktadırlar. Aldatma ve hıyânetten söz etmek mümkün değildir” şeklinde cevap vermişlerdir. İmam Ebû Yusuf, bu hususta muhâliftir; yani o, dâru’l-harpte de harbîlere karşı da olsa fâizin câiz olmadığı kanaatindedir.3696 Ancak, hanefî ulemâsı bu konuda fetvânın İmam Âzam Ebû Hanife‘nin kavline göre verileceğini tasrih etmiştir. Sonuç olarak; Darû‘l Harp‘te mü‘minlerin; harbîlerin mallarını, onların rızâlarına uygun olarak almaları mubahtır. 3697
Hanefî fıkhındaki bu görüşe rağmen, biz, dâru’l-harp kavramının da, fâizin kâfirlere karşı helâl olduğu anlayışının da, Kur’an’dan (ve sahih sünnetten) bir delili olmadığından yola çıkıyor ve fâizin her türlüsünden, hatta fâiz şüphesinden bile kaçınmanın gerekli olduğunu düşünüyoruz.
Kur’ân-ı Kerim’de Ribâ/Fâiz
Kurân-ı Kerim’de fâiz anlamında ribâ kelimesi ve türevleri 6 âyette; 10 yerde zikredilir. 3698
“Ribâ/fâiz yiyen kimseler (kabirlerinden), tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali, ‘alış-veriş (ticâret) de fâiz gibidir’ demelerindendir. Oysa ki Allah, ticâreti helâl, fâizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de fâizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah’a kalmıştır (Allah dilerse onu affeder). Kim tekrar fâize dönerse, işte onlar ateş ashâbıdır, orada devamlı kalırlar.
Allah fâizi mahveder (fâiz karışan malın bereketini giderir). Sadakaları çoğaltır (içinde sadaka verilen malları bereketlendirir). Allah (günahta ısrar eden) günahkâr kâfirlerin hiçbirini sevmez.
İman edenler, sâlih/iyi ameller yapanlar, namaz kılanlar ve zekât verenler için Rableri katında mükâfâtları vardır. Onlara korku yoktur, mahzun da olmayacaklardır.
Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Eğer gerçekten iman ediyorsanız fâiz olarak artan miktarı almayın.
Şâyet (fâiz hakkında söylenenleri) yapmazsanız, Allah ve Rasûlü tarafından ilân edilmiş bir harp ile karşı karşıya olduğunuzu iyi bilin. Eğer tevbe edip fâizcilikten vazgeçerseniz, sermâyeniz sizindir. Böylece haksızlık etmezsiniz ve haksızlık da edilmezsiniz.” 3699
“Ey iman edenler! Kat kat arttırılmış olarak fâiz yemeyin. Allah’tan sakının ki kurtuluşa
3696] İbn Âbidin, c. 11, s. 163
3697] Yusuf Kerimoğlu, Emânet ve Ehliyet, Ölçü Y. İst. 1985, c. 2, s. 177-181
3698] 2/Bakara, 275, 275, 275, 276, 278; 3/Âl-i İmrân, 130; 4/Nisâ, 161; 30/Rûm, 39, 39, 39
3699] 2/Bakara, 275-279
FÂİZ/RİBÂ
- 891 -
eresiniz.” 3700
“Men edildikleri halde fâizi almaları ve haksız (yollar) ile insanların mallarını yemeleri yüzünden (onları güzel şeylerden mahrum ettik) ve içlerinden inkâra sapanlara acı bir azap hazırladık.” 3701
“İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir fâiz, Allah katında artmaz. Allah’ın rızâsını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte zekâtı veren o kimseler, evet onlar (sevaplarını ve mallarını) kat kat arttıranlardır.” 3702
Hadis-i Şeriflerde Ribâ/Fâiz
İbn Mes’ud (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) ribâyı (fâizi) yiyene de, yedirene de lânet etti.” Ebû Dâvud ve Tirmizî’nin rivâyetlerinde şu ziyade vardır: “(Fâiz muâmelesine) şâhitlik edenlere de bu muâmeleyi yazana da...” 3703
“İnsanlar öyle bir devre ulaşacak ki, o zamanda ribâ yemeyen kalmayacak. Öyle ki, (doğrudan) yemeyene buharı ulaşacak.” Diğer bir rivâyette “...tozu ulaşacak” denir. 3704
Ribâ’dan buharın ulaşması, ribâ muâmelesine şâhidlik, kâtiplik yapmak veya ribâ yoluyla elde edilen kazançtan verilen ziyafetten yemek, böyle bir kazançla satın alınan hediyeyi kabul etmek gibi değişik şekillerde olabileceği belirtilmiştir. Bu durumda, Aliyyu’l-Kari’ye göre, hadis şu mânâyı ifâde eder: “Öyle bir zaman olacak ki, bu devrede kişi, bilfarz, hakikî fâizden kaçınsa bile, dolaylı şekilde gelecek fâiz bulaşmalarından kendini kurtaramayacaktır.”
Bu hadis nokta-i nazarından, işlemlerinin esası fâize dayanan banka dâhil, bütün benzer kurumlar konusunda müslümanların dikkatli olmaları gerekir. Şu veya bu mülâhaza ve gerekçelerle, bulaşmak zorunda kalınan veya bulaşmak zorunda kalındığı zannıyla bulaşma şıkkı tercih edilen “fâiz”li muâmelelere, hiçbir sûrette kesin bir ifâde ile “fâiz değildir” veya “câizdir” diye fetvâ vermemek gerekir. Fetvâ, büyük mes’ûliyet işidir. Dâima ihtiyat şıkkını tercih etmek en uygunudur. İslâm ulemâsının ittifakla benimsediği umumî bir prensip mevcuttur: “Bir meselede helâl ve haram ihtimali beraberce var ve fakat birini tercihe kariyne/delil yok ise, ihtiyaten haram olma şıkkı esas alınır. Yani şüpheli şeylerden kaçmak esastır. Dolayısıyla, fâiz şüphesi olan işlemlerin “fâiz olduğunu” esas alıp, kaçınmaya çalışmalı, kaçınamıyor isek tevbe ve istiğfarı elden bırakmamalıyız. Her hâl-u kârda “haram değil” diye fetvâ vermekten kesinlikle kaçınmalıyız; aksi halde, ebedî hayatımızı mahvedecek bir hata olabilir.
Bütün ihtilallerin, sosyal fesâdların, huzursuzluk ve ahlâksızlıkların temelinde “sen çalış ben yiyeyim” düşüncesi yatar, bunu da ribâ besler.
Amr İbnu’l-Ahvas (r.a.) anlatıyor: “Hz. Peygamber’i (s.a.s.) Vedâ Haccı sırasında dinledim, şöyle diyordu: “Haberiniz olsun, câhiliye devrindeki bütün ribâlar kaldırılmıştır, ödenmeyecektir. Sadece verdiğiniz anaparayı alacaksınız. Böylece ne zulmetmiş,
3700] 3/Âl-i İmrân, 130
3701] 4/Nisâ, 161
3702] 30/Rûm, 39
3703] Müslim, Müsâkât: 25, h. no: 1579; Ebû Dâvud, Büyû’ 4, h. no: 3333; Tirmizî, Büyû’ 2, h. no: 1206; İbn Mâce, Ticârât 58, h. no: 2277
3704] Ebu Dâvud, Büyû’ 3, h. no: 3331; Nesâî, Büyû’ 2, h. no: 7, 243; İbn Mâce, Ticârât 58, h. no: 2278
- 892 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ne de zulme uğramış olacaksınız. Haberiniz olsun câhiliye devrindeki bütün kan dâvâları kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan dâvası da el-Hâris İbn Abdilmuttalib’in kan dâvâsıdır.” Rasûlullah (s.a.s.): “Tebliğ ettim mi?” dedi. Cemaat: “Evet tebliğ ettin” dediler ve üç kere tekrarladılar. Rasûlullah (s.a.s.): “Ya Rabbi şâhid ol!” dedi ve üç kere tekrar etti.” 3705
“Altın altınla peşin olmazsa ribâdır. Buğday buğdayla peşin satılmazsa ribâdır. Arpa arpayla peşin satılmazsa ribâdır. Kuru hurma kuru hurmayla peşin satılmazsa ribâdır.” 3706
Ebû Saîd (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) zamanında bize bayağı hurma veriliyordu. Bu muhtelif cins kuru hurmanın bir karışımı idi. Bu bayağı hurmanın iki ölçeğini bir ölçek iyi hurma mukabilinde satıyorduk. Bu tarz Hz. Peygamber (s.a.s.)’in kulağına ulaşınca şöyle buyurdu: “İki ölçek hurmaya bir ölçek hurma, iki ölçek buğdaya bir ölçek buğday iki dirheme bir dirhem olmaz.” 3707
“Hz. Bilâl (r.a.), Rasûlullah’a (s.a.s.) (iyi cins bir hurma olan) bernî hurması getirmişti. “Bu nereden?” diye sordu. Bilâl (r.a.): “Bizde âdi hurma vardı. Rasûlullah’ın (s.a.s.) yemesi için ondan iki ölçek vererek bundan bir ölçek satın aldık”, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.): “Eyvah! Bu ribânın ta kendisi, eyvah bu ribânın ta kendisi, sakın öyle yapma. Şayet iyi hurma satın almak istersen elindekini ayrıca sat. Sonra onun parasıyla iyi hurmayı satın al” dedi. 3708
“Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurma ile, tuz tuzla başbaşa misliyle, peşin olarak satılır. Kim arttırır veya arttırılmasını taleb ederse ribâya girmiştir. Bu işte alan da veren de birdir.” Bir rivâyette: “...cinsleri farklı ise müstesnâ” denir.3709 Bir başka rivâyette (şu ziyâde) ifade edilmiştir: “...Bu çeşitler farklı olduğu takdirde peşin ise dilediğiniz gibi satın.” 3710
Açıklama: Âlimler yukarıda zikredilen altı çeşit malda ribânın haram olduğunda icmâ ederler: Altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz. Bunlara ribâ malları da denir. Bu altı kalem eşyadan her biri aynı cinsten eşya ile satılınca fazlalık olmamalı, alışveriş peşin yapılmalıdır.
“Bu altı çeşidin dışında kalan eşyaların alıp satılmasında fazlalık haram mıdır?” sorusuna âlimler farklı cevaplar verir. Aradaki ihtilaf, bu altı çeşit mala konan “haram” hükmünün illetine dayanır. Cumhur aynı illette müşterek olanların haramlığında ittifak ederse de, illetin ne olduğunda ihtilâf edilmiştir. Bu noktada, fıkıh kitaplarında on farklı illet üzerinde durulduğu görülür. İmam Âzâm’a göre, illet, cinsle birlikte ölçüveya cinsle birlikte tartıdır. Öyle ise, hangi çeşit mal olursa olsun ölçü veya tartı ile satılan mallarda ribâ (fazlalık) haramdır. Satışı böyle
3705] Ebû Dâvud, Büyû’ 5, h. no: 3334; Müslim, Hac 147; Tirmizî, Tefsir, Tevbe 2; İbn Mâce, Menâsik h. no: 76, 84
3706] Buhârî, Büyû’ 54, 74, 76; Müslim, Musâkat: 79, h. no: 1586; Ebû Dâvud, Büyû’ 12, h. no: 3348); İbn Mâce, Ticârât: 50, h. no: 2160, 2259; Muvattâ, Büyû’ 38, h. no: 2, 636-637; Tirmizî, Büyû’ 24 , h. no: 1243; Nesâî, Büyû’ 41, h. no: 7, 273
3707] Buhârî, Büyû’ 21; Müslim, Müsâkat 98, h. no: 1594, 1595, 1596; Tirmizî, Büyû’ 23, h. no: 1241; Nesâî, Büyû’ 41, 50, h. no: 17, 271, 272, 273; Muvattâ, 32, h. no: 2, 632
3708] Buhârî, Vekâlet: 11; Müslim, Müsâkat: 96, h. no: 1594; Nesâî, Büyû’ 41, h. no: 7, 271-272
3709] Müslim, Müsâkât: 82, h. no: 1584
3710] Bu hadisi, Buhârî hâriç, Beş Kitap rivâyet etmiştir: Müslim, Müsâkat: 81, h. no: 1587; Ebû Dâvud, Büyû’ 12, h. no: 3349-3350; Tirmizî, Büyû’ 23, h. no: 1240; Nesâî, Büyû’ 43, 44, h. no: 7, 274, 275, 276, 277, 278; İbn Mâce, Ticârât: 48, h. no: 2254
FÂİZ/RİBÂ
- 893 -
yapılmayan malların cinsi ne olursa olsun fazlalık (ribâ) haram değildir. Mesela kireç veya alçı gibi yenmeyen mallar mâdemki ölçekle satılmaktadır, fazlalık haramdır, binaenaleyh kireç vererek vasfı değişik bir kireç alacak olsak, bu peşin yapılmalıdır ve miktarları eşit olmalıdır, fazlalık veya vâde araya girerse ribâdır, haramdır. Hadiste geçen ölçü ve tartı ile satılmayan eşyalar yenen cinsten de olsa araya girecek fazlalık haram değildir.
İmam Şâfiî’ye göre, haram kılınmada illet, malın yiyecek olmasıdır, ölçü veya tartı ile satılmasına bakılmaz. Yiyecek olmayan şeylerde yalnız altın ve gümüşte ribâ vardır. Ahmed İbn Hanbel’in de bu görüşte olduğu söylenmiştir. İmâm Malik’e göre, illet ekseriyetle yemek için biriktirmektir.
Hadisin, Ebu Hüreyre’den kaydedilen son fıkrasında açık bir şekilde belirtildiği üzere, farklı cinsler arasında ribâ olmaz. Yani buğdayla arpanın, altınla gümüşün alınıp satılmasında miktar sözkonusu değildir, ulemâ bu hususta ittifak eder. 3711
Son rivâyetle ilgili olarak şunu da ilâve edelim: İllette müşterek olmayan ribâ malları fazlalıkla ve veresiye satılabilir. Meselâ altınla buğday, gümüşle arpa bütün ulemânın ittifakıyla bu şekilde satılabilir. Fakat ribâ malları cinsi cinsine olursa biri peşin, diğeri veresiye ve biri noksan, diğeri fazla olarak satılamadığı gibi, teslim ve tesellüm yapılmadan satış meclisinden ayrılmak da câiz değildir. Satılan malların cinsleri muhtelif olursa, peşin teslim edilmek şartıyla fazlalık câizdir. Meselâ bir ölçek buğday iki ölçek arpa mukabilinde satılabilir. 3712
Ebu’l-Minhâl anlatıyor: “Zeyd İbn Erkam ve el-Berâ İbn Âzib’e (r.a.) sarf’tan (yani altınla gümüşü cinsi cinsine satmaktan) sordum. Şu cevabı verdiler: “Rasûlullah (s.a.s.) altının gümüş mukabilinde veresiye satılmasını yasakladı.” 3713
Fudâle İbn Ubeyd (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.)’a Hayber’de bulunduğu sırada altın ve boncuklarla yapılmış bir gerdanlık getirildi. Bu, satılık ganimet mallarındandı. Rasûlullah (s.a.s.) altınların boncuklardan ayrılmasını emretti. Derhal gerdanlığın altın kısmı ile boncuk kısmı birbirinden ayrıldı. Sonra Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Altın, altına mukabil, tartısı tartısına satılsın.” 3714
Açıklama: Burada altının başka bir madde ile birlikte satılması yasaklanmaktadır. Başta Şâfiî ve Ahmed İbnu Hanbel olmak üzere bir kısım âlimler verilen altın cinsinden fiyat, satılan eşyadaki altından fazla da az da olsa bu satışın fâsid olduğuna hükmeder. Ebu Hanîfe: Altın cinsinden biçilen fiyat, satılan eşyadaki altından fazla olduğu takdirde satışın câiz olacağına, misil veya daha az olma halinde satışın câiz olmayacağına hükmeder. İmam Mâlik buna yakın bir fikir beyan eder. Ancak fiyat fazlalığı üçte ikiyi geçmemeli, noksanlık da üçte birden aşağı düşmemeli. Bu hudud dâhilinde satış câizdir, aksi takdirde değildir. 3715
3711] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/104-105
3712] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/106
3713] Buhârî, Büyû’ 80, 8, Şirket 10, Menâkıbu’l-Ensâr 50; Müslim, Müsâkat 87, h. no: 1589; Nesâî, Büyû’ 49, h. no: 7, 280; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/106
3714] Buhârî hâriç Beş Kitap tahric etti: Müslim, Müsâkat 89, h. no: 1591; Tirmizî, Büyû’ 32, h. no: 1255; Ebû Dâvud, Büyû’ 13, h. no: 3351-3353; Nesâî, Büyû’ 48, h. no: 7-279
3715] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/107
- 894 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Müslim’de gelen diğer bir rivâyette Haneş es-San’ânî der ki: “Biz Fudâle ile bir gazvede berâberdik. Derken bana ve arkadaşlarıma ganimetten bir gerdanlık isâbet etti. Gerdanlık altın, gümüş ve kıymetli taşlardan yapılmıştı. Ben bunu satın almak isteyerek, Fudâle’ye sordum. Bana şöyle cevap verdi: Bunun altınını ayır, bir kefeye koy. Kendi altınını da bir kefeye koy. Sonra sakın misli mislinden fazla birşey alma! Zîra ben Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle buyurduğunu işittim: “Kim Allah’a ve âhiret gününe iman ederse sakın misli mislinden fazla bir şey almasın.” 3716
Ebû Bekre (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.), gümüşün gümüşe başa baş olmayan satışını yasakladı. Bize altın mukabilinde dilediğimiz şekilde gümüş ve gümüş mukabilinde dilediğimiz şekilde altın satın almayı emretti.” Müslim’in ziyâdesinde “...Bir adam: “peşin mi?” diye sordu. Ebû Bekre: “Ben böyle işittim” cevabını verdi. 3717
Açıklama: Hadis, ribâ mallarının, alım satımlarında şu iki şeye dikkat edilmesini teyid etmektedir: 1- Aynı cinsten şeyler alınıp satılırsa başa baş yani eşit miktarda olacak, altınla altın, gümüşle gümüş, üzümle üzüm gibi. Üzüm vererek üzüm, altın vererek altın alacak olursak, miktarlarını eşit tutacağız, araya girerse ziyade fâiz olur. 2- Ayrı cinsten şeylerden birini vererek yapılan alışveriş, karşılıklı mütâbakatla istenen miktarda olur, ancak peşin olarak teslim ve tesellüm gerekir. 3718
Yahya İbn Sa’îd (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) Hayber’in fethi sırasında iki Sa’d’a (Sa’d İbn Ebî Vakkas ve Sa’d İbn Ubâde), ganimet malından altın veya gümüş bir kabı satmalarını emretti. Onlar, her üç (birim)’i aynı dört (birim) mukabilinde veya her dört (birim)’i üç (birim) aynı mukabilinde sattılar. Rasûlullah (s.a.s.) onlara: “Siz ribâ yaptınız, geri verin” diye emretti.” 3719
Açıklama: Başka rivayetlerde tasrîh edildiği üzere Hayber’in fethi sırasında ganimetlere nezâret vazifesini Hz. Peygamber (s.a.s.) rivâyette isimleri geçen iki Sa’d’a vermiş idi. Rasûlullah’ın (s.a.s.) emri üzerine, altın (veya gümüş) bir kabı aynı cinsten para ile satarlar. Yani altın kap sattılarsa mukabilinde altın, gümüş kap sattılarsa mukabilinde gümüş para aldılar demektir. Aynı cinsten para alınca, ağırlığına denk olması gerekirken, dörtte bir fazlasına veya dörtte bir eksiğine satmışlar. Râvî, fazlaya mı, eksiğe mi sattıklarını hatırlamıyor ise de; a) Aynı cinsiyle sattığını ve arada fark bulunduğunu iyi hatırlamaktadır. b) Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu akdi “ribâ” diye reddettiği de râvî tarafından kesinlikle ifâde edilen bir husus olmaktadır.
Ribâdır, çünkü ribâ mallarından biri kendi cinsinden bir malla alınıp satılacak olursa başa baş misliyle olur, biri fazla diğeri eksik olamaz. 3720
Mücâhid anlatıyor: “Ben İbn Ömer’le (r.a.) beraberdim. Ona bir kuyumcu gelerek: “Ey Ebû Abdirrahman! Ben altın işliyor ve bunu kendi ağırlığından fazla altınla satıyorum. Böylece ona harcadığım el emeği miktarında fiyatını arttırıyorum” dedi. İbn Ömer (r.a.) onu bu işten yasakladı. Kuyumcu aynı meseleyi tekrar
3716] Müslim, Büyû: 91, h. no: 1591
3717] Buhârî, Büyû’ 81, 77; Müslim, Müsâkat 88, h. no: 1590; Nesâî, Büyû’ 50 h. no: 7, 280-281
3718] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/108
3719] Muvattâ, Büyû’ 28 h. no: 2, 632
3720] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 3/109
FÂİZ/RİBÂ
- 895 -
tekrar söyledi. Her seferinde İbn Ömer (r.a.) onu bu işten yasakladı ve son olarak da şunu söyledi: “Dinar dinarla, dirhem dirhemle satılır. Aralarında fazlalık olamaz. Bu, Peygamberimizin bize vasiyetidir, biz de size vasiyet ediyoruz (tebliğ edip duruyoruz).” (Bu rivâyet Muvattâ’da tam olarak gelmiştir. Nesâî ise sâdece Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sözünü kaydeder.) 3721
Açıklama: Bu rivâyet, altın ve gümüş gibi, kıymet birimi olan maddelerin alışverişi, kendi cinslerinden maddelerle yapıldığı takdirde itibarî değerlerinin nazar-ı itibâra alınmayacağını ifade eder. İtibarî değer, antika eşyalardaki hâtıra değeri, süs eşyasındaki san’at ve işlemeye müteallik el emeği gibi değerlerdir. Söz gelimi bilezik, kolye, küpe gibi altın ve gümüşten mâmul eşyalardaki emek ve işçilikten ileri gelen fiyat artması aynı cinsten parayla alıp satmalarda hesaba katılmayacak demektir. Hesaba katılması için bir başka cinsten para veya eşya ile alınıp satılması gerekir. Buna riâyet edilmeyen alış verişler ribâ sayılır ve haramdır.
Bu prensip ilk nazarda zorluk gibi gözükürse de, büyük bir rahmettir. Zîra itibârî değeri olan antika veya hâtıra eşyalarını taşıyanların vergi yükü hafifletilmiş olmakta, bunların alım satımları vesilesiyle başka mallar da tedâvül imkânı bulmakta ve dolayısıyla piyasa hareketlilik kazanmaktadır. Hele temel gıda maddelerinde buna riâyet, başka hareket ve bereketlere imkân hazırlamaktadır.
Atâ İbn Yesâr anlatıyor: “Muâviye, altın veya gümüşten mâmul bir su kabını, ağırlığından daha fazla bir fiyatla satmıştı. Kendisine Ebu’d-Derdâ (r.a.): “Ben Hz. Peygamber (s.a.s.)’in bu çeşit alışverişi yasakladığını işittim. Rasûlullah (s.a.s.) bunların satışı misline misil olmalı diye emretti” diye itiraz etti. Muâviye: “Ben bunda bir beis görmüyorum” diye cevap verdi. Ebu’d-Derdâ (r.a.) öfkelendi ve: “Muâviye’yi kınamada bana yardım edecek biri yok mu? Ben ona Hz. Peygamber (s.a.s.)’den haber veriyorum o bana şahsî reyinden söz ediyor. Senin bulunduğun diyarda yaşamak bana haram olsun!” diye söylendi. Ebu’d-Derdâ bunun üzerine orayı terkederek Hz. Ömer’in (r.a.) yanına geldi. Durumu olduğu gibi ona anlattı. Hz. Ömer (r.a.) Muâviye’ye bir mektup yazarak bu çeşit satışı (altının altınla satılması), misli misline ve ağırlığına denk olarak yapmasını emretti.”3722 Rivâyette mevzûbahis edilen bu su kabı, altındandır, ancak inci, yâkut ve zeberced cinsinden kıymetli taşlarla işlenmiştir. Muâviye’nin buna 600 dinar para verdiği belirtilir. Sünnete muhalefet mânası taşıdığı için, Ebu’d-Derda fevkalâde üzülmüştür. Zîra şahsî re’yi ile sünneti reddetmek gibi bir davranış İslâm ulemâsını son derece üzen bir vak’adır. Ebu’d Derda’nın Muâviye ‘ye küsmesi makbul küsmelerden sayılmıştır. Ulemâ, bir kimse, bir başkasına sünneti tebliğ ettiği zaman kulak verip itaat etmediği takdirde onu terkedip küsmenin câiz olacağını söylemiştir. Hatta Tebük seferine katılmaktan kaçan Ka’b İbnu Mâlik’le (r.a.) kimsenin konuşmaması için, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) verdiği emir de bu meselede misal olmaktadır. Âlimler, bid’at çıkaran kimsenin terkedilmesi ve kendisiyle konuşulmaması gerektiği hususunda bu vak’ayı delil kılmışlardır. Nitekim İbn Mes’ud, bir cenaze sırasında bir adamın güldüğünü görünce: “Allah’a kasem olsun seninle ebediyyen konuşmayacağım” demiştir. Bu vak’a’nın Ubâde İbn Sâmit’le Muâviye arasında
3721] Muvattâ, Büyû’ 31, h. no: 2, 633; Nesâî, Büyû’ 46, h. no: 7, 278; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 3/109-110
3722] Muvattâ, Büyû’ 33, h. no: 2, 634; Nesâî, Büyû’ 47, h. no: 7, 279
- 896 -
KUR’AN KAVRAMLARI
geçtiğine dair rivâyetler de mevcuttur. İki ayrı hâdise olması da muhtemeldir. 3723
“Ribâ veresiyededir.” Diğer bir rivâyette: “Peşin alışverişlerde (cinsler farklı ise fazlalık sebebiyle) ribâ olmaz.” 3724
Açıklama: Burada Hz. Üsâme’nin (r.a.) bir hadisin son kısmını hatırlayarak rivâyet ettiği açıklanmıştır. Rasûlullah’a (s.a.s.) ayrı cinsten iki şey birbiriyle satılırken birinin diğerine mukabil ağırlıkça fazla olmasının ribâ sayılıp sayılmayacağı soruluyor. Rasûlullah (s.a.s.), bu durumda peşin satıldığı takdirde ribâ olmayacağını ancak veresiye olduğu takdirde fazlalık girecek olursa bunun ribâ olacağını beyan buyuruyor. 3725
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: “Ben dinarla deve satıyor, dinar (altın para) yerine gümüş alıyordum. Bazen da gümüşle (dirhem) satıyor, onun yerine dinar alıyordum. Bu durumu Rasûlullah’a (s.a.s.) arzederek hükmünü sordum. “O andaki (aynı meclisteki) kıymetiyle olunca bunda bir beis yok” buyurdu.” 3726
Ebû Dâvud’un bir rivayetinde şöyle gelmiştir: “...O günün fiyatıyla almanda bir beis yoktur, yeter ki aranızda (henüz ödenmeyen) bir miktar olduğu halde birbirinizden ayrılmış olmayasınız.” 3727
Ma’mer İbnu Abdillah İbni Nâfi’nin (r.a.) anlattığına göre, kölesine, bir sâ buğday vererek pazara yollar ve: “Bunu sat, parasıyla arpa satın al” der. Köle gider. Onu vererek bir sa’dan bir miktar fazla arpa satın alır. Köle dönünce, Ma’mer (r.a.) ona: “Niye böyle yaptın? Çabuk git ve geri ver. Misli misline denk al. Zîra ben, Rasûlullah’ı (s.a.s.) işittim, şöyle diyordu: “Yiyecek, yiyecekle misli misline denk olmalıdır.” O zaman yiyeceğimiz arpa idi. Kendisine: “Ama bu arpa onun misli değildir” dendi ise de: “Ben arpanın buğdaya benzemesinden korkarım” cevabını verdi.” 3728
Açıklama: Görüldüğü üzere arpa ile buğday birbirine yakın iki gıda maddesi olduğu için, bir cins sayarak araya giren fazlalığı fâiz kabul edenler olmuştur. İmam Mâlik bu mânadaki hadislere dayanarak bu iki maddeyi bir cins addeder. Cumhur ise buğday ve arpanın iki ayrı cins olduğunu kabul eder. Aslında burada da buğdayla arpanın bir cins olduğu sarih değildir. Ma’mer (r.a.), takvâsına binâen ihtiyatla hareket etmiştir. 3729
İmam Mâlik’e ulaştığına göre, Süleyman İbn Yesar demiştir ki: “Sa’d İbn Ebî Vakkas’ın merkebinin yemi bitmişti. Kölesine: “Ailene ait buğdaydan bir miktar götür, ona mukabil arpa satın al, sakın mislinden fazla almayasın” dedi. 3730
Ebû Ayyaş’ın -ki ismi Zeyd’dir- anlattığına göre: “Sa’d İbn Ebî Vakkas (r.a.)’a, beyaz buğday mukabilinde kabuksuz arpa satın almanın hükmünü sorar. Sa’d (r.a.) kendisine: “Hangisi daha kıymetli?” diye sorar. Zeyd: “Beyaz buğday” der.
3723] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 3/111-112
3724] Buhârî, Büyû’ 40; Müslim, Büyû’ 102, h. no: 1596; Nesâî, Büyû’ 50, h. no: 7, 281
3725] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınlar, 3/112
3726] Tirmizî, Büyû’ 24, h. no: 1242; Ebû Dâvud, Büyû’ 14, h. no: 3354-3355; Nesâî, Büyû’ 50, h. no: 7, 281-282; İbn Mâce, Ticârât 51, h. no: 2262
3727] Ebû Dâvud, Büyû’ 14, h. no: 3354, 3355
3728] Müslim, Müsâkat 93, h. no: 1592
3729] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 3/113
3730] Muvattâ, Büyû’ 50, 52, h. no: 2, 645
FÂİZ/RİBÂ
- 897 -
Sa’d onu bu işten men eder ve der ki: “Ben Rasûlullah’a (s.a.s.) kuru hurmayı tâze hurma mukabilinde satın alma hakkında sorulduğu zaman işitmiştim. Rasûlullah (s.a.s.) bunu sorana: “Tâze hurma kuruyunca ağırlığını kaybeder mi?” dedi. Adam “evet” cevabını verince, Rasûlullah (s.a.s.) onu bu işten men etmişti.” 3731
Açıklama: Görüldüğü üzere yaş hurma, kuru hurma ile eşit miktarla da olsa, farklı miktarla da olsa, peşin de olsa veresiye de olsa satın alınamadığı gibi, kıymetce birbirinden farklı olan buğday ve arpa da birbiri mukabilinde alınıp satılamaz. Araya bir başka birim meselâ “para” girmelidir. Biri satılır, elde edilen para ile öbüründen satın alınır. Ebu Hanife merhum yasağı veresiye satışa hamlederek ölçek yönüyle eşitlik halinde birbiriyle satışlarını tecviz eder. 3732
Ebû Dâvud’un diğer bir rivayetinde: “Hz. Peygamber (s.a.s.), tâze hurmayı kuru hurma ile veresiye satmayı yasakladı” denir.” 3733
Abdullah İbn Amr İbni’l-Âs’ın (r.a.) anlattığına göre, “Hz. Peygamber (s.a.s.) kendisine bir ordu hazırlamasını emretmiştir. Mevcut develer (askerlere) yetmedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) (devesi olmayanlar için, bilâhere) hazine develerinden ödenmek üzere deve te’min etmesini emretti. (Böylece Abdullah) zekât yoluyla hazineye gelecek develerden iki adedi karşılığında bir deve temin ediyordu.” 3734
Açıklama: Cumhur, aynı cinsten de olsa hayvanın hayvana mukabil veresiye olarak, farklı sayıda satılabileceğini söylemiştir. İmam Mâlik cinslerin farklı olmasını şart koşmuştur. 3735
“İki hayvan veresiye olarak bir hayvana mukabil satılamaz. Peşin satılırsa bunda bir beis yoktur.” 3736
Semûre İbn Cündeb (r.a.) anlatıyor: “Hz. Peygamber (s.a.s.) hayvanın hayvanla veresiye satışını yasaklamıştır.” 3737
Saîd İbnu’l-Müseyyeb derdi ki: “Hayvanda ribâ yoktur. Hz. Peygamber (s.a.s.) hayvan satışını üç hususta yasakladı: el-Mezâmin, el-Melâkih ve Habelu’lhabele.” (Mezâmîn: Dişi devenin karnındaki yavru demektir. Melâkih: Erkek devenin belinde bulunan (ve dişiyi dölleyen) şey demektir. Habelu’l-habele: “Hâmile develerin hâmile kalması) yani, dişi develerin karnındaki ceninin doğuracağı yavrunun satımı. İmam Mâlik, bu tâbirleri, yukarıdaki gibi açıklamıştır. Ancak garib kelimeleri açıklayan lugatçi ve fakihler nezdinde, mezâmîn ve melâkih kelimeleri aksi mânaları ifade etmektedir. 3738
Açıklama: Bu hadis, biri diğerine mukabil karşılıklı satıma konu olan hayvanlar, aynı cinsten de olsa ayrı cinsten de olsa peşin veya veresiye, mutlak olarak
3731] Tirmizî, Büyû: 14, h. no: 1225; Ebû Dâvud, Büyû’ 18, h. no: 3359; Muvattâ, Büyû’ 22, h. no: 2, 624; Nesâî, Büyû’ 36, h. no: 7, 269; İbn Mâce, Ticârât 53, h. no: 2264
3732] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/114-115
3733] Ebû Dâvud, Büyû’ 18, h. no: 3360
3734] Ebû Dâvud, Büyû’ 16, h. no: 3357
3735] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/117
3736] Tirmizî, Büyû’ 21, h. no: 1238; İbn Mâce, Ticârât 56
3737] Tirmizî, Büyû’ 21, h. no: 1237; Ebû Dâvud, Büyû’ 15; Nesâî, Büyû’ 65, h. no: 7, 292; İbn Mâce, Ticârât 56, h. no: 2271
3738] Muvattâ, Büyû’ 63, h. no: 2, 654
- 898 -
KUR’AN KAVRAMLARI
câiz olduğunu beyan etmektedir. Esâsen farklı cinsteki hayvanlar veresiye olarak birbiriyle satılsa ribâ yoktur. Aynı cinsten olmaları hâlinde veresiye satımları İmam Mâlik’e göre câiz olmaz. Şafiî hazretleri yukarıdaki rivayeti esas alarak cevazına hükmeder. 3739
İmam Mâlik’e ulaştığına göre, bir adam İbn Ömer’e (r.a.) gelerek: “Ben birisine bir borç verdim. Bana, bunu daha üstün bir şekilde iâdesini şart koştum” dedi ve hükmünü sordu. İbn Ömer (r.a.): “Bu ribâdır” diye cevap verdi ve şu açıklamada bulundu: “Borç verme işi üç şekilde cereyan eder.
1- Borç vardır, bunu vermekle sâdece Allah’ın rızasını düşünürsün. Karşılığında sana rızâ-yı İlâhî vardır.
2- Borç vardır, bununla arkadaşını memnun etmek istersin.
3- Borç vardır, temiz bir malla pis bir şey almak için bu borcu verirsin. İşte bu ribâdır.”
Adam: Öyleyse bana ne emredersiniz, ey Ebû Abdirrahman? diye sordu. İbn Ömer şu açıklamada bulundu: “Akdi yırtmanı tavsiye ederim. Borçlu verdiğin miktarı aynen iâde ederse alırsın. Verdiğinden daha az iâde eder, sen de alırsan sevap kazanırsın. Eğer sana, daha iyi birşeyi gönül hoşluğu ile verirse, bu sana bir teşekkürdür, böylece teşekkürünü ifade ediyor demektir. Sana ayrıca, ona vâde tanıdığın için sevap vardır.” 3740
Mücâhid’in anlattığına göre, “İbn Ömer (r.a.) bir miktar borç para aldı. Bunu sâhibine daha iyi bir şekilde ödedi. Borç veren adam: “Bu verdiğimden efdaldir (fazladır)” diyerek almak istemedi. İbn Ömer adama: “Biliyorum, ancak için bu şekilde rahat edecek” dedi. 3741
Açıklama: İmam Mâlik, önceden her iki tarafca şart koşulmamak kaydıyla, borçlunun borcunu öderken, içinden gelerek, bir fazlalıkta bulunduğu takdirde bunun fâiz olmayacağını ifade etmiştir. Bunun borçlunun içinden gelmesi, gönül hoşluğu ile vermesi şarttır. Verilen fazlalık şart gereği, âdet icabı, vaad sonucu olursa câiz olmaz. Ayrıca bu fazlalık bir başka eksikliği kapatmamalıdır. Sözgelimi on adet düşük altına mukabil sekiz adet kıymetli altın ödemek veya on adet âdi sikke altın almışken, on adet iyi altın ödemek gibi, bu durum da ribâ sayılır. 3742
Sâlim (r.a.) anlatıyor: “İbn Ömer’e (r.a.) ‘belli bir vâde ile bir başkasında alacağı bulunan adam, parasını daha çabuk alabilmek için bir kısmından vaz geçecek olsa?’ diye sordular. İbn Ömer bunu hoş görmedi ve bu davranışı yasakladı.” 3743
Açıklama: İmam Mâlik ve Ebu Hanîfe vâdeyi kısaltma karşılığında borcun azaltılmasını tecviz etmemişlerdir. İbnu Abbas (r.a.) bunu tecviz eder. Şâfiî’nin her iki görüşe de sâhip olduğu belirtilir. 3744
3739] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/119
3740] Muvattâ, Büyû’ 92, h. no: 2, 681-682; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/120
3741] Muvattâ, Büyû’ 90, h. no: 2, 681
3742] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 3/120-121
3743] Muvattâ, Büyû’ 82, h. no: 2, 672
3744] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/121
FÂİZ/RİBÂ
- 899 -
Ubeyd İbn Ebî Sâlih anlatıyor: “Ben, bilâhere ödenmek üzere Dar-ı Nahle ehline bez sattım. Bir müddet sonra Kûfe’ye gitmek istedim. Borçlular bana gelerek fiyattan biraz inmem hâlinde peşin ödeyeceklerini söylediler. Bunu Zeyd İbnu Sâbit’e sordum. Bana: “Hayır, bu işi yapmana cevaz veremem, bunu (ribâyı) senin yemeni de, (satın alanlara) yedirmeni de emredemem” dedi. 3745
Zeyd İbnu Eslem anlatıyor: “Cenâb-ı Hakk’ın terketmeyenler için harb etmeye izin verdiği ribâ, câhiliye devrinde iki şekilde cereyan ederdi:
1- Bir kimsenin diğer bir kimsede, vâdeli bir alacağı bulunurdu. Vâde dolunca alacaklı: “Ödeyecek misin yoksa fâizlesin mi?” derdi. Borçlu öderse öbürü alırdı. Ödemezse, ölçeklenen, tartılan, ekilen veya sayılan çeşitten ise alacak katlanırdı.
2- Yaşla ölçülen (canlı hayvan gibi) bir mal ise, daha üst mertebeye kaydırılır, vâde de uzatılırdı. İslâm gelince Cenab-ı Hak şu âyeti indirdi: “Ey iman edenler! Allah’tan sakının, inanmışsanız fâizden arta kalan hesaptan vazgeçin. Böyle yapmazsanız, bunun Allah’a ve Peygamberine karşı açılmış bir savaş olduğunu bilin. Eğer tevbe ederseniz sermayeniz sizindir. Böylece haksızlık etmemiş ve haksızlığa uğramamış olursunuz” 3746
“Ribânın en kötüsü, haksız yere müslümanın ırzını (mânevî şahsiyetini) rencide etmektir.” 3747
Açıklama: Ribânın en kötüsü diye tercüme ettiğimiz “erba’rribâ” tâbiri “en çok vebâle sebep olan”, “en ziyade haram olan” gibi mübâlağalı bir mana ifade etmektedir. Burada kötülüğü zihinde tesbit edilmek istenen şey gıybettir. Çünkü ırzı rencide, gıybetle olur. Gıybetin bu kadar kötü olması, kişinin nazarında şerefin maldan daha kıymetli olmasından ileri gelir. Irzla kişinin mânevî şahsiyetinin, sosyal itibar ve şerefinin kastedildiğini bir kere daha hatırlatabiliriz. İbnu’l-Esir, en-Nihaye’de: “Irz, insanın medh ve zemm yeridir. Nefsi de, selefi de (anası babası gibi) veya durumunun taalluk ettiği bir başkası da olabilir” diye tarif ettikten sonra “kişinin nefsini ve hasebini (itibarını) koruyan, onu noksanlaşma ve yaralanmalardan koruyan yönü de dendi” diye açıklar. Peygamberimiz; “Her müslümanın kanı, malı, ırzı bir diğer müslümana haramdır” buyurmuştur. Şu halde, insanın kan ve maldan sonra gelen varlığı, onun ırzını teşkil etmektedir. İnsan ecdâdıyla itibar kazanır, intisab ettiği cemaatle, köy veya şehri veya beldesiyle itibar kazanır, şeref duyar. Şu halde, yukarıdaki tarifteki medh ve zemm yeri tâbiri ile insana itibar getiren, şeref kazandıran her hususun kastedildiğini anlamamız gerekir. Böylece kişiyi dolaylı olarak rencide edici sözlerin daima gıybet hânesine yazılacağını bilmemiz gerekir. Dinimizin insan konusundaki bu hassâsiyeti, ona verdiği yüce değerden kaynaklanır.
Gıybeti kötülemede, onu ribâ ile mukayese etmek de başka incelik. Çünkü dinimizde ribâ en çok kötülenen, kaçınılması husûsunda en çok dikkat çekilen, hassâsiyet gösterilen bir günahtır. Kur’ân-ı Kerim’de “Ribâ (fâiz) yiyen kimselerin kıyâmet günü, kabirlerinden şeytan çarpmış kimselerin kalkışı gibi kalkacakları... Allah’ın ribâ’yı helâl sayan kâfirleri sevmediği” ifade edilir.3748 Şu halde, sadedinde olduğu3745]
Muvattâ, Büyû’ 81, h. no: 2, 671
3746] 2/Bakara, 278-279; Bu rivâyeti Rezîn tahric etti. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/123
3747] Ebû Dâvud, Edeb 40, h. no: 4876
3748] 2/Bakara, 275-276
- 900 -
KUR’AN KAVRAMLARI
muz hadis, gıybetin bu pis günahtan daha pis bir günah olduğunu belirtmektedir. Tîbî der ki: “Rasûlullah ‘ırz’ı, mübâlağa kasdıyla mal cinsine sokmuş ve ribâyı iki çeşit kılmıştır: Bir çeşidi müteârif ribâ’dır yani borçludan, malını fazlasıyla almaktır. Müteârif olmayan ribâ ise kişinin dilini arkadaşının ırzına uzatmasıdır. Hadiste ikinci ribâ birinciden daha kötü ilân edilmiştir.” Gıybetin böyle kötülenmesi İslâm’ın çok ehemmiyet verdiği sosyal dayanışmayı zedeleyici olmasından ileri gelir. Başka çeşit yaraların tedâvisi kolay ise de, mânevî yaraların, sosyal hastalıkların tedâvisi zordur. Çoğu kere mümkün değildir. Üstelik bu, ferdî hukuka girmektedir, affedilmesi, öncelikle gıybeti edilen kimsenin affetmesine bağlıdır. Hâlbuki bazen ırkî, mezhebî, siyasî cemaatî mülâhazalarla kitlelerin gıybeti yapılmakta, böylece hem ümmet birliği ciddî şekilde yaralar alarak günümüzdeki darmadağanıklıkta olduğu gibi gayr-i müslimler karşısında güçsüz duruma düşülmekte; hem de öbür dünyaya büyük veballe gidilmektedir. Gıybete giren ufak bir kelâmla, icabında bir millet, bir hizib, bir aile mensupları toptan rencide edildiği için günahı büyük olmaktadır.
Hadiste geçen istitâle, dil uzatma demektir. Bunun içine rencide edici her çeşit sözün gireceği açıktır. Hadiste yer verilen “haksız yere” tâbirinden âlimler, bazı hallerde gıybetin câiz olacağı hükmünü çıkarmışlardır. Zulme uğrayan, hakkı rencide edilen kimsenin şikâyet etmeye, zâlimin yüzüne zulmünü haykırmaya hakkı vardır. Bu günah olan gıybet değilir. Ehl-i bid’anın, fâsığın kötülükleri, onların şerrinden mü’minleri korumak kasdıyla hallerinin beyânı câizdir yasağa girmez.
Ebû Cuheyfe (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) kan mukabilinde alınan ücretten, köpek semeninden/parasından, fuhuş kazancından men etti. Dövme yapanı, dövme yaptıranı, fâiz yiyeni, fâiz yedireni ve Mûsâvvirleri lânetledi.” 3749
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) ribâyı yiyeni, yedireni, ribâ akdini yazanı, sadakaya (zekâta) engel olanı, dövme yapanı, dövme yaptıranı, hulle yapanı, hulle yaptıranı lânetledi.” 3750
Açıklama: Rasûlullah (s.a.s.), bu hadislerinde, mü’minler ve hatta hayvan ve eşya hakkında bile kullanılmasına cevaz vermediği “lânetleme”nin, kimler hakkında kullanılabileceğinin örneğini vermektedir. Bunlardan ilki, konumuzla ilgili olandır. Rasûlullah’ın lânet ettiği az sayıda insanlar arasına fâizle ilgili muâmelelere girişenler de vardır. Alan-veren, fâizin girdiği akidleri yazan, şâhidlik yapan vs. Rasûlullah diliyle lânetlenmiştir. Ribâ veya fâiz aynı mânâya gelir, lügat olarak artmak, ziyadeleşmek demektir. İslâm dini alışverişte fâizi şiddetle yasaklamıştır. Kur’ân-ı Kerim birçok âyette fâizin haram olduğunu belirtmiş, mü’minlere “fâiz yemeyin” uyarısında bulunmuştur. 3751
“Însanlar dinar ve dirhemlerin peşine düşer, iyne satışı yapar, hayvancılık yapar ve Allah yolunda cihadı terkederlerse, Allah onlara bir belâ indirir ve bu belâyı yeniden dinlerine dönünceye kadar da kaldırmaz.” 3752
“Fâizle malını arttırmaya çalışan hiç kimse yoktur ki, işinin âkıbeti malının azalmasını
3749] Buhârî, Büyû’ 113, 25, Talâk Libas 86, 96; Ebû Dâvud, Büyû’ 65, h. no: 3483
3750] Nesâî, Ziynet 25, hadis no: 8, 147
3751] 3/Âl-i İmrân, 130; 4/Nisâ, 161; 30/Rûm, 39
3752] Ebû Dâvud, Büyû’, 54; Melâhim 10; Ahmed bin Hanbel, II, 42
FÂİZ/RİBÂ
- 901 -
sonuçlandırmasın!” 3753
“Miraç gecesi, bir kavme uğradım ki, karınları evler gibi iri idi. Bu karınların içi yılanlarla dolu idi ve yılanlar dışardan gözüküyorlardı. Ben: ‘Ey Cibril bunlar kimlerdir?’ diye sordum. “Bunlar fâiz yiyenler!” dedi...” 3754
Hz. Ömer (r.a.) anlatıyor: “En son inen ayet, fâizle ilgili olan ayettir. Rasûlullah (s.a.s.) onu bize açıklamadan vefat etti. Öyleyse fâizi de fâiz şüphesi olan muâmeleyi de bırakın.” 3755
“Fâiz yetmiş üç kapı (çeşit)dir.” 3756
Aşağıdaki hadis rivâyeti, mûteber kabul edilen hadis kitaplarında geçmez, büyük ihtimalle uydurmadır, zâten Peygamber üslûbuna benzemeyen bir ifâde söz konusudur ve cezâsı abartılmıştır:
“Fâiz yetmiş çeşit günaha sebeptir. En hafifi, kişinin anasıyla zinâ yapması gibidir.”3757 Hatta kimi rivâyetlerde “kişinin Kâbe’de anasıyla zinâ yapması gibidir” denilir.
Tefsirlerden İktibaslar
“Ribâ/fâiz yiyen kimseler (kabirlerinden), tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali, ‘alış-veriş (ticâret) de fâiz gibidir’ demelerindendir. Oysa ki Allah, ticâreti helâl, fâizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de fâizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah’a kalmıştır (Allah dilerse onu affeder). Kim tekrar fâize dönerse, işte onlar ateş ashâbıdır, orada devamlı kalırlar.Ribâ yoluyla haksız yere mal kazananlar hem dünyada hem âhirette delilikten şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi sersemleyerek kalkarlar. Rastgele ve anlamsız hareketlerde bulunurlar. Bu onların; “Alış veriş de ancak ribâ gibidir.” demelerinden dolayıdır. Oysa Allah alış-verişi helâl, ribâyı ise haram kılmıştır. Artık her kim kendisine Rabbinden ribânın haram olduğuna dair bir öğüt gelir de ribâdan vazgeçerse geçmişteki aldıkları kendisinindir ve işi Allah’a kalmıştır. Samimi bir şekilde tevbe ederse Allah onu bağışlar. O’na ummadığı yerden bol bol rızık verir. Her kim de tekrar ribâya dönerse; işte onlar ateş halkıdır; orada sürekli azap içerisinde kalıcıdırlar.”3758
Ribâ: Aynı cins malların birbirleriyle karşılıklı satış akdinde şart koşulan bir fazlalığın olması veya borç veren kimsenin borç alandan borcun zamanının uzamasından dolayı verdiği para ya da malı fazlasıyla almasıdır. Eğer borçlu ödünç aldığı malı çalışarak arttırmışsa ribâ yiyen, borçlunun emeğinden gasbetmiş olur. Fakat borçlu aldığı malı arttıramamış bilakis daha çok zarar etmişse veya aldığı malı ailesi için harcamışsa, ribâ yiyen bu sefer borçlunun etinden, kanından yemiş olur. Ribânın tüm çeşitleri yasaklanmıştır. Sadaka: Geri iadesi istenmeden karşılıksız olarak bir kimseye malların bir kısımını bağışlamaktır. Karz-ı hasen: Bir kişiye karşılıksız olarak borç vermektir.
3753] Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 17, s. 261
3754] Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 17, s. 260) (Bu rivâyet, bazı âlimlerce eleştirilmiş ve zayıf kabul edilmiştir.
3755] Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 17, s. 261) (Bu rivâyet, zayıftır.)
3756] Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 17, s. 260) (Bu rivâyet de zayıftır)
3757] Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 17, s. 260
3758] 2/Bakara 275
- 902 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: Ribâ: Sözlük anlamıyla ziyâdelenmek, fazlalanmak mânâsına mastar olup, fâiz dediğimiz “artık değer”in ismi olmuştur. Şeriat dilinde, karşılıklı faydaya yönelik bir sözleşmede karşılıksız kalan herhangi bir fazlalık demektir. Ribâ bir muamelede, hem karşılık maksadıyla, hem de karşılıksız suretinde kendini gösteren bir yalancılık, bir çelişkidir. Bundan dolayı bir karşılık gözetme maksadı olmayınca ribâ tasavvur olunamaz. Cinsi ve ölçüsü bir olan şeyler birbirleriyle değiştirildiği zaman ikisi arasında fiyat farkından dolayı bir fazlalık meydana geleceğinden o vakit bir değer artışı gerçekleşir. Yani ribânın ölçüsü hem cins, hem miktar veya birinden biri şeklinde kendini gösterir. Karşılıklı sözleşmenin esası, malı malla terazide tartarak değiştirmek demek olan alışveriştir ki, malın faydasının satışı demek olan kira da bunun kapsamı içindedir. Gerçi satış bazı hallerde sadece kâr anlamı ifade eder. Fakat bu kâr, tek taraflı değil, en az iki taraflı bir sözleşmenin ürünü olduğundan karşılıksız sayılmaz. On kuruşa alınan bir mal on bir kuruşa satıldığı zaman, o bir kuruşa kâr denilir. Ribâ ise bir sözleşme sırasında olur: Bir sözleşmede cinsi ve miktarı birbirine eşit iki mal birbiriyle karşılıklı olarak değiştirildiği zaman bir tarafa bedelsiz bir fazlalık söz konusu oldu mu işte bu bir ribâdır ki, bu bedelsiz fazlalığın aslında karşılığı ödenmemiştir ve karşılığı yoktur. Mesela, birine daha sonra almak üzere borç olarak on lira verdiniz, o sizin verdiğiniz on lirayı harcadı; fakat bir süre sonra, sizin verdiğiniz o on liranın yerine size yine on lira getirip verdi. Verdiği anda da bu iki on lira birbiriyle değiştirilmiş oldu demektir. Bunlar cins ve miktarca tamamen birbirinin karşılığıdır. Fakat o borçlu on yerine mesela on lira on kuruş verirse, bu on kuruş açıktan ve bedelsiz verilmiş bir fazlalıktır. İşte bu âyet nâzil olduğu zaman böyle altın veya gümüş nakit borçlanmalar ile ribâ, câhiliyet devri Arapları arasında bilinen bir şeydi. Hatta zenginlerinin genellikle yediği içtiği hep ribâ demekti; biri öbürüne altın veya gümüş, belli bir para borç verirdi, aralarında kararlaştırdıkları vâdeye göre, geçen süre için belli bir miktar da fazladan ödeme yapılacağını önceden şart koşarlardı. Bu âyet indiği zaman aralarında en yaygın olan ribâ bu idi. Herhangi bir borçta vâde geldiği zaman borçlu borcunu ödeyemeyecekse alacaklısına, “veremeyeceğim, irbâ et” yani “arttır” derdi, yine bir miktar daha ribâ eklenir ve böylece her vâde yenilendikçe borcun miktarı da artardı ve arta arta anaparanın bir veya birkaç mislini bulurdu. Borcun aslına anapara anlamına gelen “ra’sü’l-mal” ve ona eklenen fazlalıklara da “ribâ” adı verilirdi. Her vâde yenilenişinde eklenecek ribânın yalnızca anapara üzerine veya birikmiş fâizlerle birlikte anaparanın toplamı üzerine konularak tartıya dâhil edilirdi ki, zamanımızın deyimi ile birincisi basit fâiz, ikincisi mürekkep fâiz demektir. Böylece ribânın anaparaya eklenip katlanması mürekkep fâizde daha hızlı olmakla beraber, fâizin her iki şeklinde de meydana gelmesi söz konusudur. İş ve ekonomi dünyasında bu gün yürürlükte olan fâiz işlemleri de öz bakımından câhiliyet devrinde cari olan fâiz geleneğinden farklı bir şey değildir. Zaman zaman fâiz miktarlarının ve işlemlerinin çoğalıp azalması da bunun niteliğini değiştirmez. İşte Araplar arasında geleneksel ribâ, tam anlamıyla zamanımızda nakit paralara ait fâizin veya nema denilen fazlanın kendisidir. Bunun “karz-ı hasen” denilen “karşılıksız borç” dışındaki bütün borçlanmalarda uygulaması da işte böyledir. Şüphe yok ki, işin aslına göre ve lügattaki anlamına göre, bunun en uygun adı “ribâ”dır. Ziyadelik, mutlaka bir artık değer, bir fazlalık anlamına gelir; buna “fâiz” veya “nema” adı vermek “alışveriş de ribâ gibidir” iddiasında görüldüğü gibi, ticarete benzetilerek verilen yalan ve uydurma bir
FÂİZ/RİBÂ
- 903 -
isimdir.
Ribânın nakit paralarda ifade ettiği bu fazlalık, anlam bakımından şeriatte diğer mallara ve “nesie” adı verilen vâdeli satışlara da uygulanmıştır. Nitekim “Nesiedeki de kesinlikle ribâdır.” hadis-i şerifi uyarınca soyut sarraflık işlemleri deveresiye esasına dayanan vâde farkları da başlı başına birer ribâdır. Bunun gibi “Aynı cins ve kalitedeki buğdaya karşılık, aynı cins ve kalitede buğday alınabilir, fazlası ribâdır. Aynı cins ve kalitedeki arpaya karşılık, aynı cins ve kalitede arpa alınabilir, fazlası ribâdır...” diye buğdayı, arpayı, hurmayı, tuzu, altını ve gümüşü, hâsılı altı ayrı şeyi aynı şekilde tek tek sayan meşhur hadis-i şerifte hem “yeden biyedin” yani peşin olarak elden, hem de “mislen bimislin” değer ve kalite bakımından eşiti ve eşdeğeri olarak tam karşılığı demek olduğu halde; peşin olmadığı takdirde gerçekleşecek olan yani sırf veresiye olmaktan dolayı söz konusu olan fazlalığın bu hadisin hükmünün kapsamı içinde olduğunda görüş birliği vardır. Bununla beraber bu hadiste ribânın altın ve gümüş gibi nakitler dışında kalan şeylerde dahi nasıl gerçekleşeceği gösterilmiştir ki, bunlar o günkü geleneksel anlayışta ribâ sayılan şeylerden değildi. Bundan dolayı ribâ kelimesi, geleneksel anlamı dışına çıkarılarak daha geniş kapsamlı bir şer’î deyim olmuştur. Bunun böyle olduğu şununla da desteklenmiştir ve kuvvet kazanmıştır ki, Hz. Ömer el-Faruk (r.a.): “Ribânın gizli, kapalı olmayan birtakım bölümleri vardır ki, onlardan birisi de hayvan alış verişlerindeki selemdir.” buyurmuştur. Selem peşin para ile veresiye mal alma, malı ucuza kapatma olduğuna göre; Hz. Ömer’in bu sözünden de anlaşılacağı gibi, ribânın birtakım gizli yolları ve şekilleri de olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim lügatte ve örfte ribâ adı verilmeyen ve günümüzde dahi fâiz kapsamı içine girmeyen bu çeşit hayvan alışverişlerindeki işlemin açıkça ribâ sayılması gerektiğini kesin bir dille belirtmiştir. “Ahkâm-ı Kur’ân”da açıklandığı üzere yine Hz. Ömer (r.a.) demiştir ki: “Ribâ âyeti, Kur’ân’ın en son nâzil olan âyetlerindendir. Hz. Peygamber (s.a.s.), bunu bize bütün yönleriyle açıklamadan göçtü. Bundan dolayı ribâyı ve rîbeyi bırakınız yani mevcut açıklamalara göre ribâ olduğu iyice bilinen şeyleri bıraktığınız gibi, ribâ reybi, ribâ şüphesi bulunanları da bırakınız.
Bundan dolayıdır ki, İslâm’da “Helâl olan şeyler apaçık, haram olan şeyler de apaçıktır ve ikisi arasında birtakım şüpheli şeyler de vardır, iyice şüpheden kurtuluncaya kadar, sana şüpheli gelenleri de bırak.” hadis-i şerifi gereğince, genel olarak şüpheli şeylerden uzaklaşmak mendup olduğu ve takva sayıldığı halde, özellikle ribâ şüphesi bulunan şeylerden kaçınmak vacip cinsinden bir görev olmuştur. Bundan dolayı fıkıh ilminde “ribâ şüphesi ribâdır, zira ribâ konusunda şüphe geçerlidir” diye bir kural vardır. Müslümanların bunları bilmesi gerekir. Yukarıda sözü edilen ve altı şeyden örnek göstererek ribâyı açıklayan hadis-i şerifiyle bu konuda mevcut diğer hadislerin ve âyetlerin verilerinden elde edilen bilgilere dayanarak Hanefî mezhebi imamlarının çıkardığı sonuçlara göre; gerek nakitlerde, gerek diğer mallarda ribânın sebebi ve ölçü birimi iki şeydir: cins ve miktar. Fakat Şafiî fakihleri nakitler dışındakilere bir “ta’m” denilen “yeme” anlamını, Malikîler “kût” mânâsını ilâve etmişlerdir.
Ribâ ile ilgili hükümler, Peygamberlik yıllarının sonuna doğru ve Mekke’nin fethi sıralarında nâzil olmuştur. Ve hatta halka duyurulması ile ilk uygulaması da Vedâ Haccı’na rastlamıştır. Bu sıralarda da “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’a razı oldum.”
- 904 -
KUR’AN KAVRAMLARI
3759 âyeti gereğince İslâm dininin ikmal dönemleri yaşanıyordu. Önce Âl-i İmrân Sûresi’ndeki “Ey iman edenler kat kat katlanmış olarak fâiz yemeyin!” 3760 âyeti, sonra da işte bu âyetler nâzil oldu. Bu bize gösterir ki, ribânın ortadan kaldırılması bir tekâmülü ve gelişmişliği hedef tutmaktadır. Sistem olarak fâizin yer aldığı bir toplum düzeni, henüz tam anlamıyla istenen düzeyde mükemmel hale gelmemiş demektir ve mükemmel bir toplum düzeni ortaya koyamayan millet ve kavimlerden de ribâ kalkmayacaktır. Dine ve inanca bağlı ahlâkları yükselmemiş, sosyal yardımlaşma ve dayanışması sadece sözde kalmış, sosyal yapıları kuvvet ve tahakkümden kurtulup kardeşliğe varamamış olan toplumlar ribâdan kurtulamazlar, kurtulmadıkça da gerçekten Allah rızası olan ahlâk olgunluğunu ve sosyal düzen sağlamlığını bulamazlar, kamu yararı ile kişisel çıkarların çatışmasını ortadan kaldıramazlar. Herhangi bir toplumda fâizsiz yaşanamayacağı inancı yayılmaya ve fâizin meşru olduğuna çareler aranmaya başladı mı, orada çöküntü ve çözülme başgöstermiş ve câhiliyet devrine doğru dönüş başlamıştır. “Zarûretler mahzurluyu mubah kılar.” kuralınca zaruretler, mubah görme kapısını açar. Bugünkü insan toplumlarının ribâ devrinden kurtulabilmesi, ciddi ve sağlam bir toplum düzeni kurmalarına bağlıdır. Fakirlik azalıp sosyal yapıdaki düzelme ilerledikçe fâizler kendiliğinden düşecek ve bir gün gelip ortadan kalkacaktır. Fakat fâiz devam ettikçe de servetler tekelleşmeden kurtulmayacak ve fakirlik azalmayacaktır. Genel bakış açısından bakıldığında günümüz dünyasında fâizin ortadan kaldırılması bir ideal olarak düşünülmeye başlanmış ise de, doğrusu hâl-i hazırdaki eğilimler henüz tamamıyla ortadan kaldırılması değil, aşağı çekilmesi konusunda yoğunlaşmaktadır. İşte bütün dünyanın henüz gerçekleştiremediği bu ideoloji, Allah tarafından İslâmî toplum düzeninde gerçekleşmişti. Bu sûretle Kur’ân ve İslâm dini, hal-i hazırdaki bütün beşeriyete dahi en yüksek bir tekâmülün ilhamını sunacak bir aydınlık kitap, bir ilâhî kanundur.
Toplumun iktisat düzenini güven altına almak için, hayır yolunda infakı genelleştiren toplumlar fakirliği ortadan kaldırmayı en önemli hedef kabul ederler. Bunun aksine mal bölüşümünde ribâ usullerini revaçta tutan toplumlar da servette tekelleşme ile fakirliğin yaygınlaşmasını hedef tutarlar. Fâizci, borç verip ribâ alabilmek için daima bir muhtaç gözetir. Ve her ribâ bir bedel verilmeden alınan açık bir fazlalık olduğu için, ihtiyaç sahibinin ihtiyacını hafifletecek yerde onun emeğini ve üretimini karşılıksız gasp eder, dolayısıyla borç yükünü daha da ağırlaştırır ve gerçekte o toplum ribâcılara çalışmış olur. Fakir fukara kısmı ne kadar dürüst ve faziletli olursa olsun o toplumun dışına itilmiş ve yabancı durumuna sokulmuş olur. Bu da o toplumu durmadan ihtilâllere sürükler. Meşrû olmayan art düşünceli maksatlardan doğan ihtilâl fikirleri ile fıtrî sebeplere dayanan ihtilâl arasında ise çok büyük farklar vardır. İlâhî rahmet, zenginlerle fakirlerin yaratılış sofrasından samimi bir yardımlaşmayla nimetlenmelerini gerektirirken, bunun aksine hareket eden ve karşılarında fakirlik olmadan nimete eremeyeceğini sanan toplumlar, hiçbir zaman ızdıraptan ve ihtilâl sancıları çekmekten kurtulamazlar. Böyle mal bölüşümünde ribâyı alışkanlık haline getiren toplumun fertleri için ribâ, tiryakilerin afyonu gibi hasret duyulan bir ihtiyaç halini alır. O zaman gerçekten faziletli sermaye sahiplerinin de bundan sakınmaları zorlaşır. Hepsi ister istemez bu çarkın dişleri arasında ezilir gider. O zaman
3759] 5/Mâide, 3
3760] 3/Âl-i İmrân, 130
FÂİZ/RİBÂ
- 905 -
bu zorluğu göğüsleyip de çevresindekilere biraz nefes aldırabilen büyükler işte yukarıda açıklanan “Onlar için Rabbleri katında ecir vardır, onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar.” âyetinin verdiği müjdeye nâil olurlar. Ribâcılar ise ebedî bir ihtilâl sarasının çırpınışları içinde kıvranır dururlar.
İşte Hak Teâlâ bunların bu hallerini açıklamak üzere buyuruyor ki: “fâiz yiyenler” yani fâizcilik yapan ve böylece servet elde ediyoruz diye muhtaçların kazançlarını ellerinden alan ve üretimin hedefini kamu yararından kişi çıkarlarına doğru kaydıran, gerçekte ise üretimden ziyade tüketime hizmet eden velhasıl hayır yoluna infak amacının tamamen zıddına gidenler, saradan, cinnetten kalkamazlar, ancak kıyamet gününde şeytan çarpmış sâralı veya deli gibi perişanlık içinde kalkarlar. Esasen dokunmak demek olan “mess” Arap dilinde “delirmek” anlamına da gelir, mecnûna ve saralıya “memsûs” yani dokunulmuş, çarpılmış denilir. Bunlar anlaşılmaz gizli sebeplerden ileri gelen fena hastalıklar olduğu için cinlere ve şeytana nisbet edilerek “cin tutmuş”, “şeytan çarpmış” denilegeldiği de herkesçe bilinen bir şeydir. Bunların böylece şeytana nisbet edilmesi hakikat mı, mecaz mı olduğu meselesi ayrıca tartışma konusu yapılmış ise de, burada asıl mânâ aşikârdır ki, fenalığın dehşetini ve gizli sebeplere dayandığını göstermektir. Bunlar ribâ ile emek ve iş sahiplerinin çalışmalarının ürünü olan şeyi alıp, onunla geçindiklerinden tembellik içinde yatar, rahat ve hızlı bir şekilde uyanamazlar, hemen kalkamazlar; pekçoğu yataklarında şeytan çarpmış gibi saatlerce gerneşerek, ağzını, yüzünü buruşturarak, sendeleye sendeleye kalkarlar. Bütün hayatları ribâ düşüncesi ile ve onun dedikodusu ile geçer, düştükleri zaman da bellerini doğrultamazlar. Fakat asıl mesele bu değil, bunlar karınlarını ribâ ile doldurduklarından dolayı bir hadis-i şerifte de beyan buyurulduğu üzere, kabirlerinden kalkarken genellikle saralı veya deli halinde kalkacaklar ve bu hal onların belirgin özellikleri olacaktır. Mîrac gecesinde Rasûlullah, ribâcıları bu âyetin tasvir ettiği şekilde görmüş, bunlar kimdir diye sorduğu zaman da Cebrail bu âyeti okumuştur.
O ceza esasen şu sebeptendir ki, bunlar alış-veriş de başka birşey değil, ancak ve ancak ribânın bir benzeridir. O da ribâya benzer, o da ribânın bir bölümüdür diye inandılar. Alışveriş ile ribânın hakikatteki farklarına rağmen, ayrı ayrı özellik taşıyan iki şeyi aynı şeymiş gibi kıyaslayıp aynı işleme tâbi tuttuklarından başka, bununla da yetinmeyip ribâyı asıl, alışverişi de ona benzer bir ayrıntı yerine koydular. Sanki alışverişin de ribânın akıntısına kapılması gerekirmiş, onun izinde olması icap edermiş gibi bir düşünceden hareket eylediler. İşte fenalığın başı, ribâyı alışverişe benzetmeleri ve böyle bir kıyas ile ikisini aynı şeymiş gibi saymaları, daha önemlisi bu teşbih-i kalb veya teşbih-i maklûb ile ribâyı asıl ve temel kabul edip alışverişi de onun bir ayrıntısı yerine koymalarıdır. Sadece “ribâ alışveriş gibi değil”, bilakis “alışveriş ribâ gibidir” demeleri ve böyle bir mantık oyunu ile ribâyı alışverişe bir esas, bir temel imiş gibi gösterip helâl saymaları sebep olmuştur ki, bunlar bir taraftan alışveriş ile ribânın farkını kaldırmak iddiasında bulunur, diğer taraftan bu farkı tersine çevirip, tersyüz edip ortaya koyarlar. Tefsir âlimleri bu benzetmenin “teşbih-i maklûb” veya “teşbîh-i ma’kûs” olması hakkında biraz ihtiyatlı davranmışlar ve idare-i kelâm etmişler, fakat âyetin dış görünüşü bakımından “teşbîh-i ma’kûs” suretiyle bir kıyas-ı ma’kûs olmasını tercih etmişlerdir ki birine göre yani teşbih-i maklûb olduğuna göre, ribânın mübalağa yoluyla asılmış gibi abartıldığı, diğerine göre de asıl iddia edildiği anlaşılır.
- 906 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Nakitlerin, her çeşit malın hızlı bir şekilde değişim aracı olması, alışveriş ve değişimin tekrarlanması ve sürüp gitmesi de sonuçta malların bir kâr ve nemâ (artma) sebebi olması itibarıyla; nakitler durduğu yerde bilfiil nemâ yapmasa da takdiren bilkuvve nemâya sebep sayılır. Bu şeriat açısından da böyledir. Bu bahane ile ribâcılar birine bir para verdikleri zaman verdikleri paranın bilfiil olmayan nazarî nemâsını zihnen hesaba katıp, hayal edilen nazarî menfaatini karşılık göstererek, onun yerine fâiz denilen bir kesinleşmiş fazlalığı alırlar. Aslında mesele yine mal değişimi meselesidir. Fakat gerçekte karşılığın birisi var, diğeri ise hayalî olarak var gibi görünmektedir. Yani alınan fâiz görünür, bilinir, belli bir maldır, bir değerdir; fakat onun karşılığı farzedilen şey ise ne görülür, ne bilinir, ne de elle tutulur bir şeydir, sadece çeşitli ihtimaller içinde gezip dolaşan bir hayaldir, şöyle olabilirdi, böyle olabilirdi gibilerden bir hayalî kuvvettir, bir vehimdir. Hayal ise hakikate dönüştüğü zaman bir hiçtir. Hayalin hakikat ile değiş tokuşu da bir hayal değiş tokuşundan başka bir şey değildir. Alışveriş ise gerçek anlamda bir değiş tokuştur. Gerçeğin gereği de hayale hayal, hakikate hakikat hükmünü vermektir. Ribâcı hak gözetmediğinden, bu hayalî değişimi, bir gerçek değişim olan alışverişe benzeterek karşısındakine “Ribâ da alışveriş gibidir, ben bu fâizi karşılıksız almıyorum, alışveriş gibi bir değişim yoluyla alıyorum.” diye gösterir ve bunu malın kendisinin değil de faydasının satışı demek olan kira akdi gibi bir şey olarak tanıtmak ister. Oysa kirada fayda ortada ve gerçek ribâda ise nazarî olarak hayalde ve vehimde vardır.
Ribâcının değişim iddiası, altınların şıngırtısını altınla satmaktan daha hayalî bir değişimdir. Ribâcı altınlarına şöyle bir bakar, “Ben bunları tedavüle çıkarsam da herhangi bir alışveriş etsem, neler neler kazanmazdım. İşte şu on lirayı bütün bu faydalarıyla sana veriyorum. Haydi bu kazançları şu kadar sürede sen kazan da süre sonunda bu on liramı ve sağladığı faydalardan da şu kadarını toplam olarak geri bana ver.” der. Ayrıca “Bak, ben sana ne kadar iyilik ettim.” diyerek bir de minnet yükletir. O zavallı fakir de belki kazanırım ümidiyle o parayı o şartlarla alır, kazanabilirse zaten kazancını fâizciye verir. Kazanamazsa da mahvolur gider. Bununla beraber ribâcılar, “ribâ alışveriş gibidir” demekle kalmış olsalar, hakikate karşı büyük iftira anlamı taşıyan bu sözleri ve bu ruh halleri toplum için yine de nisbeten ehven-i şer (ehven şer) olurdu. Çünkü o zaman alışverişin esas olduğunu kabul ve itiraf etmiş olacaklarından fâiz işlemlerini mümkün olduğu kadar gerçek değişime yaklaştırmaya çalışırlardı. O zaman bütün ticarî işlemlerde ribâ hâkim olmaz, fâizsiz, sağlam ve gerçek anlamda kâr esasına dayalı ticaret de yapılabilirdi. Emek ve üretim sahipleri o kadar zarar görmez, servetler de sürekli olarak sermaye sahipleri lehine (çıkarına) birikip durmazdı. Hâlbuki ribâcılar kendi zihniyetlerinde “ribâ alışveriş gibidir” demekle kalmazlar. Onlar şu kanaattedirler: “Ticarî işlemlerde ve her türlü girişimde asıl maksat, kamu yararı değildir; en az emekle ve en az zahmetle çok kazanç sağlamaktır. Bol kazanç elde etmenin en rahat, en kısa yolu da fâizciliktir. Fâizde kâr muhakkak ve kuvvetli; ticarette ise riskli, zayıf ve vehim yani varsayımdır. Alışveriş gibi değişik sözleşmelerin çeşitli çaba ve zahmetlerin arkasından gelecek olan kâr ile tek sözleşmeyle ve bir hamlede elde edilecek kâr arasındaki fark çok açıktır. Sonra gerçek değeri ve faydası olan malların değişiminden çıkacak kârda fazla bir fevkalâdelik yoktur; çünkü o kâr, o uğurda verilmiş zahmetlerin normal bir karşılığıdır. İnsan hayalî bir şeyi, gerçeğe çevirdiği zamandır ki ciddi bir kâr elde etmiş olur. Alışveriş kapsamı içine giren bütün işlemler, hep kazanç ve kâr elde etmek
FÂİZ/RİBÂ
- 907 -
için araçlardır. Alışveriş yalnızca kazanç ve kâr içindir. Tüccarlık kamu yararına hizmet değil, kamu yararını kendine çekmektir.
Özetle, alışverişin asıl özü değişim ile onun bedeline sahip olmak demek değildir yalnızca kazanç ve kâr elde etmektir. Bundan dolayı da ticaretin özü alışveriş değil kârdır. Hâlis kâr ise ribâdır. Bu anlamda ribâ alışverişe benzer değildir, ancak alışveriş ribâya benzemektedir. “Alışveriş de ribâ gibidir.” formülüne göre; alışveriş helâl ise, ribâ öncelikle helâl olmalıdır derler. Ve hiçbir üretim yapmadan paralarını durmadan arttırmak isterler. Bunun için paranın sağladığı fayda derken yalnızca ribâyı düşünürler. Paralarının getireceği fâizi düşünmeden hiçbir işe girişmezler. Fâiz kalkarsa ticaret durur derler. Kendilerini tüccarların en büyüğü sayarlar. Fâiz işine bulaşmadan ticaret yapanlara tüccar bile demezler. Hâlbuki tüccarı yaşatan fâizciler değil, fâizcileri yaşatanlar tüccarlardır.
Fâiz düşünmeyen bir kimse, meselâ yüzde beş kârla işe girişmek isterse ribâcılar, yüzde on ile bile iş tutmaya râzı olmazlar, fakat başkalarını iflâs ettirmek ve fâiz piyasasını yükseltmek için türlü türlü entrikalar çevirerek bir süre için zarara bile katlanırlar. Bir kere ticarî işlemlerin aslı esası fâizdir şeklinde karar verildimi, artık ribâ bütün alışverişe hâkim olur. Ribâya benzetilmeden, fâiz hesabı karıştırılmadan hiçbir alışveriş yapılamaz. Esas hedef olan mallar ile onu elde etmeye araç olan para arasındaki denge, araya giren ribâ ile, malların aleyhine ve paranın lehine bozulmaya başlar. Emek ve çalışmanın karşılığı, fâiz kanallarından ribâcıların ellerinde toplanır, derece derece ve gitgide servet tekelleşmeye başlar, lüks ve zararlı tüketim meydanı alır, sermaye sahipleri lehine tüketim önem kazanır. Bizzat üreticiler hesabına üretimin değeri düşer, aracılar da bu ikisi arasında durmadan bocalar durur. Bakarsınız hem mal vardır, hem de sermaye, bununla beraber ihtiraslar ve kıvranmalar arttıkça artmıştır. Toklar azalmış, açlar çoğalmış, gülenler eksilmiş, ağlayanlar artmıştır. Dünyalar kadar mal yığılı olsa, parası olmayan yine fakirdir. Derken çalışan ve üretime katkıda bulunan emek sahipleri ile, sermaye sahipleri arasında kin ve öfke başlar. Bir taraftan sermaye sıkıntısı çeken üreticilerde paranın değişim aracı olması aleyhine fikirler ve duygular gelişmeye başlar ve onlar malların, parasız ve aracısız değişimini arzu etmeye başlarlar. Öbür taraftan da para kaynaklarını ellerinde tutanlar, bütün imkânlarını kullanarak bunları ve bütün ekonomik hayatı kontrol altına almaya, bunları saf dışı etmeye veya esaret altına almaya çalışırlar. Gitgide sermayeden de, üretimden de yoksun olan işsizler çoğalır. Bunlarda da bir yağmacılık hissi uyanır. Dışardan bakıldığı zaman mutlu ve muhteşem sanılan bir toplum, oysa artık içinden çürümüş ve kurtlanmıştır. Sükûn içinde kımıldanmak ihtimali bile yok gibi görünen kesimler, ruhlarındaki acının telaşı ile artık patlamaya hazır hale gelmiştir. Şeytanlar da bundan istifade etmeye kalkışırlar.
Bütün bu fenalıklara sebep olan ribâcıları, korkunç bir cinnetin sarsıntısı sarar da bütün gerçekleri hayal, bütün emelleri altüst olur. Bu sâra onlara da dedikleri zaman zihinlerine gizlenen cinnet eserinin bir anlamda dışa vurması demek olacaktır ki, küçük veya orta kıyamette olmasa da büyük kıyâmette mutlaka bu cezayı göreceklerdir. İnançlarını düzeltip tevbe etmedikçe bu kötü sondan kurtuluş yoktur. Kur’ân’ın belağatı, ne kadar hayret verici bir şeydir ki, bir tahsis ve hasr edatı altında bir teşbîh-i ma’kûs ifade eden veciz cümlesi içinde bu kadar çok mânâyı özetlemiş ve halkın ihtiyacını karşılamış, iyilik ve takva yolunda yardımlaşmak için kapsamlı ve meşru olan bütün değişim usullerini ve
- 908 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ticarî ilişkileri ribânın tekeline vermek ve bununla ilgili olarak bütün hukukî ve sosyal düzeni, normal mecrasından hayra ve halka hizmet hedefinden çevirmek ve çalışanların, üretenlerin ve tüketenlerin emek ve işgücünü, şahsî ihtiraslarına hizmetçi kılmak ve gerçekleri hayale dönüştürmek isteyen ribâcıların bir nevi cinnet anlamı taşıyan bütün ruh hallerini gösterivermiştir.
Evet ribâcılar demekte ve bu kanaatla hareket etmektedirler, hâlbuki Allah, alışverişi helâl, ribâyı haram kıldı. Bunlar birbirine benzer şeyler değil, tamamen zıttırlar. İlâhî nassın hükmü böyle iken aralarındaki fark nasıl olur da görmezlikten gelinir ve aksine ortaya konulan bir bâtıl benzetme ile alışverişi ribâya veya ribâyı alışverişe kıyas etmeye kalkılır. Bunları birbirine karıştırıp haramı helâl, helâlı haram yapmaya kimsenin hakkı yoktur. Allah, birbirinin zıddı olan yalan ile doğruyu, hayal ile hakikatı nasıl ayırmış ve bu farklılığı kaldırmak yetkisini hiçbir kimseye nasıl vermemiş ise gerçek ve sağlıklı bir değişim olan alışveriş ile yalan ve vehim ürünü bir değişim olan ribânın birbirine zıt olduğunu ortadan kaldırmaya, haramlığını ve helâllığını karıştırmaya kalkışmak da böyledir. Birbirinin zıddı olan nur ile karanlığı birbirinin aynı saymak nasıl bir cinnet ise, ribâ ile alışverişi benzer şeyler saymak da öyledir.
Akıl ve idrâkleri olgunluğa ulaşmamış ve henüz ilâhî irşad kendilerine ulaşmamış bulunanlar haydi neyse, fakat böyle açık seçik rabbanî uyarıların gelişinden sonra da bu sevdâdan vazgeçmeyip böyle bâtıl duygu ve düşüncelerde ısrar edenlerin, âhiretteki halleri şeytan çarpmış deli ve saralı gibi olmaz da ne olur? Bundan dolayı kendisine Rabbinden böyle bir öğüt, bir nasihat ve uyarı gelip de derhal ribâcılıktan vazgeçen her kim olursa olsun geçmişte kalan ribâ artık onun kendisinindir. O fesh olunmaz, geri alınmaya da kalkışılmaz, hüküm öncesine şâmil olmaz ve değildir. Ve onun hükmü sırf Allah’a kalmıştır. Şimdiki halde ilâhî emri dinlediğinden dolayı, artık ihlâs ve nedâmet derecesine göre, Allah ona ecir verir; geçmiştekileri de dilerse bağışlar, dilerse bağışlamaz, onu ancak O bilir. Şu kadar var ki, tevbe hakkındaki vaadine bakılırsa, o kulun affedilme ümidi fazladır. Her kim dönerse yani eskiye döner de yine ribâyı helâl görmeye başlarsa işte onlar ateş yani cehennem ehli ve ashâbıdırlar. Cehenneme gönderilirler ve orada ebediyyen kalırlar.
Bu Kur’ân âyeti, ribânın niteliği ile kâr gözeten alışverişin niteliğini öylesine kesin bir şekilde ayırmış ve ikisi arasındaki farkı ve tezadı öylesine tesbit etmiştir ki, bu karşılıklı ayırım kelimesindeki “elif lâm”ı ahd-ı hâricîye hamledip, ribânın “kat kat ve katmerli” yani mürekkep olan bir tek çeşidine âitmiş gibi göstermeye imkân bırakmamıştır. Bundan dolayı “ribâ” kavramı ile “alışveriş” kavramı iyice anlaşıldıktan sonra bunları birbirine karıştırmaya imkân yoktur. Allah katında alışveriş, “alışveriş” olduğu için helâl; ribâ da “ribâ” olduğu için haramdır. Kendisine ribâ karıştırılarak yapılmış olan alışverişlere gelince, bunların da temiz ile pisin karışmasından çıkacak olan belli hükme bağlı olacağı bilinmektedir. Midesi temiz olanlar, bir damla pislik karışmış olan suyu nasıl içemezlerse işte bu da öyledir. Nitekim bir hadis-i şerife göre: “Haram ile helâl birleşince haram öne geçer” kuralı bunu bildirmektedir. Ribâ haram ve bâtıl olunca, ribâ ve benzeri pislikler karışan alışveriş de fâsit olur ki, bunun ayrıntıları ve açıklaması fıkıh ilminin konusuna girer. Yukarıda görüldüğü üzere, şeriat açısından ribâ kavramı oldukça genel bir kavramdır. Bunu mümkün olduğu kadar Hz. Peygamber’in açıklamalarından anlamak ve ayrıntılarını onun hadislerinden çıkarmak gerekir. Ancak
FÂİZ/RİBÂ
- 909 -
geleneklerde ve dilde yaşayan ve bilinen bir ribâ örneği vardır ki, o da nakit paralarda kendini gösteren fâizdir ve bunun âyetteki ribâ kavramının içinde yer aldığı her türlü şüpheden uzaktır. Âyetin bunun dışındakiler hakkında genel ve mücmel şer’î anlamı ve delaleti, başlıcaları ismen zikredilen ve yukarıda geçen meşhur “eşyâ-yı sitte” (altı şey) hadisi ile ve bir de “Nesiede de ribâ vardır.” hadis-i şerifi ile tefsir edilmek gerekirse de belli bir vâdeye bağlı olarak verilen nakit borçtan dolayı alınan meşhur fâizin haram olduğu, bizzat âyetin kesin hükmünden çıkan bir sonuçtur. Şu halde gerek âyette geçen uyarı ve gerek ribâcılara Allah’ın savaş ilan ettiği şeklindeki tehditler topluca göz önüne getirildiği zaman, hiçbir mü’minin şüphe etmemesi gerekir ki, toplum düzeninin iyiliğini ve mutluluğunu gözetecek yerde onu gözardı edenler, Kur’ân’ın bu kesin açıklamalarına rağmen ribâ için cevaz yolları aramaya kalkışırlarsa, bunda toplum için, toplumun geleceği için büyük faydaların değil, büyük zararların ve tehlikelerin mevcut olduğunu hesaba katmamış olurlar. Çünkü ribâda toplum için büyük zarar vardır. Ancak konuya kişisel açıdan yaklaşıldığı zaman, herhangi bir ferdin toplumdaki gidişatı tek başına durdurmaya veya o gidişatın yönünü değiştirmeye gücü yeteceği iddia edilemiyeceğinden bazı hallerde ve bazı kimseler için bunun “Kim başkasının elindekine saldırmaksızın ve haddi aşmaksızın mecbur kalır da yerse...” 3761 âyetinin hükmüne göre, zarûret halinde ölmüş hayvanın etinden yeme cinsinden bir hükme tâbi olabileceği söz konusu olmuş ve bunun için bir vakitler yetim, dul ve kimsesizler için ve onlara benzeyen sakat ve yatalaklar gibi muztar durumda bulunanlar için, “hîleyi şer’iyye” adı verilen “devir” usûlüne göre çare bulunduğu sanılmış idi ki, bu da herhangi bir sû-i isti'mal ve kötü niyet söz konusu olmaksızın, denilebilir ki, özden ziyade bir şekil işidir. Böyle bir zarûret durumuna düşmek kimse için temenni edilecek bir şey değildir. Ancak şu da çok iyi bilinmelidir ki, ribâ hastalığı, ferdî bir dert olmaktan çok sosyal bir dert, toplumsal bir hastalıktır. Bundan dolayı sosyal yardımlaşma ve dayanışması pek kısır olan gelişmemiş toplumlarda hızla yayılır ve toplumu etkisi altına alır. Gelişmeye doğru güvenli adımlarla yürüyen toplumlarda bunun tam tersi meydana gelir ki, İslâmiyetin başlangıcında Muhammedî feyiz sâyesinde yirmi sene içinde bu gelişme meydana gelmiş ve kısa zamanda ribâ belâsı toplumdan silinip atılmıştır ve ribâsız bir ticaret uygulanmıştır.
Tefsir âlimleri, ribânın haram kılınmasının sebeplerini aşağıda görüldüğü üzere tek tek zikretmişlerdir:
1- Yukarıda daha önce anlatıldığı üzere ribâ, insanın malını karşılıksız olarak almaktır. Yüz lirayı, yüzbir liraya peşin ya da veresiye satmak, bütün çıplaklığıyla açıktır ki, o bir lira fazlayı karşılıksız almaktır. İnsanın malı da kendi ihtiyacıyla ilgili olduğundan bunun gasbedilmesi haramdır. Nitekim Hz. Peygamber “İnsanın malının hürmeti yani haramlığı, kanın hürmeti gibidir” buyurmuştur. Bundan dolayı insanın malını karşılıksız olarak almak haramdır. Acaba o yüz lira sermayenin bir müddet zimmette beklemesi, o bir lira fazlanın karşılığı değil midir? Bir de bugün peşin olarak on kuruşa satılacak bir şeyi, bir ay sonra veresiye olarak onbir kuruşa satmak da câiz olmuyor mu? Hayır. Verilen o bir lira gerçek ve sağlam bir liradır. Yüz liranın zimmette durması ise vehim ve nazarî, dolayısıyla itibarî bir duruştur ki, bu duruş bir menfaat olabileceği gibi, aynı zamanda bir zarar
3761] 2/Bakara, 173
- 910 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olabilir.
Hatta bundan dolayıdır ki, ribâ yalnızca insanın malını karşılık almakla kalmayıp, karşılık adını vermek gibi bir ahlâksızlığı ve bir çeşit sahtekârlığı da içermektedir. Buna karşı gösterilen karşılıklı rızânın bir tarafı hakikatte rızâ değil, bir hoşnutsuzluktur. Bundan dolayı bir lirasını doğrudan doğruya hibe veya sadaka olarak veren kimse ile fâiz olarak veren kimsenin kalbindeki duygularda ne büyük farklılık vardır. Birisi en yüksek haz ve zevke erişmiş bir kalb olarak gayet ferah ve sevinçli olurken, diğeri malını çarptırmış bir zavallı durumunda ve acılar içindedir. Alışverişteki peşin ve veresiye farkına gelince, eğer alınan verilen her iki bedel bir cinsten değilseler, bunlar herhangi bir sözleşmede birbirleriyle karşılaştırıldıkları ve yalnızca birbirleriyle ölçüldükleri zaman aralarındaki üstünlük farkının ortaya çıkmasına imkân yoktur. O üstünlük farkı bu değişimde değil, sözleşmenin dışında kalan üçüncü bir değer ölçüsünün yardımıyla ortaya çıkabilir. Bunun için yalnızca bir satış sözleşmesi hiçbir zaman kârlılık ifade etmez. Satışta kâr, işte o üçüncü şey üzerine yapılan sözleşmenin bir sonucudur. Tüccar da böyle sürekli sözleşmelerle iştigal eden kimsedir.
Meselâ, on kuruş şu anda ve şu sözleşmede bir okka buğdaya tam karşılık olabildiği gibi, başka bir günde ve başka bir alışveriş sözleşmesinde on okka buğdaya karşılık olabilir. Ve kuruş ile buğday arasında cinslerinin ve faydalarının değişmemesinden dolayı her iki taraf yani alan ve satan taraflar, her zaman için seve seve hakiki bir değişme yapabilir. Ve hiçbiri kendi amacına göre birşey kaybetmiş olmaz. Bu durum, taraflardan birine bir kâr ve fayda sağlamışsa; söz konusu o kâr, sırf bu satış sözleşmesinden doğmamıştır, bu sözleşmeyle daha önceki bir satış sözleşmesinin arasındaki farktan doğmuştur. Yani on okka buğdayı on kuruşa satan adam, ihtimal ki, daha önce onu beş kuruştan almıştır. Aksine bir okka buğdayı on kuruşa satan da daha önce yirmi kuruşa almış olabilir. Alışveriş yoluyla ticarî işlerde görülen kâr ve zarar da hep böyledir. Yoksa değiştirilen çeşitli mallar arasındaki bir tek değişim doğrudan doğruya söz konusu olduğunda tek başına ne kâr, ne de zarar düşünülemez; ancak birbirine denk olup olmadığı düşünülebilir. İşin içyüzü de böyledir. Diğer sebepler ve araya giren bozucu unsurlar önlenirse alışverişin niteliği böyledir. Ancak bu alışveriş, buğdayın buğdayla, altının altınla değiştirilmesi gibi aynı cinsten olan şeylerde ise o zaman her birinin miktarı, öbürünün ölçüsü olacağından; bunlar gerek peşin, gerek veresiye olsun aralarındaki fazlalık, bir okka un ile iki okka unun, yine bunun gibi bir lira ile iki liranın değişiminde olduğu gibi, derhal kendini belli eder ve göze batar. Bunun için bunlar eşit bile olsalar biri bir gün sonra verilmiş olunca, bir günlük gecikme veya öncelik bir fazlalık teşkil eder ve bu artık alışveriş olmaz, sırf fâiz olur. Zaten borç verme de böyle olduğundan dolayı ribâdır. Bundan dolayı ribâyı buna benzeterek tahlil etmek bir gasptır, bir müsâderedir. Bunun içindir ki, meşhur “eşyâ-yı sitte” hadisiyle bu mânâ, örfteki ribâ kavramına ek olarak ayrıca açıklanmış bulunmaktadır.
2- Ribâ insanları cidden çalışıp kazanmak ve üretim ile meşgul olmaktan uzak tutar. Çünkü herhangi bir sûretle beş on kuruş para sahibi olmuş bulunan bir kimse fâizcilikle parasını peşin veya veresiye arttırmak imkânını bulunca artık geçimini kazanmak için az veya çok kolay bir yol elde etmiş olur. Ve o zaman zahmetli olan ticaret veya sanatlarla çalışıp kazanmak zorluğuna ve sıkıntısına dayanamamaya başlar. Bu durum, yüksek üretim yapmaya kabiliyetli birçok
FÂİZ/RİBÂ
- 911 -
kimsenin çalışmalarından iş dünyasının mahrum kalmasına ve bundan dolayı da halkın genel çıkarlarının kesilmesine sebep olur. Hâlbuki dünya ve toplum düzeni ticaretler, üretimler, sanatlar ve bayındırlık faâliyetleri ile gerçek boyutunu kazanır. Yüksek çalışmanın, yüksek sermayelerin dahi yakından ilgili olduğu bu açıdan bakılınca sermayeyi arttırmak için ribânın da bu anlamda kamu yararına hizmet edebileceği iddia olunamaz. Çünkü bu arttırma yalnızca ribâdan beklenecek olursa emek ve çalışmaya hiç önem verilmemiş ve iltifat edilmemiş olur. Hâlbuki bayındırlık ve kamu yararı paraya, bir araç olarak bağlı gibi görünüyor ise de, emek ve çalışmaya bizzat geçerli bir sebep olarak dayalıdır. Bundan dolayı sermaye sahiplerinin nakitleriyle birlikte kendi emek ve çalışmaları da üretime eklendiği takdirde meydana çıkacak sonuç ile, bunların emek ve çabalarını kısmen de olsa ribâya terk etmeleriyle diğer çalışanların ve üretenlerin ortaya koyduklarını tüketmekten doğacak sonuçlar arasındaki fark pek büyüktür. Eğer ticaret ve iş dünyasında ribâ sayesinde iktidar ve güçlerini sürdüren sermaye sahiplerinin fâizcilikleri ellerinden alındığı zaman bunların ticaretteki kıymetlerinin kalmayacağı düşünülüyorsa, o zaman da bunların zaten faydalı ve kıymetli bir kesim olmadıklarının ve işe yaramadıklarının kabul edilmesi ve bu yüksek sermayeleri ellerinde hapsetmeye haklarının olmaması lâzım gelir. Yok eğer bu sermaye sahipleri cidden ticarî gücü yerinde ve kabiliyetli kimseler ise o zaman da ribâcılık, bunların gerçek değerlerini engellediği ve mesaîlerinden ticaret dünyasını mahrum bıraktığı için, onlara ve kamuya zarar veriyor demektir.
3- Ribâcılık insanlar arasında ihtiyaca göre “karz-ı hasen” sûretiyle iyilik ve yardımlaşmanın kesilmesine sebep olur. Çünkü ribâ haram ve yasaklanmış olunca, insanların yüz yüze gelip birbirlerine fâizsiz borç vermesi; onların hem hoşuna gider, hem de bu durum ahlâk ve sosyal güvenin gelişmesine yaygınlaşmasına ve neticede de sosyal düzenin sağlamlaşmasına sebep olur. Herkes ihtiyacı ölçüsünde tüketmeye, tükettiği ölçüde ödemeye mecbur olacağından borcunu ödemede titiz davranır, vaktinde ödemeye daha çok gayret gösterir ve borcuna dört elle sarılır. Şüphe yok ki, on yerine onbir ödemeye mecbur olanlar arasında batan borçların çoğu batmaktan kurtulmuş olur. Ribânın yürürlükte olduğu yerlerde muhtaç olanların ihtiyacı bir lira yerine iki lira borçlanmaya sebep olabilir. Bu imkânı bulan para sahipleri de bunu vesile yaparak “karz-ı hasen”den vazgeçmeye başlarlar. Bu şekilde halk arasında iyilik, ihsan yardımlaşma ve dayanışma duyguları silinmeye; yerine hırs, kin, öfke ve saldırganlık fikirleri yayılmaya yüz tutar. Bu da toplumun felâkete sürüklenmesi demek olur.
4- Ribâyı câiz kabul etmek, zenginlere fakir fukaradan fazla bir mal çekmek imkânını bağışlamak demektir ki, bu da Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın rahmetine aykırı düşer. Bu sayılan birkaç sebep bile; ribânın infaka, hayır denilen kamu yararına ters düştüğünü açıkça göstermeye yeter.
5- Bunların her biri ribânın çirkin ve kötü bir şey olduğunu ifade eden zararlarını göstermekle beraber, Allah katındaki haramlığının hikmetini tam anlamıyla anlatmaya yine de yetmez. İhtimal ki ribânın bilinmeyen daha birçok kötü yönleri vardır. Ribânın haram oluşunun asıl sebebi bunun ilâhî nass ile sâbit olmasıdır. Ve bütün mükellefiyetlerin ve yasakların sebepleri ve hikmetleri, mükellef olan halk tarafından bilinmeleri de gerekli değildir. Dolayısıyla biz, sebep ve hikmeti bilemesek bile, ribânın kesinlikle haram olduğunu tanımamız gerekir.”
- 912 -
KUR’AN KAVRAMLARI
3762
Mevdûdi diyor ki: “Arapça “ribâ” kelimesinin sözlük anlamı “bir şeyi arttırmak” veya “bir şeye eklemek”tir. Teknik olarak ise, borç verenin, borçludan verdiği para üzerinden belli bir yüzde alması yani fâizdir. Kur’an’ın vahyedildiği dönemde fâiz çok çeşitli şekillerde alınıyordu. Örneğin, bir kimse bir mal aldığında ödeme için belli bir vâde belirleniyor ve borçlu borcunu belirlenen tarihte ödeyemezse, ona belli bir zaman daha tanınıyor, fakat ödenecek meblağa biraz daha ekleniyordu. Veya borçlanan kişi, borç aldığı miktardan fazlasını ödemek zorunda kalıyordu. Veya belli bir vâde için bir fâiz oranı belirleniyor, eğer borçlu belirlenen zaman içinde ödemede bulunmazsa fâiz oranı arttırılıyordu.
Kur’an fâizle borç vereni deli bir adama benzetir. Deli adam nasıl dengesizliği nedeniyle hâkimiyetini kaybederse, aynı şekilde borç veren kişi de para verirken o denli dengesini kaybeder ki, şuurunu yitirir. Onun akılsızlığı o denli büyüktür ki, benciliğinin ve açgözlülüğünün nasıl insan sevgisine, insan kardeşliğine ve dostluğuna kökten bir darbe vurduğunu ve insanlığın genel maslahatına zarar verdiğini farketmez. Birçok şeyi feda ederek zengin olduğunun farkına varamaz. İşte o da, bu dünyada sanki deli bir adam gibi davranır. Âhirette de aynı bu dünyadaki gibi deli olarak dirilecektir. Çünkü herkes hangi konumda ölmüşse âhirette o konumda dirilir.
Onlar görüşlerini yanlış bir teori üzerine dayandırdıkları için kâr ile fâiz arasındaki farkı göremezler. Onların iddiası şudur: Ticarette sermayeden kâr etmek helâl olduğuna göre, borca yatırılan paradan fâiz almak neden haram olsun? Sadece Arap müşrikleri değil, günümüzün bankaları, finans kuruluşları da fâiz hakkında bu tür düşüncelere sahiptirler. Borç veren bir kimse o parayı borç vermeyip bir yere yatırsa kâr eder, borç alan kişi de bir yere yatırım yapıp kâr ettiğine göre, borç veren kişi diğerinin kârının bir kısmını neden almasın, diye fikir yürütürler. Fakat onlar dünyada risksiz ve belli bir oranda sabitleştirilmiş kâr getiren hiçbir iş olmadığını unutmaktadırlar. Ticarette, endüstride, tarımda ve her tür girişimde, hem sermaye, hem de işgücü kullanılmalıdır. Aynı zamanda müteşebbis sabit bir kâr oranı beklememeli ve belli bir riski göze almalıdır. Şimdi, aldığı borçla yatırımda bulunup üretimde bulunan borçluyu bir tarafa bırakalım ve aldığı borcu tüketimde kullanan kişinin fâiz ödeme durumunu ele alalım. Parasını kârlı bir işte kullanılmak üzere belli bir fâiz oranıyla borç veren kimse ile başka tür yatırım ve girişimlerle meşgul olan kimseyi karşılaştıralım. Herhangi bir girişimde bulunan kişi veya kişiler tüm zaman, işgücü, kafa ve sermayelerini kullanırlar ve işlerinin başarılı olabilmesi için ellerinden geleni yaparlar. Fakat yine de sabit bir kâr oranını garantilemiş değillerdir ve birçok riskle karşı karşıyadırlar. Tam tersine, sadece sermayesini veren kredici ise, üzerine hiçbir risk almaksızın sabit bir kâr oranını garantilemiştir. Hangi mantıkla, hangi adâlet ve ekonomi düşüncesine göre onun sabit bir kâr oranını garantilemesi doğrudur? Bir kimse, bir fabrikaya, yirmi yıl içinde hangi fiyat oyunlarının olacağını hesaba katmaksızın, nasıl yirmi yıllık sabit bir fâiz oranıyla borç verebilir? Bütün ülke riskle karşı karşıya bulunduğu, zarar yaptığı ve fedâkârlıklar yapmak zorunda kaldığı halde, savaş borçlarına karşı bir yüzyıl boyunca fâiz ödenmesini haklı gösterecek bir sebep var mıdır?
3762] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 2/154-163
FÂİZ/RİBÂ
- 913 -
Farklı ekonomik ve ahlâkî sonuçlar doğuran fâiz ve kâr arasındaki en önemli ayrılıklar şunlardır:
1) Alıcı ile satıcı arasındaki kâr anlaşması eşit şartlarda olmaktadır. Alıcı ihtiyaç duyduğu maddeyi satın alır ve satıcı da bu maddeyi alıcıya sağlarken kullandığ zaman, işgücü gibi harcamaları için kâr alır. Bunun aksine fâizde, borçlu, zayıf konumu nedeniyle krediyi verenle eşit şartla anlaşma yapamaz. Borç veren kişi ise, kârı olarak belirlediği miktar kadar sabit oranda bir fâiz alır. Eğer borçlu aldığı parayı kişisel ihtiyaçları için kullanırsa, elbette zaman faktörü hiçbir kâr getirmez. Eğer borçlu aldığı parayı ticaret, endüstri, tarım gibi sektörlere yatırırsa o zaman eşit oranda kâr ve zarar şansı vardır. O halde fâizle borç vermek bir tarafa sabit ve garantili bir kâr getirirken öte tarafa zarar veya bir tarafa kesin ve garantili bir kâr, öteki tarafa ise belirsiz ve kesin olmayan bir kâr getirebilir.
2) Tüccar yüksek de olsa bir kez kâr talebinde bulunur; fakat kredi veren, tekrar tekrar ve zamanla oranı artan bir fâiz ister. Borçlunun borç aldığı para üzerinden kazandığı kâr kendi içinde sınırlıdır; fakat, borç verenin parası üzerinden istediği fâizin sınırı yoktur. Borç veren kişi bazen borçlunun tüm kârını alabilir, hatta tüm kişisel mallarına el koyabilir ve yine de borçlu borcunu ödeyemeyebilir.
3) Bir madde el değiştirdiğinde veya fiyatı değiştiğinde ticarette alışveriş sona erer. Bundan sonra alıcıdan satıcıya bir şeyler ödemesi istenemez. Mobilya, ev veya toprak kiralarına gelince, borç verilen şeyin aslı harcanıp tüketilmez, fakat kararlaştırılan zaman sonunda sahibine geri verilir. Fakat alınan borç para olduğunda, borçlu önce bu sermayeyi tüketir, sonra da alacaklıya üzerine bir miktar fâiz katlayarak öder. Yani borçlu için iki risk vardır; borçlu hem borç aldığı anaparayı üretmeli, hem de fâizi karşılayacak parayı kazanmalıdır.
4) Ticaret, endüstri ve tarım gibi ekonomik sektörle uğraşan kimseler zaman, işgücü ve beyin gücü harcayarak kâr elde ederler. Fakat borç veren kimse, hiçbir riske atılmaksızın ve işgücü de harcamaksızın, ihtiyacı dışındaki parayı borç vererek borçlunun kârının en büyük hissedarı olur. O yapılan işteki kâr oranına, gerçekten, kâr olup olmadığına, belki de zarar olduğuna bakmaksızın, sadece kendisine verilen sabit garantili fâiz nisbetinde işe ortaktır.
Yukarıda anlatılanlardan, ekonomik yönden de, ticaretin toplumda yapıcı bir etkisinin, fâizin ise yıkıcı bir etkisinin olduğu açığa çıkmaktadır. Ahlâkî yönden ise fâizin bencillik, katı kalplilik, paraya tapma gibi kötü özelliklere yol açtığı ve insanlar arasında sevgi ve yardımlaşma ruhunu öldürdüğü bilinmektedir. O halde fâiz, toplum için hem ekonomik, hem ahlâkî yönden zararlıdır. Kişinin ihtiyacı olmayan parayı ne yapacağı sorusuna gelince, bu para aynı zamanda hem kâr, hem zarara aynı olmak şartıyla ticarete, endüstriye vs. yatırılabilir.
Bu izin sadece, fâizi haram kılan âyet nâzil olmadan önce alınan fâizin kanunî yönü ile ilgilidir ve o fâizden kazanılan gelirin de helâl olduğu anlamına gelmez. Bu âyetten bu meselenin Allah’a havâle edileceği ve bunun Allah tarafından bağışlanmamış olduğu anlaşılmaktadır. Sonu gelmez tartışma ve istekleri engellemek bakımından borçlanılan fâizin geri ödenmesi için kanunî bir istekte bulunulmaması bildirilmektedir. Fakat ahlâkî yönden fâiz pisliktir ve onu alan kimse kendisini temizlemek için elinden geleni yapmalıdır. Eğer şeytana uyup
- 914 -
KUR’AN KAVRAMLARI
almışsa, aldığı fâizi kendisine harcamamalı ve fâiz aldığı kimseleri araştırıp onlara aldıklarını geri ödemeye çalışmalıdır. Fâiz aldığı kimseleri bulamadığı takdirde bu haram ve pis kazancı sosyal refah için harcamalıdır. Kıyâmet gününde, kişi hakkında kesin hüküm verecek olan Allah’ın azâbından korunmanın tek çıkar yolu budur. Bu haram serveti kullanmaya devam eden kimse ise, geçmişte verdiği borçlar nedeniyle bile cezalandırılacaktır.
“Allah ribâyı yok eder, sadakaları ise arttırır. Allah çok nankör ve günahkâr kimseyi sevmez.” 3763
Allah ribâ sonucu elde edilen malı yok eder, bereketini giderir, bu mal âhirette sahibine fayda vermez, bilakis eziyete sebep olur. Sadakaları ise sevap ve bereket bakımından arttırır, sahibine âhirette de mükâfat verir. Allah verdiği malları Allah yolunda ve ihtiyaçlı kimselere harcamayan nankörleri ve devamlı günah işleyen, insanların ihtiyaçlarını fırsat bilerek ve Allah’ın nimet olarak verdiği malı kullanarak insanları sömürenleri sevmez. Onlar bu amellerinden vazgeçmezlerse âhirette onlar için can yakıcı bir azap vardır.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Sonuç olarak ribâ, bir çok yönüyle hakkı ve hukuku rayından çıkarmaktır. Bunda aracı amaç, amacı da araç zannettiren bir göz boyama; bir şeyi kendisiyle hem mukayese etmek, hem de kendine intibak ve eşitliğini ortadan kaldırmaya çalışmak gibi bir çelişki bulunmaktadır. On lira, on lira ile hem ölçülmek, hem de on bir lira yerine konulmak gibi hak ve hakikatın zıddına bir çelişki vardır. Bunun için ribâ, gerçekte hakka değer vermek ve hayat hakkı tanımak istemeyen ve nihayet kendi çıkar ve isteklerini hakkın gerçek ölçüsü ve temeli saymak isteyen kısır görüşlü kimselerin şiarıdır. Bunun için ribâya taraftar olanlar, daima hukukî mevzuatı, Hakk’ın ölçüsüyle ölçmeyip beşeriyetin kanunlarını, hakkın ve gerçeğin yegâne ölçüsü sanan ve her şeyi kendi kişisel çıkarları açısından görenler arasında bulunur. Cenâb-ı Allah da ribânın, insanların koyduğu kurallarla değil, ilâhî hükümlere dayalı olarak haram olduğunu ve bundan dolayı bunu helâl sayanların saradan kurtulamayarak en sonunda cehennemi boylayacaklarını ve yalnızca tevbe edip bundan vazgeçenlerin kurtulma ümitleri olduğunu beyan buyurmuştur. Artık bu kadar büyük bir zarar olan ribâyı bir kâr, bir kazanç sanıp da arkasından koşmamalıdır. Sonra ribâcıların zannettiği gibi, ribâ malı arttırır da sadakalar eksiltir değildir. Tam tersine, Allah, malı arttırır sanılan ribâyı derece derece eksilte eksilte nihayet mahveder. Ribâ içinde ayın on dördü gibi parlak görünen servetleri, hilâl gibi küçülte küçülte nihayet gözle görünmez hale getirir de buna karşılık; malı eksiltir sanılan sadakaları “irbâ” eder yani gitgide büyütür ve çoğaltır, nemâlandırır. Ribâ, mal üretecek hayatları kurt gibi yiye yiye bitirir, nihayet sermayelerin de batmasına sebep olur. Hâlbuki sadakalar ecir, hayat ve bereket olur. Ve Cenâb-ı Allah, haramı helâl tanımakta ısrar eden çok kâfir, çok günahkâr kimselerin hiç birini sevmez. O tevbe edenleri sever, onlardan râzı olur. Ribâ ise pek kâfirâne ve pek günahkârâne bir iştir.” 3764
Mevdûdi diyor ki: “Bu sosyal, ekonomik, ahlâkî ve ruhsal yönlerden doğrudur. Görünüşte fâizin zenginleştirip, infâkın fakirleştirmesine rağmen, gerçekte bunun tersi olur. Fâiz, tabiatı itibârıyla sosyal, ekonomik, ahlâkî ve ruhsal gelişmeye
3763] 2/Bakara, 276
3764] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 2/154-163
FÂİZ/RİBÂ
- 915 -
engeldir ve infâk (fâizsiz borç vermeyi de içerir) tüm bunların gelişmesini sağlar.
Fâize ahlâkî ve ruhsal yönlerden bakacak olursak, onun açgözlülük, bencillik, cimrilik, haset, katı kalplilik gibi özelliklere dayandığını ve borç veren kişide bu özellikleri beslediğini görürüz. Diğer taraftan infâk; cömertlik, tokgözlülük, yumuşak kalplilik ve sevgi üzerine kurulmuştur ve bu yüce niteliklerin gelişmesine yardımcı olur. Hiç kimse bu özelliklerin bir önceki özelliklerinden daha iyi olduğu gerçeğini yalanlayabilir mi?
Toplumsal yönden bakıldığında birazcık düşünme bile insanı, eğer toplumdaki bireyler karşılıklı ilişkilerini bencillik üzerine kurarlarsa ve bireylerarası yardımlaşma ancak şahsî çıkar karşılığında olursa, o toplumun kuvvetli, dayanıklı ve dengeli bir toplum olamayacağı sonucuna götürür. Eğer zenginler fakirlerin sadece sömürülmek için var olduğuna inanıyorlarsa, bu durumda bir çıkar çatışması meydana gelecek ve toplumda ayrılıklar ortaya çıkacaktır. Eğer diğer şartlar da bunları desteklerse bu durum bir sınıf çatışmasına neden olacaktır. Diğer taraftan, eğer toplumun bireyleri karşılıklı ilişkilerini sempati üzerine kurarlar ve birbirlerine cömertçe davranırlarsa, toplum güçlenecektir. Eğer her birey ihtiyacı olan diğer bireye yardım ederse ve “varlıklı”lar “varlıksız”lara sempati ile veya en azından adâletle davranırlarsa, o toplumda karşılıklı sevgi ve saygı gelişecek ve toplum güçlü, dengeli bir toplum olacaktır. Tabii ki toplumdaki gelişme bu karşılıklı işbirliği ve sevgi ile de desteklenecektir.
Şimdi de fâizi ekonomik yönden ele alalım. Borçlar iki çeşittir: Tüketim borçları, ihtiyacı olan kimseler tarafından kişisel gereksinimlerini karşılamak amacıyla alınır. Ekonomik borç ise işadamları tarafından ticaret, endüstri, tarım ve benzeri sektörlere yatırılmak üzere alınır. Birinci tür borçta fâizin kötü sonuçlar doğurduğu herkes tarafından bilinmektedir. Her ülkede bankerler ve kredi veren kimseler işçilerin, köylülerin ve genelde fakir kesimin kanını emmekte ve onların durumlarının daha da kötüye gitmesine neden olmaktadırlar. Fâiz talepleri bu insanların borçlarını ödemesini hemen hemen imkânsız kılar ve onları bu işten kurtulmak için sürekli borç almaya iter. Anaparanın birkaç katı kadar fâiz ödeseler bile anapara ödenmeden kalır. Borçlunun gelirinin büyük bir bölümü alacaklı tarafından alınır ve fakir borçlu yakasının iki ucunu bir araya getiremez. Doğal olarak bu, işçilerin işlerine olan ilgilerinin azalmasına neden olur. İşlerin meyvesi başkaları tarafından alınınca, onlar da kendilerini tüm kalpleriyle işlerine veremezler. Bundan başka, üzüntü, tedirginlik, yetersiz beslenme sağlıklarını bozduğundan, parasızlık nedeniyle gerekli ilâçları bile alamazlar. O halde fâizle borç verme çoğunluğun kanının emilmesi pahasına küçük bir grubun palazlanıp gelişmesine ve toplumda genel bir bozulmaya neden olur. Bu yolla ortaya çıkan randıman düşüklüğü millî üretimin kalite ve standardını düşürür. Sonunda kan emiciler de kendi açgözlülüklerinin ve zulümlerinin kurbanı olurlar. Ezilen ve sömürülen insanların bastırılmış kızgınlıkları, borç verenlerin acımasızlığı ile su yüzüne çıktığında kanlı bir devrime dönüşür ve sömürenlerin tüm şeref ve kötü yoldan kazanılmış servetlerini yerle bir eder.
Ekonomik borçlarda sabit bir fâiz oranının uygulanmasının doğurduğu birçok kötü sonuçtan üçü şunlardır:
1) Piyasa oranına eşit veya ondan daha yüksek fâiz ödemeyen projeler, toplum için gerekli ve faydalı olsa da sermaye elde edemez. Kullanılması mümkün
- 916 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olan tüm para, ulusal yönden ne denli zararlı olsa da, piyasa oranına eşit veya daha yüksek fâiz verebilen ticari ve endüstriyel sektörlere akar.
2) Ticarî, endüstriyel veya tarımla ilgili her şartta yüzde beş, altı veya daha fazla kâr oranı garanti edebilen hiçbir iş yoktur. Böyle bir garantinin olmayışı bir yana, hiçbir işte zarara karşı garanti yoktur. O halde sermayenin sabit fâiz oranı ile borç alan hiçbir iş, riske ve zarara karşı garanti altında değildir.
3) Borç veren kimse işin kârına ve zararına doğrudan ortak olmadığı ve sadece sabit bir fâiz oranını gözönünde bulunduğu için yapılan işin sosyal refahla olan ilişkisine dikkat etmez. Onun ilgilendiği tek şey kendi çıkarıdır; bu nedenle piyasada ne zaman bir kriz görse parasını hemen piyasadan çeker. Bu şekilde bencilliği nedeniyle panik yaratmış, piyasada kriz yolu açmış ve var olan krizi ise felâkete dönüştürmeye yardım etmiş olur.
Yukarıda anılan fâizin üç kötü sonucu o denli açıktır ki, ekonominin alfabesinden haberdar olan herkes bunu bilir. Hiç kimse Allah tarafından konan tabiî kanunun yani fâizin millî serveti azalttığı gerçeğini inkâr edemez.
Şimdi de infâkı (sadaka) ekonomik yönden ele alalım. Eğer bir toplumun zenginleri paralarını serbestçe kendilerinin ve bakmakla yükümlü oldukları kimselerin ihtiyaçlarını karşılamak için harcasalar ve servetlerinin bir bölümünü ihtiyacı olan kimselere dağıtsalar, fâizsiz borç olarak işadamlarına verseler veya bir işe ortak olsalar ya da sosyal hizmetler için hükümete fâizsiz borç verseler, o zaman elbette ticaret, endüstri ve tarım gelişecektir. Millî servet artacaktır. O halde fâizin bir ulusun gelişmesini engellediği ve infâkın gelişmeye yardım ettiği apaçık ortadadır.
Borç veren (Tefeci) şüphesiz narkör bir zavallıdır. Kendisine servet veren Allah’a karşı şükreden bir kul olarak, en azından O’nun kullarına fâizsiz borç vermelidir. Eğer, bunun tersine Allah’ın nimetini, kendisinden fakir olan diğer kulları sömürmekte kullanırsa, o zaman sadece nankör olmaz, aynı zamanda kötü kalpli ve zâlim de olur.
“Doğrusu iman edip salih amel işleyen, namazı dosdoğru kılan ve zekâtı veren kimseler var ya, onlar için Rableri katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülecek değillerdir.”3765 Allah’ın istediği şekilde iman edip sâlih amel işleyen, Allah’ın yasakladıkları şeylerden uzak duran, namazı rükûn ve şartlarını yerine getirerek, huşû içerisinde, devamlı kılan ve zekâtı eksiksiz bir şekilde, vaktinde verilmesi gereken yerlere veren kimseler var ya, onlar için Rableri katında Cennet nimetleri vardır. Onlar, öldükten sonra korkunun yaygın olduğu kıyâmet gününde tüm korkulardan emin olacaklar, âhirette alacakları mükâfat çok büyük olacağı için dünyada bıraktıklarına veya kaçırdıkları fırsatlara üzülmeyeceklerdir.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Buna karşılık iman edip iyi işler, sâlih ameller yapan ve özellikle namazlarını doğru dürüst kılıp zekâtlarını veren kimseler yok mu? Her zaman bunların Rableri katında ecirleri vardır. Bunlara gelecek bir korku yok, bir kayıptan dolayı mahzun olacak da değiller.” 3766
Mevdûdi diyor ki: “Bu bölümde Allah karşılaştırma için iki karakter
3765] 2/Bakara, 277
3766] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 2/154-163
FÂİZ/RİBÂ
- 917 -
sunmaktadır. Birisi servet düşkünü, gece gündüz Allah’a ve yarattıklarına aldırmaksızın servet biriktirmekle uğraşan tefecidir. Diğeri ise Allah’a ibâdet eden, Allah’ın yarattıklarının haklarını gözeten, serveti kazandıktan sonra kendisi, başkaları için ve iyi ameller uğrunda harcayan cömert kimsedir. Allah birinci tür kimselerden hoşlanmaz; çünkü onlar, iyi ve dengeli bir toplum kuramazlar. Aksine onlar bu dünyada hem kendilerini, hem de başkalarını rezil ederler, Âhirette onlara acıklı bir azap vardır. Bunun aksine Allah ikinci tür kimselerden râzı olur, çünkü bu kimseler iyi ve dengeli bir toplum kurup, gerçek başarıya ulaşabilirler. Onlar bu dünyada huzur içindedirler ve Âhirette de bütün Cennet nimetleri onların olacaktır.
“Ey iman edenler, Allah’tan sakının! Mü’minler iseniz ribâdan kalanı bırakın! Ey iman edenler, Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun, O’nun emirlerini yerine getirin ve yasaklarından kaçının, ancak bu şekilde Allah’ın azâbından sakınmış olabilirsiniz. Eğer gerçek mânâda iman etmiş iseniz ribâdan alacaklarınızı bırakın! Çünkü o bir ateştir.” 3767
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Ey iman ehli Allah’dan korkun, O’nun azâbından korunun! “Geçmişte yaptıkları kendisine âittir” âyetinin hükmüne göre, geçmişte kalan ribânın sahibinin zimmetinde bulunduğundan gaflet etmeyin. Henüz alınmamış, elde edilmemiş ve kalmış olan ribâdan geriye kalanları bırakın, terkedin. Eğer siz gerçekten mü’min iseniz, böyle yaparsınız. Zira imanda olgunlaşmak, gereğini yerine getirmeyi gerektirir.” 3768
“Şayet yapmazsanız artık Allah ve Rasulü’nün size savaş açmış olduğunu kesinlikle bilin! Tevbe ederseniz anaparanız size aittir. Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız.” 3769
Şâyet ribâdan vazgeçmezseniz Allah ve Rasulü’nün size düşman olup savaş açmış olduğunu bilin! Tevbe edip ribâdan vezgeçerseniz anaparanız size aittir. Ne ribâ alarak veya borcunuzu geciktirerek başkasına zulmediniz ne de ribâ vererek başkası tarafından zulme uğrayınız.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Şayet yapmazsanız yani Allah’tan korkmaz, ribânın haram olduğuna inanmaz veya inanır da yine terk etmezseniz Allah ve Rasûlü tarafından bir harbe mâruz kalacağınızı bilmiş olasınız. Yahut kırâetine göre, Allah ve Rasûlü tarafından kendinize harb ilan ediniz. Burada ribâyı terk etmeyenleri, gerek ribâ helâldır inancına dönmüş mürted veya ahdini bozmuş kâfir olsun, gerekse haram olduğuna inandığı halde o inançla amel etmeyip ribâya devam eden fâsık mü’min olsun; her ikisine de Allah Teâlâ, savaş ilân etmeyi emretmiştir. Çünkü bunlar, zekâtı inkâr eden veya inandığı halde vermemekte direnenler gibi ya mürted veya bâğî ve âsîdirler. Dışarıdaki kâfirlere her zaman için savaş açmak zarûrî ve gerekli olmadığı halde, bunlara savaş açmak kayıtsız şartsız vâcip kılınmıştır. Demek olur ki, ribâdan sakınmak, İslâm tabiiyetinde bulunanların hepsine farzı ayn bir ferdî görev olduktan başka, genelde ribâ işlemlerini kaldırmak da mühim bir ictimaî farizadır. Çünkü ribâ öyle bir sosyal hastalık ve öyle bir toplumsal fitnedir ki, toplumda sürüp gittiği müddetçe tek tek kişilerin ondan kaçınmaları çok zor, belki de imkânsız olur. Gerçi küfür diyarında bulunan bir müslümandan, müslim ile gayri müslim arasındaki ribânın
3767] 2/Bakara, 278
3768] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 2/154-163
3769] 2/Bakara, 279
- 918 -
KUR’AN KAVRAMLARI
haramlığı sâkıt olacağı Hanefî mezhebinde açıkça ortaya konmuştur. Bilhassa bu hikmetten dolayı olsa gerek ki, Asr-ı Saâdet’te müslüman ümmeti kemal derecesini bulup da savaş edebilme güç ve kabiliyetini kazanmadıkça ribânın haram oluşu ilân edilmemiştir. Bundan dolayı İslâm devleti, ribâ işlemleri yapan kişileri uyarır ve terbiye eder. Bunlar fert veya cemaat halinde devlete karşı koyarlarsa o zaman onlara savaş ilân etmek bütün müslümanların dinî görevleri gereğidir. Bununla beraber bugünkü müslümanlar bu vazifelerini unutmuş ve bunun uygulanması hususunda sosyal güçlerini yitirmiş, bir kararsızlık ve karışıklık içine düşmüş bulunduklarından pratik hayatta ribâdan kaçmak sırf ferdî bir görev gibi kalmış; ribânın toplum hayatında revaç bulmuş olması da ona karşı koymak isteyenlerin durumunu güçleştirmiştir. Kur’ân böyle ribâyı terk etmeyenlerin Allah tarafından savaş ilânını hakkettiklerini anlatıyor ki, Kur’ân dilinde “Allah ve Rasûlü’nün harbi” deyimi, bazen gerçekten savaş anlamında, bazen de günahın büyüklüğünü ve zararını tasvir için uyarı makamında mecaz olarak kullanılır. Ve burada her iki tefsirle ilgili olarak görüşler öne sürülmüştür. Demek ki biri olmazsa, diğeri muhakkak olacaktır. Fâiz yiyen veya yedirenler maddî veya mânevî anlamda ilâhî savaştan kurtulamayacaktır. Bunun için bir hadis-i şerifte “Allah, ribâ yiyeni de, yedireni de lânetlemiştir.” veya “lânet etsin” buyurulmuştur.
Bu böyledir. Ve eğer siz ribânın haram olduğuna inanır, ribâya tevbe ederseniz, anaparanız sizindir. Anaparalarınızın hepsini alırsınız, o şekilde ki, zulüm etmezsiniz, zulüm de edilmezsiniz yani ne fazla alırsınız, ne de eksik alırsınız. Fakat tevbe etmezseniz, dinden çıkmanızdan veya zulmünüzden dolayı ilâhî harbe muhâtap olmakla her türlü zarara uğrar, anaparalarınızı ve hatta bütün mallarınızı bile kaybedebilirsiniz ve kendinize yazık etmiş olursunuz.
Bu âyetin, müslüman olup da daha önce yaptıkları ribâ işlerinden henüz alamadıkları alacakları kalmış olan birtakım kimseler hakkında nâzil olduğu anlaşılıyor. Daha özel anlamda olmak üzere ve aşağıda açıklanacağı şekilde daha başka birkaç nüzul sebebi de rivâyet edilmektedir:
Mukatil’in rivâyetine göre, Taif’deki Sakif kabilesinden Amroğulları denilen oymaktan Mes’ud, Abdi Yaley, Habib ve Rabi’a adlarındaki dört kardeş hakkında nâzil olmuştur ki, bunlar Mekke’de Beni Mahzûm’dan Beni Muğire’ye fâizle borç verirlerdi. Hz. Peygamber Taif’i fethettiği zaman bu kardeşler müslüman olmuşlar, sonra Beni Muğire’deki alacaklarının fâizlerini istemişlerdi. Beni Muğire de müslüman olmuş ve İslâm’a rağmen fâiz vermek istememişlerdi. Fetih’ten sonra Mekke valisi olan Attab ibni Üseyd’e müracaat olundu ve bir rivâyete göre, Sakif’in Hz. Peygamber’le Taif antlaşmasında hak üzerinde ribâdan olan gerek alacak ve gerekse vereceklerinin mevzu’ yani metruk ve sâkıt olduğuna ilişkin hüküm de yer almaktaydı. Attab ibni Üseyd (r.a.) Hz. Peygamber’e yazdı, o zaman işte bu âyet nâzil oldu. Bundan dolayı Hz. Peygamber, cevap olarak bu âyeti yazdı ve altına da şu notu ekledi: “Onlar buna râzı olurlarsa ne âlâ, yoksa onlara savaş ilân et!” Ata ile İkrime’nin verdiği bilgilere göre, Hz. Peygamber’in amcası Abbas ile damadı Osman b. Affan (r.a.) ortak olarak hurma bahçesi kiralamışlar yani vakti gelince hurmaları toplamak üzere peşin para vererek selem yoluyla bir alışveriş sözleşmesi yapmışlardı. Toplama vakti gelince, hurmanın bir kısmını toplayıp kaldırmışlar, geriye kalanını da fâiz karşılığı olarak toplamak istemişlerdi. Bu da fâizin karşılığı demişlerdi. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. Süddî’nin rivâyetine göre, Hz. Abbas ile Hz. Halid bin Velid, câhiliyye devrinde ortak olarak
FÂİZ/RİBÂ
- 919 -
fâizcilik yapıyorlardı. İslâm’a girdikleri zaman eskiden kalma pek çok fâiz alacakları vardı. Bu âyet bunlar hakkında nâzil oldu.
Hadis kitaplarında sahih rivâyetlerle yer almış bulunan bilgilere göre, Abdullah b. Ömer ile Câbir (r.a.), bizzat Hz. Peygamber’den şöyle rivâyet etmişlerdir ki; Rasûlullah vedâ Haccı günü Mekke’de yani Câbir’in açıkça bildirmesiyle Arafat’taki meşhur hutbesinde “Câhiliyye devrindeki ribâların hepsi bâtıl ve sâkıttır. İlk iptal edeceğim ribâ da Abdulmuttalib oğlu Abbas’ın ribâsıdır” buyurmuş idi. Mekke ve Taif’in fetihleri hicretin sekizinci senesinde vedâ Haccı ise onuncu senesinde olmuş ve hacdan birkaç ay sonra da Hz. Peygamgamber vefat etmişti.
Bundan anlaşılmaktadır ki, bu ribâ âyetinin ilk uygulaması bu hutbede ilân buyurulmuş ve âyetin hükmüne göre; o güne kadar alınmış olan ribâlara dokunulmamış ve alınmamış olanlar da iptal edilmiştir. Bundan dolayı Hz. Abbas’ın fâiz alacakları âyetin özellikle nüzul sebebi değilse bile genel olarak âyetin hükmünün ilk uygulandığı alacaklar olmuştur. Bu âyet, sonradan müslüman olan kâfirlere uygulanacak hüküm hakkında da büyük bir temel olmuştur. Bu gibi kimselerin müslüman olmadan önceki zamanlarında, İslâm dininin hükümlerine aykırı ve fakat kendi aralarında mûteber ve geçerli olmak üzere yapmış oldukları işlemler temelden fesih ve iptal edilmez; fakat İslâm’a girdikten sonra ortaya çıkan sonuçları, İslâm’ın hükümlerine göre çözüme kavuşturulur. Meselâ, kendi aralarında câiz ve fakat İslâm’a göre câiz olmayan bir nikâh yapmış bulunsalar, bu nikâh geçerlidir, fakat İslâmiyete aykırı düşüyorsa onda devam olunamaz. Kâfir iken süt kardeşiyle nikâhlanmış ve onunla yatmış ise, bu nikâh eskiye göre mûteber ve geçerlidir. Verilen mehir geri alınmaz. Fakat İslâm’a girdikten sonra onda devam olunamaz. Boşanmaları gerekir. Mehir belirlenmemiş ise mehr-i misil ödettirilir. İşte ibâresi yalnızca ribâyı ilgilendiriyor gibi görülen bu âyet, kapsamı ve delâleti bakımından birçok işlemlere ait hükümleri de içine almaktadır. Bunun gibi veda Haccı Hutbesi de birçok hükme temel teşkil eder. Bu cümleden olmak üzere, bu şuna da delâlet ediyor ki; dar-ı harpte yapılmış olan sözleşmeler, aslında İslâm’a göre fâsit yapılmış olsalar bile, fetihten sonra onlar temelden feshedilmez. Zira biliniyor ki, âyetin nüzulü ile Mekke’de tahsil edilmemiş ribâların iptalini fiilen ilân eden bu hutbe arasında, Mekke fethinden önceye ait akitlerin uzantısı olarak devam edip gelen birtakım ribâ sözleşmeleri vardı. Demek ki, bir dar-ı harpte müslümanlarla diğerleri arasında yapılmış olan sözleşmeler, orayı müslümanların fethinden sonra bile esasından feshedilmez. Alınmış olanlar iade olunmaz. İşte bu ribâ konusunda görüldüğü gibi, fâsit kısım yani İslâm hükümlerine uygun olmayan kısım devam da ettirilmez. Yani fethin hükmü, daha öncesine şâmil olmaz, ancak sonrasına dönük olur. Bu açıklamalardan şu sonuçları alabiliriz: Evvelâ şunu belirtmek gerekir ki, bu âyetin inişi, sadece Vedâ Haccı’ndan değil, Mekke fethinden de önce imiş. Ayrıca ribâ için, onu inkâr edene veya haram olduğunu kabul ettiği halde ribâ işine devam edene savaş açmanın farz olması dâr-ı harpte değil, dâr-ı İslâm içinde ve Müslümanlığı kabul etmiş olanlar için geçerli olan bir hükümdür. Müslümanların vazifesi, dâr-ı harbde bulunan kâfirlere, ribâdan vazgeçmeleri için savaş ilân etmek değil, kendi ülkelerini müslim veya gayri müslim, kim olursa olsun ribâ fitnesine uğratacak olanlardan korumaktır. Bunun için “Ey mü’minler Allah’tan korkun!” diye hitap buyurulmuş, “Ey insanlar” diye buyurulmamıştır. Mü’minlerin hükümranlığı ve vilâyeti de dâr-ı İslâm’a aittir. Dâr-ı harb için geçerli değildir. Bu mânâdan dolayıdır ki,
- 920 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Peygamber, İslâm uyruğunda bulunmayanlara ribâyı terk etmeleri gerektiğini teklif etmediği halde, İslâm’ın zimmetini kabul eden Necran Hıristiyanları’na ribâ yememek ve ribâ yedikleri takdirde zimmetin sağladığı haklardan mahrum olacaklarını bildirmek üzere onlara söz vermiş ve onlara, “Ya ribâyı terkedersiniz veya Allah ve Rasûlünden harb açılacağını bilmiş olunuz.” diye yazarak bu âyetin içerdiği hükmü tebliğ etmiştir. Zira dâr-ı İslâm’da zimmet ehlinin sözleşmesi, hukuk açısından müslümanların imanı yerindedir. Ve zimmet ehli, ibâdet ile yükümlü değil, fakat muâmelat ile yükümlüdür.
Velhasıl dâr-ı İslâm’da ribâ işlemleri yapanlar, gerek dini inkârlarından ve dinden çıkmak niyetiyle yapsınlar, gerekse sırf günah ve isyan niyetiyle yapsınlar, her iki şekilde de Allah’ın ve Rasûlünün harbine muhâtap olmuş olurlar. Fakat tevbe edenlerin de anaparaları, eksik ve fazla olmadan aynen korunur. Şu kadar ki, bunun hemen ödenip ödenmeyeceği de borçlunun kolay ödeme şartına bağlıdır.” 3770
Mevdûdi diyor ki: “Bu âyet Mekke’nin fethinden sonra nâzil olmuştur; fakat fâizle ilgili olduğu için bu araya sokulmuştur. Bu âyet inmeden önce de, haram olmamasına rağmen fâiz müslümanlar tarafından nefretle karşılanıyordu. Fakat bu âyet indikten sonra fâizle borç verme İslâm devletinde yaptırım gerektiren bir suç oldu. Arabistan’da ticaret yapan kabileler fâiz konusunda uyarıldılar. Eğer fâizden vazgeçmezlerse onlara karşı savaş açılacaktı. Necran Hıristiyanlarına İslâm devleti içinde özerklik verildiğinde, anlaşmada eğer fâizle ticarete devam edilirse anlaşmanın sona ereceği ve iki ülke arasında savaş çıkacağı konusu açıkça belirlendi.
Bu âyetin son bölümünden İbn Abbas, Hasan Basri, İbnî Sîrin ve Rebi bin Enes İslâm Devleti’nde fâiz alanın yaptığı şeyden tevbe etmesi için uyarılması, eğer uyarıldığı halde vazgeçmezse ölüm cezasına çarptırılması gerektiği sonucunu çıkarmışlardır. Fakat diğer fakihler fâiz alan kişinin bu işten vazgeçinceye dek hapsedilmesi gerektiği görüşündedirler.
“Fâiz yiyenler şeytan tarafından çarpılmış kimseler gibi ayağa kalkarlar, Bu onların “alış-veriş de fâiz gibidir” demelerinden dolayıdır. Oysa Allah alış-verişi helâl, fâizi ise haram kılmıştır. Kim kendisine Rabbinden bir öğüt gelir-gelmez fâiz yemeye son verirse geçmişte aldığı fâizler kendisinden geri alınmaz. Onun işi Allah ‘a kalmıştır. Fakat kimler tekrar fâizciliğe dönerlerse onlar, orada ebedi olarak kalmak üzere Cehennemliktirler. Allah fâizi eritir. Buna karşılık sadakaları arttırır. Allah (haramda ısrar eden) hiçbir günahkâr kâfiri sevmez.” Bu, gerçekten korkunç bir hamle ve son derece ürpertici bir tasvirdir.
Seyyid Kutub diyor ki: “...Şeytan tarafından çarpılmış kimseler gibi ayağa kalkarlar...”3771 Hiçbir mânevî tehdit, bu somut, canlı ve hareketli tablo kadar duygular üzerinde etkili olamaz. Şeytan tarafından çarpılmış ve donakalmış insan tablosu... İnsanların sıkça görüp bildiği bir tablo... Âyet-i Kerime, bu tabloyu, duyguların korkutulması konusundaki uyarıcı rolünü yerine getirmesi, fâizcilerin duygularını harekete geçirmesi, onları sarsıp ekonomik düzenlerinin alışkanlıklarından ve kendilerine kâr sağlayan hırslarından çekip çıkarması için gözler önüne getiriyor. Bu tablo, eğitici etkisi bakımından yerine göre yararlı bir araç
3770] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 2/154-163
3771] 2/Bakara, 275
FÂİZ/RİBÂ
- 921 -
olduğu gibi aynı zamanda gerçek bir olguyu da ifade etmektedir. Gerçekte tefsirlerin büyük çoğunluğunda bu korkunç tablodaki “kalkış”ın, diriliş günündeki kalkış olduğu kanısı yer almaktadır. Ancak, bize göre, bu tablo şu yeryüzünde insan hayatında bizzat gerçekleşen bir olgudur. Ayrıca kendisinden sonra gelecek Allah ve Rasûlüne karşı savaşmaktan korkutan âyet-i kerimeye de uygun düşmektedir. Biz, şu anda bu savaşın varlığının sürdüğünü, fâiz düzeninin ağına düşüp, hummaya tutulmuş gibi çırpınan sapık insanlığın başına Mûsâllat olduğunu görüyoruz. Bugün insanlığın pratik hayatından bu gerçeği doğrulayan olguları detaylıca açıklamadan önce, Kur’an’ın Arap yarımadasında karşılaştığı fâiz manzarasını ve câhiliye mensuplarının bu konudaki düşüncelerini sunuyoruz.
Câhiliye döneminde bilinen bu âyetlerin ilk defa ortadan kaldırmak için indiği fâizin “Nesie (ertelenen)” ve “fadl (arttırılan)” olmak üzere başlıca iki şekli yaygındı. Katâde “Nesie (ertelenen)” fâiz hakkında; “Câhiliye ehlinin fâizi; adamın herhangi birine belli bir süre için birşey satması, günü geldiğinde borçlunun ödememesi ve onun da borcunu arttırıp ertelemesi şeklindeydi” der.
Mücâhid şöyle der: “Câhiliyede bir adamın başka bir adama borcu olurdu. Adam, borcunu ertelersen sana şu, şu var derdi. O da ertelerdi.” Ebubekir El Cessas: “Bilindiği gibi câhiliye döneminde fâiz, şartlı arttırma ile beraber, bir süre için borç şeklindeydi. Artış süreye karşılıktı. Allah bunu ortadan kaldırmadı.” der.
Fahreddin Râzi de tefsirinde şöyle der: “Câhiliye döneminde en yaygın olan “Nesîe (ertelenen)” fâizdi. Onlardan biri, her ay belli bir miktar almak üzere malını bir başkasına verirdi, ama mal olduğu gibi kalırdı haliyle. Belirlenen süre dolunca, anamalı isterdi. Şayet borçlu ödeyemeyeceğini bildirirse hakkını ve süresini arttırırdı.” Üsâme b. Zeyd’in Rasûlullah’tan rivâyet ettiği hadisde peygamberimiz şöyle buyuruyor: “fâiz ancak ‘Nesie (erteleme)’de vardır.” 3772
“Fadl (arttırılan)” fâiz ise kişinin herhangi bir şeyi benzeri bir şey karşılığında fazlasıyla satmasıdır. Altını altınla, parayı parayla, buğdayı buğdayla, arpayı arpayla satmak gibi. Bu da, fâize benzemesinden ve fâiz muâmelesinde hatıra gelen duyguların benzerini barındırdığından bu kapsama alınmıştır. Çağdaş işlemlerden sözederken bu noktanın bizim için büyük önemi olacaktır.
Ebû Said El-Hudri, Rasûlullah (s.a.s.)’ın şöyle dediğini rivâyet eder: “Altına altın, gümüşe gümüş, buğdaya buğday, arpaya arpa, hurmaya hurma, tuza tuz... Her şey benzeri ile... Ele el.... Kim arttırır ya da arttırmasını isterse fâiz yapmış olur. Burada alan da veren de eşittir.”3773 Ebu Said El Hudri’nin rivâyet ettiği bir başka hadiste şöyle denir: “Bilâl, Rasûlullah’a burni cinsinden hurma getirdi. Rasûlullah ‘Bunu nereden aldın?’ buyurdu. Bilâl: ‘Yanımızda kötü hurma vardı. Bir sa’a karşılık iki sa’ gönderdik’ deyince Rasûlullah: “Ah! Tıpkı fâiz, tıpkı fâiz yapma bunu! Satın almak istediğinde hurmayı başka bir şeye sat sonra da iyisini al’ buyurdu.” 3774
Birinci tür uygulamada; esas miktarın üzerine ekleme, bu ek miktarı, belirlenen süreye karşılık alma ve bu ek miktarın anlaşmanın bir şartı olması yani başka hiçbir neden olmaksızın yalnızca zamanın geçmesiyle malın mal kazanması gibi bütün fâiz işlemlerinde görülen fâiz unsurlarını barındırması nedeniyle fâiz
3772] Buhari ve Müslim
3773] Buhârî ve Müslim
3774] Buhârî ve Müslim
- 922 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olduğu açıkça görüldüğünden açıklamayı gerektirmez.
İkinci tür uygulamaya gelince, arttırmayı gerektiren benzer iki şey arasında temel farkların bulunduğu kuşkusuzdur. Bu durum iki sa’ kötü hurma verip bir sa’ iyi hurma alan Bilâl’in olayında açıkça görülmektedir. Ancak, iki türün asıl itibarıyla benzer olması fâiz kuşkusunu doğurmaktadır. Çünkü burada hurma hurmayı doğurmuş oluyor. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.s.) bunu fâiz olarak nitelendirmiş ve yasaklamıştır. Ardından değiştirilmek istenen çeşidin paraya çevrilmesini ve bu parayla da istenen çeşidin alınmasını emretmiştir. Amaç, işlemden fâiz şüphesini tamamen uzaklaştırmaktır.
Herhangi bir şeyi benzeri karşılığında satarken arada bir sürenin bulunmaması için “elden ele...” tutmanın şart koşulması da bu amaca yöneliktir. Çünkü süre belirlemede ek bir kazanç sözkonusu olmasa bile fâizin gölgesi vardır, fâiz unsurlarından biri mevcuttur. Herhangi bir uygulamada fâizin gölgesinin belirmesine karşı Rasûlullah’ın ne kadar duyarlı olduğu ortaya çıktığı gibi câhiliyede yaygın fâiz uygulamasına karşı akılcı tedavisinin hikmeti de açıktır.
Günümüzde, Batının kapitalist düşünce ve düzenleri karşısında rûhen bozguna uğramış bazı kimseler bu haram kılmayı, Üsame’nin hadisine ve Selef’in câhiliyede yaygın fâiz uygulamasını tavsif edişlerine dayanarak çeşitli fâiz şekillerinden biri olan “Nesîe”ye (ertelenen) fâize indirgeyip câhiliyedeki fâiz uygulamasına tıpatıp uymayan çağdaş fâiz şekillerini İslâm adına -dinen- helâl saymak istiyorlar.
Ancak, bu girişim, ruhsal ve aklî bozgunun bir belirtisinden öteye gidemez. Çünkü İslâm, birtakım göstermelik davranışlardan ibâret bir düzen değildir. O, köklü bir düşünceye dayanan bir hayat düzenidir. İslâm, fâizi yasaklarken bir çeşidini yasaklayıp diğer bir çeşidini bırakmaz. Kendi düşüncesine aykırı her düşünceyi ortadan kaldırdığı gibi kendi mantığıyla uyuşmayan her düşünceye savaş açar. Bu konuda o kadar duyarlıdır ki, fâiz mantığının gölgesini ve fâizci duyguları iyice uzaklaştırmak için “fadl (arttırılan)” fâizi bile yasaklamıştır.
Bu yüzden, ister câhiliyenin bildiği şekilde olsun, ister yeni ortaya çıkan şekilde olsun, fâiz uygulamalarındaki temel unsurları içerdiği ve bencillik, açgözlülük, bireysellik ve kumarbazlıktan ibâret fâizci mantıkla zehirlendiği, “nasıl olursa olsun, yeter ki kâr edeyim”den ibâret pis düşünceye bulaşmış olduğu sürece tüm fâiz uygulamaları haramdır.
Bu gerçeği iyice kavramamız ve Allah ile Rasûlü tarafından fâizci toplumlara karşı savaş açıldığını idrâk etmemiz gerekmektedir. “Fâiz yiyenler şeytan tarafından çarpılmış kimseler gibi ayağa kalkarlar...”3775 “Fâiz yiyenler” deyimiyle sadece fâiz kârını alanlar kasdedilmemektedir. -Bu âyetle korkunç şekilde tehdit edilenlerin başında gelseler bile- bu deyim, fâiz toplumunun tüm fertlerini kapsamaktadır. Câbir bin Abdullah’tan şöyle rivâyet edilir: “Rasûlullah, fâiz yiyeni, yedireni, şâhit olanı ve yazanı lânetledi. Ve ‘bunların tümü aynı oranda sorumludurlar’ dedi.” 3776
Bu, bireysel fâiz işlemleri içindi. Tamamen fâiz esasları üzerine kurulu toplumlara gelince, tüm bireyleri lânetlenmiş, Allah’ın açtığı savaşa mâruz kalmış
3775] 2/Bakara, 275
3776] Müslim, Ahmed bin Hanbel, Ebû Dâvud ve Tirmizî
FÂİZ/RİBÂ
- 923 -
ve hiç tartışmasız Allah’ın rahmetinden kovulmuşlardır. Onlar hayatlarında istikrar, güven ve rahat yüzü bulamayan, hummaya tutulmuş, muzdarip, sıkıntılı bir yaşantı içindedirler ve kalktıklarında şeytan tarafından çarpılmışlar gibi hareket ederler.
Çağdaş kapitalist düzenin, geçen dört asırda, oluştuğu ilk günlerde bu konuda şüphe sözkonusu olmuş olsa bile bu asırların deneyiminde şüpheye asla yer kalmamıştır. Bugün içinde yaşadığımız dünya; aklı başında olan kişiler, düşünürler, bilginler ve araştırmacıların itiraf ettiği ve Batı uygarlığının merkezi olan bölgeleri dolaşan seyyah ve gözlemcilerin gördüğü gibi bu bölgelerdeki maddi uygarlığın tüm görkemine, sanayi ürünlerinin gelişmişliğine, gözleri kamaştıran maddî refahın tüm görüntülerine rağmen her yönüyle sıkıntı, ızdırap, korku, sinirsel ve ruhsal hastalıkların yaygın olduğu bir dünyadır.
Üstelik bu dünya sürekli; yaygın, öldürücü ve sinirsel savaşların orada-burada bir türlü bitmeyen ızdırapların tehdidi altındadır. Bu maddî uygarlığın, maddî refahın birçok bölgedeki kolaylığının, geçim sıkıntısının olmayışı ve rahatlığın dahi ortadan kaldıramadığı iğrenç ve uğursuz bir bedbahtlıktır.
Görmemek için kendi kendine gözlerini perdelemeyen herkesin görmek istediği sürece yüzyüze geleceği bir gerçektir bu. Amerika, İsviçre ve maddî refahı olan birçok ülkede insanların genelde maddî açıdan bir sorunlarının olmadığı bir gerçektir. Ancak insanlar mutlu değildirler. Zengin oldukları halde sıkıntı, yüzlerinden okunuyor. Yoğun üretim faâliyetinde bulundukları halde doyumsuzluk hayatlarını yiyip bitiriyor. Bu doyumsuzluklarını kimi zaman çılgınlık ve haykırışlar ile, kimi zaman ilginç görüntü ve aykırılıklarla, kimi zaman da cinsel ve ruhsal sapıklıklarla dışa vururlar. Ardından kaçma ihtiyacını duyarlar, kendilerinden, içinde yaşadıkları boşluktan, hayatın akışından ve nimetlerinden bir nedeni görülmeyen bedbahtlıktan kaçmaya başlıyorlar, intihar etmekle, çılgınlıklar yapmakla ve anormalliklerle kaçıyorlar. Sonra bu sıkıntı, boşluk ve hiçlik duygusu hiçbir zaman peşlerini bırakmıyor, rahat yüzü göstermiyor bu zavallılara... Niçin?
Tabiatıyla bunun başlıca sebebi, insanların dertli, ızdıraplı, sapık ve bahtsız ruhlarının, bunca maddî gelişmişliğe rağmen, ruhun gıdası olan imandan, Allah’a güvenden, bir de Allah’a imanın ve O’nun ahdine ve şartına uygun yeryüzündeki hilâfetin bahşedip çizdiği büyük insanlık hedeflerinden yoksun olmalarıdır.
Bu belli başlı ve büyük sebebin bir şıkkını da fâiz belâsı ve gelişen ve fakat gelişmesinin iyilik ve bereketini tüm insanlığa aynı düzeyde dağıtmak sûretiyle dengeli ve eşit bir şekilde gelişmeyen, ancak, bankalardaki bürolarına kapanan bir avuç para babası fâizcinin menfaatini gözeten ekonomi belâsı oluşturmaktadır. Bu fâizci para babaları sanayi ve ticareti, garantili ve belirli fâizlerle borçlandırmakta, böylece sanayi ve ticareti belli bir yöne yöneltmektedirler. Bu yolun da ilk hedefi, herkesin onunla mutlu olacağı ve herkese düzenli iş ve garantili geçim sağlayacak ve herkese ruhsal güven ve toplumsal huzur hazırlayacak şekilde insanlığın sorunlarını ve ihtiyaçlarını gidermekten ziyade milyonların ezilmesi, yoksulluğu ve hayatlarının bozulması ve bütün insanlığın hayatına şüphe, sıkıntı ve korku tohumlarının ekilmesi pahasına da olsa en fazla kâr gerçekleştirecek üretimi sağlamaktır.
Şüphesiz Yüce Allah en doğrusunu söylüyor: “Fâiz yiyenler şeytan tarafından
- 924 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çarpılmış kimseler gibi ayağa kalkarlar...”3777 İşte biz bu gerçeğin kanıtlarını dünyadaki pratik hayatımızda görebiliyoruz. Fâizciler, Rasûlullah döneminde fâizin haram kılınmasına karşı çıkmışlardı. Fâiz işlemlerinin haram, ticaretin ise helâl kılınmasını gerektirecek bir nedenin bulunmadığını ileri sürerek itiraz etmişlerdi: “Bu onların ‘alış veriş de fâiz gibidir’ demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alış-verişi helâl, fâizi ise haram kılmıştır...”
Dayandıkları benzetme, fâiz gibi ticaretin de fayda ve kâr sağlamasıydı. Bu, boş bir benzetmedir. Çünkü ticarî işlemlerde kâr da zarar da mümkündür. Ayrıca kişisel yetenek ve çaba, hayatta yürürlükte olan tabiî şartlar kâr ve zarar üzerinde etkili olmaktadır. Fâiz işlemlerinde ise bütün durumlarda kâr haddi belirlenmiş olur. İşte başlıca fark budur. Haram ve helâl kılınma nedeni bu noktada yatmaktadır. Her ne şekilde olursa olsun, kârın garantiye alındığı tüm işlemler, kârın kesin ve belirlenmiş olmasından dolayı fâiz kapsamına girerler. İnatçılık ve demagoji yapmaya gerek yoktur:
“Oysa Allah alış-verişi helâl, fâizi ise haram kılmıştır.”3778 Bu unsurun, alış-verişte bulunmayışı ve daha birçok neden, ticareti aslında insan hayatı için yararlı ve fâiz uygulamasını da zarar verici kılmaktadır. İslâm o zaman mevcut olan sistemi, ekonomik ve toplumsal hayatta sarsıntı meydana getirmeden gerçekçi bir şekilde tedavi etmişti.
“Kim kendisine Rabbinden bir öğüt gelir gelmez fâiz yemeye son verirse geçmişte aldığı fâizler kendisinden geri alınmaz. Onun işi Allah’a kalmıştır.”3779 Yüce Allah yasayı koyduğu andan itibaren yürürlüğünü başlatıyor. Kim Rabbinin öğüdünü dinler ve fâizden vazgeçerse geçmişte aldığı fâizler geri alınmaz. Onun işi Allah’a kalmıştır ve onun hakkındaki hükmünü dilediği gibi uygulayacaktır. Bu ifade kalbe geçmişte işlenen bu günahtan kurtuluşun Allah’ın dilemesi ve rahmetine bağlı olduğu duygusunu akıtmakta ve bu işten ürperti duymasını sağlamaktadır. Giderek kendi kendine şöyle demeye başlar: “Bu kötü işten elde ettiklerim yeter. Vazgeçip tevbe edersem Allah, günahlarımı belki affeder. Bundan sonra artık fâiz almayacağım.” Kur’an bu eşsiz metoduyla kalplerin duygularını işte böyle tedavi ediyor.
“Fakat kimler tekrar fâizciliğe dönerlerse onlar, orada ebedi kalmak üzere Cehennemliktirler.”3780 Âhiretteki azâbın gerçekliğine ilişkin bu tehdit az önce işaret ettiğimiz eğitim metodunun güzelliklerini güçlendirmekte ve kalplerin derinliklerine yerleştirmektedir. Ancak, uzun vâdeli ihtirasların şaşırttığı, vaad edilen azabın hakikatını bilmeyen bazı kimseler, Âhiret gününü hesaba katmayabilirler. İşte Kur’an bunları da dünya ve Âhirette topluca erimekle korkutuyor. Bu arada sadakanın -fâizin değil- artıp arındırdığı gerçeğini yerleştirmekte ve küfür ve günahtan dolayı icâbet etmeyenlerin kulaklarını sağır edecek tarzda haykırmakta ve Yüce Allah’ın günahkâr kâfirlerden hoşlanmadığını onlara göstermektedir.
“Allah fâizi eritir, buna karşılık sadakaları arttırır. Allah (haramda ısrar eden) hiçbir
3777] 2/Bakara, 275
3778] 2/Bakara, 275
3779] 2/Bakara, 275
3780] 2/Bakara, 275
FÂİZ/RİBÂ
- 925 -
günahkâr kâfiri sevmez.”3781 Kuşkusuz Yüce Allah’ın azâbı ve va’di doğrudur. Fâizle muâmele gördüğü halde, içinde bereket, huzur, mutluluk, güven ve sükûnet adına birşey kalan bir toplum görmemiz mümkün değildir. Yüce Allah fâizi eritir. Bu pis uygulama bulunduğu topluma kıtlık ve bedbahtlıktan başka birşey kazandırmaz. Görünürde bir refah, üretim ve gelir kaynağı bolluğu göze çarpabilir; ancak bereket, gelir kaynaklarının kabarıklığından ziyade güven içinde bu kaynaklardan güzellikle yararlanmadır. Daha önce, gelir kaynakları bakımından son derece zengin ülkelerde yaşayan insanların kalpleri üzerine çöken uğursuz bedbahtlıktan sözetmiştik. Bugün ise bu ülkelerden bütün dünyaya, sıkıntı, dehşet ve ızdırap saçılmaktadır. İnsanlık sürekli öldürücü savaşların tehdidi altında sabah-akşam soğuk savaş gerginliği ile yatıp-kalkmaktadır. Günbegün hayat -farkında olsun olmasın- insanların sinirleri üzerinde bir ağırlık meydana getirmekte böylece ne malında, ne ömründe, ne sağlığında ne de gönül huzurunda bereket yüzü görmektedir.
Zorunlu (zekât) ve gönüllü olarak verilen sadakalarda temsil edilen dayanışma ve yakınlaşma esasına dayanan, şefkat, sevgi, hoşnutluk ve hoşgörü ruhunun egemen olduğu, sürekli Allah’ın fazlı ve sevabı gözetildiği, O’nun yardımına ve sadakayı ziyâdesiyle arttırdığına sonsuz güvenin olduğu... Evet, bu esaslara dayanan bir toplumun, fert ve topluluğun mallarını, rızıklarını, sağlıklarını, güçlerini, kalbî güvenlerini ve gönül huzurlarını hiç şüphe yok ki Yüce Allah bereketlendirir.
Beşerin pratiğinde bu gerçeği görmeyenler, görmek istemeyenlerdir. Çünkü, görmemek işlerine gelmektedir. Ya da bilerek ve kasden gözlerinin önüne bulanık sapıklık perdesini geren, iğrenç fâiz düzeninin kurulmasında yararları bulunan bu yüzden gerçekleri görmekten kaçınanlardan başkası bu gerçekleri görmezlikten gelemez.
“Allah (haramda ısrar eden) hiçbir günahkâr kâfiri sevmez.”3782 Bu sonuç, haram kılındıktan sonra fâiz uygulamasında ısrar eden ve Allàh’ın sevmediği kimseler hakkında kesinlik ifâde etmektedir. Kuşkusuz bin defa “lâ ilâhe illâllah, Muhammedün Rasûlullah” deseler de Allah’ın haram kıldığını helâl sayanlar, küfür ve günah sıfatını hak etmektedirler. Çünkü İslâm, dille söylenen bir kelime değildir. O bir hayat düzeni ve pratik hayat metodudur. Onun bir parçasını inkâr etmek bütününü inkâr etmektir. Fâizin haram olduğunda hiçbir kuşku olmadığı gibi onu helâl sayıp hayatı fâiz esaslarına dayandırmak da küfürdür, günahtır. Bundan Allah’a sığınırız.
Küfür, günah ve fâizci hayat metodu ve düzeni taraftarları karşısında, burada iman ve sâlih amel sayfası, bu tarafta yer alan mü’min kitlenin özellikleri ve fâiz düzeni karşısında bir başka düzen -zekât düzeni- etrafında odaklaşan hayat kuralları sunulmaktadır.
“Onlar ki inandılar, iyi işler yaptılar, namazı kıldılar ve zekâtı verdiler. Rableri katında mükâfatları kendilerine mutlaka verilecektir. Onlar için artık korku sözkonusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir.”3783 Bu sayfada yer alan en belirgin unsur “zekât” yani kar3781]
2/Bakara, 276
3782] 2/Bakara, 276
3783] 2/Bakara, 277
- 926 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şılık beklemeden Allah için verme unsurudur. Sûrenin akışı bununla mü’minlerin sıfatını ve mü’min toplumun esas kuralını sunmaktadır. Ayrıca mü’min topluma bahşedilen güven, huzur ve İlâhî hoşnutluk tablosu da sunulmaktadır...
Kuşkusuz hayatın hiçbir alanında fâiz düzeninin sağladığı garantilere ihtiyaç duymayan, dayanışma ve yardımlaşma içinde bulunan toplumun temeli de zekâttır. İslâm düzeninin pratik hayatta uygulanmasına tanık olan müslüman ümmetten ayrı düşmüş, imanî düşünce, eğitim ve ahlâk esaslarına dayalı insan ruhunu özel kalıbına sokup şekillendiren sonra da doğru düşüncesini, temiz ahlâkını ve üstün faziletlerini teneffüs ettiği düzeni egemen kılan sisteme tanık olmamış nesillerin ve bizim duygularımızda zekâtın şekli, değişikliğe uğramıştır. Fâiz temeline dayalı câhiliye toplumu karşısında yer alan İslâm düzeninin temelini zekât oluşturmaktadır. Bundan sonra hayat gelişir ve ekonomi de bireysel çaba ya da fâizden arı dayanışma çizgisi üzerinde yoluna devam eder.
İnsanlık manzaralarının en yücesini görmemiş, bedbaht ve talihsiz nesillerin duygularında bu tablo artık değişmiştir. Bu insanlar, fâiz temeline dayalı maddî düzenin sapıklığı içinde doğup büyümekte, her tarafta, cimrilik, bencillik, azgınlık, ihtiras ve insanların vicdanlarına egemen olmuş iğrenç bir egoizm görmektedir. Bu düzende mal, ihtiyacı olana ancak iğrenç fâiz yoluyla ulaşmaktadır. İnsanlar, birikmiş parası ya da fâiz kurumlarından birine sermayesinin bir kısmını yatırmak sûretiyle ortak olmadıkça güvencesiz kalmaktadırlar. Ticaret ve sanayi, ihtiyacı olan sermayeyi fâiz ödemeden bulamaz olmuştur. Artık bu kötü talihli nesillerin duygularında, bu düzenden başka bir düzenin olamayacağı ve hayatın ancak bu esaslara dayanabileceği düşüncesi yer etmiştir.
Zekâtın şekli o denli değişmiş ki, giderek bu nesiller onu, kendisine dayanılarak çağdaş bir düzenin kurulamayacağı gülünç, bireysel bir bağış saymışlardır. Ancak, zekât gelirlerinin ne kadar kabarık olduğunu, İslâm’ın özel bir yöntemle meydana getirdiği, eğittiği, direktif ve yasalarla yönlendirdiği ve içinde yaşamayanların vicdanlarının erişemeyeceği, kendine özgü hayat düzeniyle idare ettiği insanların ödediği bu zekâtın, kazancıyla birlikte esas paradan yüzde iki buçuk (% 2,5) oranında alındığını biliyorlar mı? (Bu oran ekin ve madenlerde % 5, % 10 ve % 20’ye kadar yükselir.) Zekât müslüman devletin topladığı farz bir haktır, kişisel bir bağış değil... Bununla müslüman kitle içinde ihtiyaç sahiplerine yardım edilir. Böylece her fert, hem kendi hayatını hem de çocuklarının hayatını her halükârda güvencede hisseder. Ayrıca ister ticarî ister ticaret dışı olsun, borcunu ödeyemeyenlerin borcu da zekât gelirinden karşılanır.
Bir düzenin şekli çok önemli değildir. Önemli olan ruhtur. İslâm’ın kendi direktifleri yasaları ve düzeniyle eğittiği toplum, düzenin şekli ve uygulamalarıyla uyum içinde olduğu gibi yasalar ve direktiflerle de bütünleşir. Yardımlaşma duygusu vicdanlardan ve düzenlemelerden uyum içinde ve birbirini tamamlar şekilde fışkırır bu toplumda. Bu, diğer materyalist düzenlerin gölgesinde doğup büyüyenlerin düşünemeyeceği bir gerçektir. Ancak biz -İslâm mensupları- bu gerçeği biliriz, imanî zevkimizle bunun tadına varırız. Şayet bu zevkten yoksun olmuşlarsa bu onların kötü talihlerinin, bahtsız paylarının sonucudur. -Onlara uyan ve önderliklerini onlara teslim eden beşeriyetin payı da öyle- Ve payları da bu olsun. Yüce Allah’ın “Onlar ki inandılar, iyi işler yaptılar, namaz kıldılar ve zekâtı verdiler...” âyetiyle tanımladığı kişilere müjdelediği hayırdan yoksun olsunlar. Ecir
FÂİZ/RİBÂ
- 927 -
ve sevaptan yoksun olmakla beraber güven ve hoşnutluktan da yoksun olsunlar. Tabii ki onlar, bilgisizlikleri, câhiliyeleri, sapıklıkları ve inatlarından dolayı yoksun oluyorlar.
Yüce Allah, hayatlarını, iman, iyilik, kulluk ve yardımlaşmaya dayandıranlara, ecirlerinin yüce katında korunacağını belirtiyor; korku nedir bilmeyecekleri bir güven ortamı ve hiçbir zaman üzüntü duymayacakları bir mutluluk vaadediyor: “Rableri katında mükâfatları kendilerine mutlaka verilecektir. Onlar için artık korku sözkonusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir.” 3784
Fâiz yiyenlerin ve fâiz toplumunun, yok edilmek, helâk, çarpılma, sapıklık, sıkıntı ve korkuyla tehdit edildikleri bir sırada... İnsanlık bu gerçeği müslüman toplumun pratiğinde bir olgu olarak görmüştü, bunu da fâiz toplumunun pratiğinde bugün görmektedir. Şayet her gâfil kalbi tutup şu ideal gerçeği görene kadar şiddetle sarsabilseydik, kapalı gözleri tutup kapaklarını açarak bu olguyu gösterebilseydik.. Gücümüz yetseydi mutlaka yapardık...
Ancak belki Yüce Allah kötü talihli insanlığı hidâyete erdirir diye bu gerçeğe işaret etmekten başka elimizden bir şey gelmiyor. Kalpler Rahman’ın parmaklarından iki parmağının arasındadır. Ve hidâyet de Allah’ın hidâyetidir. Yüce Allah’ın fâizi hayatından silmiş, küfür ve günahı atmış, hayatını iman, sâlih amel, kulluk ve zekât esasları üzerine binâ etmiş müslüman cemaate va’dettiği huzur ve güvenin gölgesinde... Evet iman edenlere bu huzur ve güven gölgesinde hayatlarından iğrenç ve pis fâiz düzenini atmaları için son bir çağrı yapılmakta, aksi takdirde bunun Allah ve Rasûlü tarafından ilân edilmiş, durdurulması yavaşlatılması ve geciktirilmesi imkânsız savaş olacağı bildirilmektedir.
“Ey mü’minler, Allah’tan korkun ve eğer mü’min iseniz henüz elinize geçmemiş fâizi almaktan vazgeçin. Eğer böyle yapmazsanız Allah ve Rasûlü tarafından açılmış bir savaşla karşı karşıya olduğunuzu bilin. Eğer fâizciliğe tevbe ederseniz ana sermaye sizin olur. Böylece ne haksızlık etmiş ve ne de haksızlığa uğramış olursunuz.” 3785 Âyet-i Kerime, iman edenlerin imanını fâizden kalanı bırakma şartına bağlıyor. Yoksa onlar, Allah’tan korkup fâizin kalan kısmından vazgeçmedikçe iman etmiş sayılmazlar, mü’min olduklarını ilân etmiş olsalar da... Çünkü iman; Allah’ın emrettiğine itaat, bağlanma ve uyma olmadıkça gerçekleşmez. Kur’an âyeti bu konuda insanları şüphe içinde bırakmadığı gibi Allah’ın şeriatına itaat edip hoşnut olmadıkça, hayatında uygulamadıkça ve hayatî işlemlerinde hükmüne uymadıkça kimsenin iman kelimesinin arkasına sığınmasına müsaade etmez. Dinde inanç ile uygulamanın arasını ayıranlar, iman iddiasında bulunup dilleriyle bunu duyursalar ve hatta diğer ibâdetleri yerine getirseler de mü’min değildirler.
“Ey mü’minler Allah’tan korkun. Henüz geçmemiş fâizi almaktan vazgeçin... Eğer mü’min iseniz...” Daha önce aldıkları fâiz, kendilerine bırakılıyor, geri alınması sözkonusu değildir. İçinde fâiz vardır diye mallarının tümüne ya da bir kısmına da el konulmuyor. Çünkü nass olmadan “haram kılma” olmaz. Hüküm de yasasız olmaz. Yasa ise meydana geldikten sonra uygulanır ve etkileri görülür. Geçmişte olanlar ise Allah’a kalmıştır, kanunların hükmüne değil. Böylece İslâm, hükmünü daha önce olanları kapsamayacak şekilde koymakla, büyük ekonomik
3784] 2/Bakara, 277
3785] 2/Bakara, 278-279
- 928 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve toplumsal sarsıntılar meydana getirmekten sakınmıştır. Çünkü şeriat, bu konuyu ele almıştı. Bunun nedeni, İslâm şeriatının, insan hayatının pratiğini karşılamak, yürütmek, temizlemek ve birlikte gelişip yücelmek için konulmasıdır. Bu arada, mü’min sayılmalarını bu hükmün inmesinden ve öğrenmelerinden itibaren kabul edip hayatlarında uygulamalarına bağlamakta, beraberinde kalplerinde Allah’tan korkma duygusunu harekete geçirmektedir. Bu duyguyu İslâm şeriatının uygulanması için bir dayanak ve yasal güvencelerin ötesinde ruhların derinliklerinde gizli bir güvence kılmıştır. Çünkü İslâm’ın, dış kontrole dayanan, insan yapısı yasalarda bulunmayan yasaların uygulanmasını sağlayan güvenceleri vardır. Güç sahibi Allah’ın takvâsından bir bekçi vicdanlarında yer etmedikçe dış kontrolü atlatmaktan kolay ne vardır?
Bu teşvik aşamasıydı. Hemen yanında da korkutma aşaması yer almaktadır. Kalpleri titreten korkutma... “...Eğer böyle yapmazsanız Allah ve Rasûlü tarafından açılmış bir savaşla karşı karşıya olduğunuzu bilin...” Ne korkunç? Allah ve Rasûlünün ilân ettiği savaş... İnsanın kendisinin karşı karşıya kaldığı savaş. Sonu belli, âkıbeti kararlaştırılmış korkunç bir savaş... Zayıf ve fâni insan nerede, mahvedici, silip-süpürücü, cebbar güç nerede?
Rasûlullah (s.a.s.) son dönemlerde nâzil olmuş bu âyetlerin nüzûlünden sonra Mekke’deki valisine, şayet fâiz uygulamasından vazgeçmezlerse Âl-i Muğîre ile savaşmasını emretmişti. Rasûlullah, Mekke’nin fethedildiği gün hutbesinde, başta Abbas’ın (r.a.) olmak üzere İslâm’ın ilk dönemlerinde borçluların omuzlarında taşıdıkları tüm câhiliye dönemi fâizlerinin kaldırılmasını emretmişti. Bu şekilde, İslâm toplumu olgunlaşıp temelleri yerleşince, ekonomik düzeninin temellerini bulaşıcı fâiz temelinden ayırmasının zamanı gelmişti. Rasûlullah bu hutbesinde şöyle diyordu: “Câhiliyedeki tüm fâiz uygulamaları şu iki ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz de Abbas’ınkidir.” Ancak, câhiliyede aldıkları fazlalıkları geri vermelerini emretmemişti Rasûlullah.
İslâmî bir toplum oluştuğu zaman, Hz. Ebû Bekir’in, “Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Rasûlullah” şehâdet cümlesini söyleyip namaz kıldıkları halde, zekât vermekten kaçınanlara savaş açtığı gibi, İslâm devletinin halifesi de müslüman olduklarını ilân etseler bile fâiz düzeni temelinde ısrar edip Allah’ın emrine karşı gelenlere savaş açmak zorundadır. Çünkü, Allah’ın şeriatına uymaktan yüz çevirenler ve onu pratik hayatlarında uygulamayanlar müslüman olamazlar.
Üstelik, Allah ve Rasûlü tarafından ilân edilmiş savaş, İslâm toplumunun liderinin onlara karşı başlattığı kılıçla yapılan savaştan daha geneldir. Bu savaş -en doğrusunu söyleyen ulu Allah’ın dediği gibi- ekonomik ve toplumsal düzenini fâiz temeline dayandıran her topluma karşı ilân edilmiştir. Bu savaş, helâk edici, mahvedici evrensel şekliyle ilân edilmiştir. Sinirlere ve kalplere karşı bir savaştır. Bereket ve bolluğa karşı bir savaştır. Mutluluk ve güvene karşı bir savaştır. Yüce Allah’ın, hayat düzenine ve metoduna isyan edenlerin bazısını bazısına Mûsâllat ettiği bir savaştır. Bu, atışma ve didişme savaşıdır. Aldatma ve zulüm savaşıdır. Sıkıntı ve korku savaşıdır. Son olarak uluslar, ordular ve ülkeler arasındaki silâhlı savaştır. İğrenç fâiz düzeninin sebep olduğu mahvedici, kasıp kavurucu bir savaştır. Uluslararası fâizci para babaları dolaylı ya da dolaysız yollardan bu savaşlara öncülük yapmaktadırlar. Bu adamlar, tuzaklarını kurup içine şirketleri ve sanayi kurumlarını düşürürler, ardından halkları ve hükümetleri düşürürler.
FÂİZ/RİBÂ
- 929 -
Böylece kurbanlarının başlarına çullanıp savaş çıkarırlar. Ya da mallarının arkasına gizlenip hükümetleri ve ordularının gücüyle savaş çıkarırlar veya borçlarının fâizlerini kapatmak için ağır vergiler ve yükümlülükler koyarlar, böylece emekçiler ve üreticiler arasında fakirlik ve kıtlık baş gösterir, bunlar da kalplerini öldürücü propagandalara açar, sonuçta savaş patlar. En kolayı da şayet bunların hiçbirisi olmazsa- psikolojik savaş, ahlâkın bozulması, şehvet pazarlarının serbest bırakılması, beşerî varlığın temelden çökertilmesi ve en korkunç atom savaşlarının ulaşamayacağı yıkımı yapmaktır.
Yüce Allah’ın fâizle muamele edenlere karşı ilân ettiği bu savaş ateşi sürekli yanmaktadır. Yaş-kuru demeden, fabrikaların ürettiği maddî üretimin kabarıklığını gördükçe kazanıp ilerlediğini sanan gâfil ve sapık insanlığın hayatında ne varsa yakmaktadır bu ateş. Oysa üretilen bu yığın yığın mallar, temiz ve arı bir kaynaktan meydana gelseydi tüm insanlığı mutlu etmeye yetebilirdi. Ancak, fâiz denilen bu kirli kaynaktan doğduğu için insanlığın boğazını sıkan bir ağırlık ve mahveden bir felâket olmaktan öteye gitmemektedir. Beri tarafta ise bu mel’un ağırlığın altında mahvolan insanlığın acılarını duymayan dünyanın fâizci azınlığı durmaktadır.
İslâm ilk müslüman cemaati çağırdığı gibi tüm insanlığı da temiz ve pak şeriat kaynağına çağırmakta ve günahtan, hatadan ve iğrenç hayat metodundan tevbe etmeye dâvet etmektedir. “Eğer fâizciliğe tevbe ederseniz ana sermaye sizin olur. Böylece ne haksızlık etmiş ve ne de haksızlığa uğramış olursunuz.”3786 Bu, hatadan, câhiliye hatasından dönmektir ki câhiliye herhangi bir döneme ya da düzene bağlı değildir. Ne zaman ve ne şekilde olursa olsun Allah’ın şeriatından ve O’nun hayat metodundan sapma sözkonusu olduğu her durum câhiliyedir. Bu hatanın etkileri, bireylerin duygularında, ahlâklarında ve hayata ilişkin düşüncelerinde ortaya çıktığı gibi toplumsal hayatta ve genel ilişkilerinde de görülür. Bu etkiler, beşerî hayatın her alanında, ekonomik gelişmesinde de görülür. Fâizcilerin propagandasına kananlar sadece onun ekonomik gelişme için en sağlam esas olduğunu zannetseler de...
Sadece anamalın/sermayenin geri alınması ise, borç verenin de borçlunun da zulme uğramadığı âdil bir uygulamadır. Mal kazanmak için de daha başka temiz ve pak yollar vardır. Kişisel girişim bunlardan biridir. Kâr-zarar ortaklığına göre çalışan, sermaye vermek sûretiyle ticaret yapmak, ortaklıklar kurmak ve piyasada hisseleri satışa sunan -kârın büyük kısmını kendine ayıran kurucu senetler olmaksızın- şirketler yoluyla da helâl kazanç sağlanabilir. Parayı dolaylı ya da dolaysız şirketler, sanayi kuruluşları ve ticarî faâliyet yapan kurumlar arasında sâbit kâr almadan paylaştıran sonra da kârı ya da zararı belli bir düzen içinde mûdîleri arasında bölüştüren fâizsiz bankalara yatırmak da bir kazanç yoludur. Bu tür bankalar bu mallardan yönetim hizmeti karşılığı olarak ücret alabilirler ve burada ayrıntılarıyla anlatamayacağımız daha birçok kazanç yolu... Kalpler inanıp, niyetler de temiz ve pak kaynaklara yönelerek kokuşmuş, pis ve iğrenç kaynaklardan kaçınma konusunda sağlam olduktan sonra bunların tümü mümkündür. 3787
Bütün ülke riskle karşı karşıya bulunduğu, zarar yaptığı ve fedâkârlıklar
3786] 2/Bakara, 279
3787] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an, Dünya Y.
- 930 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yapmak zorunda kaldığı halde, savaş borçlarına karşı bir yüzyıl boyunca fâiz ödenmesini haklı gösterecek bir sebep var mıdır?
“Kime Rabbinden bir öğüt gelir de (fâize) bir son verirse, artık geçmişi kendisine, işi de Allah’a aittir.” Bu izin sadece, fâizi haram kılan âyet nâzil olmadan önce alınan fâizin kanunî yönü ile ilgilidir ve o fâizden kazanılan gelirin de helâl olduğu anlamına gelmez. Bu âyetten bu meselenin Allah’a havale edileceği ve bunun Allah tarafından bağışlanmamış olduğu anlaşılmaktadır. Sonu gelmez tartışma ve istekleri engellemek bakımından borçlanılan fâizin geri ödenmesi için kanunî bir istekte bulunulmaması bildirilmektedir. Fakat ahlâkî yönden fâiz pisliktir ve onu alan kimse kendisini temizlemek için elinden geleni yapmalıdır. Eğer şeytana uyup almışsa, aldığı fâizi kendisine harcamamalı ve fâiz aldığı kimseleri araştırıp onlara aldıklarını geri ödemeye çalışmalıdır. Fâiz aldığı kimseleri bulamadığı takdirde bu haram ve pis kazancı sosyal refah için harcamalıdır. Kıyamet gününde, kişi hakkında kesin hüküm verecek olan Allah’ın azabından korunmanın tek çıkar yolu budur. Bu haram serveti kullanmaya devam eden kimse ise, geçmişte verdiği borçlar nedeniyle bile cezalandırılacaktır. 3788
Klasik Fıkıhta Ribâyı/Fâizi Câiz Gösteren Tavırlar
a- Câiz Olan İşlemlerin İstismarıyla İlgili Örnekler
1- Âriyye Meselesi: Ağaçtaki yaş ve taze hurmanın, elde mevcut kuru hurma karşılığında yaklaşık ve tahminî olarak satın alınmasına âriyye denilir.3789 Ve bunun câiz olduğunda ittifak vardır. Hâlbuki ulemâ, bunun benzeri olan her şeyi ribâ -en azından fadl ribâsı- sayıp reddetmektedirler. Ulemâ bu çelişkiyi izah için, “esasta ribâ olan böyle bir alım-satım işlemine cevaz verilmesinin sebebi, hurma ziraatiyle uğraşan çiftçilerin buna ihtiyaç duymalarıdır” demektedirler. Bundan çıkan sonuç şudur: Ribâ ihtiyaç sebebiyle ve ihtiyaç derecesi oranında meşrû ve mubah görülebilir. Zira hurma ziraati ile meşgul olanlarlara tanınan bu hakkın, öbür zirâî ürünleri üretenlere ve geçimlerini başka yollardan sağlayan değişik meslek sahiplerine de tanınmasından daha doğal bir şey olamaz. Hurma yetiştiricisine kolaylık gösterirken, diğer ürünleri üretenlere aynı kolaylığı göstermemek eşitlik ve adâlet esaslarına uymayan son derece mantıksız bir şey olur.
2- Selem ve istismar edilip fâize benzetilmesi: Selem: Müecceli muaccele satmaktır.3790 Yani peşin para ile veresiye mal almaktır. Genellikle köylüler ve çiftçiler hasat mevsimine üç-beş ay kala gıda maddesi ve para sıkıntısı çekerler. Bu sıkıntının sevkiyle 3-5 ay sonra teslim edecekleri, meselâ buğday ve pamuk karşılığında peşin gıda maddesi veya para alırlar. Çiftçinin darda ve sıkıntıda olmasını fırsat bilen ve bundan âzamî derece faydalanmanın yollarını arayan tefeciler, 3-5 ay sonra teslim alacakları malı, meselâ buğday veya pamuğu çiftçinin elinden çok ucuza ve değerinden aşağı bir fiyatla satın alırlar. Bu yoldan en az verdikleri sermayenin % 25 kadar bir fazla meblağı ellerine geçirirler. Yıllık hesap edildiğinde bu oran % 50’nin altına düşmez. Gerçi cevazı nass ve icmâ ile sâbit bulunan selem kurumu, bu maksatla teşrî kılınmış değildir. Ama, görüldüğü gibi istismar edilip en kötü bir ribâ muâmelesine kapıyı açık tutmakta,
3788] Mevdûdi, Tefhîmu’l-Kur’an
3789] Buhârî, Büyû’ 4; Müslim, Büyû’ 14
3790] Bk. Mecelle, madde 123
FÂİZ/RİBÂ
- 931 -
göz göre göre fakir fukarânın soyulmalarına araç yapılabilmektedir. Ebu-s Suud Efendi, bu çeşit selemin köylüleri mahv ve köyleri harap ettiğini söylemektedir. Ebu-s Suud Efendi yavuz ve Kanuni zamanında şeyhülİslâmlık yapmıştır ve bu dönemde Osmanlı Devleti iktisadî bakımdan en kuvvetli dönemini yaşamakta, hazine ağzına kadar dolu bulunmakta, ama yine de zavallı çiftçiler selem yoluyla tefecilere soyulmakta, bu durum karşısında İslâm âlimleri: “Eh, ne yapalım, Şer’i Şerîf selemi câiz görmüştür, taraflar ihtiyaçlarını dikkate alarak rızâlarıyla selem akdi yapmışlardır, para veren taraf, malı gerçek değeriyle alsa iyi olur, ama aralarında anlaştıkları bir fiyattan alırsa buna da en azından kazâ cihetinden denilecek bir şey yoktur” demektedirler. Maalesef, eski ulemâ, bu türlü bir selem işlemine, daha açıkçası değişik adla tefeciliğe seyirci kalmışlardır.
Sual: “Zeyd, Amr’a arpa ve buğday için selem tarîkiyle bir miktar akçe verdikte, şerâit-i seleme tamam riâyet eylese, tâyin olunan zamanda Amr, arpa ve buğday ziyâde baha eder, deyû vermeyip akçeni al, demeye kadir olur mu?” “El-cevap; Olmaz.”3791 Demek ki, selem yoluyla ihtiyaç sahibinin aldığı paranın fâizi ne kadar yüksek olursa olsun, şikâyeti dinlenmiyor.
Selem, sadece ödünç para vermekle olmaz, alacağa ve borca karşılık da olabilir. Misal: Zeyd’in, Amr zimmetinde bin akçe hakkı olup ba’dehû Zeyd mezkûr meblağı Amr’dan ahz etmeden zimmetinde iken Amr’ın üzerine şu kadar kile pirinç için selem akdi yapsa, bu selem şer’an sahih olur mu?” “El-cevap: Olur.” 3792
Bu durum karşısında, “Selem ribânın zıddıdır. Zira ribâda para değer kazanıyor ve artıyor, hâlbuki selemde sadece satılan mal ucuza gitmiş oluyor. Selem, ribânın zıddı olduğundan helâldir” demek, ne kadar inandırıcıdır? İbn Rüşd’ün de dediği gibi, selemle mal alanın esas maksadı malı değerinden düşük bir fiyata almaktır. Selemle mal satan şahsın esas maksadı da, vâdeden faydalanmaktır.3793 Bu iki unsur olmasa niçin selem muâmelesine ihtiyaç duyulsun?
Selem işleminin nasıl istismar edildiğini göstermek için fermanlarda, mühimme defterlerinde, şer’î ve kadı sicillerinde epey delil ve vesika vardır. Bazılarına temas edelim:
1565’te Mora beyine ve bu sancağa bağlı olan kadılara yollanan bir fermanda zenginlerin, fakir halka: “Selem tarîkiyle akçe verip mahsullerini daha ham veya yeni ekilmiş bir halde tarlada iken satın aldıkları ve tekrar kendilerine sattıkları, bu sûretle yüz akçe borcu üç sene zarfında bin akçeye çıkardıkları anlatılıyor. Borçlarını ödeyemeyen yoksul köylüler malını mülkünü, evini barkını terk edip çaresizlik içinde başka yerlere göç ediyorlardı. Geride kalanlar selem adı altında tefecilik yapan ribâhorlara (fâiz yiyen tefecilere) azap ve ırgat oluyordu.
Osmanlı Devletinde selem, murâbaha, rehin-vefâ bey’i, muâmele ve iyne bey’i yoluyla yapılan tefecilik, câhiliyye ribâsını aratacak gaddarlıktadır. Bazen, tefecilik yoluyla büyük servet sahibi olan ribâhorları devlet, düşük bir narh üzerinden İstanbul’un et ihtiyacını karşılamakla mükellef tutmak sûretiyle cezâlandırıyor ve kısa sürede iflâs etmelerini sağlıyordu.
3791] Fetâvâ-yı Yahya Efendi, Hamîdiyye, (Süleymâniye) no: 509, V/179 a
3792] Fetâvâ-i Abdurrahim, İstanbul, 1128, II/78
3793] İbn Rüşd, Bidâyetu’l-Müctehid Nihâyetu’l-Muktesıd, II/169
- 932 -
KUR’AN KAVRAMLARI
3- Vâde farkı: Peşin fiyatı bir milyon lira olan bir mal, altı ay vâde ile % 15 fazlasıyla, bir sene vâdeyle % 30 fazlasıyla satılsa veya alınsa, umûmiyetle ulemâ bunu câiz görmekte, gerçek fiyatın üstünde olup vâde bedeli olan karşılığı ribâ ve fâiz saymamaktadır.3794 Hâlbuki, vâde farkı olarak alınan fazlalık, aklen ve mantıken fâiz olduğu gibi, iktisadî bakımdan da fâizin ta kendisidir. Fâizin bütün unsurları anlam ve öz olarak bunda vardır. Vâde farkının fâiz olmadığını göstermek için söylenecek her söz safsata, her izah saçma olmaktan öte bir mânâ ifâde etmez. Onun için Fahruddin Râzî, bu konuda ileri sürülen itiraza: “Şeytanca yapılan bir kıyas” demekten başka bir şey söyleyememiş, belki kendisini de tatmin etmeyen Kaffâl’ın şu sözlerini nakletmiştir: “Bir adam peşin fiyata bir milyon lira olan bir mal satın almak istiyor. Satıcı, “bu malın peşin fiyatı bir milyon lira, bir yıllık vâdeli fiyatı iki milyon lira” diyor. Müşteri iki milyon lira fiyatla bu malı bir yıl vâdeli olarak satın alma yolundaki teklifi kabul edince pazarlık kesinlik kazanıyor ve anaparayı ikiye katlayan bu vâde farkı ona helâl kazanç sayılıyor. Diğer yandan bir milyon lira borcu olan, ama bunu ödeme gücüne sahip olmayan bir kimse alacaklısına: “bana bir yıl vâde ver, borcumu iki milyon lira olarak ödeyeyim” diyor ve alacaklı da bu teklifi kabul edince anaparayı bir misli arttıran ve haddi zâtında vâde karşılığı olan bu fark ribâ sayılıp reddediliyor. Peki, iki durum arasındaki fark nedir? İkisi de haram veya helâl olsa, kimsenin bir diyeceği olmaz. Ama birinin kesin sûrette helâl, diğerinin açık bir şekilde haram olduğu söylendimi, aradaki farkın da açık biçimde gösterilip bu iki şeyin gerçekten ve mantıken diğerinin zıddı olduğunu âşikâr bir sûrette ispat etmek lâzımdır ki, insanlar helâlle haramı birbirine karıştırmasın. Bu konuda Kaffâl diyor ki: “Değeri on akçe olan bir kumaşı veresiye yirmi akçeye satan bir kimse, kumaşın bizzat kendisini yirmi akçenin bedeli saymıştır. Bunun böyle olduğu husûsunda iki taraf rızâlarıyla anlaşınca, bunların her biri mâliyet itibarıyla onların nedzinde diğerinin karşılığı haline gelmiştir. Bu sebeple, gerçek fiyatı on akçe olan bir kumaşı vâde ile yirmi akçeye satan müşteriden karşılıksız bir şey almamıştır. Çünkü kumaşın her parçası, paranın her kuruşuna karşılık olmaktadır. Ama on akçe verip vâde sonunda yirmi akçe alan, aldığı on akçe fazla meblağı karşılıksız olarak almıştır. Ödenen fazla meblağın karşılığı verilen mehil ve vâdedir, denilemez. Zira verilen mehil, mal olmadığı gibi, kendisine işaret olunan bir nesne yani pazarlığa konu olan bir şey de olmadığından fazladan ödenen on akçenin karşılığı sayılmaz. 3795
Görülüyor ki, anaparayı ikiye katlayan bir kâr, vâdeli satış şeklinde olursa meşrû ve helâl kazanç kabul edilirken, aynı kâr ikraz (borç) yoluyla sağlanınca katıksız haram sayılmaktadır. Durum bu olunca, bu muâmelenin hileli yollardan yüzde yüz fâiz getiren birtakım sözde alışverişlerin kaynağı olacağı, tıpkı selemde olduğu gibi, ribânın yürürlükte ve geçerli olması için kapıyı ardına kadar açık tutacağı açıktır.
Merhum Elmalılı da, vâde farkından bahsederken: “Alışverişteki vâde farkına gelince, eğer mubâdele edilen iki şey bir cinsten değilse, bunların yekdiğerinin karşılığı oldukları herhangi bir akitle tesbit edilip yalnız birbirleriyle
3794] Eş-Şevkânî, neylu’l-Evtâr, Mısır, 1961, V/162; İbn Rüşd, Bidâyetu’l-Müctehid Nihâyetu’l-Muktesıd, Mısır, 1333, II/127; Hayreddin Karaman, İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, İstanbul, 1982, II/119; İbn Rüşd, el-Cedd, el Mukaddimât, 580
3795] Fahruddin Râzî, II/534
FÂİZ/RİBÂ
- 933 -
ölçüldüklerinden birinin öbüründen fazla olması ve netice itibarıyla ribânın bulunması bahis konusu olmaz.” “Meselâ, bir milyon lira bugünkü bir akitte bir kg. buğdayın tam karşılığı olabildiği gibi, diğer bir gün ve diğer bir akitte on kg. buğdaya tekabül eder ve taraflar seve seve para ile buğdayı mübâdele ederler, hiçbiri bir şey zâyi etmiş olmaz. Bey’ sûretiyle olan ticarî muâmelelerde kâr ve zarar hep böyledir” demektedir.3796 Kısaca nakledilen yukarıdaki kanaatin hatalı oluşunun bir sebebi mübâdele edilen malların aynı cinsten olup olmamalarının ribâyı tesbitte ölçü olarak kabul edilmesi tarzındaki yanlış düşünce ile paranın bir değer ölçüsü olduğunun hatıra getirilmemesidir. Şayet para bir değer ölçüsü olarak görülürse bugün bir kg. buğdayın bedeli olan bir milyon lira yarın 10 kg. buğdayın bedeli olamaz. Çünkü hiçbir ölçü ve terazi, ölçtüğü şeyi bu kadar farklı ölçmez ve böyle ölçüyorsa, ona kimse güvenmez, zira ona artık ölçü denmez. Temeli sakat bir mantıkla yola çıkılınca, ulaşılan netice görüldüğü gibi saçma olmaktadır. Vâde farkının oranını ve miktarını tâyin eden, aslında câri fâiz hadleridir. Onun için vâde farkı fâizin yavrusu, ürünü ve değişik bir görüntüsüdür. Vâde farkını tâyin eden fâizi haram sayıp vâde farkına helâl demek bu açıdan da sakat bir görüştür.
Yukarıda örneklerde, “vâde farkından hâsıl olan fazla ve kâr, tıpkı alışverişten meydana gelen fazlalık ve kâr gibi olup, helâl bir kazançtır” denilmesiyle, câhiliyye Araplarının: “Alışveriş de ribâ gibidir” yani nasıl alışverişte bir ziyâde ve kâr varsa, aynen öyle ribâda da bir fazlalık ve kâr vardır, aralarında fark yoktur, demelerine benzemektedir. Yani, câhiliyye Araplarının ribâyı helâl saymak için gösterdikleri gerekçe ne ise, vâde farkını câiz görenlerin gösterdikleri gerekçe de odur. “Vâde farkı haramdır, zira bu sûretle olan alışverişte, peşine nazaran alınan fazlalık vâdeye karşılıktır ve esas itibarıyla ribâ da vâde karşılığı olarak alınan fazla meblağdır” diyenlerin kanaati de sözü edilen fazla meblağın ticaret yoluyla kazanılan fazla meblağa ve kâra hiç benzemediğini açıkça göstermektedir. Burada unutulan şey şudur: Bugün özellikle bütün dayanıklı tüketim mallarının biri peşin, diğeri vâdeli olmak üzere iki ayrı fiyatı vardır. Maliyeti yüz milyon lira olan bir mal % 20 kâr ilâve edilerek 120 milyon liraya satılmaktadır. Aynı mal, bir sene vâde ile 150 milyon liraya satıldığı zaman, bunun 30 milyon lirasının vâde karşılığı olduğu yani % 25 bir fâiz alındığı açıktır. Şimdi vâde karşılığı olan bu 30 milyon lira acaba daha çok kâr kabul edilen 20 milyon liraya mı, yoksa fâize mi benzemektedir? Bu ziyâde meblâğ fâize benzetilebilir. “Girişimcinin aldığı kredinin fâizi, ürettiği malın fiyatına yansımakta ve pahalılığa yol açmaktadır” diyenler de bunun fâiz olduğunu kabul etmek zorundadırlar. Veya şayet vâde farkı fâiz değilse, girişimcinin krediye ödediği fiyat da fâiz değildir. 3797
b- Hile Yoluyla Fâizin Ticaret Gibi Gösterilmesiyle İlgili Örnekler
Aşağıda göreceğimiz örnekler, esas itibarıyla Hz. Peygamberimiz zamanında mevcut olmayıp, daha sonraki çağlarda iktisadî hayatın ve malî gerçeklerin zorlamasıyla bazı âlimlerin ortaya koymak mecbûriyetinde kaldığı, diğer bazı âlimlerin ise ribâ sayıp reddettikleri muâmeleler, daha açıkçası fâiz işlemleridir. Hiç şüphe yok ki, bu türlü muâmelelerin başında “iyne bey’i” denilen bir fâiz işlemi gelir.
3796] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, I/965
3797] Süleyman Uludağ, İslâm’da Fâiz Meselesine Yeni Bir Bakış, s. 122-130
- 934 -
KUR’AN KAVRAMLARI
1- İyne Bey’i: Muhtaç durumda bulunan bir kişi, ihtiyacını gidermek için sermaye sahibine başvurup, ödünç para istiyor. Ama sermayedar, ödünç vereceği paranın ödünç isteyene verilmemesi halinde kendisine temin edeceği menfaate tamah ederek ödünç vermeye râzı olmaz. Zira bu paranın kendisinde kalması ve işletilmesi halinde kazançlı çıkacağı kanaatini taşımaktadır. Bu yüzden borç talep eden şahsa: “Sana borç para vermem, ama istersen pazardaki fiyatı on akçe olan şu kumaşı sana on iki akçeye satayım, bunu pazarda satıp ihtiyacını görebilirsin” der. Borç alan bu teklife râzı olarak kumaşı on iki akçeye alır, pazara götürüp on akçeye satar, böylece ihtiyaç duyduğu on akçeyi temin etmiş ve sermaye sahibi de iki akçe kazanmış olur.3798 İşte iyne alışverişi budur ve bu işlem tamamıyla fâizle ödünç verme ihtiyacından doğmuş ve daima bu ihtiyaca cevap verecek şekilde tatbik edilmiştir.
Bazı hallerde iyne muâmelesi daha da çabuk yapılır: Ödünç alanla veren bir dükkâna gider; ödünç veren, meselâ yüz akçeye bir mal alıp, bunu meselâ yüz yirmi akçeye ödünç alana veresiye satar ve oradan gider. Sonra ödünç alan bu malı dükkân sahibine peşin olarak yüz akçeye satıp parasını alır.3799 Şayet mal doğrudan ilk satıcıya değil de başka birine satılırsa buna da “teverrük” denir. İyne bey’inin pek çok şekillerinden bazıları şunlardır:
2- Menfaat Şartına Bağlı İkrâz: Şer’î hile (şerli hile demek daha doğru olur) taraftarı olan klasik âlimlere göre; bir kural olarak hiçbir kimse, başka birine menfaatsiz ve karşılıksız olarak parasını uzun bir vâde ile borç vermeyeceğine, borç isteyenin az veya çok paraya ihtiyacı olduğuna ve sermaye sahibi de bu ihtiyacı karşılama imkânına sahip bulunduğuna göre; borç alanla verenin bir pazarlığa girmeleri, pazarlık neticesinde anlaştıkları bir fâiz miktarının ödenmesini bir mutâbakat ve sözleşme ile tesbit etmeleri kaçınılmazdır. Geriye kalan şey, şâyet karşılıklı rızâya dayanan bu sözleşme fıkıh kaidelerine uymuyorsa, onu şeklen bu kurallara uydurmak için bir kılıf bulmaktır. İşte fâizi görünüş itibarıyla kamufle eden bu kılıf, “şer’î hile”dir. Bu hilenin pek çok çeşidi vardır. Yukarıda iyne bey’inde geçen örnekler bunlardan bazılarıdır. Diğer şekillerinden birkaçı da şöyledir:
a- İkraz için ikinci bir akdin şartlarını mukrize (borçluya) kabul ettirme: Meselâ, Ahmed, Ali’den yüz altın borç almak istiyor, fakat Ali: “Şu kurşun kalemi bir sene vâde ile yirmi altına satın alırsan, sana bir sene vâdeyle yüz altın ödünç veririm” diyor. Ahmed, evvelâ kalemi veresiye yirmi altına satın alıyor, sonra da yüz altın ödünç alıyor. Aldığı ödünç ile kalemin bedeli olan yüz yirmi altını sene sonunda Ali’ye ödüyor. İşte bu muâmele, “karzda menfaat şart koşmak câiz değildir” diyen birçok fıkıh âlimine göre ribâ sayılmıyor. Bir alım-satım içinde iki alım-satım akdini ihtivâ eden bu muâmele, birçok fıkıh âlimi tarafından ribâ sayılıp red ediliyor 3800. Bazen borç veren, parayı bir mendile koyup, borç alana vermekte, meselâ yüz akçe vermişse mendili de yirmi akçeye satıp yüzde yirmi fâiz almaktadır.
b- Hîbe meselesi: Vâde ile ödünç verme işleminde bazen de hîbe muâmelesi devreye sokuluyor: Ahmed, Ali’den yüz altın ödünç istiyor, Ali: “Şu halıyı veresiye
3798] İzmirli, İlm-i Hilaf, İstanbul, 1339, s. 147
3799] İbn Teymiye, 29/441, 456
3800] El-Cezîrî, el-Fıkhu ale’l-Mezâhibi’l-Erbaa, -Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı- II/340
FÂİZ/RİBÂ
- 935 -
yirmi altına benden satın alman şartıyla olur” diyor ve taraflar anlaşmaya varıyor. Ahmed Ali’den bir sene sonra ödenmek şartıyla yüz altın ödünç ile bir de halı alıyor. Ama sonra halıyı Bekir’e hîbe ediyor, Bekir de bunu Ali’ye hîbe ediyor. Bu sûretle Ali yüz altın için yirmi altın fâiz alıyor ve birçoklarına göre bu da câiz oluyor. Görüldüğü gibi, ödünç alanın, ödünç verenden kurşun kalem gibi ucuz ve cüz’î bir fiyatı olan bir şeyi satın alması halinde hîbeye ihtiyaç kalmıyor. Ama fâiz diye ödenen meblâğ satılan şeyin gerçek bedeli olacaksa, bu takdirde hîbe muâmelesine başvuruluyor. Yani ya öyle veya böyle bir şer’î hile olmadan menfaatsiz ikrâz ve istikrâz (borç verme ve borç alma) muâmelesi tamamlanamıyor. Başlangıç itibarıyla ödünç para almak için mürâcaat edilen şer’î hilelere, zimmette borç olan paranın vâdesini uzatmak için de başvuluyor.
“Sual: Zeyd, Amr’ın zimmetinde karzdan olan altı yüz akçesi için doksan akçe ribh (% 15 fâiz) ilzam etmek irâdesiyle bir kitabını doksan akçeye bir sene tamamına dek sahih bir bey’ ile Amr’a bey’ ve teslim, Amr dahi bunu kabz ettikten sonra, bu kitabı Bekir’e hîbe ve teslim edip, Bekir dahi bunu Zeyd’e hîbe ve teslim eylese, Zeyd sene tamamında doksan akçeyi Amr’dan talep ettiğinde, Amr mücerret kitap sana vâsıl oldu diye bu meblâğı vermemeye kadir olur mu?” “El-Cevap: Olmaz.” 3801
Mûtad ödünçlerde, borcun ödeme tarihi için tesbit edilen tarihe ödünç verenin riâyet etmesi mecbûriyeti yoktur. Meselâ, Ali Ahmed’e bir sene vâdeyle yüz altın ödünç verse, bu borcu 5-10 gün sonra isteyebilir ve Ahmed bu durum karşısında herhangi bir itiraz ileri süremez. Hanefiye’de durum budur, karzda tecil mûteber değildir. Fakat şer’î hilelerle alınan ödünçlerde anaparanın değilse bile, fâizin ödeme tarihine riâyet etmek şart koşulmuştur: “Borç veren, borçlusuna bir sene vâdeyle ribh ilzâm ettikten sonra, alacaklı bu ribhi bir sene dolmadan borçlusundan talep edemez.”3802 Vâde dolmadan evvel borçlu borcunu ödese, alacaklı ancak geçen zamanın fâizini alabilir.3803 Borcun, bir sene dolmadan geri alınmayacağı husûsunda üçüncü bir şahıs kefil olsa, bu takdirde bir sene dolmadan borç talep edilemez ki, bu da bir hiledir.
3- Rehin Yoluyla Alınan Fâiz: İslâm hukukuna göre rehin vermek ve almak câizdir. Bundan faydalanan tefeciler ve ihtiyaç sahipleri, bu müesseseyi de ribâ alıp vermek için rahatça kullanmışlardır. Esasen vefâ bey’i ile istiğlâl bey’i de mâhiyet itibarıyla rehin hükmündedir. İhtiyaç sahibi, sermayedardan aldığı para karşılığı ona evini veya tarlasını ya da ineğini rehin olarak veriyor ve bu türlü şeyleri kullanma ve hâsıl olacak faydaya mâlik olma yetkisini sermayedara veriyor. Sermayedar da ödünç verdiği paraya karşılık elinde rehin tuttuğu bu evde kirasız oturuyor veya bu evi icara veriyor, rehin tarlayı veya bağı ekip biçiyor, ürününü alıyor, rehin ineği sağıp sütünü içiyor. Böylece rehin adı altında kamufle edilen ribâ muâmelesi yürüyüp gidiyor.
Rehin alan kişinin, rehin veren kişinin müsâadesi ve muvâfakatıyla rehin olan şeyden faydalanmasını Hanefîler kabul ederler. Şâfiîler, Hanbelîler ve Mâlikîler ise genellikle rehin veren kişi izin vermese bile, rehinin aslını noksanlaştırmayacak tarzda rehin şeylerden rehin alan kişinin istifade edebileceğini, meselâ
3801] Fetâvâ-yı Ali Efendi, I/430; Ali Haydar, a.g.e. X/764
3802] Ali Haydar, X/764; Fetâvâ-yı Ali Efendi, I/431
3803] Ali Haydar, X/765
- 936 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rehin evde oturabileceğini, rehin ata binebileceğini, rehin öküzü arabaya koşabileceğini, rehin ineği sağabileceğini, rehin tarlayı ekip biçebileceğini kabul ederler. Bu yüzdendir ki, Şâfiîler vefâ bey’ine daha ziyâde “rehn-i muâd” adını vermişlerdir.
“Zeyd, mülkü olan değirmeni, borcu mukabilinde borçlusu Amr’a rehin verip teslim ettikten sonra, Amr o değirmeni Zeyd’den izinsiz birkaç sene diğer birine icar edip ücretini alsa, Zeyd borcunu edâ edip değirmeni aldıktan sonra, bahis mevzuu ücreti Amr’dan almaya kadir olur mu?” “El-cevap: Olmaz. Amma, Amr’a dahi tîb olmaz.” Görülüyor ki, rehinden istifade için mal sahibinin izin vermesini şart koşan Hanefîler artık bu şarttan da vazgeçmişlerdir. Borç veren rehin olarak aldığı evde mal sahibinden izin almadan oturabilir.3804 Esasen bu türlü hallerde rehin muâmelesinin esas maksadı, ödünç verilen parayı teminat altına almak ve sağlama bağlamak değil; ödünç verilen meblağ karşılığı rehin alınan şeylerden faydalanmak olduğundan, mal sahibi rehin eşyasından faydalanması için sermayedara izin vermeden rehin akdi gerçekleşmemektedir.
4- Fâiz Almak ve Vermek Sevap mıdır? İmam Âzam, İmam Mâlik ve İmam Ahmed’in câiz görmeyip ribâ saydıkları iyne ve muâmele şeklindeki borçlanma İmam Şâfiî tarafından câiz ve meşrû görülmüştür 3805. Fakat başlangıçta bu muâmeleye şiddetle karşı çıkanlar bile zamanla yumuşamışlar, ticarî ve iktisadî faâliyetlerin selâmeti ve darda kalanların sıkışıklıktan kurtulmaları için iyne’yi iyi bir çare olarak görmüşlerdir.
5- “Kır ve Öde” Kaidesi: İskonto Fâizi (Senet Kırma) İslâm’daki fâiz anlayışını en iyi izah edecek hususlardan biri de hiç şüphe yok ki, “vaz’ ve ta’cil” veya “tenzîl ve te’diye” ya da “da’ ve teaccel” dedikleri: “Kır ve erken öde” meselesidir. Bu, tıpkı bugünkü senet kırma muâmelesine benzemektedir. Bir adamın, diğer bir kişiden, bir sene sonra ödemesi gereken vâdeli bin akçe alacağı var. Alacaklı borçlusuna: “Bu borcu şimdi öde, beş yüz akçe olarak öde” diyor. Borçlu bu teklifi kabul edince akit yapılmış oluyor. Fakat acaba bu muâmele câiz ve bu yoldan kazanılan beş yüz akçe helâl mıdır? İbn Abbas, Nehâî ve Züfer gibi zevâta göre bu muâmele câizdir. Gerekçeleri: Hz. Peygamber Benû Nâdir yahûdilerini Medine’den kovmaya karar verdiği zaman, bazı Medineliler gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlü! Sen bunları sürüyorsun ama onların bizden henüz vâdesi dolmamış alacakları var” dediler. Rasûlullah da: “Kırın ve hemen ödeyin borcunuzu” buyurdu. Demek ki, vâdesi dolmayan borcu noksan ödemek câizdir.
“Kır ve öde” meselesi, “vâde ver, borcu arttırayım” şeklindeki ribânın tam zıddıdır. Ribâ haram olunca, zıddının helâl olması icap eder. Ribâ, borçlunun borcunu ağırlaştırıp onu altından kalkamayacağı bir yükün altına soktuğu halde, bu mesele ona borcunu hem erken, hem de hafif bir şekilde ödeme imkânını verir. Ribâ borçluya açıkça zarar verdiği halde, bu mesele ona kâr temin etmektedir. Ribâda alacaklı kendi isteklerini ve şartlarını borçlusuna baskı altında kabul ettirdiği halde, bu meselede tarafların anlaşmaları eşit şartlar altında olmaktadır. Borçlu alacaklısından daha güçlü ve avantajlı bir vaziyette bulunmakta, isterse erken ama tenzilatlı olarak, isterse vâdesinde ve tam olarak ödeme şekillerinden birini serbestçe tercih edebilmektedir. Alacaklı da bu işten kârlı çıkmaktadır. Zira
3804] Bu fetvâlar için bk. Fetâvâ-i Ali Efendi, II/372
3805] İmam Şâfiî, el-Ümm, III/68; İbn Hazm, el-Muhallâ, IX/40
FÂİZ/RİBÂ
- 937 -
bir sene sonra alabileceği bir meblağı hemen alarak ihtiyacını gidermektedir. Ribâ borçluyu zarara sokmak pahasına alacaklıya haksız bir kazanç temin ederken, bu muâmelede borçlu da alacaklı da kârlı çıkmaktadır. Bu bakımdan hem şekil, hem de mânâ olarak bu muâmele, ribânın zıddıdır.
Ribâda fazla ödemeye karşı borçluya tanınan vâde, büyük bir zarara yol açmakta, bu sebeple borcun miktarı zamanla birkaç katına çıkmakta ve borçlu hiçbir fayda sağlamadan gittikçe artan bir borç yükünün altında kıvranmaktadır. Hâlbuki: “Tenzîl ve te’diye” borçluyu sorumluluktan kurtarmakta, alacaklıya istifade fırsatı vermekte, borcun katlanması gibi bir mahzuru değil; tam tersine bir kat eksilmesine yol açarak ödeme kolaylığı getirmektedir. Borç ödeme sorumluluğu ve yükümlülüğü altında bulunduğu için borçluya “esir” ismi verilmiştir. Vaz’ ve ta’cil borçluyu bu esâretten kurtarıp hürriyete kavuşturmaktadır. 3806
Başta İbn Ömer olmak üzere İmam Mâlik, İmam Âzam ve Sevrî “vaz’ ve ta’cil” muâmelesini câiz görmemişlerdir. Gerekçeleri: Hz. Mikdat diyor ki: “Bana yüz dinar borcu olan bir kişiye: ‘Borcunu şimdi öde, on dinar eksik öde’ diye teklifte bulundum. O da ‘olur’ dedi. Durumu Rasûlullah’a arz edince: “Ey Mikdat! Hem ribâ yedin, hem de yedirdin” buyurdu.” Vâdeli alacağın peşine çevrilmesi halinde borcun bir miktar azaltılması ve düşülmesi, vâdenin düşülen miktar ve meblağ karşılığı satılması mânâsına gelir ve bu da ribâdan başka bir şey değildir. Vâdesi dolan borcun, bir miktar para ilâve edilerek bir müddet uzatılmasıyla vaz’ ve ta’cil arasında esas itibarıyla hiçbir fark yoktur. “Vâdeyi kısalt, borcu düşüreyim” demekle, “Vâdeyi uzat, borcu arttırayım” demek aynı şeydir. İlki câhiliye ribâsı olup haramdır. İkincisi de onun tıpkısıdır. Gerçi vaz’ ve ta’cil muâmele ve şekil olark câhiliye ribâsının zıddıdır ama mâhiyet ve maksat olarak onun aynısıdır.
Ribânın haram oluşunun sebep ve gerekçelerinden bahsedilirken: “Allah’a âit olan ve herkes tarafından ortaklaşa ve eşit sûrette kullanılan mehil ve vâdenin haksız olarak satılması” ileri sürülmüştü. Aynı gerekçe ve sebep tam mânâsıyla burada da vardır. Aradaki fark, câhiliyye ribâsında zamanı ödünç veren sattığı halde burada bunu ödünç alan satmaktadır. Şayet bu muâmelelerden iki tarafın da faydalanmaları helâl olma sebebiyse, aynı şeyin fâizde de mevcut olması sebebiyle onun da helâl olması icap eder.
Buna göre senet kırmanın hükmü ve cevâzı tâyin edilebilir. Cumhura göre bunun câiz olmaması lâzım gelir. Bugün senet kırmada sözkonusu olan eksik ödemenin vâde karşılığı olduğu için fâiz sayılması husûsunda hiçbir kimsenin şek ve şüphesi yoktur. Üstelik burada para para ile değiştirilmiyor, kıymetli bir evrak olan senet satılıyor. Hileciler, fâiz adı altında alınan fazla parayı senedin yani kâğıdın karşılığı olarak da kabul edebilirler. Bir şekilde ortaya çıkınca haram sayılan bir muâmelenin, başka şekle girerek ortaya çıkması halinde helâl sayılması cidden şaşırtıcıdır. İktisadî ve ticarî muâmelelerde bu gibi şeyler son derece mânâsız olmaktadır. Burada konu ile ilgili önemli bir husûsa işaret edilmesi şarttır: Mervan zamanında, istihkak sahiplerine senelik maaş olmak üzere ödenecek gıda maddesinin ve hubûbâtın miktarını belli eden senetler veriliyordu. Bu senetleri ellerine alanlar, hasat mevsimi gelmeden evvel senetleri düşük fiyatla başkalarına devr ve temlik ediyorlardı. Bunun üzerine Ebû Hüreyre, Mervan’a
3806] İbn Rüşd, Bidâyetu’l-Müctehid Nihâyetu’l-Muktasıd, II/119; İbn Kayyım, İğâsetu’l-Lehfân, II/13, 14; Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’an, I/186, 187; İbn Rüşd, el-Cedd, el-Mukaddimât
- 938 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Sen ribâ alışverişini mubah mı kıldın, yoksa Hz. Peygamber’in gıda maddelerinin teslim alınmadan evvel satışını yasakladığını bilmiyor musun?” diye uyarmış, bu ikaz üzerine Mervan senet satışlarını yasaklamış, satılmış olanlarını da görevli memurlara toplatmıştı.3807 Hasat mevsiminde teslim edilmesi devlet teminatı altında bulunan bir nevî hâmiline yazılı bonolara benzeyen bu senetlerin (sıkak) gününden evvel ucuza ve gerçek fiyatlarından düşük olarak satılmasının yasaklanması, senet kırdırmanın fâiz olduğunu gösterir.
6- Bey’ bi’l-Vefâ: Bey’ bi’l-vefâ (bey’u’l-vefâ) denilen muâmele tarzı daha ziyâde gayrimenkullerle ilgili olup Anadolu’da “para fâizsiz, tarla icarsız” veya: “para fâizsiz, ev kirasız” diye bilinmektedir. Paraya ihtiyacı olan bir kimse, sermayedarlara gidip: “Bana bin altın ver, buna karşılık sana falan tarlamı vereyim, borcumu ödeyene kadar ek biç, geliri sana âit olsun” veya: “falan evim ya da dükkânım veya değirmenim senin olsun, icarı ve kirası sana âit olsun” der, sermaye sahibi de bu teklifi kabul edip parayı verince akit yapılmış olur.
Bu türlü şartlı ve muvakkat satışlarda genellikle sermaye sahibine verilen gayrimenkul -bazılarına göre menkul de olabilir- genellikle verilen paradan çok daha fazla fiyat ettiğinden, bu yolla yüksek kazanç temin etme imkânı bulunmaktadır. Burada arazinin rantı yani icarı, diğer gayrimenkullerin kirası paranın fâizi yerine geçmektedir. Başlangıçta bilinmeyen bu muâmele tarzı, Buhara ahalisinin borçları artıp ödünç almaya muhtaç olmaları üzerine ortaya atılmıştır. Aslında daha evvel de bu tarz muâmeleler mevcut olmakla beraber ulemâ tarafından tanınmadığından ve ribâ sayılıp reddedildiğinden kitaplara geçirilmemiştir. Gerçi sonradan bunu câiz görenler bile bu muâmelenin haddi zâtında ribâdan ibâret olduğunu açık seçik bir şekilde ifâde etmekten geri durmamışlardır. “Bey’ bi’l-vefâ bizâtihî yasak olduğu halde zarûrete binâen tecviz olunmuştur. Yasaktır, zira bir kimsenin ikraz ettiği borç verdiği para mukabilinde ribh ve kâr alması ribâ olmakla şer’an memnûdur. Fakat buna rağmen sermayedarın vefâ bey’inde mal sahibine verdiği ödünç para mukabilinde maldan faydalanması şart kılınsa bile, bu muâmele haram sayılmayıp câiz sayılmıştır.3808 Ulemâ bir yandan bu muâmeleyi, özü itibarıyla ribâ olarak görmüş, öbür yandan da câiz ve helâl saymıştır. Açıkça fâiz olan bu muâmeleyi fıkıh sistemine yamamak için epey zorluklar çekilmiş, ama buna rağmen bu ulantı daima göze batmıştır. Mecelle şârihi Ali Haydar: “Bey’ bi’l-vefâda hem sahih, hem fâsid bey’in ve hem de rehinin hükümleri cârîdir. Bu cihetle bey’ bi’l-vefâ, zürâfâ denilen hayvana benzetilmiştir. Çünkü bu hayvanda üç hayvanın; yani deve, sığır ve kaplanın sıfatı bulunur” demektedir 3809. Artık vefâ bey’i deve kuşundan daha acayip bir hilkat garîbesi olarak, zarûret ve ihtiyaçların sevkiyle ortaya çıkmış ve meşrûiyetini ulemâya âdeta zorla kabul ettirmiştir. Başlangıçta Hanefîlerin bu buluşuna karşı duran Şâfiîler çok geçmeden gösterilen tepkinin boşuna olduğunu idrâk etmişler ve “Rehn-i muâd” (iâde edilen rehin) “bey’u emânet” (emânet usûlü ile alım-satım) Şam’da bey’ut-Taa gibi isimlerle bu muâmeleyi câiz görmüşler ve uygulamaya koymuşlardır.
Ödünç verenin bir tarla veya ev alması görünüş itibarıyla verdiği parayı
3807] Müslim, Büyû’ 40; Muvattâ, Büyû’ 44
3808] Ali Haydar, Mecelle Şerhi, I/88; Mecelle, Madde 118
3809] Ali Haydar, Mecelle Şerhi, I/224
FÂİZ/RİBÂ
- 939 -
teminata bağlaması içinmiş gibi gösterilmekteyse de, aslında maksat, bu gibi gayrimenkullerin geliridir yani fâizdir.
7- Bey’ bi’l-İstiğlâl: Bu muâmele, Mecelle’nin 119. Maddesinde: “Bey’ bi’l-istiğlâl, bâyi’ bir malı isticâr etmek üzere vefâen bey’ etmektir” şeklinde târif edilmiştir. Aslında bey’ bi’l-vefânın değişik şekli olan bu muâmele şöyle uygulanmaktadır: Paraya ihtiyacı olan kişi evini veya dükkânını ya da tarlasını sermaye sahibine vefâ yoluyla satmaktadır. Ancak sermaye sahibi bu akarları ve araziyi fiilen kullanıp ondan faydalanma durumunda olmadığından evi kiraya, dükkânı icara ve tarlayı da ortakçıya verip ondan faydalanmayı düşünmektedir. Bu durumda esâsen bu mallara ihtiyacı olan satıcı bu gayrimenkullerin kendisine kiraya, icara veya ortağa verilmesini müşteriye teklif etmektedir. Teklifi kabul edilince istiğlâl sûretiyle bey’ akdi yapılmış olmaktadır. Artık bu durumda ödünç aldığı paraya karşılık evin ve dükkânın kirası veya tarlanın icarı (ki, istiğlâl arazi ile ilgili olursa buna murâbaa denir) adıyla sermaye sahibine bir meblağ ödemektedir. Bu da fâizden başka bir şey değildir. Bey’ bi’l-vefâda satılan mal, sahibinin elinden çıktığı halde, bey’ bi’l-istiğlâlde mal yine eski sahibine kiraya ve icara verilmektedir. Ancak, bu türlü bir alışverişin sahih ve câiz olması için satıcının gayrı menkulu tahliye edip alıcıya teslim etmesi, ancak bu muâmeleden sonra o malı icarlaması ve kiralaması şart koşulmaktadır. Yani satıcı evini ve dükkânını boşaltıp sermaye sahibine teslim edecek, ancak bundan sonra tekrar o eve veya dükkâna taşınıp yerleşecektir. Meselâ, Ali, Ahmed’e bin akçe ödünç veriyor ve buna karşılık da evini alıyor. Lâkin Ali bu evden, içinde oturarak faydalanmayı değil; kiraya vererek istifade etme durumundadır ve Ahmed de bu evi Ali’ye devir ve teslim ettikten sonra kirada oturmak vaziyetindedir. Bu durumda Ali’ye: “Bu evi başkasına kiraya vereceğine, seneliği yüz akçeye bana ver” diye teklif etmekte ve bu teklif kabul edilmektedir.
Buna göre, Ahmed’in Ali’ye kira adıyla ödediği yüz akçe hakikatte bin akçenin % 10 oranındaki fâizinden başka bir şey değildir. Şayet bu fâizi ödemek için dolambaçlı yollardan gidilmeyip doğrudan fâiz muâmelesi yapılsa, hem evi önce boşaltıp sermaye sahibine teslim etme, sonra aynı eve taşınma gibi son derece saçma bir işleme ihtiyaç kalmayacak, hem de hileli ve eğri büğrü yollara sapılmayacaktır. Özü fâiz olan bir işlemi doğrudan icrâ edip bunun vebalini üstlenmek, buna ilâveten bir de samimiyetsizliğin ve sahtekârlığın vebalini yüklenmekten ve evi tahliye edip tekrar taşınma külfetini göze almaktan çok daha ehven bir şerdir. Bu türlü hilelerle Allah’ı kandırıp gazabından ve azâbından kurtulmak mümkün olmadığına, hatta samimiyetsizliğin en çirkin örneği olan bu türlü hileler İlâhî cezâyı ikiye katlamaktan başka bir şey temin etmediğine göre, bu çeşit hilelere başvuranlar halkı uyutmaktan ve kendilerini avutmaktan başka bir şey yapmış olmuyorlar. Buna kurnazlık mı, zavallılık mı demeli?
8- Zarûret ve İhtiyaç: Fâizi yaygın hale getiren dolambaçlı yolların ve gayrı samimi görüşlerin başında hiç şüphe yok ki, zarûret ve ihtiyaç formülü gelmektedir. En âliminden en câhiline kadar herkes bu formüle rahatlıkla akıl erdirebilmekte ve diğer yollara nazaran bu usulle kendini daha çok kandırabilmektedir. Bu da fâiz ve ribâ meselesinin özünden kaçmaya ve üstüne varmamaya sebep olması bakımından ilim ve fikir yönünden gâyet zararlı sonuçlar doğurmaktadır. Bazı âyetlerin mânâlarını özetleyen “zarûretler, haramları mubah kılar” kaidesi gerçekten İslâm’da önemli bir esastır, ama yanlış anlamaya yanlış uygulamaya,
- 940 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hatta istismara da son derece müsâittir. Fıkıhçılar, insanların edindikleri mallar ve temin etmeyi arzuladıkları eşyayı üçe ayırırlar: Zarûret, ihtiyaç, lüks (zarûriyât-hâciyât-kemâliyât). Bu üç şeyden mûtad, doğal ve genel olan ikincisidir. Lüks mal ve eşya temin etmek sadece sayıları az olan zenginler için mümkün olur. İnsanlar için varlığı zarûrî olan mal ve eşya öyle şeydir ki, o olmadan bireysel ve sosyal hayat varlığını koruyamaz, felç olur ve işlemez hale gelir. Böyle bir durumda haramlar helâl olur ama bu keyfiyet hem miktar, hem de zaman olarak zarûretin şiddeti ve müddeti ile sınırlıdır. Yani bir haram, zarûreti ortadan kaldıracak kadar ve kaldırdığı sürece helâl olur, yoksa zarûret hali kalkmış da ihtiyaç hali devam ediyorsa, bu durum haramı helâl kılmaz. Mubah ve helâl her türlü çareye teşebbüs edildiği ve her çeşit tedbir alındığı halde zarûret hali hâlâ ortadan kalkmıyor ve haram olanı işleme yegâne çare ve tek alternatif olarak ortada kalıyorsa, ancak bu vaziyette sınırlı olarak haram şeyler helâl olabilir. Kısaca zarûret hali tam mânâsıyla bir çaresizlik halidir. Başka bir ifâde ile domuzun etinin yenilmesini, şarabın içilmesini câiz ve mubah kılan zarûret hali ne ise ribâ almayı câiz kılan zarûret hali de odur. Zira tefeciliğin ferdî ve sosyal zararı, domuz etini yemekten de, şarap içmekten de kat kat fazladır. Zarûret hallerine umûmî ve dâimî hükümler binâ edilemez, edilirse hukuk sistemi kendini inkâr ve yok etmiş olur.
Söz konusu edilen mânâda bir zarûret halinin Türkiye şartlarında ribâ konusunda mevcut olması çok nâdir haller dışında kabil değildir. Zira Türkiye’de tefecilik yapmadığı için ölen veya hastalanan ya da sakatlanan bir tek kişi yoktur. Kezâ yaşayabilmek için tefecilerden borç almak zorunda kalanların sayısı çok azdır. Bazı Afrika ülkelerinde ortaya çıkan kıtlık ve açlık böyle bir zarûret haline misal olabilir ama bu âfetten kurtulmanın yolu yine de tefecilik değildir. Hırsızlık yapmak için zarûret halini bahane etmeyenlerin, tefecilik için veya tefecilerden borç almak için bu hali bahane etmeleri anlaşılır bir şey değildir. Zira nihayet tefecilik de insanları soymanın, hem de göz göre göre çarpmanın ve vurgunculuk yapmanın başka bir yoludur. Er-Ribâ isimli eserinde zarûreti bu şekilde anlayan Alâuddin Harûfe bu noktada kendi açısından son derece haklıdır. Ebû Zehre de aynı görüştedir.
Esas itibarıyla zarûret bu olduğu halde ehl-i hiyel denilen hileciler bu esası da bir hayli eğip büktükten sonra ribâ yemenin bir yolu haline getirmişlerdir. Ancak, zarûret esasına dayanıp marâbahacılığa cevaz verebilmek için bazı kaideler ortaya atmak ve bir hazırlık çalışması yapmak icap etmiştir. Böyle bir basamak olmadan ve köprü kurmadan zarûret esasına dayanıp ribâya cevaz vermek mümkün değildir. Mûtad iktisadî faâliyetler ve tabiî ticarî işlemler sahasından, mûtad ve tabiî olmayana intikal etmek için kullanılan köprü, daha sonra Mecelle’nin temel kaideleri arasında da yer alan İbn Nüceym’in el-Eşbâh ve’n-Nezâir isimli eserindeki şu kaidedir: “İster genel ister özel olsun ihtiyaç, zarûret seviyesine indirilir.” Yani bir şeye ihtiyaç var, lâkin bunu yapmak şer’an ve dinen haram kılınmış ise yapılacak şey, evvelâ bu “ihtiyaç”a “zarûret” adını vermek, sonra da “bu zarûrîdir”, diyerek zarûret haramı mubah kılar kaidesine dayandırıp onu câiz ve helâl saymaktır. Mecelle şârihi Ali Haydar: “Şâfiî fıkıh kitabı Bâcurî’de Cilâle bahsinde: “Kıyas olan, her hâcet messeden şeyin cevâzıdır” denilmektedir, diyor. 3810
Görülüyor ki, bazı hallerde artık zarûretten bahsetmeye bile ihtiyaç
3810] Ali Haydar, a.g.e. I/88
FÂİZ/RİBÂ
- 941 -
duyulmamaktadır. Şayet ihtiyacı esas alan ve zarûreti bahsin dışında tutan bu kaide, İslâm hukukunun bir esası haline getirilip, sistemin bütününe buna göre yeni bir şekil verilebilseydi, muhakkak ki hukuk çalışmalarını tıkayan ve kapayan kapı açılmış, gerçekçi bir hukuk anlayışına ulaşılmış olurdu.
“Başka yoldan mesken sahibi olma imkânına sahip olmayan evsiz bir kimsenin fâizle alacağı kredi ile ev sahibi olması câiz midir?” şeklindeki bir soruya: “el-Cevap: Câizdir. Zira ev ihtiyaçtır ve bu ihtiyaç, zarûret hükmündedir. Zarûretler de haramları mubah kılar” şeklindeki bir cevap hiçbir şeyi halletmez. Zira bu anlayışın ölçü olarak ve ihtiyacın kıstas olarak kabul edilmesi halinde fâizin câiz olmayacağı hiçbir husus yoktur. Bir zengin için bir yazlık, bir villa, bir çiftlik ihtiyaçtır ve onun bu maksatla fâiz almasının pekâlâ câiz olması icap eder. Kaldı ki, bir mesken gerçekten bir ihtiyaç olsa bile asla varlığı zarûri değildir. Çok zengin oldukları halde ev satın almayıp devamlı kirada oturanların sayısı az değildir.
Ribâ ve tefecilik konusunda düşünürken ve konuşurken hiç hatırlanmaması ve telaffuz edilmemesi gereken kelime “zarûret” lafzı olmalıdır veya bu söz, en sonra düşünülmeli ve telaffuz edilmelidir. Zarûret esasından hareket edip ribâ ve fâiz konusuna çözüm getirmeye uğraşan Abduh, Reşid Rıza, Şeltut ve benzeri âlimler boşu boşuna kendilerini yormuşlardır. Yaptıkları iş, en câhil birinin bile yapabileceği basit bir işten başka bir şey değildir ve esasen bu, çoktan beri yapılan ve uygulanan bir şeydir. Ama maalesef zarûret esası, meseleyi halletmeye değil, hallini tehir etmekten başka bir işe yaramamıştır. Görülüyor ki, zarûret hükmünde tutulan ticarî ve iktisadî ihtiyaçlar artık devamlılık kazanmakta, mûtad ve doğal bir hüviyete bürünmektedir. Hâlbuki tefeciliği daimî kılan ve göz yumulmasını mâzur gösteren hiçbir haklı sebebin bulunmaması icap eder. 3811
Günümüzde Fâiz Tartışmaları ve Fâizi Câiz Gören Yaklaşımlar
Batıda kapitalizmin doğması, bankacılık sisteminin kurulması, ister istemez İslâm toplumunu da etkilemiştir. Müslüman ulusların yaşadığı yerlerde ticarî hayatın canlanması ve iktisadî faâliyetlerin yoğunluk kazanması, müslüman müellifleri fâiz konusunu yeni baştan gözden geçirmeye, değerlendirmeye ve bu konuda yeni açıklamalar ve yorumlar yapmaya zorlamıştır. Bu yorumların hemen hemen hepsi batılı kapitalist ve liberal iktisatçıların ve fâize karşı olmaktan vazgeçen hıristiyan din adamlarının bu konuda söyledikleri sözlerin bir tekrarı mâhiyetindedir. Lâkin fâizi câiz gören ve gösteren yorumlar yapan İslâm bilginleri, bu konudaki kanaatlerini daha çok Kur’an’a ve ilk çağlarda yaşayan bazı İslâm âlimlerine dayandırma ve görüşlerine mesnet teşkil eden delilleri İslâmî kaynaklardan tedârik etme çabasından da geri durmamaktadırlar.
Diğer taraftan, bir de bahsedilen bilginlere ve görüşlerine tepki gösteren ve fâiz konusundaki eski telakkiyi aynen devam ettiren geleneksel görüş taraftarları vardır. Bunlar da görüşlerini desteklemek için başta Kur’an ve hadis olmak üzere, İslâmî kaynaklardan deliller getirdikleri gibi, fâize karşı olan batılı iktisatçılardan da kendi görüşlerinin doğruluğuna şâhit tutmaktadırlar.
1- Üretim ve Tüketim Maksadıyla Alınıp Verilen Fâiz: Üretim maksadıyla
3811] Süleyman Uludağ, Fâiz Meselesine Yeni Bir Bakış, Dergâh Y. İst. 1988, s. 121-163
- 942 -
KUR’AN KAVRAMLARI
fâizle ödünç para almanın câiz olduğunu ilk defa ciddî sûrette meşhur hıristiyan reformcusu Calvin (Ö. 1564) savunmuştu. Bu zât, fâize sadece tüketim açısından bakmamış, üretimi de dikkate alarak bu maksatla fâizle para almaya cevaz vermişti. Bundan sonra murâbaha ile fâiz birbirinden farklı görülerek ayrı hükümlere tâbi tutulmuştur. Beşold ve Bacon bu fikri daha da geliştirmişlerdi. Beşold (Ö. 1638) tefecilikle etkili bir şekilde mücâdele edebilmek için düşük oranda ve sınırlı miktarda fâizle ödünç vermeyi kabul etmişti. Siyasî İktisad isimli eserinde: “Eski çağlarda ribânın yasaklanması nasıl bir zarûret idiyse, yeniçağda mubah sayılması da aynen öyle zarûrîdir. Çünkü o çağlarda tüketim maksadıyla ödünç alınırken, bu çağda artık üretim maksadıyla kredi alınmaktadır” diyen Charles Gide de bu fikri savunmuştur.
Müslümanların yaşadığı ülkelerde ilk defa bu fikirler Cemaleddin Afgânî ve Muhammed Abduh tarafından sokulmuş, zamanla taraftarları artmıştır. Başlangıçta bütün müslüman müellifleri zarûret ve çaresizlik halinde rüşvet vermeyi de fâizle para almayı da câiz görmüşler, ama durum ne olursa olsun, rüşvet almayı ve ödünç karşılığı fâiz almayı mutlak sûrette haram saymışlardı. Çünkü fâiz vermek için zarûret olabilir ama almak için asla zarûret yoktur, diye düşünmüşlerdi. Ribh ve fâide adı altında fâiz almayı sadece hileli ve dolambaçlı yollardan câiz görmüşlerdi. Zarûret ve ihtiyaç sebebiyle fâiz almanın cevazı ancak Tanzimat’tan sonra konuşulmaya başlanmıştır. Mısır’da açılan Tasarruf Sandığı’na yatırılan para karşılığında alınan fâiz (ribh)in hükmü konusunda Muhammed Abduh şu fetvâyı vermişti: “Üretimde kullanılmak üzere ödünç para talep eden bir şahsa, para vermek hiç şüphe yok ki, haram kılınmış olan ribâya girmez. Bunun, ev ve ocağı harap eden câhiliyye döneminin katlanmış ribâsına dâhil olmayacağı âşikârdır. Çünkü bu muâmele hem işletmeci için, hem de sermayedar için faydalıdır. Evvelkisi ise çaresizlik içinde bulunmaktan başka bir günahı olmayan birine zarar verirken, kalp katılığından ve açgözlülükten başka bir emeği bulunmayan öbürü için fayda temin etmektedir. Şu halde bu iki türlü muâmelenin hükmü Allah’ın adâletine nazaran bir olamaz.”3812 İşte bu, tarihlerden sonra “istiğlâl”, “istismar” ve “intâc” yani üretim maksadıyla fâizle para almanın ve vermenin câiz olduğu meselesi, İslâm âleminde de konuşulur olmuştur.
M. Abduh, mevduat sahiplerinin tasarrruf sandığından fâiz almalarını açıkça meşrû ve helâl görmüş, ancak günün şartlarını dikkate alarak bu hususta biraz elastikî bir ifâde kullanmıştır. Daha sonra Mustafa Zerka, İbrahim Zekiyüddin Bedevî, Reşid Rızâ, Muhammed Şeltut, Sehurî, Devalibî, Ziyauddîn Ahmed, Fazlurrahman, Abdülaziz Çaviş ve daha pek çok bilgin üretim maksadıyla mevduat kabul eden yatırımcı kurumlardan mudilerin fâiz almalarının câiz olduğunu söylemişlerdir.
Fakat bu mesele, gerek iktisat ve maliye, gerekse tatbik bakımından son derece farazî ve hatta hayalî görünmektedir. Zira üretimin nerede başlayıp nerede bittiği ve hangi noktadan itibaren tüketimden ayrıldığı belli değildir. Buna göre ev yaptığını ve konut ürettiğini ileri süren bir müteahhit, bankadan fâizle kredi alabilir, zira ülkede ihtiyaç duyulan bir şeyi üretme faâliyetine girişmiştir. Buna karşılık bu evi satın alıp kullanan, yıpratan, aşındıran ve eskiten bir şahsın fâizli kredi kullanma hakkı yoktur. Zira o, aldığı krediyi üretim alanında değil; tüketim
3812] Mecelletu’l-Menâr, Mısır, 1906, a. IX/332
FÂİZ/RİBÂ
- 943 -
alanında kullanmaktadır.
Bugün daha ziyade zenginlerin fâiz vererek kredi aldıkları, genellikle orta ve dar gelir grubunun dişinden, tırnağından arttırdığı parayı bankaya yatırarak fâiz aldığı bilinmektedir. O halde, üretim maksadıyla fâizli kredi almak câiz; ama tüketim maksadıyla fâizli kredi almak câiz değil, demek mantıksız olduğu kadar da tatbik kabiliyeti olmayan bir şeydir. Bu görüş, sadece sermaye sahiplerinin yani zenginlerin işine yarar.
2- Zenginin Verdiği Fâiz: Bu arada, bugün genellikle yatırımcıların, iş adamlarının, sanayicilerin, girişimcilerin ve bankaların fâiz karşılığı kredi aldıklarını ve mevduat kabul ettiklerini dikkate alanlar, bu türlü fâiz muâmelelerinin, İslâm’ın haram kıldığı ribânın tam tersi istikametinde işlediğini nazar-ı itibara alarak, bu çeşit muâmelelerden temin edilen kazancın İslâm’ın kesin sûrette yasakladığı ribâ gibi günah olamayacağını ileri sürmüşlerdir. Eski devirlerde zenginlerin ribâ verip fakirlerden ödünç almaları düşünülemezdi. Onun için bu halin hükmü kaynaklarda zikredilmemiştir. (İbn Teymiye, zengin bir kimsenin aldığından daha fazlasını ödemek üzere ödünç alamayacağını yani fâiz vermeyeceğini söylemektedir.) Bu hal, yeni olduğundan, ona âit hükmün de yeni olması icap eder. Dar ve orta gelir grubunun mûdi sıfatıyla bankalardan aldıkları fâizi açıktan açığa yasaklayan bir hükmün bulunması düşünülemez. Çünkü olay yenidir. Onun için bu durumdaki kimselerin bankalardaki tasarrufları karşılığında fâiz almalarının câiz olduğunu söleyenler çıkmıştır. 3813
3- Gayri Müslimlerden Dâr-ı Harbte Alınan Fâiz: İmam Âzam’a ve İmam Muhammed’e göre gayri müslimlerin memleketinde bir gayri müslimden fâiz almak câizdir. Bunlara göre esâsen gayri müslimlerin malı müslümanlara helâldir. Bir de bu, gayri müslimin rızâsıyla oldumu, haydi haydi helâl olur. Bu meselede meşhur Hanefî fıkıh kitabı el-Hidâye’de şöyle denir: Dâr-ı harbte bir müslimle gayri müslim arasında ribâ bahis konusu olmaz. Çünkü Hz. Peygamber: “Müslümanla gayri müslim arasındaki ribâya itibar yoktur” buyurmuştur. Ayrıca, gayri müslimlerin malları kendi ülkelerinde müslümanlar için helâldir. Bir müslüman, gadr etmemek şartıyla gayri müslimin malını hangi yoldan alırsa alsın, câiz ve mubahtır.”3814 Zira gayri müslimlere âit mal ve servetin dokunulmazlığı yoktur. Ganimet olarak alınır. Ganimet olarak alınınca helâl olan gayri müslimin malı, rızâsıyla alınınca neden helâl olmasın? Ayrıca ödünç verme, sadaka gibi sevap olan bir yardımdır. Gayri müslime dâr-ı harbte yardım etmek müslümanlara zarar verir, denilmektedir. Fakat Ebû Yusuf ve Şâfiî gayri müslimden alınan ribânın haram olduğu kanaatindedirler. Bu konuda İmamiye ve İsnâaşeriye adı verilen Câferîler de Hanefiler gibi düşünmektedirler. Ancak, onlara göre ribâ ve fâiz adı altında fazla miktarı alan taraf, müslüman olmak şartıyla dâr-ı harbte de dâr-ı İslâm’da da müslümanla gayri müslim arasında ribâ ve fâiz yasağı olmaz, sadece kredi veren gayri müslim olursa, müslümanın ona fâiz adıyla fazla ödemede bulunması haram olur.
Bu kanaatin, “Kendi din kardeşinden ribâ almayacaksın, fakat yabancıdan alabilirsin” şeklinde muharref Tevrat’ta yer alan hükme olan benzerliği ortadadır. Bu kanaatin o fikrin etkisiyle oluşup meydana çıktığını kabul etmek, fazla
3813] Bk. S. Uludağ, a.g.e. s. 172
3814] el-Merğınânî, el-Hidâye, II/48
- 944 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ihtiyatsızlık olmaz. Bu, bir tepki olsa gerek.
Çok açık bir sûrette görülüyor ki, gayri müslimlerin ülkesinde müslüman olmayanlardan fâiz almanın câiz olduğunu ileri süren hanefîler fâiz alan tarafın kazandığı ve fâzi veren tarafın kaybettiği esasından yürümektedirler. Lâkin bugün için bu görüşün sakatlığı ve çürüklüğü, üzerinde tartışma açmaya lüzum hissettirmeyecek derecede açıktır. Ribâ yasağının illeti ve sebebi, gerçekten kazanma ve kaybetme ise, günümüzde bankalarda biriken mevduat sahiplerine âit tasarrufların zenginler tarafından fâiz karşılığı kullanılmasında bir sakıncanın bulunmaması icap eder.
Bugün fıkıh kitaplarında yer alan bu hükme bakan bazı câhil hocalar, Avrupa’da çalışan müslüman işçilerin gayri müslimlerin oradaki bankalarına para yatırıp fâiz almalarını câiz görürlerken, aynı yerde bulunan meselâ Türklere ve Araplara âit bankalara yatırdıkları para karşılığı aldıkları fâizi haram saymaktadırlar. Vaktiyle müslümanların ülkelerinde açılan gayri müslimlerin bankalarına da fâiz karşılığı para yatırmayı câiz görmüşlerdi. Bu vâdide verilen hüküm ve bu gerekçe ile verilen fetvâ, fâiz alanın kazanması verenin kaybetmesi esasına dayanmaktadır. Hâlbuki mevduat kabul eden, bu maksatla amansız bir rekabati bile göze alan bankaların mevduat sahiplerinden aldıkları paralardan, onlara ödedikleri fâizden daha çok kazandıkları muhakkaktır. Öyle olmasa, bankaların, mal varlıklarını ve sermayelerini arttırmaları bir yana, varlıklarını korumalarına bile imkân olmaz.
Alınan mevduattan, ödenen fâizden daha çok para kazanıldığına göre, bankalara yatırılan bu paraları yahûdi ve hıristiyan veya ateist iş adamları ve sanayicileri kullanmaktadır. Bu paralardan sağlanan nemâ ve kâr, daha sonra müslümanların aleyhinde faâliyetlerde değerlenmektedir.
Dâr-ı Harpte kâfirlerden alınan fâizin câiz görülmesi anlayışından dolayı, kendi ülkelerini dâru’l-İslâm kabul edip İsviçre ve ABD başta olmak üzere Batıdaki bankalara toplam tirilyonlarca doları bulan paralarını yatıran Arap şeyhlerinin ve nice ülkelerdeki müslüman geçinen sömürücü tiplerin, aslında Batı ülkelerini iktisaden kalkındırdıkları, tâğûtî düzenleri güçlendirdikleri bir vâkıadır. “Müslümanım” diyenler, Batı ülkelerindeki paralarını çekseler Batı ekonomisi ciddî sarsıntılar geçirecektir. Aynı şekilde namaz kılanlar kendi ülkelerindeki bankalardan paralarını çekseler, fâizci düzenler çökecektir. Kapitalizmi bankaları, tâğûtî düzenleri yani Allah ve Rasûlüyle savaşan fâizci zihniyeti maalesef, müslümanlar veya müslüman geçinenler beslemektedir.
4- Ekonomik Savaş: Bankadan fâiz alıp vermenin câiz olduğunu göstermek için bulunan ve meselenin çözümlenmesinde kullanılan formüllerden bir de günümüzde müslümanlarla gayri müslimler arasında amansız bir iktisadî savaşın hüküm sürmekte oluşu, bu savaştan başarılı çıkmak için barış zamanında câiz olmayan bazı hilelerin ve muâmelelerin harb esnâsında câiz görülmesi tarzındadır. Bu görüşü ileri sürenler: “Harb hiledir” hadisini hatırlatmakta, normal hallerde başvurulmayacak fâiz işleminin fevkalâde hallerde lüzumlu ve zarûri olacağını ileri sürmektedirler. Bunlara göre, muazzam meblağlara ve hadsiz hesapsız mal varlığına sahip olan dev şirketler ve uluslar arası firmalarla rekabete girmek için büyük sermayeye ihtiyaç vardır. Küçük firma ve şirketler onlarla rekabet edemez, silinir ve yok olur. Fâiz karşılığı mevduat kabul etme, rekabet gücüne sahip
FÂİZ/RİBÂ
- 945 -
büyük şirketlerin kurulmasına ve yaşamasına imkân veren nakdi ve sermayeyi bankalarda toplayan yollardan biridir. Bu maksatla fâiz karşılığı bankaya yatırılan para, kimseye zararlı olmamaktan başka, hem mûdiye ve hem millî servete fayda temin etmekte, ayrıca gayr-i müslimlerle ekonomik alanda güçlü ve etkili bir şekilde mücâdele etme imkânını bahşetmektedir. İşte meselenin bu niteliğini gözönünde tutup hiç değilse, dörtbaşı mâmur bir İslâm iktisat düzeni uygulamaya konulana kadar geçici bir dönem için fâize cevaz vermek icap edeceğini ileri sürenler vardır.
Görüldüğü gibi, bu görüşte zarûret, ihtiyaç ve maslahat esâsına dayanmaktadır. Aslında böyle konuşanların söyledikleriyle düşündükleri birbirinden farklıdır. Bugünkü iktisadî savaşın yeni olmadığını ve yakın bir gelecekte bitmesi ihtimali de bulunmadığını iyi bilmektedirler. İnsanlar fâiz konusunda öyle bir farklı helâl-haram anlayışını savunuyor ki, İmam Âzam’ın ictihâdına dayanan biri gayri müslim bankasına para yatırıp fâiz almayı câiz görürken, öbürü bu hareketin savaşta müslümanlara ihânet olduğunu söyleyip onu suçlar. Yaşayışıyla İslâm dışı güçlerle her bakımdan uzlaşan, savaşçı gibi yaşamayan kişi, barış halinde yaşadığı yeri savaş yurdu (dâru’l-harp) ilân ederken, diğeri yaşadığı ülkenin düzeni sanki Batılılardan farklıymış gibi, ülkesinin Batılı ülkelerle iktisadî savaş yaşadığını ileri sürer.
Son zamanlarda ortaya atılan görüşlerden biri de, devletin kontrolü altında bulunan, hadleri devletçe tâyin edilip işleyiş biçimi kanunla tesbit edilen fâiz oranlarının câiz görülmesi, fakat bunun dışında veya üstünde vaya ötesinde kalan fâiz oranlarının ribâ olarak değerlendirilip gayri meşrû sayılmasıdır. Kısaca, fâizin ne olduğunu kanun koyucusu ve resmî makamlar belirler ve bu husus kanunla ifâde edilir. Kanunen tesbit edilen fâiz şeklinin dışında kalan bu çeşit muâmeleler yasaklanıp günah ve haram sayılır.
Bu iddiâyı ileri sürenlerin unuttukları bir şey vardır: Haram ve helâl hudutlarını kim belirler? Allah mı, tâğutlar mı? Ayrıca, resmî ve kanunî fâizin haddini ve şeklini kim, nasıl ve neye göre tâyin edecektir?
5- Banka Fâizlerini Kabul Edenler: Zarûret ve şiddetli genel ihtiyaç sebebiyle, başta Muhammed Abduh olmak üzere birçok bilginin tasarruf sandığına para yatırıp mevduata mukabil fâiz (fâide) almayı câiz gördüklerini anlatmıştık. Burada Reşid Rızâ’nın Mısır Millî Bankası’nın kuruluşu dolayısıyla söylediği sözleri nakletmeyi uygun buluyoruz: “Şâfiîlerin ve Hanefîlerin câiz gördükleri bir hile vardır. Osmanlı Devletindeki Ziraat Bankası bu hile esas alınarak padişahın emri ile kurulmuştur. Buna göre bu banka şer’î mubâyea adı verilen bir muâmele icrâ edilerek mûtedil bir fâiz haddiyle kredi veriyordu. Dinde basîretli olan şuurlu zevat delile tâbi olup şeriatın maksatlarını araştırır, hile ile de te’ville de bu maksatların dışına çıkmayı kendilerine mubah görmezler. Bu türlü hileli yollara sapanlara denilir ki: İslâm zorluğu ve sıkıntıyı kaldırma ve kolaylık sağlama esası üzerine kurulmuş bir dindir. İslâm’da haram kılınan şeyler iki kısımdır:
1. Özünde bulunan zarar dikkate alınarak bizâtihî haram olan şeyler. Bunlar, bir zarûret bulunmadıkça mubah kılınamaz. Haram oluşu ittifakla sâbit olan nesîe ribâsı bunlardan biridir. Bunu yemek için herhangi bir zarûretle karşılaşılmaz. Yani bir kimsenin, diğer birine nesie ribâsıyla borç para vermesi ve verdiğini bir kat fazlasıyla geri alıp yemesi gibi bir zarûretle kolay karşılaşılmaz. Bazen leş
- 946 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yeme ve şarap içme konusunda bu türlü zarûretle karşılaşılsa bile, fâhiş fâiz için böyle bir zarûret söz konusu olmaz.
2. Bizâtihî kendisinde bulunan bir zarar sebebiyle değil de başka bir sebeple haram kılınan şeyler. Haram olan fadl ribâsı böyledir. Bu ribâ, nesîe ribâsına sebep ve vesîle olmasın diye, haram kılındığından bir zarûret, hatta ihtiyaç sebebiyle mubah kılınabilir. Nitekim ribâyı, biri açık, diğeri örtülü olmak üzere ikiye ayırıp fadl ribâsını örtülü ribâdan sayan İbn Kayyım, bunun için birtakım örnekler vermiştir. Basîret sahibi olan her fert, bu türlü bir ribâyı yemek mecbûriyet veya ihtiyacı içinde olup olmadığını bizzat kendisi bilir. Milletin bu konudaki zarûretini veya ihtiyacını tesbit etmek ise, büyük âlimlerden, profesörlerden, hâkimlerden yargıtay üyelerinden, mühendislerden, tabiplerden ve çiftçilerden kurulan ve ulu’l-emr denilen ehliyetli ve bilgili komisyonun üzerine düşen bir görevdir. Bunlar toplanıp millet için neyin zarûret olduğunu ve millî ihtiyacın neyi icap ettirdiğini karara bağlarlar. Sonra da buna göre hareket edilir. 3815
Burada nesîe ribâsını câhiliyye Araplarının katlanmış ribâsından ve fâhiş fâizinden ibâret sayan Reşid Rızâ’nın, bunun dışındaki ribâ muâmelelerini fadl ribâsı diye takdim etmesi dikkate şâyandır. Bu zât, banka fâizlerine açıktan açığa yeşil ışık yakmış ve: “Bizi daha açık konuşturmayın, millet için zarûret varsa veya ihtiyaç derecesinde lüzumlu ise, buna göre alın kararı ve açın bankayı, fâizle mevduat alsın ve fâizle kredi versin. Biz banka açmanın gerekçesini umûmî bir görüş olarak ancak bu şekilde ifâde edebiliriz” demek istemiştir.
“Banka fâizleri ribâ değildir, nesîe ribâsına değil; fadl ribâsına dâhildir ve bunun hükmü ictihâdla tesbit edilir. Gerekirse cevaz verilebilir. Banka fâizi borçlanma vaktinde ve derhal, câhiliyye ribâsı borcu ödeme vaktinde ve ileride tahakkuk eder”3816 diyen Ziyâuddin Ahmed, Reşid Rızâ’nın fikirlerini biraz daha açık olarak ifâde etmiştir.
Fazlurrahman da: “Şüphe yok ki, cemiyetimiz kendi sistemini İslâm esasları üzerine kurup ikmâl etmeden banka fâizlerini kaldırmak gerek iktisat, gerek ictimâî refah ve gerekse malî düzen açısından bir intihar hareketi olur. Buna ilâve olarak böyle bir hareket Kur’an’la sünnetin hem ruhuna ve hem de hedeflerine aykırı düşer” diyor. 3817
“Bütünüyle nominal değerler üzerinden işleyen banka fâizlerinin ve banka fâizciliğinin, Kur’an’daki ribâ kavramı içine girdiğini söylemek her zaman isâbetli olmayacaktır. Kısacası, ribâ, henüz sıcak tartışmaların çerçevesi üstüne çıkıp kesin tanımlar kazanmış bir kavram olmuş değildir.” 3818
Hayreddin Karaman da, özellikle ev almak için, bankaların enflasyondan daha aşağıda olan fâiz oranlarına haram gözüyle bakmaz, bu şekildeki fâizli banka kredisi almanın câiz olduğunu ileri sürer.
6- Avârız Sandıkları/Avârız Vakfı: Fâiz muâmelelerinin, Osmanlılarda Avârız sandığı, avârız vakfı ve avârız akçesi gibi isimler altında kurumlaştığını görmek
3815] el-Fikru’l-İslâm ve’t-Tatavvur, 39
3816] Ziyâuddin Ahmed, The Quarnic Theory of Ribâ, İslamic Ovarty, V/1963
3817] Fazlurrahman, Dirâsetu’l-İslâmiyye, Mecelletu’l-Ma’hedi’l-Merkezî li’l-Ebhâsi’l-İslâmiyye, Karaçi, c. 1, cüz 1, s. 39
3818] Y. N. Öztürk, Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 441
FÂİZ/RİBÂ
- 947 -
hakikaten ilgi çekicidir.
İslâm toplumunda vakfın önemi ve yeri büyüktür. Hayır ve hasenât maksadıyla ev, arsa, bağ, bahçe ve tarla gibi gayrimenkullerin gelirleri toplum yararına ve muhtaçların ihtiyaçlarına sarf olunmak üzere vakfedildiğini biliyoruz. Cumhura göre kap kacak, kazan gibi âlet ve edevât, altın, akçe ve para gibi nakitler, inek ve koyun gibi hayvanlar, hatta kitaplar yani her çeşit eşya da vakfedilebilir. Fakat Hanefîler bunu câiz görmezler. Bu konuyla ilgili bir eser yazan Birgivî, bu türlü vakıflara izin verenlere şiddetli bir şekilde hücum etmiş, bu tip vakıfların cevâzına fetvâ veren Ebussuud’a saldırmıştı. Fakat her şeye rağmen menkul eşyanın vakfı âdet ve anane haline gelmişti. “Vakfedilen paranın ribhi ribâ olup haramdır” diyenlere ne lâzım gelir? diye soru soranlara: “İtâb-ı şedîd ve habs-i medîd lâzım gelir” diye fetvâ verilmeye başlanmıştı. 3819
Osmanlılarda vakfedilen menkul ve gayrimenkul eşyadan ve akarlardan sağlanan gelir, paraya çevrilip bir sandıkta biriktirilirdi. Bu sandığa “Avârız sandığı”, içinde toplanan paraya “Avârız akçesi”, bu türlü vakıflara da “Avârız vakfı” denirdi. Bazen bir hayır sahibi, meselâ bin altınını getirip bu sandığa vakfederdi. Bu para on’u on bir buçuk (% 15) hesabıyla ve şer’î ribh ilzâm etme usûlüyle fâize verilip nemâlandırılır ve sağlanan gelir, vakfı yapan kişinin şartına göre ya câminin ihtiyaçlarına veya talebe-i ulûma veya mahalle ve köyün ortak ihtiyaçlarına harcanırdı. Bu türlü nakitlerin şer’î ribhi yani kanunî fâizi ile hatim indirilir ve mevlit de okunurdu. Bu gelirle fakir fukarânın, dul ve yetimlerin kayrıldığı da olurdu. Genellikle sandıktaki paralar esnafa ehven bir fâide (fâiz) ile verilir ve bu sûretle piyasaya da bir canlılık gelirdi. Bu sebeple Avârız sandığı, bir çeşit esnaf sandığı gibi faâliyet gösterirdi. Bundan başka her meslek erbâbı: “Esnaf kesesi” veya “Esnaf vakfı” adıyla kendilerine has birer sandık kurar ve bu sandıktan, ihtiyaç duydukları sermayeyi fâide (fâiz) ile alırlardı.
Fâize verilmek ve sağlanan gelirle Yeniçerilere verilen et fiyatlarındaki artışı karşılamak için Fâtih’in 24 bin altın vakfettiği bilinmektedir. Osmanlılarda şer’î muâmeleyi kabul etmeyen yok gibidir. Menkul vakfını câiz görmeyenler bunun şeriata aykırı olduğunu ve yoksulların zararına işlediğini iddiâ etmişler, bu türlü hususları câiz görenler ise âmme menfaati ve umûmî ihtiyaç esasına dayanmışlardır. Başlangıçtan beri var olan şeriatle maslahat arasındaki mücâdele Osmanlılarda da devam etmiştir. Vakıf paralarıyla ilgili olmak üzere 1923’te “Vakıf Paralar İdaresi Müessesesi”nin kurulduğunun ve bunun da 1954’te şimdiki Vakıflar Bankası haline getirildiğini kaydedelim. 3820
Fâizle İlgili Fetvâlar
Borçlarda Enflasyon
“Verilen borcun üzerinden bir yıl gibi bir zaman geçmekle enflasyonun sebep olduğu değer farkını almak câiz midir?” Imam Ebû Yusuf’a göre, câizdir, diğerlerine göre câiz değildir. Günümüzde olduğu gibi enflasyonun her yıl, hattâ hergün paranın reel değerini büyük ölçüde aşındırdığını hesaba katarsak, selim vicdanlar, bu konuda Ebû Yusuf’un görüşüne katılır. Bazı âlimler de Hanefî
3819] Behcetu’l-Fetâvâ, s. 150
3820] Süleyman Uludağ, Fâiz Konusunda Yeni Açıklamalar, Dergâh Y. İst. 1988, s. 167-196
- 948 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mezhebine göre fetvânın bununla verileceğini söylerler.3821 Bunu belirlemede en sihhatli ölçü ise altındır. Ancak en iyisi, meselenin çözümünü sona bırakmadan, borç verirken altın olarak verip yine altın olarak alacağını söylemektir. Bu, herkese göre câizdir. Ancak son zamanlarda altın dahi enflasyona yenilir olmuştur. Buna göre değeri başka yollarla hesaplanabilir.
Vâde Farkı
Bir malın, peşin satılması halindeki fiyatı ile vâdeli satılması halindeki fiyatı arasındaki fark. Peşin fiyatı üç milyon lira olan bir mal, altı ay vâde ile beş milyona satılırsa, aradaki iki milyon lirası vâde farkıdır.
Vâde farkı ile yapılan bir satışın câiz olup olmayışı mütedeyyin esnafı hayli tedirgin etmektedir. Kimileri böyle bir uygulamanın fâiz olacağı endişesi ile ya bu tür muamelelere girmekten kaçınmakta ya da ticari zorunluluktan dolayı girse bile huzursuz olmaktadır. Her ne kadar bu mesele enflasyonun sebep olduğu günümüze has bir problem gibi görünüyorsa da, çok eskiden ele alınmış ve hakkında görüşler beyan edilmiştir. Konu büyük Hanefî fakîhi Serahsî’nin mütâlaları ışığında ele alınacaktır. Bilindiği gibi Allah (c.c.) fâizi haram, alış verişi helal kılmıştır.3822 Alış veriş, kâr gayesi güden bir muameledir. Kâr da, kişinin sattığı bir malı, aldığından daha pahalıya satmasıdır. Bu, fiyatların sabit olduğu bir ortamda görünür rakamlarla olabilir. Fakat fiyatların devamlı değiştiği bir piyasada sattığı malın parasını aldığı gün, aynı malı yerine koyamayacak olan bir kimse görünüşte fiyatı alış fiyatından fazla bile olsa kâr değil zarar etmiş olur. Tabii bu durumda ya ticareti bırakması veya vâdeli satıştan vazgeçmesi gerekir. Gücün maddeye dayandığı günümüzde, şayet vâde farkı alarak mal satmak câizse müslüman tüccarları bu tür satıştan men etmek saf dillilik hatta ahmaklık olur. Vâde satışlarının yapılış şeklini iki türlü tasavvur edebiliriz:
1- Satıcı: “Bu malın peşin fiyatı şu, vâdeli fiyatı şudur” der, alıcı da bunlardan birisini tayin etmeden “tamam aldım” der. Bu tür yapılan bir satış fâsittir. Çünkü fiyat belirtilmemiştir. Oysa bir satışın sahih olması için fiyatın rızâya götürmeyecek şekilde belli olması lazımdır. Ayrıca Hz. Peygamber efendimiz bir satışta iki şartı nehyetmiştir. Tekrar belirtelim ki, bu hüküm, taraflar fiyatlardan birisi üzerinde anlaşmadan ayrılmaları halindedir.
2- Satıcı, malın peşin fiyatını ve belirli vâdelere göre vâde fiyatını söyler; alıcı da bu fiyatlardan birisini tercih eder ve bunun üzerinden alış verişi kesinleştirirler. Bu şekilde yapılan satış sahihtir ve dinî bir mahzuru yoktur. Bu muâmeleyi fâiz olarak değerlendirmek mümkün değildir.3823 Çünkü kâr meşru olduğu gibi, her zaman aynı olmasını gerektiren bir dinî hüküm de yoktur. Bugün % 10 yarın % 25 kârla satmakta mahzur olmadığı gibi, peşin satılması halinde % 25, vâdeli satılması halinde % 80 veya başka bir oran kâr konulmasında da bir mahzur yoktur.
Vâde farkı tesbit edilirken banka fâiz oranlarının veya aylık enflasyon miktarının göz önünde bulundurulması bu hükmü değiştirmez. Çünkü itibar lafızlara
3821] bk. Nezih Kemal, “Teğayyuru’n-Nukûd” (mk.) 69
3822] bk. 2/Bakara, 175
3823] Serahsî, el-Mebsut, XIII, 8
FÂİZ/RİBÂ
- 949 -
değil, mânâlaradır.3824 Vâde farkı belirlerken bu yollardan birisine tevessül eden şahsın maksadı, fâiz almak değil, parasını enflasyonun aşındırmasından korumaktır.
Şuna da dikkat çekmemiz gerekir. Vâdeli satışın cevazı konusundaki tereddüt, fâiz endişesinden değil, fiyatı kesin belli etmeme ve akit esnasındaki çift şarttan kaynaklanır. Çünkü fâiz, aynı cinsten olan veya aralarında alınıp satılmaları tartı veya ölçü ile olmaları bakımından birlik bulunan malların (para ile para, buğdayla buğday, arpa...) birbirleri ile alınıp satılmaları halinde söz konusudur.3825 Oysa vâdeli satışta bu durum söz konusu değildir. Çünkü satılan bir meta, borçlanılan ise paradır. Böyle olmayıp da aynı cinsten olan malların trampası söz konusu olsa ve vâdeli olan için fazlalık şart koşulsa da bu fâizdir, câiz olmaz.
Taksitli Satışlar
“Taksitle eşya alımının fâiz olduğunu, bu yüzden de câiz olmadığını söylüyorlar, doğru mudur?” Taksitle eşya almanın fâiz olduğunu söyleyen yoktur. Fâiz; taksitli satışlardaki vâde farkında söz konusu olabilir. Yalnız her vâde farkının fâiz olmadığı da bilinmelidir. Buna göre vâdeli satışlardaki muhtemel durumları şöylece maddeleyebiliriz:
1- Fiyat farkı olmadan, ödeme süresi belli taksitle satış: Âlimlerin tümüne göre câizdir.
2- Peşin, meseIâ bir milyar liraya satılırken, müşteriye; “peşin mi, vâdeli mi istiyorsun?” diye sorduktan sonra, vâdeli istediğini öğrenince, (vâdeli olarak tek pazarlık üzerinden) “bir milyar iki yüz milyon lira” diyerek yapılan ve ödeme süresi bilinen vâdeli satış: Herkese göre câizdir.
3- Peşin, meselâ bir milyar lira, altı ay vâdeli bir milyar iki yüz milyon lira deyip, sözleşme sırasında birinde karara varılan vâdeli satış: Âlimlerin çoğunluğuna göre câizdir.
4- “Peşin bir milyar lira, vâdeli bir milyar iki yüz milyon lira” deyip, hangisine karar verildiği belirtilmeden kabul edilen vâdeli satış: Âlimlerin tümüne göre haramdır.
5- Geciktiğin her ay için, “yüzde, -meselâ- beş ödersin” şeklinde, süresi ve dolayısıyla fiyatın tamamı bilinmeyen vâdeli satış: Âlimlerin tümüne göre haramdır.
Borcu Dövize Çevirme
“Altı ay sonra alacağım bir milyar TL.’yi şu anda dövize, meselâ dolara çevirebilir miyiz?” Bu sorunun cevabını anlayabilmemiz için şu bilgileri tazelememiz gerekir:
1. Paranın para ile veresiye satışı câiz değildir.
2. Sırf Allah için bir yardım olsun, bir iş görülsün diye başkasına verilen para (ve misli olan diğer eşya) karzdır ve karzda, Hanefîlere göre, bağlayıcı bir zaman tâyini câiz değildir. Zaten karzı fâizden ayıran özellik de budur. Yoksa bir milyar lira borç versek ve buna, altı ay sonra diye bir ödeme süresi belirlesek bu
3824] Mecelle, madde: 3
3825] Merğınânî, el-Hidâye, III, 61 vd.
- 950 -
KUR’AN KAVRAMLARI
verdiğimiz para ile alacağımız paranın veresiye satışı olmuş olur ki, bu fâizdir. Ancak bağlayıcı olmamak üzere bir süre belirlemede de mahzur yoktur.
3. Veresiye satışlarda zimmete geçen borca ise deyn denir ve bundaki süre bağlayıcıdır. Türkçede karz’a da, deyn’e de borç tâbir edilir. Oysa aralarında zikrettiğimiz gibi bir fark vardır.
4. Bir borcun verecekliden başkasına satılması ya da bu borç karşılığında verecekliden başkasından bir mal (ya da hizmet) satın alınması câiz değildir. 3826
5. Alacaklının, bir kısım alacağını, bağışlamayı kabul etmesi farklı meblağların satışı değil, hakkının bir kısmından vazgeçmesi demek olduğundan bu câizdir, fâiz değildir. Buna göre meselâ, bin lira (karz) alacağı olan, şu anda altı yüz lira ver kalanını istemiyorum diyebilir. Günü gelmiş bin lira (deyn) alacağı olan da aynı şeyi yapabilir, ayrıca misli ile ileri ve belli bir tarihe erteleyebilir. Çünkü bu satış değil, hakkından vazgeçmedir.
6. Günü gelmiş bir milyar lira (deyn) alacağını daha sonra ödemek üzere, meselâ euroya çeviremez. Çünkü bu farklı paraların veresiye satışıdır ve fâiz olur. (Buna göre, Allahu a’lem, bin liralık karz alacağını, hemen kabzetmese bile, başka bir paraya çevirebilmelidir; çünkü karzda süre olmadığından bu, farklı paraların veresiye satışı olmuş olmaz.) İleri bir zamandaki bin lira (deyn) alacağını, şu anda meselâ altı yüz liraya ya da o miktar euroya değiştiremez. Çünkü bu paranın para ile mübadelesindeki zaman farkı ya da farklı paraların veresiye satışı olur ki, ikisi de fâizdir. Beşinci madde ile bunu birbirine karıştırmamak gerekir. Orada sözkonusu olan alacak karz’dır. Burada ise deyn’den sözedilmektedir.
Bütün bunlara göre altı ay sonra alacağınız bir milyar TL. karzın dışındaki bir borç ise onu şu anda dövize çevirip borcu döviz olarak sürdüremezsiniz. Çünkü bu farklı paraların veresiye satışı demektir ki, bu fâizdir. Ancak günü geldiğinde onu, üzerinde anlaşacağınız herhangi bir dövizle tahsil edebilirsiniz. Ama işin başında, alırken meselâ euro olarak alırım diyemezsiniz. Yok, eğer bu alacağınız deyn değil de karz ise ve bağlayıcı olmasa dahi, bir süre söylenmemişse, onu (Allahu a’lem) şu anda herhangi bir dövize çevirmeniz ve vereceklinin artık o döviz üzerinden borçlu olması, câiz olmalıdır. 3827
Alışverişte Vâde Farkını Eklemek Câiz midir?
İslâm dini ister peşin ister va’deli olsun alışverişi mubah kılmıştır. Alışveriş peşin olursa normal olarak kâr etmek tabii olduğu gibi, va’deli olursa da insaf dairesinde karşı tarafı yıkmadan belirtilen zamanı ölçerek kâr etmek de tabi’dir. Her tarihte bu tip alışveriş olmuştur. Yani alışverişte vâde farkı alınmıştır.
Alışverişte vâde farkını eklemek Cümhûr-ı ulemâya göre câizdir.3828 Bu hususta ulemâ arasında ihtilâf olmamıştır. Ancak idrâki kıt olan bazı kimseler, Peygamber (s.a.s.): “Bir alışveriş içinde iki satış yapmaktan men etmiştir.”3829 meâlindeki hadise dayanarak alışverişte vâde farkını eklemek câiz değildir, diyorlar. Hâlbuki bu hadis, vâde farkından hiç söz etmiyor, fukahâdan hiç kimse de ona haml
3826] bk. Bilmen, VI/96
3827] Konu için zikredilen kaynaktan başka ayrıca bk. Mavsilî, E1-Ihtiyâr, NI/8-9, İst.
3828] Neylü’l-Evtâr
3829] Tirmizî
FÂİZ/RİBÂ
- 951 -
etmemiştir. Hadis ya akd içinde bir şartı koşmanın câiz olmadığını, meselâ: Zeyd’in Halid’e evini bana yüz milyar liraya satarsan ben de şu tarlamı yüz elli milyara sana satarım, demesi gibi. Veya semen (bedel) belli olmadığından mesela: şunu peşin olarak bir milyara, vâdeli olarak iki milyara “sana sattım” şeklinde yapılan akdin mûteber olmadığını ifâde ediyor. Şayet semen belli olur, kesin bir fiyat üzerinde anlaşılır, meselâ: Peşin olarak fiyatı bir milyar lira olan bir meta’ içinveresiye iki milyara sattım denilirse vâde farkı eklendiği halde, kesin olarak bu alış-veriş câizdir.3830 Hatta bir kimse satılık meta’ için peşin fiyatı şu kadardır veresiye fiyatı da bu kadardır dese yani hem peşin hem vâdeli fiyattan söz edip, bilâhare bir fiyat üzerine akit yapılsa yine câizdir. 3831
Muhammed el-Hamid, alışverişte vâde farkını eklemek hususunda şöyle diyor: “Vâde farkını eklemek haram değildir, fâizle münâsebeti yoktur.”3832 Ancak alışveriş ister peşin ister vâdeli olsun insafa göre cereyan etmezse haram ve bereketsiz olur. Bunun için satıcı, kendi durumunu nazar-ı itibara alması gerektiği gibi, alıcının durumunu da nazar-ı itibara alması gerekir.
Banka Reklâmı
“Müslümanlar çıkarıyor diye bildiğimiz ve hergün para verip aldığımız bazı gazetelerde çeşitli bankaların reklamları çıkıyor. Onların bunu yapmaları, bizim de böyle gazeteleri almamız câiz midir?”
Bir Müslümanın, her ne sûretle olursa olsun, fâizi ve fâiz müesseselerini reklâm ve terviç etmesi câiz olamaz. Bankalar, her çesidiyle alkollü içkiler, sosyal sigortalar gibi yardımlaşma esprisi üzerine değil de kazanç esası üzerine kurulan ve birçok yönden haram unsur içeren özel sigorta şirketleri, İslâm’ın haram saydığı muâmele ve eşya alım-satımı yapan tüm ticarethaneler ve şirketler buna dâhildirler. Hatta alım satımını yaptıkları eşya haram eşya olmamakla beraber, kazançlarıyla müslümanlara kast eden gayrı müslimlerin firmalarını bile müslümanların reklâm yapması câiz görülmez. Rasûlüllah Efendimiz (s.a.s.): “Kim kimin karartışına katılıyorsa (yani onlarla oturuyor, onlarla muâşeret ediyor, onlarla yardımlaşıyorsa3833 o da onlardandır” buyurmuştur.3834 Vücuduyla sırf onların kalabalığını yani karartısını fazla gösteren müslümana bu denirse, dili ile, dili gibi yayın organı ile onları teşvik ve reklâm eden müslümana ne denir? Diğer yönden, fâizi Allah (c.c.) zulüm ve Allah’a ve Rasûlü’ne harp açma olarak nitelerken, Rasûlullah Efendimiz (s.a.s.) de fâizin uygulanmasına yardımcı olan herkesi lânetlerken, zulmün müesseseleşmiş biçimi olan bankaları, kendi maddî çıkarı için reklâm etmek müslümana yakışmaz.
Fâiz müesseselerinin reklâmını “darül-harp” telakkisi ile yapmak da -eğer varsa- câiz olmaz. Bu tür gazeteleri almak ise ayrı bir olaydır ve alanın niyyetine göre değişir. “Kalb”, her yöne dönmeye, inkılâb etmeye müsâit olduğu için ona kalb denmiştir ve Rasûlullah Efendimiz (s.a.s.) bize: “Allah’ım, fâcirin bana bir nimetini nasîb etme ki, kalbim onu sevmesin” duâsını öğretmiştir. Şimdi birilerinin kalpleri birilerine niçin meylediyor, anlaşılmış olmalı.
3830] el-Ahvazî, Şerhu Tirmizî, el-Mühezzeb, Muğni’l-Muhtac, İbni Âbidin
3831] el-Ahvâzî
3832] Rüdûdün alâ Ebâtıl
3833] Münâvî, Feyz, VI/156
3834] Münâvî, a.g.y., Hatib Bagdâdî’den
- 952 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bedelleri Açısından Alışveriş Şekilleri
1- Bey’: Malı para karşılığında satmaya bey’ denir. Alış-verişlerin büyük bir kısmı bu şekilde yapılmaktadır.
2- Sarf: Paranın para ile değiştirilmesi olayına sarf denir.
3- Mubâdele: Malı mal ile değiştirme işlemine denir. Halk arasında buna trampa ve takas gibi isimler verilmekte, şimdilerde Batıdan girdiği ifadeyle barter de denilmektedir.
4- Selem: Para peşin, mal veresiye yapılan ticarete selem denir. Bu tür satışlara halk arasında‚ ‘alevra satış’ da denir. Bilhassa çiftçi ve sanayicilerin başvurduğu bir satış şekli olan selemin câiz olması için bazı şartların bulunması gerekir. Paraya muhtaç olan kimse, malını elde etmeden önce satmak ister. İslâm dini, satıcının darlığından istifade ederek alıcının, malı ucuza kapatmasını önlemek, üreticinin malını değerlendirmesine fırsat vermek için bazı şartlarla bu tip satışları câiz görmüştür. Peygamberimiz, Medine’ye geldiğinde, Medinelilerin mahsûllerini bir iki sene önceden Yahudilere sattıklarını görür. Bunun üzerine şöyle der: “Kim hurmasını önceden satacaksa; belirli ölçüde, belirli tartıda ve belirli bir vakte kadar olmak şartıyla satsın. “ 3835
Selem, var olmayan (mâdûm) bir malın satışı olduğundan, câiz olmaması gerekirken, ihtiyaç ve zarûret sebebiyle câiz görülmüştür. Bunda her iki tarafın da kârı vardır; müşteri biraz daha ucuza mal alır, satıcı da peşin para ile ihtiyacını giderir. Meselâ bir sanayici nakit sıkıntısına düşerse, belirli bir süre sonra teslim edilmek şartıyla, üreteceği -vasıfları belli olan malları satar; alacağı para ile üretimini yapar. Böylece sanayicinin tezgâhı çalışır, üretim devam eder, alıcı da normal zamana nisbetle biraz daha ucuz mal almış olur.
Bu imkân üreticiyi, tefecilerin eline düşmekten de korur. Çünkü üretimin devamı için paraya kaçınılmaz bir ihtiyaç vardır. Fiyatlarda aşırı bir düşüklük olursa böyle alış-verişler câiz değildir. Selemin sahîh olması için şu şartların bulunması gerekir:
a- Malın vasıflarının belli olması cinsi, nev’i, niteliğinin önceden belirlenmesi.
b- Miktarının belirlenmiş olması. Kaç kilogram, kaç metre, kaç ölçek vs. olacağının bilinmesi.
c- Vâdenin belirlenmesi. Selem yoluyla satılan malın ne zaman teslim edileceği belirtilmelidir. Belirtilen vakitte malın teslim imkânı olmayacaksa veya olmazsa selem bâtıl olur. Meselâ: Nisan ayında buğday teslimi imkânsızdır. Nisan ayında buğday teslim etmek üzere bir çiftçinin önceden selem tarzında satış yapması câiz değildir.
d- Mal karşılığında alınan paranın miktarını belirlemek ve parayı peşinen almak. Fiyatta aşırı derecede ucuzluk olmamalıdır.
5- Veresiye satışlar: Satılan malın bedeli peşin alınabileceği gibi, belirli bir süre sonra da alınabilir. Bu tür alış-verişlerde malın karşılığının (bedel) para gibi başka bir cinsten olması gerekir. Aynı cins malların (meselâ altınla altının...)
3835] Müslim, Müsâkat 25
FÂİZ/RİBÂ
- 953 -
veresiye satışı câiz değildir.
Alış-veriş çeşitlerinden bir diğeri de Bey’ bi’l-vefâ’dır. Vefâ yoluyla satım akdi yapmak demektir. Bir terim olarak ise, bir malı, satış bedelini iade edince geri almak üzere bir kimseye bir para veya borç karşılığında geçici olarak satmak anlamına gelir. Satıcı semeni geri verince veya borcunu ödeyince, alıcı satın almış olduğu şeyi geri verir. Böyle bir akit, alıcının maldan yararlanabilmesi dikkate alınırsa sahih satım akdi; tarafların akdi fesh edebilme yetkilerine bakınca da fâsid satım akdi niteliğindedir. Alıcı vefâ yoluyla satın aldığı malı başkasına satamayacağı cihetle de bu, rehin hükmündedir ve bu rehin olma özelliği üstündür. Fâkîhlerin çoğu, bey’ bi’l-vefâ şeklindeki satım akdini câiz görmüşlerdir. 3836
Bu muâmele fâizden kaçınmak ve borcu teminata bağlamak amacıyla örfleşen bir satış şeklidir. Burada, satıcı ileriki bir tarihte satış bedelini geri vermeyi veya daha önceden kalma borcunu ödemeyi, alıcı da buna karşılık malı iade etmeyi taahhüt ettiği için akit bu adı almıştır. Buna “bey’u’l-muâmele” denildiği gibi, Mısır’da “bey’u’l-emâne” adı da verilmiştir.
Mîlâdî XV. yüzyıl başlarında yaşayan Şeyh Bedruddin Mahmûd (ö. 823/1420) bey’ bi’l-vefâ tarzındaki satışın başlangıcı hakkında şöyle der: “Zamanımızda ribâdan korunmak için, bey’bi-l-vefâ şeklindeki satış örf haline gelmiştir. Bu, gerçekte bir rehin muâmelesi olup alıcı mebie mâlik olamaz ve mâlikin izni olmadıkça gelirinden de yararlanamaz. 3837
Vefâ yoluyla satışta, taraflar tek yanlı irâde beyanıyle dilediği zaman akdi feshedebilir. Alıcı, akit süresince mala mâlik olamaz. Satıcı her an satış bedelini iâde edip malı geri isteyebilir. Alıcı da malı geri verip, parayı talep edebilir, tarafların sözleşmede belirlenen süreye uymaları da gerekmez. Satışa konu olan mal, rehin hükmünde olduğu için, ne satıcı ve ne de alıcı diğerinin izni olmadıkça malı başkasına satamaz. Bu hak tarafların mirasçılarına da intikal eder. Ancak taraflardan birisi, diğerinin izniyle satış yapabilir.
Rehin edenin izni bulununca, rehin bırakılan şeyden, rehin alanın yararlanması mümkün ve câizdir. Vefâ yoluyla satış da rehin niteliğinde olduğu için alıcının bundan yararlanması mümkündür. Mecelle’yi şerh eden Ali Haydar Efendi bu konuda şöyle der: “Mebî’in yani vefâen satılan bir gayrı menkûlün menfaatlerinden bir bölümü alıcıya ait olmak üzere şart kılınsa, bu şarta riâyet olunur. Çünkü Mecelle’nin seksen üçüncü maddesinde: “İmkân ölçüsünde, şer’-i şerife uygun bulunan şarta uymak gerekir” hükmü yer alır. Meselâvefâen satılan bir bağın üzümü, satıcı ile alıcı arasında yarı yarıya paylaşılmak üzere, karşılıklı rızâ ile mukavele olunsa, bu mukaveleye göre amel edilmesi gerekir. Ancak zikredilen menfaatlerin alıcıya âit olması şart kılınmadığı halde, alıcı o menfaatleri izinsiz olarak istihlâk etse tazmin etmesi gerekir. Çünkü vefâen satılan maldan meydana gelen mahsûle alıcı mâlik olamaz. Ancak satıcının mubah ve helâl kılmasıyla istihlâk etmişse, satıcı bunu alıcıya tazmin ettiremez. Mahsûl, alıcının haddi aşması veya kusuru bulunmaksızın telef olsa, tazmin gerekmez. Ancak telef olan miktar kadar borçtan düşülür. 3838
3836] Müslim, Müsâkat 25
3837] Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kamusu VI, 126-127
3838] Ali Efendi, Fetâvâ, c. I. s. 300
- 954 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Borç para bulmaya veya bir borcu ertelemeye yönelik bu gibi çareler, Ebû Hanîfe ve İmam Şâfiî’ye göre yararlanma akit sırasında şart koşulmaması kaydıyla câizdir.
Sigorta Şirketi Kurulabilir mi?
İslâm âleminin her ülkesinde sigorta hakkında çeşitli mütâlaalar yürütülmektedir. Helâl diyenler olduğu gibi haram diyenler de olmuştur. Bunun için önce konu üzerine serdedilen mütâleaların bir kısmını nakledelim.
Sigorta, takriben iki asır önce İslâm âleminde ismi duyulmuş, ondan söz edilmiştir. O zaman merkezi Avrupa’da bulunan sigorta şirketlerinin temsilcileri, deniz kenarındaki bazı müslümanların yaşadığı şehirlerde bulunup Avrupa’ya giden gemilerle taşınan malların sigortasını yapmaya başlamış ve İslâm âleminde bazı ortaklar temin etmek sûretiyle orada da yerleşmişlerdi. Sigorta, bazı kimseler için faydalı olsa da kısa bir zaman içerisinde milyonlarca insandan alınan taksitlerle büyük servetler yığılmasına vesile olması dolayısıyla sömürünün en büyük örneklerinden birisidir.
Suriye ulemâsından Dr. Mustafa al-Zerka ile Mısır ulemâsından Muhammed Abduh, Şeltut, Dr. Muhammed el-Behiyy gibi kimseler sigorta şirketinin bir yardımlaşma şirketi olduğuna ve dolayısıyla de meşrûluğuna hükmetmişlerdir. Dr. Muhammed el-Behiyy bu hususta özet olarak şöyle bir mütâlaa yürütmüştür. “Sigorta akdi bir satış akti değil, mağdur olan kimselerin musibetlerini hafifletip onlara yardım elini uzatmak için yapılan bir yardımlaşma ve dayanışma aktidir. İster mal, ister hayat sigortası olsun, dayanışma ve yardımlaşmadan başka bir şey değildir. Meselâ köylü davarlarını, tüccar ticaret eşyasını, ev sahibi evini, araba sahibi arabasını sigorta ettiriyor. Çünkü zarara girmenin zor olduğunu, tek başına musibet yükünü kaldırmayacağını, ancak başkasının yardımıyla yükün hafifleyeceğini biliyor. Hayatını sigorta ettiren kimse de hayatını korumak için sigortaya başvuruyor. Ecelin Allah’ın elinde olduğunu, zamanı gelince onu kimsenin erteleyemeyeceğini biliyor. Sigortaya başvurmaktaki gayesi, erken öldüğü takdirde aile efradına bir yardım kaynağı temin etmektir” diyor. 3839
İmam Nevevi’nin el-Mecmû’ adlı kitabının tetimmesini yazan büyük fakih Muhammed Necib el-Muti de şöyle diyor: “Sigorta kurumu tarafından üyelere verilen tazminatın mubah olması hususunda ihtilâf yoktur. Çünkü daha önce dediğimiz gibi bir kimse birisine “Malını at ben öderim” dese mal sahibi malını attığı takdirde ödemeyi taahüd eden kimse onu ödemeye mecburdur.” 3840
Mısır ulemâsından Mustafa al-Hammami ile İbn Abidin ve Rabıtatü’l-Alem’i-İslâmiye’nin fıkıh heyeti Hey’etü Kibari’l-Ulemâ da sigortanın haram olduğunu belirtiyorlar. Mustafa el-Hammami, kitabında şöyle diyor: Sigortanın bütün çeşitleri haramdır. Aynen piyangonun bir nevidir. Çünkü sigorta şirketi evini sigorta etmek isteyen kimseye “Her yıl bana şu kadar prim ödeyeceksin. Eğer evin yanarsa ben değerini ödeyeceğim yanmazsa da sen taksitini ödemeğe devam edeceksin” der. Demek ki ev yanarsa sigorta değerini ödeyecek yanmazsa ödenen taksitler beyhude gitmiş olacaktır. Bu aynen piyangoya benziyor. Çünkü birçok kimse her yıl bir veya birkaç defa piyango bileti alır ama bir defa olsun
3839] Ali Haydar, Mecelle Şerhi, I, 664-667
3840] El-Fıkhü’l-İslâmi ve Tetavvuruhu
FÂİZ/RİBÂ
- 955 -
kendisine birşey çıkmaz. Bazıları da vardır ki yalnız bir defa bilet alır ve kendisine para çıkar. Yalnız hayat sigortası bundan biraz farklıdır. Çünkü belirtilen zamana kadar sigortalı ölmezse ödediği taksitler fâiziyle beraber kendisine geri verilir.
İbn Abidin de İslâm diyarında sigortanın câiz olmadığını, küfür diyarında gayri müslimlerin sigorta şirketine sigorta edilmiş bulunan malın telef olması halinde bedelini almakta bir beis olmadığını beyan edip özetle şöyle diyor: Tüccarlar arasında cârî olan âdete göre herhangi bir ecnebîden kiralanan gemiye, kira anında mallarının teminatına mâtûfen ecnebî diyarındaki gayri müslime bir miktar para veriyor ki buna sigorta denmektedir. Şayet gemi yanar, batar veya yağma edilirse dârül-harpte bulunan sigorta şirketi malların değerini ödeyecektir. Benim anladığıma göre helâk olan şeyin bedelini almak câiz değildir. Evet müslüman bir tüccarın darü’l-harpte harbî bir ortağı bulunur, müşterek mallarını orada sigorta eder, mal telef olursa müslüman tüccar şirket tarafından verilen taminatı alabilir. Çünkü akit harbi arasında cârî olmuş ve tazminat harbî olan şahsın rızâsıyla kendisine gönderilmiştir.
Mekke-i Mükerreme’de 4.4.1397 tarihinde Abdullah b. Humeyd’in başkanlığında Muhammed Ali al-Harekan, Abdülaziz bin Bâz, Muhammed b. Abdullah al-Sabil, Salih b. Asimeyn, Muhammed Reşid Kabani, Mustafa Ez-Zerka, Muhammed Reşidi, Abdulkuddüs al- Haşimi’n-Nedevi ve Ebubekir Gumi’den müteşekkil fıkıh heyeti toplanarak sigorta meselesini ele alıp inceden inceye tetkik ettikten sonra Mustafa Ez-Zerka hâriç, ittifakla sigortanın bütün çeşitlerinin haram olduğuna dair kanaatlerini beyan etmişlerdir.
Verilen kararın özeti aşağıya alınmıştır:
1- Sigorta akdi ğararı (aldanma) tazammun eder. Çünkü sigortalı ne kadar vereceğini, ne kadar alacağını bilmiyor. Belki bir iki taksit ödedikten sonra bir âfet gelir çatar, bunun üzerine sigortalı malın bütün bedelini sigortadan alır. Belki de bütün taksitleri yatırdığı halde malı âfetten mahfuz kaldığı için bir şey almaz.
2- Sigorta kumarın bir çeşididir. Çünkü sigorta şirketinin, meydana gelen felâkette hiç bir rolü yoktur, ama malı helâk olsa bedelini vermektedir. Yahut devamlı musîbetten mâsum kaldığı için bedelsiz olarak taksitleri almış olmaktadır.
3- Sigorta ribe’l fadl ve ribe’n-nesîe’yi tazammun eder. Çünkü sigorta iştirakçiye verdiğinden fazlasını verirse ribe’l fadl ve bir müddet sonra olduğu için de ribe’n-nesîe olur.
4- Sigorta meselesinde bedelsiz olarak başkasının malının alınması vardır. Bu da ‘’Ey iman edenler mallarınızı aranızda haksız yere yemeyiniz.’’ âyetindeki yasağın şümûlüne girer.
Hayat Sigortası
“Günümüzde yaygınlık kazanan “Hayat sigortası” (Halk sigorta ve Anadolu sigorta gibi) câiz midir?”
Genel olarak “hayat sigortası” için şunları söyleyebiliriz: Sigorta birtakım risk (tehlike)lerin zararlarından korunma müessesesidir ve Türkiye için “Sosyal Sigortalar” ve “Özel sigortalar” diye ikiye ayrılır. Sosyal Sigortalar; Emekli sandığı,
- 956 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İşçi sigortası ve Bağkur olmak üzere üç birimden oluşur ve resmî bir kurumdur. Kâr düşüncesi yoktur, ideal şekliyle yardımlaşma (sosyal dayanışma) ve sosyal risklerin zararlarını daha çok kişiye dağıtarak azaltmayı hedefler. Kapitalizmin doğurduğu haksızlıklar ve sosyal riskler sonucunda zorunlu olarak ortaya çıkmıştır. İslâm’da böyle bir müesseseye hiç ihtiyaç yoktur, ancak yardımlaşma esprisi taşıdığı için İslâm’la idare edilmeyen ülkelerdeki müslümanlar adına tartışılmış ve birçok çağdaş İslâm âlimince câiz görülmüştür. Soruda sözü edilen özel hayat yangın, araba vb. sigortalar ise bünyelerinde taşıdıkları birçok haram unsurdan dolayı gayr-i İslâmîdir, câiz değildir. Çünkü bu sigortalar “ğarar” (taraflardan biri için aldanma ve zarar) içerir. Kumar, fâiz, başkasının malını bedelsiz alma, lûzumlu olmayanı lûzumlu kılma, borcu borca karşılık satma, müşterek bahis ve Allah’ın hükmüne karşı koyma gibi yasakları içerir ki, bunların hepsi haramdır. Çok büyük sûi isti'mallere yakmalara ve tahriplere sebep olur ki, bunlar da hem haram hem de ekonomik açıdan akıllılık değildir. 3841
Dâru’l-Harpte Fâiz
“Dâru’l-harp’te fâiz olmaz, diyorlar. Türk bankalarından fâiz alıp yiyebilir miyiz?”
Dâru’l-harpte fâizin cereyan edip etmemesiyle Türk bankalarından fâiz alıp yemek ayrı ayrı şeylerdir. Önce bu hüküm sadece İmam Ebû Hanife ve İmam Muhammed’in kabul ettiği ve İmam Ebû Yusuf dâhil, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed bin Hanbel gibi diğer imamların karşı olduğu bir hükümdür. “Dâru’l-harp’te müslümanla harbî arasında fâiz olmaz” anlamındaki bir hadis rivâyetine dayandırılır. Hadis, “Nasbu’r-râye” sahibi Zeyla’î’nin ve allâme İbn Hümâm’ın tesbitlerine göre “âhad” bir haberdir ve garibtir (sahih değildir).3842 İmam Şâfiî böyle bir hadisin sâbit olmadığını, dolayısıyla, delil olamayacağını söyler. Nitekim hadis, meşhur on hadis kitabında bulunmadığı gibi, “Dâru’l-harb” ifâdesi de bunun dışında hadislerde geçmemektedir. “Dâru’l-harb”, “Dâru’l-İslâm” gibi terimler sonradan müctehid imamlar döneminde ortaya çıkan terimlerdir. Nitekim İbnü’1-Esîr de “en-Nihâye” adlı değerli eserinde “dâr” kelimesi ile ilgili böyle bir terimden söz etmemektedir. İşin bir yönü budur.
Diğer bir yönü de, bu hükmün usûl kaideleriyle çelişmesidir. Çünkü “haber-i vâhidle ziyâde, nesih sayılacağından câiz olmaz.” Bu haber de haber-i vâhiddir. Kabul edilmesi halinde fâizi ayırım yapmadan (mutlak olarak) yasaklayan nasslara ziyâde bir hüküm getirmiş olur ki, bu câiz değildir. İşin, allâme İbn Hümâm’ın da irdelediği 3843 bir üçüncü yönü vardır ki, sorunun cevabı açısından önemli olan da budur: İmam Âzam ve İmam Muhammed bu hükmü verirken, parayı iktisadî bir silâh olarak düşünüp, müslümanın onu kâfirin ülkesinde ve onun rızâsıyla, herhangi bir yolla alabileceğini, böylece onu iktisâden zayıf düşüreceğini, müslümanın hiçbir sûrette fâiz veremeyeceğini yani fazlalığı müslümanın alması halinde bunun câiz olabileceğini kast ettiklerini, arkadaşları olan imamlar açıklamışlardır. Nitekim İmam Âzam kumarı da aynı kategoriye sokmuş ve yüzde yüz kazanacağını bilmesi halinde müslüman Dâru’l-harpte bir harbî ile kumar
3841] Geniş bilgi için bk. Dr. Muhammed Biltacî, Ukûdû’t-Te’mîn min Vicheti’1-Fıkhı’1-İslâmî, s. 150 ve İslâm’a Göre Banka ve Sigorta, Hayreddin Karaman, Nesil Y. 3. Bs. İst. 1992
3842] Zeyla’î, Nasbu’r-Râye, IV/44; İbn Hümâm, Fethu’1-Kadîr, VN/39
3843] İbn Hümâm, a.g.e. VN/39
FÂİZ/RİBÂ
- 957 -
oynayabilir, demiş ve meseleye Rûm Sûresinin başında işaret edilen ve Hz. Ebû Bekr’in şirk diyarı olan Mekkelilerle girdiği bahsi delil göstermiştir. Çünkü bahsin kumardan başka bir anlamı yoktur, ama Hz. Ebû Bekir, kazanacağını Allah Rasûlü'nün haber vermesiyle kesinlikle bilmektedir.
Durum böyle olunca İmam Âzam ve İmam Muhammed’in, cumhûrun karşısındaki bu görüşlerini alsak dahi, günümüzde müslümanın hiçbir yerde onların görüşüne göre de banka fâizi alıp yiyemeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü fâiz sistemi artık değişmiş ve fertlerin yerini müesseseler almıştır. Diyelim ki Almanya’da bir müslüman 100 eurosunu bankaya yatırmış ve meselâ yılda: %10 fâiz almış, sene sonunda da parası 110 euro olmuş olsun. Banka, hali hazırdaki sisteme göre bu sayede bu mevduatın (ankes hesabı ayrıldıktan sonra) yaklaşık 5 katı kredi verebilecek ve daha yüksek, meselâ % 15 fâiz uygulayacağından 5x15=75 DM. kazanmış olacaktır. Yani müslüman Ahmet kendi kazandığı 10 euro karşılığında Alman Hans’a 65 euro kazandırılmış olacaktır. Görüldüğü gibi buna câiz diyen hiçbir İslâm hukukçusu yoktur. Türkiye için durum daha da değişiktir. Dârul-harp olduğunu söyleyen görüşten hareket etsek dahi, fâiz müessesesi dediğimiz gibi bir banka olacaktır ve banka yahûdi veya masonun ve yahûdileşen Türkün olsa bile bir taraftan Ahmet Ağa yatırıp, öbür taraftan Mehmet Ağa almış olacağından, bir yönüyle müslüman fâiz vermiş, öbür yönüyle de müslüman, müslümandan fâiz almış olacaktır. Bu ise hiç câiz görülemez.
Haram Paradan, Fâiz Parasından Yararlanmak
Haram yapacağı tahribâtı yapar. İçe doğru olan duyuların, alıcıların (letâif) paslanıp körelmesine vereceği zarardan da geri durmaz. Bunun için de ondan sakınarak çok tevbe edip bağışlanma dilemek gerekir. İşi daha sağlama bağlamak isteyenler için, (Allahu a’lem) bir de yediği paraya karışan fâiz (haram) miktarını hesap ederek eline para geçtikçe, ne olduğunu söylemeden halka yönelik meşrû hizmetlere (çünkü fâiz bütün bir milletten sömürülmektedir) vermek iyi olur. Bu konuda fıkıhçılarımız şöyle açıklamalarda bulunmuşlardır: “Birisine bir hediye ya da ziyafet verenin, malının çoğu haramdan ise alanın kabul etmemesi ve yememesi gerekir. Ama ona verdiği kısmı, miras ve karz gibi helâl yoldan edindiği bir malından ise onu almasında ya da yemesinde mahzur yoktur. Malının çoğu helâl olan ise almasında ve yemesinde zaten mahzur yoktur. Yeter ki bizzat verdiği kısmın haramdan olduğunu biliyor olmasın. O takdirde onu da alamaz ve yiyemez. Böyle olmadıkça yer, çünkü az da olsa malına haram bulaşmayan insan (özellikle de günümüzde) yoktur.”3844 “Böyle bir durumda hediyesi ya da ziyafeti kabul edilmeyecek olan kişi kırılacaksa, hediye ya da ziyâfet verilen yiyeceğinin tutarı3845 kadar bir hediyeyi ona götürür ve âdeta kendi malından yemiş olur.”
Soru: Mâlum bankacılık sektöründe çoğu zaman fâizle karşılaşıyor. Bir yakınımla sohbet ederken bunları söylediğimde bana dedi ki: ‘O günah, bu günah! Paramızı nasıl değerlendireceğiz? Hiçbir şey yapmadan bir kenara koyduğumuzda değer kaybı oluyor.’ Şimdi, bankacılık sektöründe fâiz olduğunda şüphe yok. Parasını değerlendirmek isteyenler için altın dışında gösterebileceğimiz bir yol var mı?”
3844] Hâniyye -Hindiyye kenarında-, NI/400; Hindiyye; V/343
3845] Bezzâziye, VI/360
- 958 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Madde 1: fâizle para değerlendirilmez, tam tersine değersizlendirilir. Hem birey bazında hem toplum bazında paranın değer kaybının, enflasyonun en önemli sebebi, fâizdir. Bazıları haksız kazanç sağlamaya, çalışmadan paranın para üretmesine çalışırken, aslında kendi parasının alım gücünü de, toplumun alım gücünü de dinamitlemekte.
Madde 2: Her şeyin sömürüye, ranta, kapitale/paraya ayarlandığı bir düzensizlik olan kapitalizm düzeninde tümüyle İslâmî çözümler üretilmesi mümkün değildir. İslâm’ın da günümüzdeki kapitalizmin problemlerini, kendisi hâkim olmadığı halde çözmesi beklenemez. İslâm, vaad ettiği güzellikleri tümüyle ancak kendi düzeninde gerçekleştirir.
Madde 3: Parasını değerlendirmek isteyenler için altın dışında elbette gösterebileceğimiz yol(lar) vardır.
a) Kendimizin bizzat parayı kullanmamız, paramızın büyüklüğüne göre; küçük tüketim malzemeleri alım-satımından, araba alım-satımı veya benzer yatırımlar yaparak paranın değerini sağlamaya çalışabiliriz.
b) Güvenilen bir tüccara, şirkete, holdinge yatırarak kâr-zarar ortaklığı yapabiliriz.
c) Para bizden, iş anlayan ve çalışabilenden diyerek, güvendiğimiz o işi yapabilecek birisiyle ortak iş yapabiliriz.
Konuyu biraz daha, İslâm ekonomisi yönüyle açıklarsak;
Fâiz, ekonominin olmazsa olmaz bir esası değildir. Ekonomik faâliyetlerin fâizsiz bir sistem içinde daha sağlıklı bir biçimde yürütülmesi mümkündür. Ancak bu yapının oluşabilmesi için, sistem bazında mudârebe ortaklığına, müşâreke (inan) ortaklığına ve karz-ı hasene ağırlık verilmesi gerekir. İslâm’da özel sektörün uzun vâdeli ve büyük kredi ihtiyaçları için “kâr-zarar ortaklığı” esası getirilmiştir.
Hîle-i Şer’iyye Denilen Hile-i Şerriyye
Hîle, çözüm, çare, beceriklilik demektir. Çıkış yolu anlamına gelen mahrec ve çoğulu mehâric de hîlenin eş anlamlısı olarak kullanılır. Hîle-i şer’iyye; amel ve tasarrufları şekil ve dış görünüş bakımından fıkha uygun düşürmek, İslâm’da yasak olan hususları görünüşte meşrû olarak yapabilmek için bulunan yollar, çâreler, çıkış noktaları demektir. Karşılaşılan güçlüğü çözmeye çalışırken başvurulan muâmeleye “muâmele-i şer’iyye”, bu işlem sonucu kazanç elde edilmişse, buna da “ribh-i şer’î” denir. Meşrû kâr demektir.
Hîle prensibi ilk Hanefî müctehidlerince İslâm hukukunu yürüyen hayatla uyumlu hâle getirmek, zarûret yoluyla haramların mubah sayılmasını azaltmak, insanların apaçık şer’î kaideleri çiğnemesini önlemek gibi güzel amaçlar için kullanılmış ve daha çok yemin, talâk (boşanma) gibi konularda uygulanmıştır. Ancak bu kaide zamanla çığırından çıkmış “kanuna karşı hile yapmak” şekline dönüşmüştür.
İmam Muhammed, muâmele-i şer’iyyeye “iyne” adını vermiştir. Bu yüzden iyne satışını açıklığa kavuşturmak hîle-i şer’iyyeyi anlamaya yardımcı olur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Însanlar dinar ve dirhemlerin peşine düşer, iyne satışı
FÂİZ/RİBÂ
- 959 -
yapar, hayvancılık yapar ve Allah yolunda cihadı terkederlerse, Allah onlara bir belâ indirir ve bu belâyı yeniden dinlerine dönünceye kadar da kaldırmaz.” 3846
İyne satışı, ödünç para isteyen bir kimseye bir malını veresiye bir bedelle satmak, aynı malı daha az peşin bir bedelle geri almaktır. Bu konudaki bir uygulama örneğini Ebu’l-Âliye Hz. Âişe’den şöyle nakleder: “Zeyd bin Erkam 3847’ın ümmü veledi olan bir kadın O’na dedi ki: ‘Ey mü’minlerin annesi, Zeyd’e veresiye sekiz yüz dirheme bir köle sattım. Sonra onu ondan altı yüz dirheme peşin satın aldım.’ Hz. Aişe şöyle dedi: Ne kötü bir satım, ne kötü bir alım yaptın. Zeyd’e şunu bildir ki, eğer tevbe etmezse Rasûlullah (s.a.s.) ile yaptığı cihadın sevabım kaybetmiş olur. Kadın dedi ki; “Satışı bozup, altı yüze geri alsam olmaz mı?” “tabii, kime Rabbinden bir öğüt gelir de fâizden vazgeçerse, önceden verdiği kendinindir.” 3848
Şâfiîler dışında İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu iyne satışını geçersiz saymışlardır. Çünkü bu fâize götürür. Hanefîlerden Ebû Yusuf ise “iyne câizdir ve sevabı vardır. Sevabının olması haramdan kaçınmayı sağladığı içindir”3849 demiştir. İmam Muhammed ise, iyne satışını fâizcilerin uydurduğunu ve bu akde kalben râzı olamadığını söyler. 3850
Muâmele-i Şer’iyyesiz alınacak bir kâr mutlaka haramdır. Fakat muâmele-i şer’iyye sûretinde İmam Ebû Yusuf’a göre ribâ kalkar, kâr câiz olur. Bu bir şer’î kurtuluş yoludur. Çünkü yetimin veya vakfın malını velî veya mütevellî bir kimseye kârsız (ribhsiz) karz olarak veremez, fâiz alması ise haramdır. O halde meşrû bir alım-satım akdi vasıtasıyla bunların menfaatleri sağlanmış olur. Artık bu muâmeleyi gayr-i meşrû bir hile olarak kabul etmek doğru değildir.”3851 Ö. N. Bilmen, diğer borçlar konusunda farklı sonuca ulaşır ve şöyle der:
“Ödünç para alanın üzerine, muâmele-i şer’iyye ile bir kâr (ribh) yüklemek sahih ise de, fakihlerin büyük çoğunluğuna göre kerâhetten uzak değildir. İbnü’l-Hümâm Fethu’l Kadîr’de şöyle der: Böyle bir işlemde kerâhet yoktur. Şu kadar var ki, bu tercihe şâyân değildir. Çünkü bundan karz-ı hasen suretiyle yapılacak bir iyilikten yüz çevirme vardır. 3852
Hanefilerde genel olarak muâmele-i şer’iyye fâiz sayılmayarak câiz görülmüş, dolayısıyla uygulama bu şekilde olmuş, fetvâlar ile hükümler bu yolda verilegel miştir. Osmanlı sultanları hâkim ve müftîlerin, Hanefi mezhebinde sahih görülen görüşlerle hüküm ve fetvâ vermelerini emretmiştir. 3853 Bunun bir sonucu olarak Belh fakîhleri; “Zamanımızda iyne usûlüne göre yapılan alış-veriş, çarşılarımızda yapılmakta olan alışverişlerden hayırlıdır” demişlerdir.
Ancak hîle-i şer’iyye açıkça veya gizlice fâizli işleme yol açmamalıdır. Mecelle’de de yer aldığı gibi “akitlerde itibar lafza değil mânâyadır.” Diğer
3846] Ebû Dâvud, Büyû’, 54; Melâhim 10; Ahmed bin Hanbel, II, 42
3847] ö. 66/689
3848] 2/Bakara, 275; Ahmed bin Hanbel, IV, 180; el-Kâsâni, Bedâyiu’s-Sanâyi’, V, 198, 199; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletühû, Dimaşk 1984, IV, 469
3849] Kâdîhân, II, 244, 245
3850] İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-kadîr, V, 207, 208; İbn Âbidîn, a.g.e., IV, 244
3851] Ö. N. Bilmen, Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1969, V, 47-48
3852] Ö. N. Bilmen, a.g.e., VI, 100, 101
3853] Ali Haydar, Dürarü’l-Hükkâm Şerhu Mecelleti’l-Ahkâm, IV, 696-700, İstanbul 1330
- 960 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yandan, alacaklıya menfaat sağlayan borç akdinin, bütün mezheplerce fâiz sayılarak yasaklandığı görülür 3854. Bu yüzden yapılan akit gerçekçi olmalı yapmacık olmamalıdır. Amellerin niyetlere göre olduğu âyet ve mütevatir hadîslerle sâbittir. Bu hüküm amellerin âhiretteki durumu ile ilgili görülse bile, akitlerde tarafların gerçek niyet, maksat ve irâdelerini araştırmaya bir engel yoktur. Meselâ, bir kimse ödünç olarak 1000 gram altın verip, yılsonunda 1300 gram olarak geri alsa, bu işlem, bir İslâm ülkesinde fâiz sayılacaktır. Bunun yerine evini 1000 gr. altın karşılığında satıp, bir yıl sonra 1300 gr. altına geri alsa, bu bir alım satım muâmelesi olur. 300 gr. fazlalık kârdır. Ancak alım-satım fâizi gizlemek için yapılmışsa o zaman muvâzaalı bir akit sözkonusu olur. Böyle bir durumda Ebû Hanîfe ve İmam Şâfiî’ye göre dışa karşı açıkça yapılan satım akdi geçerli sayılır. Meselâ; evi alan, artık bir yıl sonra tekrar geri satmaya zorlanamaz. İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre ise tarafların gerçek irâdesi araştırılır. Gerçek irâde satım akdi ise ona göre, fâiz alıp-vermek ise, buna göre işlem yapılır.3855 Kanun boşluklarından yararlanarak, kanuna karşı hîle yapmak isteyenler her devirde olmuştur. Hükümlerin amaçlarından ve özünden uzaklaşmamak için akitlerde gerçek irâdeyi araştırmak veya Ebû Hanîfe’nin dediği gibi dış görünüşe (zâhire) göre hükmetmek gerekir. Bu takdirde hîle-i şer’iyyelerin önüne geçilebilir veya bu konuda tarafların muvâzaalı akit değil de gerçek akitler yapması sağlanabilir.
Bize kadar ulaşan hîle ve mehâric kitapları daha çok Hanefi ve Şâfiîlere aittir. İmam Muhammed’in3856 el-Hiyel ve’l Mehâric’ini el Hâkim eş-Şehîd özetlemiş, İmam Serahsî de bunu şerhetmiştir. el-Hiyel, “el Mehâric fî-Hiyel” adıyla neşredilmiştir.3857 el-Hassâf, Alî b. Muhammed en-Nehâî ve Sa’d bin A. es-Semerkandî gibi fakihlerin de müstakil “el Hiyel” kitapları vardır. Diğer birtakım fıkıh ve fetvâ kitaplarında da hiyel için fasıllar açılmıştır.
Şâfiîlerden Gazâlî ve İbn Ziyad gibi âlimler hiyele cephe almışlarsa da, İbn Hacer, Fetâvâ’sında bunlara karşı çıkmış ve uygulamayı hiyelin lehine çevirmiştir. Hîle-i şer’iyye usûlüne en büyük tepki Hanbelîlerden İbn Teymiyye 3858 ile öğrencisi İbnü’l-Kayyim’den3859 gelmiştir. İbn Teymiye’nin “Kıyâmu’d Delîl alâ Butlânu’t-Tahlîl”, İbn Kayyim’in “ Î’lâmü’l-Muvakkıîn ve İgâsetü’l-Lehfân” isimli eserlerinde bu konu geniş olarak tartışılmış, “gaye ve çâre mübah ise hîle mubah, değilse hîle haramdır” sonucuna varılmıştır. 3860
Soru: “Son zamanlarda bir hayli revaç bulan hisse senedi alım-satımı dinen mahzurlu mudur? Değilse bizler de bu kârlı piyasadan istifade edebilir miyiz?”
Hisse senetleri temel esprisi itibari ile fâize alternatif bir uygulamadır. Zira çeşitli teşebbüsler ve yatırımlar projelerini gerçekleştirmek için kredi kullanmak ya da sermaye arttırımına gitmek sûretiyle, ihtiyaçları olan meblağı hisse senetleriyle toplamak zorundadırlar. Bunun dışında bir kaynağın bulunması istisnai bir durumdur. Öyleyse hisse senetleri üzerinde durulmalı ve zulüm ve haksız kazanç
3854] Abdurrahman b. Süleyman -Dâmad-, Mecmau’l Enhur, İstanbul 1301, II, 303
3855] el-Mavsılî, el-İhtiyar li-Ta’lîli’l-Muhtâr, II, 21; ez-Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, I, 171
3856] ö.189/805
3857] Leipzig, 1930
3858] ö.728/1327
3859] ö. 751/1350
3860] İbn Teymiyye Mecmau’l-Fetâvâ, XXIX, 446; İbn Kayyim, İ’lâmü’l-Muvakkıîn, Mısır 1955, III,107-417, İgâsetü’l-Lehfân, Mısır 1310, s. 183-285; A. Emîn, Duha’l-İslâm, II, 190 vd.
FÂİZ/RİBÂ
- 961 -
kendisine yasak edilen “müslüman adam” için bile bir alternatif olabileceği hesaba katılmalıdır. Ancak bizim görebildiğimiz kadarıyla şu andaki işleyiş şeklinin şer’an mahzurlu yönleri vardır, biz onlara işaret etmekle yetinecek, hem fetvâyı hem de iman edenler açısından işin pratik hallini ehline bırakacağız:
Fıkhî mezhepler ya da “icmâ-i mürekkep” açısından: Hisse senetlerinin işleyiş biçimine baktığımızda ve görüşleri bize “zâhir” olarak ulaşan dört mezhebe başvurduğumuzda her birinin bir yönüyle buna “fâizsiz” ya da “bâtıl” diyeceğini görürüz. O takdirde ictihâdî ihtilâflar açısından bunun câiz olamayacağında âdeta icmâ olmuş olur. Bundan sonra zikredeceğimiz maddeler, mezheplerin söz konusu nokta-i nazarları cümlesindendir.
Nasslar açısından: Örneğin, İslâm fıkhında bulunmayan bir meseleye ihtilâflı içtihatlardan gitme yerine, konuyla ilgili nassların esprileri (illetleri) araştırılarak cevap bulmak gerekir, denebilir. O takdirde karşımıza şunlar çıkar: Kur’ân’ı Kerim’de “insanların mallarını bâtıl yollarla yemeyin” 3861 denir. Spekülatif kazanç ve kumar diye nitelenen, ilgili çevrelerin bir parmak ve kaş-göz işaretiyle piyasası inip çıkan hisse senetlerinde bunun hiç olmadığını söylemek mümkün değildir.
Diğer yönden, İslâm’da temel üretim faktörü emektir. Hâlbuki bu uygulama bir aylaklar gürûhunun ortaya çıkmasına, dolayısı ile emeksiz kazanca sebep olmaktadır.
Hadislere baktığımızda ise: “Yanında olmayan bir şeyin satışı helâl değildir”, “satın alınan bir şeyin, alındığı yerde satılması memnû’dur”, “serbest piyasanın oluşabilmesi için kırsal kesimden mal getirenlerin yolda karşılanması menhîdir”; “spekülasyon yasaktır” ifadeleriyle karşılaşırız. Bütün bunların özünde haksız kazancın, aldatmanın, ğararın, meçhûliyetin önlenme esprisi vardır. Hisse senedi satışı bunlardan bütün bütün uzak değildir.
Akdi fâsit kılan unsurlar açısından: Az önce sözünü ettiğimiz ğarar, fâhiş mechûliyet, fâizli muâmele gibi unsurlar, az da olsa bu satışlarda söz konusudur. Ğarar, mevcut olmama ihtimali de olan şeyin satışıdır. Piyasaya hisse senedi süren şirketlerin gerçekte pozitif mal varlıkları hiç olmadığı olabiliyor. Fâhiş mechûliyet satın alınan şeyde, niza'a sebep olabilecek ölçüdeki bilinmezliktir. Bunların her birerleri akdi fâsit kılan unsurlardır.
Şirketi elinde tutanlar açısından: Bu günlerde pek üzerinde durulmayan, gayrı müslimle ortaklık kurma meselesi ehli kitap açısından klâsik İslâm hukukçularınca ele alınmış ve bazı içtihatlar serdedilmiştir. Öncelikle müslümanların “ehli kitap”la ateist ve mecûsileri bir tutmadıklarını bilmek gerekir. Ehl-i kitap (Yahudi ve Hiristiyan) olmayanlar, olanlara göre her konuda daha olumsuz bir durumdadırlar. Ne hikmetse ehli kitabın dışındaki gayr-i müslimlerle yapılacak böyle bir muâmeleden söz edilmemektedir. Bu, onların bunu meşrû görmediklerini anlatır olmalıdır. Masonlar, komünistler ve ateistleri bu grupta mütâlâa edebiliriz: Ehli kitapla ortaklık kurmaya gelince: Ortaklığa konu olan mala müslümanın hâkim olması, onun inisiyatifinde bulunması şartıyla câiz olacağını söyleyenler çoğunluktadır. Her halükârda ortak olunması, mekruhtur diyenler de vardır. Onlarla ortaklığı mahzurlu görenler Atâ’dan rivâyet edilen: “Rasûlüllah (s.a.s.), alım-satım müslümanın elinde olmadıkça Yahudi ve Hiristiyanlarla ortaklığı
3861] 2/Bakara 188
- 962 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yasakladı” meâlindeki rivâyeti delil getirirler. Benzer bir rivâyette: “Çünkü onlar fâizli muâmele yaparlar” gerekçesi (illet) de zikredilir. Dikkat edilirse “yaparlar” denilerek inançları sözkonusu edilir, fiilen yapıyor olup olmamaları söz konusu edilmez. Bu açıdan günümüzdeki şirketlere baktığımızda şirket idaresini ellerinde bulunduranların kimliği önemli bir unsurdur.
Şirkette çalışanlar açısından: Bildiğimiz kadarıyla günümüzdeki şirket çalışanlarının yönetici olarak, idare heyeti üyesi olarak kazanç dışında belirli bir maaş almaları söz konusudur. Hâlbuki İbnü’l Münzir şirketten ortaklara sâbit bir maaş verilemeyeceğinde icmâ’ olduğunu söyler. Sadece Hanefi mezhebinde, ortakların çalışmaları halinde şirketten, ancak sene sonu itibarıyla kazançtan mahsûben sâbit maaş alabilecekleri, şirketin zarar etmesi halinde ise aldıkları maaşı geri vermeleri gerektiği söylenir. Görüldüğü gibi bu meselede akdi fâsit kılan unsurlardan sayılır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki: Bu mahzurların her biri teker teker düşünüldüğünde belki şu ya da bu mezhebe göre ortadan kalkabilirler. Ancak tümü birden hesaba katıldığında başta da söylediğimiz gibi, şu kadar ya da bu kadar mahzurun varlığında ittifak edilmiş ve hisse senedi alım-satımı da o ölçüde mahzurlu olmuş olur. Genel olarak durum budur ve bu günkü şekliyle bu muâmele tertemiz bir kazanç olarak görülmemektedir. Zaten böyle konularda safi hayır ya da safi şer olamaz. Birisinin diğerine galibiyeti olabilir. Bu konunun da şerri hayrına gâlip görülmektedir. Bununla birlikte:
a. Doğrudan fâiz muâmelesi yapan şirketlerin hisse senetlerini almak ittifakla haramdır. Bankalar, bankerlik ve tefecilik kuruluşları gibi.
b. Şer’an mütekavvim mal sayılmayan şeylerin üretim ve alım-satımıyla uğraşan şirketlerin hisse senedini almak da aynıdır; şarap, bira vb. şeyler üreten kuruluşlar gibi...
c. Mütekavvim mal üretmekle beraber, bizzat ortak olunan o malı fâizli muâmelelerle satan ve fâiz sebebiyle elde ettiği kârı diğerine karışan ve toplam kârının yarısı ve daha fazlası fâiz olan şirketlere hisse senediyle ortak olmak da haramdır.
d. Ortak olunan şey helâl bir üretim olmakla beraber şirketi elinde bulunduran müslümanlar başka haram işlerle de uğraşıyorlarsa, onlardan hisse senedi almak sûretiyle onları desteklemek “günahda yardımlaşma” anlamı taşır. Hâlbuki bu Kur’ân’ı Kerim’de yasaklanmıştır. 3862
e. Yahudi ve Hristiyanların hâkim olduğu şirketlerden hisse senedi almak, başka hiç bir mahzur yoksa en azından mekruhtur.
f. Fıkıh kitaplarımıza bakıldığında; komünist, mason ve ateistlerin hâkimiyetinde bulunan şirketlerden hisse senedi almak câiz değildir gibi bir sonuç çıkıyor, araştırılmalıdır...
g. İdaresine müslümanların hâkim olduğu, haramla iştigal etmeyen, daha şeffaf olup, satıma konu olan şirket varlığını, dolayısı ile satılan senede düşen hisseyi açıkça bildiren, senetleri ise muharrer olup, ortaklıktan vazgeçmek
3862] 5/Mâide, 2
FÂİZ/RİBÂ
- 963 -
isteyenlere bu imkânı sağlayan şirketlerin hisse senetlerini almak ittifakla câizdir. Ve bu Müslüman işadamları, İslâmî teşebbüsler ve helâl sermaye için son derece önemli bir konudur. Çünkü işaret ettiğimiz gibi, hisse senetleri, İslâm’a göre en büyük haramlardan olan fâizin şu andaki en önemli alternatifi, işletme ve yatırım sermayesi temini için en kestirme yoldur. Müslümanlar bunu haram unsurlardan uzaklaştırarak uygulayabilseler, helâl temellere oturmuş, millete hizmeti ibâdet bilen çok büyük işletmelerin doğmasına ve fâizin belinin kırılmasına sebep olabilirler.
h. Söylediklerimiz bir hüküm ve fetvâ değil, bu konuda daha sağlıklı düşünecek olanlara bir fikir beyanından ibârettir.
Kâr
Bir malı satarken, alış fiyatına veya mâliyeti üzerine eklenen fazlalık. Arapça karşılığı ribâ olup, sözlükte, mastar anlamı; kazanmak, kâr etmek demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de şu şekilde kullanılmıştır: “Onlar, doğruluğa karşılık sapıklığı satın aldılar. Fakat bu ticaretleri onlara kâr getirmedi.” 3863
Alış-veriş genellikle kâr sağlamak veya ihtiyacı karşılamak amacıyla yapılır. Ticaret meşrû olunca, kâr elde etmenin de meşrû olması tabiîdir. Çünkü kâr, mal mübâdeleşinin semeresi olup, onsuz ekonomik bir hayat düşünülemez. Bu yüzden İslâm hukuku kârı yasaklamamıştır. Âyet ve hadislerde ticaret ve kazançtan genel olarak söz edilmiş ve ekonomik hayatın belirli ölçülere uyularak, kendi tabiî kuralları içinde yürümesi amaçlanmıştır. Kârın tabiî ve ahlâkî ölçüler içinde oluşması esas alınmıştır.
Bu prensibin bir gereği olarak alış-verişlerde çeşitli mallara yüzde hesabıyla bir kâr haddi belirlenmemiştir. Genel olarak, arz ve talep kanunlarına bağlı serbest rekabet esasları içinde kendiliğinden oluşacak fiyatlar ölçü alınır. Ancak bu prensibi korumak ve insanların temel ihtiyaçlarının istismarını önlemek için, birtakım tedbirler öngörülmüştür. Ribânın yasaklanması, karşılıksız kazanç yollarının kapatılması ve gerektiğinde narha başvurulması bunlar arasında sayılabilir.
Alış-verişlerde yalan, hile, aldatma, satılan şeyin ayıbını gizleme veya onu mevcut olmayan vasıflarla övme yasaklanmış, açık, gerçekçi ve ma’kul ölçüler geliştirilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur: “Ey iman edenler, birbirinizin mallarını haram yollarla yemeyiniz. Ancak karşılıklı rızâya dayanan, meşrû bir ticaret yoluyla olması durumu müstesnâdır” 3864; “Allah alış-verişi helâl, ribâyı ise haram kılmıştır.” 3865
Kâr durumuna göre satım akdi şu kısımlara ayrılır:
a) Pazarlıkla (müsâvemeli) satış: Tarafların üzerinde anlaştıkları bir satış bedeli ile, malı mübâdele etmeleri. Burada alış fiyatı veya mâliyet açıklanmadan satış bedeli belirlenir. Pazarlık bu fiyat üzerinden yapılır. İslâm hukukunda satış (bey’) denilince daha çok bu çeşit alış-verişler akla gelir. İslâm bilginlerince yanılma ve yalan karışma ihtimali az olduğu için müsâvemeli satış şekli tavsiye edilir. Alıcıya net kâr miktarı açıklanmaz. Fakat satış bedelinin içinde kâr da dâhildir. Akde yalan, hile ve aldatma karışır, fiyat da fâhiş gabin ölçüsünde
3863] 2/Bakara, 16
3864] 4/Nisâ, 29
3865] 2/Bakara, 275
- 964 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yüksek olursa, akdi aşırı yararlanma sebebiyle feshetmek mümkündür. Böyle bir durum yoksa, tarafların karşılıklı rızâ sonucu anlaştıkları bedelin miktarına müdâhale edilmez. 3866
b) Murâbahalı satış: Alış fiyatı veya mâliyet üzerine belirli bir kâr ekleyerek yapılan satış. “Bu malın alış fiyatı veya mâliyeti yüz milyon liradır. Yirmi milyon veya yüzde yirmi kârla satıyorum” demek gibi. Murâbahalı satışta, alış fiyatının veya mâliyetin ve kâr miktar veya yüzdesinin müşteriye açıklanması gerekir. Bu, anaparanın mislî yani ölçü, tartı veya standart olup sayıyla alınıp satılan şeylerden olmasını gerektirir. Ribâ (fâiz) cereyan eden mislî mallar kendi cinsleriyle murâbahalı olarak mübâdele edilemez. Yüz gram altını, yüz yirmi gram altınla veya yüz kg. buğdayı yüz yirmi kg. buğdayla mübâdele etmek gibi. Aksi halde fazlalıklar ribâ (fâiz) olur. Ancak cinsler değişik olursa kârlı satılabilir. İki ton arpa karşılığında aldığımız bir ton buğday, iki buçuk ton arpayla mübâdele edilirse yarım ton arpa, kâr olur. 3867
c) Tevliye: Alış fiyatı üzerinden, hiç kâr eklemeksizin satış yapmak demektir. Buna, başa baş satış yapmak da denir. Ancak, mâliyeti etkileyecek birtakım masraflar yapılmışsa ticaret örfüne göre bunlar eklenir. Bu takdirde satış yine kârsız ve mâliyet üzerinden yapılmış olur. Tevliyede, murâbahalı ve zararına (vazîa) satışlar gibi güvene dayanan bir satış şeklidir. Alıcı verilen bilgilere güvenerek akit yapar. Bu yüzden verilen bu bilgilerin doğru olması gerekir. Aksi halde alıcı için daha sonra akdi bozma veya aldanma miktarını satış bedelinden düşürme gibi haklar doğar.
Hz. Peygamber Mediyne’ye hicret etmek isteyince, Ebû Bekir (r.a.) iki tane deve satın aldı. Rasûlüllah (s.a.s.) O’na şöyle dedi: “Bu iki deveden birisini bana aldığın fiyatla devret “ Hz. Ebû Bekir bedelsiz vermek isteyince, Hz. Peygamber bunu kabul etmedi. Kârsız satış çeşitli amaçlarla yapılabilir. Malı elinden çıkarma isteği, nakit para sıkıntısı, malın moda veya mevsiminin geçmek üzere olması, alıcıya yardım etmek, müşteri tutmak ve benzeri düşünceler bunlar arasında sayılabilir.
d) Vazîa (zararına satış): Alış fiyatının veya mâliyetin altında bir fiyatla satış yapmak. Bir kimse, malını belirli bir kârla satabileceği gibi, hiç kârsız hatta zararına da satabilir. Zararına satış da çeşitli amaçlarla yapılır. Alıcıya yardımda bulunma, malı bir an önce paraya çevirme ve müşteriyi işyerine alıştırma bunlar arasında zikredilebilir. Ancak satıcının sıkışık durumundan, samimiyetinden veya malın gerçek değerini bilmeyişinden yararlanarak değerinin çok altında bir fiyatla satın almaktan sakınmak gerekir. Sahâbe devrinde, alışverişlerde dürüst hareket edildiği, hile ve hud’a yoluna sapılmadığı, o devre ait çeşitli uygulamalardan anlaşılmaktadır. Ashab-ı kirâmdan Cerir b. Abdillah el-Becelî 3868birisinden bir at satın almak ister. Satıcı atı 500 dirheme verebileceğini söyler. Cerir: “Bu at daha fazla eder, şu anda 600 dirhem veririm, fiyatı 800 dirheme kadar da arttırabilirim” dedi. Satıcı: “Atım cidden bu kadar değerli midir?” diye sorunca da; “At, belki 800 dirhemden de fazla edebilir, fakat ben daha fazla veremem” diye
3866] el-Kâsânî, Bedâyiu’s-Sânâyi V, 134; İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtâr, IV, 159; Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslâmi Yaklaşımlar, İstanbul 1988, s. 88, 89
3867] es-Serâhsî, el-Mebsût, XIII, 82, 89; el-Kâsânî, a.g.e, V, 221
3868] ö. 51/671
FÂİZ/RİBÂ
- 965 -
cevap verir. Bu sırada çevrede bulunanlar Cerîr’e şöyle derler: “Atı 500 dirheme satın alman mümkün iken fiyatı niçin bu kadar yükselttin?” Cerîr şu cevabı verir; “Biz, alış-verişlerimizde hile yapmayacağımız hususunda Allah’ın Rasûlüne söz verdik.” 3869
Bir satım akdinde kâr miktarını belirleyebilmek için her şeyden önce malın ilk alış fiyatı veya kıymet arttırıcı harcamalar gerektirmeyen mallarda kâr, doğrudan doğruya alış fiyatının üzerine eklenir. Alış fiyatına anapara (râ'sûlmal) denir. Bu, ilk alıcının akitle ödemeyi üstlendiği bedeldir. Başka bir deyimle, mala kendisiyle mâlik olunan ve akitle gerekli olan bedeldir. Akitten sonra, satış bedeli yerine başka bir bedel üzerinde sözleşme yapılsa, bu yeni bedel anapara sayılmaz. Kârlı (murâbahalı) başa baş (tevliye) ve zararına (vazia) satışlarda anapara veya mâliyet asıldır. Klâsik İslâm hukuku kaynaklarında bir malın üretim ve dolaşım safhası, mâliyet bakımından bir tutulmuş ve ayrı olarak ele alınmamıştır. Hanefîlerde, mâliyete eklenip eklenmeyecek harcamaların belirlenmesinde örfe ağırlık verilmiştir. Bu konuda temel prensip, malın kendisinde veya kıymetinde artış meydana getirme niteliğinde olan harcamaların alış fiyatına eklenmesi, bu niteliği taşımayanların ise eklenmemesidir. Meselâ, nakliye, dikiş, cilâlama, boyama gibi, malda artış sağlayan masraflar eklenebilecek, mal sahibinin (ilk alıcı) malın alımı, nakli ve pazarlaması sırasında kendi şahsı veya aile fertleri için yaptığı yeme, içme yatıp kalkma masraflarıyla, çoban, bekçi, doktor veya veteriner masrafları eklenerek masraflar arasındadır. 3870
İslâm hukukunda net maliyet hesabı, güvene dayanan bir satış niteliğindeki murâbaha, tevliye ve vazîa satışlarında gereklidir. Satıcı kendi alış fiyatını müşteriye açıklamaksızın, belirleyeceği bir satış bedeliyle malını satabilir. Hatta mala, piyasadaki râyiç fiyatlarını ölçü alarak, yeni bir kıymet koyup, bu yeni değer üzerinde bir kâr ilâvesiyle satış yapmak da mümkündür. Yeter ki, alıcıyı yanıltacak ve onu etki altında bırakacak yanlış bilgiler verilmesin. Kârın meşrû olması için, satıcının iyi niyet kurallarından ayrılmaması ve alıcıya doğru bilgiler vermesi gerekir. Aksi halde gabin hali söz konusu olabilir ve alıcı lehine bazı haklar doğar.
İslâm’da, çeşitli mallara yüzde üzerinden belirli kâr haddi uygulaması getirilseydi ekonomik hayat zorluklarla karşılaşırdı. Çünkü kâr miktarını dondurmak, o malın alış fiyatını veya mâliyetini tam olarak bilmeyi gerektirir. Bu ise her zaman net olarak hesaplanamaz ve akde hile karışabilir. Diğer yandan aynı cins ve kalitedeki malın mâliyeti tüccardan tüccara değişir. Sermayesi geniş olan kimse, peşin para ile çok mal satın alır, kendi araçları ile nakleder; dükkânı kendi yeridir, kira ödemez. Bütün bu nedenlerle malı ucuza mâl eder. Diğer bir tüccarda bu imkânlar olmadığı için, mâliyeti yüksek olabilir. Üretimdeki mâliyetler çok daha değişik etkenler yüzünden farklı olur. Aynı cins ve miktarda birçok malın mâliyetleri farklı olunca, yüzde kâr ilâvesiyle oluşacak satış bedelleri de farklı olacaktır. Böyle bir piyasada ucuz fiyata satanlar alıcı bulur. Mâliyeti yüksek olduğu için pahalı satmak zorunda kalanlara, diğerlerinin elinde mal biterse, satış sırası gelecektir. İşte bu ve benzeri sakıncalar yüzünden, Allah Rasûlü piyasa fiyatlarına müdâhale etmesi için kendisine başvuran Sahâbilere şöyle buyurdu:
3869] İbn Hazm, el-Mûhallâ, Mısır 1389, IX, s. 454 vd
3870] es-Serahsî, el-Mebsût, XIII, 80, 91; el-Kâsânî, a.g.e, V, 223; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, III, 162; İbn Âbidin, Reddu’l-Muhtâr, IV, 155; Ali Haydar, Düraru’l-Hukkâm, I, 598; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir 1984, s. 103, 113
- 966 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Şüphe yok ki, fiyat tayin eden, darlık ve bolluk veren, rızıklandıran ancak Allah’tır. Ben sizden hiç kimsenin mal ve canına yapmış olduğum bir haksızlık sebebiyle hakkını benden ister olduğu halde, Rabbime kavuşmak istemem.” 3871
Sonuç olarak İslâm’da sağlam bir ticaret ahlâkının oluşması amaçlanmıştır. Alış-verişe hile, huda' yalanın karıştırılması yasaklanmış, temel ihtiyaç maddelerini günün râyiç bedeli ile satanların sadaka sevabı kazanacakları belirtilmiş ve tüccarların bununla bir toplum hizmeti yaptıklarına işaret edilmiştir. Ancak iyi niyetin yeterli olmadığı devirlerde esnaf ve tüccarı serbest ve kontrolsüz bırakmak temel ihtiyaçların sömürülmesine yol açar. Üretim, dağıtım ve para gücünün kötüye kullanılmaması için devletin gerekli tedbirleri alarak üretici ve tüketiciyi koruması arz ve talep dengesini sağlamak gerekir. Bunun sonucunda üretici ve dağıtıcıya az gelmeyecek, alıcıda çok görünmeyecek bir piyasa fiyatı oluşur. İşte bu fiyatın içinde yer alan, İslâm’da miktar ve oranı belirlenmemiş bulunan kâr meşrû sayılır.
KDV (Katma Değer Vergisi)
“KDV’ye bağlı olarak memurlara ödenen vergi iâdesinin hükmü nedir? Eksik kalan faturaların başkalarından tamamlanması câiz midir? Bir satıcıdan bir mal almadan fatura alıp vergi iâdesinde kullanıbilir mi?”
Önce KDV denen olayı şu haliyle benimsemediğimizi ve de İslâmî olmadığını vurgulamak gerekir. Çünkü KDV üreticiden değil, tüketiciden, bir başka ifade ile fabrikatörden değil, isçiden ve çiftçiden alınan matrahına zarurî harcamaların da dâhil olduğu bir vergidir. Meselâ otuz tane fabrikasi bulunan falan ağa, ürettiği mallara istediği fiyatı koyarak satar ve ilk el olduğu için devlete böyle bir vergi de ödemez. Beş-on çocuğu bulunan, kirada oturan ve herhangi bir işe giremediği için sosyal güvenliği de olmayan, bu yüzden çoluk-çocuğunun tedavisi dâhil her türlü ihtiyacını simit satarak karşılamaya çalışan Veli Efendi çocuğuna aldığı bir lastik ayakkabıyla, hanımına alacağı basma fistana ve ilaca KDV öder. Bu yolla devletin kasasında toplanan KDV (enflasyon hesaba katıldığında) yan fiyatından daha aşağıya yine o falan ağaya teşvik kredisi olarak verilir. Falan ağa da, gerçekte aldığı krediye fâiz vermemekle beraber hatta bir de üste atmakla beraber, rakamsal fâizi maliyetine yansıtır. Meselâ on milyon TL.’ye satacağı malı söz konusu fâizli on dört milyon TL.’ye satar. Beri taraftan tüketici Veli Efendi böylece KDV dışında o ağanın kredi borcunu (fâiz demiyorum) da ödemeye ortak edilir. Hâlbuki fakirden dolaylı ya da dolaysız hiç bir vergi alınmamalı, malı transfer zenginden fakire doğru olmalıdır. Şu anda durum tam tersinedir. Herhalde bu kapitalizmin gereği olarak yapılmaktadır. Buna bağlı olarak tüketiciye ödenen vergi iâdesinin en olumsuz yönü de sadece bir sosyal güvenlik müessesesine bağlı olup prim ödeyenlere verilmesidir. Böylece sanki devlet, “yüz verirsen on veririm” demiş olmakta ve temelde insana değil üretime değer verildiği gösterilmektedir. Bu da müslümanlar olarak bizim sosyal devlet anlayışımıza uymayan bir durumdur. Buna göre KDV’yi ödeyen bizim simitçi Veli Efendi vergi iâdesi de alamayacaktır. Sebep: İş bulup devlete prim ödememiştir. İşte bizim anladığımız sosyal devlet, sadece hakkı olan değil, görevleri de olan bir devlettir ve vatandaşına iş bulmak onun görevleri arasındadır.
3871] Ebû Dâvud, Bûyû’, 49; Tirmizî, Bûyû’, 73; İbn Mâce, Ticârât 27; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 327, III, 85, 106, 286
FÂİZ/RİBÂ
- 967 -
Sorunun diğer bölümlerine gelince: Vergi iâdesi devletten çalınmamakta, devlet bunu bilerek vermektedir. Hatta aldığının belki, sadece yarısını iâde etmektedir. Bu yüzden alınmasında bir mahzur yoktur. Eksik kalan faturaların başkasından tamamlanmasının da sakıncası yoktur. Çünkü bu iâdeyi veren devlet bunu şart koşmamakta, sadece maaşından fazla olanı kabul etmeyeceğini söylemektedir. Onun için önemli olan, belli miktarda KDV’nin yatırıldığının faturalarla ibraz edilmesidir. Faturalar sahte olmadıktan ve KDV’ye tâbi özel fatura olduktan sonra, şuradan ya da buradan olması önemli görülmemektedir. Herhangi bir mal almadan fatura almakta da durum aynıdır. Yani iâdeyi veren taraf (meselâ devlet) bundan zarar değil kâr etmektedir ve eğer sorulsa kabul edeceği açıktır. Çünkü karşılıksız fatura verdiği sanılan esnaf aslında bunu karşılıksız veriyor değildir, bir başkasına vermesi gerekip de vermediği faturayı vermektedir ki, bu da devletin işine gelir ve karşılığında alınan vergi iâdesi haksız yere alınmış olmaz, helâl olur (Allahu a’lem).
Konut Kredisi
“Bir konut kooperati’fine katılacağım. Fakat devletten fâizli kredi alındığı için sakıncalıdır deniyor. Katılabilir miyim?”
Konu, günümüzün gayr-i İslâmî toplumunun bir meselesi olması yanında bazı yönleriyle yeni bir konudur. Onun için şahsen benim buna nihâi cevabı vermem mümkün değildir. Bu meseleyi konu edinen ilmî toplantılara katılmış birisi olarak ancak bir özetleme yapar ve “fetvâyı, müftiler verse de sen vicdanına sor” 3872 hadis-i şerif gereği her mü’min kendi vicdanına danışmalıdır. Konu enflasyonla alâkalıdır. Ebû Yusuf’un alış verişten ve istikrazdan doğan borçlanmalarda değere itibar edilir ve alınan rakam değil, alınan değer ödenir yani enflasyon farkına itibar edilir, anlamında bir görüşü nakledilir. İbn Âbidin meseleyi inceler ve “Hanefi mezhebinde fetvâ sadece buna göredir”,3873 der. Devrimizin en büyük İslâm hukukçularından üstad Ebû Sünne ise, bu sözün Ebû Yusuf’a âit olması şüphelidir. Çünkü zâhir rivâyet kitaplarında yoktur, demişlerdi. Konuyu bizde tartışanlar ise, İbn Âbidin’in de tercihi üzere, geçmiş borçlarda enflasyona itibar edilip, değer farkının alınacağında hemen hemen ittifak halinde görülüyorlar. Ancak gelecekte olacak enflasyonu hesaba katıp, onun altındaki bir fâizin fâiz olup olmadığı biraz daha farklı bir mes’ele. Çok ihtiyatlı olanlar; muhtemel enflasyonun hiç olmadığını ya da fâiz nisbetinden daha düşük puanda gerçekleştiğini varsaydığımızda devlet belirlenen fâizi almamazlık etmeyecektir, demektedirler. Diğerleri bunu gerçekçi görmemekte ve en yetkili ağızlar bile enflasyonun % 30’dan düşük olmayacağını söylerken, % 15-20 fâizli ve uzun vâdeli bir kredide pozitif fâizin bulunması binde bir ihtimal bile değildir. Bu derece zayıf bir ihtimale de hüküm bina edilmez. Sonra müslümanlar, kendilerinden toplanan vergilerden verilen bu kredileri almamakla iktisaden sıfırlanmakta ve devamlı zenginlerin lehine bir malı transfer söz konusu olmaktadır. Bir müslüman için, içinde bulunduğumuz şartlar, olağanüstü şartlardır ve bir geçiş dönemi sayılır. Dolayısıyla, bunda ayrıca zarûret (!) de vardır. Ancak burada, enflasyon oranı fâiz oranından çok çok düşük olduğundan pozitif fâiz olmasa da bir negatif fâiz gerçekleşmekte ve krediyi alanın fâiz vermesi şöyle dursun, para değerinin
3872] Ahmed bin Hanbel, IV/194
3873] bk. İbn Abidin, Tenbihu’r-Rukûd N/60-61
- 968 -
KUR’AN KAVRAMLARI
düşmesiyle, aldığının çok azını vereceğinden devletten fâiz almaktadır. Problem buradadır ve aslında milletten alınan bu fazlalığın tekrar millete verilmesi şartıyla bu tür krediler câiz olmalıdır, demektedirler.
Kumar, Fâiz ve Meyhane İşletmeciliği Gibi Meşrû Olmayan Vâsıtalarla Elde Edilen Malların Zekâtları Verilir mi ve Bu Paralarla Hac Farîzası Yerine Getirilebilir mi?
Kumar, fâiz ve meyhane işletmekle elde edilen paradan başka helâl bir yolla kazanılan bir paraya sahip olamayan kimseye ne zekât, ne de hac farz değildir. Bu kimse fakir sayılmaktadır. Sebebi de elinde gayri meşru yollarla elde ettiği paraların tamamını fakirlere dağıtmak zorundadır. Ancak elindeki para veya malın tümü haram olmayıp arasında helâl yoldan kazandıkları var ve bu mallar karışmış ise kendisine hem zekât ve hem de hac farzdır.
Dolayısıyla meşrû olmayan yollarla kazanç sağlayan kimselerin elde ettikleri bu kazancı fakirlere ve mesâlih-i âmme (kamu yararı) cihetine harcayarak bir daha bu yolla kazanç sağlamamak üzere tevbe etmeleri gerekmektedir.
Meşrû ve Gayrı Meşrû Ne Demektir?
Meşrû: Şeriata uygun, şeriatça yasaklanmayan davranış demektir. İslâm hukukunda farz, vâcib, sünnet, müstahab ve mubah olarak tanımlanan davranışları belirtir. Şer’î, helâl, câiz kelimeleri de meşrû ile aynı anlamı karşılar. Gayrı meşrû deyimi ise meşrû olmayanı, İslâm şeriatında haram ve mekruh olan davranışları dile getirir.
Toplum halinde yaşayan insanlar, belli kurallara uymak zorundadırlar. Bu kurallardan bazıları emredici bazıları da yasaklayıcı niteliktedir. Toplum düzeninin sağlanması, haksızlıkların önüne geçilmesi için uyulması zarûrî olan bu kurallara hukuk kuralları denir. Bu kurallara uymayanlara müeyyide (yaptırım) uygulanarak, uymaları sağlanır. İşte kanunlarla yasaklanmamış olan, başka bir ifadeyle, kurallara uygun olan davranış ve fiillere kanuna uygun anlamında meşrû fiiller denir.
Hukuk sistemleri, İlâhî hukuk sistemi ve beşerî hukuk sistemi olmak üzere ikiye ayrılır. İslâm şeriatı, İlâhî bir hukuk sistemidir. Bu sisteme göre meşrûluğun kaynağı (şâri’) Allah ve Rasûlü’dür. Başka bir deyişle şeriat koyma, insan ve toplum hayatını düzenleyecek kanun ve kurallar getirme yetkisine yalnızca Allah ve Rasûlü sahiptir. Bu nedenle meşrûiyetin sınırları İslâm şeriatınca belirlenir. Şeriatça yapılması istenilen, teşvik edilen ya da yasaklanmayan davranış ve fiiller meşrûdur. Şeriatın yasakladığı ya da yapılmasını hoş görmediği davranışlar da gayrı meşrûdur. Bir müslüman, bu konuda seçim hakkına da sahip değildir. 3874
Beşerî hukuk sistemleri de insan ve toplum hayatını düzenleyen yasaklar getiren kanun ve kurallar koyarak insanların bunlara göre davranmalarını ister. Fakat bu sistemler kanun koyucu olarak Allah’ı değil, belli bir insan ya da kurumu tanırlar. Böyle bir hukuk sisteminin yürürlükte olduğu toplumlarda İslâmî anlamda bir meşrûiyetten söz edilemez. Çünkü İslâm açısından, her şeyden önce, sistemin kendisi özü bakımından, gayrı meşrûdur. Bu nedenle böyle bir sistemde meşrû sayılan bir davranış, gerçekte gayrı meşrû olabilir. Sözgelimi beşerî hukuk
3874] 33/Ahzâb, 36
FÂİZ/RİBÂ
- 969 -
sistemlerinde zinâ yapmak, içki içmek, fâiz alıp vermek meşrû (yasal) davranışlardır. Oysa bunlar İslâm şeriatınca kesin biçimde yasaklanmıştır ve bu nedenle de gayrı meşrûdur.
İslâm’a göre bir fiilin meşrû olup olmadığı, İslâm Hukukunun kaynakları (Edille-i Şer’iyye) dediğimiz Kitap, Sünnet, İcma’ ve Kıyasla bilinir. Meşrû olup olmadığı hakkında bu kaynaklarda açık bir hüküm yoksa, fayda-zarar (maslahat) ve zarûret gibi hususlar gözönünde tutularak ictihâd yapılır.
İslâm’da haram olduğu kesin olarak bildirilmiş şeyler vardır. Bunların dışındakiler genellikle mubah (meşrû) kapsamına girer. Meşrû olup olmadığı açık olarak bilinemeyen (şüpheli) şeylerin terkedilmesi, takvâ açısından tavsiye edilmiştir.3875 Ayrıca hadislerde bir şeyin meşrû olup olmadığını ayırmak için bazı ölçüler verilmiştir. Buna göre kalbi rahatsız eden ve insanların bilmesi istenmeyen şey, kalbin şüpheye düştüğü şey gayrı meşrû (ism/günah); kalbin huzur duyduğu, şüpheye düşmediği şey meşrûdur (birr/iyilik). 3876
Senet, Bono ve Çek Satmak veya Satın Almak Câiz midir?
Senet, bono ve çek satmak veya satın almak câiz değildir. Çünkü bunlar para veya meta’ değiller. Ancak zimmetteki parayı sağlama bağlamak için birer teminattır. İmam Mâlik şöyle rivâyet etmiştir: Mervan bin Hakem’in zamanında bir çeşit çek çıkmıştı. Halk, karşılığını almadan birbirine satmaya başladılar. Bunun üzerine Zeyd bin Sâbit bazı sahâbi ile birlikte Mervan’a gittiler: “Ey Mervan, fâiz ile alış veriş yapmayı mubah mı kılıyorsun?” dediler. Mervan: “Allah’a sığınırım, bu ne demektir?” dedi. Sahâbîler: “Halk, karşılığını almadan bu çeklerle alış veriş yapıyor” dediler. Bunun üzerine Mervan, emniyet mensuplarını gönderdi, onlarla alış veriş yapanları tâkip ederek malları ellerinden alıp sahiplerine iâde ettiler. 3877
Ayrıca, şimdi olduğu gibi, Osmanlılar zamanında da maaşı beytü’l-maldan veya vakıf gelirinden verilmek üzere memur ta’yin ediliyordu. Memura, takdir edilen aylığa “Camekiye” denilirdi. Camekiye’nin satışıyla ilgili İbn Âbidin şu fetvâyı naklediyor: Mûsânnife Camekiyenin satışı soruldu. Yani adamın birinin maliyeden alacağı aylığı vardır. Henüz vakti gelmeden ihtiyacından dolayı, miktarından daha düşük bir para ile satıyor, böyle bir satış câiz midir? Mûsânnif şöyle cevap verdi: Alacaklı, alacağını verecekliden başka bir kimseye satamaz. 3878
Ancak, birisinin başkasına vereceği olduğu gibi, başkasından alacağı da olur. Borcunun vâdesi ile elindeki çekin vâdesi birbirine tevafuk ederse, bu çeki alacaklıya verebilir. Bu çek satışı değil, borcun havalesi sayılır. Hülasa sened, bono ve çek satılmaz, alınmaz ve zekât olarak verilmez. Yalnız devletin verdiği çek ve bono -va’deleri geldiği takdirde- ile para arasında fark yoktur. Vâdeleri gelmemiş ise satılması câiz değildir.
3875] bk. Riyâzus-Sâlihin, s. 419
3876] et-Terğib ve’t-Terhib, 3/215-216
3877] Muvattâ
3878] Durru’l-Muhtar
- 970 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Serbest Piyasadan, Banka Fiyatından Biraz Yüksek Fiyata Döviz Almak Câiz midir?
Döviz alım-satımı İslâm hukukunda “sarf akdi”ne girer ki, bir paranın diğer bir parayla satın alınması demektir. Değişik iki parayı, meselâ Türk lirasi ile euroyu birbirleriyle değiştirmede ölçü, peşin olmalarıdır. Peşin olduktan sonra, resmî kurdan ya da karaborsadan olmasının cevaz konusunda hiçbir farkı yoktur. Dilediğinden dilediği kârla alabilir ve satabilir. Yeter ki, fâiz maddelerinin (meselâ paranın) cinsleri farklı olanlarında fâiz sebebinin (illet) geciktirme olduğu bilinsin. Allah Rasûlü (s.a.s.), “Cinsler değişik olursa, peşin olmak şartıyla, dilediğiniz gibi satın” 3879 buyurmuş, fıkıhçılar da bunu esas almışlardır. Hz. Ömer (r.a.) de: Paranın parayla değişiminde “bir direğin arkasına geçinceye kadar dahi veresiye yapmayın” demiştir. Buna göre, meselâ altın ve gümüş veresiye alınıp satılamaz. Çünkü onlar da paradırlar. Ama bunu çoğu müslümanlar, hatta çoğu kuyumcular bilmezler. Hâlbuki, kişinin yapmakta olduğu işle ilgili İslâmî hükümleri bilmesi ona, meselâ namaz kılmak gibi farz-ı ayındır. Ancak, alırken verdiği kadar ve verdiği cinsi almak üzere borç verilmeleri farklıdır ve câizdir.
Tahvil
Süresi ve fâiz miktarı belirli kredi sağlama yöntemini belirleyen belge. Ortaklar yatırımcılar veya devlet kuruluşları, sürekli ortak payı ile yatırımlarını büyütmek yerine, belirli projeleri tahvil çıkarmak yoluyla gerçekleştirmeyi tercih ederler. Böylece tahvilin süresi bitince önceden belirlenmiş olan fâizi ile anaparayı ödeyip tahvil sahiplerinin işletme ile ilişkisini kesmiş olurlar.
İslâmî açıdan fâizli karz kullanmakla tahvil çıkarıp fâizli kredi sağlamak aynı niteliktedir. Tasarrufu iki yıl vâdeli yüzde miktarı belli bir fâizle bankaya yatırmak ne ise, böyle bir tasarrufla iki yıllık, fâiz miktarı belli tahvillere yatırmak da aynı şeydir. Yatırımcılar bankayı araya sokmadan doğrudan kredi sağlama yöntemi olarak çıkardıkları tahvilleri çoğu zaman “hâmiline” çıkarırlar. Böylece tahvillerin hisse senetlerinde olduğu gibi elden ele dolaşması sağlanmış olur. Bunun anlamı tahvil sahibinin tahvilini süre dolmadan da satabilmesidir. Tahvili en son elinde bulunduran kişi ise bunu çıkaran kuruluştan bedelini alabilecektir.
Tahvil çıkararak kredi sağlama yönteminden “kâr-zarar tahvili” çıkararak yararlanmak da mümkündür. Bu takdirde anapara riske sokulduğu için fâiz şüphesi kalkar. Buna “Mudârebe Tahvili” de denebilir. Meselâ; bir işletme belli bir ihracat projesinde kullanılmak üzere bir yıllık “Mudârebe tahvili” çıkarsa yaklaşık bir yıl sonra bu projeden elde edilecek kâr işletme ile tahvil sahibi arasında paylaştırılır. Burada işletme sadece emeğinin ve dış satımı organize etmesinin karşılığı olarak kârdan pay alır. İşletme kendisinden hiç sermaye koymamışsa mudârebe yönteminde kasıt, kusur veya ihmali söz konusu olmadıkça zarara katlanması gerekmez. Çünkü onun zararı emeğinin boşa gitmesi olarak ortaya çıkar. Zarar önce kârdan karşılanır, bu yeterli olmazsa, anaparadan ödenir. Bu yüzden zarar büyük olunca anapara azalır veya tamamı yok olabilir. İşletme, kâr-zarar tahvil bedelleri yanında kendisinden de anapara koymuşsa, bu takdirde belirli proje işletme ile tahvil sahipleri arasında “ortaklık” yöntemiyle gerçekleşmiş olur. Bu takdirde taraflar kârı aralarında belirledikleri şartlara göre paylaşırlarken,
3879] bk. Mavsilî, el-Ihtiyar, Ist. 208
FÂİZ/RİBÂ
- 971 -
zarara sermaye oranlarına göre katlanırlar. Bu duruma göre, kâr-zarar tahvili uzun veya kısa vâdeli her çeşit projelerin gerçekleştirilmesinde araya bankayı sokmadan veya fâizli muameleye ihtiyaç duyulmadan başvurulabilecek bir yöntemdir.
Mudârebe veya kâr-zarar tahvili yöntemi daha düzenli bir biçimde İslâm(!) bankası tarafından da uygulanabilir. Tahvile süre konulması gerektiği için burada projelerin sonuçlarının alınabileceği süreyi tahmin etmek önem arzeder. Çünkü projenin sonucu alınmadan tahvillerin ödenme vâdesi gelirse işletme ödeme güçlüğü çekebilir. Diğer yandan tahvil sahibine kârdan pay verileceği için proje sonuçlanmadan kârın miktarını belirlemek mümkün olmaz. Bu yüzden İslâm’da tahvil süresini yaklaşık bir süre olarak belirlemek gerekir. Proje bu süreden önce tamamlandığı takdirde kârın paylaşılması yoluna gidilir. Proje uzadığı takdirde ise sonuçlanıncaya kadar sürenin kendiliğinden uzadığı, kabul edilmelidir.
Meselâ; bir İslâm(!) bankası kendisinden hiç sermaye kullanmaksızın, çıkaracağı üç ay süreli mudârebe tahvili yoluyla peşin para ile satın alacağı kâğıtları yabancı bir ülkeye akreditifli muâmele ile ihraç etse, bu ihracat işlemini organize karşılığında anlaşmaya göre kârdan pay alır. Tahvil sahipleri de anaparaları yanında kârdan da paylarını almış olurlar. Bu ihracat projesi iki ayda sonuçlanmışsa projenin tasfiyesi süreyi beklemeden yapılır. Çeşitli engeller yüzünden ancak altı ayda sonuç alınmışsa tahvil sürelerinin kendiliğinden uzadığı kabul edilmelidir. Çünkü taraflar böyle bir projeye girerken çeşitli riskleri üstlenmiştir. Zaten kârın meşru oluşunun nedeni de riske katlanmadır. Ancak projenin gecikmesi, zararın meydana gelmesi hallerinde işletmecinin kusuru bulunmamalıdır. 3880
Sonuç olarak sürekli ortak yerine tahvil yöntemi geçici, süresi belirli ortaklık yöntemini ifade etmektedir. Sermaye piyasanın oluşması ve dengeli biçimde kullanılması kâr-zarar tahvilleri yoluyla sağlanabilir. Ancak İslâm’ın diğer ekonomik ve ticarî yöntemleri gibi “kâr-zarar tahvili” yöntemi de güvene dayanır. Taraflar bu güveni sürdürdükleri sürece iyi sonuçlar alınır. Bu ekonomik yöntem ve modellerle İslâm toplumlarının geçmiş yüzyıllarda dünya ülkeleri arasında büyük ekonomik güçler oluşturdukları, dosta-düşmana örnek müesseseler kurdukları ve bununla kendi dönemlerinde süper güçler oluşturdukları bilinmektedir.
Tasarrufu Teşvik Fonu Fâizi
“Tasarrufu Teşvik Fonu” adıyla devlet, maaşlarımızdan zorunlu bir kesinti yapmakta idi. Şimdi bize şu âna kadar birikmiş tasarruflarımızın yüzde yirmi fâizi ‘nemâ’ adıyla iâde edilmektedir ve ilk taksit olarak bunun üçte biri ödenmektedir. Bu fâizi almamız veya kullanmamız helâl olur mu?”
Önce şunu bilmek gerekir; İslâm birtakım terimlerle ifade ettiği birtakım vâkıalara bir hüküm verirken kendi değer yargılarına göre davranır. Daha açık ifade ile, İslâm meselâ, “fâiz yasaktır” derken fâizin tarifini de kendisi yapar. Buna göre bir uygulama İslâm’a göre fâiz ise, başkaları ona “kâr” da dese o yine fâizdir. Aksine, İslâm’a göre fâiz olmayan bir uygulamaya başkaları fâiz de dese o fâiz olmaz. Meselâ İslâm’da, ihtiyaç halinde dörde kadar evlenme vardır. Oysa bugünkü medenî hukuk beraber yaşanılan ikinci kadını “metres” saymakta,
3880] Hamdi Döndüren, Günümüz Ekonomik Problemlerine İslâmî Yaklaşımlar, İstanbul 1988, s. 87 vd.; Delilleriyle İslâm İlmihali, İstanbul 1991, s. 654
- 972 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ondan doğacak çocukları da gayrı meşrû kabul etmektedir. İşte mevcut sistem böyle diyor diye İslâm bunu gayrı meşrû saymaz. Bu bir.
İkinci olarak, şunu da bilmek gerekir. Müslüman kendi irâdesi ile fâiz muâmelesine bulaşmaz. Çünkü insanın sömürülmesinin ve yine köle haline getirilmesinin en kestirme yolu fâizdir. Bu yüzden, “fâiz alana da verene de, bunun yazışmasını yapana da Allah lânet eder” ve böyle önemli bir konuda “fâiz ihtimali taşıyan uygulamalar dahi fâizdir.” Onun için de müslüman kendi irâdesi ile fâize bulaşmaz.
Üçüncü olarak da şunu bilmek gerekir: Fâiz müesseseleri olan bankalarda her nasılsa tahakkuk eden bir fâiz bulunuyorsa, onu almayıp orada bırakmak ikinci bir hatadır, hatta akılsızlıktır. Çünkü bu sömürünün güçlenmesine katkıda bulunmak demektir. Öyleyse mutlaka alınmalıdır. Sonra da bu fâiz ya da fâiz şüphesi taşıyan para yenmemeli, fâiz olduğu söylenmeden bir hayıra ya da aslında alınmaması gerektiği halde alınan vergilere verilmelidir.
Dördüncü olarak da İslâm’ın “fâiz” dediği şeyin tarifini verelim ve sorunun cevabına geçebilelim. Fâiz (ribâ): Mubâdeleli akitlerde taraflardan birisi için şart koşulan karşılıksız fazlalıktır. 3881
Bu târife ve taşıdığı kayıtlara baktığımızda “Tasarrufu Teşvik Fonu Nemâsı” için şunları söyleyebiliriz:
1. Ortada mubâdeleli bir akit yoktur, çalışanların arzu ve irâdelerine mürâcaat edilmeden yapılan tek yönlü ve “zorunlu” bir kesinti sözkonusudur. Sanıyorum bununla hedeflenen şey de çalışanların gelecekte bir tasarruf sahibi olmaları değil, devletin kaynak temini yani iç istikrazdır.
2. Devletin verdiği “nemâ” için bir şart koşma sözkonusu değildir. Kesintiyi yapan da nemâyı veren de devlettir.
3. Bu uygulamada karşılıksız bir fazlalık da yoktur. Kesilen paranın hem de aradan yıllar geçtikten sonra % 20’si “nemâ” adıyla verilmekte, onun da üçte ikisi sonraya bırakılmaktadır. Buna göre bu meblağ gerçekten “nemâ” ise yani devlet bu parayı bir yerlerde çalıştırmış da onunla kazandığının bir miktarını tasarruf sahibine veriyorsa bu zaten fâiz olmaz. Adı üzerinde “nemâ” yani kâr olmuş olur. Böyle bir çalıştırma yok da safi fâiz olarak veriyorsa ortada bir fazlalık olmadığından bu yine fâiz olmaz. Çünkü değer kaybının ödenmesi İmam Ebu Yusuf’a göre gereklidır yani bu fâiz değildir. Oysa “nema” denen bu “yüzde yirmi”, kesilen zorunlu tasarrufun, enflasyonla kaybolan değerinin çok çok azıdır. Aslında maaşlarından zorunlu tasarruf fonu kesilen çalışanların bu kalan değer farkını da isteme hakları vardır. Şunu da ilâve etmek gerekir: Her şeye rağmen şüphe edenler, en azından kendilerinden kesilen kadarını tamamlayıncaya dek alırlar. Adı ne olursa olsun kendi paralarını almış olurlar. Şüphe, olsa olsa bundan sonrakinde olur. O kadarını da zaten vermiyorlar.
Sonuç olarak, sözünü ettiğiniz meblağ fâiz değildir, bunda fâiz şüphesi de yoktur (Allahu a’lem). Ancak siz şüphe ediyorsanız mutlaka alır, ama bir hayıra verirsiniz.
3881] Timurtâşî, -İbn Abidîn’in tasarrufuyla-, bk. İbn Âbidin (Amira), IV/177
FÂİZ/RİBÂ
- 973 -
Allah Teâlâ ve Rasûlüne Karşı Savaşanlar: Fâizci Düzen ve Fâizciler!
Hanefî fakîhlerinden Serahsi; “fâiz’in kesin olarak haram kılındığını beyandan” sonra, fâizcilik yapanlara beş çeşit cezanın verileceğini zikretmektedir.
Birincisi: Şeytan çarpmışa dönmek. Allah Teâlâ: “Fâiz yiyenler, kendilerini şeytan çarpmış (birer mecnun) dan başka halde (kabirlerinden) kalkamazlar” 3882 buyurmuştur. Fâiz yiyenin karnı kıyâmet günü öyle şişer ki, ayakları onu taşıyamaz. Kalkmak istedikçe, ayakta duramaz düşer. Şeytan çarpmış insanlar gibi olur, bir türlü ayağa kalkamaz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Yediği fâizler miktarınca karnına ateş doldurulur.”
İkincisi: Bereketin kaldırılmasıdır. Kur’ân-ı Kerim’de: “Allah, fâizin bereketini tamamen giderir” 3883 buyurulmuştur. Yani bu yolla kazanılan mal ve paranın bereketini Allah yok eder, demektir. Bu bereketin kaldırılması, elde edilen o fazlalıktan istifade edilememesi şeklinde de tevil edilmiştir. Öyle ki; ne fâizci kendisi, ne de evlâdı, bu fâiz kazancından istifade eder.
Üçüncüsü: Allah’a karşı savaş açmış olmaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Eğer fâizden vazgeçmezseniz, Allah’a ve Rasûlü’ne karşı savaş açmış olduğunuzu bilin.” 3884 Burada fâizcilik yapanlar, Allah Teâlâ’ya karşı savaşanlar zümresinden sayılmıştır.
Dördüncüsü: İnkâr etme hastalığıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler, gerçekten mü’min iseniz Allah Teâlâ’dan korkun, fâizden (henüz almamış olup da) kalanını bırakın.”3885 Bu husustaki diğer âyet-i kerimede: “Allah (haramı helâl tanımakta) ısrar eden çok kâfir, çok günahkâr kimseleri sevmez” 3886 buyurulmuştur. Yani, fâizi helâl görerek sürekli inkârcılık yapanları ve fâiz yiyerek günaha dalmış olanları Allah sevmez.
Beşincisi: Cehennem’de ebedi kalmaktır. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur: “(Her) Kim tekrar fâize dönerse, işte onlar cehennemliktir ki, orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcıdırlar.” 3887 Bu, ribânın (fâizin) haramlığını kabul etmemenin cezasıdır. Mü’minler; Serahsi’nin kat’î nasslara dayanarak izah ettiği bu “beş ceza” üzerinde iyi tefekkür etmelidirler.
Molla Hüsrev: “Fâiz yiyen kimsenin şâhidliği kabul edilmez. Zira, fâiz yiyen kimse fâsıktır” der. Mebsut’ta; “fâiz yemekle şöhret bulmuş (tanınmış) olmak” şart kılınmıştır. Çünkü ticaretle uğraşanlar, akdi ifsâd eden sebeplerden (akd-i fesid’den) çok az kurtulurlar. Bunların hepsi fâizdir. Öyle ise şâhidliğin kabul edilmemesi için; fâiz yemekle şöhrete ulaşmış (tanınmış) olmalıdır” hükmünü beyan etmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’de fâiz günahı için kullanılan sert ifâdeler, şirk dışında başka hiçbir günah için kullanılmaz. Bunun sebebi, fâiz suçunun büyüklüğü ve şümûlü
3882] 2/Bakara, 275
3883] 2/Bakara, 276
3884] 2/Bakara, 279
3885] 2/Bakara, 278
3886] 2/Bakara, 276
3887] 2/Bakara, 275
- 974 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ile ilgilidir. Allah Teâlâ, zerre kadar zulmetmez. Küçük bir suça büyük cezâ vermez. Cezâ, suçun büyüklüğüyle orantılır. Fâiz konusundaki sert ifâdeler, fâizin tüm topluma zararları dokunacak, adâlet ve dengeyi bozacak büyüklükte ve doğurgan bir suç olmasından dolayıdır. Kur’an ve Sünnet’te en şiddetli dille yasaklanan fâizin mü’minler için kaçınılması gereken çok önemli bir problem olduğu gâyet açıktır. Dünyada sınıf farklılıkların ve düşmanlıkların ortaya çıkmasına zemin olması, fakir-zengin arasında uçurumlar oluşturması, sömürü ve zulmün yayılmasına sebep olan bir suçun, âhirette cezâsız kalması beklenemez. Fâizin ne büyük bir belâ olduğunu kısaca ifâde etmeye çalışalım:
a- İlk büyük tahribi, rûhî ve ahlâkî değerler üzerinde olan fâiz, korkunç bir haramdır. Çünkü fâiz, insanda bencillik, cimrilik, katı kalplilik, duygusuzluk, zaafları ve zor durumları sömürme, ihtiras, maddeye tapma gibi en iğrenç duygu ve düşünceleri geliştiren, sevgi, şefkat ve yardımlaşmaya ilgisiz kalan büyük bir sömürü aracıdır.
b- Fâiz, sosyal zararları da son derece büyük olan bir İlâhî yasaktır. Bireyleri bencil ve nefisperest kılarak bütün fertler arası ilişkileri menfaatlere dayandıran ve böylece ahlâkî çözülmelere neden olan fâiz, toplumun sâbit gelirlilerini ezen korkunç bir sömürü çarkıdır. Zira, fâize dayanan ekonomik düzenlerde mal varlığı daima fakirlerden fâizcilere ve fâizli kredi kullananlara akar. Bu sebeple rant peşindeki azınlığı giderek zenginleşen, sâbit gelirli çoğunluğu sürekli fakirleşen bir toplum yapısının oluşumu kaçınılmazdır.
Fâizli ekonomik düzenlerde zarara uğrayan, ihtirasla sömürülen grup, her zaman sâbit gelirli tüketici çoğunluk olan halktır. Fâizli krediler kullanan menfaatperest yatırımcı ve tüccarlar da ödedikleri fâizleri hep ürettikleri ve mübâdele ettikleri malların mâliyetine ilâve ederler. Malın üretiminden perakendeci esnafa kadar bütün evrelerde fâizli kredi, malın fiyatını büyük oranlarda arttırır. Böylece tüketici büyük halk kesimi ezilir de ezilir. Fiyatları aşırı şekilde arttıran fâiz, alım gücünü zayıflatarak tüketimin kısılmasına, kısılan tüketim de, üretimin azaltılmasına neden olur. Böylece işsizlik yaygınlaşır. İşsiz sayısı arttıkça, işçi ücretleri düşer. Bu da giderek sosyal sefâleti doğurur ki, neticede ortaya çıkacak huzursuzluk, anarşi ve fesâd, tüm toplumu boğan bir fitneye dönüşür.
Rabbimiz Kur’an’da bu gerçeği şöyle açıklar: “... Allah fâizi mahveder. (Zekât ve infak gibi) sadakaları da arttırır...”3888 Yüce Peygamberimiz de, mahvın iktisadî şeklinede şöyle dikkatlerimizi çeker: “Pek çok da olsa, fâizle kazanan her kişinin sonuçta fakirliğe düşmesi kaçınılmazdır.” 3889
c- Ekonomik hayat için zarûrî olduğu propaganda edilen fâizin asıl büyük zararı ise, ekonomidedir. Toplum kalkınmasını engellemesindedir. Zira ekonominin emeksiz, rizikosuz büyük kazançlar, aşırı çıkarlar ve ihtiraslar üzerine kurulmasına yani rant ekonomisine dönüşmesine ve büyük kitlenin aleyhine rantın büyümesine sebep fâizdir. Gerçek toplum kalkınması için zarûrî olan ucuz sermaye sağlanmasına ve ancak 3-5 senede üretime geçebilecek büyük ve ciddî yatırımlara rağbet olunmasına engel olan fâizdir.
Fâize dayanan ekonomik düzenlerde bankacılar kendi paraları yanı sıra,
3888] 2/Bakara, 276
3889] Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 17, s. 261
FÂİZ/RİBÂ
- 975 -
toplum kalkınması için gerekli olan paranın çok önemli bir bölümü olan halk tasarruflarına da yaptıkları sürekli reklâmlar yoluyla sahip olurlar. Böylece yalnız kendi paralarının fâizini değil; kendi paralarının kat kat fazlası olan halk tasarruflarının fâizlerini de alırlar. Sermayeye hâkim olan gözü dönmüş bu modern fâizci para babaları, düşük bir yüzde ile aldıkları paraları ancak büyük yüzdelerle devrederler. Hep büyük kârlar gözetir ve paranın parayı çektiği büyük rantı devşirirler. Her yıl büyük fâizler ödeyen yatırımcı toplum kesimi de kazancı çok olan ama çoğu kez toplum için zarûrî olmayan üretime yönelir. Böylece ciddî yatırımlar ertelenir, toplum muhtaç olduğu atılımı yapamaz. Bütün bunların sebebi fâizdir.
Kısaca değinmeye çalıştığımız bu rûhî, ahlâkî ve iktisadî zararları sebebiyledir ki Allah bize fâizi haram kılmıştır. Peygamberimiz de fâizle ilgili her çeşit işi ve işlemi yasaklamıştır. Rasûlullah (s.a.s.) fâiz yiyeni, fâiz yedireni, fâiz akdini yazanı, bu işleme kâtiplik yapanı, bunlara şâhitlik yapanı lânetledi, bunlara “Allah lânet etsin!” buyurdu. 3890
Şurası çok iyi bilinmelidir ki, fâiz ilkelliğin, eski câhiliyye anlayışının delilidir. Aşağılığın, gericiliğin belirtisidir. O yüzden, Peygamberimiz Vedâ haccında, câhiliyye döneminde yürürlükte olan fâizin bütün çeşitlerini ayaklarının altına alıp kaldırmış ve yasaklamıştır. İslâm olmadan bir toplum mânen gelişemez. Maddî yoldan da adâletli bir servet dağılımına kavuşamaz. Gelişemeyen bir toplum da fâizi kaldıracak bir güç bulamaz. Onun mahkûmu olur. Ahlâken yükselememiş yardımlaşma duygularıyla bezenememiş, bir bütün olarak kalkınma şuuruna varamamış ve sömürmeyi lânetleyememiş insanlar pek tabiî ki, fâize karşı çıkamazlar.
Çok büyük bir sömürü düzeni olan, toplumu kamplara bölen ve sermaye ile emeği birbirine düşman kıldığı için de sosyalizm ve komünizmin materyalizmle birlikte ana kaynağı olan fâize karşı çıkılmamasının sebebi, onun ekonomi için zarûrî olması değildir; Fâizcilerin aldatıcı propagandalarıdır. Daha da önemlisi, ona karşı çıkabilecek kadroların da bu zulüm düzeninden çıkar sağlamalarıdır. İslâm, mekanizmanın fâiz üzerinde kurulu olmasını reddeder. Milyonlardan toplanan paraların bir avuç fâizcinin yönetimine terkedilmesini onaylamaz. Mutlu ve putlu azınlığın refahı için toplumun büyük kesiminin kan ve terinin içilmesini yasaklar.
İnsan fıtratı ile çatışan fâiz olmaksızın âdil bir düzen elbette kurulabilir. Fâizin yerini kazanç ümidine, şahıs ve devlet adâletine, zekâtlı, karz-ı hasenli, şirketli sağlıklı bir ekonomiye bıraktığı bir nizamda tasarruflar tabiî ki toplanabilir. Bereketli bir düzen kurulabilir. Ama bunu kapitalizmin olmayan merhametine, fâizcilerde hiç bulunmayan insafa bırakarak sağlamak, mümkün değildir. Fâizi savunanlar ve bu sümürü düzenini ayakta tutmak için gayret gösterenler kadar fâize ve ekonomik zulme karşı olanlar çaba göstermeden adâlet sağlanamayacaktır.
Fâiz, bir kan nehridir. Buraya giren kanlanır ve kan kokar. Kan ise pistir. “Fâizli kredi alınmazsa müslüman güçlenemez” görüşü bâtıldır. Doğru olan;
3890] Buhârî, Büyû’ 113, 25, Talâk Libas 86, 96; Müslim, Müsâkat 25, h. no: 1579; Ebû Dâvud, Büyû’ 65, h. no: 3483, Büyû’ 4, h. no: 3333; Nesâî, Ziynet 25, hadis no: 8, 147; Tirmizî, Büyû’ 2, h. no: 1206; İbn Mâce, Ticârât 58, h. no: 2277
- 976 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“müslümanlar birleşmez ve şirketleşemezse güçsüz kalırlar” görüşüdür. İslâm’ın yasakladığı ve fâillerine harp ilân ettiği tefecilik de, banka fâizciliği de büyük bir haramdır. Onda ısrar eden kişi Cehennemliktir.
İslâm yalnız âhiret nizâmı olmadığı için fâize getirdiği dünyevî cezâlar da büyüktür. İslâm Hukukunda ribâyı/fâizi helâl gören kişi, İslâm dâiresinin dışına çıkmış bir mürteddir. Mürted, mü’minlere ne vâris olabilir, ne de miras bırakabilir. Nikâhı da düşer, mü’minlerle evlenemez. Mürtedin cezâsı çok büyüktür. Fıkıh âlimlerine göre; fâiz alıp verenler topluluksa üzerlerine ordu gönderilerek kendileriyle savaşılır. Malları da müsâdere olunur. 3891
Ülkenin niye kalkınamadığı, maddî yönden Batı ülkelerinin çok gerisinde kaldığını fâiz örneği çok iyi açıklamaktadır. 1993 ilâ 2002 yılı arasındaki son 9 yılda Türkiye Cumhuriyeti, tam 211.4 milyar dolar fâiz ödedi. 9 Yılda fâize ayrılan 211 milyar dolar yatırıma yöneltilebilseydi, kişi başına millî gelir 2003 yılında 2857 dolar yerine, 3922 doları bulacaktı. 2003 yılında ödenecek fâiz tutarı tam 40 milyar doları bulmaktadır. Bir başka deyişle bir saniyede 1078 dolar fâiz parasına gidiyor. Evet, ayda 2 milyar 833,3 milyon dolar, günde 93 milyon 151 bin dolar, sâniyede 1078 Amerikan doları, halkın, fakir-fukaranın cebinden çıkıp fâize ayrılıyor. T.C.’nin 2003 yılında ödeyeceği borç fâiz ödemeleriyle İstanbul boğazına 142 adet köprü yapılabileceği, 87 adet Atatürk Barajı inşâ edilebileceği, 2 milyon 200 bin sosyal konut ya da 5585 kilometre otoyol yapılabileceğini söyleyelim. Yine, bu parayla tanesi 140 milyon dolardan 261 üniversite kurmak, İzmir limanı gibi 39 liman yaptırmak, değeri 40 milyon dolardan 977 adet çimento fabrikası yapmak mümkün olmaktadır.
Halkın dertlerine derman olması gereken devlet, halkın cebine elini uzatıyor, bulduğunu alıyor, bulamadığını borçlandırıyor ve (ç)aldıklarını fâizcilere sunuyor. 1993 yılında toplam yatırımların dörtte biri (% 24.1) kadar olan iç ve dış borç fâiz ödemeleri, 2001 yılında toplam yatırımların % 96.2’sine ulaştı. Bu rakamın 2002 yılında % 81.1 oranında gerçekleşeceği, 2003 yılında ise % 91.2 oranında olacağı tahmin ediliyor. Toplam kamu fâiz ödemeleri 1993 yılında 67 katrilyon 873 trilyon lira olarak belirlendi.
Yapılan araştırmaya göre açlık sınırı, 2003 Ocak ayında 401 milyon liraya yükseldi. Asgarî net ücret ise 2003 Ocak ayında 226 milyon lira olarak belirlendi. Yoksulluk sınırı ise 2003 Ocak ayı itibarıyla 1 milyar 200 milyon liraya ulaştı. Bütün bu vahim rakamlara rağmen yoksulluk, Türkiye’de hâlâ öncelikli bir sorun olarak ele alınmamakta ve fâizin bu yoksullaşmadaki rolü değerlendirilmemektedir.
Halktan alarak devletin ödediği ve ödemek zorunda olduğu fâize ayrılan bu paralarla neler yapılmaz ki! Bunun yanında devletin; elektrik, su, doğalgaz, telefon, SSK primi ve vergi borçlarına uyguladığı gecikme fâizleri oranlarının enflasyonun çok üzerinde olduğunu hatırlamak da gerekiyor. 1997-2002 yılları arasındaki son 6 yılda enflasyonun % 346 artmasına karşılık, devletin vatandaşa uyguladığı gecikme fâizleri, % 929 arttırılmıştır. Kamu kurumlarından aldığı mal ve hizmet karşılığı devlete 100 milyon lira borcu bulunan bir vatandaşın, bu borcu ödeyememesi sebebiyle 2002 yılında 929 milyon lira ödemek zorunda kalmaktadır. Oysa, enflasyon oranlarına göre, aynı vatandaşın 346 milyon lira
3891] Ali Rıza Demircan, İslâm Nizamı, c. 3, s. 257-262
FÂİZ/RİBÂ
- 977 -
ödemesi gerekirdi. Bu şekilde devlet, vatandaştan 583 milyon lira fazladan fâiz almaktadır.
Bankalardan kredi alarak fâizle borçlanan çiftçilerin, esnafın durumu tümüyle içler acısıdır. Tüm hayvanlarını ya da evini barkını satarak fâiz borcundan kurtulmaya çalışan nice insan vardır. Sadece kumar değildir evi barkı söndüren, aynı zamanda fâiz de depremden büyük hasarlar ortaya çıkarmaktadır. 2003 yılı ocak ayı hesabıyla Türkiye’de kredi kartı kullanan insan sayısının 16 milyon olduğunu belirtirsek, müslüman geçinen halkın banka ile, fâizle nasıl içli-dışlı olduğu anlaşılır. Kredi kartları temerrüt fâizinin % 500 civarında olduğunu, kartla borçlanan kişinin kısa zaman sonra borcunun 5 katına yükseldiğini, ödemeyi uzattıkça, borcun daha katlanarak yükseldiğini bilmeyenimiz yoktur. Ne acıdır ki, insan emeğini sömürüp kan emici vampir olan bankalar, müslümanların ve müslüman geçinenlerin desteğiyle bu zülmü sürdürüyorlar. Namaz kılan müslümanlar bankalardan paralarını çekse, sadece bankalar değil, bankacı kapitalist sömürü düzeni de kendiliğinden yıkılacaktır. Müslümanlar Amerikan dolarını boykot etseler dolar tepetaklak düşecek, ABD çok kolay tarihin çöplüğünde yerini alacaktır.
Öyle bir karanlık ve fırtınalı câhiliyye dönemi yaşıyoruz ki, fâizden en kaçınanımız bile, Peygamberimiz’in lisânıyla fâizin tozundan kurtulamıyor. “İnsanlar öyle bir devre ulaşacak ki, o zamanda ribâ yemeyen kalmayacak. Öyle ki, (doğrudan) yemeyene buharı (veya tozu) ulaşacak.” 3892 Öyle bir sömürü düzeni içinde yaşıyoruz ki, kapitalizm din olmuş, para da, bir kapitalist için tanrı, banka tapınak, çek ve hisse senedi kutsal bir kitaptır. “Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul; / Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul. / Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa; / Yaşasın, kefenimin kefili kara borsa!”
Ne mutlu başta fâiz olmak üzere tüm haramlardan kaçanlara, parayla imtihanı kazanıp Allah’la alışveriş yapanlara!
3892] Ebu Dâvud, Büyû’ 3, h. no: 3331; Nesâî, Büyû’ 2, h. no: 7, 243; İbn Mâce, Ticârât 58, h. no: 2278
- 978 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ribâ/Fâiz Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
KUR’ÂN-I KERİM’DE FÂİZ ANLAMINDA RİBÂ KELİMESİ VE TÜREVLERİ (10 Yerde): 2/Bakara, 275, 275, 275, 276, 278; 3/Âl-i İmrân, 130; 4/Nisâ, 161; 30/Rûm, 39, 39, 39)
FÂİZ KONUSU
Fâizin Haramlığı: 2/Bakara, 275, 278; 3/Âl-i İmrân, 130.
Fâizin Bereketi Yoktur: 2/Bakara, 276; 30/Rûm, 39.
Fâize Alışveriş Diyenler: 2/Bakara, 275.
Fâiz Yiyenler: 2/Bakara, 275, 279; 4/Nisâ, 160-161.
Bileşik Fâiz: 3/Âl-i İmrân, 130.
Fâizle Mala Sahip Olmak: 2/Bakara, 188; 4/Nisâ, 29-31
Fâizden Tevbe Edenler: 2/Bakara, 279.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fâiz, Ebu’l-A’lâ Mevdûdî, Çev. M. Hasan Beşer, Hilâl Y. İst. 1966
2. Fâiz, Seyyid Kutup, Çev. Cafer Tayyar, İslâmoğlu Y.
3. Fâiz, Mehmet Zahid Kotku, Seha Neşriyat
4. Fâiz ve Problemleri, İsmail Özsoy, Nil A.Ş. Y.
5. Fâizsiz Bankacılık ve Kalkınma, Cihangir Akın, Kayıhan Y.
6. Fâizsiz Yeni Bir Banka Modeli, Heyet, İlmî Neşriyat İSAV, İst. 1987
7. Türkiye’de Dünyada Fâizsiz Bankacılık ve Hesap Sistemleri, Mustafa Uçar, Fey Vakfı Y.
8. Fâiz Politikalarının Enflasyon Üzerindeki Etkileri ve Türkiye, Muhammed Akdiş, Yimder Y.
9. İslâm’da Fâiz Meselesine Yeni Bir Bakış, Süleyman Uludağ, Dergâh Y. İst. 1988
10. Alternatif Fâizsiz Banka, Süleyman Karagülle, İz Y. İst. 1991
11. Teşvik Kredileri ve Fâiz, Ali Özek, İlmî Neşriyat
12. Tefsîr-i Âyeti’r Ribâ, Seyyid Kutup, İslâmoğlu Y.
13. İslâm’a Göre Fâizsiz Banka, Kalkınma ve Sigorta, M. Ahmet Zerkâ, Kalem Y.
14. Türkiye’de Fâiz Politikaları, Adnan Büyükdeniz, Bilim ve Sanat Vakfı Y.
15. Türkiye’de Serbest Fâiz Politikası, Tuncay Artun, Tekin Y.
16. Para, Fâiz ve İslâm, Heyet, İlmî Neşriyat, İSAV, İst. 1987
17. Para, John Kenneth Galbraith, Altın Kit. Y.
18. Para Bulma ve Yatırım, Ali Sait Yüksel, Beta Basım Yayım
19. Para ve Banka, Halil Dirimtekin, Anad. Üniv. A. Öğr. Fak. Y.
20. Finansal Kurumlar ve Piyasalar, Mustafa Çıkrıkçı, Derya Kitabevi Y.
21. Finsal Kurumlar, Güven Sevil, Anad. Üniv. A. Öğr. Fak. Y.
22. Finansal Teknikler, Ali Ceylan, Ekin Kit. Y.
23. Finansal Yönetim, Niyazi Berk, Türkmen Kitabevi Y.
24. Zenginlere ve Zengin Olmak İsteyenlere, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. İst. 1993
25. Fakirler ve Zenginlervehbi Karakaş, Timaş Y. İst. 1993
26. Zenginler, Yoksullar ve Robotlar, Deniz Can Saner, Birleşim Y. İst. 1993
27. Neden Bu Kadar Fakirler, Abdullah Arslan, Akademi Y. İst. 1989
28. Hayatın Pahalılanmasını Nasıl Engelleyebiliriz? Birlik Y. Ank. 1979
29. Niçin Yoksuluz? Birlik Yayıncılık, Ank.
30. Ulusların Yeni Zenginliği, Guy Sorman, Afa Y.
31. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. Fakir: Osman Eskicioğlu, c. 12, s. 129-131; Fakr: Süleyman Uludağ, c. 12, s. 132-134; İsraf: Cengiz Kallek, c. 23, s. 179-180; Kanaat: Mustafa Çağrıcı, c. 24, s. 289-290
32. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. Fakirlik: Hamdi Döndüren, c. 2, s. 141-143 el-Ğanî: M. Sait Şimşek, c. 2, s. 212-213; (Kanaat: Zübeyir Tekkeşin) c. 3, s. 297-298; Tevekkül c. 6, s. 211; Zenginlik: Arif Köten, c. 6, s. 448 ?Miskin, Zühd? İsraf?, Müsrif? Cimrilik? Cömertlik? Mal?
33. Delilleriyle Ticaret ve İktisat İlmihali, Hamdi Döndüren, Erkam Y.
34. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. İst. 2000, Kanaat: 333-336, Mal: 381-382
FÂİZ/RİBÂ
- 979 -
35. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. Fakr: c. 6, s. 150-162 Kanaat:
36. İslâm’ın İktisadî Görüşü, Sabahaddin Zaim, Yeni Asya Y. İst. 1981
37. İslâm ve Ekonomik Hayat, Ahmet Tabakoğlu, D.İ.B. Y. İst. 1987
38. İslâm’a Göre Banka ve Sigorta, Hayreddin Karaman, Nesil Y. 3. Bs. İst. 1992
39. İslâm’da Para, Ahmed el-Hasenî, Çev. Adem Esen, İz Y. İst. 1996
40. İdeal Ekonomik Politikası, Abdurrahman Maliki, Ta-ha Y.
41. Müslüman ve Para, Hekimoğlu İsmail, Timaş Y. 7. bs. İst. 1996
42. Para, Fâiz ve İslâm, Heyet, İlmî Neşriyat, İSAV, İst. 1987
43. İktisat Penceresinden İslâm, Ferit Yücel, Şahsi Y. İst. 1979
44. Herkes İçin Ekonomi, George Soule, Gerson Antell, Çev. Nejat Muallimoğlu, Avcıol Basım Yayın, 3. Bs. İst. 1996
45. İnfak (Allah Yolunda Harcama)veysel Özcan, Mirfak Y.
46. Çalışma Hayatı ve İslâm, Yunus Vehbi Yavuz, Tuğra Neşriyat, İst. 1992
47. İslâm’da İşçi-İşveren Münâsebetleri, Hayreddin Karaman, Marifet Y.İst. 1981
48. İslâm’da Ticaret Prensipleri, M. Cevat Akşit, Gaye Vakfı, İst. 2001
49. İslâm’da Ticaret Hukuku, Abdülkerim Polat, Sabah Gaz. Kültür Y. İst. 1977
50. İslâm’da Tüketici Hakları, Hüseyin Arslan, T. Diyanet Vakfı Y. Ank. 1994
51. İslâm Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Servet Dağılımı, Fahri Demir, D.İ.B. Y. Ank. 1988
52. Çağdaş Ekonomik Problemlere İslâmî Yaklaşımlar, Hamdi Döndüren, İklim Y. İst. 1988
53. İktisat, Siyaset ve Din, Mustafa Özel, Yeni Şafak, İst. 1995
54. Amerikan Yüzyılının Sonu, Mustafa Özel, İz Y. İst. 1993
55. Aksiyon, Ahlâk, Ekonomi, Zübeyir Yetik, Çığır Y. İst. 1975
56. Ekonomi Bir Din midir, Zübeyir Yetik, Beyan Y. İst. 1991
57. Sınıfsız Dünya, Saadettin Elibol, Dergâh Y. İst. 1978
58. Gazâlî’nin İktisat Felsefesi, Sabri Orman, İnsan Y. İst. 1984
59. Alışverişte Vâde Farkı ve Kâr Haddi, Heyet, İlmî Neşriyat
60. İktisadî Kalkınma ve İslâm, Heyet, İlmî Neşriyat
61. Türkiye’de Zekât Potansiyeli, Heyet, İlmî Neşriyat
62. İşçi İşveren Münasebetleri, Heyet, İlmî Neşriyat, İSAV, İst. 1990
63. Toplumların Çöküşünde Rüşvet, Seyyid Hüseyin el-Attas, Çev. Cevdet Cerit, Pınar Y. İst. 1988
64. Sosyal Siyaset Açısından İslâm’da Ücret, Adem Esen, T. Diyanet Vakfı Y. 2. Bs. Ank. 1995
65. Ekonomik Adâletin Temelleri, Muhammed Nuveyhi, Beyan Y. 2. Bs. İst. 1984
66. Tüketim Köleliği, Ivan İllich, Çev. Mesut Karaşahan, Pınar Y. İst. 1990
67. Küreselleşen Dünyada Özgür Birey, Zengin Toplum, Mehmet Traş, Birey Y. İst. 2003
68. Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi ve Sosyal Sınıflar, Ali Gevgilili, Bağlam Y. İst. 2. Bsk, 1989
69. Ana Hatlarıyla İslâm Ekonomisi, Servet Armağan, Timaş Y.
70. Çağdaş Ekonomik Doktrinler ve İslâm, İ. M. İsmail, Boğaziçi Y.
71. Çalışma Hayatı ve İslâm, Yunus Vehbi Yavuz, Tuğra Y.
72. Ekonomiye Değinmeler, Zübeyir Yetik, Akabe Y.
73. El-Hisbe, İbn Teymiyye, İnsan Y.
74. Hz. Muhammed’in Getirdiği Ekonomik Düzen, Sadık Yılma, Yeni Ufuklar Neşriyat
75. Hz. Peygamber Döneminde Devlet ve Piyasa, Cengiz Kellek, Bilim ve Sanat Vakfı Y.
76. Hz. Ömer Döneminde Ekonomik Yapı, İrfan Mahmud Rânâ, Bir Y.
77. İktisat Bilinci, Hekimoğlu İsmail, Denge Y. İst. 1996
78. İslâm Devlet Bütçesi, Celâl Yeniçeri, Şamil Y.
79. İslâm Ekonomi Sistemi, Muhammed Bakır Sadr, Rehber Y.
80. İslâm Ekonomisi Sistemi, M. Ömer Çapra, Fikir Y.
81. İslâm Ekonomi Düşüncesi, Sıddıkî, Bir Y.
82. İslâm Ekonomi Toplumunun Kuruluşu, Muhammed Abdülmennan, Fikir Y.
83. İslâm Ekonomisi (Teori ve Pratik), M. A. Mannan, Fikir Y.
- 980 -
KUR’AN KAVRAMLARI
84. İslâm Ekonomisi ve Sosyal Güvenlik Sistemi, Faruk Yılmaz, Marifet Y.
85. İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri, Heyet, Ensar Neşriyat
86. İslâm Ekonomisinde Gelir ve Sermaye, M. Sabri Erdoğdu, Sebil Y.
87. İslâm Ekonomisinde Tasarruf ve Ekonomik Gelişme, M. Sabri Erdoğdu, Sebil Y./Marm. Ü. İl. FkV.Y.
88. İslâm Ekonomisinin Temel Meseleleri, M. Ekrem Han, Kayıhan Y.
89. İslâm İktisadında Helâl Kazanç, İmam Muhammed Şeybani, Seha Neşriyat
90. İslâm İktisadının Esasları, Celâl Yeniçeri, Şamil Y.
91. İslâm İktisat ve Metodolojisi, Yusuf Mısri, Birleşik Yayıncılık İst.
92. İslâm İktisat Tarihine Giriş, Abdulaziz Durî, Endülüs Y. İst. 1991
93. İslâm’da İktisadî Nizamı, Ömer Çapra, Çev. Hulûsi Yavuz, Sebil Y.
94. İslâm Şirketler Hukuku (Emek-Sermaye Şirketi), Osman Şekerci, Marifet Y.
95. İslâm ve Çağdaş Ekonomik Konular, M. A. Mannan, Fikir Y. İst. 1984
96. İslâm ve Çağdaş Ekonomik Doktrinler, Muhammed İsmail, çev. Cemal Karaağaçlı, Serda, Yeni Neşr.
97. İslâm Ekonomisinin Strüktürü, Sezai Karakoç, Diriliş Y.
98. İslâm’da Ekonomik ve Sosyal Düşüncenin Çağdaş Görünümü, Heyet, Düşünce Y. İst. 1978
99. İslâm Devletinde Malî Yapı, S. A. Sıddıkî, Çev. Rasim Özdenören, Fikir Y. 2. bs. İst. 1980
100. İslâm ve Ekonomik Hayat, Ahmet Tabakoğlu, D.İ.B. Y.
101. İslâm ve İktisadi Ekoller, M. Bakır es-Sadr, Akademi Y. İst. 1991
102. İslâm ve Mülkiyet, Mahmud Talegani, Yöneliş Y.
103. İslâm’da Tüketici Hakları, Hüseyin Arslan, T. Diyanet Vakfı Y.
104. İslâmî Yaklaşımlar, Hamdi Döndüren, Kültür Basın Yay. Birliği
105. İslâmî Açıdan Borsa, Heyet, Ensar Neşriyat
106. İslâmî İktisadın Felsefesi, Murtaza Mutahhari, İnsan Y.
107. İslâm İktisadında Narh, Davut Aydüz, Işık Y. x
108. İslâm’da İktisat Anlayışımız, M. Said Çekmegil, Nabi-Nida Y. 2. bs. Malatya, 1994
109. Çağdaş İktisadi Sistemleri, Beşir Hamitoğulları, Savaş Y.
110. Adil Ekonomik Düzen, Necmettin Erbakan, Ank. 1991
111. Modern İktisat ve İslâm, Sabahaddin Zaim, MTTB Basın-Yayın Md. Neşr. 3. bsk. İst. 1969
112. Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi yahya S. Tezel, Tarif Vakfı Yurt Y.
113. Türkiye’de Ekonomi Politikaları ve İşsizlik Meselesi, Şevki Çobanoğlu, Uhud Y.
114. Türkiye’de Özel Finans Kurumları ve İslâm Bankacılığı, İsmail Özsoy, Timaş Y. İst. 1987
115. Türkiye’de Ekonomik Güçlükler ve Çözüm Yolları, Emin Çarıkçı, Adım Y.
116. Türkiye’de Enflasyonla Mücadele, Tuncay Artun, Tekin Y.
117. Türkiye’de Özelleştirme, Cevat Karataş, Ziya Öniş, Yeni Yüzyıl Kitaplığı Y.
118. Darbelerin Ekonomisi, Mehmet Altan, Afa Y. İst. 1990
119. Yabancı Sermaye, Komisyon, TÜGİAD Y.
120. Toplum Suskun, Sermaye Serbest, Heyet, Bireşim Y.
121. Ekonomi ve Ahlâk, N. Haydar Nakvî, İnsan Y. İst. 1985
122. Tüketim Virüsü, Mustafa Karaalioğlu, Yeni Şafak Y. İst. 1995
123. Ekonomik Çözüm, Şevki Çobanoğlu, Uhud Y. İst. 1991
124. Risk Sermayesi, Özel Finans Kurumları ve Para Vakıfları, Murat Çizakça, İlmî Neşriyat
125. Türkiye’de Zekât Potansiyeli, Heyet, İlmî Neşriyat
126. Reklâm Dünyasının İçyüzü, Jim Ring, Milliyet Gazetesi Y.
127. Reklâm Bize Sırıtan Bir Leştir, Oliviero Toscani, Milliyet Gazetesi Y.
128. Parasal Bunalımlar ve Uluslar arası Reform, İsmail Şengün, T. Ekonomi Kurumu Y.
129. Türkiye’de Ekonomi Politikaları ve İşsizlik Meselesi, Şevki Çobanoğlu, Uhud Y.
130. Bireysel Yatırım Araçları, Mehmet Çavaş, İletişim Y.
131. Tarikat Sermayesinin Yükselişi, Faik Bulut, Öteki Y.
FÂİZ/RİBÂ
- 981 -
132. Dünyada ve Türkiye’de Yatırım Fonları, Gürman Tevfik, T. İş Bankası Y.
133. 100 Soruda Para ve Para Politikası, Sadun Aren, Gerçek Y.
134. Akdeniz Dünyasında Para, Fiyatlar ve Medeniyet, Carlo M. Cipollo, Bağlam Y.
135. Kriz Ekonomisi, M. İlker Parasız, Ezgi Kitabevi Y.
136. Uluslararası Ekonomik Kuruluşlar, S. Rıdvan Karluk, Tütünbank Y.
137. Dünya Ekonomisi ve Uluslararası Ekonomik İlişkiler, Tuba Ongun, Evrim Y.
138. Döviz Ekonomisi, Emin Ertürk, Der Y.
139. Altın, Nedim Şener, Dünya Y.
140. Altın, İstanbul Altın Borsası ve Dünyadaki Örnekler, Nedim Şener, Dünya Y.
141. Sınıf Açısından Azgelişmişlik, Yves Lacoste, Göçebe Y.
142. Tek Pazardan Ekonomik ve Parasal Birliğe Avrupa Birliğinin Yetkileri, Komisyoın, İKV Y.
143. Türkiye Avrupa Ekonomik Topluluğu Ortaklığı (Anlaşmalar), Tevfik Saraçoğlu, Akbank Y.
144. Kütüb-i Sitte: 3/97-107, 12/314-315, 14/519, 15/160-161, 17/259-261.
145. Sahih-i Müslim: 1/373 - 377, 5/461, 8/51 - 80

 
Okunma 1820 kez
Bu kategorideki diğerleri: FAKİRLİK-ZENGİNLİK »